FİLİSTİN-İSRAİL DOSYASI
Tanıklıklar, Makaleler, Belgeler, Mülakatlar, Şiirler
Derleyen ve Çeviren:
Garbis Altınoğlu
Ekim
2004-Nisan 2005
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ
GİRİŞ
KISALTMALAR
TANIKLIKLAR
Uğur Kökden, Nefti Ölüm, Milliyet Sanat
dergisi, 1 Mayıs 1988
Mahkemesiz Polissiz
Toplum, 2000ʼe Doğru, 10 Aralık
1989
Robert Fisk, Sığınakta
Katliam; Görgü Tanığı, 19 Nisan 1996
İsrail Şahak, Halit Meşal’i Öldürme Girişiminin Gerçek Anlamı, Washington Report on Middle East Affairs, Ocak-Şubat 1998
James Ron, İsrail’in
Bir Sonraki Adımı: Bir İsrail Askerinin Güncesi
(parça), Boston Globe, 25 Mayıs 2000 Hüseyin
İbiş, Arap Canının İsrail Canı Kadar Değerli Olduğunu Bilesiniz,
Los Angeles Times, 26 Mayıs 2000
İkbal Sıddıki,
İsrail’e Çifte Darbe, Crescent International, 1-15
Haziran 2000
İsrail Suçlanıyor, BBC, 3 Kasım 2000
Amira Hass, Değişik
Bir Ölçülülük Tanımı, Haaretz, 15 Kasım 2000
Dina Reşit,
İsrail’in Politikası: Öldürmek Amacıyla Ateş Etmek, 2 Aralık
2000
Filistinli Bir Mültecinin
El Aksa İntifadası Günlüğü, Yeni Şafak, 25 Aralık 2000
Filistin İzleme
Timi, İsrail Kuvvetleri
El Bire’de Hedeflerden Hedef Beğeniyor, 21 Şubat
2001
İsrail Şamir, Nisan, Ayların En Acımasızıdır,
2 Nisan 2001
Suzanne Goldenberg, Felçli
Filistin’in Sakatlanmış Çocukları (parça), The Guardian, 1 Mayıs 2001
Richard Becker, El-Nakba’nın
Yıldönümü Yaklaşırken İsrail Baskısı Artıyor, 15 Mayıs
2001
İsrail Şamir, Faris’e Övgü, 20 Mayıs 2001
Dr. Ben Alofs, Şaron
Neden Bir Savaş Suçlusudur?, 6 Haziran 2001
İsrail Şamir, Abud’un Zeytinleri, 18 Haziran 2001
Ali Ebu Nima, Şatila’ya
Geri Dönüş (parça), The Jordan Times, 13-14
Temmuz 2001
Inigo Gilmore, İsrailliler
Ölü Filistinlilerle Poz Veriyor, The Telegraph,
15 Ekim 2001
Sam Bahur, 2002:
2’ler Yılı, 27 Aralık 2001
İsrail, Filistinli Çocukları Öldürüp Organlarını Transplantasyon Amacıyla Çalıyor, Teheran
Times. com, 9 Ocak 2002
Kader Şkirat,
Susku Komplosu, The Guardian, 15 Mart 2002
Hale Cabir,
Filistinli İntihar Bombacısının Dünyası, London
Times, 24 Mart 2002
Richard Johnson,
Cenin’den Geriye kalan Yerde 7 Gün (parça), 1 Mayıs 2002
Ayşe Karabat, Filistin/ Kararma Anı, ATLAS, Mayıs
2002
PGFTU Eylül 2000-Nisan 2002 Dönemi Raporu, Mayıs
2002
Kathleen Christison,
İsrail Tüm Uluslara Örnek
mi?, 11 Mayıs 2002
John Pilger, Etnik
Temizlik ve İsrail’in
Kuruluşu, 19 Haziran 2002
Filistinli Mahpuslar
Derneği’nin Hazırladığı Bir Rapor, 21
Haziran 2002
George Habash: “Biz Kazanacağız”,
Sosyalist Barikat, Ağustos 2002
Dani, Bir Evin İşgali,
Ağustos 2002
Diane Valentine’le Söyleşi,
Filistinlilerin Zeytin Hasadı, 16 Ekim 2002
Sam Bahur ve Paul de
Rooij, Keyfi Mahpusluk, 23 Ekim 2002
Ruth Sinai, İsrail’de
Toplumsal Mesafe ve Eşitsizlik (parça), Haaretz, 3 Aralık 2002
Anne Gwynne,
Nablus-Bir Başka Nakba, Ocak 2003
Art Giş,
Elmaların Arasındaki Teröristler, 30 Ocak
2003
Rachel Corrie’nin Mektupları,
Şubat 2003
Emma Williams, Adaletsizliğin
Pis Kokusu, The Spectator, 17 Mayıs 2003
Siyonizme Muhalif Britanya’lı
Yahudilerin Deklarasyonu, 27 Haziran 2003
Filistin’in İskoç
Dostları, Duvar, Temmuz 2003
Avraham Burg, İsrailli’lere,
Dünya Yahudiliğine ve İsrail’in
Dostlarına Bir Çağrı, The International
Herald Tribune, Ağustos 2003
Şulamit Aloni, Sivilleri Öldürme Ruhsatı, Haaretz, 17 Eylül 2003
Graham Usher,
Hudna, Direniş ve İslama
Karşı Savaş, El Ehram,
6-12 Kasım 2003
Molly Moore, 4 Eski Şin
Bet Şefi, Şaron’un Politikalarını Mahkum Ediyor, The Washington Post, 14
Kasım 2003
Akiva Eldar, İşgal
İsrail Toplumunu Yukardan Aşağıya Doğru Dejenere Ediyor, Haaretz, 24 Kasım 2003
Ercan el Fasid, İnceleme:
Arna’nın Çocukları, The Electronic
Intifada, 1 Aralık 2003
Yahya Abdülrahman,
İsrail, Gerçekleri Yadsıyan Bir Devlet, Catholic
New Times, 23 Şubat 2004
Charley Reese,
Filistinli Karım (parça) 23 Mart 2004
Uri Avneri, Üç
General, Bir Şehit, 30 Mart 2004
Chris McGreal, Tankların
Refah Hayvanat Bahçesine Vardığı Gün, The Guardian, 22 Mayıs 2004
Starhawk, Şaron’un
Refah’taki Üçkağıtçılığı, 23 Mayıs 2004
Mustafa Barguti, İsrail’in
İşkenceyi Yaygın Bir Biçimde
Kullanması Sergilemelidir, Daily Star, 9 Haziran
2004
İsrail Buldozeri Felçli Adamı Gazze’deki
Evinde Ezdi, Reuters, 12 Temmuz 2004
Orla Guerin,
Nablus’ta Silah Tehdidi Altında, BBC, 14 Ağustos 2004
Bill ve Kathleen
Christison, İnşa Et, Yık, Yeniden İnşa Et, 23 Ağustos
2004
Yaser Ebu Malik,
Gazze’de Ölüleri Ölüler Gömüyor, Palestine
Report, 16 Eylül 2004
Hüsnü Mahalli, 22 Yıl Önce!, Yeni Şafak,
19 Eylül 2004
Danny Rubinstein, İbrahim,
Şin Bet El Kaide’ye Katılmanı İstiyor!
(parça) Haaretz, 4 Ekim 2004
Hasan Ebu Nima, Ölümcül
Çifte Standartlar (parça), The Electronic Intifada, 13 Ekim
2004
Jeff Hook, İsrail
İçişleri Bakanı: ‘Hristyanlara Tükürmeye
Son Verin’, 14 Ekim 2004
Gideon Levi, Artık
Çocukları Öldürmek Büyük Bir Sorun Değil,
Haaretz, 17 Ekim
2004
Muhammet Ömer,
Pişmanlık Günleri, 18 Ekim 2004
İbrahim Karagül, 13 Yaşındaki Kıza 20 Kurşun
Sıkan İsrailli Subay Aklandı, Yeni Şafak, 19 Ekim 2004
Roger Avenstrup,
Filistin Ders Kitapları, International
Herald Tribune, 18 Aralık 2004
Hüsnü Mahalli, Susuz Bayram!, Yeni Şafak, 23 Ocak 2005
Andy Martin, İsrail
Kleptokrasisi Bütün Amerikalılar İçin Tehdit Oluşturuyor,
http://usa.mediamonitors.net/, 25 Ocak 2005
Leyla El-Haddad,
Filistinli Kızın Ölümü Aileyi Sarstı,
El Cezire, 3 Şubat
2005
İsrailli Asker Hebron’da Bir Çocuğu Öldürdü, www.palestine-info.co.uk, 14 Şubat 2005
GÖRÜŞLER-BELGELER
Balfour
Deklarasyonu, 1917
Halk Komiserleri
Kurulunun, Yahudi Düşmanlığı Hareketinin
Kökünün Kurutulmasına İlişkin Kararı, 27
Temmuz 1918
Haham
Kaplan’la Mülakat, www.nkusa.org, 1980
Filistin Delegesi Rıdvan
el Hilv’in (Yusuf) III. Enternasyonal’in 7.
Kongresinde Yaptığı Konuşma (parça), 1935
Hasan Kanafani,
“Arkaplan: İşçiler”, 1972
Ralph Schoenman,
“Filistin’in Sömürgeleştirilmesi”, 1988
Tony Greenstein,
Getto Savaşıyor, 1990
New York Times’a Mektup, 1948
Naim Giladi, Irak
Yahudileri (parça), The Link, 16 Mart 1998
Fetih’in (El Fatah)
1 Numaralı Basın Bildirisi (parça),
Ocak 1968
Filistin Halk Kurtuluş
Cephesi Platformu, 1969
Cengiz Çandar,
“1967 Sonrası Amerikan-Sovyet
Politikaları ve ‘Kara Eylül’
1970” (parça), 1976
BM Genel Kurulu’nun
Ezilen Halkların Bağımsızlık ve Silahlı
Savaşım Hakkına İlişkin 3246 Sayılı
Kararı (parça), 29 Kasım 1974
BM Genel Kurulu’nun
Siyonizmin Irkçılığın Bir Türü
Olduğuna İlişkin 3379 Sayılı
Kararı, 10 Kasım 1975
Garbis Altınoğlu,
Tel el-Zaatar’ın 53 Günü, 27-28 Ocak 2005
Oded Yinon,
1980’lerde İsrail İçin Bir Strateji, Şubat
1982
Enver Hoca, “1983 Yılında
Ortadoğu” (parça), Aralık 1983
Albay Ebu Musa ile Söyleşi
(parça), Mayıs 1984
Filistin Ulusal
Konseyi’nin 19. Olağanüstü Oturumunda
Yayımlanan Siyasal Bildiri (parça),
14 Kasım 1988
Garbis Altınoğlu,
Filistin Devriminin Yeni Dönemeci (parça), Ekim 1993
Garbis Altınoğlu,
Gazap Üzümleri (parça), Nisan 1996
Altı Gün Savaşına
İlişkin Gerçekler: CIA ve ABD Ordusu İsrail’e
Gizlice Yardım Etti, Mid-East
Realities, 11 Haziran 1997
Yakov Ben Efrat, Aşağıdan
Yukarıya İntifada, Mid-East Realities, 12 Kasım 2000
Edward Said, Amerika’nın
Son Tabusu, New Left Review, Aralık 2000
Edward Said, İsrail’in
Çıkmaz Sokağı, El Ehram, 20-26 Aralık 2001
Nasır İbrahim ve Dr. Macit Nasır, Küreselleşme ve
Filistin Direnişi Üzerine Tezler (parça),
International Viewpoint, Mart 2002
David R. Francis,
Bir İktisatçı İsrail’in ABD İçin Giderek Artan Bedelini Hesaplıyor, 9 Aralık
2002
Salih Abdülcevat,
Asıl Kazanan Taraf: İsrail, El Ehram, 17-23 Nisan 2003
Tony Seed, 1. İntifada’nın
16. Yıldönümü, 9 Aralık
2003
Jon Elmer, Arafat ve
Filistin Ulusal Hareketi: Profesör Esat Ebu
Halil’le Bir Mülakat, 19 Ocak 2005
Garbis Altınoğlu,
İsrail’in Stratejik ve Taktiksel Hedefleri Işığında
Hariri Suikastının Anlamı, 11-14 Mart 2005
FİLİSTİN’DEN ŞİİRLER
Mahmut Derviş,
48. Kurban
Tevfik Ziad, Filistin’den
Bir Şiir
Abdül Rahim Mahmut, Filistin’den Bir Şiir
Semih el-Kasım,
Güneşin Düşmanı
Fedva Tukan, Doğu
Yakasından İki Çocuğa Mektup
Yusuf el-Katib, Göçmen
Bülbül
Ebu Firas, Yaz
Bulutu
Ebu Firas, Şehidin
Vasiyeti
KRONOLOJİ
DİŞLERİMLE
Dişlerimle
Savunacağım yurdumun her karış toprağını, Dişlerimle.
Başka yurt istemem onun yerine,
Assalar damarlarımdan
beni İstemem gene.
Buradayım hâlâ.
Yıkamazlar beni
Ne kadar çarmıh
yükleseler
Omuzlarıma.
Buradayım hâlâ.
Tutarak sizi...
tutarak... tutarak
Avuçlarımda.
Dişlerimle
Savunacağım yurdumun her karış toprağını, Dişlerimle.
Tevfik el Zeyyat
Konuya bir parça
aşina olan ve Ortadoğu ve dünyadaki gelişmeleri ana hatlarıyla
izleyen herkes, Filistin’de en azından 1920’lerden bu yana süregelen savaşımın sadece bu “küçük”, ama kahraman halkı
ilgilendirmekle sınırlı olmadığını bilir. Sömürgeci Siyonist projenin ürünü
olan “Filistin sorunu”, başta Britanya ve ABD gelmek üzere bölgeye egemen olma, onun enerji kaynaklarını denetim altına alma ve Arap ve İslam
dünyasındaki anti-emperyalist ve demokratik uyanışı
boğma çizgisini izlemiş olan “büyük” devletlerin stratejik hedeflerine kopmaz bağlarla bağlı
olagelmiştir. Sorunun bu en kabataslak konuşu bile, Filistin halkının direnişinin salt küçük
bir ulusun İsrail’in işgaline karşı verdiği
olağan bir ulusal kurtuluş savaşı olmakla kalmadığını, onun çok
ötesinde bir anlam taşıdığını, halihazırdaki Siyonist işgale karşı çıkmakla sınırlı içeriğinden bağımsız olarak Filistin direnişinin Arap halklarının
ve hatta dünya işçi sınıfı ve halklarının her türden
baskı ve sömürüye karşı savaşımlarında çok
önemli bir yer tuttuğunu göstermeye yetecektir. Kuşku yok ki, başını
ABD’nin çektiği dünya emperyalizmi ve onun yöneticileri, bu gerçekliği
Filistin halkının öncüleri, dostları ve sempatizanlarından çok daha iyi kavramışlardır.
Ve Irak’a karşı girişilen son saldırının da gösterdiği
gibi, işçi sınıfı ve halklara karşı savaşım stratejilerini,
bu kavrayışın ışığında biçimlendirmektedirler. Ne yazık ki dünyanın pek çok yerinde olduğu
gibi, Türkiye’de de “Filistin sorunu” ve Filistin halkının görkemli direnişi konusunda önemli bir duyarsızlık
hüküm sürüyor. Bu kitap, işte bu duyarsızlık duvarında bir gedik
açmak ve bu alanda varolan bilgi boşluğunu bir ölçüde doldurmak amacıyla
hazırlandı.
Kitabın ana konusu, 28 Eylül 2000’de başlamış
ve bugün de sürmekte
olan İkinci İntifada. Dolayısıyla kitap ağırlıklı olarak bu döneme
ait tanıklıklardan oluşuyor. Bununla birlikte kitaba ayrıca, Filistin direnişinin
tarihsel arkaplanının kavranmasına yardımcı olmak amacıyla çok sayıda tarihsel
ve siyasal belge ve analitik makalenin yanısıra Filistin şiirinden bazı örnekler ve geniş
bir kronoloji eklenmiştir. Kitapta yer alan makale ve yazıların büyük çoğunluğunu ben çevirmiş bulunuyorum. Ancak, bazı
makale ve yazılar, olduğu gibi yazılı medyadan, Türkiye’de
basılmış kitaplardan ve internetteki vebsitelerinden alınmıştır.
Bunları sırasıyla şöyle sayabilirim:
Milliyet Sanat
dergisi’nin 1 Mayıs 1988 tarihli sayısından alınan Uğur Kökden’e ait “Nefti Ölüm”, 2000ʼe Doğru
dergisinin 10 Aralık 1989 tarihli sayısından alınan “Mahkemesiz
Polissiz Toplum”, Yeni Şafak gazetesinin
25 Aralık 2000 tarihli sayısından
alınan “Filistinli Bir Mültecinin El Aksa İntifadası Günlüğü”, www.kesfetmekicinbak.com vebsitesinden alınan Ayşe Karabat’a
ait “Filistin/ Kararma Anı”, www.antimai.org vebsitesinden alınan “PGFTU Eylül
2000-Nisan 2002 Dönemi Raporu”, Sosyalist Barikat dergisinin Ağustos 2002 tarihli sayısından alınan “Biz Kazanacağız!”
başlıklı mülakat, www.zmag.org vebsitesinden alınan “Diane
Valentine’le Söyleşi, Filistinlilerin
Zeytin Hasadı”, www.ifamericansknew.org vebsitesinden alınan “Rachel
Corrie’nin Mektupları”,
Yeni Şafak
gazetesinin 19 Eylül 2004 tarihli sayısından alınan ve Hüsnü
Mahalli’ye ait olan “22 Yıl Önce!”,
Yeni Şafak
gazetesinin 19 Ekim 2004 tarihli sayısından
alınan ve İbrahim Karagül’e ait olan “13 Yaşındaki Kıza 20 Kurşun
Sıkan İsrailli Subay Aklandı”,
Yeni Şafak
gazetesinin 23 Ocak 2005 tarihli sayısından
alınan ve Hüsnü Mahalli’ye
ait olan “Susuz Bayram!”,
Ağustos 1979’da Sol Yayınları tarafından çıkarılan Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları adlı kitaptan alınan “Halk Komiserleri
Kurulunun, Yahudi Düşmanlığı Hareketinin
Kökünün Kurutulmasına İlişkin
Kararı”,
Cengiz Çandar’ın
Aralık 1976’da MAY Yayınları tarafından
çıkarılan Direnen Filistin adlı kitabının “Mültecilikten Fedayiliğe: Filistin Direnme Hareketi” başlıklı Dördüncü Bölümünden alınan “Fetih’in (El Fatah) 1 Numaralı Basın Bildirisi”,
Cengiz Çandar’ın
aynı kitabının “1967 Sonrası Amerikan-Sovyet Politikaları ve ‘Kara Eylül’
1970” başlıklı Beşinci bölümünden bir parça,
Ocak 1989’da Kıvılcım
Yayınları tarafından çıkarılan Sürtük Yahudinin
Çilesi: Filistin Kazanacak adlı kitaptan alınan
“Albay Ebu Musa ile Söyleşi”.
www.yeryuzunden.de vebsitesinden alınan ve Edward
Said’e ait olan “Amerika’nın Son
Tabusu”, www.derinanadolu.tripod.com vebsitesinden alınan ve Edward
Said’e ait olan “İsrail’in Çıkmaz Sokağı”.
Filistin Şiirleri
ise Ribhi Halloum (Abu Firas) tarafından
hazırlanan ve Mart 1989’da Alan Yayıncılık
tarafından çıkarılan Belgelerle Filistin adlı kitaptan alınmıştır.
Yazıların içinde ve/ ya da sonunda (G. A.) ile biten açıklama notları bana aittir.
GİRİŞ
28 Eylül 2000 Perşembe günü, muhalefetteki
Likud Partisinin lideri Ariel Şaron, dönemin İsrail Başbakanı Ehud Barak’ın onay ve desteğiyle
Müslümanlarca kutsal sayılan ve Kubbetüssahra ile El Aksa
Camisinin bulunduğu Harem El Şerif’i
ziyaret etti. Şaron’un ziyareti sırasında, kendisine
eşlik eden asker ve polislerin bu savaş
suçlusunun sözkonusu kutsal mekanda bulunmasını
protesto eden ve onu engellemeye çalışan Filistinlilerin üzerine ateş açması üzerine en az 7 Filistinlinin ölmesi ve 255
Filistinlinin de yaralanması, İkinci İntifada’nın fitilini ateşledi. 28 Eylül’de
gerçekleştirilen katliam ve Siyonist
provokasyon, 29 ve 30 Eylül günleri Batı Yakası ve Gazze Şeridi’nde yapılan yaygın gösterilerle protesto edildi. 1 Ekim’de İsrail’de yaşayan Araplar genel greve gittiler. 30’a yakın kent ve yerleşim birimine yayılan
gösterileri bastırmak için kauçuk kaplı mermiler,
gözyaşartıcı gaz vb. kullanan İsrail
“güvenlik” güçleri çok sayıda kişinin yaralanmasına yol açtılar. 2 Ekim’de yapılan
gösterilere ateş açılması ve fanatik yerleşimci
Yahudilerin, Filistinlilerin evlerine saldırmaları
sonucundaysa, İsrail yurttaşı olan 13 Filistinli yaşamını yitirirken
çok sayıda Filistinli de yaralandı.
Şaron’un 1,000 dolayında İsrail asker ve
polisinin eşliğinde gerçekleştirdiği bu
ziyaretin, belirgin bir siyasal gündemi vardı; bu ziyaretin, Filistinlilerin aktif tepkisini çekmesi ve çatışmalara yol açması ve böylelikle, tıkanmış olan “barış
süreci”nde yıpranan Ehud Barak önderliğindeki
“İşçi” Partisi hükümetinin yerine daha saldırgan politikaları gündeme getirecek daha gerici bir hükümetin oluşturulması için bir katalizör rolü oynaması amaçlanıyordu. Şaron’un ziyaretinin ardından, 17 Ekim
2000’de Filistin Otoritesi Başkanı Yaser
Arafat ile İsrail Başbakanı Ehud Barak’ın,
ABD Başkanı Bill Clinton'ın
arabuluculuğuyla Mısır'da yaptıkları Şarm El Şeyh
zirvesinde alınan sözde ateşkes kararı
uygulanamadığı gibi, 23 Aralık 2000’de Washington’da Potomac ırmağı yanındaki Bollard Askeri Üssü'nde Filistin
ve İsrail heyetleri arasında
yapılan müzakereler de sonuçsuz
kaldı. Bu gelişmelerin, Eylül 1993’de başlamış olan “barış”
sürecinin fiilen sona erdiğini gösterdiği
gözönüne alındığında, Şaron’un sözkonusu “ziyaret”inin
şu ya da bu Siyonist burjuva partisinin değil,
bir bütün olarak
Siyonist devletin siyasal bir kararının ürünü olduğu anlaşılır. Burada Siyonist politikacıların, İsrailli profesör Tanya Reinhart’ın altını çizdiği geleneksel
yaklaşımlarını devreye soktuklarını
görüyoruz: bir yandan beyaz terörü sürdürürken, bir yandan da müzakereleri uzatma, asıl
canalıcı konuları ele almaksızın
diğer konularda uzlaşma havası basma ve bu arada kamuoyunu yatıştırmak ya da kışkırtmak için çeşitli dedikodular
yayma taktiği. Nitekim, 28 Eylül
ziyaretini izleyen daha yaygın Siyonist saldırganlık ortamında, “Filistinli
terör örgütlerinin silahsızlandırılmadığı”, “İsrail’e yönelik terör eylemlerinin sürdüğü” vb.
yolundaki demagojik propaganda kampanyasının eşliğinde yapılan 6 Şubat 2001 seçimlerini
Likud Partisi ve bağlaşıkları kazandı. Yeni İsrail hükümetini kuran
Ariel Şaron, Siyonist burjuvazinin
ve devlet aygıtının ana gövdesinin
onayı, ABD emperyalizminin kayıtsız-koşulsuz
desteği ve Batı Avrupa
emperyalistlerinin suç ortaklığı ile bugüne
değin süren daha yaygın terör politikasını,
özellikle 11 Eylül 2001 olaylarını
izleyen emperyalist paranoya ortamından da yararlanarak ve genişleterek sürdürdü.
Filistin halkının
büyük bir bölümü, İsrail’in 1948-49 ve 1967 savaşları sonucunda
kazandığı askeri zaferlere ve uyguladığı
sürgün ve katliam politikalarına bağlı olarak, büyük bölümü tarihsel
Filistin topraklarının dışında -komşu ülkelerdeki kamplarda ve Diyaspora’da- yaşamak zorunda bırakılmıştır.
Dolayısıyla, sözcüğün alışılmış anlamıyla bir
ekonomisi kalmamış ve tarihin en uzun süreli
ulusal kurtuluş savaşımlarından birini yürütmek yükümlülüğünü üstlenmiş olan Filistin halkının Siyonist işgale
karşı direnişi, olağan bir ulusal kurtuluş
hareketinin boyutlarını çok aşmaktadır. Filistin halkının yaşadığı trajedinin
esas nedeni olan İsrail devletinin oluşumuna
yol açan Siyonist
projenin kökünün 19. yüzyıla
dayandığı biliniyor. İsrail, önceleri Britanya sömürgecilerinin/ emperyalistlerinin
himayesi altında uluslararası Siyonist
hareket tarafından adım adım oluşturulan, 1948’de
resmen kurulan ve İkinci Dünya Savaşından bu yana
ise, öncelikle ABD’nin askeri,
ekonomik ve siyasal yardımıyla yaşatılan ve büyütülen
kendine özgü bir
devlet. Ama o, dünya çapında güçlü ve etkili
Yahudi Diyasporasının çok yönlü desteğini her zaman
arkasında bulan ve geçmişi
yüzyıllar öncesine giden köklü bir anti-Semitizmle ve pogromlarla lekeli Avrupa gericiliğinin
ikiyüzlü bir sempatiyle yaklaştığı ve maddi/ manevi yardımını esirgemediği bir devlet aynı zamanda.
Öte yandan İsrail, belirli bir toprak parçası
üzerinde kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak, o bilinen uluslaşma sürecini yaşayan bir halk ve onun başını çeken burjuvazi
tarafından oluşturulan bir devlet değil.
Tarih ölçeğine vurulduğunda daha dün kurulduğunu söyleyebileceğimiz İsrail, esas olarak, Siyonist hareketin bilinçli eyleminin ürünüdür. Bu
devlet, 19. yüzyılın sonlarında başlayan ve
1930’larda hızlanan
Siyonist
kolonizasyon çerçevesinde Avrupa başta gelmek üzere dünyanın çeşitli bölgelerinde kendilerine yapılan zulümden kaçarak Filistin’e gelen Yahudilere dayanılarak oluşturuldu. Siyonist hareketin öncülük ettiği ve aralarındaki
esas bağ Musevilik
inancı olan Yahudilerin kurduğu bu devlet, Filistin toprağı üzerindeki sahiplik iddiasını Museviliğin kutsal
metinlerine dayandırdığı (vadedilmiş ülke efsanesi)
için daha doğuşundan itibaren yarı-teokratik bir niteliğe
sahipti. Dahası İsrail, aynı zamanda bir halkı binlerce yıldır
oturduğu yurdundan zor ve terör yoluyla kovmak suretiyle oluşturulan biricik modern devlet. Yahudi halkı, yüzlerce yıldır Avrupa gericiliği, burjuvazisi ve
Hristyan kiliseleri tarafından dışlanan, ikinci sınıf
insan sayılan, Gettolara
hapsedilen, yer yer katliamlara uğratılan ve Nazi Almanyası’nın
“sonal çözüm”ünün hedefi olan bir halktı; onun adına
hareket eden ve onun yaşadığı tarihsel trajediyi kullanan Siyonist gericilik, bu halkın başına gelen felaketlerden hiçbir biçimde sorumlu
olmayan Filistin halkının yurdunu Britanya ve
ABD emperyalizminin gözetimi altında ve onların
desteğiyle çalmış, daha doğrusu silah zoruyla gasbetmiştir. Filistin-İsrail sorununun özü işte budur.
Gerektiğinde Nazi Almanyası ile de işbirliği
yapmaktan kaçınmamış olan Siyonist burjuvazinin ideolojik ve siyasal boyunduruğunu kabul etmiş gözüken Yahudi halkının
çoğunluğu ise, genelde Batılı sömürgeci ve emperyalistlerin ve özelde Nazilerin
Yahudilere, Slavlara, Çingenelere ve diğer
ezilen halklara yaklaşımını yineleyerek Filistin halkını “untermensch”
olarak algılamaya alışmış, alıştırılmıştır; kendine özgü bir ezilen halktan
ezen bir halka dönüşen Yahudi halkı,
Filistin halkının direnişini, Nazilerin Gettolara hapsettikleri Yahudi halkına uyguladıkları metotlardan esinlenerek, hatta o metotları geliştirerek ezmeye çalışan bir devletin işlemekte
olduğu suçlara aktif ya da pasif olarak destek verir hale gelmiştir.
Anti- Semitizmin mucidi ve mimarı olan sinsi Avrupa gericiliğinin günümüzdeki temsilcilerine gelince onlar, İsrail’i desteklemekle sadece kendi emperyalist çıkarlarını korumakla kalmıyorlar; aynı zamanda
-Nazilerin gerçekleştirdiği holokost
ta içinde olmak üzere-atalarının
tarihsel günah ve suçlarının
bedelini İsrail militarizmi eliyle, konuyla uzaktan ya da yakından bir ilgisi olmayan Filistin halkına ödetiyorlar. Bu, tarihin kaydettiği en büyük
ayıplardan ve trajedilerden biri değilse nedir?
Ama son çözümlemede
bu ayıp ve
trajedinin esas sorumluluğu, yüzyıllardır Asya’da,
Afrika’da ve Latin Amerika’da sayısız katliamın altına imzasını atmış ve bu arada “geri” ülkelerin halklarını ikinci ya da üçüncü sınıf insan
olarak görmeye alışmış, bu örtük ya da açık ırkçılığı “kendi” işçi
sınıflarının ve halklarının kollektif bilinçlerinin temel öğelerinden
biri haline getirmeyi başarmış olan sömürgecilere ve emperyalistlere
aittir; özellikle de İsrail’i
Ortadoğu’daki ileri karakolları olarak tasarlamış bulunan Britanya ve
ABD emperyalistlerine. Onların ve özellikle
İkinci Dünya Savaşının bitiminden bu yana
Washington’un inanılmaz boyutlardaki desteği
olmaksızın, onunla içiçe olan Siyonist gericiliğin bu pici, Ortadoğu’da
bir yıl olsun
dayanabilir miydi? Bugün bile, bu köksüz
ve zorlama devlet, bu siyasal implant, dışardan
İsrail’e devasa ve kesintisiz bir dolar, petrol, silah
ve insangücü akışı olmaksızın ayakta
kalamayacak durumda değil midir?
Ne var ki, Siyonist gericiliğin
şefleri, bütün bu faktörlerin varlıklarını korumak ve geleceklerini güvence altına almak için yeterli olmadığını
seziyorlar. Filistin halkının onyıllardır
süregelen ve kırılamayan direncinin yanısıra onları kaygılandıran bir başka önemli nokta, nüfus dengesinin aleyhlerinde gelişme göstermesidir. Bunun, adeta yapay bir devlet görünümündeki İsrail’i yöneten ve özellikle, demografik trendler
konusunda son derece duyarlı olan
Siyonist burjuvazinin köksüzlük duygusunu
daha da
depreştirdiği
yadsınamaz. Onun, İsrail’e göçü sistematik olarak teşvik etmesinin
ve Yahudi nüfusunu arttırmak için her yola başvurmasının,
hatta -emperyalist-Siyonist saldırganlık nedeniyle- dünyada son yıllarda anti-Semitizmin büyümesini ellerini oğuşturarak
karşılamasının, hatta belki de bundan medet ummasının nedeni budur. İsrail’in, hızla artan
Filistin nüfusunu -sürgün, katliam,
Yahudi yerleşim birimleri kurma,
Filistin’in geriye kalan ekonomisini felç etme vb.
yoluyla- “denetim altında” tutma
yolundaki çabası, Filistin halkına
karşı acımasızlığı ve işgal
altındaki topraklardaki Filistin halkını Ürdün’e
vb. sürme yolundaki
planları da işte bu köksüzlük
duygusundan ve -Siyonist mitolojinin fantezilerinin
tersine- Filistin halkının öteden beri
anayurt toprağına görülmemiş bir
inatla sarılmasından duyduğu korkudan kaynaklanıyor.
Filistin halkı,
İsrail devletini oluşturmak amacıyla
özellikle Birinci Dünya Savaşından sonra Britanya emperyalizminin kanatları altında örgütlenen Yahudi göçüne ve Siyonist
kolonizasyon girişimlerine başından beri ve
yer yer kendi feodal egemen sınıflarından kaynaklanan
sabotaj ve ihanete rağmen karşı koydu. Ne
var ki, bu küçük, ama onurlu halkın,
ülkesinin sömürgeleştirilmesine karşı çoğu zaman
sadece kendi gücüne dayanarak sürdürdüğü
direnişi, başından itibaren aşılması
güç bir dizi engelle karşılaştı ve karşılaşmaya da devam ediyor.
Filistin halkı, İsrail’e karşı savaşımında karşısında yalnızca, tepeden tırnağa en modern silahlarla
donanmış ve sırtını Ortadoğu’yu ve onun zengin kaynaklarını/ stratejik
mevzilerini denetimi altında bulundurmak
isteyen dünya emperyalizmine dayamış
Siyonist işgalciyi bulmadı; o, pek çok kez, kendisine yer
yer ikiyüzlü bir biçimde destek sunan/ sunar gözüken uzak-yakın Arap ülkelerinin yarı-feodal ya da
burjuva egemen sınıflarıyla da boğuşmak
zorunda kaldı. Arap gericiliği
ve burjuvazisinin, Filistin halkının
direnişini engelleme, denetim altına alma, bölme, baltalama çabalarını
zaman zaman, - “Kara Eylül” ve Tel el-Zaatar örneklerinin de gösterdiği
gibi- bastırma ve
katliam düzeyine vardırdıkları da
biliniyor. Bunun nedenleri kestirilebilir: Bu çilekeş halkın, ne yazık ki tutarlı bir devrimci önderlikten yoksun
olarak sürdürdüğü direniş, dünya gericiliğinin son derece önemli bir öğesini
oluşturan Siyonist burjuvaziyi olduğu kadar, objektif olarak onun üzerinden başını ABD’nin çektiği dünya kapitalist-
emperyalist sistemini ve gene bu sistemin piyonları durumunda bulunan Arap gerici rejimlerini hedef almaktadır. Zafere ulaşabilecek bir
Filistin devriminin sadece Ortadoğu’da ve İslam
dünyasında değil, tüm emperyalist başkentlerde
jeopolitik bir deprem etkisi yaratacağı belli değil mi? Demek oluyor ki,
Filistin halkının direnişi, bu halkın
bilinç düzeyi ve onun öncü güçlerinin program ve siyasal çizgilerinden bağımsız olarak, şimdiye değin dünyanın gördüğü ve belki de görebileceği en
enternasyonalist ve en devrimci “ulusal kurtuluş” savaşımıdır.
İşte Filistin halkının Siyonist işgal
ve zulme karşı sürdürdüğü inatçı direnişin Arap ve İslam dünyası başta gelmek üzere,
dünyanın pek çok köşesinde haklı olarak yankı bulmasının ve işçilerin,
diğer emekçilerin ve ezilen ulusların
ve tüm ilerici güçlerin
sevgisi ve sempatisiyle kuşatılmış olmasının
sırrı da burada yatmaktadır. Çoğu zaman dünya işçi sınıfı ve halklarının
ön safında çarpışmış bulunan bu “küçük”
halkın, Filistin’i, ayaklanmaları bastırma
harekatlarının bir laboratuarı haline getirmiş bulunan sömürgeci
ve emperyalist devletlerin ve Siyonist gericiliğin
katliam, terör, komplo, provokasyon ve entrikalarına karşı 1920’li yıllardan bu yana son derece
zor koşullar altında sürdürdüğü boyuneğmez direnişi, özel olarak Arap dünyasındaki sessizlik,
ihanet ve teslimiyete ve genel olarak dünyadaki duyarsızlığa indirilmiş
ağır bir şamar olmakla kalmıyor.* O, dünya işçi
sınıfı ve halklarına, en zor, elverişsiz ve karmaşık
koşullar altında
bile zulme ve sömürüye
karşı konabileceği ve konması
gerektiği mesajını veriyor ve dolayısıyla
onlara özgüven, moral ve cesaret aşılıyor.
Asla liderlerin, savaşçıların
ve sıradan insanların öldürülmesi,
yaralanması, işkenceye tabi tutulması,
dövülmesi ve zindanlara tıkılmasıyla vb. sınırlı olmayan ve günlük
yaşamın tümünü ve bütün alanlarını kucaklayan emperyalist destekli Siyonist devlet terörünün asıl hedefi Filistin halkının direniş ruhunu kırmak,
onu canından bezdirmek
ve yaşadığı topraklardan koparmaktır.
Zaten, siyasal renginden bağımsız olarak, terör hiçbir zaman
kendi başına bir amaç
olmamıştır; devrimci olsun karşı-devrimci olsun terör her zaman belirli
bir siyasal partinin ya da çizginin gündemine ve stratejik/ taktiksel hedeflerine tabi olmuştur. Ve Siyonist terörün hedefi
de, tüm zorluklara ve ödediği bedellere rağmen yaşadıkları anayurt toprağını
terk etmemek için sonuna kadar direnen Filistin işçi ve emekçilerini
bezdirmek, teslim almak ve anayurtlarından
kaçıp gitmelerini sağlamaktır. Bunun için de Siyonist
gericilik Filistin halkını ve onun öncülerini
terörle yıldırmaya çalışmakla yetinmemektedir; o,
Filistin halkının ekonomisini felç
etmekte, zeytinliklerini, tarlalarını ve bahçelerini tahrip etmekte, kent
ve köylerinin altyapılarını kullanılamaz hale
getirmekte, eğitim ve kültür
kurumlarını kapatmakta, kendi ülkelerinde yolculuk etme haklarını ellerinden
almakta, kentlerinde, kasabalarında ve hatta köylerinde
günlerce ve haftalarca sürebilen sokağa çıkma
yasakları uygulamakta, sağlık gereksinimlerinin karşılanmasını engellemekte,
evlerini içindeki eşyayla birlikte yıkmakta,
taciz ateşiyle korkutmakta,
fuhşu, uyuşturucu kullanımını ve İsrail
hesabına ajanlığı yaygınlaştırarak dejenerasyonu
körüklemekte, tarihsel
Filistin’den bu halka bırakılmış olan sınırlı
toprağı sayısız kontrol noktaları ve Yahudi yerleşim birimleriyle
doldurmakta yani Filistin halkının yaşamını cehenneme çevirmektedir. Ancak
Filistin halkı, bu inanılmaz zorluklara rağmen anayurduna ya da
ondan geriye kalan topraklara sımsıkı sarılmış ve 1948-49 savaşından bu yana topraklarını
terk etmek zorunda bırakılan Filistinlilerin ve onların kız ve oğullarının
geri dönüş hakkını, her zaman direnişin temel
taleplerinden biri yapagelmiştir.
Karl Marks, başka
halkları ezen halkların kendilerinin de özgür olamayacağını, başka halkları ezen halkların ancak kendi kollarındaki
zincirlerin sağlamlaşmasına katkıda
bulunacaklarını söylemişti. Bugün İsrail toplumunda
yaşanan çok yönlü bunalım –gelir dağılımının
hızla bozulması, yanıbaşındaki Filistin halkının
her gün, her saat çektiği
acıları görmezden gelme, militarist kültürün
giderek yerleşmesi, siyasal skandallar, Yahudi halkının hümanist geleneklerinin ortadan kalkması, dinsel
fanatizm ve gericiliğin güçlenmesi, İsrail toplumundaki
farklı sınıflar, katmanlar ve siyasal
güçler arasındaki çelişmelerin keskinleşmeye yüz tutması, İsrail devleti projesinin Yahudi kitleleri gözünde çekiciliğini yitirmesine bağlı olarak tersine göç
olgusunun ortaya çıkması vb.- Marks’ın sözlerini doğruluyor. Sözün özü, Filistin halkına uygulanan zulme
ortak olmak, Yahudi halkının kendisinin
aşağılanmasına, dejenerasyonuna ve köleleşmesine
de yol açmaktadır ve Siyonist işgal ve saldırganlık
sürdüğü sürece de yol açmaya devam edecektir. Yüzlerce yıldır dıştalanmış, ayrımcılığa
uğramış, Gettolara hapsedilmiş, pogromlara hedef olmuş ve büyük
acılar çekmiş olan Yahudi halkının, Filistin halkının gardiyanı, işkencecisi ve celladı haline getirilmesine
izin vermemesini, onlarla omuz omuza Siyonist gericiliğe ve emperyalizme karşı durmasını beklemek,
herhalde bütün tutarlı demokratların ve
ilerici insanlığın hakkı olsa gerek. Yaşanan
tarihsel deneyimin bir çok kez doğruladığı gibi Siyonizm, onların
da düşmanıdır.
Filistin-İsrail sorunu, asla sadece iki halkı, hatta
sadece Ortadoğu’yu ilgilendiren bir
sorun değil. Karşımızda, Ortadoğu’da sürekli bir biçimde savaş kışkırtıcılığı yapmış ve savaşlar çıkarmış olan, geçmişte
Güney Afrika’daki apartheid rejiminden devrim sonrası
Nikaraguası’nın Kontralarına, Şah Rıza Pehlevi İranı’ndan
Afrika’daki sömürgelerini korumak için savaşan Portekiz sömürgecilerine
kadar bir dizi gerici ve faşist rejime aktif destek vermiş bulunan,
ordusunu, gerektiğinde kullanmakta zerrece kararsızlık
göstermeyeceği yüzlerce nükleer füzeyle donatmış olan, dünyanın
en büyük silah üretici
ve ihracatçılarından biri olan, önüne Ortadoğu’da Nil’den Fırat’a
kadar uzanan bir “Büyük İsrail” kurma ve Arap ülkeleri başta gelmek üzere
bölge ülkelerini zayıflatma ve bölme stratejik hedefini koymuş bulunan,
Diyaspora’daki ilişkileri aracılığıyla emperyalist
burjuva medyası üzerinde öteden beri önemli
bir denetim oluşturmuş olan, istihbarat örgütlerinin kolları dünyanın pek çok köşesine uzanan ve dünya
işçi sınıfı ve halklarının baş düşmanı ABD emperyalizmiyle organik bir ilişki içinde bulunan, Irak’ı hedef alan son saldırı
savaşının ve Amerikan neo-faşistlerini İran ve Suriye’ye saldırmaları için başarılı bir biçimde kışkırtmasının da gösterdiği
gibi, Washington’un siyasal kararlarını etkileme yetisi artık yeterince
gün ışığına çıkmış olan bir devlet, bir
İsrail Calut’u bulunuyor. Ve bu güce direnen ve ona karşı “ulusal kurtuluş”
savaşımını elindeki taşlar, tüfekler ve diğer basit silahlarla sürdüren
Filistin Davut’u. İşte bu eşitsiz savaşta Siyonist işgalcinin
ve onun arkasında duran dünya emperyalizminin karşısına
dikilmeye cüret eden ve zayıf bedenlerini Ortadoğu
ve dünya işçi sınıfı ve halklarının siperi haline
getiren Filistinli çocuklar, gençler ve
fedayilerle dayanışma, diğer ezilen
halklarla dayanışmadan nitelik olarak farklı
ve daha üst düzeyde olmak zorunda. Başta Arap ve İslam
halkları gelmek üzere, dünya işçi sınıfı ve halkları, Filistin halkının
direnişini kendi öz kurtuluş savaşımlarının kopmaz bir parçası olarak algılamak
zorundalar. Bu algılama ve bilincin yavaş yavaş da olsa geliştiğini,
Filistin halkının 1920’lerden bu yana dökülmekte olan kanının
dünyanın bir dizi ülkesindeki halkların
bağrında isyan ve devrim çiçeklerinin açmasına
katkıda bulunduğunu söyleyebiliriz.
Dünya halklarının onuru olan Filistin halkına selam
olsun!
*1980’lerin başlarından,
İsrail ordusunu “kendi” topraklarına çekilmek
zorunda bıraktığı Mayıs 2000’e kadar görkemli bir direniş
sergileyen Güney Lübnan halkı bu kuralı bozan önemli bir istisna oluşturuyor.
KISALTMALAR
ISM: Uluslararası
Dayanışma Hareketi
UNRWA: BM Filistinli
Mültecilere Yardım Ajansı
IDF: “İsrail Savunma Kuvvetleri” (=İsrail ordusu)
YMCA: Hristyan Delikanlılar
Birliği
ICAHD: Ev Yıkmalara
Karşı İsrail Komitesi
UPMRC: Filistin Tıbbi
Yardım Komiteleri Birliği
PHR: İnsan
Hakları Savunucusu Doktorlar
FHKC: Filistin Halk Kurtuluş
Cephesi
FDKC: Filistin
Demokratik Kurtuluş Cephesi
FKÖ: Filistin Kurtuluş Örgütü
FHKC-GK: Filistin
Halk Kurtuluş Cephesi- Genel Komutanlık
ALA: Arap Kurtuluş
Ordusu
UNSCOP: BM Filistin Özel
Komitesi
JNF: Yahudi Ulusal
Fonu
PRCS: Filistin Kızılay
Derneği
PGFTU: Filistin
Genel Sendikalar Federasyonu
LAW: Filistin İnsan
Haklarının ve Çevrenin Korunması Derneği
AIPAC: Amerikan İsrail
Kamu İşleri Komitesi
PCATI:İşkenceye
Karşı İsrail Kamu Komitesi
SLA: Güney
Lübnan Ordusu
CPT: Hristyan Barış
Ekipleri
ZOA: Amerika
Siyonist Örgütü
ZOB: Yahudi Savaşçıları
Örgütü
GSS: (İsrail)
Genel Güvenlik Dairesi
FKC: Filistin Kurtuluş
Cephesi
FKP: Filistin Komünist
Partisi
TANIKLIKLAR
Filistin/ Tarih unutulabilir
mi?
Nefti ölüm
Uğur Kökden,
Milliyet Sanat
Dergisi, Sayı: 191, 1 Mayıs 1988
İşitiyor musunuz?
Bu ses ne?
Nereden geliyor?..
Hangi zamanların çığlığı bu?.. Uzakta mı?.. Yeterince yakın mı? Yüzümüze vuran sıcak
soluk hangi kutsal toprakların bağrından
fışkırıyor böyle?.. Utanç
içinde başımızı eğelim. Lut Gölü ufkundan yükselmiş yüzyılların iniltisi,
seni kim duyuyor?
Şu son yaşananlar – elbet, ne ilk ne
son! – sınırların, duvarların ve önyargıların
ötesinde uzanan Ortadoğu’da tarihsel bir kayşa. Dengelerde
patlak vermiş siyasal çöküntü,
suları daha tuzlu yeni bir Lut Gölü yaratabilir. Özgür kalan yüksek
basınç, sağgörüsüzlük, ne sınır
tanıyor ne mantık! Geçmiş ve tarih bilmiyor.
Titreşen sıcak havada çölün kokusu, suya ve kana
duyarlık bir arada. Bölgede su uğruna dökülen kan, nice yüzden
hep ıslak kalmış. Kurumuyor hiç. Dün su olmuştu
anlaşmazlıkların konusu, şimdi
onun yerini neft aldı. Günün açık zulmü, bu kez nefti bir alınyazısından kaynaklanıyor. Ortadoğu’nun
insanı kül öksüzü sanki.
Piramitlerden, Mısırlı kölelerden bu yana sanılır
ki değişen bir şey
yok!..
Oysa kutsal toprakların
belleği, o hep çok güçlü. Hiç unutmadığı gibi, hiç de bağışlamıyor.
Hırslar ve siyasetler ne denli salmastraya dönüşse
de, gün gelecek çözülecek
dengeler.
Bu toprakların
baskın özelliği, her ölçüsüz
hırsı bilgece cezalandırması. Kerbela’da dökülen kan yüzyıllar
sonra tarihin en uzun Sünni- Şii savaşına maya oldu. Yarın yeniden gündeme
gelebilir unutulmuş su sorunu. Belki şimdi geldi de,
yeterince haberimiz yok.
Ne istiyor İsrailoğulları?
Şunun şurası apaçık ki, vefayı bir yanı itmekten korkmadı
onlar. “Ne kendileri, ne kardeş çocuklarına
karşı, ne de tarihe vefa besliyorlar. Bencillikleri kaç
bin yıllık acılarının bile önüne geçti. Ama eskiyi daha unutmamış
olanlar var bilgeler arasında. Tek yönlü bu çıkarcı
tavırlar geçmişte nice ırkçı tepkinin altyapısını hazırlamamış mıydı? O bencil duygu tortusu yüzyılların sürekli kararttığı soylu bir gümüş alınlık gibi, bu
kez Davud askerlerinin kimlik künyesini oluşturuyor.
Bir zamanlar bir
yerde ne demişti D. H Lawrence: “
Traji-komiktir, insan . Onun doymak bilmez her şey olma isteği, kendisi de olabileceğini
unutturuyor ona. Her şey olmak, her şey olmak! İnsanlık
tarihi, insandaki bu özlemin tarihinden başka nedir?”
Evet, insan bir avcı:
Uomo e cacciatore! Doğru! O halde kendine göz
kulak olmak “av” a düşüyor, bu hesaba göre. İnsana. Filistinli
yurtsuzlara, sözgelimi. Ne var ki, nice tanrılar
görmüş-yaşamış bu kutsal topraklarda, çok çabuk
İsrailoğlu kendisini Kral-Tanrı’lık katına
yükseltti. Öyle ki, önce kendisi olmayı
bile denemeden. Kendi arasında çıkan
sağduyulu uyarılara bile kulak asmaksızın.
Nedir niyeti?
İsrail, “ortaçağ”ını
XX. Yüzyıla mı taşımak istiyor acaba? Üstelik yüzyılın sonuncu
on yılına?..
İyi beslenmiş genç
İsraillilerin tekmeleri altında boğulan hakkın sesi, hırpalanan sinirler, et kırık
kemikler, başka nasıl tanımlanabilir? Ağır
öğle güneşinde Kubbetüssahra’nın altın kubbesi tarazlanırken,
gölgelerde tartaklanan, aranan, kurşunlanan insanlar. Cami imamı.
O kubbenin altında
bile, barıştan artakalmış bir ses yok. Hoşgörüye saygı tanınmıyor.
Sanki yeryuvarlağı
bilincinde, tıpkı gökyüzü deliği gibi bir boşluk belirdi. Unutuyoruz
ya da susuyoruz. Çağın duyarsızlığı mı, gezgin
bir ırkın umarsız doyumsuzluğu mu şu
olup bitenler? Ne yanındakiler (Arap ulusu) ne uzaktakiler (İsa’dan bu yana suçluluk duygusundan kendini
bir türlü arındıramayan Batı), belirleyici
ve adil bir tepkisel duyarlığa sahip! Yönetimler
halklara, ırklar ırkdaşlarına, sömürgeci
sömürge topraklarına sürekli ihanet içinde.
Hayınlığın alaca safran rengi, Ortadoğu’yu
kuşatmış Çepeçevre. Gözgözü görmez bir sis içinde.
Batı Şeria, Kudüs ve Gazze ölülerini, Halepçe sokaklarında kimyasal acılarla yaşamlarından olmuş çocuklardan ayıran ne? İnadiye ve Duceyde kasabalarına
sağnak sağnak inen Kürt Hiroşiması’ndan?
Kırılan kemiğin
çıtırtısı, gerçekte duyarsız utancın siyah fotoğrafı.
Kutsal toprakların kuytularında olduğu
ölçüde her uygar insanın oturma salonunda da aynı anda işlenen
tanıklı, dekorlu cinayetler. Yemek saatleri çerçevesinde
bir bakıma yumuşatılmış. Ama her gün artarak yineleniyor.
Sıradan Siyonizm’in bağışlanmış, izin verilmiş
örnekleri.
İsrail Ordusu’nun silahsız Filistinlilere
karşı, onların gözlerine baka baka giriştiği
soğukkanlı terör, sistemli bir toplukıyım
politikasından daha vahşi bir karakter taşıyor. Genç askerler yalnız
taş, tekme sopa kullanmıyor; sanki bileylenmiş bir kinle, nerdeyse
somut, canlı, kişisel bir düşmanlıkla
saldırıyorlar, diz çöktürülmüş elleri bağlı hedefe. Boşanmış
bir öfke zembereğinin birikmiş enerjisiyle vuruyor, vuruyorlar. Böylesi bir boşalmada erkeklik gücü
gösterilerine eş doyumlar
bulabilirler.
İşgal edilmiş topraklarda, açıkça, cellatla
kurban arasında başka türlü, yabansı ve yadsınamayacak
bir ilişki var. Doğrudan,
birebir.
Yıllar geçince ya da şimdi, Davud Devleti’nin çağdaş
kurşun askerleri, “Suçsuzum, böyle emir almıştım” diyebilir mi? Bir
zamanlar, kahverengi ve kara gömlekli saldırı mangaları bunu söyledi. Ancak, geçerli
sayılmadı; bunu en iyi Yahudiler anımsayacak.
O halde, yalnız
bir “kızıl hatıra” mı kalıyor o kanlı taş seslerinden?
Ama taşla
kırılan kemiğin çatırtısı, o ses, unutulabilir
mi? Vuranlar unutabilecekler mi? Bu sesi, çöl yıldızları ve sayısız kum tanesi, ertelenemez
büyük hesaplaşma gününe dek koruyup
saklayacaklar.
İki savaş arası
Faşizmi, dayatmacı siyasetler sonucu
kime sömürgelerin el değiştirmesinden
doğmuştu. Ama yayılmacı doymaz iştihanın isimsiz kurbanları
ne ırk, ne din ve
ulustan milyonlarca insan oldu sonunda. Tüm dünya demokratları, sonra Yahudiler. Sayısız ulus ve aynı
zamanda Almanlar.
Ne var ki, yarım
yüzyıl öncenin suçsuz Yahudileri, şimdi
ırkdaşlarının cellatlığı önünde bir kez daha can
veriyor. Bu durum, çifte haksızlık: İlkin ölmüş Yahudileri haksızlık! Sonra
yurtsuz Filistinli kuşaklara haksızlık! Her gün
onlarca sayıda öldürülen genç, çocuk, kadın Filistinlilere...
Bu arada ikinci kez yanılan
Batı’ ya ne demeli? İlkinde toplama kamplarından habersiz görünmüş,
uzun süre onları yadsımıştı. Şimdi de Filistin kıyımına karşı duyarsız. Hareketsiz. Çok incelikli, çok
katlı anlamlar taşıyan bir susuş bu.
Nedense bir türlü
düşünce serüvenciliğine yükselemedi . Ortadoğu’
da İsrailoğulları. Buna karşılık kusursuz bir cinayet
sendikası, modern Yahudi
devleti. Çoktan geride kalmış
bir büyüklük, esti geçmişi,
eğer kendini yenilemezse. Geçmişte kalan parıltıya karşın çökme sırası bir kez
daha yine onlarda.
Tarih unutulabilir
mi?
“İşkencenin en kötüsünü Yahudilere yükleyen
Firavun Hanedanı? O dönemde İsrail’in oğulları öldürülüyor, ancak kızları yaşıyordu. Sonra dünün
dünde kalmış görünen sözü: “Bizim, Calut’a ve
ordusuna karşı duracak gücümüz,
enerjimiz yoktur” diyorlardı peygamberleri Davud’a. Gerçi arkadaki
destekleri saymazsak, bugün de yok güçleri.
Ya Roma çağı?
Kudüs’ün baştan aşağı yıkıldığı Hedodes Tapınağı’nın
ve kutsal yapıların yerinde Jüpiter Sunağı’nın yükseldiği yıllar? Pompeius’ un aman bilmez askerleri? Yeni kente Yahudilerin girmesinin
yasak edildiği kara günler? Ama bugün kendi yurtlarından
ve işlerinden kapı dışarı edilen Filistinliler. Umutsuzluğa karşı umutsuzca savaşan yeni akıncı ruh, şimdi Filistinliler. İlk
Hıristiyanlar gibi yoksul ama, kararlı, direşken...
Bir bakıma eski geçmişten çıkarılacak Roma
dersini unutmuşa benzemiyor siyonist
politika. Güçlü Roma’ ya karı
çıkmak yerine, onunla birlikte adım atmayı
yeğliyor artık. Tıpkı Scola’nın Balo’sundaki işbirlikçi çiftin yarım kalmış eşitsiz dansı gibi. Ama şimdi, yani Roma’nın
ücretli askeri kimliğini taşıyor. Başkasına
güvenerek yaşamakta. Yalnız “öyle bir gün
gelir ki, hiç kimse hiç
kimse adına bir şey
ödeyemez.”
Bu kez zamanımızın
Calut’u iki güçlü ikiz devden oluşmuş. Batılı Golliath
ve sarı Japon Samurayı. Petrolle ışıyan modern Alaeddin Lambası’nın
çifte devleri. Kurşuna, tanka karşı sapan taşı.
Öte yandan, Hak’kın temsilcisi Davud ise, çocuk Filistinliler...
Biri ötekinin
kan yağısı. Öldürülen her Filistinlinin kanı İsrail devlet politikasının
boynuna. Böyle giderse Avrupa’nın
ağır bir haç gibi taşıdığı
suçluluk duygusunu bundan böyle İsrail
yüklenecek. O zaman Ağlama Duvarı olarak Herodes Suru’nun kalıntıları da
yeterli olmayacak belki suçluluğun taşan gözyaşları önünde.
İntifada Kendi Düzenini Yaratıyor
2000ʼe Doğru,
Sayı: 51, 10 Aralık 1989
Son 30 gün Filistinliler açısından önemli kilometre
taşları: 15 Kasım, Filistin Devletiʼnin kuruluşunun 1. yıldönümüydü. 29 Kasım,
Uluslararası Filistinlilerle Dayanışma
Günüʼydü. 9 Aralık ise, bir halkın ayağa kalkışının, Filistin İntifadasıʼnın 3. yılına girişinin ilk günü. Bu aşamalarda
Filistin halkı kendine özgü direniş yöntemleri geliştirdi, insan soyunun çok ileri aşamalarındaki
ülküsünü ifade eden sivil toplumu, doğrudan demokrasinin ilk örneklerini yarattı. Örneğin, Beyt Sahurʼda işgalci İsrailʼe
vergi ödememekte ısrar etti ve tüm
baskılara karşı başarı kazandı. Gazze
kentinde ise, mahkemesiz polissiz bir yaşam biçimi yarattı. Bölgeyi gezip gören ve olayları yorumlayan El
Mecelle dergisi muhabiri
Nedim Nasır ile Batı Şeriaʼdaki son direnişi yorumlayan
El
Yom El Sabiu dergisinin
ilgili bölümlerini
özetliyoruz.
Burası Gazze. Gecenin sessizliğini İsrail devriyelerinin
sesleriyle kurşun vızıltıları bozuyor. Köşe
kapmaca oynanıyor Filistinli direnişçilerle askerler arasında.
Ve bir Filistinli gencin gölge gibi daldığı evdeki dul anne, bulabildiği
kabağı kaynatarak, aç çocuklarına vermeye çalışıyor. Elinde şeker ve tuz torbasıyla bekleyen genç
soruyor: “Bir şeye ihtiyacınız var mı?” Dul kadın: “Nedir o?” Genç: “Şeker ve tuz.” Kadın,
“Benim biraz var. Başkasına verin onu.”
Bir yıldan beri Gazze’de ne mahkeme var ne de polis. Buna rağmen Filistinliler arasındaki genel
huzur, düzen ve asayişte
gözle görülür bir düzelme var. Eskiden günde ortalama 15-20
trafik kazası olurken, bugün
böyle bir olaya rastlanmıyor artık. İnsanlar
birbirlerine tahammül ediyor ve sorunlarını karşılıklı çözüyorlar. Aracı ya da yasal bir yere başvuru yok. Örneğin
arabasıyla bir çocuğu ezen bir şoför, çocuğun ailesine
gidip kendisinin cezalandırılmasını istedi.
Ama baba, şoförü bağışladı. Gene hırsızlık
ve gasp olayları tümüyle ortadan kalktı. Yaygın olan uyuşturucu
kullanımı yok denecek kadar azaldı. Bireysel ya da grupsal halk mahkemeleri ortaya çıktı. Sorunlar belirli siyasi ya da İslami kurallara göre değerlendirilip, sokakta,
evde ya da belli bir yerde ayaküstü pratik
kararlarla çözülüyor. Herkes hakkına
razı oluyor. Toplumsal yargının adaletine boyun eğiyor.
Buna karşılık
Gazze’deki uyuşturucu kullanımını İsrail
ajanları teşvik ediyor. Dağıtımını istihbarat örgütlüyor. Gene
MOSSAD, Lübnan’dan uyuşturucu maddelerin
getirilmesine aracılık yapıyor. Filistinli
işçilerin paralarını çekmek için, İsrail köylerinde “fuhuşevleri”
açıyor. Bazı dul-yetim Filistinli kadınları ağına
düşürüp fuhuşa zorluyor. Direnenleri siyasi tutuklu olarak
kamplara sevkediyor. 12-13 yaşlarındaki tüm çocukları topluyor. Ama bunlara rağmen intifada İsrail
askerlerine meydan okuyor, direniyor, işgalcileri
çıldırtacak gece eylemleri yapıyor.
İşgal altındaki Batı
Şeria’nın Beyt Sahur kentinde 11 Ekim’de vergi ödememe
eylemi başladı. İsrail Savunma Bakanı İzak Rabin
“Halk isyanına meydan vermeyiz.
Neye mal olursa olsun Beyt Sahur halkına acı bir ders veririz” dedi. Gerçekten de kenti
tam bir kuşatma altına aldı. Halk aç
susuz kaldı. Dünyayla ilişkileri tümüyle koptu. Yabancı diplomatların bile
kente girişi yasaklandı. Bu süre boyunca işgalci askerler istedikleri
mallara el koydular, istediklerini sürgün edip gözaltına
aldılar. Çalıp çırptılar. Şimdiye kadar
talan edilen mal miktarı 5 milyon dolar. Bu küçük
kasabada 150 kadar otomobile el kondu. Ama direniş
sürdü. Ve hükümet 41 gün sonra kuşatmayı
kaldırdı. Beyt Sahur halkı yeni geliştirdiği mücadele yönteminde örnek ve öncü bir tutum almış,
kazanmıştı. Direniş yeni bir boyut kazanmıştı
böylece. İsrail basını da gerçeği
görerek şöyle yazdı: “İsrail’in zafer iddiası
sadece bir kuruntu. Oysa Beyt Sahur direnişi
gerçek bir zafer. Filistin intifadasına yeni bir ivme ve uluslararası bir boyut
kazandırdı..”
Sığınakta Katliam; Görgü Tanığı
Robert Fisk, 19
Nisan 1996
Kana-Güney
Lübnan: İsrail mermilerinin 18
Nisan 1996ʼda BM karargahına sığınmış olan ve büyük
çoğunluğu kadın ve çocuklardan
oluşan 102 kişiyi öldürdüğü yer
Kana, Güney
Lübnan – Bu bir katliamdı. Sabra ve Şatila’dan bu yana,
masum insanların böylesine kıyıma uğratıldığını görmemiştim. Elleri, kolları ve bacakları yerinde olmayan, kafaları kopmuş ya da bağırsakları
dökülmüş Lübnanlı mülteci kadınlar, çocuklar ve
erkekler öbekler halinde yatıyorlardı.
Sayıları yüzün hayli üzerindeydi. Bir yerde kafası kopmuş bir bebek
yatıyordu. Dünyanın koruması altında güvende olduklarını sandıkları BM sığınağında yatarlarken İsrail
mermileri bir orak gibi biçmişti onları. Srebrenika’daki Müslümanlar gibi,
Kana’daki Müslümanlar da yanılmışlardı.
BM’in Fiji taburunun
yanan karargah binasının önünde bir kız
çocuğu kucağında bir ceset, gözleri
kendisine bakan gri saçlı bir adam cesedi tutuyordu; kız cesedi kollarında
sağa sola sallarken ağıt yakıyor ve ağlıyor ve aynı
sözcükleri yineleyerek haykırıyordu: “Baba, babam benim.” Bir cesetler denizinin ortasında ayakta duran Fijili bir BM askeri tek sözcük söylemeksizin başı
kopmuş bir çocuğun cesedini tutuyordu havaya kaldırdığı ellerinde.
Öfkesinden titreyen bir BM askeri, “İsrailliler bize, bölgeyi top ateşine
tutmayacaklarını ancak şimdi
söylediler. Onlara teşekkür mü etmemiz gerekiyor?” dedi. Tutuşmuş olan bir binanın
içinde -Fiji BM karargahının konferans odası- bir ceset yığını
yanıyordu. Alevler içindeki çatı cesetlerin üzerine düşmüş ve onları
gözlerimin önünde tutuşturmuştu. Cesetlere doğru
yürümeye kalktığımda kopmuş bir insan eline
basarak dengemi yitirdim...
İsrail bu 10 gün süren korkunç saldırısı sırasında, sivilleri öyle saygısız, öyle vahşi bir biçimde
-dün gece itibariyle 206 kişi- katletti ki, hiçbir Lübnanlı bu katliamı
unutmayacaktır. Cumartesi günü saldırıya uğrayan
ambülans, ondan bir gün önce Yohmor’da öldürülen kızkardeşler, dört gün önce İsrail’in füze
saldırısında kafası kopan 2 yaşındaki kız. Ve dün
erken saatlerde İsrailliler -en genci dört günlük bir bebek
olan- 12 kişilik bir aileyi
katlettiler; İsrail helikopter pilotları
onların evini füzelerle bombalamıştı.
Ondan kısa bir süre sonra, üç
İsrail jet uçağı benim de içinde bulunduğum BM
konvoyunun sadece 250 metre ilerisine bombalarını bıraktıklarında, hedef alınan evin parçaları
gözlerimin önünde 10 metre yükseğe
fırladı. Dün gece, Kana katliamını Independent’a bildirmek için
Beyrut’a dönerken iki İsrail gambotunun Sayda
kentinin kuzeyindeki ırmağı aşan köprünün üzerinde bulunan sivil araçlara ateş açtığını gördüm.
Lübnan’a giren her yabancı ordu başarısızlığa
uğramıştır. 1982’de İsrail’in bağlaşığı olan milislerin Sabra ve Şatila’da Filistinlileri
katletmesi, İsrail işgalinin yenilgisini
belirledi. Şimdi İsrailliler Kana’da, Lübnanlıların
inancına göre İsa’nın suyu şaraba
dönüştürdüğü bu pejmürde küçük dağ kasabasında ellerini bir kez daha kan banyosuyla lekelediler.
İsrail Başbakanı
Şimon Peres şimdi artık bu savaşı sona erdirmek istiyor
olabilir. Fakat, Hizbullah’ın buna izin
vermemesi olasılığı büyük. İsrail bir kez
daha Lübnan batağına battı. Öte yandan,
Arap dünyası da dünün
korkunç sahnelerini unutmayacaktır.
Ne yazık ki, İsrail’in öğüdüne uyarak
evlerini terkeden Güney Lübnan’ın dağ köylerinin Şii Müslümanlarının
sığındığı ve top mermilerinin tahrip ettiği BM binası restoranının duvarlarından çok sayıda mültecinin kanı
abartmasız, su gibi akıyordu. Fiji ve Fransız askerleri -kollarını
sımsıkı birbirlerinin vücutlarına dolamış- bir grup ölüyü daha kaldırıp
battaniyelere yerleştirdiler.
Bir Fransız BM askeri, içine insanların ayaklarını, parmaklarını ve kol parçalarını attığı bir çuvalı
açarken kendi kendine sövüp duruyordu.
Bu dehşet verici yerde yürürken birden çok
sayıda insanın BM bina topluluğuna girdiğini gördüm. Sur’dan çılgına dönmüş konvoylar
halinde buraya gelen bu insanlar annelerinin, oğullarının ve kızlarının parçalanmış cesetlerinin
üzerindeki battaniyeleri çekmeye,
“Allahü Ekber” çığlıkları atmaya ve BM askerlerini tehdit etmeye başlamışlardı.
Bir anda bizler BM
askerleri ve gazeteciler olmaktan çıkmış, Batılılar, İsrail’in
bağlaşıkları ve onların nefret ve hıncının hedefi haline gelmiştik.
Yüzü öfkeden kararmış kara sakallı biri ateş saçan gözleriyle bana baktı.
“Siz Amerikalısınız” diye haykırdı bize doğru.
“Amerikalılar köpek. Bunu siz yaptınız.
Amerikalılar köpek.”
Başkan Bill Clinton, “terörizme” karşı savaşında İsrail’le omuz omuza durmuştu ve Lübnanlılar
bu acılı anlarında bunu unutmamışlardı. İsrail’in üzüntülerini resmen ifade etmesi ise, yaraya tuz basmaktan farksız bir sonuç yaratmıştı. Yaşlı bir adam,
“Kendimi bir bomba haline getirmek ve İsraillilerin arasında havaya uçurmak istiyorum” diyordu.
İsraillilerin,
Lübnanlı sivilleri öldürmelerinin hesabını vereceklerini sürekli olarak
yineleyen Hizbullah’a gelince, onun yanıtının uzun süre gecikmeyeceğini söyleyebiliriz. Gazap Üzümleri Operasyonu, adına
fazlasıyla layık bir operasyon haline
gelebilir.
Halit Meşal’i Öldürme Girişiminin Gerçek Anlamı
Dr. İsrail Şahak, Washington
Report on Middle East Affairs, Ocak-Şubat 1998
Sir Arthur Conan
Doyle, öykülerinde Sherlock Holmes’a çoğu
kez, “önemli olan”
cinayetin işlendiği gece “köpeğin
havlamamış olmasıdır” dedirtir. Aynı
şekilde, medyada çok geniş bir tarzda işlenmesine rağmen Halit Meşal
olayında* gerçek sorunlar ve doğru
sorular kasıtlı olarak görmezden gelinmiştir. Onun
yerine olay, (İsrail Başbakanı Binyamin-
G. A.) Netanyahu’yu iktidardan düşürmek için yeni bir fırsat olarak kullanılmıştır.
Bu girişimin ters
tepmesinin onun popülaritesini arttırması ise
ironiktir.
İsrail’in, aşağı
yukarı kuruluşundan bu yana, istihbarat örgütlerinden
biri olan MOSSAD’ı kendi amaçları doğrultusunda, cinayet
de içinde olmak üzere
şiddet ve terör uygulamak
için kullanan terörist bir devlet olmuş olduğu gerçeği biliniyor.
İsrail terörizmi kendini, örneğin
Lübnan’da, çok sayıda insanın bombardımanda yaşamlarını yitirecekleri tehdidiyle sadece bir gün öncesinden haber verilerek evlerini terk etmek zorunda bırakıldıkları “Hesap Verme” ve “Gazap Üzümleri” operasyonlarında gösterdi.
Böylesi devlet terörizmi, tekil bireylerin öldürülmesinden daha da kötüdür.
Ama aslında,
bütün İsrail hükümetleri terörist eylemler gerçekleştirmişlerdir
ve bütün Siyonist
partiler ilke olarak böylesi eylemleri
desteklerler. Somutlaştırmak gerekirse,
başbakan olduğu dönemde Şimon Peres, sözümona
bütünüyle Filistin Otoritesinin kontrolü altında
bulunan A Mıntıkasında Yahya Ayaş’ın öldürülmesini buyurmuştu; ki, HAMAS’a göre bu eylem, Şubat-Mart
1996 döneminin misilleme
amaçlı intihar bombalamalarını tetikledi. (Her ne kadar HAMAS’ın bu açıklamasının
doğruluğu kuşkuluysa da, bu bombalamaların
Mayıs 1996 seçimlerinde Binyamin Netanyahu’nun zayıf bir çoğunluk
kazanarak Peres’i yenmesine katkıda
bulunduğu tartışma götürmez.)
Bir kaç ay önce İzak Rabin, Filistin İslami
Cihat örgütünün lideri Fethi Şikaki’nin Malta’da bulunduğu
sırada öldürülmesini buyurdu. Amman’daki
cinayet girişimi bağlamında, ne İsrail
muhalefet partilerinin, ne de İsrail
medyasının değindiği daha başka
terörizm eylemlerinden de söz edilebilir.
Genel olarak devlet terörizmi
konusunu ele almayı ve özel olarak İsrail’in
sık sık terör eylemlerine başvuruyor olmasını tümden
reddetme tutumu, Netanyahu’nun İsrail’deki ve ABD’ndeki Yahudi eleştirmenlerini, Amman’daki cinayet girişiminin bu zaman
diliminde oluvermesinin “akıllıca” olup olmadığı
ve bu girişimin başarısızlığından ötürü kimin suçlanması gerektiği türünden tümüyle pragmatik
sorunlar üzerinde
yoğunlaşmak zorunda bırakmıştır. Ama işin aslına bakılırsa, MOSSAD’ın geçmişteki başarısızlık sicili hayli kabarıktır.
İki örnek üzerinde
duralım. 1972’de Norveç’te meydana gelen “Lillehammer” olayında, bir MOSSAD timi, hedeflenen Filistinli kurban yerine Faslı bir garsonu öldürdü ve timin mensupları
üstüne üstlük yakalanarak başarısızlıklarını ikiye katladılar. Tim mensuplarının
bir kısmı da, tıpkı
Amman’daki başarısız Meşal olayında olduğu gibi Oslo’daki İsrail elçiliğine sığındılar.
İkinci örnek ise 1950’lerin ilk yarısından: O sırada
MOSSAD’dan ziyade askeri istihbaratın
yönettiği Mısır’daki İsrail ajanları, İngiltere’nin Süveyş Kanalı Bölgesi’nden
çekilme kararını yeniden gözden
geçirmesini sağlamak için (içlerinde tiyatrolar
ve Kahire ve İskenderiye’deki ABD
diplomatik misyonlarının da bulunduğu)
değişik kamu binalarına yangın bombaları
yerleştirmişlerdi. Suç olmanın da ötesinde aptalca olan ve katılanların tümünün yakalandığı bu girişim tam bir fiyaskoyla sonuçlanacaktı.
Bu iki terörizm
eylemi de İşçi Partisi hükümetlerinin
buyruğu üzerine gerçekleştirilmişti. Bu
nedenle, Netanyahu’nun destekçileri rahatlıkla, İşçi Partisi hükümetlerinin düzenlediği terörizm eylemleri başarısızlığa uğrarken Likud ve
genel olarak sağ kanat hükümetlerinin
“sorumlu davrandıkları” -yani onların İsrail’in başarısızlıklarından siyasal kazanç sağlamaya çalışmadıkları (ya da bu konuda ölçülü davrandıkları), ama “sol”un böyle yurtsever bir tarzda
davranmadığı olgusuna işaret
edebiliyorlardı.
Her halükarda
Netanyahu eleştirmenleri de, “işleri en iyi biz yürütürüz”
yollu hatalı inanışı en bayağı bir tarzda
sergileyen aynı çürümekte olan kliğin bir parçası oldukları ve bu
kibirli tutumu Avrupalı Eşkenazilerle Doğulu Sefardik Yahudiler arasındaki süregelen uçurumla ilişkilendirmek kolay olduğu için Netanyahu’ya yöneltilen
yoğun eleştiri, “solcu” muhaliflerinin genel olarak İsrail
toplumunun algılamalarına ne denli yabancılaşmış olduklarını açığa vuran Netanyahu-yanlısı bir
tepkiye yol açtı.
Benim düşünceme
göre başarısızlık, esas olarak MOSSAD
ve onun (seçimlerden bir kaç hafta önce Peres’in kuşkulu
bir tarzda atadığı) şefi Dani Yatom’un sorumlu olduğu ikincil
bir sorun. Hatta, başarısızlığın ortaya çıkmasından
sonra Netanyahu epey ustaca davrandı. Her halükarda, özellikle “yüzergezer seçmenler” arasında onun desteği artmış bulunuyor.
Öndegelen yorumcular, seçimlerin
bugün yapılması halinde Netanyahu’nun yeniden seçileceği
görüşündeler, ki ben de bu görüşe katılıyorum.
İsrail’in Ürdün’le
ilişkilerine gelince, nasıl MOSSAD’ın İngiltere ve Norveç’de cinayetlere karışması,
bu ülkelerle ilişkilerine ciddi bir hasar vermediyse, Ürdün’le ilişkiler de aşağı yukarı eski düzeyinde
sürecektir. İbranice basının anlatımıyla, “yabancı kaynaklardan edinilen bilgilere göre” Ürdün, MOSSAD’ın Amman’ın merkezinde büyük bir birim kurmasına
izin vermiştir. Bana sorarsanız bu, iki ülke
arasında (Ekim 1994’de- G. A.) barış
anlaşmasının imzalanmasından çok daha önce
gerçekleşmiştir. Bu Ürdün’ün ya da daha uygun bir deyimle Haşimi rejiminin,
kendine özgü nedenlerden ötürü
İsrail istihbaratıyla “birlikte iş
tutması” için çok önemli gerekçeleri olduğunun yeterli kanıtıdır.
Bu arada, sonunda
Kral Hüseyin’le bir anlaşmaya
varmayı başaran bakanın Ariel Şaron
olduğunu ve bu başarının Şaron’un İsrail içinde
gücünün büyük ölçüde artmasını sağladığını eklemeliyim.
Belki gelecekte, görünüşü kurtarmaya daha
fazla özen gösterilecektir. (Ürdün’deki–
G. A.) büyük MOSSAD birimi
çalışmalarını, şimdi
olduğundan daha az göze batar bir yerden sürdürebilir; ama
kamuya ne söylenirse söylensin benim, İsrail
ile Ürdün arasındaki anlaşmanın aynen devam edeceğinden zerrece kuşkum
yok.
*Kanada pasaportu taşıyan
MOSSAD ajanları 25 Eylül 1997’de Amman’da, HAMAS’ın
liderlerinden Halit Meşal’a karşı güpegündüz
başarısız bir suikast girişiminde bulundular. Kulağına bir alet aracıyla
zehir püskürtülmek suretiyle öldürülmek istenen Meşal
ancak hastanede yoğun bakıma alındıktan ve özel bir tedavi gördükten
sonra kurtulabildi. Suikast eylemine katılan
turist kılığındaki MOSSAD ajanları, eylemlerinin ardından
bir süre kovalandıktan sonra Meşal’in koruma görevlileri
ve Ürdün polisi tarafından
yakalandılar. İsrail Başbakanı Netanyahu ile Ürdün
Veliaht Prensi Hasan arasında yapılan
pazarlıklardan sonra İsrail, tutuklanan MOSSAD ajanlarını geri
alacak, buna karşılık da HAMAS’ın
İsrail’de tutuklu bulunan manevi lideri Şeyh Ahmet Yasin’i serbest bırakacaktı. (G. A.)
İsrail’in Bir Sonraki Adımı: Bir İsrail
Askerinin Güncesi (parça)
James Ron
Boston Globe, 25 Mayıs 2000*
Pek çok kişi,
İsrail’in Lübnan’dan çekilmesinin sorunlu sınır
bölgesine barış getireceğini umuyor. Fakat son 32
yıl boyunca İsrail’in Lübnan’da yol açtığı yıkım açıkça kabul edilmediği
sürece, Lübnanlıların bir bölümü bizi bağışlamayacak ve olanları
unutmayacaklar. Gerillalar, İsrail’in kuzeyine roketlerini fırlatmaya devam edecek,
bu da misillemelere ve yeni çatışmalara yol açacak.
Çatışmalar, ancak uluslararası toplumun İsrail’i yaptıklarını kabul
etmeye ve Lübnanlı kurbanlarına tazminat ödemeye
zorlaması halinde sona erecektir. Ben ilk adımı atacak ve kendi suçlarım için özür dileyeceğim.
Lübnan’da ilk katıldığım baskın 1986 yılındaydı.
19 yaşında bir İsrailli
acemi asker olduğum o zaman, benim mensubu olduğum paraşütçü müfrezesi, ismini anımsayamadığım bir köye
gönderilmişti. Ben, iki Lübnanlı milisle onları denetleyen kişinin
güvenliğini sağlamakla görevliydim. Bir evin kapısını
kırdık, aileyi bir kenara iteledik ve oradaki ortayaşlı
bir adamı çekip dışarı çıkardık. Gözlerini
bağladıktan ve ellerini de arkadan bağladıktan sonra, onu sakin bir sokağa götürdük; ona zorla diz çöktürdükten sonra kafasına
bir silah dayadık ve konuşmaması halinde kendisini öldüreceğimizi
söylemek suretiyle onu tehdit ettik. O sırada bir BM barış görevlisi gözüktü ve olayı
kapattı; ama bunun ardı gelecekti.
Ertesi gün 10 yaşında bir Lübnan’lı
oğlana sahte infaz uygulaması yaptık. Ailesini zorla mutfağa tıktıktan sonra çocuğu
yakındaki bir meyva bahçesine sürükledik. Benim teğmenim çocuğun yüzünü yerdeki çamura
bastırırken ben de tüfeğimi onun kafasına dayadım.
Subayın bir kurşunla kafasını parçalayacağı yolundaki
tehdidine yanıt vermeyen çocuk,
kendisini üç katlı evlerinin çatısından aşağı atmakla
tehdit etmemizden sonra da sessizliğini bozmadı.
Ben, kısa bir süre önce bir başka birlikten buraya gönderilmiştim ve benim müfreze
arkadaşlarım bu uygulamalar konusunda daha şerbetliydiler.
Onları, kapıları patlayıcı maddelerle havaya uçururken,
un çuvallarını kirli
zemine boşaltırken, kap kacağı
ortalığa saçarken, tabakları kırarken, çekmeceleri tüfekleriyle karıştırırken
gözlüyor ve onlardan öğreniyordum. Gerillaların
varlığının izini bulmak için günler boyu köyün altını üstüne getirdik.
24 saatlik sokağa çıkma yasağı uygulamasına uymalarını buyurduğumuz
yaşlılar, kadınlar ve genç
köylüler, evlerine hapsedilmişlerdi. Erkekleri köyün meydanına toplamış, gözlerini bağlamış ve sorgulama için alıp götürmüştük. Bir başka
asker ve ben (bu davranışlara ilişkin- G. A.) kuşkularımızı dile getirdiğimizde,
müfreze arkadaşlarımız tarafından alaya alınmıştık.
Ne var ki, çoğu zaman, eziyet verdiğimiz köylüler üzerinde çok az kafa yorardık.
Rastgele vahşet
uygulaması, sadece düşük gelirli erlerle sınırlı değildi. Bir
istihbarat subayının oğlu olan Omri, kapı
aralıklarından bize bakan köylülere ateş açmaktan zevk alırdı. Liberal bir
parlamenterin oğlu olan Rafi, yaşlı
bir adamın suratına bir bardak dolusu sıcak çay fırlatmıştı. Askerlerin bir çoğu kibbutzlardan
gelmeyken bazıları orta sınıf
kökenliydi; teğmenimiz ise sofu bir kişiydi.
Biz, İsrail ordusunun
en seçkin ve disiplinli
birliklerinden biriydik.
Kendilerine eziyet verdiğimiz
köylüler üzerinde çok az kafa yorardık.
Benim deneyimim,
uzun süreden beri devam edegelen çatışmanın
küçük bir parçasıydı. 1947-49 savaşında 750,000’den fazla
Filistinli evlerini yeni İsrail devleti yararına
yitirdi ve çoğu Lübnan’a kaçmak zorunda kaldı. 1960’ların sonlarında Filistinli gerillalar, Lübnan’dan İsrail’e akınlar düzenlemeye
başladılar ve bu da sert misillemelere yol açtı.
Ürdün’deki ana üslerinin 1971’de yıkılmasının
ardından, Lübnan gerilla
aktivitesinin merkezi haline geldi. 1967 ile Temmuz 1982 yılları
arasında Filistinlilerin saldırılarında 332 İsrailli öldürüldü. Buna karşılık
İsrail, 5,000 ila 6,000 Lübnanlı ve Filistinli öldürdü. Bu çatışmalar,
15 yıl süren ve 75,000
ila 120,000 cana mal olan Lübnan iç savaşını tetikledi.
1970’lerde İsrail’in
top ateşi (Lübnan’da- G. A.) düzinelerce köyün boşaltılmasına ve tahminen 300,000 sivilin Beyrut’un varoşlarına sürülmesine yol açtı. Suriye İsrail’in
muhaliflerini donatırken, kuzeydeki Hristyan milisler de İsrail’den silah ve askeri eğitim desteği alıyorlardı. Güneyde, İsrail’in
beslediği silahlı kişiler, bizim ihbarcılarımız,
sorgucularımız ve kiralık katillerimiz olarak hareket ediyorlardı. İsrail, çevredeki Lübnan
nüfusunu cezalandırmak suretiyle Filistinli
gerillaları güçten düşürme stratejisini
izliyordu; bu ise, Lübnanlıların bize karşı
derin bir öfke duymalarından başka bir sonuç vermedi.
İsrail, Filistinlilerin siyasal hırslarına son
vermek için 1982’de (Lübnan’ı-
G. A.) işgal etti. Yahudi
milliyetçileri Batı Yakası ve
Gazze’nin ilhak edilmesini çok istiyorlardı ve bir çoğu bunun,
Filistinlilerin Lübnan’daki üssünün yıkılmasını gerektirdiğine
inanıyordu. Daha sonraları İsrailli gazetecilerin kamuya
duyurduğu bilgilere göre, işgalin amaçlarından biri, Hristyan milislerin de yardımıyla Filistinli mültecileri Lübnan’dan sürmekti. Bu plan da, tıpkı İsrail’in diğer şaşaalı tasarımları gibi iflas edecekti.
İşgalin ilk aylarında İsrail, 360 kayıp
verirken 12,000 ila 15,000 kişiyi öldürdü. Bununla birlikte, İsrail’in kayıpları tümüyle savaşçılardan,
kurbanların çoğu ise sivillerden oluşuyordu.
Gerillaları kovmak amacıyla Filistin kamplarını ve Lübnan
varoşlarını bombalayan İsrail, koca koca mahalleleri yıkıntıya dönüştürdü.
İsrail’in ölüm mangası görevi üstlenen bağlaşıkları Tel Zaatar’da, Sabra’da, Şatila’da, el-Hiyam’da
ve başka yerlerde yüzlerce insanı katlettiler. Filistinli savaşçılar sonunda
Beyrut’tan sürülüp çıkarıldılar; fakat İsrail’in
vahşeti, onun yeni düşmanlar edinmesini sağladı. Bu kez İslamcı
savaşçılar İsrail askerlerine saldırmaya
ve İsrail’e roket fırlatmaya
başladılar, ki bu da yeni misillemeleri tahrik etti.
Yahudi siviller sığınaklara saklanmak
zorunda kaldıklarında, gazeteciler onların
sıkıntılarını titizlikle aktardılar. Ne var ki onlar, İsrail’in kurbanlarına aynı ölçüde ilgi göstermediler. Televizyonlar,
Lübnanlıların çektiği acıdan ziyade İsraillilerin
çektiği acı üzerinde dururken, İsrail’in
karşı tarafa verdirdiği çok daha büyük kayıplar Kaf dağının
ardındaki istatistikler haline geldi
Eğer İsrail, barışın
hüküm sürdüğü bir sınır istiyorsa, kendi elleriyle yarattığı utanç verici ortamdan geri çekilmenin ötesinde bir şeyler yapmalıdır. Kamplarda
ve varoşlarda çürümekte olan Filistinliler
ve Lübnanlılar İsrail’e karşı büyük bir kin
beslemeye devam ediyorlar. İsrail bu öfkeyi
dindirmek istiyorsa, verdiği zararı kabul ve tazmin etmelidir. Eğer İsrail bu adımı kendi iradesiyle
atmazsa, uluslararası toplum onu bu doğrultuda
hareket etmeye zorlamalı. Eğer başka ülkeler
kendi tatsız geçmişleriyle
yüzleşebiliyorlarsa, neden İsrail de aynısını yapmasın?
Ben, adını
hiçbir zaman bilmediğim o 10 yaşındaki oğlandan ve ismini
artık anımsamadığım köyden bağış dileyerek
bir başlangıç yapıyorum.
*Johns Hopkins Üniversitesinde
yardımcı sosyoloji profesörü olan James Ron, uluslararası insan hakları
grupları hesabına saha araştırması
yapmaktadır. Bu makale, ilk kez 25 Mayıs 2000’de Boston Globe’da yayımlanmıştır.
Arap Canının
İsrail Canı Kadar Değerli
Olduğunu Bilesiniz
Hüseyin İbiş
Los Angeles Times, 26 Mayıs 2000
Lübnan halkının sonunda kendilerini 20 yıldan fazla süren
İsrail işgalinden kurtardığı şu günlerde Amerikan yorumcuların
büyük çoğunluğunun tepkisi şu
kaygıda yoğunlaştı: Acaba Kuzey İsrail
saldırılara karşı güvence içinde olacak mıydı?
Dikkatlerin, bu yanıltıcı
soru üzerinde yoğunlaştırılması, İsrail’in
Güney Lübnan’da 22 yıl süren saldırganlığının aslında,
düşman bir bölgede nafile bir barış arayışından başka bir şey
olmadığı yolundaki resmi İsrail çizgisinin
yaygın bir biçimde kabul edilmesinin ürünüdür. Bu görüş,
İsrail canları ve kaygılarını Araplarınkinin üstünde
görme çizgisiyle tutarlı, ancak işgalin
tarihi ve onun Lübnanlı kurbanlarının deneyimiyle tümüyle tutarsızdır.
Bu görüş,
işgal sırasında İsrail tarafından öldürülen onbinlerce
Lübnanlı sivili, evsiz bırakılan yüzbinleri ve tahrip edilen çok sayıda köy ve kasabayı
görmezden gelmektedir. Bu görüş, İsrail’in, Sabra ve Şatila mülteci kampları ve
Kana’daki BM üssündekiler de içinde olmak üzere Lübnan’da silahsız sivillere
karşı gerçekleştirdiği dehşet verici katliamları
unutmaktadır. Bu görüş, bugüne kadar İsrail cezaevlerinde rehin
tutulmakta olan Lübnanlı sivilleri, İsrail’in
denetimindeki milis örgütünün, yani Güney Lübnan Ordusunun yönetiminde
bulunan Hiyam tutuklama merkezinde hapsedilen ve işkenceye
tabi tutulan yüzlerce Lübnanlı erkek, kadın ve çocuğu
görmezden gelmektedir. Bu görüş, hemen hemen çeyrek yüzyıldır bölünmeye çalışılan ve sivil halkı ve altyapısı
sürekli saldırıya hedef olan Lübnan
ulusunun acısını tanımaya yanaşmamaktadır.
Bu tarihsel arkaplan
gözönüne alındığında, Güney Lübnan’da tanık olduğumuz gerçekten de olağanüstü kurtuluş görüntülerine şaşılamaz. Yüzlerce Lübnanlı
İsrail tarafından kovuldukları köylerine ve kasabalarına
akın ettiler. Yıllarca süren ayrılıktan sonra yeniden biraraya gelen akrabalar sevinç gözyaşları
döktüler. Yüzlerce sivil Hiyam
tutuklama merkezini bastı, oradaki
140 kadar mahpusu kurtardı ve bu
merkezde uygulanan işkence ve terörü
sergiledi.
Bu görüntülerin
potansiyel olarak çok geniş-ölçekli etkileri olacaktır. Batı Yakası ve
Gazze’de olduğu gibi Ortadoğu’da
yabancı askeri işgali altında yaşayan başka
halkların da gerçek kurtuluşun ne menem bir şey olduğunu not etmemiş
olmaları olanaklı mı?
İsrail ve ABD hükümetlerinin “terörist” diye
niteleyerek aşağıladığı Hizbullah savaşçıları,
tutsakları hükümet askerlerine teslim
etmek ve kurtuluşun intikam alma
eylemleriyle lekelenmemesini güvence altına almak suretiyle örnek bir davranış
sergilediler. Bu sözümona fanatik teröristler, bir kez
daha disiplinli ve sorumlu bir kurtuluş gücü olduklarını gösterdiler.
Hizbullah’ın kendisinin İsrail işgalinin bir ürünü
olduğu, 1982’de İsrail ordusunu kovmak ve güneyi cehennemi
işgal deneyiminden kurtarmak için kurulduğu ne kadar çabuk unutuldu? Hizbullah’ın
roket saldırılarını hep İsrail’in Lübnanlı sivilleri
öldürmesinin, hatta çoğu zaman ancak İsrail’in üstüste gerçekleştirdiği vahşi eylemlerin ardından, onlara yanıt
olarak gerçekleştirdiği gözönüne
alındığında, Kuzey İsrail kentlerine yapılacak bu tür
saldırılar konusunda kaygı duymak yersiz. Buna karşılık İsrail,
geçtiğimiz aylarda Lübnan’daki askerlerine
yapılan saldırılara Lübnan’daki elektrik
santralleri gibi sivil hedeflere yeniden ve yeniden saldırarak yanıt
vermiştir.
İsrail ordusu Lübnan’dan kaos içinde ve küçük düşerek kaçtı; ama bunu
yaparken Lübnan’a devasa boyutlu saldırılarda
bulunabileceği yolunda uğursuz tehditler savurmayı da ihmal
etmedi. İsrail’in Lübnan’dan çekilmesi eksik ve
yetersizdir. Güney Lübnan’ın büyük bölümünden olağanüstü bir halk direnişi kampanyası sonucunda
sökülüp atılan İsrail, Şeba Çiftlikleri bölgesini işgal etmeye devam ediyor. İsrail’in elinde çok
sayıda Lübnanlı rehine de bulunuyor.
İsrail’in hala, cezalandırmayacağından emin
olarak Lübnan halkına saldırabileceğine inandığına işaret eden pek çok gösterge var. Geçenlerde
İsrail Dışişleri Bakanı David Levi, Lübnanlı
sivilleri “kana kan, çocuğa çocuk” hedef almaya devam edeceğini söyleyerek tehdit etti.
Uluslararası toplum lafta Lübnan’ın toprak bütünlüğünü
savunmakla birlikte, işgali sona erdirmesi için İsrail’e herhangi
bir baskı uygulayamadı. Bunun yerine, BM Güvenlik
Konseyinin 1978’de kabul ettiği ve İsrail’in Lübnan’dan “derhal” koşulsuz
olarak çekilmesini öngören 425 sayılı kararın uygulanmasını sağlamak, Hizbullah gibi direniş gruplarına kaldı.
İsrail’in baş koruyucusu, mali destekçisi ve silah kaynağı
olan ABD, gerçekleştirdiği işgaller ve gaddarlıklardan sonra Tel Aviv’i uluslararası
eleştiriden korumak için Güvenlik Konseyi vetosu da içinde olmak üzere
diplomatik gücünü sürekli olarak kullandığı için özellikle suçlu konumdadır. ABD hükümeti, kendisinin de oy verdiği
425 sayılı kararın yaşama geçirilmesine
yardımcı olmak yerine “bütün yabancı güçlerin
Lübnan’dan çekilmesi gerektiği” çizgisini benimsemiş bulunuyor.
Bunun, İsrail’in
Güney Lübnan’daki vahşi ve yasadışı
işgaliyle Suriye’nin Lübnan’daki varlığı
arasında sahte bir ahlaki ve hukuksal paralellik
kurmak suretiyle İsrail’e zaman ve manevre alanı
kazandırmayı amaçlayan bir hile olduğu
açıktı. Suriye’nin, bir çoklarının
desteklediği ve bazılarının zorbaca bularak karşı çıktığı Lübnan’daki rolü tartışmalı iken, ajanı durumundaki milis örgütünün
derhal çöküşünün de yeterince kanıtladığı gibi İsrail’in
işgali, herkesin nefretini üzerine çekmiş bulunuyordu. ABD, İsrail’in insafsız davranışına ikiyüzlü
gerekçeler bulmak yerine uluslararası hukukun yanında yer almış
olsaydı, uluslararası toplum Lübnan
konusunda daha sorumlu bir tutum takınabilirdi.
Şimdi besbelli olan sorular şunlardır: İsrail, Lübnan’ın tümünden
çekilişini tamamlaması için zorlanacak mı?
Yoksa bir kayak merkezi ve Etyopyalılar için
bir yerleşim birimi kurduğu
Şeba Çiftliklerine sımsıkı yapışacak mı? İsrail, Lübnanlı rehineleri serbest bırakması için ciddi bir
biçimde sıkıştırılacak mı? Yoksa en
temel uluslararası insan hakları
normlarını çiğnemesini sağlayan istisnai bir davranışa
mı tabi tutulacak? İsrail’in, saldırılar, bombalamalar ve işgal için Lübnan’a borçlu olduğu ve uluslararası saldırganlar için norm
haline geldiği varsayılan savaş tazminatını ödemesi sağlanacak mı? Amerikan hükümeti ve medyası
Lübnan ve Arap canlarının ve haklarının İsrail canları ve hakları
kadar değerli olduğunu ne zaman kabul edecek?
Sonuncusu ve en önemlisi,
acaba uluslararası topluluk sonunda İsrail’i Lübnan’ı işgal etme ve bombalamaktan ve onun halkını katletmekten alıkoyma bağlamında kendi sorumluluğunu
yerine getirecek mi?
İsrail’e Çifte Darbe: Hizbullah’ın Zaferi ve
Filistin Protesto Eylemleri
Crescent
International, 1-15 Haziran 2000
23 Mayıs’ta
İsrail kuvvetlerini ve onların Lübnanlı
paralı askerleri olan Güney Lübnan Ordusunu (SLA), Güney Lübnan’da 1985’den
bu yana işgal altında tutmakta oldukları
ve ‘güvenlik mıntıkası’ olarak adlandırdıkları şeritten kovaladığında Lübnan Hizbullahı,
yakın tarihte İslami hareketin kazandığı en büyük
zaferlerden birine son noktayı koydu.
Siyonist güçlerin
ani ve alçaltıcı çöküşü, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgalinden bu yana
kesintisiz olarak süregelen İslami direnişin doruğuydu ve bu, İsrail kuvvetlerinin ilk
kez bir Arap ve Müslüman askeri kuvvet karşısında
kapsamlı bir yenilgi tatması anlamına geliyordu.
Lübnan’daki son İsrail askerlerinin bu ülkeden
23 Mayıs gününün geç saatlerinde, Hizbullah’ın çatışmayı bitirmek için
yaptığı son hamleden tam bir hafta sonra ayrıldığı
bildiriliyor. Bu tarihe gelindiğinde,
İsrail’in yenilgisini kutlamakta ve yenilgiye uğramış
Siyonist İsrail ve SLA kuvvetlerinden mülklerini ve topraklarını
geri almakta olan çok sayıda Lübnan halkı Hizbullah’a eşlik ediyorlardı. Aynı gün, adı çıkmış Hiyam cezaevi Hiyam köylüleri tarafından kurtarılmıştı; Siyonistlerin çöküşü öyle ani olmuştu
ki, onlar rehine olarak tutmayı sürdürmek
amacıyla yanlarında herhangi bir mahpusu
götürmeye dahi fırsat
bulamamışlardı.
Hizbullah’ın sonal ve kesin ilerlemesi, günlerce süren bir dizi aralıklı ve küçük
silahlı çatışmadan sonra 18 Mayıs’ta
başlamıştı. Daha öncesinde, Temmuza kadar ‘stratejik bir geri çekilme’ gerçekleştireceklerini
açıklamış bulunan İsrailliler ve SLA hızla kilit mevzilerinden püskürtüldüler.
Çatışmaların sürdürülmesini SLA’lı uşaklarına bırakırken geri çekilmeye başlayan kendi
birliklerini ateş hattına sürme konusundaki
isteksizliği İsrail’in durumunu hiç de kolaylaştırmadı. Artık İsrail askerleri
Hizbullah’la çatışmaya girme konusunda o
denli isteksizdiler ki, bu son çatışmaya katılımları büyük ölçüde
-aslında çok sayıda Lübnanlı sivilin ölümüne
yol açan- sözde Hizbullah hedeflerine karşı hava operasyonlarıyla
sınırlı kaldı.
Hizbullah’la çatışmaya
girmekten kaçınan İsrail birlikleri, 22 Mayıs’ta Meys
el-Cebel’de iki köylünün ölümü olayında olduğu gibi, evlerine dönmekte olan Lübnanlı
sivillere ateş açmaktan geri kalmadılar.
Hizbullah’ın
operasyonları, Suriye, Lübnan ve işgal altındaki Filistin’in sınırlarının
birleştiği Colan Tepelerinin yakınında bulunan ‘Şeba Çiftlikleri’nden, Sur’un 14
kilometre güneyinde Akdeniz kıyısındaki
Hamra köyüne kadar
uzanan tüm cephe boyunca
etkisini derhal duyurdu. Ancak belirleyici hamle, Hizbullah kuvvetlerinin işgal
altındaki toprakları ikiye bölüp SLA kuvvetlerinin önemli bir bölümünün
sınırla bağını kopararak ‘güvenlik mıntıkası’nın
ortasında bulunan işgal altındaki Filistin sınırlarına vardığı 22 Mayıs
günü gerçekleşti.
İsraillilerin bu operasyonlar nedeniyle yaşadığı şok ve uğradıkları yenilginin boyutunu
kavramadaki yeteneksizlikleri, 21 Mayıs’ta ortaya çıkacaktı.
Yenilgi üzerine Başbakan Ehud Barak savaş kabinesini ivedi
olarak toplantıya çağırdı ve bu toplantıda
Lübnan’dan ‘çekilme’ programının öne alınması kabul
edildi. Barak’ın Temmuz ortasına
kadar tamamlamaya söz verdiği bu ‘çekilme’ kararı, yenilgilerini
olduğundan farklı gösteren bir incir
yaprağından başka bir şey
değildi. Şimdi ise Barak İsrail ordusuna “1 Haziran’a kadar” çekilme direktifi veriyordu. Aslında ise, çok
övüleduran İsrail ordusu 48 saat içinde
kaba bir biçimde Lübnan’dan kovulacaktı.
Hizbullah’ın zaferinin boyut ve üslubu İslam
dünyasında kutlamalara yol açarken İsraillilerin,
yaşadıkları alçalmayı olduğundan farklı gösterme çabaları da fiyaskoyla sonuçlandı. Kıdemli SLA subayları
sığınmak amacıyla sınır üzerinden işgal altındaki Filistin’e
kaçar ve Hizbullah’ın ilerlemesini sürdüreceğini sanan İsrailli
siviller sığınaklarında korkudan titrerken, Barak ve bakanları utançlarını gözlerden saklamak için gürültülü açıklamalar yapıyorlardı. Barak 22 Mayıs’ta, “Bölgede bulunan hiçbir
gücün İsrail’i yanıt vermeye kışkırtmamasını
salık veriyorum” dedi. İki gün sonra ise o yenilgiyi, “sınırı korumak üzere
yeniden konuşlanma” sözleriyle tanımladı.
Sınırı geçen İsrail birlikleri,
yenilgilerini kutlarken -Hizbullah’tan kaçabilmenin getirdiği rahatlama ancak böyle tanımlanabilir- Barak onları “18 yıllık trajedinin sona erdiği” yollu gülünç
açıklamasıyla karşılıyordu. Ama kimse aldanmamıştı;
pro-Siyonist gözlemciler bile bunun İsrail’in aşağılanmasından başka bir şey olmadığını kabul edeceklerdi.
Geçen ay Siyonistlerin suratına bir şamar
indiren Müslümanlar Hizbullah’tan ibaret değildi. Hizbullah,
İsrail’in, yenilgisini
‘stratejik geri çekilme’ adı altında gizleme umutlarını
boşa çıkarırken, Batı Yakası ve Gazze’deki
Filistinliler de İsraillilere duydukları öfkeyi dile getiriyorlardı.
15 Mayıs’ta nakba’nın,
yani Filistinlilerin deyişiyle Siyonist devletin kuruluşunun 52. yıldönümünde
işgal altındaki Filistin’in bir çok bölgesi,
intifadanın en hareketli günlerini anımsatan
öfkeli protestolara tanık oldu. Bu gösteriler, İsraillilerin ‘barış süreci’nin bir parçası olarak bir çok
kez söz vermiş olmalarına rağmen Filistinli siyasal mahpusları bırakmayı reddetmelerine karşı günlerdir yapılmakta olan küçük protestoların doruk noktasına
tırmanışıydı. İsrail polis ve
askerlerinin, sadece 15 Mayıs günü 7
Filistinliyi vurarak öldürdükleri ve çok
daha fazlasını, sivillere karşı sözde ‘insani’
alternatif araçlar olarak kullanılan
‘kauçuk mermilerle’ -aslında kauçukla
kaplanmış çelik mermilerle- yaraladıkları haber veriliyor.
Protestoların
boyutları İsrail hükümetini, daha önce Stockholm’da Filistin temsilcileriyle yapmakta oldukları gizli görüşmelerden açıkça çekilmek ve böylelikle
kendi halklarına, Filistinliler karşısında güçsüz olmadıkları yolunda anlamsız bir jest yapmak
zorunda bıraktı.
Bununla birlikte aslında
bu protestolar, Siyonist devleti olduğu kadar, barış sürecinin kendisini
ve Yaser Arafat’ın ‘Filistin Ulusal
Otoritesi’nin İsrail’e ödün verme
konusunda gösterdiği hevesi de hedef alıyordu.
Bu protestolar, en azından
bir yönüyle ‘Filistin
Ulusal Otoritesi’nin Filistin’de İslami harekete karşı
uyguladığı baskıyı da hedef alıyordu.
Ancak, İsraillileri
özellikle şaşırtan ise, Filistinli
polislerin bir kısmı İsraillilerin onlardan
talep ettikleri gibi, Filistin protesto eylemlerini denetim altına almaya çalışırken, bir kısmının
İsrail askerlerinin Filistinlilere ateş
açmasını onaylamaması ve İsraillilere
ateş açmış olmasıydı. Ölenlerin hepsinin Filistinli olmasından
da anlaşılabileceği gibi, ‘yoğun silahlı çatışmalar’a ilişkin haberlerin abartılmış olduğuna kuşku yok; ancak, İsrailliler tarafından İslami harekete karşı savaşmak için silahlandırılmış olan Filistinlilerin silahlarını İsraillilere çevirmiş olması, herhalde, hem İsrailliler hem de
Filistin Ulusal Otoritesi üzerinde şok etkisi yapmış
olmalıdır.
Filistin İslami
hareketi uzun süredir, Arafat hesabına çalışan Filistinlilerle
bir iç çatışmaya girmeksizin, Arafat’ın
ihanetine nasıl karşı çıkabileceği ve Siyonist devlete karşı savaşa nasıl devam edebileceği sorunuyla yüz
yüze bulunuyor. İsrail’in kendi kayıplarını azaltmak için
kullandığı SLA’ya karşı savaşma konusunda Hizbullah’ın herhangi
bir çekincesi yokken, Filistin İslami
hareketi, Filistin Ulusal Otoritesi kuvvetlerine karşı
savaşma konusunda daha az isteklidir. Dolayısıyla,
Filistin Ulusal Otoritesine ve İsrail’e
karşı genel bir ayaklanma şimdilik olasılık
dışıdır.
Bununla birlikte
Filistin halkının, kendilerine önderlik
ettiklerini ileri sürenlerin bencil siyaset bezirganlıklarından giderek
daha fazla sabırsızlık ve hayal kırıklığı
duydukları ve Hizbullah örneğinden giderek daha fazla esinlenecekleri kuşkusuzdur. 23 Mayıs’ta bir konuşma yapan HAMAS sözcüsü İbrahim Huşe, kazandığı zaferden ötürü Hizbullah’ı kutladı ve
Filistinlilerin Hizbullah örneğinden öğrenmeleri gerektiğini söyledi.
O sözlerini
şöyle sürdürdü: “Güney Lübnan’da olup bitenler,
ezilen halkın haklarını ve toprağını geri almanın esas metodunun direniş
olduğunu berrak bir biçimde göstermektedir.”
İsrail Suçlanıyor
3 Kasım 2000
“İsrail
Suçlanıyor” bir BBC
Correspondent (=Muhabir) programıdır ve 4 Kasım
2000 Cumartesi günü saat 18:50ʼde BBCʼnin ikinci kanalında gösterime girecektir.
Hiyam cezaevi, Güney
Lübnan’daki İsrail işgali yıllarında bir
tutuklama ve sorgulama merkezi olarak kullanılmıştı. 1985’den, İsrail’in Lübnan’dan çekildiği bu yılın Mayıs ayına kadar geçen
dönemde binlerce Lübnanlı Hiyam’da yargılama olmaksızın tutuldu.
Bu insanların çoğu vahşi işkencelere tabi
tutuldu ve bazıları da yaşamını yitirdi.
İsrail her zaman Hiyam’da olup bitenlerin sorumluluğunu üzerinden atmaya çalışmıştır; “İsrail Suçlanıyor”, Uluslararası Af Örgütü’nün savaş suçları olarak adlandırdığı
olaylardan ötürü kimin suçlanması gerektiği sorusunu
soruyor. İsrail, Güney Lübnan üzerindeki denetimini
pekiştirmek için Güney Lübnan Ordusu
(ya da SLA) diye bilinen bir yerel Lübnan milis
grubunu silahlandırdı ve finanse etti. Kağıt
üzerinde Lübnan toplumunun çıkarlarını korumakla yükümlü gözüken SLA,
pratikte İsrail adına onun işini
görüyordu. Hiyam cezaevinin gardiyanlarını ve sorgulama elemanlarını sağlayan SLA idi.
Çocuklara İşkence
Yapıldı
Ali Keşmer 1988’de gözaltına alınıp tutuklandığında 14 yaşındaydı. Babası on yıl
önce İsrail işgaline karşı savaş sırasında yaşamını yitiren Ali okulda İsrail karşıtı görüşler dile getirdiyse de, onun bir suç işlemekle suçlandığını gösteren
hiçbir kanıt yok.
11 gün boyunca işkenceye tabi tutulan Ali, sorgucularını
hoşnut etmek için hayali öyküler uydurmaya başladığını
söylüyor. Ali Keşmer tam on yıl Hiyam’da tutuldu. Görünümü
değişikliğe uğrarken kullanacak bir aynası
bile olmayan ve bir süre de tecrit hücresinde tutulan
Ali cezaevi duvarları içinde çocukluktan yetişkinliğe adım attı.
Sonunda Ali on yıl
sonra, 3 İsrail askerinin cenazeleriyle 55 Hiyam mahpusu ve 44 Lübnanlının cenazelerinin değiş tokuş edildiği bir rehin
değişimi anlaşması sırasında serbest bırakıldı.
Hiyam’da geçirdiği yılların bünyesinde
korkunç bir tahribat yaptığı Ali, hala ağır psikolojik
sorunlarla yüzyüze ve Lübnan’da bu tür travma için tedavi hizmeti sunan bir yer de yok.
Riyad Kalakeş
tutuklanıp Hiyam’a götürüldüğünde 17 yaşındaydı. Bir kardeşi intihar bombacısı olan Riyad’ın
ailesinin İslami bir grup olan Hizbullah’la ilişkisi vardı; 1986’da köylerinde yaptıkları bir
taramada İsrail askerleri Riyad’ı
gözaltına aldılar.
Riyad 11 ay boyunca işkence
gördü ve bu işkencenin nasıl bir şey olduğunu ayrıntılı bir biçimde
anlattı; parmak uçlarına ya da hayalara bağlanan teller aracılığıyla
elektrik şoku verme, dövme,
önce sıcak ve sonra da soğuk suyla ıslatma ve “direk” olarak
bilinen ve kelepçelenmiş olan mahpusları
-çoğunlukla çıplak durumda- her
seferinde saatler boyu askıda tutma işkencesi.
Riyad’ın kardeşi Adil de Hiyam’da tutuklu olarak kaldı; Adil sorgucularına istedikleri
bilgileri vermeyince onlar da karısı Mona’yı getirtip ona işkence yaptılar ve Mona’nın
çığlıklarını kocasına dinlettiler. Meme uçlarına
bağlanan tellerle kendisine elektrik şoku verilen Mona üç ay tecrit hücresinde
kaldı ve cezaevinde bulunduğu sırada
bebeğini düşürdü.
İsrail’in Hiyam’la ilişkisini ortaya
koyan yadsınamaz bir kanıt
yığını bulunuyor.
Eski tutukluların
hepsi de, Hiyam’ın bir tutuklama merkezi olarak kullanıldığı eski günlerde İsrailli sorgucuların SLA’nden meslektaşlarıyla
birlikte çalıştıklarını söylüyorlar; cezaevinde çalışmış bulunan gardiyanların
ifadeleri de onların bu savlarını doğruluyor.
1988’de İsrail’in
Hiyam’a ilişkin olarak bir politika değişikliği yapmaya
karar verdiği ve (bu tarihten
itibaren- G. A.) zindandaki İsrail varlığının daha az göze batar hale geldiği
anlaşılıyor. Fakat, İsrailli insan hakları savunucusu avukatların
açtığı bir davada Savunma Bakanlığı, zindandaki personelin tümünün aylıklarını ödediğini, sorgucuları ve gardiyanları eğittiğini ve yalan
makineleri testlerinin yapılmasında personele
yardımda bulunduğunu kabul etti.
İsrail, Hiyam’da savaş suçlarını işlendiğini reddetti
İsrail Mayıs ayında Lübnan’dan
çekildiğinde, Hiyam’ın gardiyan ve sorgucularının
çoğu, aileleriyle birlikte sınırı geçerek
İsrail’e sığınan ve şimdi
İsrailli vergi yükümlülerinin sırtından
hükümetin koruması altında bu ülkede
yaşamakta olan 6,000 SLA mensubunun arasında yer aldı.
İsrail hükümetinden bu konuda mülakat yapmayı kabul
eden birini bulamadık. İsrail’in bu
zindana ilişkin sorumluluğunun itirafı için sıkıştırdığımızda, 1980’lerin sonlarında İsrail kuvvetlerine
komuta eden bir adamdan en sonunda, “belki” yanıtını alabildik.
Son onyılın en ağır Ortadoğu bunalımının ortasında yayına konan “İsrail Suçlanıyor”, İsrail’in yakın geçmişiyle
hesaplaşmasını hala bitirmemiş olduğuna ilişkin yerinde bir anımsatmadır.
Bu hafta, (Lübnanlı-
G. A.) askeri savcı Riyad Talih, Hiyam kampında görev almış bulunan ve yokluklarında yargılanacak olan 11 sabık SLA yetkilisi için
ölüm cezası istedi.
Muhabir: Edward
Stourton
Prodüktör: Giselle Portenier
Dizi Prodüktörü:
Farah Durrani
Editör: Fiona Murch
Devlet
GSS’nin SLA Sorgucularını Eğittiğini Kabul Etti
Dan Izenberg , Jerusalem
Post, 28 Eylül 1999
Kudüs (28 Eylül) – İsrail ilk kez GSS (=Genel Güvenlik Dairesi) sorgucularının,
El Hiyam cezaevinde SLA sorgucularına direktif verdiğini ve onlarla işbirliği
yaptığını ve IDF subaylarının sorgucuların ve zindan görevlilerinin aylıklarını ödemek için cezaevini ziyaret ettiğini kabul
etti.
Bu itiraf, ordu operasyonları
şefi Tümgeneral Dan Halutz’un, İsrail Yurttaş Hakları
Birliği ile Moked’in (Bireyin Savunması Merkezi) dört El Hiyam cezaevi
mahpusu adına hazırladığı dilekçeye yanıt olarak geçen
hafta Yüksek Mahkemeye
sunduğu yeminli ifadede yer aldı.
Dilekçe sahipleri mahkemeden, savunma bakanına ya mahpusların hemen serbest bırakılması
ya da bu iki insan hakları örgütünün cezaevini ziyaret ederek mahpusların koşullarını ve cezaevini denetlemelerine izin vermesi için emir vermesini talep etti.
Devlet ilk yanıtında
İsrail’in El Hiyam cezaevini yönetmediğini ve Güney Lübnan’ın denetimini kendi
elinde bulundurmadığını söyledi.
27 Nisan’da Şlomo
Levin, Yakob Turkel ve Dorit Beyniş adlı
yargıçlar bu yanıtı kabul etmediklerini ve Güney Lübnan’la olan ilişkisini açıklaması için devlete
-daha sonra uzattıkları- 45 günlük bir süre tanıdıklarını açıkladılar.
Devlet, geçen
hafta sunduğu yeminli
ifadesinde, GSS, ordu ve El Hiyam cezaevi arasındaki ilişkiler hakkında daha önce hiçbir zaman kabul edilmemiş
olan bazı ayrıntıları aktardı.
Halutz, yeminli
ifadesinde, “GSS ile SLA arasında, güvenlik şeridinde IDF ve SLA birliklerine karşı girişilebilecek saldırıları önleme
amacıyla istihbarat bilgisi toplama bağlamında bir ilişki var” diye yazıyordu.
“GSS ajanları bu çerçevede
SLA savaşçılarıyla işbirliği yapmakta ve onlara mesleki rehberlik ve eğitim sunarak da yardımcı olmaktadırlar.
“Ancak GSS ajanları
mahpusların sorgulamasında doğrudan yer almamaktadırlar.
Aldığım bilgilere göre, GSS ajanları El Hiyam
cezaevindeki SLA sorgucularıyla yılda birkaç kez görüşmektedirler. 1
Ocak’tan Eylül ayı sonuna kadar geçen
süre içinde GSS ajanları bu türden sadece üç
görüşme yapmışlardır.”
Zindan görevlilerinin
ve sorgucuların aylıkları konusunda ise Halutz şunları yazıyordu: “Dilekçeye daha önce verdiği yanıtta devlet,
El Hiyam zindan görevlilerinin ve sorgucularının
aylıklarını doğrudan doğruya IDF subaylarından
değil, SLA yetkililerinden aldıklarını ileri sürmüştü. Konunun yeniden
incelenmesi, dilekçeyi verenlerin savının
doğru olduğunu ortaya koymuştur. Bu nedenle, önümüzdeki aylık ödemelerinden itibaren, El Hiyam’da hizmet gören SLA üyelerine
doğrudan aylık ödemesi yapılmasının durdurulması kararlaştırılmıştır.”
Halutz ifadesinde, İsrail’in
SLA’na para vermesinin nedeninin El Hiyam’daki koşulların
iyileştirilmesi olduğunu da yazıyordu.
Değişik Bir Ölçülülük Tanımı
Amira Hass, Haaretz,
15 Kasım 2000
İsrailliler IDF’nin Filistinlilere karşı ölçülü davrandığı kanısındalar.
İsrail medyasının olayları sunuş tarzı bu inancı
güçlendiriyor. Pazar gecesi bir gazinonun bombalanması
radyo ve gazetelerde baş haber oldu. Aynı Pazar gecesi 15 yaşındaki
Muhammet Ebu Naci, Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki Erez sanayi bölgesinde, askerlerin
mevzisinin 100 metre kadar yakınında öldürüldü. Aynı Pazar gecesi, bir başka Gazzeli oğlan
çocuğu aldığı yaralardan ötürü ölürken, Han Yunus mülteci kampını Neve
Dekalim adlı yerleşim biriminden ayıran
kontrol noktasında 15 yaşında üç genç gerçek mermilerle
yaralandı, Batı Yakası ve Gazze Şeridi’nde
sekiz cenaze kaldırıldı, IDF son haftalarda hemen hemen her gece yaptığı gibi, en az altı Filistin kentinde
semtlere saldırarak buralara ağır
makinalı tüfek ve tanklarla ateş açtı. İsrail
medyasının bir bölümü bu olayları hiç vermezken, en iyi
durumda da bir bölümü sınırlı bir biçimde
vermeyi yeğledi.
İki gün önce, işgal
altındaki topraklarda Filistinlilerin ateşi sonucu iki İsrailli sivil ile
iki asker öldürüldü; üç Filistinli İsraillilerin
ateşi sonucu öldürüldü ve bir Filistinli genç de aldığı
yaralardan ötürü yaşamını yitirdi. Düzeltme: İsrailliler katledildi,
Filistinliler ise öldürüldü. İsrail, kendi yurttaşlarının
öldürülmelerini gerilimin tırmanması sayıyor. Dört Filistinlinin ölümü ise sıradan
bir olay, hatta belki de gerilimin azalmasıdır.
Hiç kimse, talim görmüş bir keskin nişancının 15 yaşındaki
bir çocuğu tam da kafasının
ortasından vurmasının mantıklı bir davranış olup olmadığını sormuyor bile.
Son 6 haftada, yani dün
sabaha kadar İsrail’in ölçülülük politikası
şu sonuçları verdi: IDF, 48’i 17 yaşında ya da daha genç olmak üzere 179 Filistinliyi öldürdü, ömür boyu
sakat kalmaya mahkum edilen 1,200 kişi de içinde
olmak üzere 8,000 kişiyi
yaraladı. İsrail ordusunun kullandığı
cephanenin ne denli etkili olduğunun binlerce tanığı var: kemikleri ve iç
organlarını parçalayan yüksek hızlı mermiler,
kafataslarını yaran mermiler, gözleri
çıkaran “kauçuk” mermiler, yoğun
ateş sonucu binaları ve evleri yıkan ve yakan füzeler,
gecenin ortasında, yukardaki tepelerde bulunan yerleşim birimlerinin altındaki bütün bir semti
çırılçıplak gözler önüne seren aydınlatma
bombaları. Geceleri binlerce kişi yaylım ateşten ve füze saldırılarından kaçmak için evlerini
terkederken, yüzlerce insan evlerini yitirmiş
durumda. Korku içindeki binlercesi daha, sıranın ne zaman
kendilerine geleceğini merak ediyor.
İşgal altındaki
toprakları tümüyle kapatma politikası,
geçimleri için genellikle gündüzleri İsrail’de istihdam edilen 110,000 işçinin geçim olanaklarını ortadan kaldırdı. Filistinli işçilerin,
daha şimdiden, bir ayı
geçkin bir süredir ücretlerini alamamaları, her türlü düzenli ekonomik etkinliğe
zarar vermiş bulunuyor;
Filistin ekonomisi, Gazze Şeridi ve Batı
Yakası’nın sınırları içindeki kapatmaların biriktirdiği zararlarla uğraşıyor.
Kentler arasındaki
normal trafik dondurulduğu için otobüs
şirketlerinin yaptığı biricik iş, yas tutanları her gün kalkan cenazelere (parasız) taşımak. Zeytinliklerin sahiplerinin köylerinden çıkmalarına izin verilmediği için zeytinler
dallarında kararırken, IDF ateş açma
ve gözetleme mevzilerini
iyileştirmek gerekçesiyle binlerce meyva ve
zeytin ağacını köklerinden söktü. Eski
Hebron kentinde yaşayan 40,000 Filistinliye sokağa
çıkma yasağı uygulanıyor.
IDF’nin elinde çok
daha ağır silahların olduğu, yerleşimcilerin
ve bazı komutanların kullanılmasını talep etmelerine rağmen hükümetin, İsrail ordusunun tüm gücünü seferber etmediği
doğrudur. Fakat, normal insani standartlar açısından
bakıldığında durumun objektif bir analizi, üç milyon Filistinlinin ölümün gölgesinde, artan ekonomik güçlükler altında ve normal
yaşam düzeninin tümüyle altüst edildiği koşullar altında yaşamakta
olduğunu göstermektedir. Onlar açısından
herhangi bir “ölçülülük” sözkonusu olmadığı gibi, çatışmaların başladığı ilk günden
itibaren ayaklanmanın siyasal mesajlarını tümüyle görmezden gelmiş olan İsrail’in, gerçek cephanenin
kullanılmasını, saldırısının giderek tırmandırılmasını
ve ekonomik ablukayı içeren askeri karşılığı, Filistinlilerin (İsrail’e-
G. A.) zarar verebilme yetisinden pek çok kez daha büyüktür.
İsrail’in tepkisinin ahlaki yönünü bir yana bırakalım.
Çok geç olmadan -belki, şimdiden çok geç
olmuştur bile- Fatah’ın öndegelen yetkililerinden birinin sorduğu soruyu sormamız
gerekir: “İsrail’dekiler, bizi bir Hizbullah’a dönüştürmekte olduklarını anlamıyorlar mı?”
İsrail’in Politikası: Öldürmek
Amacıyla Ateş Etmek
Dina Reşit, 2 Aralık 2000
İşgal altındaki topraklarda gelişen şimdiki Filistin ayaklanmasında
ölümle sonuçlanan olaylar her geçen
gün daha da fazla göze batıyor. Bu sadece kayıp sayısının büyük bir hızla
yükselmesinden ibaret değil; yaralanan sivillerin durumunun analizi, İsraillilerin Filistinlilere hadsiz hesapsız biçimde ateş açtıklarını
gösteriyor.
Sağlık Bakanı Riyad Zanun’a göre, bu İntifada’nın
başlamasından 22 Kasım’a kadar geçen sürede, İsrail askerlerinin
ateş açması sonucu yaralananların
sayısı 10,000 gibi görülmemiş bir rakama ulaşmış bulunuyor; yaralananların
yüzde 40’ı kafalarından, yüzde 20’si gözlerinden,
yüzde 20’si göğüslerinden ve yüzde 20’si kol ve bacaklarından
isabet almışlar.
Bir dizi kurum, yaralanmaların
analizi için kendi soruşturmalarını
yürütmektedir. Bu soruşturmalar, ayaklanmayı
bastırmaya girişen İsrail’in pratiğinin, cinayeti,
işkenceyi, kötü ve aşağılayıcı
davranışları ve sivillerin hedef alınmasını yasaklayan ve yetkililerin sivil zayiatını en aza indiren ve makul bir koruma
öngören Cenevre Konvansiyonlarının yeniden
ve yeniden çiğnenmesi anlamına geldiği sonucuna varmışlardır.
İsrail’de insan haklarını koruma ve sağlığa
ilişkin konuları izlemeyi amaç
edinmiş bulunan PHR (=İnsan Hakları Savunucusu Doktorlar) adlı örgüt, halihazırdaki çatışma sırasında
yasak cephane kullanımı da içinde olmak üzere
aşırı güç kullanımı savlarını araştırmak için İsrail, Gazze ve Batı Yakası’nda tıbbi ve adli
bir soruşturma yürüttü. Üç kişiden oluşan doktor
ekibi, ambülanslar, sağlık görevlileri ve
hastalara karşı saldırılar hakkında da bilgi topladı.
İnsan Hakları Savunucusu Doktorlar ekibi; Şikago Üniversitesi Tıp Fakültesinden
Robert H. Kirschner, M. D.*, Forth Worth,
Teksas’taki Tarrant Mıntıkası Tıbbi İnceleme Ofisinden Nizam Pirvani M. D. ve Washington D. C.’de oturan ortopedik
cerrah James C. Cobey, M. D., M. P. H.** adlı adli patolojistlerinden oluşuyordu.
Örgüt, kara mayınlarına karşı uluslararası hareketin
ortak kurucularından bir olmasından
ötürü (Jody Williams’la birlikte- G. A.) 1997 Nobel
Barış ödülünü kazanmıştı.
Ekibin soruşturmasının
sonuçları şunlardır:
•
Kurbanların yaklaşık olarak yarısı başlarından vurulmuşlardır. Sırtlarından ve arkalarından vurulan çok
sayıda kurbanın yanısıra, bir örnekte
kanıt kurbanın büyük olasılıkla yerdeyken vurulduğunu
gösteriyor;
•
Bu olayların bir çoğunda PHR, ateş açma
bağlamında IDF bakımından yakın herhangi bir tehlikenin olmadığını belgeleyebilmiştir;
•
Dahası IDF, tıbbi tarafsızlığı çiğneyerek ambülanslara ateş açmıştır, ki bu bazı durumlarda ambülans
şoförlerinin ölümüne yol açmıştır;
•
IDF, kauçuk
kaplı çelik mermileri çocukların ölümüne yol açacak tarzda kullanmıştır.
PHR güvenilir
raporlara dayanarak, İsraillilerle İsrail
sınırları içinde yaşayan İsrail yurttaşı olan (İsrail
tarafından İsrail Arapları olarak adlandırılan)
Filistinliler arasındaki çatışmalarda, özellikle
Nasıra’daki çatışmalarda Filistinli yurttaşların
hemen hemen hiçbirinin ateşli silah taşımadığına işaret etti;
bununla birlikte polis ve sınır muhafızları hem kauçuk kaplı çelik mermi,
hem de gerçek mermi kullandılar.
Raporun sonuç
bölümünde şöyle deniyordu: “Çok sayıda kafa ve göz yaralanmaları, kalça yaralanmaları ve ölümcül kafa yaralanmaları
oranının yüksekliği ve benzer ateş
etme tarzının haftalar
boyunca sürmesi olgusu, iki olumsuz
trendin varlığını kanıtlıyor: 1) IDF
askerleri, yaşamlarının tehdit altında
olmadığı durumlarda da ateş açmaktadırlar ve 2) onlar insanların kafalarına ve kalçalarına
ateş açıyor, ölüm ve yaralanmaya yol açmamaya
özen göstermemektedirler.”
Sağlık Personeline ve Ambülanslara Saldırı
PRCS (=Filistin Kızılhaç
Derneği), 57 ambülanstan oluşan filosundaki araçların yüzde 70’inin
hasar gördüğünü bildirmiştir.
26 Kasım 2000 itibariyle, derneğin, İsrail kuvvetlerinin
sağlık personelinin çalışmalarının engellenmesine ilişkin kayıtlarında şu bilgiler yer alıyor: İsrail kuvvetlerinin
gerçek cephane, kauçuk mermi, göz yaşartıcı gaz, şarapnel
kullanarak yaptığı ya da İsrailli yerleşimcilerin taşlarla saldırılar sonucunda 39 PRCS ambülansı isabet almıştır.
Bu saldırılarda
56 PRCS İvedi Durum Sağlık
teknisyeni yaralanmış ve biri de ölmüştür. Bu sağlık
personeli çalışmaları sırasında kurşun
geçirmez yelek kullanmak zorunda kalmıştır.
PRCS ayrıca
ambülansların kontrol noktalarından geçişlerinin 85 kez engellendiğini de kayda geçirmiştir.
İvedi durum sağlık hizmetleri, yedek araç ve
personel olmaması nedeniyle, onarıma
şiddetle ihtiyaç duyan araçları
kullanmaya devam etmektedir.
Kayıtlar, sağlık personelinin bir çok durumda göz
yaşartıcı gaz solumak zorunda kaldığını ve sinir krizi geçirdiğini göstermektedir.
Filistin LAW Örgütünün
gerçekleştirdiği bir başka
araştırma, UNRWA’da ve UPMRC’de çalışan sağlık personeline pek çok saldırı yapıldığını ortaya çıkarmıştır. Saldırganlar bir çok
durumda onların yaralılara ulaşmasını engellemekle kalmamış, onlara sözlü
olarak hakaret etmiş, yüzlerine tükürmüş,
onların haberleşme amacıyla kullandıkları mobil telefonlarını
ve mobil araba telefonlarını
gasbetmişlerdir.
Bu araştırma,
İsrailli yerleşimcilerin sağlık birimlerine ve sağlık
görevlilerine karşı aşağıdaki saldırıları gerçekleştirdiğini ortaya çıkarmıştır:
•
3 Ekim 2000’de, Batı
Yakası’nda yer alan Kifl Haris ve Bidya köylerinde
İsrailli yerleşimciler,
Kızılay
klinikleri ve ve yoğun bakım bölümlerine gitmekte olan PRCS ambülanslarına ve görevlilerine
saldırdılar. Sağlık görevlilerinin yüzlerinden yaralandığı bu saldırıda bazı ambülansların camları kırıldı.
•
7 Ekim 2000’de Bölge
Koordinasyon Ofisinden Ramallah’taki PRCS merkezine
gelen bir
telefonda,
Nablus yakınlarındaki Şilo yerleşim birimindeki
yerleşimcilerin bir Arap aracına
ateş açtıkları bildiriliyordu. Ancak ambülans oraya vardığında, bu haberin doğru
olmadığı ortaya çıktı. Orada bulunan İsrail askerleri,
korumak için ambülansı arkadan
izleyeceklerini söylediler. Belli bir
yere gelindiğinde yolu tıkayan
yerleşimciler, askerlerin ilgisiz bakışları altında
bağırmaya ve ambülansa taş atmaya başladılar. Bu saldırı sonucunda ambülans tamamen tahrip
edildi.
•
UPMRC’nin bildirdiğine
göre, 7 Ekim 2000’de yerleşimciler Burin köyündeki iki sağlık
kliniğini tahrip ettiler.
•
14 Ekim 2000’de bir
PCRS ve Kızılhaç konvoyu Bidya,
Salfit ve Kifl Haris köylerine sağlık
malzemesi
götürme girişiminde bulundu; ancak yerleşimcilerin
yolu tıkaması ve
konvoydaki Filistinlileri tehdit etmesi üzerine geri dönmek zorunda kaldı.
Yaralı ve Ölü Sayısı
PRCS’nin kayıtlarına
göre (28 Eylül 2000’den- G. A.) 29 Kasım 2000’e
kadar, İsrail kuvvetlerinin kullandığı
gerçek mermiler 1,938 kişinin ve kauçuk kaplı mermiler de 3,810 kişinin
yaralanmasına yol açtı.
İsrail, Filistinlilere karşı ayrımsız kuvvet
kullanma ve sistemli bir biçime yaralıların tıbbi bakımını engelleme politikasını, yaralı kişilerin tutuklanmasını da kapsayacak biçimde genişletti.
PRCS, İsrail kuvvetlerinin “yaralıları ambülanslardan sürükleyerek çıkardığı,
dövdüğü ve tutukladığı” çok sayıda olayı belgeledi. Örneğin, 26 Ekim günü
öğle sonrasında, astım rahatsızlığı olan ve önemli
miktarda göz yaşartıcı gaz yutmuş bulunan İmad
Hüseyin Ebu Sneyne hastaneye nakledilmekteydi. Yaklaşık
30 asker silah tehdidiyle ambülansı durdurdular. Ekip, ambülanstaki insanın ivedi olarak tıbbi bakıma ihtiyaç duyduğunu anlatmaya çalıştı; ama askerler Bay Ebu
Sneyne’yi ambülanstan çıkardılar, yüzüne vurarak dövdüler
ve onu bir askeri araca atıp götürdüler.
PRCS’nin bildirdiği
ve 21 Ekim 2000’de yaşanan bir başka olayda ise İsrail
askerleri derneğin ambülanslarından birini, kendileri tarafından aranan
Muhammet Ebu Zay’ı taşıdığı gerekçesiyle Allenby geçiş
noktasında durdurdular. Sonunda ise ambülansın,
göğsünden yaralanmış bulunan ve kritik
durumda olan Bay Ebu Zay’la birlikte sınırı geçmesine izin verildi.
İsrail askerleri henüz ayaklanmayı bastırmayı başaramamış olsalar da, sistemli bir biçimde aşırı şiddet kullanmaları, bu Filistinli kuşağın çok sayıda üyesinin sakat kalmasıyla sonuçlanacak. Bununsa önümüzdeki
yıllar boyunca insangücünü ve ekonomiyi olumsuz bir biçimde etkileme olasılığı
yüksek.
*M. D. : Tıp doktoru (G. A.)
**M. P. H. : Türkçeye,
kamu sağlığı teknisyeni
olarak çevrilebilecek olan M. P. H.
(Master of Public Health), bir kaç yıllık deneyimi
olan tıp doktorlarının belli uzmanlık
alanlarında ek kurslar aldıktan sonra ulaşabildikleri bir konum
olarak tanımlanıyor. (G. A.)
Kazanana Kadar Savaş
Filistinli Bir Mültecinin El Aksa İntifadası
Günlüğü
Yeni Şafak,
25 Aralık 2000
Geçtiğimiz haftalarda Filistinliler ve dost Araplar kadar dünyanın dört bir yanındaki destekçileri binlerce
fikir, haber, makale, daha parlak bir gelecek için umutlar ve umutsuzluklar taşıyan mailleri
birbirleriyle paylaştılar. Ancak
bunlar arasında Filistinli bir
gazeteci olan Muna Hamse Muheysen'in günlük şeklindeki mailleri Ortadoğuda mülteci kampında yaşayan bir Filistinlinin ekim ayında neler yaşadığını
gözler önüne sermesi açısından ilgi çekici. Muna, son dönemde
Birzeit Üniversitesi'nin Sınır Ötesi Projesi'nde çalışıyor. Sınır Ötesi Projesi,
Filistinli mültecileri İnternet yoluyla
olsun birbiriyle buluşturmayı hedefliyor.
Muna'nın günlük şeklindeki yazıları kendisinin
Deyşeyh Kampı'ndaki hatıralarını içeriyor.
4
Ekim Çarşamba
Sevgili günlüğüm;
Hiç düşünmeden kahve yaptım, radyoyu açarak
yerel Beytüllahim 2000 kanalını çevirdim ve mail
kutuma gelen yeni 352 maili beklemeye başladım. Kendimi uyuşmuş gibi hissediyorum. Burç
el Şimal mülteci kampındaki gençlerden bir düzine kadar dayanışma
mektubu gelmiş. Hepsini yazıp çıkışını alıyor, yerel Beytüllahim
televizyonuna ve Gazze ve Ramallah'taki yerel
gazetecilere fakslıyorum. Buradaki
Filistinliler için Diaspora'daki vatandaşlarının
ne dediği, ne yaptığı,
Avrupa, Amerika ve Kanada'da yapılan protestolar çok önemli. Ve benzer
şekilde, tabii ki burada yapılan katliamlara ait fotoğraflar, haberler
ve tutulan raporlar da Lübnan, Fransa, İngiltere
ve ABD'deki insanlara ulaştırılmak zorunda.
Deyşeyh'te
yaşayanlardan Beytüllahim'de çalışanlar hariç hiçkimse işine gidemiyor. Hayat çok monoton
bir hal aldı. Her Filistinli bölgesi
İsrail tankları tarafından diğer bölgelerden ayrıldı. Güneyde El Halil'e, kuzeyde Kudüs'e geçemiyoruz. Tüm yaptığımız bütün gün
televizyonun karşısında haberleri yakından takip etmek. İnsanlar
Abu Dabi, Kahire, Beyrut, Sana, Şam, Amman gibi bir çok Arap şehrinde
yapılan kitlesel protesto gösterilerinden mutlu. Buradaki insanlar: "Cumaya kadar direnebilirsek, Arap dünyasındaki
tüm imamlar cemaatlerine neyin önemli
olduğunu söyleyince, birşeyler kazanabiliriz.
Sadece Cumaya kadar birarada olmalı, direnmeli
ve Arap ülkelerindeki gelişmeleri beklemeliyiz"
diyor.
5
Ekim Perşembe
Sevgili günlüğüm;
Beytüllahim'de saat 7:00'dan 11:00'a kadar elektrikler kesikti. Kısa süre içinde
öğrendik ki, İsrail ordusu elektrik jeneratörünü bombalamış. Filistin tarafı jeneratörde çıkan yangının söndürülmesi ve itfaiyecilerin çalışması için İsrail'den ateş açmamasını
istemiş ancak tabii ki İsrail tarafı bunu reddetmiş. Saat 11:00'da
elektrikler geldi ama nasıl geldiğini bilmiyoruz.
Gerçi Beytüllahim'in bir çok
bölgesi çok kısa bir süre
içinde yeniden karanlığa büründü. Hatta televizyon ve radyo kanalları hala
sessiz. İçinde bulunduğumuz ümitsizlik ve
depresyon hali Arafat'ın Barak'la Paris'te buluşacağını
duyduğumuz anda ikiye katlandı. Çoğumuz Arafat'ın
bunu yapmamasını isterdik. Ve artık sabahın ilk ışıkları
bize daha fazla hüzün getiriyor. Devrim şarkıları ve dışarıdaki
sirenlerin sesleri ve dünkü ve geceki çatışmalara ait
haberler, yeni verilen yedi şehidle ilgili
raporlar, bizi kızdırmıyor. Bunlar
daha ziyade bizi ateşliyor; kanımızın kaynamasına, bir sonraki gün de yaşayacak kadar hırs ve azim kazanmamıza
yol açıyor.
Oğlun Mustafa şehid
oldu
6
Ekim Cuma
Sevgili günlüğüm;
Ağla gözlerim ağlayabildiğin
kadar... Belki gözyaşları içimi yakıp kavuran acıyı bir nebze olsun yıkayabilir.
Bugün Um Hazem'in yüzüne nasıl bakacağız? Ah Um Hazem, oğlun Mustafa Filistinli şehidler
kervanına katıldı. Ve bizler burda sana
her şeyin yolunda olduğunu
söylemek için toplandık. Oğlun öyle bir şehid
ki doğrudan cennete
gitti. Kör eşin için güçlü olmalısın Um
Hazem... Diğer çocukların için güçlü olmalısın Um Hazem... Oğlun Mustafa, Deyşeyh'in
İntifada'da El Aksa için verdiği ilk şehid olduğundan sevinmelisin.
Bir annenin yüreğindeki acı... İsrail
kurşunları Mustafa'nın göğsünü ve kolunu parçalamış
Um Hazem. Tekrar ve tekrar ve tekrar sıkılan
kurşunlar yüzünden kolundaki kemikler
bile görünüyordu. Dört keskin nişancının
özel mermisi, Mustafa'yı arkadaşı Ekrem ile yolun kenarında gezinirken
yakalamış Um Hazem
7
Ekim Cumartesi
Sevgili günlüğüm;
Çok uzun bir koridordu ve Ekrem'in yatağı bu yolun en sonundaydı. Yanına ulaştığımızda bir ekran onu bizden ayırıyordu. Onu gördüğümde
kalbimin yandığını hissettim. Ağzından ve
burnundan tüpler uzanıyordu ve
kendinde değildi. Sağ bacağı alçı içindeydi ve bedeni ince bir çarşaf ile örtülüydü.
Alnında ter damlaları birikmişti. Manal ve benim dudaklarımız titremeye
başladı. Yapabildiğimiz tek şey
ağlamaktı zavallı Ekrem. Küçücük
bedeni birbiri ardına üç ameliyat geçirmişti. İsrail mermilerinden
biri böbreğine saplanmıştı. Diğeri ise dalağını
tamamen yok etmişti. Üçüncüsü ise sol bacağını kötü yakalamıştı. Hastaneye
vardığında iç kanama geçiriyordu
ve eğer bir kaç
dakika geç kalınsaydı kan kaybından ölecekti.
Manal ile birlikte yatağının
ayak ucunda dikildik. Birdenbire Ekrem gözlerini
açtı ve gözlerimin içine baktı. Başımı
sallayıp merhaba dedim. O da başını salladı ve tekrar yumdu gözlerini.
İntifada sürmek zorunda
8
Ekim Pazar
Sevgili günlüğüm;
Herkes Hizbullah'ın
güney Lübnan'daki üç İsrail askerini kaçırmasını
konuşuyor. Son 10 gündür ilk kez Filistinliler gülümseyecek bir konu
buldular. Dün gecenin düşmesiyle
birlikte İsrail tankları ve topları doğrudan Filistin köy
ve kasabalarını hedef aldı. Batı Şeria ve
Gazze'nin bir çok yerinden silah
sesleri duyuldu. İsrailli yerleşimciler de kudurmuş
gibi Filistinlilere yönelik geniş bir saldırı başlattı. Bu arada
Barak Arafat'a İntifada'yı durdurması için 48 saat mühlet
verdi. Barak eğer İntifada'nın durup durmayacağını öğrenmek istiyorsa,
buraya gelip şehid anneleriyle konuşmalı.
Bu kadınlar Barak'a,
"Bu intifada sürmek zorunda. Biz
neticeye ulaşmak için şehid verdik. Bırak
her Filistinlinin evinden bir şehid çıksın. Sonuna kadar savaş... Kazanana
kadar.." diyecek.
9
Ekim Pazartesi
Sevgili günlüğüm;
Bugün canım hiçbir
şey yapmak istemiyor. Çamaşırları yıkamam,
mailleri kontrol etmem lazım. Ama
hiçbir şey yapmak istemiyorum. Haberleri dinliyorum. Yahudi yerleşimcilerin
taşkınlıkları konusunda ne Barak'tan ne de ABD'den tek bir kınama
bile gelmedi.
10
Ekim Salı
Sevgili günlüğüm;
İki yaşındaki Meryem bugün merdivenlerden düştü
ve dizini incitti. Dudaklarının kenarındaki toz toprakla daha da küçük görünüyor. Odaya girdiğimde uyuyordu ama ayak
seslerimden uyanmış olmalı, bana dünyanın
en büyük ve en sıcak
gülümsemesini verdi. Ona sarıldım saatlerce öylece oturdum. Beni
hayatta tutan yegane unsurlardan birisin Meryem.
11
Ekim Çarşamba
Sevgili günlüğüm;
Son katliamın
üzerinden sadece 13 gün mü geçti? Zaman mevhumunu tamamen kaybettim. Sanki devletçe şok
geçiriyoruz.
12
Ekim Perşembe
Sevgili günlüğüm;
Barak Filistin'e savaş açtı. Ramallah'a
ilk bombanın düşüşünü El Cezire
televizyonundan seyrettim. Sonra Nablus'a, El Halil'e, Eriha'ya bombalar yağdı.
Gazze ve Batı Şeria'ya yönelik hava saldırısı sona erdiğinde
binlerce insan sokaklara doluştu. "Barak senden korkmuyoruz!" Korkacak neyimiz kaldı ki? Daha fazla bomba, daha fazla katliam, daha fazla işkence ve daha fazla aşağılanma mı? İsrail 52 yıldır
farklı birşey yapmıyor ki
17 Ekim Salı
Sevgili günlüğüm;
Dört gündür
yazamadım. Çevremde o kadar çok olay oluyor ki... İsrail Filistin'i
bombaladı. Sanki füzeleri
fırlatan Filistin helikopterleriymiş gibi dünya Arafat'tan İntifada'yı
durdurmasını istiyor. Dünya senin neyin var? İntifada durursa,
yeniden İsrail üzerimizde istediğini uygulayabilecek.
Canı isterse geçmemize, çalışmamıza,
yürümemize, hatta yaşamamıza bile izin vermeyecek.
18 Ekim Çarşamba
Sevgili günlüğüm;
Doktorların
konuşmalarını duydum. 300'e yakın Filistinli ölmüş, üç bini aşkın
yaralı ve 400 kadar psikolojik sorunlar geçiren
hasta varmış. Arkadaşım Huriye'nin evi ve tüm mal varlığı
İsrail ordusu tarafından yerle bir edilmiş. Allah'ım hem maddi
hem manevi zarar veriyorlar!..
19 Ekim Perşembe
Sevgili günlüğüm;
Bugün her şey gözüme daha bir güzel
görünüyor. Etrafımdaki her şey
gözüme çok değerli geliyor. Bugün
maillerimin arasında Filistinli şehidlerin fotoğraflarına rastladım. O resimlere defalarca baktım. Onlar şehid
oldular. Şehidlerin ölümleri bile güzel. Allah aşkına
İsrail güzel insanları öldürüyor...
24 Ekim Perşembe
Sevgili günlüğüm;
Gidin, bizi yalnız
bırakın, bombalarınızı da alın. Yeter. Daha kaç saniye, dakika,
saat, gün, gece ve hafta sizin bombalarınıza,
silahlarınıza, tanklarınıza, gözyaşartıcı gazlarınıza, mermilerine katlanmak zorundayız. Kendi güvenliğinizi
korumak bahanesiyle daha kaç insanı katledeceksiniz?! Ya bizim güvenliğimiz, ya bizim maruz kaldığımız işkence ve
katliamlar?! Bizi İsrail'den kim
koruyacak?.. Hiç kimse... Kesinlikle hiç
kimse korumaya yanaşmıyor.
Ne uluslararası
toplum, ne ABD, ne Arap dünyası. Sesimdeki umutsuzluğu, çaresizliği duyuyor
musunuz? Helikopterler mülteci kamplarını bombalıyor. Beyt Cala'yı, Beyt Sahur'u, Aida mülteci
kampını... Her gece bombardıman sesiyle yatağımızdan fırlıyoruz. Daha
fazla bir şey hatırlamak istemiyorum. Hiçbir
şey istemiyorum.
İsrail Kuvvetleri El Bire’de Hedeflerden Hedef Beğeniyor
Filistin İzleme
Timi, 21 Şubat 2001
El-Vataniye Körler
Okulunun çatısında 9 yaşındaki Esra Zeydan,
kendisinin ve 74 diğer kör çocuğun İsrail makinalı tüfek ve tank ateşinden korunmak için
sığındıkları bir merdiven boşluğu altında sıkışık durumda geçirdikleri korkunç saatleri hıçkırarak
anlattı. “Uykumuzdan mermilerin gürültüsü ile uyandık ve yatak odamızdan
çıkarıldık. Altı yaşındaki erkek kardeşimi
bulmak için bağırıyordum. Soğuktan donuyordum ve korku içindeydim; göremediğim için neler olup bittiğini bilmiyor
ve kardeşimi bulamıyordum. Hepimiz birbirimize
çarpıyorduk ve herkes haykırıyordu.”
Esra’nın okuduğu okul, yaşları 6 ile 12 arasında
olan ve Batı Yakası’nın değişik yerlerinden El-Bire’ye özel öğretim için gelen 75 kör çocuğun kaldığı yatılı bir okul.
Bu İntifada boyunca, hemen hemen
her gün İsrail ateşinin gürültüsüyle birlikte yaşamışlardı;
fakat okula yaklaşık yarım kilometre mesafedeki Pisagot yasadışı yerleşim biriminde mevzilenmiş olan İsrail
kuvvetleri 19 ve 20 Şubat’ta üç saat boyunca okul yönüne doğru ateş açtılar. Onlar, Pazartesi gecesi, okulun pencerelerini ve duvarlarını ağır
makinalı tüfeklerle taradılar ve Salı gecesi bir tank mermisi okulun çatısının bir bölümünü kopardı ve öğretmenlerin
çocukları bir kaç dakika önce
boşalttıkları hemen alttaki yatak odasında ağır hasara yol açtı.
Okulu ziyarete gittiğimizde,
yatakhanelerin iç tavanlarında tank mermisinin ve makinalı tüfek ateşinin yol açtığı yapısal hasardan ötürü
akıntı vardı. Çatıda çalışan işçiler kurşunların deldiği su tanklarını onarıyorlardı ve İsrail
ateşi sonucu kopan ve okulun ısınma ve sıcak sudan yoksun bırakan
elektrik telleri
henüz
değiştirilmemişti. Alt katta, kızlarla
oğlanlardan oluşan bir küçük
çocuk grubu küçük bir dersanede bütün güçleriyle Braille daktilolarının
tuşlarına vururken koridorda onlu yaşlardaki
kızlardan oluşan büyük bir grup
Selahattin’i konu alan bir şarkı söylüyorlardı. Bizim ziyaretimizi duyduklarında dersanelerdeki
ve koridordaki çocuklar kıkırdadılar; fakat üzgün,
yorgun ve ürkek yüzleri gülüşlerinin altında
yatan duyguları ele veriyordu ve bizim neyi görmeye geldiğimizi sezdiklerini anlamak hiç de zor değildi.
Sokağın karşısında bulunan bir erkek çocuk okulu ile
onun bitişiğindeki İslam koleji de isabet almışlardı;
ama neyse ki gece dolayısıyla kapalıydılar.
Binanın bir cephesindeki pencerelerin hepsi de parçalanmıştı
ve duvarlar, kitap rafları ve kitaplar kurşunlarla delik deşik
olmuştu. Bir öğretmen bize, içinde mermi kalan bir kitabı
ve bir merminin delip geçtiği metal bir dosya dolabını gösterdi. Bir başka
öğretmen bize, duvardan söküp çıkardığı ve bir tabağa tepeleme doldurduğu
ezilmiş mermileri gösterdi. Öğretmenler,
bölgeyi gören tepede mevzilenmiş bulunan İsrail askerlerinin çevrede
okullar ve bir Kızılay hastanesi olduğunu bildiklerini söylediler.
Onlar, İsraillilerin bu okullardan birinin kör çocukların eğitim gördüğü yatılı bir okul olduğunu da bildiklerini söylediler.
Vadinin karşı
tarafına baktığınızda, evlerin bulunduğu
alanın epey yukarılarındaki yerleşim birimini mutlaka görürsünüz. Erkek çocuk
okulunun damında konuşurken, İsrail ordusunun diktiği bunkerleri çıplak
gözle görebiliyor ve yerleşim biriminin çevresinde düşük hızla tur atan
bir askeri ciple tankı izleyebiliyorduk.
İsrail kuvvetlerinin nereye ve neye ateş açtıklarını kesin olarak bildikleri olgusu, okullardan bir kaç blok ötedeki El Hayat el-Cedide
gazetesinin bürosuna yaptığımız ziyaret sırasında
daha da netleşti. Tek katlı büyük gazete bürosunun
tüm cephesi boyunca uzanan pencereler yerleşim
birimine bakmakta. Bürodan karşıdaki askeri istihkamlar açıkça görülebildiği gibi, geceleri basım odaları, dışardan geçen herkesin içerisini görmesine olanak
verecek ölçüde aydınlık oluyor.
12 Şubat
akşamı saat 8:00’de çalışanlardan biri yerleşim birimini gören
geniş pencerelerden birinin önündeki çalışma
masasında oturuyordu. Tam geriye doğru uzanıp telefonu alacakken o gece binaya sıkılan tek bir mermi, pencereyi deldi, göğsünü sıyırarak geçti ve bitişiğindeki duvara saplandı.
Gazetenin müdürüne
göre, büroda gece vardiyasında çalışanların sayısı 30 kadar. 15 Şubat Perşembe günü gece saat
10:30’da Pisagot’ta bulunan İsrail kuvvetleri
ana basım odasına ateş açmışlar. Çalışanlardan birinin anlattığına göre, ateşten korunabilmek
için herkes bir başka odaya sığınmış; fakat üzerlerine
yeniden ateş açılmış. Bir odadan diğerine kaçarlarken İsrail kuvvetleri çalışanların üzerine doğrudan ve sistemli bir biçimde ateş açmış. Odaları tek tek gezerken, makinalı tüfek ateşinin rotasını kolaylıkla izleyebildik.
Binanın bir tarafında, büyük pencereleri
(Yahudi- G. A.) yerleşim birimini gören
yanyana iki büro bulunuyor. Bürolardan birinin
penceresi doğrudan doğruya yerleşim birimini görürken,
beton bir direk ve dış duvarın bir bölümü diğerinin görüş alanını kısmen kapatıyor. Çalışanlar, bu ikinci büroda daha güvenli
olacaklarını sanarak oraya sığındıklarında, bir kez daha doğrudan yerleşim birimi yönünden
ateşe hedef olmuşlar. Arka arkaya yapılan bir dizi
tek atışlarda mermiler, dış
duvarla dışardaki direk arasındaki 120
santimetrelik aralığı
geçtikten sonra pencereyi deldi. Bu oldukça
şaşırtıcı atışlar üzerine yorum yaptığımızda,
gazete çalışanları daha önce bir çok kez duyduğumuz bir şeyi bir kez daha yinelediler. İsrail kuvvetleri,
içlerinde gece görüş
donanımı, güçlü dürbünler ve lazer güdümlü
keskin nişancı tüfekleri olmak üzere çok gelişkin silahlarla
donatılmışlar. Dahası onlar, El-Bire ve
Ramallah kentlerinin yüksek kesimlerinde,
aşağıdaki yerleşim birimlerini berrak
bir biçimde görebilecek biçimde mevzilenmişler.
Ziyaretimiz, bir
dizi tartışma götürmez gerçeği bir kez
daha su yüzüne çıkardı. Birincisi, İsrail
kuvvetleri ileri karakollarının görme alanı
içine giren yerleşim alanlarını, hastaneleri, okulları, ayrım gözetmeksizin hedef almaktadırlar. İkincisi, bu
askerler, geceleri bile tam görme olanağı sağlayan ve arasıra ateş eden tek bir silahlı
kişinin elinde bile son derece etkili olan çok
gelişkin silahlara sahiptirler. Üçüncüsü, bu kuvvetler yatılı okullara
ve El Hayat el-Cedide bürosu olayında olduğu gibi çalışanlarla dolu yerlere karşı
ağır silahlar kullanmakta ve ayrım
gözetmeksizin sivilleri hedef almaktadırlar.
Nisan, Ayların
En Acımasızıdır
İsrail Şamir, 2 Nisan 2001
Bu makale, 9 Nisan
Deyr Yasin katliamının yıldönümünü anmak amacıyla
kaleme alınmıştır
Güzel ilkbahar günlerinde, Kutsal
Topraklarda gökyüzü yumuşak bir mavi
ve çayırlar canlı bir yeşil renk aldığında klimalı otobüsler, Ova
Kentinden Dağ Kentine turist taşırlar.
Yolun yarısı biraz geçildikten
sonra, restore edilmiş Osmanlı hanı Bab el-Vad’ın (Vadi Kapısı)
hemen ötesinde, otobüs kırmızı renkli zırhlı araç iskeletlerinin yanından
geçer. Burası tur rehberlerinin turistlere özel bir açıklama yaptıkları yerlerden
biridir. “Bu taşıtlar, dokuz Arap
devletinin saldırgan tutumu nedeniyle
abluka altına alınmış olan Kudüs’ü kurtaran Yahudilerin kahramanlığının anısını canlı tutmaktalar.” Burada zikredilen Arap devletlerinin sayısı, rehberin ruh haline ve onun, dinleyicilerine ilişkin yargısına
göre değişir.
Kudüs yolu savaşı, Filistin’de 1948 yılında
yaşanan iç savaşın doruk noktasını
oluşturuyordu; bu savaş Ovanın Siyonist Yahudilerinin; Kudüs’ün, Arap soylularının
ve Alman, Grek ve Ermeni tacirlerin beyaz taştan
yapılma köşklerinin bulunduğu Batı Yakası’nı ele geçirmeleriyle
sonuçlandı. Onlar bu çatışmaların seyri içinde tarafsız ve
Siyonist-olmayan Yahudi mahallelerini de ele geçirdiler. Siyonistler büyük ölçekli bir etnik
temizliğe girişerek Yahudi-olmayanları kovdular
ve yerel Yahudileri gettoya hapsettiler. Bu olağanüstü işi başarabilmek
için köye giden yol üzerindeki Filistin köylerini bütünüyle yerlebir
ettiler. Bu paslı hurdaların, zar zor
da olsa olayın İsrail gözüyle anlatımı için yeterli bir arkaplan oluşturdukları söylenebilir belki; ama onlar ciddi bir film yapımı için bütünüyle yetersizdir. Film yönetmenlerinin gereksinim
duyduğu sahici görünümden uzak olan bu hurdalar, gözboyama amacıyla oluşturulmuş bir
sahneden başka
bir şey değildirler. Abluka ve saldırının öyküsü, bir
sinema senaryosu değil, bir tiyatro öyküsüdür.
Bu, Ağlama Duvarı’ndan Holokost Müzesine yapılan kesintisiz
yolculuk sırasında turistlerin
endoktrinasyona tabi tutulması için yeniden
ve yeniden yapılan bir performanstır.
Bu yol için yapılan savaş Nisan 1948’de, yani İsrail’in 15 Mayıs’ta
bağımsızlığını ilan etmesinden ve komşu Arap ülkelerinin talihsiz dermeçatma
birliklerinin Filistin’e girip sivil halktan geri kalanları
kurtarmalarından haftalarca önce
sona ermişti. T. S.
Elliot’un söylediği gibi, Nisan, ayların
en acımasızıdır. Yazgılarının Filistinlileri, 50 yıl sürecek bir sürgün
yolculuğunun ilk adımını atmak zorunda bıraktığı o gün
de trajik bir Nisan günüydü. Bu yolculuğun doruk noktasına,
Kudüs girişi yakınında Saharov bahçelerinin
bir mezarlığa, bir tımarhaneye
ve Deyr Yasin’e açıldığı yerde ulaşılır.
Ölümün bir dizi adı vardır. Çekler onu
Lidice diye anarlar; Fransızlar ise
Oradur diye. Vietnamcada bu sözcüğün karşılığında My Lai sözcüğü kullanılır; her
Filistinli için ise onun karşılığı
Deyr Yasin’dir. 9 Nisan gecesi Etzel ve Lehi adlı
Yahudi terörist grupları bu kendi halinde köye saldırdılar ve orada yaşayan
erkekleri, kadınları ve çocukları katlettiler. Kesilen
kulaklara, deşilen karınlara, ırzına geçilen kadınlara, bedenleri tutuşturulan erkeklere,
taş ocaklarına doldurulan cesetlere
ve katillerin zafer geçit resmine ilişkin
kanlı öykülere yeniden değinmek istemiyorum. Varoluşları itibariyle,
Babi Yar’dan Chain Gang’a Deyr Yasin’e kadar bütün katliamlar birbirlerine benzerler.
Gene de Deyr Yasin katliamının
üç nedenden ötürü kendine özgü
bir nitelik taşıdığını belirtmeliyim. Birincisi, bu katliamın gayet iyi belgelenmiş olması ve pek çok
tanığının bulunmasıdır. Hagana ve Palmak örgütlerine
mensup diğer Yahudi savaşçılar,
Yahudi izcileri, Kızılhaç temsilcileri ve Kudüs İngiliz polisi
olaya ilişkin eksiksiz kayıtlar
bırakmışlardır. Yahudilerin 1948 savaşı sırasında
gerçekleştirdikleri bir dizi Filistinli katliamından
sadece bir tanesi olmakla birlikte bunların
hiçbiri Deyr Yasin katliamı kadar ilgi odağı olmamıştır. Büyük olasılıkla bunun nedeni, Deyr Yasin’in, Filistin’deki İngiliz Mandasının
başkenti Kudüs’ün burnunun dibinde olmasıdır.
İkinci neden, Deyr Yasin’in, kendi trajik yazgısının ötesinde korkunç etkiler yaratmış olmasıdır. Katliamın dehşeti, çevredeki Filistin köylerinde yaşayanların kitlesel
olarak kaçışını ve Kudüs’ün
batı eteklerinin Yahudilerin eline geçmesini
kolaylaştırdı. Sivil nüfus açısından kaçış ihtiyatlı ve mantıklı bir seçimdi. Ben bu satırları yazmaktayken
televizyonum savaş bölgesinden kaçan Makedonyalı köylüleri gösteriyor. Annemin ailesi 22 Haziran 1941’de yanmakta olan Minsk’ten kaçmış ve böylelikle sağ kalabilmişlerdi. Babamın ailesi ise geride kaldı ve
yokoldu.
Savaştan sonra annem ve babam, tıpkı diğer savaş mültecileri gibi yurtlarına geri dönebildiler.
Filistinlilere gelince, bugüne kadar onların yurtlarına geri dönmelerine
izin verilmedi.
Üçüncü neden, katillerin kariyerleriyle ilgili. Etzel ve Lehi çetelerinin
komutanları olan Menahem Begin ile İzak Şamir sonunda İsrail’e başbakanlık koltuğuna oturdular. Hiçbiri, üzgün olduğuna ilişkin herhangi açıklamada bulunmadığı gibi,
Menahem Begin, yaşamının son günlerini,
Deyr Yasin’i panoramik olarak izleyebildiği evinde geçirdi. Ne Nüremberg
yargıçları, ne intikam, ne pişmanlık, sadece ve sadece Nobel Barış ödülüne kadar uzanan güllerle kaplı bir yol.
Menahem Begin Deyr Yasin operasyonundan gurur duyuyor ve katillere gönderdiği
mektubunda onları, ulusal görevlerini yerine getirdiği
için kutluyordu. “Siz
İsrail’in
yaratıcılarısınız.”* İzak Şamir de, düşünü
gerçekleştirmesine yardımcı olduğu, nochrim’i
(Yahudi- olmayanlar) Yahudi devletinden kovduğu için katliamdan mutluluk duyuyordu.
Operasyonun sahra komutanı
Yuda Lapidot da parlak bir kariyerin sahibi olmuştur.
Amiri olan Menahem Begin onu, Rusya Yahudilerinin İsrail’e
göçetme hakkı için örgütlenen kampanyayı yürütmekle görevlendirmişti. Lapidot, şefkat ve ailelerin birleşmesine
olanak sağlanması için çağrıda bulundu; New York ve Londra’da, o akıllardan çıkmayan ‘Halkımın...’ sloganının haykırıldığı gösterileri örgütledi. Eğer Rusya Yahudilerinin İsrail’e göçetme hakkını desteklediyseniz, belki bu insanla karşılaşmışsınızdır. Sanki o günlere gelindiğinde, eline
Deyr Yasin’de bulaşan kan izleri silinmişti.
Lapidot, Rusya’dan gelen göçmenlerin siyasal endoktrinasyonu amacıyla, Lapierre
ve Collins’in, içinden Deyr Yasin’in öyküsünün
çıkarıldığı Kudüs, ey Kudüs
adlı çoksatarının Rusça çevirisini bile yayımladı.
Bu katliamın tarihsel bakımdan önemli olmasının bir başka
nedeni daha var. Deyr Yasin, Siyonistlerin
taktiklerini tümüyle gözler önüne serdi.
Kitle katliamının
açığa çıkmasının ardından Yahudi liderliği
Arapları suçladı. İsrail’in ilk başbakanı
David Ben-Gurion, bu saldırıyı serseri Arap çetelerinin gerçekleştirdiğini ileri sürdü. Bu açıklamanın
çürüklüğü ortaya çıkınca, Yahudi liderleri hasarı azaltmanın yollarını aramaya başladılar. (Ürdün kralı- G. A.)
Emir Abdullah’a bir özür dileme mesajı
yolladılar. Ben-Gurion, bu kanlı katliamın bütün
dürüst Yahudilerin adını lekelediğini ve olayın muhalif teröristlerin
işi olduğunu söyleyerek kamuoyunun gözünde
kendisini ve hükümetini katliamın
sorumluluğundan uzak tutmaya çalıştı. Onun halkla ilişkiler teknikleri,
yurtdışındaki iyi yürekli pro-Siyonist ‘liberaller’ için bugüne kadar bir övünç kaynağı sayılagelmiştir. Hümanist bir Yahudi, kendisiyle birlikte arabamızla Deyr Yasin’in geride kalan bir kaç evinin yanından
geçerken, “Ne korkunç, ne dehşetli bir öykü” dedikten sonra sözlerini “Fakat,
Ben-Gurion teröristleri lanetledi ve onlar
gereken biçimde cezalandırıldılar” diye sürdürdü.
“Evet” diye yanıtladım kendisini. “Gereken biçimde cezalandırıldılar ve en üst hükümet makamlarına yükseltildiler.”
Katliamın üzerinden sadece üç gün geçmişti ki, çeteler
yeni oluşturulan İsrail ordusuna katıldı, komutanları yüksek mevkilere getirildi ve çıkarılan bir genel
afla suçları bağışlandı. Aynı model,
yani başta yadsıma, ardından özür dileme ve
en sonunda bağışlama ve yükseltme,
Başbakan Şaron’un gerçekleştirdiği tarihsel
olarak doğrulanabilen ilk vahşete de uygulandı. Şaron’un komutasındaki birlik, Kibya adlı Filistin köyündeki
evleri dinamitle havaya uçurmuş ve bu evlerde yaşayan 60 dolayında
erkek, kadın ve çocuğu
katletmişti. Cinayetlerin ortaya çıkmasının
ardından Başbakan Ben-Gurion ilk önce
serseri Arap çetelerini suçladı. Bu tutmayınca bu intikam baskınını,
zihniyet bakımından Arap olan Arap Yahudilerinin yetki almaksızın ve kendi başlarına gerçekleştirdiklerini ve köylüleri öldürdüklerini söyledi. Şaron ise, alışılagelmiş güllerle kaplı yoldan
ilerleyerek başbakanlık makamına kadar
geldi. Bazan, bir katliam gerçekleştirmiş olmanın İsrail başbakanı olmaya bayağı yaradığı görülüyor.
Aynı model, İsrail askerlerinin yörenin
köylülerini sıraya dizip makinalı
tüfek ateşiyle öldürdüğü Kafr Kasım
katliamının ardından da yinelendi. Yadsıma
çabalarının boşa çıkmasının ve Komünist Partisi milletvekillerinin katliamın kanlı ayrıntılarını açığa
çıkarmasının ardından, olayın failleri askeri
mahkemede yargılandılar ve uzun hapis cezalarına
mahkum edildiler. Ama, yılın sonu gelmeden hepsi de salıverildi ve
katillerin komutanı da İsrail Bonds’un (=İsrail Kalkınma Korporasyonu-
G. A.) başkanlığına
getirildi. Eğer
İsrail devlet bonoları satın aldıysanız, onunla karşılaşmış olabilirsiniz. Onun,
elinizi sıkmadan çok önce elindeki kanları
yıkayıp temizlemiş olduğundan eminim.
Şimdi, 50 yıl aradan sonra, Yahudi
egemen sınıfları bir kez daha “Deyr
Yasin” revizyonizmi girişiminde bulunmaya
karar vermiştir. Amerika Siyonist Örgütü
(=ZOA) tarihi yadsıma sanatında başı çekti ve Amerikan vergi yükümlüsünün cebinden çıkan
parayla “Deyr Yasin: Bir Yalanın Tarihi” adlı bir broşür
yayımladı. ZOA revizyonistleri, rakipleri olan Holokost yadsıyıcılarının
bütün metotlarını kullanıyorlar: onlar katliam
sahnesinde bulunanların, yani katliamdan
kurtulan görgü tanıklarının, Kızılhaç’ın, İngiliz polisinin, Yahudi izcilerinin ve diğer Yahudi gözlemcilerin ifadelerini
dikkate almıyorlar. Onlar, katliamı
gerçekleştiren çetelerin komutanlarının zamanı geldiğinde Yahudi devletine başbakan olduğu olgusundan
yola çıkarak, Ben-Gurion’un özür
dilemesini bile dikkate almıyorlar. ZOA’nın
gözünde, sadece katillerin ifadeleri geçerlidir.
Tabii, eğer katiller
Yahudi iseler.
Gene de dürüst
insanlar var ve herhalde onların varlığı nedeniyle olsa gerek, Tanrı bizleri yeryüzünden
silip atmıyor. Bellekleri
silme çabalarına karşı savaşım veren
Deyr Yasin Remembered adlı bir örgüt
var Bu örgüt kitaplar basıyor,
toplantılar düzenliyor ve katliamın
gerçekleştirildiği yerde bir anıt
inşa etme projesi üzerinde çalışıyor;
böylelikle masum kurbanlara son bir hizmet sunulmuş,
onların adları ve anıları sonsuzluğa kadar muhafaza altına alınmış olacaktır. Deyr Yasin ve komşu köylerdekilerin sağ kalan oğulları mülteci kamplarından babalarının topraklarına
dönünceye değin bu kadarıyla yetinmek zorunda olacağız.
*Daha sonra İsrail
başbakanlığı koltuğuna kadar yükselecek
ve bu arada 1978 yılında, “ünlü” Nobel Komitesi tarafından -ABD’nin Mısırlı
işkenceci ve cellat uşağı Enver Sedat’la birlikte- Nobel barış ödülü verilerek onurlandırılacak olan Menahem
Begin, Deyr Yasin katliamının ardından elleri kanlı
askerlerini şu sözlerle kutladı:
“Bu görkemli fetih eyleminden ötürü kutlamalarımı kabul edin. Bütün komutan ve erlere selamlarımı
iletiyorum. Onların ellerini sıkıyorum. Hepimiz,
bu büyük saldırıda ortaya konan
kusursuz liderlik ve savaşım ruhundan
gurur duyuyoruz... Askerlere şunu söyleyin: Saldırınız ve fethinizle İsrail’de tarih yaptınız.
Bunu zafere kadar sürdürün. Deyr Yasin’de olduğu gibi, her
yerde düşmana saldıracak ve onu ezeceğiz.
Allahım, Allahım, Sen bizi zafer nasip
etmek için seçtin.” (George W. Ball ve
Douglas B. Ball, The Passionate Attachment: Americaʼs Involvement with
Israel, 1947 to the Present, W. W. Norton & Company: New York, 1992, s.
29) (G. A.)
Felçli Filistin’in Sakatlanmış Çocukları (parça)
Suzanne Goldenberg, The
Guardian, 1 Mayıs 2001
Dört gencin yatakları, Gazze’deki Vefa
hastanesinin bir duvarını tümüyle kaplıyor. 16 yaşındaki Tarif Gora 19 Kasım’da
Karni sınır geçiş noktasındaki bir barikatın üzerinden karşıya bakarken
omuzundan vurulmuş. Gene 16 yaşında
olan ve Tarif’le birlikte Karni’de İsrail askerleriyle çatışmaların müdavimi olan Hüseyin
Niyazi ise ondan bir gün önce ensesinden yaralanmış.
Badem gözlü
değnek gibi ince bir çocuk olan Ahmet Ebu Taha 14 yaşında ve koğuşun
maskotu. O da 18 Şubat günü Refah mülteci kampında bir
tanktan kaçarken sırtına giren bir mermiyle yaralandı.
16 yaşındaki Mahmut
Serhan’a gelince, o ensesinden vurulmuş.
Hiçbiri de bir daha yürüyemeyecek. Omurgalarının daha yukarı bir bölümünden
yaralanmış oldukları için Hüseyin ile
Mahmut, tekerlekli sandalye bile kullanamayacaklar.
Onlar -ve daha 1,000
kişi- topallamadan ya da tek bir gözün
kaybından felce ve zihinsel özüre kadar uzanan bir yelpazede yer alan intifadanın sakatları; bu sakatlanma hasadı, Filistin ayaklanmasında
yaşamını yitirenlerden çok daha büyük.
Bu dört çocuk
ta İsrail askerlerine
ve tanklarına taş atmışlardı -Tarif
evinden okula giderken Karni’nin çevresinden dolanırdı- ve dördü de silahsızdı.
Bu çocuklar ve onlar gibi daha pek çok yaralı ve ölü,
İsrail’in, şimdi yedinci ayında
olan ayaklanmaya karşı BM Güvenlik Konseyinin ve uluslararası
ve İsrail insan hakları
gruplarının, aşırı kuvvet kullanımı
olarak mahkum ettikleri uygulamasının
kurbanları.
Eleştirinin
odağında, İsrail’in M-16 saldırı
tüfeklerinden atılan yüksek hızlı mermiler
bulunuyor. Bunlar hedefe isabet ettiklerinde, bedenin içinde karşı konulmaz bir güçle adeta takla atarak
ilerliyorlar.
Dört çocuğun hiçbiri
de, ömürlerinin geri kalan kısmını bedenlerinin mahpusu
olarak geçireceklerinin farkında değiller. Hasta yatağında
neşeyle gülümseyen Tarif, babasının
Gazze’de yol kenarında kurulu tezgahından getirdiği etli sandviçleri
yiyerek şişmanlıyor.
Şişmiş bulunan sol ayağında irade dışı
bir kasılma var. Babası
Abit Gora, “Görüyor musunuz? İnşallah bir gün
tümüyle iyileşecek. Belki onu Almanya’ya
yollayabilirsek, orada kendisi için bir şeyler
yapabilirler” diyor.
Bu ayaklanmada, şöyle
ya da böyle kalıcı bir biçimde sakatlanan
Filistinlilerin sayısı tam olarak
bilinmiyor. Filistin Kızılay Derneği’ne göre, iki gün öncesi itibariyle yaralananların
sayısı 13,296 olup bunların yüzde 20’si ateşli silahlarla vurulmuşlardı.
En önde gelen Filistin akademik kuruluşu olan Bir
Zeyt Üniversitesindeki Toplum ve Halk Sağlığı
Enstitüsü, bir yığın hastane kaydını taradıktan sonra yaptığı
tahminde, İsraillilerin gerçek cephane, şarapnel ve kauçuk
kaplı çelik mermilerine hedef olarak kalıcı bir biçimde sakatlanan insanların
sayısını en az 1,000 kişi olarak saptamış.
Kalıcı sakatlıkları olan 400’den fazla yaralı, Batı Yakası ve Gazze Şeridi’ndeki -toplam 3
milyon insanın yaşadığı bu bölgedeki bu türden biricik yerler olan-
üç rehabilitasyon merkezinde ve işgal
altındaki Arap Doğu Kudüsü’ndeki bir göz hastanesinde tedavi
edildiler. Aralarında Ürdün’e gönderilen Tarif ile
Hüseyin’in de bulunduğu,
500 ağır yaralı ise tedavi için yurtdışına gönderildiler.
Batı Yakası’ndaki Beyt Cela kentinde, Beytüllahim Arap
Rehabilitasyon Derneği’nden İlyas Seba, 18 yaşındaki
Emcet Saadi’den bir yanıt koparmaya çalışıyor.
Dr. Seba ona
“Merhaba” diyor. Sağ eli yumruk biçiminde
sıkılı olan tekerlekli sandalyedeki Bay Saadi boğazından
çıkardığı iki hırıltıyla yanıt veriyor.
Doktorun ona bir
elini burnunun üzerine koymasını söylemesi üzerine Bay Saadi gözlerini ışıktan sakınıyor.
Bay Saadi 2 Ekim günü,
yani İntifadanın ilk günlerinde bir İsrail askerinin sıktığı yüksek hızda mermiyle kafasından
vurulmuştu. O, beş hafta önce
komadan uyandığında beyninde kalıcı bir hasar oluştuğu
anlaşıldı. Saadi’nin gözleri açık; ancak kafasının bir yanındaki
şişlik omurga sıvısı topladığı için yeniden bir ameliyata gereksinimi var.
İnsan hakları
grupları, öldürücü-olmayan güç kullanmak yerine, çoğu
kez gerçek cephane kullanmasından
ve askerlerinin yaşamının tehlikede olmadığı durumlarda da ateş
açmasından ötürü İsrail’i mahkum ettiler.
ABD’nin Nobel ödüllü
İnsan Hakları Savunucusu Doktorlar grubu, yaralanan
Filistinliler arasında sakatlanma oranının
yüksekliğinden ötürü M-16 otomatik tüfeğini
yaygın biçimde kullanan İsrail askerlerini suçluyor. Bu ABD yapımı
silah İsrail birliklerinin
standart silahı...
Özellikle M-16’ların
kullanılmasının mahvedici sonuçları oluyor. Diğer yüksek hızlı mermiler vücudu
delip geçiyor, fakat bir
M-16’dan atılan görece hafif 5.56 mm’lik
mermi saniyede 800 metre hızla girdikten
sonra vücudun içinde yuvarlanıyor ve takla atıyor.
Daha sonra bu mermi çok küçük metal parçacıklara ayrılıyor.
İşgal Altındaki Topraklarda yaşanan en ciddi yaralanmaların
tedavi edildiği Gazze’deki Şifa hastanesinin sözcüsü
Dr. Cuma Saka, “Bu mermiler tıpkı bir böcek gibi vızıldayarak
vücudunuzun içinde dolaşırlar” dedikten sonra sözlerini
şöyle sürdürüyor:
“Vücudun dışında çok
küçük, bir santimetre büyüklüğünde bir giriş görünür; ama merminin çıkış
deliği yoksa, vücudun içinde binlerce küçük metal parçası
buluruz”...
Kudüs’teki Mukassad hastanesinde ortopedi uzmanı olan Muhammet Ebu Tahir, “Yaralananların büyük çoğunluğu görece
genç insanlar; onlar ülkenin potansiyel emek gücü, toplumun
kuvvetinin ta kendisi” diyor.
El-Nakba’nın
Yıldönümü Yaklaşırken İsrail Baskısı Artıyor
Richard Becker, 15 Mayıs
2001
14 Mayıs,
yasadışı bir tarzda işgal edilmiş olan Batı Yakası ve Gazze’deki
Filistin halkına karşı görülmemiş düzeyde bir İsrail
şiddetine tanık oldu. ABD’nin silahlandırdığı İsrail Kara Kuvvetleri, Donanması ve Hava
Kuvvetleri bir çok yerde yerleşim
bölgelerine ve Filistin Otoritesinin tesislerine ağır
saldırılar düzenledi. En az 7 Filistinli öldü.
Çok daha fazlası da ağır biçimde yaralandı.
Yoğun bir nüfusun yaşadığı Gazze’ye
Donanmaya bağlı gambotlar,
roketlerle, Hava Kuvvetleri helikopterlerle, Kara Kuvvetleri de karadan karaya füzelerle
ateş açtı. En büyük zayiat, Batı
Yakası’nın Beytunya kentinde meydana geldi. Orada, İsrail
ordusu yaptığı sürpriz saldırıda, küçük kontrol noktalarının içinde ve dışında
bulunan 5 Filistin güvenlik görevlisini
öldürdü.
Haberlere göre,
gündüz vakti gerçekleştirilen saldırı
sırasında Filistinli görevlilerden ikisi uyurken, diğer ikisi de
yemek hazırlıyordu. Saldırıda, altıncı bir görevli
de ağır yaralanmıştı. Filistin Otoritesi Başkanı Yaser
Arafat İsrail saldırısını “cinayet” olarak
nitelendirdi. O, “İsrail bu suçundan
ötürü sert bir biçimde yargılanacağını bilmelidir” dedi.
ABD Dışişleri
Bakanı Colin Powell, Filistinlilerin katledilmesi üzerine
yorum yapmayı reddetti.
Dahası o, küstahça Arafat’a saldırdı ve, “Özellikle
İsrail’in bağımsızlığının yıldönümünü kutlamakta
olduğu bir sırada bu tür bir söylemin,
yararlı olmadığını düşünüyorum” dedi. 15 Mayıs,
İsrail’in “bağımsızlığını” ilan edişinin
53. yıldönümüydü. Fakat Filistinliler, mülklerinin ellerinden
alındığı ve anayurtlarından kovuldukları bu tarihi El-Nakba, ya da “Felaket” olarak anmaktadırlar. 15 Mayıs’ta onlar, Batı
Yakası’nda, Gazze’de, İsrail’in 1948 sınırları içindeki Filistin bölgelerinde
ve başka yerlerde büyük
kitle eylemleri gerçekleştirdiler.
Gerçek mermi kullanan İsrail askerleri
bu eylemlere katılan Filistinlilere ateş
açarak en az 4 kişiyi öldürdüler ve bir çoğu ağır olmak üzere 130’dan fazla kişiyi yaraladılar. Yürüyüşlere, hem Gazze’de, hem de Batı Yakası’nda 30,000’den fazla insan katılırken, Ramallah,
Hebron (el-Halil), Beytüllahim ve diğer
kentlerde onbinlerce insan daha yürüdü. Eylemlere katılanların çoğu son yarım
yüzyıldır yoksul kamplarda yaşamış olan mülteciler ya da onların
çocuklarıydı. Gazze’deki protesto yürüyüşlerinde daha yaşlı göstericilerden bir çoğu
İsrail’i, çalınan evlerinin anahtarlarını
sallayarak protesto ettiler.
Lübnan’da, Sayda kentinin yakınındaki Eyn
el-Hilve mülteci kampında yapılan ve
Filistin Kurtuluş Örgütünün üç ana örgütü
-Fatah-Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi
ve Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi tarafından
düzenlenen gösteri yürüyüşüne 10,000 kişi
katıldı. Göstericiler, “Yurdumuza dönmek
için zeytin dalını atalım ve silahlarımızı kuşanalım!” sloganını haykırdılar. Eyn el-Hilve kampındaki eylemciler,
bir BM yetkilisine, İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un
savaş suçlusu olarak yargılanması için çağrıda bulunan bir dilekçe verdiler.
1982’de Şaron’un gözetimi altında Lübnan’daki Sabra ve Şatila kamplarında 2,000’den
fazla Filistinli mülteci katledilmişti.
11 Mayıs’ta
Ürdün’de yapılan kitle gösterileri
ABD-uşağı rejim tarafından bastırıldı ve 50’den fazla gösterici gözaltına alındı.
İsrail Filistinlilere Karşı Savaşı Tırmandırıyor
Haftalardır Filistin bölgelerini hedef
alan İsrail saldırıları, özellikle 15 Mayısa
doğru daha da yoğunlaştı. 7 Mayıs’ta, İsrail tank ateşi Gazze’de yer alan Han Yunus kampındaki evlerinde bulunan 4 aylık bir
Filistinli kız çocuğun ölümüne ve aynı
aileden bir çok kişinin de ağır biçimde yaralanmasına yol açtı.
11 Mayıs’ta güney Gazze’de bulunan Deyr el-Bala kampında en az 5 evi buldozerle yıkan İsrail kuvvetleri,
bir kişinin ölümüne, iki kişinin
yaralanmasına ve 30’dan fazla insanın evsiz kalmasına yol açtılar.
Geçtiğimiz hafta içinde Filistin bölgelerinde
İsrail, toplam 60 evi yıktı ve yüzlerce akr meyva bahçesi,
ağaçlık ve ekili alanı tahrip etti. İkinci İntifada ya da Ayaklanma’nın
başlamasından bu yana ölen Filistinlilerin sayısı 440’ı ve ölen
İsrailli’lerin sayısı 77’yi buldu. Toplam yaralıların
yüzde 95’ini oluşturan Filistinli yaralıların sayısı ise
13,000’den fazla. Yaralanan Filistinlilerden, bir çoğu felçli ya da gözünü yitirmiş olan en
az 1,000’i ömürboyu sakat kalacak.
Londra’da yayımlanan
The Guardian gazetesinin 1 Mayıs tarihli sayısında
yer alan bir makalede şöyle deniyordu: Nobel barış ödülünü kazanmış bulunan ABD’li İnsan Hakları Savunucusu
Doktorlar grubu yaralı Filistinliler arasında
sakatlanma oranının yüksekliğini M-16 otomatik tüfeğinin yaygın bir biçimde
kullanılmasına bağlıyor.” ABD yapımı bu tüfek, İsrail askerlerinin
standart silahı.
Ancak, ABD medyasının
büyük çoğunluğunun dikkati -ve kınamaları-
Batı Yakası’nda bulunan Tekoa yerleşim biriminde iki İsrailli gencin öldürülmesine
ayrılmıştı.
Gençlerden birinin babası olan Seth Mandel,
ailesini beş yıldan daha az bir süre
önce College Park, Maryland’den Tekoa’ya getirmişti.
Tekoa’nın hahamı Menahem Froman’a göre
Mandel, yerleşimciler arasında “başı
çekmeyi” hedeflemişti. Froman, Mandel
ailesi için “Onlar öncülerin
öncüleridir” diyor.
Başka bir deyişle, Mandel, yakın
dönemde ABD’nden İsrail’e gelen en saldırgan ve en aşırı 200,000 yerleşimci arasında yer alıyordu.
Yerleşimci hareketinin otomatik silahlarla donanmış
ve İsrail ordusu tarafından
desteklenen bu “öncüleri” Filistinlileri Batı Yakası’ndan ve
Filistin’in tümünden kovmakta kararlıdırlar.
Direniş yoğunlaşıyor
Adı çıkmış savaş
suçlusu Ariel Şaron’un başını çektiği İsrail
hükümeti, yeni yerleşim birimleri inşa etmeye ve varolanları
genişletmeye söz vermiştir. Yerleşim birimlerinin
amacı, o “topraklardaki olguları” saptamak ve böylelikle İsrail’in, Batı Yakası ve Gazze’nin geniş kesimlerine sahip çıkmasını
meşrulaştırmaktı.
İsrail liderleri, “bu olgular”ın yardımıyla pratikte, gerçek bir Filistin
devletinin oluşmasını olanaksız kılacak bir durum
meydana getirmeyi amaçlıyorlar.
Sadece sağ kanat Likud hükümetleri değil, İşçi Partisi hükümetleri
de bu hedef doğrultusunda çaba
harcamışlardır. Oslo “barış süreci”nin başladığı 1993 yılından bu yana yerleşim
birimlerinin nüfusu yüzde 72 oranında arttı. En büyük oran artışı ise Ehud Barak’ın
yönettiği İşçi Partisi hükümeti döneminde
gerçekleşti.
Şaron, Batı Şeria ve Gazze’deki İsrail yerleşim birimlerine
bir sınır getirmeyi reddetmiştir.
Bu, sözkonusu yerleşim birimlerinin, askeri olarak ele geçirilmiş toprakları ilhak etmeyi ve buralara yerleşmeyi yasaklayan
uluslararası hukuka aykırı
olduklarının yadsınamaz bir olgu olmasına
rağmen böyle.
Şaron, Batı Yakası ve Gazze’nin işgal altında olduğu gerçeğini bile yadsıyarak başlamıştı görevine. Geçenlerde yaptığı
açıklamalarda Şaron bu bölgeler
için “tartışmalı topraklar” ifadesini
kullandı. İki hafta önce ise, hükümet yerleşim birimlerinin
genişletilmesi için 375 milyon dolar ek ödenek
ayırdı.
ABD yetkililerinin
ve resmi medyasının kasıtlı olarak oluşturduğu
imajın tersine, hemen hemen tüm çatışma ve ölüm olayları Filistin’in, çok
zayıf bir Filistin denetimi altında
bulunan bu çok
küçük bölümünde meydana gelmektedir. Tekellerin medyası,
amansız İsrail saldırısını ise acımasız bir biçimde, “misilleme” olarak
nitelemektedir.
Ezici bir ateş
gücü ve başa çıkılamaz bir güç dengesizliğiyle karşı karşıya bulunmasına rağmen, Filistin direnişi yoğunlaşmakta ve derinleşmektedir.
Ne de olsa Filistinliler uzun süreden beri, aşılması olanaksız gözüken engellerle
karşı karşıya kalmışlardır.
Helikopterleri, gambotları,
tankları, füzeleri ve ağır
makinalı tüfekleri olmasa da
Filistinliler ellerine geçirdikleri her şeyi
kullanarak kahramanca direniyorlar. 5 Filistinli güvenlik
görevlisinin Ramallah’ta yapılan cenaze töreninde onbinlerce insanın
militanca bir yürüyüş yaptığı haber veriliyor.
Bu kritik saatte
Filistinlilerin gereksinim duyduğu daha yoğun
bir uluslararası dayanışmadır.
Faris’e Övgü
İsrail Şamir, 20 Mayıs 2001
Gazze Şeridi’ne
girmek ve çıkmak yasak. Bu bölgenin çevresi dikenli
tellerle çevrilmiş ve kapıları
kilitlenmiştir; gerekli belgeleri olanlar bile, içinde
bir milyondan fazla Filistinlinin yaşadığı
dünyanın bu en büyük yüksek güvenlikli cezaevini ziyaret edemez. Bir zamanlar dünyanın en ünlü savaş gücü olan İsrail ordusu, artık basit bir cezaevi gardiyanına
dönüşmüştür. IDF’nin taktikleri 1930’larda formüle
edilmişti: ‘bir milyon insanı öldürmek zorunda değilsiniz; en
iyilerini öldürünce gerisi korkudan
sinecektir.’ Bu metot ilk kez, İsrailli bağlaşıklarının yardımını alan İngilizler tarafından 1936 yılındaki
Filistin ayaklanması sırasında uygulanmıştı.
O günden bu yana,
bu toprağın en iyi kızları
ve oğullarından binlercesi, Filistin toplumunun potansiyel eliti yokedilmiştir.
İsrail ordusu bir kez daha, potansiyel asileri öldürmek
suretiyle ‘huzursuz yerlileri sakinleştirmek’
için aynı ana planı uygulamakta kullanılıyor.
Onların görevi kolay: Ortadoğu’nun en güçlü
ve en büyük ordusu, büyük
bir nükleer güç her türlü silaha sahipken,
mahpus Filistinlilerin sadece taşları ve hafif silahları
var. Geçenlerde İsrailliler Gazze’ye gitmekte olan bir tekne dolusu silah ele geçirdiler.
İsrail ordusu büyük bir zafer kazanmış gibi övündü; ama aynı zamanda ‘kaygılarını’
dile getirdi. Kaygılanmakta haklılar. 1973’ten bu yana İsrail ordusu, ateşine
karşılık verilebileceği kaygısı taşımadı. Yahudi
askerler yumuşak görevlere alıştılar. Onlar, silahsız
çocukları vurmayı yeğliyorlar.
Gazze bir
bilim-kurgu realitesini, Cezaevi Gezegeni-B filmini anımsatıyor. Onun dikenli telden çiti bir sırrı
gizliyor: halkının bükülmeyen iradesini. Burası bir B-sineması
seti, fakat orada yaşayan insanlar birinci sınıf.
Filistin’in gizli mesajı
Faris Ode adlı 13 yaşındaki
çocuğun kişiliğinde verildi. O, Associated
Press fotoğrafçısı Laurent Rebours’ün
ölümsüz fotoğrafında Yahudi Calut’a
meydan okurken gördüğümüz genç Filistinli
Davut’tu. Korkusuz Faris, Filistin’in sevilen din ulusu Aziz Yorgo’nun (St.
George- G. A.) zarafetiyle zırhlı canavara taş
atıyordu. O, düşmanı, yırtıcı bir köpeği kovalayan bir köy
çocuğu gibi kendinden emindi. Fotoğraf 29 Ekim’de çekilmişti; bir kaç
gün sonra, yani 8 Kasım’da ise bir Yahudi keskin nişancı onu hedef
alarak vurdu ve öldürdü.
Faris’ten geriye bir
kahramanın resmi, Che Guevara’nınkinin
yanına yerleştirilmesi gereken bir poster, Hugo’nun
Les Misérables (Sefiller) romanının Parisi’nde
barikatlarda çarpışan yiğit isyancı çocuk, insan
ruhunun yenilemez ve çökertilemez sembolü Gavroche’un
adıyla birlikte anılacak bir ad kaldı. O, başka bir çağdan, kahramanlığın çirkin bir sözcük
olmadığı ve insanların soylu bir dava için savaşmaya ve ölmeye
hazır olduğu bir çağdan çıkıp gelmişti. Onun adı ‘bir Şövalye’
ve soyadı ‘Dönüşü’ anlamına geliyor. Onun imgesi gerçekten de çok
eski zamanların görkemli şövalyelerinin geri dönüşünü çağrıştırıyor. Bu ruh, günümüzün
egemen ideolojisi olan ve Amerikan pop-kültürünün
etrafa saçtığı ucuz
ticari hedonizme tümüyle yabancıdır. Faris’in mirası,
İsrail’in ana planının başarısızlığına işaret etmektedir. Bu genç isyancı, İsrail işgali altında doğmuştu ve IDF askerlerine meydan okurken göçtü bu dünyadan.
Bizim gibi,
Filistinlilerin çektiği acılara ve verdiği
şehitlere alışmış olanlar, bu umut yüklü
mesajı hemen anlayamadılar. Yazılarımızda,
farkında olmaksızın ‘kendi tarafımızı’
şefkat ve acımaya hak kazanmış talihsiz kurbanlar
olarak sunma biçiminde biraz efemine bir yaklaşımı
taklit ediyoruz. Filistinlilere karşı
duymamız gereken en son şey acımadır.
Hayranlık, sevgi, dayanışma, kahramana tapma, hatta imrenme olmalı, ama acıma olmamalı. Onlara acımak;
Kral Leonidas’ın Termopil’i savunurken şehit düşen 300 savaşçısına,
(Nazi generali- G. A.) Guderian’ın
tanklarını gövdeleriyle durduran Rus
askerlerine ve hatta High Noon adlı filmindeki
Gary Cooper’e acımaktan farksızdır. Kahramanlara
acınmaz; onlar bizim için yüreklendirici
örneklerdir.
Faris’in imgesinin mesajı
ilk başta da doğru
anlaşılamadı. Istırap öyküsü, napalm bombasının
cehennem ateşinden kaçan çıplak Vietnamlı
kızın bir eşini, çömelmiş bekleyen ve ölmekte olan
Muhammet Dura’nın görüntüsünü çağrıştırıyordu.
Geri Dönen
Şövalye Faris Ode’nin imgesi, kahramanlardan oluşan
başka bir ikon dizisinin bir parçasıdır. Bu imajın yeri, İvo Jima’daki deniz piyadelerinin ya da yurttaşı Aziz Yorgo’nun kilisesinin yanıdır. Ne de
olsa, savaşçı din büyüğü, Faris’in şehit olduğu yere yakın
bir yerde, Lydda’daki eski Bizans kilisesinin yeraltı
bölümünde, Filistin toprağında şehit olmuş ve oraya gömülmüştü.
Filistin’in düşmanları
bu gerçekliği, onun New
York’taki dostlarından daha iyi anladılar.
Kendilerinin Gazzeli delikanlıyla boy ölçüşebilecek bir kahramanları
olmadığı için, Yahudilerin egemen olduğu Amerikan basını Faris’in anısını
unutturmak için elinden geleni ardına koymadı. MSNBC.com,
Şehit Dora ile bir kaç köpeğin bulunduğu bir resim arasında aptalca bir, yılın
en önemli fotoğrafı yarışması düzenledi.
(Size her zaman bir seçme
şansı tanırlar; ancak seçeneklerin hepsi de olumsuzdur.) Çok sayıda İsrail destekçisinin oylarını alan köpeklerin reklamını Los
Angeles’taki İsrail konsolosu yaparken,
Filistin’i savunanlar oylarını Dora’ya
verdiler. Asıl önemli resim, Faris’in
imgesi ise kamuya sunulmadı.
Bu yetmezmiş gibi, The Washington Post, Filistin muhabiri Lee Hockstader’i şehit
çocuğun anısını karalamakla görevlendirdi. AIPAC’ın
çıkardığı bu paçavra Hockstader’a güvenebilirdi. Onun yaptığı
haberlerin gazetecilik okullarındaki dezenformasyon derslerinde incelenmesi gerekiyor. İsrail tankları
ve silahlı helikopterleri
savunmasız Beytüllahim’i bombaladıklarında Hockstader
şunları yazmıştı: “İncil dönemi (tabii o,
Yeniden Doğuş -Nativite-
Kilisesinin sözünü bile etmeyecekti)
kenti Beytüllahim’de İsrail askerleriyle
Filistinliler tanklar, füzeler, makinalı tüfekler ve taşlarla savaştılar.” Herhalde
Hockstader, İkinci Dünya Savaşını anlatmış olsaydı, ABD ile Japonya’nın nükleer bombalarla
savaştıklarını ya da Yahudilerle Almanların
birbirlerini konsantrasyon kamplarında zehirli gazla öldürdüklerini yazacaktı.
Kendisinden beklendiği
üzere, İsrail’in sivil halka saldırısını
meşrulaştıran Hockstader şöyle yazıyordu: “İsrail ordu sözcüleri, yaptıkları operasyonların esas itibariyle savunma nitelikli olduğunu söylüyorlar. Fakat olaya daha geniş bir
perspektiften bakan İsrail hükümeti, operasyonların yöredeki komutanlara, yerinin saptanması zor olan düşmana
karşı savaşta esneklik sağladığına işaret ediyor.” Kendisi konuya “daha geniş bir
perspektiften” baktığında ise yaptığı haberlerde Filistinlileri çılgın teröristler olarak gösteriyor: “Filistinliler, bir saldırı
savaşı olarak gördükleri İsrail
operasyonlarının bedelini ödetme
tehdidi savuruyorlar. HAMAS olarak bilinen İslami
Direniş Hareketi’nin bir temsilcisi, İsrail’e
karşı daha fazla intihar eylemi yapılması ve daha fazla havan topu ateşi açılması için çağrı yaptı.”
Benim gibi Hockstader’ı
gözlemleyen Francois Smith bana şu mesajı
gönderdi: “Bu adamın kendisine inanacak kadar aptal olduğumu sanmasından rahatsız oluyorum. Lee Hockstader’a dikkat et. Bence onun bir gündemi var.”
Onun bir gündemi
olduğu kesin; bu gündem, Yahudi egemenliğini dayatma
ve Filistinlileri karalamadan başka bir şey
değil. Faris’in havasını indirmek, bu gündemle bütünüyle uyumlu.
Hockstader Gazze’ye gitti ve Faris’in, anne ve babasını dinlemeyen kötü bir çocuk
olduğunu, okuldan kaytardığını, “gözükara bir delikanlı” olduğunu, aslında ölmeyi istediğini ve iyi yürekli bir Yahudi keskin nişancının
da onun bu isteğini yerine getiriverdiğini yazdı. Hockstader
hiçbir şeyi unutmadı: çocuk yerden
bir taş alırken vurulmuştu ve dolayısıyla
öldürülmesi gerekirdi; onun ölümünden sonra kazandığı ün ise “ölümü
üzerine koparılan bir velvele”den başka
bir şey değildi; zaten Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin
de annesine 10,000 dolarlık bir çek göndermemiş miydi?
Hockstader eşeğini
sağlam kazığa bağlıyor. Eğer o, Hebron’da ölen
çocuğun yerleşimci anababasının, çocuklarının ölümünü istediklerini ima etmeye cesaret etmiş, İsrail’in bu olay karşısında gösterdiği tepkiyi
“velvele” diye adlandırmış ya da ölen
çocuğun anababasının Sabra ve Şatila
kasabından dolgun bir çek aldıklarına işaret etmiş
olsaydı, İsrail’den canlı çıkamazdı; Washington
Post’un sahibi Katherine Graham ise ömrünün
sonuna kadar bu yapılandan pişmanlık
duyardı.
Yahudiler, düşmanlarını
korkutmayı başarmışlardır ve onlar bunu sadece
bazı büyülü sözcükler kullanarak yapmamışlardır.
Yahudi terörizminden yaka silken İngilizler 15 Mayıs
1948’de Hayfa Koyundan
ülkelerine dönmek
üzere yelken açana değin, onlar 1940’larda Kutsal Topraklar’da egemenliklerini kabul ettirebilmek amacıyla
İngiliz bakan Lord Moyne’un, düzinelerce
İngiliz asker ve subayın yanısıra yüzlerce Filistinli lideri katlettiler. Bugün bile, San Fransisco’daki iki barış aktivisti
ve din adamı, Katolik rahip Lebip
Kopti ve Yahudi haham Michael Lerner, Yahudi terörist gruplarından, çok ciddiye aldıkları ölüm tehditleri
alıyorlar.
İster köylü olsunlar, isterse kent halkı, Filistinliler
gayet barışsever insanlardır. Zeytinlere
ve asmalara göz kulak olmayı,
en sıcak havada
(hamsin*) bile suyu serin tutabilen kavanozları (zir) yapmayı iyi bilirler. Onların
güzel taş işçiliğinin ürünleri Filistin’in her yanını
süslemektedir. Onlar şiir yazar ve kutsal mezarlarına saygı gösterirler. Filistinliler savaşçı bir ulus değillerdir,
hele katiller asla değillerdir. Onlar kendilerini, kanlı bir terörist
maskesi takınmış kişiler olarak resmeden Yahudi egemenliği altındaki basının aynasına
şaşkınlık ve hayretle bakıyorlar. Fakat bu köylüler, bir düşman
topraklarını ellerinden almaya kalktığında hepimize kahramanlık dersi
verebilecek durumdadırlar. Yüzyıllar önce, Yargıçların efsanevi günlerinde ataları, dışardan gelen işgalcilere karşı savaştığında Filistinliler bunu kanıtladılar.
1930’larda, ateşli
bir Rus kökenli Yahudi milliyetçisi ve Şaron’un
siyasal partisinin kurucusu olan Vladimir Zeev
Jabotinski, (Rusça olarak) içinde
kendisiyle birlikte 3,000 erkek ve kadını
öldüren ve kendisi de düşmanlarıyla birlikte ölen bir intihar
eylemcisini anlatan İncil öyküsünü (Yargıçlar, 18:27) ayrıntılı bir biçimde
işlediği Samson adlı bir tarihsel roman yazdı.
Bir kaç yıl önce, bu romanın modern İbranice
çevirisi İsrail’de yayınlandığında, Davar gazetesinin kitap eleştirmeninin gözüne ilginç bir anormallik çarptı.
Jabotinski romanında,
İngilizleri modern Filistenlerin yerine, antik çağın
İsraillilerini ise Yahudilerin yerine koyuyordu. Fakat
modern bir İsrailli okur, romanı
okuduğunda buradan Filistinlilerin İsrail
egemenliğine karşı savaşımını yücelten bir mesaj
alıyordu. Romandaki üstün
askeri teknolojilerle donanmış ileri derecede uygar Filistenler; denizaşırı bir yerden gelen işgalciler olan
Sahil Ovalarının bu hedonist
sakinleri ve Yaylalara zorla giren bu savaşçı topluluk kitap eleştirmeninin aklına modern İsrail Yahudilerini
getiriyordu. Buna karşılık, köklerinden emin ve topraklarına
bağlılıklarının, işgalcinin askeri gücüne
karşı kaçınılmaz zaferine inancı
tam olan Samson’un halkı, yani yerli Yayla halkı olan Beni
İsrail (=İsrail Oğulları- G. A.), Yaylalarda yaşayan
modern Filistinlileri çağrıştırıyordu.
Aslında, Filistinlilerin İncil dönemi İsraili’nin gerçek torunları,
İsa’nın ve Muhammet’in inancını benimsemiş yerli halkı oldukları ve her
zaman Kutsal Topraklarda yaşamış bulundukları gözönüne alındığında bu çağrışım akla yatkındır.
İsrailliler de bunu biliyorlar. Tel Aviv’in jenetik laboratuarlarında
‘Yahudi DNA’sı üzerinde çalışan
araştırmacılar Yahudilerle Filistinliler arasındaki kan bağını belli belirsiz bir
tarzda doğrulayan sonuçları gururla
ortaya çıkarıyorlar. Onlar, biz
Yahudilerin gururlu İsrail ismine
sahip çıkmamızın en azından su götürür olduğunu biliyorlar.
Krallık ünvanına ve taca III.
Richard** gibi el koymuş olan bizler de meşru
varislerin hala yaşamakta olduğu koşullarda kendimizi güvenliksiz duyumsuyoruz.
Filistinlilere karşı anlaşılması zor ölçüde
zalimce davranışımızın psikolojik açıklaması burada yatıyor.
İsrailliler Filistinli olmak istiyorlar. Biz onların mutfağını benimsedik ve onların falafel ve humus’unu kendi ulusal yemeğimiz gibi yemekteyiz. Onların yerli kaktüsü
olan ve köylerinin yerinde biten sabra’nın
ismini, burada doğan
oğullarımız ve kızlarımıza veriyoruz. Bizim yeniden doğan çağdaş İbranicemizde yüzlerce Filistin sözcüğü var. Onlardan bağışlanmamızı
dilememiz, çoktandır yitirmiş bulunduğumuz
kardeşlerimiz gibi onlara sarılmamız ve onlardan öğrenmemiz gerekiyor.
Bugünkü karanlıktan sızan biricik umut ışığı
bu.
Modern İsrail
arkeoloji çalışmalarının açıkça gösterdiği gibi, bundan 3,000 yıl önce Yayla aşiretleri
(İncil’deki Beni İsrail) sonunda Sahil’de yaşayan ‘deniz halkıyla’
bir uzlaşmaya vardılar ve Samson ile Dalila’nın bu oğulları
birlikte, İncil’i yazanların, İsa’nın havarilerinin ve günümüzün Filistinlilerinin
ataları oldular. Filisten teknolojisi ile Yaylalıların
kavruk toprağımıza duydukları sevginin bileşimi, antik Filistin’in
tinsel mucizesini yarattı. Tarihin
kendisini yinelemesi ve bizim Filistinli çocuklarımızın kafalarında ve okul kitaplarında tankla savaşan
genç Faris’in şanlı imgesinin, kral Davut’un ve Aziz Yorgo’nun imgeleriyle kaynaşması
olanaksız olmadığı gibi, bu son derece
arzu edilir bir şeydir de.
*Hamsin: Sıcak
ve kuru çöl rüzgarı. (G. A.)
**III. Richard: York
Dükü olan Richard, kardeşi Kral IV. Edward’ın ölümünün ardından, tahtın meşru varisleri olan yeğenlerini tutuklattı ve onları Londra kulesinde öldürttükten
sonra 1483-1485 yılları arasında oturduğu tahta el koydu. (G. A.)
Bir 1982 Sabra ve Şatila
katliamı görgü tanığının raporu
Şaron Neden Bir Savaş Suçlusudur?
Dr. Ben Alofs , 6
Haziran 2001
Ben şimdi Kuzey Galler’de yaşayan Hollandalı bir
doktorum. 1982 yazında, o sıra İsrail
ordusunun kuşatması altında bulunan Batı Beyrut’ta hastabakıcı
olarak çalışıyordum.
Amerikalı arabulucu Philip Habib bir anlaşma sağlamıştı; buna göre Filistinli
fedayilerin (=gerillaların- G. A.) ülkeyi
terk etmesinin ardından İsrail ordusu Batı Beyrut’u işgale
girişmeyecekti. Anlaşmanın ikinci temel öğesi,
ABD’nin geride kalan Filistinli sivil nüfusun
güvenliğini garanti edecek olmasıydı. Filistinli fedayilerin, uluslararası bir barış gücü tarafından denetlenen
ülkeden ayrılışı pürüzsüz bir biçimde
gerçekleşti ve 1 Eylül’de tamamlandı. Uluslararası
barış gücü 10 ila 13 Eylül arasında, yani anlaşmayla
belirlenen 26 Eylül
tarihinden çok önce ülkeden ayrıldı. Habib anlaşmasının ilk ihlali, İsrail
kuvvetlerinin 3 Eylül’de Beyrut’un güney banliyölerinden Bir Hasan’ı
işgal etmesiyle gerçekleşti.
İsrail’in Falanjist bağlaşıklarının karizmatik
ve acımasız lideri Beşir Cemayel’in öldürülmesinin ardından, Ariel Şaron
‘yasa ve düzen’i sağlama gerekçesiyle Batı Beyrut’un işgal edilmesini buyurdu. Şaron’un
açıklamasının tersine, o sırada Batı Beyrut tamamen sakindi. İşgal eylemi,
Habib anlaşmasının ciddi bir biçimde
ihlal edilmesi anlamına geliyordu. Fakat en önemlisi, bir işgal
gücü olarak İsrail ordusunun, işgalin başından itibaren Dördüncü
Cenevre Konvansiyonu ve 1 numaralı Protokol uyarınca, denetimi altındaki
sivil nüfusun güvenliğinden sorumlu hale gelmiş olmasıydı.
Zeev Schiff and Ehud
Ya’ari adlı İsrailli gazeteciler Şaron’un,
Falanjist milisleri Sabra ve Şatila Filistin mülteci kamplarına yollamakta
nasıl ısrar ettiğini anlatırlar (Bakınız: “İsrail’in Lübnan Savaşı”). Bunu başarmak için Şaron 15 Eylül’de
(milislerin önderleri olan) Eli Hobeyka, Fadi Frem ile Zahi Bustani’yle olduğu gibi Falanjist partinin siyasal şefleri Emin ve Piyer Cemayel’le de bir kaç toplantı yaptı. Şaron da içlerinde olmak üzere
İsrail ordusunun liderleri, Falanjistlerin, şeflerinin
öldürülmesinden sonra nasıl bir ruh hali içinde olduklarını çok iyi biliyorlardı.
Falanjistlerin Filistinlilere karşı
duyguları konusunda en ufak bir bilgiye sahip olan hiç
kimsenin, onların mülteci kamplarına girmelerine izin verilmesi durumunda neler olacağından kuşkusu
olamazdı.
“Tel el-Zaatar”, İsrail’de
olduğu gibi Lübnan’da da iyi bilinen bir isimdir. Filistinlilerle ilk kez 1975’de yüzyüze
geldiğim Doğu Beyrut’taki bu kamp, 1976 yazında 53 gün boyunca Falanistler
ve Maruni Kaplan milisleri tarafından kuşatılmıştı. Filistinlilerin teslim olmasından sonra,
kamp nüfusuna ‘güvenli geçiş’ sağlayacak olan Uluslararası
Kızılhaç, 1,000’den fazla sivilin katledilmesine engel olamamıştı.
İsrail ordusunun komutanlarından Eytan,
Drori ve Yaron, bir ‘kan denizi’nden ve ‘kasaç’tan (‘yarma’ ya da ‘kesme’nin Arapçası) söz eden Falanjistlerin kafayı intikamla
ne denli bozmuş olduklarına ilişkin yorumlar yapmışlardı.
Onlar bu yorumları yaparken Şaron, Falanjistlere Sabra
ve Şatila’ya girmelerini sağlayan
yeşil ışığı yaktı. Ve onlar da 16 Eylül
akşamı günbatımında kampa girdiler.
Katliamın
gerçekleştirilmekte olduğu sırada, ben
Sabra’daki Gazze hastanesinde çalışıyordum. Durum kaotik ve karmakarışıktı. Çok sayıda yaralı hastaneye getiriliyordu ve çok geçmeden morglarımızda yer kalmadı. Kurbanların büyük çoğunluğu mermilerle, bir kaç tanesi
ise şarapnelle yaralanmıştı. 17 Eylül’de
‘Kataib’lerin (Falanjistler) ve/ ya da (İsrail’in
silahlandırdığı ve finanse ettiği) Saad Haddad milislerinin sivil halkı katliama tabi tuttuğu açıklığa kavuşmuştu. Hastaneye 10 yaşında bir oğlan
çocuk getirilmişti. Kendisi silahla vurulmuştu,
ama sağdı. O, tüm
geceyi yaralı durumda,
anne ve babasının, kardeşlerinin ve kızkardeşlerinin
cesetlerinin altında yatarak geçirmişti. Katiller
geceleri de İsrail aydınlatma mermilerinin
yardımıyla işlerine devam ediyorlardı.
Ben; İskandinav,
İngiliz, Amerikalı, Hollandalı ve Alman doktor ve hastabakıcılardan
oluşan bir ekiple birlikte çalışıyordum. Biz, hastanenin Filistinli çalışanlarının Batı Beyrut’un kuzey kesimine kaçmaları için ısrar etmiştik. 18 Eylül Cumartesi sabahı
Falanjistler ve Haddad milisleri bizi tutukladılar.
Bizi hastaları geride bırakmaya
zorladılar ve ana yoldan Sabra ve Şatila’nın
dışına çıkardılar. Tutuklanmış bulunan yüzlerce
kadın, çocuk ve adamın yanından geçtik. Yolda ve dar sokaklarda cesetler gördük. Milisler bize
bağırıyor ve ‘Baader Meinhoff’ diye hitap ediyorlardı. Bizimle birlikte gelirse güvende olacağını düşünen bir Filistinli hastabakıcıyı tanıdılar ve bir duvarın arkasına götürdüler. Hemen
sonra silah sesleri duyuldu.
Tam kampın
çıkışına vardığımızda, aklımdan bir daha hiç silinmeyecek bir görüntü çarptı gözüme: içinden dışarıya kolların
ve bacakların sarktığı büyük bir kırmızı toprak yığını.
Bu yığının yanında üzerinde İbranice
işaretler bulunan bir askeri buldozer duruyordu. Kampın
hemen dışında bize üzerimizdeki
hastane giysilerini çıkarmamızı buyurdular ve bizi bir duvarın önüne dizdiler. Tam o sırada bir İsrail
subayı arabasıyla çıkageldi. O milislere, bizi İsraillilere
devretmelerini buyurmak suretiyle yaşamımızı
kurtardı. Kampın güney ve batı
sınırları boyunca İsrail tankları ve halftrack’leri* gördük.
Askeri karargahlarındaki
sorgulamadan sonra Falanjistler bizi sadece 75
metre ilerdeki İsrail ileri komuta noktasına
götürdüler. Burası, Şatila’nın ucunde dört ya da beş katlı bir binaydı. (Bir kaç hafta sonra, bu binanın
en üst katına çıkma fırsatını buldum. Şatila’daki tahribat,
buradan çok ayrıntılı bir biçimde
görülebiliyordu.) 20’den fazla Avrupalı
ve Amerikalı’yla yüzyüze bulunmak İsrail askerlerini çok
belirgin bir biçimde rahatsız ediyordu. Bize ne yapmak istediğimizi sordular. Biz de onlara Gazze hastanesine geri dönmek
istediğimizi söyledik. Bunun olanaksız
ve çok tehlikeli
olduğunu söylediler. En sonunda, aramızdan
ellerine İbranice ve Arapça yazılı bir geçiş belgesi tutuşturdukları iki kişinin
gitmesine izin verdiler.
İsraillilerle milisler arasında koordinasyon olduğundan
kuşkum yok. Esas olarak, her şey
İsraillilerin denetimi altındaydı. Onların, Sabra ve Şatila’nın dar sokaklarında
neler olup bittiğini bütün ayrıntılarıyla bilmeleri olanaksızdı. Fakat, katliamın
başlamasının ardından, tekil İsrail askerlerinin öldürmelerle ilgili raporları
gelmeye başladı. İsrail askeri komutanlığı katliamı durdurmak
amacıyla bir kez bile olsun girişimde
bulunmadı. Ellerinde beyaz bayraklarla kamptan çıkan
siviller içeriye geri gönderiliyorlardı.
Kamptan çıkarıldığımız
18 Eylül Cumartesi
gününün sabahında bile, kampa İsrail’in
denetimi altında yeni Falanjist milis gruplarının girmekte olduğunu
gördük. Sabra’ya giden ana yolda kadınlardan,
çocuklardan ve yaşlılardan oluşan büyük bir grubun yanından geçişimizden 20 dakika
kadar sonra bir makinalı tüfek gümbürtüsü işittik. Bir ortopedi doktoru olan Swee bana, olacakları bilecekmiş gibi davranan bir Filistinli annenin bebeğini kendisine vermeye çalıştığını anlattı. Bebek Swee’nin elinden çekilip alındı ve annesine geri verildi. 19 Eylül Pazar günü,
iki Danimarkalı ve bir Hollandalı gazeteciyle kampa
geri döndüm. Lübnan ordusu kampı
kuşatmıştı ve gazetecileri içeri sokmamaya çalışıyordu. Bir
yolunu bulup içeri girdik. Tahribatın
boyutları ve cinayetlerin gaddarlığı hepimizin üzerinde derin bir şok
etkisi yaptı. İsrailliler milislere Cumartesi günü içinde kampı terk etmelerini söylemişlerdi. Onlar
ise, bizim Cumartesi sabahı kamptan çıkarılmamızdan
sonra çok miktarda
yeni tahribat ve katliam gerçekleştirmişlerdi. Lübnan Sivil Savunma ekipleri buldozerlerin gömmediği cesetleri toplamaya başlamışlardı. 1982’nin
o korkunç 16, 17 ve 18 Eylül
günlerinde tam olarak kaç kişinin katledildiğini asla bilemeyeceğiz. Belki
1,500. Belki 2,000. Ya da belki de daha fazla.
Kasımın sonunda sonbahar yağmurları yağmaya başladığında Sabra ve Şatila’daki tıkalı kanalizasyon
boruları taştı. Tıkanma, kısmen cesetlerin
kanalizasyon sistemine atılmış olmasından kaynaklanıyordu. Lübnan Sivil Savunma ekiplerinin topladığı cesetler Şatila’daki
bir toplu mezara gömülmüşlerdi. Yakındaki bir golf sahasında bulunan bir toplu
mezar ve diğer toplu mezarlar bir
daha asla açılmayacaktı.
Lübnan hükümeti ve Lübnan’ın -Beşir Cemayel’in
kardeşi olan- yeni devlet başkanı Emin Cemayel bunu yasaklamışlardı. İsrail Başbakanı Begin, “Goyimler (İbranicede ‘Yahudi
olmayanlar’- G. A.) Goyimleri öldürür ve herkes
Yahudileri suçlar” diyecekti. Katliamın
doğrudan sorumluluğunu Hobeyka, Frem ve onların
çetelerinin taşıdıkları doğrudur. Fakat Şaron
isteyerek ve bilerek operasyona yeşil ışık
yakmasaydı, bütün bunlar asla olamazdı.
Şaron ne pahasına olursa olsun, Lübnan’daki
FKÖ altyapısının son kalıntılarını
da yoketmek istiyordu. Ben Sabra ve Şatila’daydım.
Orada Şaron’un ileri sürdüğünün
tersine ‘2,000-3,000 terörist’ yoktu. Oradaki biricik ‘teröristler’, kuş avlamakta kullandıkları küçücük tüfeklerle ailelerini korumaya çalışan 10-12 yaşlarındaki
oğlan çocuklardı. Eğer geride 100 kadar
fedayi kalmış olsaydı, bunların hiçbiri olmayacaktı.
Eğer birisi bir bebeğin beşiğine zehirli
bir yılan yerleştirir ve bebek de yılanın
sokması üzerine ölürse, sorumluluk doğrudan
doğruya yılanı beşiğe koyan kişiye ait olur. Dolayısıyla, İsrailli komutanlar
Eytan, Dori ve Yaron ve hepsinden de çok, onların üstü olması nedeniyle Ariel Şaron bu
katliamdan doğrudan sorumludurlar. Şaron
bu trajediyi önleyebilirdi; ancak o, Filistinlileri Beyrut’tan zorla çıkararak, kendisine göre ‘asıl Filistin
devleti’ olan Ürdün’e sürmek istiyordu.
Deyr Yasin’in ikinci basısı. Begin
1982’de Filistinlilerden ‘iki bacaklı hayvanlar’
diye sözediyordu. Eytan onlar için
‘şişe içindeki uyuşturulmuş hamamböcekleri’ sözcüklerini kullanıyordu. İsrail ordusunun Filistinlilerin yaşamına karşı bu denli katı bir kayıtsızlık
göstermiş ve gösteriyor olmasının nedeni, onları böylesine insansızlaştırmasının sonucudur.
Tel Aviv’de gösteri
yapan 400,000 İsrailli övgüyü hak ediyor. İsrail’de hiç olmazsa
Kahane komisyonu Sabra ve Şatila katliamını soruşturdu. Lübnanlı
soruşturma yargıcı Germanos, Lübnanlı
katillerin kimliğini saptamayı bile başaramadı, ki bundan utanç
duyması gerekiyor. Kahane komisyonunun vardığı
sonuçlar tamamen yanlıştı; komisyon Şaron’un sadece dolaylı
bir sorumluluğu bulunduğu ve savunma bakanlığı koltuğuna layık olmadığı kanısındaydı. Peki bu durum onun İsrail başbakanlığı koltuğuna layık mı
kılıyor? İsrail Yüksek Mahkemesi bunu nasıl
açıklayacak? Ben, yukarda betimlediğim verilerin ışığında, Ariel Şaron’un
bir savaş suçlusu olduğu kanısındayım. Savaş
suçlarının kurbanları adalet bekliyorlar. İşte
bu yüzden, Augusto
Pinochet, Radovan Karadzjic, Ratko Mladic ve Slobodan Milosevic’in de yargılanmaları
gerekiyor.
İntizar İsmail’in
öldürülmesi de adaletin yerine getirilmesini
gerektiriyor. İntizar, 14 Eylülü 15 Eylüle bağlayan gece Şatila’daki
Akka hastanesinde birlikte çalıştığım 19 yaşındaki çekici bir
Filistinli hemşireydi. Bulunduğumuz sakin
odada radyo dinliyorduk. Sunucu, Beşir Cemayel’in
ölümünü doğruladığında İntizar’ın yüzünü kaplayan
korkuyu görebiliyordum. Onu sakinleştirmeye
çalıştım. Ertesi sabah saat 7’de hastaneden ayrıldım
ve Şatila’ya giden ana
yola girdim.
Birdenbire kampların
üzerinden alçak uçuş yapan İsrail
savaş uçaklarının gürültüsü duyuldu. Ben kampın
dışında Ras Beyrut’a gitmek üzere bir taksiye bindim.
Sokak köşelerinde
genç Lübnanlılar görünüyordu. Hepsi de silahlıydı
ve güneye doğru bakıyorlardı. Acaba neyi bekliyorlardı? Ben yanmış
ve yıkılmış olan Akka
hastanesine planladığımdan ancak altı
gün sonra dönebildim. Bir ambülans şoförü bana,
Falanjistler hastaneye girdiğinde İntizar’ın yeraltı bölümündeki hemşire
odasında olduğunu söyledi. Onun toplu olarak ırzına
geçmiş, daha sonra da onu öldürmüşlerdi.
Vücudu tanınmayacak
biçimde parçalanmıştı. Anne ve babası
onu, ancak parmaklarındaki yüzüklerden
tanıyabildiler.
İntizar adalet istiyor. 2,000 masum insan adalet istiyor. Şaron’un -bir Avrupa yolculuğu sırasında- tutuklanıp Scheveningen cezaevine** konması memnunluk
yaratırdı. Avrupa’nın sıra İsrailli savaş suçlularına gelince, onları yargılamayı başaramadığını söylersem fazlasıyla sinik mi davranmış olurum acaba? Ve
‘Sabra ve Şatila’nın Ariel Şaron’un
ne ilk ve ne de son savaş suçu olduğunu
söylersem fazlasıyla kötümser olarak mı nitelendirilirim acaba?
*Halftrack: Arka bölümü
paletli, ön bölümü tekerlekli yarı-zırhlı askeri araç.
(G. A.)
**Hollanda’nın Lahey kentinin yakınında bulunan
Scheveningen cezaevi, Balkanlar’da ve Ruanda’da savaş suçları
işledikleri ve kitle katliamları yaptıkları ileri sürülen bazı devlet adamlarının
tutulduğu BM tutuklama merkezidir. (G. A.)
Abud’un Zeytinleri
İsrail Şamir, 18 Haziran 2001
CIA’nın ayarladığı
ateşkes yürürlüğe girerken, Samarya’nın
batı yamaçlarında yer alan Abud adlı
bir köyden kaygılı bir çağrı aldım. İsrail kuvvetleri
köye baskın yapmış ve iki kişiyi
vurmuşlardı. Bugün, köyü görmek ve ateşkesi yerinde gözlemlemek için köye gittim.
Abud, dört yanından yeni Yahudi yerleşim
bölgeleri ile kuşatılmış durumda. Bölgeye giden iyi ve yeni
bir Yahudi yolu var. Abud’a üç mil kadar
uzaklıkta yol çatallaşıyor
ve orada yolun dev toprak yığınlarıyla
tıkanmış olduğunu görüyoruz. Şansımızı yolun öbür
ucunda deniyor, ama gene benzer bir durumla karşılaşıyoruz.
Sonunda, köylülerin bu sabah açtığı dar bir toprak çığır
buluyor ve arabamızı oradan sürüyoruz.
Toscana’yı çok
andıran Abud, en güzel Filistin köylerinden biri.
Burada zamanın olgunlaştırdığı renk tonlarına
sahip evler yumuşak tepelere kondurulmuş. Asmalar
evlerin balkonlarına tırmanırken yapraklı incir ağaçları
sokaklara gölge veriyor. İşleri yolunda olan köyün
refahı konakların genişliğinden ve yolların son derece temiz oluşundan anlaşılıyor. Yaşlı insanlar, genç Telemak’ın İtaka’nın yaşlı bilgelerini toplamasını andırırcasına, küçük ve gölgeli çitlerin içindeki taş sıralarda oturuyorlar. İncil’de anılan ‘kent kapısı’
ya da divan bu. Çocuklar onlara kahve ve taze meyva getiriyor. Köyün sakinleri Gazze ya da Deyşeyh’in mültecileri değiller; burada adeta bir zaman tünelindeymişçesine Kutsal Toprakları olması gerektiği gibi ve olabileceği
haliyle görüyoruz.
Yerel geleneklere göre,
Hristyanlık inancını 3,000 yıllık Abud’a İsa’nın kendisi getirdi. Dünyadaki
en eski kiliselerden biri olan, 4. yüzyılda Konstantin zamanında ya da bazı
arkeologların savlarına göre daha da önce
inşa edilmiş bulunan kilise de bunu kanıtlıyor.
Özenle restore edilmiş ve korunmuş olan kilise, sevimli
bir yapı. Sütunlarının Bizans kapitollarında
haç ve hurma dalı imgeleri var. Kilisenin güney duvarının içinde geçenlerde
üzerinde eski Arami yazıları bulunan tabletler keşfedildi.
Abud’da birden fazla
kilise var: bir Katolik kilisesi, bir Grek Ortodoks kilisesi ve Amerikalılar
tarafından inşa edilmiş Tanrının Kilisesi*.
Hristyanlarla Müslümanların büyük bir uyum içinde
yaşadığı Kutsal Topraklardaki bu köyde bir de yeni cami yapılmış. 17 Aralık’ta,
tüm Müslümanlar ve Hristyanlar, köyün koruyucu meleği Azize Barbara’yı
anmaya gidecekler. Azize Barbara genç bir Hristyana aşık olan ve ardından
vaftiz edilen bir yöre kızıydı. Bu olay, Roma imparatoru Diokletianus’un sert rejimi sırasında
yaşandı ve kız uygulanan
baskıların kurbanı oldu ve şehit
edildi. En eski Bizans kilisesi olan Azize Barbara
kilisesinin kalıntıları, köyden bir mil
kadar mesafedeki bir tepenin üzerinde hala
duruyor. Tepenin eteğinde Azize Barbara’nın
mezarının olduğu mağara bulunuyor ve burada köylüler
dileklerinin yerine gelmesi için mum yakıyorlar.
Abud, bölgenin
ancak 7. yüzyılda gelen Arap göçebeleri tarafından iskan
edilen ve hemen hemen tenha “halksız toprak” olduğu
yolundaki yürürlükteki Yahudi efsanesinin tamamen saçma niteliğini çok iyi anlatan bir yer. Arkeologlar, bu köyün çok eski zamanlardan bu yana ne yıkıldığını, ne de terkedildiğini kanıtlamış bulunuyorlar,
ki bizim gözlemlerimiz de bunu doğruluyor.
Tepeleri örten yaşlı zeytin ağaçları Abud’un derin köklerini
doğruluyor ve ona, temel besin maddesi ve geçim
aracı olan zeytinyağını sağlıyorlar.
Köyün hemen dışında, iki dev Amerikan yapımı
Caterpillar buldozerleri yavaş yavaş zeytin ağaçlarını yutuyorlar. Her tarafları
zırhlı plakalarla kaplı olan bu buldozerler devasa büyüklükte. Onlar, zaptedilemez hareketli kaleleri andırıyorlar. Bu buldozerler, Yıldız Savaşları filminde
Ewocks’a saldıran mekanik canavarlar
gibi manzaraya tepeden kibirle bakıyorlar.
Köylüler, köyün
girişini tıkayan toprak yığınlarının
üzerinde durmuş, geçim araçlarını mahveden
makinalara bakıyorlardı. Hapishaneleri haline
gelmiş bulunan köylerinden ayrılmalarına izin verilmediği gibi, bu makinalara doğru
gitmeleri de yasaktı. Köyün girişindeki tepede, bir çadır ve ellerinde bir makinalı
tüfek bulunan bir kaç asker vardı; onlar köylülerin
köylerinde mahpus kalmalarını sağlamak için orada bulunuyorlardı. Dün gece Şabat’ın
arefesinde, dışarı çıkan köylülere ateş açıp
iki kişiyi yaraladılar. Diğer köylüler
güvende olmak için evlerine kaçtılar. Daha sonra, askerler
gelip cipleriyle köyün içinde tur attılar
ve çocukların taşlarıyla karşılandılar. Yahudi yerleşimciler ve
askerler evlerin pencerelerini ve tavanlarını silahlarıyla taradıktan sonra, anlaşılan Şabat görevlerini yerine
getirdiklerini düşünerek köyden ayrıldılar. Görünmez hat sadece Filistinliler için konmuş olduğu için ben onu geçebiliyordum. Bir
cipin, geniş bir Amerikan Hummer’ının
içinde, gerçekleştirilmekte olan yıkımı denetleyen bir İsrail subayı oturuyordu.
Kendisine, bunu neden yapıyorsunuz, bir ateşkesin
yürürlükte olduğunu bilmiyor musunuz,
diye sordum. Onu Arik’e (Şaron) söyle, biz
sadece buyrukları yerine getiriyoruz,
diye yanıtladı beni.
Fakat, ne o, ne diğer
askerler ve ne de buldozer sürücüleri bu buyruklardan rahatsız olmuş gibi
gözüküyorlardı. Köy ve ikibin yıllık kiliseler gibi bu yüzyıllık
ağaçlar da onlar için hiçbir anlam ifade etmiyordu; hepsi de sadece yokedilecek şeylerdi.**
Siyonistlerin
geldiklerinde ileri sürdüklerinin tersine,
Filistin hiçbir zaman, terkedilmiş
bir toprak değildi. Ama, eğer birisi bu makinaları
durdurmazsa yakında öyle olacağı kesin.
*Tanrının Kilisesi (=Church of God): ABD kökenli küçük bir Hristyan mezhebi. (G. A.)
**Filistin halkının
belleğini ve tarihini silmeye çalışan Siyonistler gerçekten de, Şamir’in
bu yazıyı kaleme almasından
yaklaşık bir yıl sonra
Abud’a girerek Azize Barbara tapınağını yıkacaklardı.
www.jerusalemites.org
adlı vebsitede
yer alan “İsrail Ordusu Azize Barbara
Tapınağını Tahrip Etti” başlıklı
bir yazıda şöyle deniyordu:
“31 Mayıs 2002’de İsrail, Batı Yakası’ndaki küçük Abud köyünde üçüncü Hristyan tapınağını
da tahrip etti.
İsrail ordusu tapınağı terörist sanıkları aradıkları ve içinde tapınağın yer aldığı
mağaranın kutsal bir yer olduğunu bilmedikleri için tahrip ettiklerini söyledi.
Askerler mağarayı
tümüyle yıktılar. Onlar mağaraya
yaklaştılar ve herhangi bir açıklama yapmaksızın
mağarayı yıktılar.
Bölgede herkes mağaranın kutsal bir yer sayıldığını
biliyor.
Ordu adına
açıklama yapan bir bayan görevli, “Mağaranın dinsel bir alan olduğunu gösteren hiçbir işaret yoktu ve orada bazı şüpheli kişiler bulunuyordu”
dedi. “Mağaranın dinsel bir alan olduğu
açıklığa kavuştuktan sonra orada başka
bir şey yapmayacağımıza söz verdik.”
Sözkonusu dinsel alan Grek Ortodoks topluluğuna ait olmakla birlikte köydeki bütün Hristyanlar
tarafından kutsal bir yer
olarak kabul ediliyor. Burası, Azize Barbara’nın
üçüncü yüzyılda Hristyanlığı seçtiği için babası tarafından öldürüldüğü yeri simgeliyor. Her yıl 17 Aralık
tarihinde köyün Hristyanları mağaraya dinsel bir yürüyüş yaparak Azize Barbara’yı
anıyorlar. Mağaranın yakınında altıncı yüzyıldan kalma bir
manastırla bir kilisenin yıkıntıları
da bulunuyor. Köylüler yıl boyunca mum yakmak için mağaraya gidiyorlar.
Abud, Kudüs’ten
bir saat uzaklıkta ve Ramallah’ın 35 kilometre kuzeybatısındaki
bir Batı Yakası köyü. Köyde yaşayan 2,300 dolayında Filistinli’nin yarısı
Müslüman, diğer yarısı da Hristyan.
Burası son derece sade ve sakin bir yer.” (G. A.)
Şatila’ya Geri Dönüş (parça)
Ali Ebu Nima, The
Jordan Times, 13-14 Temmuz 2001
“Ben orada
olanlardan, Filistin’de kalanlardan biriyim. Her şeyi gözlerimle
gördüm.”
Ebu İsmail sedirde otururken anlatıyor. Önündeki alçak masada duran teyp, onun sesinin yanısıra dışardaki dar sokaktan geçen motorlu
bisikletlerin ve insanların çıkardığı gürültüyü de kaydediyor. Ebu İsmail 60’larının ortalarında, fakat sanırım biraz daha yaşlı
gösteriyor. Odanın etrafında oturmuşuz. Odada Um İsmail,
kız çocuklarından biri, iki torun,
ben, bazı konuklar ve Ebu İsmail’in
Kuzey Filistin’de bulunan Safad yakınlarındaki
köyü Safsaf’daki katliamın öyküsünü
anlatmasını dinlemek için beni buraya getiren Şatila kampının çocukları var.
Ebu İsmail’in
evi Şatila mülteci kampını oluşturan yüksek,
rüzgarla sallanan briket evlerden birinin üçüncü
katında. Ev, ana sokak yerine geçen ve küçük dükkanların ve insan kalabalığının
doldurduğu gürültülü ve tozlu bir sokağa
bakıyor.
Şatile mülteci
kampına ilk kez geçen yaz gitmiştim. O günden bu yana, orada karşılaştığım bazı çocuklarla elektronik posta bağlantımı sürdürdüm. Onları görmek için bir kaç günlüğüne geri geldim; bu
arada onlar beni El Nakba’ya, 1948’in felaketine tanık olmuş olan bazı yaşlılarla buluşturmaya karar vermişler.
Safad’ın düşüşünden
kısa bir süre sonra
Siyonist kuvvetler Ekim 1948’de Safsaf’a saldırdıklarında Ebu İsmail 12, Um İsmail
ise 21 yaşındaydı. Velid Halidi’nin All That Remains (=“Geriye Kalanlar”) adlı
kitabına göre Arap Kurtuluş Ordusunun* karargahı olan
Safsaf, Hagana’nın “Hiram” operasyonu sırasında
ele geçirilen ilk köydü.
Köyde, Ebu İsmail’in ayrıntılarını berrak bir biçimde anımsadığı bir dizi
katliam yaşandı: “29 Ekim günü
öğleden sonra iki uçak geldi ve köye bomba attı. Bu bombalar tahıl silolarını ve değirmeni
tahrip etti. Dolayısıyla, İsrail’in bize saldıracağını biliyorduk.”
Köyün iyice tahkim edilmiş olmasına rağmen sonunda Arap Kurtuluş Ordusu çekildi
ve köylüleri kendi
haline terketti. Silah üstünlüğüne sahip
olan Siyonistler, çevresini kuşatmış oldukları köyü ele geçirdiler. Çatışmada bir çok
köylü ölürken bazıları da yakındaki
Ciş köyüne ya da Lübnan’a kaçtılar. Geride kalanlar, Ebu İsmail’in anımsadığına göre “kendimizi savunabilecek durumda olmadığımız için teslim olmak niyetiyle” bir kaç ambara toplandılar.
“Yahudiler binaya yaklaştılar. Kimse yerinden kıpırdamadı. ‘Çıkın dışarı, çıkın dışarı!’ diye bağırdılar ve bütün erkekleri götürdüler. Kapıyı üzerimize kapadılar. Daha sonra silah sesleri duyduk. Bir süre sonra kapıyı açtık ve dışarı
çıktık. Belki elli metre boyunca yerdeki adamları
gördük. Hepsi de ölü. Onları bir duvarın önüne dizmiş ve makinalı
tüfeklerle vurmuşlardı.” Yahudi kuvvetleri köyün
kaynak suyunun kurumuş yalağını toplu mezar olarak kullandılar. Geride
kalan köylüler bunu bir kaç
gün sonra, İngilizlerin gerçekleştirmiş
olduğu ıslah çalışması sayesinde borularla yeraltından
doğrudan köyün içine gelen -ki
Yahudilerin bundan haberi yoktu- suyun tadı bozulduğunda anladılar.
Ebu İsmail, Um İsmail ve sağ kalan diğer bir kaç kişi bu katliamda öldürülen ve aralarında
Ebu İsmail’in babası ve -Um İsmail’in ilk başta
evlendiği- ağabeyinin de bulunduğu 54 kişinin listesini çıkarmışlardı.
Ebu İsmail’in
anlattığına göre, herhalde bir kaç
gün sonra Yahudi kuvvetleri, köyde kalan kadınlara ve çocuklara,
köyde kendilerinin imha etmek istediği
patlayıcı maddeler bulunduğunu, bu yüzden buradan ayrılmaları
ve komşu bir bölgeye
gitmeleri gerektiğini söylediler.
“O sırada
köyde bir kadın, kocasını bir yorganın altında saklıyordu. Adamın görülmemesi için kadınlar
onun üstünde ve çevresinde
oturuyorlardı. Herkes dışarı çıkmaya zorlandığında adam keşfedildi. Adamı aldılar; o zaman karısı
çığlıklar atmaya başladı. Kadının ayaklarına
doğru kurşun sıktılar ve adamı,
karargahlarının bulunduğu Ciş’e götürdüler.” Ebu İsmail’in
anlattığına göre, adamı orada sorgulayan
Yahudi komutan onun Safsaf’tan olduğunu öğrenince şöyle dedi: “Ben senin köyünü biliyorum.
Ben küçükken, babam Mordehay’la
birlikte sizin köye süt almaya gelirdik.”
Ebu İsmail’in adını, Safad’lı Yahudi Mordehay’ın
oğlu Manu olarak anımsadığı komutan adamı, “Köyde kalın ve Lübnan’a
gitmeyin. Biz sizinle ilgileneceğiz; ben de bir kaç saat sonra köye
geleceğim” mesajıyla Safsaf’a geri yolladı.
Ebu İsmail Yahudi komutanın geri geldiğini
ve kendilerine yiyecek getirdiğini söyledi; ancak geride katliamlardan dehşete düşmüş ve sarsılmış olan ve kendi başlarının
çaresine bakamayacak durumda olan kadın ve çocuklardan başka kimse kalmamıştı.
Başlarına daha da kötüsünün geleceğinden korkan bu insanlar, ya gece karanlığından yararlanarak geri gelen erkeklerle birlikte ya da sağ kalan erkeklerin geri dönmekten korktukları durumlarda kendi başlarına Lübnan’a gitmek üzere
köyden ayrıldılar.
Ebu İsmail
Safsaf’ın her santimetresini anımsıyor. O konuşurken, dedesinin anılarından
yararlanarak köydeki tüm evleri içeren bir harita çizmiş
olan torunu, bazı ayrıntıları tamamlıyor. Eski İsrail Başbakanı Ehud Barak’ın
bir kaç bin
Filistinlinin Filistin’deki evlerine geri dönmelerine izin verilmesine ilişkin önerisinden söz açıldığında Ebu İsmail dudak büküyor:
“Onların geri dönme hakkı konusunda söyledikleri ciddi değil.
Belki benim ve karımın geri dönmesine izin verebilirler;
ama çocuklarıma ve torunlarıma
izin vermezler.”
Pek çok kez tahrip edilmiş, yeniden inşa
edilmiş ve yeniden düzenlenmiş olan Şatila’dan farklı olarak yakındaki
Burj El Barajne kampının sakinleri hala köy kökenlerine göre gruplaşmışlar. Adını, Akka yakınlarındaki küçük bir köyden
alan “Şeyh Davut” sokağında
Um Vahit’le karşılaşıyoruz.
Um Vahid kızına,
dolunay anlamına gelen Bedir adını vermişti. Bunun
nedeni, köyün bütün sakinlerinin Yaraka adlı
komşu köye gitmelerinden sonra döndüğü Şeyh Davut’ta kızını 1948’de tek başına
doğururken gökyüzünde dolunay görmüş
olmasıydı. Ailesi daha sonra kendisini götürmek
için geri gelmiş ve Siyonistlerin ilerlemesi üzerine köyden köye giderek en sonunda Lübnan’a gelmişlerdi.
Bütün bunlara nasıl dayandığını sorduğumda Um Vahit şöyle dedi: “Ben güçlüyüm,
çok güçlüyüm.” 1980’lerin ortalarında, Burj El Barajne’nin Emel** milisleri tarafından kuşatıldığı “kamplar savaşı” sırasında Um Vahit direniş
savaşçılarına cephane taşınmasına yardım etti ve kampın diğer sakinleriyle
paylaşmak üzere evinde ekmek pişirdi.
Um Vahit’in evi, titizce bakımlı tutulan ve aynı zamanda temel
gereksinim
maddeleri, alkolsüz içki ve yoldan geçenleri
çekebilmek için kapının bitişiğinde homurdanıp duran bir
elektrikli makinayla hazırladığı meyva
suyu sattığı tabanı betondan bir odadan
ibaret.
O bize Filistin’den nasıl
ayrıldığını anlatıyor. Söze önce sakin bir şarkıyla
başlıyor: ‘Tarakna el buvab mfattaha’ (‘Kapıları
açık bıraktık’). Bu, kamptaki çocuklara
Filistin’in tarihini aktarabilmek için
sözlerini kendisinin yazdığı bir şarkı. Um Vahit, köylülerin
köyü terk etmek istemediğini anımsıyor. “Üç
kez kadınlar ve çocuklar
Mecd El Kurum’a -Um Vahit’in Lübnan’a
kaçmadan önce kaldığı son köy- geri döndüler. Ve üç seferinde de Arap Kurtuluş Ordusu köyün
düşmesine seyirci kaldı.”
“Lübnan’a
geldiğimizde sahilde barınmak zorunda kaldık. Her şey ıslak
ve kışın hava rüzgarlıydı.
Yazın her şeyin içine kum giriyordu. Fakat dayandık” diye anımsıyor
Um Vahit. “Bir süre sonra bize silah dağıttılar ve
gerilla operasyonlarına başlayacağımızı söylediler; ama bundan da bir şey çıkmadı. O kadar insanımız
boş yere öldü ki. Şimdi insanlar Filistin’de
de ölüyorlar, ama onlar anayurtlarındalar.
Evlerini başlarına yıkmıyorlar mı? Bırakın
yıksınlar, nasıl olsa toprak yerinde
kalacak. Eğer bizim Filistin’e dönmemize
izin verirlerse, biz de oradakiler gibi çıplak
toprağın üzerinde yaşarız. Onlarla birlikte
direniriz. Eğer ölürsek Allah yardımcımız
olsun. Yaşadığımız sürece direneceğiz. Korunmak için başımızın üzerine çarşaf çekeceğiz. Gelsinler, çarşafları yaksınlar ve bizi dövsünler.
Toprak yerinde kalacak nasıl olsa.”
Daha sonra Um
Vahit’le birlikte onun, sokağın biraz aşağısında
oturan oğlunun evine
gidiyoruz. Orada aile üyeleriyle birlikte
May Masri’nin, son iki yılda Şatila mülteci kampının çocuklarıyla işgal
altındaki Deyşeyh mülteci kampının çocukları arasında gelişen dostluğu belgeleyen yeni filmi ‘Korku ve Umut Düşleri’ni izliyoruz. Filmde gözüken kişilerin bir çoğu,
Um Vahit, 14 yaşındaki Mahmut, 15 yaşındaki İsmail ve 13 yaşındaki
Sefa filmi bizimle birlikte izliyorlar.
Sahnede çocukların
ilk ve İsrail’in Mayıs 2000’de Güney Lübnan’dan çekilmesinin ardından ikinci, aynı zamanda sonuncu karşılaşması
göründüğünde herkesin gözleri doluyor. Üçüncü sefer geri
gittiklerinde çocuklar, insan teninin
birbiriyle buluşmasına ve kucaklaşmalara
izin vermeyen istihkamlarla, kahkaha, gözyaşı,
anı ve armağan alışverişini engelleyen dikenli tellerle karşılaşıyorlar. Fakat Filistinlilerin önlerine çıkan sınırların hiçbiri, onları
ayıran fiziksel sınırlar, onların yurttaşlık
haklarını, doğru dürüst bir eğitim alma ve çalışma olanaklarını ve
hepsinden önemlisi onların ülkelerine ve
evlerine geri dönme hakkını engelleyen
yasal ve toplumsal sınırlar, hiçbiri onların dostluklarını sürdürmesini
önleyemiyor...
*Arap Kurtuluş
Ordusu: Değişik Arap ülkelerinden gelerek 1947-48 yıllarında
Filistinlilerle birlikte
Siyonistlere karşı
savaşan Arap gönüllülerin oluşturduğu düzensiz
askeri birlikler. (G. A.)
**Emel: Lübnan’lı
Şii lider İmam Musa Sadr tarafından kurulan
Yoksunlar Hareketi’nin Ocak 1975’te oluşturulan ve Nebih Berri tarafından yönetilen askeri kanadı.
(G. A.)
İsrailliler Ölü Filistinlilerle
Poz Veriyor
Inigo
Gilmore, The Telegraph, 15 Ekim 2001
İsrail ordusu, askerlerinin, ölü ve bazı
durumlarda da bedenleri parçalanmış Filistinlilerin yanında poz
vererek çektirdikleri “hatıra” fotoğraflarını dağıttıkları yolundaki haberleri araştırıyor.
Bu açıklama, militan İslami HAMAS grubunun bir üyesinin
Batı Yakası kenti Kalkiliye’deki -Filistin güvenlik
kaynaklarına göre İsrail tarafından- evinde
vurularak öldürülmesinin ardından geldi.
Filistin güvenlik
kaynakları, başında kurşun yaraları bulunan
35 yaşındaki Abdülrahman Hamit’in evinin
balkonunda dururken İsrail kuvvetleri
tarafından öldürüldüğünü söylediler.
Filistin kaynaklarına
göndermede bulunan İsrail Radyosu Bay Hamit’in HAMAS’ın askeri kanadının
üyesi olduğunu ve İsrail keskin nişancıları tarafından vurularak
öldürülmüş olabileceğini söyledi.
Gene hafta sonunda İsrail,
Filistin bölgelerine karşı bir yıldır uyguladığı ablukayı gevşeteceğini söyledi. Washington, teröre karşı savaşında Müslümanların ve Arapların desteğini elde
etmek için her iki tarafa da aralarındaki
çatışmayı sona erdirmeleri için baskı yapıyor.
İsrail yetkilileri, ablukayı kaldırmaya başlama kararıyla binlerce Filistinli işçinin çalışmak üzere İsrail’e geçmelerine izin verilecek olmasını, Batı Şeria ve
Gazze’de yer yer silahlı çatışmalar yaşansa da şiddet düzeyindeki “azalmaya”
bağlıyorlar.
IDF, İsrail askerlerinin (ölü ve yaralı- G. A.) Filistinlilerin fotoğraflarını çektiklerine ilişkin haberleri soruşturmakta olduğunu söyledikten sonra, bu tür “olayların” yaygın olabileceği yolundaki görüşleri reddetti
Açıklamada, “IDF, bazı askerlerin
inisiyatifleri sonucu meydana gelen bir kaç olay dışında bir şey
duymuş değil. IDF askerlerini ve komutanlarını IDF ruhuyla ve insan onuruyla bağdaşır bir tarzda eğitmektedir. Böyle bir davranış
biçimi kabul edilemez ve bu sorun ceza ve eğitim
yoluyla çözülecektir” dendi.
Sözkonusu olayların bu ay bir grup İsrail askerinin
tarafından açığa vurulması, Filistin ayaklanması
ikinci yılına girerken genç
acemi askerlerin rutin olarak yüzyüze
bulundukları şiddete alıştıkları yolundaki korkuların
artmasına neden oldu.
Bu asker grubu, Kudüs’te
yayımlanan bir haftalık gazeteye verdiği demeçte, kendilerinin
ve asker arkadaşlarının askeri operasyonlara
giderken yanlarına genellikle cep fotoğraf
makinaları aldıklarını ve Filistinlilerin
cesetlerinin yanında poz verdiklerini söyledi.
Bu, askerlerin öldürdükleri
düşmanların fotoğraflarını çekmelerinin ilk örneği
değil. ABD askerleri Vietnam savaşı sırasında
öldürdükleri düşman askerlerinin
cesetlerinin fotoğrafını çekiyorlardı. İsrail askerleri, çekilen fotoğrafların çoğunun askeri birliklerde yaygın biçimde dağıtıldığını ve böylesi resimlerde görünmenin
bir törende “onur madalyası”
alma gibi algılandığını söylediler.
Gazze Şeridi’nde
görev yapan Golani tugayına bağlı bir birlik, kendi inisiyatifiyle askerlerle ilgili öykülerden
oluşan bir kitap bastırdı. Kitabın ön
kapağında, 5 ay önce bir Yahudi yerleşim birimine sızdıktan
sonra öldürülen bir Filistinlinin cesedi görülüyordu. Başlıkta ise şunlar yazılıydı: “B Bölüğüyle
uğraşanların sonu böyle olur.”
Gazze Şeridi’nde
geçen bir başka olayda, askerler bir yerleşim birimine sızdıktan
sonra öldürülen bir Filistinlinin cesedinin fotoğrafını çekmişlerdi. Otopsi incelemesinde Filistinli’nin bedenine öldükten sonra yakın mesafeden yeniden ateş
edildiği ortaya çıktı.
Bir zırhlı birlikte asker olan 20 yaşındaki Yoram, ölü
Filistinlilerin yanında poz veren askerlere ait 40 ila 50 fotoğraf gördüğünü söyledikten sonra sözlerini şöyle sürdürdü:
”İçinde, botlarıyla
ölülere basarken çocuklar gibi gülümseyen ve yaptıklarından
gerçekten zevk alan askerlerin bulunduğu korkunç
bir fotoğrafı anımsıyorum.”
2002: 2’ler Yılı
Sam Bahur, 27 Aralık
2001
“Biz Filistinliler İsrail
Devletinin kuruluşunun, bütün taraflara zarar veren ağır bir siyasal
hata olduğuna inanıyoruz [...] Fakat bu,
sadece bir hata değil, aynı zamanda
bir suçtu. Filistinlilerin doğal,
temel ve vazgeçilemez haklarına karşı
işlenmiş bir suç.” (Sait Hamami’nin “A Palestinian Strategy for Peaceful Coexistence: On
the Future of Palestine/ Filistin Barış İçinde Birarada Yaşama Stratejisi:
Filistin’in Geleceği Üzerine” adlı yazısından, Uri Davis’in 1975’te yayımlanan Israel:
Apartheid State/ İsrail: Bir Apartheid Devleti adlı
kitabına aktarılan alıntı)
Filistin halkının
kollektif belleği, Filistin’in, 1948’de İsrail Devletinin
kurulmasıyla ayaklar altına
alınmış, ya da isterseniz ırzına geçilmiş
olduğu olgusuyla berelenmiş durumdadır. Son 16 ayın kandökümü bu canlı
kollektif belleğe eklenmiş yeni bir bölüm, İsrail devletinin
kuruluşuyla, hatta daha da önce
1896’da, siyasal Siyonizmin kurucusu Theodor
Herzl’in, Yahudi Devleti adlı broşürü yayımlamasıyla başlayan ‘felaket’ten çok daha beter bir
felakettir.
Modern İsrail
devletinin ideolojik temelini atan etkileyici broşüründe
Herzl, Filistin’de ya da Arjantin’de (bu hedef
listeye daha sonra Uganda da eklendi) bir Yahudi ulusunun kurulmasını
önermişti.
“Bize verileni alacağız...” biçimindeki dobra söylemi,
Herzl’in İsrail devleti öngörüsünün çıkış noktasına örnek oluşturur.
BM’in Yahudi halkına,
Genel Kurul kararıyla, yani 29 Kasım 1947 tarihli 181 sayılı
kararla Filistin’in bir parçasını vermesi, İsrail devletine yer açmak
için yurtlarından kovulan Filistin halkı
için bir talihsizlik olmuştur. 181 sayılı karar açık bir biçimde, İngiltere mandası altındaki Filistin’de biri Yahudi, diğeri Arap
olmak üzere iki devletin kurulmasını
öngörüyordu. Bu kararın, bağlayıcı olmayan bir Genel Kurul kararı olması ilginçtir; tıpkı geçen hafta oybirliğiyle alınan ve İsrail’e,
kuvvetlerini kayıtsız koşulsuz çekmesi
çağrısı yapan karar gibi.
İsrail 1949’da BM’e üye olarak kabul edildiğinde,
bu örgütün kendisine
açık seçik bir biçimde
koyduğu önkoşulu, yani 181 sayılı
kararın uygulanmasını kabul etti. Dahası,
BM’in, 11 Aralık 1948 tarihli 194 sayılı ikinci kararı
da, İsrail’in BM’e üyeliğinin
onanmasının önkoşulu olması öngörülmüş ve bu koşul
da İsrail tarafından kabul edilmişti. 194 sayılı karar, İsrail’in kuruluşu sırasında mülteci haline sokulan Filistinlilerin geri dönüşlerini ve kendilerine tazminat ödenmesini öngörmektedir.
Zaman ilerlemiş
ve her geçen yılla birlikte BM’in çatışmaları çözme yetisi
giderek daha fazla zayıflamıştır. Oslo barış
görüşmelerinin referans noktası, BM Güvenlik Konseyi’nin yasal
olarak bağlayıcı 22 Kasım 1967 tarih ve 242 sayılı kararıydı. 181 sayılı
karar hemen bir yana atılmış, onun ancak kısmen uygulanmış olduğu dünya toplumu tarafından dikkate bile alınmamıştır.
Onun yerine, “İsrail silahlı kuvvetlerinin son çatışmada işgal edilen
topraklardan” yani Batı Yakası, Gazze Şeridi
ve Doğu Kudüs’ten çekilmesini öngören 242 sayılı karar geçirilmiş,
yani kum üzerine yeni bir hat çizilmiştir.
İsrail bugüne kadar, BM’in 181, 194, 242 sayılı kararlarının yanısıra, geçen hafta alınan ve İsrail’i
işgal altındaki topraklarda 28 Eylül 2000’de başlayan şiddet dalgasından bu yana aldığı
tüm önlemleri iptal etmeye çağıran son kararı da içinde olmak üzere daha pek çok
kararını uygulamayı reddetmeyi sürdürmektedir.
ABD’nin körükörüne
desteklediği İsrail’in 181 ve 194 adlı
orijinal hedefleri yerinden oynatmasına ve BM’e üye olabilmek için
kabul ettiği orijinal yükümlülüklerini
yadsımasına neden izin verildiği sorusu akıllardan hiç çıkmayacaktır.
Aynı biçimde, şimdi de Oslo anlaşmasının beklenmedik
sonuçlarının Filistinliler için
üçüncü bir felakete (1948, 1967, 2000) yol açtığı
düşünüldüğünde, onların sonal bir çözümün
temeli olarak 242 adlı bu yeni
hedefi kabul
etmeleri, Filistinlilerin vazgeçilemez hakları uğruna verdikleri savaşımın bu dönemi
üzerinde silinmez bir utanç lekesi bırakacaktır.
Dünya, Ortadoğu’nun kendi kendini yokediş doğrultusundaki bu ilerleyişini duyarsız gözlerle izlerken,
Londra’daki FKÖ temsilcisi Sait
Hamami’nin 1978’de öldürülmesinden önce söylediklerini anımsıyorum.* O, 1975’te barış içinde birarada yaşamanın
ve sorunun barışçı yolla çözümünün gereğinden sözederken bunu çok iyi bir tarzda dile getirmişti.
Hamami şöyle diyordu:
“Bütün bunlar zaman alacak ve yeniyetme Filistin devletinin ayakları
üzerinde durabilmesi için etkili bir güvenlik sisteminin
sağlanmasına bağlı olacaktır. Bu, gerçek
bir sorundur. Geçmişte sürekli olarak İsrail’in güvenlik gereksinimlerinden
sözedildi; ama biz
Filistinliler ve İsrail’e komşu diğer Araplar bakımından
sorunun bu tarzda konması ayakkabının yanlış
ayağa geçirilmesini andırmaktadır. Son 27 [şimdi
54] yılın deneyimine
dayanarak, İsrail’in Araplardan korunmasından
ziyade, bizim İsrail’den korunmamıza gereksinim olduğunu söyleyebiliriz. Batı kamuoyunun buna inanmakta güçlük çekeceğini biliyorum; ancak işin gerçeği [...] geçmişte
sınırlarında istikrarsızlık olması, zaman
zaman yeni savaşlar ve yeni genişleme
olanakları için gerekçeler bulmak isteyen İsrail
liderlerinin işine gelmiştir. Eğer sınırlı bir anlaşmanın ayakta durabilmesi
ve iki halkın birarada barış
ve karşılıklı hoşgörü içinde yaşamayı
öğrenmesi için gerekli zamanın kazanılması isteniyorsa, bunun birinci önkoşulu bir
Ben-Gurion ya da bir Moşe Dayan ya da bir Arik
[Ariel] Şaron’un gelecekte barışın,
İsrail Siyonizmi için dezavantaj oluşturduğu kanısına varması halinde anlaşmayı sabote etmek için
yeni bir bunalım ve yeni bir çatışma yaratmak amacıyla
dolaplar çevirmesine karşı dörtbaşı mamur güvenceler sağlanmasıdır. Bir anlaşmaya
varılması halinde, esas risk işte bu olacaktır.”
Pek çok insan tarihin kendisini yinelediğine inanıyor. Bizim durumumuzda ise tarih bir parmak boyu bile ilerlememiştir.
İsrail, Batı Yakası, Gazze Şeridi ve Doğu Kudüs’teki yasadışı askeri işgalini
tek yanlı ve koşulsuz
olarak sona erdirmek suretiyle hem kendisinin, hem
de bizim çekmekte olduğumuz acıları sona erdirebileceği
gibi uluslar topluluğunun bir üyesi olarak orijinal yükümlülüklerini
de yerine getirebilir.
Yerinde bir rakam
olan 2002 yılı, iki halk ve iki
devletin yanyana uyum içinde yaşaması için son şans
olabilir.
Yazar, Batı
Yakası’nın kuşatma altındaki Filistin kenti El-Bire’de yaşayan ABD yurttaşı bir
Filistinlidir.
*Sait Hamami Ocak
1978’de, -İsrail, Irak ve Suriye istihbarat örgütleriyle ilişkisi olduğu sanılan-
Ebu Nidal’ın “Fatah Devrimci Konseyi” adını taşıyan terörist örgütü tarafından
öldürüldü. (G. A.)
İsrail, Filistinli Çocukları Öldürüp Organlarını Transplantasyon Amacıyla Çalıyor
Teheran Times.com
9 Ocak 2002
El-HALİL (IRNA) – Siyonist devlet, Ebu Kebir’deki İsrail adli tıp enstitüsündeki doktorların, İsrail ordusunun yaklaşık on gün önce
öldürdüğü onlu yaşlardaki üç Filistinli çocuğun yaşamsal organlarını çıkardığını örtük bir biçimde kabul etti.
Siyonist Sağlık
Bakanı Nesim Dahan, Salı günü Siyonist parlamento ‘Knesset’in Arap üyesi Ahmet Teybi’nin bir sorusuna verdiği yanıtta, İsrail kuvvetlerinin öldürdüğü Filistinli
gençlerin ve çocukların
organlarının transplantasyon ya da bilimsel araştırma
amacıyla alındığını yadsıyamayacağını söyledi.
O, “Böyle bir şeyin (organların çıkarılmasının) olmadığını kesinkes söyleyemem” dedi.
Teybi, adli tıp
enstitüsündeki doktorların, İsrail ordusunun
Gazze ve Batı Yakasında öldürdüğü çocukların kalp, böbrek ve karaciğer gibi yaşamsal organlarını çıkardıklarını gösteren inandırıcı
kanıtlar elde ettiğini söylemişti.
İsrail yetkilileri Filistinli şehitlerin cenazelerini
kural olarak, herhangi bir açıklama yapmaksızın birkaç gün bekletiyorlar.
30 Aralık’ta
İsrail ordusu, Han Yunus yakınlarında,
yaşları 14-15 civarında üç Filistinli oğlan çocuğunu belirsiz koşullar
altında öldürdü.
Filistin kaynakları,
İsrail askerlerini üç silahsız oğlan çocuğunu
soğukkanlılıkla öldürmekle suçlarken, İsrail ordusu
olay konusunda çelişmeli açıklamalar yaptı.
Üç oğlan çocuğunun cenazeleri gömülmek üzere Filistinlilere
6 Ocak’ta teslim edildi.
Ancak, gömülmelerinden
kısa bir süre önce cenazeleri inceleyen Filistinli tıp yetkilileri,
öldürülen çocukların cesetlerindeki bellibaşlı
yaşamsal organların eksik olduğunu
ortaya çıkardılar.
İsrail medyası olayı
hemen hemen bütünüyle gözardı etti.
Susku Komplosu:
Neden İngiltere ve Avrupa Birliği
İsrail’in Filistinli Sivillere
Saldırısı Karşısında Sessiz Kalıyorlar
Kadir Şkirat,
LAW (Filistin İnsan Haklarının ve Çevrenin Korunması Derneği) Başkanı , The Guardian, 15 Mart 2002
Halihazırda Batı
Yakası ve Gazze Şeridi’ndeki Filistinliler İsrail’in dev
boyutlu bir askeri saldırısıyla yüzyüzeler. Biz, büyük bir askeri güçle
karşı karşıya olan, esas itibariyle silahsız ve savunmasız bir halkız.
İsrail’in, kentlerde, köylerde ve mülteci kamplarında gerçekleştirdiği insan hakları ihlalleri gerek kapsamı
ve gerekse vahşet düzeyi bakımından soluk kesici; ne var ki, kendilerini uluslararası topluluk diye adlandıran devletler,
bizi İsrail ordusunun acımasına
terk etmiş bulunuyorlar.
İsrail’in, Nablus’taki Balata mülteci kampına 28 Şubat’ta
başlattığı saldırı, kesin bir dönüm
noktasına işaret ediyor. Bu saldırıyı
izleyen tırmanma şimdi, Tulkarim, Nablus, Cenin, Beytüllahim, Beyt Cela, Ramallah, Kalkiliye, Hebron ve Gazze Şeridi de içinde olmak üzere
işgal altındaki toprakların her tarafına
yayılmıştır. Dahası bu saldırı,
geçen hafta, “Filistinlilere vurmalı,
onların canını iyice yakmalıyız; onlara kayıp verdirmeliyiz ki, ağır
bir bedel ödediklerini anlasınlar” diyen İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un
retoriğinin düzeyini yükselttiği bir döneme denk geliyor.
İsrail, sivillerin yaşadığı bölgelere yaptığı bu saldırıları, “teröristler”in kökünü kazımak ve “teröristlerin üsleri”ni yoketmek için
gerçekleştirilmesi gerekli eylemler
gibi göstererek meşrulaştırmaya çalışıyor. Ama İsrail’in
eylemlerinin kapsamı, herhangi bir varsayılan öz savunma iddiasının
çok ötesine taşmaktadır. Tersine İsrail’in
eylemleri, insan hakları ve insani yasalara aykırı olarak tüm
Filistin sivil nüfusunu cezalandırmayı
amaçlar gözükmektedir. Bu eylemlerde, asla varsayılan
ya da gerçek tehditlerle
orantılı olmayan bir güç kullanılmakta, sivil nüfusun kalabalık olarak yaşadığı
bölgelere ağır silahlarla yoğun ateş açılmaktadır.
İsrail kuvvetlerinin sivil ve askeri hedefler arasında
ayrım gözetmemesinden ötürü çok sayıda sivil ölmüş
ve yaralanmıştır: sadece 28 Şubat’tan 10 Mart’a
kadar geçen sürede 113’den fazla
Filistinli öldürülmüş ve 368 Filistinli de
yaralanmıştır.
Bu öldürülen ve yaralanan Filistinlilerin ezici çoğunluğu Filistin Otoritesinin polis ve güvenlik güçleri içinde yer almamaktadırlar. Kendilerini
özel koruma altına alan uluslararası yasaya aykırı
olarak, çocuklar, kadınlar ve mülteciler ayrımsız bir biçimde
saldırıya hedef olmuşlardır. İnsan hakları
gözlemcilerinin özellikle çarpıcı bulduğu bir
uygulama da geçtiğimiz hafta yaşları
14 ile 50 arasındaki Filistinli erkeklerin kitlesel bir tarzda gözaltına alınması
olmuştur. 28 Şubat’tan bu yana, içlerinde çocukların da bulunduğu
2,200 kişi keyfi
olarak gözaltına alınmış ve kendi bölgelerinin
dışındaki kamplarda alıkonmuşlardır. Bu gözaltına alma ve
tutuklamalarda, gözleri gözbağıyla örtme, tümüyle soyarak arama, gözaltına alınanların kollarını numaralama gibi insanlıkdışı ve aşağılayıcı
metotlar rutin olarak kullanılmaktadır.
Evler, işyerleri,
hastaneler, klinikler, ambülanslar, okul ve üniversiteler, kiliseler
ve camiler de içinde olmak üzere sivil mülklerimize ve su şebekesi
ve elektrik hatlarına yönelik geniş ölçekli tahribat, yakın dönemde ancak
Balkanlar’da rastlanmış olan düzeye
ulaşmıştır. Yaşananlar herkesin gözleri
önünde
olmasına rağmen
İsrail, insani yardım kuruluşlarına
saldırmakta ve sivillerin tıbbi malzeme ve bakıma erişimini engellemekte
kendisini özgür duyumsamaktadır. Geçen Cuma gününden
bu yana, Batı Yakası’nda, -özel izinleri olmadığı takdirde- ambülanslar
da içinde olmak üzere
Filistinlilere ait taşıt araçlarının trafiği
fiilen yasaklanmış bulunuyor. Bu yasağa uymayan araçlara
görüldükleri yerde ateş edilmektedir. Bu uygulama, Eylül 2000’den
bu yana yürürlükte olan ve işe,
eğitime, yiyeceğe, suya ve sağlık
hizmetlerine erişimi olanaksız kılmasa da son derece güç hale getiren -içlerinde
yüzlerce kontrol noktası, başında nöbetçi beklemeyen toprak engeller ve hendekler de bulunan- kısıtlamaları
daha da sıkılaştırmaktadır. 28 Şubat’tan bu yana sağlık
görevlilerine, ambülanslara, hastanelere ve sahra
kliniklerine yönelik saldırılarda ürkütücü bir artış
meydana gelmiş, en az 6 sağlık görevlisi öldürülmüş, 12 sağlık görevlisi yaralanmış ve 5 ambülans
tahrip edilmiştir.
Bu eylemler, yasal bakımdan
İsrail için de bağlayıcı olan 1949 tarihli ve Dördüncü Cenevre
Konvansiyonunun doğrudan çiğnenmesi anlamına gelmektedir. İsrail’in bir çok
eylemi, “ağır ihlaller”,
bir başka deyişle savaş suçları kategorisine
girmektedir; bunların arasında belgelenmiş cinayet
ve adam öldürme olayları, kasıtlı olarak
“bedene ve sağlığa büyük acı ve ağır
zarar verme” örnekleri ve “askeri gereksinimlerin meşru kılmadığı ve yasadışı ve ölçüsüz bir biçimde gerçekleştirilen büyük ölçekli mal tahribi” bulunmaktadır
İsrail içinde masum sivilleri hedef alan intihar bombalamaları nefret verici eylemlerdir. Ancak, bu eylemler işgal altındaki topraklarda yaşayan sivil halkını
tümünü kollektif cezalandırmaya tabi tutmayı mazur gösteremeyeceği
gibi, Filistin topraklarının yasadışı bir biçimde işgalini sürdürmesi de içinde
olmak üzere, İsrail’in uluslararası hukuku çiğnemesini de haklı
çıkaramaz ve mazur gösteremez.
Şimdi, yumuşatılarak
“nakil” olarak adlandırılan sahici bir tehdidin -başka bir deyişle
Filistin halkının zorla ülkesinden kovulması- İsrail askeri ve
siyasal çevrelerinde açıkça tartışılmasına tanık olmaktayız.
Şimdilerde
çatışmaların tırmandırılması, sivillerin kitle
halinde nakli için bir gerekçe yaratmaya dönük gözüküyor. İsrail’in geçmişte gerçekleştirdiği etnik temizlik hareketleri iyi belgelenmiş eylemlerdir. 1948’de 750,000’den fazla Filistinli zorla kovuldu ya da
katliamlardan kurtulmak için kaçtı. Haziran
1967’deki Altı Gün Savaşı sırasında ve bu savaşın
hemen sonrasında, 380,000 Filistinli topraklarından kovuldu.
Dünyanın, İsrail’in
savaş suçlarından tümüyle haberdar olduğuna,
İsrailli savaş suçlularının cezalandırılmayacaklarından emin olarak davrandığına ve bizim gerçek
bir kitlesel sürgün tehlikesiyle yüzyüze olduğumuza kuşku yok. İsrail’in İntifada döneminde öldürdüğü insanların dörtte birinden fazlasının sayısı 18’in altındadır.
Neden Filistinli sivilleri korumak için etkili bir eyleme girişilmemektedir? Bütün devletler, İsrail’in Dördüncü Cenevre
Konvansiyonuna uymasını sağlama konusunda
açık bir yasal yükümlülük altındadır. Bütün
devletlerin özel olarak savaş suçları işleyenleri aramak, soruşturmak
ve adalete teslim etmekle yükümlü oldukları
tartışma götürmez.
İngiltere’nin kendi kendine deklare ettiği ahlaki dış
politikanın onun, bu yasal yükümlülüklerine uygun bir tarzda davranması gerektiği konusunda bir şüpheye yer bırakmıyor.
Ama İngiltere hükümeti bunu yapacağına, Filistinli sivillere
karşı savaş suçları işlemekte kullanılanları da içinde olmak üzere,
İsrail’e İngiliz yapımı silahların ve silah parçalarının
ihracatını desteklemektedir. Hatta, İngiltere ve onun Avrupa
Birliği içindeki
ortakları İsrail’deki askeri rejime mali
fonlar sağlamakta ve onu güçlendiren
önemli ticari anlaşmaları sürdürmektedirler. Filistinliler, varolmayan “barış süreci”ni bir gerekçe olarak kullanarak İsrail’e
karşı tutum almayı reddeden Avrupa hükümetlerinin sahte saflığı
ve alçaklığından ötürü kızgınlar. AB’nin, yaptırımlar getirme çabaları
da içinde olmak üzere
(örneğin AB-İsrail Birlik Anlaşmasını
feshetmek gibi) İsrail’e karşı daha etkili eyleme geçmesi yolundaki
çabalarını engellediğinde, İngiltere’ye karşı duyulan bu öfkeyi gözlemleyebiliyoruz.
İngiltere’nin, bir yandan Zimbabve’ye karşı yaptırımları koordine ederken, bir yandan da İsrail’e karşı yaptırım
uygulanmasını engellemesini şaşkınlıkla izliyoruz. Karşı karşıya bulunduğumuz, bir susku komplosundan başka bir şey
değil. Bu reddediş, sadece işgal altındaki sivillere
karşı yerine getirilmesi gereken yasal yükümlülüklerin
ayaklar altına alınması anlamına gelmiyor; İsrail’e karşı etkili
bir tutum alınmaması aynı zamanda İsrail’in
gerçekleştirdiği insan hakları
ihlallerinin durdurulmasının barışa vereceği
itilimin ihmali anlamına gelmektedir. Birinci ve ivedi adım, Filistinlileri
koruyacak ve savaş suçlarının işlenmesini durduracak
bağımsız bir uluslararası varlığın derhal bölgede konuşlandırılmasıdır. Bu varlığı kabul etmeye zorlanması
ve işgal altındaki topraklardan tümüyle çekilmesiyle sonuçlanacak barış
görüşmelerine katılması için, İsrail’e yaptırımlar uygulanmalıdır. Şimdi artık,
eksiksiz bir anlaşma İsrail’in, ceza görmeksizin suç işlemesine son
verilmesini de içermelidir: bu ise savaş
suçlularının kovuşturulmasını gerektirmektedir.
Filistinli İntihar
Bombacısının Dünyası
Hale Cabir, London
Times, 24 Mart 2002
Gazze. Geçen Cumartesi akşamı saat tam 8’de Gazze Şeridi’ndeki
karanlık ve tozlu bir yolda beklerken harap bir araba farlarıyla
selektör yaptı. Filistin intihar bombacılarının
dünyasına yapacağım yolculuk başlıyordu.
On dakikalık
inişli çıkışlı bir yolculuktan sonra arabadan indiğimde
sonradan, bu yıl gerçekleştirilen ve 43 kişinin ölümüyle sonuçlanan çok sözü edilen 9 intihar saldırısının sorumluluğunu üstlenen El Aksa Şehitleri Tugayının küçük bir hücresinin
komutanı olduğunu öğreneceğim maskeli bir adam tarafından
karşılandım.
Önümdeki dört günü bu hücreyle birlikte, intihar bombacılarının
seçilim ve eğitim süreçlerini ve onların kafa yapılarını
ve motiflerini anlamaya çalışarak
geçirecektim.
El Aksa Şehitleri
Tugayı gibi grupların saldırıları ve İsrail’in askeri eylemleri son
haftalarda tırmanarak 18 aylık Filistin İntifadasının en yoğun
şiddet döngüsüne yolaçtı.
Batı ve İsrail silahsız sivillere saldıranları
terörist olarak görse de -Başkan George W. Bush’un yönetimi
geçen hafta, El Aksa Şehitleri Tugayı’nı
terörist örgütler listesine alacağını
açıkladı- İslam dünyasında insanların çoğu, özellikle de Filistinliler onların, “zulme” karşı
savaşarak ölme biçimindeki dinsel yükümlülüklerini
yerine getiren şehitler olduğunu ileri sürüyorlar.
Gazze Şeridi’ndeki
binlerce evin çıplak betondan duvarları, Kudüs’ü, Gazze’yi
ve Batı Yakası’nı “kurtarmak” için
İsrail Başbakanı Ariel Şaron’a
karşı savaşırken ölenlere adanmış yazı ve
resimlerle kaplanmış.
Ben, El Aksa şehitleri
olmak için seçilmiş bulunan ve kör terör eylemleri
gerçekleştirmek için kötüye kullanılan yoksul genç
militanlar prototipine uymadığını
keşfedeceğim iki kişiyle karşılaşmak üzereydim. Fakat önce, kendisini bana Ebu
Fatah olarak tanıtmış bulunan komutan,
arabadayken benden bir gözbağı bağlamamı ve ön
ve arka koltuklar arasındaki boşluğa
uzanmamı nazikçe rica etti. Ona göre,
güvenlik çok önemliydi.
Yirmi dakika sonra
Mersedesimiz durdu ve bir el benim bir merdivenden aşağı bir kaç basamak inmeme yardım
etti. Gözbağımı çıkardığımda kendimi yastıklarla ve özensizce
kaplanmış sünger yataklarla dolu bir
odada buldum. Duvarları Kudüs’teki El Aksa
camisinin resimleri süslüyor ve ağır,
çiçekli perdeler dışardan içerinin görünmesini
önlüyordu.
İlk başta, Lübnanlı ve Müslüman olduğumu ve
Hizbullah adlı militan grubu konu
alan bir kitabın yazarı olduğumu saptayan
bir sorgulamadan geçirildim. Sabahın erken
saatlerinde bulunduğumuz yere bir kaç
savaşçı geldi. Hepsi de maskeli, askeri kıyafetli
ve kalaşnikoflarla ve elbombalarıyla donatılmış olan bu savaşçılar
tek tek yürüyerek karanlıktan içeriye
süzüldüler.
Onlar, gölgeleri
odanın dört yanına düşüren büyük gaz lambasının
çevresine oturdular. Uzakta İsrail uçaklarının geceyi delen gürültüleri duyuluyor,
bunu makinalı tüfek ateşi ve ev yapımı
bombaların çıkardığı sesler izliyordu. Çok
geçmeden anlayacağım gibi, bu her gece yaşanan
sıradan bir olaydı. Grubun güvenini kazandığım için, bir kaç
gün ya da hafta sonra gerçekleştirilebilecek
bir intihar eylemine hazırlanan 27 yaşındaki sanat fakültesi
mezunu Yunus’la tanıştırıldım. Kimliğini gizlemek için yüzünü kefiyeyle
örtmüş olan Yunus önce Mikelanjelo’nun, da Vinci’nin ve Picasso’nun tablolarından bahsettikten sonra aniden konuyu değiştirdi ve eş düzeyde bir tutkuyla şehit
olma dürtüsünü anlattı.
“Biz eğitimli
savaşçılarız,” dedi. “Biz terörist değiliz ve dünya, bizim eylemlerimizin
saf ya da tasarlanarak işlenmiş cinayetler
olmadığını anlamalı” diyerek sürdürdü
sözlerini.
O, Filistin halkının
bağımsız bir devlet kurma çabalarında Arap ülkelerinin, ABD’nin ve Avrupa’nın
yardımını beklediğini, ama bu beklentilerin
boşa çıktığını söyledi.
“Sonunda Kuran’da Allahımı
aradım ve onun, hedef olduğum zulmü nasıl sona erdirmem gerektiğini söyleyen ayetler
ve buyruklarla dolu olduğunu keşfettim,” diye
devam etti gözleri parlayarak. “Son
zamanlarda, zaferin (Tony) Blair ya da Bush tarafından değil, ancak Allah tarafından bağışlanacağını öğrendim. Benim hedefim, ülkemi kurtarmak
ve korku üçgenini İsrail’e taşımak.”
O, vurgulu jestlerle
yaptığı konuşmasında, yakında gerçekleştireceği eyleminin ürpertici gerekçesini şöyle açıklıyordu:
“İsrail benim onuruma saldırdı, annelerimize
ve babalarımıza acı çektirdi. Ben de, İsrailli
anneler hükümetlerine bağırmaya ve dünyaya bu çatışmayı sona erdirmek için yalvarmaya başlayana
değin onlara acı çektirmeliyim. Bizim annelerimizin her gün çektiği acının aynısını onlar da yaşayana kadar savaşımı
sürdüreceğim.”
“Beni bir kaç
saniye içinde yokedebilecek
bir tankın önünde duramayacağımı biliyorum;
dolayısıyla kendimi bir silah
olarak kullanacağım. Buna terörizm
diyorlar. Ben bunu öz-savunma olarak adlandırıyorum. Görevimi yerine
getirmeye giriştiğimde iki yükümlülüğümü,
birincisi Allahıma ve ikincisi kendime ve ülkeme karşı yükümlülüklerimi yerine getirmiş olacağım.”
Yunus bir sigara yaktı
ve yaşamın değerli olduğunu söyledi. O, “herkes gibi normal günler ve
geceler geçirmeyi, partilerde, aile toplantılarında
ve sahil pikniklerinde bulunmayı”
yeğlediğini söyledi. “Ama işgal
altında bulunduğumuz sürece bunlardan yoksun kalacağız
ve savaşmaktan başka bir seçeneğimiz yok.”
Görev gününe kadar Yunus bütün dikkatini Kuran’ı
inceleme üzerine yoğunlaştıracak. O, kendisi için seçilen yolu
izlemekten başka bir seçeneği
olmadığından ve hiçbir şeyin kendisini bu yoldan döndüremeyeceğinden emin. Yunus, “Özgürlük kimseye bağışlanmaz.
Tarih, özgürlüğü kazanmak için büyük özveriler yapılması gerektiğine tanıktır” diyor.
“Görevimi yerine getirirken, sadece İsraillileri öldürmekle kalmayacağım. Bu da denklemin bir parçası olmakla
birlikte, öldürme sonal hedef değildir.
Benim eylemim daha ötedeki sorumlu güçlere ve genel olarak dünyaya,
bir insan için en kötü
şeyin özgürlükten yoksun yaşamaya
mahkum edilmek olduğu mesajını verecek.”
Üniversitenin ikinci sınıfında uluslararası hukuk öğrenimi
gören Ebu Fatah da tıpkı Yunus gibi eğitimli bir
insan. O bize, birinci İntifada ve Eylül
2000’de başlayan ikinci İntifada ile doruğuna
çıkan İsrail- Filistin çatışması konusunda bir özet sundu.
Ebu Fatah, İsrail’in
yerleşim birimlerinden, siyasal gözaltılardan,
yüzbinlerce Filistinlinin kendi toprakları içinde ve arasında hareket etmelerini kısıtlamasından
öfkeyle sözetti. O, son İntifada’nın
ilk yılında kendini
frenleyen -ve Filistin lideri Yaser Arafat’ın Fatah örgütünün bir kolu olan- El
Aksa Şehitleri Tugayı’nın, daha
radikal bir İslami grup olan HAMAS’ın
örneğini izleyerek intihar saldırıları
düzenlemeye karar verdiğini belirtti. Örgütün gönüllü bulma
konusunda bir sıkıntısı bulunmuyor.
Adayların seçiminden
bir uzman ekip sorumlu. 18 yaşından küçük olanlar kabul edilmiyor; aynı şekilde çocukları olan evli insanlar ve ailenin geçimini sağlayan tek kişi oldukları için kardeşi olmayanların adaylığı da reddediliyor.
Seçilme şansı en yüksek olanlar, askeri
alanda üstün başarı sergileyenler ve
stresli ortamlarda çelikten bir soğukkanlılık
gösterebilenler. Bu genç insanlardan makul ölçüde dindar olmaları
ve şehitliğin ve cihadın
anlamını bilmeleri bekleniyor. Dahası, onların
İsraillilerin arasında rahatça dolaşmalarına olanak
verecek bir yapı ve görünüme sahip olmaları, hedeflerine vuruş
yapma anını beklerken
Yahudi kippası ve yüzlerinin
yanından aşağı sarkan saç lüleleriyle kendilerini kamufle edebilmeleri gerekiyor.
Komutan adayları
20 günlük bir süre
boyunca dışarda ve evlerinde olağan yaşamlarını sürdürürken izliyor. Eğer değerlendirme olumlu
olursa, onlara seçildiklerini bildiriyor.
Komutanla her bir
aday 20 gün süreli yoğun bir biçimde kendi aralarında dinsel konuları
tartışıyorlar. Şehitlerin cennete ulaşacağına
ilişkin Kuran ayetleri sürekli olarak yineleniyor.
Adaya,
peygamberlerin ve azizlerin huzurunda yaşayacağı talihli yaşam, kendisini karşılayacak
olan hurilerin ya da çekici genç kadınların
akılalmaz güzelliği ve kıyamet
gününde 70 sevdiği insan için şefaatçi olabileceği anımsatılıyor. Dahası, özverisiyle
yurttaşları için ne büyük bir hizmette bulunduğu da anlatılıyor
kendisine.
Komutan, “Tabii ki,
bir intihar eylemcisini kullanmak zorunda kaldığımda çok üzülüyorum. Ben çok duygusal bir insanım
ve bazan onlara veda ederken gözyaşlarımı
tutamıyorum” diyor alçak bir sesle. “Bunlar sıradan insanlar değiller.
Bunlar eğitim görmüş ve normal koşullar altında toplumun gelişmesine
katkıda bulunabilme potansiyeline sahip insanlar. Böyle
bir görevi yerine
getirmeleri gerekmese, birer doktor, avukat ya da öğretmen olabilecek insanlar onlar.”
Bombacının
hazırlıkları tamamlandığında, birimde yer alan bir
başka kişi onu alıyor ve hedefe giden son yolculukta ona eşlik ediyor. Operasyonun ayrıntıları, onun bir
intihar bombacısı mı olacağı yoksa elbombaları
ve silahlarla vurulup öldürülene kadar düşmana mı saldıracağı, kendisine
eylemden hemen önce anlatılıyor.
Hedefe varmasından
10-15 dakika kadar önce, intihar bombacısı, içinde 10 kilo patlayıcı
ve 5 kilo çivi ve metal parçaları
doldurulmuş el yapımı yeleği giyiyor. Ona daha sonra, kendisini tam olarak nerede havaya uçurması
gerektiğine ilişkin son direktifler
veriliyor.
“Bunları ne kadar geç öğrenirse, şehit için o kadar
iyidir; çünkü bu durumda ne hedef hakkında
düşünmek, ne de kararsızlığa düşmek için fazla zamanı olacaktır.” İntihar eylemleri
için potansiyel hedefleri saptamak ise başka
bir birimin işi.
Kendisine, son
zamanlarda masum genç sivillerin kafelerde
ve restoranlarda öldürülmelerinin onaylanıp onaylanamayacağını
sorduğumda Ebu Fatah katılaşıyor. “Sen, evleri mermi yağmuruna tutarken
bir İsrail tankının içindekilerin evde çocuk
olup olmadığını dikkate aldıklarını mı sanıyorsun?” diye patlıyor
öfkeyle. “Savaş her iki taraf için de hoş olmayan sonuçlar
verir.”
İkinci intihar eylemcisi Ahmet hiç sözünü sakınmıyor. Gazze Şeridi’nden olan bu 27 yaşındaki
öğrenci yanında, 1948’de modern İsrail
devleti kurulduğunda Yafa’da oturan büyükannesinin kovulduğu aile evinin tapusunu ve anahtarlarını taşıyor.
Annesiyle birlikte yaşayan
sekiz çocuktan biri olan
Ahmet sessizce konuşuyor: “Benim büyükannem
Filistin halkının tarihini temsil ediyor.”
“O bize Yafa’yı
anlatırdı; oranın üzüm bağlarını ve sahilini. Gözyaşları
içinde bir zamanların Filistini’nin öykülerini anlatan büyükannem
tanımadığımız anayurdumuzu sevmeyi öğretti bize.” Ahmet, büyükannesinin öyküleri aracılığıyla Yafa’ya aşık olduğunu ve bir gün
bu eski yurt toprağını ziyaret etme şansına kavuşabileceği günün özlemiyle yaşadığını
anlattı. Oysa o, bunun yerine BM’in ailesine ayırdığı
küçük bir beton evde büyüdü.
Birinci İntifada
başladığında Ahmet 12 yaşındaydı; ailesinin işgal koşulları altında yaşadığı ve aşağılanma olarak değerlendirdiği
davranışlar sonunda “onur” için savaşma kararı
almasını sağladı onun.
“Ben Fatah’a insan öldürmek
için girmedim. Benim Fatah’a katılmaktan
amacım, en azından kendi ailemin güvenliğini sağlamaya çalışmaktı. Her şeyden önce, işgal olmamış olsaydı, ben Fatah üyesi olmazdım. Ben artık
Yafa’ya gitme ve büyükannemin evini geri alma hayallerimi bir yana bıraktım. Oysa ben, hiçbir zaman İsraillileri
yoketmek isteyen biri değildim.”
“Onlara aslında
benim olan toprağı verdim; ama onların bunu
nezaketle kabul etmek yerine beni, elimde olan bir kaç metrekarelik küçücük yerimde özgürce
yaşama hakkımdan da yoksun bırakmak
istiyorlar.”
Barış sürecinin
başarısız oluşunun sonucu, diyordu
Ahmet, “çoğumuzun özgürce bir yerden bir yere
gitme hakkından yoksun bırakıldığımız
bir bölgede yaşamak zorunda kalmamız oldu.”
“Bir yerden bir başka
yere gidebilmek için İsrail kontrol noktalarında kimlik kartı
göstermek zorunda bırakıldığım, egemenliği olmayan bir devlette nasıl yaşayabilirim? Onlar bizim elektriğimizi, su kaynaklarımızı
ve yaşamlarımızı kontrol altında tutuyorlar ve hala
birileri çıkıp neden ayaklandığımızı
soruyor.”
O konuşurken
çevresinde toplanan bir grup savaşçı başlarını sallayarak onu onayladılar. Ahmet, “Allahü
ekber” (Allah büyüktür) haykırışları
arasında, “Zulüm altında yaşamak zorunda bırakılmama
tepkimi göstermek için şehitlik görevini yerine getirmeye kararlıyım” dedi.
“Benim amacım,
yerleşimcilerin burada keyif çatmalarına izin vermemek. Benim amacım, İsrail kontrol noktalarını
topraklarımızdan çıkarmak. Eğer barış içinde çekip giderlerse, onları kendi topraklarının
içine kadar kovalamaya niyetim yok. Ama burada kalmaya
devam ederlerse, ben elimdeki olanakları onları topraklarımızdan kovmak için kullanacağım.”
“Şimdi ben ve benim gibi pek çok kişi düşmana karşı gözüpek eylemler yapmaya hazırız ve bunun için
bekliyoruz. Biz korkmuyoruz ve onlar topraklarımızdan
tamamen çekilene kadar eylemlerimizi
sürdüreceğiz.
İsterseniz bizi terörist olarak niteleyebilirsiniz; ama biz haklı olduğumuza ve zaferi kazanacağımıza inanıyoruz.”
Hücrede kaldığımız
süre içinde din, sürekli bir tartışma konusuydu. Savaşçılar,
daha önceki “şehitler”in videolarını da izliyor ve onların gerçekleştirdikleri operasyonları tahlil ediyorlardı. Kayıp rakamları, kurbanların cinsiyet ya da yaşları hesaba katılmadan,
sadece rakam olarak ele alınıyordu.
Duygusallığa hemen hemen hiç yer yoktu.
Grubun daha önceki
eylemcilerinin adlarını yinelediler ve bu ayın başlarında Guş Katif İsrail yerleşim birimine sızan
ve vurularak öldürülmeden önce beş
İsrailliyi öldüren 19 yaşındaki Muhammet Ferhat’ın “yiğitliği”nden sözettiler.
Eylemden bir kaç
saat önce Muhammet
Ferhat mobil telefonuyla annesini aramış ve onun öğütlerini
almak istemişti. Annesi Um Nidal bana, oğluna şöyle dediğini anlattı: “Dikkatli ol oğlum, Allahı ve
ayetleri aklından çıkarma, çok dikkatli
ol, dikkatini önündeki görev üzerine yoğunlaştır ve zamanını iyi seç. Allah sana başarı nasip etsin ve hakettiğin
şehitlik mertebesini bahşetsin.”
“Bu ilk büyük
çarpışmanda güçlü ol oğlum ve her hareketinde Allahı düşün. Kararsızlık geçirme ve düşmana tüm gücünle vur.”
Sonra Um Nidal oğlundan telefonu son kez kapatmasını
rica etti.
Um Nidal daha sonra
televizyonun önüne oturarak oğlunun
eyleminin haberini beklerken, onun yaralanabileceğinden,
tutuklanabileceğinden ve arzuladığı
“şehitlik”ten yoksun bırakılabileceğinden
korkuyormuş.
•
, oğlunun bu görev için seçildiğini bir aydır
biliyordu: “Bir ay boyunca ona her baktığımda
ağladım. Ona, gözyaşlarımın görevini yerine getirmesini engellememesi gerektiğini söylüyordum. Bir ay boyunca tıpkı bir bebek
gibi gözledim onu.”
Um Nidal, “Benim yüreğim
taştan değil” diye sürdürdü sözlerini; fakat o “oğlunu fani dünyadan
daha değerli ve kutsal
bir amaç için feda etmeye hazırdı.”
Birden grubumuzdaki savaşçılardan
biri “çok önemli bir haberle” çıkageldi. Bu, belki
de orada kalışım sırasında yüzyüze geldiğim çok sayıda tuhaf anın doruğu gibiydi.
•
, “Manchester United
5, West Ham 3,” diyerek geçen haftasonunda
oynanan maçın sonucunu duyurdu.
Bana da İngilizce olarak, “David
Beckham iki gol attı. Manchester çok
iyiydi” dedi.
Açıklama, “Allahu ekber” nidaları arasında, genel bir
hoşnutlukla karşılandı.
Cenin’den
Geride Kalan Yerde Yedi Gün (parça) Richard Johnson, Canadazone.com, 1 Mayıs 2002
... Kampa ilk kez, İsrail
ordusu kuşatmayı kaldırmadan önce diğer
yardım görevlileri ve gönüllülerle
birlikte askeri devriyeleri atlatarak girdim. Bir kaç
gündür çatışmalar hafiflemişti ve kampta, tozlu rüzgarın
taşıdığı ürpertici bir hayalet kent havası
vardı. İstila sırasında kamptan kaçmış
olan binlerce Filistinli henüz dönmemişti; geride kalan binlercesi ise, sınır kampındaki yıkımdan daha az etkilenmiş evlerinin
pencerelerinden ancak başlarını çıkarabiliyorlardı. Kampın iç
kısımlarına doğru ilerledikçe giderek daha fazla
tahribatla karşılaşıyorsunuz: küçük silah ve
tank mermileriyle delik deşik olmuş binalar, tabanları
ve tavanları olmayan
binalar, duvarları olmayan binalar ve
sonunda hiçbir binanın ayakta kalmadığı
bir alan. Kampın merkezindeki tahminen 100,000 metrekarelik bir alanda, yıkıntı ve taş yığınlarından ve
kilometreler boyunca uzanan engebeli zeminde, bir cengelde asmalar gibi kıvrılmış
metal parçalarından başka bir şey yoktu. Hiçbir
kamera merceği bu tahribatın
boyutlarını kaydedecek kadar geniş, ya da bu beton kampın her perişan
detayını tanımlayabilecek kadar hassas olamaz.
Kampın bu iç anklavında hemen, için
için yanan plastiklerin, ağzı açık septik tankların ve çürüyen cesetlerin havayı her yandan kuşatan
pis kokusunu duydum. Kampta üçüncü günümün
akşamı olmadan, Filistinli sağlık
gönüllülerine çok sayıda cesedi yıkıntılardan
çıkarmaları için yardım etmiş bulunuyordum; yakındaki
Cenin Hastanesinin morgunda elliden fazla ceset gördüm.
Daha sonraki günlerde bu rakam artmaya devam etti, fakat kamptaki kayıp toplamını hesaplamaya girişmeyi yüreğim kaldırmadı ve gerçekten de toplam kayıp
sayısını saptamak, bu olanaklı olsa bile, epey zaman alacağa benziyor.
Çok sayıda ceset tanınamayacak
ölçüde kömürleşmişti ve yıkıntıların
altından parçalanmış durumda çıkarıldı.
Cesetlerin hepsi buldozerlerle ya da tank
mermileriyle tahrip edilmiş evlerin yıkıntılarının
altında gömülü değildi; bazıları hala ayakta olan binaların
kalıntılarının arasında yatıyordu. Ölülerin yerlerinin
saptanması ve kazılıp
çıkarılmasından sonra bile, çürümekte olan cesetlerin insanın içini altüst eden kokusunu duyabiliyordunuz.
Bildirilen en yüksek
rakamlara göre, Cenin kampındaki çatışmalar, 4 Nisan Perşembe
gününden 13 Nisan Cumartesi gününe kadar, yani 9 gün sürdü. (Cenin’de
rastladığım bir çok
mülteci, kampın cılız direniş savaşçılarının, çok daha üstün
olan İsrail ordusunun
askeri gücüne, 1967 Haziran savaşında
Ürdün, Suriye ve Mısır ordularının İsrail’e
karşı yapabildiğinden daha uzun süre
dayanmış olmasıyla övünüyordu.) Ama İsrail, ancak 19 Nisan Cuma günü kampa karşı
uyguladığı kuşatmayı kaldırdı ve resmi yardım
örgütlerinin ve yerlerinden olmuş binlerce mültecinin geri dönmesine
izin verdi. O güne kadar, bir dizi yardım konvoyu ilaç,
yiyecek, su, konserve süt stoklarını ve bebek bezi gibi gerekli eşyayı, askeri kuşatma
nedeniyle kampla bağlantısı kesik olan Cenin kentine bırakmak zorunda kalmıştı.
Bu kritik günlerde, uluslararası ve Filistinli gönüllüler zaman
zaman İsrail ordusu saldırısı
riski altında, en çok
gereksinim duyan mültecilere ulaştırmak için
bu stokları kentten
kampa elleriyle taşıdılar. Kamp açıldıktan
sonra, kırık dökük ve düzensiz yolların, yardım malzemesinin
halka ulaştırılmasına olanak verecek biçimde
çabucak, ama gelişigüzel onarılmasına bağlı olarak insani kriz yavaş yavaş hafifletildi.
Cenin Mülteci
Kampı, labirenti andıran sokaklarının, bazı noktalarda kollarınızı açtığınızda ellerinizin
yolun her iki tarafındaki duvarlarına değebileceği kadar dar olduğu taş ve beton
evlerin alelacele inşa edilmesiyle oluşturulmuş.
Parkları, oyun alanları, bahçeleri ve futbol sahaları olmayan kamp, okulları,
yiyecek ve diğer gereksinimleri için büyük ölçüde UNRWA’ya bağımlıdır.
Diğer uluslararası ve Filistinli kalkınma
örgütleri çeşitli toplumsal kulüpler,
aktivite merkezleri inşa etmiş ve hatta az miktarda iş sağlamışlar. Bitişiğindeki Cenin kenti; su, elektrik, haberleşme hatları, tıbbi bakım ve kanalizasyon gibi altyapı hizmetleri
için kampa yaşamsal bir destek sunuyor. Kampın, 1948 Arap-İsrail
savaşında topraklarını terk etmek zorunda
kalan Filistinlilerin çocukları olan ve sayıları
16,000 dolayında olan sakinlerinin yüzde 50’sinden
fazlası işsiz ve nüfusun
yaklaşık yarısı çocuk.
Bu mültecilerin
kamplarının kuşatılması sırasında katlanmak
zorunda kaldıklarını tanımlamak adeta olanaksız;
onların yüzlerindeki epik ifade, bunu
kesinlikle herhangi bir yazılı metinden çok
daha iyi anlatıyor. Binlerce insanın kampa geri dönmelerinin
ya da kuşatmanın kaldırılmasının ardından
yıkık dökük evlerinden dışarı çıkıp, evlerin ve binaların yıkıntılarını tarayarak
değerli eşyalarını ya da yitirdikleri yakınlarını
aramaya başladıklarında duydukları acı o kadar apaçıktı ki! Bir grup kadın
ve çocuk, tahrip edilmiş
bir binanın çevresinde mutfak eşyalarını ve aileye ait
resimleri bulup çıkarmaya çalışırken, bir başka
yerde bir aile durup dinlenmeksizin, içinde bir kaç yüz şekel* bulunan bir teneke
kutuyu bulmak için yıkıntı yığınını kazıyordu. Pek çok kadın histerik bir biçimde
çığlıklar atıyor, duydukları kederin etkisiyle bu
yıkımı gerçekleştirenlere lanetler yağdırıyorlardı.
Yüzlerine -kimbilir kaçıncı kez- benzersiz bir çaresizlik ifadesi yapışmış
bulunan yaşlı erkek ve kadınlar,
yıkıntıları kazanlara yardım etmeksizin gruplar halinde kayaların üzerinde oturuyorlardı. Fakat, genel olarak kampın bu bölümünde
yıkım o denli kapsamlı olmuştu ki, bir evi yuva haline getiren o bir dizi aziz tutulan eşyayı bulma umudu çok azdı...
Saldırının
yoğunlaştığı mıntıkadaki karışıklık ortasında, bazan
moral bozan üzüntü yerine mutluluk gözyaşlarına
yol açan öyküler de yaşandı. Örneğin, bir aile,
o kaos sırasında yaşanan dokuz günlük
ayrılıktan sonra oğullarını yeniden buldu. Aile, -yedi çocuktan biri
olan- oğulları bir ahbaplarının
evindeyken çatışmanın başlaması üzerine kamptan kaçmak zorunda kalmıştı.
Komşu bir köyde sürgünde, oğullarının
öldürülmüş olabileceği korkusuyla kaygı
içinde beklediler. Çok şükür ki, oğulları arkadaşlarıyla birlikte
Cenin dışındaki bir başka
köye kaçmıştı. Aile üyeleri biraraya geldiklerinde annesi, bize gözyaşlarını tutmaya çalışarak öyküyü anlatırken oğlunu kucaklamaktan kendini zorlukla alakoyuyordu. Başka bir olayda ise üç Filistinlinin, 21
Nisan’da yani yıkıntılar arasında beş ila dokuz
gün sıkışmış durumda yaşadıktan
sonra bulunduğu haber verilmişti.
Fakat, iyi haberler İsrail
operasyonu sırası ve sonrasında kamp yaşamına
damgasını vuran sayısız uğursuz gerçekliğinin
yanında devede kulak kalıyordu. Çarpışmanın en yakıcı ve en tehlikeli kalıntıları,
kampta kalan sayılamayacak kadar çok ve saptanması
çoğu zaman olanaksız patlamamış cephaneydi ve hala da öyle. Bu mayınlar,
bubi tuzakları ve özellikle
patlamamış mermiler, sözcüğün tam anlamıyla her tarafa dağılmış
bulunuyorlardı. İnsanlar, bazan kampın dar yolları üzerinde serpilmiş halde
bulunan bu cephanenin üzerinden geçiyor ya da etrafından
dolanıyorlar. Fakat, pek çoğu saklı durumda ve yıkıntının bir parça
oynatılması ya da dikkatsizce atılan bir adım onların patlaması için yeterli.
Kampa varışımın birinci gününde,
16 yaşında bir oğlan
çocuk ne olduğunu bilmeden bu patlamamış cephanelerden
birini yerden almaya kalkınca meydana
gelen patlamada elinin büyük bölümünü yitirdi.
Kamp içinde ve
çevresinde her gün işittiğimiz çok sayıda patlama
sesi, bir başka cephanenin ölümcül
sonuçlar veren keşfini müjdeliyordu.
21 Nisan Pazar günü,
iki çocuğun otlar arasında
oynadığı boş bir küçük arsanın bitişiğindeki yolda duruyordum. Kısmen gömülmüş patlamamış bir tank mermisi olduğu sanılan (bazılarına göre bir mayın) cephane patladığında,
olay yerinden ancak 40 metre uzakta bulunuyordum. Yaşları
sekizin üzerinde olmayan iki çocuğa doğru koştuğumda kampın dehşetiyle daha da çarpıcı bir biçimde
yüzyüze geldim. Çocuklardan birinin yüzüne ve göğsüne
şarapnel parçaları isabet etmişti
ve o, patlamanın oluşturduğu küçük kraterin içinde dik durumda
oturuyordu. Ağzı ve gözlerinde
tasavvur edilemez bir dehşet anlatımı bulunan çocuk öylesine büyük bir şok
içindeydi ki, bağıramıyordu bile. Kendisi de dehşet verici
sessiz bir şok halinde bulunan diğer
çocuk ise yavaş bir tempoyla öne ve arkaya doğru
sallanıyordu. Kana bulanmış giysisinin altından sol bacağının
dizden kopmuş olduğu rahatlıkla görülüyordu.
Ambülanslar hemen geldi, ancak yapılabilecek hemen hemen hiçbir şey yoktu.
Daha sonra, çocukların ikisinin de yaşamlarını
yitirdiğini öğrendim.
İnsanın acıma duygusunu son sınırına değin geren
yedi günlük gönüllü yardım çalışmasının ardından Cenin Kampından ayrıldım. İlk başta bir
hayalet kent görünümünde olan kamp, mültecilerin,
medyanın, araştırmacıların, yardım görevlilerinin, doktorların, aktivistlerin ve savaş turistlerinin
yığıldığı bir alan haline gelmişti.
Piktoresk kırın tablovari manzarası şimdi (ve bazı
bakımlardan sonsuzluğa değin), insan azabının
bir karabasanına dönüşmüştü. İçimdeki
sanatçı, insan yanımın keşfettiği karşısında
şoka girmiş, yağlıboya fırçasını bir yana atmış
ve yaşanan günün karanlığına sessizce boyun eğmişti. O, ne çekirgeleri
işitti, ne de yabançiçeklerinin kokusunu duydu; verimli toprak üzerinde sıralar halinde dizili zeytin ağaçları da fazla
ilgisini çekmedi onun. Etrafındaki
dünyayı bu kadar iyi anlayabileceğini hiçbir zaman düşünmemişti. Muhafaza altındaki
gri alanın ucunda
durdu ve ötedeki dehşete baktı o. İşte
Cenin’deki Filistinli mültecinin yaşamı
böyleydi. İşte Filistin buydu.
*Şekel: İsrail para birimi. (G. A.)
FİLİSTİN /Kararma anı
ATLAS, Sayı 110
/ Mayıs 2002
Batı Şeria
topraklarında bir kez daha paletlerini yuvarladı
İsrail tankları. Önce Filistin Özerk
Yönetimi'nin geçici başkenti Ramallah işgal
edildi. Ardından da Hıristiyan âleminin kutsal saydığı
Beytüllahim, en
kalabalık Filistin kenti Nablus, yoksulluğuyla ve intihar eylemcisi çıkartmakla ünlü Cenin yeniden hatırladı işgal günlerini... Sokağa çıkma yasağını, kan ve dehşeti.
Yazı: Ayşe Karabat
Adına askeri operasyon dense de düpedüz bir savaştı
bu. İsrail tankları bir kez daha Filistin topraklarına girdi. Yaşı
15'ten büyük Filistinliler
tekrar hatırladı eski işgalleri,
evlerinin bir gece basılmasını, yakınlarının
gözleri, elleri bağlanıp bilinmeyen yerlere götürülmesini. Bir kez
daha çığlıklar asılı kaldı kutsal toprakların
göklerinde. Minik parmakları havaya uçuştu bir çocuğun bir kez daha, bir kez daha yandı bir yüz.
Binyıllardır olduğu gibi..
Ne zaman başlamıştı
bu? 29 Mart gecesi İsrail tankları bir kez daha Filistin topraklarına girip, refüjlere
ekili çiçeklerin üzerinden geçtiğinde mi, yoksa 28 Mart'ta kutsal bir bayramlarını kutlamak için `Seder' yemeğini
Hadera kentinde Park Otel'de yiyen 28 İsrailli
bir intihar saldırısında parça parça
olduğunda mı? Yoksa 35 sene önce yine bir Seder yemeği yemek için
Filistin kenti El Halil'e giden ve buradaki Park
Otel'e bir daha çıkmamak üzere yerleşen ilk
Yahudi yerleşimciler Filistin topraklarını
işgal ettiğinde mi? Ya da binlerce yıl önce mi?
Filistin'in sınırları
Filistin'i kimin yönettiğine bağlı olarak hep değişti. Kavga da İÖ
21. yüzyılda başladı ve İS 21. yüzyılda da devam ediyor.
Ahd-i Atik'e göre
Yahudi ırkının ulu
dedesi Hz. İbrahim'e bir gece rüyasında
Allah, 'Mısır Nehri'nden
ta... büyük nehir olan Fırat'a
kadar olan toprakları senin nesline veriyorum' dediğinde başladı kavga. Hz. İbrahim Camii'nin bulunduğu
El Halil kentinde 25 Şubat 1994'te bir Yahudi yerleşimci namaz kılanların
üzerine ateş açıp 29 Müslüman'ı
öldürdüğünde hâlâ devam ediyordu. Yine
aynı kentten 20 yaşında bir intihar eylemcisi kadın, Nisan ayının
ortasında kendisiyle birlikte yedi kişiyi
öldürdüğünde de İsrail birlikleri Cenin Mülteci Kampı'nda Filistinlilerin
evlerini başlarına yıkıyordu.
Mısır firavunlarının
zulmünden kaçan Yahudiler, İÖ 1400 yıllarında Musa Peygamber'in liderliğinde
çöllerde dolaştıktan sonra Filistin'e
gelip, ilk devletlerini kurdular. Kolay olmadı bu, buralarda yaşayan 'Pelishtin'
halkıyla uzun mücadelelere girdiler. Adı 'Barış kenti' anlamına
gelen Yeruşalayim'i yani Kudüs'ü de kendilerine başkent
yaptılar ve Hz. Davut'tan sonra Hz. Süleyman'ın
krallığı altında yaşadılar ama barış kentini Filistinliler ve Yahudiler 2000 senesinin Eylül ayı
geldiğinde bile bölüşememişlerdi. Ve İkinci İntifada ya da El Aksa İntifadası
başladı ve şimdilik bini aşkın ölü bıraktı arkasında.
Hz. Muhammed'in gece
yolculuğu İsra'nın son durağı,
Miraç'ın ilk durağı El Aksa Camisi'nin altında Yahudi inancına
göre Hz. Süleyman Tapınağı var. Yahudiler, barış kentini
kimsenin daha önce başkent yapmadığını iki kez
kurulup iki kez yıkılan tapınaklarının burada olduğunu
söylüyor ve kentten vazgeçmeyeceklerini belirtiyorlar. Tapınaktan geriye
kalansa El Aksa Camii'nin yanı sıra altın kubbeli Kubbetü's-Sahra'nın
bulunduğu Haremü'ş-Şerif'in hemen altındaki
Ağlama Duvarı ya da Batı Duvarı. Yahudiler bu duvarın önünde sallanarak
dua ediyor, uzaktan ağladıkları izlenimini
verdikleri için de
Ağlama Duvarı deniliyor buraya. Şimdiki İsrail Başbakanı Ariel Şaron, muhalefet lideriyken
2000 yılının Eylül ayında buralardan vazgeçmeyeceklerinin
altını çizmek için Haremü'ş-Şerif'e girdiğinde onu protesto
etmek isteyen Filistinlilerin başlattıkları ayaklanmadan sonra kutsal topraklarda herkes ağlıyor artık.
Ağlama Duvarı ve Haremü'ş-Şerif'in hemen yanı
başında da Hıristiyanlar için kutsal Kemame ya da Kıyamet Kilesi
var. Hz. İsa'nın çarmıha gerildiği Golgota
Tepesi'nin üzerine kurulu. Golgota, kafatası
kelimesinden geliyor. Hz. Adem cennetten kovulduğunda
önce buraya gelmiş. Yahudi inancına göre de kıyamet
günü geldiğinde cennet yine burada kurulacak. O yüzden
bu kutsal mekânların bulunduğu, etrafı duvarlarla çevrili yedi kapılı Eski Şehir'in hemen karşısındaki
Zeytindağı'ndaki Yahudi mezarlığında
bir mezarın fiyatı yüz binlerce dolarla ölçülüyor. Çünkü yargı günü geldiğinde cennete ilk gireceklerden olmak istiyor bu mezarları alan zenginler. Eski Şehir'in duvarlarını Kanuni Sultan Süleyman yaptırmış. 29
kilometrekarelik Kudüs'ün bir türlü
paylaşılamayan asıl kısmının, yani bir
kilometrekarelik kısmının sınırlarını çizmiş böylece.
İhttp://www.kesfetmekicinbak.com/dunya/00513/all_images.phphttp://www.kesfetmekicinbak. com/dunya/00513/all_images.phpki yıldır devam eden El Aksa İntifadası,
mart ayına girildiğinde yeteri kadar ölü bırakmıştı arkasında. İsrail Başbakanı Ariel Şaron, seçildiğinde halkına verdiği `yüz günde güvenlik' sözünü tutamamış, onun yerine yalnızca mart ayında
100 İsrailli çeşitli saldırılarda ölmüştü. Filistin Özerk Yönetimi'nden ve onun
lideri Arafat'tan hiç de hoşlanmadığını
saklamayan Şaron da, İsraillilerin ‘Seder katliamı’
dediği saldırıdan sonra tanklara
‘ileri’ emrini verdi.
Askeri operasyon
denilen ama adı düpedüz savaş olan bu harekât
sırasında 1967 savaşında İsrail'in işgal ettiği,
Oslo Barış Anlaşması'ndan sonra da peyderpey çekildiği Batı Şeria topraklarında bir kez daha paletlerini yuvarladı İsrail tankları. Önce Filistin Özerk Yönetimi'nin geçici başkenti ve merkezi Ramallah, ardından da Hıristiyan
âlemi için kutsal sayılan Beytüllahim, en kalabalık Filistin kenti
Nablus, yoksulluğuyla ve intihar saldırganı
çıkartmakla ünlü Cenin ve Cenin Mülteci
Kampı ve Kalkiliye ve Tul Karim yeniden hatırladı
işgal günlerini, sokağa çıkma yasağını, askeri bölge
ilan edilmeyi ve kanı.
Yaşı 15'ten büyük olan Filistinliler
tekrar hatırladı eski işgalleri,
evlerinin bir gece basılmasını,
abilerinin,babalarının gözleri, elleri bağlanıp
bilinmeyen yerlere götürülmesini. Gece konaklamak için İsrail askerlerinin
kendi evlerini seçmesini. Gece gelip de ‘Tanrı
misafiri’ olmayanlar ev halkını genellikle evin mutfağına topladıktan sonra her yeri dağıtarak, mobilyaları siperlik olarak kullanırlardı. Hatta
bazen yükte hafif pahada ağır
eşyaları da yanlarına almadan önce kendilerine yastık
yaparak konaklarlardı bazı evlerde.
Hz. İsa'nın
doğduğu kent olan Beytüllahim'de
konakladıkları evlere yeşil çarpı işaretleri koydular. Yahudi inancına göre, Mısır Firavunu, kutsal topraklara gitmek için ayrılmak isteyen Yahudilere bir türlü izin
vermeyince Tanrı felaketler gönderdi
Mısır üzerine. En son felaket başlamadan önce de Yahudilerden bir keçi kurban
etmelerini ve keçinin kanlarıyla evlerine çarpı
işareti yapmalarını istedi. O gece üstende
çarpı işareti olan evlerin üzerinden geçildi keçi (passover) kanı bulaşmamış kapılardan ertesi gün birer ölü
çıktı ve en sonunda firavun, Yahudilerin gitmesine
izin verdi. Yahudiler, yola çıkmadan önce ekmek
mayalayacak zaman bulamadı ve mayasız
ekmeklerini alarak yollara düştüler. Sonra bu kurtuluşu anmak
için Passover Bayramı'nı kutlar
oldular, Türkçe deyimiyle
'Hamursuz'u yani. Seder yemeği de bu bayramın
en önemli parçası.
İsrail'in tanklarını
Filistin topraklarına yürüten intihar saldırısı işte bu
yemekte oldu. Ama Beytüllahim'de kapısında çarpı işareti olan evler kurtuluşun değil, tam
tersine bizzat işgal edilmenin simgesi
oldu. Huzur dolu Beytüllahim'in sokakları boş kurşun kovanlarıyla doldu. Caddelerinde her Hıristiyan mezhebinin
rahiplerinin size ortaçağ filmi stüdyosundaymışsınız
izlenimi vererek kahverengi, siyah, pembe cüppeleri
içinde dolaştığı Beytüllahim, kimsenin dışarı
çıkamadığı kapalı askeri bölge oldu.
Beytüllahim
Hıristiyan inancına göre Hz. İsa'nın
doğduğu yer.
Tam da onun doğduğu
yerde 'Nativite' ya da Yeniden Doğuş Kilisesi yükseliyor. Dünya 21. yüzyıla
girerken üzerine en çok düşülen şehirlerden biriydi Beytüllahim.
Görkemli kutlamalar yapılmıştı şehirde, iğne atsan yere düşmeyecek gibiydi
Yeniden Doğuş Kilisesi'nin önündeki
meydan.
İşte o meydanda İsrail askerleri duvarlara
yaslana yaslana yürüdüler. Kilisenin
içine sığınan bir kısmı
silahlı yaklaşık 200 Filistinlinin peşindeydiler.
Bu Filistinlilere Kudüs Latin Patrikliği siyasi sığınma
hakkı verdi. Filistinlilerle İsrail birlikleri, Atlas yayına hazırlandığında bile aradan neredeyse bir ay geçmiş olmasına rağmen çatışıyordu.
Yüzlerce yıllık kilise kurşun delikleri alıyordu cephesine. Vatikan'ın
çağrıları bir işe yaramıyordu. İsrail bu Filistinliler teslim oluncaya kadar Beytüllahim'in kuşatma ve işgal altında kalacağını açıkladı ama kiliseye müdahale etmeyeceğini söyledi. Bu yazının kaleme alındığı
gece kilisede yine çatışma çıkmış ve arkasından da yangın
başlamıştı. Bu kilise ki onun uğruna Kırım Savaşı
yaşanmıştı geçmişte. Hz. İsa'nın tam doğduğu nokta olarak kabul
edilen yerdeki altın yıldız çalınınca bir Rus hacısı
tarafından, o zamanın ‘düvel-i muazzama’sı birbirine girmişti.
İsrail'in 'Koruyucu Duvar' adı verilen
operasyonuna katılan askerlerin bir kısmı
da Rusça konuşuyor kendi aralarında. İsrail'de eski
Sovyet cumhuriyetlerinden yeni göç etmiş yaklaşık bir milyon insan var. Filistinlilerin içerlediği bir çok konudan biri de bu.
‘Biz binyıllardır burada yaşıyoruz.
Burayla ilgisi olmayan Rusların bizden daha çok hakkı var’
diyorlar. Bu savaşın İsrail açısından ilan edilmiş
ve ilan edilmemiş sebepleri vardı. İlan edilmiş sebepler,
terörist örgütlerin altyapısını yok
etmek, yasal olmayan silahları toplamak
ve intihar eylemcilerine para verdiği öne sürülen Filistin lideri Yaser Arafat'ı dış dünyadan izole etmekti. İlan edilmemiş amaçsa zaten varlığıyla yokluğu belli
olmayan Filistin Özerk Yönetimi'ni ortadan kaldırmak.
Neredeyse dört hafta süren
operasyonda ‘ilan edilmiş amaç’ başarıldı.
Yaklaşık beş bin Filistinli gözaltına alındı ve toplama kamplarına gönderildi.
Şimdilik kimse Filistin Özerk Yönetimi'ne verilen
maddi zararı bilmiyor ama
Filistin Güvenlik Şefi Cibril Racup'un söylediği
gibi yeni ve kanlı başka bir sayfa açıldığı kesin. Çünkü Filistinlilerin kalbine nefret tohumları bir kez daha ekildi.Bu tohumlar en çok da Cenin Mülteci Kampı'nda ekildi.
Kalkiliye ve Tul Karim dışındaki bütün kentlerde
işgale direndi Filistinliler ama en çok da Cenin Mülteci Kampı'nda. On günü
aşkın bir süre, susuz, elektriksiz kalan ama son kurşunlarına kadar cephanelerini kullanan Filistinli direnişçiler kamplarının
önce roketlerle vurulduğuna tanıklık etti. Cenin Mülteci Kampı'ndaki operasyonu
yöneten İsrail birliklerinin komutanı
ilk günlerde yaptığı açıklamada, ‘Filistinliler ev ödevlerini iyi yapmışlar’
diyerek özetledi durumu.
Bu askeri harekât
için göreve çağrılan 20 binden fazla
yedek askerden 22'si Cenin Mülteci Kampı'nda bir bubi tuzağında can verince, her şey
kontrolden çıktı. Filistinli direnişçiler de İsrail
birliklerinin bu kadar ileri gideceğini
düşünmemişlerdi. Daha önceki
sınırlı operasyonlar gibi bir iki kez bombalanacaklarını
düşünmüşlerdi ama öyle olmadı. Günlerce kimse ama kimse haber alamadı kamptan.
Sonra yavaş yavaş o cehennemden
kurtulabilenler Birleşmiş Milletler Özel
Temsilcisi Terje Larsen'in dediği gibi ‘akıllara durgunluk veren dehşet’
hikâyeleri anlatmaya başladılar kaçtıkları Romana köyünde.
Yerinden kımıldayamayacak
haldeki bir tanesi, canlı kalkan olarak kullanıldığını, komşularının kapısının kendisine açtırıldığını, kapı açılır açılmaz da İsrail askerlerinin içeri,
ateş açmaya başladığını, kendisini yere atıp
‘yalnızca kadınlar ve çocuklar var içeride’ diye bağırdığını,
sonra da İsrail askerleri tarafından dövüldüğünü söyledi. Onlar İsrail birliklerine teslim olanlardı.
Kimlik kartları elinden alınmıştı, bir daha evlerine
geri dönemeyecekleri söylenmişti. Zaten çoğunun
evi de İsrail roket saldırılarında
olmasa bile, buldozerleri tarafından
yıkılmıştı. Birleşmiş Milletler Cenin Mülteci
Kampı'nda yaklaşık üç bin kişinin evsiz kaldığını tahmin ediyordu. Günler
sonra uluslararası medya Cenin Mülteci Kampı'na girdiğinde etraf ceset kokuyordu. Kaç kişinin bu kampta
can verdiği bugün bilinmiyor. İsrail
Cenin Mülteci Kampı'nda olanları İsrail'in de ağır kayıplar verdiği bir savaş
olarak tanımlıyor ve kampta Filistinlilerin bubi tuzakları kurduğunu söylüyor.
Filistin sorununun çözülemez
bir ayağı Kudüs'ün paylaşılmasıysa, diğeri de Filistinli mülteciler. 1948'de İsrail
kurulduğunda, bir çok Filistinli
evlerini terk etmek zorunda kaldı. Çoğu giderken yanına
evinin anahtarını da aldı, bir kaç gün sonra geri geleceğini düşünerek. Ama
aradan geçen elli beş yıla
rağmen kimse evine dönmeyi başaramadı.
İsrailliler her ulus gibi bağımsızlık günlerini coşkuyla kutluyor. Gençler Kudüs sokaklarında ve bir çok intihar saldırısının
düzenlendiği Sion Meydanı'nda birbirlerini beyaz köpüklerle boyuyor,
dans ediyor. Askeri harekât devam
ederken kutlandı bu yılki
bağımsızlık günü. Güvenlik endişesi nedeniyle
geçen senelere oranla katılım azdı ama yine de eğlencenin dozu aynıydı.
İsrail'in bağımsızlığını kutladığı günlere Filistinliler
‘El Nakba’ yani felaket diyor. İsrail'de kutlamalar yapılırken Filistin'de
yas tutuluyor. Bu yıl, İsrailliler bağımsızlık günüyle birlikte en sonunda ‘terörü bitirme’yi
de kutlarken ve hemen hemen her tankın ya da İsrail
sokaklarında gezen her aracın üzerinde kocaman bayraklar dalgalanırken, Filistinliler
de hem ‘nakba’nın hem de son günlerde
olan bitenin yasını tuttular. Birbirleriyle bir arada yaşamak zorunda iki halktan birinin sevinç gününün, diğerinin felaket günü olması birlikte yaşama
şansını hiçe mi indirir sizce?
El Nakba'yla birlikte oluşan Filistinli
mültecilerin sayısı ondan sonra yaşanan
savaşlarda daha da arttı. İsrail'in Batı Şeria ve Gazze'yi ele geçirdiği 1967'de
sorun iyice içinden çıkılmaz hale
geldi. Bugün Filistin içinde
ve dışında sayıları dört milyona yaklaşan mülteci var.
Neredeyse üçüncü kuşak artık. Ama
dedesinin doğduğu yerleri görmemiş
olan minicik çocuklar bile nereli oldukları sorulduğunda şimdi İsrail toprakları içinde
kalan kentlerin adını veriyor. Onlar mutlaka geri dönüş hakkı istiyor, otuz seneden beri, elli seneden beri oturdukları,
yaşadıkları yerleri benimsemiyorlar bir türlü.
Nüfusu beş milyon olan İsrail'se, mültecilere geri dönüş hakkının verilmesini
intihar olarak nitelendiriyor. Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkından vazgeçebilecek bir
Filistin lideriyse henüz doğmadı.
Sorunun diğer
ayağı da Yahudi yerleşimciler. İşgal
altındaki topraklara kurulan Yahudi mahallelerinde yaşayanların
sayısı bugün 300 bini bulmuş durumda. Batı Şeria haritası üzerinde bu yerleşimler rasgele atılmış
mürekkep lekelerine benziyor. Filistinliler bu yerleşimlerin
nihai çözüm aşamasında ortadan kaldırılmasını istiyor. Yerleşimler
nedeniyle Batı Şeria'da Filistin toprakları bütünlük arz
edemiyor ve yerleşimleri korumak için
Batı Şeria'da normalde de İsrail birlikleri kol geziyor ve yerleşimler sık sık İsrail
saldırılarının hedefi oluyor.
Bubi tuzaklarının
kurulduğu başka bir Filistin bölgesi daha var: Gazze. Upuzun kumsalları olan ama
bunun farkında bile olmayan 1
milyon 200 bin nüfuslu Gazze henüz
işgal edilmedi. Yüzde yetmişi işsiz olan bu koca yerleşim birimi en
radikal Filistinlilerin evi. Uzun bir süreden beri Gazze açık hava hapishanesi. İsrail
dikenli tellerle çevirdiği Gazze'yi dört parçaya bölmüş durumda
ve tamamıyla kontrol altında
tutabiliyor. Bu nedenle de işgal etmesi beklenmiyor. Gazze'de yaşayan bir Filistinli eğer şansı yaver
giderse Batı Şeria'daki akrabasını ziyaret
etmek için önce Mısır'a, ardından da Ürdün'e
gitmek zorunda. Barış antlaşmalarına göre Gazze'yle Batı Şeria arasında güvenli geçiş yolu verilmeliydi Filistinlilere. Ama olmadı.
Barış antlaşmasına imza koyduğu için radikal bir Yahudi tarafından
öldürülen eski İsrail başbakanlarından İzak Rabin'in `Keşke karadan kopup Akdeniz'in dibine gömülse' dediği Gazze'de tozlu çamurlu yollarda ulaşım
genellikle eşeklerin çektiği arabalarla sağlanıyor. Bir
telefon hattının bulunduğu evlerin oranı
yüzde yirmi yalnızca. Gazze ilk intifada ateşin yakıldığı Cebeliye Mülteci
Kampı'nı da içinde barındırıyor. 8 Aralık 1987'de Gazze'de İsrail'e
göre bir trafik kazası, Filistinlilere göre kasti bir
cinayette dört Filistinli öldüğünde,
Cebeliye Mülteci Kampı ayaklanmış, sokağa
dökülen Filistinliler Oslo Barış Antlaşması'na
kadar da içeri girmemişti. Oslo Antlaşması'ndan sonra da
Filistin Devleti bir türlü ilan edilemediğinden
ve bir kısmı İsrail'in var olma hakkını tanımadığından hâlâ evlerine dönmemişlerdi. Şimdi de ölüme
çok hazır Cebeliye Mülteci Kampı'ndakiler. Sekiz çocuklu bir kadın,
İsrail tanklarının Gazze'ye gireceği
günü beklediklerini ama direnişçilerin hiç olmazsa savaşırken öleceğini, kendisininse
çocuklarıyla ölümü bekleyeceği için daha az şanslı
olduğunu anlattı.
Cenin'de parmakları
kopan o çocuk daha mı
şanslı en azından bir çok akranı gibi öldürülmediği
için?
Filistin Bölgelerinde
Son Durum Üzerine PGFTU'nun (Filistin Genel Sendikalar Federasyonu) Eylül 2000 - Nisan 2002 Dönemi Raporu
Mayıs 2002
28 Eylül 2000’de başlayan son İntifada’ya
karşı İsrail’in aldığı tutumlar Filistin yurttaşları
üzerinde toplu bir cezalandırma şeklinde devam ediyor Bunları şu şekilde özetleyebiliriz:
•
10 bin askeri
denetim noktası aracılığıyla Filistin bölgelerinin
askeri kontrolü; sabit ve gezici
denetim noktaları,
tanklar, savaş uçakları ve askeri teçhizat; Mart
2002’den itibaren ise yeni işgal kampanyaları başlatıldı.
•
Filistin bölgelerini
63 birbirinden izole, kapalı kantona ayırmak, Batı Şeria’da ve
Gazze’nin 6 bölgesinde “Kaplan Derisi”; her
şehir kendi içerisinde bile bölünmüş durumda.
•
Ana yollar ve yan
yollar çimento blokları ile, İsrail askeri kontrol noktaları ile, bazı
şehirler ise çevreleyen kanallar ile kesilmiş durumda.
•
Sınırlar bir kaç kere, seyahati ve
ticareti engelleyecek şekilde, uzun süreli
olarak kapatıldı. Bu ikili ticarette gerekli hammaddelerin ve temel girdilerin geçişini
engelledi. Örnek olarak inşaat sektörü bütünüyle olumsuz
etkilendi çünkü bu sektör
için gerekli hammaddelerin girişi engellendi ve sektördeki işçilerin çoğunluğu işsiz kaldı.
•
Kamu ulaşımı da İsrail askeri işlemlerinden
etkilendi; tren ve metro olmadığı için
yalnızca otobüsler ve taksiler kullanılıyor.
Şu anda Filistinliler tarafından kullanılan alternatif kötü yollar sebebiyle 40
bin araç bozuldu veya hareket edemez hale geldi.
•
200 bin zeytin ağacı
İsrail ordusu tarafından köklerinden söküldü.
Filistinlileri geçimi temel olarak
zeytine bağlı
olduğu için bu uygulamaya gidildi.
•
Filistinli çiftçilerin
çiftliklerine gitmelerine izin verilmedi. Oysa bu çiftlikler
Oslo anlaşmasındaki düzenlemede Filistin yetkililerin denetiminde gösterilen topraklarda.
•
75 bin Filistin evi tümüyle
veya kısmen yıkıldı, böylelikle insanlar gece gündüz çadırlarda kalmaya
mahkum
oldu.
Son dört
haftada (28 Mart – 22 Nisan 2002) olanlar:
•
Şehit sayısı 500.
•
Binlerce yaralı
var.
•
5.600 kişi
tutuklandı.
•
5 bin aile evsiz kaldı
ve kalacak yer arıyor.
•
Bir çok kişi evlerini terk etmek ve bilinmeyen yerlere, belirsiz bir süreliğine
göçmek zorunda kaldı. Bir çokları geri döndüklerinde
evlerinin İsrail askeri güçlerince F16 ve Apachee uçakları
ve tankları ile yıkıldığını
gördü.
•
Hem Cenin mülteci
kamplarında hem de Nablus’ta kurtarma ekipleri hala molozların
arasında canlı veya ölü olarak insanları
arıyor.
•
Ramallah, Cenin,
Tulkarem, Salfeet, Kalkela, Beytüllahem, ve
Hebron’da 3 hafta süren yeniden işgal
sırasında onlarca tarihi bina, sabun fabrikaları,
evler, sokaklar tümüyle yıkıldı. Bunlar İsrail’in
Filistin altyapısını
ve ekonomisini, liderliğini, örgütlerini ve halkını yıkmak yönündeki programı doğrultusunda uygulandı.
•
Son dört
haftalık işgal sırasında su ve kanalizasyon boruları
harap edildi; elektrik ağı, trafik ışıkları tanklar şehirlere
girerken yıkıldı, 3 hafta boyunca elektrikler ve sular kesildi.
•
Yalnızca şehirlerin
çevrelerindeki alanlarda değil, şehirlerin
sokaklarında bulunan ağaçlar da söküldü.
•
Uluslararası Kızıl Haç, Filistin kızıl ayı ve tıbbı
yardım kuruluşları İsrail askeri güçleri
tarafından yaralılara veya normal
hastalara yardım etmekten alıkonuldu,
bu onların yavaş yavaş ölmelerine yol açtı, ölen 75 kişi
günlerce sokaklarda bırakıldı veya evlerinin içinde aileleri
ile birlikte kapalı kaldı.
Çalışanlar
nasıl etkilendi
•
Toplam çalışan
sayısı 778 bin. Bunların % 40-45’i yukarıda sayılan sebeplerle
işlerini kaybetti. Çalışan kadınların büyük
çoğunluğu şu anda işsiz.
•
Filistin bölgeleri
442 gün dışarıya kapalı kaldı ve bu 1.575 milyar dolar kayıba yol açtı.
Genel ekonomik kayıp 6 milyar ABD doları.
•
1700 şehit (halen de devam ediyor) arasında % 40’ı
işçiler, yaklaşık 500’ü çocuk; 48 bin kişi
yaralandı,
bunların % 45’i işçi, % 40’ı kalıcı olarak sakatlandı.
•
İsrail’de çalışan Filistinli işçiler İsrail ordusunun
ve İsrailli işverenlerin ırkçı muameleleri
ile karşılaştılar ve işlerini kaybettiler, şöyle ki:
•
Bunlardan 1665 kişi
kontrol noktalarında dövüldü.
•
50 bin işçi aile ihtiyaçlarını karşılamak için bu
yollarda gidip gelirken saatlerce bekletildi.
•
15.600’ü 1-3 ay arasında hapsedildi, ayrıca
100-500 dolar arasında ceza ödemek zorunda kaldı.
•
Bir çok işçi polis köpekleri tarafından kovalandı.
•
Bir çok işçi
çalışma izinlerini almak için uğraşırken
şantajla karşılaştı.
•
İsrail ordusu ve yerleşimcileri işlerine giden bir
çok işçiyi öldürdüler. 30 işçi
İsrail kontrol noktalarında öldürüldü.
•
3 hafta boyunca
uygulanan 24 saatlik sokağa çıkma yasağından dolayı işçiler işlerine gitmekten
alıkonuldular;
susuzluk, elektrik, telefon yokluğu çekerek ve günlük ihtiyaçlarını karşılayamadan evlerinde hapis kaldılar.
2000 yılı Eylül ayından bu yana
Filistin’deki insanların % 45’i yoksulluk sınırının
altında yaşıyor, daha önce bu oran % 26 idi. Filistin bölgelerinin yeniden işgali sırasında 4 hafta
boyunca ailelerin % 80’i yiyecek, su ve elektrik sıkıntısı çektiler.
Toplumda bir çok kişi yaşanan bu çok
zor durumdan olumsuz etkileniyor, bu durum çeşitli
psikolojik ve sosyal krizlere yol açıyor,
özellikle çocuklar ağır bir fatura ödüyor.
Kendi çocuğunuzun günlük öldürme olaylarını,
çatışmayı, evlerin yıkılmasını, uçak ve tank bombardımanını, ayrımcılığı, sürekli
süren
cenazeleri ve sökülen ağaçları gördüğünü,
yaşadığını bir düşünün. Sevdikleri ölenleri veya yaralananları
düşünün.
Bir çok
okul ve üniversite İsrail bombardımanının hedefi oldu, öğrenciler çadırlarda öğrenime devam etmek zorunda kaldılar. Bir çok
öğrenci okullarına ulaşamıyor; bu yüzden
eğitim günü kayıpları oluyor ve eğitim
geriye gidiyor.
Sağlık
sektörü yıkıma uğratıldı, çok sayıda yaralıdan dolayı tıbbı malzeme ve yatak sıkıntısı var. Bir çok
normal hasta da hastanelerden ayrılıp evine gitmek zorunda kaldı ve tedavi
edilmedikleri için evlerinde öldüler.
Bir çok
hamile kadın doğum için hastanelere ulaşamadı, İsrail askeri
kontrol noktalarında kadınlar bekletilirken
doğan bazı yeni bebekler ise öldü.
İsrail
ordusu ve onların yerleşimcilerden oluşan
çeteleri bir çok ambulansı tahrip etti, onlarca hemşire, doktor, gönüllü
ilkyardım ekibi yaralılara ilkyardım götürürken veya hastaları hastaneye götürürken
öldürüldü veya yaralandı. Sağlık ve sosyal sistemlerimiz bugün yaşananlarla başa çıkabilecek durumda değil.
İsrail
bizlerin düşünmesini ve günlük yaşamını engellemeye çalışıyor.
Bir gün sonrasını planlamak imkan dışı.
Tüm
ülkeye yayılmış ve insanların bir yerden diğerine geçmesini engelleyen
kontrol noktalarından bir gün
sonrasında geçip geçemeyeceğimizi bilmiyoruz.
Kafamızın üzerinden gün ve gece boyunca
izleme uçakları insanları ve evleri bombalıyor,
aktif siyasi kişiler telefonda konuşurken, araba sürerken
veya işlerindeyken cinayete kurban gidiyor.
Kuşatma
İsrail askeri güçlerinin insanları
aşağılamasını görmekten bıkmak demek, silah ve
ambulans sesinden bıkmak demek, her saat acı
çeken ve aileleri ayrılan insanlara şahit olmaktan bıkmak
demek. İsrail işgal hükümeti ve ordusu iki temel şeyi planladı, mümkün olduğu kadar çok öldürmek ve yakıp
yıkmak, Filistinlilerin kimliklerini ortadan kaldırmaya
ve kültürlerini yıkmaya çalışmak. Filistinliler son 4 haftada tarihin en kötü, insanlık dışı ve ayrımcı uygulamalarından birini yaşadı.
Bizim işçilerimiz
ve bizim halkımız adalet ve BM “242, 338, 194” nolu kararları çerçevesinde kapsamlı
bir barış istiyor. Başkalarının
ölümünü istemiyoruz ama güvenli özgür ve bağımsız bir yaşamı elde etmeyi amaçlıyoruz. Ülkemizin dünyada işgal altında olan son ülke olduğunu dikkate
alarak; sizlerin dilediğiniz gibi bir yaşam
yaşama özgürlüğünüz olmasını kıskanmıyoruz ama biz
de aynı hakları kullanabilmekte ısrarcıyız.
İsrail
hükümeti topraklarımızı işgal etmekte, insanlarımızı
aşağılamakta, bizim topraklarımızda sömürgelerini kurmakta, askerlerine ve yerleşimcilerine gelişkin silahlar vermekte, Filistinliler üzerinde sıkı bir askeri işgal uygulamakta, ölüme,
açlığa ve yoksulluğa yol açmakta ısrar ediyor.
Bizler
Filistinli işçiler olarak dünya
işçileri ailesinin bir parçasıyız; bizler insan hakları ihlalleri
karşısında birleşmeliyiz ve birlikte barış
için, sosyal adalet için ve refah için mücadele etmeliyiz.
Filistinliler eninde sonunda ulusal amaçlarına ulaşacaklar, Filistin’i özgürleştirecekler ve başkenti
Kudüs olan bağımsız bir devlet kuracaklardır (1967 öncesi
sınırlar içerisinde). Dayanışmanıza ve siyasi
desteğinize son derece ihtiyacımız
var.
BM ve Güvenlik
Konseyinden, araştırma komiteleri göndermelerini ve İsrail’in,
bizzat başbakanları ve onun askeri hükümeti tarafından uygulanan,
ırkçı katliamlarından Filistinlileri
koruyacak çokuluslu
güçler
göndermelerini talep ediyoruz. Savaş sırasında sivillerin korunması ile
ilgili 4. Cenevre sözleşmesinin uygulanması çağrısını yapıyoruz.
PGFTU üyeleri
arasında acıyı hafifletmek için
önemli bir görev üstlenmiştir ve şu faaliyetlerde bulunmuştur:
1
.Sağlık
sigortası:PGFTU işçilerin Filistin
Ulusal Otoritesi Sağlık sigortası programından faydalanabilmeleri için onları destekliyor.
Bu programdan 180 bin işçi faydalanıyor.
2
.İstihdam yaratma projeleri: Filistin belediyeleri ile işbirliği içerisinde, özellikle de Gazze, Nablus ve Beytüllahim’de PGFTU 10
bin işsiz kişiye yerel projelerde günde
10 dolara iş sağlamıştır.
3
.Yiyecek desteği
programı: PGFTU Filistinli ve uluslararası
kurumlar aracılığı ile uzak köylerde ve nüfusun
çok yoğun olduğu bölgelerde yaşayanlara gıda yardımı ve diğer şeylerin gönderilmesini koordine etmiştir.
200 binden fazla aileye en az bir paket ulaşmıştır
(Batı Şeria, Gazze).
4
.PGFTU Filistin Ulusal Otoritesi ile işbirliği içerisinde işlerini kaybeden ve özellikle Yeşil Hat içerisindeki
işlerine ulaşamayan işçilere nakit yardım
dağıtmıştır. Nakit yardım dağıtımı 2000 yılı Eylül ayından bu yana
iki kere olmuştur. İlk dağıtımda 180
binden fazla işçi 150 dolar almış,
ikinci dağıtımda da 125 dolar dağıtılmıştır.
Şu
andaki kritik durum ile başa çıkabilmek için
sabit bazı programlara
ihtiyacımız var.
Ancak
bizler gerçek barışın ve herkes için
gerçek güvenliğin sağlanması için yapılacak faaliyetlerin
önemine inanıyoruz.
Uluslararası
topluluğa başvuruyoruz: Hükümetler, işverenler, sendikal
hareketler İsrail işgalini sona
erdirilmesi ve 4 Haziran 1967 öncesi sınırlar içerisinde Doğu Kudüs’ün
başkenti olacağı bir bağımsız Filistin’in kurulması için aktif bir
rol oynamalıdırlar. Halklar Filistin’deki
savaşı durdurmalıdır çünkü Filistin’de
barış, dünyada barış demektir.
'Hiç kimse, ama hiç kimse bize ahlak vaazı
vermeye kalkmamalı!'
İsrail, Tüm Uluslara Örnek mi?*
Kathleen Christison,
eski CIA siyasal analisti, 11 Mayıs 2002
İsrail'i ahlakdışı
teröristlerin ve anti-Semitlerin kurbanı ahlaki bir ulus olarak sunmayı hedefleyen
sonugelmez propaganda şovu sırasında CNN geçenlerde,
İsrail'in müteveffa başbakanı Menahem Begin'in yalnızca,
"Hiç kimse, ama hiç kimse bize ahlak vaazı vermeye kalkmamalı!"
bağırıp çağırabildiği bir film klibi yayınladı.
Tabii, İsrail'e
ahlak vaazı vermeye kalkışanların
sayısı pek az.
Amerikalıların ezici çoğunluğu, tüm uluslara örnek
İsrail'e hiç kimsenin ahlak vaaz edemeyeceği genel varsayımını kabul ederler. Hiçbir
ulus daha ahlaki ya da daha masum değildir, deniyor bize.
Fakat geçenlerde
gördüğüm bir şey aklımdan hiç çıkmıyor. Zaman zaman, enformasyon selinin arasından, dehşete düşüren, son derece korkutucu ve bir bakıma neredeyse
insanın aklını iğdiş eden özgün bir şey fırlayıp yüzüme çarpıyor. Filistinli
teröristlerin saldırılarında ölen masum
insanlara, İsrail tanklarının ve keskin
nişancılarının ateşi sonuncu ölen
diğer masum insanlara, yıkıntıya dönen kentlere ve mülteci kamplarına ve geçtiğimiz
haftalarda Filistin toplumunun sivil altyapısının
tümüyle yokedilmesine ilişkin yazıları aylarca ve yıllarca okumaktan
ve televizyonlarda bu görüntüleri izlemekten
insanın duyuları körleşiyor. Fakat, geçen
gün karşılaştığım yakıcı makale geldi, mideme
oturdu; onun etkisinden bir türlü kurtulamıyorum.
İsrail gazetesi Haaretz'in 6 Mayıs tarihli sayısında,
"Birisi Fotokopi Makinasının İçine Bile Sıçmayı Başardı" başlıklı makalede,
işgal altındaki Batı Yakası ve
Gazze'de yıllarca Filistinlilerin arasında
yaşamı? Amira Hass adlı dürüst ve cesur bir İsrailli kadın, İsrail askeri
birliklerinin, Ramallah kenti ve banliyösü el-
Bire'deki kuşatmalarını kaldırmalarının ardından askerlerin burada bulunan Filistin Kültür Bakanlığı'nda gerilerinde bıraktıkları tahribat
sahnelerini betimliyordu.
Bir İsrail askeri birliğinin bir ay süren
işgalinin ardından binaya giren bakanlık
görevlileri, yabancı kültür ataşeleri ve
muhabirler grotesk bir vandalizm sahnesiyle karşılaştılar. Yerel radyo ve televizyon istasyonunun donanımı bu çok katlı binanın pencerelerinden
aşağı atılmış, elektronik donanım
tahrip edilmiş ya da çalınmış,
mobilyalar kırılmış ve kağıt, kitap, bilgisayar
diski ve kırık cam yığınlarının
üzerine yığılmıştı. Çocuklar tarafından yapılan tablolar
tahrip edilmişti.
Hass daha sonra şunları
anlatıyor: “Her katta iki tuvalet var; ancak askerler, odalarında
yaklaşık bir ay yaşadıkları bu binanın, tuvaletleri dışında
her yere işediler ve sıçtılar. Bu işlerini
döşeme üzerinde, boşalttıkları çiçek saksılarında, hatta masalardan çıkardıkları çekmecelerin içinde yaptılar. Plastik torbalara sıçtılar ve bunları
etrafa saçtılar. Bu torbaların bazıları patladı. Birisi
fotokopi makinasının içine bile sıçmayı
başardı. Askerler boş maden suyu şişelerine işediler. Bunlardan
düzinelercesi binanın bütün odalarına, karton kutuların
içine, çöp yığınlarının arasına, sıraların üzerine ve altlarına, askerlerin kırdığı
mobilyaların yanına, yerlere atılan
çocuk kitaplarının arasına saçılmıştı. Şişelerden bazılarının kapakları açılmış
ve dökülen sarı sıvı etrafta lekeler yapmıştı.
“Keskin bok ve sidik
kokusu nedeniyle, özellikle binanın iki katına
girmek çok zordu.
Her yanda kirletilmiş tuvalet kağıtları
görülüyordu. Bazı odalarda, bok ve
tuvalet kağıdı yığınlarının civarında çürümüş yiyecek kalıntıları saçılmıştı. Birisinin
bir çekmecenin içine sıçtığı odanın bir köşesinde
ağzına kadar dolu mukavva meyva ve sebze kutuları
bırakılmıştı. Tuvaletler, sidik dolu şişeler, bok ve tuvalet
kağıdıyla dolmuş ve taşmıştı. Diğer yerlere kıyasla,
askerler duvarların üzerinde pek fazla karalama bırakmamışlardı. Bir kaç
yerde İsrail'in candelabrum simgesi (İsrail'in simgelerinden
birisi olan çok kollu bir mumluk- G.
A.), Davud yıldızı ve Kudüs'ün Betar futbol takımını öven yazılar görülüyordu.” Bu öykünün Amerikan basınında
yer alması olasılığı yok; dolayısıyla Menahem Begin ile
birlikte, kimsenin İsrail'e ahlak vaazı
veremeyeceğini, İsrail ordusunun dünyadaki
tek ahlak sahibi ordu olduğunu ve her zaman “askeri dürüstlük” doktrinine
göre davrandığına inanan Amerikalıların
ezici çoğunluğu, bu düşüncelerini muhafaza
edeceklerdir. Fakat ben öyle yapamayacağım.
Amerikan toplumunun çoğunluğunun,
kuşkusuz işitmek istemeyeceği bazı soruları sormak zorundayım:
Örneğin, İsrail ordusunun bir birliğinin tümünün askeri dürüstlükten vazgeçip bir ay
boyunca döşemelerin, çocukların sanat yapıtlarının
üzerine, masa çekmecelerinin içine ve fotokopi makinalarının üzerine sıçmasını terörizm olarak adlandırabilir miyiz?
Bu öz savunma mıdır yoksa “terörist
altyapıyı yoketme” eylemi mi acaba?
Kendi dinsel ve
ulusal simgelerini, sanki çizimleri ve dışkıları
değerli imzalarmış gibi bokları ve sidikleriyle birarada sergileyen delikanlı grubunu türeten bir toplumun moral pusulasına
ne olduğunu merak
etmek anti-Semitizm mi olur?
Acaba onlar İsrail
bokunun başkalarınınkinden daha temiz, daha kutsal olduğunu mu sanıyorlar?
Neden bu ordunun harcamaları
benim ödediğim vergilerle
karşılanıyor?
Nasıl olur da Filistinliler böylesi bir
pislik ve saygısızlık karşısında barışı düşünebilirler?
Kathleen Christison,
16 yıl boyunca CIA'de siyasal analist olarak çalıştı;
o, önce Vietnam'da,
daha sonra da 1979'da görevinden istifa
etmeden önce yedi yıl boyunca Ortadoğu'da görevliydi. O,
CIA'den ayrıldıktan sonra, serbest bir
yazar olarak, esas olarak İsrail-Filistin anlaşmazlığı konusuyla ilgilenmiştir. Onun, “Perceptions
of Palestine: Their Influence on U.S. Middle East Policy” (=“Filistin Algılamaları:
Bunların ABD'nin Ortadoğu Politikası Üzerinde Etkileri”) adlı kitabı
California Üniversitesi Basımevi tarafından
basılmış ve yenilenmiş haliyle Ekim 2001'de kağıt kapaklı olarak
yeniden yayımlanmıştır. Yazarın “The
Wound of Dispossession: Telling the Palestinian Story” (=“Yoksun Kılma Yarası: Filistin'in Öyküsünü Anlatmak”) adlı ikinci kitabı
Mart 2002'de yayımlandı. Kathleen ve kendisi de eski bir CIA analisti olan eşi Bill, CounterPunch vebsitesine düzenli olarak katkıda bulunmaktadırlar.
*Bu yazının orijinali CounterPunch vebsitesinde yayınlanmıştır. (G. A.)
Etnik Temizlik ve İsrail’in Kuruluşu
John Pilger, 19
Haziran 2002
Destansı bir önem taşıyan bir tarihsel gerçekliğin
açığa çıkarılması için sürdürülen bir uğraş,
akademik çevreler bir yana bırakılırsa, İsrail’den gelmekte
olan haberlerin çalkantısı arasında hemen
hemen hiç dikkat çekmedi.
Mayıs 1948’de, ilerlemekte olan Yahudi milisleri Hayfa’nın
güneyinde bir sahil köyü olan Tantura’da 200’den fazla Filistinliyi öldürmüşlerdi.
Bir kısmı Arap ve bir kısmı da Yahudi olan
40’dan fazla tanığın kayda geçirilmiş
anlatımlarına göre, sivillerin yarısı
bir “taşkınlık” sırasında öldürülmüştü. Geri kalanları sahile götürülmüş
ve orada erkekler, kadınlar ve çocuklardan ayrılmıştı. Daha
sonra erkekler bir caminin duvarı önüne götürülmüş ve orada kafalarının arkasından vurularak
öldürülmüşlerdi.
(O zaman kullanılan
deyişle) Tantura “temizliği” iyi korunan bir sırdı. Dört yıl önce kendileriyle yapılan mülakat sırasında bir çok Filistinli tanık,
bu konuda seslerini yükselttikleri takdirde yaşamlarının tehlikeye
gireceğinden korktuklarını söylemişlerdi. Tantura’da
çocuk yaştayken tüm ailesinin öldürülmesine
tanık olan ve sağ kalan bir Filistinli mülakatı yapan kişiye
şunları söyledi: “Ama, insan bu konuları
ağzına almamalı, bana inanın.
Onların bizden intikam almasını istemiyorum. Bizim başımıza iş açacaksınız...”
Gerçekten de insanların başına iş açılıyor. Hayfa Üniversitesinin
Ortadoğu bölümünde en üst
düzeyde notla ödüllendirilmesine rağmen, bu konuda araştırma yapan
Teddy Katz adlı bir öğrencinin
mastır derecesi üniversite yönetimi
tarafından iptal edildi. Katz’ın araştırmasının
İsrail basını tarafından açıklanması üzerine, Tantura saldırısında
yer alan emekli İsrailli askerler onun hakkında iftira davası
açtılar ve tanıklık yaparak araştırmaya yardımcı olan bir çok
Yahudi, sözlerini geri aldı.
Katz, İsrail’in
doğuşuna eşlik eden ve Filistinlilerin Nakba
-felaket- olarak adlandırıp yasını tuttukları etnik temizlik tabusunu çiğnemişti. Davanın mahkemeye getirilmesini bile beklemeden üniversite Katz’ın adını onur listesinden silmişti. Fısıltı gazetesince
hain olarak damgalanan ve bir kibbutzda yaşayan sofu bir Siyonist olan Katz, ailesinin ve dostlarının baskısıyla
özür diledi. 12 saat sonra ise, özürünü geri çekti.
Professor İlan
Pappe, Katz’ın teype aldığı
ve 60 saatten fazla tutan görgü tanığı ifadelerinin tutanaklarının tümünü okuyan
bir kaç kişiden biri. O, “Bu
ifadelerde, korkunç infaz tanımları,
babaların çocuklarının önünde öldürülmeleri, ırza geçme ve işkence olayları yer alıyor”
dedi. Pappe, Katz’ın tez çalışmasını “eksiklikleri,
temeldeki geçerliliğini hiçbir biçimde zedelemeyen
sağlam ve inandırıcı bir yapıt” olarak tanımladı.
Pappe’ye göre tez çalışmasının
eksiklikleri, dört önemsiz hatadan ibaret.
Fakat, Katz’ın
araştırmasının önemi, İsrail’in tarihini “750,000 dolayında
Filistinlinin doğrudan ya da dolaylı bir biçimde
ülkelerinden kovulması, 400’den fazla köyün
ve çok sayıda kent
mahallesinin sistemli bir biçimde tahribinin
yanısıra silahsız Filistinleri hedef
alan 40 dolayında katliamın gerçekleştirilmesi” bağlamında
aydınlatmasında yatıyor.
Her ne kadar, başka
bazı tanınmış bilim adamları Katz’ı destekledilerse de, bu olay beraberinde, İsrail’de akademik ve siyasal saflarda bozgunculuk yapanlara karşı
takınılan sessizlik ve düşmanlığa benzer bir tepkiyi getirdi. Geçen yıl Ariel Şaron’un seçimi kazanmasından bu yana
bu düşmanlık o düzeye
vardı ki, ulusal kahramanlar bile bağışlanmıyorlar
artık. Geçen ay, “İsrail’in Vera Lynn”i olarak tanınan ve
duygusal ve özlem dolu şarkılarıyla
1948’den bugüne Siyonist zafer mantalitesini göklere çıkaran Yaffa Yarkoni, İsrail askerlerinin
Filistinlilerin kollarına numara yazmamaları
gerektiğini söyleyince büyük popülaritesini bir
gecede yitirdi. Yarkoni, “Almanlar da böyle yapmamışlar mıydı?” diye sormuştu. Bir gazete manşeti
onu “halk düşmanı” ilan ederken, bir editör onun “Avrupa’nın
yeni anti-Semitlerinin saflarına
katıldığını” söyledi.
İsrail’in geçmişinin
Siyonist versiyonunu sorgulayan İlan Pappe, İsrail’in “yeni tarihçileri”nden
biri, seçkin ve cesur
bir eleştirmendir. O, Filistin “bantustan”ları
ve insanların kendi toplumları
içinde bir yerden bir yere gidişini
kısıtlayan sayısız aşağılayıcı denetimleriyle İsrail’i
apartheid Güney Afrikası’na benzetiyor. O, Şaron’un hedefinin
Filistinlileri kitlesel olarak sınırın ötesindeki Ürdün’e kovmak olduğunu, ama bunun için
bir gerekçe bulması gerektiğini söylüyor. Bir kamuoyu yoklamasına göre, İsraillilerin yüzde 44’ü, “nakil” -geçmişten kalan bir başka
örtmece- olarak adlandırdıkları bu son “temizliği” destekliyorlar. İsrail’in
kurucu başbakanı David Ben-Gurion 1948’de, “Ülkeye yerleşmemiz, [Filistinli] nüfusun nakli
sayesinde olanaklı oldu” diye yazmıştı.
Naklin tamamlanamadığı
anlaşılıyor. İktidardaki Likud hükümetinin
bir çok bakanı, İşçi Partisi’nin öndegelen liderleri
ve bir çok profesör ve medya yorumcusu
“sonal nakil” kavramını destekliyor. “Çok
az sayıda insan bu düşünceyi
mahkum etmeye cesaret ediyor” diye yazan Pappe sözlerini
şöyle sürdürüyor: “Bir çember
kapanmış bulunuyor. İsrail 1948’de Filistin’in hemen hemen yüzde 80’ine el koyarken bunu, yerleşim birimleri
kurma ve etnik temizlik gerçekleştirme yoluyla başardı.
Şu anda ülkenin başında geniş kamu desteğine sahip olan ve
Filistin’in geriye kalan yüzde 20’sinin geleceğini
güç yoluyla belirlemek isteyen bir başbakan
bulunuyor.”
Şimdi artık sıra,
Profesör Pappe'nin Hayfa Üniversitesinden
kovulmasına gelmiş olabilir. İki
hafta dağıttığı bir açık mektupta Pappe, Katz
olayında üniversiteyi eleştirmesinden ötürü insani bilimler bölümü dekanının kendisinin
kovulmasını talep ettiğini
yazıyor. Ancak, bunun kökleri daha derinde yatıyor. Pappe, İsrail’in
Filistin’i yasadışı bir biçimde askeri işgal
altında tutmasını sistemli bir biçimde
eleştirmiştir. O, kendisini cezalandırmakla tehdit eden üniversite “mahkemesi”ni
“Makkartici bir saçmalık” olarak niteliyor.
Pappe, “üniversitelere, akademik özgürlükleri
ve duygulardan azade araştırma özgürlüğünü
hiçe sayan yaklaşımları nedeniyle İsrail kurumlarını boykot
etme konusunda dünya ölçeğinde bir tartışma”
başlatmaları için çağrıda bulunmuştur. O,
“1948’deki korkunç eylemlere” ilişkin
sessizliğin kırılmasının ve böylelikle
bu tür eylemlerin
“yinelenmesini önlenmesinin” ancak, İsrail’in
eleştirilmesini anti-Semitizmle özdeşleştiren
korkutmayı etkisiz hale getirecek bir uluslararası
ölçekte aşağılanmayla olanaklı olabileceğini söylüyor.
İsrail’de, İlan Pappe gibi cesur olan başkaları da hem
kaba, hem de sinsi baskılara hedef olmaktadırlar.
Britanya’daki The Guardian gazetesinin İsrail’deki
eşdeğeri olan Haaretz’in öndegelen iki muhabiri Amira Hass ile Gideon Levi, İsrail’in 1967’de işgal ettiği Filistin’in
yüzde 22’lik bölümüyle ilgili hoş olmayan gerçekleri
sürekli olarak kamuoyuna taşımışlardır. Onlar sürekli olarak tehdit ve
nefret yüklü elektronik
posta mesajları
almaktadırlar. Yahudi hümanizminin en cesur geleneklerini yaşatan bu insanların
uluslararası dayanışmaya gereksinimi var.
Filistinli Mahpuslar
Derneği’nin Yayımladığı Bir Rapor
21 Haziran 2002
İsrail, Filistinli mahpuslara uyguladığı işkenceyi arttırıyor
Kadınlara ve çocuklara işkence ve
mahpuslar üzerinde psikolojik baskı
Sorgucuların mahpuslara işkence yapmasına olanak
veren yasal koruma kalkanı
Filistinli Mahpuslar
Derneğinin, kişisel ifadeler üzerinde
yaptığı son incelemede, tutuklama ve sorgulama sürecinde
Filistinli mahpusların yüzde 95’inin işkence, insanlıkdışı davranış ve psikolojik baskıya hedef olduklarını
ortaya çıktı. İnceleme, Filistinlilere karşı geniş bir
tutuklama kampanyasının sürdürüldüğü ve İsrail
devletinin pek çok Filistin bölgesini yeniden işgal
ettiği 1 Nisan 2002-20 Haziran 2002 dönemini
kapsıyordu.
İnceleme, işkence
uygulamasının inanılmaz boyutlara ulaştığını
gösteriyor. Hem İsrail polisinin, hem de İsrail ordusunun
mensupları, Filistinli mahpusları
hedef alan bu uygulamaların içinde yer almaktadırlar. İşkence uygulaması, İsrail yetkililerinin Filistinli mahpuslara yaklaşımlarında istisna olmaktan çok kural
haline gelmiştir. İsrail askerlerinin, gözaltında
tuttukları Filistinlilere davranışını, giderek artan bir nefret ve intikam duygusu karakterize ediyor.
İnceleme İsrail’in, mahpuslara davranışa ilişkin uluslararası ve insani yasaları dikkate almadığı
sonucuna vardı. Dahası İsrail, Yüksek Mahkemenin mahpuslara işkenceyi yasaklayan
6 Eylül 1999 tarihli kararına uymamaktadır. Bu, İsrail’deki en yüksek yasal otoritenin mahpuslara yapılan işkenceye son verilmesi yolundaki iradesine uymamak anlamına geliyor. İşkencenin kullanımının sürdürülmesi, iş Filistinli mahpuslara geldiğinde, İsrail ordu ve polis yetkililerinin, kendilerinde yasanın üzerine çıkma
hakkını gördüklerini de gösteriyor.
Geçen Nisan ayının başından bu yana
tutuklanan ve hapse atılan binlerce
Filistinli, İsrail yetkilileri tarafından
yakalandıkları andan itibaren aşağılama, insanlıkdışı
davranış ve işkenceye tabi tutulmuşlardır.
Bu politika, değişik
yaş, cinsiyet ve toplumsal kategorilere mensup
Filistinlilere karşı uygulanmıştır. Bu
politika, yaralı ve sakata insanlara işkence
edilmesini de içermektedir.
İnceleme, cezaevlerindeki ve tutuklama merkezlerindeki doktorların, hasta ve yaralı mahpuslara işkence
uygulamasına onay verdiklerine dikkat çekmektedir. Bu doktorlar, İsrail istihbarat
servisine bağlı soruşturmacıların, böylesi davranışlara katlanamayacak durumda olan hasta ve yaralı mahpuslara işkence uygulamasını kabul
etmektedirler. Ağır yaralı ve sağlık
durumları kötü olan Filistinlilerin, sorgulama amacıyla
zorla hastanelerden ya da kliniklerden alınmalarının
pek çok örneği vardır. Bir çok durumda da, bu gibi
tutuklular hastanelerde, elleri karyolaya kelepçeli durumda sorgulanmışlardır.
Filistinli mahpusları
hedef alan işkence, sorgulama süreciyle sınırlı değildir. İsrail’in kullandığı metotlar arasında mahpusları, sağlık koşulları kötü kamplarda ve tutuklama merkezlerinde tutmak da bulunuyor. Mahpuslar,
temel insan haklarından yoksun bırakılmalarının
yanısıra, her gün gardiyanlarının tahriklerine ve psikolojik baskılara tabi tutulmaktadırlar. Bu
kamplar arasında, En-Nekab, Ufer,
Huvara, Salem, Etziyon ve El-Mecnune’yi sayabiliriz. Cezaevi yönetimleri
yaralı mahpusların tedavisi için
cezaevlerine tıbbi alet ve ilaç girişine izin
vermemesinin de bir işkence biçimi olduğunu söyleyebiliriz. İnceleme,
özellikle Telmond Cezaevinde olduğu gibi küçük mahpusların kendilerini
cinsel bakımdan taciz eden
siyasal-olmayan suçlu mahpuslarla bir
arada tutulması uygulamasını işkencenin ağır bir biçimi saymaktadır.
İşkence ve kötü davranışın en berbat örneklerinden
biri, İsrail askeri
polisine mensup bir yüzbaşının bir
mahpusun ırzına geçtiği Ufer tutuklama kampında
yaşandı. Bu olayı 24 Mayıs’ta,
İsrail parlamentosunun bir üyesi olan İsam Makul açıkladı.
Şimdiye kadar İsrail, Filistinli
mahpuslara uygulanan işkenceyi hiçbir zaman soruşturmamıştır.
Bunun yerine İsrail, siyasal mahpuslara karşı şiddet kullanan
istihbarat elemanlarına yasal koruma bağışlamaktadır.
Filistinli Mahpuslar
Derneğinin incelemesi, bazı
mahpusların, kendilerine uygulanan baskıdan kurtulmak için intihar yolunu seçtiklerini
gösteriyor. 1 Nisan ile 20 Haziran arasında Magedo Askeri Cezaevinde iki intihar olayı yaşandı.
İsrail, insan hakları kuruluşlarının, işkence politikasını sona erdirme, İşgal Altındaki Topraklarda
Dördüncü Cenevre Konvansiyonunu uygulama ve kendisinin
de imzalamış bulunduğu İşkenceye Karşı Uluslararası Konvansiyon gibi uluslararası yükümlülüklerini yerine getirme yolundaki çağrılarını bugüne kadar reddetmiştir.
İsrail’in Filistinli mahpuslara, “terörist saldırıları önleme” gerekçesinin
arkasına saklanarak uyguladığı işkence, binlerce Filistinlinin yaşamına dönük ciddi bir tehlike ve uluslararası ve insani
hukukun son derece ağır bir biçimde
çiğnenmesi anlamına gelmektedir.
İşkence Metotları:
*Aşağılama ve ilk yakalanma anından başlatılan ve sinirliliğe
ve psikolojik bitkinliğe yol açan saldırgan tutum. Daha sonra
mahpuslar elleri ve ayakları bağlı, gözleri kapatılmış durumda ve yiyecek verilmeksizin ortalıkta bırakılırlar.
Mahpusların tuvalete gitmelerine de izin verilmez; onlar
askerler tarafından tahrik edilir ve kötü
davranışa hedef olurlar.
*Uykudan yoksun bırakılma
*Aşırı sıcak ve aşırı soğuğa tabi tutma
*Beyinde zedelenmeye
yol açan şiddetle sarsma
*Mahpusları
bağlayarak ağrı verecek pozisyonlarda uzun süre oturtma ya da ayakta bekletme
*Küçük ve sağlıksız hücrelerde izole
etme
*Kişilerin İsrail cezaevlerinde, aile ve avukatlarının haftalarca bilgisi olmaksızın gizli
olarak tutuklu durumda tutulması
*Tokatlama
*Tehdit ve aşağılama
*İşbirlikçi
koğuşlarında tutulma
*Mahpusların
vücutlarında sigara izmariti söndürme
*Yaralı ve sakat mahpusların tıbbi gereçlerden ve ilaçlardan yararlanmasına izin vermeme
*Mahpusları tavandan başaşağı astıktan sonra kollarına
ve bacaklarına vurarak dövme
*Ziyaret yasağı
İşkence Kurbanlarına
Örnekler:
1)
Biri 18 ve diğeri
16 yaşında iki
mahpus kızkardeş olan Vela ve Eşvak
Muhammet Bedr El-Etreş. Bu iki kızkardeş 12 Haziran’da tutuklandılar,
ağır bir biçimde dövüldüler ve daha sonra Hebron civarındaki Kiryat
Araba yerleşim birimine yakın
bir tutuklama merkezine götürüldüler. Onlar gözaltında tutuldukları 24
saatlik süre içinde dövülmenin yanısıra yoğun bir sorgulamaya tabi tutuldular.
2)
Deyşe Mülteci Kampından Muhammet Ali Ebu Laban. Son işgal sırasında İsrail kuvvetleri Beytüllahim’e girdiklerinde
Yeniden Doğuş Kilisesine sığınanlar
arasında olan Ebu Laban ayağından yaralanmıştı.
O, daha sonra tutuklandı ve Beytüllahim’in hemen dışındaki
Etziyon tutuklama merkezinde üç günü sedye üzerinde geçirdi. Ardından Hadasa
Hastanesine götürülen Ebu Laban burada muhafızların
saldırgan tutumuna hedef oldu; onlar kendisine yemek
vermeyi reddettikleri gibi, hastanede kaldığı sürece ellerini ve ayaklarını kelepçeli halde
tuttular. Doktorların ameliyat geçirmesi
gerektiğine karar vermelerine rağmen Ebu Laban herhangi bir tedavi uygulanmaksızın, halihazırda
sağlıksız koşullarda tutulduğu Ufer tutuklama
merkezine götürüldü.
3)
Riyad Dahlallah
El-L’mur: Bu mahpus 28 yaşında ve Beytüllahim’den.
Yaralı olmasına ve damar hastalığı bulunmasına rağmen El-L’mur 7 Mayıs’ta tutuklandı ve Eşkelon
tutuklama merkezinde ağır işkenceye tabi tutuldu. Bunun üzerine o,
kendisine uygulanan kötü davranışı protesto
etmek için ilaç
kullanmayı durdurdu. Daha sonra Asaf Ha Rofae Hastanesine kaldırılan El-L’mur, şimdi bu hastanenin yoğun
bakım ünitesinde bulunuyor.
4)
Romel Ali Halavi de
28 yaşında ve Beytüllahim’den.
O 7 Haziran’da tutuklandı ve Kudüs’te bulunan Meskibe
tutuklama merkezinde işkenceye tabi
tutuldu. Elleri demir kelepçelerle bağlandıktan sonra kolları arkaya doğru gerilen Halavi vücudunun duyarlı noktalarına vurularak dövüldü. Daha sonra vücudunda
sigara izmaritleriyle yakılan ve tuvalete gitmesine günde sadece
bir kez izin verilen Halavi bu arada sözlü olarak da
taciz edildi.
5)
Cenin’li olan Vel Kasım
intihar girişiminde bulundu. O 25 yaşında. Kasım, 10
Haziran’da, çekmekte olduğu psikolojik
bir rahatsızlık nedeniyle kullandığı
ilaçtan onlarca tablet yuttu. Onunla birlikte kalan bazı
mahpuslara göre, yaşadıkları zor koşullar, bazıları intihar
etmeye daha yatkın olan psikolojik ve
psikiyatrik bakımdan sorunlu mahpuslar
bir yana, aklıbaşında mahpusların bile yaşamlarına
son vermeyi düşünmelerine yol açıyor.
6)
Mahpus-Şehit Ahmet Cevabre 20 yaşındaydı. O,
El-‘Erub Mülteci Kampındandı. Cevabre
30 Mayıs’ta Magedo Cezaevinde
kendisini asarak intihar etti. O, işbirlikçiler koğuşunda sorgulanıp
işkence görmesi nedeniyle ağır bir depresyon geçirmişti.
7)
Salih Abdurrahman
Diyerye: (27 yaşında ve Beytüllahim’den).
20 Mayıs’ta tutuklandığında Salih ağır bir psikolojik rahatsızlık
geçirdi ve Beytüllahim Zihinsel ve Psikolojik Hastalıklar Hastanesine
götürüldü. Askerler onu Etziyon
tutuklama merkezine götürürken ağır bir biçimde
dövdüler. Bu arada tutuklama merkezi yönetiminin
gereksinim duyduğu ilaçların içeri girmesine izin vermemesi, Diyerye’nin durumunun daha da kötüleşmesine
yol açtı.
8)
Abdülselam Ebu El-Heyce: (16 yaşında ve Cenin Mülteci
Kampından). Abdülselam 12 Nisan’da tutuklandı
ve babasının saklandığı yeri söylemesin sağlamak için ağır işkenceye tabi tutuldu. Sorgucuları onu, babasını
öldürmek ve aileyi de sürgün etmekle tehdit ettiler. Uluslararası Kızılhaç Komitesi çalışanlarının, hala
izolasyon hücresinde tutulmakta olan Abdülselam’la
görüşmelerine izin verilmemektedir. O uzun süre ayakta Beklemek ve soyunmak zorunda bırakıldı. Bu arada kendisinin tuvalete ve banyoya gitmesine izin verilmemektedir. Sorgucuları
ona, bütün bildiklerini
söylemediği sürece buradan çıkamayacağını
söylüyorlar.
9)
Beytüllahim’den Direr Abdullah El Hrub, (26 yaşında). El Hrub 6 Mayıs’ta
tutuklandı ve tutuklama merkezinde fanatik Yahudi mahpusların saldırısına
uğradı ve dövüldü. O tarihten bu yana kendisi açlık grevinde
ve cezaevi koşulları nedeniyle sağlığı
kötüleşmiş bulunmaktadır.
Sosyalist Barikat, Sayı: 4, Ağustos 2002
FHKC Kurucusu George
Habbash:
"Biz Kazanacağız"
Çev. H. Kumru
Aşağıdaki
röportaj, Filistin'e Geri Dönüş
Merkezi tarafından yapılmış ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi
(FHKC) web sitesinden alınarak çevrilmiştir.
Soru: Alçakça
yürütülen işgale karşı mücadele deneyiminize
dayanarak dünyadaki en pervasız
askeri ve teknolojik güce direnen insanların birbuçuk yıldır İntifadaʼda geçirdiği koşulları nasıl değerlendiriyorsunuz?
George Habash: Siyonist işgale karşı Filistin
ulusal mücadelesinin daha önce tarihimizin hiçbir aşamasında benzeri görülmeyen
yeni bir niteliksel aşamaya girdiğini
düşünüyorum. Kutsal Al-Aksa İntifadası kitlelerin mücadelesiyle silahlı mücadeleyi biraraya getiren yüksek militan mücadele
aşamasını temsil ediyor. Filistin halkının geniş
kesimlerinin katılımıyla kitlesel İntifada devam ederken aynı
zamanda bununla paralel olarak İsrail’in
Batı Şeria ve Gazze’deki yerleşimlerine ve işgal ordusuna karşı
askeri eylemler devam ettirildi.
Bunların yanısıra, 1948’de işgal edilmiş topraklarda
şehitlik eylemlerine devam edildi. Bu eylemler,
siyonist işgal güçleri tarafından uygulanan
teröre, baskıya ve barbarca cinayet
eylemlerine yanıt olarak öz- savunma bağlamında gerçekleştirildi. Düşman, her şeyin olgunlaştığı koşullarda tüm şehirlerdeki, köylerdeki ve mülteci kamplarındaki insanları terörize etmek ve Filistin’in altyapısını, kurumlarını ve varlığını imha etmek amacıyla
savaş açtı.
İsrail’in vahşi askeri saldırılarına, genişleyen hareket alanına
ve tanklar, uçaklar, ağır silahlar, roketler, hücumbotlar ve uluslararası
yasalarla yasaklanmış çeşitli türlerdeki
ağır ve modern silahların kullanılmasına
rağmen Filistin halkının zaten hep olan savaşçı ruhunun
halen büyüyor ve canlanıyor
olması dikkate değerdir.
Filistin direnişinin
çapı ve şiddeti büyüdükçe, düşmanla
mücadelede de yeni biçim ve metodları geliştireceği ve İsrail’in
güvenlik önlemleriyle bariyerlerini yıkacağı
bugünden belli olmuştur. Bugün geçmişteki
direnişlerden farklı olarak Filistin halkının
artık işgale tahammül etmeyeceği netlik kazanmıştır.
Düşmanın dayatmacı, erteleyici, oyalayıcı,
imzalanan anlaşma şartlarının manipüle edilmesine dayalı bir politika izlediğinin
uzun ve acı deneyimler
sonrası fark edilmesiyle birlikte artık şimdi Oslo antlaşmalarına dayalı görüşme masasına dönülmesi söz konusu olamaz. Filistin halkı artık bu anlaşmaların
yanlış ve zararlı olduğunda birleşiyor. Filistin halkı artık işgale tahammül etmeyeceğini, özgürlük ve bağımsızlığı kazanana kadar mücadeleyi
devam ettirme kararlılığında olduğunu
göstermektedir. Tüm kuşatma, imha, ambargo,
cinayet ve terör biçimlerine; düşmana yardım eden tüm Amerikan politika ve
propagandalarına, resmi Arap rejimleri
cephesinde daha önce görülmemiş seviyelere
ulaşan pasiflik ve bozgunculuğa rağmen, Filistin halkı, Arap rejimleri, İsrail,
Amerika ve Avrupa’nın politik, psikolojik ve askeri baskılarını tereddütsüz biçimde
yılmadan karşılayarak çok yönlü mücadelesini devam
ettiriyor. Direnişin ulaştığı yüksek aşamayı ve şu andaki şartlarda
Filistin halkının artan savaşçı ruhunu gösterebilmek
için daha ayrıntılı açıklamama izin verin. Burada ilk anabileceğim şey, siyonistlerin vahşi eylemleriyle
akıttıkları kana, tüm zorluk ve acılara rağmen Filistin halkının,
siyonist askeri güç aygıtını etkisizleştiren
efsanevi mücadelesini ortaya koyması ve iradesini tüm
dünyaya gösterebilmesidir. İkinci anacağım şey, mevcut koşullarda
Filistin silahlı mücadelesinin nitel bir ilerlemeyi farkedilir şekilde ortaya koymasıdır. Bu olgu, eşsiz
cesaret ve yüreklilikleriyle ayırt edilebilen yeni nitelikli askeri eylemler sürecinin bir sonucu olarak İsrail’in artan kayıp
sayısında -askeri, yerleşimci, güvenlik, istihbarat personeli- gözlemlenebilir.
İsrail’in kayıplarının
çok yüksek olduğunu burada belirtmek
yerinde olacaktır. Siyonistler geçmiş
on yılların mücadelesinde hiçbir dönem bu kadar yüksek oranlarda kayıp
vermemişlerdir. Son rakamlar öldürülen her üç Filistinli şehide
karşı bir İsraillinin öldürüldüğünü
gösteriyor. Büyük farklılıklara, güç dengesizliklerine,
Filistin halkının elindeki yetersiz savaş
araçları ve donanımına rağmen oranlar bu yöndedir. Eğer bu insan kayıplarına
düşmanın ekonomik kayıplarını da eklersek Filistinlilerin silahlı eylemleri
ve halkın savaşçı ruhu arttıkça
siyonistlerin varlığını tehdit eden büyük sorunlara tanık
olacağız. Doğal olarak siyonist düşman, bugünkü ve gelecekteki varlığını tehdit
edecek bu gerçek tehlikenin büyüdüğünü
daha önce hiç olmadığı kadar hissetmeye başlamıştır. Bu olgu
son zamanlarda siyonist bölgedeki artan göç
oranlarının da yansıttığı gibi İsrail nüfusunda korku,
panik ve endişe hissini arttırdı.
Soru: Cenin mülteci kampında sergilenen
kahramanlık destanı ve
Nablusʼda mücadele cephesinin teslimiyete
yenilmemesi... Aynı çizgi Bitouniaʼda,
Filistin Yönetimiʼnin Ramallahʼtaki karargahında ve Doğuş Kilisesiʼnde
izlenseydi sonuçları ne
olurdu?
Habash: Cenin kampı ve eski Nablus
kentindeki kahramansı destanın politik,
askeri ve güvenlik açısından çok büyük anlam ve önemi
vardır. Buralarda sergilenen mücadeleler Filistin halkının savaşa ve
direnmeye hazırlıklı olduğunu gösteriyor. Filistinli
savaşçılar, yerine getirmekten çekinmedikleri
cesaretlerini, eşsiz gizli enerji potansiyellerini ve özveri düzeylerini gösterdiler. Herkesin bildiği gibi, güç dengesindeki büyük eşitsizliklere, suyun ve elektriğin
kesilmesine ve yiyecek stoklarının
tükenmesine rağmen oniki gün
süren siyonist vahşete karşı Cenin kampı direnişin simgesiydi.
İsrail, uçakları, tankları, roketleri
ve her türlü ağır silahları kullandığını ve kampa yönelik
defalarca saldırıda bulanacak ve kampı ele geçirebilecek
kumandanlar ve adamlar konumlandırdığını ve kampta bulunan savaşçıları etkisiz kılmayı
denediklerini ve
eski Nablus kenti
merkezini hasara uğrattıklarını itiraf
etti. Buna rağmen İsrail ordusu kampı
işgal edememişti. Kamp, ancak direniş
savaşçılarının cephanesinin tükenmesinden sonra ele geçirildi. Direnişçiler cesaret, kahramanlık
ve azimleriyle işgal ordusunun çok sayıda ölü ve yaralı
vermesine yol açtılar. İsrailli yetkililer asker ve polis 23 görevlilerinin öldürüldüğünü,
yüzlercesinin de yaralandığını itiraf etti.
Cenin kampı ve eski Nablus kentinde görülen şiddetli savaş kuşkusuz siyonist düşmanla mücadele tarihindeki
ilk karşılaşma değildi. Sınırlı askeri olanakları
ve zayıf silahlarına rağmen 1920’ler, 1930’lar ve 1940’lar, Filistinlilerin iyi sınavlar
verdiği birçok savaşa sahne oldu. 1948’den
sonraki onyıllarda ve özellikle Haziran 1967 yenilgisinden sonra Filistin silahlı mücadelesinde Filistin savaşçılarının eşsiz savaşçı ruhları ve Filistin ulusal haklarının, topraklarının, ulusal onurunun savunulması için fedakârlığa hazır olunduğu, cesaret, sabır ve üstün yeteneklerinin kanıtlandığı birçok kahramanca
çarpışmaya şahit olundu. Güney
Lübnan’da, Ürdün nehri kıyısında,
1982’de siyonist güçlerin giriştiği Beyrut kenti kuşatması sırasındaki çatışmalarda Filistin cephesinin birçok destansı kahramanlık örneği vardır.
Aynı tarihlerde modern Filistin devrimi sürecinde, yüzlerce, hatta binlerce Filistin savaşçısının İsrail ordusuna karşı ülke içinde ve sınırlarda
giriştiği saldırı örnekleri vardır.
Eğer Filistin Yönetimi yanılsamalardan kurtulup
ciddi bir çözüme yönelebilseydi ve tüm
biçimleriyle mücadele ve direniş
için hazırlansaydı, daha uygun koşullar
altında mücadeleye katılabilmeleri için, Filistin
Ulusal Ordusu’nun enerji ve kapasitesinin birleşimi için uygun ortamı hazırlamış olsaydı, bu
tarihsel ve güncel olaylar ışığında
Filistin’in diğer kentlerindeki örgütlü askeri mücadelelerin
sonucu çok daha farklı
olabilirdi.
Cenin ve Nablus’taki
Filistinli savaşçılar Gazze, Rafah, Khon
Younus, El-Halil, Ramallah, Tulkarim, Kalkiliye ve diğer Filistin kasabaları ve mülteci
kamplarındaki Filistinli savaşçılarla aynı irade ve kararlılıkla silahlanmışlardır. Eğer Cenin kampı ve eski Nablus
kentindeki direnişçilerin yaptığı gibi sınır
boyunca düşmanla çatışabilecekleri bir düzenlemeye gidilmiş olsaydı, İsrail’e ağır kayıplar ve dersler veren büyük bir kahramanlık
destanı yazılırdı. Dolayısıyla sorun savaşçılarla
ya da düzenlemelerindeki küçük çaplı askeri araçlarla ilgili değildir.
Karşılaştığımız ve karşılaşmakta olduğumuz sorun, Filistin Yönetimi’nin halen
Amerika ve Avrupa’nın arabuluculuğunu içeren bir politik anlaşma planı üzerine kumar oynamasıdır.
Filistin Yönetimi, anlaşma süreçlerinin uzun ve acı deneyimlerine rağmen
görüşme masasına ve Oslo anlaşmalarına
geri dönülmesi için büyük çaba harcıyor. Bu deneyim, ister İşçi Partisi
ister Likud olsun, İsrail hükümetlerinin tümü işgali sonlandırmak ve anlaşmalara bağlı olmak istemediğini
göstermiştir. Filistinlilerin geri dönme, kendi kaderini tayin ve bağımsız bir
devlet olma hakkıyla ilgili Birleşmiş
Milletler kararını uygulamaya hazır olmadıklarını açıkça ve pervasız bir şekilde ilan ettiler. Filistinlilerin geri dönüş, kendi kaderini tayin ve başkentin Kudüs olduğu bağımsız bir devletin kurulması gibi kazanılmış
hukuki ulusal haklarının reddedilmesi ve işgalin kalıcılaştırılması için sorunun temellerini saptırmaya devam
ettiler.
Tüm bu amansız koşullar, Filistin Yönetimi’ni
yanılsamalarından kurtarmak için
büyük çabalar sarfedilmesine, özgürlük, bağımsızlık ve geri dönme hakkı gibi halkımızın
amaçlarına varabilmek için Filistinlilerin enerji ve potansiyellerinin birleştirilmesini ciddi bir konu olarak ele almaya zorlanmasına ve İsrail işgalcilerine karşı mücadeleyi sürdürme
kararlılığındaki tüm yurtsever,
demokratik ve İslami güçlerin harekete geçmelerine
bağlıdır.
Soru: Son olarak FHKCʼnin Genel Sekreter Yardımcısı tutuklandı. Daha önce de Abu Ali Mustafa şehit
edilmişti. Ahmad Saadat halen
cezaevinde. Özellikle terörist Zeʼeviʼnin
öldürülmesinden sonra artan bu özel
operasyonlar Halk Cephesiʼnin performansını
ne kadar etkiledi? Halk Cephesiʼnin
liderlerini Filistin topraklarında konumlandırma kararı alması sizce akıllıca mıydı?
Habash: Her şeyden önce, özellikle Ze’evi
suikasti sonrasında, Halk Cephesi’nin geçtiğimiz
aylarda maruz kaldığı suikastler, takipler, insan avları ve tutuklamaların
düşmanın ilk kez uyguladığı bir tarz olmadığını belirtmeliyim.
1970’lerde, 80’ler ve 90’lı yıllar boyunca
siyonist düşman Filistin dışında
ve içerisinde silahlı bir örgüt olan Halk
Cephesi’nin kitleler arasındaki politik
ve askeri varlığına darbe indirebilmek için
insanlarımızın öldürülmesi, takip edilmesi ve yakalanmasını
amaçlayan birçok askeri operasyon düzenledi.
1970’lerin başında, yüzlerce insanın
tutuklanması, Halk Cephesi’nin politbüro üyesi “Gazze’nin Che Guevara’sı” Yoldaş Muhammad Al-Asad’ın
ve Merkez Komite üyesi Muhammad Al-Amsi yoldaşın şehit edilmesiyle
sonuçlanmış olan Halk Cephesi’ne
yönelik yoğun saldırıyı herkesin hatırlayacağını
düşünüyorum. FHKC’nin yüzlerce askeri ve örgütsel sorumlusunun tutuklanmasına
ve işgal edilen
topraklardan binlercesinin sürülmesine yol açan,
ayrıca çeşitli yerlerdeki çatışmalarda ve düşman hapishanelerinde birçok
militan kadronun öldürülmesiyle sonuçlanmış olan ve 1980’lerde başlayıp 1990’ların başlarına kadar süren işgal saldırıları için de benzer
şeyler söylenebilir. 60’ların sonlarında Cephe’nin
şimdi şehit olan Abu Mansour önderliğinde
El-Halil dağlarında verdiği gerilla mücadelesi pratiğini bitirmek amacıyla
işgalci güçlerin giriştiği saldırıyı da ayrıca
hatırlayabiliriz.
Fakat bu birbiri ardına
gelen operasyonlar Halk Cephesi’nin Filistin’deki
politik, örgütsel, kitlesel ve askeri varlığını
tasfiye etmeyi başaramadı. Cephe, tutuklama, insan avı, takip, sürgün,
tasfiye girişimleri ve eylemlerine hep maruz kalsa da yeniden ayağa kalkıp mücadeleyi
çeşitli biçimler, araçlar ve yöntemlerle
sürdürmeyi başarabilmiştir. Bugünkü koşullarda Cephe’nin
hedef olduğu saldırılar ne kadar sert ve yoğun
olursa olsun, bunların FHKC’nin mücadele yürüyüşünü durdurmada
başarılı olabileceği inancında değilim. Yoldaş Abu Ali-Mustafa’nın öldürülmesiyle siyonist düşmanın
verdiği büyük zarara rağmen partinin ileri gelen kadroları yeni düzenlemelerin
yapılmasında ve yeni bir genel sekreter, Ahmad Saadat ve yardımcısı
Abd al-Rahim Malluh’un seçilmesinde hızlı davranabildiler. Cephe ayrıca Genel
Sekreteri’nin şehit edilmesinin intikamını
kırk gün içerisinde, İsrail Bakanı Rehebam
Ze’evi’nin Kudüs kentinin ortasında
öldürülmesini başararak aldı. Ze’evi’nin öldürülmesinin
başarılması Siyonist düşmanın güvenliğine ve tüm askeri güvenlik
kurumlarına yönelik ağır ve ciddi bir
darbeydi. Bu saldırı, İsrail’in güvenlik, askeri ve
siyasi liderliği tarafından İsrail tarihinde
daha önce rastlanmamış nitelikte ciddi ve
tehlikeli bir tehdit adımı olarak mücadelenin
yeni aşamalara taşınması şeklinde
değerlendirildi.
Ze’evi’nin öldürülmesinin
önemine yönelik bu değerlendirme, siyonistlerin birçok farklı teknolojiyi
içeren geniş çaplı bir şiddet hareketine başlamasına neden
oldu. İlkin İsrail ordusu Filistin Yönetimi’ne,
İslami ve yurtsever Filistinli silahlı
örgütlere karşı yoğun bir askeri saldırı
başlattı. İkincisi, Filistin Yönetimi’ne
Ze’evi’nin öldürülmesi eylemini gerçekleştiren Ahmad
Saadat ve dört yoldaşının tutuklanmasını dayatan yoğun
politik baskıların uygulanmasıydı. Bu dayatma, İsrail’in bu kişileri
kendi araçlarıyla yakalayamamasının ardından
geldi. Üçüncüsü, İsrail’in Amerika, Avrupa ve bazı Arap ülkelerini
Arafat’a FHKC’yi “terörist bir örgüt” ilan ederek o doğrultuda
hareket etmesi için baskı yapmalarını
sağlamak amacıyla çok yoğun politik, diplomatik
ve halkla ilişkiler kampanyasına girişmesiydi. Bu baskılar ne yazık ki Filistin Yönetimi’nin yoldaş Ahmad
Saadat ve dört yoldaşını tutuklamasıyla sonuçlandı ve İsrail güvenlik birimleri Genel Sekreter
Yardımcısı Yoldaş Abd al-Rahim
Malluh’u tutuklamayı başarana kadar
Cephe’nin yüzlerce
üye ve kadrosunu tutukladılar.
Halk Cephesi’ni
hedef alan bu yoğun saldırılar doğal olarak ülke
içindeki Cephe’nin performans ve verimliliğini etkiledi. Fakat Cephe’nin alışılmış askeri görevlerini
sürdüreceğine kesinlikle inanıyorum. Cephe, yeniden güçlü bir şekilde
ortaya çıkacaktır. Geçtiğimiz aylar boyunca İntifada ve
Cephe’nin askeri eylemleriyle daha önce hedefi oldukları
saldırıların üstesinden gelebileceklerinin kanıtlandığını
düşünüyorum.
Sorunuzun ikinci kısmına
gelince, ülkeye dönebilen tüm yoldaşların geri dönmesi taraftarı olduğumu doğrulamama izin verin. Yoldaş Abu Ali’nin şehit
edilmesi ve Yoldaş Malluh’un tutuklanmasıyla sonuçlanan kayıplarımıza rağmen Cephe’nin bu aşamada doğru karar verdiği
inancındayım. Tabii ki kararın doğruluk derecesi hakkında hüküm vermek için
henüz erkendir. Her koşulda, Halk Cephesi, kararlarını ulusal mücadelenin
her aşamasında gözden geçirmeye, dersler ve sonuçlar çıkarıp gelecek dönem
için çalışma planları koymaya alışkındır.
İleri gelen kadrolar bu aşamayı kesinlikle durup değerlendireceklerdir. Fakat salt bu açıdan değil; Cephe’nin
performansını ve genel olarak
Filistin ulusal konjonktürünün kapsamlı bir değerlendirilmesinin
de sorumluluğunu alacaklardır.
Soru: Son olarak uluslararası baskı altında Filistin Yönetimi reform programı
diye bir şey açıkladı. İsrail tankları
Filistin kentlerini kuşatmışken ve tutuklamaların, yıkımların ve öldürmelerin
sürdüğü bir zamanda bakanların isimleri açıklandı. Filistin
Yönetimiʼnin gitgide Filistin halkının sorun ve çıkarlarından
daha da uzaklaştığını ve bu bağlamda gerçeklikten bir kopuş
yaşadığını düşünüyor musunuz?
Habash: Politik reformun Filistinlilerin kapsamlı bir ulusal talebi olduğunu en baştan
söylememe izin verin. Bu, politik ve entelektüel
konumları ne olursa olsun tüm Filistin ulusal güçleri ve örgütleri
tarafından desteklenmektedir. Filistin Kurtuluş
Örgütü, Filistin Yönetimi ve Filistin’in ulusal karar alma organizasyonları üzerinde uygulanan tüm hegemonya biçimleri,
keyfi ölçütler ve otoriteciliğin
gölgesi altında bu talep geçmişte ve bugün halen Filistin’in önemli
bir ulusal sorunudur. Son otuz yıl boyunca FKÖ, kurumlarını reformdan
geçirmek ve demokratik temellerini (kuruluşunu)
yeniden oluşturmak için bir şekilde ulusal programa yardım
edecek ve Filistinlilerin ulusal haklarını geri almak için yürüttükleri mücadeleyi ilerletecek, halkımızın özgürlük ve bağımsızlık
hedeflerini koruyacak gerçek ve ciddi bir mücadeleye girişti. 70’ler ve
80’lerde FKÖ’nün tüm politik, örgütsel
ve sendikal yapılarının reform sürecinde elde edilen bazı
kazanımlara rağmen son tahlilde
reformlar nitelik olarak kısıtlı ve geçici
oldu. Bu reformlar önemsenmedi, terk edildi ve daha sonra toplum meseleleriyle ve gerçek kollektif liderlikle ilgisi olmayan tahrip edilmiş kavramlar, alışkanlıklar ve
gelenekler -otoritecilik ve karar alma süreçlerindeki sorumsuzluklar gibi- her şeyin eskiden olduğu
gibi yürümesi için hakim kılındı. Tüm bunlar yönetim
kadrosunun Filistin Kurtuluş Örgütü’nü kuramsal anlamda geniş bir
ulusal koalisyon olarak tanıması ve
Filistin halkının tüm yasal temsilcilerini
tek bir şemsiye altında birleştirecek kapsamlı-sürekli bir çerçeve olarak desteklenmesi
sırasında gelişti.
Son durum hakkındaki
soruya dönecek olursak,
ne yazık ki, bugün Filistin Yönetimi’nin önerdiği demokratik
ve politik reformlar Amerika-Avrupa-İsrail ve resmi
Arap rejimlerinin baskılarının sonucu
olarak İsrail ve Amerika’nın
güvenlik amaçlarına ulaşılmasına bağlanmıştır. Bu amaçların
önemi Amerika ve İsrail’in çıkarlarına, heveslerine ve planlarına yardımcı olan bir
Filistin siyasal rejiminin kurulmasını hedeflemesidir.
Bu rejim, İsrail ve ABD’nin siyasal
ve güvenlik amaçlı görev ve hizmetlerini karşılayacaktır.
Öncelikle bu hizmetlerin, Filistinli yurtsever muhalif güçlerin
bastırılması, İntifada’nın ve
İsrail işgalcilerine
karşı savaşmakta olan tüm Filistinli (yurtsever, demokratik, İslami) silahlı ulusal direniş örgütlerinin tasfiye
edilmesi girişimlerine yönelik olduğu kanıtlandı.
Filistinli ya da
Arap olsun hiç kimsenin Amerikalıların,
Avrupalıların ve İsraillilerin Filistin’de demokrasinin yokluğu, güvenlik birimlerinin otoriterliği, mahkeme kararlarının
ve en temel Filistin yasalarının
önemsenmediği, yönetici kurum ve üyelerdeki
artan çürüme ve bürokratikleşme
üzerine döktüğü timsah gözyaşlarına inanacağını
düşünmüyorum. Endişe duyduklarını iddia
ettikleri bu şeyler her türlü
inandırıcılıktan yoksundur. Aslında
tarih bu üçünün de her zaman üçüncü dünya ülkelerini ve rejimlerini en temel demokratik ve insani hakları reddeden derin ve köklü baskı, terör, sindirme ve çürümeye yönlendirdiğini göstermiştir. Bunu sadece kendi çıkarlarını garanti
edebilmek amacıyla yapıyorlar. Bu politikaların
örneklerini ve sayısız gizli yönlerini saymak oldukça
güç olacaktır. Batılı yazarların kaleme aldığı
birçok kitapta Amerika ve Avrupa güvenlik birimlerinin birçok diktatörlük rejimini desteklediği
ve beslediği açığa çıkmıştır.
Ama yine de İsrail,
Amerika, Avrupa ve Arap devletlerinin kendi çıkarlarına
hizmet eden reformları Filistin Yönetimi’ne dayatmış olmasına rağmen biz bir saniye bile reform mücadelesinin sürdürülmesi için
tereddüt etmemeli ve demokratik, özgür ve onurlu temellere dayalı gerçek ve
radikal bir reformun yapılabilmesi için tüm enerji ve olanaklarımızı harekete geçirmeliyiz.
Filistin Yönetimi’ni ve FKÖ’nün kurumlarını, belediyeleri,
köy konseylerini ve hatta sendikaları ve kitle örgütlerini kuşatan bir
reform olmalıdır. Bizden önce uzun yıllar boyunca başarılması
için mücadele verilmiş etkili bir reform
hareketini tamamlama şansına sahibiz.
Bu yolda başarılı olunabilmesi ancak tüm
hegemonya, sayısız keyfi ölçüt ve otoritecilik biçimlerine
bir sınır getirilmesiyle
ve ilkelere dayalı şeffaf kurumların kurulabilmesiyle
mümkündür.
Doğal olarak bu tür reform ve seçimlerin
Oslo Anlaşması’nın şartları ve işgalin doğrudan ve dolaylı
etkilerinden uzakta, kurumlara yardım eden bir çerçevede oluşması gerekir. Ayrıca
bunlar, kusursuz bir düzenlemenin ve hazırlığın yapılması temelinde
yeni ve çağdaş bir seçim sistemi çerçevesinde oluşturulmalıdır.
Tüm yurtsever, demokratik ve islami güçlerin çabalarının
birleştirilmesinin ve demokratik seçimlerin,
gerçek bir reformun gerçekleşebilmesi için gerekli fırsatları sağladığı önemle vurgulanmalıdır. Halkımızın
özgürlük, bağımsızlık hedeflerine
varabilmesi ve yağmalanmış haklarının tekrar kazanılabilmesi
için Filistinli kitlelere ve onların politik güçlerine işgale karşı mücadelelerini sürdürebilmelerini
kolaylaştırabilecek koşulların sağlanması gerektiğini düşünüyorum.
Soru: Mücadele
dolu yıllar boyunca Filistinli mülteciler siyonist
projeye karşı savaşta önemli bir rol oynadılar.
Çatışmanın canalıcı noktası mülteciler olduğundan bu çok doğaldı. Mülteci kamplarının sistematik bir biçimde nasıl hedef alındığını
hepimiz gördük. Örneğin Sabra ve Şatillaʼdaki tüyler ürpertici katliamlar hatırlanabilir. Son
Al-Aksa İntifadaʼsında tüm mülteci kampları hedef alındı ve daha
sonra da Cenin mülteci kampında bir
katliam yaşandı. Çatışmanın her aşamasında
kamplar neden hedef alınıyor ve sizce halkımızın kamplarda
acı içinde mülteci olarak yaşıyor
olması siyonistler için yeterli değil mi?
Habash: Evet, Filistinli mülteciler yıllarca siyonist projeye karşı Filistin
Ulusal mücadelesi içerisinde önemli roller almıştır.
Bu çok doğaldır; çünkü sorunuzda da değindiğiniz gibi
Filistinli mültecilerin topraklarına geri dönme
meselesi bugün halen siyonist-Batı
sömürgeci bakış açısıyla çatışmanın düğüm noktasını teşkil eder. Bu yüzden Filistinli mültecilerden
bahsettiğinizde, bu, işgal
topraklarındaki
kamplarda yaşayan
beş milyon Filistinliyi tartıştığımız
anlamına gelir. Bu insanların yaşamları, geçim,
sağlık, eğitim, barınma gibi çeşitli
ölçütlerle uygulanan ilkel ve insanlıkdışı
koşullarla birlikte anılıyor. Filistinli mülteciler anahtarlarını hep yanlarında
gezdirirler çünkü bir gün kentlerine, köylerine
evlerine ve mülklerine geri dönecekleri umudu taşıdıklarından
aslında sürekli bir belirsizlikle tanımlanacak bir yaşam sürdürürler. Acımasız ekonomik,
toplumsal insani koşullar ve bekleyiş
uzadığında geri dönme hakkı mücadelesi için
örgütlenmeye başladılar. Bu mücadele, burada ele alamayacağımız 1965’deki
modern Filistin devriminin patlama aşamasına kadar çeşitli biçimler altında sürdü. Filistin devriminin savaşçı ve kahramanlarını
kamplardan çıkardığını söylemek bir abartı değildir.
Devrim gelişip
olgunlaştığında kamplar onun en canlı doğal
kaynaklarıydı. Onyıllar boyunca Filistin kampları
her zaman büyük özveriler göstererek silahlı
yurtsever direnişi takip ettiler. Bu nesnel bir olgudur; bu yüzden tartışılabilir bir şey olduğunu düşünmüyorum. Kamplar hakkında
farklı bir görüş yoktur. Bu olgular ışığında Filistin kampları
onyıllar boyunca siyonistlerin, birçok Arap rejiminin ve Amerika ile Batı Avrupa ülkelerinin
politik müttefiklerinin her zaman hedefi olmayı sürdürdü ve yurda dönüş
haklarını bir şekilde inkâr eden bu güçler Filistinlileri
tekrar kamplara yerleştirdi.
Politik cephede
siyonistler, Amerikalılar ve Batı Avrupa çevreleri Filistinli mültecilerin
yeniden yerleşimi için binlerce plan ileri sürdü. Fakat
Filistinlileri evlerine ve mülklerine geri dönme
hakkından vazgeçmeye ikna etmek için
hazırlanan bu planlar tüm manipülasyonlara rağmen
başarısızlıkla sonuçlandı. Tam tersine
Filistinliler haklarına daha fazla bağlandılar
ve günlük hayatlarını çevreleyen zor koşullara rağmen yurda dönüş
konusunda ısrar ettiler. Filistin devrimi patlak vermeden önce, güvenlik ve askeri meseleler cephesinde Filistin mülteci kampları Arap polisi ve güvenlik birimlerinin
birçok baskı, terörist operasyon ve
tutuklama kampanyalarına hedef oldu. Bu baskının
amacı Filistinlilerin politik etkinliğini
kısıtlamaktı. Bilindiği gibi devrimin patlamasından
sonra Sabra ve Şatilla, Cenin ve Tell al-Zaatar gibi kamplar - anlatılması çok zor olan- bir dizi acımasız askeri saldırının,
kuşatma harekâtının hedefi oldu. Bunlar
kamplardaki en açık ve bilinen katliamlardır.
Filistin kamplarının maruz kaldığı sayısız vahşetlerin burada anılması
yedi sayınızı kapsayabilecek
niteliktedir.
Bütün bunlara ve duyduğumuz hüzne rağmen Filistin kampları
devrim için temel bir
savaşçı kaynağı olmayı ve tüm
biçimleriyle siyonist düşmanla mücadele etmeyi sürdürüyor. Siyonist düşmanın,
Arapların ve yabancı güvenlik servislerinin mülteci kamplarını hedef almasının
arkasında yatan temel neden kanımca budur.
Ayrıca Filistin mülteci kampları Filistin halkının
elli yıldan fazla bir
süredir yaşadığı çağın trajedisinin en açık
örneği olmayı sürdürmektedir. Siyonistlerin ve batılı
sömürgecilerin, direnişin en önemli nedenlerinden biri durumundaki geri dönüş hakkı sorunundan kurtulmaya çalışmaları şaşırtıcı değildir. Çünkü kendi varoluşu açısından geri dönüş
fikrini ters bulan İsrail bunu tamamen reddediyor ve Filistinlileri boyunduruk altında
tutmayı sürdürüyor.
Bu noktada
Filistinli mültecilerin haksızca ve zorla sürüldükleri
evlerine, kentlerine ve köylerine geri dönüş hakkının reddedilmesinin
varolan bir İsrail konsensusunun açık
kanıtı olduğunu belirtmek önemlidir. Ayrıca BM’nin 194 nolu kararının uygulanmasını reddeden bir İsrail konsensusu
vardır. Bu konsensus birçok siyasal parti ve hareketten çeşitli eğilimlerdeki siyasal ve merkez kanadın sivil
kitle örgütlerine ve hatta barış
hareketine kadar uzanır.
Mülteci kampları geri dönüş hakkı için mücadele edenlerin
mekanı -pratik ve nesnel bir gerçeklik olarak- Filistinlilerin ulusal iradesinin kalesi ve devrimin, devrim savaşçılarının,
devrim şehitlerinin akacağı tükenmez bir pınar olduğu için mücadelenin her aşamasında
bu kamplar, Filistinlileri Filistin dışında
yerleştirmeye ve mevcut yasal Filistin ulusal haklarını tasfiye etmeye çabalayan düşman güçlerin sürekli hedefi olarak kalacaktır.
Filistinlilerin geri
dönüş hakkının son birkaç
yıl içerisinde özellikle Madrit Konferansı
ve Oslo anlaşmaları sonrasına yeni bir aşamaya girmiş olduğunu söyleyebilirim. Oslo anlaşmalarından sonraki çok
yönlü hareket ve değişimler Filistinliler arasında geri dönüş
haklarının hazırlığını hedefleyen ciddi gelişmeler
olduğunu ve Filistinlilerin kaybının
karşılanarak bir başka yere yerleştirilmesini de içeren
politik çözümlere varılacağı hissini uyandırdı. Aslında bu
Filistinlilerin en doğal hakkı olan sürüldüğü
topraklara geri dönüş hakkının reddedilmesiydi. Hiç kimseye
devredilmeyecek ve bireysel ve toplumsal dokunmazlığı içeren bu hak, uluslararası yasaların kararlarında, insan hakları yasalarında ve birçok
uluslararası anlaşma ve belgelerde saklıdır.
Siyonistlerin, Amerikalıların ve Batı Avrupalı çevrelerin 194 nolu kararı
ve sistematik etnik temizlikle topraklarından
zorla sürülen Filistinlilerin
haklarını tanıyan bütün kararları inkâr etme
hevesleri giderek artmaktadır. Siyonistler
“Filistin halksız bir topraktır,
topraksız bir halktır” yalanına hedeflerine varabilmek için başvururlar. Siyonistler ve batılı destekçileri sürekli olarak mültecilerin nereye
olursa olsun yeniden yerleştirilmesi, hatta
yeni mekanlara yerleştirilmesi, -ki bu
yeniden sürülmeleri anlamına gelir- için
projeler önermektedir. Bu dış etkenler 194 nolu kararı
amacından saptırarak sulandırma çabası içine girdiler.
Zaman zaman Amerika,
Avrupa ve İsrail planlarını destekleyen
sesler duyuyoruz. Bu sesler Filistinli yetkililerin kısmi çözümler talep eden ve aslında Filistinlilerin
geri dönüş hakkını elinden alacak olan
tavizlerdir. Bu sesler kitlelerden izole ve azınlıkta kalsa da Filistin karar alıcıları açısından görüşülebilir ve görüşülemez olan berbat koşullardan
kaynaklı tehlikeli sorunlar ortaya çıkar. Bu sorun beraberinde özsavunma ve
tolerans eğilimiyle yüzleşmek ve en son
Saru Nuseibeh’in yaptığı rezil açıklamalara
karşı çıkılmasını gerektirir.
Elbette bu
hareketlerle mücadele etmek ve uluslararası
kamuoyunu etkilemek sadece ulusal mücadelenin
tırmandırılmasıyla ve Filistinli mültecilerin
halen bulundukları yerlerde (1948, 1967’de işgal edilen
topraklar ve yurtdışı) örgütlenmesi için büyük çabalar sarfedilmesiyle başarılamaz. Bu
noktada geri dönüş haklarını fesh
etmeye dayalı manevralara karşı
çıkan ve bu hakkı savunmayı amaçlayan kitle hareketlerini desteklemek doğrudur. Toplama kampları nerede olursa olsun
Filistinliler insanların kollektif çalışmasına
dayalı yapılar ve komiteler oluşturdular ve tüm kararlılıklarıyla geri dönüş
hakkının kutsal, meşru ve mümkün olduğunu belirttiler. Burada
Filistinlilerin geri dönüş hakkının savunulmasında önemli bir zincirin halkasını oluşturan Filistin’e
Geri Dönüş Merkezi’ni takdir
etmeme izin verin.
Filistinli politik
parti ve örgütlerin geri dönüş
hakkının savunulması için kapsamlı bir çalışmayı
başarabilmesi ve böylece bizim de bu noktadan yardımcı olabilmemiz
için bu hareketin çabalarına yardımcı olabilecek halk topluluklarının ve
komitelerinin varlığı önemlidir.
Filistinlileri ülke
dışında tutmak, son ifadelere göre de kamplarda karantinaya almak için geri dönüş
hakkımızı projelerle değiştirmeye çalışan
çabaları hüsrana uğratabilmemizin garantisi,
safları örgütlemek ve partilerin, örgütlerin,
komite ve kurumların politik, kitle, iletişim ve
militan etkinliklerinin seviyesini yükseltmektir.
Bu konuda geri dönüş
hakkının savunulması için çalışanların çok daha büyük
birlik çabaları geliştirmeleri gerektiğini belirtmek isterim. Bu hakkın savunulmasında tek bir hareketin yaratılması ve böylece
her bir üyenin diğeriyle uyum içinde çalışacağı iyi bir çok
sesli orkestra işlevi görebilmesi için
halkımızın bulunduğu her yerde çabalarını
birleştirmeye çalışmalıdırlar.
Bu birlik, henüz
yurtdışı ve Filistin’deki kitle çalışmalarının en son şeklini ve kesin yapısal
biçimlerini
ortaya koyacak kadar
olgunlaşmamış olsa da, halkımızın
bu temel ve adil davaya hizmet eden en iyi ve
etkili biçimleri yaratacağına kesinlikle
inanıyorum.
Sonuçta Filistin ulusal mücadelesinin kutsal
geri dönüş hakkının savunulması yolunda gerçek
bir dönüm noktasını teşkil eden kongreler, oluşturulmuş komiteler
ve dünyanın dört bir köşesindeki
etkinlikleri belirtebilirim. Tüm bu çabaları olumlu buluyorum. Bu
çabalarda son derece önemli
olan bir uyanışı görüyorum. Filistin halkının külliyen reddettiği asılsız iddiaları kullanarak geri dönüş hakkını iptal
etmeyi hedefleyen tüm düşman çabalarını yenebilmemiz
için daha büyük gayret ve ciddi bir azimle mücadelelerini devam ettirmeleri çağrısında bulunuyorum.
Zor ve karmaşık
bir dönemden geçiyoruz. Fakat Filistin halkı gerçek önderliği, kadroları, düşünürleri, akademisyenleri ve tüm kitle örgütleriyle
bu koşulların üstesinden gelebilecek ve kararlı bir şekilde
kutsal haklarını kazanacak ve mücadelenin zaferi için
onu devam ettirecektir.
Öyleyse ileri, biz kazanacağız!
Bir Evin İşgali
Dani, Ağustos
2002
Anais, Beytüllahim’de
Yeniden Doğuş (=Nativity)
Kilisesininden bir kaç blok ötede
yaşayan 7 yaşında bir oğlan çocuk.
Geçtiğimiz ilkbaharda Beytüllahim’in kuşatılması sırasında Anais, kendi evinin İsrail askerleri
tarafından işgaline tanık oldu. Onun evi Dima’nın,
şu geçenlerde kendisi hakkında bir yazı yazdığım ve aynı gün benzer bir silahlı işgal sırasında büyükannesi ve amcası öldürülen kızın evinin
tam arkasında. Teröre tanık olan pek çok
kişinin durumunda olduğu gibi, Dima ve Anais korktuklarını yadsıyorlar. Onlar bu acılı duyguyu, daha genç
kardeşleri ve kadın yakınları gibi başka insanlara yansıtıyorlar.
Ön kapıyı kırarak
içeri girdikten sonra, İsrail askerleri Anais’in annesine saldırdılar ve babasını alıp götürdüler. Anais,
ailenin bardakları, tabakları ve
televizyonunu kastederek, “Her şeyi kırıp döktüler” dedikten sonra şunları ekliyor:
“Onlar annemin düğününden kalma altın
mücevherlerini çaldılar. Ve benim şarkı
söyleyen kuşlarımı öldürdüler. Hem de sekizini
birden.” Bir çok Filistinli çocuk
gibi Anais de ev hayvanı olarak kanarya besliyordu.
Anais, yaralı
annesi ve halası, 25 gün boyunca tahrip edilmiş
olan evlerinin bir odasında mahpus kalmak ve odalarının kapısını açık bırakmak zorunda bırakıldılar. Anais,
“Askerler her gün geri geliyorlardı”
diyor.
İlk resimde, küçük bir çocuk gibi değil de küçük bir adam gibi duran Anais 5 Nisan 2002 günü meydana gelen olayları anlatıyor... Üçüncü
resimde, Dima’nın evinin ikinci kat yatak odasının, evlerine yapılan
saldırıdan bir kaç gün önce dışardan çekilmiş
görüntüsü var. Ambülans, ancak günler sonra
büyükannesinin ve amcasının, oturma odalarında
bekleyen cenazelerini götürmek için izin alabildi. Dördüncü resim, babasını
bir İsrail tankının ateşi sonucunda yıkılan Dima’nın yatak odasında
gösteriyor. Son resimde, -kendi annesinin ve kardeşinin
öldürülmesine tanık olmuş olan- Dima’nın
halası bana, soğuk ve yağmurlu bir günde
gerçekleştirilen İsrail işgali sırasında altı çocuğun gün boyu pijamalarıyla saklanmak zorunda kaldıkları
banyo odasını gösteriyor.
Öyküsünü anlatmayı bitirdikten sonra, Anais’e Kutsal Aile kilisesine, hastanesine ve
yetimhanesine yapılan saldırı sırasında Kutsal
Bakire Meryem heykelinin topa tutulduğunu bilip bilmediğini
sordum. O gülerek, “Tabii! Bunu herkes biliyor” dedi. Kendisine, İsraillilerin neden kuşlara ve Meryem’in
heykeline ateş ettiklerini sordum.
“Onlar her şeye ateş ederler” dedi.
Çocuklar neyi yaşarlarsa onu öğrenirler.
Dani
Filistinlilerin
Zeytin Hasadı
Justin Podur'un
Diane Valentine’le Yaptığı Söyleşi, 16 Ekim
2002
Diane Valentine;
ABD, Kanada, Avrupa ve diğer ülkelerden, Uluslararası Dayanışma Hareketi’nin (ISM) Kasım 2002’de düzenlediği
zeytin hasadı kampanyasına katılan çok
sayıdaki eylemciden biri. Batı Şeria'nın Salfit bölgesindeki Yasoof adlı
bir köyde bulunuyor.
Uluslararası eylemciler,
zeytinlerini toplamaya çalışan Filistinlilere
eşlik ediyorlar. Yanında kimse olmayan Filistinliler, askerlerin ve silahlı
yerleşimcilerin şiddetiyle karşı karşıya kalıyor. Uluslararası eylemciler ve Filistinliler, uluslararası dayanışmanın, zeytinlerini toplayabilmeleri için Filistinlilere
alan ve güvenlik sağlayabileceğini umuyor.
Valentine bu akşam
telefonla yaptığımız görüşmede, şimdiye kadar Yasoof’ta gerçekleşen eylemler
ve gelişmesi muhtemel olan
olaylarla ilgili bir kaç soruyu cevapladı.
--Çoğu Kuzey Amerikalıʼnın işgal gerçeğinin neye benzediğine dair bir
fikri yok. İsrail ordusunun saldırı
hikayeleri, özellikle de önemli ölçüde kayıp varsa,
bazen bildiriliyor, ama işgal altındaki gündelik yaşam hakkında hemen hemen hiçbir şey duyulmuyor.
Bir köydesiniz, işlerini yaparken
insanlara eşlik ediyorsunuz. Bize işgalin
nasıl bir şey olduğundan bahseder misiniz?
-Gözünüzde
canlandırmaya çalışın: yurttaşlık haklarınız elinizden
alınmış; malınız mülkünüz, toprağınız çalınmış; geliştirmeye
çalıştığınız her şey engellenmiş -ürünlerinizi hasat etmeye çalışmanız, ya da
okula gitmek, ya da işe gitmeye çalışmak
gibi gelişmeler-. Çocuklarınızın geleceğine dair umutlarınızın elinizden
alındığını, ve böylece aile yapınızın,
bir anlamda yaşama nedeninizin, kültürünüzün, varlığınızın yok edildiğini düşünün. İşte bunun başladığı
yer tam da burası.
--Birlikte çalıştığınız
Filistinliler silahlı yerleşimcilerin
saldırılarıyla karşılaşıyor. Bize yerleşimcilere
uygulanan kurallar ve kanunlardan bahseder
misiniz? Bunlar Filistinlilere uygulanan kurallar ve kanunlardan ne şekilde
ayrışıyor?
-Oldukça ayrışıyor.
Yerleşimciler işgalin en keskin örneği,
-hatta ordudan daha çok- çünkü toprağı
diğerlerinden almak için özellikle orada bulunuyorlar.
Filistinlilere
uygulanan hemen hemen hiçbir kural yerleşimcilere
uygulanmıyor. Tabii ki yerleşimcilerin İsrail ordusu tarafından korunması ve
Filistinlilerin korunmaması gibi bir gerçek
var. Ekonomik ve toplumsal farklılıklar var, çok büyük zenginlik ve gelir farklılıkları
var. Fiziksel ve coğrafi farklılıklar var - yerleşimciler tepede yaşıyor,
Filistinliler ise aşağıda. Yerleşimcilerin
günde 24 saat elektriği varken, Filistinlilerin, elektriği bazı durumlarda günde 5 saate varan bir biçimde
karneye bağlamak zorunda olması gibi bir gerçek
var. Burada kendi jeneratörleri var, ama onun kullanımını da
karneye bağlamak zorundalar. Bir de
su meselesi var; civar köyler içme suyu sıkıntısı
çekerken, yüzme havuzlarına sahip olan yerleşim
bölgelerine dair hikayeler duymuşsunuzdur. Yaşam kalitesinde büyük farklılıklar var.
Hareket özgürlüğünde de büyük
farklılıklar var.
Bu durumun bir de
yasal yönü var: Yerleşimcilerin
dokunulmazlığı var. En temel meseleyi; Filistin toprağını
zaptetmelerinin uluslararası hukukun ihlali olmasını bir yana bırakın,
hatta bu bir yana, onlara ceza almadan ya da en
hafif cezalar karşılığında suç işleme hakkı tanınıyor. -Ateş açıp birisini öldüren bir yerleşimcinin
cezaevinde 8 ay kalması gibi- örnekler burada bütünüyle
hatırlanıyor.
Bugün, bu sabah, ürünlerini toplamaya
çalışan Filistinlilere eşlik ederken, bir yerleşimci doğrudan üzerimize ateş açtı; ordu da oradaydı. Gerçekten tutuklandı, çünkü uluslararası eylemcilere ateş açmıştı, ve bunu
ordunun önünde yapmıştı -ama ben, onun hala
tutuklu olma ihtimalinin oldukça düşük olduğunu düşünüyorum.
Tarafların bu karşılaşmalardaki haklarına gelince;
bir yerleşimci tarafından kendisine ateş
açılan bir Filistinlinin tutuklanması, ateş
açan yerleşimcinin tutuklanmasından daha olası
bir durum.
--Yerleşimciler
kimler? Yerleşimciler arasında;
eğitim, nüfus ya da ideoloji bakımından
önemli ayrışmalar var mı?
Farklı tür yerleşimcilerin Filistinlilere
tepkisi, ya da Filistinlileri tehdit etme biçimleri farklılaşıyor mu?
-Bu bölgedeki,
25 yıllık Ariel
gibi eski yerleşimlerde genelde Avrupa ve
Rusya’dan gelen Eşkenaz• yerleşimcilerin bulunuyor
olmasına dair bir mutabakat var. Bu yerleşimcilerin
Filistinlilerle pek bir dertleri yok, -bu, genelde
Filistinlilerin ordu tarafından gözaltına alındıktan sonra cezalandırılmalarının bir parçası
olarak yerleşim bölgeleri üzerindeki yollarda vurulmayı istedikleri anlamına
gelmiyor- ama genel olarak yerleşim
bölgelerine bağlı kalıyorlar.
Şiddeti
kışkırtanlar, yeni yerleşim bölgelerinden gelen yeni yerleşimciler. Bu yerleşimciler
genelde Birleşik Devletler’den ve Avrupa’dan geliyorlar. Görünüşe göre İsrail
hükümeti tarafından illegal ve terörist
bir örgüt olarak
kabul edilen Kehani tarikatından gelen yerleşimciler
de var. Bu tarikatın üyelerinden birisi, bir camide 37 kişinin ölümüyle sonuçlanan bir katliamı gerçekleştirdi. Yarın sabah
zeytin toplamaya çalışırken karşılaşacağımız yerleşimciler bu gruptan.
--Toplanacak
zeytinler kime ait?
-Bu soru bizi doğrudan
başka bir soruya götürüyor: toprağın sahibi kim? Cevabın şu olduğu açık: toprak
yasal ve tarihsel olarak Filistinlilere aittir. Şimdi bile ağaçlıkların sınırları, kasaba ve
köylerin birer parçası olduklarını açık bir hale getiriyor. Ağaçlıklar -bir
ailenin kendi hasadını bitirdikten sonra diğer
aileye yardım etmesi
gibi bir kamu malı unsurunun varlığına
rağmen- kuşaklar boyunca belli
ailelere ait olmuş.
Güç kazanan yerleşim bölgeleri toprak için
mücadele ediyor, ve böylece şu anda yerleşim bölgelerine ait oldukları
köylerden aslında fiziksel olarak yakın
durumda olan ağaçlıklar var. Yerleşimciler ve ordu, zeytin ağaçlıklarını
çevrelemek, ağaçlıkları yerleşim bölgelerine yakınlaştırmak ve daha çok toprak çalmak
için duvarlar ve çitler yapıyor.
Zeytin, başvurulabilecek
en son ekonomik seçenek; bir çoklarına göre çok güçlü bir seçenek
bile sayılmaz. Tarihsel
olarak, “Filistin’in kalbi ve ruhu” zeytindir. Zeytin böylesi bir fiziksel ve ekonomik öneme sahiptir.
Çevresinin bütün simgeselliğine ve kültürüne
sahiptir; bu yüzden Filistinlilerin zeytin ağaçlıklarına girişini engellemek, bu insanları fiziksel
ve psikolojik olarak yok etmenin başka bir parçasıdır.
--Giriş nasıl
engelleniyor? Bu gerçekte nasıl
gerçekleşiyor?
-Size bu sabahı
örnek verebilirim.
Sabah 08.00 gibi,
biz –ISM’den 14 eylemci– 15 Filistinli’yle birlikte köyün yanındaki
ağaçlığa ulaştığımızda, küçük bir yerleşimci
grubu sahnedeydi. Oraya ulaştığımız zaman, yerleşimciler zeytin
toplayanlara ateş açıyordu. Bizi
tehdit ettiler, ve bize taş atmaya başladılar.
Biz orada kaldık, oturduk, ve barışçıl niyetlerimizi
belirttik: “barış için buradayız”. Yerleşimciler karşılık verdi: “biz de”; ve taş atmayı sürdürdüler ve silahlarını ateşlediler.
Ordu kısa bir süre sonra geldi, ve kalabalığa
ateş eden bir yerleşimciyi tutukladı. Geri kalan yerleşimciler saat
11.00 civarında serbest bırakıldılar.
Sonra askerler, Filistinlileri fiziksel olarak ağaçlığın
dışına sürdü, ve alanı yasaklı askeri bölge ilan etti. Yasaklı
askeri bölgede herhangi
biri tutuklanabilir.
Bu, işlerin genelde nasıl gittiğini gösteriyor; uluslararası eylemcilerin yokluğunda daha şiddetli
bir biçim alabilir.
--Yerleşimcilerin/askerlerin
şiddetli tepkisini ortaya çıkaran zeytin hasadıyla ilgili özel
bir durum var mı?
-Az önce de bahsettiğim gibi, öncelikle;
zeytinin Filistinliler için önemi, zeytin hasadına bağımlı olmaları. Zeytin
toplama gereksinimi onları kasabalarından dışarı çıkarıyor,
topluluklarının güvenliğinden uzaklaştırıyor, dışarıda, açık alanda tehditlere daha açık oldukları bu ağaçlıklara sürüklüyor.
Bu, İsrail
açısından, Filistinlilerin mallarına el koymak için bir diğer
fırsat, onları kontrol etmenin ve baskı altında
tutmanın bir diğer yolu. Sadece bu olduğunu düşünüyorum -hasat sırasında belli bir mekanda
saatlerce kalmak zorundalar. Bu onları korunmasız bırakıyor.
Zeytinler hakkında
söylenebilecek bir şeyler daha var. Bu topluluktan bazı Filistinliler;
zeytinlerin pazarlanması fikrinin tartışılmasını
istedi. Zeytinin en son başvurulabilecek ekonomik seçenek olduğunu, ama pek
de bir seçenek olmadığını söylediğimi hatırlayın. Çünkü Filistinli zeytin üreticileri; işgalin yanı sıra, neo-liberalizme de karşı durmak
durumunda. İç pazar, İspanya
gibi ülkelerden gelen daha ucuz zeytin yağlarının akınına uğradı. İşgal -özellikle
kontrol noktaları, ve sokağa çıkma yasağı- her türlü
uluslararası zeytin pazarının yok edilmiş olması anlamına geliyor. Kuşatma
altında oldukları düşünülürse, zeytinlerini
toplayabilseler bile -ki bu yeterince zor-, bunun için gerekli olan pazarlara neredeyse hiç sahip değiller.
--Tipik bir
Filistinli cevabı ne oluyor?
-Filistinliler,
tarlaya gidiyorlar, oradan kovuluyorlar; tarlayı terk ediyorlar; geri
dönüyorlar; orada kalıyorlar. Bu süreçte dövülüyorlar, üstlerine taşlar atılıyor,
ve bazen de vuruluyorlar.
Yerleşimciler
özellikle yalnız olanları, bir ya da iki kişilik küçük gruplar halinde tarlaya
özellikle de erken gelen gençleri avlıyor. Filistinlilerin yerleşimcilere
saldırması gibi bir durum hiç gerçekleşmedi.
Karşılaşmaların
fiziksel düzeni bunu imkansız hale getiriyor. Bunu gözünüzde canlandırmanız
lazım. Zeytin hasadı katmanlı bir tepede yapılıyor. Çiftçiler, zeytin toplamaya
en aşağıdan başlıyor. Yerleşimciler, en tepeden başlıyor. Taşları yokuş aşağı
fırlatıyorlar. Yokuş aşağı taş atmak, yokuş yukarı taş atmaya çalışmaktan
farklıdır -yerleşimciler yüksek zeminde bulunma avantajına sahipler.
Yerleşimcilerin silahlı olduğu ve en nihayetinde ordu tarafından korundukların
hatırlanırsa, Filistinlilerin kendilerini şiddetle savunmaya çalışması,
kaçınılmaz olarak karşılaşacakları misillemeler nedeniyle sadece doğru değil,
aynı zamanda da imkansızdır.
Öyleyse tipik bir
Filistinli cevabı nedir? Zeytinlerini toplamaya çalışmaktır. Şiddete
dayanmaktır. Ve son zamanlarda, kendilerini koruyabileceği umuduyla,
uluslararası bir varlığı ve dikkati bölgeye çağırmaktır.
--Yarın şiddetle
karşılaşılırsa, planlanan cevap nedir? ISM’nin rolü ne olacak?
-Bunu grubumuzda
konuştuk, ve ordu bizi geri püskürtmeye çalışsa da alanda kalmayı kararlaştırdık.
Bu sabah olay gerçekleştiğinde, olmamız gerektiği kadar hazırlıklı değildik; bu
yüzden, askerler, biz onlar alanı terk ettikten sonra bir kaç saat daha orada
kalmamıza rağmen Filistinlileri ağaçlıktan geri püskürtebildiler. Yarın
Filistinliler ve uluslararası eylemciler olarak daha iyi hazırlanacağız ve
dayanışarak tek bir cephe oluşturacağız.
Ordu orada olacağımızı
biliyor, ve kendilerinin de orada olacağını
söylüyor. Medyaya karşı taktikleri bu. Yerleşimciyi bu sabah tutukladıklarını,
ve yerleşimciler ve Filistinliler olarak bu iki çatışmalı grup arasında barışı sağlamak için orada olduklarını
iddia edecekler. Filistinliler bunun bir taktik olduğunu
anlıyorlar, ama en iyi anlamıyla bir taktik olduğunu düşünüyorlar. Yarın “Rabbis for Human Rights” adlı bir grup İsrailli
eylemci ve diğerleri aramıza katılacak. Alanda kalacağız, -elbette savaşmayacağız,
çatışma yok, taş atma yok,
şiddet yok. Olası tartaklanmaları ve tutuklamaları bekliyoruz.
Filistinliler bizimle olabildiğince uzun
kalacaklar.
--Bugün, Ariel Sharon, Terörizme Karşı Savaşʼı konuşmak
için Birleşik Devletlerʼde George
W. Bushʼu ziyaret ediyor. Bu Filistinlilerin beklediği türden bir görüşme mi? Bu görüşme
nihayetinde bölgedeki durumla ilişkili mi?
-Bu, bu durumla;
ABD’nin, İsrail ordusuna devasa
askeri yardım sağlaması gerçeğiyle ilişkili olduğu kadar ilişkilidir. Ama eğer; Filistinliler gibi, bu görüşmelerin katliamlardan
sorumlu olanlar arasında gerçekleşen bir görüşme
olduğuna inanıyorsanız; Filistinlilerin bu buluşmadan
çıkacak iyi bir sonuç için pek de umutlanamayacaklarını görürsünüz. Burada hiç kimse –işte, ne güzel,
bu iki devlet adamı görüşüyorlar, ve bizi kurtaracaklar- diye düşünmüyor.
Buradaki herkesin aklında
olan, ve muhtemelen Sharon ve Bush’un da konuşacakları
konu, Irak. Buradaki insanlar Irak’a dair bir şeylerin
beklenmesi gerektiğini hissediyor. En önemli meselelerden
biri bu. Çoğu kimse, Birleşik
Devletler’in savaş açacağına, ve Birleşik Devletler savaş
açtığında da, İsrail’in Filistinlileri cezalandıracağına inanıyor. Buna kısmen inanıyorlar, çünkü İsrail Birleşik Devletler’i desteklemeye ant içmiş, ve çünkü;
İsrail Irak’ın herhangi bir saldırısına misillemeyle karşılık vermeye
ant içmiş. Filistinliler, diğer
Arap ülkelerinden gelebilecek desteğe güvenmiyorlar. Buradaki
beklenti, hissiyat, savaşın çıkacağı yönünde. Ve Filistinlilerin savaşın sonucunda
acı çekeceği yönünde.
--17 Ekim 2002, güncelleştirelim.
Bize eylemden bahsedin.
-Bu sabah tarlaya gittiğimizde,
beklediğimiz gibi yerleşimciler ve de askerler oradaydı. Yaklaşık olarak 15
yerleşimci ve 4 asker vardı,
ve yerleşimciler hemen saldırdı. Kimse ciddi biçimde
yaralanmadı; ama tek bir kişinin bile vurulmaması gerçekten mucizeydi.
Yerleşimciler, silahlarını ateşlediler, yakın mesafeden taşlar attılar, ırkçılık ve eşcinsellik
fobisi içeren hakaretlerde
bulundular, Filistinlileri ve uluslararası eylemcileri
kovaladılar, insanlara ateş
ettiler, bağırdılar ve ortamı terörize ettiler. Metal borularını,
bıçaklarını, ve tabii ki silahlarını
savuruyorlardı. Bir yerleşimci, bir eylemciye bıçak çekti ve gırtlağını
keseceğini söyledi. Los Angeles Times’tan bir muhabirin de aralarında bulunduğu anaakım basından insanlar da oradaydı. Fotoğrafçılardan birisi fiziksel olarak hırpalandı, ve ben fotoğrafçının
dövülmesini önlemek için müdahale etmek
durumunda kaldım. Muhabir, yerleşimcilerin
kendi bakış açılarını duyurmak isteyip istemediğini sorarak,
defalarca onlarla bir röportaj yapıp yapamayacağını sordu. Yerleşimciler muhabire küfrettiler.
Bu, yine sabah 08.00 civarında gerçekleşti.
Bu sefer eylemciler
ve Filistinliler alanda kaldılar ve
oturdular; ve aldığımız karara göre, oradan hareket etmeyeceğimiz açıktı. Sabah 10:30 gibi polis geldi, ve yerleşimcileri oradan uzaklaştırdı. Yerleşimciler ve
askerler arasında şiddetli bir karşılaşma
olmadı. Yerleşimciler bizi kovaladıktan,
silahlarını
ateşledikten,...vs. sonra, arkadaşlık ediyor,
havaya kaldırdıkları ellerini karşılıklı
vurarak birbirlerini kutluyorlardı. Askerlerden birine, herhangi bir yerleşimciyi tutuklayıp
tutuklamayacağını sordum; “Hayır”
dedi, “İsrail’i korumak için buradayım.” Bunun, yerleşimcileri
korumak için orada
bulunuyor olması demek olup olmadığını
sordum: “Hayır” dedi, “Sadece kendimi korumak için buradayım”. Kendini kimden korumayı düşündüğünü merak
ettim.
Yerleşimciler gitti, polis gitti ve ordu gitti; ama; dün yaptıkları gibi alanı yasaklı askeri bölge ilan etmediler. Ne açıklayacaklarına bakmadan orada kalmayı planlamıştık. Filistinlilerin ağaçlığın bir kısmında
hasat yapmalarına izin verdiler; biz de gittik ve zeytin topladık. Şimdilik bu küçük bir zafer, ama henüz
bitmedi. Yakında, bu sahnenin tekrarlanmasını umuyoruz.
• (Sefaradlarʼdan farklı
olarak) Polonya-Alman Yahudileri. (ç.n.)
Diane Valentine, San
Fransiscoʼlu bir eylemcidir. Justin Podur, Znet yazarı ve gönüllüsüdür.
Keyfi Mahpusluk
Sam Bahur ve Paul de
Rooij, 23 Ekim 2002
Geçen hafta İsrail polisi Doğu
Kudüs’teki YMCA (Young Men’s Christian Association/
Hristyan Delikanlılar Birliği) ofisini bastı
ve Haytam Hamuri adlı YMCA görevlisini tutukladı. Elleri kelepçelenen
Hamuri polis karakoluna götürüldü. Ona herhangi bir suçlama yöneltilmedi ve kendisi üç gün boyunca kimseyle görüştürülmedi.
Üç gün sonra bir avukatla görüşmesine izin verilen Hamuri bir İsrail mahkemesine
çıkarıldı ve cezaevinde altı
ay süreyle “mahkeme kararı
olmaksızın gözaltı” cezasına çarptırıldı. Mahkemede
de ona hiçbir suçlama yöneltilmedi ve
herhangi bir duruşma da yapılmadı.
Haytam’la benzer
konumda tutulan 12,000 Filistinli var; ancak o, böyle keyfi bir gerekçeyle tutuklanan
ilk Kudüs sakini Filistinli.
Haytam Hamuri, kamu
projeleri üzerinde çalışan bir YMCA görevlisi.
YMCA, Filistin toplumuna temel hizmetleri sunmada
giderek daha fazla sorumluluk üstleniyor. Bu örgüt,
ilk ve halihazırdaki intifadalarda yaralanan onbinlerce Filistinli’nin tedavi edildiği,
desteklendiği ve rehabilite edildiği merkezleri çalıştırıyor. Rehabilitasyon,
sadece gençlere koltuk değnekleriyle
yürümeyi ya da protezleri takmayı öğretme olayı
değil; o aynı zamanda büyük
ekonomik önem taşıyan bir konu. Yaralananların büyük çoğunluğu kol emekçileri ve bu yüzden kol ve bacaklarından birini ve
buna bağlı olarak hareket
yetilerini yitirmeleri, ekonomik bakımdan bağımsız olma şanslarına indirilmiş ağır bir darbe
anlamına geliyor.
Dolayısıyla,
YMCA’nın sunduğu rehabilitasyon
hizmeti, kurbanlara, onların topluma üretici
bireyler olarak yeniden katılmasını
sağlayacak becerilerin kazandırılmasını da içeriyor.
Burada YMCA, spor kulübü
ya da ucuz otel hizmeti sunan diğer
ülkelerdeki benzerlerinden farklı. İşgal altındaki
Topraklarda, YMCA esas olarak, temel hizmetleri
yerine getiren bir örgüt rolüne bürünmüş. Ve Haytam
da böylesi hizmetlerin örgütlenmesiyle
uğraşanlardan biri. Binlerce Filistinli YMCA’nın
sunduğu kilit hizmetlere bağımlı ve dolayısıyla hiçbir suçlama getirilmeksizin
ve süresi belli olmaksızın
(bu süre ilk başta
altı ay, ancak daha sonra keyfi olarak uzatılabiliyor)
duruşmasız ve üst mahkemeye
başvuru hakkından yoksun olarak tutuklanması
ve ailesinin kaldığı yerden çok uzakta bir cezaevine
atılması son derece tuhaf.
Bizler “Batı”da
İsrail-Filistin çatışmasının sadece kanlı
yüzünü görüyoruz ve gerçekten de kandökümü durduğunda bölgeden gelen
haberlerin de arkası kesiliyor. Ancak, işgalin
olumsuz yanları -Filistinli’lerin ezici çoğunluğu için yaşamı katlanılmaz kılma
çabaları- “sakin dönemler”de de kesintisiz sürüyor. İsrail’in en son
taktikleri, Filistin toplumunun daha da atomize edilmesini içeriyor. Resmi Filistin “yönetimi”nin fiilen
etkisiz hale getirilmesinin ardından, şimdi de tabandaki tüm gerçek ve
potansiyel liderliğin hapse atılması
yolundaki ek girişimlere tanık oluyoruz. İşte bu yüzdendir ki, halka zorunlu hizmetleri sunan ve hiçbir biçimde şiddete
bulaşmamış olan Haytam tutuklanmış, pek çok insan için
yaşamı daha dayanılmaz hale getirmek için onun canalacı
öneme sahip liderliği sabote edilmiştir. Zaten utanmadan,
“mahkeme kararı olmaksızın tutuklama”
olarak adlandırdıkları uygulamanın amacı da budur;
aslında bu, suçlama ve yargılama olmaksızın, (ihzar
emrine bile gereksinim duymayan) İsrailli “yargıç”ın isteğine bağlı olarak süresi uzatılabilen, yasal
savunma olanaklarının sınırlandırıldığı ve
ailelerin çok uzağındaki cezaevlerinde geçirilen
bir keyfi mahpusluktur. Bu uygulama, bizim “Batı”da
doğal bir hak olarak varsaydığımız bütün
kuralların bir yana atılması anlamına gelir; ancak bize bölgeden ulaşan haberlerde
Filistinli liderlerin karşı karşıya bulundukları bu Kafkavari durumun hemen hemen hiç sözü edilmez. Eğer Bush Filistin
toplumunu demokratikleştirme konusunda
içtenlikliyse, o zaman, kendisini sık
sık ziyaret eden “barış adamı” Şaron’a, Haytam gibi insanları neden
hapse attığını sormayı düşünebilir.
İçinde bulunduğu
korkunç duruma rağmen, Haytam iki açıdan “talihli” sayılabilir:
Birincisi o, -İsrail’de yaygın bir uygulama olan ve yasal olarak yasaklanmamış bulunan- işkence ile (henüz)
tanışmamıştır. İkincisi o, göreceli olarak temiz olan Netanya cezaevinde kalmaktadır; o kadar talihli olmayan diğer mahpuslar
ise, ancak bir konsantrasyon kampı olarak tanımlanabilecek
olan Necef çölündeki yeni Ansar kampında bulmaktadırlar kendilerini.
Burası, mahpusların bir asfalt yolun üzerinde
kurulmuş çadırlarda kaldığı bir dikenli tel
cengeli. Aralarında toplumsal bağların
oluşmasının önlenmesini ve morallerinin bozulmasını
sağlamak amacıyla mahpuslar cezaevi içinde
ve cezaevleri arasında rotasyona tabi tutuluyorlar.
Demokrasiye, adalete
ve özel yaşam biçimlerine ilişkin gevezeliklerine
rağmen Amerikalıların, başka yerlerde
tam da bu hakların ayaklar altına
alınmasına aldırmadıklarını görmek şaşırtıcı. Demokrasi
ve adalet, ABD’nin ödediği milyarlarca
dolarla desteklenen İsrail askeri botları
altında ezilirken, “özgürlük aşıkları”
başlarını bile kaldırıp bakmıyorlar. ABD, Filistin toplumunun hedef olduğu vahşetten doğrudan sorumludur; Amerikalı dostum,
senin hesap vermen gereken çok şey var.
Ne yapabilirsiniz: Lütfen
Haytam Hamuri’nin durumuyla ilgili bir poster basın
ve onu gönderebildiğiniz her yere gönderin. Lütfen dünyanın her tarafındaki
YMCA örgütlerini, Haytam’ın salıverilmesi
için bir kampanya yürütmeye davet edin. PDF formatında olan
postere www.indymedia.org.il/imc/israel/webcast/40046.html. adresinden ulaşabilirsiniz.
Haytam hakkında
ek bilgi: Haytam, Melek Masri ile evli. Onların
4, 8 ve 14 yaşlarında üç kız çocukları var ve onlar Kudüs’te oturuyorlar.
Haytam’ın hapse atılmasının
sonuçlarından biri de aile için yarattığı yıkım; eve ekmek getiren insan hapse atılmış ve Haytam’ın çocuklarıyla yakın ilişkisi koparılmıştır. YMCA ise en başarılı örgütçülerinden birinden yoksun bırakılmıştır. Babasının altı ay cezaya çarptırıldığını duyan 8 yaşındaki
kızı ona bir mektup yazdı, ama İsrail cezaevi yetkilileri
mektubun kendisine ulaşmasına izin
vermediler.
Analiz/ Bir Varoluş
Tehdidi
İsrail’de Toplumsal Mesafe ve Eşitsizlik (parça)
Ruth Sinai
Haʼaretz’in 3 Aralık 2002 tarihli sayısından
özetlenmiştir
Kırk yıl önce
İsrail, eşitliğiyle tanınırdı. Bunun bir dizi
nedeni vardı: kurucu ataların
ideolojisi; İsrail’in kuşaklar boyunca biriktirilmiş büyük miktarda
sermayesi olmayan genç bir ülke
oluşu; Avrupa ülkelerine kıyasla yaşlı
yurttaşların nüfusa oranının görece düşük oluşu ve
ekonomiye devlet müdahalesi. Şimdi İsrail, bu gerçekliğin
hızla yüzgeri edilmesiyle öne çıkmaktadır. 1960’lı ve 1970’li yıllarda değişimin temposu düşüktü;
fakat son 20 yılda bu yöndeki değişimin temposu yükseldi.
Toplumsal eşitsizlik bugün, İsrail toplumu ve demokrasisi için bir varoluş
riski oluşturmaktadır.
Gelir, mülkiyet,
sermaye, eğitim ve harcama alanlarındaki toplumsal
eşitsizlik bakımından olduğu gibi yoksulluğun
yaygınlığı açısından da İsrail
artık Batı dünyasında, ABD’nden sonra
ikinci sırada sayılmaktadır. Son 20 yılda
pek çok ülke toplumsal
eşitsizliğin küreselleşme ve teknolojik
devrime bağlı olarak büyümesine
tanık oldu; ancak bu trendin İsrail’de her yerden daha belirgin olduğu söylenebilir.
İsrail’de son 20 yılda ortaya çıkan
eşitsizlik olgusunun boyutlarını ve onun ardındaki nedenleri inceleyen özel
bir komitenin geçenlerde devlet başkanına ve Knesset başkanına
sunduğu raporun ortaya koyduğu tablo işte böyleydi.
Zenginlerle
yoksullar arasındaki aşırı mesafe öncelikle,
nüfusun en üst katmanlarıyla en alt katmanlarının sahip oldukları
sermayenin karşılaştırılmasında
görülmektedir.
Bu bulgulara,
Merkezi İstatistik Bürosunun ve Ulusal
Sigorta Enstitüsünün raporlarının, tanıkların komite önünde yaptıkları açıklamaların ve akademik araştırmaların biraraya
getirilmesiyle ulaşıldı. Bu bulgulara göre,
son 14 yılda İsrail’de yoksul çocukların sayısı yüzde 50 ve
yoksul ailelerin sayısı hemen hemen yüzde
30 oranında arttı.
Komite üyelerine
göre sorunun kaynağında, diğer şeylerin
yanısıra kişibaşına brüt ulusal gelirin artış
hızının düşüklüğü, işgücüne katılan erkeklerin
yüzdesinin düşük oluşu, işgücünde yer alan yabancı
işçi sayısının yüksekliğine karşılık işsizlik oranının yüksekliği, eğitim
düzeyleri arasındaki farklılıklar ve özellikle
işgücüne katılmayan ailelerde doğum
oranının yüksekliği bulunuyor.
Bu eşitsizlik
ve onun yol açtığı yoksulluk, son 20 yılda toplumsal
refah fonlarının hemen hemen iki katına
yükselerek devlet bütçesinin yüzde 28’inden yüzde 54’üne çıktığı koşullarda meydana geldi. Bu artışlar, eğitim, sağlık, konut, entegrasyon ve Ulusal Sigorta Enstitüsü alanlarında
gerçekleşti.
Komite üyeleri,
“Eşitsizlik ve yoksullukla başa çıkabilmek için
kökten farklı araçların gerekli olduğu
sonucuna vardık” dediler.
Eşitsizliğin en çarpıcı görüntülerinden biri
gelir dağılımında gözleniyor. Merkezi İstatistik
Bürosuna göre, nüfusun en üstteki
ondalığının aile başına brüt geliri, en alttaki ondalığınınkinin 12 katından
daha fazla, yani 39,130 NIS’e* karşı 3,225 NIS. Ulusal Sigorta Enstitüsüne göre bu mesafe daha da büyük olup,
tepedeki ondalıkla tabandaki ondalık
arasındaki fark 20 katı bulmakta.
Fakat hisselerden ve
sermayenin faizinden elde edilen karla kıyaslandığında bu fark bile küçük kalmaktadır. Hanelerin
yüzde 10’u hisse ve faiz gelirinin yüzde 81’ini (800 milyar NIS) elde ederken, hanelerin yüzde 90’u geriye kalanı (340 milyar NIS) paylaşıyor.
Buna karşılık, OECD ülkelerinde
sermayenin “sadece” yüzde 77’si nüfusun en üst
ondalığının elinde. İsrail’de sermayenin çoğu vergiden bağışık
tasarruf programları ve stoklar halinde tutulurken OECD ülkelerinde bu kazançlar yüzde 50 oranında vergilenebilmektedir.
Raporun saptadığı
önemli sorunlardan biri, erkeklerin işgücüne
katılımındaki düşüklük; bu oran İsrail’de
yüzde 86 iken OECD ülkelerinde yüzde 94. Komiteye açıklamada bulunan
uzmanlar, bu yüzdenin İsrail’de de geçerli
olması halinde ülkenin brüt ulusal gelirinin yılda 8-19
milyar NIS kadar artacağını söylediler.
Çalışan erkeklerin sayısının azlığı; erkekler arasında
eğitim düzeyinin düşüklüğü, yabancı işçilerin tercih
edilmesi, erkeklerin orduda görev yapması ve aşırı-Ortodoks
erkeklerin işgücüne katılımının sekiz yıl öncesinin yüzde 33 oranından
yüzde 20 gibi düşük bir orana inmesi gibi faktörlerle açıklanmaktadır.
Rapor, dünyanın
en eşitsiz eğitim sistemleri arasında yer alan İsrail
eğitimini de inceliyor. Örneğin, ekonomik bakımdan ileri nüfusun
yaşadığı yerlerdeki okullarda olgunluk sınavında
başarılı olan
öğrencilerin oranı, yoksul yerlerdeki öğrencilerinkinin iki katıdır.
14-17 yaş grubundaki
Yahudilerin yüzde 96’sı lise eğitimi
görürken, aynı yaş grubundaki (İsrail
yurttaşı- G. A.) Arapların sadece yüzde 79’u lise eğitimi
görmekte ve Bedevilerin ise ancak yüzde 43’ü liseyi bitirebilmektedir.
Genel nüfusun
yüzde 44’ü olgunluk sınavında başarılı olurken, bu oran Etyopya kökenli Yahudilerin
sadece yüzde 30’dur. O yaş
grubundakilerin yüzde 20’sini oluşturmalarına rağmen, Yahudi-olmayanların ancak yüzde 7’si üniversiteden
bakalorya derecesiyle mezun olabilmektedir.
Rapor, “İsrail
eğitim sistemi... eşitsizliği sürdürmeye,
derinleştirmeye ve bir sonraki kuşağa aktarmaya katkıda bulunmaktadır” diyor.
Uzun erimde eşitsizliği
gidermenin herkese eğitim olanağı
sağlamaktan geçtiğini belirten rapor,
bunun da sorunların tümünü çözmeye yetmeyeceğinin altını çiziyor. Son yıllarda, akademik eğitim
almış olanlar arasındaki işsizlerin sayısı
artmış bulunuyor; rapora göre bu, “İsrail’in 1990’larda olduğunun
tersine, artık eğitimin iş bulma ve yüksek gelir elde etmenin güvencesi
olmaktan çıktığı bir dönemle yüz yüze bulunduğu” olasılığını arttırmaktadır...
Komite, sosyal ve
ekonomik karar alma sürecini, karar alıcıların
hesaba kattıkları fikirleri, sermaye ile hükümet arasındaki ilişkileri ve bu ilişkilerin alınan/ alınacak kararlar üzerindeki
etkisini tartışmaya girmedi. Komite, yerleşim birimlerine
ve haredi** yeşiva’lara ayrılan fonlar
gibi siyasal tercihleri tartışmaktan da kaçındı.
Komite, varsa eğer, güvenlik durumunun ve siyasal ufuk yokluğunun eşitsizlik üzerindeki etkisine değinmediği gibi,
giderek artan özelleştirme konusuna
ve onun, yoksulluğun yaygınlaşması üzerindeki etkisine değinmekten de kaçındı.
*NIS: Yeni İsrail
Şekeli; İsrail’in para birimi. (G. A.)
**Haredi: Yahudiliğin
aşırı Ortodoks bir ekolü. (G. A.)
Nablus – Bir Başka
Nakba
Anne Gwynne*, İşgal
Altındaki Filistin’in Nablus kentinden, Ocak 2003
Kalendiye’den geçmek
ve oradan Ramallah yönüne gitmek gözlerimizi yaşarttı; ama
Nablus’tan
Ramallah’a UPMRC ambülansı
içinde yaptığımız yolculuk gözyaşlarının,
sözcüklerin, tanımların, başıma geleceğini tasavvur edebileceğim
her şeyin ötesindeydi. Bütün duyular, bir çaresizlik denizinin
içinde
uyuşmuş halde...
Filistinlilerin
kendi ülkelerinde yolculuk yapmasına
izin verilmediği için bütün yollar boş. İki yönlü dev
otoyolun batı yakasında, üzerinde canlı namına ne varsa yasadışı İsrail İşgal Kuvvetlerinin
buyruğuyla kaldırılmış bulunan kilometreler
ve kilometrelerce ‘elkonmuş toprak’ boş
duruyor. Yolun doğu yakasını kilometrelerce uzanan elektrikli yüksek çit -yasadışı İsrailli
işgalcilerin binlerce yasadışı evini kuşatan bariyer- süslüyor.
Bitmez tükenmez kontrol noktaları, bitmez tükenmez
beklemeler, ambülansımızı hedef alan bitmez tükenmez aramalar
ve ambülansın aniden açılan
kapısından içeri esen dondurucu rüzgar.
Ambülansın içinde ne varsa çıkarılıyor
ve -mermi geçirmez AB pasaportum sayesinde benim dışımda- herkese dışarı çıkması buyuruluyor.
Son derece kötü durumdaki hastalar
yolun kenarında, ıslak soğuğun insanı kemiklerine
kadar üşüttüğü yağmurun altında yatıyorlar. Küstah İsrail askerleri doktorlara ve şoförlere hakaret
edip gözdağı veriyorlar. Bir
kontrol noktasında, arkadaşları ambülansı ararken
bir genç asker 10 dakika boyunca arabamızın dikiz aynasında yüzündeki lekelerle
uğraştı. (Nablus’a varmamızdan önceki son kontrol noktası olan)
Huvara kontrol noktasında, diğer yönden gelen bir
ambülans, en acil göstergeleri
açık olduğu halde durdurulmuş ve 30 dakika boyunca bekletilmişti. Bizim ambülansımız
orada 25 dakika bekledi. Ben bunun uzun bir süre
olduğunu düşünmüştüm; ama daha sonra bunun
kısa bir bekleme süresi olduğunu
anlayacaktım.
Her zaman olduğu
gibi, kontrol noktasında herkes iner ve yoldan gelen bir minibüs ya da taksi kendisini alana kadar bekler; tabii ödeyecek yol parası varsa, ki insanların
yüzde 70’inin işsiz olduğu bir yerde çoğununki yoktur. Dolayısıyla
onlar, çıplak tepenin yamacında,
sağanak yağmurun ve tepeden doğru
esen dondurucu soğuğun altında dağınık gruplar halinde yürümeye devam
ediyorlar. Yüklerinin altında ezilmiş, ıslanmış, üşüyen ve büyük olasılıkla karınları aç bu
insanlar bir kollarında çocuklarını, diğerinde yüklerini taşıyarak çamur
suyu birikintileri, çöp yığınları, devasa çukurlar ve tank paletlerinin
tanınmaz hale getirdiği yol kenarlarında sonugelmez yürüyüşlerine
devam ediyorlar.
Doktor bana, ‘kapalı’
bir köydeki yerel
okulun müdürünün kalp krizi geçirdiğini
söyledi. KAPALI KÖY, oraya giden tüm yolların dev
bariyerlerle evlerden yarım mil kadar
uzaklıktan kapatıldığı, herhangi bir kişinin
ve nesnenin girişi ve çıkışına izin verilmediği
bir bölge oluyor. Komşulardan
biri müdürü tepelerin
etrafından arabasıyla kontrol noktasına
kadar götürdü; ama İsrail
askerleri, kalp krizi geçirdiğini
kanıtlayamadığı sürece onun geçmesine
izin vermeyeceklerini söylediler. Uzun süren bekleme sırasında
adam ölünce şoför muhafıza sordu: “Bu senin için yeterli
bir kanıt mı?” Öyle olmasına rağmen, bu tür
ölümler, ‘İsrailliler tarafından öldürülenler’ listesine
kaydedilmeyenlerden.
Bu sabah, akut
apandisit ağrısı olan 5 yaşındaki
bir kız çocuk hastaneye
götürüldü. İsrailliler, öyle olması halinde ambülansın
bir taksiye dönüşmüş olacağı gerekçesiyle annesinin çocuğa eşlik etmesini
reddettiler! Şiddetli ağrılar içinde kıvranan küçük 5 yaşındaki bir çocuğun operasyon için gittiği bir
hastanede tek başına kalmak zorunda bırakılmasını
gözünüzün önüne getirin. Böyle bir şey başka herhangi bir yerde olamazdı.
Ve sonra, eskiden Batı
Yakası’nın en güzel kenti ve
Filistin’in dinamosu olan Nablus’un dış mahallelerine
varıyoruz. Bir zamanların
iki yönlü caddesi
ve dükkanların dizildiği sıradirekli gezi
yeriyle ünlü zarif ana
yol boyunca sürüyoruz
arabamızı. Şimdi buralarda uçaklardan
açılan ateş sonucu mermi delikleriyle süslenmiş
yüzlerce kapalı pencere görülüyor; zemin düzeyindeki her yer tahtalarla örtülmüş.
Sokak neredeydi? Şoför, ‘Burası yol değil, yol nerede?’ diyor. Başetmemiz
gereken dev çöp tepeleri ve kayalarla kaplı boş arazide
ilerlerken kah tosluyoruz ve arabanın altını yere çarpıyoruz, kah sallanıyor
ve sarsılıyoruz; bu sarsıntının verdiği acı pek çok
yaralı insanın ölümünü çabuklaştırmış olmalı.
Nablus’un eski canlı
sanayisi, 200’den fazla fabrikanın
bombalanmasıyla yokedilmiş durumda. İki okul ve bir cami yıkılmış ve
300’den fazla ev -tanklar ve buldozerlerin yardımıyla- tümüyle tahrip edilmiş; koca blokların
içleri F-16 uçaklarının attığı bombalar ve silahlı helikopterlerin
fırlattığı füzelerle yıkıntıya dönüşmüş. 186,000 kişinin
TÜM nüfus kayıtlarıyla birlikte Belediye binasının
bir kül yığınına çevrilmiş olduğunu ve her iki tarafına yerleştirilen altı metre yüksekliğindeki yol
engelleri yüzünden Sağlık Bakanlığına girişe izin verilmediğini kendi gözlerimle
gördüm. İçinde bulunan sekiz kişinin (İsraillilerin demesine göre ‘yanlışlıkla’) buldozerlerle
ezilerek öldürüldüğü bir evin, içindeki
75 yaşındaki bir kadının
vurularak öldürüldüğü bir evin ve gene içindeki üç genç kadının öldürüldüğü bir başka evin yanından
geçtik. Daha ilerde, içinde dokuz kişinin katledildiği bir evle,
içinde iki kadının öldürüldüğü ve bir üçüncüsünün bacaklarını kaybettiği bir başka evi gördüm. Nablus manzaralarını bu gözden
geçirişimiz sırasında (şimdi banka kredilerinin yardımıyla
stokları yenilenmiş olan) içleri tahrip edilmiş sıra sıra dükkanların, kurşunlarla delik deşik olmuş bir okulun ve duvarlarında
top mermilerinin açtığı dev delikler bulunan bir başka okulun yanından
geçtik.
UPMRC Merkezinde,
yan taraflarında ve arkasında
kurşun izleri bulunan bir ambülansın yanısıra
saplarında kurşun izleri bulunan bir
sedye -evet, saplarında kurşun izleri
bulunan bir sedye!- duruyordu. Anlaşılan askerler düzenli
bir biçimde, yaralıları ve ölmekte olanları taşıyan hastane görevlilerinin
ellerine ateş ediyorlar.
Askerlerin tepedeki adı çıkmış kontrol noktasından
ya da tepelerin üzerindeki ‘yerleşimcilerin’
kente her rastgele ateş açması sırasında mermiler sürekli olarak Merkezin damına
çarparak metalik bir ses çıkarıyorlar. Çevresi,
güneş vurduğunda parıldayan beyaz kayalıklardan
oluşan dağlarla çevrili olan Nablus, tabanı
düz bir çanağın içine zarif bir biçimde oturtulmuş gibidir. Batı
ve doğudaki tepelerin
üzerinde bulunan 1 ve 2 numaralı İsrail Askeri Kamplarıyla diğer tepelerdeki
‘yerleşimcilerin’ silahları insanları öldürmeye hazır beklemekte. Akşam saatlerinde, akşamın
6’sından sabahın 6’sına kadar süren
sokağa çıkma yasağını dayatan tanklar ve zırhlı
araçlar bu kamplardan hareket ediyorlar. Bu saatlerde
dışarı çıkmaya kalkışanlar İsraillilerin silahlarının kurbanı olabilirler ve olmaktadırlar.
Bugün öğleden sonra, Nablus’un cesur sakinlerinin kenti fiilen ikiye bölen dev bir demir kapıyı kaldırdıkları sokaktan geçtik.
Artık kaldırımlar yok; gece sokaklarda
av peşinde dolaşan tanklar o kadar büyükler
ki, bir köşeyi dönerlerken kaldırımı
parçalayıp dev delikler açmakla kalmamakta, çoğu zaman evlerin köşelerini
de birlikte yıkmaktalar. Tanklar, bahçeler ve ağaçları da tahrip etmiş, geniş caddeleri
süsleyen hurma ağaçlarını ve ağaç boyundaki eğreltiotlarını
köklerinden sökmüş ve çiğnemiş. Burada, yürümek, araba sürmek,
çalışmak ve öğrenmek olanaksız; yani cesaret ve gücü sınırsız gözüken Nablus halkı dışında herkes için
olanaksız. Onların kenti asla terk
etmeme konusundaki azmi, cesareti, kararlılıkları her yerde elle tutulur bir biçimde duyumsanıyor. Sizi çok sıcak bir biçimde
karşılıyor, size eksiksiz bir sevgi ve dostlukla yaklaşıyorlar;
şakaları kahkaha yüklü ve gözlerinde öyle doğrudan bir bakış
var ki, onların içinizi okuyabildiğini ve sizin de kendi ruhlarının içini okumanıza izin verdiklerini
duyumsuyorsunuz. Sevinç
duyguları her yeri dolduruyor; konukseverlikleri ve cömertlikleri
ise efsanevi.
Oraya varışımızın
ilk sabahında Hastane Gönüllülerinden
bir kaç sevimli genç,
kendileri için hazırlamış oldukları nefis pide, humus, fuul, çay ve eğlenceden oluşan kahvaltıya katılmam için ısrar ettiler. Mutfağın kapısındaki ilanda “istediğinizi
sormadan kendiniz alın; bizim olan aynı zamanda sizindir” yazılı.
Birbirleriyle ve benimle çok yakından ilgileniyorlar, beni ve benim ülkemi tanımaya çalışıyorlar.
Dünyada kendilerinin durumunu dert edenlerin olup olmadığını
soruyorlar. Dili, yiyecekleri, alışkanlıkları,
her şeyi öğrenmek istiyorlar. Evrensel eğitim hakkından yoksun bırakıldıkları, köylerinde bir
kezinde üç aya kadar varan süreler
boyunca hapsedildikleri, kapatmalar nedeniyle okula
ve üniversiteye gitmelerinin engellendiği
gözönüne alındığında, ne kadar bilgi
sahibi olduklarını görmek şaşırtıcı. Merak duyguları
insanı çok etkiliyor.
Buradaki Tıp Merkezi altı ay önce kuruldu. Nablus’ta en büyüğü 80 yataklı
olmak üzere altı hastane var. Bunlardan ikisi belediyeye ait (ve parasız) ve dördü özel. Normal zamanlarda
yeteri kadar yatak var; ancak İsrail akınları, öldürme ve yaralamaları bu kaynaklar üzerinde
büyük bir basınç oluşturuyor. Klinikte doktor kontrolü için 5 şekel
ve ilaç için 3 şekel
alınıyor ki bu, burada yaşayan insanlar için çok pahalı sayılabiliyor. Eğer birisi parasını ödeyemezse, ki ödemek
zorunda değil, klinik müdürü
bunun, bir ailenin bir öğün yemeğini gözden
çıkarması anlamına geleceğini biliyor
Böylelikle, Nablus’taki ilk günümün sonuna gelmiş
bulunuyoruz: herkesin anlatacağı bir öyküsü var; ancak uzun süredir
daktilomla yazıyorum ve İsraillilerin izin vermemeleri
nedeniyle kimsenin yakıtı olmadığı için akşamları sobalar yakılamıyor ve hava çok
soğuk. Bütün bunlar izlemesi güç bir film olmuş olabilirdi; ama
buradakiler yaşamlarının tümü boyunca
bu acılara katlanan gerçek
insanlar. Ve burası Filistin’in ortasında büyükçe bir kent;
nasıl oluyor da dünyada böyle suçlar
işlenebiliyor?
*Independent
International kuruluşundan Anne
Gwynne, halihazırda Nablus’ta UPMRC’de
(Filistin Tıbbi Yardım Komiteleri Birliği)
çalışıyor.
Elmaların Arasındaki Teröristler
Art Giş, 30 Ocak 2003
Hebron, Batı
Yakası
Bugün Hebron’un tümünde sokağa çıkma yasağı var. Bir şeylerin yolunda olmadığını
duyumsuyorum.
Sokaktan yukarı
doğru yürüdüğümde, çok geçmeden El Minare’de bir
sorun olduğunu anladım.
Gördüklerimden
dehşete kapıldım. İki tankla iki buldozer,
iki blok boyunca uzanan sebze-meyva pazarını
dümdüz ediyorlardı. Her yerde dağılmış ve ezilmiş sebze ve meyva yığınları görünüyordu; hem de pek çok kişinin karnının aç olduğu bu kentte. Dükkan sahipleri, içlerinde
domates, portakal, muz ve başka ürünlerin
olduğu sandıkları kurtarmak için
koşuşturuyorlardı.
İlk tepkim orada öylece durmak, ağlamak
ve hıçkırmak oldu.
Sahne öylesine korkunç, öylesine iğrenç ve öylesine
kötü idi ki! Bu gördüklerim duygusal açıdan dayanılmaz bir şeydi.
Kendimi tümüyle çaresiz duyumsuyordum.
Sebze ve meyva pazarının
El Minare’de bulunmasının nedeni, İsrail ordusunun daha önceki
pazar yerini, 1994’de Müslümanların İbrahim camisinde katledilmeleri üzerine kapamış olmasıydı.* O günden bu yana her barış
görüşmesinde İsrail pazar yerini yeniden
açmaya söz verdi. Ama bu hiçbir
zaman gerçekleşmedi. O binada şimdi yerleşimciler kalıyorlar.
Çaresizlik duygum sürüyordu; ancak bir yandan da
bir şeyler yapmam gerektiğini
düşünüyordum. Bunun üzerine, buldozerlerin yolunun üzerindeki ürün sandıklarını taşımaya
başladım. Belki oniki kadar sandığı ezilmekten kurtardım.
Askerlere karşı
durmaya başladım. Onlara yüksek sesle yaptıklarıyla
gurur duyup duymadıklarını, bunun barış olup olmadığını
ve İsrail’in bu hale
gelmesini isteyip istemediklerini sordum. “Baruch haşem Adonay.” (=“Allahım sen yardım
et”)
Askerler beni
duymazdan gelmek için ellerinden geleni yaptılar,
ama beni duyduklarından eminim.
Onların, oradan ayrılmam yolundaki buyruklarını
dikkate almadım. Bir asker gelip bana tükürdü; ben de üzerine
yürüdüm ve bana yeniden tükürmeye davet ettim onu. O bu isteğimi yerine
getirmedi.
Üç asker silahlarını bana doğrultarak
orada bulunan bir Filistinli grubuna doğru
yürüdüler. Onları vuracaklarını sandım. Hemen
askerlerin önüne atladım ve ellerimi havaya kaldırarak
bağırdım: “Beni vurun, beni vurun, hadi ateş edin bana!” Bunun üzerine askerler
hemen oradan ayrıldılar.
Topunun kocaman
namlusunu bana doğrultmuş olan bir tank büyük
bir gürültü kopararak
üzerime doğru geldi. Ellerimi dua
etmek için havaya kaldırdım
ve bağırdım: “Ateş et, ateş et, Allahım sen yardım et.” Tank benden bir
kaç santimetre mesafede durdu.
O zaman dua etmek için
sokağın orasında ellerim havada diz çöktüm.
Kendimi yalnız, güçsüz ve çaresiz duyumsuyordum.
Allaha yakarmaktan başka bir şey gelmiyordu elimden.
Akşama doğru yeniden El Minare’ye gittim ve dükkan sahiplerinin dev çöp yığınlarını karıştırarak ellerinden geldiği kadarıyla mallarının bir bölümünü kurtarmaya çalışmalarını
izledim.
Ne söyleyebilirdim
ki?
Bugün İsrail ordusu, teröristleri aradığını söyleyerek bütün Hebron’da topyekün bir sokağa
çıkma yasağı ilan etmişti. Şimdi gerçekten de teröristlerin elmaların ve portakalların
arasında mı saklandıklarını gerçekten merak
ediyorum. Yoksa İsrail askerleri Hebron’un
sivil halkına karşı terörizm eylemleri
mi gerçekleştiriyorlar?
Bir dahaki sefere
daha da kötüsünün olacağından korkuyorum.
Christian Peacemaker
Teams (=Hristyan Barış Ekipleri) dünyanın
her tarafında şiddetin azaltılması yolundaki çabaları destekleyen ekümenik
bir inisiyatiftir. CPT’nin barış çalışmaları
hakkında daha fazla bilgi edinmek için lütfen http://www.cpt.org adresindeki vebsitemizi ziyaret ediniz.
*Yazar burada,
Baruch Goldstein adlı fanatik yerleşimci
ve arkadaşlarının 25 Şubat 1994’de Hebron (ya
da El Halil) kentindeki İbrahim camisinde
namaz kılan Filistinlileri
otomatik silahlarla tarayarak 29 kişiyi katlettiği ve çok sayıda kişiyi yaraladığı Siyonist saldırıya
göndermede bulunuyor. (G. A.)
Çevirmen: Baran Şimşek
16 Mart 2003'te
23 yaşındaki Amerikalı insan hakları çalışanı Rachel Corrie, İsrail ordusunun
Filistin Gazze Şeridi'nde bir doktorun evini ve ailesini yok etmesini
engellemeye çalışırken, bir askeri buldozer tarafından ezilerek yaşamını
yitirdi.
Rachel, ailesine
yazmış olduğu dikkate değer bir dizi e-postasında, kendi yaşamını neden
tehlikeye attığını açıklıyordu.
İlk kez İngiltere'de Guardian tarafından yayımlanmıştır.
7 Şubat 2003
Merhaba arkadaşlarım
ve ailem, ve diğerleri,
Filistin'e geleli şu
anda iki hafta ve bir saat oldu, ve buna rağmen
gördüklerimi anlatmakta kelime bulamıyorum. Benim için en zoru, Birleşik
Devletler'e mektup yazmak için oturduğum zaman burada olup bitenler hakkında düşünmek—lükse açılan sanal geçitle ilgili bir şey.
Buradaki çocukların pek çoğu hiç, evlerinin duvarlarındaki
tank mermisi delikleri, ve bir işgal kuvvetinin onları yakın civarlarda
sürekli izleyen kuleleri olmadığı bir gün yaşamış mıdır, bilmiyorum.
Tam emin olmasam da, bu çocukların en küçüğünün
bile, her yerde hayatın böyle olmadığını
anlayabildiğini düşünüyorum. Ben buraya gelmeden
iki gün önce sekiz yaşında
bir çocuk bir İsrail
tankı tarafından öldürülmüş, ve çocukların
birçoğu bana onun ismini mırıldanıyor, “Ali”—veya duvarlarda onun posterlerini gösteriyor. Çocuklar bana “Keyf Şaron?” “Keyf Bush?” diye
sorup, beni kötü Arapçamla konuşturmayı da çok
seviyorlar, ben “Bush Mecnun” “Şaron Mecnun” deyince de gülüşüyorlar. (Şaron nasıl? Bush nasıl? Bush deli. Şaron
deli.)
Elbette ki tam
olarak düşündüğüm bu değil, ve İngilizce bilen bazı
büyükler de sözümü düzeltiyor: Bush miş Mecnun... Bush bir işadamı.
Bugün “Bush bir maşadır” demeyi öğrenmeye çalıştım, fakat tam
doğru çevirisini öğrenebildiğimi düşünmüyorum. Her neyse, burada, küresel hiyerarşinin işleyişinin, benim yalnızca iki yıl kadar önce olduğumdan çok daha iyi farkında
olan sekiz yaşında çocuklar var—en azından İsrail konusunda.
Gene de, hiçbir
miktarda okuma, konferanslara katılma, belgesel izleme ve kulaktan dolma bilginin beni buradaki durumun gerçekliğine
hazırlayamayacağı düşüncesindeyim. Görmeden bunu
hayal edemiyorsun, ve gördükten sonra
bile, bu deneyiminin hiç de o gerçekliği
bütünüyle yansıtmadığının farkındasın: İsrail Ordusu'nun
silahsız bir ABD vatandaşını vurması durumunda karşılaşacağı zor
durum, ve ordu kuyuları yıktığında benim
gene su satın alacak paramın
olacak olması, ve
elbette, her zaman terk etme şansımın bulunması. Benim ailemden hiç kimse, memleketimde,
bir ana caddenin sonundaki bir kuleden bir roketatar tarafından,
arabamızla giderken vurulmadı. Bir evim var. Gidip okyanusu görme hakkım var. Gene benim için, bir duruşma
yapılmadan aylarca ya da yıllarca bekletilmek de çok zor bir ihtimal
(bunun sebebi, diğer çoğundan farklı olarak,
beyaz bir ABD vatandaşı olmam).
Okula veya işe
gitmek için çıktığımda, Mud Koyu ile Olympia şehir merkezinin
ortasında bir kontrol noktasında
bekleyen ağır silah donanımlı
bir asker (işime gidip gidemeyeceğime, ve işimi
tamamladığımda tekrar evime gidip gidemeyeceğime karar verme yetkisine sahip bir asker) olmayacağına emin olabilirim. Dolayısıyla, eğer ben bu çocukların
yaşadığı dünyaya ulaşmam ve kısa
süreliğine ve de kısmen içine girmemden sonra nefret hissi duyuyorsam, tersine, onlar benim dünyama
girselerdi ne hissedeceklerini merak ediyorum.
Onlar Birleşik
Devletler'deki çocukların anne ve babalarının vurulmadığını biliyorlar,
ve okyanusu görmeye gidebildiklerini
biliyorlar. Fakat eğer okyanusu görmüş
olsanız, ve su bulma sıkıntısının olmadığı, (su kaynaklarının) geceleyin
buldozerler tarafından yok edilmediği,
huzurlu bir yerde yaşamış olsanız, ve eğer uykudan evinizin duvarlarının
aniden içeriye yıkılmasıyla uyanmak korkusu hissetmeden bir gece geçirseniz, ve eğer hiçkimsesini kaybetmemiş insanlarla
karşılaşsanız— eğer ölüm saçan kuleler,
tanklar, silahlı “yerleşimler” ve bu şimdiki
dev metal duvar ile çevrelenmemiş bir dünyanın gerçekliğini yaşasanız, dünyanın tek süpergücü tarafından desteklenen,
dünyanın dördüncü büyük ordusunun, sizi vatanınızdan
silmek için
yaptığı devamlı baskıya karşı direniş içinde, sağ kalma—yalnızca
yaşama—mücadelesiyle geçen tüm çocukluk yıllarınız için dünyayı affedebilir miydiniz, merak ediyorum. Bu, buradaki çocuklar
hakkında merak ettiğim bir şey. Gerçekten bilselerdi, ne olacağını
merak ediyorum.
Tüm bu karmaşayı düşünürken, şu an
Refah’ta, yaklaşık 140.000 insanın
yaşadığı, hemen hemen yüzde 60’ının mülteci
olduğu—birçoğunun ikinci veya üçüncü
kez iltica ettiği—bir şehirdeyim. Refah 1948’den önce de vardı,
ancak buradaki halkın çoğunun kendileri yahut ataları, eski Filistin—şu
anki İsrail— topraklarındaki evlerinden buraya göçe zorlanmış. Refah,
Sina geri Mısır’a geçince, ortadan
ikiye bölünmüş.
Şu anda İsrail ordusu,
Filistin’deki Refah ile sınır arasına, bir insansız
bölge oluşturacak şekilde, on dört metre yüksekliğinde bir duvar
inşa ediyor. Refah Halk Mülteci Komitesi’ne göre altı yüz iki ev
buldozerlerle tamamen yıkıldı. Kısmen yıkılan ev sayısı daha da fazla.
Bugün, bir zamanlar evlerin bulunduğu yerlerde,
yıkıntıların tepesinde yürürken,
sınırın öte tarafındaki Mısırlı askerler yaklaşan
bir tankı haber
vermek için bana “Kaç!
Kaç!”1 diye bağırdılar.
Ondan sonra ise el salladılar ve “İsminiz nedir?”2 diye sordular. Bu dostça merakta rahatsız
edici bir şey var. Bu
bana hatırlattı ki, hepimiz diğer
çocukları merak eden çocuklarız: Tankların yolunda gezinen tuhaf kadınlara bağıran Mısırlı çocuklar. Neler olup bittiğini görebilmek için saklandıkları duvarın
arkasından kafalarını uzatıp, tanklar tarafından
vurulan Filistinli çocuklar. Tankların
karşısına pankartlarla duran uluslararası
çocuklar. Tanklarda rasgele, bazen bağıran—bazen
de el sallayan—İsrailli çocuklar; birçoğu zorla buraya getirilmiş, birçoğu sadece saldırgan,
biz uzaklaşırken evlere ateş eden.
Sınır boyunca, ve Refah ile sahil boyu uzanan yerleşimler arasında kalan batı bölgesinde, sürekli olarak tankların
varlığının yanı sıra; burada—ufuk boyunca
ve sokakların sonlarında—sayabileceğimden de fazla sayıda
IDF3 kuleleri var. Bazıları sadece
asker yeşili metalden. Diğerlerinde,
içeride ne yapıldığı anlaşılmaması için bir tür fileyle kaplı
olan, bu tuhaf sarmal merdivenlerden var. Bazıları,
binaların ufuk çizgisinin hemen altına gizlenmiş. Sonraki
bir gün, bizim çamaşır yıkamak, ve pankart asmak için kasabayı iki defa geçmek
için harcadığımız zaman içerisinde,
bunlardan bir yenisi daha yükseldi.
Sınıra en yakın olan bölgelerin
bir kısmının, en az yüz
yıldır burada yaşamış olan ailelerin ikamet ettiği esas
Refah olmasına karşın, Oslo’ya göre,
Filistin’in kontrolündeki bölgeler yalnızca,
şehir merkezinde bulunan 1948 kampları. Ancak gördüğüm kadarıyla, herhangi
bir kulenin görüş alanı dışında olan bir
yer, eğer varsa bile çok
azdır. Apaçi helikopterlerine veya saatlerce şehrin
üstünde vızıltılarını duyduğumuz görünmez arı uçaklarının kameralarına karşı
korunaklı bir yer, kesin olarak yok.
Dış dünyayla ilgili haber almakta zorlanıyorum, fakat
Irak’ta savaşın kaçınılmaz duruma geldiğini
duyuyorum. Burada “Gazze’nin yeniden işgali”
konusunda büyük bir endişe hakim. Gazze her gün
bir ölçüde yeniden işgal
ediliyor, ancak bence asıl korkulan, takların, bazı sokaklara
girerek, insanları köşelerden gözleyip vurmak ve
bir kaç saat ya da gün sonra da geri çekilmek yerine, tüm
sokaklara girmesi ve burada kalması. Eğer insanlar halen bu savaşın tüm bu bölge
halkına nelere mal olduğunu düşünmüyorlarsa,
artık düşünmeye başlamalarını umuyorum.
Sizin buraya
gelmenizi de umuyorum. Biz burada beş altı uluslararası eylemciyiz. Bizden kendi bölgelerinde bulunmamızı isteyen semtler Yibna, Tel El Sultan, Hay Selam, Brazil, Blok J ve Blok
O. Ayrıca İsrail ordusu burada
bulunan en büyük iki kuyuyu yıktığı
için, Refah’ın varoşlarında bulunan bir kuyunun
gece boyunca beklenmesi gerekiyor.
Belediye su
idaresine göre, geçen hafta yıkılan
kuyular Refah’ın su kaynaklarının yarısını teşkil etmekteydi.
Bir çok yerden halk, enternasyonallerden evleri daha
fazla yıkıma karşı korumaya çalışmak
için, gece de hazır bulunmalarını rica etti. Akşam saat ondan sonra,
gece çıkmak çok güç çünkü İsrail ordusu
sokaklarda gördüğü herkesi direnişçi
sayıyor ve onlara ateş ediyor. Dolayısıyla şu çok açık ki, sayımız
pek az.
Hala inanıyorum
ki memleketim Olympia, Refah’la kardeş-halk
ilişkisi biçiminde bir girişimi
başlatmaya karar verdiği takdirde çok şey kazanabilir, ve çok
da şey verebilir.
Bazı öğretmenler ve çocuk
toplulukları e-posta değişimine ilgi göstermişlerdi, ancak bu,
yapılabilecek dayanışma çalışmasında buzdağının sadece ucu.
Bir çok insan, seslerinin duyulmasını istiyor;
ve bana göre biz bu sesin ABD’de,
kendim gibi iyi niyetli enternasyonallerin süzgecinden değil; enternasyonaller olarak ayrıcalıklarımızı biraz kullanarak, doğrudan duyulmasını sağlamalıyız. Ben, çok sağlam bir koruyucu olduğunu
düşündüğüm, insanların her duruma karşı
örgütlenme, ve her duruma karşı direnme yeteneğini, yeni öğrenmeye
başlıyorum.
ABD’den arkadaşlarımdan
aldığım haberlere memnun oldum. Şelton/Washington’da
bir barış grubunu örgütleyen,
aynı zamanda Washington DC’deki 18 Ocak büyük
protestosunun koordinasyonunda yer almayı
başarmış bir arkadaşımdan gelen bir haberi yeni okudum.
Buradaki insanlar basını
takip ediyorlar, ve bugün bana gene Birleşik Devletler’de büyük
protestolar olduğunu, Birleşik Krallık’ta da “hükümetin sorunları olduğunu” söylediler. Öyleyse onlara, burada insanlara, aslında emin de
olamayarak, Birleşik Devletler’de bir çok
insanın hükümetimizin politikalarını desteklemediğini, ve direnişi küresel örneklerden öğrendiğimizi söylediğimde, artık
tam bir Polyanna gibi hissetmememi sağladıkları
için teşekkür ediyorum.
20 Şubat 2003
Anneciğim,
Şu anda İsrail ordusu Gazze’ye giden
yolu kazdı, ve ana kontrol noktalarının
ikisi de kapandı. Bu, üniversiteye gidip yeni dönem
kaydını yaptırmak isteyen
Filistinlilerin, bunu yapamayacağı anlamına geliyor. İnsanlar işine gidemiyor
ve diğer tarafta kalanlar evine dönemiyor;
yarın Batı Şeria’da toplantıları olan
enternasyonaller de bunu yapamayacak. Uluslararası beyaz insan imtiyazımızdan ciddi biçimde
faydalanmayı deneseydik muhtemelen bunun üstesinden
gelebilirdik fakat bu aynı zamanda, hiçbirimiz yasadışı bir iş
yapmamış olsak bile, bu yüzden tutuklanma ve sınır dışı edilme
tehlikesini doğuruyor.
Gazze şu anda üçe bölünmüş durumda. “Gazze’nin
yeniden işgali” ile ilgili konuşmalar
var, fakat benim bunun olacağından ciddi olarak şüphem var, çünkü
bu, şu anda İsrail
adına jeopolitik anlamda aptalca bir hareket olacaktır.
Bana göre daha
muhtemel olanı, daha küçük
çapta olan, uluslararası-halk-protestosu-
radarının fark edemediği baskın harekatlarının ve belki de, sık sık işaret edilen
“toplu nakiller”in hızlandırılması olacaktır.
Şu anda Refah’tayım, ve kuzeye gitmeyi düşünmüyorum.
Nispeten güvenlikte olduğumu hissediyorum, ve daha büyük çapta bir baskında
benim için en büyük
tehlikenin tutuklanmak olacağını
düşünüyorum. Gazze’nin yeniden işgali yönünde bir hareket, Şaron’un her
tarafa yerleşimler kurma yolunda şu
anda çok düzgün işlemekte olan, ve yavaş yavaş fakat
emin adımlarla Filistinlilerin
azminin kırılmasına neden olan, barış-görüşmeleri-sırasında-suikastlar
/ toprak işgali stratejisine4 karşı yapılan protestolardan, çok
daha büyük çapta protestolara neden olacaktır. Bana
bakmakta olan bir sürü, çok iyi
Filistinli olduğunu bilin. Biraz grip
mikrobu kaptım, onlar da bana iyileşmem
için çok hoş, limonlu içecekler verdiler. Ayrıca, halen yattığımız
kuyunun anahtarlarını saklayan kadın bana durmadan seni
soruyor. Zerre kadar İngilizce bilmiyor,
fakat çok sık annem hakkında
soru soruyor—seni aradığımdan emin olmak istiyor.
Sana ve Babama ve
Sarah’a ve Chris’e ve herkese sevgiler.
Rachel
27 Şubat 2003
(Annesine)
Seni seviyorum. İnan,
çok özlüyorum. Kabuslar görüyorum, rüyalarımda siz ve ben içeride, dışarıda tanklar
ve buldozerler evimizi çevirmiş görüyorum. Bazen
adrenalin haftalar boyu bir anestetik ilaç etkisi yapıyor,
ve sonra akşamları ya da geceleri ise tekrar, beni perişan ediyor—bu, durumun gerçekliğinin küçük bir kısmı. Buradaki insanlar adına
gerçekten çok korkuyorum. Dün, bir babanın, arkasında ellerinden
tutmuş iki küçük çocuğuyla, evinin havaya uçurulacağını düşündüğü için, dışarıda tanklar, ve bir keskin nişancı kulesi ve
buldozerler ve Jeep’lerin durduğu bölgeye doğru gidişini izledim. Jenny ve ben, bir kaç kadın ve iki küçük bebekle birlikte
evin içerisindeydik. Ona yanlış
çeviri yapmamız yüzünden, patlatılacak olanın kendi evi
olduğunu sanmasına sebep olmuştuk.
Aslında, İsrail ordusu yakınlarda bir yere bırakılmış— Filistinli
direnişçilerin yaptıkları gibi gözükmekte
olan—bir patlayıcıyı imha etmekle uğraşmaktaydı.
Bu olay, Pazar günü
tank ve buldozerler -300 insanın geçim
kaynağı durumunda olan- 25 serayı yıkarken, 150 kişinin tutuklanarak yerleşim
bölgesinin dışında toplanıldığı ve bu sırada
kafalarının üstünden ve çevrelerine
ateş açıldığı yerde oldu. Patlayıcı, seraların tam önünde—tankların geri
gelmeleri halinde tam geçecekleri giriş noktasındaydı. Bu adamın, evinde durmak
yerine, tankların görüş alanına doğru çocuklarıyla birlikte yürümeyi daha az tehlikeli
gibi hissedişini düşününce, dehşete kapıldım. Hepsinin öldürüleceğinden çok korktum
ve onlarla tankın arasına durmaya çalıştım.
Bunlar her gün oluyor,
fakat çok acı bir biçimde, bu babanın iki küçük
çocuğuyla kendini dışarı atıvermesi, sadece, şu anda beni daha da
fazla etkiledi;
muhtemelen bunun sebebi ise onun bana göre, bizim tercüme hatalarımız yüzünden dışarı çıkmasıydı.
Telefonda
Filistinlilerin başvurduğu şiddetin durumu
daha da kötü yaptığına dair söylediklerin
üzerine uzun uzun düşündüm. İki yıl önce
altmış bin Refah’lı işçi İsrail’de
çalışıyordu. Şu anda İsrail’e çalışmak için 600 kişi gidebiliyor. Bu 600 kişiden
çoğu taşındı, çünkü bura ile Aşkelon
(İsrail’deki en yakın kent) arasındaki
üç kontrol noktası, eskiden 40 dakikada alınan bu yolu, şimdi
12 saatlik ya da, hiç geçilemeyen bir yolculuğa çeviriyor. Bunun yanı
sıra, Refah’ın 1999’da iktisadi büyüme kaynakları olarak sahip olduğu her şey
tümüyle yok edildi—Gazze uluslararası
havaalanı (uçak pistleri yerle bir olunca tümüyle
kapatıldı); Mısır’la ticarette kullanılan
sınır (geçişin tam ortasında şimdi dev bir İsrail keskin nişancı
kulesi var); denize ulaşım (son iki senedir bir kontrol noktası ve de Guş Katif yerleşimi
tarafından tamamıyla kesildi). Refah’ta
bu İntifada’nın başından bu yana yıkılan
ev sayısı 600’ün yukarısında; genellikle direnişle bağlantısı olmayan,
sadece sınır bölgesinde yaşayan insanların evleri.
Belki artık, Refah’ın dünyanın en fakir
yeri olduğu resmi olarak kabul
edilir. Yakın bir zamana kadar
burada bir orta sınıf vardı. Ayrıca geçmişte, Gazze’den Avrupa’ya götürülen çiçeklerin Erez geçişinde güvenlik taramaları nedeniyle
iki hafta bekletildiğini duyuyoruz. İki
hafta önce kesilmiş çiçeklerin Avrupa pazarındaki değerini tahmin
edebilirsin, böylece o pazar da kurumuş
oldu. Ve sonra buldozerler gelir ve halkın sebze tarlaları ve bahçelerini
yerle bir eder. İnsanlar için geriye ne kalıyor? Eğer aklına bir çözüm
geliyorsa söyle. Benim gelmiyor.
Eğer içimizden birinin tüm yaşamı ve huzuru tamamıyla
altüst edilseydi, ve eski tecrübelerimize dayanarak, askerler ve tanklar ve buldozerlerin her an bizim için
geleceklerini ve ne kadar zamandır
yetiştirdiğimiz bütün seralarımızı yıkacaklarını bildiğimiz halde, çocuklarımızla beraber,
her an daralan bir yerde yaşasaydık, ve bunu bazılarımızın
da dövülmesine ve 149 kişiyle
beraber saatlerce bir yere kapatılmasına katlanarak gene yaşamak zorunda olsaydık—geri
kalan neyimiz varsa korumak için sence biraz kabakuvvete dayanan yöntemlere başvurmayı deneyebilir miydik? Bu özellikle, yıkılmış meyve bahçeleri ve seralar ve meyve ağaçları
gördüğümde aklıma geliyor—nice
zahmetle, yıllarca bakımı ve işlemesi
yapılmış. Sizi düşünüyorum, ve üzerine düştüklerinizin gelişmesinin ne kadar zaman aldığını ve bunun
ne çok özveri istediğini. Şuna gerçekten inanıyorum ki, benzer bir durumda, çoğu insan yapabildiği
en iyi ölçüde kendini
savunurdu. Bence Craig amcam bunu yapardı. Bence büyük
olasılıkla büyükannem de yapardı. Bence ben de yapardım.
Bana pasif direnişi
sormuştun.
Dün o patlayıcı havaya uçurulduğunda
ailenin evinin tüm camları kırıldı. O sırada bana çay ikram ediyorlardı, ben ise iki küçük
bebekle oynuyordum. Şu anda zor bir durumdayım. Acı çeken insanların sürekli,
tatlılıkla, üzerime titremeleri beni tam
anlamıyla hasta ediyor. Birleşik
Devletler’de böyle bir şeyin size çok
abartılı geleceğini biliyorum. Doğrusu
çoğu zaman, buradaki insanların, bilinçli olarak yaşamlarının yok edilişinin
gözle görülürlüğüne rağmen, bu saf iyilikleri
bana gerçek dışı gibi geliyor. Gerçekten
de dünyada böyle bir şeyin, bundan daha fazla
tepki görmeden gerçekleşebildiğine inanamıyorum. Acı veriyor, geçmişte de verdiği gibi, dünyanın nasıl korkunç bir yere dönüşmesine
göz yumuşumuza tanıklık etmek. Sizle konuştuktan
sonra, belki bana tam olarak inanmadığınızı hissettim. Aslında öyle ise daha
iyi, çünkü ben her şeyden
çok, bağımsız eleştirel düşünüşün önemine inanırım. Ayrıca sizleyken, söylediğim her iddianın
kökenini değerlendirmekte her zamankinden çok
daha dikkatsiz
davrandığımın da farkındayım. Bunun gibi bir çok
nedenden dolayı, bence kendiniz gidip, araştırmanızı yapmalısınız. Fakat bu, yaptığım iş hakkında kaygı duymama sebep oluyor. Yukarıda açıkça belirtmeye çalıştığım her
durum—ve daha birçoğu—aşama aşama, genellikle
belli etmeden, fakat gene de çok şiddetli bir biçimde,
belirli bir grup insanın yaşam şanslarının ellerinden alınmasını ve yok
edilmesini anlatıyor. Benim burada gördüğüm
bu. Suikastlar, roket saldırıları ve çocukların vurulması zulümdür—fakat bunları düşünürken, konunun özünü gözden kaçırmaktan endişeliyim. Buradaki insanların büyük çoğunluğu— buradan kaçmaya yetecek maddi güçleri
olsa bile, toprakları için direnişi
sürdürmekten vazgeçip sadece buraları
terk etmek isteseler bile (bu, belki de, Şaron’un
olası hedeflerinden, daha az zalimce olanı gibi gözüküyor), bir yere gidemezler.
Çünkü, vize başvurusu için İsrail’e dahi giremezler, ve çünkü, hiçbir ülke onları kabul etmez (bizim ülkemiz de, Arap ülkeleri
de). Bu durumda, bence bütün yaşam imkanı,
insanların dışarıya çıkamadığı, dar bir alana
(Gazze) hapsedildiği için, bana göre
bu durum soykırım tanımına uymaktadır.
Çıkabilselerdi bile, bana göre gene soykırıma girerdi. İstersen
uluslararası hukuktan, soykırımın tanımına bir bak. Şu anda hatırlayamıyorum.
Bunun daha iyi, örneklemeli bir açıklamasını yapabilmeyi
umuyorum. Öyle doldurulmuş sözcükleri kullanmayı sevmiyorum. Benim bu yönümü sen
bilirsin. Sözlere çok önem veririm. Gerçekten,
meseleyi iyice açıklamak, ve insanların kendi yorumunu yapmasına
imkan tanımak isterim.
Neyse, daldan dala
konuyorum. Anneciğime yazmak ve ona bu sürüp
giden, sinsi soykırıma tanık olduğumu ve çok korktuğumu, ve insan doğasının
iyiliğine olan temel inancımı sorgulamaya başladığımı anlatmak
istedim. Bu artık bitmeli. Bana göre
hepimizin her şeyi bırakıp, yaşamımızı bunun sona ermesi için çabalamaya adamamız, iyi bir fikirdir. Bana göre bu, artık
aşırı bir düşünce değildir. Ben hala, Pat Benatar dinleyerek dans etmeyi ve erkek arkadaşlar
bulmayı ve iş arkadaşlarımın karikatürlerini
çizmeyi çok istiyorum. Fakat bunun sona ermesini de
istiyorum. Hissettiğim şey güvensizlik ve korku.
Hayal kırıklığı. Bunun dünyamızın
esas gerçeği olması ve bizim, aslında, buna ortak olmamızdan
dolayı hüsrana uğradım. Benim dünyaya
gelirken istediğim bu olamazdı. Buradaki insanların
dünyaya gelirken istedikleri bu olamazdı. Sen ve Babam bebek yapmaya karar verdiğinizde, beni getirmek istediğiniz dünya bu olamazdı.
Capital Gölü’ne bakıp “İşte koca dünya, ben geliyorum”
derken, sözünü ettiğim bu değildi. Rahat bir yaşam süreceğim ve belki,
hiç gayret etmeden, soykırıma ortak oluşumun farkına varmadan yaşayacağım
bir dünyaya geldiğimi söylemek istememiştim.
Dışarıda bir yerlerde şiddetli patlamalar oluyor.
Filistin’den döndüğümde,
muhtemelen kabuslar görecek ve burada olmayışım yüzünden kendimi suçlu
hissedeceğim, fakat bu bana daha fazla çalışma gücü verebilir. Buraya gelmek, bugüne kadar yaptığım
en iyi işlerden biriydi. Dolayısıyla eğer saçmalıyorsam, veya İsrail ordusu beyazlara
zarar vermemeye olan ırkçı meyilinden
vazgeçerse, doğrudan doğruya bunun
sebebini, benim de dolaylı olarak desteklediğim,
ve kendi devletimin ana sorumlusu olduğu bir soykırımın ortasında bulunuşuma bağlayın.
Seni ve Babamı
çok seviyorum. Tartışma dilimin kusuruna bakma. Tamam, yanımdaki bir kaç yabancı adam bana leblebi
ikram ediyor, yeyip teşekkür etmem
gerek.
Rachel
28 Şubat 2003
(Annesine)
E-postama yanıt
verdiğin için teşekkürler Anneciğim. Sizden,
ve beni düşünen diğer insanlardan bir şeyler
duymak bana çok iyi geliyor.
Sana yazdıktan
sonra yaklaşık 10 saat
boyunca, grubumla bağlantım kesildi.
Bu sürede, Hay Selam’daki cephe
üstünde yaşayan bir aileyleydim,
benim için yemek hazırladılar,
kablolu TV’leri de var. Evlerinin ön cepheye bakan iki odası kullanılamıyor çünkü duvarlarda mermi delikleri var, dolayısıyla tüm aile—üç çocuk ve anne baba—ebeveynlerin odasında yatıyor. Yerde, en küçük kız olan İman’ın
yanında yatıyorum, ve hepimiz
battaniyeleri paylaşıyoruz. Oğullarına İngilizce ödevinde biraz yardımcı oldum, ve hep
birlikte Hayvan Mezarlığı ismindeki korku
verici bir film izledik. Filmi izlerken yaşadığım korku galiba hepsine çok gülünç geliyordu.
Cuma tatil günü, uyandığımda da Arapça
seslendirilmiş Lastik Ayıcıklar’ı seyrediyorlardı. Onlarla kahvaltıyı yaptım ve orada
bir süre oturup bu koca battaniye yığınının
içinde aile ile beraber, bana Cumartesi sabahı
çizgi filmlerini andıran şeyi seyretmenin keyfini çıkardım. Sonra Nidal’ın
ve Mansur’un ve Büyükannenin ve Rafet’in ve yanlarında kalmamı can-ı yürekten isteyen bu geniş ailedeki diğer
herkesin yaşadığı, B’razil tarafına doğru yürüdüm. (Bu
arada, öbür gün, Büyükanne bana,
boyuna üflediği ve siyah şalını
işaret ettiği, Arapça, pandomimli bir ders
verdi. Nidal’a, ona annemin burada birisinin bana, sigaranın ciğerlerimi
kapkara yaptığıyla ilgili bir ders verdiğini bilseydi
memnun olacağını söylettim.) Nuseret kampından
onları ziyarete gelen gelinleriyle de tanıştım,
ve onun küçük bebeğiyle oyun oynadım.
Nidal’ın İngilizcesi
her gün daha da gelişiyor.
O, bana “kardeşim” diyen. Büyükanneye İngilizce nasıl “Merhaba.
Nasılsınız?” denildiğini öğretmeye başladı. Her an geçen tank ve
buldozerlerin sesini duyabiliyorsun, fakat hepsi de birbirlerine, ve bana karşı
gerçekten çok içtenler. Filistinli arkadaşlarımlayken,
insan hakları gözlemcisi, belgeleyici, ya da doğrudan-eylem direnişçisi görevi üstlenmeye
çalıştığım zamankilerden, biraz daha az korku duyduğumu
hissediyorum. Onlar, büyük mücadelelerin
nasıl verildiğine dair iyi bir örnek.
Bu durumun onlara her bakımdan, çok büyük
sıkıntılar yaşattığını—ve sonunda onları
alt edebileceğini—biliyorum, fakat gene de onların, yaşamları içerisinde süren bu dehşete, ve ölümün
sürekli kol geziyor olmasına karşın,
insanlıklarını—gülüşlerini, cömertliklerini, ailelerine
ayırdıkları vakti—bu kadar iyi
korumaktaki güçleri beni şaşkına
çeviriyor. Bu sabahın ardından kendimi çok daha iyi
hissediyorum. Neredeyse ilk elden, hala ne denli canavarlaşabilmemizin
mümkün olduğunu keşfedişimin hayal kırıklığı
üzerine yazmak için, uzun zaman harcadım. Hiç değilse şunu belirtmeliyim ki, insanların—daha önce hiç görmemiş olduğum kadar—en korkunç hallerdeki sahip olduğu
gücün, ve temel insanlığını yitirmeme yeteneğinin derecesini
de keşfetmekteyim. Galiba aslolan onur.
Bu insanlarla tanışmanızı isterdim. Belki, umarım,
bir gün bu da
olur.
Rachel
8 Şubat 2003
Dün akşam
gönderdiğim e-postaya bir çok düşünceli yanıt
aldım, fakat şu anda birçoğuna
yanıt yazmak için zamanım yok. Verdikleri cesaret, sordukları sorular
ve eleştiriler için herkese teşekkürler.
Daniel’in yanıtı benim için özellikle daha
fazla ilham verici idi, bunun için de paylaşmaya
değer buldum. İsrail’deki Yahudi halkın işgale direnişi, ve İsrail
ordusunda görev reddedenlerin üzerlerine aldıkları olağanüstü büyük tehlike, özellikle Birleşik Devletler’de
yaşayan bizler için, bizim adımıza zulümler işlendiğinin farkına vardığımızda nasıl
davranmamız gerektiği konusunda bir örnek
arz etmektedir. Teşekkür ediyorum.
7 Şubat 2003ʼte Rachelʼa Geliyor:
Ben
IDF’de bir yedek başçavuşum. Askeri dilekçeler,
vicdanen durumdan rahatsız olanların
itirazlarıyla dolmakta. Çoğu aileleriyle kalan yedek subaylar. Bunlar geçmişte, ateş altında cesaretini ispat etmiş askerlerdir.
Bazıları altı aydan fazladır
hapis yatmakta ve daha ne kadar yatacakları belirsiz.
AWOL5 ve görev retlerinin sayıları
ise ulusal tarihimiz boyunca görülmemiş miktarlara ulaştı; bu retler,
sivillerin yaralanma tehlikesi olan hedeflere ateş açılmasını içeren emirlere karşı yapılıyor. İsrail’de işin kıt olduğu ve insanların evlerini ve işlerini
Şaron’un kan davası yüzünden yitirdiği bir vakitte, bir çok profesyonel
asker—aralarında pilotlar ve
istihbarat personeli de bulunuyor—hapis ve işsizliği, ancak katliam olarak adlandırabildikleri şeye yeğledi.
Ben
Askeri Adliye dairesine bildirmekle görevliyim—kaçak askerleri yakalayıp buraya çıkartmak
benim vazifem. 18 aydır rapor tutmadım. Bunun yerine,
ISM’liler6
ve diğer uluslararası eylemcilerin benim çocukların neler yaptığını
iddia ettiklerini, filme belgeleyerek kendi gözlerimle
görmek için, yeteneklerimden ve itimatnamemden yararlanıyorum.
Ülkemi
seviyorum. İsrail’in şu anda çok kötü insanların önderliğinde olduğuna inanıyorum.
Yerleşimcilerle yerel polisin çatıştığını ve sınır polisinin de onur kırıcı
biçimde davrandığını düşünüyorum. Onlar İsrail
halkının %40’ının düşüncesine göre bir yüzkarası;
ve eğer herkes
bizim bildiklerimizi bilse halkın %90’ına göre bir yüzkarası olurdu.
Lütfen
mümkün mertebe çok belgeleme yap, ve hiçbirine kendi
fikirlerini katıp da süsleme yapma. Burada basın, çok inandırıcı7
bir denetim aracı vazifesi görmektedir. Bunu mektuplarında
arkadaşlarına belirt. Değişik rütbelerden, işgal
bölgelerinde görev yapanlar arasında,
gördüklerinden midesi bulanan bir çok asker var.
IDF’de
bir şeref şifresi vardır—“tovhar henehşik” diye söylenir.
Bunu, korkunç bir şey
yapmak üzere olan bir kardeşimize,
örneğin silahsız bir mahkumu öldürecek
veya gayrı ahlaki
bir emri yerine getirecek olan birine söyleriz. Bu kelimesi kelimesine, “silahların saflığı” demektir.
Bir askere kendi dilinde söylenebilecek bir başka sözlü ifade ise “dihgıl
şahor”dır—“siyah bayrak” demektir. Eğer
“Etah Miteçet Dihgıl Şahor” dersen, bu “Ahlaka aykırı emirleri
uyguluyorsunuz” demek olur. Bunu “aptal, yanlış düşünceli yabancılar”dan
işitmek ağır ve sarsıcı bir durumdur.
Mümkün olan her durumda
askerlerle konuşarak mücadeleni ver. Onların
sana saygısızca davranmış olduğu gibi onlara saygısızlık etme hatasına
düşme. Bunu hak etsin ya da etmesin, saygı,
tıpkı saygısızlık gibi, karşındakini
etkiler.
Çok
iyi bir şey yapıyorsunuz. Bunun için teşekkür ederim.
Barış,
Danny
Annesine e-postasının
devamı, 28 Şubat 2003:
Ömrümün bir Filistin devleti yahut demokratik bir İsrail-Filistin devleti kuruluşunu görmeme yeteceğine inanıyorum. Filistin’e özgürlük bana göre,
tüm dünyada mücadele veren halklar için
çok büyük bir umut kaynağı olacaktır. Bana göre bu aynı zamanda, Birleşik Devletler’in desteklediği,
antidemokratik rejimler altında mücadele veren Arap halklarına da büyük
ilham kaynağı olabilir.
Sizin ve benim gibi
orta sınıftan, imtiyazlı olup, bu imtiyazlarımızı
destekleyen yapıların farkına varan insanların sayısını artırmayı, ve imtiyazları olmayanların da bu yapıları
yıkma çabalarını desteklemeye başlamayı
istiyorum8.
Sivil toplumun
topyekun uyanışa geçtiği ve vicdanının,
baskı altında tutuluşuna olan itirazının,
ve diğerlerinin acısını paylaştığının, güçlü
ve yankılanan bir kanıtını
ortaya koyduğu 15 Şubat
gibi anların çoğalmasını istiyorum. Birleşik Devletler’de,
çocuklara eleştirel düşünüşü öğreten Matt
Grant ve Barbara Weaver ve Dale Knuth gibi daha fazla öğretmenlerin ortaya çıkmasını istiyorum. Şu
anda gerçekleşen uluslararası direnişin,
farklı insan gruplarının diyaloğuyla, her türden meselenin çözümlenişini
verimli hale getirmesini istiyorum. Buna alışkın
olmayan hepimizin demokratik yapılar
içerisinde çalışabilmek için daha iyi yetenekler geliştirmesini
ve kendi ırkçılığımıza ve sınıfçılığımıza ve seksizmimize ve
heteroseksizmimize ve yaş ayrımcılığımıza ve sağlık
ayrımcılığımıza son vermesini ve daha etkin olmasını istiyorum.
Bir şey daha—genel protestolar konusunda bu konuyu çok düşünüyorum—bir
kaç hafta evvel sadece 150 kişinin
katıldığınki gibi. Genel bir protestoyu örgütlediğim
veya katıldığım zaman onun gerçekten çok küçük, utandırıcı olmasından ve basının bana gülmesinden
endişe ediyorum. Çoğu sefer gerçekten küçük oluyor ve
çoğunda da basın bizle
alay ediyor. 150 kişilik protestomuzun sonrasındaki
hafta sonunda hemen hemen 2000 kişilik bir protestoya davetlendik. Küçük bir
protesto gerçekleştirmemize ve doğal
olarak bunun tüm dünyada yer bulmamasına rağmen, bazı yerlerde
“Refah” sözcüğünden Arap basınının
haricinde söz edildi.
Colin Seattle’daki protesto için İngilizce ve Arapça
“Olympia Refah’ta ve Irak’ta savaşa hayır
diyor” yazılı
bir pankart hazırladı. Resimlerine, burada Muhammed ismindeki bir zatın işlettiği Rafah- today9 adlı ağ sayfasında yer
verildi. Buradaki ve diğer her
yerdeki insanlar o resimleri gördüler.
On yıldır her Cuma, Irak’ta yaptırımlar yüzünden ölen çocukların sayısını
gösteren pankartlar asan Glen’i düşünüyorum.
Bazı zamanlar bir ya da iki insan orada olur ve diğer
herkes onların deli olduğunu
düşünür ve onları kınardı. Şimdi ise Cuma gecelerinde çok daha
fazla insan var.
Onlar 4. ile State’i
kavuşturanlardır10, ve klaksonlar ve
sallanan eller, ve başparmak-yukarı işaretleriyle karşılanıyorlar. Onlar orada diğer insanların da bir şey
yapmalarına olanak veren bir ortam hazırladılar. Onlar kendileri tepkilere maruz kalarak, başka birisi için, editöre mektup
yazmaya, veya bir mitingin en arkasında yer
tutmaya ? veya, ona Irak’ta çocukların ölümünün bildirildiği yol kenarında durarak tepki
toplamaktan birazcık daha az saçma
görünen herhangi bir şey yapmaya karar vermeyi kolaylaştırdılar.
Yalnızca sizin neler yaptığınızı işitmek bana
kendimi daha az yalnız, daha az yarayışsız,
daha az görünmez hissettiriyor. O klakson ve havaya kalkan ellerin yararı oluyor. Resimlerin yararı oluyor.
Colin’in yararı oluyor. Uluslararası
basın ve hükümetimiz bize etkili, önemli, çabamızda haklı, yürekli, zeki, değerli olduğumuzu söylemeyecekler. Birbirimiz için bunu biz yapmalıyız,
ve bunu yapmamızın bir yolu da açıktan, çabamızı sürdürmektir.
Bana göre
ayrıca Birleşik Devletler’deki insanların imtiyaz sahibi olmayan insanların bu mücadeleyi
her ne pahasına olursa olsun yapmaya devam edeceklerini fark etmeleri, çünkü onlar kendi yaşamları için mücadele etmekteler.
Biz onlarla birlikte mücadele de
edebiliriz, ve onlar da onlarla birlikte mücadele ettiğimizi bilirler, ya da onları bu mücadeleyi
kendi başlarına yapmaları için ve onların katledilişindeki suç ortaklığımız yüzünden bize lanet okumaları için yalnız da bırakabiliriz.
Ben hakikaten burada kimsenin bize lanet okuduğunu
hissetmiyorum.
Ayrıca, özellikle buradaki insanların, bizim
onlar adına hayatımızı tehlikeye atışımızdan
daha çok, öncelikle rahatımız ve sağlığımızla ilgilendiğini hissediyorum.
En azından bu benim için
böyle. Silah sesleri ve bomba patlamaları
ortasında, insanlar bana bir dolu çay ve yiyecek vermeye çabalıyor.
Sizi seviyorum,
Rachel
Rachel’ın son e-postası
Merhaba
Baba,
E-postan için
teşekkür ederim. Bazen tüm zamanımı, annemin meseleyi sana da nakledeceğini varsayarak, ona propaganda yapmaya harcıyorum gibi geliyor, dolayısıyla sen ihmal
edilmiş oluyorsun. Beni fazla düşünmene gerek yok, şu anda ben en çok,
etkili olamayışımızdan endişe duyuyorum. Hala olağandışı bir
tehlikede olduğumu hissetmiyorum. Refah
son zamanlarda daha sakin görünüyor, belki de
ordu kuzeydeki baskınlarla meşgul olduğu için—hala silahlı saldırı ve ev yıkımları sürmekte—bu hafta bildiğim
kadarıyla
bir ölüm var, fakat daha da büyük bir baskın
gerçekleşmedi. Eğer bu olursa, Irak’ta savaş
başladığında, bu durumun nasıl değişeceği hakkında ben de bir şey söyleyemiyorum.
Savaş karşıtı
mücadelenizi yükselttiğiniz için de teşekkürler.
Bunu yapmanın kolay bir
iş olmadığını biliyorum, ve
muhtemelen bulunduğunuz yerde, benim bulunduğum
yerdekine göre çok daha zordur. Charlotte’daki gazetecilerle konuşmayı gerçekten çok
istiyorum—ilerlemeyi hızlandırmak için ne yapabileceğimi lütfen bana
bildir. Buradan ayrılınca ne yapacağıma,
ve ne zaman ayrılacağıma karar vermeye çalışıyorum. Şu anda,
mali durumumun Haziran’a kadar kalmaya yeteceğini düşünüyorum. Olympia’ya dönmeyi şu an hiç
istemiyorum, fakat eşyalarımı garajdan temizlemek ve buradaki deneyimlerim hakkında konuşmak
için dönmem gerek. Diğer taraftan, bir kere okyanus ötesine geçtiğim için, okyanusun ötesinde bir süre kalmaya çalışmak adına güçlü bir istek
duyuyorum. İngilizce öğretimiyle ilgili işlere
bakmayı düşünüyorum—çok çabalayıp Arapça öğrenmeyi istiyorum.
Ayrıca dönüşte
İsveç’i ziyaret etmek için davet aldım—sanırım çok ucuza da
yapabilirim. Refah’tan da makul bir dönüş planıyla ayrılmak istiyorum. Grubumuzun çekirdek üyelerinden biri yarın ayrılmak zorunda—ve
onun insanlarla vedalaşmasını izlemek
bana bunun ne kadar zor olacağını anlatıyor. Buradaki insanlar burayı terk
edemezler, dolayısıyla bu her şeyi karmaşıklaştırıyor.
Onlar, bizim buraya tekrar gelişimizde kendilerinin hayatta olup olmayacaklarını bilmeyişleri gerçeğinin
de çok iyi farkındalar.
Bu yer hakkında
büyük suçluluk duygusuyla yaşamayı gerçekten istemiyorum—bu kadar kolay gelebilmek ve gidebilmek—ve geri gitmemek.
Bana göre bir yerlere bağlılık
duymak kıymetli bir şeydir - bunun için bir yıl kadar süre
içinde buraya geri dönmeyi planlayabilmeyi istiyorum. Tüm bu olasılıkların
içerisinden bana göre en yüksek ihtimalle, dönüşte
en az bir kaç haftalığına İsveç’e
gideceğim—biletleri değiştirip toplam 150 Dolar
veya ona yakın bir ücrete Paris’te İsveç’e gidiş ve dönüş
bileti alabilirim. Fransa’daki aile ile aslında
bağlantı kurmaya çalışmam gerektiğini biliyorum—fakat gene de bunu yapmayacağımı zannediyorum. Sadece durmadan sinirli olacağımı ve oralarda dolaşmaktan hoşlanmayacağımı düşünüyorum. Hem bu, şu anda bana çok
büyük bir zenginlik içine geçiş gibi görünüyor—bunun yüzünden ayrıca durmadan büyük bir sınıfsal
suçluluk duygusu da hissedebilirim.
Eğer yaşamımın geri kalanında ne yapmam gerektiğiyle
ilgili fikirlerin varsa lütfen bana söyle. Sizi çok seviyorum. Eğer bana yazmak istiyorsanız,
sanki tatilde Hawaii’nin büyük adasında bir kampta yerli dokuması öğreniyormuşum gibi yazabilirsiniz. Burada hayatı kolaylaştırabilmek için
yaptığım bir şey de düşler
alemine dalıp bir
Hollywood filminde veya Michael J Fox’un oynadığı bir komedi dramasında olduğumu hayal
etmek. Sen de birşeyler düşünüp tasarlayabilirsin,
ben de katılmaktan memnun olurum.
Kocaman sevgiler Babacığım.
Rachel
1.
Aslında İngilizce
yazılmıştır. (B. Şimşek)
2.
Aslında İngilizce
yazılmıştır. (B. Şimşek)
3.
Israeli Defence
Forces: IDF. (B. Şimşek)
4.
Anlatılmak istenen, Şaron Hükümeti’nin esas
hedefi işgallere meşru zemin hazırlamak
olan, göstermelik “Saldırılara misilleme” stratejisidir. (B. Şimşek)
5.
Aslında İngilizce
yazılmıştır: “İzinsiz görev terki”. (B. Şimşek)
6.
International
Solidarity Movement: Uluslararası
Dayanışma Hareketi. Rachel’ın üyesi olduğu, Filistin’deki işgale karşı, şiddet içermeyen yöntemlerle eylem düzenleyen bir uluslararası
dernek / örgüt. (B. Şimşek)
7.
Mektubu yazan bunu, insanları
yanıltıcı anlamında kullanıyor. (B. Şimşek)
8.
Adından da anlaşıldığı gibi, küresel
sömürü (emperyalizm) ve vahşi kapitalizm, dünya ölçeğinde sistemlerdir.
Rachel’a göre, buna karşı
dünya halkların verdiği antiemperyalist mücadelede
de bu nedenle, imtiyaz (ekonomik güç) sahibi olmayanların, hatta
imtiyaz sahibi (orta sınıftan) olup
devrimi arzu eden kesimle bile enternasyonalist dayanışma yolunu kullanması gerekir. (B. Şimşek)
9.
Rafah-today: Refah-bugün. (B. Şimşek)
10.
Aynı yıl, ABD’nin emperyalist devlet politikalarına karşı, 4. ve State caddelerinin birleştiği yerde bir
eylem gerçekleştirildi. Gösteri sırasında kavşaktan geçen insan ve araçlar korna çalarak,
el sallayarak, ve zafer işaretleriyle eyleme destek verdiler. (B. Şimşek)
Dürüst ve vicdan sahibi İsrailliler Filistinlilere
yapılanları görmezden geliyorlar
Adaletsizliğin Pis Kokusu
Emma
Williams, The Spectator, 17 Mayıs
2003
Son 2.5 yılımı
Kudüs’te geçirmek benim için,
İsraillilerin yaşadığı korkuyu yaşamak
anlamına geldi: çocuğunu okula götürme ve bir intihar
eylemcisinin kendisini okulun kapısında havaya uçurması
korkusu; bir patlamanın kurbanı olma korkusuyla bir restorana ya da bara ya da kahveye gidememe; çocuklarının
en son Filistin terörist saldırısı sonucu öldürülebileceği korkusuyla
İsrailli dostlarınızı evinize davet etmede
duraksama.
Kudüs’te yaşama aynı
zamanda, bu korkular nedeniyle üç milyon Filistinliye çektirilen acıyı gözlemleme anlamına geliyor. Vahşet, adaletsizlik,
susturma, ırkçılık ve hepsinden önemlisi
İşgal gibi gerçekler çirkin; bu gerçeklerden söz etmek
zor, onlara inanmak da.
İsraillilerin çoğu
Doğu Kudüs’e gitmezler ve Filistinlilerin çoğu da Batı’ya gitmekten kaçınırlar.
Kudüs umutsuz, güzel ve de bölünmüş bir kent; öylesine
net bir biçimde bölünmüş ki iki tarafı ayıran çizgi boyunca
bir duvar inşa edebilirsiniz. İsrail
gerçekten de bir duvar inşa ediyor, fakat böyle bir çizgiyi
gözeterek değil. Bu duvar, İsraillilerle
Filistinlileri birbirlerinden ayırmaktan ziyade Filistinlilerle Filistinlileri ve bu arada daha fazla toprak
gaspeden yerleşimcilerle Filistinlileri
birbirlerinden ayırıyor.
Bütün bunlar, yol kavşakları ve sınai
bölgeler üzerinde konuşlandırılan yerleşim birimleri
şebekesini genişletmeyi ve Filistinlileri bu
ağın gözlerinde, gettolarda yaşamak
zorunda bırakmayı ve böylelikle gelecekte
kurulabilecek bir Filistin devletini işlemez hale getirmeyi kuran aşırı öğelerin planlarının bir parçası.
Getto talihsiz bir sözcük;
ancak Filistin kentlerinin çevresinde inşa edilmekte olan çitler başka sözcüklerle tanımlanamaz. Bir zamanlar 45,000 kişinin yaşadığı canlı bir Pazar kenti olan Kalkiliye, şimdi bir çitle ve 8 metre yüksekliğinde
bir beton duvarla dünyadan koparılmış durumda. Kentin, IDF’nin denetiminde bulunan tek bir kapısı var ve içinde oturanların, onların ürettikleri ürünlerin, yiyeceklerinin ve ilaçlarının geçip geçemeyeceklerine IDF karar veriyor. ‘Getto’ sözcüğünün kökeni ortaçağ dönemi Venedik kentine dayanıyor. Bu sözcük,
Venedik’te Yahudilarin yaşamak zorunda bırakıldıkları ve çevresi
duvarlarla çevrilmiş semti ve barbarca ve ayrımcı bir politikayı
anlatıyordu.
Fakat Yahudiler
istedikleri zaman bu gettodan dışarı çıkabiliyorlardı. (Irkçı Güney Afrika rejiminin başbakanı- G. A.) P.
W. Botha’nın en kötü
dönemlerinde bile Bantustanlar asla -dev bariyerlerle çevrili,
tek giriş noktasında içeriye sadece seçilmiş bazı yabancıların ve özel
izin belgeleri bulunan Filistinlilerin geçmesine
izin veren silahlı muhafızların bulunduğu-
Batı Yakası’ndaki bazı kentlerde ya da
Gazze’de olduğu ölçüde kısıtlayıcı bir
nitelik taşımıyorlardı. Bilinmez hangi
nedenle, bazan çocukların bulunduğu yöne ateş eden IDF askerlerinin nöbet tuttuğu dev
duvara ve beton gözetleme kulelerine yaklaştığınızda
kapıldığınız ürküntüyü tanımlamak zor. Biri
6 ve diğeri 9 yaşında olan çocuklarımı yöredeki hayvanat bahçesine
götürdüğümde başımıza geldiği için bunu,
kendi deneyimime dayanarak söyleyebilecek durumdayım.
‘Çocukları böyle bir yere götürmek ne büyük bir sorumsuzluk!’ yollu bir azarlamayı işitir gibiyim. Bu çatışmada, kurbanı suçlamak çok yaygın bir uygulama. Bir IDF buldozeri Mart ayında Rachel Corrie adlı 23 yaşında bir Amerikalı öğrenciyi ezerek öldürdü.
Buna verilen tepki şöyle oldu: Her şeyden önce Corrie
oraya gitmekle ‘sorumsuzca’ davrandı. Bu imge
bir başka göstericinin, Tienanmen Meydanında
tankın karşısında duran göstericinin
imgesini anımsatıyor; ama orada tankın sürücüsü göstericinin üzerinden değil, yanından
geçmişti.
Corrie
Filistinlilerin evlerinin yıkılmasını protesto
ediyordu. Anlaşılan, yaşamları boyunca
biriktirdiklerinin, mallarının, anılarının ve
evlerinin askeri buldozerler tarafından yıkılmasına yol açtıkları için suçlu olanlar
Filistinlilerin kendileridir! Bir izin belgesi almadan ev inşa etmemeliler. Ama, durun bakalım; bu izin
belgeleri işgal edilmiş topraklarda yasadışı
yerleşim birimleri inşa eden İsraillilere veriliyor, kendi toprakları
üzerinde ev inşa edecek
Filistinlilere ise asla.
Adaletsizlik: burada
bunun pis kokusundan geçilmiyor. Apartheid
yerleşimci yolları boyunca sürün
arabanızı. Suyun karneye bağlandığı tozlu Filistin kentlerinin hemen ötesindeki yerleşimcilerin
sulanmış çimenliklerine bakın. Filistinlilerin, ürünlerine
(ya da çimenliklerine) iyi geleceği için değil, biraz
daha fazla içme suyu almalarına
izin verileceği için sağanak yağmur
yağdığında ne denli sevindiklerini gözlemleyin. Kafese kapatılmış Filistinliler, hemen
hemen her gün Batı Yakası’nın dört bir yanında,
işgalin onları, Filistin’in kendilerine ayrılan küçük
bölümünün (yüzde 22) içine hapseden yerleşim birimlerinin fışkırdığını
görüyorlar.
İntifadanın
başlangıcı ortamı hazırladı: daha Filistinliler
tek bir el ateş etmeden, dünya
kamuoyu, göstericilerin coplar ve basınçlı suyla değil,
taş atanların yanısıra oradan geçen
çok sayıda insanın da silahlarla
vurularak öldürülmesi yoluyla denetim altına
alınmasını görerek şoke oldu.
Bunun ardından,
Filistinlilerin provokasyonlarına son derece ölçüsüz bir tarzda karşılık
verme ve adalet ve uluslararası hukuku hiçe sayma sıradan
hale geldi. Çok kuraldışı olmadıkça ya da bürosunda bir IDF keskin nişancısının
vurarak öldürdüğü üst düzey İngiliz BM görevlisi Ian Hook gibi bir yabancıyı
hedef almadıkça, bunlar haber yapmaya değer bile bulunmadı.
İşgal altındaki topraklardaki şiddeti konu alan
tüm çalışmalar; İsraillilerin çocuklara, oradan geçenlere,
yaşlı kadınlara ateş etmesinin, geçmelerine
izin verilmediği için IDF kontrol noktalarında ölen hamile kadınların,
yüzlerce okulun kapalı kalmasının, onbinlerce zeytin ağacının köklerinden sökülmesinin, binlerce evin buldozerler tarafından yıkılmasının, tarihsel Filistin’in koskoca mahallelerinin yerle bir edilmelerinin sayısız
örneklerini ortaya koymuşlardır.
Bu yılın
başlarında, İsrail’de yayımlanan günlük gazete Haaretz,
IDF’nin Gazze’deki bir futbol sahasında top
oynayan çocuklara, uluslararası yasalarca
yasaklanmış olan –ve her biri
patlayarak binlerce jilet keskinliğinde dart oku saçan-
fleşet mermileriyle ateş açtığını yazdı. Dokuz çocuk isabet aldı.
İsrail Yüksek Mahkemesi, İsrailli bir hukuk grubu olan İnsan Hakları Savunucusu
Doktorlar’ın bu silahın
kullanımının yasaklanması yolundaki başvurusunu
reddetti.
Uluslararası
gözlemciler, İsraillileri hedef alan saldırıların
öykülerinden farklı olarak,
Filistinlilerin her gün hedef oldukları
saldırıların öykülerini haber yapmıyorlar.
Fakat, gene de arasıra bazı olayların basına
sızdığı oluyor. Örneğin, New York Times’dan Chris Hedges,
Gazze’de bir IDF birliğinin hoparlörlerle Arapça konuşarak çocukları taciz ettiğini, “Gelin köpekler.
Gelin! Orospu çocukları! Ananızın ...!” gibi sözlerle onları ortaya çıkıp
taş atmak için kışkırttığına ve daha sonra susturucu takılmış silahlarla
vurduğuna tanık oldu. Hedges, bir
dizi çatışma ortamında çocukların vurulduğunu gördüğünü söyledikten sonra, “fakat askerlerin çocukları fare gibi
tuzağa çektiğini ve onları
eğlence için vurduğunu daha önce hiç
görmedim” dedi.
İstatistikler,
hiçbir uluslararası ya da insani yasa ve
anlaşmaya uymayan, binlerce insanı
mahkeme kararı olmaksızın tutuklu konumunda tutan, yüzlerce çocuğu cezaevlerine atan ve işkenceyi ancak daha
geçenlerde resmen yasaklayan
bir ülke görüntüsü seriyor gözlerimizin
önüne. İsrail insan hakları örgütü B’Tselem, IDF’nin, aynı zamanda
50 dolayında yoldan geçenin
ölümüyla sonuçlanan 102 planlı cinayet işlediğini söylüyor. Filistin ambülanslarının
üzerine ateş açılması olaylarının sayısıysa 231.
Kudüs’teki
uluslararası toplumda -en azından Filistinlilerle yüzyüze gelenler arasında-
iki konu üzerinde sözcüklere dökülmeyen bir görüş birliği var: adaletsizliğin
korkunç boyutları ve bu adaletsizliği
dürüst bir biçimde haberleştirmenin güçlüğü. Bu, diplomatik mesajlar, yayımlanmış BM raporları, haber öyküleri
ve makaleler için geçerli: yazarlarla yüzyüze konuştuğunuzda onların gördüklerinden ötürü ne denli öfkelendiklerini, ama ardından
yazdıklarının hat boyunca bir yerlerde hiç
şaşmaksızın (çoğu zaman da, elçiliklerin,
lobilerin, editörlerin, mülksahiplerinin ve reklam sahiplerinin her yerde hazır ve nazır İsrail
karşıtlığı
suçlamalarından kaçınmak için bizzat kendileri tarafından)
sansüre uğratılmasından üzüldüklerini duyarsınız.
Seslerini yükselten
İsraillilere; İşgalin dehşetini çarpıcı bir biçimde
haberleştiren Gideon Levi ve Amira Hass gibi gazetecilere, doğrudan
işin içine girip Filistinlilerin yıkılan evlerini yeniden inşa eden Jeff
Halper gibi aktivistlere, Filistinli çiftçileri yağmacı yerleşimcilerden
koruyan İsrailli gruplara, askeri hizmet temelinde kurulmuş olan bir toplumda hapse atılmayı ve yalıtılmayı
göze alarak İşgalin bir parçası olmaya karşı
çıkan vicdani redçilere ve çoğunluğu tutsak almış olan kitlesel yadsımaya boyun eğmeyi
reddederek gösterilere katılan çok sayıda
İsrailliye hemen hemen evrensel bir hayranlık duyuluyor.
Yadsıma, vahşet ve adaletsizliğin sürdürülmesini olanaklı kılıyor; İsraillilerin
çoğunluğu kendileri adına nelerin yapılmakta olduğunun ‘bilincinde
değil’ler. İşgal Altındaki Toprakları ziyaret
edip oradaki Filistinlilerin acınası yaşamlarını -sokağa çıkma
yasaklarıyla köşeye kıstırılma, kontrol noktalarında
aşağılanma, eğitimleri, becerileri ve düşlerine
rağmen yoksulluğa ve çaresizliğe
mahkum edilme- duyacakları tiksintiden solukları kesilmeyecek
bir İsraillinin olmadığına inanmak olanaksız.
Ama oraya
gitmelerine izin verilmediği gibi,
zaten kendileri de gitmek istemiyorlar. Şubat ayında Gershon Baskin Tel Aviv’in, olması gerektiği gibi güneşli öğle sonrasının tadını çıkaran genç insanlarla dolup taştığını belirtiyordu.
“Fakat, sadece bir kaç mil ötede
yüzbinlerce insan sokağa çıkma yasağı altında, evlerine ve kasabalarına hapsedilmiş durumda yaşıyorlar. Sokaklarda
dolaşan ordu ciplerinden ‘Sokağa çıkma yasağı,
evlerinize girin’ komutu yükseliyor, buyruklara uymayı reddedenler silahla
tehdit ediliyorlar. İki tarafta yaşanan
realite işte bu.”
İnsanın, bunun ne anlama geldiğini imgeleminde
canlandırması gerekir. Sokağa
çıkma yasağı koşullarında hapiste gibisiniz,
ama gene de bir seferinde sekiz güne kadar
varan bir süre boyunca içerde
kalmak ve kendi başınızın çaresine bakmak zorundasınız. Bunu,
bir-iki saatlik bir dışarı çıkma izni ve ardından
gene günlerce süren yeni bir sokağa çıkma yasağı izleyecektir.
İnsanı iyice bunaltan Ortadoğu yazının
sıcağında, akar suyu ve havalandırması olmayan iki odalı bir evde yaşayan
14 kişilik bir
ailesiniz. İsrailliler size sokağa
çıkma yasağının ne kadar süreceğini bildirmedikleri için bebek mamanız
bitebilir ya da zaten aylardır çalışmanıza izin verilmediği için paranız da
olmayabilir ve dışarıya adımınızı attığınızda görülür görülmez
vurulacaksınızdır. Hatta bazan
pencereye yaklaşmanız bile size ateş
açılması için yeterli bir neden olabilir. Eğer biri hastalanırsa ve ilacınız yoksa, yardım alabilmek için
sokağa çıkma yasağını çiğnemeniz gerekecek. Bütün
bu süre boyunca çocuklar
aç oldukları ya da sıkıldıkları için bağırmakta ve okula gitmeleri ya da sadece dışarıya çıkmalarına izin vermeniz için size yalvarmaktadırlar.
Bu İntifadada
700’den fazla İsrailli ve 2,000’den fazla Filistinli yaşamını yitirdi. Haktanır olmak için, iki halktan insanların ölümlerine aynı tümcede gönderme yapan bu tümcenin kendisi de sorunlu. İsrailliler
bu ‘moral eşitlik’i kabul edilemez buluyorlar. Pek çok İsrailli, intihar eylemlerinin yol açtığı kasdi,
rastgele ve masum ölümleri, IDF’nin
yol açtığı -her zaman ‘üzücü’,
‘öz savunma’ amaçlı ya da ‘terörizme karşı önleyici tedbir’
gibi terimlerle nitelenen- ölümlerle karşılaştırmayı iğrenç bulduklarını
söylerken bütünüyle içtenlikliler.
Fakat, moral eşitliğe
bir başka biçimde de bakabiliriz: Olaya, -Irak’ın hedef olduğu
BM Güvenlik Konseyi kararlarından
çok daha fazlasına karşı çıkarak- bu statükoyu sürdürmek ve pekiştirmek
için savaşan son derece güçlü bir ordunun şiddetine karşı 36 yıldır
ülkelerini yabancı askeri işgalden
kurtarmak için savaşım veren bir halkın şiddeti olarak da
bakabiliriz. Evet, ‘haktanır’ olmak
gerek; ama bu, işgal altındaki bir halkın
direnişi ile yasadışı işgalcinin baskısı
arasında bir eşitlik olmadığı anlamında bir haktanırlık olmalı.
Tersi yöndeki
çok sayıda suçlamaya rağmen uluslararası basının üyelerinin çoğu içtenlikle
haktanır olmaya çalışıyorlar. Sürekli olarak, sanki iki taraf eşit durumdaymış gibi, iki tarafın da çektiği
acılardan söz ediliyor. Adalet bir yana, hatta kayıp
sayıları bir yana, insanın çekilen acılara
şöyle bir bakması gerekiyor. İsrail ekonomisinin yüzde
5 daraldığı, İsraillilerin demoralize olmuş oldukları, insanların diskoteklere ve alışveriş merkezlerine
giderken huzursuz oldukları doğrudur. Peki, ya öbür
taraf? Onların sinemaya
giderken sinirli olmak diye bir sorunları yok; çünkü
sinemaya gitmeleri zorla engelleniyor. Ekonomileri daralmadı;
çünkü artık bir ekonomileri yok.
İsrailliler, Filistin ‘terörü’ ile kıyaslanmayacak
ölçüde kapsamlı olan eylemlerini, ‘güvenlik’
gerekçesini ileri sürerek meşrulaştırıyorlar.
Aydınlarının vicdanı, dünyanın başka ülkelerininkinden daha gelişkin olan bir ülkede,
özellikle de yerleşim birimlerinin böylesine ağır bir güvenlik
sorunu ve ekonomik yük oluşturduğu
koşullarda Filistinliler sözkonusu olduğunda
nasıl oluyor da bu kadar çok sayıda İsrailli
böylesine düşüncesiz olabiliyorlar?
Bundan daha ırkçı
olunamaz: eleştirmenler işin içinde etnisite olduğu için susturuluyorlar.
Beni de ırkçılıkla, işgalcilere karşı ırkçılık yapmakla suçlayacaklar. Beni
anti-Semitizmle, İsrail’in her şeyi
kendini savunmak için yaptığını hesaba katmamakla, işgalcilerin kurbanlarına böyle davranmaktan hoşlanmadıklarını, onları böyle davranmaya ‘zorlayanın’ Filistinlilerin
kendileri olduğunu anlamamakla suçlayan
mektuplar alacağım.
Bu çatışmanın
gerçeklerini 2.5 yıldır gözlemledikten, İşgal
Altındaki Topraklarda dolaştıktan ve gezdikten, çok sayıda İsrailli ve
Filistinli tanıdıktan sonra iki halkın
ve onların yaşamları ve geleceklerinin trajik bir biçimde ziyan edildiği kanısına varmış bulunuyorum.
Elbette Filistinliler de vahşet ve
adaletsizlik, sansür ve ırkçılıkla
suçlanabilirler. Ama, onlarınki
acımasız hale getirilmiş ve bazan acımasız olan bir toplum. Pek
çok insan yaşamlarından başka yitirecek herhangi bir şeyi olmadığını düşünüyor ve bu süreç içinde nefret edilesi
eylemler gerçekleştirmeye hazırlar.
Öte yanda, İsraillilerin çoğunluğu, kendilerine
daha fazla güvenliksizlik ve ekonomik güçlükten
başka bir şey getirmemiş olan, İşgali sona erdirmeye hiç
de niyeti bulunmayan ve bazı üyeleri açıkça etnik temizliği savunan bir hükümete
güvenmekten başka bir seçeneklerinin
olmadığını düşünüyorlar.
Çatışmayı sona erdirecek uluslararası ‘yol haritaları’
memnunlukla karşılanabilir; ancak sağduyu, umut ve barış
içinde birlikte yaşama öneren siyasal haritanın, gerçekliği sürekli olarak büyüyen bir çelik, beton ve aşırı ideoloji sömürgeciliği
olan jeografik haritayla hiçbir benzerlik göstermediği koşullarda hangi
harita ağır basacaktır? Ve bunun İsrail’in
geleceği bakımından maliyeti ne olacaktır?
*Fransızcada küçük ok anlamına gelen ve sert çelikten
yapılan fleşet (flechette) mermileri çok sayıda çivi benzeri mermicikten oluşmakta. Fleşet mermilerinin çapı 105 mm. Genellikle
tanklardan atılan anti- personel bir
silah olan fleşetler, havada patladıktan
sonra binlerce adet her biri 3.75 mm. uzunluğunda
metal dartlar oluşturmakta ve bu mermiler 300 metre uzunluğunda ve yaklaşık 90 metre eninde bir
alana dağılmaktadır. (G. A.)
Siyonizme Muhalif Britanya’lı
Yahudilerin Deklarasyonu
Parlamento Üyelerinin
Dikkatine
27 Haziran 2003
1.
Neturei Karta
grubunun tanımı.
Neturei Karta grubu,
Yahudi halkı içinde yer alan ve özünde
çok sayıda (yüzbinlerce) hakiki Ortodoks
Yahudinin ve belki de onların çoğunluğunun inandığı dinsel ve insani felsefeyi açıkça savunma
ve ifade etmeye hazır bir öncü gruptur. Bu felsefe, Siyonistlerin benimsediği davranış biçimine ve genel olarak Siyonizme bütünüyle karşıdır.
Özünde bu felsefe, son 2,000 küsur yıl boyunca
Yahudilerin, Yaratıcının buyruğuyla bir sürgün
konumunda bulunduğunu öngörür. Yahudiler, kendilerinden beklenen standartları sürdürmedikleri
için yurtlarından sürgün edilmişlerdir. Bugüne kadar geçerli
olmuş olan bu sürgün durumu bugün de geçerlidir.
Tanrının sürgün buyruğunu gönüllü bir biçimde
kabul etmek, ona karşı savaş açmaya ya da onu kendi çabalarımızla sona
erdirmeye kalkmamak, inancımızın temel öğelerinden
biridir. Pratikte sürgün, biz Yahudiler için yaşadığımız ülkelerin sadık uyrukları olmamız ve bu ülkelerin yerleşik yerli nüfusları
üzerinde egemenlik kurmaya girişmememiz
gerektiği anlamına gelir. Ve bu, doğal
olarak Filistin’i de kapsar.
Yaklaşık 100 yıl önce laik milliyetçi
temeller üzerinde kurulan Siyonist hareket, genel olarak dinsel öğreti ve inancımızın ve özel olarak bizim sürgün durumumuza
ve aralarında yaşadığımız halklara yaklaşımımıza
ilişkin dinsel öğreti ve inancımızın bütünüyle bir yana atılması
anlamına geldi.
2.
Neturei Karta'nın
İsrail’e karşı tutumu
Siyonizm ideolojisi,
yasayı kendi eline almayı ve önlerine çıkan her şeyin ve herkesin uğrayabileceği can
ve mal zararını
dikkate almaksızın sonuca kuvvet yoluyla varacak bir devlet biçimini öngörür. Ve önlerine Filistinliler çıkmaktadır.
Siyonizmin ‘İsrail’
olarak bilinen devlet biçimine bürünmesinin pratiksel sonucu, Yahudiliğe ve Yahudi
İnancına tümüyle yabancıdır ve gerek
Yahudiler ve gerekse Yahudi olmayanlar için büyük ölçüde acıya ve kandökümüne neden olmuştur.
Yahudilikle Siyonizm
arasındaki görünürdeki bağ gerçeklikle bağdaşmaz. Bu bağlantı, olabildiği kadar çok
Yahudiyi kendi ağlarına düşürmek için Siyonistler tarafından beslenip büyütülmüştür.
Torah’a ve Yahudi inancına
göre, bugün Filistinli Arapların Filistin’i yönetme hakkına ilişkin savları doğru ve haklıdır. Siyonist sav yanlıştır
ve suç niteliği taşır.
Dolayısıyla bundan, bugün Yahudi halkının
Filistin’i yönetmeye hakları olmadığı sonucu çıkar.
Bu yanlışa, Filistin’de yerleşik nüfusun, yani
Filistinlilerin isteklerine tümüyle aykırı olmakla kalmayıp,
kaçınılmaz bir biçimde can kaybı, öldürme ve hırsızlık temeli üzerinde yükselmek zorunda
olan yasadışı bir rejim kuran
Siyonistlerin, sakat bir milliyetçi ihtirası gerçekleştirmek için doğal ve insani adaleti görülmemiş bir
tarzda ayaklar altına almış oldukları olgusu
eklenmelidir.
Bizim İsrail’e
karşı tutumumuz, bu kavramın tümüyle hatalı ve gayrımeşru olduğu biçimindedir. Bu, hem
Filistinlilerin, hem de Yahudi halkının kurbanı olduğu bir trajedidir.
3.
Neturei Karta'nın
Siyonist Yahudilere karşı tutumu
Siyonistler
kendilerini bütün Yahudilerin
temsilcisi ve sözcüsü gibi göstermiş
ve böylelikle eylemleri
nedeniyle Yahudilere karşı düşmanlığın artmasına neden olmuşlardır. Fakat bu, düpedüz
yanlıştır! Siyonizm Yahudilik değildir. Siyonistler Yahudiler adına konuşamazlar.
Koşulların zorlaması
nedeniyle çok sayıda Yahudi Siyonist Devletin sınırları içinde yaşamaktaysa da, onların çoğu asla ideolojik
olarak Siyonist değillerdir. Onların Siyonist
Devlete destek vermesi, alışkanlıkların gücü ve koşullarla açıklanabilir. Güvenlik içinde yaşamalarına izin verilmesi halinde onlar pekala bir Müslüman rejim altında tümüyle mutlu bir
yaşam sürebilirler.
4.
Neturei Karta'nın
Müslümanlara ve Araplara ilişkin tutumu
Müslümanlarla Yahudiler arasındaki ilişkilerin kökeni antik tarihin derinliklerine kadar gider. Genellikle bu ilişki
dostça ve iki taraf için de yararlı olmuştur. Tarihsel
deneyim, Yahudilerin Avrupa’da zulüm gördükleri pek çok durumda değişik
Müslüman ülkelere sığındıklarını göstermektedir. Bizim, Müslümanlara
ve Araplara karşı tutumumuz, ancak dostluk ve saygı tutumu
olabilir.
Özetleyelim.
Biz, Filistin’i yönetme
hakkına sahip olan halkın Filistinliler olduğunu düşünüyoruz.
Araplara karşı
Siyonist zulüm, kötü davranış ve cinayetler, sadece Araplar için değil, Yahudi halkı için de bir trajedidir.
Filistin’de bugünkü
hırgürün esas nedeni, Siyonist Devletin süregelen
varlığıdır.
Siyonizme ve onun suçlarına
karşı muhalefetin Yahudilerden nefret etmeyi gerektirmediği
açık olmalıdır. Tersine, Yahudiliğe yönelik en büyük tehdit Siyonizmden
ve onun eylemlerinden kaynaklanmaktadır.
Dünya hükümetleri, Siyonistleri ve Siyonizmi desteklemenin Yahudilere ve Yahudiliğe destek verme anlamına gelmediğini, tam
tersine Ortadoğu’daki trajik çıkmazı
ve sonugelmez kandökümünü sürdürmeye yardım
ettiğini anlamalıdırlar.
Siyonizmin ilga
edilmesini ve Siyonist rejimin ortadan kalkmasını bekleyen bizler, kutsal topraklarda, Filistin halkının istekleriyle tümüyle uyum
halindeki bir rejimin yönetimi altında barış içinde yaşama olanağını memnunlukla karşılayacağız.
Halihazırdaki
korkunç ve trajik çıkmazın çözümü için dua ediyoruz. Dünya uluslarının ahlaki,
siyasal ve ekonomik baskılarının bu sonucu
doğuracağını umuyoruz.
Neturei Karta – Birleşik
Krallık
Haham Ahron Kohen
İsrail’in Apartheid Duvarına İlişkin Bilgi
Notu
Duvar, Filistin’in İskoç Dostları, Temmuz
2003
8 metre yüksekliğinde,
üzerinde her 200 metrede bir yuvarlak bir gözetleme
kulesi bulunan 1,000 kilometre uzunluğunda bir beton duvar getirin gözünüzün önüne. İnsanın aklına
Stalag’ın*, dev cezaevi kampının görüntüsü geliyor. Böyle bir şeyin,
dünyanın her yanındaki iyi ve değerli insanların uluslararası ölçekte kınamasına hedef olmaksızın varolamayacağı kesindir.
Henüz 1,000
kilometrelik bir Duvar yok
ortada. Bununla birlikte, 2002’nin sonuna kadar geçen sürede, kilometresi 1 milyon dolara malolan bu Duvarın 115 kilometrelik bölümünün inşaatı tamamlanmıştı. Bu,
İsrail’in kendi Apartheid Duvarı ya da “Bağlantı
Mıntıkası.” Bu Duvar, eski Berlin Duvarının iki katı yüksekliğinde ve bitirildiğinde
ondan 30 kat daha uzun olacağı tahmin ediliyor.
Bütün bunlara rağmen Duvara, uluslararası
topluluktan şimdiye kadar herhangi bir elle tutulur tepki gelmedi.
Bittiğinde, 1,000 kilometrelik Duvarın tümü betondan
olmayabilir. Duvarın iki tarafında,
onu yandan kuşatan derin, 4 metre genişliğinde geçilemez hendekler, dikenli telden bir çit ve İsrail
ordusunun devriye gezeceği bir yol olacak. Bazı yerlerde,
üzerinde ayak izleri olup olmadığı sürekli olarak izlenen kum alanlar olacak. Elektronik algılayıcılar olacak. Duvarın Filistin tarafında,
35 metrelik bir mesafede bulunan bütün binalar yıkılacak.
Amaç
Peki, bu canavarı
inşa etmekle güdülen amaç ne? İsrail’e sorarsanız güvenlik, İsraillileri Batı Yakası’nda
yaşayan Filistinlilerden ayırmak. Filistinlilere göre, bu açıklama
doğru değil.
Güvenlik
istiyorsanız, işgale son verin, Filistin halkının
haklarını kabul edin ve Filistin sorunu bağlamında
uluslararası hukuka uyun. Duvar, işgali
pekiştirecek, işgal altındaki Filistinlileri kendi
gettolarına daha da fazla sıkıştıracak
ve onların yaşamlarını daha da çekilmez hale getirecek. Bu, güvenliği
sağlamanın değil, tersine bölgede
daha fazla istikrarsızlık ve şiddete yol açmayı
güvence altına almanın reçetesidir.
İsrail ile işgal altındaki Filistin bölgesi
Batı Yakası arasındaki sınır aşağı yukarı 350
kilometre olduğuna göre, nasıl oluyor da
önerilen Duvarın güzergahı 1,000
kilometreyi buluyor? Bu sorunun yanıtı, Duvarın güzergahında yatıyor. Duvar, bir çok yerde işgal
altındaki Filistin topraklarına derinlemesine girerek yasadışı yerleşim birimlerini kapsamına almakta
ve bol miktarda verimli toprağı ve önemli
yeraltı su kaynaklarını kapatmaktadır.
Şimdiye kadar Filistin’deki bütün çatışmalar İsrail’in daha da genişlemesiyle sonuçlandı. 1948’de
yeni doğmuş bulunan İsrail
devleti, BM’in bölünme kararıyla saptanmış bulunan alanın çok ötesine kadar genişledi.
1967’de İsrail, Batı Yakası ile Gazze Şeridi’ni (ve tabii
Suriye’nin Colan tepelerini) ele geçirerek daha da
fazla genişledi. Duvar inşaatının
İsrail’e, Batı Yakası’nın aşağı yukarı yüzde 10’unu
gasbetme olanağını verdiği bu son çatışma
bir istisna değil. Deneyim, dış baskının ve özellikle
ABD baskısının olmadığı koşullarda,
İsrail’in ele geçirdiği topraklardan asla vazgeçmediğini gösteriyor.
Korkunç Sonuçlar-Kalkiliye
Gettosu
Duvar, onun yakınında
yaşayan Filistinliler açısından korkunç denebilecek sonuçlar doğuruyor.
Bir zamanlar zengin
bir pazar kenti olan Kalkiliye örneğini ele alalım.
Kent daha şimdiden üç yanından Duvarla kuşatılmış durumda. Adeta bir şişenin
içine sıkıştırılmış gibi. Darboğaz,
42,000 kişinin yaşadığı bu kente giriş ve oradan çıkış
için tek yol. Şişenin uzun boynunda bulunan ve bir gözetleme kulesinden denetlenen kapılar kente giriş
ve oradan çıkışı denetliyor ve bir seferinde bir kişinin ya da aracın geçişine izin
veriyor. Kalkiliye’nin, içinde yaşayanlar için bir cezaevine dönüştürülmesi, herhangi
bir işgal askerinin keyfine bağlı.
İsrail, 1,500 akr’ı aşkın toprağa, Kalkiliye’nin
kent arazisinin üçte birine el koymuş
durumda. Bölge arazisinin
yüzde 45’ de aynı biçimde gasbedilmiş. Batı
Yakası’nın su kaynaklarının yaklaşık olarak yarısına sahip -ve meyva ve
sebze üretiminin yüzde 42’sini sağlayan,
Batı Yakası’nın en önemli tarım sepeti- olan bu zengin kent İsrail’e ve Körfez ülkelerine ihracat yapıyordu.
Şimdi dokuz köyde yaşayan 18,000 kişi ve onlara ait 19
artezyen kuyusu batıda, İsrail’le Duvar arasında
kalmışlar. Batı Yakası’nın diğer bölümüne erişim, bir kez
daha işgalcinin keyfine kalmış
oluyor.
Kalkiliye’nin bu gelişmeden
etkilenen köylerinden biri, Duvarın Yeşil Hat’tan
(1948 Ateşkes Hattı) 6 kilometre saptığı
Ceyus köyü. Duvar
burada 500 evi hemen hemen bütünüyle çevirerek onları kendi topraklarından ayırıyor. Bu yapılırken,
yüzlerce yıllık zeytinliğin ortasında 80 metre genişliğinde
bir şerit açılmış. Köy muhtarı Salim’in (bazıları 500 yıllık) 960 ağacından geriye sadece 50
tanesi kalmış.
Bu gibi işlemler,
aslında, işgal altındaki Filistin’deki düşük
tempolu etnik temizliğin bir parçası. Daha şimdiden
Filistinlilere ait işyerleri Duvarın
doğusunda kalmış. Kalkiliye’de
ailelerin aylık geliri bir zamanlar
1,000 ABD doları iken, şimdi bu rakam 60 ABD doları dolaylarına inmiş.
Egemenlik Amacıyla
İnşaat- İşgali Geri Döndürülemez Hale Getirme
Duvar projesine
paralel olarak gerçekleştirilmekte olan ve
Kuzeyden Güneye Batı Yakası arazisinin
yüzde 17’lik bir bölümünden geçen
Trans-İsrail Otoyolu projesi bulunuyor. Bu yolun çevresinde,
üç futbol sahası genişliğinde bir tampon alan var. Tıpkı Duvar
gibi, bu otoyolun inşası da çok sayıda
Filistinli evinin yıkılması ve Filistin topraklarının fiilen çölleştirilmesi
sayesinde olanaklıydı.
Bu otoyol, Batı
Yakası’nı çaprazlama kesen ve sadece yerleşimcilerin
kullanımına açık 250 mil uzunluğunda
apartheid yolunu tamamlıyor. Bunların toplam sonucu, Batı Yakası’nı 200
anklava bölmek olacaktır. Hepsi de tümüyle
İsrail’e ve dış yardıma bağımlı ve ayakları üzerinde durabilecek
bir Filistin devleti oluşturma şansı olmayan
200 anklav.
Halihazırda yerleşim
birimleri Batı Yakası’nın toplam alanının yüzde 1.6’sını kaplıyorlar. Ancak, yerleşim birimlerine ve yerleşimcilere
hizmet sunan yol ağıyla birlikte bu rakam Batı Yakası’nın toplam alanının
yüzde 46’sını buluyor.
FKÖ, Oslo
Barış Anlaşması’nı kabul ettiğinde,
FKÖ yöneticileri tarihsel Filistin topraklarının
yüzde 22’si üzerinde bir Filistin devleti kurmayı kabul etmişlerdi.
Şimdi ise, Filistinliler bu yüzde 22’nin de altında bir oranı, tarihsel Filistin’in yüzde 18’inden azını
denetimleri altında bulunduruyorlar.
Ev Yıkmalara
Karşı İsrail Komitesinden Jeff Halper’in anlatımıyla,
İsrail’in kendi ayakları üzerinde durabilecek bir Filistin devletine izin vermeye niyeti yok.
Kaynaklar:
1]
Barışın Önüne Bariyer İnşası, The
Scotsman, 31 Ocak 2003
2]
Duvarlarla Keskin Nişancılar
Arasında, The Jordan Times, 5 Aralık 2002
Scottish Friends of
Palestine
31 Tinto Road
Glasgow G43 2AL
(0141
637 8046 or hugh@tintord.freeserve.co.uk)
*Stalag Luft: İkinci
Dünya Savaşı sırasında Nazilerin binlerce
tutsak Amerikan ve İngiliz hava
kuvvetleri personelini muhafaza ettiği ve kötü
koşullarıyla ün yapmış savaş tutsağı kampı. (G. A.)
İsraillilere,
Dünya Yahudiliğine ve İsrail’in
Dostlarına Bir Çağrı Avraham Burg, Ağustos 2003
1999-2003 yılları
arasında İsrail Knessetiʼnin başkanı
olan Avraham Burg İsrail Yahudi Ajansıʼnın eski başkanlarından biridir. Ulusal Dinci Partiʼnin öndegelen liderlerindern biri olan Dr. Yosef Burgʼun oğlu olan Avraham Burgʼun kendisi de Ortodoks bir Yahudiʼdir.
Burg halihazırda
İşçi Partili bir Knesset üyesidir. Bu başyazı ilk olarak İsrailʼin
öndegelen günlük gazetesi Yediot
Ahronothʼta ve Ağustos 2003ʼte
de The International Herald Tribuneʼda yayımlandı.
Siyonist devrim her
zaman iki temel üzerinde yükselmiştir: doğru bir rota ve etik bir önderlik. Şimdi bu iki temel de artık işlevli değil. Bugün İsrail ulusu bir dejenerasyon iskelesi ve zulüm ve adaletsizlik temeli üzerinde yükseliyor. Siyonist girişimin sonu, sözcüğün
tam anlamıyla daha şimdiden
kapının eşiğindedir. Bizim kuşağımızın
son Siyonist kuşak olma olasılığı yüksektir. Bir
Yahudi devleti varolmayı sürdürebilir; ancak bu,
değişik tipte, yabancı ve çirkin bir oluşum
olacaktır.
Rotayı değiştirmek
için hala az da olsa zaman var. Gereksinim duyduğumuz
şey, adil bir topluma ilişkin yeni bir vizyon ve bu vizyonu yaşama geçirecek siyasal iradedir. Ama bu, sadece ülke içiyle sınırlı bir konu
da değil.
İsrail’i kendi kimlikleri için temel bir dayanak olarak gören diyasporadaki
Yahudilerin de kulak vermeleri ve seslerini yükseltmeleri gerekiyor. Temel dayanağın yıkılması halinde üst katlar da çökecektir.
Muhalefet bulunmuyor
ve Arik Şaron’un başında bulunduğu koalisyon
konuşmama hakkını kullanıyor. Artık söylenecek bir şey kalmadığı için, bu çenesi
düşükler ulusunda herkes birdenbire suspus olmuştur.
Biz, tümüyle iflas etmiş
bir gerçeklik ortamında yaşıyoruz. Evet, biz İbrani dilini dirilttik,
harikulade bir tiyatro ve güçlü bir
ulusal para yarattık. Yahudi kafamız
her zaman olduğu gibi işlek. Şirketlerimiz Nasdaq’da
anılıyor. Fakat biz
devletimizi bunlar için mi oluşturduk?
Yahudi halkı 2,000 yıl
boyunca sağ kaldıysa, bunu yeni silahlar, bilgisayar güvenlik programları ve füze-savar füzeler konularında başı çekmek için yapmadı. Başka
uluslara örnek olacağımız varsayılıyordu. Biz bunda başarısız olduk.
Gelinen noktada,
Yahudilerin 2,000 yıllık sağkalma savaşımının, hem kendi yurttaşlarına ve hem de
düşmanlarına kulaklarını tıkamış dejenere
yasa tanımazlardan oluşan ahlaksız bir kliğin
yönettiği bir yerleşim devleti olmakla sonuçlandığı anlaşılıyor. Adaletten yoksun bir devlet ayakta kalamaz.
Çocuklarına 25 yıl sonra nerede yaşamayı
umduklarını soran sayıları giderek artan İsrailliler bu gerçeği
anlamaya başlıyorlar. Dürüst olan çocuklar bu sorunun yanıtını
bilmediklerini söyleyerek anababalarını
şaşırtıyorlar. İsrail toplumunun tükenişinin
geriye sayımı başlamış bulunuyor.
Beyt El ve Ofra gibi
Batı Yakası yerleşim birimlerinde bir
Siyonist olarak yaşamak çok rahat. İncil’in
sayfalarından çıkma manzara büyüleyici.
Pencerelerden bakıp da işgali görmeksizin jeranyumlara
ve bugonyalara göz gezdirmek olanaklı.
Hızlı otoyolda, Filistin kontrol noktalarının
sadece yarım mil yakınından
geçerek yapacağınız yolculuk sizi Kudüs’ün
kuzey ucundaki Ramot’dan kentin güney ucundaki Gilo’ya 12 dakikada götürürken nefret ettiğimiz Arabın kendisine
ayrılmış olan delikdeşik ve bloke edilmiş yollarda saatlerce sürünerek
ilerlemesi sırasında yaşadığı onur kırıcı deneyimi kavramak hiç
de kolay değildir. İşgalci için bir yol, işgal altındaki için ise ayrı
bir yol.
Bu böyle
yürümez. Araplar başlarını eğip utanç ve öfkelerini sonsuzluğa değin bastırsalar da, bu böyle yürümez. İnsanların vurdumduymazlığı üzerine inşa
edilmiş bir yapı, çökmeye mahkumdur. Şunu bir kenara yazın:
Siyonist üstyapı daha şimdiden derme-çatma bir Kudüs
düğün salonu gibi çökmektedir. Aşağıdaki
sütunlar çökerken üst katta ancak kaçıklar
dansetmeye devam edebilirler.
Kontrol noktalarındaki
kadınların çektiği acıları görmezden gelmeye alıştık.
Bu koşullarda, kötü davranışa hedef olan komşu kadınlarının ya da çocuklarını,
onurlarını koruyarak yetiştirmek için savaşım veren yalnız kadınların çığlıklarını işitmeyişimize şaşırmamak gerek. Kocaları tarafından öldürülen kadınların hesabını tutmaya ise gerek bile duymuyoruz.
Filistinlilerin çocuklarını
umursamaktan vazgeçmiş olan İsrail, nefretle biçimlenen
bu çocukların gelip
kendilerini İsrail içine kapanıklığının merkezlerinde
havaya uçurmalarını şaşkınlıkla karşılamamalıdır. Yaşamları işkenceye
dönüşmüş olan bu insanlar, bizim eğlence yerlerimizde kendilerini Allah’a emanet ediyorlar. Evlerindeki çocukları
ve anababaları aç ve aşağılanmış olduğu için restoranlarımızda kendi kanlarını döküyor ve iştahımızın
içine ediyorlar.
Bir günde bin elebaşı ve planlayıcı
öldürebilir, ama gene de hiçbir yere varamayız. Varamayız; çünkü liderler
derinlerdeki nefret ve öfke kuyularından, adaletsizlik
ve moral çürüme “altyapısı”ndan çıkıyorlar.
Eğer bütün bunlar kaçınılmaz, tanrının buyurduğu değiştirilemez şeyler olmuş
olsaydı sesimi çıkarmazdım. Ama, olayların yönü değiştirilebilir; dolayısıyla protesto sesimizi yükseltmemiz moral bir
yükümlülüktür.
Başbakan halka şunları söylemelidir:
Yanılsama dönemi sona erdi. Karar günü geldi. Atalarımızın
yurdunun tümünü seviyoruz ve başka koşullar altında burada
tek başımıza yaşamayı yeğlerdik. Fakat bu gerçekleşmeyecek.
Arapların da düşleri ve gereksinimleri var.
Ürdün ile Akdeniz arasındaki topraklarda
artık net bir Yahudi çoğunluğu yok. Bu yüzden, yurttaşlarım, bir bedel
ödemeden her şeyi muhafaza
etmemiz olanaklı değil. Bir yandan
Filistinli çoğunluğu postallarımızın altında tutarken, bir yandan da kendimizi Ortadoğu’nun tek demokrasisi sayamayız. Burada yaşayan
herkes, Arap olsun, Yahudi olsun, eşit haklara sahip olmadıkça demokrasi
olamaz. İnsani, moral ve Yahudilere özgü
araçlardan vazgeçmediğimiz sürece, işgal altındaki toprakları elimizde tutmamız ve dünyanın tek Yahudi devletinde Yahudi çoğunluğunu sürdürmemiz
olanaksızdır.
Daha büyük bir İsrail Yurdu mu
istiyorsunuz? Sorun yok. Demokrasiyi terkedelim. Mahpus kampları ve tutuklu köylerini de içeren
etkili bir ırk ayrımı sistemi yerleştirelim. Kalkiliye
Gettosu ve Cenin Gulagı.
Yahudi çoğunluğu
mu istiyorsunuz? Sorun yok. O zaman Arapların
tümünü tren vagonlarına, otobüslere, develere ve eşeklere bindirin
ve kovun ve böylelikle hileye hurdaya başvurmadan
onları bizden kesinkes ayırın. Orta bir yol yoktur. Bütün yerleşim birimlerini
-istisnasız hepsini- kaldıralım
ve Yahudi anayurdu ile Filistin anayurdu arasında
uluslararası hukukun tanıdığı bir sınır çizelim. Bu koşullarda,
Yahudilerin Geri Dönmesi Yasası sadece bizim kendi ulusal sınırlarımız içinde, onların geri dönme hakkı da sadece Filistin
devletinin sınırları içinde uygulanabilecektir.
Demokrasi mi
istiyorsunuz? Sorun yok. O zaman, ya son yerleşim birimi ve ileri karakola varana dek Büyük İsrail’den vazgeçecek, ya da Araplar da içinde olmak üzere
herkese tam yurttaşlık ve oy hakkı vereceksiniz. Tabii,
bunun sonucu, yanıbaşımızda bir
Filistin devleti kurulmasını istemeyenler
oy sandığı aracılığıyla içimizde böyle bir
devletin kurulmasına tanık olacaklardır.
Başbakanın halka söylemesi gerekenler bunlardır.
O, seçenekleri dosdoğru sunmalıdır: Yahudi ırkçılığı ya da demokrasi. Yerleşim
birimleri ya da her iki halk için de umut. Dikenli tellerden, kontrol noktalarından ve intihar eylemcilerinden oluşan sahte
vizyonlar ya da iki devlet arasında uluslararası hukuk tarafından tanınan bir sınır
ve ortak başkent Kudüs.
Fakat Kudüs’te
bir başbakan yok.
Siyonizmin gövdesini yiyip bitiren hastalık,
şimdi de onun kafasına saldırmaktadır.
(İsrail’in ilk başbakanı- G. A.) David Ben-Gurion bazan hata yaptı, fakat genelde bir ok gibi düzgün kalmasını bildi. Menahem Begin yanlışa düştüğünde kimse onun motiflerinden kuşku duymadı. Ama, artık bu geçerli
değil. Geçen hafta sonuçları yayımlanan kamuoyu yoklaması, İsraillilerin
çoğunluğunun -siyasal liderliğe güvenmelerine rağmen- başbakanın kişisel
dürüstlüğüne inanmadıklarını gösterdi. Başka bir deyişle,
İsrail’in bugünkü başbakanı lanetin iki yarısını
da kişiliğinde cisimleştirmiştir: kuşkulu
kişisel ahlak ve -işgalin vahşeti ve tüm barış olasılıklarının ayaklar altına
alınmasıyla birleşen- hukuka açıkça
meydan okuma. İşte ulusumuz, işte onun liderleri.
Bunun kaçınılmaz sonucu, Siyonist
devrimin artık tükenmiş olduğudur.
Neden muhalefet bu
denli sessiz? Belki yaz nedeniyle, belki de yorgun olduğundan; belki de ne pahasına olursa
olsun, hatta hastalığa ortak olmak pahasına
hükümete katılmak istiyor. Ama
muhalefet kararsızlık içinde kıvranırken, iyilik güçleri
umutlarını yitiriyor.
Gün, berrak alternatifler belirleme günüdür. Kesin konum almayı reddeden -ya ak ya
da kara diyemeyen- herkes çöküşün sorumluluğunu paylaşmaktadır. Bu, Likud’a karşı İşçi Partisi
sorunu değil, yanlışa karşı doğru, kabul
edilemeze karşı kabul edilebilir
konusudur. Ya da hukuka karşı çıkanlara karşı hukuku savunanlar sorunu. Şaron hükümetinin yerine başka bir hükümetin
geçirilmesine değil, bir umut vizyonunun,
Siyonizmin ve onun değerlerinin sağırlar, dilsizler
ve vurdumduymazlar tarafından yokedilmesine
karşı bir alternatifin yaratılmasına gereksinim var.
İsrail’in yurtdışındaki
dostları -Yahudiler kadar Yahudi olmayanlar, başkanlar
ve başbakanlar, hahamlar ve sıradan insanlar-
da bir seçim yapmalı. Onlar ellerini uzatmalı
ve başka uluslara örnek
olma, bir barış, adalet ve eşitlik toplumu olma biçimindeki
ulusal yazgısı doğrultusunda ilerlemesinin yol haritasını oluşturmada İsrail’e yardım etmelidirler.
Sivilleri Öldürme
Ruhsatı
Şulamit Aloni, 17 Eylül 2003
(Knesset’in eski
Meretz* üyesi ve eski bakan)
Haaretz gazetesinde 4 Mayıs 2003’de yayımlanan
İbranice orijinalin çevirisi
Sivillerin öldürülmesini
yasaklayan uluslararası yasaların varlığına
rağmen İsrail Yüksek Mahkemesi, fleşet
mermilerinin kentsel alanlarda kullanılmasının
kabul edilebilir olduğu yolunda bir karar aldı.
27 Nisan’da aldığı
kararla İsrail’in en yüksek mahkemesi,
tanklardan atılan fleşet mermilerinin kullanımının
uluslararası hukuk tarafından yasaklanmadığı yolundaki kararıyla özünde, bir
sivilleri öldürme ruhsatı çıkarmıştır. Böylelikle mahkeme, nüfusun yoğun olduğu bölgelerde fleşet mermileri
kullanan işgal
ordusuna karşı yükümlülüğünü yerine getirmiştir. Anlaşılan, sivillerin
öldürülmesinin gerek uluslararası
yasalar ve gerekse her türlü insani yasa tarafından yasaklanmış olduğu gerçeği Yüksek Mahkemeyi hiç de etkilememiştir.
IDF’nin yoğun
nüfuslu Filistin yerleşim bölgelerinde sistemli olarak kullandığı fleşet mermileri
200 metre yarıçapında bir alandaki insanları
etkilemekte ve ortalığa küçük ve öldürücü metal parçaları
(=dart) saçarak sivillerde -aralarında ayrım yapmaksızın kadınlarda, erkeklerde, çocuklarda ve yaşlılarda-
ölümcül yaralara yol açmaktadır. İlk başta, bu mermilerin kullanılmaması için yapılan başvuruyu
-kullanabileceği araçları IDF’ye dayatma girişimi
sayarak- ele almayı bile reddeden Yüksek Mahkeme, görevinin
insan yaşamını korumak olduğunu
unutmuştur.
Tanklardan atılan
fleşet mermilerinin uluslararası hukuk tarafından yasaklanmadığı görüşünü ortaya koyarken, mahkeme yasanın özünü tümüyle bir yana atmıştır. Yargıçlar, sanki
kabul edilemez bir davranış kabul
edilebilir bir davranışa dönüştürülebilirmiş gibi, bu silahın bu tarzda kullanımını
izin veren gerekçeler keşfettiler ya da daha doğrusu onun kullanımını
yasaklayacak gerekçeler olmadığı kanısına
vardılar. Bu mermilerin bir çadırda oturan kadınları öldürmüş olması ya da bir
başka durumda üç genci öldürmüş olması olgusu
ise, Yüksek Mahkemeyi hiç
de etkilemedi. Nasıl havadan kalabalık bir yerleşim
bölgesine atılan bir tonluk bombanın,
ordunun aradığı adamı öldürürken yanında “sadece” eşini öldürmesi bu
mahkemeyi etkilemediyse.
Yüksek Mahkemenin başkanı Yargıç Aharon
Barak bir kezinde herkesin yargılama kapsamına girdiğini söylemişti;
anlaşılan IDF’nin davranışları bu kuralın dışında kalıyor. O halde
Filistinlilerin yaşamı, onuru, mülkleri
ve hakları ayaklar altına
alınabilir. Filistinliler kötü davranışlara hedef olabilir, soyulabilir, işkenceye tabi tutulabilir ve öldürülebilir. Bu
insanlara adalet sunacak ya da onların hedef olduğu
cinayet ve dehşeti dizginleyecek herhangi bir mahkeme bulunmuyor: ne Yüksek Mahkeme ve kesinlikle ne de neyi gözardı etmesi, kime bağışıklık tanıması ve kimi
sonuna kadar bir av hayvanı gibi kovalaması
gerektiğini gayet iyi bilen başsavcılık ofisi.
Yüksek Mahkeme yargıçlarının vurdumduymaz
hale geldiklerini sanmıyorum; fakat
bana öyle geliyor ki onlar,
mahkemenin yetkilerini yavaş yavaş kemiren
Knesset’in bazı gözükara üyelerinin ve hepsi
de savaş- yanlısı sağcılar olan ve yerleşimcilerin
ve etnik temizleme yanlılarının aktif ortakları olmasalar da onlara yakın
duran üç generalin
(başbakan, şimdi savunma bakanı
olan eski genelkurmay başkanı ve şimdiki genelkurmay başkanı)
yönettiği rejimin tehdidi altında bulunduklarını
düşünüyorlar.
Ordumuzun, “dünyanın
etik düzeyi en yüksek
ordusu” olmadığının bilincinde olarak bu sözcükleri kağıda dökerken büyük üzüntü ve utanç duyuyorum. Teröre
karşı savaş adına, terör eylemlerinin, kabul
edilemez haydutluklar ve aşağılamaların altına imzamızı atıyoruz. Demokrat ve hümanist pozlarına bürünen bir toplum, eğer kendi mahkemesinin ateşten
sınavından mertçe geçme cesaretini gösteremiyorsa,
onun bir sonraki durağı Lahey’deki Uluslararası Mahkeme olacaktır.
Bizi hedef alan bütün
eleştirileri anti-Semitizm olarak görme saçmalığı ve Holokosta yapılan çarpık göndermeler, onu ve onun kurbanlarını değersizleştirmekle kalmadığı gibi, savunulamayacak eylemleri
savunmaya da yardımcı
olamaz. Tanklardan sivil nüfusa fleşet mermileriyle ateş açılmasına izin
vermenin hiçbir haklı gerekçesi bulunmamaktadır.
Böylesi dilekçeleri ele aldıkları oturumlardan önce
Yüksek Mahkeme yargıçlarının dilekçe sahiplerini şikayetlerini geri
almak için ikna etmeye çalışmaları,
bana hiç de
rastlansal bir olay gibi gelmiyor. IDF’nin popülaritesi, bu hükümetin popülizmi ve
Knesset’in sağcı üyelerinin mahkemeye
saldırıları nedeniyle, onlar bu
konudan tümüyle uzak durmak
istiyorlar. Anlaşılan, cesaret tümüyle
tükenmiş bulunuyor ve durum kendimize derinlemesine gözden
geçirmemizi gerektiriyor.
*Meretz: İsrail
parlamentosunda yer alan sosyal-demokrat eğilimli
bir Siyonist parti. (G. A.)
Hudna, Direniş ve İslama Karşı Savaş
Graham Usher, El
Ehram, 6-12 Kasım 2003
Graham Usher,
HAMASʼın kurucusu ve manevi lideri Ahmet Yasinʼle onun, Gazzeʼnin yoksul Sabra
semtindeki evinde görüştü
İsrail’in ölüm listesinin başında yer alan bir insan olmasına
rağmen Şeyh Ahmet Yasin’in kişiliğinden çevreye adeta Budistlere özgü bir
dinginlik yayılıyor. 6 Eylül 2002’de bir İsrail savaş uçağı Gazze’deki
bir binaya 500 librelik (227 kilogram- G. A.) bir bomba atarak onu öldürmeye
çalıştı. 15 Filistinlinin yaralandığı bu saldırıdan Yasin bazı
sıyrıklarla kurtuldu. Şimdi yanında bir tek silahlı muhafız var.
Yasin’in güvenlik
konusunda kabul ettiği diğer tek şey ise, artık evinde yatmaması. Bu mülakat, Gazze’deki bir Yahudi yerleşim birimini
hedef alan bir HAMAS-İslami Cihat
ortak saldırısının 3 İsrail askerinin ölümüyle sonuçlanmasının ardından, yeni bir Filistin ateşkesi söylentileri arasında ve Yasin’in George Bush’u “İslam’a karşı savaş ilan etmek”le suçlamasından bir ay
kadar sonra yapıldı.
HAMASʼın ateşkes
[hudna] ilan etmek için ileri sürdüğü koşullar neler?
Henüz Ebu Ala [Filistin Otoritesi Başbakanı Ahmet Kurey] ile görüşmedik; dolayısıyla onun önerilerinin neler olduğunu
bilmiyoruz. Her halükarda bizim tutumumuzu belirleyecek olan, Filistin halkının çıkarlarına
hizmet etme kriteri olacaktır. Eğer
hudna’nın olması Filistin halkının
çıkarlarına hizmet ederse hudna’ya varız; etmezse yokuz.
Biz geçmişte
tekyanlı bir ateşkes ilan ettik ve bu konuda Filistin Otoritesiyle anlaştık. İsrailli
düşmana 50 günlük bir hudna süresi tanıdık; ancak İsrailliler
buna uymadılar. Onlar saldırganlıklarını, cinayetlerini
ve suçlarını işlemeyi sürdürdüler ve inşa
etmeye devam ettikleri ayırma duvarını dikmeye başladılar. Onların yerleşim birimleri hala topraklarımızı çalıyor. Batı Şeria ve Gazze’nin her tarafında ev yıkmalar
ve tahribat sürüyor. Daha dün, bir yerleşim birimine yakın yerde oldukları
bahanesiyle üç yüksek binayı yıktılar.
Söyleyin bana, o binalarda oturan aileler şimdi
nereye gidecekler? Demek ki bu, HAMAS’ın ya da Fatah’ın ne düşündüğü sorunu değil. Bu bir Filistin
ulusal çıkarı sorunu: ulusal çıkarımız
direnişte mi yatıyor, yoksa bir hudna ilanında mı?
Geçen hafta HAMAS ile İslami Cihat bir
askeri bağlaşma oluşturduklarını duyurdular.
O günden bu yana Gazzeʼde ve Batı
Yakasıʼnda askerlere karşı iki HAMAS operasyonu gerçekleştirildi. Bu HAMASʼın, İsrail içindeki sivillere
karşı intihar saldırıları
yapmaktan vazgeçmekte ve onun yerine işgal altındaki topraklarda
askerleri ve yerleşimcileri hedef
almakta olduğunu mu gösteriyor?
Bizim esas savaşımız
her zaman İsrail askerlerine ve Yahudi yerleşimcilere karşı yürütülmüştür. Biz, İsrail içindeki operasyonları, İsrail’in halkımıza karşı
işlediği suçlara karşılık vermek için
yapıyoruz. Bunlar, bizim hareketimizin stratejisini oluşturmazlar.
Bizim stratejimiz kendimizi işgalci bir orduya ve yerleşimcilere ve yerleşimlere
karşı savunmaktır.
HAMAS ile İslami
Cihat’ın açıklamasını bir askeri bağlaşma
olarak nitelemek bir abartma olur. Bu daha ziyade halkımıza,
İsrail saldırganlığı karşısında omuz omuza olduğumuz
mesajı vermek içindir. İsrail saldırırken grup ayrımı yapmadığına göre, biz de halkımıza
bu saldırıya karşı koymak için bireysel ya da
kollektif olarak çalışabileceklerini söylüyoruz. Fakat bunu bir bağlaşma olarak
nitelemek yanlış olur.
Geçenlerde, Bushʼun “İslamʼa savaş ilan ettiğini”
söylediniz. Bununla neyi
kastettiniz?
11 Eylül’den sonra Bush [terörizme karşı] savaşın bir Haçlı Seferi olduğunu
söyledi. Bugün Amerika’da bunun bir din savaşı
olduğunu söyleyen başkaları da var. Ve bu savaş,
başlamasından bu yana sadece ve sadece Müslümanları hedef alıyor: Afganistan’daki Müslümanlar;
Irak’taki Müslümanlar; Filistin’deki Müslümanlar. Dünyada, örneğin IRA gibi bir çok başka direniş hareketi
var. Fakat terörist örgütler listesine
konanlar sadece İslami direniş hareketleri.
Benim söylediğim bu.
O zaman şimdi
HAMAS açısından Amerika da aynı İsrail gibi düşman
mı?
Amerika’nın
çıkarları İsrail’in çıkarlarından ayrılamaz. İkisi arasında varoluşsal bir bağlantı var. İsrail’i
para ve silahla besleyen Amerika. Kendisine karşı
hazırlanan tüm kararları veto etmek suretiyle
onu BM
Güvenlik Konseyi’nde savunan Amerika. Biz Amerikalılarla ya da Avrupalılarla savaşmadık. Biz,
evlerimizi ve yurdumuzu gasbettiği için İsrailli düşmana karşı
savaşıyoruz. O halde neden Amerika ve Avrupa bizi terör
listesine koyuyor?
Fakat siz, HAMAS ile
Hizbullahʼın İsrailʼe karşı savaşımıyla Irakʼta Amerikaʼya karşı direnişin şimdi aynı savaşım haline geldiğini söylüyorsunuz, değil mi?
Eğer Amerika ile İsrail arasında bir bağlaşma
olabiliyorsa, neden birbirlerine komşu olan ve ortak çıkarları, dilleri
ve ideolojileri olan ülkeler arasında bir bağlaşma
olamasın? Bunların farklı alanlar olduğu
doğru. Lübnan’da, sınırları olan bir devlet var.
Filistin’de durum farklı. Biz, Filistin topraklarındaki
diğer fraksiyonlarla askeri işbirliği yapabiliriz. Ama bunu Lübnan’daki Hizbullah’la
yapamayız. Daha fazla siyasal işbirliği
olanakları vardır belki; en azından
şu anda varolandan daha fazlası yapılabilir. Fakat, her durum farklı olduğu için savaş alanında doğrudan
işbirliği olamaz.
Ariel Şaronʼun
Gazzeʼyi işgal etmeyi planladığını
düşünüyor musunuz?
İsrail Batı
Yakası’nın tümünü yeniden işgal
etti; ama şehitlik [intihar] operasyonları ve askeri
operasyonlar sürdü. Bence İsrail Gazze’yi işgal etmeden önce bin kez düşünecektir. Kalabalık ve sıkışık
halde 1.2 milyon Filistinli’nin yaşadığı Gazze’de direniş güçlü olacaktır. Ama, eğer
Şaron Gazze’yi işgal etmek istiyorsa varsın denesin. İsrail
bunun bedelini ağır öder.
Eski güvenlik
şefleri İsrail gazetesine Şaron hükümetinin
politikalarının ‘nefret ürettiğini’ söylediler
4 Eski Şin Bet Şefi Şaron’un Politikalarını Mahkum Ediyor
Yediot Ahronoth’ta yayımlanan mülakat, 14 Kasım
2003
Molly Moore, Washington
Post Dış Haberler Servisi, 15
Kasım 2003
KUDÜS, 14 Kasım 2003— İsrail’in
güçlü iç güvenlik örgütünün dört eski şefi, Cuma günü yayımlanan bir mülakatta,
hükümetin üç yıllık Filistin ayaklanması
sırasında gerçekleştirdiği eylemlerin ve izlediği
politikanın ülkelerine ve halka ağır
zarar verdiğini söylediler.
1980 ile 2000 yılları
arasında, siyasal spektrumda yer alan hükümetlere
bağlı olarak değişik zamanlarda Şin Bet’i yöneten
bu dört kişi, İsrail’in Batı Yakası ve Gazze Şeridi’ndeki işgali sona
erdirmesi, hükümetin Filistin lideri
Yaser Arafat’ın katılımı olmaksızın herhangi
bir barış anlaşmasının olanaklı olamayacağını kabul etmesi ve Filistinlilere karşı ahlaki olmayan davranış biçiminin durdurulması gerektiğini
söylediler.
“Olayın bir de karşı tarafı bulunduğunu, onların da duyguları olduğunu ve acı
çektiklerini ve bizim utanç verici bir biçimde davrandığımızı artık kabul etmeliyiz” diyen ve 1980 ile 1986 yılları arasında güvenlik
örgütünü yöneten Avraham Şalom
sözlerine şöyle devam etti: “Evet, bunun başka bir adı da var. Utanç
verici bir biçimde davrandık... Hatalı araçlar kullanan bayağı
bir halk haline geldik biz.”
İsrail’in tirajı en büyük İbranice günlük gazetesi Yediot
Ahronoth’da yayımlanan bu açıklamalar,
son dönemde İsrail’in siyasal, askeri ve sivil liderlerinin ayaklanmanın dördüncü
yılına girmesine rağmen terörizmi sona erdirme ya da barışı sağlamada başarısız olan Başbakan Ariel Şaron’a
yönelttiği eleştirilere bir katkı
niteliğindeydi.
Şaron hükümetinin
üyeleri, açıklamalara ilişkin doğrudan bir yorum
yapmayacaklarını belirttiler.
İsminin
yayımlanmaması koşuluyla konuşan bir üst düzey
hükümet mensubu, “Bu patlayıcı açıklamaların
üzerine benzin dökmek istemiyorum” dedikten sonra sözlerini şöyle sürdürdü: “Bunlar, kamuoyu önünde bu konuların
tartışılması için olanaklı olan en kötü
zamanı seçtiklerini en iyi bilebilecek
durumda kişiler.”
Sözkonusu yetkili, “İsrail’in bağlantı yerlerinden
çatlamaya” başladığı izlenimini vermenin,
Filistinli örgütleri “terörist eylemlerini
yoğunlaştırmaya” teşvik edeceğini söyledi.
1995 ve 1996 yıllarında
Şin Bet’i yöneten Carmi Gillon’a göre, eski güvenlik
şefleri, -dördünün ilk kez biraraya geldiği-
iki saatlik mülakata razı olmalarının nedeninin “İsrail devletinin içinde
bulunduğu durumdan duydukları ciddi kaygı” olduğunu söylediler.
1996-2000 yılları
arasında Şin Bet’i yöneten ve onbinlerce İsrailli ve
Filistinlinin imzaladığı barış dilekçesini kaleme
alanlardan biri olan Tümgeneral Ami
Ayalon, “Emin ve ölçülü adımlarla İsrail’in artık bir demokrasi olmayacağı ve Yahudi
halkının yurdu olmaktan çıkacağı bir duruma doğru ilerliyoruz” dedi.
Şin Bet İsrail’in, ülkenin anti-terörizm çabasında birinci derecede sorumluluk taşıyan en önemli
iç güvenlik örgütü. O çoğu kez, terörist olduğu ileri sürülen
kişileri yakalamak, militan olduklarından
kuşkulanılan kişileri öldürmek ve sanıkları sorgulamak için Filistin kent ve köylerine
yapılan akınlar da içinde olmak üzere kendi çalışmalarını
desteklemek amacıyla yapılan ordu operasyonlarını planlamakta
ve yönetmektedir. Yönetimdeki görevlilerin söylediklerine bakılırsa, Şin
Bet’in şimdiki şefi Avi Dichter, Şaron’un en güvenilir
ve etkili danışmanlarından biridir.
Şin Bet’in eski şefleri, güvenlik örgütünün başında bulundukları
dönemde gerçekleştirdikleri eylemlerin bazılarıyla
bu günkü düşünceleri arasındaki çelişmelerin
bilincinde olduklarını söylüyorlar.
Birinci Filistin ayaklanmasını,
yani İntifada’yı kapsayan 1988 ile 1995 yılları arasında güvenlik örgütünün şefi olarak görev yapan Yakov Perry şöyle
diyor: “Neden güvenlik örgütlerinde uzun süre hizmet veren herkes -[Şin
Bet’teki] direktörler, genelkurmay başkanı, eski güvenlik
personeli- Filistinlilerle uzlaşmayı savunur hale geliyorlar? Çünkü onlar
orada bulundular. Biz malzemeyi, gerçek insanları ve belki şaşıracaksınız ama, iki tarafı
da biliyoruz.”
Güvenlik şefleri
Şaron yönetiminin hemen hemen tüm
bellibaşlı askeri ve siyasal taktiklerini mahkum ediyor
ve böylelikle başbakanın, 2,500’den fazla
Filistinlinin ve 900’e yakın İsrailli ve yabancının
yaşamına malolan çatışmaya yaklaşımına muhalefetin yönelttiği eleştirilere ekliyorlar
seslerini.
Geçtiğimiz haftalarda ülkenin öndegelen iki
generali Şaron’un Batı Yakası’ndaki Filistinlilere
uyguladığı baskıları eleştirdiler; Hava
Kuvvetlerinin aktif ve yedek pilotları, İsrail ordusunun militanları öldürmek için sivil yerleşim
bölgelerinde füze ve bomba kullanmasını
kamu önünde “ahlakdışı” olarak nitelediler; aktivistler bağımsız barış önerileri
geliştirdiler ve kamuoyu yoklamaları Şaron’a
desteğin hızla düşmekte olduğunu gösteriyor.
Perry, ülkenin
hemen hemen her alanda, ekonomik, siyasal,
toplumsal ve güvenlik alanlarında “gerilemekte
ve neredeyse bir yıkıma yaklaşmakta” olduğunu söyledi. O, “Eğer burada bir gelişme
olmazsa, kılıç gücüyle yaşamaya, çamurda debelenmeye ve kendimizi kendi ellerimizle yoketmeye devam edeceğiz”
diye sürdürdü sözlerini.
Dört adam İsrail’in, Şaron’un görüşmelere başlanması için başta gelen önkoşulu olan Filistinlilerin
terörizme son vermelerini
beklemektense tekyanlı olarak bir barış
sürecini başlatmaya hazırlanması gerektiğini belirttiler.
Gillon, “Bugün
itibariyle biz terörü önlemeye çalışmakla
meşguluz. Neden? Çünkü bu, siyasal alanda ilerleme sağlamanın koşulu olarak algılanıyor. Ama bu yanlış”
dedi.
Araya giren Şalom,
“Sen bunun bir hata olduğunu düşünüyorsan
yanılıyorsun. Bu bir hata değil, bir bahane. Bu, hiçbir şey yapmamanın bahanesi” dedi.
Grup, özellikle
Şaron’un Arafat’ı dıştalama ve onu “konu dışı”
ilan etme çabasını –ki bu, Başkan Bush’un Ortadoğu
politikasının temel taşlarından biri- eleştiriyor.
Hükümetten
ayrılmasından bu yana bir uluslararası iş danışmanı olarak çalışan Şalom, “Bu,
Arafat’a ilişkin olarak hataların
tümünün kökeninde yatan hata” diyor ve
“Orada en fazla etkiye kimin sahip olacağını biz belirleyemeyiz. O halde Filistinlilerin siyasal haritasına
bakalım; bunu yaptığımızda Arafat olmaksızın hiçbir şey yapılamayacağı gerçeğini göreceğiz” diye sürdürdü sözlerini.
Şimdi bir bankanın başında bulunan
bir işadamı olan Perry ise İsrail’in,
“bugünden tezi yok, bir ortağa ilişkin
gevezeliği bir yana bırakması ve bizim için iyi olan neyse onu yapması”
gerektiğini söylüyor. Ona göre, “Bizim için iyi olan kendimizi
en etkili bir biçimde koruyabilmenin
yolu... dağ tepelerine ve üç
keçisi ve sekiz kovboyu olan yerleşim birimlerine muhafızlık yapmak için
o kadar askeri birlik ziyan etmekten vazgeçmektir.”
Eski güvenlik
şefleri, Batı Yakası ve Gazze Şeridi’nde
pıtrak gibi çoğalan yerleşim birimlerinin, barışın önündeki engellerin
en önemlisi olduğunu söylüyorlar. Perry, “Şaron,
katlanması güç uzlaşmalar yapmak zorunda kalacağımız
olgusundan pek çok kez sözetti. Yerleşim birimlerini
boşaltmaktan başka yapmamız gereken güç
uzlaşma yok” diyor.
Güvenlik şeflerinin
çoğu İsrail’in Batı Yakası’nın merkezinin etrafında
kurmakta olduğu 400 millik çit ve bariyer
kompleksini de mahkum ettiler. Şaron, çitin teröristlerin İsrail’e
sızmasını önlemek için gerekli olduğunu
söylemişti. Ne var ki, çit yön değiştirerek bir çok noktada
derinlemesine Batı Yakası’nın içine giriyor.
Şalom, “Çit nefret yaratıyor, Filistinlileri mülksüzleştiriyor
ve onların yüzbinlercesini İsrail devletine ilhak ediyor. Sonuç olarak, çit
amaçlananın tam tersini başarıyor” dedi.
Apartheid olarak
bilinen Güney Afrika’daki eski ırk
ayrımına göndermede bulunan Şalom
sözlerini şöyle sürdürdü: “Filistinliler şöyle
diyorlar: ‘Siz iki devlet istiyorsunuz; ama bunu yapacağınıza
bizi bir Güney Afrika
realitesinin içine hapsediyorsunuz.’ Dolayısıyla,
çiti ne kadar desteklersek, onlar bağımsız Filistin devleti düşünden umutlarını o kadar çok kesecekler.”
Bir sulama
sistemleri şirketinin başında bulunan
Ayalon, İsrail’in Filistin topraklarında
izlediği politikayı “ahlak dışı ve bu politikanın bazı bölümlerini tümüyle ahlak dışı” bulduğunu söyledi.
“Terör tehdidine bombalar ya da helikopterlerle karşı konamaz” diyen Şalom etkileyici
bir üslupla şu soruyu sordu: Neden
bu politika terörün artmasına yol açacaktır?
Açacaktır; çünkü o ahlak kurallarına
aykırı ve içinde intikam öğesi taşıyor.”
Elçi olarak da görev yapmış olan
Gillon, “Bugün itibariyle sorun,
siyasal gündemin sadece bir güvenlik
gündemi haline gelmiş olmasıdır. Bu politika, şu an içinde
bulunduğumuz karışıklıktan nasıl sıyrılacağımız sorusuyla
değil, bir sonraki terör saldırısının nasıl
önlenebileceği sorusuyla uğraşıyor” dedi.
İşgal İsrail Toplumunu
Yukardan Aşağıya
Doğru Dejenere Ediyor
Akiva Eldar, Haaretz,
24 Kasım 2003
Bize, Nuseyrat mülteci
kampının Hava Kuvvetleri tarafından
bombalanması konusunda söylenen yalanın kolları çok
uzun. Bu kollar en üst kademelerden çıkıyor ve İsrail
toplumunun tüm sektörlerini kuşatıyor. Bu kolların kökleri, işgal zehirinin
beslediği toprakların derinliklerine gömülü.
Yalanlar olmaksızın,
bir yandan gittikçe daha fazla Filistin toprağı gasbederken,
bir yandan da 36 yıldır Filistinlilerle barıştan
söz etmek olanaksız olurdu.
Yalanlar olmaksızın,
bir yandan yol haritasının ortadan kaldırılmasını öngördüğü ileri
karakollara daha fazla para dökerken, bir
yandan da yol haritasını yaşama geçirecek ortakların bulunmadığı ileri sürülemezdi.
Yalanlar olmaksızın,
bir yandan barış karşılığında ‘acı verici ödünler’ vadetmek, bir yandan
da böylesi anlaşmalara varmaya çalışanları
‘hain’ olarak nitelemek olanaksız olurdu.
Politikacıların ideoloji ya da siyasal çıkarlar nedeniyle
yalan söylemeleri olağandışı bir şey
değil. İzak Şamir açıkça, “İsrail Yurdu için
yalan söylemek caizdir” demişti.
George W. Bush, Irak’a savaş açtığında, kendisi ve çevresindeki politikacılar Amerikan halkını yalana boğdular.
İsrail’deki sorun, görev başındaki ordunun, hukuk çevrelerinin ve
diplomatik personelin yalan söylemeyi bir kural
haline getirmiş olmasıdır. Yalan söylemek,
bir çoğu sağcı görüşlere sahip olmayan ve işgalden nefret
eden komutanlar ve askerler, avukatlar ve büro görevlileri açısından bir yaşam biçimi haline gelmiştir.
Politikacılar işgali
sürdürmek için yalan söylerken, işçiler işgali
meşrulaştırmak için yalan söylemeyi
öğreniyorlar. IDF askerleri, sabahları
yerleşimcilerin bir başka ileri karakol için yol yapmasını
görmeye ve ardından akşamüstü radyoda savunma bakanıyla başbakanın herhangi bir yeni yerleşim biriminin
varlığını “şiddetle reddetmesini” işitmeye
alışmışlardır. Peki, ne yapıyorlar onlar bu durumda? Onlar da bunun bir “güvenlik yolu” olduğunu söylüyor, belki
kendilerini de buna inandırıyorlar.
Şin Bet güvenlik servisi üyeleri,
yargılanmaksızın öldürülen her Filistinlinin gerçekten
de “patlamaya hazır bir bomba” olmadığını bilirler.
Ama, onlar da “durumu idare etmeye” ve yalanlarla birlikte yaşamaya
alışmışlardır. Analistler, kendi toprağı için savaşan
bir halkı yenmenin olanaksız
olduğunu ve toprağın adil bölüşümü için Filistin tarafında
bir muhatap bulunmadığı savının hiçbir temeli olmadığını biliyorlar. Ne var
ki onlar, liderlere hakikatı söylemenin işe yaramadığını öğrenmişlerdir.
İşgal, dört eski Şin Bet şefinin,
işgalin kopmaz bir parçası olduğu dönemde de, büyük bir tehlike oluşturuyordu.*
Fakat, öbür taraftan bakıldığında
olay farklı gözüküyor. İşin içinde oldukları
sırada Ami Ayalon ve iş arkadaşları da işgale hizmet ettiler. Ve işin
doğası gereği, başka bir ulusu zorla yönetmenin
kaçınılmaz sonucu olan kötülükleri haklı çıkarmak
için, onlar da, her zaman hakikate bütünüyle
sadık kalmamayı seçtiler.
IDF pilot eğitimi
kursunun eski bir komutanıyken şimdi ahlaki davranış psikolojisini
inceleyen psikolog Arye Reşef, temel değerlerine
aykırı davranmaya zorlandıkları durumlarda çok az sayıda
insanın ahlaki bozulmadan bağışık
kalabildiğini.
gösteren sayısız incelemenin varlığından sözediyor.
Tel Aviv Üniversitesinde
ileri teknoloji şirketlerinin örgüt kültürü
üzerine araştırmalar yapan Gideon Kunda, “örgütlerin,
işçiyi ve onun ruhunu örgütün çıkarlarına
bağımlı hale getirmek arzusuyla, işçilerini
sürekli bir beyin yıkamaya tabi tuttuklarını” yazıyor. Kunda,
genel olarak kabul gören bir yalan
kültüründen söz eden bir şirket yöneticisinin, “Eğer projeyi almak istiyorsan, yalan söylemek zorundasın” dediğini
aktarıyor.
Basınç altındaki durum ya da ortamlarda bireyler, hakikatı çarpıtmanın ötesine
geçen, daha vahim davranışlara sürüklenebiliyorlar.
Bir grup Sınır Polisinin,
gece sokağa çıkma yasağı konduğundan habersiz oldukları
için çalıştıkları tarlalarına gitmek için
dışarı çıkan sivilleri vurup öldürdüğü 1960’lı
yılların Kafr Kassem davasında tanıklık yapan “kurallara saygılı” bir genç
şöyle diyordu:
“Eğer bana bir kibutza ateş açmanın ülkemin yararına olacağı söylenmiş
olsaydı, ben bunu da yapardım.” Cezaevlerinde karşılaşılabilecek durumların simülasyonunu yapan psikologlar, gardiyan rolü oynaması istenen öğrencilerin “mahpus” arkadaşlarına
karşı kabul edilemez düzeyde baskı
uyguladıklarını görünce deneylere son vermişlerdi.
Kontrol noktalarında
yürekleri katılaşan askerler, bombalarını
kentlerin ortalarına bırakan pilotlar, suçluları aklayan
avukatlar ve yalan söyleyen sözcüler, ahlaki değerlerden
yoksun kişiler değiller. Onların çoğu, sadece işgalin yarattığı durumun kurbanlarıdır.
Ama ahlaki kontrol noktalarının
sınırları yoktur. İşgal altındaki Gazze’de kaldırılacak ahlaki
bir kontrol noktası, sonunda Tel Aviv’de
de kalkacaktır.
*Burada yazar, İsrail’in
iç güvenlik servisi Şin Bet’in dört eski şefi (Avraham Şalom, Yaakov Peri, Carmi
Gillon ve Ami Ayalon) Kasım 2003’de katıldıkları
bir yuvarlak masa toplantısında
söylediklerine (Bak. 14 Kasım 2003 tarihli ve “4 Eski Şin Bet Şefi
Şaron’un Politikalarını Mahkum Ediyor” başlıklı
yazı.) göndermede bulunuyor. Şin
Bet’in eski şefleri, Şaron’un saldırgan ve yayılmacı politikalarını eleştirmiş ve bunun ters tepeceğini söylemişlerdi. (G. A.)
İnceleme:
Arna’nın Çocukları
Ercan El Fasıd,
The Electronic Intifada, 11 Aralık 2003
Suskun. Sessiz.
Yerimden kıpırdayamıyordum. Orada öylece
oturup ekranda oynayan adanmışlık metnini ve Arna’nın çocuklarını, Yusuf’u, Nidal’ı,
Eşref’i, Ala’yı, Zekeriya’yı ve diğerlerini
seyrettim. Arna’nın çocukları, Cenin mülteci kampında Filistinli
çocuklardan oluşan küçük bir tiyatro grubu oluşturmuşlardı.
Film, Juliano Mer’in
annesi Arna’nın bir görüntüsüyle
başlıyor. Kanser nedeniyle saçları dökülen
başını bir kefiyeyle örtmüş olan Arna, arabalarındaki Filistinlilere
yakındaki bir İsrail askeri denetim noktasından geçebileceklerini bildiriyor bağırarak. Arna Mer,
Siyonist bir aileden geliyor. O 1948’de Palmak’ta asker olarak görev
yaptı. Arna daha sonra Komünist Partisine üye oldu ve Nasıra’lı
bir Filistinli olan Salibe Hamis’le evlendi.
Birinci İntifada’da Cenin’e taşınan
Arna, İsrail işgal makamlarının okulları
kapatmaları üzerine Filistinli çocuklar
için alternatif bir eğitim sistemi kurdu.
Kendini çocuklara
adamış olmasından ötürü Arna Mer Hamis, Cenin
topluluğu içinde önemli bir rol oynadı.
Onun kurduğu tiyatro
grubu, Cenin mülteci kampındaki çocukları bu
aktiviteye katarak onların günlük hayal kırıklıkları,
öfkeleri, kinleri ve korkularını dışa
vurmalarına yardım etti.
Arna’nın, filmin yönetmeni olan oğlu Juliano, Cenin’deki tiyatronun da yönetmenlerinden biriydi. 1989’dan 1996’ya kadar uzanan dönem boyunca Juliano kamerasıyla oyunların provalarını ve gösterimlerini filme aldı.
Çalışmaları nedeniyle Arna Mer Hamis, bir çeşit alternatif Nobel ödülü olan, İsveç
parlamentosunun Dürüst Yaşam Ödülüyle (=Right Livelihood Award) ödüllendirildi. O, bu 50,000 dolarlık ödülle mülteci kampında küçük bir tiyatro kurdu.
Film, çocukların
en genci olan Nidal’ı, onun kardeşi Yusuf’u ve onların
en yakın arkadaşı, “güleç bücür”ü, yani Eşref’i gösteriyor. Onları rol
yaparken ve gülerken gördüğümüz filmde, ayrıca
onların arkadaşı ve komşusu Ala’yla karşılaşıyoruz. 9 yaşında
olan Ala, bir yıkıntı yığınının üzerinde oturuyor. O, evinin yıkılmasına tanık oldu. İsrail askerleri binayı
havaya uçurdular ve bu arada komşularının evinin de
yıkılmasına yol açtılar. Hem Eşref, hem de Ala,
evlerinin yıkılmasına tanık oldular.
Onlar, oyun oynamak ve rol yapmak suretiyle mülteci kampına ve günlük gerçekliğe ilişkin anılarıyla başa çıkmaya
çalışıyorlar.
Juliano daha sonra
Cenin’e geri döndü. İlk önce, kanserin pençesinde
olan ve kampı son bir
kez ziyaret etmek isteyen annesiyle birlikte. Annesi öldükten ve tiyatronun kapanmasının üzerinden yıllar geçtikten sonra Juliano ‘Arna’nın çocukları’nı aradı. Bu kez ziyareti, İsrail ordusunun
3 Nisan 2002’de Cenin’i işgal etmesinin
ve 50’den fazla Filistinliyi öldürmesi ve yüzlerce
evi yıkmasının bir kaç
gün sonrasına denk geldi.
Juliano, Yusuf ve Nidal’ın
öldüğünü öğrendi. Her ikisi de İslami
Cihat’a katılmışlardı. Onlar, 27 Ekim 2001’de kırmızı Mitsubishi
otomobilleriyle Hadera’nın merkezine
dalmış, M-16 otomatik tüfeklerini sokaktan geçenlere çevirmişlerdi. Bu
eylemde dört İsrailli kadın ölmüştü. Yakındaki İsrail kuvvetleri de üzerlerine ateş açarak onları öldürmüştü. Film, Yusuf ile Nidal’ı videoteype
alınmış bir mesaj okurken gösteriyor. Yusuf 22 ve Nidal 23 yaşındaydı. Videoteypte
onlar, bir hafta önce öldürülen 10 yaşındaki
Riham Varid adlı Filistinli kız çocuğunun resminin önünde
ayakta durumda gözüküyorlar.
Yusuf’un Riham’ın
öldürülmesine tanık olduğunu öğreniyoruz. İsrail tankları Cenin’deki İbrahimiye ilkokuluna
mermi yağdırırken Riham, öğrenci
arkadaşlarıyla birlikte saklanmaya çalışıyordu. Ama, onun vücuduna mermi isabet etti.
Sadece Yusuf okuldan içeri girip onu
dışarıya taşıdı. 10 yaşındaki Riham hastaneye götürülürken Yusuf’un kollarında
öldü.
Juliano, 2002 Nisanında
Cenin’deki çarpışmada Eşref’in de vurulup öldürüldüğünü öğrendi. O, mülteci
kampındaki bir direniş grubunun önderiydi. Ala, El
Aksa Şehitleri Tugayları’nın yöneticilerinden biri olmuştu. Zekeriya, Ala’nın
yönettiği direniş grubuna katılmıştı.
Vurulup ölmesinden önce Ala, Eşref’in yanındaydı.
Arna’nın, bölgedeki
öndegelen aktörlerden biri olan oğlu
Juliano, Cenin’in geçmişini düşünüyor ve sevdiği ve birlikte çalıştığı
çocukların yaptıkları seçimleri anlamaya çalışıyor.
Sekiz yıl önce tiyatro kapandı
ve yaşam durağan hale geldi ve felce uğradı. Film, ayaklanmanın
değişik dönemleri ve Arna’nın
çocuklarının değişik yaşları arasında gidip
geliyor ve çocukları tiyatroda oynarken gösteren
imge daha sonra aynı çocuğu elinde M-16 tüfeğiyle şehitlik kararını açıklarken gösteren postere dönüşüyor.
Film, İsrail
işgal kuvvetleri tarafından havaya uçurulan evinin yıkıntıları
üzerinde otururken gözüken bir çocuğu, Cenin’de El Aksa Şehitleri
Tugayı’nı yöneten bir savaşçı haline gelen Arna’nın çocuğu Ala’yı gösteriyor. Ala, 26 Kasım 2002’de, kendi oğlunun
doğmasından iki hafta sonra Cenin mülteci kampında
meydana gelen bir patlamada öldü. Olayla ilişkilerini resmen yadsımalarına
rağmen, İsrail güvenlik kuvvetleri Ala’nın
İsrail kuvvetleri tarafından öldürüldüğünü
doğruluyorlar. Zaman içinde ileri ve geri hareket eden ve kusursuz bir biçimde hazırlanmış olan film, İsrail işgalinin koşullarının kapanına sıkışmış
yaşamların trajedi ve dehşetini açığa vuruyor.
Suskun. Sessiz.
Yerimden kıpırdayamıyorum. Sadece
orada oturuyor, ekranı izliyor ve Arna’nın
çocuklarının isimlerini okuyorum: Yusuf, Nidal, Eşref,
Ala ve Zekeriya.
İsrail,
Gerçekleri Yadsıyan Bir Devlet
Yahya Abdülrahman,
Catholic New Times, 23 Şubat 2004
En azından,
İlan Pappe’nin Ocak ayının sonunda verdiği konferansın mesajı buydu.
Hayfa Üniversitesi siyasal bilim kıdemli
doçenti ve İsrail’de bulunan Givat Haviva eğitim, araştırma ve dokümantasyon merkezine bağlı
Barış İçin Araştırma Enstitüsünün akademik direktörü
olan Pappe’nin, Montreal’daki McGill Üniversitesinde
yaptığı konuşmanın başlığı “İsrail, Gerçekleri Yadsıyan Devlet” idi. Pappe konuşmasında, 1948’de
Filistin topraklarında birbiriyle çatışma
halinde iki olayın yaşandığına işaret etti.
Pappe, “O yıl
içinde, Yahudi Ulusal Hareketi, Siyonizm tarihinin en
önemli ve en anlamlı anına ulaştı; 2,000 yıl süren sürgün ve baskıdan
sonra Yahudiler Filistin topraklarında kendi yazgılarını belirleme haklarını
yaşama geçirdiler ve o topraklarda uluslararası
meşruiyet kazandılar” dedi.
Fakat Pappe, aynı
yıl içinde, uzun zamandır özlemini duyduğu düşü
gerçekleştiren Yahudi halkının, Filistin’in yerli halkına karşı kollektif
suçlar işlediğini belirtiyor. 500 köy
ve 11 kent yokedildi ve 750,000 Filistinli topraklarından
etnik olarak temizlendi.
Pappe, “İsrail-Yahudi
kollektif belleğinde çok az insan öykünün bu daha sevimsiz yanını
anımsıyor ya da anımsamak istiyor” diyor.
Pappe, İsrail
medyasında ve İsrail’in eğitim ve siyaset sisteminde herkesin 1948 olaylarını “Bağımsızlık
Günü”, 2,000 yıllık Yahudi sürgününün sona erdiği an ve “Yahudilerin kendi yazgısını belirlemesinin”
kutlanması olarak andığını
zikrediyor.
O, öykünün
diğer yanının, bir halkın sistemli bir biçimde ülkesinden koparılması, yerel nüfusun yokedilmesi ve
Filistin’in etnik olarak temizlenmesinin “tümüyle atlandığını ve İsraillilerin kollektif belleğinden
silindiğini” söylüyor.
Pappe, “İsrail
tarihinin, tarihin sevimli ve pozitif bir bölümüyle
sevimsiz ve pozitif olmayan diğer bölümü
arasındaki paradoksu, tarihin sevimli olmayan yanını
silmek suretiyle kısmen çözdüğünü” belirtiyor.
Filistinlilerin kovulması
unutturuldu
Pappe, İsrail
ders kitaplarının, medya organlarının ve politikacıların
bu öyküyü tümüyle sildiğini ve onun yerine, Filistin’deki Filistinlilerin İsrail devletinin kuruluşunu hoşnutlukla karşıladıklarını ileri süren yeni bir öykü
geçirdiklerine işaret ediyor. (İsrail’in
versiyonuna göre- G. A.) diğer ülkelerdeki Arap
liderleri yerel halka ülkeyi terk etme
çağrısı yaparken, Yahudiler onlardan kalmalarını
rica etmişti.
Pappe şöyle diyor: “Aslında bu öykü bir mitolojiden başka bir şey
değildir. Filistinlilerin yaklaşımı salt propaganda olarak gösterilirken, öyküyü İsrail’in sunuş
biçimi profesyonel ve objektif olarak niteleniyor.”
İsrail halkı, ancak 1980’lerin sonlarına doğru Pappe’nin
ve İsrailli tarihçi Benny Morris’in çalışmaları
sayesinde değişik bir öyküyü, aslında Filistinlilerin
1948’den beri anlattığı öyküyü duyma olanağı
buldu.
Pappe, “Güçlü
ve dünya çapında örgütlü Siyonist propaganda, olayların Filistin
versiyonunun inandırıcı bulunmasını önledi” diyor.
Fakat Pappe İsrail’in,
sadece 1948 olaylarının değil, en az üç diğer önemli olayın da üzerini
örtmeye çalıştığını belirtiyor: Batı
Yakası ve Gazze Şeridi’nin işgali, Ekim 2000 Filistin Ayaklanması ve
Filistinlilerin, özellikle Nisan
2002’den bu yana çektikleri acılar ve İsrail’in
buna katkısı.
Pappe, tarihsel
Filistin’in sadece yüzde 20’sini oluşturan
Batı Yakası ve Gazze’nin işgalininin, en başından bu yana, her gün
evlerin yıkılması, kovmalar ve cinayetlerle dolu gaddar bir deneyim olmuş olduğunu
söylüyor. İsrail toplumunda egemen
olan yadsımaya, aslında işgalin yararlı bir eylem
olduğu ve İsraillilerine Filistin halkına aydınlanma ve
ilerleme mesajı getirdiği inancı eşlik ediyor.
Pappe, “İsrailli
öğretim üyeleri, aslında İsrail işgali altında yaşamın daha iyiye gittiğini gösteren ‘ampirik kanıtlar’
üretiyorlar. 1948 öyküsüne destek olan medyaysa, işgalin yadsınmasına destek verenler de İsrailli öğretim üyeleridir” diyor.
‘Devleti olan bir
ordu: İsrail’
Pappe, Ekim 2000
Filistin Ayaklanmasıyla birlikte yeni bir yadsıma
sürecinin başladığını ileri sürüyor.
1967’den 2000’e kadar geçen sürede hakları kollektif olarak ayaklar altına alınan Filistin halkı açısından işgal yeterince
kötüydü; ancak Ekim 2000’den sonra Filistinlilerin yüzyüze
oldukları koşullar daha da kötüleşti.
“Burada, yadsıma
olayı daha da tuhaf; çünkü 21. yüzyılın başında artık küresel medyanın oluştuğu ve her yerde bilgiye erişimin kolaylaştığı ve insanların mitolojiler hakkında
daha açık fikirli
ve daha ölçülü olacakları umuluyordu.
“Ne var ki 1967-2000
dönemiyle karşılaştırıldığında, üçüncü yadsıma evresini yaşayan İsrail Yahudi
toplumu gerçekle yüzleşme konusunda daha az
istekli ve bir önceki ayaklanmaya kıyasla
cehaletinden daha fazla hoşnutluk duyuyor.”
Pappe, yadsımanın
bu üçüncü evresinin
İsrail toplumunda, Ariel Şaron’un iktidara gelmesini sağlayan bir görüş
birliği yarattığını ve bu görüş
birliğinin büyük olasılıkla onu yeniden iktidara
getireceğini savunuyor.
O, Ekim 2000’den bu
yana İsrail’in ordusu olan bir
devlet olmaktan çıkıp, devleti olan bir
ordu haline geldiğini söylüyor. “Bunu hükümet
içindeki generallerin oranının ne denli yüksek oluşuna ve
Filistinlilere karşı yürütülen politikanın ana hatlarını
ordunun kararlaştırıyor oluşu olgusuna bakarak anlayabilirsiniz. Ancak gerçekleri tersyüz eden medya, ordunun yaşama geçirdiği politikaları politikacıların
belirlediğini ileri sürerek durumun böyle olmadığını söylese de, gerçek
bunun tam tersi” diyor Pappe.
Yadsımanın son evresi
Pappe, İsrail’in
Nisan 2002’den bu yana içine girdiği
yadsımanın dördüncü ve son evresinin hepsinden
daha önemli olduğunu söylüyor. Nisan
2000’den bu yana Filistinliler, hemen hemen sürekli sokağa çıkma ve sürekli kapatma ve baskı
ve yaygın kötü beslenme koşulları
altında yaşıyorlar. “İsrail’de yüzyüze bulunduğumuz ruh hali işte böyle” diyor
Pappe.
Fakat Pappe konferansını
bitirirken pozitif bir vurgu yapmaktan geri durmadı.
O, “Bazı insanlara
bir süre yalan söyleyebilirsiniz, fakat herkese sürekli olarak
yalan söyleyemezsiniz” dedikten sonra sözlerini
şöyle sürdürdü:
“İsrail’deki yadsıma
mekanizmaları çok etkili; çünkü
yeniden ve yeniden kullanılmaları onları etkili hale getiriyor. Beşikte başlayıp mezara kadar süren bir yadsıma
mekanizmasıyla karşı karşıyayız.
“Ortadoğu’nun tek demokrasisi olduğunuz yolundaki
öz-imgenizi ve insan ve yurttaş
haklarının ve evrensel değerlerin egemen olduğu dünyanın bir parçası
olduğunuza ilişkin dış görünüşünüzü muhafaza
etmek istiyorsanız, bu isteğinizle
dünya gerçekliği arasındaki mesafeyi sürdürme
olanağınızın bir sınırı olacaktır.”
Pappe, İsrail’in
Amerikan medyası üzerindeki denetimi sayesinde, başka ülkelerin işlemesi halinde parya devlet olarak nitelenmelerine yol açacak ve uluslar topluluğu tarafından kabul
edilemeyecek -hem geçmişteki ve hem de
bugünkü- davranışlarının yanına kar kaldığını
ileri sürüyor.
O, “Ancak, İsrail’in
ABD’ndeki simgesinin çok uzun süre ayakta kalamayacağını
ve daha şimdiden çatlamaya başladığını”
söylüyor.
Pappe şuna
işaret etti: “Halihazırda çok küçük olmakla birlikte, İsrail’in içinde büyüyen bir protesto hareketinin varlığının ya da bir
barış koalisyonunun kurulmakta olduğunun kesin kanıtları var.”
Ona göre,
“İsrail Yahudilerinin büyük çoğunluğunun,
davranışlarının bir bedeli olduğunu anlamaları gerekir. Eğer başkalarına kötülük yaparsanız, bunun karşılığını ödemek zorundasınız.
“İsrail’in dış
politikasında değişikliğin, halihazırdaki intihar bombaları
pratiği yoluyla değil, dışardan yapılacak
baskı yoluyla meydana gelmesini yeğlerim.
Aslında bu, ahlaki ya da siyasal bakımdan
onaylamadığım intihar bombalamalarından daha da etkili bir yol.”
Pappe konferansını
şu sözlerle bitirdi: “İsrailli bir Yahudi olarak ben, yadsıma sürecinin dışına çıkmayı
başarabildiğime göre, başkalarının da aynı
şeyi yapamamaları için herhangi bir neden
yoktur.”
Yahya Abdul Rahman,
Quebec eyaletinin Montreal kentindeki Montreal Muslim News’un (www.mont realmuslimnews.com) yazarlarındandır.
COPYRIGHT 2003 Catholic
New Times, Inc.
Filistinli Karım
(parça)
Charley Reese, 23
Mart 2004
Zaman zaman benim,
Filistinli bir karım olduğu yolunda söylentiler
çıkıyor. Geçenlerde, yerel bir gazetenin editörüne
yazılan mektuplar aracılığıyla bu konuda yürütülen bir tartışma,
bazı akrabalarımı hayli eğlendirmişti.
Anlaşılan kimse bunu bana soruvermeyi akıl etmiyor. İşin
aslına bakılırsa, benim karım yok. Ben bir dulum ve şimdiye kadar bir
tek karım oldu. Ve o da
Metodist, Alman ve İsveç kökenli bir Ortabatılıydı.*
Filistinli bir metres ya da kız arkadaşım yok. Filistinli bir bovling arkadaşım bile yok.
Bu söylentinin
yeniden ve yeniden ortaya çıkmasının, bazı
insanların saklı bir motif olmaksızın
bir Amerikalının Filistin halkına sempati duymasını
olanaksız bulmalarından kaynaklandığını sanıyorum. Bu, 50 yıldan uzun süredir Filistinlileri vahşi ve şiddete
eğilimli bir halk olarak resmeden İsrail propaganda makinasının ne denli
etkili olduğunu gösterir. Dış sorunlar sözkonusu
olduğunda hemen hemen hiçbir zaman derinlikli haber yapmayan medya ve son zamanlarda saygıdeğer
Nazinin yerine esas kötü adam olarak Arap teröristini geçiren Hollywood, bu stereotipin oluşmasına büyük ölçüde yardım
etmişlerdir.
İşin aslına
bakılırsa Filistinliler efendi bir halktır.
Bazılarını tanımanız ve onların
öyküsünü kendi ağızlarından dinlemeniz halinde, eğer taş yürekli değilseniz, onlara mutlaka sempati duyacaksınızdır. Tarih adeta bir silindir gibi Filistinlilerin üzerinden
geçmiştir. ABD’nde değişik etnik grupların kurban ünvanını
elde etmek için aralarında yoğun bir rekabet sürdürdüklerini biliyorum;
ama bu ünvan Filistinlilere adeta
zorla dayatıldı.
Onlar, Osmanlı
İmparatorluğu topraklarını kendi topraklarına
kattığında bir şey yapabilecek
durumda değildiler. Birinci Dünya
Savaşının bitiminde Britanya İmparatorluğu
topraklarını Osmanlı Türklerinin elinden aldığında
bir şey yapabilecek
durumda değildiler. Britanya İmparatorluğu
Filistin Manda Yönetimini oluşturduğunda bir şey yapabilecek durumda değildiler.
Tarihçilerin henüz üzerinde anlaşamadıkları nedenlerden
ötürü İngiliz Hükümeti, Britanya İmparatorluğunun
Filistin’deki işgalini sona erdirmesi halinde bu ülkenin Avrupa
Yahudileri için iyi bir ulusal yurt oluşturacağına
karar verdiğinde gene bir şey yapabilecek durumda değildiler.
Britanya İmparatorluğu
-Menahem Begin’in yönettiği İrgun ve İzak Şamir’in yönettiği Stern Çetesi
gibi- Yahudi terörist örgütlerinin önemli
ölçüde özendirmesinin ardından 1947’de bu işgale
son verdi. Evet, Yahudiler İngiliz işgaline
karşı terör taktikleri kullandılar ve şimdi de Filistinliler
Yahudi işgaline karşı terör taktikleri
kullanıyorlar.
1948’de yaklaşık
700,000 Filistinli mülteci durumuna sokuldu ve kendilerine bir daha ülkelerine
dönemeyecekleri söylendi. Daha sonra, onların
evleri, toprakları ve işyerlerine el kondu. 1967’de İsrail,
Ürdün’den Batı Yakasıyla Doğu Kudüs’ü, Suriye’den
Colan Tepelerini ve Mısır’dan Gazze’yi çaldı.
Buralar şimdi
“işgal altındaki topraklar” olarak anılıyor.
İsrail devletinin bu toprakların 1 santimetrekaresi üzerinde bile
yasal bir hakkı yok; ancak o sırtını
ABD’ne dayayarak dünyanın geri kalanına bu oldubittiyi yutup
sindirmesi gerektiğini söyleyebiliyor.
Filistinliler,
ABD’nin Arnavut mültecilerin sözümona Kosova’ya
geri dönmelerini sağlamak için savaşa girmesi
ve sözümona BM kararlarını
kuvvet yoluyla uygulatmak için Irak’a karşı iki kez savaş
açması olgusunda yatan ironiyi takdir etmektedirler.
Tabii biz, Filistinli mültecilerin geri dönmesi
için hiçbir şey yapmadık ve İsrail’in 60’dan fazla BM kararına açıkça meydan okuması
olgusunu görmezden geldik. Biz İsrail’in, Ortadoğu’da nükleer silahlar da içinde olmak üzere kitle imha silahlarına gerçekten sahip
olan tek ülke olduğu olgusunu da görmezden
geldik...
Bu insanlara sempati
duymak için Filistinli bir karınızın
olması gerekmiyor. Olguları bilmeniz yeterli. Gerçeği öğrenin; o zaman
Filistinlilere sempati duyacak, ama Amerikan politikacılarının
açgözlülük ve korkaklığının güttüğü kesintisiz bir başarısızlıktan başka bir şey olmayan Amerikan Ortadoğu
politikasından pek gurur duymayacaksınız. Bu politikanın ikiyüzlü karakteri
Amerikan imgesini dünyanın her yanında
lekelemiştir.
*Ortabatı: ABD’nin; Illinois, Iowa, Indiana, Kansas, Michigan, Minnesota, Missouri,
Nebraska, North Dakota, Ohio, Güney Dakota,
Wisconsin eyaletlerini kapsayan bölgesi. (G. A.)
Üç General, Bir Şehit
Beş yüz kara -ve ak- sakallı HAMAS
mensubu karşımda oturuyordu. Saygıdeğer
şeyhler ve genç insanlar.
Yan tarafta bir kaç sırayı kadınlar işgal etmişti. Ben klapamda İsrail ve
Filistin bayrakları olduğu halde kürsüde
İbranice bir konuşma yapıyordum.
Daha önce de bir çok kez anlattığım
gibi olay şöyle olmuştu: 1992’nin sonunda Başbakan İzak Rabin -çoğu
HAMAS mensubu- 415 İslamcı aktivisti Lübnan sınır bölgesine sürmüştü. Biz de bunu protesto amacıyla Başbakan’ın Kudüs’teki ofisinin karşısına çadır kurduk.
Biz orada -İsrail’li barış aktivistleri
(ki bunlar daha sonra Guş Şalom’ı kurdular)
ve çoğu İslami Harekete mensup İsrail
yurttaşı Araplar- 45 gün ve gece geçirdik. Çoğu zaman
hava çok soğuktu ve çadırımızın
üstü karla kaplanıyordu. Çadırlarda pek çok tartışma yapılıyor; Yahudiler
İslam hakkında, Müslümanlar da
Yahudilik hakkında bir şeyler
öğreniyordu.
Sürgün edilmiş militanlar İsrail ve Lübnan
orduları arasında dağlarda bir yıl boyunca ot gibi yaşadılar. Bütün dünya onların acısını izledi. Bir yıl sonra geri dönmelerine
izin verildi ve HAMAS liderleri onlar
için Gazze’nin en büyük salonunda bir karşılama
toplantısı düzenledi. Sürgüne karşı çıkan İsraillileri de davet ettiler. Benden de bir konuşma yapmamı istediler. Ben barışa ilişkin bir konuşma
yaptım ve ara verildiğinde yemeğe davet edildik. Orada bulunan yüzlerce insanın arkadaşça
tavırlarından çok etkilenmiştim.
Şüphesiz hapiste olmasalardı Şeyh Yasin ve sürgün
edilenlerin sözcüsü Dr. Abdülaziz El Rantisi (ki
kendisi geçen hafta Şeyh Yasin’in halefi oldu) de orada olacaktı.
HAMAS’ın İsrail’le her türlü barış ve uzlaşmanın
iflah olmaz düşmanı olarak resmedilmesinin doğru olmadığına işaret etmek için bu anıyı yeniden anlatıyorum. Tabii bu
olaydan sonra on yıl boyunca kan dökme,
intihar saldırıları ve hedef gözeterek öldürmeler gerçekleşti. Ama bugün bile tablo ilk bakışta
görünenden çok daha karmaşıktır.
HAMAS’ta farklı
eğilimler var. İdeolojik katı çekirdek gerçekten
de İsrail’le her türlü
uzlaşmayı ve barışı reddediyor. Onlar İsrail’i, Filistin’e
yabancı bir implant olarak görüyorlar. İslamcı
doktrinde bu katı çekirdek tipi örgütlere ‘vakıf’deniliyor. Ama çoğu
HAMAS sempatizanı, örgütü ideolojik bir merkezden ziyade gerçekçi hedeflere ulaşmak için İsrail’e karşı savaşın bir aracı olarak görüyor.
Şeyh Yasin’in kendisi bir kaç ay önce
bir Alman gazetesine verdiği demeçte 1967 sınırları içinde bir
Filistin devleti kurulduğu takdirde savaşı
durduracaklarını söylemişti. O geçenlerde de otuz yıllık bir ‘hudna’ (ateşkes)
önerdi. (Bu bana Ariel Şaron’un, İsrail’in Gazze Şeridi’nden vazgeçip 20 yıllık
geçici bir dönem boyunca Batı Şeria’nın büyük bir kısmını
alıkoyma yolundaki önerisini anımsattı).
Bu yüzden
Şeyhin öldürülmesi hiçbir olumlu amaca hizmet etmemiştir.
Bu, son derece aptalca bir eylem olmuştur.
İsrail’de işlerin
gerçek yöneticisi olan üç General -Başbakan Ariel Şaron, Savunma Bakanı Şaul Mofaz ve İsrail
Genelkurmay Başkanı Moşe Yaalon- cinayetin ‘kısa erimde’ İsrail
yurttaşlarına yönelik saldırıları arttıracağını, ama ‘uzun
erimde’ ‘terörizmin kökünü kazımada’ faydalı olacağını belirttiler. ’Kısa erim’in ne zaman
bitip ‘uzun erim’in ne zaman başlayacağı konusunda
herhangi bir şey telaffuz etmemeye özen
gösterdiler. Bizim generallerimiz zaman çizelgelerine
inanmazlar.
Bu üç ünlü stratejiste şunu söyleyemeye cüret edeceğim: (İbranice argosunda söylendiği şekliyle) Domates
suyundaki saçmalık! Ya da daha doğrusu
kandaki saçmalık.
Kısa erimde, bu eylem bizim kişisel güvenliğimizi tehlikeye atıyor; uzun erimde ise
ulusal güvenliğimiz için daha da büyük
bir tehlike oluşturuyor.
Kısa erimde, bu eylem HAMAS’ın ölümcül saldırılar yapma dürtüsünü arttırmıştır. Bunu, her
İsrailli anlıyor ve bugünlerde
buna karşı ek önlemler
alıyor. Ama bu eylemin daha az belirgin sonuçları
çok daha büyük bir tehdit içeriyor.
Bu cinayet Filistin topraklarında
ve Arap ülkelerinde yaşayan yüzbinlerce
çocuğun yüreğinde, Arap dünyasının
iktidarsızlığı bağlamında hayal kırıklığı
ve aşağılanma duygularıyla elele giden bir öfke fırtınası ve
intikama susamışlık yaratmıştır. Bu, yalnızca
bu ülkede binlerce
yeni potansiyel intihar eylemcisi yaratmakla kalmayacak, aynı zamanda bütün Arap dünyasının
her yanında radikal İslami
örgütlere binlerce gönüllü de kazandıracaktır. (Ben de onbeş
yaşındayken benzer koşullarda silahlı yeraltı
çalışmasına katıldığım için bunun böyle
olacağını biliyorum.)
Savaşan bir örgüt için bir şehitten daha güçlü bir silah yoktur.
1942’de Tel Aviv’de İngiliz polisi tarafından
öldürülen Avraham Stern’i (namı diğer Ya’ir) anımsamak yeterlidir. Onun kanı
sadece dört yıl sonra İngilizlerin Filistin’den sürülmesinde
büyük rol oynayan Lehi (Lomamei Herut İsrael
-İsrail’in Özgürlüğü Savaşçıları- bu örgüte
‘Stern ekibi’ lakabı takılmıştı) örgütünün
kurulmasının itici gücü oldu.
Ama Ya’ir’in konumu hiçbir
biçimde Şeyh Yasin’in konumu karşılaştırılamaz. Bu adam fiilen aziz bir şehit rolünü oynamak için doğmuştu: Ruhani
bir kişilik, bedeninin büyük
bölümü felçli ve tekerlekli sandalyeye mahkum, vücudu
harabolmuş, ama ruhu sağlam bir insan, senelerini hapiste geçirmiş bir militan, daha önceki bir
suikast girişiminden bir mucize sonucu
kurtulduktan sonra savaşımını sürdüren bir
lider, dua ettikten sonra camiden çıkarken, havadan atılan füzelerle kalleşçe öldürülen bir kahraman. Dahi bir yazar bile, bu kuşaktan ve gelecek kuşaklardan bir
milyar Müslümanın hayranlık duyması için daha elverişli
bir kişilik yaratamazdı.
Yasin’in öldürülmesi
savaşan Filistin örgütleri arasındaki
dayanışmayı arttıracaktır. Burada da Yahudi yeraltısıyla
(Filistin direnişi arasında- G. A.) bir paralellik var. İngilizlere karşı savaşımın belli bir döneminde, Siyonist liderliğin
yarı resmi konumdaki yeraltı ordusu olan (ve bugünkü Fatah’ı andıran) Hagana’nın mensupları
arasında önemli bir huzursuzluk vardı. İrgun ve Lehi örgütleri inanılmayacak ölçüde gözüpek eylemler gerçekleştiren kahramanlar
olarak görülürken, elit Palmak birliğini
de içeren Hagana
yeterince aktif bir olmayan bir örgüt olarak algılanıyordu.
Hagana grubunun içindeki mayalanma, değişik örgütler arasında yakın işbirliğini savunan ‘Savaşan Ulus’ adlı bir örgütün ortaya çıkmasına
yol açtı. Bir kısım
Hagana mensubu da Lehi’ye geçti.
Şimdi benzer bir gelişme Filistinliler arasında
yaşanıyor. Değişik gruplar arasındaki
çizgiler giderek daha da bulanık hale geliyor. Siyasal liderlerinin buyruklarına karşı çıkan El Aksa Şehitleri Tugayı mensupları, ‘birlikte öldürüldüğümüze göre birlikte savaşalım’
diyerek HAMAS ve Cihat’la işbirliği yapıyor.
Bu fenomen daha da gelişecek ve saldırıların daha etkili olmasını
sağlayacaktır.
Halk arasında
HAMAS’ın popülaritesi, saldırı düzenleme kapasitesiyle
birlikte çok büyük ölçüde arttı. Ancak bu,
Filistin halkının İslami bir devleti kabul ettiği
ya da İsrail’le yanyana varolacak bir Filistin devleti düşüncesinden vazgeçtiği
anlamına gelmiyor. HAMAS üyeleri arasında bile bu fikri benimseyenler var. Ancak kitlelerin saldırıları
düzenleyenlere ve onların eylemlerine duyduğu hayranlık, İsraillilerin ancak kuvvetin dilinden anladığı yolundaki
inancı yansıtıyor, ki yaşanan deneyim de Filistinlilerin büyük ölçekli şiddet olmaksızın hiçbir
şey kazanamayacaklarını gösteriyor.
Ne yazık ki, durumun bunun tersi olduğunu gösteren hiçbir kanıt yok. Gerçek şu ki, Filistinliler şiddete
başvurmadan asla bir şey elde edemediler. Bu yüzden bu günlerde
bazı iyi niyetli Filistinli
kişilerin silahlı
savaşımın sona erdirilmesi çağrısında bulunan dilekçeler imzalamalarının hiçbir etkisi olmayacaktır. Onlar
halka, onları ikna edebilecek başka
herhangi bir metot gösterebilecek durumda değiller. Ve dahası bizim hükümetimiz, istisnasız her
zaman, bu tür davranışları zayıflık işareti olarak göstermektedir.
Daha da uzun erimde,
Yasin’in öldürülmesi İsrail’i varoluşsal bir
tehlikeyle yüzyüze getiriyor. Beş
kuşak boyunca İsrail-Filistin çatışması,
özünde ulusal bir çatışma, ülkeyi kendisinin sayan iki büyük ulusal
hareket arasında bir çatışmaydı.
Ulusal bir çatışma temelde rasyonel bir nitelik taşır ve uzlaşma
yoluyla çözülebilir. Bu zor olabilir, ama olanaklıdır. Bizim karabasanımız
her zaman, bu ulusal savaşımın bir dinsel savaşıma dönüşmesi olmuştur. Her din mutlak doğruyu temsil ettiğini
iddia ettiği için dinsel savaşımlarda uzlaşmaya yer
olmaz.
Şeyh Yasin’in şehitliği, barışa ve huzura
ulaşmış, sağlıklı bir ekonomisi olan
ve komşularıyla normal ilişkiler
içinde bir İsrail kurma şansını daha da azaltmıştır.
Bu, gelecek kuşak Arapların ve Müslümanların İsrail’i bölgede güç kullanılarak oluşturulmuş
yabancı bir oluşum olarak algılama ve Fas’tan
Endonezya’ya her dürüst Müslümanın onun kökünü
kazımak için savaşım vermekle yükümlü
görme tehlikesini arttırmaktadır.
Böyle derin düşünceler bizim üç generalimizin anlama kapasitesinin çok uzağındadır. Şaron, Mofaz ve Yaalon’un ve onun gibilerin anladığı tek şey dar bir milliyetçiliğin
hizmetindeki vahşi güçtür. Barış onlara ilham vermiyor ve uzlaşma onlar için
kirli bir sözcük. Belli ki, Filistin halkının uzlaşmaya hazır bir adam olan Yaser Arafat gibi birisi değil de, fanatik dinsel savaşçılar tarafından yönetilmesi halinde, onlar kendilerini çok daha
rahat hissedeceklerdir.
Tankların Refah hayvanat bahçesine vardığı gün
Chris McGreal,
el-Brezilya, Refah
The Guardian, 22 Mayıs 2004
Refah’taki
el-Brezilya kampında İsrail’in yıkım dalgasının son kurbanını göstermelerini istediğinizde pek çok parmak size hayvanat
bahçesinin yönünü gösterecektir.
İsrail ordusunun, yıktığını yadsıdığı, ama yıkmaya
devam ettiği düzinelerce evin yıkıntıları arasında, Gazze Şeridi’ndeki
küçücük, ama tek hayvanat bahçesinin yerle bir edilmesi, pek çok evsizin gözünde
güçlü bir sembolizm kazandı.
Katledilen devekuşu,
bir mahzen köşesinde korkudan sinmiş ve adeta taş
kesilmiş kanguru, tankların paletleri altında ezilmiş kaplumbağalar; bunların hepsi İsrail işgalinin acımasız doğasının örnekleri olarak gösterildiler.
Hayvanat bahçesinin
sahiplerinden olan ve kendi evi de yıkılmış bulunan Muhammet Ahmet Cuma şunları söyledi: “İnsanlar hayvanlardan daha önemli. Fakat,
hayvanat bahçesi çocukların Gazze’deki
gergin atmosferden uzaklaşabildikleri tek
yerdi. Burada çocuklar kayak kayabiliyor ve
oyun oynayabiliyorlardı. Küçük bir yüzme
havuzumuz vardı. İnanılması güç, biliyorum; ama, şimdi düşündüğümde hayvanat bahçesinin
güzel bir yer olduğunu anlıyorum. Burayı neden yıktılar? Yıktılar, çünkü, bize ait
olan her şeyi yıkmak istiyorlar.”
Evlerin sistemli bir
biçimde yıkılmış olduğu gerçeği, İsrail kuvvetlerinin
dün, resmi gerekçesi Filistinli savaşçıları avlamak
ve Mısır’dan silah kaçırmak
için kazılan tünelleri ortaya çıkarmak
olan operasyonunun beşinci gününde el-Brezilya kampından geçici olarak
geri çekilmelerinden sonra açığa
çıktı.
Saldırıda operasyonun, füzeyle vurulan
el-Brezilya kampı HAMAS askeri komutanı
gibi hedeflerinin yanısıra (İsrail
kaynaklarına göre- G. A.) üçte bir kadarı sivil olan 40’tan
fazla insan öldürüldü.
Ordunun dün geri çekildiği bölgede, bazıları iki ya da
üç katlı olan ve çok sayıda aileyi barındıran 45 kadar bina yerle
bir edildi.
İsrail ordusu, evlerin, Filistinlilerin İsrail kuvvetlerine saldırmak amacıyla yerleştirdiği bombaların
patlamasıyla ya da tankların sokaklarda dönüşleri sırasında kazayla yıkıldıklarını
ileri sürüyor. Fakat,
hepsi birbirini tutan anlatımlarında Filistinliler
yıkımdan, evlerin kapılarına
dayanan ve en iyi durumda dışarı çıkmaları
için içerdekilere sadece bir kaç
dakika süre tanıyan zırhlı buldozerleri sorumlu tutuyorlar.
15 çocuğu olan iki ailenin barındığı sekiz
yatak odalı evinin yıkıntıları
üzerinde oturan Cuma Ebu Hemad şunları
anlatıyor: “Buldozer eve vurmaya başladı.
Çocukları kaptım. Doğum sertifikaları gibi çok
önemli belgeler de içinde olmak üzere hiçbir şeyimizi alamadık. O anda sadece çocukların durumunu düşünüyordum.”
54 yaşındaki Azize Mansur, bir buldozerin komşunun evinden artakalan yıkıntının üzerine fırlattığı sarı bir taksinin kalıntılarını gösterdi ve “O
taksi tek geçim aracımızdı. Kocam sürüyordu.
Taksi, bu evde oturan herkesin gereksinimini karşılıyordu”
dedi.
Fakat artık ev mev de yok.
“Buldozerin bıçağı
içinde oturmakta olduğumuz odaya vurdu” dedi bayan Mansur. “Askerlere beyaz başörtümü sallarken gitmemize izin vermeleri için yalvardım. Bir yandan tankların ve kurşunların
arasında koşarken, bir yandan da
hepsinin hala yanımızda olduklarından emin
olmak için çocukları sayıyorduk. Bu,
Refah’da öldürülen yedi İsrail askerinin intikamını, kesinlikle
onun intikamını almak için
yapılan bir saldırı.”
Dün yıkılan evlerin hiçbiri, “Filadelfiya
yolu”na, yani İsrail’in Mısır sınırındaki güvenlik şeridine yakın değil.
Dolayısıyla bu evlerin silah kaçırma tünelleri kazmak için kullanılması ihtimali
bulunmuyor.
İsrail kuvvetlerinin el-Brezilya kampının bu
kesimindeki kontrollerini sürdürdükleri şu sıralarda, sınıra yakın başka
evlerin de yıkılıp yıkılmadığı bilinmiyor.
İsrail ordusu, kitlesel olarak evlerin yıkıldığı bölgede olmamakla birlikte, beş günlük aramalar
sonunda “bir tünelin girişinin” bulunduğunu açıkladı. Ordu, evleri kasıtlı olarak yıktığı
yolundaki savları da reddetti.
Kendisini Eli olarak
tanıtan ordu sözcüsü bayan, “Biz, el-Brezilya’da herhangi bir ev yıkmadık. Binalar çatışmalardan zarar gördü.
Teröristler, yolun altına ya da binalara yakın yerlere yerleştirdikleri
bombaları patlatıyorlar. Tankları tahrip
edebilen bombalar kolaylıkla evleri de
tahrip edebilir” dedi.
Fakat, evlerinden kaçan
Filistinlilerin ifadelerini bir yana bıraksak
bile, evlerin yıkılması bireysel patlamalarla açıklanacak gibi değil.
El-İmam yolu yakınında, hepsi de aynı sırada bulunan
20 kadar ev yerle bir olmuş. Ama
burada, herhangi bir büyük patlama
izi (yolda krater ya da yıkılan binaların bitişiğindeki evlerde hasar gibi) yoktu.
Yıkılan binaların
karşısında buldozerler yörede iyi tanınan bir aileye, Kişte
ailesine ait zeytinliği tahrip etmişlerdi
El-Brezilya’daki ev yıkımları,
İsrail ordusunun bu hafta Refah kampında
gerçekleştirdiği eylemleri üçüncü
kez çarpıtmaya girişmesine tanıklık etti.
Salı günü ordu, İsrail keskin nişancılarının
iki çocuğu başlarından vurarak öldürdüğü yolundaki suçlamaları
reddetti ve onların Filistinlilerin yerleştirdiği bir bombanın
patlaması sonucu öldüğünü ileri sürdü. Fakat daha sonra iki
çocuğun da başlarına isabet eden birer kurşunla öldüğü kanıtlandı.
Çarşamba günü ordu, bir İsrail tankının barışçı bir gösteri
yürüyüşüne ateş açması sonucu öldürülen
10 kişiden çoğunun silahlı olduğunu ileri sürdü. Ama aslında
kurbanların yarısı çocuktu ve çekilen televizyon filmleri göstericilerin elinde
tek bir silah bile olmadığını kanıtladı.
Ordu ilk başta,
İsrail askerlerinin, Refah kampındaki
çocukların, sincap, keçi, kaplumbağa gibi sıradan hayvanlarla bile
biricik ilişkisin sağlayan hayvanat bahçesini
kasıtlı olarak yıktığını yadsıdı.
Hayvanat bahçesinin
daha gözde hayvanları ise kangurular, maymunlar ve çocukların üstüne binebildikleri devekuşlarıydı.
Hayvanat bahçesi
tümüyle tahrip edilmişti. Çeşme ve onun tuğlaları bir köşede
karmakarışık bir yıkıntı oluşturuyordu. Yüzme havuzu görünürlerde yoktu.
Devekuşlarından birinin gövdesinin yarısı yıkıntıların içindeydi. Yerlerde Gine kuşlarının ve ördeklerin
ölüleri duruyordu. Keçiler ve bir geyik kırık bacaklarıyla dolaşmaya çalışıyorlardı.
Yıkıntıların altında
gömülü olmayan bazı hayvanlarsa ortalıktaydılar. Kangurulardan
biri kayıptı; diğeri bir mahzende
korkudan bir köşeye sinmişti. Bir yılanla
üç maymuna ne olduğu belli değildi. Bay Cuma, İsrail
askerlerini değerli Afrika papağanlarını çalmakla suçladı.
Ordunun açıklaması
gün içinde bir dizi evrim geçirdi. İlkönce, hayvanat bahçesini kendilerinin tahrip etmediğini
söylediler; daha sonra geriye doğru giden bir tankın kazayla hayvanat bahçesine
girmiş olabileceğini ileri sürdüler.
Dün geç saatlerde ise ordu, Filistinlilerin diğer yollara bubi tuzaklı patlayıcılar yerleştirmiş olması nedeniyle askerlerinin hayvanat bahçesinin içinden geçmek zorunda kaldığını söyledi.
En sonunda ordu sözcüsü,
zarar görmemeleri için askerlerin acıma duygusuyla kafeslerini
açarak hayvanları serbest bıraktığını
ileri sürdü.
Şaron’un Refah’taki Üçkağıtçılığı
Starhawk, 23 Mayıs
2004
Bir yılı biraz aşkın bir süre
önce, Gazze Şeridi’nde, Mısır sınırına yakın
Refah’taki bir evde bulunuyordum. Beş
yaşında, dalgalı saçlı, sevimli bir kız
çocuğu kucağımda oturuyordu. Ablası
ve erkek kardeşleri, kurşunların duvarlara çarpmasıyla oluşan müziğin eşliğinde ödevlerini
yapıyorlardı. Çocuklar İsrail keskin nişancı
kulelerinden ve tanklarından açılan ateşi o kadar kanıksamışlardı ki ateş
sesleri yoğunlaşana kadar tepki bile vermiyorlardı; o zaman büyük
olanlar yere uzanıyor, bebekler de kırılgan sığınakları olan
annelerinin kollarına gömülüyorlardı.
Ben oraya İşgale
karşı pasif direnişi destekleyen Uluslararası Dayanışma Hareketi’yle
birlikte gitmiştim. Bir evin yıkımını
önlemek isterken buldozer içindeki bir asker tarafından ezilen üyemiz
Rachel Corrie ve bir İsrail keskin nişancı kulesinden açılan
ateş altında kalan bir grup çocuğu kurtarmaya çalışırken vurulan
Tom Hurndall ile birlikte çalışan ekiplere yardım
etmeye gelmiştim.
Refah’tan gelen son haftaların
korkunç haberlerini okuduğumda onları,
karşılaştığım aileleri ve sokağa çıkmayı göze
aldığımız zamanlarda gruplar halinde bizi takip eden
derinden sarsılmış çocukları düşünürüm. Kaldığım evler, yaşlı adamların alacakaranlıkta küçük bir ateş üzerinde çay demlemek
ve sohbet etmek için birbirlerini ziyaret
ettikleri, kadınların hala kilden
ocaklarda ekmek pişirdikleri kalabalık mahallerle
birlikte yerle bir edildi. Zeytinlikler, portakal ağaçları buldozerlere yenik düştü. Kucağımda
tuttuğum ve şarkı söylediğim çocuklar gibileri
ve onların anne ve babaları,
topluluklarının tahrip edilmesini protesto etmek için
yaptıkları gösterilerde öldürüldüler.
Onlara daha umutlu
bir yaşam sunmak ve İsrailli
çocukların yaşamlarını güvence altına almak için
Şaron’un bugünkü politikalarının gerçek doğrultusunu anlamak çok önemli. El çabukluğu
yapan bir hokkabaz olan Şaron, “Buraya bakın!” derken gerçek
eylem başka yerde. Şaron
“Buraya bakın! Gazze’den
çekiliyoruz!” derken Bush da
“Tamam, biz de karşılığında Batı Şeria’da ne yaptığınıza
bakmayacağız” diyor. Fakat Gazze ve Batı Şeria birbiriyle bağlantılıdır ve gözlerimizi
her ikisinin üzerinde tutmazsak bu üçkağıtçılığa aldanırız.
Barışçı göstericiler
topluluğunun üstüne tank mermileri yağdırmak
ve silahlı helikopterlerle
ateş açmak o kadar alçakça
bir eylemdi ki en sonunda bıkkın ve sinik dünyanın dikkatini çekmeyi
başardı. Fakat İsrail ordusu, geçtiğimiz aylar boyunca Batı
Şeria’daki sivil direniş patlaması hızla
yükseldiğinde, pasif gösterilere ısrarla aşırı
şiddetle karşılık verdi. Bu büyüyen
pasif direniş hareketi;
ordunun inşa ettiği, Filistin topraklarına
giren, tarım alanlarını karşılık ödemeksizin
istimlak eden, yeşil tepelere hasar veren, çok eski
zeytin ağaçlarını kökünden söken ve
tarihsel olarak İsrailli komşuları ile tümüyle
barışçı ilişkilere sahip olan bu toplulukları
yokeden, sözde “güvenlik” duvarını hedef alıyor.
Bu gösteriler,
Uluslararası Dayanışma Hareketi’nden, Uluslararası
Kadın Barış Servisi’nden ve başka insan hakları gruplarından uluslararası eylemciler tarafından desteklendi.
Köylüler, İsrail barış topluluğuna da yardım
çağrısında bulundular ve İnsan Haklarını Savunan Hahamlar, Bat Şalom ve Duvara
Karşı Anarşistler gibi bir dizi değişik
örgüt ve daha pek çoğu bu çağrıya olumlu karşılık
verdiler. Filistinliler, İsrailliler ve uluslararası eylemciler coplara,
atlara ve tutuklamalara bir arada karşı durdular
ve ses bombalarına, göz yaşartıcı gaza, kauçukla
kaplanmış çelik kurşunlara ve gerçek
kurşunlara hedef oldular. Sadece Biddu köyünde,
barışçı, silahsız protestolarda beş
Filistinli vurularak öldürülürken bir kişi de göz
yaşartıcı gaz nedeniyle yaşamını yitirdi. İsraillilerden de ciddi
bir şekilde yaralananlar oldu ve
bir çoğu bir İsraillinin öldürülmesinin an meselesi olduğuna inandıklarını bana özel
olarak itiraf ettiler.
Seksenlerin sonlarında
başlayan ilk intifada toplumun her kesimini esas
olarak, boykotlar, iş durdurmalar ve vergi
isyanları gibi işgale boyun eğmeme eylemlerine çeken
bir sivil direniş hareketiydi. Filistinliler ilk intifadayı, İsraillileri pazarlık
masasına getiren, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü Filistin hareketinin müzakerelerdeki temsilcisi olarak kabul ettiren ve Oslo barış anlaşmasının zeminini oluşturan eylem olarak görüyorlar.
Fakat, hemen hemen
herkes Oslo sürecini bir ihanet süreci
olarak görmektedir. Oslo, onyılı boyunca İsrail,
Batı Şeria ve Gazze’de aslında tepelerde kurulmuş silahlı banliyölerden başka bir şey olmayan illegal yerleşim
birimlerini finanse etmeye ve desteklemeye devam
etti ve yerleşimcilerin sayısını iki katına
çıkardı. Bunlar karşılıksız bir şekilde Filistin topraklarına
elkoydular, Filistin topluluklarını bölen ve parçalara ayıran ve
Filistinliler için yasak olan bir yol şebekesi
inşa ettiler ve yerleşimcileri korumak ve Filistinlilerin hareket özgürlüğünü kısıtlayan kontrol noktalarına askeri
personel sağlamak için dev bir askeri altyapı
oluşturdular. Oslo sürecinde yaşanan hayal kırıklığı, İsrail hükümetinin iyi
niyetine karşı bir inançsızlığa
yol açtı ve ikinci
intifadayı karakterize eden silahlı
savaşımın ortamını hazırladı.
Filistin toplumunun yalnızca
çok küçük bir kesimi aktif olarak silahlı
direnişe katılıyor. İnsanların büyük çoğunluğu haklarını savunmak istiyor, fakat kimseyi öldürmek istemiyor. Kitlesel bir sivil direniş hareketi, bu savaşım için bir mecra
oluşturabilir ve uluslararası
bir sempati ve desteğin tetikleyicisi olabilir. Geçen aylarda olduğu
gibi Filistinlilerin ve İsraillilerin birlikte, omuz omuza, aynı sopalar
ve kurşunlara karşı durarak savaşım
verdiği bir hareket İsrail sağ kanadının iktidar temeli için son
derece büyük bir tehdit oluşturacaktır.
Bu yüzden bu
hareket bastırılmalı, liderleri tutuklanmalı,
uluslararası barış aktivistlerinin ülkeye
girişi engellenmeli ve gösteriler sert bir şekilde bastırılmalıydı. Batı Şeria’da göstericilerin
vurulması, Gazze’deki bir gösterinin bombalanması
ve düzinelerce Filistinlinin
ölümü için zemin oluşturdu.
Şaron’un yarıda kalan Gazze’den çekilme planının asıl hedefi Batı Şeria’ydı. Gazze, çok
az kaynaklara sahip, Kutsal İsrail’in bir parçası değil ve burada geniş
ve ele avuca sığmayan bir Filistinli nüfusu yaşıyor. Bu
Filistinli nüfus; kendi nüfusunun
yüzde 20’sini oluşturan kendi Filistinli yurttaşlarını tüm haklarından yararlandırmayı reddeden ve işgal altındaki topraklarda
yaşayan Filistinlileri onyıllardır sıkıyönetim
altında tutan İsrail’in hem Yahudi hem de demokratik olabileceği yolundaki zayıf efsaneyi ayakta
tutan demografik yapıyı tehdit etmeksizin asıl
İsrail’e kolaylıkla entegre edilemez.
Bu bölge için
yürütülen çekişmede asıl ödül Batı Şeria’dır. Burası, en verimli toprakların bir bölümünü,
iki ana su yatağını ve hala bozulmamış doğal güzellikleri içeriyor. En önemlisi, İbrahim’in dolaştığı ve gömüldüğü,
Yeşu’nun (=Joshua- G. A.) Eriha muharebesini yaptığı,
peygamberlerin gürlediği ve festivallerin kutlandığı Kutsal Kitap’ın
tarihsel toprağıdır. Batı Şeria, Judea ve Samarya, yani vadedilmiş toprakların yüreğiydi.
Gazze’nin, Bush’un Batı
Şeria’nın ilhakını üstü örtülü bir biçimde
onamasıyla takas edilmesi, Şaron’a iyi bir alışveriş gibi görünmüştü.
Fakat o, bu alışverişi, kendi partisinin bir santimetre topraktan bile vazgeçmeyi ya da bahçedeki bir hela kadar bir
alandan geri çekilmeyi bile kabul etmeyen sağ
kanadına benimsetemedi. Böylece ordu, askerlere yapılan saldırılara büyük çaplı ev yıkımları ve sivillere karşı
dörtbaşımamur bir savaşla yanıt verdi.
“Güvenlik” duvarı, intihar bombalamalarına ya da
tehlike koşullarının tırmanışına verilen
bir yanıt değil. Bu, İsrail devletinin, gözünü diktiği Batı Şeria topraklarını ele geçirerek genişlemek için 1970’lerden
beri yürürlükte olan uzun vadeli
stratejisinin bir parçasıdır. Bu
stratejinin bir parçası, duvarın içinde kalan ve çevresindeki
tarım alanlarını fiilen ilhak eden ve
komşu Filistin çiftçilerinin geçimini yokeden illegal yerleşim birimlerinin
inşasıdır. Birbirine bağlı
bariyer labirentleri bir çok Filistin köyünü izole ediyor, onları
dikenli tellerin arkasında kuşatıyor, birbirlerinden ve Batı Şeria’nın geri kalanından
ayırıyor ve onları açık hava hapishanelerine çeviriyor. Duvar ve yerleşim
birimleri asıl İsrail içindeki nüfusu
doğuya, yerleşim bloklarının yakınına doğru kaydıracak ve böylece bu blokları,
asıl İsrail’in tümüyle kaynaşmış bölümleri haline
getirecek olan İsrail transnasyonal
otoyolunun inşasıyla bağlantılıdır.
Duvar, bölgenin
ana su yataklarının yer aldığı araziyi gaspediyor. Batı
Şeria nüfusunun yüzde onundan azını
oluşturan yerleşimciler, daha şimdiden
su kaynaklarının yüzde seksenini kullanıyorlar. Duvar
geriye
kalanı da alacaktır.
Duvar, olası bir Filistin devletinin sonu anlamına gelmektedir. Pek çok Filistinli
açısından iki-devletli çözüm,
isteksizce varılmış bir uzlaşmaydı; fakat liderleri ve İşgal
Altındaki Topraklarında yaşayan büyük bir çoğunluk
tarafından benimsendi ve desteklendi. Bu uzlaşma,
tarihsel Filistin topraklarının neredeyse yüzde seksenini, geriye
kalan yüzde yirmide kurulacak özerk
bir devlet vaadi karşılığında İsrail’e
bırakıyor. Bu, bir çok İsrailliye makul bir çözüm gibi gözüküyor
ve Filistinlilerin çoğu isteksizce de olsa bu çözümü kabul
etmeye rıza gösteriyordu.
Duvarın inşasıyla bu seçenek ortadan kalkmıştır.
Duvar, devlet kurmak için yeterli alan, su ya da kaynak bırakmıyor. O, Filistin nüfus merkezlerini dışında
birbirinden yalıtılmış, açık hava hapishanelerine dönüştürüyor.
Kişisel olarak iki-devletli, tek-devletli ya da devletsiz çözümü
istediğiniz kadar tercih edin, bölge için esas seçeneklerden birini tek taraflı
olarak ortadan kaldırmak ne barış ne de güvenlik
getirir. Eğer Şaron’un politikaları Filistinliler için ayrı bir
devlet seçeneğini ortadan kaldırıyorsa,
onun oyuna nasıl bir son perde planladığını sormamız gerek. Dört
milyon insan için sürekli işgal, sonugelmez bir mahpusluk mu? Başka yere
nakil mi? Yoksa düpedüz soykırım mı? Başka yerde bu seçeneklerin
adı “etnik temizlik”tir ve bunların
hiçbiri İsrail ve dünyanın geri kalanı için daha fazla güvenlik
ya da barış getiremez.
Gerçek bir güvenlik politikası, İsrail’in; duvarın inşasını, ‘hedef alarak öldürme’ politikalarını, sivillere saldırıları ve barışçı
gösterilere vahşi bir biçimde
karşılık vermeyi resmen durdurmasıyla
başlayabilir. Böylesi eylemler, bölgenin
bütün halklarının kendi geleceklerinin
belirlenmesinde seslerini duyurabileceği iyi
niyetli ve içtenlikli müzakerelere girişme isteğini açığa vuran bir rota değişikliği için küçük bir başlangıç oluşturabilir.
Şimdi seslerimizi yükseltmek, güvenlik adı altında sivillerin ve çocukların öldürülmesini durdurmak için Şaron üzerine baskı uygulamak
ve gerçekten de barışa
doğru giden bir yol izlemeye başlamak,
İşgali finanse eden ABD’ndeki bizlere ve uluslararası
topluma bağlı.
1967’den Bu Yana
Filistinli Yetişkinlerin Yarısı İsrail Cezaevlerinde
Yattı
İsrail’in
İşkenceyi Yaygın Bir Biçimde
Kullanması Sergilenmelidir
Mustafa Barguti, Daily
Star, 9 Haziran 2004
Irak’taki Ebu Gureyb
cezaevinde mahpuslara işkence yapan
Amerikan askerlerinin görüntüleri dünyayı şoke etti. Ancak, bu kukuletalı ve çıplak
insan görüntüleri Filistin halkını şaşırtmadı. Bu görüntüler,
İsrail cezaevlerinde yatmış olan onbinlerce Filistinliye sadece kendilerinin hedef olduğu
işkenceleri anımsattı.
Bir çok durumda Iraklıların Ebu
Gureyb’de tabi tutuldukları davranışla İsrail’in işkence metotları
arasında şaşırtıcı bir benzerlik var. Şimdi
dünya basınında, İsrail güvenlik görevlilerinin Irak’a
yollanan özel ABD güvenlik
elemanlarının eğitimine fiilen yardım
ettiği yolunda suçlamalar yer alıyor.
Bu savların
doğru olup olmadığı bir yana, dünyanın, İsrail’de işkencenin yaygın olduğunu anlaması
gerekiyor. Filistin halkına dayatılan sistemli insan hakları ihlallerini
görmezden gelerek Amerikan
askerlerinin eylemlerini kınamak hiç de
yeterli sayılamaz.
Tıpkı ABD gibi, İsrail de en yüksek ahlaki standartlara sahip olduğunu ileri sürüyor;
ne var ki İsrail Silahlı Kuvvetleri ve hükümeti içinde işkenceyi gerekli ve kabul edilebilir bir silah olarak gören öğeler olduğu
açıktır. ABD’nin olduğu gibi İsrail’in de, Uluslararası
Ceza Mahkemesinin yasallığını kabul etmeyi reddetmeleri, bu iki ülkenin, baskı yaptıkları
kişilere hesap vermeksizin mahpuslara yapılan
işkenceyi meşrulaştırmak istedikleri
yolundaki şüpheleri arttırmaktan başka bir sonuç
vermeyecektir.
6 Eylül 1999 tarihli bir İsrail Yüksek Mahkemesi
kararı bir dizi işkence tekniğini yasakladı. Ancak, bu metotların kullanımı tümüyle yasadışı kılınmadı. Yani, mahkemenin kararı Knesset’e,
istihbarat görevlilerine bu tür metotlar kullanma yetkisi verecek yasaları çıkarma olanağı
sağlıyor. Mahkeme, İsrail’in karşı karşıya
bulunduğu güvenlik sorunlarının istihbarat
servislerine işkence yapma yetkisi tanımayı
gerektirecek kadar ciddi olduğu
kanısındaydı.
Şimdi ise, her Filistinlinin “patlamaya hazır bir bomba” olduğu bahanesi, İsrail
güvenlik güçlerine, çocuklar da içinde olmak üzere ellerinde bulunan tüm
mahpuslara kötü davranmaları konusunda açık bir çek veriyor. İnsan hakları grupları, son iki yılda
İsrail cezaevlerinde işkence kullanımının
arttığını ve daha da sistemli hale geldiğini ileri sürüyorlar. İşgal Altındaki Topraklar
üzerindeki askeri denetimin sıkılaşmasına
bağlı olarak İşkenceye Karşı BM Konvansiyonunun ihlalleri daha da yaygın hale gelmiş bulunuyor.
Yasama gücünün
tam desteğini de arkasına
alan İsrail ordusu ve
polisi, İsrail cezaevlerinde hiçbir
hesap verme kaygısı olmaksızın davranma kültürünü sürdürmektedirler. İşkenceye Karşı İsrail Kamu Komitesi (=PCATI), İsrail Başsavcısının, yaşanan tüm işkence
olaylarını gerekli bir güvenlik önlemi olarak görmek suretiyle onayladığını
ortaya çıkardı. Yüksek Mahkeme PCATI’nin, mahpusların yasal
destekten yoksun bırakılmalarına karşı verdiği 124 başvuru dilekçesinin, istisnasız hepsini reddetti.
Eski Filistinli mahpusların
verdiği binlerce ifade, onların İsrailli
işkencecilerinin görevlerini yapmaktan ne kadar
zevk aldıklarına tanıklık ediyor. Tıpkı
Irak’ta olduğu gibi, ne idüğü
belirsiz bir güvenlik bayrağıyla örtündüğü
sürece aşağılama ve kötü
davranışın kabul edilemeyecek türü yoktur. İsrail ordusu ve polisinin
insan onuru ve uluslararası hukuka karşı
takındığı umursamaz tutum gerçekten de alçakça bir nitelik taşımaktadır.
Bir çok Filistinli mahpusun öldürülmesi ve sakatlanması
da içinde olmak üzere,
savlarını çürüten tüm kanıtlara rağmen İsrail, cezaevlerinde
işkence uygulamalarını yadsımayı sürdürüyor. Halihazırda İsrail cezaevlerinde çoğu kendisine suç
atılmamış ya da yargılanmamış olan 7,000’den fazla mahpus bulunuyor. Bu mahpusların büyük
çoğunluğu, serbest bırakılmalarından önce şu ya da bu ölçüde işkence görmüş olacaklardır. 1967’den bu yana, çoğu yetişkin erkekler
olmak üzere 650,000 dolayında
Filistinlinin İsrail cezaevlerinde yatmış olduğunun farkına varmak bir şok etkisi yapabilir.
Bu, her iki yetişkin Filistinli erkekten
birinin cezaevinde kaldığı anlamına gelmektedir
Ebu Gureyb
cezaevindeki işkence Bush yönetimini
derinden sarstı. İsrail’in Filistinli mahpuslara uyguladığı barbarca davranışı
sonunda sergilemek ve lanetlemek için gereksinim duyulansa, sadece fotoğrafik kanıtlardır. İkisi
arasındaki tek fark bu; ama zaten eski mahpusların
ifadeleri ve insan hakları örgütlerinin
soruşturmalarının ortaya çıkardığı
kanıt yığını İsrail’i mahkum etmek için
yeterlidir. Binlerce Filistinli acı çekmeye devam ederken Amerikan askerlerinin Irak cezaevlerindeki eylemlerini
lanetlemek yeterli değildir. İsrail’in işkence uygulamaları da sergilenmelidir.
Dr. Mustafa Barguti,
Filistin Ulusal İnisiyatifiʼnin genel sekreteridir. Kendisi Ramallahʼta yaşamaktadır.
İsrail Buldozeri Felçli Adamı Gazze’deki
Evinde Ezdi
Reuters, Gazze, 12 Temmuz 2004
Tanıkların
anlattığına göre, Pazartesi günü,
İsrail ordusunun militanların silahlı mevzileri olarak tanımladığı evleri yıkmak
için düzenlediği bir operasyon sırasında
bir İsrail buldozeri
Gazze Şeridi’ndeki evini yıkarken
felçli bir Filistinli adamı ezerek öldürdü.
Olay sırasında
70 yaşındaki İbrahim Mahmut Halafallah evinin içindeydi; ancak
Filistinli hastane görevlilerinin ve tanıkların
söylediğine göre İsrail askerleri, ailesinin
onu evden dışarı çıkarmasını beklemeden
evi yıktılar.
İsrail ordusu, Han Yunus kenti yakınında bulunan
ve yakındaki Yahudi yerleşim
birimlerine roket atmakta ve ateş açmakta
kullanılan dermeçatma barakaları ve inşaatı
tamamlanmamış yapıları yıktığını ileri sürdü.
Tanıklar, İsrail
tankları ve buldozerlerinin operasyonu sırasında
şiddetli silah sesleri duyduklarını belirtiyorlar.
Kendisinin de evi yıkılan
28 yaşında ve dört
çocuk babası Ahmet Hamut, “Buldozer komşumuzu
toprağa gömerek öldürdü... Her şey 10 dakika içinde olup bitti.
“Buldozer geldiğinde
ben eşimle birlikte
evimdeydim. Kaçtık... Ne yatağımızı,
ne de buzdolabımızı kurtarabildik. Her şeyimizi yitirdik.
Geleceklerini bilmiyorduk” dedi.
Halafallah’ın kuzeni Süheyla, ailesinin buldozer sürücüsüne
evin içinde insan olduğunu
söylediğini, ancak bunun onu durdurmaya yetmediğini
söyledi. Filistin güvenlik yetkilileri 26 evin yıkıldığını açıkladı.
İsrail askeri kaynakları, askerlerinin evlerin
boşaltılmasını sağlamak için elinden
geleni yaptığını ve evlerdeki insanları
uyardığını, ancak bubi tuzağı yerleştirilmesinden
çekindikleri için binaları aramadıklarını belirttiler.
Reuters televizyon film çekimleri, briket
evleri yıkılanların, yıkıntıları ararken gösteriyordu.
Onlar yıkıntıların arasından, giysilerinin, tozlara bulanmış battaniyelerinin
ve oyuncaklarının yanısıra, içlerinde ördekler, tavşanlar ve bir de köpeğin bulunduğu hayvan
cesetleri çıkarıyorlardı.
Bu yılın
başlarında İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un,
İsrail’in, 1967 Ortadoğu savaşında ele geçirdiği Gazze Şeridi’nden
askerlerini ve yerleşimcileri çekeceğini
açıklamasından bu yana bu yoksul bölgede şiddet
olayları yoğunlaştı.
BM rakamlarına
göre, 2000 yılında patlak veren Filistin ayaklanmasından bu yana İsrail ordusunun operasyonları
sonucu evsiz kalan insanların sayısı 22,000’i aştı.
Kaynak: Reuters
Nablus’ta Silah
Tehdidi Altında
Orla Guerin, BBC
muhabiri, Nablus, 14 Ağustos 2004
Yeteri kadar uzun yaşayanların
çok şey gördükleri söylenir. Rana Malhas şimdi
kendisini işte bunlardan
biri sayıyor.
O, bundan 82 yıl
önce Türkiye’de doğmuştu. Fakat, bu kibar ve
konuksever yaşlı kadın şimdi akrabalarıyla birlikte
avlusunda üzüm asmaları bulunan taş bir evde yaşıyor.
Onun evi, Nablus
kentinin kenarındaki Balata mülteci
kampında.
Bölge, İsrail hedeflerine çok sayıda intihar
eylemcisi göndermiş bulunan Filistinli militanların
kalelerinden biri.
Bu hafta Rana kendi
evinin içinde, tepeden tırnağa
silahlı İsrail askerleri tarafından silah tehdidi altında saatlerce
bekletilirken biz de onun yanında bulunuyorduk.
Rana’ya bakmak için
çağrılan yörenin doktorlarından Hasan Hamdan’la
birlikte film çekimi yapıyorduk.
Rana’nın evi İsrail askerlerinin işgali
altındaydı. Askerler araçlarıyla kampa girip çıkıyor ve bu
arada kendilerine taş atan çocuklar
da sokakta toplanıyorlardı.
Bu bir kedi fare
oyununu andırıyordu.
Tutsak
Evin dışında,
askerlerin varlığını belli eden herhangi bir şey yoktu. Önce
Dr. Hamdan girdi içeriye; bir süre sonra da ardından
biz girdik.
Fakat, daha biz Dr. Hamdan’ı
bulmadan İsrail askerleri bizi buldular ve önce kameraman,
sonra yapımcı ve sonra ben olmak üzere
bizi silah tehdidiyle üst kattaki kullanılmayan bir odaya
soktular.
Sandalyesinde tutsak
ve başında gümüş saçlarını örten bir başörtüsüyle
bir köşede duran Rana’yı
işte orada gördük.
Düzgün giyimli ve tetikte olan Rana’nın arkasında, kendisini korumak istercesine doktor ile Filistinli bir hastabakıcı
duruyordu.
Askerler, telefonlarımızı
aldılar, kamera ve teypimize el koydular ve oradan ayrılmaya
kalktığımızda, silahlarının namlularıyla bizi
geriye itelediler.
Şaşkınlıktan çok bir tevekkül gösteren Dr.
Hamdan, dimdik, sakin ve nazik bir halde bekliyordu.
O, “Üç gün
önce askerler beni bu halde saatlerce beklettiler.
Son bir kaç yılda bu tür deneyimleri 10 kez yaşadım” dedi.
Bazıları kurumlu olan askerlerin hepsi de gençti ve yerlere uzanmışlardı. Bir kaçı
da keskin nişan tüfeğini mevzi alarak yerleştirmiş oldukları en büyük
pencerenin yanındaydılar.
Komutan ile keskin nişancı
gözlerini aşağıdaki yola dikmişlerdi.
Aşağıdan bağırma ve alışılagelmiş
çatışma sesleri geliyordu; ancak olayların boyutu küçüktü.
Pazarlık Yok
Rana konuşmak
için bize doğru eğildi. O öncelikle bizim için
kaygılıydı.
“Benim evimde başınıza
bu işin gelmesinden
ve size bir kahve ikram edememekten ötürü üzgünüm” dedi.
Dr. Hamdan,
tansiyonu yüksek olan Rana’yı hareket ettirmek için ricada
bulundu. Askerler bunu reddetti.
Dakikalar saatlere dönüşmeye
başlarken Dr. Hamdan, burada daha ne kadar tutulacağımızı
sordu.
Bir asker kusursuz İngilizcesiyle,
“Biz birisini öldürene kadar burada bekleyeceksiniz” diyerek yanıtladı bu soruyu.
“Burada yasadışı
olarak tutuluyoruz” dedim.
Askerler başlarını
sallayarak dediğimi onayladılar, ama gene de gitmemize izin vermeyi reddettiler. Birisi, “Yerimizi açığa
vurmak suretiyle yürüttüğümüz operasyonu tehlikeye sokabilirsiniz” dedi.
Fakat Balata’da
hemen hemen hiçbir şey gizlenemez. Yöre
halkı askerlerin eve girdiğini ve hala orada olabileceklerini biliyordu.
Doktor hastası
için ricada bulunmaya devam etmeye kalkışınca
çirkin anlar yaşandı.
O, “Rana hasta ve
dinlenmeye gereksinimi var. O neden burada kalsın ki?” dedi.
Askerlerden biri
dalga geçerek, “Kalması gerekiyor; çünkü
onun oğlu benim
evimin yakınında kendini havaya uçurdu”
dedi. Oysa Rana’nın çocuğu yok.
Keskin nişancı
Daha sonra, beni
hedef alan bir-iki tehdit savruldu.
Askerlerden biri İbranice,
“O buradan bir ceset torbası içinde çıkacak”
derken, benim konuşulanları anlayamayacağımı
varsayma hatasına düşüyordu.
Tüfeğini elinden bir an bile bırakmayan keskin nişancı
aşağıdaki kalabalığı taramaya devam
ediyordu.
Birden diğer askerler de onun yanına gittiler
ve gergin bir hava esti.
Birisi, “Orada bir
silah dolaşıyor elden ele” diye bağırdı.
Diğerleri onayladılar.
Tam o sırada keskin nişancı, kulakları sağır eden silahıyla
bir el ateş etti ve
sokaktakilerden birini vurdu.
Daha sonra, bir ambülansın
yanında durmakta olan 15 yaşındaki bir oğlan çocuğunun vurulduğunu öğrendik. Filistinliler onun silah taşıdığı savını yalanladılar. Çocuk ağır
yaralanmıştı; ama hala sağdı.
Askerler bizi,
Filistinlilerden gelebilecek ateş riski altında
odada bekletmeye devam ettiler. Fakat aşağıdan
ateş edilmedi.
Üç buçuk saat sonra serbest bırakıldık ve
askerler evi terkettiler.
Aşağıda kardamomla tatlandırılmış kahvelerimizi
içerken Rana sıkıntılı saatlerin başlangıcını anlattı bize.
“Sabah kahvaltıdan
sonra, saat 7:30 sıralarında kuşlarımla,
güvercinlerimle konuşmak için yukarıya çıktım. İki gündür görmediğim için
onları özlemiştim. O sırada askerler çıkageldiler.
“Benim hareket
etmeme ya da su içmeme izin vermediler. Yaşamım
boyunca çok şey gördüm, ama bu kez düşmanla yüzyüzeydim. Yaşlı olduğum için korktum.”
Şikayet
Serbest bırakılmamızdan
sonra yetkililere şikayette bulunduk.
İsrailliler
yaptıkları açıklamada üzüntülerini bildirdiler
ve soruşturma yapılacağı konusunda söz
verdiler; ama askerlerin saldırı
olasılıklarına ilişkin somut uyarılar
nedeniyle Nablus’ta bulunduğunu da eklediler.
Rana’dan ya da Dr.
Hamdan’dan ise özür dilenmedi.
Batı Yakası’ndan Notlar
İnşa Et, Yık, Yeniden İnşa Et
Bill ve Kathleen
Christison, 23 Ağustos 2004
Geçenlerde İsrail’in
yıktığı bir Filistinli evinin yeniden inşa edilmesine yardım etmek üzere bir kez daha Kudüs ve Batı
Yakası’na geldik. Geçen yıl yapmış olduğumuz gibi, yıkılan evi yeniden inşa
etmek için Ev Yıkmalara
Karşı İsrail Komitesi (=ICAHD) adlı İsrailli muhalefet grubunun örgütlediği iki haftalık
çalışma kampına katıldık. Bu ev, Doğu
Kudüs’ün hemen dışındaki Anata adlı aynı köyde, geçen yaz
yeniden inşa ettiğimiz evin neredeyse bitişiğinde.
Bu, yetişkin çocuklar ve onların aileleri de içinde
olmak üzere 23 dolayında
insandan oluşan çok büyük bir ailenin yaşadığı küçük, iki katlı
ve dört daireden oluşan
bir ev. Ev, Haziran ayında tahrip edilmiş ve orada kalan 23 kişinin
tümü başka akrabaların yanına yerleşmek zorunda kalmıştı.
Bizim çalışma kampımız bu iki haftalık süre içinde, evin
sadece ilk katını inşa edecek. Eğer ev hemen yeniden yıkılmazsa, geri
kalan bölümü herhalde daha sonra yapılacak.
Bu, Filistinli Doğu
Kudüs’ün ve çevresindeki Batı Yakası bölgesinin
olağan öyküsü: Filistin nüfusunun büyümesini engellemeye ve dışarıya göçü teşvik etmeye çalışan
İsrail, Filistinlilerin inşaat izni almalarını hemen hemen olanaksız
hale getirmiş bulunuyor;
Ama, Filistinliler, genellikle inşaat izni
almak için pek çok
girişimde bulunduktan sonra gene evlerini inşa ediyor, İsraillililer de evleri
bazan biter bitmez, bazan aylarca, bazan da yıllarca sonra yıkıyorlar. Bu kaprisli yaklaşım,
yaşamı iyice dayanılmaz ve öngörülemez hale getirip çok
sayıda Filistinliyi topraklarını terk etmeye zorlama politikasının bir başka
yanı.
Buraya yaptığımız
diğer yolculuklarda olduğu gibi, bu yolculuk ta hayli yoğun geçti. Filistinlilerin göğüs germek
zorunda kaldıkları zulmün boyutları hemen hemen
dayanılmaz. Bu zulüm
geçen yılkinden çok daha fazla ve
giderek daha da artıyor. Bunu anlatmak için
uygun sözcükler bulmak çok zor.
Kamp başlamadan
önce Filistin’de geçirdiğimiz ilk günde, eski tanıdık taksi şoförümüz, geçen yıl biz
buradayken henüz inşaatına başlanmamış olan duvarı
görebilmemiz için bizi Doğu
Kudüs’te arabasıyla gezdirdi. Duvar kıvrılarak,
onun kentinden (İncilin ünlü Betani kenti) ve Kudüs’ün içinde ve çevresindeki
diğer semtlerin de içinden geçiyor. Bu gerçekten de dehşet verici bir şey. İsrailliler duvarın, bir tepenin üzerinden geçen ve
dostumuzun evinin hemen bir kaç metre ötesindeki
bölümünü tamamlamışlar; bu bölüm eve o kadar yakın ki, daha önce
evi serinleten rüzgarın esintisi bile kesilmiş. Ve İsrailliler
duvarın tepeden aşağı doğru olan rotasının evinin hemen yanından
geçeceğini söylüyorlar ki, bu arabasını
sürüp evinden çıkarmasını bile adeta olanaksızlaştıracak. Dahası, bunun böyle olması halinde duvar, şoför
dostumuzun evinin bitişiğinde olan kardeşinin evinin tam ortasından
geçecek ve onun tümüyle yıkılmasını gerektirecek. Semtte oturanlar bu olup bitenleri protesto etmek için
avukat aracılığıyla mahkemeye başvurmuş ve şu
anda İsrailliler bu bölgede duvar inşaatını
durdurmuşlar. Fakat böylesi gelişmeler her yerde yaşanıyor ve çoğu
köylerin ve semtlerin başvurularının büyük
çoğunluğu reddediliyor. Hemen hemen herkesin yaşamını
etkileyen tahribat ve altüst oluşun
boyutları korkunç.
Bir akşam kampta geç saatlere kadar
oturup, 1990’ların ortalarında Filistin’in
Cenin kentinde bir grup genç Filistinli
çocuğun bir tiyatro grubu oluşturmasına yardım
eden İsrailli bir kadını
anlatan “Arna’nın Çocukları” adlı İsrail filmini izledik. Daha sonra ölen Arna,
Filistinli bir adamla evlenmişti; onların oğlu ve filmin yapımcısı olan
Juliano Mer Hamis gösterimden sonra
bizimle sohbet etmek için çalışma kampına geldi. Özetle,
içinde mutlu dönemlerinde gösterilen Filistinli çocuklardan, biri dışında
hepsinin, ya 2002’de Cenin’e yapılan
saldırıda İsraillilerle savaşırken ya da iki
ayrı intihar eyleminde yaşamını yitirmiş
olduğu bu film çok etkileyici bir sanat yapıtı. İsrail işgaline karşı uzlaşmaz bir tutum alan ve ölümlerinin “her halkın
özgür olmak için ödemesi gereken bir bedel” olduğunu söyleyerek Filistinli çocukların işgale karşı direnişini destekleyen Mer Hamis, çok karizmatik
bir kişi.
Bu yıl kampta çok ilginç bir karakter topluluğu,
geçen yılkinden çok daha çeşitli ve kalabalık bir karakter topluluğu
var. ICAHD’ın Uluslararası Koordinatörü, Meksika’da hukuk okumanın yanısıra İngiltere’de felsefe dalında mastır derecesi
ve doktora yapmış, beş yıl önce Museviliği benimsemiş, işgal altındaki topraklarda neler olup bittiğini ancak
daha sonra öğrenmiş ve bu yılın
başlarında İsrail’in politikalarına karşı bir şeyler
yapabilmek için İsrail’e taşınmış genç bir Meksikalı kadın. Öyle görünüyor ki, gönüllülerin
büyük çoğunluğu İsrail-Filistin sorunu konusunda önemli
bir deneyim edinmiş ve çoğu daha önce burada bulunmuş ve işgale
karşı direnen örgütlerle birlikte çalışmalar yapmış kişiler. Kampa sürekli
gelenler arasında Fransa’dan dört kişi, bir
Arjantinli, İspanya’dan bir çift,
İtalya’dan üç kişi, bir İskoç ve
Londra’dan, aralarında
bir kaç yıl önce Müslüman olan ve başörtüsü takan genç bir kadının da bulunduğu
üç kişi. Beklenmedik bir biçimde New Mexico eyaletinden gelmiş olan dört
kişiyle birlikte bir miktar Amerikalı varsa da, sayımız diğerlerine göre epey az.
Bu “düzenli” eylemcilere ek olarak, bize bir ya da iki günlüğüne eşlik eden başka gruplar ya da bireyler
de var. Çok sayıda vicdani redçi,
Batı Yakası ve Gazze’de askerlik yapmayı kabul etmeyen yedek askerler ve başka İsrailli direnişçiler geldi; bir kaç gün önce ise bir
tam gün boyunca çok sıkı çalışan bir Japon grup vardı burada. Çoğu
günler, öğle ve akşam yemeklerinden
sonra grup tartışmaları yapıyorduk ve bu
kadar çok insanın -ve çok
ilginçtir ki özellikle İsraillilerin- rahatlıkla
Siyonist olmadıklarını belirtebilmeleri ve bunu otomatik olarak anti-Semit ya da İsrail-düşmanı
olarak damgalanmaksızın yapabilmeleri çok şaşırtıcıydı. İsrail’in politikalarına dürüst ve eleştirel olarak bakabilen, İsrail’in
Filistinlileri köşeye sıkıştırarak yoketme çabasını tanılayan ve bunu
durdurmaya çalışan bu kadar çok insanla karşılaşmak ferahlatıcı bir değişiklik
oldu bizim için.
ICAHD’ı kuran ve yönetmekte olan Jeff
Halper düne kadar bir konuşma
turu için ülke dışında bulunuyordu; dolayısıyla onun dönüşü
ortalığı biraz daha canlandıracaktır.
ICAHD’ın vebsitesinde bir miktar fotoğraf ve her günki
çalışmaların kısa bir tanımlaması
var.
Fotoğrafların hepsini biz çektik ve bunların
çoğunda, sanki kampın en çalışkanları bizmişiz gibi ve haksız
bir biçimde biz varız.
(Bu kesinlikle doğru değil.) Site,
http://www.icahd.org. adresindedir.
Bill Christison
CIAʼde üst düzey bir yetkiliydi. O,
Ulusal İstihbarat Görevlisi ve CIAʼin
Bölgesel ve Siyasal Analiz
Ofisinde direktör olarak çalıştı.
Bill Christison, CounterPunchʼın Irak ve
Afganistan savaşlarını ele alan
yeni tarih bölümü, Emperyal Haçlı
Seferlerine katkı sunmaktadır.
Kathleen Christison
eski bir CIA analisti olup, “Perceptions of Palestine: Their Influence on U.S.
Middle East Policy” ve “The Wound of Dispossession: Telling the Palestinian
Story” adlı kitapların yazarıdır.
Gazze’de Ölüleri
Ölüler Gömüyor
Yaser Ebu Malik,
Gazze, Palestine Report, 16 Eylül 2004
10 Eylül’de, Gazze Şeridi’nin kuzeyine yapılan
ve en az beş kişinin ölümü ve düzinelercesinin yaralanmasıyla sonuçlanan bir İsrail akınının ardından, genç bir mezar
kazıcıyı görmek için Gazze’ye gittim.
Bir hafta önce,
Gazze’den Musab adlı 18 yaşındaki genç bir delikanlıyla
karşılaşmıştım. O, çok az insana
çekici gelen, ancak Gazze’de giderek daha fazla sayıda
gencin razı olduğu bir mesleğe girmek için
çoktandır okulunu bırakmıştı.
Musab, kentin Şeyh
Rıdvan mezarlığında çok sayıda delikanlıyla birlikte,
mezarlığı tıkabasa dolduran adamların,
kadınların ve çocukların mezarlarını kazmak ve bu mezarlara bakmakla uğraşıyordu.
Mezarlık, bir zamanlar beyaz olan, ama yıllardır otomobillerden çıkan ekzos dumanlarının
sararttığı alçak ve yazılarla
kaplanmış bir duvarın çevrelediği beyaz kumlu bir tepede bulunuyor. Mezarlığı, dikenli armut kaktüsleri süslüyor.
Musab, diğer
çocuklardan daha kıdemliydi. O mezarlıkta yedi yıl
çalışmış ve bu süre içinde bazı eski arkadaşlarının bile mezarlarını
kazmak zorunda kalmıştı. Mezartaşlarına yaslanarak mezarlığın öbür ucundaki
iki mezarı gösteren Musab, “Onlar benim sınıf
arkadaşlarımdı. Onları geçen yıl gömdüm” dedi.
Biri 16 ve diğeri
17 yaşında olan bu
iki genç ellerinde sadece bir bıçak olduğu halde, Gazze Şeridi’nin kuzeyinde
bulunan ve güçlü bir biçimde
berkitilmiş olan bir Yahudi yerleşim birimine sızmaya çalışırken vurularak
öldürülmüşlerdi. Onların hiçbir grupla bağları
yoktu. Bizimle birlikte küreğini omuzunda onların mezarlarına doğru yürürken Musab, onların öldüğünü duyduğunda nasıl sarsıldığını anımsadı.
Onlarınki, en zor kazdığı mezarlar olmuştu
Çoğu insan mezar kazmanın iç karartıcı bir
meslek olduğunu düşünür. Ama, Şeyh
Rıdvan mezarlığında çalışan genç mezar kazıcılar,
bunun saygın bir iş
olduğu, özellikle Musab’ın deyişiyle “İsraillilerin öldürdüğü şehitleri
gömmekle onurlandırıldıkları” kanısındalar. Daha büyük
olan delikanlılar mezarları kazarlarken, daha genç olanlar,
cenazenin yerine yerleştirilmesinden sonra üzerine
örtülecek kumu topluyorlar. Delikanlılar aynı zamanda mezarların üzerine su
serpme, kurumuş çiçekleri yenileme ve mezarlıktaki
çiçeklere gelen keçi sürülerini kovmaya da yardım ediyorlar.
12
yaşındaki Semir Hebin, mezarlığa yaklaşan iki keçiyi
uzaklaştırmak için onlara taş atarken, “Ben de bir gün öleceğimi biliyorum.
O yüzden gömüleceğim mezarlığın temiz ve düzgün
olmasını isterim” diyor.
Hebin, “büyükbabam
ve amcalarım burada gömülü
olduğu için” her hafta bir çok kez bu mezarlığa geldiğini söylüyor. Daha sonra fısıldayarak bana bir sırrını
açıyor ve yılanlardan korktuğu için güneş batmadan mezarlıktan ayrıldığını belirtiyor.
Musab, bir seferinde kendisini de ısıran yılanların bir sorun olduğunu, ancak insanın
canını yaksa da yılanların zehirli olmadığını söyleyerek diğer çocuğu yatıştırıyor.
Musab, ölülerle
birarada olmaktan da rahatsız değil.
Sorduğumda gülümseyerek, “Hayaletler, sadece
annelerimizin ve büyükannelerimizin bizi
korkutmak için uydurdukları eski öykülerden
başka bir şey değil” dedi.
Mezar kazma Musab için
bir yaşam tarzı haline gelmişti. Dediğine göre 400’den
fazla mezar kazmış, hatta bazan ölülerin
akrabaları tarafından özel olarak çağrılan
Musab’ın adı usta bir mezar kazıcısına çıkmıştı.
Musab mezar kazmaya,
okulda sınavlarında üstüste başarısız olmasının ardından başlamıştı. Çok
geçmeden bu, onun esas geçim kaynağı oldu. Eline geçen para günde 10 doların altındaydı; fakat o,
sadece yaz tatillerinde mezarlıkta çalışmaya gelen çok sayıda diğer gençten daha
deneyimliydi. Bir çok genç, hemen
hemen hiçbir zaman işsiz kalma riski olmadığı için bu işi
seçiyor. Deneyimli mezar kazıcılar, yakındaki mahallelerinde değil de
aileleriyle birlikte mezarlığın içinde yaptıkları küçük tenekeden kulübelerde kalıyorlar. Musab henüz
bunun için fazla genç.
Musab, mezarların
birinden bir kaç ayrık otunu koparmak için eğilirken, “Şimdilik anne ve babamla birlikte kalıyorum; fakat gündüz
ve gecelerimin çoğunu burada geçirmekte olduğuma göre, burada
bir kulübe yapmayı düşünebilirim” dedi. Ve
“Herhalde, yedi yıldır burada çalışıyor
olmam, benimle mezarlık arasında bir bağ oluşturdu. Öldüğümde buraya gömülmek
isterdim” diye devam etti.
Her ne kadar bunun
uzun süre devam edeceğine
inanmasa da, mezarlık açık olduğu sürece burada çalışmaya devam edeceğinden
kuşkusu yoktu. Eylül 2000’de İntifada’nın başlamasının ardından, Musab, artık adı resmen Gazze Şehitler
Mezarlığı olarak değiştirilen Şeyh Rıdvan
mezarlığına giderek artan sayıda cenazenin gelişine tanık oldu. Son
dört yılda, 1,000’den fazlası
Gazze Şeridi’nden olmak üzere 3,000’den fazla
Filistinli yaşamını yitirdi. Mezarlık
artık doluyor. “Daha şimdiden yeni gelen cenazeleri eski mezarların üstüne gömmeye başladık. Zaten burası da İsrail
saldırıları yüzünden yakında kapanacak.”
Musab, beni mezarlığın
bir ucuna götürdü ve oradaki çatlamış mezar taşlarını
gösterdi. İsrail uçaklarının mezarlığın yakınındaki bir binaya ateş açmaları üzerine meydana
gelen hasarı kasdederek, “Ölülere
bile acımadılar” dedi.
Musab’la işi
hakkında yaptığım geniş mülakattan sonra 10 Eylül’de
kendisini görmek için geri döndüm. Onu sorduğumda
bir sessizlik oldu. Küçücük kara tenli ve on yaşını daha yeni
devirmiş bir çocuk beni onun, serpilmiş suyla toprağı
hala ıslak olan ve
daha yeni kazıldığı için mezar taşı bulunmayan mezarına götürdü.
Genç mezar kazıcı öfkeyle, “İşte Musab”
dedi. “İsrailliler, dün gece Beyt Lahiye’de amcasının
evindeyken onu öldürdüler.”
22 yıl önce!
Hüsnü Mahalli, Yeni
Şafak, 19 Eylül
2004
22 yıl önce
dün ben Sabra ve Şatilla kamplarındaydım. Beyrut'u işgal eden İsrailliler
Hıristiyan çetelerle birlikte
Filistinlilere karşı inanılmaz bir kin
besliyordu.
“Olaylar 15 Eylül
günü başladı...
Filistin kamplarını
kuşatan İsrail askerleri anonslarla kimsenin dışarıya
çıkmamasını istiyordu. Hıristiyan milisler ise Sabra ve Şatilla çevrelerinde gördükleri herkesi öldürmeye başlamıştı. Kaçanlar ise kampların dışındaki Akka ve
Gazze hastanelerine sığınıyordu.
16
Eylül sabahı yaşlı Filistinlilerden oluşan dört kişilik bir grup İsraillilerle görüşmek için kuşatma altındaki kamptan ayrıldı. Amaçları İsraillilere kampta kadın ve çocukların
dışında hiçbir direnişçinin bulunmadığını söylemekti. Grup gitti ama dönmedi.
Ertesi sabah, kampta
çalışan bir Mısırlı işçi yanına 50 kadını da alarak benzer bir
çaba için kamptan ayrıldı.
Bu kadınların cesetleri
18 Eylül günü stadyumda bir çoğuna
tecavüz edilmiş olarak bulundu..
17
Eylül akşamı İsrail Savunma Bakanı Şaron katliama başlama
talimatı verdi. O akşam İsrailliler ve Hıristiyan milisler Akka ve
Gazze Hastanelerini bastı. Hastanelerde
o gün bombalanan Sabra ve Şatilla'dan getirilen yaralılar da vardı.
İsrailli askerler ve Hıristiyan milisler Filistinli doktorlar dahil yaralıların büyük bölümünü
öldürdüler. Yaralı kadınların bir çoğuna
tecavüz edildi..
Ertesi gün yine hastaneye gelen İsrail askerleri
ve Hıristiyan milisler hastanede çalışan
yabancı doktorları kovarak geri kalan yaralı
ve sığınan yaşlı ve kadınları öldürdüler.
Bununla yetinmeyen İsrailliler
ve Hıristiyan milisler
kamplara dalarak herkesin evlerinden çıkmalarını istediler.
Evlerinden çıkan
Filistinliler kadın ve erkek olarak iki kola ayrıldılar ve ana
meydana doğru yürümeye başladılar. Bu yürüyüş
sırasında zaman zaman erkeklerden onar kişilik gruplar bir evin duvarına yanaştırılarak kurşuna diziliyordu. Peşinden de
dozerler o evi öldürülen Filistinlilerin üzerine
yıkarak toplu mezar haline getiriyordu. Bu işlem
bir kaç kez tekrarlandı.
Bu arada evlerinden çıkmakta
geciken Filistinli kadınların büyük bölümü evlerinin önünde ve kucaklarında
bebeleri ile birlikte süngü ve baltalarla öldürülüyordu. Evlerinden
çıkmayan kadınların çoğu ise öldürülmeden
önce kızlarıyla birlikte tecavüze uğradı.
Gece boyunca devam
eden bu vahşet 18 Eylül
sabahı İsrailliler ve Hıristiyan
milislerin kamptan ayrılması ile son buldu.
İsrailliler 18 Eylül öğle saatlerine kadar hiç
kimsenin kamplara girmesine izin vermedi.
Girildiğinde ise artık her şey
bitmişti.”
Bir kaç kez ve hayal ile duygularınızla okumanızı rica edeceğim yukarıdaki satırlar Kızlıhaç'ın yabancı doktorlardan ve kamptaki yaralılardan derlediği bilgilerle kaleme aldığı rapordan özetlenmiştir.
Bu olayların
büyük bölümüne ben de şahittim.
18
Eylül öğleden sonra Sabra ve Şatilla'ya ilk
girenler arasında ben de vardım.
Gördüklerimi hayatım boyunca unutmayacağımı
o gün karşılaştığım cesetlere söz vermiştim.
Her yerde üst
üste istiflenmiş (Irak'taki Abu
Gureib görüntülerini hatırlayın) cesetler,
parçalanmış insanlar, kucaklarında
bebeleriyle delik-deşik edilen kadınlar, baltalarla kesilmiş
kafalar, bacaklar, kollar...
Bu sahneleri böylesi
kuru kelimelerle anlattığım için o insanların ruhlarından özür diliyorum.
Ve özellikle birinden...
Adının Emine olduğunu daha sonra öğrendiğim
24 yaşlarında dünya güzeli Filistinli kadını evinin önünde
gördüğümde bana gülümsüyordu. Karnındaki bebeği
süngü ile alınarak yanına atılmış ve vücudu delik deşik
edilmişti. Sağında ve solunda yine
balta ve süngülerle öldürülmüş iki çocuğu
daha vardı... Evin içinde
yaşlı babasının vücudunda en az 40 tane kuşun
izi vardı. Annesi
ise bir gün önce hastane baskınında
öldürülmüştü...
Kamptaki geri kalan görüntülerin
hiçbiri bu anlattığımdan daha az etkileyici değildi. Haber dünyaya
yayıldığında herkes şoktaydı.
Şaron ise yaptıklarıyla övünüyordu... Tıpkı
şimdi yaptığı gibi...
28 Eylül 2000'de Şaron'un Aksa Camii'ni
kirletmesi ile başlayan son İntifada'dan
bu yana İsrailliler 3400 kadar Filistinliyi öldürdüler. Bunların 798'u çocuk. 11'i ise bir yaşın
altında. Biri de annesinin karnındaydı... Tıpkı Sabra ve Şatilla'daki
Emine'nin bebeği gibi.
Sabra ve Şatilla'da
3297 Filistinli vahşice öldürüldü... Bir o kadarı da kayıp
olmuştu...
O zaman terör
kelimesi henüz moda olmamıştı.
İsrail'de, Amerika'da ve Rusya'da ölen çocuk ve
siviller için kıyameti koparanlara hatırlatmak
istedim...
Ben; Sabra ve Şatilla'yı
yaşayan, oralarda ailelerini kaybeden, 57 yıldır
İsrail teröründen çeken, inanılmaz sabırlarına rağmen sorunlarına çözüm bulamayan ve Amerikan destekli İsrail tarafından yok edilmek istenen Filistinlilerin hiçbir eylemine terör demem ve diyemem!
İlle de terör kelimesini kullanmak
isteyenler varsa bunu dünyaca Sabra ve Şatilla'nın
sorumlusu olarak ilan edilen ve bugünün
İsrail başbakanı Şaron için ve onu barış
adamı ilan eden Bush için kullansınlar...
Filistinliler, hiçbir
zaman İsraillilerin yaptığı gibi zevk için insan öldürmediler,
öldürmüyorlar. Onlar kendi topraklarında insanca yaşamak istiyorlar.
Her onurlu halk
gibi!
Hepsi bu kadar.
İbrahim, Şin Bet El
Kaide’ye Katılmanı
İstiyor! (parça)
Danny Rubinstein, Haaretz,
4 Ekim 2004
İsrail
istihbaratının bir komplosunu açığa
çıkaran Filistin Otoritesi Gazze ile bin Ladin arasında
ilişki olduğu savlarını reddediyor
Geçen hafta başında, İsrail güvenlik servisi Şin
Bet’in Gazze’deki karşılığı olan önleyici güvenlik aygıtının başı Reşi Ebu Sba, İsrail güvenlik servisini
genç Filistinlileri aldatarak onları El Kaide adına eylem yapmaya
sevketmeye çalışmakla suçladı. Geçen Salı günü, İbrahim adlı bir genç Gazze’de gazete
muhabirlerinin huzuruna çıkarıldı. Yüzünü bir
maskeyle gizleyen İbrahim başına gelenleri
anlattı.
O, bir yıl
önce, Doğu Kudüs’te yayımlanan ve kişiler
için bir bölümü bulunan Posta adlı haftalık kültür- eğlence dergisine kendisini anlatan bir yazıyla fotoğrafını ve telefon numarasını gönderdiğini söyledi. Üç ay sonra, kendisini Ahmet adlı bir tacir
olarak tanıtan nisbeten yaşlı
bir kişi İbrahim’i aradı ve onun resminin kendisine oğlunu anımsattığını söyledi. İbrahim ile bir kaç kez telefon konuşması
yapan Ahmet ona, kendisinin durumunu ve sofu bir Müslüman
olup olmadığını sordu.
Konuşmalarından birinde Ahmet, İbrahim’e ekonomik sıkıntı
içinde bulunan Gazzelilere yardım etmek istediğini söyledi ve
Kahire-Amman bankasının Nablus şubesi
aracılığıyla ona -dolar ve Ürdün dinarı olarak- para göndermeye başladı. İbrahim Ahmet’e, kendisinin hiç tutuklanmadığını ve hiçbir siyasal örgütle
ilişkisinin olmadığını söylemişti. Daha
sonra, konuşmalarının birinde Ahmet,
kendisinin Usame bin Ladin’in El Kaide örgütü hesabına çalıştığını ve İbrahim’in, Gazze Şeridi’nin
güneyinde şimdiden altyapısı bulunan örgütün
kuzey Gazze’deki örgütleyicilerinden birisi olmasını istediğini söyledi. Ahmet, İbrahim’e
çoğunlukla HAMAS aktivistlerini kapsayan isimlerden oluşan
bir liste verdi ve ona, El Kaide davasına
kazanılmaları için bu kişileri izlemesini ve onlar hakkında bilgi toplamasını
söyledi.
Ahmet ile İbrahim
hiçbir zaman yüzyüze gelmediler; ancak bu telefon görüşmelerinin bir aşamasında
İbrahim durumdan şüphelendi ve
Gazze’deki bir önleyici güvenlik görevlisiyle temas kurarak ona her şeyi anlattı. Görevli konuyu inceledi; Ahmet’in bir İsrail Şin Bet ajanı olduğunu ve İbrahim’e onunla bağlarını derhal kesmesi gerektiğini
söyledi.
Geçen hafta Filistin kaynakları
bu olayın olağandışı olmadığını, bu olayı ve benzer olayları
üst düzey ABD güvenlik yetkilileriyle yaptıkları bir güvenlik
toplantısında muhataplarına anlattıklarını belirttiler...............................................................................................................
Ölümcül Çifte Standartlar (parça)
Hasan Ebu Nima, The
Electronic Intifada, 13 Ekim 2004
İsrail kuvvetleri, her zaman olduğu gibi, bölgemizde
sürmekte olan şiddet olaylarına ölçüsüz ve dengesiz bir tarzda tepki gösteriyor. Eylül sonlarından bu yana İsrail işgal altındaki Gazze Şeridi’nde
insanları katlediyor. Şu satırları yazmakta olduğum sırada ölü sayısı, 30’dan fazlası
çocuk olmak üzere 115’i geçmiş bulunuyor.
İsrail düzenli olarak günde 10-12 kadar
Filistinli öldürüyor ki, bu bir ya da iki
Filistinli intihar eylemcisinin yolaçtığı can kaybına
eşit. Gazze Şeridi’’nde kitlesel bir yıkım gerçekleştirmekte olan İsrail, onyıllar boyunca acı
çekmiş olan insanlara karşı, başka koşullar
altında dünya liderlerinin, eğer jenosit değilse etnik temizleme
olarak niteleyip lanetleyecekleri bir politika güdüyor. Ama, laf ola beri gele türünden eleştiri dışında, süregelen katliam büyük bir hoşgörüyle
karşılanıyor.
Dahası, bazı taraflar İsrail’in yardımına bile koşuyorlar.
Bu ayın başlarında İsrail, yurtlarından
kovulmalarından bu yana Filistinli mültecilere temel hizmetler sağlamakta olan BM kuruluşu
UNRWA’yı, Filistinlilerin bir ambülansı İsrail’e
saldırmakta kullanılan roketlerin taşınması
için kullanmasına izin vermekle suçladı.
İsrail’in BM katındaki elçisi hemen
UNRWA Genel Komisyoneri Peter Hansen’in görevden alınmasını talep etti. BM Genel Sekreteri Kofi Annan ise, açıkça sırıtan uydurma ve propagandadan başka bir şey
olmayan bu İsrail suçlamalarını reddedeceği yerde derhal bir soruşturma timi oluşturdu
ve suçlamaları soruşturmak için onları alelacele İsrail’e yolladı. Annan’ın bu davranışı, İsrail’in, daha
sonra geri çektiği savlarına hiç de hak etmediği
bir inandırıcılık kazandırdı ve UNRWA’nın saygınlığını önemli ölçüde zayıflattı. Her ne kadar sonunda İsrail mahçup olduysa
da, bir hikayeyi hemen hemen hiçbir zaman
sonuna kadar izlemeyen Amerikan medyası sadece
ilk suçlamaları yayınladığı için, yeter
kadar zarar verilmiş oldu.
Eğer Annan bölgedeki sorunların tümüne böyle bir ciddiyetle yaklaşmış olsaydı, bu davranışı
göze batmayacaktı. Fakat o, İsrail’i
hedef aldığı ileri sürülen
eylemleri soruşturmak için hiç zaman yitirmezken, diğer şeylerin yanısıra Beyt Lahiye’de UNRWA’nın yönettiği çocuk yuvasını da tahrip eden İsrail’in Gazze’ye karşı
saldırısını soruşturmak ya da durdurmak için
parmağını bile kımıldatmadı. Annan’ın İsrail’e
şaşılası yaltaklanmasıyla onun, BM Güvenlik
Konseyi’nin Nisan 2002’de İsrail’in Cenin mülteci kampını yıkmasının soruşturulması yönündeki
buyruğunu iptal etmesi bir karşıtlık
oluşturuyor. Annan, soruşturma ekibini dağıtmadan önce, İsrail’in dayatmasına boyun eğerek Hansen’i ekipten
almakla onun dürüstlüğü ve tarafsızlığına
şüphe düşürdü.
Filistinlilere yardım
etmeyi ve İsrail’in onlara verdiği kasıtlı ve
sadistik azabı azaltmaya çalışan
UNRWA’nın ya da herhangi bir kuruluşun,
İsrail’in ve onun bağlaşıklarının tasfiye etme çabalarının hedefi olduğu
bir gerçektir. İsrail bölgede UNRWA’ya ve onun personeline saldırmakta, onların çalışmalarını engellemekte ve Kasım 2002’de
Cenin’de Ian Hook’un durumunda olduğu gibi
bazan onları öldürmektedir de. Bu
arada, İsrail’in bağlaşığı ABD,
medyada ve Kongrede UNRWA’ya karşı bir
kampanya sürdürmekte ve kuruluşu,
tümüyle haksız bir biçimde, Filistinli “teröristler”e yardım etmekle
ve yönettiği okullarda şiddeti
kışkırtmakla suçlamaktadır. BM genel sekreteri, olayların
bu arkaplanından haberdardır; ancak İsrail’e karşı BM
personelini ve bir BM kuruluşunu kararlılıkla savunmaya cesaret edememek suretiyle, hem bu kin ve kışkırtma
kampanyasını, hem de İsrail’in uluslararası hukuka ve BM kararlarına karşı çıkışını teşvik etmiş olmaktadır.
İsrail’in, UNRWA’ya karşı karalamalarını da gölgede
bırakan daha da iğrenç yalanları bulunuyor. 5 Ekim’de İsrail askerleri,
güney Gazze’nin Refah kampında İman el Hams adlı 13 yaşındaki bir kız öğrenciyi vurarak öldürdüler.
İsrail, her zaman olduğu gibi, çocuğun bir bomba yerleştirmeye
çalıştığını ve dolayısıyla işgal birlikleri için ölümcül bir
tehdit oluşturduğunu ileri sürdü. Ne var ki, diğer askerlerin, kız
çocuğu vurulduktan sonra, bölük komutanının onun başına yakın mesafeden iki mermi sıktığını
ve daha sonra üçüncü kez gelerek bir şarjör dolusu
mermiyi onun vücuduna boşalttığını ileri sürmeleri
üzerine 11 Ekim’de İsrail askeri savcısı bir soruşturma
açtığını duyurdu.
İntifadanın
başlamasından bu yana İsrail 500’den fazla çocuk öldürdü. Çocukların genellikle göğüslerinden ya da kafalarından
vurulduğunu gösteren sayısız kanıtlara, yani kasıtlı
bir hedef alma planının bulunduğuna işaret eden olgulara rağmen, bu olayların
hemen hemen hiçbiri soruşturulmamıştır. Belki de, askerler tarafından rapor edildiği
içindir ki, bu sonuncusu, soruşturma kapsamına
alınan çok az sayıdaki olaydan biri olabilmiştir. Filistinliler
her gün hedef oldukları vahşeti
anlattıklarında, öyküleri dikkate alınmadığı
gibi, suçlular da hiçbir
biçimde cezalandırılmaz.
... Iraklılar
tarafından kaçırılan ve bazan vahşice
öldürülen Avrupalılar ve Amerikalılara
gösterilen ilgi, Arap televizyonlarının izleyicilerinin rutin olarak gördüğü, Felluce ve Samara’da ABD tarafından bombalanan
binaların yıkıntılarından çıkarılan Iraklı çocukların ve düğün davetlilerinin
cenazelerine gösterilen ilgiden çok daha fazladır. Her aklıbaşında
insan, Irak’ta meydana gelen korkunç kafa kesmeleri kayıtsız koşulsuz lanetlemelidir;
fakat Irak’ın ya da bölgenin
tarihi boyunca hiç yaşanmamış bu olayların neden şimdi
yaşanmakta olduğu sorusunu sormak da
bir suç sayılmamalıdır.
Giderek daha fazla, yüksek
teknolojiye dayanan silahlarla donanmış ve üniformalı kişilerin kendi ülkelerinden
çok uzaklarda insanları “öz-savunma” adı
altında ve cezalandırılmayacaklarından emin olarak öldürdüğü ve kendi sokaklarında
ve köylerinde yaşayan insanların bu kişilere herhangi bir biçimde
karşı durmalarının “terörizm” olarak damgalandığı
bir dünyada yaşıyoruz. Dünyanın Taba saldırısı karşısında gösterdiği büyük öfke ile Gazze’deki zulüm ve
ABD’nin Irak’taki eylemleri karşısındaki göreceli sessizliği arasındaki
farklılık, bölgede kimsenin gözünden
kaçmıyor. Dahası, bu çifte standart sadece öfke ve aşırılık
alevini daha fazla körüklemeye ve daha gözükara ve hiç istenmeyen tepkilere yol açacaktır...
Elçi Hasan Ebu Nima, Ürdünʼün BMʼdeki eski sürekli temsilcisidir.
İçişleri Bakanı: ‘Hristyanlara
Tükürmeye Son Verin’
Tuhaf Yahudi geleneğinden çok az söz ediliyor
İsrail İçişleri
Bakanı Avraham Poraz, bugün (13 Ekim 2004) Hristyan dinadamlarını hedef alan saldırıların artmasını yarım ağızla kınayan bir açıklama yaptı. Poraz
Yahudileri, “dinsel azınlığa ardarda yapılan
saldırılara son vermeye” çağırdı.
Haça tükürme
geleneğinin İsrail dışındaki medyanın dikkatini
çekmeye başladığı ve İsrail’in,
bu geleneğin etnik
devletin imajına zarar verebileceğinden
korktuğu anlaşılıyor.
Son olay, geçen
Pazar günü bir
Yahudinin Ermeni başpiskoposu Nurhan Manukyan’ın
taşıdığı haça tükürmesiyle meydana geldi. Saldırı
sonucunda çıkan itiş kakışta başpiskoposun
taşıdığı ve Ermeni başpiskoposların 17. yüzyıldan bu yana taşımakta
olduğu madalyon kırıldı.
Bir Talmud öğrencisi
olan Yahudi, ne hapis, ne de para cezası
aldı.
Bu arada Yahudiler, başpiskopos
aleyhinde ceza davası açıp açmayacaklarını
düşünüyorlar. Onlar, yeşiva öğrencisini tokatlayan başpiskopos hakkında saldırı suçlamasıyla dava açabilirler. [Yeşiva (dinsel
okul) öğrencileri okullarında, Yahudi kardeşleri
sevmenin en yüce ahlaki görev olduğunu ve
Yahudi-olmayanlara düşmanlığın ve onların
dinsel sembollerine saygısızlık göstermenin
sofuluğun zorunlu anlatımı olduğunu
öğreniyorlar.]
Başpiskopos Manukyan, kendisinin ve iş arkadaşlarının tükürme olaylarıyla birlikte yaşamayı öğrendiklerini söylüyor. “Artık, sokakta yanlarından geçerken Yahudilerin
dönüp tükürmelerine çok
sinirlenmiyorum;
fakat dinsel bir tören sırasında gelip
mezhebimize bağlı bütün papazların ortasında haça tükürmek, bizim kabul etmeye hazır olmadığımız bir aşağılama” dedi.
Manukyan sözlerini
şöyle sürdürdü: “İsrail hükümeti Hristyan düşmanı.
O, dünyanın neresinde
olursa olsun, Yahudilere herhangi bir zarar geldiğinde feryadı basıyor; ama bizim neredeyse her gün aşağılanmamız onu hiç mi hiç ilgilendirmiyor.”
Kudüs’te yaşayan Hristyanlar Yahudilerin kendilerine tükürmelerine son verilmesini istiyorlar Amiram
Barkat
Bir kaç hafta önce, İsrail’in öndegelen Grek
Ortodoks dinadamlarından biri Kudüs’ün
Givat Şaul semtindeki
hükümet ofisinde yapılan bir toplantıya katıldı. Arabasına döndüğünde, başında kippa bulunan yaşlı bir adam yaklaştı
ve arabanın camına hafifçe vurdu. Grek dinadamı arabanın camını indirdiğinde ise yüzüne tükürdü.
Dinadamı olayı polise yansıtıp bir şikayette
bulunmayı tercih etmedi ve bir yakınına, Yahudilerin kendisine tükürmesine alışmış olduğunu söyledi.
Kudüs’teki Hristyan dinadamlarının pek çoğu bu tür
saldırılara hedef olmuş bulunuyorlar. Onlar çoğu zaman
bunu pek önemsememekle birlikte, bazan dayanamıyorlar.
Pazar günü bir yeşiva öğrencisinin, Eski
Kentteki Holy Sepulchre* yakınlarında bir tören
yürüyüşü sırasında Ermeni Başpiskoposunun
taşıdığı haça tükürmesi üzerine bir kavga çıktı.
Kavga sırasında, başpiskoposun 17. yüzyıldan kalma haçı
kırıldı ve o da yeşiva öğrencisini tokatladı.
* * *
Daha önce Din İşleri Bakanlığında Hristyan işleri
danışmanı olan ve Kudüs Hristyan-Yahudi diyalogu merkezinin direktörlüğünü yapmakta olan Daniel Rossing’e göre “ülkedeki genel hoşgörü eksikliği atmosferi
nedeniyle” son dönemde bu tür
olayların sayısında bir artış
olmuş.
Rossing, olayların
meydana geldiği zaman ve yer bakımından bazı ortak özellikleri
olduğunu söylüyor. O, Eski Kentin
Yahudi ve Ermeni mahalleleri ve Yafa Kapısı gibi, Yahudilerle Hristyanların birarada yaşadığı
yerlerde bu tür olayların daha fazla görüldüğünü söylüyor.
Yılın, Purim tatili gibi belirli zamanlarında daha fazla olay oluyor. Rossing, “Purim tatili bitene kadar evlerinden dışarı
çıkmayan Hristyanlar olduğunu biliyorum” diyor.
Kudüs Belediye Başkanının eski
Hristyan işleri danışmanı Şamuel Evyatar,
bu durumu “muazzam bir rezalet” olarak niteliyor. O, bu olayları
yapanların büyük çoğunluğunun, Eski Kentte eğitim
gören ve Hristyan dinini hor gören yeşiva
öğrencileri olduğunu söylüyor.
O, “Hahamlar ve tanınmış
eğitimciler mahkum ettiği takdirde, bu fenomenin hemen ortadan kalkacağından eminim. Pratikte, yeşivaların hahamları bu olayları önemsemiyor, hatta teşvik
ediyorlar” diyor.
Evyatar, bir Sırp
piskoposuyla birlikte Yahudi mahallesinde yürürlerken
evinin yakınında, kendisine de tükürüldüğünü söylüyor. “Bir grup yeşiva öğrencisi bize tükürdü
ve öğretmenleri durup olup biteni seyretmekten başka bir şey yapmadı.”
İsrail gazetesi Haaretzʼin 12 Ekim 2004 tarihli sayısından alınmıştır.
Yahudilerin Hristyanlığa
Duydukları Nefret
İsrail Şahak
Hristyanlığın dinsel sembollerini kirletmek Yahudiliğin kökü eskilere uzanan bir dinsel ödevidir. Haça tükürmek ve bir kilisenin yanından geçerken tükürmek, dindar Yahudiler için yaklaşık M. S.
200’den bu yana zorunlu kılınmıştır. Anti-Semitik
düşmanlığın ciddi bir tehlike olduğu
geçmiş zamanlarda, hahamlar dindar Yahudilere, haça
ya da açıkça bir
kilisenin önünde değil de, tükürmelerinin
nedeninin anlaşılmayacağı bir biçimde ya da kutularına
tükürmelerini buyuruyorlardı. Yahudi devletinin gücünün
artması, bu geleneklerin yeniden daha açık bir hal almasına yol açmıştır:
Fakat bir konuda yanılgıya düşülmemeli:
Yahudiliği seçen Hristyanlar için
Kibbutz Sa’ad’ın örgütlediği ve İsrail hükümetinin finanse ettiği
haça tükürme olayı, geleneksel Yahudi dindarlığına
özgü bir eylemdir. Ama bunun böyle olması onu, barbarca, iğrenç ve rezil
bir gelenek olmaktan çıkarmaz! Tersine
bu, o denli geleneksel olduğu için daha da kötü
ve aynı zamanda çok
daha tehlikelidir; tıpkı, kısmen geleneksel anti-Semitik geçmişi kullandığı için Nazilerin anti-Semitizminin tehlikeli olmuş olması gibi.
Bu barbarca tutum ve
Hristyan dinsel sembollere karşı duyulan
nefret İsrail’in kuruluşundan sonra arttı.
1950’lerde İsrail, ülkenin kentlerinin resimlerini gösteren bir dizi
pul çıkardı. Nasıra’nın resminde bir kilise
ve onun üzerinde görülmesi neredeyse
olanaksız, belki 1 milimetre
boyunda bir haç bulunuyordu. Buna rağmen,
Siyonist “sol”da olan bir çok kişinin de desteklediği dinci partiler bir
skandal ortamı yarattılar ve pullar hemen geri
çekildi ve yerine, mikroskopik haçın da kaldırıldığı hemen hemen özdeş
bir seri çıkarıldı.
Ayrıca, uzun süredir devam eden ve temel
matematik üzerinde Hristyanlığın etkisine ilişkin
bir çatışma var.
Dindar Yahudiler, küçük çocukları etkileyerek
onların Hristyanlığa döndürülmelerine yol açacağını
düşündükleri için, haça benzeyen uluslararası
artı işaretine itiraz etmektedirler. Bir başka
“açıklama” ise, aritmetik alıştırmalarında bu işareti öğrenen çocukları haça tükürmek için “eğitmenin” zor olacağını savunmaktadır. 1970’lerin
başlarına kadar İsrail’de
iki ayrı türden aritmetik kitabı kullanılıyordu. Laik
okullarda okutulan kitaplarda tersine çevrilmiş “T” işareti kullanılıyordu. 1970’lerin
başlarında dinsel fanatikler İşçi
Partisini de aritmetikte haçın içerdiği
büyük tehlike konusunda “döndürdüler” ve o günden bu yana İbranice
eğitim veren ilkokulların tümünde (ve pek çok orta öğrenim kurumunda da) uluslararası artı işareti yasaktır.
Eğitimin diğer
alanlarında da benzer gelişmeler görülmektedir. Yeni Ahit’in öğretilmesi her zaman
yasaktı; fakat eskiden dürüst tarih öğretmenleri bu yasağı, seminerler düzenlemek ya da öğrencileri
kitaplıklara (tabii, okul kitaplıklarına değil) yollamak suretiyle aşıyorlardı. Yaklaşık 10 yıl önce, böyle davranan öğretmenlerin
mahkum edilmesi için bir kampanya başlatıldı. Kudüs’te bir öğretmen,
M. S. 30-40 yılları dolayında Filistin’deki Yahudilerin tarihini işleyen öğrencilerine, tarih bilgilerini arttırmak için Yeni
Ahit’in bir kaç bölümünü okumalarını salık verdiği için neredeyse işinden kovuluyordu. Bu
bayan öğretmen, ancak gurur kırıcı
bir biçimde aynı şeyi bir daha yapmayacağına söz verdiği için görevini muhafaza edebildi.
Ancak, son yıllarda
Yahudi fanatizminin diğer tüm alanlarda hızla artmasına paralel
olarak, İsrail’de (ve Diyasporadaki İsrail’e
tapan Yahudiler arasında) Hristyan-karşıtı duygularda sözcüğün tam anlamıyla
bir patlama yaşanıyor.
İsrail realitesinin diğer bir çok
yanları için geçerli olduğu gibi, burada da doğrunun
asıl düşmanları, ABD’ndeki
“sosyalistler”, “liberaller”, “radikaller” ve benzerleridir. Herhangi bir
devlette, hükümetin Davut Yıldızına
tükürülmesini finanse etmesi halinde, Amerikan
liberallerinin ve, hadi New York Times’ı bir yana bırakalım, The
Nation ve New York
Review of Books gibi yayım organlarının tepkisini gözünüzün önüne getirin.
Ama burada İsrail’de hükümet haça tükürülmesini finanse ettiğinde onlar seslerini çıkarmıyorlar
ve çıkarmayacaklar da. Dahası onlar, bu işin
finanse edilmesine de yardım ediyorlar. Büyük çoğunluğu Hristyan
olan ve nereden bakarsanız bakın İsrail’in bütçesinin en az yarısını karşılayan Amerikan
vergi yükümlüleri, haça tükürülmesini de
finanse etmektedirler.
*Kutsal Mezar, Hz. İsa’nın
mezarı. (G. A.)
Artık Çocukları Öldürmek Büyük Bir Sorun Değil
Gideon Levi, Haaretz,
17 Ekim 2004
“Açıkça dile getirilmesi gereken çıplak gerçek şudur: Ellerimiz yüzlerce Filistinli
çocuğun kanıyla lekelenmiştir.”
Gazze Şeridi’’nde
30 Eylül 2004’de başlayan
Days of Penitence (=Pişmanlık Günleri) Operasyonunun ilk iki haftasında 30’dan
fazla Filistinli çocuk öldürüldü. Pek çok
insanın, çocukların toplu bir biçimde
öldürülmesini “terör” olarak
nitelemelerine şaşmamak gerek. (İkinci)
İntifada dönemi kurbanlarının genel sayımı her üç Filistinliye karşı
bir İsrailli’nin öldüğünü gösterirken,
çocuklarda bu oran beşe karşı biri
bulmaktadır. İsrail insan hakları örgütü B’Tselem’e
göre, Gazze’deki bu son operasyondan önce bile -yaşı 18’den küçük-
110 İsrailli çocuğa karşı 557 Filistinli çocuk öldürülmüştü.
Filistin insan hakları
grupları daha büyük rakamlardan sözediyorlar: Filistin İnsan
Hakları İzleme Grubu’na göre -yaşı 17’den küçük- 598, Kızılhaç’a
göre ise -yaşı 18’den küçük- 828 Filistinli çocuk
öldürüldü. Ölen çocukların yaşlarına da göz
atmak gerek. Verilerini bir ay öncesine kadar sürekli olarak tazelemiş
olan B’Tselem’e göre öldürülen çocukların 42’si 10 yaşında ve sekizi 2 yaşındaydı.
En genç kurbanlarsa,
kontrol noktalarında can veren 13 adet
yeni doğmuş bebekti.
Bu dehşet verici istatistikleri gözönüne aldığımızda, kimin terörist olduğu sorusunun
her İsraillinin vicdanı üzerinde ağır bir yük
oluşturması beklenirdi. Ama bu konu kamuoyunun gündeminde
değil. Çocuk katilleri her zaman Filistinlilerdir;
askerler her zaman bizi ve kendilerini savunmaktadırlar. İstatistiklerin
ise cehenneme kadar yolu var.
Açıkça dile getirilmesi gereken çıplak gerçek şudur: Ellerimiz yüzlerce Filistinli çocuğun
kanıyla lekelenmiştir. IDF Basın
Bürosunun ya da askeri muhabirlerin çocukların askerler için oluşturduğu tehlikeye
ilişkin dolambaçlı açıklamaları ve Dışişleri
Bakanlığımızdaki halkla ilişkiler
görevlilerinin Filistinlilerin çocukları nasıl
kullandıkları üzerine ileri sürdükleri
kuşkulu gerekçeler, bu gerçeği
değiştiremez. Bu kadar çok çocuk öldüren bir ordu, dizginlerinden boşanmış ve moral pusulasını
yitirmiş bir ordudur.
Knesset üyesi
Ahmet Tibi (Hadaş)’nin Knesset’te yaptığı çok ateşli bir konuşmada
söylediği gibi, bu çocukların hepsinin yanlışlıkla öldürüldüğünü ileri sürmek
artık olanaksızdır. Bir ordu 500’den fazla
rutin kimlik saptama hatası yapmaz. Hayır;
bu bir hata değil, tersine ürkütücü bir önüne geleni vurma ve Filistinlileri insansızlaştırma tutumunun yönlendirdiği politikanın öldürücü sonucudur. Çocuklar da içinde
olmak üzere, hareket
eden her şeyi vurma davranış
kuralı haline gelmiş bulunuyor. 13 yaşındaki kız çocuğu İman Elhams’ın “öldürülmesinin
doğrulanması” üzerine kopan mini-fırtına
da temel sorun üzerine yoğunlaşmadı. Skandala yol açması gereken,
daha sonra olup bitenler değil, öldürme eyleminin
kendisi olmalıydı.
İman tek örnek değildi. Muhammet Arac,
Balata mülteci kampının mezarlığının hemen yanındaki
evinin önünde sandviç yerken bir asker onu hayli yakın bir
mesafeden vurarak öldürdü. Muhammet öldüğünde
6 yaşındaydı.
Kristen Sada, ana ve
babasının arabasının içinde bir aile
ziyaretinden dönerken askerlerin arabayı
kurşun yağmuruna tutmaları sonucu vuruldu. O öldüğünde
12 yaşındaydı. Cemil ve
Ahmet Ebu Aziz kardeşler gündüz vakti
bisikletleriyle tatlı satın almaya
giderken bir İsrail tankının attığı mermi dosdoğru
kendilerini buldu. Öldüklerinde Cemil 13 ve Ahmet 6 yaşındaydı.
Muatez Amudi ve
Sabah Sabah, Bukin köyünün meydanında duran ve
kendisine taş atılması üzerine dörtbir yana ateş
açan bir asker tarafından öldürüldüler. Han Yunus mülteci kampından Radir
Muhammet okulunda ders görürken askerler tarafından
vurularak öldürüldü. O öldüğünde 12 yaşındaydı.
Bu çocukların hiçbirinin herhangi bir kabahati yoktu ve askerler tarafından bizim adımıza öldürüldüler.
En azından
bazı durumlarda askerler ateş ettikleri kişilerin çocuk olduğunu biliyorlardı; ama bu onları durdurmaya yetmedi.
Filistinli çocukların sığınabilecekleri hiçbir yer yok: her yere sinmiş olan ölüm
tehlikesi evlerinde, okullarında ve sokaklarda onları kolluyor.
Öldürülen yüzlerce
çocuktan bir teki bile ölmeyi hak etmedi; onların öldürülmesinin sorumluları gizli kalamazlar. Sorumluların gizli tutulması
yoluyla askerlere verilen mesaj şudur:
çocukları öldürmek bir trajedi sayılmaz
ve hiçbiriniz de suçlu
değilsiniz.
Tabii, ölüm Filistinli çocukların yüzyüze geldiği en büyük tehlike olmakla
birlikte tek tehlike değil. Filistin Eğitim
Bakanlığına göre, intifada döneminde
3,409 okul çağında çocuk yaralandı ve bunlardan bir bölümü ömrünün sonuna
kadar sakat kalacak.
Onbinlerce
Filistinli küçüğün çocukluk yaşamı travma ve
dehşet sahneleri ortasında geçiyor. Onların evleri yıkılıyor, anne ve babaları
gözlerinin önünde aşağılanıyor, askerler gecenin ortasında
evlerine vahşi hayvanlar
gibi dalıyor, tanklar dersliklere ateş
açıyor. Ve bu çocukların başvurabileceği bir psikolojik danışma servisi
de yok. Siz hiç “anksiyete kurbanı”
bir Filistinli çocuk duydunuz mu?
Bu dindirilmemiş
acılar alayına kamusal duyarsızlığın eşlik etmesi, bütün İsraillileri suça ortak kılıyor.
Anksiyetenin bir çocuğun yazgısı için ne anlama geldiğini anlayan
ana ve babalar bile sırtlarını dönüyor ve çitin
öte yakasındaki ana ve babaların beslediği anksiyeteyi işitmek istemiyorlar.
Kim İsrail askerlerinin yüzlerce çocuğu öldürmesi karşısında İsraillilerin
çoğunluğunun sessiz kalacağına inanabilirdi? Filistinli çocuklar bile bu insansızlaştırma
kampanyasının bir parçası haline gelmişlerdir: onlardan yüzlercesini
öldürmek artık büyük bir sorun değil.
“Pişmanlık
Günleri”: Gazze Bir Kan
Denizinde Boğuluyor
Muhammet Ömer
işgal altındaki Gazze’den yazıyor, Filistinʼden Canlı, 18 Ekim
2004
Burası inanılmayacak
kadar kötü kokuyor.
Bir sokak boyunca yürümeyi göze alıyorsanız, kan gölcüklerinin kenarından geçmek ya da
bazan kaçınılmaz olarak onların
içinden yürümek zorunda kalırsınız. Her yerde, evlerin damlarında, kırık camlara yapışmış durumda, sokaklarda,
bir bölümünü insan bedenlerinin kalıntıları
olarak tanımakta zorlanacağınız insan eti parçaları var. Çürümekte
olan kanın
kokusu İsrail
ordusunun Amerikan yapımı Apaçi helikopterlerinden atılan füzelerle yanarak kömür
haline gelmiş etin
keskin kokusuna karışıyor.
Gökyüzü, bazıları roket patlamalarından, ama bazan
daha çok da insanların karıştırıp
canlandırdığı, sonu gelmez otomobil lastiği ve diğer çöp yangınlarından kaynaklanan
kapkara bir dumanla dolu. Duman, ateşe duyarlı insansız keşif
uçaklarının gözlem yapmasını engelliyor; dolayısıyla
nisbeten açık alanlarda
ateş yakmak, buralara ateş açılmasını ve bombaların kimseye zarar
vermeksizin patlamalarını sağlayabilir.
Sıva ve çimento tozuna karışan
bütün bu duman hem bir lütuf hem de bela. Yanmış etin ve çürümekte
olan kanın kokusu, kırık
kanalizasyon borularından taşan atıkların kokusunu ve şimdi bir haftayı
aşkın bir süredir yıkanmamış olan onbinlerce bedenden taşan kokuyu
bir yere kadar bastırıyor. Burada içme
suyu kıt ve değerli
bir mal; banyo ve duş ise artık olanaksız bir lüks
haline gelmiş durumda.
Gözler bütün bu duman nedeniyle kaçınılmaz olarak yaşarıyor;
ancak bu durum çok az da olsa insanın, tanınacak durumda
olan beden parçaları, şurada bir bacak
parçası, orada bir gövde olduğu belli olan bir nesne ve parmaklar –başka hiçbir yerde göremeyeceğiniz kadar çok
miktarda etrafa saçılmış tek tek, ama tanınır durumda
parmak- gibi korkunç görüntülerle yüzyüze gelmesini
engelliyor.
Gönüllüler bu insan parçalarını topluyor
ve Cebeliye’nin iki hastanesine getiriyorlar; fakat ambülansların bu yeni ölü ve yaralı seliyle başa çıkması olanaksız.
Her yerde cenaze törenleri
ve “yas evleri”, yani yas tutanların ailelerini ve dostlarını ağırlamak için kurdukları çadırlar var. Aslında buradaki evlerin
hepsi, nisbeten sağlam evler de, IDF tankları
ve buldozerlerinin kısmen ya da tamamen yıktığı evler de
bir yas evi.
Sizi seslerden;
annelerin ve babaların, kocaların, karıların ve çocukların gözyaşları ve ağıtlarından,
yaralıların çığlıklarından, ambülans sirenlerinin,
keskin nişancı ateşinin, tank mermilerinin ve
Apaçi helikopterlerinin sık sık patlayan füzelerinin gürültüsünden koruyacak
hiçbir şey yok.
Burada zaman da
normal akışını yitirmiş; saatler gün,
günlerse hafta ya da ay gibi geliyor insana. Burası
Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki Cebeliye Mülteci Kampı; dünyanın en kalabalık yerlerinden biri
olan bu kampta yaşayan ve ezici çoğunluğu
silahsız siviller olan 106,000 erkek, kadın ve çocuk bir haftayı
aşkın bir süredir yoğun ve topyekün bir saldırıyla
karşı karşıyalar.
İsrail’in resmi tutumu, bu kan banyosunun Filistinli militanların geçen hafta İsrail kenti Sderot’a ev yapımı
Kasam roketi fırlatarak iki kişinin ölümüne yol açmalarına
verilen bir yanıt olduğu biçiminde. Ama aslında ilk tankların
Cebeliye’ye gürültülü bir biçimde girişi roket ateşinden
saatlerce önce olmuştu ve hepimiz İsrail’in son
haftalarda Gazze’nin kuzeyindeki kuvvetlerini 2,000 yeni asker ve yüzlerce
tank ve buldozerle daha takviye etmekte oluşunu
kaygıyla izlemekteydik.
IDF’nin bu saldırıya
verdiği “Pişmanlık Günleri” adının gaddarlığı, ancak şimdi,
son bir kaç gün içinde tuttuğum notları yazmak üzere oturduğum şu anda
kafama dank ediyor. İsrail ordusu
sadece silahsız sivilleri değil,
dili de katlediyor. Bildiğim kadarıyla
“Pişmanlık”, yapılan bir yanlıştan
ötürü özür dileme anlamına geliyor. Peki bu katliam, kurbanları pişman etmek için mi yapılıyor?
Onların, 4 ya da 5 İsrail
askerinin ve 2 İsrailli
çocuğun ölümüne yas tutmaları ve 60’dan fazla Filistinlinin ölümünü adaletin bir çeşit yerine getirilmesi
olarak kabul etmeleri mi gerekiyor? Bizim gibi Cebeliye’de kapana kısılmış
olanlara, bu daha çok İntikam Günleri gibi gözüküyor. Bunun kollektif cezalandırma
olduğu ve Cenevre Konvansiyonuna aykırı
olduğu tartışma götürmez.
Belki de şaşırmamalıyız.
İsrail Başbakanı Ariel Şaron
saldırının “gerekli olduğu sürece”, yani Filistin direnişinin ev yapımı
roketleri “tehlikesi sona erene kadar” devam edeceğini
açıklamış bulunuyor. Bilindiği gibi, Şaron 20 yılı aşkın
bir süre önce Sabra ve Şatila
katliamını planlamıştı. O şimdi
aynısını, ama bu kez çok daha gelişmiş silahlarla yapıyor.
Militan grupların
var olduğu ve geçen
hafta içinde bir-iki
yeri vurdukları doğru; ancak onlar gerek sayı
ve gerekse silah gücü bakımından İsrail ile asla karşılaştırılamayacak kadar zayıf
durumdalar. HAMAS ise dün Gazze’de dağıttığı bildirilerde, İsrail
akını sürdüğü sürece Gazze’deki yasadışı
İsrail yerleşim birimlerine roket saldırılarını ve ev yapımı silahlarının erişebileceği tüm İsrail kentlerini vurmayı sürdüreceğine ant içiyordu.
Çok sınırlı olan uluslararası protestolar, ABD’nin
İsrail’e verdiği desteğin gölgesinde kaldı. ABD Dışişleri Bakanlığının, tabii, “İsrail’in
kendini savunma hakkı var” zorunlu tekerlemesinin ardından çıkardığı tek cılız ses, bu devleti
“tepki”sini “ölçülü” tutmaya çağırmaktan
ibaret kaldı. Hafta başında
BM’e sunulan ve İsrail saldırısını sert bir dille kınayan bir karar
tasarısı ise ABD’nin vetosuyla karşılaştı.
Ölü ve yaralıların sayısını kesin bir
biçimde saptamak zor; ancak son rakamlar (20’si HAMAS’ın
kendi militanları olduğunu kabul ettiği) 80 Filistinlinin öldürüldüğünü
ve 200’den fazlasının da yaralandığını gösteriyordu. Bu
haberin basımına kadar geçecek
olan sürede, adıgeçen rakamların daha da yükseleceği kuşkusuzdur.
Cebeliye’de sığınılabilecek
hiçbir yer yok. Adeta bir kaosun yaşandığı hastanelerde büyük bir malzeme sıkıntısı
var ve tüm sağlık personeli günlerdir 24 saat çalışıyor.
14 yaşındaki Nidal El Madon’un babası Ebu
Nidal, yorgunluktan bitkin düşmüş doktorlara
ve ambülans şoförlerine “Oğlum öldürüldü mü? Onu öldürdüler mi?” diye sorarken soğukkanlılığını
muhafaza etmeye çalışıyordu. (Aslında oğlu, hastaneye getirildiğinde çoktan ölmüştü.) Ölü ve yaralıların çoğunluğu, savaşçı olmadıkları belli olan onlu yaşlarındaki delikanlılar ve çocuklardı.
Kemal Advan
Hastanesinin, kendisiyle mülakat yaptığım direktörü Dr. Mahmut El Esali, İsrail ordusunun
kasıtlı olarak sivilleri hedef aldığını kabul etmek zorunda kaldığını söyledi bana. O, silah ateşiyle vurulanların büyük çoğunluğunun bedenlerinin üst kısımlarından yara almış
olmalarının, İsrail keskin nişancılarının
öldürmek amacıyla ateş açma buyruğu almış olmaları gerektiğini gösterdiği
kanısında. Filistinli doktorlar, ölü ve yaralıların vücutlarından çok sayıda fleşet çıkardılar, ki bu IDF’nin kullanımı yasaklanmış parça etkili bomba kullandığını gösteriyor. Bu bombalar patladıklarında traş bıçağı gibi keskin fleşetler saçıyorlar etrafa.
Dr. El Esali, bu yasaklanmış parça etkili bombaların,
ölü sayısının yanısıra yaralıların ağırlık düzeyinin ve sayısının büyük ölçüde artmasına katkıda bulunduğunu söylüyor.
IDF bu konuda yorum yapmayı reddetti.
Hastane personeli ve
ambülans görevlilerinin işleri o denli başlarından
aşkındı ki, onlar ortalığa dağılmış insan bedeni parçalarını toplama, ayırma
ve olabildiğince bir araya getirerek acılı ailelerine
verme işini, bu tüyler
ürpertici görevi yerine getirmek için
gönüllülerin yardımına başvuruyorlar. Kemal
Advan Hastanesinde çalışan sağlık görevlilerinden biri olan 26 yaşındaki Ahmet Ebu
Saal bana şunları söyledi: “Yüzyüze bulunduğumuz çok büyük zorluklardan biri, İsrail’in kullandığı güçlü bombaların tek bir kurbanın vücudunun parçalarını geniş bir alana dağıtabilmesinde yatıyor. Bir insanın
vücudunun parçalarının bir kısmının
kampın doğusundaki El Avda
hastanesinde, gene aynı kişinin vücudunun parçalarının bir kısmının burada, batı ucunda bulunması pekala olanaklı.”
Bazan giysi kalıntılarının, vücut
parçalarının bir araya getirilmesine yardımı oluyor.
İsrail ordusu sık sık sağlık ekiplerine
ve gazetecilere de ateş açıyor. Şimdiye kadar,
iki ambülans şoförü ve Ramazan Haber Ajansından
bir kameraman yaralandı. Tabii, ambülans personeli ve basın,
tanınmalarını sağlayacak giysilerle donanmış
durumdalar.
Gazze’nin sınırlarını
tümüyle kapatmış olan İsrail, Gazze Şeridi içindeki her türlü
trafiği de büyük ölçüde sınırlamış durumda. Askeri kontrol noktalarıyla birbirinden tümüyle ayrılmış üç ana “mıntıka”nın
dışında, son günlerde çok sayıda yeni kontrol noktaları ve çimento
blokları ve kum engelleriyle kapatılmış yol bulunuyor. Hastanelere hasta götüren ambülanslar da içinde olmak üzere,
insanların bir kentten diğerine gitmesine izin verilmiyor. Dahası, İsrail’le Gazze Şeridi arasındaki ana geçiş
noktası, uluslararası sivil toplum kuruluşları,
insani yardım örgütleri ve yabancı gazeteciler de içinde
olmak üzere herkese kapalı.
Sert olmuş
olmasına ve öyle olmaya
devam etmesine rağmen, askeri saldırı
buradaki insanların karşı karşıya oldukları tek tehlike değil. Burada pek çok
aile günlerdir yiyecek
ve sudan yoksunlar. Cebeliye’nin doğu kesiminde
bulunan Tel el-Zaatar’da, benimle bir tank mermisinin evinin duvarında
açtığı koskoca bir deliğin ortasında konuşan Um Remzi adlı yaşlı bir hanımla
bir mülakat yaptım. “Bizim ve çocuklarımızın canlarını kurtarması için Kızılhaça
çağrıda bulunuyoruz; fakat kimseden bir yanıt
alamadık” diyor.
Her ne kadar, sivil
toplum kuruluşları ve yardım
örgütü çalışanlarının büyük çoğunluğu, sivillerin
yardıma gereksinimi olduğunu bilmekteyseler de, onlar haklı olarak
Cebeliye’yi tümüyle kuşatmış bulunan İsrail
askeri hatlarından geçemeyecekleri
varsayımına göre hareket etmişlerdi.
Telefonla ulaşmayı başardığım Uluslararası
Kızılhaç sözcüsü Simon Schorno bana şunları
söyledi: “Ben şimdi Gazze’ye gelmek üzere yoldayım. Yiyecek
ve su getirmek izni alabilmek için IDF ile konuşmaktayız;
fakat kapsamlı bir
yiyecek dağıtımı için onay alamadık.”
Bay Schorno, çok
sayıda ailenin ivedi yardıma gereksinim duyduğu son bir kaç
gün için ise şunları söylüyordu: “Kendimi çok kötü hissediyorum. İçeriye
yiyecek ve su getirmek için elimizden gelen her şeyi yapıyoruz; ancak sokakların
hasar görmüş olması da halka ulaşmamızı güçleştiriyor.”
Kamp sakinlerinden
bir kaç görgü tanığı bana, keskin nişancı
noktaları oluşturmak amacıyla İsrail ordusunun
çeşitli yüksek binalara el koyduğunu
ve buralardan, hareket eden hemen her şeye
ateş açıldığını söylediler. İsrail ordusunun
son kurbanlarından biri de, İsrail
ateşinin azaldığı bir sırada annesine ekmek
almak için
dışarı çıkmayı göze alan 14 yaşındaki
İslam Dviydar oldu. Ne var ki, İsrail keskin nişancısı onu kafasından
vurdu.
İsrail ordusu, Gazze Şeridi’nin güney kesiminde
bulunan Han Yunus ve Refah kamplarının her tarafında
tanklarının ve buldozerlerinin sayısını arttırmış bulunuyor. Bu tanklardan her gece ateş açılması, çok sayıda
insanın yaralanması ve ölmesine yol açıyor. Bu sabah, Refah’taki
Ebu Yusuf El Neccar Hastanesinin, 13 yaşındaki İman El Hams’ın İsrail keskin nişancı
ateşiyle vurulduğunu bildiren direktörü
Dr. Ali Musa’yla telefonda görüştüm. Dr. Musa, “Çocuk, beş tanesi kafasına
olmak üzere vücudunun her tarafına sıkılan yirmi
mermiyle delik deşik olmuş durumda
hastaneye getirildi” dedi.
Filistinli görgü
tanıkları, El Hams’ın diğer iki kız arkadaşıyla birlikte
okula giderken öldürüldüğünü bildirdiler.
Basına yaptığı ilk açıklamada
IDF, kızın bomba yerleştirmekte
olduğunu söylemişti; İsrailliler daha sonra bu suçlamanın
yanlış olduğunu kabul etmek zorunda kaldılar.
Halihazırdaki
saldırılar, şimdiden, geçen Mayıs’ta gerçekleştirilen ve Refah’ta 40 kişinin ölümüne ve uluslararası
protestoya yol açan sözümona “Gökkuşağı Operasyonu”ndan çok daha kötü.
ABD’nin şu sırada sergilediği sessizlik, Gazze Şeridi’nin bir ölüm
tarlasına dönüştürülmesinin onandığı anlamına geliyor.
Gazze’nin çocuklarını, Amerika’nın başkanlık seçimi kampanyasıyla ve Irak işgaliyle uğraştığı sırada yoketmeye
girişen Şaron’un zaman seçimini
iyi yaptığı anlaşılıyor. Dünya sesini yükseltene kadar daha kaç
çocuğun ölmesi gerekiyor?
13 yaşındaki
kıza 20 kurşun sıkan İsrailli subay aklandı!
İbrahim Karagül, Yeni Şafak, 19
Ekim 2004
İsrail'in Gazze'de yürüttüğü son kıyım,
dünyanın sessizliğinden ve Filistinlilerin kimsesizliğinden
güç alıyor. Binlerce kişinin, eşyaları
boşaltmalarına bile fırsat verilmeden, evlerinin başlarına yıkıldığı, onlarca insanın öldüğü, yüzlerce insanın yaralandığı, devlet terörünün bütün örneklerinin sergilendiği bir kıyım bu. Irak'ta ve
Filistin'de Hristiyan-Yahudi ırkçıların yürüttüğü terörü sadece izliyoruz. ABD'nin veto ettiği BM Güvenlik Konseyi kararı
ve bazı ülkelerin rutinleşen resmi açıklamalarının dışında, Irak işgaliyle
oldukça hassaslaşan dünya ne yazık ki sesini yükseltmedi. Türk basınında bazılarının el üstünde tuttuğu "İsrail'in muhalifleri"nden
neden ses çıkmadı! Refah'ın yüzde onu yok
edildi. İsrail'in planı bölgenin yüzde 30'unu
yok etmek. 150 kişinin öldüğü, 500 kişinin
yaralandığı son saldırıların öncekilerden farklı bir yanı var: Özellikle
çocukların hedef alınması...
İsrail çocuk
öldürmeyi artık bir savaş taktiği olarak uyguluyor. Devlet terörünü en aşağılık
haliyle uyguladığı gibi... Bazıları evlerinin
penceresinden bakarken, bazıları bahçede annesiyle
otururken, bazıları sokakta top
oynarken, bazıları sınıfta ders
dinlerken onlarca Filistinli çocuk, İsrail askerleri
tarafından bilinçli olarak öldürüldü.
Öldürülen çocukların
çoğu çatışma ya da tehlikeli bölgelerde değil, evinde, sınıfında ya da kendisi için
tehlike bulunmayan yerlerdeydi. Evlerinin bulunduğu
sokakta ellerini birbirlerinin omuzlarına
atmış halde yürüyen çocuklar hedef alınıp öldürüldü.
İsrail, acılarla
yoğrulmuş Filistin halkını yeni bir acı testine tâbi tutuyor ve direncini kırmaya çalışıyor. Çocuklarını öldürerek
onları dize getirmeyi planlıyor.
"Etik dışı
hareket" etmemiş!
İslam Dvidar adlı Filistinli genç
kız, evlerinin bahçesinde annesiyle ekmek pişirirken İsrail askerlerinin
kurşunlarına hedef oldu. İsrail
askerleri, evlerinin önünde oynayan 4 yaşındaki Luay el Neccar'ı
tank ateşiyle öldürdü. Gazze saldırılarında 50'ye yakın
kadın ve çocuk öldürüldü. Büyük çoğunluğu tank ateşiyle...
13 yaşındaki Filistinli kız çocuğu kafasına iki el ateş
ederek öldüren, ardından da tüfeğindeki bütün mermileri
çocuğun vücuduna boşaltan İsrail subayı aklandı! İnanılacak gibi değil. Olay bütün
dünyayı dehşete düşürmüştü. Yahudilerin
Naziler'den gördüğü taktikleri Filistin halkına
uygulayan bu subayla ilgili soruşturmanın sonucu bütün insanlıkla alay eder
şekilde yazılmış. En yalın haliyle faşizm bu.
5 Ekim'de 13 yaşındaki
İman el Hams adlı Filistinli kız, İsrail askerleri
kendisine ateş açmaya başlayınca kaçmaya çalıştı. Ancak vurulup yere kapaklandı. Yaralanmıştı. İsrail subayı yerde yatan kıza yaklaşıp başına iki el ateş
etti ve kızı öldürdü. Bununla da yetinmeyip tüfeği otomatiğe alarak şarjörü, zaten ölmüş olan kızın üzerine boşalttı. Refah mülteci
kampında vurularak öldürülen çocuğun bedeninden tam 20 kurşun çıkarıldı.
İsrail ordusu, bu olay üzerine başlattığı soruşturmayı bitirdi. Sonuç: "İsrail subayı 'etikdışı' hareket etmemiştir!" Subayın kurşunları çocuğun bedenine değil yere boşaltıldığını
öne süren İsrail ordusu, "Soruşturmada
birliğin ya da birlik komutanının etiğe aykırı
hiçbir hareketini bulamamıştır" ifadesiyle soruşturmaya son noktayı
koydu.
İnsan ırkını tehdit eden cinnet hali
Filistinlilere yönelik
bugünkü politika George Bush yönetimi ile ortak planlandı. Tıpkı Irak'taki
işgalin ortak planlandığı gibi. İki ülkede de aynı savaş
yöntemleri uygulanıyor, aynı cinayetler işleniyor,
aynı
ekiplerle iş
yürütülüyor. Ortada bir savaş yok, saldırı var. Denge yok, soykırım
var. Barış arayışı yok, yok etme amacı var. İsrail-Filistin
sorununa ilişkin şu istatistikler her şeyi anlatıyor:
1-
ABD, İsrail
yönetimine ve ordusuna 'günlük' 15 milyon 139 bin dolar para veriyor. Filistinli NGO'lara ise günlük
569 bin dolar yardım yapılıyor. 2- BM Güvenlik Konseyi İsrail
aleyhine tam 65 karar aldı. Filistinliler aleyhine hiç karar almadı.
3- 9 Eylül 200'den
bu yana 989 İsrailli, tam 3,354 Filistinli
öldü. 4- Aynı dönemde 6,709 İsrailli, 27,925 Filistinli yaralandı.
5- İsrail'deki işsizlik oranı yüzde 10,7 iken Filistin'de yüzde 37 ile 67
arasında. Özellikle son saldırılar
sonucu sonrası bir
insani kriz yaşanıyor ve bu oran yüzde
67'ye çıktı. 6- Aynı
dönemde 114 İsrailli, 642 Filistinli çocuk öldü. 7- Aynı
dönemde sadece 1 İsrailli'nin evi yıkılırken Filistinlilere ait
2,202 ev yıkıldı. 8- Aynı
dönemde 60 yeni Yahudi yerleşim merkezi kurulurken 1 tane bile Filistin yerleşim birimi kurulmadı.
Filistin'i ve halkını
tarihten silmeyi hedefleyen İsrail'in savaş
yöntemleri insan ırkını tehdit eden bir cinnet halini yansıtıyor. İsrail Dışişleri
Bakanlığı'nın hazırladığı 25 sayfalık raporda "İsrail-Filistin krizinin çözülmemesi
halinde Avrupa ile ilişkilerin
gerginleşeceği, İsrail'in uluslararası alanda meşruiyetini
kaybedeceği ve Güney Afrika'daki
ırkçı yönetim gibi izole edileceği"
belirtiliyor. Raporda AB'nin 10 yıl içinde
küresel oyuncu olacağı, İsrail'in en önemli müttefiki ABD'nin uluslararası
nüfuzunu kaybedeceği ifade ediliyor. İsrail
kendi geleceğini öngörebilmiş. Ancak Güney Afrika yönetimini
benzetmesi için 10 yıl beklemeye gerek yok.
Ariel Şaron gibi bir ırkçının liderliğindeki İsrail'in Güney Afrika ırkçı rejiminden bir farkı
var mı? Üstelik Şaron liderliğindeki
Likudçular ABD'de oluşturdukları çete ile Amerika'yı da bu ırkçı
çizgiyi çekme konusunda başarılı oldular...
Filistin Ders Kitapları:
Hani Nerede Bütün O “Kışkırtmalar”?
Roger Avenstrup
International Herald
Tribune, 18 Aralık 2004
Filistin ders kitapları
İsrail’e karşı nefreti körüklüyor, değil mi? Hem Başkan George W. Bush, hem
de Başkan Bill Clinton böyle
buyurmuşlardı. Sürekli olarak Avrupa dışişleri
bakanlıklarında lobi yapan Siyonist gruplar bu gerekçeye
dayanarak Filistin ders kitaplarına sunulan desteğin sona erdirilmesini sağlamaya
çalışıyorlardı. Ve Başbakan Ariel Şaron geçenlerde Likud
partisinin bir toplantısında aynı savı doğrulamıştı.
Araştırma
enstitüleri ders kitaplarını detaylı bir analize tabi tuttular. Kudüs’teki ABD Başkonsolosluğunun İsrail/ Filistin Araştırma
ve Enformasyon Merkezine (IPCRI) ısmarladığı
araştırmalara Avrupa’daki Georg Eckert Enstitüsü de destek
verdi. Ayrıca, İbrani Üniversitesinin Harry S.
Truman Barışı Geliştirme Araştırma Enstitüsü, the Palestine-Israel Journal of Politics, Economics and Culture (=Filistin-İsrail Politika, Ekonomi ve
Kültür Dergisi) gibi uluslararası forumlar da araştırma raporları yayımlamış ve bunları Oslo Din ve İnanç
Özgürlüğü Koalisyonu’na sunmuşlardır.
Siyasal düzeyde,
hem Filistin eğitimiyle ilgili bir ABD Senatosu altkomitesi ve hem de Avrupa Parlamentosu
Siyasal Komitesi konu üzerinde oturumlar
düzenlemişlerdir. Hiçbir ülkenin ders kitapları,
Filistinlilerinki kadar sıkı bir incelemeye tabi tutulmamıştır.
Bulgular mı? Onlar, orijinal iddiaların Mısır ve Ürdün
ders kitaplarının hatalı çevirilerine dayalı
olduğunu ortaya koydu. Yeniden ve yeniden ve
birbirinden bağımsız olarak yapılan
araştırmalarda Filistin ders kitaplarında nefreti körükleyen herhangi bir olguya rastlanmadı.
Avrupa Birliği,
yeni ders kitaplarının kışkırtma içermediği ve iddiaların temelsiz olduğu
yolunda bir açıklama yayımladı. IPCRI’nin 2003 yılı raporu,
ders programlarının genel yöneliminin
barışçı olduğu ve İsrail’e ve Yahudilere karşı nefret ve
şiddeti körüklemediğini belirtirken, 2004 yılı
raporu programlarda İsrail’e, Yahudiliğe ya da Siyonizme, ya da Batı Yahudi-Hristyan
geleneği ve değerlerine karşı nefretin teşvik edildiğini gösteren herhangi
bir işaret olmadığını söylüyor.
Buna rağmen
Şaron hala Filistin ders kitaplarının
terörizmden daha büyük bir tehdit olduğunu ileri sürüyor.
Öyleyse, barış ve çatışmaların çözümü için eğitim
İsrail için en büyük tehdit
haline gelmiş demektir. Belki de öyledir:
İsrail ders kitapları üzerinde yapılan
sınırlı araştırmalar ve İsrail
eğitim sisteminin askerileştirilmesine
ilişkin son New Profile* raporu, duvarın öte
tarafındaki gelecek kuşaklara neler olmakta olduğu konusunda
ciddi kaygılara yol açıyor.
Bünyesine savaşın kök salmış olduğu bir
kimlik, barışı bir tehdit gibi algılayacaktır.
Eğer Beyaz Saray, Afganistan ve Irak’taki yeniden inşa politikasının bir parçası olarak pozitif İslami
değerlere dayalı ve barışı ve çatışmaların çözümünü teşvik eden bir
modern eğitim sistemi arıyorsa,
Filistin ders kitaplarını model olarak almalıdır.
Kitapların ilk basımları kusursuz olamaz: Bu
kitaplarda, hem Filistin, hem de İsrail tarihinin
sunuluşunda bazı boşluklar var; ama
gene de bu kitaplar iyi bir başlangıç metni oluşturuyorlar.
Ulusal ders programı
süreçlerinde her zaman olduğu gibi, her iki taraftaki aşırı öğelerden eleştirilerin gelmesi, büyük olasılıkla sürecin doğru bir rota izlediğinin göstergesi. Bir
Filistinli velinin de söylediği gibi en büyük
sıkıntı, öğretmenler dersanede barışı
teşvik ederken sokaklarda İsrail tankları ve askerlerinin ateş açması.
İsrail kentlerine havan ateşi açma ve
intihar bombalamaları da okulda, çatışmaların
diyalog yoluyla çözülebileceği ve çözülmesi gerektiğini öğrenmesi gereken öğrenciler
için olumlu model oluşturmuyor. Bu, iki taraf da özgürlük ve barış
içinde yaşamayı öğrendiğinde anlam kazanacak olan
bir ders.
(Roger Avenstrup çeşitli
ülkelerde çatışma ve çatışma-sonrası
koşullarında çalışmış olan bir uluslararası
eğitim danışmanıdır.)
.
*New Profile (=Yeni
Profil): İsrail Toplumunun Sivilleştirilmesi
Hareketi adlı anti-militarist
ve feminist eğilimli grubun vebsitesi.
(G. A.)
Susuz Bayram!
Hüsnü Mahalli, Yeni Şafak 23 Ocak
2005
Önceki gün televizyonda bir haber vardı.. 'Eğer
yağmur yağmazsa önümüzdeki yaz İstanbul susuz kalır' diyordu ..
Şu bayram gününde aklıma yine
Filistinliler geldi..
İsrail'in, 37 yıldır işgal altında tuttuğu Filistin topraklarında
insanlara yaptığı işkence ve zulmü artık herkes biliyor.
Aslında Siyonist Yahudi çeteleri bu
cinayetlerine 1917 yılından itibaren başlamışlardı.
1948'de Amerikalılar
Filistin topraklarında bir İsrail devleti kurunca bu
cinayet ve terör Başbakan Erdoğan'ın deyimi
ile 'devlet ve hükümet' terörüne dönüştü..
Ancak bugün size aktaracağım bilgilerle bu devlet
ve hükümet terörünün farklı bir
boyutunu yansıtmak istiyorum.
İsrail'in 1967 yılında işgal ettiği Gazze, Batı
Şeria ve Doğu Kudüs'te yaklaşık olarak 3,5 milyon Filistinli yaşamaktadır..
Normal koşullarda
bu insanların yıllık su tüketimi 450-500 milyon metreküp
olmalıdır.
Ancak İsrailliler
bu suyun yalnızca 200 milyon metreküpünün tüketilmesine izin veriyor.
Nasıl mı?
İsrail işgal kuvvetleri Filistin topraklarındaki su kaynaklarının
% 80'ini kontrol ediyor.
İsrail hükümeti işgal
altında tuttuğu Filistin topraklarında inşa ettiği Yahudi yerleşim bölgelerinin su ihtiyacını
maksimum olarak karşılamaktadır.
İşgal altında
yaşayan bir Filistinlinin ortalama su tüketimi
7-10 litre iken, örneğin Rusya'dan getirilip Gazze'ya da Batı Şeria'nın her hangi bir yerine yerleştirilen bir
Yahudinin su tüketimi ortalama 110-130
litre. Bazı bölgelerde bu miktar 170
litreye varıyor.
Daha önce de belirtmiştim..
Yüzölçümü yaklaşık olarak 400 kilometrekare olan Gazze bölgesinde yaşayan 1,3 milyon Filistinli'nin kontrol ettiği alan Gazze'nin yalnızca %
68'idir. 16 bin yerleşimci Yahudi
ise geri kalan alanı kontrol ediyor. Tabiî
sulak bölümleri..
Benzer durum Batı
Şeria ve Doğu Kudüs için de geçerlidir..
Her iki bölümde
ayrı ayrı 200 bin civarında yerleşimci Yahudi yaşıyor ve bunlar yine ayrı
ayrı Batı Şeria ve Doğu Kudüs'ün % 35'ini kontrol ediyor.
İsrail askerlerinin kışlaları ve
kontrol noktaları bu alanların
dışında kalıyor..
Bir de İsrail'in
Filistin topraklarında inşasını sürdürdüğü o meşhur utanç ve ırkçılık
duvarı var..
İsrail bu duvarın da güzergahını
su kaynaklarına göre belirliyor.
O nedenle duvar bazı
bölgelerde çok ilginç kıvrımlar oluşturuyor. Çünkü İsrailliler su kaynaklarının bulunduğu bölgeleri kendi taraflarında kalacak şekilde
duvara yön veriyor.
Bununla da
yetinmeyen İsrailliler, Filistinlilerin yaklaşık
olarak % 20'sini şebeke suyundan yararlandırmıyor.
Bu Filistinliler yağacak
yağmur sularından ihtiyaçlarını karşılamak durumunda
kalıyorlar.
Bu da yetmiyor
Filistinlilerin biriktirmeye çalıştığı yağmur sularını Yahudi yerleşimciler sık sık kirletiyor.
Ya suya işiyorlar
ya da çöplerini atıyorlar.
Su şebekelerinden
düzenli olarak yararlanan Filistinlilerin oranı
ise yaklaşık olarak %
40 civarındadır. İsrailliler çok pahalı olarak sattıkları
bu suyu kasıtlı olarak özel günlerde (Cuma ve
bayramlarda) ve yaz aylarında kesiyor
ya da kısıyor.
Bir de dağlarda
ve ulaşımı zor
yerlerde yaşamakta olan Filistinlilerin
durumu var..
Onlar su ihtiyaçlarını
tankerlerle karşılamak zorunda..
Bu Filistinlilerin işi
daha da zor. Bu insanlar özellikle yaz aylarında çok zor koşullarda
su ihtiyaçlarını karşılıyor.
Bu sular ısınsın
diye, tankerler İsrail kontrol noktalarında saatlerce
bekletilir. Metreküpü 7 dolar (bir
Filistinli için çok büyük para) olan ve
genellikle pis olan bu su Filistinlilerin ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak..
Tüm bu gerçeklerin yanısıra olayın bir de söylenti
tarafı da var..
Filistinlilere göre,
İsrailliler zaman zaman şebeke sularına sonuçları daha ileriki zamanlarda ortaya çıkacak bazı zehirli kimyasal maddeler karıştırmaktadır..
Bu arada İsrail
kendi su ihtiyacının yaklaşık % 30'unu işgal altından tuttuğu Suriye'nin
Golan bölgesinden karşılamaktadır.
'Nil'den Fırat'a
kadar Büyük İsrail Devleti'ne inanan' dinci-ırkçı çevreler ise su gibi önemli bir konuda Türkiye
gibi Müslüman bir ülkeye
bağımlı kalmak istemediklerini söyleyerek Manavgat suyunun satın alınmamasını savunuyor..
İsrail'in gerçek anlamda hâlâ barış yapabileceğine inananların dikkatine sunmak istedim. Hani bir zamanlar İstanbul'da su sıkıntısı vardı ya..
Hatırlayın insanlar bir bidon su bulmak için neler yapıyordu..
Üstelik işgal de yoktu..
37 yıldır
işgal altında yaşayan Filistinlilerin şimdi
bir de su derdini düşünün bakayım..
İnanın bana o zaman siz de su gibi aziz olacaksınız!
Üç not ..
1-
Amerika'nın İran'a yönelik
tehditlerinin konuşulduğu bugünlerde değerli
bir ağabeyimiz 'Türkiye semalarında eğitim
uçuşu yapan İsrail uçakları çaktırmadan
kalkıp İran'ı vurursa ne olur' diye sordu..
Ben de bir düşüneyim
dedim..
2-
Geçen hafta Vatikan'da bir araya gelen Papa ile 160 önemli haham, Hıristiyanlık ile
Yahudilik arasında işbirliği olanaklarını görüştü.
Dinlerarası diyalog savunucularının dikkatine..
Lütfen oralarda neler konuşuldu bir araştırsınlar..
3-
Amerika'nın Afganistan'a başkan olarak seçtirdiği
Karzai bir grup Arap gazetecisine konuştu.
CIA'cı olarak bilinen Karzai bakın ne diyor:
'11 Eylül
öncesinde Amerikalılar bana ve birçok
mücahidin liderine baskı yaparak Taliban ile işbirliği yapmamızı istiyordu'..
İsrail Kleptokrasisi* Bütün
Amerikalılar İçin Tehdit Oluşturuyor
Andy Martin, http://usa.mediamonitors.net/
25 Ocak 2005
”İsrail, inşa ettiği
ayrım bariyeri nedeniyle mülkleriyle
bağlantıları kesilen Batı Yakası Filistinlilerine ait büyük miktarda Kudüs
toprağına sessizce el koymuş bulunuyor...”
Kudüs, 23 Ocak 2005- Associated Press
Amerikan yurttaşlarının
bütün iyi davranışlarına rağmen, ABD hükümeti dünyada en fazla
nefret edilen hükümet konumunda ve bunun önemli
nedenlerinden biri de Amerika’nın
kaynaklarının, işlerini “İsrail” hükümeti adı altında yürüten Tel Aviv’deki kleptokrasinin denetimi altına verilmiş olmasıdır.
İsrail kleptokrasisinin (bu katiller ve hırsızlar çetesine “hükümet” demek, onları gereğinden fazla onurlandırmak
anlamına gelecektir) son hırsızlık eylemi, “güvenlik çitini” gerekçe göstermek ve çitin bir tarafındaki
toprağın yasal sahiplerini bariyerin öbür
tarafına kovmak suretiyle Filistinlilerin topraklarının
toptan çalınması oldu.
Son birkaç
gündür bu skandalın, önce saygın bir İsrail gazetesi olan Haaretz’in
sayfalarına, daha sonra da ilhakları
kınayan Yossi Beilen’inki gibi barış-yanlısı
İsrailli yorumcuların tepkilerine sızmasını
ve şimdi de bunun
Washington’da yarattığı şaşkınlıktan kaynaklanan
sessizlik ve şoku izliyorum.
Kötü niyetli Sovyet mültecisi Anatoli Şaranski’nin
yakında sesini perde perde yükselterek
İsrail’in toprak
hırsızlığının
kınanmasını “anti-Semitizm” olarak niteleyeceğine
kuşku yok. İsrail kleptokrasisinin küstah hırsızlığının ve insanlığa hakaretinin kınanmasında
anti-Semitik olan hiçbir şey yoktur.
Elinizden geliyorsa eğer,
yerel hükümetin, arka bahçenizi bir çit inşa etmek suretiyle koparıp aldığını ve bu çiti
sizin, bitişikteki mülklere karşı yasadışı eylemlerde bulunmanızı engelleme
sahte gerekçesiyle oraya yerleştirdiğini
varsayın. Daha sonra hükümetin sizin arka bahçenizi sizden aldığını
ve çiti inşa ettikleri
dönemde sizin o toprağı “terkettiğinizi” ileri sürerek ona el koyduğunu
düşünün. İsraillilerin yapmaya çalıştıkları
işte budur.
Bu benim, Donald Trump’ın**
mülkünün etrafına bir çit inşa edip ardından Trump’ın toprağını “terkettiğini” ileri sürerek ona sahip çıkmam
gibi bir şey. (Yapanın yanına kar kalması halinde tatlı
bir iş olurdu.)
Herhalde ben de bir bankanın etrafına bir güvenlik
bariyeri inşa edip
kasadaki paraların bana ait olduğunu
iddia edebilirdim. Benim eylemim, İsrail kleptokrasisinin en son dümeni kadar akıl
almaz bir şey olurdu.
Bu plan o kadar acınası
bir plan ki, insan Şaron-Şaranski
kleptokratlarının kafayı yeyip yemediklerini
merak ediyor. Artık doğru dürüst hırsızlık yapmasını da beceremiyorlar.
Tabii bu son
kleptomani eylemi, ABD Devlet Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin geçen hafta söylediklerinin,
yani İsrail gençlerinin artık George Bush’un resmi storm trooper’ları*** haline geldikleri ve fiilen ABD’nin hizmetinde bulunan İsraillilerin
İran’a saldırısını büyük bir hevesle bekleyebileceğimiz
yolundaki iddiasının ardından geliyor. Tabii İran da, tıpkı
bu toprak hırsızlığının kurbanları gibi kimseye saldırmamıştır. Ne var
ki, İran’a yapılacak Amerikan-esinli bir İsrail
saldırısı, İsrail’in sonu olabilir.
Masum Amerikalıların
neden İsrail’in Ortadoğu’daki
hırsızlıklarını savunmak için ölmeleri gerektiğini bir türlü anlayabilmiş değilim. Bush yönetiminin
propagandası, bizi yalanlara boğdu, uyuşturdu ve sersemletti; şimdi ise bize,
İsrail’in Amerika’nın kirli savaşlarını
onun yerine yapacağı sözü veriliyor. Biz hepimiz yan gelip rahat rahat yatar ve Ariel Şaron’un,
kendi ücreti olarak İsrail
kleptokrasisinin masum kurbanlardan mal çalmasına
ses çıkarmayız, olur biter. Utanç verici!
Tabii İsrailliler
50 yılı aşkın bir süredir
toprak çalmaktalar ve şimdiye kadar onları durdurmak için kimse bir şey
yapmadı. Dolayısıyla, belki de onlar bu
kez de yaptıklarının yanlarına kar kalacağını
düşünüyorlar. Ne yazık ki George
Bush, Amerikan halkının namus ve prestijini İsrail
hükümeti sıfatıyla iş gören Tel Aviv mafyasının
katil ve hırsızlarına ipotek etmiştir. Benim tahminim,
sonunda İsrail mafyasının çökertilmesi halinde, yasadışı
metotlarla ele geçirilmiş bu mülklerin hepsinin yasal
sahiplerine geri verileceği yönündedir.
Kamu hukukunun temel
ilkelerinden biri, hırsızın çaldığı malın yasal
sahibi haline gelemeyeceğini belirtir.
İsrailliler şunu dikkate alsınlar:
Amerikan Kızılderililerinin topraklarının
çalınmasından ötürü adil bir tazminat
almaya başlamalarının üzerinden 100 yılı
aşkın bir zaman geçti; biz hala bunun faturasını ödüyoruz ve ABD Hükümeti
hala mahkeme kapılarında. Filistinliler de sonunda adil bir sonuç elde edeceklerdir; ne var ki bu sonucun elde edilmesi süreci çok zahmetli ve yavaş bir biçimde ilerlemektedir.
Amerika’nın terörist
eylemleri ve özellikle İsrail cuntasına
verdiği destekten ötürü terörist eylemler yapmaya itilen fanatikler bir gün ABD’ne yeniden saldıracaklardır. George
Bush ve Ortaklarının, Filistin’de yapılmasını
onayladıkları eylemler -masum bir toplumun topraklarının
toptan çalınması- bizim, eski Irak rejimini işlemekle suçladığımız savaş
suçlarından ve uluslararası hukuk ihlallerinden farksızdır.
(Bu koşullarda-
G. A.) dünyanın İsrail’den nefret etmesinde ve ABD’nden de giderek daha fazla nefret etmesinde şaşılacak
bir şey var mı?
Sanırım yok. Bush-Şaron hegemonyasının
maskaralıklarının rehinesi durumuna düşmüş
binlerce Amerikalı ve çaresiz ve masum İsrail
yurttaşı var. İki halk arasında
barışı ve adaleti destekleyenler, barış ve gönenç içinde bir Ortadoğu
oluşturma yolundaki çabalarının boşa
çıkarıldığına tanık oluyorlar. Barışı
olanaksız hale getirmek suretiyle Bush-Şaron ikilisi, Amerika ile İsrail’in kesinkes
yenik çıkacağı bir savaşı
kaçınılmaz hale getiriyorlar.
Amerika’nın kendi meşruiyeti ve yaptığımız
tüm iyi işler, Ariel Şaron ile Anatoli Şaranski’nin
zulmünü onayladığımız ölçüde baltalanmakta ve etkisizleşmektedir.
Görmek istemeyenden daha körü ve işitmek istemeyenden daha sağırı
yoktur.
Başkan Bush, işitiyor musun? Genç
Amerikalılar senin saplantıların, yanlış
politikaların ve İsrail’in açgözlülük ve saldırganlığına sunduğun destek yüzünden
ölüyorlar. Bu çılgınlık bizi durdurmadan, sen ona son ver.
Bütün Amerikalılar
için giderek artan bir tehdit oluşturmakta olan İsrail kleptokrasisi bir yana
konacak olursa, Amerika kendi kendisinin en büyük düşmanı haline gelmiştir. Yenilgiye uğratılması
gereken asıl ayaklanma,
ABD Hükümeti içindeki İsrail-yanlısı ayaklanmadır.
*Kleptokrasi: Hırsızlar
yönetimi, hırsızerki. (G. A.)
**Donald Trump: Öndegelen
bir Amerikan kapitalisti. (G. A.)
***Storm trooper:
Nazi partisinin vurucu gücü olan S.
A. birliklerine verilen ad. (G. A.)
Filistinli Kızın
Ölümü Aileyi Sarstı
Leyla El-Haddad, El
Cezire, 3 Şubat 2005
On yaşındaki Nuran İyad Dib okula giderken
her kız öğrenci gibi heyecanlıydı.
Ama o serin kış günü onun için özel bir anlam taşıyordu:
Nuran 6 aylık karnesini
alacaktı o gün. Ve
sonunda o sınıfını yüksek notlar alarak geçti;
ki bu annesinin ve babasının bu özel olay için, azalmakta olan gelirlerinin bir köşeye
koydukları bir bölümüyle kendisine bir hediye
alacakları anlamına geliyordu. Öğretmenin
karnenin üstüne düştüğü notta şunlar yazılıydı: Nuran’ın geleceği çok parlak olacak.
Ama Nuran’ın
böyle bir geleceği olmayacak; kendisine alınan hediye
de, acı içindeki ailenin oturduğu
evin bir köşesinde bekliyor. 31 Ocak 2005 günü okulun bahçesinde,
öğrencilerin öğle sonrası toplantısı için sıraya dizildikleri
anda İsrailli bir keskin nişancının
mermisi Nuran’ın yüzünü delip geçti.
Nuran’ın annesinin kızıyla ilgili olarak en son
anımsadığı, onun o sabah okula
gitmeden önce sabah duasını
okumasını işitmesi olmuş; Nuran dua sırasında
Allah’ın, ölümü -ve yaşamı- insanları sınavdan
geçirmek için yarattığını belirten ayeti okumuştu.
Daha sonra olayı
düşündüğünde, Nuran’ın annesi bunun, olacakların
bir işareti olduğu sonucuna varıyor. “Sonra okula gitmek için
evden çıktı. Çok özverili bir çocuktu. Son ana kadar kızkardeşlerini
düşünüyordu. Evden çıktıktan sonra geri döndü ve bana ‘Anne, hava soğuk.
Lütfen dışarı çıkarmadan önce kızkardeşlerime kazaklarını giydir’ dedi” diye aktarıyor annesi.
“Bu zor zamanlarda onun bizim için, taze bir
bahar esintisi olduğunu söylemenin ötesinde ne diyebilirim ki? Onun adı Nur [ışık]
idi ve o gerçekten de bir ışıktı.
Nuran’ın ölümü burada pek çok insanın kafasında, tekyanlı bir ateşkes ve fiili bir sükunet
döneminde İsrail’in ateşkese ne ölçüde
bağlı olduğu konusunda soru işaretleri yaratıyor.
Boyasız betondan yapılı ve zemininde ince köpük minderlerden
başka bir şey bulunmayan
yatak odasında oturan Nuran’ın
annesi, “Biz onlara bir zeytin dalı uzattık;
onlarsa buna karşılık vereceklerine elimizi kesiyorlar” diyor hıçkırıklar arasında.
“Bu yazgıyı hakedecek ne yaptı o? Ya da Nuran’ın
gözleri önünde öldürülmesine tanık olan kızkardeşi?
O her gece uykusunda, ‘Kızkardeşimi verin bana, kızkardeşimi verin
bana’ diye ağlıyor.”
Öldürülen Beşinci
Öğrenci
Fakat Nuran, işgal
altındaki Gazze’de böyle korkunç bir ölümle yaşama veda eden ilk masum
Filistinli öğrenci değil. Aslında o, son
iki yılda BM bayrağının
dalgalandığı okulların alanı içinde vurularak
öldürülen ya da sakatlanan beşinci
öğrenci.
Geçen yıl Refah ve Han Yunus’ta gerçekleşen iki ayrı
olayda sıralarında oturmakta olan iki kız öldürülürken, Mart 2003’deki bir olayda da küçük bir kız
kalıcı olarak kör oldu.
UNRWA’nın sözcüsü Paul Mccan’a göre adıgeçen BM Yardım
Örgütü, İsrail ordusunun işgal altındaki Filistin topraklarında sivillerin
yaşadığı alanlara rastgele ateş açmasını pek çok kez protesto etti.
O, çatışmanın başlamasından bu yana, sınırdan
yaklaşık 600 metre uzakta bulunan Nuran’ın okuluna değişik zamanlarda ateş
açıldığını da söyledi. Ateş açmalar ilk kez trajik bir sonuca yol açmış bulunuyor.
Nuran’ın halası etkileyici bir dille konuşuyor: “Dünyaya sormak istiyoruz: Nuran beline patlayıcı madde dolu bir kuşak mı sarmıştı? O bir kalaşnikov
mu taşıyordu? Onun
siyasetle hiçbir ilgisi yoktu; sadece
insanları seviyordu o. Okuldan karnesini getirmesini bekliyorduk. Onun yerine ölüm
ilanıyla geri geldi Nuran.”
Nuran’ın annesi, kızının ölümünün haberini
almadan bir kaç dakika önce bir şeylerin yolunda gitmediğini
sezmişti. “Babasına, Nuran’ın bir kaç yıl
önce çektiğimiz güzel resmini sordum. O
resmi görmek istiyordum. Daha
sonra Nuran’ın küçük kızkardeşi elindeki büyük
çili sosu kavanozunu yere düşürdü.”
İsrail Reddediyor
Tanıklar, ateş sesleri başladığında çocukların ellerini çırpmakta
ve ulusal marşı söylemekte olduklarını belirtiyorlar. Mermilerden biri Ayşe İsam el-Hatib’in elini delerken diğeri Nuran’ın başına isabet etti ve onun anında yere düşmesine
yol açtı. Çevredekiler, parçalanan
kafatasından sızan kanı görene kadar, Nuran’ın
düşüp bayıldığını sanmışlardı.
Üçüncü bir mermi ise bir başka kız öğrencinin okul çantasına isabet etti ve onun omurgasından
sadece bir kaç kritik
santimetre mesafede dosyalarından birine gömülü
kaldı. Mermiler hedeflerine isabet ettiğinde 11 yaşındaki Salva el-Halife, Nuran’ın
hemen yanındaydı. Salva, o kanlı saatin detaylarını
yaşının çok ötesinde ve adeta insanı
çileden çıkaran bir sükunetle anlattı. “Bir mermi onun burnundan girdi ve ensesinden çıktı. Hepimiz yere yattık. Daha bir sürü
mermi pencereye ve oradaki duvara isabet etti.”
Olaydan bir gün
sonra İsrailli yetkililer,
kendi ilk soruşturmalarının Nuran’ı öldüren merminin, İsrail keskin nişancılarına
değil, sevinç içinde (Mekke’den gelen- G.
A.) hacıların dönüşünü kutlayan sevinçli
Filistin polisine ait olduğunu gösterdiğini
açıkladılar.
Delikdeşik Olmuş Duvarlar
Ama, bir İsrail
keskin nişancı kulesine
600 metre mesafede ve konut bloklarının çok uzağında bulunan UNRWA okulunun delikdeşik olmuş duvarları bambaşka bir öykü anlatıyor. Okulun başöğretmeni
Siham el-Hof, “Burada çevremizde hiçbir şey yok ve bildiğimiz kadarıyla o gün,
geri dönen hacıların yaptığı bir kutlama falan da olmamıştı. Burada
sadece, bir kaç yüz metre ötemizdeki
ileri karakol var ve oradan açılan keskin nişancı ateşi de sık
sık okulumuza isabet ediyor” dedi.
El-Hof, kutlama sırasında
ateş açılan tüfekler yukarıya doğrultulduğu için, ateşin gerçekten Filistinliler tarafından açılmış olması halinde, merminin Nuran’ın yüzüne isabet etmeyeceğini,
daha ziyade kafasına düşeceğini söylüyor.
Bu yorumu doğrulayan
Filistin güvenlik kaynakları ve BM görevlileri, mermilerin dağılım
biçimiyle tanık anlatımlarının İsrail ateşine işaret ettiğini belirtiyorlar: Bir görevli, “Her şey,
bunun İsraillilerin eseri olduğunu gösteriyor. Bir kaç
el ateş edilmiş ve mermilerin dağılım biçimi, onların hangi yönden geldiğini gösteriyor. Mermilerin
geliş yönü ateşin, [İsrail] zırhlı personel taşıyıcısı
ya da tankından açıldığı yolundaki tanık raporlarıyla örtüşüyor” dedi.
Okul Devam Ediyor
Bu arada Nuran’ın
okulunda yaşam devam
ediyor. En iyi notları alan kızlar, heyecanla bütün ziyaretçilere ikram
ettikleri birer kutu bonbonla ödüllendirildiler; bu, okul danışmanlarının anormal
durumu normale dönüştürme girişimleri çerçevesinde alınmış bir önlemdi. Fakat, Nuran’ın
okuduğu dördüncü sınıfın ruh hali kutlama havasından
uzaktı. Başöğretmen el-Hof’a göre,
“Çocuklar havalandırma arasında dışarı çıkmaya korkuyorlar
ve bir çoğu tuvalete gidip bütün
gün ağlamaktan başka bir şey
yapmıyor.”
Danışmanlar, bu son günlerin travmasını atlatmaları için çocuklara yardım etmeye çalışıyorlar. Sınıf arkadaşlarının ölümüne ilişkin
yorumlarını resme dökmeleri istendiğinde,
çocukların çoğu okullarını işgal eden tanklar ve Apaçi
helikopterleri çizdi. El-Hof, “Bir ateşkes döneminde olduğumuz için böyle bir şeyin olmayacağını sanıyordum. Şimdi artık dağılan parçaları derleyip toparlamaya çalışıyoruz” diye tamamlıyor
sözlerini.
Darmadağın Olmuş
Yaşamlar
Filistin Otoritesi kız
çocuğun ölümüyle ilgili olarak İsrail
tarafına resmen şikayette bulundu; ancak Nuran’ın ailesinin,
kız çocuklarının ölümüne ilişkin bir yanıt
alması olasılığı çok zayıf.
Ailenin evinde, Nuran’ın
annesi inanmayan gözlerini kızının karnesine dikmiş halde otururken, babası
İyad ayakta sessizce ağlıyordu.
Nuran’ın ölümünün
üstüne, evin yakınlarından geçen bir tankın odanın penceresini tıngırdatması,
bir “sükunet” varsa eğer,
bunun henüz Refah’a ulaşmadığını
anımsatıyor. “Nuran öldüğünde benim de bir parçam öldü” diyor
annesi. “O, parlak bir ışıktı ve söndürüldü.
Bundan böyle benim için
barış olamaz.”
Leyla El-Haddad, işgal
altındaki Gazze Şeridiʼnde yaşayan
bir gazetecidir.
İsrailli Asker Hebron’da Bir Çocuğu Öldürdü
Palestine-info.co.uk,
14 Şubat 2005
El-Halil – Pazartesi
günü İsrail işgal askerleri Hebron’un
merkezinde, elindeki sivri bir nesneyle kendilerine saldırmaya
kalktığını ileri sürdükleri Filistinli bir çocuğu vurarak öldürdüler.
Ne var ki bu iddiaya
itiraz eden Filistinli görgü tanıkları, Hebron’un
Eski Mahallesindeki İbrahim Camisinin
önünde nöbet tutan askerlerin 13 yaşındaki
Muhammet Ayad Dana’yı soğukkanlılıkla
öldürdüğünü söylediler.
Hilmi Cabari, “Çocuğa
bağıran askerler daha sonra onu bacağından vurdular; ama o yere yıkılır ve acı
içinde kıvranırken bir başka asker onu göğsünden vurarak öldürdü.
Bu, soğukkanlılıkla işlenmiş bir cinayet” dedi.
O, Dana’nın askerlere bir bıçakla saldırmaya kalktığı yolundaki İsrail açıklamasını, “tümüyle uydurma” olarak niteledi.
”Ben bıçak
mıçak görmedim; zaten çocuk askerlerin o kadar yakınında da değildi.
Dolayısıyla, nasıl olur da onlar için
bir tehdit oluşturabilirdi?”
“Ama elinde bir bıçak
olması halinde bile, askerler onu öldürmeksizin
etkisiz hale getiremezler miydi?”
İsrail ordusunun Arapça muhabiri Eytan
Arusi, ordunun olayı soruşturmakta olduğunu söyledi.
İsrail işgal askerleri yıllardır, kurbanların kendilerini
bıçaklamaya çalıştığını söyleyerek çok sayıda Filistinli çocuğu öldürdüler.
Ne var ki, bu İsrail
iddialarının büyük çoğunluğu bağımsız kaynaklar
tarafından doğrulanmadı.
Bu son cinayet, İbrahim
Camisi katliamının 11. yıldönümünün on gün
öncesine rastladı.
25 Şubat 1994’de, Baruch Goldstein adlı Amerikalı Yahudi göçmen elinde bir makinalı
tüfek olduğu halde Hebron’daki İbrahim Camisinin dua salonuna saldırmış ve ibadet
eden insanlardan en az 29’unu öldürmüştü.
Filistin-İsrail
çatışması gözlemcilerine göre intihar bombaları
olayının başlamasına neden olan bu
katliamda camide ibadet eden düzinelerce mümin de yaralanmıştı. Goldstein ise
katliamdan kurtulanlar tarafından öldürülmüştü.
İçinde, Guş Emunim olarak bilinen Talmudik mesihçi yerleşimci hareketinin de yer aldığı İsrail sağının ana gövdesi Goldstein’a sahip çıktı
ve onun Torah ve Talmud’un ışığının
rehberliğinde hareket ederek doğru olanı yaptığını ileri sürdü. Dov Lior adlı
bir haham ise Goldstein’ı Aziz düzeyine yükseltti.
Goldstein Kiryat
Arba’da gömüldü ve daha sonra mezarı
dünyanın her yanından gelen aşırı Yahudiler için
bir hac merkezi oldu.
Hebron’da, 170,000
Filistinlinin yanısıra, İsrail ve İşgal
Altındaki Topraklar’daki Yahudi-olmayanların yokedilmesini, köleleştirilmesini ya da sürülmesini
savunan 400 dolayında aşırı Yahudi yaşıyor.
Balfour Deklarasyonu
Tarihe Balfour
Deklarasyonu adıyla geçen belge, Britanya
Dışişleri Bakanı Arthur James
Balfourʼun 1917 Kasımında Britanyaʼdaki
Yahudi topluluğunun lideri ve
Britanya Siyonist Federasyonuʼnun başkanı ünlü banker Lord Lionel Rothschildʼe gönderdiği kısa bir mektuptu. Dönemin süper devleti sayılan
ve Birinci Dünya Savaşından zaferle çıkacağı anlaşılmış olan
Britanyaʼnın, Dışişleri Bakanı Balfour aracılığıyla
bu tarihte açıkça dile getirdiği desteğin, Siyonistlerin
Filistin üzerindeki savlarına küçümsenmeyecek bir meşruiyet kazandırdığı açıktır. Bu mektubun, henüz Birinci Dünya
Savaşının sona ermemiş,
ancak General Allenby komutasındaki Britanya ordularının Filistinʼin
sınırlarına dayanmış olduğu bir
tarihte yazılmış olması, ilginç olmakla
birlikte hiç de rastlansal değildir.
Rothschild ailesinin de önemli bir bileşeni olduğu İngiliz egemen sınıfları
zaten 19. yüzyılın ikinci yarısından beri
Siyonizm davasını -bazı çekincelerle de olsa-
desteklemekteydiler. Onlar bu desteklerini, Birinci Dünya Savaşından zaferle çıkmalarından ve
Filistinʼin yönetimini üzerlerine almalarından sonra da sürdürecek ve
Filistinʼin Siyonistler tarafından adım adım sömürgeleştirilmesinde kilit bir rol oynayacaklardı. Filistin halkının
onlarca yıldır çekmekte olduğu
acıların ve yaşadığı trajedinin en başta gelen sorumlularından
birinin, hatta birincisinin “üzerinde
güneş batmayan imparatorluk”un yöneticileri olduğunu söylemek hiç de abartma
sayılmamalıdır. (G.
A.)
Mektubun metni
Dışişleri Bakanlığı
2 Kasım 1917
Saygıdeğer Lord
Rothschild,
Yahudilerin Siyonist
özlemlerine sempatisini dile getiren aşağıdaki deklarasyonun Kabineye sunulmuş
ve onun tarafından onanmış olduğunu Majestelerinin Hükümeti adına size
bildirmekten mutluluk duyuyorum:
Majestelerinin
Hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için bir ulusal yurt kurulmasına olumlu bakmaktadır
ve
Filistin’de bulunan
Yahudi-olmayan toplulukların yurttaş ve dinsel haklarına ya da herhangi bir
başka
ülkedeki Yahudilerin sahip oldukları haklara
ve siyasal statüye zarar verebilecek
herhangi bir şeyin yapılmaması kaydıyla bu hedefe
erişilmesi için elinden gelen tüm
çabaları harcayacaktır.
Bu deklarasyonu
Siyonist Federasyonun bilgisine sunarsanız, size minnettar olacağım.
Saygılarımla,
Arthur James Balfour
Halk Komiserleri
Kurulunun, Yahudi Düşmanlığı Hareketinin
Kökünün Kurutulmasına İlişkin Kararı*
27 Temmuz
1918
Halk Komiserleri
Kuruluna ulaşan haberlere göre,
karşı-devrimciler bir çok kentte, özellikle sınır bölgesinde genel
Yahudi kırımına girişilmesi için halkı kışkırtıyorlar. Bu kışkırtılar sonucu, emekçi
Yahudi nüfusa karşı yer yer saldırılara tanık olunmuştur. Burjuva karşı-devrim, çarın elinden kayıveren
silaha sarılmış bulunuyor.
Mutlakiyetçi
hükümet, gerek gördükçe, bilisiz yığınlara, bütün yoksunluklarının Yahudilerden ötürü olduğunu söyleyerek, halkın, hükümete yönelmiş
olan öfkesini Yahudilere
çevirmiştir. Zengin Yahudiler her
zaman kendilerini korumanın yolunu bulmuşlar,
kışkırtmadan ve şiddetten hep yoksul Yahudi zarar görmüştür, hep o kıyılmıştır.
Şimdi
karşı-devrimciler, en geri bırakılmış
halk yığınlarının açlığını, bitkinliğini ve geriliğini olduğu kadar,
halk arasında mutlakiyetin ektiği
Yahudi nefretinin kalıntılarını da kullanarak, Yahudilere karşı nefreti
yeniden canlandırıyorlar.
Bütün emekçi halk yığınlarının kendi kaderlerini
tayin hakkı ilkesinin ilan edildiği
Rus Sosyalist Federe Sovyet Cumhuriyetinde,
herhangi bir ulusal-topluluğa baskı yapılmasına yer yoktur. Yahudi burjuva, Yahudi olduğu için değil, burjuva olduğu için düşmanımızdır. Yahudi işçi,
bizim kardeşimizdir.
Herhangi bir ulusa karşı
herhangi bir tür nefret utanç vericidir, hoşgörülemez.
Halk Komiserleri
Kurulu, Yahudi aleyhtarı hareketin ve
Yahudilere dönük genel kırımın,
işçi ve köylü devriminin
çıkarları açısından öldürücü olduğunu ilan eder
ve Sosyalist Rusya’nın emekçi halkını, elindeki bütün
olanaklarla bu musibete karşı savaşa
çağırır.
Ulusal düşmanlık,
bizim devrimcilerimizin saflarını
zayıflatır, emekçilerin herhangi bir ulusal ayrım
gözetmeyen birleşik cephesini parçalar
ve yalnızca düşmanlarımıza yardım eder.
Halk Komiserleri
Kurulu, bütün Sovyet
milletvekillerinin, Yahudi aleyhtarı hareketi kökünden
kazıyıp atmak üzere hiçbir ödün vermeyen önlemler almalarını emreder.
Genel Yahudi kırımına girişenler ve kırım
kışkırtıcıları suçlu tutulacaklardır.
Halk
Komiserleri Kurulu Başkanı ULYANOV (LENİN);
Halk
Komiserleri Kurulu İdare Amiri BONÇE
BUREVİÇ;
Kurul Sekreteri N.
GORBUNOV
*V. I. Lenin’in yazılarından
oluşan ve 1979’da SOL Yayınları tarafından
yayımlanan Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş
Savaşları adlı kitaptan alınmıştır.
(G. A.)
Haham Baruch
Kaplan’la Mülakat www.nkusa.org
Bu, Brooklynʼdeki
Beis Yaakov Kız Okulunun başöğretmeni
olan ve 1929ʼda Arapların bazı Yahudileri öldürdüğü sırada Hebron
yeşivaʼsında (dinsel okul) öğrenci olan
merhum Haham Baruch Kaplanʼla yirmi yıl önce (yani 1980 yılında- G. A.) yapılmış
olan mülakatın teyp kaydının Yidiş tutanağının serbest çevirisidir.
Haham Kaplan, olayların nasıl
geliştiğini ve Filistinlileri
provoke eden küstah ve kalleş
Siyonist manyakların olayı nasıl
tezgahladıklarını açıklıyor.
“Ben Hebron’dayken
1929’da, yirmiden fazla yeşiva öğrencisinin ve büyük alimin yanısıra
Yahudi toplumunun kırk kadar üyesi trajik bir biçimde
katledildi. Bu konuda Yahudi topluluklarında
yayılan ve Hebron Araplarının, sadece Arapların sözümona “kötü insanlar”
olmalarından ötürü Yahudilere saldıran
katiller olarak suçlanmasına yol açan korkunç hataya değinmek
istiyorum. Tarihsel sicili düzeltmek için bu hatanın düzeltilmesi gerekiyor.
Araplar çok iyi insanlardı
ve Hebron’daki Yahudi Halkı onlarla birarada ve son derece dostça bir ilişki içinde yaşıyordu. Araplar
Yahudilerin yanında çalışıyorlardı ve herkes
birbiriyle gayet iyi geçiniyordu.
Tek bir örnek
vereyim: Benim, kendi başıma kentin dışına doğru birkaç kilometre
yürüyerek, Yaradılış’da betimlendiği gibi patriğimiz
İbrahim’in üç melekle karşılaştığı ağaç olduğuna
inanılan ağacı ziyaret etme alışkanlığım vardı.
Özellikle yaz döneminde ağacı ziyaret etmek bana büyük keyif
veriyordu. Yol boyunca karşılaştığım Araplarla,
hiç Arapça bilmediğim için çoğunlukla el-kol işaretleri
yapmak suretiyle de olsa konuşurdum. Yeşiva’da
hiç kimsenin bana hiçbir zaman Arapların arasında tek başına
dolaşmanın tehlikeli olduğu
yolunda herhangi bir şey söylememiş
olması yeterince ilginçti. Biz o insanlarla birarada yaşıyor ve gayet güzel
geçiniyorduk.
Ben, o dönemde
Gerrer Hassidim’in Büyük Hahamı olan Polonya’lı haham Avraham
Mordehay Alter’in, Filistin’e göç etme
konusunu tartışıldığı günlerde Kutsal
Topraklara yaptığı yolculuğa ilişkin bir
mektubunu da görmüştüm. O, oraya gidip
gitmemeleri konusunda halka öğüt verebilmek
için Filistinlilerin ne tür insanlar olduklarını öğrenmek istemişti ve mektubunda Arapların son
derece dost ve iyi insanlar olduklarını yazmıştı.
Dolayısıyla, Filistinlilerin Yahudilere saldırmaktan zevk alan korkunç katiller oldukları
yolundaki suçlamalara ilişkin tarihsel sicilin düzeltilmesi gerekiyor.
Bu hiçbir zaman böyle
olmamıştı!
Günümüzün günahkar Siyonistleri tıpkı, Araplara karşı
giriştikleri savaşlarda Allah korusun,
Filistinlilerin büyük acılar çekmesinden sorumlu
olan öncellerinden farksızlar. O
zamanlar, yani 1929’da Siyonistlerin bir sloganı vardı; onlar Kudüs’teki Batı Duvarının bir
Yahudi “ulusal sembolü” olduğunu ileri sürüyorlardı.
Bu yöreyi 1,100 yıldır
kendi denetimleri altında bulundurdukları
gözönüne alındığında Araplar doğal
olarak bu görüşü kabul etmiyorlardı. Ne var ki
Siyonist güruh “Duvar bizimdir!”
diye haykırıp duruyordu.
Yahudilerin kutsal yerleriyle hiçbir ilişkileri olmadığı gözönüne
alındığında, onların neden bu tür duygular içinde olduklarını anlamak
zor. Yahudi gazetelerinde, Duvar’da Yahudiler için kalıcı bir dua alanı oluşturulması konusunda
bir tartışma patlak vermişti.
Bu Arapları kızdırdı; zamanın Kudüs hahamı olan Haham Yosef Chaim Zonnenfeld bunlardan (Siyonistlerden- G. A.) sözkonusu
tartışmayı durdurmaları ve yüzlerce
yıldır Duvar’da rahatsız edilmeksizin dua etmelerine izin verdikleri için Arapları takdir etmelerini diledi. Ne var ki Siyonistler, kendi denetimleri altında
kalıcı bir düzenleme istiyorlardı.
Siyonistler Haham
Zonnenfeld’in çağrılarına kulak tıkadılar
ve Kudüs’te sözümona 10,000 kişinin katıldığı büyük bir toplantı
düzenlediler. Toplantıdaki konuşmacılardan biri, onların
“baş Haham”ı ve “İşit Ey İsrail,
Duvar bizim Duvarımızdır, Duvar Tektir” duyurusunda bulunan –ve böylece “İşit Ey İsrail, Allah bizim Tanrımızdır,
Allah Tektir” kutsamasını gülünç bir biçimde taklit eden- Avraham
İzak Kuk’tu. Siyonistlerle Araplar arasında
o dönem patlak veren çatışma işte böyle başladı.
Daha sonra,
Hebron’daki yeşiva’da eğitim görürken bisiklet
ve motosikletlere binmiş ve silah kuşanmış
kısa pantolonlu bir grup çocuğun Hebron sokaklarında tur attıklarını
gördük. Bu durum bizi çok kaygılandırdı. Acaba onlar neyin peşindeydiler?
Özetlemek gerekirse, dinsel akademimizin denetmeni Haham Moşe Mordehay Epstein onları görüşmek için çağırdı; fakat onlar bunu kabul etmediler. Yanlarına gitmek zorunda kalan Epstein onlara ne yapmak istediklerini sordu. Ve onları
Arapları provoke etmeye çalışmakla suçladı. Onlar ise, bizi korumak için geldiklerini
söylediler! Biz haykırdık,
“Bizlere yazık! Allahım bizlere acı!” Çok geç olana değin
kenti terketmek istemediler!
Bu küstah korkaklar, ancak Arapların yerel
liderleri çevre köylerdeki Arap halkına
bir kitle toplantısı çağrısı yaptığında
kaçtılar. Ama artık çok geçti; Araplar örgütlendiler ve Müftü
halkına, yeşiva’nın dua etmekle meşgul
olacağı Cuma gecesi hazır olmalarını bildirdi. Bu noktada yeşiva Siyonistlere
tek başına karşı çıkıyordu; ancak
Araplar bizimle Siyonistler arasında ayrım gözetmeyi bilmiyorlardı. Ne yazık ki onlar saldırıya
geçtiler ve aralarında büyük alim Haham Şmuel Rosenhaltz’ın da bulunduğu
bizim insanlarımızın bir kısmını öldürdüler.
Ertesi sabah
kentteki kaynaşmayı ve daha da kötüsü
bağırma ve haykırışları işittik. Ben ve arkadaşım Avraham Ushpener,
bir Yahudinin bir Araptan kiraladığı üç katlı bir binanın bir dairesinde kalıyorduk.
Binanın üçüncü katındaki dairemizden bütün
sesleri duyabiliyorduk. Ne kadar öfkeli
olduklarını bildiğimiz için Arapların binanın içine girmeleri bizi çok korkutmuştu; ancak bir
süre sonra ortalık sakinleşti. Olaylarda toplam 65 kişi öldürülmüştü. Ama, kentin öte yakasındaki Yahudilere
dokunulmamıştı.
Bu öyküyü neden anlatıyorum? Bunu, gerek bugün
ve gerekse o günlerde günahkar Siyonistlerin, nasıl çektiğimiz acılara yol açtıklarını göstermek için anlatıyorum! Onlar Nazilerle işbirliği yaptılar ve bizim dinimiz, birisini günah işlemeye sevkeden kişinin, bir insanı
öldüren kişiden daha kötü olduğunu öğretmektedir.
Bu bana, Siyonist
devlet kurulduğu ve Siyonistlerle
Araplar arasında çatışmaların sürdüğü dönemde Haham Avraham Yeşayahu Karelitz’i
(Hazon İş) ziyaret eden Haham Moşe
Schonfeld’in anlattığı bir olayı anımsatıyor. Haham
Schonfeld Haham Karelitz’e neler olduğunu anlattı. Haham Karelitz ona, yüzbinlerce Yahudiyi inançlarından
koparan günahkar sapkınlar oldukları için Siyonistlerin suçlarının çok daha büyük
olduğunu ve Alimlerimizin, birisini günah
işlemeye sevkeden kişinin, bir insanı öldüren kişiden çok daha kötü
olduğunu söyledikleri gözönüne alındığında bunun çok
daha büyük bir eza olduğunu söyledi.
Şimdilerde ise, kibir ve bencilliği kendisi için
her şeyden önemli olan ve bu kibir ve bencilliği uğruna yüzbinlerce Yahudinin yaşamını feda etmeye hazır
bir Siyonist lider (Begin) bulunuyor. Bu sapkınlar
ve günahkarlar ve
Siyonist devletin bu lideri, Yemen ve Fas Yahudiliğinin yanısıra daha pek çok Sefardik Yahudiyi
yok etti! Bunlar, haydutların ve
gangsterlerin yaptığı türden işlerdir. Ne yazık
ki, bu insanı sevdiklerini söylemeye cüret eden
dinsel Yahudi partileri bulunuyor?! Herkes, Arapların bize duyduğu öfkenin nedeninin
sadece ve sadece Siyonistler olduğunu anlamalıdır!
Araplar bize dostça
davranan bir halktı ve ben bunun tanığıyım. Biz
Hebron’da onlarla çok iyi geçiniyorduk.
Haham Alter de buna tanıklık etmiştir.
Araapların bizden nefret
etmelerine yol açan lanetli
Siyonistlerdir. Siyonistler ellerindeki gücü Arapları kovmak için kullanmaya cüret
etmekte ve hatta bugün Lübnan’da
yaptıkları gibi Arapları
öldürmekte ve
katletmektedirler; onlar ABD’nden aldıkları uçaklarla koca koca köyleri yok
etmektedirler.
Herkes katillerin
kim olduğunu bilmeli. Yahudi halkının
fiziksel ya da tinsel bakımdan barış
içinde yaşamasını reddeden Siyonistler
dünyanın en büyük katilleridir!”
Üçüncü Enternasyonal’in Yedinci Kongresi
Filistin Delegesi Rıdvan
el Hilv’in (Yusuf) Konuşması (parça)
... Yoldaşlar,
bilindiği gibi Filistin, İngiliz emperyalizmi açısından büyük bir
siyasal, askeri-stratejik ve ekonomik önem taşımaktadır. İngiliz emperyalizmi Filistin’e; Kızıldenize giden yolları bloke etmek, Arap yarımadasına
ve özellikle Mezopotamya’ya
giden yolları kesmek ve son olarak
da onun elverişli jeografik konumunu
ve özellikle Hayfa limanını
Akdeniz’de, Süveyş Kanalı üzerindeki denetimini güvence altına alacak önemli
bir askeri üs kurmak amacıyla
kullanmak için gereksinim
duymaktadır. Musul-Hayfa boru hattının
döşenmesinden sonra Filistin’in, İngiliz emperyalizmi açısından önemi daha da artmıştır.
Bu boru hattı onların, sömürge petrolünü
olanaklı olan en kısa sürede almasını
sağlamaktadır. Böylece Filistin, İngiliz
emperyalizminin en önemli ileri karakolu haline gelmiş oluyor.
Filistin’deki siyasal durumun özgünlüğü, İngiliz emperyalizminin bu ülkede kendi sömürge
aygıtı ve feodal sınıftan aldığı toplumsal desteğin yanısıra, esas
olarak, Yahudi ulusal azınlığını kendi
emperyalist politikasının çıkarları için kullanmak
suretiyle Siyonist burjuvaziye yaslanması olgusunda
yatmaktadır.
İngiliz emperyalizmi tarafından desteklenen
Filistin’deki Yahudi ulusal azınlığı, esas
olarak sömürgeci ve egemen bir
milliyettir. Filistin’e karşı saldırısını yoğunlaştırmaya başladığı 1921’den bu yana Anglo- Siyonist finans kapital, Arap emekçilerinin
ulusal kurtuluş savaşımına karşı kendisi için bir kitle temeli oluşturmak
ve sömürge politikasını güçlendirmek için Filistin’e 250,000 Yahudi göçmen göndermeyi başarabilmiştir. Aradan geçen yıllarda Siyonistler
Arap topraklarının en verimli ve en
bereketli olan 2,000,000 dönümlük bir bölümünü
ellerine geçirmişlerdir. Sadece son üç yıl içinde Siyonist çeteler,
İngiliz süngülerinin de yardımıyla
22,000 Arap fellahını* topraklarından kovmuşlardır.
Bu fellah kitleleri baba ocaklarını ve yüzyıllardır kendilerine ait olan
toprakları yitirmiş, iflasa ve yokolmaya
mahkum edilmişlerdir. Ülkenin ekonomik yaşamı
hızla Siyonist sömürgecilerin ellerine geçmiştir. Siyonist
sermaye eşit olmayan bir rekabet
sonucunda Arap sermayesini kapı dışarı etmekte
ve küçük burjuvaziyi
yoketmektedir.
Bankalardaki Siyonist para sermayesi mevduatı her geçen gün hızla artmaktadır. Hükümetin resmi rakamlarına göre bugün Filistin’deki
banka mevduatının yüzde 80’i Siyonistlere
aittir. Onlar merkezi kentlerdeki arsaların yüzde 70’ini, kırsal bölgelerdeki plantasyon
arazilerinin yüzde 70’ini, dış ticaretin yüzde 80’ini, iç ticaretin çok büyük bir kısmını,
tüm ekilebilir arazinin yüzde 30’unu ve ülke sanayisinin yüzde
80’ini ellerine geçirmişlerdir. Halbuki, Yahudi ulusal azınlığı tüm ülkedeki nüfusun sadece yüzde 25’ini oluşturmaktadır.
Bu yolla Siyonist sermaye, Arap emekçi kitlelerini doğrudan ezmekle
kalmamakta, küçük burjuvaziyi acımasızca
yoketmekte ve Arap ticaret ve sanayi burjuvazisinin
orta ve hatta en üst katmanlarını köşeye sıkıştırmaktadır.
Kentlerde, Arap işçilerinin
Yahudi işçilerinden daha uzun süre çalışmalarına rağmen onların yarısı ya da üçte biri kadar ücret
aldıkları bir durumla karşı karşıyayız. Arap işçileri günde 10-13
saat çalışırken, Yahudi işçilerinin
çalışma saatleri bu süreyle
karşılaştırılamayacak denli kısadır.
Siyonistler, Yahudilere ait işyerlerinde ve plantasyonlarda çalışan Arap işçileri
zorla işten atmakta
ve yerlerine Yahudi göçmenleri almaktadırlar. Siyonist şiddet sadece bu metotlarla
sınırlı değil. Onlar Arap işçilerine
karşı en aşağılık ve adi küçümseme metotlarına başvuruyorlar. Arap işçileri sürekli olarak dövülüyorlar;
onların ulusal duygularının aşağılanması
ülkede artık olağan hale gelmiş bulunuyor.
Arap nüfusunun
çoğunluğu en temel yurttaş özgürlüklerinden yoksunken ve özellikle işçi-köylü kitleleri
mesleki örgütlenme, basın, toplanma özgürlüklerine
sahip değilken, işçiler de içinde olmak üzere Yahudi kitleleri geniş ayrıcalıklardan yararlanıyorlarlar ve onlar mesleki örgütlenme, basın ve seçimlere
katılma özgürlüklerine vb. sahipler.
Ekonomik faktörlere ek olarak, bu durum
da Arap ve Yahudi kitleleri arasında keskin
bir ayrıma yol açıyor.
Yahudi sermayesinin
partileri -Siyonistler ve Poalei-Siyonistler**- emperyalizmin sömürge
politikasının silahları durumundadırlar. Onlar bu politikalarını,
Yahudi işçilerini aldatarak yürütüyorlar. Biz, bütün
dünya işçilerinin ve özellikle
dürüst Yahudi işçilerinin bu gerçekleri öğrenmelerini ve
Siyonist göçmenlerin maceracı ve
kriminal politikalarına karşı durmalarını istiyoruz.
Siyonist kampta her şeyin
yolunda gittiği zöylenemez. Daha şimdiden, işsizliğin artmasına bağlı olarak Yahudi işçileri arasında hoşnutsuzluğun artışının belirtileri var. Şimdiden 5,000’den
fazla işçi işsiz durumda. Bu işsizlik;
artan göç akınının, yeni inşaat hacmının kısıtlı oluşunun ve özellikle de Arap
kitlelerinin, topraklarının ve işlerinin
Yahudiler tarafından ellerinden alınmasına karşı direnişinin büyümesinin sonucudur. İngiliz emperyalizminin,
Yahudi işçilerini Siyonizmin zindanına
itmek için daha şimdiden
Arap kitleleri üzerindeki basıncı, sömürüyü ve aşağılamayı arttırdığından kuşku duyulamaz.
İngiliz emperyalizminin bu politikası ve
ekonomik bunalım nedeniyle Arap emekçi
kitlelerinin durumu hızla kötüleşmektedir.
İşsiz Arapların sayısı her geçen gün
artmaktadır. Hiçbir yardım alamayan işsizler
yoksulluğa batmakta ve açlıktan ölmeye mahkum edilmektedirler. Ödenmesi olanaksız vergilerin, ürettikleri tarım ürünlerini karşılığında ellerine geçen çok düşük fiyatların ve bankaların
ve tefecilerin yağması nedeniyle tükenen köylülerin tarım ekonomisi
sürekli olarak gerilemektedir. Arap fellahı, kendi yoğun emeğiyle, ailesinin
minimum gereksinimlerini karşılayamamaktadır. Burada, (İngiliz emperyalizminin ajanlarından
biri olan) John Crosby’nin komisyonunun rakamlarına
göndermede bulunacağım. Filistin’de tarım
ekonomisinin durumunu araştıran Crosby, 100 dönüm toprağı bulunan
bir
köylünün gelirinin 51 Filistin pound’u olduğu sonucuna vardı. Bu toplam rakamdan
22 Filistin pound’u üretim maliyetleri
için çıkarılacaktır. Rant ödemeleri,
köylünün eline geçen parasal gelirin yüzde 30’unu bulmaktadır.
Böylece fellah’ın elinde, içinden
ayrıca din adamlarına vb. olan borçlarını ödemesi gereken
24 Filistin pound’u kalmaktadır. Demek ki,
bütün harcamaların çıkarılmasından sonra köylünün
elinde en fazla 16 Filistin pound’u kalmaktadır.
Ama öte yandan
bay Crosby, “kendi işinde çalışan bir yerleşimci
ailesinin yıllık ortalama harcamasının 162
Filistin pound’u olduğunu” saptamaktadır. Görebileceğiniz gibi, 16 Filistin pound’uyla 162 Filistin pound’u arasında 10 kattan biraz daha fazla bir fark vardır. Dahası Crosby, 100 dönüm toprağı olan bir köylüyü
esas almaktadır. Fakat bu kadar toprağı olan köylüler
epey azdır; bunların oranı yüzde 18-20 dolayındadır. Köylü kitlesinin
geriye kalan kısmı ya daha küçük
arazilere sahiptir ya da tümüyle
topraksızdır. Sömürgeciliğin ajanı köylülüğün bu
kesimlerine değinmeyi “unutmuştur.” Gene de,
Bay Crosby’nin sunduğu materyel bile Arap fellahlarının
nasıl yaşadıklarını göstermeye yeter. Dahası,
Crosby’nin rakamlarının 1931 yılına ait olduğu, o yıldan sonra Arap fellahlarının
durumunun önemli ölçüde kötüleştiği de kaydedilmelidir.
Emperyalizmin ve
onun Siyonist ajanlarının Filistin emekçi
kitleleri üzerindeki baskısının ve vahşi sömürüsünün yoğunlaşmasına bağlı olarak Arap kitlelerinin direnişi güçlenmektedir. Ülkedeki anti- emperyalist hareket, Filistin’in sömürgeleştirilmesinin ilk günlerinden bu yana büyümektedir.
1920, 1921 ve 1922 yıllarında olduğu gibi 1929, 1931 ve 1933 yıllarında da Arap
kitleleri güçlü gösteriler gerçekleştirdiler. Bütün halkın ayaklandığı 1929 anti-emperyalist savaşımı, sömürgecilere gözle görülür darbeler indirdi. Ajanları aracılığıyla İngiliz emperyalizminin bu güçlü anti-emperyalist
harekete karşılıklı bir Arap-Yahudi katliamı
karakteri kazandırmaya çalıştığı doğrudur; ancak onların bu girişimi
başarısızlığa uğradı. 1929 halk ayaklanması
güçlü bir anti-emperyalist harekete dönüştü.
Bu hareket, Filistin’le sınırlı kalmadı ve diğer Arap ülkelerinde
de yansımasını buldu. Başka
sömürgelerden getirilen çok sayıda İngiliz emperyalist askeri, devrimci Arap kitlelerini acımasızca cezalandırdılar
İngiliz emperyalizminin ve Siyonist silahlı birimlerin korkunç misillemeleri ve
ulusal reformistlerin gerici kanadının ihaneti
sonucunda devrimci hareket kanla bastırıldı; ama onlar 1929’dan sonra da devam eden savaşımı boğamadılar. Arap işçilerinin sendikalar örgütleme
istekleri özellikle dikkate değer görünüyor ve bir
grev savaşımı büyümeye başlıyordu. Siyonist çetelerle
ve polisle sokak çatışmaları giderek daha sıklaştı.
Öte yandan, Arap köylerinde de
huzursuzluk dinmedi. Vergilerin ödenmesinin reddi, polise karşı direniş, gerilla
birimlerinin büyümesi, 1931 Nablus gösterisi,
köylülerin Siyonist elkoyuculara karşı toprak savaşımı (Vadi Havares, Şatta,
Zübeyde vb.) ve 1933’ün büyük eylemleri hep, Arap kitlelerinin kurtuluş hareketinin ne denli etkili ve ne denli büyümekte olduğunu
göstermektedirler. 1935’te Hayfa’da
petrol şirketinin işletmelerinde gerçekleştirilen grev özel bir önem
taşımaktadır. 650 işçinin yoğun bir bunalım ve işsizlik
yılında gerçekleştirdikleri bu grev 16 gün
sürdü ve bu sınıf çarpışması, işçilerin zaferiyle sonuçlandı. İşçiler, ekonomik
taleplerini kabul ettirmelerinin yanısıra sendikalarının şirket
tarafından tanınmasını da sağladılar.
Bu grevi daha da dikkate değer kılan onun, Filistin-Arap işçi hareketinin
tarihindeki ilk güçlü grev olmasının
yanısıra, Filistin Komünist Partisi’nin tarihinde önemli bir yer tutması,
örgütlenmesi ve yürütülmesinin Partinin güçlü desteğiyle ve onun hegemonyası
altında gerçekleştirilmiş olmasıdır. Böylesi bir başarı
Partinin, Araplaştırma politikası sayesinde kitle çalışması yolunda öne
çıkmakta olduğunun bir göstergesidir.
Grev, Filistinli Arap işçilerin diğer kesimleri üzerinde derhal etkisini gösterdi.
Limanda 130 işçinin katıldığı bir grev patlak verdi. Bunu, Hayfa şoförlerinin grevi, demiryolu
işçileri ve belediye işçileri arasında huzursuzluk
izledi. Bu kendiliğinden gelme grevler,
muazzam bir heyecanın esin kaynağı oldu, Filistinli Arap işçilerin sınıf savaşımına büyük bir itilim verdi ve kent emekçi kitlelerinin
geniş kesimleri arasında sempati yarattı. Hayfa’daki son grev sırasında,
hareketin komşu köylere de sıçraması olgusu, Filistin
devrimci hareketinin yeni bir evreye vardığını gösteriyor. Harsile’de köylülerle jandarmalar
arasında altı saat süren ve çok sayıda köylünün yaralanması ve
birinin ölümüyle sonuçlanan bir çatışma
yaşandı. Filistin’de işçi hareketiyle köylü hareketinin birliği
ve işçi sınıfının hegemonyası olanağı bu yolla yaşama geçiyor. Kentlerdeki
zanaatkarların ve küçük burjuvazinin yoksulluğu gözönüne alındığında, nüfusun bu katmanları da devrimci savaşımın
dışında kalamazlar. Bütün bunlar, Filistin’de proletaryanın partisinin
devrimci çalışmasının geliştirilmesi için çok geniş alanlar olduğunu gösteriyor...
*Fellah: Mısır’da
ve diğer Arap ülkelerinde
çiftçileri ve köylüleri tanımlamak için
kullanılan bir terim. (G. A.)
**Poalei-Siyonizm,
Siyonizmle sosyalizmi “bağdaştırmaya” ve
Siyonizme bir işçi-emekçi görünümü vermeye çalışan
Siyonist bir akım. (G. A.)
Arkaplan: İşçiler*
Hasan Kanafani, 1972
Filistin’e Yahudi göçü
sorunu, sadece ahlaki ya da ulusal bir sorun değildi;
bu göç Filistin’in
Arap halkının, en başta da küçük ve orta köylülerin,
işçilerin ve küçük ve orta
burjuvazinin bazı kesimlerinin
ekonomik statüsünü doğrudan etkiliyordu.
Yahudi göçünün ulusal ve dinsel
karakteri, bu ekonomik etkiyi daha da ağırlaştırıyordu.
1933-1935 yılları
arasında Filistin’e 150,000 Yahudinin daha göç etmesiyle Yahudilerin sayısı 443,000’e
ya da toplam nüfusun yüzde 29.6’sına yükseldi. 1926-1932 yılları arasında Filistin’e
göç eden Yahudilerin sayısı yılda ortalama 7,201 idi. (1) Nazi baskısının doğrudan sonucu olarak bu rakam 1933-1936 yılları arasında 42,985’e yükseldi. Filistin’e 1932’de
9,000 Alman Yahudisi gelmişken, bu rakam
1933’de 30,000, 1934’de 40,000 ve 1935’de 61,000 oldu ve kentlere yerleşen
yeni göçmenlerin neredeyse dörtte üçünü oluşturdu. (2)
Yahudileri terörize ederek onları
Filistin’den sürmenin sorumluluğu Nazizme, aşağıdaki
rakamların da gösterdiği gibi Siyonist
hareketle işbirliği yaparak görece
çok sayıda Yahudi göçmeni Filistin’e yöneltmenin sorumluluğu da
“demokratik” kapitalizme aitti: Nazi zulmünden kaçan 2,562,000 Yahudiden sadece 170,000’i (yüzde 6.6) ABD ve 50,000’i (yüzde 1.9)
Britanya tarafından kabul edilirken
Filistin bu göçmenlerin 220,000’ini (yüzde
8.5) ve SSCB 1,930,000’ini (yüzde 75.2) aldı. (3) Yahudi yerleşimcilerin
görece yüksek bir oranının kapitalistler olduğu gözönüne alındığında Filistin’e göçün yol açtığı zorlu ekonomik sarsıntı anlaşılır: Bu yerleşimcilerin
1933’de 3,250’si (yüzde 11), 1934’de 5,124’ü (yüzde 12) ve
1935’de 6,309’u (yüzde 10) kapitalist sayılıyordu.
(4)
Resmi istatistiklere
göre, 1932-1936 yılları arasında Filistin’e giren Yahudi göçmenlerden 1,370’inin (17,119 bağımlı aile üyesiyle
birlikte) 1,000 ya da daha fazla PL’sı (=Filistin Lirası- G. A.) vardı ve 130,000 kişi de resmen iş arayanlar ya da daha önce gelen göçmenlerin
bağımlı aile üyeleri olarak kaydedilmişti. (5) Başka
bir deyişle Filistin’e
göç, sadece sınaileşme sürecine egemen olmak için Avrupa Yahudi
sermayesinin Filistin’de yoğunlaşmasını güvence altına almak için tasarlanmamıştı; o bu çabaya
eşlik edecek bir Yahudi proletaryasının ortaya çıkmasını da amaçlıyordu.
Yahudi yerleşimci topluluğunda faşist
çizgilerin hızla ortaya çıkmasına
yol açan, “sadece
Yahudi emeği” sloganı”nı atma politikası
vahim sonuçlar verecekti.
Bu sloganın bir başka sonucu, Filistinli
Arap ve Yahudi işçi sınıfları arasında ve
Filistinli Arap köylüler, çiftçiler ve tarım
işçileriyle onların Yahudi karşılıkları
arasında bir rekabet savaşımının gelişmesiydi. Filistinli Arap küçük toprak
sahiplerinin ve kentli orta burjuvazinin, çıkarlarının büyümekte olan Yahudi sermayesinin tehdidi altında bulunduğunu kavradıkları
ölçüde bu çatışma daha yüksek sınıfları da
kapsamaya başladı.
Örneğin 1935’de Yahudiler, toplam 1,212 sınai firmadan 13,678 işçi istihdam
eden 872’sini denetlerken, Filistinli Araplar geriye kalan ve 4,000 işçi
istihdam eden 340 sınai firmayı
denetliyorlardı. Filistinli Arapların
704,000 PL tutan yatırımlarına karşılık Yahudilerin yatırımları 4,391,000
PL tutuyor, Yahudi firmalarının üretim değeri 6,000,000 PL olurken Filistinli Arap firmalarınınki 1,545,000 PL’nda kalıyordu. Dahası, Yahudi
sermayesi İngiliz manda hükümetinin
verdiği imtiyazların, 5,789,000 PL tutarındaki
toplam yatırıma denk gelen ve 2,619 işçi istihdam
eden yüzde 90’ını denetliyordu. (6)
1937’de yapılan
bir resmi sayım, ortalama Yahudi işçinin Filistinli
Arap karşılığından yüzde 145 daha fazla ücret
aldığını gösteriyordu: [Bu rakam, Yahudi ve
Arap kadın işçi çalıştıran tekstil fabrikalarında
yüzde 433’ü ve tütün fabrikalarında yüzde 233’ü buluyordu. (7)] “1937’ye gelindiğinde, ortalama Filistinli Arap işçinin gerçek ücreti yüzde 10 düşerken ortalama Yahudi işçinin
ücreti yüzde 10 artmıştı.” (8)
Filistin Arap
ekonomisinin hemen hemen tümden çökmesine yol açan
bu durum, en başta Filistinli Arap işçileri etkiledi.
Yafa Filistinli Arap İşçi Federasyonu
Sekreteri Corc Mansur, Peel Krallık Komisyonuna
sunduğu raporunda, Filistinli Arap işçilerin
yüzde 98’inin yaşam standardının
“ortalamanın çok altında” olduğunu belirtiyordu.
1936’da Yafa’da 1,000 işçiyi kapsayan
bir sayım yapan Federasyon,
(bir aileyi geçindirmek için gerekli
ortalama asgari gelirin 11 PL olduğu koşullarda) Arap işçilerinin yüzde 57’sinin
gelirinin 2.75 PL’ndan, yüzde 12’sinin
gelirinin 4.25 PL’ndan, yüzde 12’sinin
gelirinin 6 PL’ndan, yüzde 4’ünün gelirinin
10 PL’ndan, yüzde 1.5’inin gelirinin
12 PL’ndan ve yüzde 0.5’inin gelirinin
15 PL’ndan az olduğunu ortaya çıkarmıştı.
(9)
6 Haziran 1935’de
Manda Hükümetinin 1,000 dolayında
işsiz Yafa işçisinin gösteri yapmasına izin vermemesi üzerine İşçi Federasyonu,
Hükümeti uyarmak için yaptığı açıklamada
“hükümetin yakında işçilere ya ekmek vermek ya da
kurşun sıkmak zorunda kalacağını”
söylüyordu. (10) İşçilerin koşullarının
kötüleşmeye devam ettiği bu koşullarda bir ayaklanmanın
eli kulağındaydı.
(Daha önce
Komünist Partisinin bir üyesi olan) Corc Mansur, Peel Komisyonuna sunduğu raporda çarpıcı açıklamalar yapmıştı: 1935’in sonuna gelindiğinde sadece,
71,000 nüfuslu Yafa’da bile 2,270
erkek ve kadın işçi işsiz durumdaydı. (11)
Mansur, yüksek işsizlik oranının, dördü Yahudi göçüyle
doğrudan bağlantılı beş nedenine işaret
ediyordu: 1) yeni göçmenlerin yerleşmesi; 2) kentsel göç; 3) Arap işçilerinin
işlerinden çıkarılmaları; 4) kötüleşen ekonomik durum; 5) Manda Hükümetinin Yahudi işçilerinden yana ayrımcı
politikası. (12)
Dokuz aylık bir süre içinde Histadrut** üyesi
işçilerin sayısı 41,000 kadar arttı.
Davar
gazetesinin 3460 sayılı nüshasında yayımlanan bir makaleye göre Temmuz 1936 sonunda
Histadrut üyesi işçilerin sayısı 115,000’di;
resmi hükümet raporu (s. 117) bu sayının
1935 sonunda 74,000 olduğunu belirtiyordu. (13)
Filistinli Arap işçilerin
Yahudi sermayesinin denetimi altındaki firma ve projelerden kovulması şiddetli çatışmalara yol açtı. Şubat 1935’de Malbis,
Deyran, Vadi Huneyn ve Hadire adlı dört Yahudi yerleşim
biriminde 6,214 Filistinli Arap işçi bulunuyordu. Altı ay sonra bu rakam
2,276’ya ve bir yıl içinde de sadece
617 Filistinli Arap işçiye indi.
(14) Filistinli Arap işçiler saldırılara da hedef oluyorlardı.
Örneğin, bir olayda Yahudi toplumu Hayfa’daki Brodski binasının
inşaatını yapan Filistinli Arap müteahhitle onun işçilerini işi bırakmaya zorladı. Sistematik bir biçimde işlerini yitirenler
arasında meyva bahçelerinde, sigara fabrikalarında, duvarcılıkta, inşaatlarda vb. çalışan işçiler bulunuyordu.
(15)
1930-1935 yılları
arasında Filistin Arap inci sanayisinin ihracatı
yılda 11,532 PL’ndan 3,777 PL’na düştü.
Yalnızca Hayfa’da 1929’da 12 Filistin Arap sabun fabrikası
varken, bu rakam 1935’te 4 oldu. Bu fabrikaların
ihracat değeriyse 1930’da 206,659 PL’ndan 1935’te 79,311 PL’na indi. (16)
Arap proletaryasının,
“esas sorumluluk birincisine ait olmak üzere
Britanya sömürgeciliğinin ve Yahudi sermayesinin kurbanı olduğu” (17) açıktı.
Yehuda Bauer (18) şöyle
yazmıştı:
“1936 olaylarının
öngününde, SSCB bir yana bırakılacak olursa Filistin herhalde dünya ekonomik bunalımından
etkilenmeyen tek ülkeydi; hatta dev boyutlarda sermaye ithali nedeniyle (Filistin’e 30,000,000 PL’nı
aşkın sermaye girmişti) Filistin gerçek bir refaha tanık
oldu. Dahası, ithal
edilen sermaye bütün yatırım programları için gereken fonların altında bile kalmıştı.”
Ne var ki epey zayıf temeller üzerinde yükselen bu refah,
Akdeniz’de bir savaşın patlak vermesi
korkusuna bağlı olarak özel sermaye akışının durması üzerine sona
erdi. “Kredi sistemi çöktü; yaygın bir işsizliğin
belirtileri ortaya çıktı ve inşaat faaliyeti büyük
ölçüde azaldı. Hem Arap ve hem de Yahudi işverenlerinin
Filistinli Arap işçilerin işlerine son vermeleri üzerine işçilerin bir bölümü
köylerine geri döndüler; ekonomik bunalımın ağırlaşmasına bağlı olarak ulusal bilinç güçlenmeye başladı.” (19)
Ancak Bauer birincil
faktörü, yani süregelen Yahudi göçünü dikkate almıyor.
Sir John Hope Simpson raporunda şöyle diyordu:
“Daha büyük
ölçekte göçü meşru kılmak için Filistin’de kar
vadetmeyen sanayilere büyük miktarda
fon yatırmak kötü ve belki de
tehlikeli bir politikaydı.” Bauer’in göndermede
bulunduğu yıllarda Yahudi sermayesinin
Filistin’e akışının devam ettiği ve hatta 1935’de doruğuna çıktığı ve bu yıllarda
göçmen sayısının da arttığı dikkate alındığında, aslında onun açıklaması,
esas itibariyle gerçeklere aykırıydı. (Yahudi sanayi ve ticaret firmalarına yatırılan sermaye miktarı 1933’de 5,371,000
PL’ndan 1936’da 11,637,300 PL’na çıktı; adıgeçen yapıt, s. 323). Dahası, Yahudi işverenlerinin
Arap işçilerinin işlerine son vermeleri o tarihten çok önce başlamıştı. (20) Bu arada, kırsal bölgelerde Yahudi
kolonizasyonunun sonucu olarak geniş Filistinli
Arap köylü yığınları topraklarından sökülüp atılıyorlardı. (21) Bu köylü yığınları, artan işsizlikle
yüzyüze geldikleri kentlere ve kasabalara göç edeceklerdi. Siyonist aygıt Filistinli
Arap işçilerle onların Yahudi işçi
arkadaşları arasındaki rekabetten sonuna
kadar yararlandı. “İsrailli” solcular
daha sonra, elli yıllık bir süre
içinde Yahudi işçilerinin bir kez bile “İsrail” rejimine
meydan okumak amacıyla maddi sorunlar ya da
İşçi Federasyonunun savaşımı etrafında seferber edilip biraraya getirilmedikleri gözlemini yapmışlardı. “Yahudi proletaryası kendi davası
etrafında seferber edilemiyordu.” (22)
Aslına bakılırsa bu durum tümüyle, Siyonistlerin etkili
planlamasının ürünüydü. Herzl’in sözlerini
anımsayalım: “Bize ayrılan alanlardaki özel arazileri
sahiplerinden zorla almalıyız. Gidecekleri
ülkelerde kendilerine iş
sağladıktan sonra buraların yoksul sakinlerini bir an önce sınırın ötesine göndermeliyiz. Bu kişilerin ülkemizde iş bulmalarını önlemeliyiz; büyük mülk sahiplerine gelince, onlar önünde sonunda
bize katılacaklardır.” (23) Histadrut politikasını
şu sözlerle özetliyordu:
“Arapların Yahudi emek pazarına nüfuz etmelerine
izin vermek, Yahudi sermayesinin ülkeye akışının Arap kalkınması için kullanılması anlamına gelir, ki bu da Siyonizmin hedeflerine ters düşer. Dahası,
Arapların Yahudi sanayilerinde istihdam edilmeleri,
Filistin’de ırk temelinde bir sınıf
bölünmesine yol açardı: Arap işçilerini istihdam eden Yahudi
kapitalistleri. Buna izin verilmesi halinde, biz anti-Semitizmin doğuşuna
yol açan koşulları kendi ellerimizle Filistin koşullarına taşımış olurduk.” (24) Böylelikle, kolonizasyon
sürecini örtük bir tarzda etkileyen
ideoloji ve pratikler, Filistin Arap toplumuyla olan çatışmanın
tırmanmasına paralel olarak Siyonist örgütlerin
faşist nitelikler edinmelerine yol açıyordu;
faşist Siyonizm Avrupa’da yükselmekte olan faşizmle aynı silahları kullanıyordu. Arap işçisi karmaşık bir
sosyal piramidin en altında yer alıyor
ve Arap işçi hareketi içindeki
kafakarışıklığı nedeniyle durumu gittikçe daha da kötüye gidiyordu.
1920’lerin başlarıyla 1930’ların başları arasındaki dönemde hem Arap hem de Yahudi ilerici işçi hareketi,
salt subjektif zayıflıkların yanısıra yediği ezici darbelerin de sonucunda hemen hemen tamamen felç oldu. Bir yandan, hızla faşist bir
nitelik kazanmaya yüz tutan ve silahlı
terörizme başvuran Siyonist hareket,
liderlerinin büyük çoğunluğu Yahudi
olan ve Siyonist işçi örgütlerinin denetimi altına
girmeye direnen Komünist Partisini yalıtmaya ve yok
etmeye çalışıyordu. Öte yandan, Filistin
feodal dinsel önderliği, kendi denetimi dışında
bir Arap işçi hareketinin
büyüyüp gelişmesini hoş karşılamıyordu. 1930’ların başlarında
Müftü’nün*** grubu, Yafa Arap İşçi Federasyonu Başkanı Mişel Mitri’yi öldürdü.
Birkaç yıl sonra, sendikacı ve Hayfa Arap İşçi Federasyonu başkanı
Sami Taha da öldürüldü. Ekonomik ve siyasal bakımdan güçlü bir
ulusal burjuvazinin yokluğu koşullarında işçiler doğrudan doğruya geleneksel
feodal önderlikle
yüzyüzeydiler ve onun tarafından eziliyorlardı; bu çelişme zaman zaman,
geleneksel önderliğin sendikal faaliyet üzerinde
doğrudan denetim kurmayı başardığı dönemlerde azalan sert çatışmalara yol açıyordu.
Bunun sonucunda, işçi faaliyeti savaşım içindeki özsel rolünü yitirdi. Dahası, ulusal savaşımın
sertleşmesiyle birlikte, çıkarların göreli örtüşmesi,
işçilerle geleneksel Arap önderliğini
birleştirdi. Bu arada Komünist Partisi, siyasal eylem örgütlemede bazan başarılı
olabiliyordu. Bir seferinde, 1 Mayıs 1920’de bir grup komünist gösterici Tel
Aviv’de gösteri yapan Siyonistlerle çatıştılar
ve kentten kaçmak ve Yafa’nın Arap mahallesi Menşiye’ye
sığınmak zorunda kaldılar. Daha sonra ise, Bolşevikleri tutuklamak
için yollanan İngiliz güvenlik gücüyle bir çatışma yaşandı. (25) Aynı
gün dağıttığı bir açıklamada Partinin Yürütme Komitesi şöyle
diyordu:
“Yahudi işçileri
burada sizinle birlikte yaşamak için bulunuyorlar; onlar size baskı yapmak için
değil, sizinle birlikte yaşamak için geldiler buraya. Onlar, ister Yahudi, ister Arap, isterse İngiliz
olsun kapitalist düşmana karşı sizinle birlikte dövüşmeye hazırlar. Sizi Yahudi işçisine karşı kışkırtan kapitalistler, bunu kendilerini sizden korumak için yapıyorlar. Bu tuzağa düşmeyin; devrimin
eri olan Yahudi işçisi, İngiliz, Yahudi ve
Arap kapitalistlerine karşı direnişte bir yoldaşınız
olarak size elini uzatmak için geliyor... Sizi, toprağınızı ve ülkenizi
yabancılara satmakta olan zenginlere karşı
savaşmaya çağırıyoruz. Kahrolsun İngiliz
ve Fransız süngüleri; kahrolsun Arap ve yabancı kapitalistler.”
(26)
Bu uzun açıklamanın
dikkat çekici yanı, sadece savaşıma ilişkin idealist
bir portre çizmesi değil, aynı zamanda hiçbir
yerinde “Siyonist” sözcüğünün geçmemesidir. Oysa Siyonizm, Filistinli Arap köylüler ve işçiler için olduğu gibi ellibeşi
Tel Aviv’de Siyonistlerin saldırısına
uğrayıp Yafa’ya kovulan Yahudi komünistleri
için de her gün karşılaşılan bir tehditti.
Filistin Komünist
Partisi, Yedinci Kongresini topladığı 1930 yılı sonuna kadar siyasal
gerçeklikten kopuk durumdaydı.
Kongrede kabul ettiği kararlarda Parti, “Filistin milliyetçiliği sorununda ve Yahudi ulusal azınlığının Filistin’deki statüsü ve bu azınlığın
Arap kitleleri karşısında oynadığı rol konularında esas olarak hatalı
bir tutum benimsediğini” kabul etti. Parti Filistinli Arap kitleler arasında aktif bir çalışma yürütemedi ve sadece
Yahudi işçileri arasında çalışmak suretiyle
kendisini yalıttı. Partinin 1929
Filistin Arap ayaklanması sırasında takındığı negatif tutum, onun yalıtılmış konumunu
bir kez daha gözler önüne serdi. (27)
Sistematik olarak -o
dönemde güç durumda olan-
Filistin burjuvazisine saldırmasına ve hiçbir
zaman halk cepheleri ve devrimci sınıflarla
bağlaşmalar siyaseti izlememiş olmasına rağmen, Partinin 1930-31 yıllarında yapılan Yedinci
Kongresinin tutanakları son derece değerli
bir siyasal analiz sunmaktadırlar. Bu tutanakların da gösterdiği
gibi Parti, Filistin Arap ulusal sorununun çözümünü
devrimci savaşımın temel görevlerinden biri sayıyordu:
o, Filistinli Arap kitle hareketinden kopukluğunu,
“Partinin Araplaştırılmasını engelleyen Siyonizm-kaynaklı bir sapma”nın
sonucu olarak değerlendiriyordu. Belgeler, “Partinin Araplaştırılmasının önünü tıkayan oportünist
çabalar”dan söz ediyor. Kongre, köylülerin faaliyetini yönetebilecek devrimci güçlerin
kadrolarını (yani, devrimci Filistinli Arap işçi
kadrolarını) arttırmanın Partinin görevi
olduğu görüşünü benimsedi. Partinin “Araplaştırılması”,
yani onun Filistinli emekçi Arap kitlelerinin gerçek bir
partisine dönüştürülmesi, onun kırsal
bölgelerdeki çalışmasında başarıya ulaşmasının birinci koşuluydu.
(28)
Ne var ki Parti,
Filistinli Arapları seferber etme görevini
yerine getiremedi ve Kongrenin kabul ettiği “Emperyalist ve Siyonist elkoyuculara tek bir dönüm toprak bile yok!”, “Hükümetin, zengin
Yahudi emlak sahiplerinin, Siyonist grupların ve büyük Arap toprak
sahipleri ve çiftçilerinin arazilerinin
devrimci mülksüzleştirilmesi!”, “Arazi satışlarınına
ilişkin anlaşmaları tanımayın!”, “Siyonist
elkoyuculara karşı savaşım!” sloganlarını yaşama geçiremedi. (29) Kongre ayrıca, “bütün yakıcı sorunları çözmenin ve zulme son vermenin ancak işçi sınıfının önderliği altında
gerçekleştirilecek silahlı bir devrimle olanaklı
olabileceği” yolunda bir karar almıştı. (30) Filistin Komünist Partisi hiçbir
zaman “Araplaştırılamamıştı”. Dolayısıyla ortam, Filistin Arap kitle hareketinin feodal ve dinsel önderliklerin
egemenliği altına girmesine uygundu.
Belki de Partinin o dönemdeki çizgisi ve
pratiklerinin ardında yatan nedenlerden
biri, Komintern’in 1928 ile 1934 yılları arasında savunmakla ün kazandığı uzlaşmaz devrimci
tutumuydu. Ancak, sayılarının az olmasına,
kırsal alanlar başta gelmek üzere Filistinli Arap
kitlelerden göreli kopukluklarına ve
onlarla bağ kuramamalarına rağmen komünistler 1936 ayaklanması sırasında bütün güçlerini seferber ettiler. Onlar büyük bir
cesaret örneği sergilediler, bazı
yerel önderlerle işbirliği yaptılar ve Müftüyü desteklediler; çok
sayıda komünist öldürüldü ya da tutuklandı.
Ancak onlar etkili bir güç haline gelmeyi başaramadılar. Hemen
hemen on yıl sonra, 22 Ocak
1946’da İzvestiya’nın Filistin’deki
“Yahudilerin savaşımı”nı Bolşeviklerin 1917’deki
savaşımına benzetmesine bakılırsa,
“Araplaştırma” sloganının daha sonra bir
yerlerde unutulduğu anlaşılıyor.
Her halükarda,
Filistin Komünist Partisinin Yedinci Kongresinin ancak bu yakınlarda ortaya çıkarılan kararları, Araplaştırma sürecinin yaşama
geçirilemediğini, oynadığı eğitsel role ve
bu alanda savaşıma yaptığı katkılara rağmen Partinin, Yedinci Kongrenin zamanın Filistin
ulusal hareketi içinde oynaması gereken
rol konusunda onun önüne koyduğu misyonu
yerine getiremediğini göstermektedir. Parti
1936 ayaklanması sırasında bölündü. Araplaştırmayla bağlantılı nedenlerle Partide 1948’de temel önemde bir başka bölünme ve 1965’te bir başka
bölünme yaşandı; muhalifler Siyonizme
karşı “yapıcı” bir tutum takınılmasını
savunuyorlardı.
Komünist Partisinin başarısızlığı, oluşmakta olan Arap
burjuvazisinin zayıflığı ve Arap işçi hareketinin birlikten yoksun oluşu; durumun
1936’daki patlama noktasına doğru tırmandığı koşullarda feodal-dinsel önderliklerin belirleyici
bir rol üstlenmeleriyle sonuçlandı.
1)
Sait Himade (ed.), Economic
Organization of Palestine, American University of Beirut, Beyrut, 1939, s.
32.
2)
Moşe Menuhin, The Decadence of Judaism in our Time, Institute of
Palestine Studies, Beyrut, 1969.
3)
Nathan Weinstock, Le
Sionisme- Contra Israel, Maspero, Paris, 1969.
4)
Aynı yerde.
5)
Himade, adıgeçen
yapıt, s. 26, 27.
6)
Weinstock, adıgeçen
yapıt.
7)
Himade, adıgeçen
yapıt, s. 373.
8)
Aynı yerde, s. 376.
9)
Collection of Arab
testimonies in Palestine before the British Royal Commission, al-Itidal Press, Şam, 1938, s.
54.
10)
Aynı yerde, s. 55.
11)
Himade, adıgeçen
yapıt, (sadece Yafa’da işsiz sayısı 1936’dan sonra 4,000’e yükseldi. 5 numaralı
dipnota bakınız, s. 55).
12)
Collection, adıgeçen
yapıt, s. 55.
13)
Aynı yerde. s. 55.
14)
Davar, Sayı: 3462 (13 numaralı
dipnota bakınız, s. 661.)
15)
Collection, adıgeçen
yapıt, s. 15.
16)
Aynı yerde, s. 66.
17)
Aynı yerde, s. 59.
18)
Yehuda Bauer, “The
Arab Revolt of 1936”, New Outlook, Cilt 9, Sayı: 6 (81), Tel Aviv, 1966, s. 50.
19)
Aynı yerde, s. 51.
20)
1930’da Kudüs’teki
Arap inşaat işçilerinin sayısı 1,500’den 500’e düşerken Yahudi inşaat
işçilerinin sayısı 550’den 1,600’e yükseldi.
21)
1931’e kadar
Siyonistler, üzerinde çalıştıkları toprakları satın aldıktan sonra 20,000 Filistinli Arap köylüyü yerlerinden kovdular.
22)
Hayim Hanagbi, Moşe
Maşover, Akiva Orr, “The Class Nature of Israel”, New
Left Review (65), Ocak- Şubat 1971, s.
6.
23)
Theodor Herzl, Selected
Works, Newman Ed., Cilt 7, Kitap 1, Tel Aviv, s. 86.
24)
Exco Foundation for
Palestine Inc., Palestine: A Study of Jewish, Arab and British Policies,
Cilt 1, Yale University Press, 1947, s. 561.
25)
Abdülvahab Kayali, Modern History of Palestine, Arab Institute of Studies
and Publication, Beyrut, 1970, s. 174.
26)
Documents of the
Palestine Arab Resistance (1918-1939), Beyrut,
s. 22, 23, 24, 25.
27)
“Action among the
peasants and the struggle against Zionism, The Palestine Communist Party Theses
for 1931”, Communist Internationalism and the Arab Revolution, Dar
al-Haqiqa, Beyrut, s. 54.
28)
Aynı yerde, s. 121, 122.
29)
Aynı yerde, s. 124.
30)
Aynı yerde, s. 162.
*Hasan Kanafani’nin The
1936-1939 Revolt in Palestine (=Filistin’de 1936-1939 Ayaklanması)
adlı kitabından alınmıştır. (G. A.)
**Histadrut: Aralık
1920’de Hayfa’da kurulan Yahudi işçi federasyonu. Siyonist hareketin “sol” kanadını temsil eden Histadrut, Filistin’in kolonizasyonu ve İsrail devletinin kurulmasında önemli bir rol üstlenmişti.
Yarı-resmi bir kuruluş olan ve İsrail’deki işçi ve memurların
büyük çoğunluğunu bünyesinde toplayan Histadrut,
1989 yılı rakamlarına göre 280,000 işçinin
çalıştığı bir dizi şirketin de sahibi olan kendine özgü bir
gerici sendika federasyonudur. (G. A.)
***8 Mayıs 1921’de Kudüs müftülüğüne getirilen
ve dinsel niteliğinin yanısıra Filistin
feodal toprak sahiplerinin temsilcisi rolünü üstlenen Hacı Emin el-Hüseyni, gerici görüşleri/
çizgisi, Nazi Almanyası’yla flörtü ve siyasal sekterliği ve darkafalılığı
nedeniyle 1930’lu ve 1940’lı yıllarda Siyonist kolonizasyona ve İngiliz emperyalizmine
karşı yürütülen savaşımda genel olarak olumsuz
bir rol oynadı. (G. A.)
Filistin’in Sömürgeleştirilmesi*
Ralph Schoenman,
1988
1917’de Filistin’de
56,000 Yahudi ile 644,000 Filistinli Arap vardı. 1922’de 83,794 Yahudi ile
663,000 Arap ve
1931’de 174,616 Yahudi ile 750,000 Arap bulunuyordu. (32)
İngiliz
Sömürgeciliğiyle İşbirliği
İngilizlerle örtük bir bağlaşmaya giren Siyonistler bölgede
toprak ele geçirme uğraşlarında destek sağladılar. Filistinli şair
ve Marksist analist Hasan Kanafani bu süreci
şöyle betimliyordu:
“Yahudi sermayesinin
büyük bir bölümünün kırsal bölgelere
yönelmiş olmasına, İngiliz emperyalist askeri güçlerinin
varlığına ve yönetim mekanizmasının kendilerinden yana korkunç bir basınç
uygulamasına rağmen Siyonistlerin
toprakta yerleşim bağlamındaki kazanımları son
derece sınırlı oldu.
“Ancak onlar gene de
Arap kırsal nüfusunun statüsünü önemli ölçüde zedelemeyi başardılar. Yahudi gruplarının
mülkiyetindeki kentsel ve kırsal arazi 1929’da 300,000 dönümden (67,000
akr) 1930’da 1,250,000 dönüme (280,000
akr) yükseldi. Kitlesel
kolonizasyon ve “Yahudi sorununu”nun çözümü açısından, satın alınan toprak miktarı önemsizdi. Fakat bir
milyon dönüm kadar toprağın
-tarımsal arazinin yaklaşık üçte biri- mülkiyetine el konulması,
Arap köylülerini ve Bedevileri büyük ölçüde yoksullaştırdı.
“1931’e gelindiğinde,
Siyonistler tarafından topraklarından kovulan köylü ailelerinin sayısı
20,000’e çıkmıştı. Dahası, geri ülkelerde ve özellikle de Arap dünyasında tarımsal yaşam, yalnızca bir üretim tarzı olmakla kalmaz; o aynı
zamanda bir toplumsal, dinsel ve geleneksel yaşam
biçimidir. Dolayısıyla, kolonizasyon süreci,
toprak kaybının yanısıra Arap kırsal yaşamını tahribine
de yol açıyordu.” (33)
İngiliz emperyalizmi yerli Filistin ekonomisinin ekonomik bakımdan
istikrarsızlaştırılmasına katkıda bulundu.
Manda Hükümeti, Filistin’deki ekonomik
imtiyazların yüzde 90’ını, ayrıcalıklı bir statü
tanıdığı Yahudi sermayesine verdi. Bu Siyonistlere,
ekonomik altyapının (yol projeleri, Ölü
Deniz mineralleri, elektrik, limanlar vb.)
denetimini ele geçirme olanağı verdi.
1935’e gelindiğinde
Filistin’deki 1,212 sınai firmadan 872’si Siyonistlerin denetimi altındaydı. Siyonistlerin egemen olduğu sanayi
vergilerden bağışıktı. Arap işgücüne
karşı, onu yaygın işsizliğe ve iş bulmayı başaranları da düşük
standardın altında bir yaşama mahkum eden ayrımcı yasalar çıkarıldı
1936 Ayaklanması
Toprak kaybı ve baskı, Filistinlilerin
kendilerini bekleyen akibete ilişkin bilinçlerini yükseltti ve 1936’dan 1939’a kadar süren büyük ayaklanmayı körükledi.
Ayaklanma, sivil
itaatsizlik ve silahlı isyan biçimini
aldı. Köylüler köylerini terkederek dağlarda
oluşturulan savaş birimlerine katıldılar.
Çok geçmeden Suriye ve Ürdün’den gelen milliyetçiler de savaşıma
katıldılar.
7 Mayıs 1936’da, nüfusun bütün kesimlerini
temsil eden 150 delegenin katıldığı bir
konferansta vergi ödememe kararı alındı ve ardından
Filistin’de genel grev başladı.
İngilizlerin tepkisi ani ve acımasız oldu. 30
Temmuz 1936’da -ayaklanmanın başlamasından yaklaşık 5 ay sonra- sıkıyönetim ilan
edildi ve yaygın bir bastırma
dalgası başlatıldı. Genel grevi ya da
herhangi bir direnişi örgütlediğinden ya da ona
sempati duyduğundan kuşku duyulan herkes tutuklandı.
Filistin’in her tarafında evlerin havaya uçurulması başladı. İngilizler, 18 Haziran 1936’da Yafa kentinin büyük bir bölümünü tahrip ederek 6,000 kişiyi
evsiz bıraktılar. Yafa’nın çevresindeki köy
topluluklarının evleri de tahrip edildi.
İngiltere,
ayaklanmayı bastırmak için Filistin’e çok
sayıda (tahminen 20,000 kadar) asker gönderdi.
Ancak, 1937’nin sonu ve 1938’in başına
gelindiğinde silahlı halk isyanı
İngiliz kuvvetlerinin denetiminden çıkmaya
başlamıştı.
Polis Gücü Olarak Siyonistler
Tam da bu noktada,
Siyonistler İngilizlere daha önce
sömürgelerinin hiçbirinde yararlanmadıkları eşsiz bir
kaynak sundular: İngiliz sömürgeciliğiyle işbirliği yapabilecek ve yerli nüfusa karşı yüksek düzeyde seferber edilebilecek yerel bir güç. Önceden de bir dizi misilleme eylemini gerçekleştiren Siyonistler, şimdi daha da tırmanan
ve kitlesel tutuklamalar, cinayetler ve infazları
da kapsayan bastırma politikası içinde daha büyük bir rol oynamaya başladılar.
1938’de, 2,000’i uzun hapis cezalarına
çarptırılmak kaydıyla 5,000 Filistinli
hapsedildi; 148 kişi idam edildi ve
5,000’den fazla ev yıkıldı. (34)
Siyonist güçler
İngiliz istihbaratıyla kaynaştırıldı ve acımasız
İngiliz yönetiminin polis gücü haline getirildi. İngilizlerin teşvik ettiği silahlı Siyonist varlığakoruma sağlamak için bir “polisimsi” güç oluşturuldu. Bu
polisimsi gücün 2,863 mensubunun yanısıra
Hagana’da örgütlenmiş 12,000 ve Jabotinski’nin Ulusal Askeri Örgütü’nde (İrgun)
örgütlenmiş 3,000 kişi vardı. (35) 1937 yazında bu polisimsi güç
önce “Yahudi Kolonileri Savunması”, daha sonra da “Koloni Polisi” adını aldı.
Ben-Gurion bu
polisimsi gücün, Hagana’nın eğitimi için ideal bir
“iskelet” oluşturduğunu söylüyordu. Sorumlu İngiliz
subayı (Binbaşı- G. A.) Charles Orde
Wingate**, aslında İsrail ordusunun
kurucusuydu. O, Moşe Dayan gibi kişileri
terörizm ve cinayet konularında eğitti.
1939’a gelindiğinde,
İngilizlerle işbirliği halinde çalışan
Siyonist güçlerin sayısı, her biri bir İngiliz subayının komutanlığını ve Yahudi Ajansı’ndan bir
yetkilinin ikinci komutanlığını yaptığı 10 iyi silahlanmış
Koloni Polisi grubunda örgütlü 14,411 kişiye yükselmişti. 1939 ilkbaharında
bu Siyonist gücün içinde, her biri 8 ila 10 kişiden oluşan 63
mekanize birlik bulunuyordu.
Peel Raporu
1936 ayaklanmasının
nedenlerini belirlemek amacıyla 1937’de Lord Peel’in yönetiminde bir Krallık
Komisyonu kuruldu. Peel Komisyonu, Filistinlilerin
ulusal bağımsızlık isteğini ve
Filistinlilerin topraklarında bir
Siyonist koloni kurulmasından duydukları korkuyu, ayaklanmanın
iki ana nedeni olarak saptadı. Peel Raporu, bir dizi faktörü görülmemiş bir açıksözlülükle tahlil etti. Bunlar şöyle
sıralanabilir:
1)
Filistin dışında
Arap milliyetçiliği ruhunun yayılması,
2)
1933’ten sonra
Yahudi göçünün artışı,
3)
Hükümetin örtük desteği nedeniyle Siyonistlerin İngiltere kamuoyuna
egemen olma yetisi,
4)
Arapların, İngiliz
hükümetinin iyi niyetine güven duymaması,
5)
Yahudilerin, mülklerini
satıp ardından toprağı işleyen Filistinli köylüleri
kovan rantiye feodal toprak ağalarından toprak satın almayı sürdürmelerinin Filistinlilerde
yarattığı korku,
6)
Manda hükümetinin,
Filistin hükümranlığı konusundaki kaçamak tutumu.
Ulusal hareket; kent
burjuvazisi, feodal toprak ağaları, dinsel önderler
ve köylülerin ve işçilerin
temsilcilerinden oluşuyordu.
Ulusal hareketin
talepleri şunlardı:
1)
Siyonist göçün
derhal durdurulması,
2)
Arap arazilerinin
Siyonist yerleşimcilere aktarılmasının durdurulması ve yasaklanması,
3)
Filistinlilerin egemenliğinde
demokratik bir hükümetin kurulması. (36)
Ayaklanmanın Tahlili
Hasan Kanafani ayaklanmayı
şöyle betimliyordu:
“Ayaklanmanın gerçek nedeni,
Filistin toplumunun bir Arap tarımsal-feodal-klerikal toplumdan bir Yahudi (Batılı) sınai burjuva
topluma dönüşümüne eşlik eden keskin çelişmenin
doruk noktasına ulaşmış olması olgusuydu Sömürgeciliğin
temelini inşa etme ve
onu bir İngiliz manda yönetiminden
Siyonist yerleşimci sömürgeciliğine
dönüştürme süreci...
1930’ların
ortalarında doruk noktasına ulaştı; aslında Filistin ulusal hareketinin önderliği, çatışmanın belirleyici bir düzeye yükseldiği koşullarda önderliğini
sürdüremez hale gelmekte olduğu için silahlı
savaşımın bir biçimini benimsemek zorunda kaldı.” (37)
Müftünün ve diğer dinsel önderlerin,
feodal toprak ağalarının ve yeni doğmakta olan burjuvazinin, köylüleri
ve işçileri sonuna
kadar destekleyememesi, sömürgeci rejimin
ve Siyonistlerin üç yıl süren kahramanca
bir savaşımdan sonra isyanı
bastırmalarına olanak verdi. Sömürgeci efendilerine bağımlı olan
geleneksel Arap rejimlerinin ihanetleri aracılığıyla İngilizlere
sundukları çok önemli yardım da isyanın ezilmesine katkıda bulundu.
Filistin ulusal savaşımı,
1918’den bu yana devam etmekte ve örgütlü
silahlı direnişin şu ya da bu biçimi,
bu savaşıma eşlik etmektedir. Ulusal savaşım, sivil
itaatsizlik, genel grev, vergi ödemeyi reddetme,
kimlik kartı taşımayı reddetme, boykot ve gösteri
gibi biçimleri de kapsamıştır.
Notlar
32.
Sami Hadawi, Bitter
Harvest (Delmar, New York: The Caravan Books, 1979), s. 43-44.
33.
Ghassan Kanafani, The
1936-1939 Revolt in Palestine, New York, Committee for a Democratic
Palestine.
34.
Adıgeçen yapıt, s. 96.
35.
Adıgeçen yapıt, s. 39.
36.
Adıgeçen yapıt, s. 31.
37.
Adıgeçen yapıt.
*Ralph Schoenman’ın,
The Hidden History of Zionism (=Siyonizmin Gizli Tarihi) (Veritas Press, Santa Barbara, California,
1988) adlı kitabının Üçüncü Bölümünden alınmıştır. (G. A.)
**Wikipedia Wingate hakkında
şu bilgileri veriyor:
“Wingate 1936’da
kurmay subay göreviyle Filistin’e atandı
ve istihbarat subayı olarak görevlendirildi. O sıralar
Arap gerillaları, hem İngiliz manda yönetimi
görevlilerini, hem de Yahudi yerleşimcileri hedef alan bir saldırı kampanyası başlatmışlardı. Wingate, bazı Siyonist liderlerle tanıştı
ve dost oldu. Wingate, İngiliz ve Yahudilerden oluşan karma silahlı
gruplar oluşturma düşüncesini formüle etti ve bu düşünceyi doğrudan kendisi,
o sıralar Filistin’deki İngiliz
kuvvetlerinin komutanı Archibald Wavell’a iletti. Wavell’ın onayını aldıktan sonra Wingate, Siyonist Yahudi Ajansı’nı ve Hagana adlı silahlı Yahudi
grubu bu konuda ikna etti.
“1938’de yeni İngiliz
komutanı General Haining, İngiliz ve Hagana gönüllülerinden oluşan Özel Gece Birliklerinin kurulmasına izin
verdi. Wingate bu grupları eğitti, yönetti ve
devriye turlarında onlara eşlik etti. Bu birlikler, Irak Petrol Şirketinin boru hatlarına saldıran Arap kundakçılara
pusu kuruyor ve bu eylemcilerin üs olarak kullandıkları sınır köylerine baskınlar düzenliyorlardı. Ancak, İngiltere’de izinde
bulunduğu sırada kamu önünde, bir Yahudi
devletinin kurulmasından yana olduğunu
söylemesi üzerine, Filistin’deki üstleri
onu görevinden aldılar. Wingate Mayıs 1939’da İngiltere’ye
aktarıldı.”
Aynı konuda Jewish Virtual Library adlı internet sitesinde ise şöyle deniyor:
“Wingate’ın Yişuv (Filistin’deki Yahudi toplumu- G. A.) ve Hagana’nın şefleriyle iyi ilişkileri vardı. O İbranice
öğrendi ve Yahudilerin Eretz Yisrail’de bir anayurt
sahibi olmayı hak ettikleri
yolundaki ateşli inancını açıkça ortaya
koydu. Etkili bir askeri gücün gerekliliğini de kavrayan Wingate gelecekte kurulabilecek Yahudi devletinin ordusuna
komuta etmeyi düşlüyordu. Çabaları ve sunduğu
destek nedeniyle o Yişuv’da ‘ha-yedid’, yani dost olarak anılıyordu. (G. A.)
Getto Savaşıyor
(Marek Edelman, Bookmarks)
Kitap İncelemesi
Tony Greenstein,
RETURN, Aralık 1990
Varşova Getto Ayaklanması, insanlığın, düşman ne denli güçlü gözükürse gözüksün zulme karşı
direniş kapasitesinin sınırsızlığını gösteren en yüce sembollerden
biridir. Bu ayaklanma, bugün bile
umutsuz olanlara yol göstermeye devam
eden bir ışıktır.
Temmuz 1942 ile Eylül
1942 arasında Naziler,
Getto nüfusunun dörtte üçünü oluşturan 250,000’den
fazla Yahudiyi Treblinka ölüm kampına sürdüler. Yahudi Polisi, Yahudi yurttaşlarını arayıp yakalarken silahları olmayan
ve güçsüzlüklerinden kahrolan Gettodaki
sol gruplar olup bitenleri izlemek zorunda kaldılar.
Bunu izleyen aylarda
fiziksel bir direnişin tohumları oluşmaya başladı. Bund’un (Yahudi İşçi Partisi) düzenli
bültenlerinin ve haber bültenlerinin de tanıklık ettiği gibi, getto içinde
her zaman siyasal muhalefet olagelmişti. Ocak 1943’te bir Aktion silahlı direnişle karşılandı. Ellerinde sadece bir kaç tabanca
bulunan direnişçiler, SS’leri ve onların
Latviyalı ve Ukraynalı uşaklarını püskürttüler. Naziler geri çekildiler ve üç
ay boyunca sokakların denetimi Yahudi Savaşçıları Örgütünün (=ZOB) eline geçti. 19 Nisan
1943’de yeniden karşı saldırıya geçen Nazilerin
Gettoyu ele geçirmeleri, Polonya’nın tümünü ele geçirmelerinden daha
fazla zamanlarını aldı.
Tarih, iktidarı
elinde bulunduranların bakış açılarından
yazılır ve yeniden yazılır. Bu yüzdendir ki, Varşova Gettosunda direnişin önündeki ana
engellerden biri olan Judenrat’ın (Yahudi
Konseyi) karşılığı olan Yahudi egemen sınıfları
bugün direnişi saygıyla sahiplenmektedir. Aynı
biçimde, Nazizmle pazarlık ve işbirliği yapan, hatta bunu
katillerle karlı bir ticaret düzeyine
vardıran tüm Siyonistler, şimdi Getto savaşçıları ile İsrail militarizmi arasında iğrenç bir karşılaştırma
yapmaya girişmektedirler.
The Wall (=Duvar)
gibi Hollywood filmleri bizi, savaşçıların hedefinin
Filistin’e varmak olduğuna inandırmaya çalışıyorlar. Aslında ise, Yahudi Savaşçıları Örgütü, savaşma iradesini baltalamamak için, Varşova’nın ‘Aryen’ kesimine sığınma doğrultusunda herhangi bir hazırlık yapılmamasını güvence altına almaya büyük özen gösterdi. Gerçekte, direnişin tek bir hedefi vardı: Nazi canavarlarının
canlarını olabilecek en büyük ölçekte yakmak. Sevdiklerini katleden ve Gettoyu aç bırakmak suretiyle teslim alanlardan (Nazilerin Gettoda izin verdikleri yiyecek miktarı,
açlıktan öldürme kastını gösteriyordu) intikam
alma isteği.
Bugün Siyonistler Varşova Getto Ayaklanmasını,
kendilerinin direndiği savının kanıtı olarak gösteriyorlar. Sol
Siyonist grupların ve özellikle
onların gençlik örgütlerinin yiğitçe savaştığı doğrudur. Ancak böyle bir durumda onların
savaşmalarını sağlayan hiç de Siyonizmleri değildi.
Gerçekten de, bu gruplar ancak, Polonyalıların zorla çalıştırılmak üzere Almanya’ya
gönderilmeleriyle boşalan çiftliklerde kibbutz’lar
kurmak gibi Siyonist amaçlara bağlılıklarını bir yana bıraktıklarında yüzlerini direnişe döndüler. Onlar, Siyonizmlerinden ötürü değil, Siyonizmlerine rağmen savaştılar.
Bund ve Komünistler
olmuş olmasaydı, direniş olmayacaktı. Sadece
Sol, Yahudi-olmayan partilerle ilişki kurmuştu. Her zaman Yahudilerin, Yahudi-olmayan Polonyalılardan uzak durmaları gerektiğini vaaz eden
ve Sol Poalei Siyon bir yana bırakılırsa, savaş-öncesi Polonyası’nda anti-Semitlere karşı savaşımdan kaçınan Siyonistler, direnişin başlayabilmesi için mutlak bir gereksinim olan silahları edinebilmek için Sol partilere başvurmak
zorunda kalmışlardı.
Bu kitap ilk kez
1946’da basılmıştı. Yahudi Savaşçıları
Örgütü’nün lider yardımcısı olan Marek Edelman, Polonya’da savaş-öncesi dönemde yapılan
seçimlerde bellibaşlı Yahudi topluluklarının
bulunduğu her yerde oyların çoğunluğunu elde eden anti-Siyonist Bund örgütünün bir üyesiydi. (Daha sonra tıp
eğitimini tamamlayarak doktor olan ve 1970’lerin sonlarında
İşçi Savunma Komitelerinin ve ardından, Lech Walesa’nın başını çektiği- G. A.) Dayanışma
sendikasının aktivistlerinden biri haline gelen kalp cerrahı
Edelman, savaştan sonra Polonya’da kalmaya karar vermişti.
Bu kitap, insani duyguların
-çaresizlik, sevinç, üzüntü ve umut-
yelpazesinin tümünü harekete geçiriyor.
Az sayıda tabancadan
başka bir şeyi olmayan
ve iki yıl boyunca açlıktan
ölecek hale getirilen bir halk dünyanın en güçlü ordusuna nasıl
direnebilmişti? Hem de, sadece bir kaç ay önce bir somun ekmeğin
çok sayıda insanı ölüm trenlerine çekmek
için yeterli olmuş olduğu koşullarda.
Beni, en çok
anlatımın, Edelman’ın savaşçı çetesinin Merkezi
Getto’ya kaçışını anlatan bölümü
etkiledi. O, Alman fabrikalarının bulunduğu ve Nazilerin direnişçileri ortaya çıkmaya
zorlamak için ateşe verdikleri atelye bölgesindeki gruba
komuta ediyordu. Herkesin aynı anda kaçmasını
sağlama kararı alındıktan sonra, grubun tümü
alevlerin ve yanan yıkıntıların arasına
dalıyor. Oradan geçerlerken üzerlerine bir projektör çevriliyor. Bir silah
sesi duyuluyor ve ortalık yeniden kararırken
savaşçılar güvenli bir yere gelmiş
oluyorlar.
Edelman’ın siyasal dürüstlüğünün kendisi,
insan ruhunun savaşımına tanıklık ediyor.
O, Siyonist tarihçilerin tersine, Yahudi Savaşçıları
Örgütünün elinde o denli az silah bulunmasının nedenini, Polonyalı direnişçilerin anti-Semitizmiyle
değil, onların silahlarının da çok
az olmasıyla açıklıyor. Direnişin
başarısının
önkoşulu, Yahudi işbirlikçilerin yokedilmesi ve Gettodaki Yahudi ileri gelenlerinin terörle yıldırılmasıydı.
Bugün İntifada’da Filistinlilerin de böyle
yapıyor olması ironiktir.
Prof. İsrail
Şahak’ın 19 Mayıs 1989’da Kudüs’te,
Kol Haʼir’de yayımlanan
ve aşağıda sunduğumuz editöre mektubu da aynı konuyu ele almaktadır:
Holokost’un Çarpıtılması
Ben, Haim Baran’ın,
İsrail eğitim sisteminin öğrencilere bir ‘Holokost bilinci’ aşılamayı başardığı (Kol Haʼir) yolundaki görüşüne katılmıyorum. Burada öğrencilere aşılanan Holokost
bilincinden çok (‘yarım gerçeklerin yalanlardan
daha kötü’ olması anlamında) bir
Holokost söylencesi, hatta çarpıtılmış
bir Holokost anlayışıdır.
Önce Varşova’da ve daha sonra Bergen-Belsen’de Holokost’u kendisi yaşamış bir kişi olarak, Holokost dönemi
günlük yaşamı konusunda egemen olan topyekün cehaleti yakın bir örnekle
göstereyim. Varşova Gettosunda, ilk
kitlesel katliam sırasında (Haziran-Ekim
1943) bile, ortalıkta hemen hemen hiç
Alman askeri yoktu. Yönetim işlerinin hemen hemen tümünü ve daha sonra yüzbinlerce
Yahudinin yokedilecekleri yere taşınmaları
işini Yahudi işbirlikçiler yapmıştı.
Planlanmasına, ancak Varşova’daki Yahudilerin çoğunluğu yokedildikten
sonra başlanan Varşova Getto Ayaklanmasından
önce Yahudi yeraltısı, tümüyle haklı olarak ellerine geçen Yahudi işbirlikçilerin
hepsini öldürdü. Eğer böyle yapmasalardı, Ayaklanma asla başlatılamayacaktı. Getto nüfusunun
çoğunluğu, işbirlikçilere, Nazilere duyduğundan
daha fazla nefret duyuyordu. Her Yahudi çocuğa,
bazılarının yaşamının kurtulmasına yarayan şu
öğüt veriliyordu: “Üç çıkışı olan ve birisinde bir Alman SS’inin, birisinde bir Ukraynalı ve birisinde de bir Yahudi polisin nöbet tuttuğu bir meydana girersen, önce Alman’ın, sonra belki Ukraynalının yanından geçmeye çalışmalı, ancak hiçbir zaman Yahudinin yanından
geçmeyi denememelisin.”
Belleğimde en güçlü iz bırakmış olan olaylardan birisi, Yahudi yeraltısının Şubat 1943’te evimizin yakınında aşağılık bir işbirlikçiyi
öldürmesiyle ilgilidir; diğer çocuklarla birlikte ben de kanı hala
akmakta olan cesedin çevresinde şarkı söyleyip dans ettim. Bundan ötürü de asla pişmanlık
duymadım ve duymam.
Böylesi olayların Yahudilere özgü olmadığı ve
Nazilerin milyonlarca insanı kolaylıkla ve uzun süre
yönetebilmesinin kökeninde onların, kendi pis
işlerini yaptırdıkları işbirlikçileri ince ve şeytani
bir tarzda kullanmalarının yattığı kesindir. Ama şimdi bunu kim
biliyor? Gerçek budur; yoksa öğrencilere
‘aşılanan’ değil. Yad Vaşem
(Kudüs’teki resmi Holokost müzesi- Editör) tiyatrosunun ise sözünü bile
etmek istemem. Bu müze ve onun, Nazilerin Güney
Afrikalı işbirlikçilerini onurlandırma gibi aşağılık
girişimleri gerçekten de horgörüyü bile hak etmiyor.
Dolayısıyla, Holokosta ilişkin gerçeği biraz bilmiş
olsaydık (onlarla aynı düşüncede olsak da olmasak da) Filistinlilerin işbirlikçileri neden yoketmekte olduklarını, en azından
anlayabilirdik. Bizim kol-bacak kıran rejimimize karşı savaşımlarını sürdürmek istiyorlarsa, ellerindeki tek araç bundan başkası
değildir.
New York Times’a Mektup
Öndegelen Yahudilerin New York Timesʼa Yazdığı 1948 Mektubu
Aşağıda,
aralarında Albert Einstein,
Hannah Arendt ve Sidney Hookʼun da bulunduğu Yahudi aydınlarının New York
Timesʼa yazdığı 4 Aralık 1948 tarihli çok önemli mektubun tümünün
kopyasını sunuyoruz. Bazı
bölümlerine bir dizi
vebsitesinde erişmek olanaklıysa da, tamamı
hiçbir yerde bulunmayan bu mektup orijinal haliyle yaygın
bir biçimde dağıtılmayı hak eden bir belgedir.
John
Wheat Gibson, 2 Ağustos 2002
New York Times’a Mektup
4 Aralık 1948
Menahem Begin’in
Yeni Filistin Partisinin Ziyareti ve Bu Siyasal Hareketin Amaçlarının
Değerlendirilmesi
THE NEW YORK TIMES EDİTÖRLERİNE:
Zamanımızın en kaygı verici siyasal olaylarından
biri, yeni kurulmuş olan İsrail devletinde “Özgürlük
Partisi”nin (Tnuat Haherut), örgütlenmesi,
metotları, siyasal felsefesi ve toplumsal mesajı
bakımından Nazi ve Faşist partilerinin yakın akrabası olan bir
siyasal partinin ortaya çıkmasıdır. Bu parti,
Filistin’deki terörist, sağcı ve şovenist
eski İrgun Zvai
Leumi örgütünün üyeleri ve sempatizanlarından
oluşturulmuştur.
Partinin lideri Menahem
Begin’in halihazırdaki Birleşik Devletler
ziyaretinin, yaklaşan İsrail seçimlerinde Amerikan desteğine
sahip olduğu izlenimini
yaratmak ve Birleşik Devletler’deki
muhafazakar Siyonist öğelerle siyasal bağlarını
pekiştirmek hesabıyla yapıldığı açıktır. Ulus
çapında ünlü bir çok Amerikalı, isimleriyle bu
ziyarete destek vermişlerdir. Bay
Begin’in siyasal sicili ve perspektifleri konusunda doğru bir tarzda bilgilendirilmeleri halinde, dünyanın her yerinde faşizme karşı durmuş olan insanların
isimlerini bu listeye eklemeleri ve onun temsil ettiği
harekete destek vermeleri düşünülemez.
Mali yardım vermek ve kamuya dönük açıklamalar yapmak
suretiyle onarılamayacak bir hasara yol açmadan
ve Filistin’de, Amerika’nın geniş kesimlerinin İsrail’deki faşist öğeleri desteklediği izlenimi yaratılmadan, Amerikan
kamuoyu Bay Begin’in ve onun hareketinin sicili ve amaçları konusunda bilgilendirilmelidir.
Begin’in partisinin
kamu önünde verdiği demeçler, onun gerçek
karakterini göstermeye yardımcı olamaz. Onlar bugün özgürlük, demokrasi
ve anti-emperyalizmden sözediyorlar; ancak yakın
zamanlara kadar Faşist devlet öğretisini savunuyorlardı. Eylemleri,
terörist partinin gerçek karakterini ele vermektedir. Geçmişteki eylemlerinden yola çıkarak, bu
partinin gelecekte neler yapabileceğini tahmin
edebiliriz.
Arap Köyüne
Saldırı
Onların Deyr Yasin adlı Arap köyündeki
davranış biçimleri çarpıcı bir örnek
oluşturmaktadır. Ana yollardan uzakta
ve Yahudi topraklarıyla kuşatılmış olan bu köy
savaşa katılmamış, hatta köyü bir üs olarak kullanmak
isteyen Arap çetelerini kovalamıştı. 9
Nisan’da (The New York Times), terörist çeteler, askeri bir hedef olmayan bu kendi halindeki köye saldırdılar, orada yaşayan insanların büyük çoğunluğunu -240 erkek, kadın ve çocuk-
öldürdüler ve sağ bıraktıkları bir kaçını da tutsak olarak Kudüs
sokaklarında dolaştırdılar. Bu eylem, Yahudi
toplumunun büyük çoğunluğu üzerinde şok etkisi yaptı
ve Yahudi Ajansı Ürdün Kralı Abdullah’a bir özür telgrafı gönderdi. Fakat, eylemlerinden utanç duymak bir
yana, katliamdan gurur duyan teröristler onu en geniş
ölçüde reklam ettiler ve ülkedeki bütün
yabancı muhabirleri üstüste yığılmış cesetleri ve bir bütün olarak
Deyr Yasin’deki yıkımı görmeleri için davet
ettiler.
Deyr Yasin olayı,
Özgürlük Partisi’nin karakterini ve eylemlerini ortaya
koymaktadır.
Bu parti, Yahudi
toplumu içinde aşırı milliyetçilik, dinsel
mistisizm ve ırk üstünlüğü karışımından oluşan bir görüş savunmaktadır. Diğer Faşist partiler gibi bu parti de grev kırmada kullanılmıştır ve özgür işçi sendikalarının yokedilmesi
için bizzat ısrarlı bir çaba harcamaktadır. Onların yerine, İtalyan
Faşist modeline uygun meslek birlikleri geçirmeyi
önermektedirler. Son yıllardaki
sınırlı İngiliz-karşıtı şiddet eylemleri döneminde
İrgun Zvai Leumi ve Stern çeteleri, Filistin’deki Yahudi toplumuna karşı bir terör dalgası başlattılar. Onlara karşı
seslerini yükselten öğretmenleri dövdüler,
çocuklarının kendilerine katılmasına izin vermeyen yetişkinleri vurdular.
Teröristler, dövme, pencere kırma
ve geniş ölçekli soygunlar gibi gangster metotlarıyla toplumun gözünü yıldırdılar ve
onlardan büyük miktarda ganimet kopardılar.
Özgürlük Partisi’nin mensuplarının Filistin’deki yapıcı çabalarda hiçbir payları olmadı. Onlar toprak ıslah etmek ve yerleşim
birimleri kurmak için
hiçbir şey yapmazken, Yahudi toplumunun savunma çabalarına zarar verdiler. Çok tantanası yapılan Yahudi göçü yolundaki çabaları
çok önemsizdi ve esas olarak kendi Faşist
yurttaşlarını ülkeye getirmekten
ibaretti.
Ortaya Çıkan
Tutarsızlıklar
Begin ve partisinin gözüpek
iddiaları ile onların geçmişte Filistin’de ortaya koydukları performans
arasındaki tutarsızlıklar, sıradan bir
siyasal partinin varlığına işaret etmiyor.
Bunlar, (hem Yahudilere, hem de Araplara ve İngilizlere karşı) terörizmi
ve yalanı bir araç
olarak kullanan ve “Başbuğ Devleti”ni amaç edinmiş bir Faşist
partinin su götürmez damgasıdır.
Bu değinilen
olguların ışığında ülkemizde, Bay Begin ve onun
hareketine ilişkin gerçeklerin bilincine
varılması mutlak bir
gerekliliktir. Amerikan Siyonizminin üst yönetiminin Begin’in çabalarına karşı bir
kampanya yürütmeyi, hatta Begin’in İsrail
için oluşturduğu tehdidi kendi tabanı
katında sergilemeyi reddetmesi, durumu daha da trajik
kılmaktadır. Dolayısıyla, aşağıda imzası bulunanlar,
Begin ve partisine ilişkin bir kaç
belirgin olguyu kamuoyuna sunmak ve bütün ilgili tarafları faşizmin bu en son
görünümünü desteklememeye çağırmak
için bu yolu seçmişlerdir.
(imzalayanlar)
ISIDORE ABRAMOWITZ,
HANNAH ARENDT, ABRAHAM BRICK, RABBI JESSURUN CARDOZO, ALBERT EINSTEIN, HERMAN
EISEN, M.D., HAYIM FINEMAN, M. GALLEN, M.D., H.H. HARRIS, ZELIG S. HARRIS,
SIDNEY HOOK, FRED KARUSH, BRURIA KAUFMAN, IRMA L. LINDHEIM, NACHMAN MAISEL,
SEYMOUR MELMAN, MYER D. MENDELSON, M.D., HARRY M. OSLINSKY, SAMUEL PITLICK,
FRITZ ROHRLICH, LOUIS P. ROCKER, RUTH SAGIS, ITZHAK SANKOWSKY, I.J. SHOENBERG,
SAMUEL SHUMAN, M. SINGER, IRMA WOLFE, STEFAN WOLFE
New York,
2 Aralık 1948
Irak Yahudileri (parça)
Naim Giladi, The
Link, 16 Mart 1998
Bu makaleyi kaleme almamın nedeni, kitabımı*
yazmamın nedeniyle aynıdır: Amerikan halkına ve özellikle Amerikan Yahudilerine İslam ülkelerindeki Yahudilerin İsrail’e gönüllü olarak göç
etmediklerini, onları ülkelerini terketmeye zorlamak için Yahudilerin
Yahudileri öldürdüğünü ve Yahudilerin gittikçe
daha fazla miktarda Arap toprağına el koymak amacıyla zaman kazanmak için
bir çok durumda
Arap komşuları tarafından başlatılan gerçek barış inisiyatiflerini reddettiklerini anlatmak..................................
Öyküm
Tabii eskiden herşeyi
bildiğimi sanıyordum. Genç ve idealist olmamın
yanısıra inançlarım uğruna yaşamımı tehlikeye
atmaya fazlasıyla hazırdım. Irak
yetkilileri beni, kendim gibi genç Irak
Yahudilerini Irak’tan İran’a, oradan da
Vadedilmiş Topraklara, yani yakında
kurulacak olan İsrail’e kaçırmaktan ötürü
tutukladıklarında yıl 1947’ydi ve ben henüz
18’ime girmemiştim.
Ben, siyonist yeraltına
bağlı bir Irak Yahudisiydim. Iraklı yetkililer, benden yeraltı çalışması arkadaşlarımın isimlerini öğrenmek için ellerinden
gelen herşeyi yaptılar. Aradan elli yıl
geçmiş olmasına rağmen sağ ayağımın başparmağı hala ağrıyla
zonkluyor; bu, beni ele geçirenlerin
başparmaklarımın tırnaklarımı sökmek için kerpeten kullandıkları
günün anısı. Başka bir seferinde,
dondurucu bir Ocak günü beni cezaevinin çıplak
tabanına yatırdılar, çırılçıplak bıraktıktan sonra üzerime
bir kova soğuk su döktüler.
Beni orada, demir parmaklığa zincirli durumda saatlerce beklettiler. Fakat hiçbir zaman onlara istedikleri bilgiyi vermedim. Davasına gerçekten
inançlı biriydim.
[...]
Daha sonra Yahudi Ajansı,
Gazze’den 9 mil uzaklıkta ve Akdeniz’e çok yakın bir Arap
kenti olan el- Mecdel’e (daha sonra Eşkelon adını aldı) gitmemi salık verdi. İsrail
hükümeti bu kenti bir çiftçi kenti haline getirmeyi planladığı için benim çiftçi arkaplanım burada işe
yarayacaktı.
El-Mecdel’deki Çalışma
Ofisine başvurduğumda benim Arapça ve İbranice okuyup yazabildiğimi anladılar ve bana
Askeri Valilik bürosunda iyi ücretle
iş bulabileceğimi söylediler. Araplar, İsrail
Askeri Valiliğinin sorumluluğu
altındaydılar. Bir memur elime bir deste Arapça ve İbranice form tutuşturdu.
Durumu o zaman anladım. Çiftçi kentini kurmadan önce İsrail’in, el-Mecdel’deki
yerli Filistinlileri defetmesi gerekiyordu. BM Denetmenlerine verilecek olan
formlar (Filistinlilerin- G. A.) İsrail’den, o zamanlar Mısır’ın denetimi altında
olan Gazze’ye transferini talep eden dilekçelerdi.
Dilekçede yazılı
olanı okudum. Bu dilekçeyi imzalamakla Filistinliler, kafa ve bedence sağlıklı olduklarını
söylemiş ve herhangi bir baskı ya da zorlama olmaksızın buradan
nakledilme talebinde bulunmuş oluyordu.
Tabii onların, kendilerine baskı
yapılmaksızın burayı terketmeleri asla sözkonusu
olamazdı. Bu aileler yüzlerce yıldır çiftçi, ilkel zanaatkar, dokumacı olarak
burada yaşamışlardı. Askeri vali onların
geçimlerini sürdürmelerini engelliyor, normal yaşamlarını
yeniden başlama umutları tükenene kadar hapsediyordu. Onlar, işte o zaman orayı
terketmek için imza atıyorlardı.
Ben oradaydım
ve onların kederine tanık
oluyordum. “Kendi ellerimizle diktiğimiz portakal ağaçlarına
baktığımızda
yüreklerimiz acıyla doluyor. Lütfen,
gidip o ağaçları sulamamıza izin verin. Ağaçlarına bakmazsak
Allah bizden hoşnut olmayacaktır.” Askeri
valiye, onlara izin vermesi için ricada
bulundum; ama o, “Hayır, biz onların
burayı terketmesini istiyoruz” dedi.
Daha fazla bu zulme ortak olamazdım ve oradan
ayrıldım. Transfer için
imza vermeyen Filistinliler zorla götürüldü;
kamyonlara doldurulup Gazze’ye boşaltıldılar.
El-Mecdel’den yaklaşık 4,000 kişi şu ya da bu biçimde
sürülmüştü. Geriye kalan birkaç kişi İsrailli yetkililerin işbirlikçileriydi.....................................................................................
Vadedilmiş Topraklarda karşılaştığım şeyler beni düş
kırıklığına uğrattı; kişisel olarak düş
kırıklığına uğramamın yanısıra, kurumsallaşmış ırkçılıktan ve Siyonizmin, öğrenmekte olduğum acımasızlıklarından ötürü de düş kırıklığına uğradım. Özellikle kentli Doğu Avrupa Yahudilerinin
tarlalarda çalışmayı küçümsemeleri nedeniyle,
İsrail’in İslam ülkelerinden gelen
Yahudilere gösterdiği ilginin temelinde onların,
ucuz emek kaynağı olmaları yatıyordu. Ben Gurion’un, 1948’de İsrail kuvvetleri
tarafından topraklarından sürülen Filistinlilerin
geride bıraktığı binlerce dönüm
toprağı sürmek ve ekmek için “Doğulu” Yahudilere gereksinimi vardı.
Ve bu arada ben,
yeni doğmuş bulunan devletin olabildiği
kadar çok Filistinliyi
kovmak için kullandığı barbarca metotları
öğrenmeye başladım. Bugün dünya bakteriyolojik savaş
düşüncesini irkilmeyle karşılamaktadır; fakat İsrail büyük olasılıkla bu savaş
metoduna Ortadoğu’da gerçekten başvuran ilk ülke olmuştu. 1948 savaşında
Yahudi kuvvetleri Arap köylerinin halkını,
çoğu zaman tehditlerle ve bazan da diğerlerine
örnek olması için yarım düzine silahsız Arabı kurşuna dizmek suretiyle topraklarından uzaklaştırıyorlardı. İsrailliler,
Arapların yaşamlarını yeni baştan kurmak amacıyla köylerine geri dönmemelerini
güvence altına almak için su kuyularına tifüs ve
dizanteri bakterileri karıştırıyorlardı.
İsrail Savunma Kuvvetlerinin resmi tarihçisi Uri Mileştin yazılarında, bakteriyolojik
maddelerin kullanımından sözetmiştir. Mileştin’e göre, o zamanlar bir tümen komutanı olan Moşe
Dayan 1948’de, Arapların köylerinden
kovulması, evlerinin buldozerlerle yıkılması ve su kuyularının tifüs ve
dizanteri bakterilerinin karıştırmak suretiyle
kullanılamaz hale getirilmesine ilişkin
buyruklar vermişti.
Akra’nın konumu, pratikte kentin sadece bir tek büyük topla bile savunulmasını olanaklı kıldığı için Hagana, kenti besleyen su kaynağına bakteri karıştırdı.
Kapri adını taşıyan kaynak, kentin kuzeyindeki bir kibbutzun yakınında bulunuyordu. Hagana, kente akan suya tifüs bakterisi karıştırdı; Akra halkı
hastalandı ve Yahudi kuvvetleri kenti işgal etti. Bu metot öyle başarılı oldu ki, İsrail
Mısır kuvvetlerinin bulunduğu Gazze’ye Arap kılığına bürünmüş bir
Hagana birliği gönderdi; ama Mısırlılar,
sivil halkı hiçbir biçimde umursamaksızın su kaynaklarına iki kutu dolusu tifüs
ve dizanteri bakterisi karıştıran Hagana askerlerini yakaladılar. Yakalanan
Hagana askerlerinden birisinin “Savaşta duyguların yeri yoktur” dediği aktarıldı.
[...]
Altı ay sonra -tam tarihini vermek gerekirse 19 Mart 1950’de- Bağdat Amerikan Kültür Merkezi ve Kitaplığında
meydana gelen bir patlamada binada hasar meydana
geldi ve birkaç kişi yaralandı. Bu
merkez, genç Yahudilerin gözde
buluşma yerlerinden biriydi.
Doğrudan doğruya Yahudileri hedef alan ilk bombanın atılması, 8 Nisan 1950 günü akşam 9:15’te gerçekleşti.
İçinde üç genç yolcunun bulunduğu bir arabadan, Yahudilerin Pesah’ı kutlamakta
olduğu Bağdat’ın El-Dar El-Bide
kafesine elbombası atıldı. Bu olayda
dört kişi ağır yaralandı. O gece, Yahudilerin Irak’ı
derhal terketmeleri yolunda çağrıda bulunan bildiriler dağıtıldı. Ertesi gün,
çoğu yoksul ve yitirecek bir şeyi olmayan çok sayıda Yahudi, Irak yurttaşlığından
çıkmak ve İsrail’e gitme izni alabilmek için göç bürolarına yığıldılar. Hatta, (bu bürolara- G. A.) o
kadar çok insan başvurdu
ki, polis Yahudi okulları ve sinagoglarında kayıt büroları açmak zorunda kaldı.
10 Mayıs günü
sabah saat 3’te, Yahudilere ait Beit-Lavi Otomobil Şirketinin
vitrinine atılan elbombası binanın bir bölümünün tahrip olmasına
yol açtı. Bu olayda
herhangi bir ölüm ya da yaralanma olmadı.
3 Haziran’da, en
zengin Yahudilerin ve orta sınıftan Iraklıların yaşadığı El-Batavin semtine hızla giden bir
otomobilden bir başka elbombası atıldı. Kimseye
bir şey olmadı; ancak patlamanın
ardından Siyonist aktivistler İsrail’e telgraf çekerek, Irak’tan yapılan
göçe ilişkin kotaların arttırılmasını talep
ettiler.
5 Haziran günü
gece saat 2:30’da, El-Raşit sokağında bulunan ve Yahudilere ait olan Stanley Şaşua binasının hemen bitişiğinde patlayan bomba maddi
hasara yol açtıysa da olayda ölüm
ya da yaralanma olmadı.
14 Ocak 1951 günü
akşam saat 7’de Mesude Şem-Tov sinagogunun önündeki bir grup
Yahudinin üzerine bir elbombası
atıldı. Yüksek voltaj kablosuna çarpan patlayıcı,
aralarında İzak Elmaşer adlı genç bir çocuğun
bulunduğu üç Yahudinin elektrik çarpması sonucu ölümüne ve 30’dan fazlasının
da yaralanmasına yol açtı. Saldırının ardından Yahudilerin
(Irak’tan- G. A.) göçü günde 600-700’lere
sıçradı.
Siyonist propagandacılar
bugün bile, Irak’ta patlatılan bombaların, Yahudilerin ülkeyi terketmesini isteyen
Yahudi-karşıtı Iraklılar tarafından patlatıldığını ileri sürmektedirler. Ama korkunç
gerçek, Irak Yahudilerinin ölümüne ve sakatlanmasına ve onların
mülklerinin hasar görmesine yol açan elbombalarının Siyonist
Yahudiler tarafından atıldığı yolundadır.
Siyonist yeraltı
tarafından yayımlanan ve Yahudileri Irak’ı
terketmeye çağıran iki bildirinin kopyalarının, kitabımda bulunan en önemli belgeler arasında
yer aldığı kanısındayım. Bu bildirilerden biri 16 Mart 1950, diğeri ise 8 Nisan 1950 tarihini taşıyor.
Bu iki bildiri arasındaki
farklılık kritik öneme sahip. İki bildiride de yayımlanma
tarihi var; ancak 8 Nisan tarihli bildiri yayımlanma
saatini de gösteriyor: Öğleden sonra saat 4:00. Acaba bu bildiri neden yayımlanma saatini gösteriyordu? Böylesi bir
belirleme daha önce görülmemiş bir şeydi.
Sorgu yargıcı Süleyman El-Beyt te bunu kuşkulu bulmuştu. Acaba
saat 4:00’te yayımlanan bildirinin yazarları,
beş saat sonra gerçekleşeceğini bildikleri bir bombalamadan sorumlu olmadıklarını gösterecek bir gerekçe mi oluşturmak
istiyorlardı? Eğer öyle idiyse, bombalamanın
olacağını nereden biliyorlardı? Yargıç, Siyonist yeraltıyla bombayı atanlar arasında
bir bağlantı olduğu sonucuna vardı.
1988’de New York’ta karşılaşma
olanağı bulduğum CIA eski kıdemli
görevlisi Wilbur Crane Eveland da bu vargıya
ulaşmıştı. CIA’in yayımlanmasına karşı çıktığı Ropes of Sand (=Kumdan İpler)
adlı kitabında Eveland şunları yazıyordu:
“Iraklıları Amerikan karşıtı olarak göstermeye
ve Yahudileri terörize etmeye çalışan Siyonistler, United
States Information Service kitaplığına ve
sinagoglara bomba koydular. Çok geçmeden, Yahudileri
İsrail’e kaçmaya teşvik eden bildiriler
ortaya çıktı... Her ne kadar
Irak polisi daha sonra, sinagog ve kitaplık bombalamalarının yanısıra Yahudi karşıtı ve Amerikan karşıtı
bildiri kampanyalarının bir yeraltı Siyonist örgütünün
işi olduğunu ortaya koyan kanıtları elçiliğimize sunduysa da, dünyanın çoğu, Siyonistlerin
- aslında İsrail’in nüfusunu arttırmak amacıyla- ‘kurtardığı’ Irak Yahudilerinin kaçmasına yol açan
etkenin Arap terörizmi olduğu yolundaki haberlere inanmıştı.”
Eveland,
Siyonistlerin saldırılardan sorumlu olduğuna
ilişkin kanıtların ayrıntılarını vermiyor; ama ben kitabımda
bunu yapıyorum. Örneğin 1955’te İsrail’de ben, Irak’ta hala mülkleri
bulunan Irak Yahudilerinin iddialarını ele alan ve Yahudi avukatlardan oluşan bir panel örgütledim. İsmini vermememi
rica eden ünlü bir avukat bana
gizlice, Irak’ta yapılan laboratuar
testlerinin, Amerikan Kültür Merkezinin
bombalanması sırasında dağıtılan bildirilerle,
Siyonist hareketin 8 Nisan bombalamasından hemen önce
dağıttığı bildirilerin aynı daktiloda yazıldığını ve aynı
teksir makinasında çoğaltıldığını
doğruladığını bildirdi.
Testler, Beyt-Lavi saldırısında
kullanılan patlayıcı madde tipinin, Yosef
Basri adlı bir Iraklı Yahudinin bavulunda bulunan patlayıcı madde izleriyle uyuştuğunu da gösterdi.
Bir avukat olan Basri, Şalom Salih adlı bir ayakkabıcıyla
birlikte Aralık 1951 saldırıları nedeniyle yargılanacak
ve ertesi ay da idam edilecekti. Her ikisi de
Siyonist yeraltının askeri kolu olan Haşura’nın
üyesiydi. Sonunda Salih, kendisi, Basri ve Yosef Habeza
adlı üçüncü bir kişinin
saldırıları gerçekleştirdiğini itiraf etti.
Bu infazların
gerçekleştirildiği Ocak 1952 tarihine gelindiğinde,
sayıları 125,000 dolayında tahmin edilen Irak Yahudisinin, 6,000’i dışında hepsi İsrail’e kaçmış bulunuyordu.
Dahası, İngiliz yanlısı ve pro-Siyonist
kukla el-Sait, paraları da içinde olmak üzere onların malvarlıklarının dondurulmasını sağlamıştı. (Irak dinarlarını dışarıya çıkarmak olanaklıydı; ancak Yahudi göçmenler İsrail’de dinarlarını bozdurmaya gittiklerinde İsrail hükümetinin bu paraların karşılığının yüzde 50’sini
kendisi için alıkoyduğunu gördüler.) Göç etmek için
kayıt olmayan ancak o sırada yurtdışında bulunan Irak Yahudileri bile, belli bir süre içinde geri dönmemeleri halinde yurttaşlıklarını
yitirme tehlikesiyle yüzyüze kaldılar. Çok eski, kültürlü ve zengin bir
topluluk yerinden yurdundan sökülmüş ve kültürleri
kendileri açısından yabancı olmakla kalmayıp aynı zamanda tiksinç
olan Doğu Avrupa
Yahudilerinin egemen olduğu bir ülkeye
nakledilmişti.
En Büyük
Suçlular
Siyonist liderler. Onlar en başından beri, bir Yahudi
devleti kurabilmeleri için, yerli
Filistin halkını komşu İslam devletlerine
sürmeleri ve aynı devletlerin sınırları içindeki Yahudileri
ithal etmeleri gerektiğini biliyorlardı. Siyonizmin
mimarı olan Theodor Herzl bunun toplumsal mühendislik
yoluyla başarılabileceği kanısındaydı. O 12 Haziran 1885’de güncesine, Siyonist yerleşimcilerin
“kendi ülkelerinde herhangi bir biçimde iş bulmasına izin vermeyeceğimiz
beş parasız (Yahudi- G. A.) nüfusu, ona yol boyundaki ülkelerde iş sağlayarak gizlice sınırlardan geçir”mek zorunda olduklarını
yazmıştı. Başbakan Netanyahu’nun
ideolojik atası Vladimir Jabotinski
ise, bu tür nüfus transferlerinin
ancak kuvvet yoluyla gerçekleştirilebileceğini içtenlikle itiraf ediyordu.
İsrail’in ilk başbakanı David Ben Gurion,
1937’de bir Siyonist konferansında yaptığı konuşmada, gündeme gelebilecek herhangi bir Yahudi devletinin “Arap nüfusu bölgeden,
olanaklı olursa kendi özgür iradesiyle, bu olanaklı olmazsa
kuvvet yoluyla transfer etmek” zorunda kalacağını söylüyordu. 1948-49’da 750,000 Filistinlinin yurtlarından atılması ve topraklarına elkonmasının ardından Ben Gurion, ortaya çıkan ucuz emek
pazarını doldurmak için bakışlarını İslam
ülkelerindeki Yahudilere çevirdi. Bu ülkelere gizlice, Yahudileri
hile ya da korku yoluyla yurtlarını terketmeye
“ikna edecek” özel görevliler yollandı.
Irak’ta her iki
metot ta kullanıldı: eğitimsiz Yahudilere,
körlerin görebileceği, topalların yürüyebileceği ve kavun büyüklüğünde soğanların yetiştirileceği Mesihçi bir İsrail masalı anlatılırken eğitim görmüş Yahudiler bombalara hedef oldu.
Bombalamalardan birkaç
yıl sonra, 1950’lerin başlarında Irak’ta Arapça olarak Siyonist Engereğin
Zehiri adlı bir kitap yayımlandı. Kitabın yazarı, 1950-51 bombalamalarını soruşturan görevlilerden biriydi; yazar, kitabında İsraillileri ve özellikle de İsrail’in
yolladığı özel görevlilerden Mordehay Ben-Porat’ı
suçluyordu. Yayımlanmasının hemen ardından,
kitaplıklarda bulunanları da içinde olmak üzere kitabın tüm kopyaları sözcüğün tam anlamıyla sırra kadem bastı.
Söylentilere göre, ABD elçiliği
aracılığıyla etkinlik gösteren MOSSAD ajanları kitabın tüm kopyalarını satın alıp yoketmişlerdi.
Ben İsrail’deyken üç ayrı kez bana gönderilmesi için bu kitabı
ısmarladım; ancak her seferinde de posta yönetimindeki
İsrail sansür görevlileri kitabın bana ulaşmasını
engellediler.
İngiliz liderleri. Britanya her zaman
kendi sömürgeci çıkarlarının gerektirdiği tarzda
hareket etmiştir. Dışişleri Bakanı Arthur Balfour’un,
Siyonistlerin Birinci Dünya Savaşında (Britanya’ya-
G. A.) destek vermesi karşılığında Lord
Rothschild’e o ünlü 1917 mektubunu göndermesinin
nedeni budur. İkinci Dünya Savaşı sırasında
İngilizler öncelikle kendilerine bağımlı
devletlerin Batı kampında kalması için uğraş
verirken, Siyonistler öncelikle, Nazilerle işbirliği yapmayı gerektirse
de Avrupa Yahudilerinin Filistin’e göçü için uğraş veriyorlardı.
(Kitabımda, Ben Gurion’un ve Siyonist önderliğin bu tür uğraşlarının bir dizi örneğini
belgelemiş bulunuyorum.)
İkinci Dünya
Savaşından sonra uluslararası satranç tahtası
komünistlerle kapitalistleri karşı karşıya getirdi. ABD ve Irak ta içinde olmak üzere
bir çok ülkede Yahudiler
Komünist Partilerinde önemli oranda temsil ediliyorlardı. Irak’ta yüzlerce
Yahudi emekçi aydını Komünist ve Sosyalist partilerin hiyerarşisi içinde kilit konumdaydı. Britanya’nın, kendisine
bağımlı ülkeleri kapitalist kamp içinde
tutabilmek için bu ülkelerin hükümetlerinin başında İngiliz yanlısı liderlerin bulunmasını güvence altına alması gerekiyordu. Ve Irak’ta olduğu gibi bu
liderlerin devrilmesi halinde, bir-iki Yahudi karşıtı karışıklık
başkenti işgal etmek ve “doğru” liderleri yeniden işbaşına getirmek için
uygun bir gerekçe oluşturabilirdi.
Dahası, tüm Yahudi topluluğunu Irak’a transfer
etmek suretiyle Irak’ta komünizmin etkisini
ortadan kaldırma olanağı vardıysa, bu neden yapılmasındı?
Özellikle İsrail ve Irak liderlerinin
işbirliği sağlandığı gözönüne alınırsa.
Irak liderleri. Hem kral naibi Abdullah, hem de Başbakan Nuri el-Sait direktiflerini Londra’dan alıyorlardı. Daha önce İsrail Başbakanı Ben
Gurion’la Viyana’da karşılaşmış bulunan
el-Sait 1948’in sonlarına doğru Iraklı ve İngiliz
ortaklarıyla nüfus mübadelesi gereksinimini tartışmaya
başladı. Irak Yahudileri askeri
kamyonlarla Ürdün
üzerinden İsrail’e gönderilecek ve Irak ta İsrail’in
kovduğu Filistinlilerin bir bölümünü alacaktı.
El-Sait’in önerisi mallara karşılıklı olarak elkonmasını
da kapsıyordu. Londra,
fazla radikal bulduğu bu planı reddetti. Bunun üzerine el-Sait,
Irak Yahudilerinin yaşamını çekilmez hale
getirerek onları İsrail’e göç etmeye zorlamanın
koşullarını oluşturma biçimindeki B planını
uygulamaya koydu. Yahudi hükümet memurları
işlerinden atıldı; Yahudi tacirlere
ithalat/ ihracat lisanslarının verilmesi
durduruldu; polis olmadık nedenlerle
Yahudileri tutuklamaya başladı. Bütün bunlara rağmen,
göç eden Yahudilerin sayısı fazla olmadı.
Eylül 1949’da İsrail, Siyonist Engereğin
Zehiri adlı kitapta ismi geçen
casus Mordehay Ben-Porat’ı Irak’a yolladı. Ben-Porat’ın ilk işlerinden
biri el-Sait’le görüşerek, Irak Yahudilerinin yurttaşlıklarına son
verilmesini sağlayacak bir yasanın
çıkarılması karşılığında ona mali ödül
vadetmek oldu.
Bundan kısa bir süre sonra, Siyonist ve Iraklı
temsilciler, İsrail’in Bağdat’taki ajanları
aracılığıyla dikte ettirdiği modele uygun bir yasa tasarısını formüle etmeye başladılar. Irak parlamentosu
Mart 1950’de tasarıyı yasalaştırdı. Yasa hükümete,
ülkeyi terketmek isteyen Yahudilere bir seferliğine
kullanılabilecek gidiş vizeleri çıkarma
yetkisi veriyordu. Mart ayında bombalamalar da başladı.
Onaltı yıl sonra, o zamanlar Knesset üyesi olan Uri
Avneri’nin yayımladığı İsrail dergisi Haolam
Hazeh Ben-Porat’ı Bağdat’taki bombalamalar
nedeniyle suçladı. Daha sonraları
kendisi de Knesset üyesi olacak olan Ben-Porat suçlamaları reddetti;
ancak dergi hakkında karalama davası
açmaya da kalkışmadı. İsrail’deki Irak Yahudileri onu hala Morad Ebu el-Knabel, yani Bombacı Mordehay olarak anarlar.
Söylemiş olduğum gibi, bütün bunlar (o sıralar-
G. A.) onyaşlarını yaşayan bir gencin kavrayış düzeyinin çok ötesindeydi. Yahudilerin öldürüldüğünü ve onları
Vadedilmiş Topraklara götürebilecek bir örgütün varolduğunu biliyordum.
Bu yüzden Yahudilerin İsrail’e
göçüne yardım ettim. Daha sonra İsrail’de zaman zaman bu Irak Yahudilerinin bazılarıyla karşılaştım. Onlar bir çok durumda duygularını
saklamadılar ve yaptıklarımdan ötürü beni öldürebileceklerini söylediler.
[...]
Sonuç
Bir zamanlar Alexis
de Tocqueville, dünyanın karmaşık bir gerçeğe
kıyasla basit bir yalanı kabul etmesinin daha kolay olduğu yolunda
bir gözlemde bulunmuştu. Dünyanın, Yahudilerin
anti-Semitizmden ötürü Müslüman ülkelerinden kovulduğu ve barış peşinde koşanların asla
Araplar değil, ama İsrail
olduğu yolundaki Siyonist yalanı kabul etmesinin daha kolay olmuş olduğu kesindir. Gerçeklik çok daha
derindi: ipleri dünya sahnesinde rol alan
daha büyük oyuncular çekiyordu.
Özellikle masum insanları bilerek terörize
ettikleri, mallarından ve mülklerinden yoksun kıldıkları
ve ideolojik buyruklarının sunağında kurban ettikleri gözönüne alındığında, işledikleri suçlardan
ötürü bu oyunculardan hesap sorulması
gerektiğine inanıyorum.
Bu liderlerin torunlarının,
kurbanların ve onların torunlarının zararlarını giderme bağlamında ahlaki bir sorumluluklarının
olduğunu da düşünüyorum; bu sorumluluğun sadece tazminat ödenmesiyle
sınırlı
kalmaması ve tarihsel sicilin düzeltilmesini de kapsaması
gerektiğini düşünüyorum. Ben bu yüzden
İsrail’de, Irak’taki mülklerini ve varlıklarını terketmek zorunda bırakılan
Irak Yahudileri için bir soruşturma paneli oluşturdum.
Ben bu yüzden İslam ülkelerinden İsrail’e gelen Yahudilerin yakınmaları temelinde
İsrail hükümetiyle karşı karşıya gelen
Kara Panterlere katıldım. Ve ben bu yüzden
kitabımı ve bu makaleyi yazdım: tarihsel sicilin düzeltilmesi için.
Biz İslam
ülkelerinden gelen Yahudiler ata yurtlarımızı, Yahudilerle Müslümanlar arasındaki herhangi
bir doğal düşmanlık nedeniyle
terketmedik. Ve biz Araplar –karım ve ben evimizde hala Arapça
konuştuğumuz için Arap diyorum- Yahudi
devletiyle bir çok kez barış yapmaya çalıştık. Ve son olarak bir
ABD yurttaşı ve vergi yükümlüsü
sıfatıyla, biz Amerikalıların İsrail’deki ırk
ayrımcılığına ve Batı Yakası, Gazze, Güney Lübnan ve Colan
Tepelerine vahşi bir biçimde
elkonmasına sunduğumuz desteği sona erdirmemiz gerektiğini
söylüyorum.
*Yazar burada, Ben
Gurion's Scandals: How the Haganah & the Mossad Eliminated Jews (=Ben
Gurion’un Skandalları: Hagana ve Mossad
Yahudileri Nasıl Ortadan Kaldırdı)
adlı kitabına göndermede bulunuyor. (G. A.)
Fetih’in (El Fatah)
1 Numaralı Basın Bildirisi (parça)*
Ocak 1968
Filistin sorunu,
esas olarak, İsrail’in kurulmasına olanak
vermek için vatanlarından koparılmış ve sürülmüş
olan Filistin’in Arap çoğunluğunun, bütün bir halkın sorunudur. Sonuç
olarak, Haziran saldırısından** önce,
yaklaşık olarak bir buçuk milyon Filistinli Arap, Arap dünyasının dört bir yanında kamplarda mülteci
olarak ve Birleşmiş Milletler’in yaşamaları için verdiği istihkaka dayanarak yaşamak zorunda bırakılmıştır.
İsrail’in içinde kalan 300,000 kişi
onlara iş vermeyen,
eğitim olanakları ve insan haklarının
hiçbirini tanımayan bir rejim tarafından
ayırıma tabi tutulmuşlardır. Ve yirmi yıldır İsrail, Arap mültecilerinin
topraklarına dönmelerine olanak verilmesi için
yapılan sürekli ricaları reddetmiştir. Başlangıçta, sürülmüş ve ızdıraplı Filistin halkı,
trajedisini çözmesi için Birleşmiş Milletler’den medet umdu. Ne var ki, yirmi yıl geçti ve bu uluslararası kuruluş sorunlarını hala çözmedi. Dahası, mültecilerin ülkelerine geri dönmesi ya da tazminat almalarına
dair aldığı kararlar
da asla uygulanmadı. Bütün bu süre
içinde, İsrail yayılmacı planlarını hazırlamaya ve yerine
getirmeye devam etti.
... Filistin halkının
yıllardır çektiği acılar ve sıkıntı
İsrailli işgalcilere karşı halkın isyanının ifadesi
olan tam anlamıyla halkçı, dinamik,
yeni bir Filistin Kurtuluş Hareketi’ni
doğurdu...
Saldırıdan hemen sonra, Fetih gizlice eskiden işgal edilmiş topraklardaki gibi, yeni işgal edilmiş topraklardaki Arap halkını örgütlemeye başladı ve vatanlarını kurtarmak için
kendi yeteneklerine güvenmelerini teşvik etti...
Filistin’in tümünün
İsrail tarafından işgali Fetih’in en önemli
uzun vadeli amaçlarından birini –bütün askeri üslerini işgal edilmiş topraklara aktarmasını imkan
dahiline sokmuştur. Bu aktarma artık
tamamlanmıştır. Bu çok iyi gizlenmiş,
iyi donatılmış bir çok
üsten Filistinli fedayiler –bir çoğu kendini adamış köylüler ve öğrencilerdir,
her gün yeni ve
eski işgal edilmiş topraklar boyunca düzinelerce
kez harekat düzenlemektedirler. İsrail’in
hiçbir kesimi, hiçbir İsrail tesisi, hiçbir İsrail hedefi artık
onların ulaşamayacakları yerde değildir... Siyonist İsrail’i bu
temelinden çürütme, Filistin’in haklı
sahiplerine, bu topraklarda aralıksız 4,000 yıl bir Yahudi azınlığı
ile yanyana yaşamış olan Filistin Araplarına iade
edilene kadar sürecektir...
Bununla birlikte,
Fetih, Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi operasyonlarının
–bugün Filistin halkının desteğini kazanmış olan- geçmişte yüzyıllar boyu uyum
içinde yaşadıkları Yahudi halkı hedef almadığını beyan etmek ister.
Ne de onları denize dökmek
niyetindedir. Fetih’in birleştirdiği bu direnme ve kurtuluş hareketi
sadece vatanımızı gaspeden ve iki milyon
halkımızı süren ve ezen, onları
bir yoksulluk ve sefalet hayatına mahkum eden Siyonist askeri-Faşist rejime yönelmiştir...
Bugün Filistin Arap halkı kendi
kaderini kendi ellerine almaya karar vermiştir. Bugün, silahları ve cesaretleriyle, kaybettikleri vakarlarını kazanıyorlar. Yarın bir çoklarının ölümleriyle buluşacakları insafsız bir mücadeleden sonra –hiç şüphesiz
bütün Arap kurtuluş hareketinin ve dünyanın ilerici halklarının
desteğini alacak bir mücadele- sevgili vatanlarını, Filistini
geri alacaklardır. Fetih ve bütün
Filistin halkı haklı davalarına ve nihai zaferlerine inanmaktadır. Ve gene
bilmektedirler ki, kurtarılmış, demokratik,
barışçı topraklarında, Filistin bayrağı
yükseldiği gün, Filistinli Yahudilerin toprağın ilk sahipleri Filistinli Araplarla yeniden uyum içinde
yaşayacakları yeni bir dönem başlayacaktır.
*Cengiz Çandar’ın,
Direnen Filistin (MAY Yayınları, İstanbul, Aralık 1976) adlı
kitabının Dördüncü Bölümünden alınmıştır. (G. A.)
**5 Haziran’da başlayan
Arap-İsrail savaşı (“Altı Gün Savaşı”) kastediliyor.
(G. A.)
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin (FHKC)
Platformu
1.
Konvansiyonel Savaş
Burjuvazinin Savaşıdır. Devrimci Savaş Halkın Savaşıdır
Arap burjuvazisi,
kendi çıkarlarını feda etmeye ya da imtiyazlarını
riske atmaya hazır olmayan ordular kurmuştur. Sağlam bir
anti-emperyalizm konumunda olduğunu ileri süren
Arap militarizmi, Arap devletleri içindeki devrimci sosyalist hareketleri ezmenin aracı haline gelmiştir. Ulusal sorunu gerekçe
olarak kullanan burjuvazi, ordularını, kitleler üzerindeki bürokratik iktidarını pekiştirmek ve işçilerin ve köylülerin
siyasal iktidarı ele geçirmelerini önlemek için kullanagelmiştir. Şimdiye değin o, işçilerin ve köylülerin
yardımını istemiş, ama onların
örgütlenmesini ve proleter bir ideoloji geliştirmelerini
engellemiştir. Ulusal burjuvazi iktidara genellikle,
kitlelerin herhangi bir aktivitesi olmaksızın askeri darbe yoluyla gelmiş ve iktidarı
ele geçirir geçirmez bürokratik konumlarını
pekiştirmeye girişmiştir. Terörü yaygın bir biçimde
uygulayan burjuvazi, bir yandan devrimin lafazanlığını
yaparken, bir yandan da bütün devrimci hareketleri ezmekte ve devrimci eylemi savunan herkesi tutuklamaktadır.
Arap burjuvazisi
Filistin sorununu, Arap kitlelerini, gerçek çıkarları ve ülke içi sorunlar doğrultusunda
savaşım verme yolundan saptırmak için
kullanmaktadır. Burjuvazi umutlarını her zaman devletin sınırlarının dışında, Filistin’de kazanılacak bir zafer
umudu üzerinde yoğunlaştırmış ve böylelikle
kendi sınıf çıkarlarını ve bürokratik konumlarını muhafaza edebilmiştir.
Haziran 1967 savaşı,
burjuva konvansiyonel savaş teorisini çürütmüştür. İsrail’in öncelikli stratejisi hızlı vuruş stratejisidir.
Ekonomik bunalımını yoğunlaştıracağı için düşman, ordularını uzun süreler boyunca seferber
edememektedir. O, ABD’nin tam desteğine sahiptir
ve bundan ötürü savaşta hızla sonuç almak zorundadır.
Dolayısıyla, uzun erimde yoksul halkımız için en uygun strateji, halk savaşı stratejisidir.
Biz, Filistin ve Arap halklarını seferber
ederek kendi zayıflıklarımızın üstesinden gelmeli
ve düşmanın zayıflıklarından yararlanabilmeliyiz.
Arap dünyasında emperyalizmin ve
Siyonizmin zayıf düşürülmesi, onlara
devrimci savaşı kullanarak karşı
durulmasını gerektirmektedir.
2.
“Barışçı Çözüm”ü
Zorlamanın Aracı Olarak Gerilla Savaşı
Filistin savaşımı,
genel Arap kurtuluş hareketinin ve dünya kurtuluş hareketinin
bir parçasıdır. Arap burjuvazisi ve dünya
emperyalizmi Filistin sorununun barışçı
çözümünü dayatmaya çalışmaktadırlar; fakat kurtuluşun aracı olarak
halk savaşının sonuç alma yeteneğinden
kuşkulanan bu yaklaşım, emperyalizmin ve Siyonizmin çıkarlarını gözetmek ve Arap burjuvazisinin emperyalist dünya pazarıyla ilişkilerini muhafaza etmek anlamına gelir.
Arap burjuvazisi bu
pazardan izole edilmekten ve dünya kapitalizminin
aracısı rolünü yitirmekten korkmaktadır.
Arap petrol üreticisi ülkelerinin (Haziran 1967 savaşı sırasında başlatılan) Batı’ya karşı
boykottan vazgeçmelerinin
ve Dünya Bankasının şefi McNamara’nın onlara kredi önermeye hazır oluşunun nedeni budur.
Arap burjuvazisi barışçı
bir çözüm için uğraş verdiğinde, aslında emperyalist pazarla iç pazar arasında
oynadığı aracı rolünden ötürü kazandığı kar için
uğraş vermektedir. Arap burjuvazisi henüz
gerillaların aktivitelerine karşı çıkmıyor ve hatta bazan onlara yardım bile
ediyor. Ama bunun nedeni, gerillaların varlığının barışçı çözüm
doğrultusunda bir basınç etkeni olmasıdır. Net bir sınıfsal
bağlılıkları ve net bir siyasal duruşları olmadığı
sürece gerillalar, böylesi bir barışçı çözümün sonuçlarına direnebilecek
durumda değillerdir; fakat gerillalarla barışçı
çözüm için uğraş verenler arasında
çatışma kaçınılmazdır. Bu yüzden gerillalar, eylemlerini berrak amaçları olan bir halk savaşına dönüştürmek için gereken adımları atmalıdırlar.
3.
Devrimci Bir Teori
Olmadan Devrimci Bir Savaş Olamaz
Gerilla hareketinin
temel eksikliği, Filistin savaşçılarının
ufuklarını aydınlatacak ve militan bir
siyasal programın aşamalarını somutlaştıracak devrimci bir ideolojinin yokluğudur. Devrimci bir ideolojinin yokluğunda, ulusal savaşım ivedi pratiksel ve
maddi gereksinimlerin çerçevesini aşamaz. Bu sınıfın
koyduğu sınırlara saygı gösterdiği sürece Arap
burjuvazisi ulusal savaşımın gereksinimlerinin
kısmi olarak karşılanmasını kabul etmeye hazırdır. Bunun
berrak bir örneği Suudi Arabistan’ın,
Fatah’ın Arap ülkelerinin içişlerine
karışmayacağı yolundaki açıklamasına bağlı olarak bu örgüte yardım sunmasıdır.
Gerilla
hareketlerinin büyük çoğunluğunun ideolojik
donanımları olmadığından, Arap burjuvazisi onların
yazgılarını belirleyebilmektedir. Dolayısıyla, emperyalizm, Siyonizm ve Arap burjuvazisinin egemenliğinin tüm
biçimlerine karşı savaşacak olan işçiler ve köylüler, Filistin halkının
savaşımını desteklemelidirler.
4.
Kurtuluş Savaşı Devrimci İdeolojinin Rehberlik
Ettiği Bir Sınıf Savaşıdır
Bir sınıf
savaşımı değil, bir ulusal savaşım olduğunu söylemek suretiyle, savaşımımızın sorunlarını ihmal etmekle yetinmemeliyiz. Ulusal savaşım sınıf savaşımının bir yansımasıdır. Ulusal savaşım
toprak için verilen
bir savaşımdır ve o uğurda
savaşım verenlerse, topraklarından kovulmuş olan köylülerdir. İç pazarın denetimini
ele geçirmeyi uman burjuvazi böylesi
bir hareketi desteklemeye her zaman hazırdır.
Eğer burjuvazi ulusal hareketi kendi denetimi altına
almayı başarır ve böylece kendi pozisyonunu pekiştirebilirse, o zaman barışçı
çözüm kılıfı altında emperyalizm ve
Siyonizmle uzlaşmaya girebilir.
Dolayısıyla,
kurtuluş savaşının özünde sınıf savaşımı olduğu olgusu, işçilerin
ve köylülerin ulusal kurtuluş
hareketi içinde önder rol oynaması gereğinin altını çizer. Küçük burjuvazinin önderliği ele geçirmesi
halinde, ulusal devrim, bu önderliğin
sınıfsal çıkarlarına kurban edilecektir.
Siyonist tehdidin ulusal birliği gerektirdiğini söylemekle işe koyulmak büyük bir hatadır;
çünkü bu, Siyonizmin gerçek sınıfsal
yapısının anlaşılmadığını gösterir.
İsrail’e karşı
savaşım, her şeyden önce bir sınıf savaşımıdır. Dolayısıyla, Siyonizmle
çatışmayı göze alabilecek biricik sınıf,
ezilen sınıf olacaktır.
5.
Devrimci Savaşımımızın
Temel Alanı Filistin’dir
Belirleyici kavga
Filistin’de verilmelidir. Filistin halkının silahlı savaşımı, en basit silahların yardımıyla Siyonist düşmanın
ekonomisini ve savaş makinasını çökertmek
için kullanılabilir. Bu eylemler de
Filistin’deki savaşım açısından önem taşımakla birlikte, halkın savaşımını Filistin’e
taşımak, Ürdün vadisinden hareketle
sınır ötesi eylemleri geliştirmek
yerine kitleler arasında ajitasyon yapmaya ve onları örgütlemeye bağlıdır.
Gerilla örgütleri
işgal altındaki topraklarda eylemlere giriştiklerinde,
Siyonizmin silahlı güçlerinin azgın askeri baskısıyla yüzyüze geldiler.
Devrimci bir ideolojileri ve dolayısıyla devrimci
bir programları olmadığı için bu örgütler
kendi gücünü koruma
yolundaki taleplere boyun eğdiler ve Doğu
Ürdün’e çekildiler. Tüm etkinlikleri sınır
ötesi eylemlerle sınırlı kaldı. Bu gerilla örgütlerinin Ürdün’de yuvalanması, artık barışçı çözüm
doğrultusunda bir basınç etkeni olarak günlerini doldurduklarında Ürdün burjuvazisi ve onların gizli ajanlarına
onları ezme olanağını verecektir.
6.
Ürdün’ün İki Bölgesinde de Devrim
Filistin’le bağları,
diğer herhangi bir Arap ülkesininkinden daha güçlü olan Doğu
Ürdün’deki savaşımı gözardı etmemeliyiz.
Filistin devrimi sorunuyla, Ürdün devrimi
sorunu arasında diyalektiksel bir ilişki
vardır. Ürdün monarşisinin, emperyalizm ve
Siyonizm birlikte kurduğu komplolar zinciri,
bu bağlantıyı kanıtlamaktadır.
Doğu Ürdün’deki
savaşım doğru yoldan, yani sınıf savaşımı yolundan ilerlemelidir. Filistin savaşımı, ulusal birlik kılıfı altında, Ürdün monarşisine destek sağlamak için kullanılmamalıdır. Ürdün’de temel sorun, kitleleri örgütlemesine ve ulusal ve sınıfsal savaşımı yürütmesine yardımcı olacak berrak bir eylem programına sahip
Marksist-Leninist bir partinin oluşturulmasıdır. İki bölgedeki savaşımın
uyumu, Filistin içindeki yedek güçleri güvence altına alabilecek
ve sınır bölgelerindeki köylüleri ve
askerleri seferber edebilecek koordinasyon organları aracılığıyla
gerçekleştirilmelidir.
Ammanʼın bir Arap
Hanoiʼsi, Filistin içinde savaşan devrimciler
için bir üs haline getirilmesinin biricik yolu budur.
1967 Sonrası Amerikan-Sovyet Politikaları
ve ‘Kara Eylül’
1970*
Cengiz Çandar, 1976
... 1970 Kara Eylülünün
provaları 1968’deki Karame zaferinden beri yapılmakta
idi. 1968 güzünden başlayarak, Amerikan kışkırtması ile Ürdün
kuvvetleri ile Filistinliler arasında Rogers planının ortaya atıldığı
1970 yazına dek bir kaç
kez çarpışmalar cereyan etmişti. Ancak, ilerici Arap dünyasından
yeşil ışık yanmadıkça Kral Hüseyin’in
Arap kitleleri nezdinde büyük itibar sahibi olan Filistinlilere karşı toplu bir saldırı yöneltmesi düşünülemezdi. Mısır ve Nasır Arap dünyasında
gene de büyük ağırlık taşıyordu ve Filistinlileri arkaladıkça Ürdün’deki Filistin silahlı varlığını yoketmek sözkonusu
olamazdı.
Kral Hüseyin’in
beklediği yeşil ışık, böylece, Nasır tarafından yakılmış oldu. Hüseyin, Filistin devrimine saldırmak
için fırsat kollamaya başladı. Bazı Filistin direnme örgütlerinin Kral Hüseyin
rejiminin yıkılması için faaliyetlerini hızlandırmaları, Kral’a
harekete geçme olanağı verdi.
“Başkan Nasırʼın Amerikan planını kabulü ve onun ateşkes ile
ilgili hükümlerinin derhal uygulanması,
fedayiler tarafından Filistin ulusal haklarının sonunda terkedileceğine
işaret edecek olan ve Arap devletlerinin İsrail
ile kesin bir barış anlaşması yapma niyetlerine ilişkin en büyük
korku ve kuşkularını haklı çıkaracak bir şey olarak görüldü.
Bu durum karşısında kaldıkları zaman ve Ürdünʼdeki güçlerinden ve pozisyonlarından
emin olarak, uygulanacak çözümü her ne pahasına olursa
olsun engelleyeceklerine ilişkin kararlılıklarını, fedayiler, Ağustosʼta ve Eylül başında gizlemediler. Filistin Ulusal Meclisiʼnin bir olağanüstü
toplantısı Ammanʼda 27-28
Ağustosʼta toplandı. Fakat bu amacı
elde etmek üzere birleşik bir strateji kararlaştırmadı... Bu (amaç)
en iyi bir biçimde Ürdünʼde iktidarı ele geçirerek
elde edilebilirdi ve Filistin Halk Kurtuluş
Cephesi ve Filistin Demokratik Kurtuluş
Cephesi açıkça monarşinin yıkılması
çağrısında bulundular.” (9)
Bu arada, Filistin
Halk Kurtuluş Cephesi’nin üstüste
uçak kaçırması ve kaçırdığı uçakları Ürdün’de
alıkoyması olayları tırmandırdı. Filistin Kurtuluş
Örgütü’nden ihraç edilen bu örgüt,
Ürdün rejimiyle savaş mukadder olunca Filistin ulusal birliğini korumak amacıyla yeniden örgüte
alındı. Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi ise Ürdün şartlarını Bolşevik devrimi öncesi Rusya şartlarına
benzeterek, Ürdün’de Kral Hüseyin ve Filistin direnme
hareketi biçiminde iki başlı bir iktidar bulunduğunu ileri sürdü
ve ‘Bütün iktidar
Filistin direnme hareketine ve silahlı halka’ sloganını
attı.
Silahlı halktan kasıt, fedayi birlikleri
haricindeki, mülteci kamplarında yaşayan ve kurtuluş
örgütlerinin milis bölümlerinde örgütlenmiş Filistinlilerdi.
‘Arap ülkelerinin
içişlerine karışmamak’ ilkesini izlemiş
olan Fetih, Kral Hüseyin’in yıkılmasından yana olmakla birlikte Halk Cephesi’nin ve Demokratik Cephe’nin sloganlarına
ve eylem biçimlerine katılmadı. Ama ne yapması gerektiğini de tam
olarak kestiremedi.
Filistinlilere saldırmaya
hazırlanan Kral Hüseyin 19 Eylül günü harekete geçti
ve Amman’daki Filistin mülteci kampları top atışına tutularak saldırı
başlatıldı. Saldırı ile birlikte
Amerikan Altıncı Filosu ve İsrail
alarma geçti. Amerika
ve İsrail, Kral Hüseyin rejiminin yıkılmasına göz yumamayacaklarını belirttiler.
Amerika ile bir savaş
durumuna girmekten çekinen Sovyetler Birliği, dostu Suriye üzerinde
nüfuzunu kullanarak, Suriye’nin Filistin gerillalarının
yanında Ürdün’ karşı savaşa girmesini
engellemeye çalıştı. Kuzey Ürdün’e
girmiş olan Suriye zırhlı birlikleri geri çekildiler.
Filistin devriminin
fedayi birlikleri İsrail cephesinde, Ürdün
Irmağı boyunca bağlanmış kalmışlardı. On gün süren kanlı çarpışmalarda, mülteci kampları kendi savunmalarını kendileri
üstlenmişti. Milisler, yani sivil
Filistin halkı çarpışıyordu. Filistinlilere
yardım edeceği sanılan Ürdün’deki Irak
birlikleri çatışmalara girmemişler, ülkelerine dönmüşlerdi. Kuzey Filistin’deki Filistinli birlikler kısa süre içinde Kuzey Ürdün’ü kontrol altına
almışlar ve Amman üzerine yürümüşlerdi. Bu arada, Ürdün ordusunun
Filistinli, Batı Yakası Filistinlilerinden oluşan
Yarmuk Tugayı, Ürdün ordusunu terk etmiş ve Fetih saflarına
katılmıştı. Askeri planda durum Filistinlilerin pek
aleyhine sayılmazdı gene de.
Ancak, atılan
sloganlar bir yana, Filistin direnme hareketi, gerçekte,
Ürdün’deki rejimi devirmek ve kendi iktidarını kurmak üzere hazırlanmamıştı. Üstelik, Kral’ın tahtının tehlikeye girmesi halinde Amerika ve İsrail hareketsiz kalamayacaklarını bildirmişlerdi. Filistinliler ise Hüseyin’in sahip olduğu
uluslararası garantilerden yoksundular.
Ürdün kuvvetleri saldırılarını daha
ziyade Amman’daki mülteci kamplarına, Filistin halkına
yönelttiler. Kamplarda yaşayan halk, kuşatma altında hava bombardımanına
ve topçu ateşine tutuldu. Kral, Filistin halkının katliamına girişerek direnme hareketine boyun eğdirmek istiyordu.
Tam bir katliam
halini alan Ürdün saldırısı, Sudan
Devlet Başkanı Numeyri’nin
gayretleri ve Nasır’ın ağırlığını koyması ile
durdurulabildi. Nasır kendi politikasına
ve Arap dünyası içindeki pozisyonuna meydan okuyan Filistin direnme hareketinin zayıflamasından
yana idi, ama ortadan kalkmasından değil.
Öyle bir durum Arap gericiliğini
güçlendirir ve dengeyi Arap dünyasında Nasır’ın aleyhine çevirirdi.
Numeyri’nin çabaları
sonucu, Nasır’ın daveti üzerine çarpışmaların onuncu gününde
taraflar Kahire’de kanlı Eylül savaşını sona erdiren anlaşmayı imzaladılar. Anlaşmanın imzalanmasının hemen ardından, 28 Eylül’de
Nasır öldü.
Arafat Eylül’ü
Anlatıyor
Eylül çarpışmaları sona erdikten sonra olayların değerlendirilmesi üzerinde Filistin direnme hareketi içinde canlı bir tartışma ortamı doğdu. 23 Mart
1971 tarihli Fateh, Eylül günleri boyunca serinkanlılığını
yitirmeyen ve çarpışmalara aktif olarak iştirak eden tek örgüt
lideri olarak anılan Yasir Arafat ile bir görüşme yaptı. Görüşmenin ilgi çekici bölümleri aşağıdadır:
Fateh: Filistin
devriminin siyasi çözüme ya da sözde
Rogers barış planına cevabı nedir?
Arafat: Cevap,
devrimin sahnede temel ve tayin edici bir unsur olarak kalmasında
yatmaktadır. Filistin devrimi etken bir unsur olarak kaldıkça
İsrail hiçbir barış formülünü asla kabul
etmeyecektir. Çünkü böyle bir durumda başlıca
amacını elde edemeyecektir: Güvenliği.
Fateh: 30 Ocak
1970ʼde Ammanʼda Filistin gençliğine hitap
ederken şöyle demiştiniz: ʻ1969
Arap tertipleri yılı idi, 1970
ise uluslararası komplolar yılı
olacaktır.ʼ Zaman, devrimci öngörünüzün
doğru olduğunu kanıtladı. 1971 yılının
dağarcığında Filistin devrimi için
ne vardır?
Arafat: 1971 yılı
kahramanlıklar yılı olacaktır. Yıl süresince sadece
bizim Filistin halkının değil, tüm Arap
ulusunun kaderi kararlaştırılacaktır ve
gelecek kuşaklar için de.
Fateh: Geçen Eylülʼde Ürdünʼde tam olarak olan nedir ve bu, devrimi nasıl etkiledi?
Arafat: Kara Eylül’de
olan sadece Ürdün askeri rejiminin devrime karşı bir saldırısı
değil, bir bütün olarak Filistin nüfusuna karşı bir soykırım
(jenosit) girişimidir. Bu girişim Merkezi İstihbarat
Örgütü, CIA tarafından yazıldı, yapıldı ve yönetildi...
Filistin devrimi geçen
Eylül’de yenilmemiştir, ne askeri ne de
siyasi bakımdan.
Çatışma Ürdün ordusunun 120,000 ton TNT’ye eşit malzeme kullanmasına
rağmen direnmeyi ezemediğini göstermiştir...
ABD’nin emsali görülmemiş
ve kesintisiz hava sevkiyatı dahil olmak üzere acil cephane sevkiyatı
olmasa idi, Ürdün ordusu savaşın en şiddetli
günlerini çıkaramazdı.
Kara Eylül’de
devrime binen yükler de ağır olmuştur.
Devrim 3,400 üzerindeki
ölünün ailelerine bakmak yükümlülüğünü ve 10,800 civarında yaralının bakımını üzerine aldı.
Fateh: 3,400 ölü
ve 10,800 yaralı rakamları devrimin askeri kadrolarının safları içindeki kayıpları mı ifade ediyor?
Arafat: Hayır.
Kayıpların çoğu sivilleri kapsamaktadır. Size bir fikir vermesi için; askeri kayıplarımız
910 savaşçıyı içine almaktadır. Bunun 826’sı Fetih’tendir.
Fateh: Filistin
devrimi niçin Ürdünʼdeki savaşı
sona erdirmeyi kabul etti ve 27 Eylülʼde Ürdün
hükümeti ile Kahireʼde bir anlaşma imzaladı?
Arafat: Size söylediğim
gibi, Eylül saldırısı sadece bize, Filistinli devrimcilere yöneltilmemişti, aynı zamanda bir bütün olarak Filistinli nüfusa
karşı girişilmiş bir soykırım
çabasıydı.
Kampları topçu ateşi
ile dövdükleri vakit,
niyetleri halkımızı, çocuklarımızı ve kadınlarımızı
imha etmekti.
Soykırımı önlemek ve ‘iki Yemen’ yaratılmasının önüne geçmek zorunda idik. Ve iki adım atmak için
bir adım geri
atmak, bir devrimin karakteristik bir yeteneğidir. Önemli olan geri çekilişin örgütlü ve hesaplanmış
olmasıdır...
Fateh: Filistin
devriminin sona erdiği ya da ona
en azından diz çöktürüldüğü
yolundaki iddiaları nasıl
yorumlayacaksınız?
Arafat: ... Eylül’den
bu yana altı ay geçti
ve devrim, önderliğinin tümü ve militan kadroları ile
burada bulunmaktadır.
Elbette ki, devrimin
matemini tutanlar vardır. Sözde barış planı, halk devrime sadık kaldıkça uygulanamaz.
Bu nedenle komplonun bir yanı halkı devrimin
sona erdiğine inandırmaktı.
Devrimin güçleri
sayısal olarak Eylül’den bu yana artmıştır. Bir örnek vermek gerekirse: Eylül’de 910 savaşçı
yitirdik, fakat o günden bu yana 4,500 savaşçı Ürdün ordusundan
kaçarak Filistin devriminin saflarına katıldı.
Bu rakam, bizim askeri eğitim kamplarımızın
mezunlarının sayısının üzerindedir.
... Başka
türlü ifade etmek gerekirse, 1950’lerin sonunda
ortaya çıkmış ve millet daha hala
uyurken 1965’te başlatılmış olan
devrim; 1967’de millet daha hala sersemliğini atamamışken süren devrim; geçen Eylül’de kafasını giyotinin
altından çekebilen devrim-bu devrim
asla sona ermeyecektir ve ona diz çöktürülmeyecektir. (10)
Bununla birlikte,
1971 yılının Filistin devrimi için
acı bir yıl olmasının önüne geçilemedi. 1970 Eylül’de başlayan devrimin
geri çekilmesi, Ürdün’deki askeri ve
siyasi varlığını sona erdiren 1971
Temmuz’una kadar süregeldi.
1970 Eylül’den
sonra da, Ürdün rejimi Filistin devriminin kuvvetlerine saldırılar yöneltmeye devam etti. Ürdün’deki nazik gelişmeler
Filistin direnme hareketinin İsrail’e karşı
yürüttüğü askeri mücadeleyi neredeyse durdurdu. Filistin direnme hareketi, İsrail’e karşı
savaşırken arkadan hançerlenmekte idi. Ürdün rejiminin
Filistinlilere karşı sürdürdüğü yıpratma savaşı, 1971 Temmuz’unda, Kuzey Ürdün’de Ajlun ve Ceraş’taki
Filistin fedayi üslerine karşı genel bir saldırıya dönüştü.
Filistin devrimi Ürdün
saldırısına karşı dramatik bir direnme
gösterdi. Ürdün ve İsrail kuvvetleri arasında sıkışan yüzlerce fedayi Ürdün Irmağını aşarak işgal altındaki topraklara geçtiler ve burada
çarpışa çarpışa ya şehit ya da İsrail kuvvetlerinin eline
esir düştüler. Ürdün’de yüzlercesi, Ürdün kuşatması altında ya şehit oldular, ya da esir düşerek
tutuklandılar. Devrimin geri kalan kuvvetleri ve önderliği
ise, Ürdün’ü terkederek
Suriye’ye çekildi. Bundan böyle,
devrim önderliği ve ana kuvvetleri Suriye’de ve özellikle Lübnan’da toplandı.
Filistin devriminin Ürdün’ü
terk etmesinin devrim için olağanüstü bir kayıp olduğuna şüphe yoktur. Ürdün
hem Filistin halkının en büyük kesiminin yaşadığı
yer, hem de işgal edilmiş topraklarla dar ve uzun bir ırmak aracılığı ile ayrılmış olduğu için İsrail’e karşı askeri faaliyetler bakımından Filistin
devriminin en değerli cephesi idi.
Nitekim, Arafat da
1972 Ocağında Cezayir’de
Filistinlilerin bir toplantısında Ürdün’ün kaybının Filistin devrimi için bir
yenilgi olduğunu gizlemeyecekti:
“Evet, Ürdünʼde
ciddi bir yenilgiye uğradık. Ama
harekat sırf Ürdünlü sayılmazdı. Bir Arap
komplosu idi.” (11)
Arafat’ın
sorumluluğunu sadece Ürdün rejimine yüklemediği ve bir
Arap komplosu olarak gördüğü Filistin
devrimine karşı girişilen Ürdün saldırısı, aslında, gene Arafat’ın nitelediği gibi süper
devletlerin baş rollerini oynadıkları bir uluslararası
komplo idi.
İnsan ve askeri güç kayıplarına, şüphesiz, siyasi kayıplar eşlik edecekti
ve Filistin direnme hareketi bölge politikasında eski ağırlığını kaybetmiş olarak, yaralarını
sarmak üzere bir süre
içine kapanacaktı.
Notlar
9.
Peter Hallyer,
“Palestinian Resistance: 1964-75”, Israel and Palestinians.
10.
Interview with
Yasser Arafat, Fateh, March 23, 1971, Beyrut.
11.
Afrique-Asie (Paris), Ocak 24, 1972, s. 27.
*Cengiz Çandar’ın,
Direnen Filistin (MAY Yayınları, İstanbul, Aralık 1976) adlı
kitabının Beşinci
Bölümünden
alınmıştır. (G. A.)
BM Genel Kurulu’nun
Ezilen Halkların Bağımsızlık ve Silahlı
Savaşım Hakkına İlişkin 3246 Sayılı
Kararı (parça)
29 Kasım
1974
Genel Kurul,
Sömürge Ülke ve Halkların Bağımsızlıklarının Tanınmasına İlişkin Bildirgesi’ni içeren 1514 (XV)
sayılı ve 14 Aralık 1960 tarihli kararıyla bu
Bildirgenin eksiksiz bir biçimde yaşama geçirilmesini içeren 2621 sayılı ve 12 Ekim 1970
tarihli kararına olan inancını
yeniden doğrulayarak,
Portekiz hükümetinin
BM Sözleşmesiyle kabul ettiği yükümlülüklerine uyacağı ve Portekiz yönetimi altındaki halkların kendi yazgılarını belirleme ve bağımsızlık
haklarına ilişkin BM kararlarına
uyacağı yolunda verdiği güvenceleri memnunlukla not ederek,
Hala sömürge ve yabancı egemenliği ve boyunduruğu
altında yaşayan halklara ve özellikle kendi yazgısını belirleme ve bağımsızlık
savaşımlarından ötürü tutuklanmış ya da hapsedilmiş
kişilere uygulanan baskıları, insanlıkdışı ve aşağılayıcı davranışları kınayarak,
Güney Rodezya’nın
bağımsızlığının yasadışı rejimle değil,
Rodezya halkının hakiki ve meşru temsilcileriyle görüşülmesi
gerektiğini yeniden doğrulayarak,
Ezilen halkların
bağımsızlıklarını ve kendi yazgılarını
belirleyebilmelerini sağlayabilecek bütün
önlemlerin alınmasına ilişkin kendi sorumluluğunu
ve bazı Üye devletlerin
engelleyici tutumlarını üzüntüyle zikrederek,
Sömürge ve yabancı egemenliği ve boyunduruğuna
en kısa zamanda
son vermenin ivedi gerekliliğini tanıyarak,
1.
Sömürge ve yabancı egemenliği ve boyunduruğu
altındaki bütün halkların, Genel Kurulun 1514
(XV) sayılı kararı ve BM’in konuyla
ilgili diğer kararları uyarınca kendi yazgılarını
belirleme ve bağımsızlık bağlamındaki
vazgeçilmez haklarını yeniden doğrular;
2.
Bütün Devletlere, sömürge ve yabancı
egemenliği ve boyunduruğu altındaki halkların kendi yazgılarını belirleme ve bağımsızlık
haklarını tanımaları ve kendi yazgısını
belirleme ve bağımsızlık bağlamındaki
vazgeçilmez haklarını tam olarak yaşama
geçirme savaşımlarında onlara maddi, manevi
ve diğer yardımları sunmaları yolundaki
çağrısını yineler;
3.
Halkların, silahlı savaşım
da içinde olmak üzere
her türlü aracı kullanarak sömürge ve yabancı
egemenliği ve boyunduruğundan kurtulma savaşımlarının meşruiyetini yeniden doğrular;
4.
Kendi yazgısını
belirleme ve bağımsızlık savaşımından ötürü
tutuklanmış ve hapsedilmiş bulunan bütün bireylerin temel
insan haklarına saygı gösterilmesini, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin, hiç kimsenin işkence
ya da kötü, insanlıkdışı ve aşağılayıcı davranış görmemesini öngören 5. maddesine titizlikle uyulmasını ve bu kişilerin
derhal serbest bırakılmalarını talep eder;
5.
Portekiz Hükümetinin
kendi sömürge yönetimi altında bulunan tüm halkların kendi yazgılarını
belirleme ve bağımsızlık haklarını ve bu bağlamda başlattıkları girişimleri tanımasını hoşnutlukla
karşılar;
6.
Portekiz Hükümetini,
hala kendi sömürge yönetimi altında bulunan halkların kendi yazgılarını
belirlemelerini ve bağımsızlıklarına
kavuşmalarını sağlayacak dekolonizasyon süreçlerini
gecikmeksizin tamamlamaya teşvik eder;
7.
Sömürge ve yabancı egemenliği ve boyunduruğu
altında bulunan halkların ve özellikle Afrika ve Filistin halklarının
kendi yazgılarını belirleme ve bağımsızlık haklarını tanımayan bütün Hükümetleri şiddetle
kınar;
8.
Güney Afrika’daki ve başka yerlerdeki
ırkçı rejimlerle askeri, ekonomik, sportif ve
siyasal ilişkiler sürdürmek suretiyle
bu rejimlerin, halkların kendi yazgılarını
belirleme ve bağımsızlık özlemlerini ezmelerini teşvik eden NATO üyelerinin
ve diğer ülkelerin politikalarını da şiddetle kınar;
9.
Bu ülkeleri,
Güney Afrika ve Güney Rodezya’daki ırkçı rejimlerle ilişkilerini
gözden geçirmeye ve onlarla tüm
ilişkilerini kesmeye çağırır;
10.
Bağımlı topraklardaki halklara her türlü yardımlarını yaygınlaştırma yolundaki çabalarından ötürü Hükümetlere, BM kuruluşlarına ve hükümetlerarası
ve hükümetdışı örgütlere, duyduğu hoşnutluğu
bir kez daha belirtir ve böylesi yardımların
arttırılması için çağrıda bulunur;
11.
Genel Sekreterden, sömürge
topraklar halklarına daha büyük ölçekte uluslararası yardımın sağlanabilmesi için gerekli önlemlerin alınması amacıyla BM sistemi içindeki uzman kuruluşlara
ve diğer örgütlere desteğini sürdürmesini talep eder;
12.
Genel Sekreterden,
bu kararın yaşama geçirilmesine ilişkin bir
raporu Genel Kurulun 30. oturumuna sunmasını talep eder.
230.
genel toplantı
29 Kasım 1974
BM Genel Kurulu’nun
Siyonizmin Irkçılığın Bir Türü
Olduğuna İlişkin 3379 Sayılı
Kararı
10 Kasım
1975
Genel Kurul,
Irk ayrımcılığının
bütün biçimlerini ve özellikle “Irk ayrımı ya da üstünlüğü
ile ilgili tüm öğretilerin bilimsel açıdan yanlış, ahlaki bakımdan
kınanması gereken, toplumsal bakımdan adaletsiz ve tehlikeli” olduğunu yineleyen
ve “dünyanın bazı bölgelerinde ırk ayrımının belirtilerine hala tanık olunması ve bazı
Hükümetler tarafından yasal, yönetimsel
ve başkaca metotlarla
uygulanmakta bulunmasından” duyduğu kaygıyı dile getiren 20 Kasım 1963 günlü
ve 1904 (XVIII) sayılı kararını anımsatarak;
Genel Kurulun, diğer
şeylerin yanısıra Güney Afrika ırkçılığı
ile Siyonizm arasındaki aşağılık bağlaşmayı da kınayan 14 Aralık 1973 gün ve 3151 G (XXVIII) sayılı
kararını anımsatarak;
19 Haziran-2 Temmuz
1975 tarihleri arasında Mexico City’de
toplanan Uluslararası Kadın Yılı Dünya Konferansının “Kadınların
Eşitliği ve Onların İlerleme ve Barışa Katkılarına İlişkin Bildirgesi”nde,
“uluslararası işbirliği ve barışın, ulusal kurtuluş ve bağımsızlığa
ulaşılmasını, sömürgecilik, yeni sömürgecilik,
yabancı işgali, Siyonizm, Apartheid ve ırk ayrımının
bütün biçimleriyle ortadan kalkmasını
olduğu gibi, halkların onurunun ve kendi geleceklerini belirleme haklarının tanınmasını
gerektirdiği” ilkesini ilan ettiğini not ederek;
28 Temmuz-1 Ağustos
1975 tarihleri arasında Kampala’da yapılan Afrika Birliği
Örgütü Devlet ve Hükümet Başkanları Kurulunun 12. olağan toplantısında kabul
edilen, “işgal altında bulunan
Filistin’deki ırkçı rejim ile Güney
Afrika ve Zimbabve’deki ırkçı rejimlerin ortak emperyalist kökenden geldikleri, aynı ırkçı yapıya sahip oldukları
ve insan onur ve varlığını ezmeyi amaçlayan siyasetleri arasında
organik bir bağ bulunduğu” yolundaki 77 (XII) sayılı kararını da
dikkate alarak;
Bağlantısız Ülkeler
Dışişleri Bakanlarının 25-30 Ağustos
1975 tarihleri arasında Lima’da toplanan Konferansında kabul
edilen, Siyonizmi, dünya barış ve güvenliğine
tehdit oluşturduğu için en ağır biçimde kınayan ve bütün
ülkeleri bu ırkçı ve
emperyalist ideolojiye karşı çıkmaya çağıran Uluslararası Barış ve Güvenliği Güçlendirme ve Bağlantısız
Ülkeler Arasında Dayanışma ve Karşılıklı
Yardımlaşmayı Arttırmaya İlişkin Siyasal Bildirgesini
de göz önünde tutarak;
Siyonizmin, ırkçılığın
ve ırk ayrımcılığının bir türü olduğuna karar verir.
Tel el-Zaatar’ın 53 Günü
Garbis Altınoğlu,
27-28 Ocak 2005
Şimdilerde unutulmaya yüz tutmuş, hatta büyük
ölçüde unutulmuş gözüken şanlı Tel el-Zaatar direnişi,
hem bundan 30 yıl önce patlak vermiş olan Lübnan
iç savaşının, hem de Filistin halkının ulusal kurtuluş savaşımının doruk noktalarından
biridir. Ama Tel el-Zaatar adı aynı zamanda genel olarak Arap burjuvazisi ve gericiliğinin ve özel olarak da son yıllara
kadar başını sözümona ilerici ve sözümona anti-emperyalist
Hafız Esat kliğinin çektiği Suriye egemen sınıflarının Filistin halkının
direnişini arkadan hançerlemelerinin en çarpıcı örneklerinden birini oluşturur.
1970’lerin ilk yıllarında
-o zamanlar nüfusu 2.5 milyonun biraz üzerinde olan- Lübnan’da
yaklaşık 350,000 Filistinli yaşıyordu. Bir bölümü 1948-49 savaşının,
bir bölümü de 1967 savaşının
ardından Lübnan’a göç etmek zorunda kalan
Filistinlilerin sayısı, 1970’deki “Kara Eylül”
yenilgisinin ardından Ürdün’den çekilen
ve Lübnan’a
yerleşen Filistinlilerle birlikte daha da artmıştı.
Filistinli fedayiler, özellikle bu ülkenin güneyinden hareketle
İsrail’e karşı eylemler gerçekleştiriyorlardı.
O dönemde Fatahland
(=Fatah ülkesi) olarak da anılır
hale gelen Güney Lübnan bu yüzden, 1970’li ve 1980’li yıllarda
İsrail’in sık sık yinelenen saldırılarının
hedefi haline gelecekti. Güney Lübnan
halkının 1980’li ve 1990’lı yıllarda
Hizbullah’ın önderliğinde sürdürdüğü direniş sonucu
Siyonistlerin bu ülkeden sökülüp atıldıkları Mayıs 2000 tarihine kadar geçen sürede İsrail’in saldırı ve operasyonları, onbinlerce
Filistinli fedayi ve sivilin yanısıra onbinlerce
Lübnanlı direnişçi ve emekçinin
ölümüne ve yaralanmasına ve yüzbinlercesinin yerlerinden
yurtlarından olmalarına yol açacaktı.
Güney Lübnan
üzerinde, kökü eskilere dayanan yayılmacı hedefleri de bulunan Siyonistler, bu saldırılar aracılığıyla hem bu bölge üzerindeki egemenliklerini
pekiştirmeyi, hem de Lübnanlı
emekçilerle Filistinli mülteciler ve fedayiler arasında bir düşmanlık
ve çatışma ortamı yaratmayı ve böylece bir taşla birden fazla kuş vurmayı tasarlıyorlardı. Ancak onlar baltayı taşa vuracaklardı. Siyonist devlet terörüne karşı kendilerini,
emperyalizmle işbirliği yapan Maruni
burjuvazisinin aracı olan Lübnan ordusunun değil Filistinli
fedayilerin savunduğunu gören Lübnan emekçileriyle onların Filistinli konukları arasında zaman içinde
militan bir dostluk ve dayanışma
gelişecekti. Ama silahlı Filistin direnişinin Lübnan’lı emekçilere ve ilerici güçlere desteği bunun da ötesine
geçecekti.
1970’li yıllarda
Lübnan işçi, emekçi ve öğrencilerinin
toplumsal ve ekonomik haklar için yaptıkları
grev ve protesto gösterileri giderek daha sıklıkla Lübnan ordusunun
ve gerici Maruni burjuvazinin özel milis örgütlerinin
saldırılarına hedef olmaya başladı. Bu koşullarda, 1970’lerin ortalarına
doğru Lübnan’da yavaş yavaş iki karşıt cephe oluştu: Ağırlıklı olarak
yoksul Müslümanlara ve Dürzilere dayanan gruplarla ilk başta Filistin direnişinin
bir bölümünün (FHKC,
FDKC, FHKC-GK) oluşturduğu ilerici güçlerin
cephesi ile Batılı emperyalistler ve Siyonistler tarafından desteklenen ve ağırlıklı olarak
Hristyanlara dayanan Maruni burjuvazinin çıkarlarını temsil eden gerici milis örgütlerinin (Falanjistler, Kaplanlar, Marada Tugayı, Sedir Muhafızları) cephesi. Lübnan’da
ilerici ve anti-emperyalist eğilimin
güçlenmesi, sadece Beyrut’ta üslenmiş Batılı emperyalist tekelleri, onların Maruni aracı
ve uşaklarını ve İsrail’i
değil, Lübnan’ı denetim altında bulundurmak ve olanaklıysa ilhak
etmek için fırsat kollayan Suriye
burjuvazisini ve Filistin halkıyla dayanışma içindeki demokratik, laik ve anti-emperyalist bir Lübnan’ın ortaya çıkmasını kendi egemenlikleri için
bir tehdit olarak algılayan gerici Arap rejimlerini de rahatsız ediyordu.
1975-76 Lübnan iç savaşı işte bu koşullarda
yaşanacak ve bölgedeki gerici Arap rejimlerinin ve Sovyet sosyal- emperyalistlerinin desteklediği
Suriye gericiliğinin Lübnanlı ilerici güçleri ve onların Filistinli bağlaşıklarını kısmi bir
yenilgiye uğratmasıyla sonuçlanacaktı. Tel
el-Zaatar direnişi ve katliamının
siyasal arkaplanı çok kaba çizgilerle böyle özetlenebilir.
Ocak 1975’de başını
Piyer Cemayel’in çektiği ve öteden beri Filistinlilerin
Lübnan’dan kovulmasını isteyen Falanjistler
(=Lübnan Ketaib Partisi), Lübnan ordusunun Güney Lübnan’daki ve
kentlerdeki Filistinlilere karşı harekete geçmesini
istediler. Bir başka gerici milis örgütü, Sedir
Savunma Cephesi de bu talebi desteklediğini açıkladı.
Şubat 1975’de Lübnan ordusunun liman
kenti Sayda’da Hristyan işverenlerine karşı greve giden balıkçılara ateş açması sonucu 11
balıkçı öldürüldü. Bunun üzerine
yapılan hükümet-karşıtı gösterilere Lübnanlıların yanısıra Filistinliler de katıldı. 1975 yılının
ilk yarısı boyunca İsrail’in
desteklediği ve silah yardımı yaptığı
Falanjistler ve diğer
gerici milis örgütleriyle ilerici Lübnanlı güçler ve
Filistinliler arasındaki gerilim arttı.
13 Nisan 1975’de Falanjistlerin, içinde Filistinlilerin bulunduğu bir otobüse
ateş açarak 27 kişiyi öldürmeleri, çoktandır adeta bağırarak gelen 1975-76 iç
savaşının kıvılcımını ateşledi. Ve böylece iç
savaş önce, Lübnanlı sağcı güçlerle içinde bazı Filistinli
grupların da yer aldığı
İlerici ve Yurtsever Güçler Cephesi arasında bir çatışma
biçiminde başladı.
Burjuva medyası
ve akademyası öteden beri Lübnan iç savaşını bir din savaşı
gibi göstermeye çalışmışlardır. Oysa, ağırlıklı olarak Müslümanlardan
oluşmakla birlikte Hristyanları da barındıran İlerici ve
Yurtsever Güçler Cephesinin hedefi,
eski sömürgeci devletin, yani Fransa’nın
Hristyan Maruni burjuvaziye baskın rol vermek kaydıyla oluşturduğu mezhep
dengelerine dayalı rejimi değiştirmek,
Lübnan’da demokratik ve laik bir rejim kurmaktı.
İlerici ve Yurtsever Güçler Cephesi ayrıca, yoksul Müslümanların
hak ve özgürlük alanlarını genişletecek ve ekonomik koşullarını düzeltecek reformlar
yapılmasını talep ediyor ve
Filistinlilerin Lübnan’da kalma hakkını
savunuyordu. Lübnan iç savaşının, esas olarak bir Müslüman-Hristyan çatışması olmadığını gösteren
başka pek çok olgu var.
Falanjistlerin Ocak 1976’da yoksul Şii, Ermeni ve
Kürt emekçilerinin kaldığı ve
Filistinli gerillaların koruduğu Karantina
semtinde gerçekleştirdikleri katliamda
1,000 dolayında sivili öldürmeleri,
Suudi Arabistan’ın iç savaş döneminde başını
Falanjistlerin çektiği gerici bloka 200 milyon dolar yardım yapması, -tutarlı bir Marksist- Leninist çizgiye sahip
olmamakla birlikte- iç savaşta ilerici güçlerin
yanında saf tutan Lübnan Komünist Partisinin yönetici ve üyelerinin
çoğunluğunun Ermeni ve Hristyan kökenli olması ve tabii “Müslüman” Hafız Esat kliğinin
belli bir noktada iç savaşa gerici “Hristyan” Falanjistler ve bağlaşıklarından yana müdahale etmesi, bu savın
yanlışlığını göstermeye yeter.
1975 yılı boyunca süren çatışmalarda binlerce kişi
yaşamını yitirirken, Beyrut başta gelmek üzere bir çok kentte büyük tahribat meydana
geldi. Ocak 1976’da Falanjistlerle bağlaşıklarının Tel el-Zaatar kampını kuşatmaya başlamaları üzerine Filistin direnişinin ana gövdesini
oluşturan El Fatah da iç savaşa katıldı. Daha sonraki haftalarda gerici güçler giderek geriletildiler ve Doğu Beyrut
ile ülkenin Hristyanların yoğun olduğu bazı anklavlarına
sıkıştırıldılar. 1976 baharında
İlerici ve Yurtsever Güçler Cephesi ile Filistinlilerin ülkenin yüzde 70’ini kontrol altına almaları ve zafere
doğru yaklaşmaları, ABD ve İsrail’i
Lübnanlı gerici güçleri daha aktif ve açık bir biçimde desteklemeye zorladı. Mart
1976’da İsrail savaş gemileri, ilerici güçlerin
elinde bulunan Sayda ve Sur limanlarını abluka altına alarak Lübnan’a
silah ve diğer malzemeleri
taşıyan gemileri engellemeye başladılar.
İsrail, gerici güçlere yaptığı silah yardımını arttırırken ABD Nisan
ayında 1,700 deniz piyadesi taşıyan helikopter gemisi Guadalcanal ile yedi savaş gemisini Lübnan kıyılarına yolladı.
Ancak, kendilerinin
de gerek askeri ve gerekse siyasal-diplomatik cephelerde büyük bir bedel ödemek zorunda kalacağı
bir savaşa doğrudan girmekten çekinen ABD ve İsrail,
kirli işlerini Hafız Esat kliğine yaptırma yolunu seçtiler.
1970’de, o karanlık “Kara Eylül” günlerinde Suriye
hava kuvvetlerinin başında bulunan
ve Ürdün gericilerine karşı savaşan Filistinli fedayilere yardım etmek için
harekete geçen Suriye
tank birliklerine hava desteği vermeyi reddetmiş
olan Hafız Esat, bir
kez daha Batılı emperyalistlerin ve
Siyonistlerin yanında yer alacaktı.
Kendi denetiminde olmayan bir Filistin ulusal
hareketinin varlığını asla kabul etmeyen,
1967 savaşında yitirdiği Colan tepelerini İsrail’den
almak ve Lübnan üzerindeki yayılmacı emellerini yaşama geçirmek isteyen
Suriye gericileri, Sovyet sosyal-emperyalistlerinin teşviki ve ABD ve
İsrail’in yanısıra
diğer gerici Arap rejimlerinin onayıyla
Lübnan’a girmeye soyundular. Halk devrimi bir kez daha
-geçici bir süre için de olsa ve aralarındaki çelişmelere rağmen- bütün gerici güçlerin birleşik cephesinin
oluşmasına yol açmıştı. Mart 1976’da Washington’u ziyaret eden Ürdün Kralı Hüseyin
aracılığıyla Lübnanlı ilerici güçlerin
ve Filistinlilerin kanını dökmeye hazır
olduğunu bildiren Hafız Esat kliği Haziran ayında
onbinlerce askeri ve yüzlerce tankıyla
Lübnan iç savaşına, yenilmekte olan
gerici güçlerden yana müdahale
etti.
Ancak İlerici
ve Yurtsever Güçler Cephesi ve Filistin direnişini elde
etmek üzere oldukları zaferden yoksun bırakmak
isteyen Suriye gericileri ummadıkları bir direnişle karşılaştılar. Sayda’da,
Aley’de ve Sofar’da Suriyeli saldırganlar geri püskürtülürken
Suriye ordusuyla birlikte Lübnan’a giren Suriye- yanlısı Saika’da
yer alan pek çok Filistinli savaşçı
direnişin safına geçti. Zaten abluka altında
bulunan Tel el-Zaatar kampını hedef alan saldırı işte bu
evrede, ilerici güçlere öncelikle moral,
ama aynı zamanda askeri bir darbe indirmek amacıyla
yaşama geçirildi. Bu sırada Tel el-Zaatar’da El Fatah, FHKC, FDKC, FHKC-GK ve Saika’ya bağlı
savaşçıların ve Filistinli sivillerin yanısıra çok
sayıda Lübnanlı sivil de bulunuyordu.
Aslında
Hristyanların yaşadığı Doğu Beyrut’ta bulunduğu
için Tel el-Zaatar ve Cisr el-Paşa kampları
daha Ocak 1976’da kısmi bir kuşatma altına alınmış ve kampların
çevresinde çatışmalar başlamıştı. Hatta 7
Ocak’ta Güney Lübnan’dan getirilen ve 1,000 dolayında
fedayiden oluşan bir Filistin kuvveti Batı Beyrut’tan
hareketle kuşatmayı kırmak için saldırıya geçmiş, ancak Falanjistlerle girilen ve üç gün süren sokak çatışmalarından sonra
geri çekilmek zorunda kalmıştı.
Suriyeli (ve bazı
gözlemcilere göre aynı zamanda İsrailli)
askeri danışmanların yönlendirdiği Falanjistler ve diğer gerici
milis güçleri 21 Haziran’da, aylardır
fiili bir ablukaya tabi tutulmakta olan Tel
el-Zaatar kampını ve onun yakınındaki
daha küçük ve Hristyan
Filistinlilerin barındığı Cisr el-Paşa
kampını tam bir kuşatma altına aldılar.
Saldırının altıncı gününde Cisr el-Paşa
düştü. Ama Tel el-Zaatar direnecekti. 53 gün
sürecek olan kuşatma boyunca Suriye ordusunun desteklediği Lübnanlı gericiler Tel el-Zaatar’ı adeta sürekli
bir top ve roket ateşine tuttular ve kampa yiyecek ve ilaç sokulmasını engelledikleri gibi Kızılhaç’ın yaralıları dışarıya çıkarmasına da izin vermediler.
Tel el-Zaatar direnişçileri
13 Temmuz’da “dünya halklarına”
gönderdikleri açık mektupta şöyle
diyorlardı:
“Şimdi size,... sempati toplamak için değil, bu uzun süreli kuşatmanın tümü boyunca sürdürdüğümüz
kahramanca kararlılık konumundan sesleniyoruz...
“Halihazırda, yüzde
40’ı yoksul Lübnanlılar ve gerisi Filistinlilerden oluşan 30,000 dolayında
insanın bulunduğu kampımız tam bir yıkım
manzarası arzediyor. Top ateşi ve ölüm tehlikesi altında
kuyulardan taşıyabildiğimiz çok az su dışında suyumuz yok;
evlerimizin enkazından kurtarabildiklerimiz
dışında yiyeceğimiz yok; ne herhangi bir
elektriğimiz var, ne de ilacımız
ve tıbbi tedavi olanağımız...
“Kampımıza karşı -ne yazık ki- Suriye silahları
kullanılırken, Şam’daki yöneticiler, Lübnan’da bulunmalarının nedeninin kampımızı korumak olduğunu
söylemeye devam ediyorlar. Bu, herkesten çok bizi yaralayan alçakça bir
yalandan başka bir şey değil... Ama şunu bilmenizi isteriz
ki, bütün
cephanemiz tükense
ve silahlarımız sussa da bu kampı çıplak ellerimizle
savunmaya, açlıktan ölmemek için kemerlerimizi
sıkmaya devam edeceğiz. Edeceğiz; çünkü biz teslim olmamaya karar verdik ve teslim olmayacağız da...
“Açlığa, susuzluğa ve tam bir ilaçsızlığa, hiç kimsenin felç
edemeyeceği ve kıramayacağı bir kararlılıkla meydan okuduk. Bunu
yapabilmemizin nedeni, kampımızı savunmakla
varoluşumuzun ta kendisini, halkımızın
yaşamını, onun varolma iradesini ve anayurduna geri dönme
savaşımını sürdürme kararlılığını savunuyor
olmamızdır.”
Lübnanlı gericilerin, Hafız Esat kliğinin
yardımıyla gerçekleştirdiği vahşi saldırıyı durdurmak
için kimse parmağını kımıldatmadı. Buna, diğer Arap devletleri ve sözde
Filistin davasını desteklediğini ileri süren Sovyet
sosyal-emperyalistleri de dahildi. Suudi Arabistan Hafız Esat kliğine mali yardımını
sürdürürken, - tıpkı “Kara Eylül”
günlerinde olduğu gibi- Suriye üzerindeki
etkisini kullanmaya yanaşmayan Sovyetler Birliği de bu ülkeye silah sağlamaya devam ediyordu. ABD
ve İsrail savaş gemilerinin sürdürdüğü
abluka, uluslararası yardımın Lübnan’a ve dolayısıyla Tel el-Zaatar’a ulaşmasını
önlüyordu. FKÖ kendi kısıtlı olanaklarıyla dışardan
Lübnan’a sokabildiği ya da Lübnan
içinden sağladığı silah ve yiyecek stoklarını,
kamp çevresindeki yoğun askeri kuşatma nedeniyle Tel
el-Zaatar direnişçilerine ulaştıramıyordu. Filistinliler
sadece bir kez, 2 Temmuz’da kuşatmada bir delik
açabilmiş ve içerdekilere
bir miktar silah ve cephane ulaştırabilmişlerdi.
Suriye gericileri Filistin direnişinin, Falanjistleri ve ortaklarını püskürterek Tel el-Zaatar’ı kurtarma çabalarını
da engelleyeceklerdi. Cengiz Çandar şöyle diyordu:
“Filistinli savaşçılar,
Tel Zaatar üzerindeki baskıyı hafifletmek amacıyla, Lübnan Dağı’nda Mart-Nisan aylarından beri
ellerinde bulundurdukları Ayntura-Sannin hattından
daha kuzeydeki Faraya’ya saldırılara
geçtiler. Bu bölgelerin ele geçirilmesi, sağcıların başkent olarak
kullanmaya başladıkları Beyrut’un on
kilometre kuzeyindeki Cuniye kasabasının kuşatılmasına, dolayısıyla Tel Zaatar üzerindeki kuşatmanın kalkmasına olanak verecekti.
“Suriye ordusu, sağcı
Hristyanların imdadına yetişti. Filistin
kuvvetlerini kıstırma hareketine geçerek,
onları Dağ cephesinde bağladı. Tel Zaatar’a yardımı engellemiş oldu. Abu
İyad, Tel Zaatar’ın düşüşünden Hafız Esad’ı sorumlu tutarken hiç de haksız
değildi.” (Direnen Filistin, İstanbul, MAY Yayınları, 1976, s. 470)
Sonunda, 53 gün
süren yoğun bir bombardıman ve çatışmanın ardından 13 Ağustos’ta
Arap Birliği ve Uluslararası
Kızılhaç Komitesi’nin aracılığıyla sağlanan
ateşkes anlaşması üzerine Tel el-Zaatar direnişçileri
kampı terketmeyi kabul ettiler. Ancak, silahsızlandırılmış
savaşçılar ve siviller kamptan çıkarlarken gerici milisler tarafından yaylım ateşine tutulacaklardı. Sadece eli silah tutacak yaşta erkekler değil,
kadınlar, çocuklar ve yaşlılar ve hatta sağlık personeli de bu acımasız
katliamın hedefleri arasında yer aldı. 53 günlük
kuşatma ve ardından gelen katliam sırasında yaşamını yitiren
Tel el-Zaatar sakini Filistinli ve Lübnanlıların sayısının 3,000 dolayında olduğu tahmin
ediliyor. Bununla yetinmeyen Falanjistler ve bağlaşıkları, katliamın
ardından Tel el-Zaatar direnişinin intikamını almak ve onun anısını belleklerden
silmek için, zaten aylardır
süren top ve füze ateşi altında büyük ölçüde
yıkılmış olan kampı tümüyle yerle bir ettiler.
Emperyalistler,
Siyonistler ve onların Lübnanlı uşaklarının yanısıra Hafız Esat kliği de içinde olmak üzere Arap gericiliği,
Tel el-Zaatar katliamının Filistin ve Lübnan direnişine ağır ve
onulmaz bir darbe indireceğini umuyorlardı. Ama zaman bunun tersini gösterdi. Filistin
ve Lübnan halkları ağır bedeller ödemekle
birlikte işgale ve emperyalist-Siyonist teröre karşı savaşımlarını sürdürdüler ve sürdürüyorlar. Tel el-Zaatar’lar unutulmamalı.
Tıpkı Deyr Yasin’lerin, Tantura’ların,
Kibya’ların, Sabra ve Şatila’ların, Hiyam’ların ve Kana’ların unutulmaması gerektiği gibi.
1975-76 iç savaşında
20,000’den fazla Filistinli yaşamını yitirdi. Ancak Filistin ulusal direnişi bu ülkedeki mevzilerini, kamplarını
ve ağır silahlarını elinde tutmaya devam etti. Hafız Esat kliğinin
saldırısı Filistin ve Lübnan halklarını önemli bir siyasal ve askeri zaferden etmiş ve onların kanını dökmüştü. Ne var ki
Şam yöneticileri FKÖ’nü kendi denetimleri altına
almayı başaramamış ve Filistin ve Lübnan
halkları arasındaki dostluğu yıkamamışlardı. Mart
1977’de Kahire’de toplanan Filistin Ulusal Konseyi toplantısı, Filistin ve Lübnan halklarının birlik ve
dayanışmasının öneminin altını çizecek ve gerici
Arap rejimlerinin baskısına rağmen İsrail’i tanımama politikasını
sürdürecekti.
Devrimci savaşımını
sürdüren Filistin halkı Tel el-Zaatar günlerinden bu yana
daha bir dizi kan ve ateş sınavlarından geçti; ama o, son derece olumsuz koşullara ve aşılması
olanaksız gözüken güçlüklere rağmen Tel el-Zaatar’ın
ruhunu yaşatmaya devam etti, ediyor ve edecek. Lübnan’da Tel el-Zaatar kampından kurtulan
Filistinlilerin yerleştirildikleri bir köydeki
bir duvara asılan afişte söylendiği gibi, “Tel el-Zaatar zafere kadar yüreklerimizde yaşayacak.”
1980’lerde İsrail İçin Bir Strateji
Oded Yinon, çeviren İsrail Şahak/ KIVUNIM/ Palestine with
Provenance/ Şubat 1982
Yorum: Bu denemenin
orijinali İbranice olarak KIVUNIM (Doğrultular),
Bir Yahudilik ve Siyonizm Dergisiʼnin, Şubat
1982 tarihli No 14, Kış 5742 sayısında çıktı. Editörü Yoram
Beck olan ve Yayım Kurulu Eli Eyal,
Yoram Beck, Amnon Hadari, Yohanan Manor, Elieser Schweidʼden oluşan dergi Kudüsʼte, Dünya Siyonist
Örgütüʼnün Yayım Dairesi tarafından
yayımlandı.
Bu deneme İngilizceye,
anti-Siyonist bir Yahudi olan İsrail
Şahak tarafından çevrildi ve 13 Haziran
1982ʼde, yani İsrailʼin 6 Haziran 1982ʼde başlayan Lübnan işgalinden bir hafta sonra, ancak Sabra ve Şatila katliamından aylar önce dağıtıldı.
Özet: Bu yeni dönemin küresel ve bölgesel
meydan okumalarına karşı koyabilmek için İsrail Devleti
1980’li yıllar boyunca dış
politikasındaki değişikliklere paralel olarak iç
siyasal ve ekonomik rejiminde de büyük
ölçekli değişiklikler yaşamak zorunda kalacaktır.
Süveyş Kanalındaki petrol yataklarının
ve jeomorfolojik bakımdan bölgenin zengin petrol üreticisi ülkelerininkiyle özdeş olan Sina yarımadasındaki devasa
petrol, gaz ve diğer doğal kaynak
potansiyelinin yitirilmesi, yakın gelecekte
bir enerji açığına yol açacak ve ülke ekonomisini tahrip
edecektir: halihazırda brüt ulusal
gelirimizin dörtte biri ve bütçemizin
üçte biri petrol alımına gidiyor. Necef’te ve sahilde yaptığımız hammadde aramaları, yakın gelecekte
bu durumu değiştirmeye yetmeyecektir.
Dolayısıyla, sahip olduğu bugünkü ve
potansiyel kaynaklarıyla birlikte Sina yarımadasının
(yeniden ele geçirilmesi) Camp David ve barış anlaşmalarının olanaksız kıldığı bir siyasal öncelik durumundadır. Tabii
bunun sorumluluğu, işbaşında bulunan İsrail
hükümetinin ve toprak tavizinin zeminini hazırlayan
hükümetlerin, yani 1967’den bu yana görev yapan ulusal birlik hükümetlerinin omuzlarındadır. Mısırlılar, Sina yarımadasının kendilerine geri
verilmesinden sonra barış anlaşmasına uymak
zorunda değiller ve destek ve askeri yardım
edinmek için Arap dünyasının
ve SSCB’nin saflarına dönmek için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır. Barış anlaşmasının
koşulları ve ABD’nin hem ülke içinde ve hem de ülke dışında zayıflamakta olması yardımın azalmasına yol açacağından, Amerikan yardımı
sadece kısa bir süre
için güvence altındadır. Petrol ve ondan
gelen gelir olmaksızın ve halihazırdaki
devasa harcamamızla, bugünkü koşullarda 1982’yi çıkaramayacağız; durumu Sedat’ın
ziyaretinden ve onunla Mart 1979’da imzalanan hatalı
barış anlaşmasından önce Sina’da varolan statükoya
geri döndürmek için harekete geçmemiz gerekiyor.
İsrail’in önünde bu amacı gerçekleştirmek için, biri doğrudan
ve diğeri dolaylı olmak üzere iki ana yol var. İsrail’deki
rejim ve hükümetin doğasının yanısıra, bizim Sina’dan çekilmemizi sağlamış olması, iktidara gelmesinden bu yana 1973 savaşından sonraki en büyük başarısı olan Sedat’ın
bilgeliği, doğrudan yol seçeneğini
daha az gerçekçi kılıyor. Ekonomik ve siyasal bakımdan çok sıkışmadığı ve Mısır bize, kısa tarihimizde Sina’yı dördüncü kez ele geçirmemizi
sağlayacak bir gerekçe sunmadığı sürece, İsrail
anlaşmayı ne bugün ne de
1982 yılı içinde tekyanlı olarak bozabilecektir.
Dolayısıyla, elimizde sadece dolaylı
yol seçeneği kalmaktadır. Mısır’ın ekonomik durumu, rejimin doğası ve onun
Pan-Arap politikasının Nisan 1982 sonrasında
yaratacağı durum İsrail’i doğrudan ya da dolaylı olarak, Sina’yı
uzun erimli bir strateji, ekonomi ve enerji rezervi
olarak yeniden denetimi altına almaya zorlayacaktır.
İç çatışmalarından ötürü bizim için askeri stratejik bir sorun oluşturmayan Mısır’ı 1967 savaşı sonrası duruma
itmemiz için bir günlük
süre yeterli olacaktır.
Mısır’ın Arap dünyasının güçlü lideri olduğu
yolundaki söylence 1956’da yıkılmanın ötesinde 1967’den
de sağ çıkmadı; fakat Sina’nın
geri verilmesinde olduğu gibi bizim politikamız bu söylenceyi
“gerçeğe” dönüştürmeye katkıda bulundu. Bununla
birlikte, işin aslına bakılırsa, sadece İsrail’e
ve Arap dünyasının geri kalan bölümüne oranla
1967’den bu yana Mısır’ın gücü yüzde 50 azalmıştır.
Artık Arap dünyasının öndegelen gücü olmayan Mısır ekonomik bakımdan
bir krizin eşiğindedir. Dış yardım olmadığı takdirde kriz hemen yarın patlak
verecektir. Kısa erimde, Sina’nın
geri verilmesinden ötürü Mısır bizim sırtımızdan bir dizi avantaj
elde edecek; fakat ancak 1982 için geçerli olacak
olan bu avantajlar güç dengesini
Mısır’dan yana çeviremeyeceği gibi, büyük
olasılıkla onun çöküşüne de yol açacaktır. Bugünkü iç siyasal
tablosuna baktığımızda ve özellikle
büyümekte olan Müslüman-Hristyan çatlağını
gözönüne aldığımızda Mısır’ın şimdiden bir ceset
haline gelmiş olduğunu söyleyebiliriz. 1980’lerde
İsrail’in Batı cephesinde güttüğü
siyasal hedef, Mısır’ı topraksal bakımdan farklı jeografik
bölgelere ayırmaktır.
Mısır bir çok otorite odakları
arasında bölünmüş ve parçalanmıştır.
Eğer Mısır dağılırsa, Libya, Sudan gibi ülkeler
ve hatta daha uzaktaki devletler de bugünkü
formları içinde varolmaya devam edemeyecek ve Mısır’ın
çöküşü ve dağılması örneğini izleyeceklerdir. Merkezi bir hükümet yokluğunda son derece yerelleşmiş iktidar
sahibi bir dizi zayıf devletin yanısıra
yukarı (Güney- G. A.) Mısır’da bir Hristyan Kıpti Devleti vizyonu, barış
anlaşmasının sadece geciktirdiği, fakat uzun erimde kaçınılmaz gözüken bir tarihsel gelişmenin anahtarıdır.
İlk bakışta daha sorunlu gözüken Batı cephesi, aslında
son dönemde manşetlere çıkan pek çok olayın yaşanmakta olduğu Doğu cephesine kıyasla daha az karmaşıktır.
Lübnan’ın dağılarak beş ayrı eyalete bölünmesi;
Mısır, Suriye ve Irak ta içinde olmak üzere tüm Arap dünyası
için izlenmesi gereken bir örnek
oluşturmaktadır; Arap yarımadası
şimdiden bu yolu tutmuştur. Suriye’nin ve daha sonra Irak’ın askeri güçlerinin
dağılması İsrail’in birincil kısa
erimli hedefiyken, bu devletlerin dağılarak,
Lübnan’da olduğu gibi etnik ya da
dinsel bakımdan özgün bölgelere bölünmesi, onun Doğu
cephesinde birincil uzun erimli hedefidir. Suriye,
etnik ve dinsel yapısına uygun olarak, bugünkü
Lübnan’da olduğu gibi bir dizi
devlete bölünecektir; böylelikle sahil bölgesinde
bir Alevi devleti, Halep bölgesinde bir Sünni devleti, Şam’da
kuzeydeki (yani Halep’teki- G. A.) komşusuna
düşman bir başka Sünni devleti olacak, Dürziler de, belki
bizim Colan tepelerimizi da içerecek ve
kesinlikle Havran ve Kuzey Ürdün’ü de içine
alacak bir devlet kuracaklardır. Daha şimdiden erişim menzilimiz
içinde olan bu durum, bölgede uzun erimli barış ve güvenliğin
güvencesi olacaktır
Petrol bakımından
zengin ve içsel olarak parçalanmış olan Irak, İsrail’in
hedef adayları arasında yer almayı garantilemiştir. Bizim açımızdan
Irak’ın dağılması, Suriye’nin dağılmasından
daha da önemlidir. Irak, Suriye’den daha güçlüdür. Kısa erimde Irak’ın gücü İsrail için en büyük
tehdit kaynağıdır. Bir Irak-İran savaşı Irak’ı parçalayacak ve onun, bize karşı geniş bir
cephede savaşımı örgütlemeye fırsat bulamadan
yıkılmasına yol açacaktır.
Kısa erimde, Araplar arasındaki her türden çatışma bizim işimize
yarayacak ve Irak’ı, tıpkı Suriye ve Lübnan’da olduğu gibi
mezhepler arasında parçalama yolundaki
daha önemli hedefimize ulaşmamızı
çabuklaştıracaktır. Irak’ın, Osmanlı döneminin Suriyesi’nde
olduğu gibi etnik/ dinsel doğrultuda eyaletlere bölünmesi olanaklıdır. Böylelikle, üç ana kent olan Basra, Bağdat ve Musul çevresinde
üç (ya da daha fazla) devlet oluşacak ve güneydeki Şii bölgeleri Sünni ve Kürt
kuzeyden ayrılacaktır. Halihazırdaki
İran-Irak çatışmasının bu kutuplaşmayı
daha da derinleştirmesi olanaklıdır.
Tüm Arap yarımadası, iç ve dış
baskılara bağlı olarak dağılmanın doğal adayıdır; bu özellikle Suudi Arabistan açısından
kaçınılmazdır. Halihazırdaki siyasal yapısı
gözönüne alındığında, petrole dayalı
ekonomik gücünün uzun erimde olduğu gibi kalması ya da azalmasından bağımsız olarak bu
ülkenin iç çatlaklarının ve bölünmesinin
net ve doğal bir gelişme
olacağını söyleyebiliriz.
1983 Yılında
Ortadoğu/ Notlar* (parça)
Enver Hoca, Aralık
1983
Arap-İsrail
Çatışması ve Bunun Yarattığı Sorunlar
1983, Lübnan’ın
İsrail orduları ve Amerikan, İtalyan, Fransız ve İngiliz ordularından gelen özel
birliklerin oluşturduğu “çokuluslu güç”
tarafından de facto işgalinin pekiştirildiği yıl sayılabilir. Bu işgal, her şeyden
önce Lübnan’da üslenmiş bulunan örgütlü
Filistin güçlerine yeni bir darbe indirmek ve onları yok etmek
için gerçekleştirildi. Bu; İsrail, emperyalist ve Arap gericiliğinin Filistin halkının
kendi anayurtlarına dönüş savaşımını sabote etmek ve tümüyle felcetmek
için hazırladıkları plan paketinin ikinci
bölümünün yaşama geçirilmesi anlamına geliyor.
En modern silahlarla
tepeden tırnağa donanmış yüz bin dolayında
askerden oluşan İsrail ordusu, şiddetli çarpışmalardan sonra
Beyrut’u ve Güney Lübnan’ın önemli bir bölümünü
işgal etti. Filistinli savaşçılar kahramanca direndiler; ancak sahte dostlarının kendilerini terk etmesinin ardından sonunda “çokuluslu
gücün denetimi” altında Beyrut’tan, kentin kuzeyindeki bölgelere ve Bekaa Vadisi yönüne çekilmek zorunda kaldılar.
Gene de, Lübnan’ın
işgali ve örgütlü Filistin güçlerinin yok
edilmesi planının yaşama geçirilmesi, Lübnan ve Filistin halklarının birliğini tahrip
etmeksizin ve bozmaksızın tümüyle gerçekleştirilemezdi. Bundan ötürüdür ki 1983’de dünya;
İsrail’in, ABD’nin ve Arap dünyasındaki bazı gerici çevrelerin kışkırttığı iki kardeş
kavgasıyla yüzyüze geldi. Lübnan
halkının çeşitli kesimleri,
Hristyanlarla Müslümanlar, hatta Dürziler,
Şiiler, Sünni Müslümanlar, Maruni Hristyanlar
ve diğerleri gibi çeşitli Hristyan ve Müslüman mezhepler
arasında kardeş kavgası kışkırtıldı. Bu savaş,
Lübnan açısından son derece vahim
siyasal ve ekonomik sonuçlar yarattı ve diğer
şeylerin yanısıra kozmopolit ve daha önce
zengin bir kent olan Beyrut’un tahribine yol açtı.
Diğer kardeş kavgası, FKÖ içinde, Filistinli
savaşçılar arasında, bir yanda Arafat ve
onun taraftarları ile diğer yanda bir zamanlar onun sağ kolu olan
Ebu Musa arasında kışkırtılanıydı. Bu savaş,
Arafat’ın ve 4,000 kadar kısmen
silahsızlandırılmış Filistinli savaşçının
Lübnan’dan tümüyle çekilmesiyle sonuçlandı. Bütün bu kardeş
kavgalarından yararlanan İsrail ve zararlı çıkan Filistin halkı
ve onların kurtuluş savaşımı oldu.
Bu yıl
içinde, savunmasız Filistin halkına
karşı sürdürülen terör kampanyası ve
300-400,000 Filistinliyi, İsrail’in kendilerini
anayurtlarından sürgün etmesinin ardından
yerleşmiş bulundukları Lübnan’dan kovma girişimleri
bağlamında, İsrail’in Lübnan’daki ajanları, Beyrut’un
ucundaki savunmasız iki Filistin kampı
olan Sabra ve Şatila’da önceden tasarlayarak görülmemiş vahşette bir katliam
örgütleyip gerçekleştirdiler.
İsrail’in hizmetindeki bazı Lübnanlı faşist çeteler, gecenin karanlığında ve sözümona
kampları sürpriz saldırılardan korumakla yükümlü
olan İsrail düzenli ordusunun denetimi altında 1,500’den
fazla insanı, erkekleri, kadınları,
yaşlıları ve çocukları, ayrım gözetmeksizin tüm aileleri en barbarca biçimde katlettiler.
Bu insanlıkdışı
suçu işleyenler gibi onları kışkırtan ve destekleyenler de izlerini ortadan kaldırdılar, koruma altına alındılar ve cezasız
kaldılar. Bununla birlikte, dünyanın her yanında ilerici kamuoyu onları
lanetledi ve savaş suçluları olarak damgaladı.
Bu yıl
içinde, Lübnan’daki iç siyasal gelişmeler
de son derece vahim bir yönde seyretti. Ülke hemen hemen tüm
bu süre boyunca, işleri
yürütebilecek, halkın gereksinimlerini karşılayabilecek
ve İsrailli işgalcilerin eylemlerine karşı koyabilecek bir hükümet
ve yönetimden yoksun kaldı.
Gerici Lübnanlı çevreler bu durumdan yararlandılar, örgütlendiler, silahlandılar ve Lübnan’ın ulusal çıkarlarına
aykırı olarak ilerici Lübnanlı güçlere ve özellikle Filistinlilere karşı
askeri saldırılara giriştiler.
Ama Lübnan
halkı boyun eğmedi. Onlar silaha sarıldılar ve İsrail
işgal ordusuna ve diğer işgalcilere,
özellikle Amerikan ve Fransız güçlerine karşı kuvvetle direndiler. İsrail, Amerikan
ve Fransız askeri hedeflerine saldırılar
gerçekleştirildi ve ağır
kayıplar verdirildi.
Bu yüzden,
İsrail ordusunun Beyrut’u işgal etmesine ve İsrail’e esin ve
destek veren güçlerin Lübnan’a binlerce “barış
koruma uzmanı” (çokuluslu güç)
göndermelerine rağmen durum sakinleşmedi.
Dolayısıyla, İsrail hava ve deniz
kuvvetleri ve ABD’nin hava kuvvetleri ve “Nimitz”, “Eisenhower” ve
“Independence” uçak gemilerinin ve
onlarca ağır kruvazörün de içinde yer aldığı deniz filosu, Beyrut’un
çevresindeki dağlarda ve özellikle Bekaa vadisinde bulunan Filistinli ve Lübnanlı savaşçıların mevzilerini bütün ateş güçleriyle bombalamaya
ve vurmaya devam ettiler.
Amerikan hava
kuvvetleri ve donanma topçusu, Lübnan hükümetinin onayıyla Bekaa Vadisinde konuşlanmış bulunan
ortak Arap-Suriye kuvvetlerini de bombaladı.
Sovyet
sosyal-emperyalistlerine gelince, pratiklerinden ve tumturaklı
açıklamalarından görebildiğim kadarıyla, bütün bu olup
bitenler, Filistinlilere ve Lübnanlılara ve hatta
Suriyelilere yapılan saldırılar konusunda
en küçük bir şey bile yapmıyorlar.
Bunu neden söylüyorum? Bunu, Sovyetler Birliği’nin Suriye
ile bir “dostluk anlaşması” olmasına rağmen sağır ve körleri oynadığı ve
oynamakta olduğu için söylüyorum. Bu,
Sovyet sosyal-emperyalistlerinin “Arap dostları”na ihanet etmesinin ve onları yüzüstü bırakmasının ilk örneği değil. Sovyet
sosyal-emperyalistleri, birbiri ardından bir dizi ülkeyle
imzaladıkları “dostluk anlaşmaları”nda yaptıkları vaatleri yerine getirmek ve Amerikan emperyalistleriyle açıkça
çatışmak yerine, her şeyden çok ellerindekini bir an önce tüketip kendilerinden
daha fazla silah satın almaları için Araplara olabildiğince
çok silah satmak peşindeler.
Ortadoğu bunalımının
çözümü için, Amerikan başkanı Reagan’ın kişisel
gözetimi altında hazırlanan ve tezgahlanan
“siyasal plan paketi”nden şimdi giderek
daha çok söz ediliyor. Bu planın,
Ürdün’ün Filistin-
düşmanı kralının
egemenliği altında parçalanmış bir “Filistin
devleti”nin oluşturulmasından söz ettiği doğru; ancak onun asıl hedefi İsrail’in
sınırlarının güvence altına almaktır. Bu; İsrail,
Amerikan emperyalizmi ve Arap gericiliğinin,
Filistin halkının dağıtılması ve onun haklı savaşımının sabote
edilmesi yolundaki amaçlarına varmalarının üçüncü taksidi.
Kararlı ve yiğit bir kavga yürütmüş
ve yürütmekte oldukları için halkımız Filistin halkına özel bir
sempati duymaktadır; biz onları destekledik ve kendilerini bir yalnızlık ve ihanet okyanusunda buldukları bugün de desteklemeye devam edeceğiz. Bugün ihanete uğramış ve terkedilmiş
olsa da Filistin halkı zafere ulaşacaktır. Filistin halkı,
haklı bir dava uğruna savaştığı, İsrailli
saldırganların; Amerikan emperyalistlerinin, Sovyet
sosyal-emperyalistlerinin ve çeşitli Arap ülkelerindeki
gerici güçlerin açık desteğiyle gasbettikleri anayurtlarına geri dönmek
için savaştığı için zafere ulaşacaktır.
*Enver Hoca’nın
Reflections on the Middle East (=Ortadoğu Üzerine Düşünceler) adlı kitabından
alınmıştır. (G. A.)
Albay Ebu Musa ile Söyleşi
(parça)*
Mayıs 1984
El Fetih Hareketi
bir parçalanma ile karşı
karşıyadır. Bu olayı bize açıklayabilir misiniz?
Ebu Musa: El Fetih içinde
bulunan anlaşmazlıklar yeni değildir. 1973-74’den beri vardır.
Sonuç olarak ayaklanma patlamıştır. Genel olarak FKÖ, özel olarak El
Fetih hedeflerini koyarak harekete başlamıştır. 73-74’de olan anlaşmazlıkların temeli,
belli bir zaman için geçerli olabilecek
taktik planlar üzerindeydi. Bizim görüşümüz
özce şöyleydi: Filistin’in kurtuluşu, siyasi olarak olmayacaktır. Kurtuluşu sağlayacak olan silahlı mücadeledir. Bu kurtuluş
bir anda olmayacaktır. İlkönce, ülke
topraklarının bir kısmı kurtarılacak, buradan diğer parçalar kısım kısım kurtarılarak tüm toprakların
kurtarılması sağlanacaktır. Kurtarılmış bölge anlayışımız vardır.
Özellikle 1974’de, hareketimiz içinde bazı temel
konularda anlaşmazlıklar vardı. Örgütlenme, siyasi, askeri konularda problemler vardı. Bunlara ek olarak, Y. Arafat başkanlığındaki El Fetih Hareketi, pratik ve siyasi olarak sağa yöneldi. Gerici Arap ülkeleri ile ilişkiler
pekiştirildi.
Sağa yönelme
niçin oldu?
Ebu Musa: Biz
Filistinliler, devrimci harekete başladığımızda, mali sorunu Filistinlilerden ve dışarıdan yardım edeceklerden çözmeyi kararlaştırdık. Gerici Araplardan alınan yardımlar 1974’de kurumlaştı.
Bunun siyasi sonuçları oldu. Karşılığında tavizler verildi. Bunları
Arafat yaptı.
Biz, bize gelen yardımları
kabul ederiz. Yalnız, gericilere tamamen bağlanıldığında, bunun sonuçları
olacaktır. Boşu boşuna yardım etmezler. Yardım
ediyorsa bir amacı var demektir. Ve örgüt, bu ülkenin
amaçları için çalışmaya başlar. Hareketimizde bu yıllardan
sonra bazen az, bazen fazla anlaşmazlıklar oldu.
El Fetih Yönetimi
ve altındakiler, makamlarını hak etmeyen kimselerdir. Görevlerini yapmıyorlar. Yarar yerine zarar veriyorlar. Bazı unsurların ayıplarını
örttüler. Hareket burjuvalaştı. Burjuva sınıfı ile yakın
ilişkileri var. El Fetih yöneticilerinin
burjuvalaşması, hareketin gericileşmesine yol açmıştır. El Fetih’i uçuruma
götürmüşlerdir. El Fetih bu olaylar üzerine günden
güne sağa gitmiştir. Buna karşı, uzun zaman uyarılar yaptık. Sola doğru
gitmemiz gerektiğini bildirdik. Israrlarımız sonuç vermedi.
Biz bir kaç kişi değiliz. Bir akımız. Buna karşın El Fetih’i sağa
çekenler bizi dinlememiştir.
Bu anlattıklarınızın
siyasi olarak ne gibi sonuçları oldu?
Ebu Musa: Bildiğiniz
gibi, 1981’de Suudi Arabistan Fahd Planını
önerdi. Bu planı hemen
hemen bütün Araplar kabul etti.
El Fetih’in ve FKÖ’nün başkanı Arafat
ise, zımnen kabul etti. Ancak, “Şimdi
bu planı açıkça kabul etmenin koşulları yok”
diyerek kabulü erteledi. Yine bu sıralarda,
başta İsrail olmak üzere, bütün emperyalistlerin bize çok yoğun bir saldırıda
bulunacakları haberini aldık. Bu saldırının amacı, FKÖ’nün iyi kişilerinin,
yetenekli komutanlarının katledilmesi, yerlerinden alınmasıydı. Herkesin bildiği gibi, savaş oldu. Kuşatıldık. Geri çekildik.
Bunları siz iyi biliyorsunuz. Geri çekilmeden sonra, bir de baktık ki,
Fas’ta Fas Planı adı altında Fahd Planı
görüşüldü ve kabul edildi. Daha sonra bu planı,
FKÖ de kabul etti. Bu, FKÖ’nün siyasi olarak mücadeleyi terk
etmesi anlamını taşıyordu. Çünkü FKÖ silahlı mücadeleyi kabul etmişti. Oysa bu Plan,
reddediyordu.
(Ebu Musa ile yaptığımız
konuşmanın burasında, odaya bir fedai
girdi. Elindeki kağıdı Ebu Musa’ya verdi.
Ebu Musa mesajı okuduktan sonra bize
döndü ve şöyle dedi: “Y.
Arafatʼın adamlarının bir bölgemizi
işgale hazırlandığını haber aldım.
Çatışma yerine gitmem gerekiyor. Çok özür dilerim. Eğer bize bir şey
olmaz da yaşarsak, konuşmamıza sonra devam ederiz.” O günden
sonra, bir daha bir ay Ebu Musa ile görüşmemiz
mümkün olmadı. Bekaa Vadisinde Ayta-Şutura arasındaki
bölgede şiddetli çatışmalar oldu. Ebu Musa
kuvvetleri, Şutura’nın girişine kadar
olan bölgeye hakim oldular. Çatışmalar
bir ara kesildi. Yeniden biraraya geldiğimizde,
Ebu Musa’nın karargahı başka bir yerdeydi. Kendisine geçen konuşmamızda kaldığımız yeri hatırlattık. Devam etti...)
Ebu Musa: El Fetih
Hareketinin yönetimde bulunduğu FKÖ, Beyrut’tan
çıktıktan sonra, üç temel konuyla ilgili kararlar aldı. Biz yöneticilerle,
bu kararlar üzerinde anlaşamıyoruz. Bunların
birincisi Fas kararları, ikincisi Reagan Planı, üçüncüsü Ürdün’le konfederasyon planıdır.
Hareketimizin başlamasından
yaklaşık 10 gün kadar önce,
Yaser Arafat Ürdün’e gitti. Arafat ile Kral Hüseyin, FKÖ ile Ürdün
arasında bir konfederasyon kurulmasıyla ilgili bir belge üzerinde anlaştılar. Arafat bu belgeyi imzalamadı. Ancak böyle
bir belge yazıldı. Eğer bu belge Arafat tarafından imzalansaydı, Filistin sahasında çok şiddetli anlaşmazlıklar olacaktı. Destekleyenlerle muhalefet edenler arasındaki mücadele
şiddetlenecekti. Kardeş Arafat bu belgeyi imzalasaydı,
FKÖ kesinlikle bölünürdü. Bizim gördüğümüz kadarıyla, yazılmasına ve üzerinde anlaşılmasına karşın Arafat’ın bu belgeyi imzalamamasının nedeni,
-ki belge Reagan Planına dayalı olarak, FKÖ’nün
ABD ve İsrail ile görüşmeler
yapmasını içeriyordu- Arafat’ın imza atmasını
engelleyen en belirgin ve temel neden, Lübnan
toprakları üzerinde bu plana muhalefet
eden Filistinli tüfeklerin bulunmasıdır. Buna bağlı
olarak, kardeş Arafat, Lübnan
toprakları üzerinde bulunan yurtsever unsurları,
Tunus, Sudan vb. yerlere sürmek ve onların yerine talimatların
siyasi boyutunu hiç düşünmeden uygulayan, kendine bağlı, yurtsever
olmayan subay ve kadroları getirmek
ve ardından örgütsel ve askeri kararlar
almak amacıyla Hafız Esat’la sahte bir barış
anlaşması yapmak üzere Şam’a geldi. Eğer Arafat, yurtsever subayları
yerlerinden uzaklaştırıp, kendine bağlı subayları yerleştirebilseydi, bizim muhalefetimiz ve karşı çıkışlarımız tamamen yok olurdu.
Lübnan toprakları
üzerinde ilan ettiğimiz ayaklanmanın ilk gününde, El Fetih yöneticilerinden
ve Arafat’ın şahsında, El Fetih içinde olan bu anlaşmazlıklar,
örgüt içinde kalsın, ortak bir siyasi hat
tespit edelim, siyasi olaylarla ilgili ortak bir karara varalım,
kısacası anlaşalım talebinde bulunduk. Kardeş
Arafat bizim bu önerimizi dinlemedi, sorunu El Fetih içinden çıkarıp uluslararası bir konuma soktu. Ayrıca, aramızda yapılacak demokratik görüşmelerde hakemliği en geniş
tabanı bulunduğu genel kongrenin yapmasını
istedik. Kardeş Arafat’ın kongreye gelmeyeceğini, görüşmelere de karşı
çıkacağını daha önceden biliyorduk. Çünkü Arafat kongreye
gelirse, kongrede siyasi programın ve FKÖ
tüzüğünün dışına çıktığı sergilenecekti ve ardından
teşhire ve eleştiriye tutulacaktı. Arafat genel kongreden kaçarak ortacı yollar ve çözümler aramaya başladı.
Cezayir, Suudi Arabistan, Küba, 6’lı Komite, Arap heyetleri ve buna benzer heyetler göndermekle Filistin sorununa hizmet edilemez. Arafat bugüne kadar, genel kongrenin hakemliğine sığınmak üzere bize gelmedi. Çok iyi bildiğimiz
gibi, ulusal sorunları çözmede ortacı
çözümler geçerli değildir. Bunu tüm arabulucu komitelere söyledik ve devamlı
olarak belirtiyoruz. Ya sorundan yana olursun, ya
da karşı. Orta çözüm yoktur. Arafat bugüne kadar,
demin belirttiğim gibi, kongreye
gelmedi. Tüm olanaklarını, düşüncesini, çalışmalarını ve işini Arap gericileri ve
ABD planlarına dayanarak ayarlamaya
çalışıyor.
Şayet Arafat, devrimci harekete dönerse, devrimci
Araplar (“gerici Araplar” olmalı- G. A.) ve
emperyalistler tarafından öldürtülür. Çünkü Arafat tüm siyasi ağırlığını
Arap gericileri ve ABD planlarından yana koydu. Çünkü buralardan bir şeyler
umuyor. Fakat maalesef buralardan ulusal olarak hiçbir
şey gelmiyor.
Bu sorunla ilgili
olarak kardeş Arafat’la olan çekişmemizin
uzun süreceğine inanıyoruz. Bu çekişme, bir kaç günde
bitecek kadar basit ve kolay bir şey
değildir. Çünkü Arafat, tüm gerici Arapların, ortacı çözüm isteyenlerin
desteğini kazanmış durumdadır. Ve onların
tüm olanaklarıyla destekleniyor. Bizim
hareketimiz
ise, Lübnan yenilgisinden sonra kötüleşen duruma karşı,
ulusal direnişten kaynaklanıyor. Zafer her zaman haklı ve inançlı
halkların olacaktır.
Hareketinize karşı
çeşitli eleştiriler yöneltiliyor. Bunlardan
en yaygını, hatta size sempati
duyan bazılarının da paylaştığı
görüş. Yani, harekete geçme zamanını yanlış
seçtiğiniz (İsrailʼin varlığı
ve işgal sorunu), çelişkiyi silahla çözmeye
çalıştığınız ve bölücülük
yaptığınız üzerine olan görüş. Bu zaman ve metod eleştirilerine ne diyorsunuz?
Ebu Musa: Biz tam zamanında
harekete geçtik. Bu konuda hiçbir hata yapmadık.
Zamanlama sorununu böyle değerlendiriyoruz.
Aslında harekete geçişimizin zamanını, Arafat Ürdün ile konfedere devlet
üzerinde hazırladığı belge ve Lübnan
toprakları üzerinde bulunan Filistin savaşçılarını
uzaklaştırma girişimleriyle bizzat kendisi tayin
etmiş bulunuyor. Zamanlamayı biz yapmadık. Yaser Arafat’ın
kendisi yaptı. Eğer biz o sırada muhalefet
etmeseydik, Arafat Lübnan’daki savaşçıları uzaklaştırma olanağına sahip olacaktı. Ve bir gün gelecek, biz Lübnan’a geldiğimizde seslenecek
hiçbir Filistinli bulamayacaktık.
El Fetih’i ve dolayısıyla
FKÖ’nü bölme iddialarına gelince: Biz
herkese, bizi bölücülükle suçlayanlara sesleniyoruz.
Bizler, El Fetih’in birliğinden yanayız. Bizler FKÖ’nün
birliğinden yanayız. Bizler El Fetih’in bölünmesini
ve zayıflatılmasını istemiyoruz. Bizlere bu suçlamaları getirenlere
sözümüz vardır: Bugünlerde Arafat’ın gizli hükümet
ilanı sözkonusudur. Arafat gizli hükümet
ilanı ile FKÖ’nün ilgasını istemiş oluyor. Filisin halkı adına gizli hükümet
ilan ederek FKÖ’nün bitirilmesini amaçlamaktadır. Aynı halkı temsil eden bir hükümet ile bir örgüt
olamaz. Gizli hükümet ilan eden kişi, bırakın FKÖ’nü parçalamayı, ortadan kaldırmak istiyordur. Bizler, silahı
kucaklayan ve silahlı mücadeleyi savunan savaşçılar olarak FKÖ’nün
birliğini, FKÖ’nün varlığının devamını savunuyoruz.
Bildiğiniz gibi, son Filistin Ulusal Konseyi Fas zirvesinde alınan kararları
kabul etti ve böylece Fahd planına da yakınlaşmış
oldu. Eğer El Fetihʼte politikayı belirleyebilecek
pozisyona gelirseniz, bu konudaki davranışınız ne olacak? Şu anda bu
kararlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ebu Musa: Yaser
Arafat Cezayir toplantısında, Filistinli
örgütlere baskı yaparak FUK üyelerini
etkileyebildi ve FUK tüzüğü ve programına aykırı olan bu kararları
aldırtabildi. Bizlerin bugünkü görevi, FUK’nin aldığı bu kararları iptal etmek ve bu planlara karşı çıkabilmek için bir ortam hazırlamak. İlkelerimize ve ulusal
programımıza bağlı olmak ve programımıza
uygun bir şekilde, İsrail’i tanımayan kararlar alabilmenin ortamını hazırlamaktı. Bizler alınan son kararları
ortadan kaldırmak için mücadele ediyoruz. Çünkü İsrail’i devlet
olarak tanımak, İsrail’le olan anlaşmazlığı
ortadan kaldırmak demektir. Madem ki tanıyorsun, ona karşı
niye savaşıyorsun? Tanımak bu varlıkla olan anlaşmazlığı
ilga etmek, iptal etmek anlamına gelir.
Hareketinize karşı
diğer Filistin örgütlerinin ve sosyalist ülkelerin tavrı ne oldu?
Sizi destekliyorlar mı?
Ebu Musa: Bizim ayaklanmamızla
ilgili olarak, Filistin örgütlerinin
tavırları değişiktir. Fakat tüm
örgütler, ayaklanmamızın ilke ve taleplerini doğru
ve haklı buluyor. Tüm
örgütler tutumların düzeltilmesini ve ABD planlarına
karşı çıkılması gerekliliğini savunuyor. Ama
destekler değişiktir. Diğer taraftan,
yaklaşık olarak tüm sosyalist ülkelerle ilişkilerimiz vardır. Sovyetler Birliği ile Şam
Büyükelçiliği düzeyinde ilişkileri sürdürüyoruz. Her zaman
görüşlerimizi, tutumlarımızı, siyasi
olaylarda tavrımızı belirtiyoruz.
Olaylardan sezdiğimiz kadarıyla, onlar
bizi anlıyorlar ve görüşlerimizi
destekliyorlar. Açıkça ilan etmemelerine karşın, bizi
desteklediklerini seziyoruz.
Suriye hükümetinin
Yaser Arafatʼı sınırdışı edişi
hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ebu Musa: Suriye bu kararı
almakla hata işledi. Fakat bu, Arafat’ın Suriye’ye
karşı hata yapmadığı anlamına gelmez. Yaser Arafat Suriye’yi bizimle birlikte kendisine karşı
savaşmak ve bize maddi yardım yapmakla suçlayarak hata yapmış
oldu. Çünkü Arafat’ın kendisi bunların doğru olmadığını biliyor.
Suriye ise, Arafat’ı Suriye topraklarından
dışarı çıkarmakla hata yaptı.
Çünkü Arafat, bir süre sonra bölgeyi yalnız başına zaten
terk edecekti. Yaser Arafat’ın yeri burası
(Lübnan) değildir. Biz çıkarmasak
da kendiliğinden çıkıp gidecekti. Çünkü ondan istenen bu bölgede
kalması değil, Tunus’ta, Suudi Arabistan’da kalmasıdır.
Biz Beyrut’ta iken, bu bölgeye bir daha dönmemek üzere söz vermişti kendi kendine. Beyrut’tan çıkalı bir yıl
oldu. Lübnan’a bir kez
olsun ayak basmadı. Şam’a geldiğinde biz her
zaman Lübnan’a gelmesini isterdik. Geçerken
savaşçıları ziyaret etmesini rica ederdik. Bize cevap
olarak, Lübnan’a geçmemek için, ABD’nin uyarısı
vardır, derdi. Gerçekten uyarı değil de, Beyrut’tan ayrılırken Lübnan’a dönmeyeceğine dair verdiği sözü vardır Arafat’ın. Suriye
biraz daha bekleseydi, Arafat kendiliğinden çekip gidecekti bu bölgeden.
Filistin halkının
hareketinize karşı tavrını nasıl
görüyor ve değerlendiriyorsunuz?
Ebu Musa: İşgal
altında olan Filistin halkı hiçbir zaman kendi düşüncesini yansıtamaz. Bölgede ise yine yıpranmış bir halde bulunan
Filistin halkının kendi düşüncesini
yansıtacak gücü yoktur. Buna karşın, her zaman ulusal davadan yana olduğu şüphesizdir. Bundan hiçbir zaman vazgeçemez.
Hiçbir halkın kendi ulusal davasına karşı
olamayacağı gibi... Bizim halkımız şimdi işgal
altındadır. Bu durumda halkımızın ulusal tutumunun üstü örtülmüştür. Bu şartlar
altında yaşayan halk, tutum ve görüşünü açıklayamaz. Bunlara karşın biz dünyada bulunan bütün halkların ulusal sorunların
çözümünden yana olduklarını çok iyi biliyoruz.
Peki yoldaş, sizin daha fazla zamanınızı almayalım. İlerde daha uygun bir zamanda gelip daha başka konular üzerinde de uzun uzadıya
konuşmak isteriz. Bize bu fırsatı verdiğiniz
için teşekkür ederiz.
Ebu Musa: Ben de teşekkür
ederim. Ayrıca aracılığınızla, kendi ulusal onuru için mücadele eden
halklara, özellikle askeri paktlara ve diktatörlük
zulmüne karşı mücadele eden Türk ve Kürt halklarına selamlarımızı iletiriz.
Biz de devrim için
mücadele eden halkların bir parçasıyız. Mücadelemizde onların mücadelesine güveniyoruz.
Dünyada bulunan tüm onurlu insanlarla omuz omuzayız. Dünyanın herhangi bir yerinde emperyalizme karşı mücadele etmek, diğer taraflarla mücadele
edenlere destek olmak demektir.
Mücadeleniz
mücadelemizi, mücadelemiz mücadelenizi tamamlar.
Zaferin halklarımızın olacağı kesindir.
*Ocak 1989’da Kıvılcım
Yayınları tarafından çıkarılan Sürtük Yahudinin
Çilesi: Filistin Kazanacak adlı kitaptan alınmıştır.
(G. A.)
Filistin Ulusal
Konseyi’nin 19. Olağanüstü Oturumunda
(İntifada Oturumu) Yayımlanan
Siyasal
Bildiri (parça)
(Cezayir,
14 Kasım 1988)
Bu oturum, 70 yıl
önce başlayan, halkın gözüpek ve inatçı
savaşımının en yüksek noktası olarak ortaya çıkan ve
anayurtta, sınır boylarında ve
kamplarda ve diyasporanın diğer alanlarındaki halkımızın olağanüstü
fedakarlıklarıyla kutsanan
Filistin Devletinin
Filistin toprağında ilan edilmesiyle sonuçlanmıştır.
Bu oturumun en önemli
özelliği, dikkatinin merkezinde, Filistin Halk
Devriminin çağdaş tarihinin en önemli
kilometre taşlarından biri olan ve kamplarında, işgal edilmiş topraklarımızda ve dışarda bulunan halkımızın
efsanevi sebatına yakışan büyük ulusal Filistin İntifada’sının bulunuyor olmasıdır.
Büyük halk İntifada’sının başlangıcından itibaren belli olan temel özellikleri, hızından hiçbir şey yitirmeksizin sürdüğü 12 ay içinde
daha da berrak hale gelmiştir. Bu İntifada, tüm ulusun, -kadınların
ve erkeklerin, yaşlıların ve gençlerin, kampların, köylerin ve
kentlerin- işgalin reddi ve onun
yenilgiye uğratılması ve sona
erdirilmesine kadar savaşımı sürdürme kararlılığına ilişkin
görüşbirliğini somutlaştıran topyekün bir halk
devrimidir.
Şanlı İntifada,
halkımızın derin köklere sahip ulusal birliğini, anayurdumuzda
ya da dışında biraraya geldikleri
her yerde halkımızın tamamının tek meşru
temsilcisi olan FKÖ’ne tam bağlılığını göstermiştir. Bu durum anlatımını,
Filistinli kitlelerin -sendikaların, meslek örgütlerinin, öğrencilerin, işçilerin,
çiftçilerin,
kadınların, tacirlerin, toprak sahiplerinin, zanaatkarların,
bilimadamlarının- Birleşik Ulusal Komutanlık
ve kent varoşlarında, köylerde ve kamplarda kurulan Halk Komiteleri aracılığıyla içinde yer aldıkları İntifadaʼda bulmuştur.
Halkımızın bu devrimci ocağı ve kutsal İntifada’sı,
anayurdumuzun içinde ve dışında yenilikçi ve sürekli
devrimimizin birikerek artan etkisiyle, halkımızın
düşmanlarımızın işgali bir oldubittiye dönüştürebilecekleri
ve Filistin sorununu unutulmaya terkedebilecekleri
yolundaki yanılsamaları yoketti. Çünkü,
bizim genç kuşaklarımız, Filistin devriminin amaçları ve ilkeleriyle
büyüdüler ve 1965’ten itibaren
-Lübnan’a yapılan Siyonist müdahalesine
karşı kahramanca direniş ve Lübnan’daki kamplarının kuşatma ve açlığa
karşı duran direngenliği de içinde olmak üzere- devrimin bütün çarpışmalarını yaşadılar. Bu kuşaklar, devrimin ve FKÖ’nün,
işgalcilerin ayaklarının altındaki toprağı havaya uçuran,
halkımızın direniş kaynaklarının tükenmezliğini ve inancının
kökü kazınamayacak denli derinde yattığını
kanıtlayan çocukları, devrimin dinamizmi
ve sürekliliğini göstermek için ayaklandılar.
Anayurdumuzun dışındaki
RPG çocuklarının savaşımıyla, kutsal taşların çocuklarının savaşımı, işte böylelikle tek bir devrimci melodide birleşti.
Halkımız, düşman otoritelerinin devrimimize son vermek için giriştiği bütün denemelere kararlılıkla karşı çıktı; o otoriteler, ellerinden gelen her yola başvurdular; terörizm
uyguladılar, bizi hapse attılar, sürgüne
gönderdiler, kutsal yerlerimizi kirlettiler, dinsel özgürlüğümüzü
kısıtladılar, evlerimizi yıktılar, insanlarımızı
ayrım gözetmeksizin ve tasarlayarak öldürdüler,
köylerimize ve kamplarımıza silahlı yerleşimci
çeteleri yolladılar, ekinlerimizi yaktılar,
suyumuzu ve enerji kaynaklarımızı kestiler, kadınlarımızı ve çocuklarımızı
dövdüler, bir çok ölüme ve çocuk düşürmelere neden
olan zehirli gazlar kullandılar, okullarımızı ve üniversitelerimizi kapatarak
bize karşı bir cehalet savaşı
açtılar.
Halkımızın kahramanca kararlılığı, binlerce şehide,
onbinlerce kayıp, mahpus ve sürgüne maloldu. Fakat halkımız
en karanlık saatlerinde
bile, direnişini daha da pekiştiren,
kararlılığını arttıran ve düşmanın
suç ve önlemlerine karşı durmasını ve kahramanca ve inatçı savaşımını sürdürmesini olanaklı kılan
araçlar ve formüller yaratan dehasına dayanabildi.
Sıkı durmak, devrimi sürdürmek ve İntifada’larını
yükseltmek suretiyle, büyük bir savaşım geleneği, bükülmez bir
devrimci irade, İntifada’nın ve ona
anayurdun içinde ve dışında
eşlik eden savaşımların daha da güçlendirdiği derin köklere
sahip ulusal birlik ve FKÖ’nün ulusalcı ilkelerine ve onun, İsrail işgalini sona
erdirme ve Filistin halkının geri dönüş,
kendi yazgısını belirleme ve bağımsız Filistin
devleti kurma yolundaki vazgeçilmez haklarını yaşama geçirme amaçlarına tam bağlılıkla silahlanmış olan halkımız
her türlü özveriyi göze alarak ileriye atılma kararlılığına sahip olduğunu
gösterdi.
İntifada’ya verilen geniş Arap halk desteğinin
ve Cezayir’deki Arap doruğunun vardığı
görüşbirliği ve aldığı kararların da gösterdiği gibi halkımız
bütün bu alanlarda Arap ulusumuzun kitleleri ve güçlerinin
besleyici gücüne dayandı. Bütün bunlar, ırkçı-faşist saldırıyla karşı karşıya bulunan halkımızın yalnız olmadığını doğrulamakta ve bu da, İsrailli saldırganların halkımızı yalıtma ve onu Arap ulusunun desteğinden yoksun bırakma
olanağını ortadan kaldırmaktadır.
Arap dayanışmasının
yanısıra, Filistin halkının sorununa giderek artan ilginin, halkların ve dünya devletlerinin haklı
savaşımımıza artan desteğinin ve buna bağlı olarak İsrail
işgalinin ve İsrail’in işlediği suçların daha geniş ölçüde kınanmasının da gösterdiği
gibi, halk devrimimiz ve kutsal İntifada’mız,
İsrail’in daha büyük ölçüde sergilenmesine ve yardakçılarının daha büyük
ölçüde yalıtılmasına katkıda bulunan küresel
ve geniş bir dayanışma
yarattı.
BM Güvenlik Konseyi’nin 605, 607 ve 608 sayılı kararları, Genel Kurul’un, Filistinlilerin topraklarından sürgün edilmelerine ve İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında Filistin halkına
karşı uyguladığı baskı ve teröre
karşı aldığı kararlar, uluslararası sivil ve resmi kamuoyunun halkımız ve onun
tek meşru temsilcisi FKÖ’ne
artan desteğinin ve kendisini niteleyen tüm faşist ve ırkçı
pratiklerle birlikte İsrail işgaline karşı
büyüyen uluslararası reddin güçlü
anlatımlarıdır.
BM Genel Kurulu’nun İntifada’ya
ayrılan 3 Kasım 1988
tarihli oturumunda aldığı karar, dünya
halkları ve devletlerinin çoğunluğunun işgale
karşı ve Filistin halkının haklı savaşımına ve onun vazgeçilmez özgürlük ve bağımsızlık
haklarına ilişkin olarak almakta oldukları
tavrın bir başka belirtisidir. İşgal suçları ve İsrail’in
vahşi ve insanlıkdışı uygulamaları, dünyayı 40 yıl boyunca aldatmayı
başaran Siyonist varlığın demokrasisine ilişkin Siyonist yalanı
teşhir etmiş, İsrail’in, Filistin topraklarına
zorla el koyma ve Filistin halkını yoketme temeli üzerinde inşa edilmiş faşist, ırkçı ve sömürgeci bir devlet, komşu
Arap ülkelerini tehdit eden, onlara saldıran ve onlara
karşı yayılmacı politika sürdüren
bir devlet olduğunu açığa vurmuştur.
İsrail’li ilerici demokratik güçlerin işgale karşı çıkmaları ve baskıcı uygulamaları kınamalarının yanısıra, dünyanın dörtbir
köşesindeki Yahudi grupları da, artık İsrail’i savunamıyor ya da
onun Filistin halkına karşı işlediği suçlar karşısında artık sessiz kalamıyorlar. Bu grupların
saflarından, bu suçların işlenmesine son verilmesi ve İsrail’in, Filistin halkının
kendi yazgısını belirleme hakkını uygulamasına izin
vermesi için işgal ettiği toprakları boşaltması çağrısında bulunan pek çok ses yükseliyor.
Halkımızın devrimi ve onun kutsal İntifada’sının, yerel düzeyde, Arap dünyasında
ve uluslararası düzeyde verdiği meyvalar, FKÖ’nün işgali ortadan kaldırmayı
ve halkımızın geri dönüş,
kendi yazgısını belirleme ve devlet kurma haklarını elde
etmeyi hedefleyen ulusal programının doğruluğunu ve gerçekçiliğini ortaya koymuştur.
Bu sonuçlar, ulusal haklarımızı
işgalin pençesinden söküp alma çabasında
belirleyici faktörün halkımızın savaşımı
olduğunu da doğrulamıştır. İşgal otoritesinin çökmekte olan organlarına
meydan okurken durumu kontrol altına alan, Halk Komitelerinin temsil ettiği halkımızın kendi otoritesidir...
Filistin
Devriminin Yeni Dönemeci
(parça)
Garbis Altınoğlu,
Ekim 1993
“İnsanın böyle
dostları varken düşmana ihtiyacı olmaz” deyişi, herhalde Filistin halkı
için fazlasıyla geçerli olmalı. Gerçekten de; en
gericileri, emperyalizme uşaklıkta, “kendi” halklarının
cellatlığını yapmakta hiçbir sınır tanımayanları da içinde olmak üzere
bütün Arap rejimleri, her zaman Filistin davasına
sahip çıkar görünmüş, çeşitli uluslararası forumlarda Filistin halkının vazgeçilmez haklarını savunan, onun meşru özlemlerine bağlılığı dile getiren gösterişli kararlar almış,
Filistin halkını “Arap ulusunun” kopmaz bir parçası ve öncüsü
ilan etmişlerdir. Ama, 1970’in “Kara Eylül”ünden 1976’nın Tel el-Zaatarı’na, 1978’in Camp
David’inden 1982’nin Lübnan işgaline kadar pek
çok örnek, Filistin halkının,
açık düşmanı olan Siyonist İsrail’e karşı olduğu gibi sözde dostlarına karşı da sürekli
olarak savaşmak zorunda kaldığını göstermiştir. Gerçekten de, bu kadar çok “dostu” ve
“savunucusu” olmasaydı, Filistin halkının,
ulusal kurtuluşu yolunda daha fazla mesafe katetmiş olacağı kesin gibidir. 1920’lerden bu yana önce İngiliz, daha sonraları da Amerikan
emperyalistleri tarafından desteklenen
Siyonistlere karşı kesintisiz bir savaşım
sürdüren bu küçük, ama onurlu halkın tarihi, bir bakıma
kendisine karşı çevrilen dolapların,
gerçekleştirilen ihanetlerin
tarihidir de.
Bu ihanetlerin
sonuncusu ise, uzun süredir, özellikle de FKÖ
gerillalarının Lübnan’dan çekilmek zorunda kaldığı
1983’ten itibaren uzlaşmacı ve teslimiyetçi çizgisini derinleştiren Yaser Arafat ve kliği tarafından gerçekleştirildi. “Tarihsel” olarak nitelendirilen “barış” anlaşması, 13 Eylül 1993’de Beyaz
Saray’da ABD’nin eski başkanlarından 1978 Camp
David Anlaşması’nın mimarı Jimmy Carter’ın,
George Bush’un ve halihazırdaki ABD Başkanı Bill Clinton’ın
yanısıra Yaser Arafat, İsrail Başbakanı İzak Rabin, Dışişleri Bakanı Şimon Perez,
Rusya Dışişleri Bakanı Andrei Kozirev ve 2,500’ü
aşkın çağrılının katıldığı tantanalı bir törenle
imzalandı. Bu ihanet anlaşması, yalnızca Filistin halkı ve devrimi açısından
değil, Ortadoğu halkları ve devrimleri açısından
da bir başka dönemin açılışı olmaya aday görünüyor.
Filistin topraklarının
çok küçük bir bölümüne, yani Gazze Şeridi’yle Batı Şeria’ya özerklik veren, yani eğitim, kültür, sağlık, maliye ve
“kamu düzeni” yetkilerini
Filistinlilere bırakan, İsrail yasalarına göre yönetilmeye devam edecek olan işgal altındaki bölgelerdeki 130,000 Yahudinin yaşadığı yerleşim merkezlerinin
statüsünü değiştirmeyen, İsrail ordusunun
“özerk” Filistin’in sınırlarında denetimi sürdürmesine olanak
veren ve Kudüs’ün statüsünü hiç mi hiç
ele almayan bu “barış” anlaşması, aslında Filistin halkının devrim yapma ve
kendi yurduna sahip çıkma hakkını feshediyor.
Arafat kliği, Filistin halkına
ve onun parlamentosu niteliğini taşıyan Filistin Ulusal Konseyi’ne danışma ya da
haber verme gereği bile duymaksızın
kapalı kapılar ardında imzaladı bu anlaşmayı.
Şimdiye değin Siyonist devletin yıkılmasını, işgal altındaki bütün toprakların
kurtarılmasını, Arapların ve Yahudilerin vb. barış
içinde birlikte yaşayacakları demokratik ve laik bir devlet kurulmasını resmen amaç edinmeyi sürdürmüş
olan FKÖ yönetimi, bu amacından tümden vazgeçebilir ve artık
kendisini “terörist” olarak görmeyeceğini belirten İsrail
ile böyle utanç verici bir pazarlığa yanaşabilir. Ama
Filistin halkı Siyonist düşmanla
ve onun arkasındaki emperyalist güçlerle barışacak mı? Ortaya çıkan
ilk verilerin de gösterdiği gibi böyle bir barış
gerçekleşmeyecek. Şimdiden Filistin Halk Kurtuluş
Cephesi, Filistin
Demokratik Kurtuluş
Cephesi, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi-Genel Komutanlık, HAMAS başta
gelmek üzere 10
Filistinli örgüt, bu anlaşmayı
tanımadıklarını ilan ettiler. Bu satış anlaşması, Filistin halkının çeşitli tepkilerine
hedef olmaya başladı bile. Anlaşmanın
açıklanmasından sonra Batı Şeria ve Gazze’de gerçekleşen genel
grevi ve diğer protesto gösterilerini,
Eylül sonunda İsrail’in, El Fatah’ın askeri kanadı
Kara Panterler’in komutanını ve diğer bazı yöneticilerini tutuklamasının ardından Batı
Şeria’da gerçekleştirilen kepenk kapatma
eylemi izledi. Daha işin başında bu denli
sert tepkiler alan bu satış sözleşmesinin, “barış” ve “refah” yaratacağı beklentilerinin
boşa çıkmasına ve Siyonist düşmanın
küstahlık ve saldırganlığının sürecek olmasına
bağlı olarak, çok daha büyük bir direnişe yol açması kaçınılmazdır.
Ne var ki, bölgesel
güç dengeleri ve Filistin davasının kendi önderliğinin ihanetine uğramış
olması, güvenilir ve tutarlı bir alternatif devrimci önderliğin yokluğu, Filistin halkının işini daha da güçleştirecektir.
İntifada’nın başlamasından sonra ortaya çıkmış
olan HAMAS ve benzeri köktendinci örgütler, ABD emperyalizmine ve İsrail Siyonizmine
karşı savaşımda belli bir ilerici işlev
taşıyabilirler; ancak onların Filistin halkının, deyim yerindeyse kendiliğinden-gelme
enternasyonalist ve devrimci geleneklerine uyum sağlamaları
ve ona önderlik edebilmeleri hemen hemen olanaksızdır. Arafat yönetiminin, Gazze Şeridi
ve Batı Şeria bölgesine yerleşecek, kendi “devlet aygıtını” kuracak olması,
İngiltere ve İsrail’in daha şimdiden Filistin halkına
karşı bu kukla devleti tanıyarak onun polislerini yetiştirmeye başlamış olması, bugüne değin Siyonist işgalciye karşı yürütülen kurtuluş savaşının bundan böyle iç savaş boyutları kazanmaksızın ilerleyemeyeceğini
gösteriyor.
Buraya Nasıl Gelindi?
1982’de İsrail
ordusunun -İsrail’in Londra elçisine yapılan suikastı gerekçe göstererek- Güney
Lübnan’daki FKÖ üslerine saldırması, direniş hareketine
ağır kayıplar verdirmesi, ardından
Beyrut’u kuşatıp bombardıman ederek FKÖ’nün buradan da çekilmesini
sağlaması, belki de Filistin davasının uğradığı en ağır yenilgi olmuştu.
FKÖ güçlerinin Kuzey Lübnan’a çekilen bölümüyse,
İsrail’le örtük bir anlaşma içinde olan Suriye gericiliğinin saldırısına hedef oldu. Trablusşam çevresinde FKÖ güçleri ve onunla bağlaşma içinde olan
Tevhid-i İslam örgütü, Suriye ordusu ve Hafız
Esat kliğinin denetimindeki
El Fatah muhalif hizbiyle (Ebu Musa grubu) yaptıkları çarpışmalarda yenik düşünce, Arafat yanlılarına
Tunus yolu gözüktü.*
1983 sonrasında
bir çeşit kış uykusuna
yatan Filistin direnişi, Aralık 1987’de İntifada’nın
başlamasıyla yeniden canlanmaya yüz tuttu. Ama, Filistin direnişinin 1982 Lübnan
işgali sonucunda uğradığı ağır yenilgi, çeşitli Arap gerici
rejimlerine dayanarak siyaset yapan ve mali bakımdan onlara bağımlı olan Filistin
burjuvazisinin ve küçük burjuvazisinin sağ
kanadının temsilcisi durumundaki El Fatah önderliğinin
daha da sağa kaymasına yol açmıştı. Devrim dalgasının
dünya ölçeğinde alçaldığı, Filistin halkının
uluslararası destek ve yedeklerinin zayıfladığı bu konjonktür, ABD emperyalistleri
ve İsrail Siyonistleri açısından
oldukça elverişliydi. Ve onlar bu durumu
“Camp David ruhu”nu yaymak için kullanacaklardı. FKÖ, İntifada’yı kendisi örgütlememişti; ama onu geliştirmek,
daha üst bir
evreye yükseltmek için de herhangi bir çaba
harcamadı. Onun tek yaptığı, Filistin’in “küçük generalleri”nin yüzlerce
şehit, binlerce yaralı verme pahasına sürdürdüğü “taş devrimi”nin
yarattığı uluslararası sempatiyi kaldıraç
olarak
kullanarak 15 Kasım
1988’de Cezayir’de, başına Yaser Arafat’ın getirildiği “bağımsız Filistin devleti”nin kuruluşunu ilan
etmek ve bu zeminden hareketle Batılı emperyalistlerle
pazarlığa girişmek oldu. FHKC, FDKC,
FHKC-GK gibi Filistinli örgütler, bazı eleştiri ve çekinceler ileri sürseler
de Arafat kliğinin bu uzlaşmacı çizgisini desteklediler.
Aslında, bu sözümona devlet, Arafat’ın
ABD ve Batı Avrupa
emperyalistleriyle uyum içinde atmayı tasarladığı oportünist perendeler için kullanılacak diplomatik
bir araçtan başka bir şey
değildi. “Bağımsız Filistin devleti”nin
kuruluşunu ilan etmesinin ardından
FKÖ önderliğinin, Sovyet
sosyal-emperyalistlerinin de zorlamasıyla İsrail devletinin 1967 savaşı öncesi sınırlarını tanıdığını ilan etmesi, 13 Eylül 1993
ihanet anlaşmasına giden yolda önemli
bir kilometre taşıydı. Bu tarihten sonra, bir yandan ABD emperyalistleriyle FKÖ arasında
gizli görüşmeler sürdürülürken, bir yandan da şefkatli baba
pozundaki ABD, şımarık ve saldırgan
çocuğunun -İsrail- kulağını çekiyor ve başında
İzak Şamir’in bulunduğu gerici Likud-“İşçi”
Partisi koalisyon hükümetine, bazı sınırlı
ödünler karşılığında Filistinlileri
teslim alma planını kabul ettirmeye çalışıyordu.
1982 savaşından sonra, kolu kanadı kırılmış ve eski gücünü
yitirmiş olmasına karşın, İntifada ile yeni
bir atılım sürecine girmiş olan
Filistin devriminin, bu haliyle bile bölge halklarını kavgaya çağıran bir örnek, emperyalist ve Siyonist barbarlığı sergileyen
bir vitrin olduğunu bilen ABD
emperyalistleri onu, hem havuç, hem de
sopa yöntemine başvurarak ezmekte kararlıydılar.
1990 yılı
sonlarında patlak veren ve Irak’la ABD’ni karşı
karşıya getiren Körfez bunalımı ve Arafat kliğinin bu bunalım
esnasında takındığı dar görüşlü ve oportünist tavır, ABD ve
onun bölgedeki Arap uşaklarına
FKÖ’nü gerçek bir mali kıskaca alma olanağı verdi. Savaşın
Irak’ın yenilgisiyle bitmesinden sonra Körfez
şeyhliklerinde ve Suudi Arabistan’da estirilen Filistin-karşıtı
akım, bu çürümüş rejimlere -tam da ABD’nin ve İsrail’in istediği gibi- ülkelerindeki Filistinli
işçi ve emekçileri kovma ve El Fatah’a yaptıkları mali yardımı
kesme olanağı verdi. Bu
yolla yaratılan mali bunalım,
oportünist Arafat önderliğinin teslim alınmasında önemli bir rol oynadı.
Ağustos sonlarında Le Monde gazetesinde yayımlanan bir
makalede, Lübnan’daki en büyük kamp olan Eyn el-Hilve’de şehit ailelerine
ve gazilere dört aydır maaş ödenmediği, bir çok
Filistinlinin çalışmak için kamp dışına gittiği, evlerdeki
eşyaların satıldığı, bakım yardımı gelmediği için hastanelerdeki hastaların öldüğü belirtiliyordu.
Geçtiğimiz günlerdeyse gazeteler Arafat’ın,
yakın çevresine, “orada beni 1 milyon
aç insan bekliyor. Onları doyuramayacaksam, asla oraya dönemem” dediğini yazıyordu.
İşte FKÖ’nün resmen temsil edilmediği Arap-İsrail barış görüşmeleri, Ekim 1991’de, Madrit’te böyle bir
ekonomik ve siyasal abluka ortamında başladı. Ancak, FKÖ’nün Türkiye elçisi Fuat
Yasin’in anlatımıyla, “taraflar birbiriyle
anlaşmak, görüşmekten çok; basına, kendi insanlarına
mesajlar ver”dikleri (Gerçek, Sayı: 26, s. 9) için görüşme süreci tıkandı. Ama daha sonra, “ABD yönetiminin de desteğiyle”
kapalı diplomasi ve gizli pazarlık yöntemine
başvuruldu ve “sonuç alındı.” Bunda, oyunbozanlık yapan
Likud- “İşçi” Partisi koalisyon hükümetinin,
yerini Haziran 1992’de başını İzak Rabin’in çektiği “İşçi” Partisinin,
yani Siyonist burjuvazinin sol kanadının hükümetine bırakmasının belli bir payı olduğu da tartışma
götürmez. Böylelikle, ihanet sözleşmesinin
imzalanması için gereken tüm
önkoşullar sağlanmış oldu.
Filistin Devrimi
Nereye?
Filistin devriminin özgün
yanı ve onun en büyük nesnel zayıflığı, yurdundan kovulmuş,
göçmen durumuna sokulmuş, diğer Arap ülkelerinin ve BM’e bağlı
yardım kuruluşlarının parasal desteğine
önemli ölçüde bağımlı bir halkın devrimi olmasıydı. 70 ülkeye
dağılmış olan Filistin halkının yalnızca bir bölümü Filistin -yani, şimdiki
İsrail- topraklarında yaşıyor. Filistinlilerin çoğunluğu,
Filistin’in dışında ve başlıca Ürdün, Lübnan, Suriye, Mısır,
Irak vb. ülkelerde yerleşmiş durumdadır. Toplam nüfusu 4 milyonu biraz aşan
ve birbirlerinden ayrı jeografilerde yaşayan bir halkın
(ki, Filistinliler halihazırda İsrail
nüfusunun yaklaşık yüzde 30-35’ini oluşturmaktadırlar)
devrimi gerçekleştirmede olağanın ötesinde bir zorluklar dizisiyle karşılaşacağı açıktır. Hele karşısındaki düşman, Siyonist İsrail
gibi tepeden tırnağa silahlı, tekniğe egemen ve eğitim düzeyi yüksek ve büyük
çoğunluğu rejime bağlı bir halka sahip, dünyanın dörtbir yanındaki Yahudi topluluklarının güçlü para ve insangücü
desteğinin yanısıra, ABD’nin ve diğer
Batılı emperyalistlerin askeri, tekniksel ve
ekonomik olarak tam denebilecek desteğine sahip bir
güçse.
Bu durum, Filistin
devrimini bölge halklarının ve
devletlerinin desteğine fazlasıyla bağımlı hale
getiriyor; ancak uzun süreli bir savaşla
yıpratılıp çökertilebilecek olan Siyonist düşmana
karşı bir zafer kazanılabilmesi, onun olabildiğince yalıtılmasını zorunlu kılıyordu.
Bu zorunluluğun, Filistin burjuvazisinin ve küçük burjuvazisinin
sağ kanadının örgütü olan Arafat önderliğindeki
El Fatah’ın diplomatik
oportünizmini ve kitlelerle arasındaki
mesafeyi haklı göstermeyeceği gibi, daha solda duran diğer direniş örgütlerinin daha önce Sovyetler Birliği’ne
ve eskiden beri Suriye’ye olan bağımlılıklarını
da haklı göstermeyeceği ve gösteremeyeceği açıktır. Ama bu
veriler, kendisi de bölge halklarının devrimci savaşımlarına
güçlü bir itilim vermiş olan Filistin halklarının devrimci savaşımlarının
gelişmesine olağanüstü düzeyde bağımlı olduğunu gösterir. Bu bağımlılık karşılıklıdır da. Eğer
bugün Filistin devrimi, bir bakıma Suriye, Irak, Lübnan, Ürdün, Mısır, İsrail vb. halklarının devrimci savaşımlarınca
desteklenmediği için, bu ülkelerin Filistin halkına saldıran ya da
ihanet eden egemen sınıflarının elleri tutulamadığı,
yolları kesilemediği için yenilecekse, bu
yenilgi yalnızca Filistin halkının
değil, bölge halklarının da bir yenilgisi olacaktır.
Bu son ihanet, Filistin halkının uzun yıllardır, hatta onyıllardır
çok büyük özverilerle, şanlı kahramanlık destanları yazarak sürdürdüğü savaşımda önemli bir dönemeç
noktasıdır; ancak bu, daha önce de buna benzer süreçlerden geçmiş, ama her
seferinde yeniden doğrulmayı ve ayağa
kalkmayı, ölülerini gömerek ve yaralarını
sararak yeniden savaşa atılmayı başarmış olan bir halkın son sözü
değildir elbet. ABD emperyalistleri ve onun uşak
ve uzantıları, kalıcı bir sessizlik sağladıklarını ya da sağlayacaklarını
sanıyorlarsa eğer, çok geçmeden yanıldıklarını göreceklerdir. Geçmiş
savaşımlarının son derece zengin deneyimlerinden dersler çıkaracak
olan Filistin halkı ve onun devrimci öncüleri, Türkiye ve Kürdistan
işçi sınıfı ve halkları da içinde olmak üzere
bölge halklarıyla dayanışmayı temel alan ve küçük
burjuva ve burjuva önderliklerin oportünist ve uzlaşmacı yaklaşımlarını reddeden gerçek
bir devrimci önderlik yaratacak ve Filistin halkının uzun yürüyüşünü
sürdüreceklerdir...
*Suriye gericiliği,
1975-76 Lübnan iç savaşında da, Lübnanlı ilerici güçlerle
(Dürziler ve Müslümanlar) bağlaşma halinde, Marunileri ve Lübnan gericiliğini yenilgiye uğratan ve böylece demokratik bir Lübnan yaratma olanağını
elde eden Filistinli güçlerin zaferini önlemek için bu ülkeyi
işgal etmişti. Filistin
davasına
düşmanlığını ilk kez göstermeyen Suriye gerici egemen sınıfları; ABD,
Sovyetler Birliği ve İsrail’le stratejik ortak çıkarları gereği, Filistin davası
için sağlam bir üs olacak
olan demokratik bir Lübnan’a izin
veremezlerdi.
“Gazap Üzümleri”
(parça) Garbis Altınoğlu, Nisan 1996
ABD’nde ilk kez
1939’da yayımlanan “Gazap Üzümleri”,
1929-33 yılları arasındaki büyük depresyon sırasında ve sonrasında
topraklarını yitiren Oklahoma’lı küçük çiftçilerin
Batı’ya göçünü anlatıyordu. Ünlü Amerikan yazarı
John Steinbeck’in en ileri romanlarından biri olan “Gazap Üzümleri”nde, daha iyi
bir yaşam umuduyla
California’ya gelen Oklahoma’lı ve diğer
küçük çiftçilerin orada karşı
karşıya geldikleri vahşi kapitalist sömürü ve ona eşlik eden polis baskısının yanısıra, proleterleşme sürecine giren bu emekçilerin bilinçlerinde ve ruhsal
durumlarında yaşanan dönüşüm etkileyici
bir dille aktarılır.
Siyonistlerin, Güney
Lübnan’a karşı giriştikleri son askeri
operasyona, sözde bu ünlü romandan esinlenerek “Gazap Üzümleri Operasyonu” adını vermeleri, tarihsel
bir ironi gibidir. 200’e yakın kişinin ölümüne, çok sayıda kişinin
yaralanmasına ve yaklaşık yarım milyon kişinin göçmen durumuna düşmesine
yol açan bu son İsrail
saldırısına, ünlü Amerikan yazarının
bu romanının adının verilmesi, bir yandan da gerçekçi bir tanımlama
niteliği taşıyor. ABD emperyalizminin şımarık
çocuğu İsrail’in şimdiye değin akıttığı Filistinli
ve Lübnanlı kanının, dünyanın bu acılı
bölgesinde hasadı çok uzun sürecek gazap üzümlerinin yetişmesine yol açacağı
ve açtığı kesindir.
Siyonist devletin bu
son saldırısı, onun daha önce
giriştiği ve adeta bir alışkanlık haline getirdiği benzer askeri operasyonları
çağrıştırıyor. 12 Mart 1978’de Filistin gerillalarının
bir saldırısında 32 kişinin ölmesi üzerine, İsrail, Güney Lübnan’ın Litani ırmağına değin uzanan bölümünü
işgal etmiş, bölgedeki halktan ve
gerillalardan 2,000 kadar kişinin öldüğü çatışmalar sırasında 250,000 kişi de evlerinden ayrılarak
daha güvenli bölgelere sığınmak zorunda kalmıştı. Ancak, BM Güvenlik
Konseyi’nin 19 Mart 1978 tarihli 425 sayılı
kararının ardından bölgeden çekilmeden önce, İsrail, Lübnan’la olan yaklaşık 100 kilometrelik sınırı
boyunca 8 kilometre derinliğinde bir “güvenlik şeridi” oluşturdu ve buraya
tümüyle kendisine bağımlı Binbaşı Saad Haddad komutasındaki milisleri
(“Güney Lübnan Ordusu”) yerleştirdi.
Üç yıl kadar sonra, İsrail’in Temmuz 1981’de, Batı Beyrut’un
FKÖ’nün bürolarının bulunduğu Fakhani
semtini bombardımanı, 300 kişinin
ölümüne ve 800 kişinin yaralanmasına yol açacaktı. 3 Haziran 1982’de
ise Ebu Nidal grubunun (“Fatah Devrimci Konseyi”) saldırısı sonucunda İsrail’in Londra büyükelçisinin
yaralanması, Siyonist devletin “Galile’de Barış Operasyonu”nu başlatmasına bahane oluşturmuştu.
İsrail ordusunun tüm Güney Lübnan’ı işgal etmekle yetinmeyip Beyrut’u kuşatma altına aldığı bu saldırıda
20,000 dolayında
insan ölmüş, evlerinden
ayrılmak zorunda kalanların sayısı 600,000’i geçmişti. Filistin direnişinin
yuvalandığı Batı Beyrut, bir ay süreyle
bombalanmış, bu saldırılar sonucu, Arap dünyasının en uygar
kentlerinden biri olan bu yerleşim birimi
tam bir yıkıntıya dönmüştü. Bu arada
binlerce Filistinliyi ve Lübnanlıyı gözaltına alan ve son derece kötü koşullarda zindanlara
tıkan İsrail ordusu ve MOSSAD, FKÖ’nün,
Filistin Araştırmaları Merkezi’ni de yağmalamış, burada
bulunan çok sayıda değerli belgeye
el koymuştu. ABD başta gelmek üzere Batılı emperyalistlerin
bu elikanlı uşakları, zaferlerini 16 Eylül
1982’de Batı Beyrut’taki
Sabra ve Şatila kamplarında yaşayan büyük çoğunluğu kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan 2,000
kadar Filistinlinin, Maruni Falanjist milisler eliyle öldürülmesiyle
kutlayacaklardı. İsrail Savunma Bakanı
Ariel Şaron, sözkonusu katliamdan önce bu milislerin komutanlarına,
“Teröristlerden bir tekinin bile sağ kalmasını istemiyorum” demişti.
Filistin direnişinin
bu yenilgiden sonra Lübnan topraklarından
uzaklaştırılması, 1975-76 yıllarında
genelde İsrail ve yer
yer de Suriye tarafından desteklenen Lübnan
gericiliğine karşı birlikte savaşmış
ve yazgıları tarih ve
jeografi tarafından kopmazcasına birleştirilmiş olan Lübnan ve Filistin halklarının
ortak kavgalarının biçimini ve yoğunluğunu değiştirmekten öte bir sonuç
vermeyecekti. İsrail, önemli, ama geçici bir zafer kazanmıştı.
Ancak, rüzgar eken
Siyonist katiller çetesi yavaş yavaş fırtına biçmeye başladığını görecek
ve o zamana değin İsrail’e karşı olumlu bir yansızlık politikası izleyen
ve Lübnan mozayiğinin en kalabalık ve en yoksul bölümünü oluşturan Şii halkının direnişinin filiz vermesine tanık olacaktı. Şii direnişinin, Humeyni yanlısı radikal kanadını
oluşturan Hizbullah daha 1982’de İsrail ve Amerikan hedeflerine karşı intihar saldırıları
düzenlemeye girişmişti. Bu saldırıların
en görkemlilerinden birinde 23 Ekim 1983’de 241 ABD deniz piyadesi ile 58 Fransız askerini öldüren Hizbullah’ın Güney Lübnan’da başlattığı gerilla eylemleri, İsrail’in yavaş yavaş bu ülkeden çekilmesinde belirleyici
bir rol oynayacaktı.
1970-71’de Ürdün’de
uğradığı yenilgiden (“Kara Eylül”) sonra güçlerini esas olarak Lübnan’a
yığın Filistin ulusal hareketinin ağır bir darbe yemesine yol açan 1982 işgalini
izleyen göreli sessizlik
dönemi, Kasım 1987’de Gazze’de ve Batı
Şeria’da bir çeşit sivil direniş olan İntifada’nın
başlamasıyla sona erdi. Ciddi bir silahlı güç olmaktan çıkmış ve çeşitli fraksiyonlara bölünmüş olan
Filistin ulusal hareketinin önderliği, bu dönemde
daha da sağa kayar,
emperyalizm ve Siyonizmle uzlaşmaya yönelir ve çeşitli burjuva ve gerici
Arap devletlerine daha da bağımlı hale
gelirken, Güney Lübnan’da İsrail ordusuna
ve onun “Güvenlik Şeridi”nde görevlendirdiği kukla “Güney Lübnan Ordusu”na
karşı savaşan Şii direnişi, Gazze’nin
ve Batı Şeria’nın militan Filistin gençliğinin
kişiliğinde yeni bir bağlaşık bulacaktı: Tepeden tırnağa silahlı ve en
modern askeri teknolojiyle donanmış İsrail ordusuna yalnızca
taşlarıyla ve yüreklilikleriyle karşı duran Filistinli gençler. Siyonist
katiller tüm dünyanın gözleri önünde onlara acımasızca
saldırmakta duraksamadılar. 1987’nin sonundan
1991’in sonuna kadar geçen dört yıllık süre içinde 22 İsrailliye karşılık 663
Filistinli öldürülecek, Siyonist zindanlar
yeniden Filistinlilerle dolup taşacaktı. Ama zaman
ve gelişmeler, Yaser Arafat’ın
sahte ve ikiyüzlü bir biçimde “benim küçük generallerim” dediği İntifada savaşçılarının “taş devrimi”nin, İsrail Siyonizminin
vahşi ve barbar yüzünün sergilenmesinde eşsiz bir rol oynayacağını
gösterecekti.
“Gazap Üzümleri
Operasyonu”, Ortadoğu’da 1980’lerden bu yana pek çok şey değişmiş gözükse de, bazı temel parametrelerin
değişmeden kaldığını bir kez daha ortaya
koydu. 15 Kasım 1988’de, Cezayir’de
“Bağımsız Filistin Devleti”ni kurarak kendisini bu “devlet”in başkanlığına getiren Yaser Arafat, 13 Eylül 1993’de
Washington’da 2,500 “seçkin” çağrılının huzurunda,
zamanın İsrail Başbakanı İzak Rabin’le sözde
tarihsel bir barış anlaşması imzaladığında, emperyalistlerden bir dizi devrimci ve komünist örgüte kadar uzanan geniş bir yelpazede, Ortadoğu’da
bir “barış” döneminin açılmakta olduğu
görüşü egemen olmuştu. Ekim 1993’de, yani bundan 2.5 yıl önce yazılan bir yazıda (“Filistin
Devriminin Yeni Dönemeci”)
bu konuda şunlar
söyleniyordu:
“Ortadoğu, henüz
Batılı emperyalistlerle barışmaktan uzak olan ve Lübnan’da ve
Filistin’de kendi doğrultusundaki köktendinci akımları desteklemeye devam edeceğe benzeyen İran’ı,
yavaş yavaş köktendinci gruplarla Mübarek
kliği arasında gerçek bir iç savaşa
sürüklenmekte olan Mısır’ı, emperyalistlerin ekonomik ablukayla açlığa mahkum ettikleri, kuzeyini ve güneyini kuşatarak küçültmeye
çalıştıkları ve ardı arkası gelmeyen BM kisveli ABD müdahaleleriyle şamar oğlanına çevirmeye
çalıştıkları Irak’ı, farklı siyasal, mezhepsel
ve etnik gruplar arasındaki uzun ve kanlı
iç savaşın yaralarını İsrail’in vahşi saldırıları arasında sarmaya çalışan Lübnan’ı, ABD ve İsrail’le
çeşitli anlaşmazlıklarını henüz çözmüş olmaktan
uzak olan Suriye’si, bir kaç yıl ömrü kaldığı söylenen Kral Hüseyin’den sonra başına nelerin geleceğini kimsenin kestirmeye
cesaret edemediği Ürdün’ü, uyanmakta
ve ayağa kalkmakta olan Kürdistan’ı, devrim olanaklarının artmakta olduğu
Türkiye’si vb. ile, en azından orta erimde emperyalistler ve yabancı sermaye için hiç de tekin olmayan bir
yer olmaya devam edecektir.”
Gelişmelerin bu “karamsar” değerlendirmeleri hemen
hemen bütünüyle doğruladığı belli olmuştur.
Ortadoğu, gazap üzümlerinin hasadının
yapılacağı, devrimci olanakların artacağı ve dolayısıyla devrimci önderlik
sorununun ivedi çözüm beklediği yeni ve daha acılı bir çatışmalar,
iç savaşlar, emperyalist müdahaleler, emperyalist devletler arasındaki çelişmelerin keskinleşmesi ve devrimler dönemine girmektedir.
“Gazap Üzümleri Operasyonu”, deyim
yerindeyse, Ortadoğu’da içine girildiği ileri sürülen
ve asıl amacı proletarya
ve halkları ideolojik ve örgütsel
olarak silahsızlandırmayı ve teslim almayı ve devrimci ve
ulusal kurtuluşçu önderlikleri sağa çekerek tasfiye etmeyi hedefleyen emperyalist barış sürecinin bundan böyle “yeni” bir çizgide,
silahların denetimi ya da baskısı altında
şekilleneceği mesajını vermektedir...
Altı Gün Savaşına
İlişkin Gerçekler: CIA ve ABD Ordusu İsrail’e
Gizlice Yardım Etti
Mid-East Realities, 11 Haziran 1997
İsrail’in, Colan’ı,
Batı Yakası’nı, Gazze’yi ve Doğu Kudüs’ü işgal etmesiyle sonuçlanan 1967’nin Altı
Gün Savaşına ilişkin yalan ve çarpıtmalar,
aradan geçen 30 yıla
rağmen hala capcanlı.
İşin gerçeği
İsrail’in, bir dizi siyasal, ekonomik ve toprağa
değgin nedenlerden ötürü bu savaşı kışkırttığı ve ondan yararlandığıdır.
Aşağıdaki yazıda, Prof. Tanya Reinhart
İsrail’in Suriye’ye saldırısını
ve savaşın son günlerinde
Colan’ı ele geçirmesini yerli yerine oturtuyor.
Tarihin doğru
bir tarzda kaydetmediği gerçekler şunlar:
*İsrail hiçbir zaman bir askeri saldırı tehlikesiyle
karşı karşıya değildi; İsrail ordusu bütün
Arap ordularını yenebilecek durumda olduğunu her zaman
biliyordu.
*CIA İsrail’e,
savaşı böyle kısa bir süre
içinde kazanmasını sağlayacak istihbaratı aktarmada
büyük rol oynadı.
*Gizliliğini korumak için yemin etmiş ve örtülü misyonlar üstlenmiş
sivil kılıklı ABD
askeri personeli özgül tekniksel ve
istihbarat toplama operasyonlarında İsraillilere yardım ettiler.
Öte yandan, savaşı izleyen yıllarda
İsrail MOSSAD’ıyla işbirliği yapan Amerikan
CIA’inin, tıpkı dünyanın başka yerlerindeki
anti-Amerikan liderler gibi Mısır Devlet Başkanı
Cemal Abdül Nasır’ı da hedef almış olması olasılığı oldukça yüksek. Nasır’ın ölümü, CIA’in en büyük ve en gizli başarılarından
biri olmuş olabilir.
1950’li ve 1960’lı yıllarda yabancı liderlerin
öldürülmelerine ilişkin CIA dosyalarının
yok edildiği yolunda
Washington’da yapılan son açıklamalar,
bu ciddi olasılığa yeni boyutlar kazandırıyor.
Dayan İsrail’in Suriye’ye, Toprak
Kapmak İçin
Saldırdığını Kabul Ediyor
Prof. Tanya
Reinhart, Yediot Ahronoth’tan çeviri, 6 Mayıs 1997
Haziran ayı,
işgalle sonuçlanan 1967 savaşının
30. yıldönümü. O günden
bu yana hükümetler İşçi Partisi ile Likud arasında pek çok
kez el değiştirdiler, ama gerçekte değişen ne?
Yediot Ahronoth 27 Nisan’da, Moşe Dayan’la 1976’da yapılan
(ama daha önce yayımlanmayan) bir mülakatı yayımladı. 1967’de
savunma bakanı olan Dayan bu mülakatta,
o zaman Suriye’ye saldırı kararının
alınmasına yol açan nedenleri
açıklıyor. O döneme
ilişkin kollektif bilinçte Suriye, İsrail’in
güvenliği için ciddi tehdit ve sürekli olarak
Kuzey İsrail’in sakinlerini hedef
alan saldırıları başlatan güç olarak
yer etmiştir. Ama, Dayan’a göre
bu görüş saçmadır; 1967 öncesinde Suriye İsrail
için bir tehdit oluşturmuyordu. Kuzey’deki yerleşim yerlerine
ilişkin bir soruyu yanıtlarken o, “Bunu unutun; ben Suriye’yle olan sürtüşmelerin yüzde 80’inin nasıl başladığını biliyorum.
Biz askerden arındırılmış bölgeye bir traktör
gönderirdik ve Suriyelilerin traktöre ateş
açacağını bilirdik. Ateş açmadıkları takdirde traktörün, sonunda
Suriyelilerin sinirleri bozulup ateş açmaya başlamalarına kadar daha da fazla ilerlemesi yolunda direktif verirdik. O zaman biz de
topçumuzu ve ardından hava kuvvetlerimizi kullanırdık... Ben
bunu yaptım... oradayken (1960’ların
başlarında Kuzey cephesinin komutanıyken) İzak Rabin de böyle yaptı” diyor.
Peki, İsrail’in
Suriye’yi provoke etmesinin nedeni neydi? Dayan’a göre
bu, toprak hırsıydı; bir kısım toprağı kapma ve düşman
bıkıp onu bize verene kadar onu elimizde tutma
fikri. Onun söylediğine göre, Gazze ve Batı
Yakası gibi yoğun bir nüfusa sahip olmadığı
için Suriye toprağı özellikle çekiciydi.
1967 savaşı toprak kapma konusunda büyük bir şansın
yanısıra, Ürdün ırmağının suyunu kapma şansı
da sunuyordu. Dayan, Suriye’ye saldırma
kararının altında güvenlik nedenlerinin yatmadığı
konusunda ısrarlı: “Düşmana, hergelenin teki olduğu için değil, sizin için
tehdit oluşturuyorsa saldırılır ve savaşın dördüncü gününde Suriyeliler
artık bizim için bir tehdit oluşturmuyorlardı.” O, Suriye
topraklarına ilişkin açgözlülüklerini gizlemeye
bile çalışmayan kuzeydeki kibbutzların
Başbakan Eşkol’a gönderdikleri delegasyonun, Albay
David Elazar’ın Suriye cephesini açma
girişimine yardımcı olduğunu da ekliyor.
1973’deki ‘Yom
Kippur’ savaşında İsrail toplumu ilk kez işgal
için ağır bir bedel ödedi. Yenilgiden üç yıl sonra ve o
atmosferde yapılan mülakatta Dayan,
Suriye’ye saldırı kararının, gelecekte
bu ülkeyle barışı tehlikeye sokacak
bir hata olduğunu söylüyor.
Dayan’ın sözlerinden
onun belki Colan tepelerinden çekilmekten yana olabileceği sonucu çıkarılabilir;
fakat onun İşçi Partisindeki ortağı Rabin’in
tutumunda herhangi bir değişiklik gözükmüyor. Bir çok kişi, başbakanlığının birinci döneminde
onun, Suriye ile bir anlaşmaya varmak istediğine inanıyordu. Ancak,
onun çevresindeki kurtarıcı ve barış
yapıcı aylasının arkasında, 1960’ların başlarında Suriye’lileri
provoke etmek için onların topraklarına traktörleri gönderen aynı toprak hırsızı komutan yatıyor.
Rabin, öncellerinin
geleneğine uyarak müzakereleri uzatma taktiğine başvurdu: O,
Suriye’nin asıl ilgilendiği konu -İsrail’in
Colan’da hangi topraklardan çekilmeye hazır
olduğu- dışında her şeyi (denetim noktalarının
saptanması, karşılıklı elçiliklerin açılma tarihi) tartışmayı
kabul etti. Rabin kamuoyunu yatıştırmak için
bir eliyle sözümona gizli görüşmelere ilişkin dedikodular
yayarken, öbür eliyle de Colan
tepelerinde İsrail yerleşim birimleri
inşaatına görülmemiş boyutlarda fon akıtıyordu.
O, daha önce dondurulmuş olan konut satışlarını ilgilenenler
yararına yeniden başlatıyor ve altyapının ve endüstrinin
geliştirilmesi için devasa miktarlarda yatırım
yapıyordu. Netanyahu’ya meyvaları toplamaktan başka bir iş
kalmamıştı.
Aradan otuz yıl
geçti; ama toprak hırsızları olanaklı olan her yerde, Colan tepelerinde olduğu gibi Batı Yakası’nda da, toprakları
çalmaya ve zilyetlerine geçirmeye devam ediyorlar. Sonunda, ikiz kız kardeşi geçenlerde Vadi Kelet’te öldürülen Yifat
Kastiel’in sözleriyle başbaşa kalıyoruz: “Burada
her zaman toprak parçaları üzerinde savaşıldı. Ama, insanlar burada bu halde yaşarken toprağın ne önemi olabilir?”
Tel Aviv Üniversitesinde
Dilbilim dersi okutan Profesör Reinhart Ortadoğu Komitesiʼnin
(COME) Danışma Komitesinde yer almaktadır.
Yakov Ben Efrat, Mid-East
Realities, 12 Kasım 2000
Filistin
Otoritesi İsrailʼe bir göbek bağıyla bağlıdır. O, Filistin halkını denetim
altında tutmak için İsrail tarafından oluşturulmuştur.
Aksa intifadası, hem
İsrail’de ve hem de bölgede gündemi değiştirmeyi başardı. İntifada İsrail’de,
bu ülkenin Arap yurttaşlarını ilk kez savaşımın içine çekerken İşçi Partisi’ni
de sağa doğru itti. Daha geniş Arap dünyasında intifada, kendisinin taleplerine
kulaklarını tıkama şansı bulunmayan iktidardaki rejimler için doğrudan bir
tehdit oluşturuyor. Bu ikinci intifada, bu bakımlardan 19871990 yılları arasındaki ilk intifadadan farklı. Şimdikinden
farklı olarak berrak bir programı bulunan ilk intifada, İşgal Altındaki
Topraklara sıkışmıştı. Bu dönemde İsrail’deki Araplar aktif bir tutum
takınmaktan kaçınmış ve Arap dünyası uyuklamaya devam etmişti. Lübnanlı şarkıcı
Julia Butrus onların eylemsizliğini bir çaresizlik şarkısıyla -bir çığlıkla-
lanetlemişti: “Sayısı milyonları bulan halkımız nerede?” Bu şarkı, intifadayı
destekleyen radyo istasyonları tarafından yeniden ve yeniden yayınlanmıştı. On
yıl sonra, şimdi bu şarkı yeniden yayınlanıyor; ama bu kez Filistin sokağının
iradesi Arap kitlelerininkiyle kesişiyor. Bu buluşma, bir dayanışmadan daha
fazla bir anlam taşıyor. İsrail’dekiler de içinde olmak üzere Arap dünyasının
halkları, yaşamlarının, Gazze’deki Netzarim Kavşağında babasının kollarında
vurularak öldürülmesi kameraya alınan 12 yaşındaki Muhammet Dura’nınkinden daha
fazla bir değer taşımadığını artık anlamış bulunuyorlar.
Arap sokağı İsrail’e
karşı savaş çağrısı yapıyor. Bu çığlığı televizyon istasyonlarında,
mülakatlarda ve gazete makalelerinde duyabilirsiniz. 21 Ekim’de Kahire’de
yapılan Arap doruğu, onun gölgesi
altında
gerçekleştirildi. Bu çığlığı benimseyen Irak ve Yemen temsilcileri kutsal savaş çağrısı
yaptılar. Konferansa ev sahipliği yapan -ve şimdiye kadar, özenle
hazırlanmış belirsiz formülasyonlar hazırlamada
uzmanlaşmış olan- Mısır başkanı Hüsnü Mübarek
kartlarını masaya koymak zorunda kaldı: Mısır herhangi bir savaşta yer almayacaktı.
(1996’da yapılan Arap doruğunda saptanan- Editör)
barış stratejisine bağlı kalınmalıydı.
Mübarek savaşın çocuk oyuncağı olmadığını söyledikten sonra, İsrail’le girilecek yeni bir çatışma
için tek bir Mısır askerini bile feda etmeye niyeti olmadığını ekledi sözlerine.
Arap dünyasının
gazetelerinde, Mübarek’in pozisyonuyla aynı doğrultuda ve resmi çizgiyi
açıklayan yüzlerce makale yayımlandı:
“İsrail’in askeri üstünlüğü nedeniyle koşullar savaş için olgunlaşmış değil.” Yorumcular, yapılabilecek olanın diplomatik
düzeyde taleplerin sertleştirilmesi ve İsrail’le ilişkilerin normalleştirilmesi sürecinin
durdurulması olduğunu söylediler. Doruk toplantısından
sonra Tunus, Fas ve Umman (İsrail’le- G. A.) diplomatik ilişkilerini keserek diğerlerine
ayak uydurdular.
Savaş çağrısı biraz tuhaf gözüküyor. Kitleler
bu noktaya nasıl geldiler? Bu sorunun
yanıtı basit: Bir sözümona barış onyılının
ardından onlar, ancak bir savaşın kendilerini yoksulluktan kurtaracağına inanma noktasına gelmişlerdir. Sokak, bu
talebi ileri sürmek suretiyle, Arapların
önemli ödünler vermeye hazır olmalarına rağmen hala İsrail’in Arap topraklarını
elinde tutmasına olanak veren barış stratejisine hiçbir
güveninin kalmadığını dile getirmektedir. Onların,
Amerika’nın İsrail’i kollayan yanlı
tutumunun değişmeyeceği noktasında da kafaları açık.
Ancak daha derine baktığımızda,
savaş çağrısının Arap rejimlerinin
kendilerine duyulan güvensizliği dile getirdiğini
görürüz. Bu çağrı, rejimi, misilleme korkusu olmaksızın hedef almayı olanaklı kılan bir dolaylı
konuşma biçimi. Herkes, İsrail’le savaşın Arap yöneticilerinin öncelik sıralamasında son sırayı aldığını biliyor.
Onlar da kendi açılarından, sokağın kendilerine
şifreli bir mesaj yolladığını biliyorlar: “Sizin politikalarınıza, çürümüşlüğünüze ve ABD ve İsrail’le bağlaşmanıza karşıyız.” İsrail’le barış
anlaşması imzalamış bulunan Mısır
ve Ürdün’ün liderleri,
yeni intifada yanlısı gösterilerin kendi
rejimlerini hedef almasından korkuyorlar.
Kitlelerin aklını
küçümsememek gerekir. Yöneticileri gibi onlar da, askeri dengenin aleyhlerine olduğunu çok iyi biliyorlar. Ancak, diktatörlüklere bağlılıkları tükenmiş olan kitleler, artık yitirecek
hiçbir şeylerinin olmadığı bir
noktaya gelmiş bulunuyorlar. Geçtiğimiz
yıllarda Arap devletlerinin çoğu, halklarını Washington’un dayattığı çetin ekonomik
tedavi rejimlerine tabi tuttular. Barış onyılının ürünleri,
özelleştirme, sübvansiyonların kaldırılması ve işsizlik
oldu. Üstelik, ekonomik
ilerlemenin yanısıra halk demokrasi, yolsuzlukların
son bulması ve temel özgürlükler
istiyor. Arap doruğuna katılan ülkelerin bir teki bile bu ölçütleri karşılayabilecek durumda değil.
Gene de, savaş
çağrısı bugünkü koşullarda sıradan bir
protesto hareketin olmaktan öteye gitmiyor.
Arap halkları, durumlarını iyileştirmek için varolan diktatörlük rejimlerinin
yerine demokratik rejimler getirmek zorundalar. Bu olana değin,
halihazırdaki güç dengesi değişmeden
kalmaya devam edecek.
Onlar bir tek şey
istiyorlar: koltuklarını korumak. Bu, Filistin Otoritesi için de geçerli. Kudüs’ün üzerine yürümek gerektiğini ileri süren Arafat’ın tumturaklı sözlerinin kafaları
karıştırmasına izin vermemek gerek. Onun Camp David’de sonal
statü anlaşmasını imzalamaktan kaçınmasının
nedeni, bunu yapmak istememesi değil, yapabilecek durumda olmamasıydı. Anlaşıldığı kadarıyla o, Bill Clinton’a şunları söyledi: “El-Aksa’dan
vazgeçmemi istiyorsanız bana Arapların
desteğini sağlamalısınız, yoksa sonum Enver Sedat’ınki
gibi olur.” Clinton, yeşil ışık yakmaları
için Mısır ve Suudi Arabistan’ı sıkıştırdı. Ama Mısır ve Suudi Arabistan, arabulucuları
dehşete düşürerek bunu reddettiler. Arafat’ın
daha sonraki davranışları bir gösterge kabul edildiğinde,
onun yanıtının fevri olduğunu
söyleyebiliriz. Arafat davranışlarıyla, Mısır ve Suudi Arabistan’a sanki şunu söyledi: Eğer benim bu anlaşmayı imzalamama izin
vermezseniz, ben de ters yöne giderim
ve sizin de paçalarınız sıkışır!
Peki, Mısır ve Suudi Arabistan Clinton’ın talebine
neden uymadılar? Çünkü liderleri sokağın
ruh halini biliyorlardı. Filistin’i utanç verici bir anlaşmadan
kurtaran, kendi kamuoyunun yanısıra Arap dünyasının kamuoyu oldu.
Bir ay önce
başlayan ayaklanma için en uygun adın el-Aksa intifadası’ndan
ziyade, aşağıdan yukarıya intifada olduğu açıktır. İsrail boş yere
Arafat’tan çatışmaları sona erdirmesini
istiyor. (1 Kasım tarihli) Haaretz
adı belirtilmeyen bir İsrail kaynağından
aktarıyor: “Geçenlerde yapılan bir telefon konuşmasında
Arafat (İsrail Başbakanı Ehud- G. A.) Barak’a, olaylar Filistin halkının iradesini yansıttığı için sokağı denetlemekte
güçlük çektiğini söyledi.” 30,000 tüfeği
bulunan Filistin Otoritesinin elinden, gençlerin
(İsrail askerlerine- G. A.) taş atmalarını ve açılan ateşle vurulmalarını geri
planda kalıp seyretmekten başka
bir şey gelmiyor.
Rakamlar bunu çok net olarak gösteriyor.
İnsan hakları örgütü B’tselem’e göre,
İsrail ordusu son bir ay içinde İşgal
altındaki Topraklarda, Filistin güvenlik kuvvetlerinin 14 mensubunun yanısıra, 23’ü 17 yaşından küçük olmak üzere 95 sivili öldürdü.
Filistin Otoritesi İsrail’e
bir göbek bağıyla bağlıdır. O, Filistin halkını denetim altında
tutmak için İsrail tarafından
oluşturulmuştur. Her gün
gerçekleşen katliamlara rağmen o, Oslo Anlaşmasını geçersiz ilan etmemiştir.
Bunun nedeni de basit: Filistin Otoritesinin
alternatif bir stratejisi yok. Filistin Otoritesinin intifadadan kazanmayı
umduğu tek şey, Amerika’nın tutumunda bir değişikliğin meydana
gelmesidir. Diğer Arap liderleriyle
birlikte Arafat ta Clinton yönetiminin rengini değiştirmeyeceği
sonucuna varmış durumda. O, umudunu başında George W.
Bush’un bulunduğu Cumhuriyetçi Parti yönetimine
bağlamıştır. Ancak, bu beklentinin hiçbir temeli yok. Cumhuriyetçi Partinin
egemen olduğu Kongre hep, tutarlı
bir biçimde İsrail’den yana tutum almıştır.
İntifada
nereye gidiyor?
On yıl önce
FKÖ silahlı savaşım yolunu terk ederek
Madrit Konferansına katıldı. Fatah
liderleri soldaki ve İslami hareketlerin
içindeki muhaliflerine “alternatif ne?” sorusuyla karşılık
verdiler. Onlar, Sovyetler Birliği’nin
çöküşünün ve ABD’nin (1991’deki İkinci Körfez
Savaşında- G. A.) Irak’a karşı zaferinin Amerika’yla iyi geçinmek dışında bir seçenek bırakmadığını düşünüyorlardı. O gün için haritayı doğru okumuşlardı; ancak devrimci liderler sadece an’ın kılavuzluğunu kabul etmemelidirler. Bu retoriksel soru, en iyi olasılıkla,
Fatah’ın o zaman varolan zor koşullarda
savaşımı örgütleme konusundaki yeteneksizliğini
yansıtıyordu. En kötü olasılıkla ise o, Fatah’ın savaşımı sürdürme konusundaki
isteksizliğini yansıtıyordu. Her halükarda
FKÖ gerçek göreve, Madrit ve Oslo’da
ileri sürülen koşulları reddetme ve bunun
yerine halkı dünya koşullarında meydana
gelen değişikliğe hazırlama görevine yan çizdi.
Tam da on yıl
önce başka bir alternatif olmadığını fısıldayan
aynı kişilerin bugünlerde gece gündüz televizyon ekranlarında boy gösterip
“Topraklarımızın tümünü kurtarıncaya kadar savaşacağız!”
türünden sloganlar atmaları, BM kararlarını Oslo Anlaşmasıyla
takas edenler kendileri değilmiş gibi “BM kararlarına geri dönülsün!”
diye haykırmaları tuhaf ve üzücüdür. Yeni intifadanın
sözcülüğü rolüne soyunanlar İslamcılar
ya da Solcular değil, bu insanlar. Bunlar, son on yılda normalleşme için çaba harcayan, yani CIA ile işbirliği içinde çalışan ve İsrail’in buyruğuyla kendi yoldaşlarını
tutuklayan insanların ta kendileri. Bunlar, şimdiye kadar İşgal
Altındaki Topraklarda güçlü mevziler elde etmek için çete savaşları sürdüren ve birbirleriyle kozlarını paylaşan aynı silahlı müfrezelerin
üyeleridir.
Bunların başında Tanzim (ya da örgüt) geliyor.
Bu, FKÖ içindeki Arafat
fraksiyonunun, yani Fatah’ın üyelerinden oluşan bir güçtür. Tanzim mensuplarıyla,
Arafat’ın kendisiyle birlikte Tunus’tan getirdiği
kişiler arasında bir ayrım var. Arafat, Tunusluları Filistin
Otoritesinin yönetici katmanının çekirdeği haline
getirdi; fakat o ilk intifada içinde yer alan
pek çok kişi de içinde olmak üzere, yerel halk
hareketinin liderlerinin de güç toplamasını sağladı ve onları silahlandırdı. Bu kişiler
Tanzim’i oluşturmaktadırlar. Onlar, hem Arafat’a ve hem de yozlaşmış Tunuslulara diş bilemekle birlikte
Filistin Otoritesine bir alternatif oluşturmazlar. Resmi güvenlik kuvvetlerini işin
dışında tutmak isteyen Arafat son çatışmalarda
Tanzim’i kullandı. İktidarın gelecekteki dağılımı bağlamında mevzilerini
pekiştirmek için Tanzim aktivistleri
bu düzenlemeyi kabul ettiler.
Ne var ki, bu
intifada gücünü ne Arafat ve onun Tunuslularından,
ne de Tanzim’den alıyor. O, öfkesi burnundaki sokaktan kaynaklanıyor.
Oslo’dan 7 yıl sonra,
halk başladığı noktaya geri döndü:
savaşımdan başka bir yol yok. 7 yıllık
diplomatik teslimiyet bir devlet değil, sadece yoksulluk doğurdu. Bu süreç
halkı, şimdi onların öfkesini kullanarak kendi paçasını
kurtarmaya çalışan bir diktatörün boyunduruğu altına soktu.
Taş atan gençlerin, şimdiki çatışmaların kendilerini İsrail boyunduruğundan, kontrol noktalarından
ve yerleşim birimlerinden
kurtaracak bir Bağımsızlık Savaşına dönüşmesini istedikleri kuşku götürmez. Fakat bu,
asla Arafat’ın programı değil. O, son tüfeğine
kadar ABD’ne ve İsrail’e bağımlı. Onların
onayı olmaksızın Arafat bütçesini
karşılayacak parayı bulmaktan aciz
durumda.
Hatta, onların
onayı olmaksızın Arafat ne yolculuk
yapabilir, ne telefon edebilir ve ne de bir elektrik ampülü yakabilir; çünkü bunların hepsi İsrail’in
denetimi altında olmaya devam ediyor. (Örneğin, bu ay içinde
Barak, Gazze havaalanını iki kez kapattı.) Dolayısıyla Arafat, Amerika’nın
dayattığı çerçeveyi tutup bir yana fırlatabilecek
ve uzun bir gerilla savaşı yolunu yeğleyebilecek bir
konumda değil. Bunun yerine o,
ABD’nin sonunda kendisine bir parça daha
manevra alanı sağlayacağı beklentisiyle zaman
kazanmaya çalışıyor. Arafat bir yandan,
bir devlet kuruluşu ilanından kaçınarak köprülerini yakmamaya çalışıyor. Öte yandan da
o, çatışmaları sona erdirecek sonal
statü anlaşmasını imzalamayı reddediyor.
Halihazırdaki patlamanın da gösterdiği
gibi, bu iki alternatif arasındaki dar alan son derece istikrarsızdır. Bağımsız devrimci bir önderliğin yokluğunda, yeni intifadanın
getireceği, uzun süreli bir çatışmadan başka bir şey
olamaz.
Demek oluyor ki
merkezi sorun çözülmeksizin orta
yerde kalmaktadır: Arap sokağının
ve özellikle de
Filistin sokağının bugünkü siyasal önderlik
karşısında siyasal bir alternatifi bulunmuyor. Örneğin
Filistin muhalefetinin bu ana hazırlık yapmak için yedi uzun yılı
vardı. Ama muhalefet, yolsuzluğa son verilmesini, demokratik özgürlüklerin güvence altına
alınmasını, Oslo’nun ekonomik düzenlemelerinin iptal edilmesini, işçilerin savunmasını, yerleşim birimlerinin ortadan kaldırılmasını, mahpusların serbest bırakılmasını öngören bir
program sunmak yerine, çabalarını Filistin
Otoritesinin, İsrail’le yaptığı görüşmelerde tutumunu sertleştirmesini sağlamak amacıyla onunla diyalog kurma üzerinde yoğunlaştırdı. Yaser Arafat ve Filistin Otoritesi işbaşında olduğu sürece Oslo’nun bir alternatifi olmayacaktır. Halihazırda bu önderlik kitlelerin basıncı
altında yılan gibi kıvranmakta ve iktidarda kalabilmek için manevralar
yapmaktadır. O, kendi halkını
aldatmış ve soymuştur. Bu nedenlerden ötürü, Filistin halkının
yakıcı gereksinimi, bir önderlik
değişikliğidir.
Arafat ve Filistin
Otoritesi, Filistin burjuvazisini temsil ediyorlar. Tanzim de içinde olmak üzere çeşitli Fatah fraksiyonları
arasında öze ilişkin bir farklılık
yoktur. Onların amacı, pastayı yeniden paylaştırmak ve bu
arada mevki ve etki kazanmaktır. Eğer halk bağımsızlığını
kazanacaksa, bunun için başka tarafa, işçi sınıfına bakmalıdır. Ancak özel
maddi çıkarları olmayan bir önderlik Amerika
ve İsrail’in hegemonyasını reddedebilecek
ve Filistin halkını dünya ölçeğinde sosyalist
bir program uğruna savaşıma bağlayabilecektir.
Edward Said, New
Left Review, Aralık 2000
Geçtiğimiz hafta Filistin’de yaşanan olaylar,
neredeyse Birleşik Devletler’deki
Siyonizmin mutlak bir zaferi haline geldi. Son çatışmalarda 200’den fazla Filistinlinin yaşamını yitirdiği ve 6000 civarında yaralanmanın olduğu bildirildi; fakat, politik ve kamusal söylemde İsrail
çarpışmaların tartışmasız kurbanına dönüştürüldü. “Filistin
şiddetinin” barış sürecinin “pürüzsüz ve düzenli
işleyişini” aksattığı yolunda ağız
birliği oluşmuş durumda. Bugün, her editoryal yorumcunun kelimesi kelimesine yinelediği ya da dile getirilmeyen bir varsayım olarak bel bağladığı birkaç ayet var.
Bunlar kulaklara, zihinlere ve hafızalara kazınmakta, ve şaşkınlar için bir rehber vazifesi görmektedir.
Bunların çoğunu ezberden söyleyebilirim: Barak Camp David’de kendisinden önceki tüm İsrail
başbakanlarından daha fazla taviz (toprakların
%90’ını ve Doğu Kudüs’ün kısmi egemenliğini)
vermiştir; Arafat korkak davranmış ve çatışmayı sona erdirecek İsrail
tekliflerini kabul etmek için gerekli cesareti gösterememiştir; Filistin şiddeti
İsrail’in varlığını sona erdirecek bir
tehdit oluşturmakta ve her çeşit eyleme başvurmaktadır – anti-
Semitizm, televizyonda görünme uğruna zaptedilemez
bir hınçla gerçekleştirilen intihar saldırıları,
çocukların şehit olarak kurban
edilmesi, Batı Şeria ve Gazze’yi tutuşturan
Yahudi karşıtı kadim
“nefret”, ve buralarda FKÖ’nün teröristleri serbest bırakarak, İsrail’in varlığını reddeden okul kitapları basarak
Yahudilere karşı saldırıları kışkırtması bu çeşitlemenin
örnekleridir.
Genel manzara şöyle
resmedilmektedir: İsrail taş fırlatan barbarlarla öylesine çevrilmiştir ki, İsraillileri
“savunmak” için kullanılan füzeler, tanklar ve helikopterler aslında istilacı olan bu kuvveti durdurmak için gereklidir.
Clinton’ın buyruğu ve görevinin tam bilincinde Albright’ın papağan gibi tekrarladığı
şudur: Filistinliler “geri çekilmek” zorunda. Böylece, İsrailliler’in Filistin topraklarına
değil, tam tersine, Filistinlilerin İsrail
topraklarına tecavüz ettiğini anlamış oluyoruz.
ABD medyasında Siyonistleşme öyle bir düzeye
erişmiştir ki, Gazze ve Batı Şeria’yı çeşitli
yönlerden defalarca kesen, İsrail garnizonları,
yerleşim birimleri, yollar ve barikatların
oluşturduğu şebekenin Amerikalıların farkına varmaları tehlikeli görüldüğü için, basılan veya
televizyonda gösterilen tek bir harita bile
yoktur. Gözlerden bütünüyle uzak
tutulan, Oslo “anlaşmaları”na uygun
olarak Gazze’nin %40’ı ile Batı
Şeria’nın %60’ının askeri işgalini
kalıcı hale getiren A, B ve C Alanları Sistemidir ve bu, yaşanan ihtilaflar
arasında coğrafi önemi en yüksek
olanıdır. Coğrafyanın sansürlenmesi bu ihtilafa
dair tüm imgelerin bağlamından koparıldığı,
başlangıçta kasten kışkırtılan ama artık şu ya da bu düzeyde
otomatikleşen bir imgelem boşluğu yaratmaktadır. Bunun sonucunda, İsrail’e dönük bir
Filistin saldırısının kesintisiz sürdüğü
gibi saçma bir inanç
oluşmakla kalmamış, Filistinliler duyarlılıktan
ya da herhangi bir saikten neredeyse tamamen yoksun
hayvanlar düzeyine indirgenerek insanlıktan
çıkmış yaratıklar gibi gösterilmiştir.
O zaman ölü ve yaralı
sayısının milliyetlere dağılımının düzenli olarak ihmal edilmesine pek şaşmamak gerekir; bu şekilde, sanki çekilen
acılar “savaşan taraflar” arasında eşit
paylaşılıyormuş gibi bir kanı oluşturulmaktadır. Ev yıkımları, toprak istimlakları,
yasadışı tutuklamalar, dayak ve işkenceden hiç bahsedilmez. 1948’deki etnik temizlik, Kibya, Kafr-ı Kasım, Sabra ve Şatila katliamları, BM kararlarına
meydan okunması, Cenevre Anlaşmasına itaatsizlik,
İsrail içindeki Arap nüfusun
yıllarca askeri takibe ve ayrımcılığa maruz kalması tamamen unutulmuştur.
Ariel Şaron en fazla
“provokatif” nitelemesine maruz kalır, bir savaş
suçlusu olduğu nedense hatırlanmaz; Ehud Barak her zaman bir devlet adamı olmuştur, Beyrut ve Tunus katili asla değildir. Terörizm her zaman Filistinlilerin, savunma ise ahlak abidesi İsrail’in
payına düşmektedir.
28 Eylül’den beri, New York Times, Washington Post, Wall Street
Journal, Los Angeles Times ve Boston
Globe gazetelerinde her gün sayısı bir ile üç
arasında yorum makalesi yayınlanmaktadır. Los Angeles Times‘da
Filistinlilere sempati ile yaklaşan üç makale ve
New York Times‘ta İsrailli bir
avukat olan Allegra Pacheco’nun ve Oslo yanlısı Ürdünlü bir liberalin iki makalesi dışarda bırakılacak olursa, tüm makalelerde -Thomas
Friedman, William Safire, Charles Krauthammer ve diğerlerinin düzenli köşeleri
de dahil- İsrail çığırtkanca desteklenmekte ve Filistin şiddeti, İslam köktendinciliği ve Arafat’ın “barış süreci” karşısında eski bildik yaklaşımına dönmesi kınanmaktadır. Bu bitmek tükenmek bilmez propaganda dalgasının
yazarları eski ABD subayları ve diplomatları, İsrail memurları ve
vaizleri, bölgesel eksperler ve
think-tank’ler [1], Tel Aviv yararına öne çıkan ve lobi faaliyeti yürüten kişilerdir. Ana-akım basının uyguladığı
bu topyekün karartmanın söze dökülmeyen
varsayımı İsrail polis terörü,
yerleşimci sömürgeciliği ve askeri işgal
hakkında Filistinli ya da Arap görüşünün dinlenmeye değer olmadığıdır. Kısacası, Amerikan Siyonizmi şimdiye kadar en
fazla ABD dış yardımı alan ülke olan İsrail’in geçmişi ya da geleceği
hakkındaki her türlü kamuya açık tartışmayı bir tabu
haline getirmiştir. Bunu Amerikan
kamusal hayatının son tabusu olarak adlandırmak
abartma olmayacaktır. Kürtaj, eşcinsellik, idam cezası, hatta dokunulmaz
askeri bütçe bile belli bir özgürlük
içinde tartışılabilmektedir. Amerikan yerlilerinin
katledildiği kabul edilmekte, Hiroşima’nın
ahlakiliği tartışılmakta ve ulusal bayrak
kamuya açık bir şekilde
ateşe verilebilmektedir. Fakat İsrail’in sistematik sürekliliğe sahip 52 yıllık
baskısı ve Filistinlilere çektirdiği eziyetten neredeyse hiç söz edilemez;
bu, hiçbir şekilde açığa çıkmasına izin
verilmeyen bir hikayedir.
Amerikan Fanatikleri
Bu durumu nasıl
açıklayabiliriz? Bu sorunun yanıtı
Siyonist örgütlerin Amerikan politikasındaki gücünde yatmaktadır. Bu örgütlerin“barış süreci”ndeki rolü hiçbir zaman yeterince incelenmemiştir. Bu ihmal bütünüyle
hayret vericidir, öyle ki Ortadoğu hakkındaki görüşleri bazı bakımlardan Likud’unkilerden bile aşırı olan küçük
bir azınlık tarafından Amerikan politikasının nasıl belirlendiği hakkında en ufak bir stratejik görüşe sahip
olmadan, FKÖ bir halk olarak
kaderimizi ABD’nin insafına terk etmiştir.
Kişisel bir örnekle bu kontrast
resmedebilir. Bir süre önce, Haʼaretz gazetesi önde gelen köşe
yazarlarından birini, Ari Şavit’i benle birkaç gün konuşmak üzere görevlendirdi. Bu uzun söyleşinin iyi bir özeti
temel noktalar atlanmadan ve sansürlenmeden soru-cevap şeklinde 18 Ağustos’ta
gazetenin ekinde yayınlandı. Burada kendimi içtenlikle ifade
ettim -1948’deki yerinden edilmeler ve katliamlar, mültecilerin geri dönüş hakkı, ve 1967’den beri bir
işgal kuvveti olarak İsrail’in sicili üzerinde durdum. Görüşlerim
tam dile getirmiş olduğum gibi sunuldu. Beni sorularıyla hiç karşısına almayan ve her zaman nazik olan Şavit, en ufak editöryal müdahalede bulunmamıştı. Bir hafta sonra Haʼaretz, Kudüs’ün eski belediye başkanlarından Teddy
Kollek’in yardımcılığını yapmış olan
Meron Benvenisti tarafından kaleme alınan
bir yanıt yayınladı. Kişisel düzeyde, bana ve aileme karşı saldırı ve
karalamalarla doluydu. Fakat Benvenisti bir Filistin halkı olduğunu ve 1948’de topraklarımızdan sürüldüğümüzü asla reddetmedi. Tabii ki sizi fethettik, neden suçluluk duyalım,
diyordu. Benvenisti’ye bir hafta sonra cevap
verdim. Yahudi okurlara Benvenisti’nin 1967’de Harit el-Mağriba’nın yerle bir edilmesinden, yüzlerce Filistinli’nin
evlerinin İsrail
buldozerleri tarafından yıkılmasından sorumlu olduğunu ve bu olaylar sırasında
pek çok Filistinlinin
öldüğünü muhtemelen bildiğini hatırlattım. Fakat en azından Benvenisti’ye ya da Haʼaretz
okurlarına bizim bir halk
olarak var olduğumuzu ve en azından
geri dönme hakkımızı almak için bastırabileceğimizi hatırlatmak zorunda değildim. Bu zaten kabul
edilen bir gerçekti.
Fakat ne bu röportajın
ne de daha sonraki yazıların hiçbirisi ne herhangi bir Amerikan gazetesinde ne de bir Yahudi-Amerikan
dergisinde yayınlandı; ve eğer per impossibile [2] bu gerçekleşseydi bile, şu tip soruların
sorulduğu bir kabadayılanma olacaktı: Neden terörizmle içiçesiniz? Neden İsrail’i
tanımıyorsunuz? Neden Kudüs müftüsü bir Nazi idi? vs. Benvenisti gibi bir Siyonist benden ne kadar nefret
ederse etsin, 1948’de topraklarından zorla sürülen
bir Filistin halkının varlığını hiçbir zaman reddetmezken, tipik bir Amerikan Siyonisti böylesi bir işgalin hiç gerçekleşmediği ya da
1984’de yayınlanan ve ödül kazanan, artık kimsenin hatırlamadığı
From the Immemorial Time adlı kitabın yazarı Joan
Peters’in iddia ettiği gibi 1948’den önce
Filistin’de canlı hiçbir Filistinli olmadığı düşüncesinde ısrar edebilir. Her İsrailli İsrail’in bir
zamanlar Filistin olduğunu ve -Moşe
Dayan’ın 1976’da açıkça dile getirdiği gibi- her İsrail
kasabasının ya da köyünün bir zamanlar Arapça bir isme
sahip olduğunu gayet iyi bilir.
Amerikan Siyonist söylemi asla aynı
dürüstlüğe sahip olamamıştır. 1948’de meydana gelen ve her İsrailli’nin hafızasında yer eden gerçekleri tamamen
es geçerek, hiç bıkmadan çölü yeşerten İsrail demokrasisini sayıklamak zorundadır. İsrail’in Amerikan-Yahudi destekçileri gerçeklerden öylesine kopukturlar ki, ideolojik suçluluk (Siyonist
olup da İsrail’e göçetmemek olur mu?)
ve sosyolojik kabadayılık (ABD tarihinin en güçlü
cemaati onlardan başka kim olabilir? Clinton yönetiminde Dışişleri, Savunma, Hazine bakanlıklarının ve Milli Güvenlik
Konseyinin başındakiler bu cemaattendir) arasına öylesine hapsolmuşlardır ki, Araplara karşı vesayete dayalı
şiddetin ürkütücü bir karışımı
sık sık ortaya çıkar ve bu, İsrailli Yahudilerden farklı
olarak Araplarla sürekli ve doğrudan temasın olmamasının sonucudur.
Amerikan Siyonistleri’nin
çoğu için Filistinliler gerçek
varlıklar değil, ifritleşmiş imgeler, terörizmin
ve anti-Semitizmin bedenlendiği korkunç
yaratıklardır. Eski öğrencilerimden biri, ki kendisi ABD’de verilen en kalburüstü eğitimin ürünüdür,
kısa bir süre önce bana neden bir Filistinli olarak Kudüs müftüsü gibi bir Nazinin politik gündemimi belirlemesine
izin verdiğimi soran bir mektup yazdı.
Öğrencim, “Müftü Hacı Emin’den önce
Kudüs Araplar için o kadar önemli değildi” diyor ve
devam ediyor: “Müftü öylesine kötü bir insan
ki, Kudüs’e önem veren Siyonist
emellere ket vurmak için bunu Araplar için
önemli bir mesele haline getirdi.” Bu, Araplarla yaşayan
ya da onlara ilişkin kişisel deneyimi olan birisinin mantığı değildir. Amerika’da gelişen Siyonizm’in en
fanatik sapkınlıklarını İsrail’de yaratması ve El-Halil Camii’nde sessizce dua eden 29 Filistinliyi katleden Dr.
Baruch Goldstein’ın ve Haham Meir
Kahane’nin Amerikalı olmaları rastlantı olamaz. “İsrail
topraklarının” kendilerine ait olduğunu haykıran,
çevrelerindeki Filistinlilerden nefret eden ve onları
yok sayan Batı Şeria ve Gazze’deki en ateşli aşırı sağcı yerleşimciler de Amerika’dan gelmiştir. Bunları El-Halil sokaklarında
sanki bu Arap şehri önceden beri kendilerininmiş gibi
etraftakilere hor bakarak ve kasılarak yürürken görmek ürkütücüdür.
Politikanın
Kurtkapanı
Fakat bu göçmenlerin
rolü ABD’deki sempatizanların rolü yanında
önemsizdir. Amerikan-İsrail Kamu İşleri Komitesi (AIPAC[3]) yıllardır Washington’daki
en kuvvetli lobi olmuştur. İyi örgütlenmiş, sıkı sıkıya birbirine bağlı, oldukça göze çarpan ve zengin bir Yahudi nüfusa dayanan
AIPAC politik yelpazenin her kesiminde korku ve saygı uyandırmaktadır. Kim Filistinlilerin yanında yer
alarak bu Moloch’a[4] karşı durmayı göze alabilir?
AIPAC çek defterini kapatarak
bir politikacının kongre kariyerini
yok edebilecek güce sahipken,
Filistinlilerin vaadedebileceği hiçbir şey yoktur. Geçmişte,
bir ya da iki kongre üyesi AIPAC’a karşı açıkça direndi,
fakat AIPAC tarafından kontrol edilen birçok
politik eylem komitesi bunların tekrar seçilmelerini engelledi.
Bir zamanlar AIPAC’a uzaktan karşı çıkmaya çalışan tek senatör ise Güney Dakota’dan James Abourezk olmuştur, fakat bu şahıs
bir dönem senatörlük yaptıktan sonra kişisel gerekçelerle istifa etmiştir.
Bugün neredeyse tüm senato bir iki saat içinde başkana İsrail lehine bir mektup yazmak üzere seferber
edilebilir. AIPAC’ın nüfuzuna ilişkin olarak
Hillary Clinton’dan daha iyi bir örnek bulunamaz;
New York eyaletinde politik güç elde
etmek için hevesle çabalarken
İsrail’e karşı tutkusunda en aşırı sağ kanat Siyonistleri bile aşmaktadır; bunda o
kadar ileri gitmiştir ki, ABD büyükelçiliğinin
Tel Aviv’den Kudüs’e taşınmasını ve ABD’de hüküm giymiş olan İsrail
casusu Jonathan Pollard’ın ömür boyu hapis cezasının hafifletilmesini
bile önermiştir.
Yasama gücünü
elinde tutanlar böyleyse yürütmeden ne beklenebilir ki? Gündeme pek yansımayan
ama ibret verici başka bir episod ise şöyle cereyan etmiştir:
ABD’nin İsrail büyükelçisi Martin Indyk’in, sözümona laptop bilgisayarını
dikkatsizce kullanıp gizli bilgilerin “yetkisiz kişilerin” eline geçmesine neden olmuş
olabileceği gerekçesiyle yanında bir eskort olmadan Dışişleri
Bakanlığı’na girip çıkması ve hakkındaki soruşturma tamamlanana
kadar İsrail’e dönmesi Dışişleri Bakanlığı’nın bir güvenlik soruşturmasıyla yasaklanmıştır. Fakat, Indyk şu anda görevine
iade edilmiştir.
Neler olduğunu
tahmin etmek zor değildir. Skandal -tabii ki medyada bundan hiç sözedilmemişti- aslında Indyk’in atanmasıyla başlamıştır. Clinton’ın 1993’de başkanlık görevine resmen başlamasından
hemen önce Avustralya
uyruklu, Londra’da doğmuş bir Yahudi olan
Indyk, yeni seçilmiş Başkanın yıldırım hızıyla verdiği emirle tüm normal prosedürler
atlanarak Amerikan vatandaşlığına kabul edilmiş, böylece hiç vakit
kaybedilmeksizin Ortadoğu sorumlusu olarak
Milli Güvenlik Konseyine paraşütle
indirilmiştir. Indyk böylesine olağanüstü bir iltiması hak edecek ne yapmıştır?
Indyk, AIPAC ile koordinasyon içinde İsrail
yararına lobi faaliyeti sürdüren Washington merkezli bir think-tank olan Ortadoğu Politikası
Enstitüsü başkanlığını yürütmüştür. “Barış sürecine” ilişkin Amerikan özel görevlisi Dennis
Ross’un da aynı enstitünün önceki başkanlarından biri olduğunu tahmin etmek zor değildir.
Peki, sivil topluma ilişkin
ne söyleyebiliriz? Bu noktada İsrail’in bir
demokrasi modeli, Ortadoğu’nun politik çölünde
Batı modernitesinin bir vahası olduğu yolundaki konsensüsü sorgulamak
nerdeyse imkansızdır. Bu konsensüsün
bozulması yönünde herhangi bir belirti
oluştuğunda, görevleri kamusal alandaki çizgi
dışı yaklaşımları kontrol etmek olan
bir dizi Siyonist örgüt devreye girer. Saygın
bir liberal din adamı olan Haham Arthur Herzberg bir defasında Siyonizmin Amerikan Yahudi cemaatinin seküler dini olduğunu söylemiştir. Birçok Yahudi
organizasyonu tüm ülke yararına hastaneler,
müzeler, araştırma kurumları işletmektedir. Ne yazık ki, en soylu kamu girişimleri
varlıklarını en aşağılık, en insanlıkdışı
olanlarla birlikte sürdürmektedir.
Yakın tarihte meydana gelen bir örneği ele alalım. Küçük ama çok ses çıkaran bir fanatik grup
olan Amerikan Siyonist Örgütü (ZOA[5]),
10 Eylül’de New York Times’a verdiği ücretli bir ilanda Ehud
Barak’a sanki kendi uşağıymış gibi
hitap etmekte, eğer Kudüs üzerinde müzakerelere başlamaya karar verecek olursa, 6 milyon Amerikan Yahudisinin 5 milyon İsrailli’den
sayıca fazla olduğu ona hatırlatılmaktadır. İlanın dili tam anlamıyla
tehditkardır, ve İsrail Başbakanı Amerikan Yahudilerinin tiksinti duyduğu eylemleri seyrettiği için azarlanmaktadır. ZOA herkesin işine karışma hakkı olduğunu düşünüyor. Yandaşları
çalıştığım üniversitenin rektörüne, sanki üniversiteler
ana okullarıymış ve ben de kabahat işlemiş bir çocukmuşum
gibi söylediklerimden ötürü beni görevden uzaklaştırması veya sansürlemesi
için düzenli olarak mektup yazmakta ya da telefon
etmektedirler. Geçen sene seçilmiş
bulunduğum Modern Dil Birliği Başkanlığı’ndan
uzaklaştırılmam için bir kampanya başlatmış,
ve bunu yaparken de bu kuruluşun 30,000 üyesine geri zekalı muamelesi yapılmıştır.
Benzer bir tarzda,
Norman Podhoretz, Charles Krauthammer ve William Kristol gibi sağ kanat Yahudi akıl hocaları –ki
bunlar gürültücü propagandacılardan yalnızca birkaçıdır- ne kadar zayıf veya uyduruk olursa
olsun İsrail tarafından Filistinlilere
verilmesi olası tavizler karşısındaki
hoşnutsuzluklarını dile getirmekten çekinmemişlerdir.
Siyonizm’in bekçiliğini kendilerine görev edinmiş bu zevatın
ses tonu, yüzsüz bir kibir, ahlaksız bir
sofuluk ve kendini beğenmiş bir ikiyüzlülüğün
bileşimidir. Çoğu aklı başında İsrailli onlardan hoşlanmaz.
Onların küfürlerini Eski Ahit’ten
lanetler olarak tanımlamak peygamberlere
hakaret olacaktır. Onların bitmek tükenmek
bilmeyen yaygaraları ve Filistinlilerin İsrail’e karşı direnişine sunulan desteği kriminalize etme çabaları,
ABD içinde sahip oldukları
bir ideolojik koza bağlanabilir. Totaliter bir Siyonist için İsrail’e yöneltilen her eleştiri su katılmamış
anti-Semitizmin delilidir. Eğer kendinizi tutamaz da eleştirirseniz, en şiddetli aşağılanmaya layık bir
anti-Semitist olarak takibe uğrarsınız. Amerikan
Siyonizmi’nin Orwellci mantığı içinde, İsrail tarafından yapılan her şey Yahudi halkı
adına, bir Yahudi devleti tarafından ve bir Yahudi devleti için yapılır, ama söz
İsrail’e geldiğinde Yahudi şiddeti
ya da Yahudi teröründen sözedilmesine izin verilmesi imkansızdır. Elbette,
kesin konuşmak gerekirse “Yahudi
devleti” demek yanlış olur, çünkü
İsrail’in nüfusunun yaklaşık beşte biri
Yahudi değildir. Medyada bunlar sanki
“Filistinliler”den farklı bir türmüş gibi “İsrailli Araplar” olarak adlandırılmaktadır.
Amerikan okuru ya da seyircisi bunların aynı
insanlar olduğunu, yıllardır uygulanan acımasız Siyonist politikalar
sonucu bölündüklerini, “İsrailli Araplar”a
Apartheid rejiminin, “Filistinliler”e ise işgal ve sürgünün layık görüldüğünü nerden
bilsin?
Talihsiz Ricalar
Bununla birlikte,
Amerika’daki bu amansız konsensüs makinasının en kötü yanı Araplar’ın ona karşı
körlüğüdür. FKÖ Körfez Savaşı’ndan sonra Mısır
ve Ürdün örneklerini izlemeyi ve Amerikan hükümeti ile mümkün
olduğunca yakın çalışmayı seçtiğinde, kendinden
önce iki Arap devletinin yapmış olduğu gibi büyük bir cehalet ve son
derece hatalı varsayımlar temelinde kararını
verdi. FKÖ’nün de yaptığı
bu tip hesapların esasının ne olduğu, 1967’den kısa
bir süre sonra, önde
gelen bir Mısırlı diplomat tarafından bana anlatılmıştı:
teslim olmalıyız ve daha fazla mücadele etmemeye söz
vermeliyiz –İsrail’in varlığını ve
geleceğimizde ABD’nin oynayacağı belirleyici rolü
kabul etmeliyiz. Arapların tarih boyunca yaptıkları gibi savaşmaya
devam etmenin daha fazla yenilgi ve felaket getireceğine
kuşku yok. Fakat ne o zaman ne de bugün, kendimizi Amerika’nın insafına terk
etmek –aslında size artık direnmeyeceğiz, size katılmamıza
izin verin, lütfen bize iyi davranın demek- tek
alternatif değildir. Acınası umut şuydu:
Araplar eğer yeterince
uzun süre “biz sizin düşmanınız
değiliz” diye ağlaşırlarsa, dost olarak kabul edileceklerdi. Süregiden güç eşitsizliğini unuttular. Güçlü olanın bakış açısıyla, güçten düşmüş bir düşman eğer teslim olursa ve
“daha fazla kavga edecek bir şeyim kalmadı, ne olur beni bir müttefik olarak
kabul et, beni biraz olsun anlamaya çalış, böylece belki daha adil olursun” demek neyi değiştirir ki?
Bu tür ricalar Amerikan devletinde sağır kulaklara
ulaşamaz. ABD ile “müttefik”
olma illüzyonu içinde girişilen tüm barış
düzenlemeleri sadece Siyonist gücü pekiştirmeye yarayabilir. Araplar’ın neredeyse
bir kuşaktır yaptıkları gibi, Ortadoğu’ya
ilişkin Amerikan tasarımlarına tembelce boyun eğmek, ne ülke
içinde barış ve adaleti ne de uluslararası alanda eşitliği getirir. 1980’lerin ortalarından
beri, FKÖ önderliğine ve tanıştığım her Filistinli ya da
Arap’a Beyaz Saray’da bir koruyucu aramanın tamamen saçma bir fantazi olduğunu,
çünkü yakın zaman öncesinin tüm başkanlarının kendilerini Siyonist amaçlara adadıklarını, ABD politikasını değiştirmenin tek
yolunun Siyonist kurumlaşmanın yanından dolanıp doğrudan Amerikan halkına gitmekten,
Filistinlilerin insan hakları için kitle kampanyası
yürütmekten geçtiğini anlatmaya çalıştım.
Amerikalılar bu konuda bilgilendirilmemişlerdir ama adalet çağrılarına kulak
verebilirler. Nihayette Güney Afrika’da
güçler dengesini değiştiren Apartheid rejimi karşıtı ANC kampanyasında
olduğu gibi, tepki gösterme yeteneğine sahiptirler. Enerji dolu bir insan hakları aktivisti olan James Zoghby bu fikri ilk ortaya atanlardan biridir. Daha
sonra kaderini Arafat, ABD hükümeti ve
Demokrat Parti ile birlikte çizip bu fikri
tamamen terk etmiştir.
Fakat FKÖ’nün
bu rotayı hiçbir zaman benimsemeyeceği kısa bir süre
içinde belli olmuştu. Bunun çeşitli sebepleri vardı.
Bu türden bir
strateji ısrarı ve adanmışlığı
temel alan bir politik çalışmayı gerektirir. Demokratik kitle tabanına dayanan örgütlenmelere yaslanmak
zorundadır. Şu ya da bu liderin
politik inisiyatifinden değil, yalnızca bir
politik hareketten hayat bulabilir. Son olarak da ABD toplumu hakkında
yüzeysel inançlar ve klişeler yerine gerçek bir bilgi
gerektirir. Gerçek şu ki, Amerika’da
kamuoyunun önemli bir kısmı Siyonizmin dehşetli retoriği ile sersemleştirilmiştir.
Fakat bu kamuoyu Filistinlilerin insani, sivil ve
siyasi hakları için bizzat ABD’de
seferber edilen bir kitle kampanyası ile
Siyonizm’e karşı çevrilebilir. Trajedi
buradaki Araplar’ın böylesi bir
hareketi oluşturmak için çok güçsüz, çok bölünmüş, çok örgütsüz ve çok cahil olmalarında
yatmaktadır. Amerikan Siyonizm’i kendi evinde yenilmediği
sürece, ABD ve İsrail ile yapılacak tüm görüşme girişimleri aynı kasvete ve itibar sarsıcı sonuca
yol açacaktır.
Oslo anlaşmalarının
bunu tüm çıplaklığı ile gösterdiği söylenemez. Wye ve
Camp David görüşmeleri ise aynı
gerçeğin bir kez daha görülmesini sağlamıştır.
Barak’ın “şimdiye dek eşi
görülmemiş cömertliği” gerçekte ne içermektedir?
Wye’da verilen çok sınırlı -işgal altındaki
toprakların yalnızca %12’sinden- bir
askeri geri çekilme sözü hiç tutulmadı ve
unutulmaya terkedildi. Bunun yerine Batı medyası, Barak’ın FKÖ’ye
yaptığı cömert öneriden, yani FKÖ’nün Filistinli mültecileri kendi
kaderlerine terk etmesi karşılığında Batı Şeria’nın %90’ını verme önerisinden övgüyle sözetmektedir. Gerçek şudur ki, İsrail’in Batı Şeria’nın en
kaliteli topraklarının %5’ini oluşturan
Kudüs metropolitan alanını, diğer bir %15’i
oluşturan yerleşim birimlerini, ya da yolları ve üzerinde
ileride karar verilecek toprakları geri vermeye hiç de niyeti yoktur. Yüzde
doksanlık cömertlik tüm bunlar çıkartıldıktan
sonra geriye kalan alanla ilgilidir. Harem el-Şerif’in
ortak yönetimine ilişkin büyük jeste gelince, buradaki korkunç samimiyetsizlik,
1948’de neredeyse tamamen Arap bölgesi olan Batı
Kudüs’ü ve muazzam genişleyen Doğu Kudüs’ün en büyük bölümünün Arafat tarafından
zaten taviz olarak verilmiş olmasıdır.
Bu utanç verici “barış süreci” parodisi,
minnettar olmaları beklenen
Filistinliler arasında yaygın öfkenin patlaması sonucu en azından geçici olarak
kesintiye uğramış durumda. Şu anda, adaletsizlik ve baskıdan tamamen usanmış
genç insanların taşları ve sapanları,
kendilerine layık görülen küçük düşürücü kadere karşı cesurca
direnmelerini sağlıyor. Küçük düşürücü kaderi
dayatanlar sadece Birleşik Devletlerin
silahlarla donattığı İsrail askerleri
değil. Siyonizmle yapılan anlaşma Filistinleri ancak hayvanlara yaraşır rezervasyonlara kapatmayı hedefliyor.
Bu rezervasyonların güvenliği ABD’nin
askeri ve mali yardımını alan, ve CIA ve Şin
Bet[6]’le açıkça işbirliği içerisinde bulunan Arafat’ın aygıtı tarafından sağlanmaktadır. Oslo anlaşmalarının işlevi Filistinlilerin
kendi topraklarından artık geriye ne
kalmışsa orada, tıpkı bir tımarhane ya da cezaevinde olduğu
gibi tutuklu hayatı sürmeleridir. Şaşırtıcı olan bu buyruğa karşı halk ayaklanması
olması değil, fakat başından beri olageldiği gibi bunun harap
etme değil de barış olarak yutturulabileceğinin düşünülmesidir. Ne görevden çekilme ne de ileri
gitme becerisi gösterebilen kararsız Filistin liderliği
olduğu yerde debelenmektedir. Fakat emareler yeni
neslin Siyonist tasarım içinde kendilerine
verilen sefil ve küçültücü yerden hiç
de memnun olmayacağını ve bu tasarım değişene kadar
isyana devam edeceklerini gösteriyor.
[1]
Resmi veya özel
kuruluşlar tarafından belli konular üzerine
düşünceler geliştirmeleri için oluşturulan ekipler;
beyin takımı. –y.h.n.
[2]
imkansız -y.h.n.
[3]
American Israel
Public Affairs Committee
[4]
Semitik bir tanrı;
ancak insanların itaat etmesi ya da kurban edilmesiyle yatışan tiranik bir güç. - y.h.n.
[5]
Zionist Organisation
of America
[6]
1948ʼde kurulan İsrail
karşı haber alma ve iç güvenlik servisi. Sık sık Filistinli
tutuklulara işkence yapmakla
ve yargısız infazlar gerçekleştirmekle
suçlanmaktadır. –y.h.n.
Edward Said, El
Ehram, 20-26 Aralık 2001, Sayı: 565
Mahmud Derviş
FKÖ’nün 1982 Eylül’ünde Beyrut'tan çekilisinin ardından "Yerküre üzerimize kapanıp bizi son çıkıştan dışarı itiyor;
ve bizler geçebilmek için kollarımızı ve bacaklarımızı
koparıp atıyoruz"
diyordu. "En
son huduttan sonra nereye gitmeliyiz? Kuşlar en son gökyüzü de bittikten sonra
nerede uçmalı?"
On dokuz yıl sonra Filistinlilere o zaman Lübnan’da olanlar şimdi Filistin'de başlarına
geliyor. Geçtiğimiz Eylül’de başlayan El Aksa İntifada'sından sonra
Filistinliler İsrail ordusu tarafından
sayıları en az 220 olan birbirinden kopuk gettolara
hapsedilip çoğunlukla haftalarca suren
periyodik sokağa çıkma yasaklarına maruz bırakıldılar.
Kimse, genç ya da yaşlı,
hasta ya da sağlıklı, ölmek üzere olan ya da hamile, öğrenci ya da
doktor kaba ve özellikle aşağılayıcı tavır takınan İsrail askerlerinin koruduğu barikatlardan
saatlerce beklemeden geçemez haldedir.
Ben bu satırları yazarken 200 Filistinli,
İsrail askeri güçleri "güvenlik sebebiyle" tıbbi merkezlere/
hastanelere gitmelerini engellendiği için diyaliz
tedavisinden mahrum durumdadır. İsrail-Filistin çatışmasını izleyen yabancı medyanın sayısız mensuplarından herhangi biri askeri vazifelerinin ana kısmı olarak Filistinli sivilleri cezalandırma eğitimi almış bu zalimleştirilmiş/ gaddarlaştırılmış İsrail askerlerini konu alan bir haber yapmış mıdır? Hiç sanmıyorum.
Yaser Arafat’ın
10 Aralık’ta Katar'da İslam
Konferansı Örgütü’nün dışişleri bakanlarının acil toplantısına
katılmak üzere Ramallah'taki ofisinden çıkmasına izin verilmediği için bu toplantı
için hazırlamış olduğu konuşma bir yardımcısı
tarafından okundu. Gazze'ye 15 mil uzaklıkta olan havaalanı ve Arafat’ın eskimeye yüz tutmuş iki
helikopteri bir önceki hafta İsrail
uçakları ve buldozerleri tarafından tahrip edilmişti. Bu cüretkar askeri saldırı, engellemek bir yana
dursun, kendilerini kontrol edecek bir kimse ya da gücün dahi bulunmadığı günlük saldırıların bir parçasıydı. Gazze Havaalanı
Filistin Bölgesi’ne doğrudan girişi sağlayan
tek kapıydı, ve aynı
zamanda İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana geçerli hiçbir neden
olmadan sebepsizce tahrip edilen tek sivil havalimanı. Gecen Mayıs’tan bu yana, ABD tarafından
cömertçe sağlanmış İsrail F-16'lari Filistin
sedir ve köylerini düzenli olarak
Guernica usulü* bombalayıp ağır makineli ateşine
tuttular. Bunun sonucu olarak bir çok
güvenlik görevlisi ve sivil öldü
ve çok sayıda maddi
hasar meydana geldi. Filistin tarafında bu saldırılara
karşı insanları koruyacak ne kara, ne deniz, ne de hava gücü
mevcut. Yine ABD tarafından verilmiş olan Apaçi saldırı helikopterleri geçmiş
veya gelecekteki -iddia edilen- terörist faaliyetler öne sürülerek 77
Filistinli liderin katledilmesinde kullanıldı. İsrail istihbaratı içinde
kimlikleri bilinmeyen bir grup, muhtemelen her defasında
İsrail Kabinesi'nin -ve daha genel bir ifadeyle
ABD'nin- onayı ile bu suikastların
kararlaştırılması ve hayata geçirilmesinde
söz sahibi durumundadır. Bu helikopterler Aynı zamanda
Filistin Otoritesi'nin hem sivil hem polis birimleri üzerinde de becerilerini gösterdi. 5 Aralık
2001 gecesi İsrail Ordusu Ramallah'taki Filistin Merkezi İstatistik Bürosu’nun beş
katlı binasına girerek ofislerdeki bilgisayarlara ve
dosyalarla raporların birçoğuna el koydu;
götürülen bilgisayar ve
dosyalarla birlikte Filistin ortak yaşamının bütün kayıtları da fiilen silinip ortadan kalkmış oldu.
1982'de aynı ordu, aynı
komutanın emri altında Beyrut'taki Filistin Araştırma Merkezi'ne
girip doküman ve dosyaları
götürmüş ve ardından binayı yerle bir etmişti. Bundan bir kaç
gün sonra da Sabra ve Şatilla katliamları
gerçekleşmişti.
Kasım ayındaki on günlük hareketsizliğin ardından aniden
HAMAS lideri Mahmud Ebu Hanud'un öldürülmesini emrettiğinde, Şaron HAMAS ve İslami Cihat'ın cinayetten
sonra intihar eylemlerine başlayacaklarını çok iyi biliyordu; nitekim öyle de oldu.
Bu cinayeti HAMAS'ı provoke ederek
misillemeye sevk etmek ve İsrail Ordusu’nun
Filistinlileri katletmeye devamına imkan sağlamak
için
işletmişti. Sekiz yıl suren kısır
barış görüşmelerinin ardından Filistin halkının
% 50'si işsiz ve % 70'i
günde iki doların altında bir gelirle fakirlik içinde yasamakta.
Her yeni gün, karşı konulması imkansız toprak gaspları
ve ev yıkımlarını beraberinde getiriyor. Hatta İsrailliler Filistin topraklarındaki ağaçları ve meyve bahçelerini
bile özellikle imha
etmekteler. Her ne kadar geçtiğimiz bir kaç
ay içinde her İsrailliye
karşılık beş ya da altı Filistinli ölmüş olsa da, yaşlı/
eski savaş delisi Şaron,
İsrail'in, Bin Ladin'in ortaya koyduğu terörizmin
aynısının kurbanı olduğunu söyleyebilecek cürete sahiptir.
Bütün bu olanların en önemli
noktası İsrail'in 1967'den bu yana
illegal bir işgali yürütmekte olduğudur; bu işgal
tarihteki en uzun sureli ve şu an dünyada bir başka
örneği olmayan işgal olma sıfatını taşımaktadır. Aslında bu işgal,
Filistin kaynaklı bütün şiddet eylemlerinin yöneldiği asıl ve daimi şiddet
eylemidir. Örnek verecek olursak: 10 Aralık’ta biri 3
biri 13 yaşlarında iki çocuk Hebron'da İsrail bombaları ile can
verirken, Avrupa Birliği temsilci heyeti
Filistinlilerin şiddet içeren ve terörist
nitelikli eylemlerini durdurmalarını istemekteydi. 11 Aralık’ta Gazze mülteci
kamplarında beş kişi daha -hepsi sivil olmak
üzere- helikopter bombardımanı sonucunda öldü. İşin daha da kötüsü,
özellikle 11 Eylül saldırılarının bir sonucu olarak "terörizm" kelimesinin artık Filistin'deki askeri
işgale karşı ortaya konulan haklı
direniş hareketlerini susturmak, gözlerden gizlemek için kullanılır hale gelmiş
olmasıdır. Aynı mantıkla (benim her zaman için
karşı olduğum) sivillerin dehşet verici bir şekilde katledilmesi ile
Filistin'de 30 küsur yıldır devam
eden toplu cezalandırma arasında nedensel,
hatta kronolojik/ tarihi bir bağlantı kurulması da yasaklanmaktadır.
Filistin terörizmi
konusunda kendi görüşlerini tek doğruymuş gibi ortaya koyan
her Batılı alim veya resmi görevli,
kendine Filistin'in işgal altında olduğu
gerçeğini unutmanın terörizmin durdurulmasına nasıl olup da yardım edeceğini sormak durumundadır.
Arafat’ın hüsran ve yanlış tavsiyeler sebebiyle yapmış olduğu hata,
1992'de Amerika’nın Cambridge şehrindeki
Amerikan Fen Edebiyat Akademisi'nde, iki köklü
Filistin ailesinin mensupları ile MOSSAD arasında yapılan "barış" görüşmelerini onaylayarak işgalle uzlaşmaya çalışmış olmasıydı. Bu toplantılarda sadece İsrail'in
güvenliği görüşüldü; Filistin'in güvenliği
konusunda hiç ama hiçbir
şey konuşulmadı. Arafat’ın kendi halkının
bağımsız bir devlet kurma mücadelesi bir yana bırakıldı. Gerçekten de, İsrail'in
güvenliği başka her şey konu dışı
bırakılarak, önceliği uluslararası düzeyde kabul edilmiş
bir mesele haline geldi. Bu durum general Zinni ve
Javier Solana'ya FKÖ’ye akıl verirken işgal
konusunda hiç rahatsız olmadan sessiz kalma şansını verdi.
Fakat aslında İsrail bu görüşmelerden
Filistin tarafına göre daha avantajlı olarak ayrılmadı.
İsrail tarafının hatası Arafat ve ekibini
sonu gelmez tartışmalara çekip onlara küçük
tavizler vererek Filistin genelinde bir sükunet
yaratacaklarını hayal etmekti. Bu güne kadar uygulanan her resmi İsrail politikası şartları iyileştirmek
yerine daha da kötüleştirdi. Kendinize sorun: İsrail bugün on yıl
öncesine kıyasla daha güvenli ve daha kabul gören bir
durumda mı?
Aralık’ın ilk hafta sonunda, Hayfa ve Kudüs’te sivillere karşı girişilen korkunç ve
kanaatimce aptalca olan intihar saldırıları tabii ki kınanmalıdır; fakat bu kınamaların
bir mana ifade edebilmesi için bahsi gecen saldırılar bir önceki
hafta meydana gelen Ebu Hanud suikastı ve beş çocuğun İsrail bubi tuzaklarıyla
öldürülmesi bağlamında ele alınmalıdır.
Yıkılan evlerden, Gazze ve Batı Şeria'nın her yanında katledilen
Filistinlilerden, sürekli meydana gelen tank baskınlarından,
Filistin halkının 35 yıldır sonu gelmez bir şekilde
dakika dakika öğütülen arzuları ve umutlarından bahsetmiyorum bile. Sonuçta
çaresizlik ancak
kötü sonuçlar
doğurur, ama hiçbirisi Şaron 2 Aralık’ta Amerika'da iken
George W. Bush ve Colin Powell'dan almış gözüktüğü yeşil ışık kadar kötü sonuçlara gebe değil
(Bu durum Şaron'un 1982 Mayıs’ında Alexander Haig'den aldığı
yeşil ışığı kuvvetle akıllara getiriyor). Bu ikilinin desteği ile
beraber her zamanki, Filistinlileri ve bahtsız, beceriksiz liderlerini birdenbire kendi suçlularını adalet önüne çıkartmak zorunda
olan dünya çapında saldırganlar durumuna
sokan açıklamalar da duyulmaya başlandı.
Garip olan, tutuklamaları gerçekleştirmesi beklenen Filistin polis teşkilatının İsrail askerleri tarafından sistematik
olarak imha ediliyor olmasıydı.
Arafat dost düşman
herkese karşı Filistinli
olan her şeyi temsil ettiği
seklindeki temelsiz arzusunun ironik bir sonucu
olarak, dört bir yandan sıkışmış
durumda; aynı zamanda
hem acıklı hem de beceriksiz
bir kahraman portresi çiziyor. Bugün hiçbir Filistinli onun liderliğe layık olmadığını söylemeyecektir;
oldukça basit bir sebepten dolayı: Bütün içi
boş konuşmalarına ve hatalarına
rağmen Arafat bugün sadece Filistinli bir lider olduğu için cezalandırılmakta ve aşağılanmaktadır. Ve onun
sadece Filistinli bir lider olarak var olması bile Şaron ve Amerikalı
destekçileri gibi püristleri rahatsız etmeye yetmektedir. İşlerini iyi yapan
sağlık ve eğitim bakanları hariç Arafat’ın Filistin Yönetimi parlak bir başarı
göstermedi. Bu yönetimin kokuşmuşluğu ve gaddarlığı, Arafat’ın komik sayılacak
tuhaf bir kişilikmiş gibi görünüp aslında herkesi
kendi himmetine bağımlı kılmaya yönelik ince hesaplarının
ürünüdür; Arafat’ın kendisi bütçeyi
kontrol etmekte, beş günlük gazetenin manşetlerine neyin taşınacağına
o karar vermektedir. Bütün bunlardan daha önemli olarak,
Arafat, İsrail ve ABD emrettiğinde
Filistinlileri tutuklamaktan başka kendi insanları için bir şey
yapmaktan aciz, her biri yapısal olarak kendi liderine ve Arafat'a sadık, sayıları 12 ya da 14 (kimilerine göre 19-20)
olan birbirinden bağımsız güvenlik birimlerini
de maniple edip birbirlerine karşı kullanan
yine Arafat’ın kendisidir. 1996 seçimleri,
sonuçları üç yıl geçerli olacak şekilde
tasarlanmıştı; fakat Arafat yapıldıkları taktirde otoritesi ve popülaritesini ciddi olarak sarsabilecek ara seçimleri düzenlemekte tereddüt
gösterdi.
Arafat’ın HAMAS'la, HAMAS'ın geçtiğimiz Haziran'daki
bombalamalarından sonra oluşan ve reklamı iyi yapılmış bir çeşit anlaşması vardı: Arafat İslamcı
partileri kendi hallerine bıraktığı sürece HAMAS da İsrailli sivillerin peşini
bırakacaktı. Şaron bu anlaşmayı Ebu Hanud suikastı ile bozdu; HAMAS
misilleme yaptı ve ortada Şaron'un,
Amerika’nın da desteğiyle, Arafat’ın boğazını
sıkıp canını almasını engelleyecek hiçbir
şey kalmamış oldu. Şaron, Arafat’ın güvenlik ağını
çökertip, hapishanelerini ve ofislerini imha ettikten, Arafat’ın
kendisini de fiziksel olarak hapsettikten sonra
yerine getirilemeyeceğini bildiği taleplerde
bulundu. Buna rağmen Arafat elinde kalan
bir kaç kartı ilerisi için kullanarak şaşırtıcı bir şekilde
bu taleplerin yarısını yerine getirmeyi başardı. Şaron aptalca Arafat'ı
devre dışı bıraktıktan sonra, bölgesel savaş ağaları ile bir
dizi bağımsız anlaşmalar yapabileceğini ve Batı
Şeria'nın %40'ı ile Gazze'nin çoğunu sınırları İsrail ordusunca kontrol edilecek, birbirlerinden kopuk çok sayıda birime bölebileceğine inanmaktadır. Bunun İsrail'i
nasıl olup da daha güvenli hale getireceği (maalesef bölgeye
yönelik doğrudan gücü elinde bulunduranlar
hariç) bir çok insanın aklına yatmıyor.
Bu senaryoda henüz
bahsedilmeyen üç oyuncu (veya oyuncu grubu) daha var. Irkçı yaklaşımlarından
dolayı Şaron bu oyuncuların ikisine hiçbir kıymet vermemektedir.
İlk grup çoğu İsrail'in şartsız geri çekilmesinden başkasına razı olamayacak
kadar müsamahasız/ uzlaşmasız ve
politize olmuş Filistin halkının
kendisidir. İsrail'in politikaları diğer
bütün saldırgan politikalar gibi istenilenin tersi tepkiler
doğurmaktadır: Baskı
yapmak direnişi körüklemek demektir. Eğer Arafat ortadan
kaybolacak olursa, mevcut Filistin kanunları meclis başkanının altmış gün liderliği üstlenmesini öngörmektedir
(bu arada şu anki
meclis başkanı, “esnekliğinden” dolayı İsraillilerin yoğun beğenisine mahzar olmuş Ebu Ala isimli silik
meziyetsiz bir Arafat dalkavuğudur). Altmış günlük bu süreden sonra muhtemelen Arafat’ın
diğer ahbapları arasında bir haleflik mücadelesi
başlayacaktır. Bunlar Ebu Mazen ile aralarında Batı
Şeria'dan Cibril Racub ve Gazze'den Muhammed Dahlan
gibi belirgin isimlerin de olduğu, iki ya da
üç önde gelen yetkin güvenlik şefleridir. Bu kişilerin hiçbiri Arafat’ın ağırlığına, etkisine ve (şu an muhtemelen kaybolmuş
olan) popülaritesine sahip durumda değildir. Geçici bir kargaşa
kaçınılmaz gözükmekte. Bir şeyi teslim etmek zorundayız: Arafat’ın varlığı, Filistin politikasının etrafında örgütlendiği odak olmuştur ve bunda milyonlarca
Arabın ve Müslüman’ın büyük payı vardır.
Arafat kendi grubu
Fetih'ten başkasının baskın çıkmaması için maniple
ederek dengelediği çok sayıda örgüt olmasına hep müsamaha gösterdi, hatta
bunu destekledi de. Fakat şimdi seküler, çalışkan, kararlı ve bağımsız bir Filistin
devletinde demokratik bir düzene kendini adamış
yeni gruplar ortaya çıkmakta ve Filistin Yönetimi’nin bu
gruplar üzerinde bir kontrolü bulunmamaktadır.
Ancak bu arada şu da belirtilmelidir ki Filistin'de kimse, İsrail genç yaşlı demeden Filistin halkı üzerindeki baskılarını ve bombardımanları sürdürdükçe İsrail-ABD kaynaklı
"terörizme son" taleplerini (kamuoyunda intihar maceracılığı
ile işgale karşı hakiki direniş arasında belirgin
bir çizgi çizmenin zorluğu da
eklenecek olursa) kabul etmeye razı değildir.
İkinci grup Arafat'a son derece öfkeli olmalarına rağmen onun varlığı ile kendi haksız
çıkarları ve konumları arasında doğrudan bağlantı
bulunan Arap dünyası liderleri. Arafat hepsinden daha akıllı ve kalıcı; aynı zamanda onların
ülkelerinde halk arasında sahip olduğu yerin de farkında.
Arafat bu Arap ülkelerinde iki ayrı politik grubun desteğini
sağlamayı başardı: İslamcılar ve seküler
milliyetçiler. Her iki grup da kendini saldırı
altında hissetmektedir. Bu gruplardan ikincisi Bin
Ladin'i, onun yaptıklarını ve savunduklarını
şiddetle reddeden, Müslüman ve gayri-Müslim geniş seküler Arap
kitlesi yerine, Bin Ladin’i Müslüman prototipi/
örneği olarak almayı yeğleyen Batılı uzmanlar ve oryantalistlerce pek fark edilmemiştir. Örneğin Filistin'de son kamuoyu yoklamalarına göre, Arafat ve HAMAS aşağı yukarı eşit popülerliğe sahip (her ikisi de % 20-25 civarında). Vatandaşların çoğu, her ne kadar son zamanlarda Arafat’ın popülaritesi endişe
ettiğinin aksine artmış da olsa, her iki tarafı da
desteklemiyor. Aynı bölünme, her iki
tarafa da lanet eden kayda değer bir
kitlenin varlığıyla diğer Arap ülkelerinde
de mevcut. İnsanların çoğu ya rejimlerin yozlaşmışlığı ve gaddarlığı
ya da dini grupların indirgemeci ve aşırılık içeren yaklaşımları sonucu her iki taraftan da uzaklaşmış durumda. Bu dini grupların çoğu için kişisel davranışları
düzenlemek globalleşme veya iş
imkanı ve elektrik üretmekten daha önemlidir.
Eğer Arafat’ın
İsrail'in şiddeti ve Arapların genel kayıtsızlığı ile boğulup saf dışı edildiği görülürse, Araplar
ve Müslümanlar pekala yöneticilerine
başkaldırabilirler. Demek ki Arafat
mevcut tablo için gerekli. Arafat’ın
sahneden çekilişi ancak genç Filistin kuşakları
arasında ortak, kolektif bir liderlik belirirse doğal
görünecektir. Bunun ne zaman ve nasıl olacağını belirlemek imkansız, ancak gerçekleşeceğinden
oldukça eminim.
Oyuncuların üçüncü grubu içinde Avrupalılar, Amerikalılar ve diğerleri bulunmakta; ve
samimi olmak gerekirse ne yaptıklarını bildiklerini
hiç sanmıyorum. Çoğu, Filistin meselesinin
artık mesele olarak
görülmemesinden memnunluk duyar ve Bush ile Powell'ın öngördüğü şekilde Filistin devleti düşüncesinin bir şekilde
gerçekleştirilmesinden mutsuz olmazlar;
tabii işi bir başkası
yaptığı sürece.
Ayrıca, bu gruptaki oyuncular eğer suçlayacakları, hakaret edecekleri, onurunu kıracakları, baskı yapacakları ya da para verecekleri bir Arafat’ları olmasa Ortadoğu’da faaliyet göstermekte
çok zorlanacaklardır. Avrupa Birliği'nin
ve General Zinni'nin misyonları manasız
gözükmektedir ve Şaron ile
avenesi üzerinde bir etkisi olmayacaktır.
İsrailli politikacılar isabetli bir şekilde
Batılı hükümetlerin genelde kendi yanlarında
olduğu ve Arafat ve ekibinin anlaşmaya varmak için sonuçsuzca yalvarmalarına bakmadan ellerinden gelen en iyi şeyi yapabilecekleri kanaatine varmışlardır.
Hem Filistin'de hem
de Filistin dışında yavaş yavaş ortaya çıkan
grup ise, sadece Filistin’in varlığını değil,
aynı zamanda Filistinlilerin haklarıyla da ilgili sorunları çözmenin ahlaki sorumluluğunu
Batı ve İsrail'in üzerine yıkmanın taktiklerini öğrenmeye başlamaktalar. Örneğin İsrail'de Knesset'in Filistinli cesur üyesi Azmi Bişara'nın
parlamenter dokunulmazlık hakları elinden alınmıştır; Bişara yakında şiddete teşvikten dolayı mahkeme edilecek. Neden? Çünkü kendisi çok
uzun zamandır Filistinlilerin
İsrail işgaline karşı direniş hakkini savunmuş
ve İsrail’in tıpkı dünyadaki diğer bütün devletler gibi sadece Yahudilerin değil bütün vatandaşlarının devleti olması gerektiğini ileri sürmüştür.
İlk kez Filistin halkının hakları konusunda ciddi bir meydan okuyuş İsrail içinde (Batı Şeria'da
değil) yükselmekte ve bütün
gözler yapılacak duruşmalar üzerine çevrilmiş beklemektedir.
Aynı zamanda Belçika başsavcılık makamı
Şaron'a karşı açılan savaş suçları davasının işleme konulabileceğini tasdik etmiştir. Seküler Filistin bakış
açısı gayet dikkatli bir şekilde harekete geçmiş ve yavaş
yavaş Filistin Yönetimi’ni geride bırakmaya başlamıştır. İsrail'in Filistin'i işgal ediyor olduğu
gerçeği dikkatlerin odağı haline geldikçe ve her geçen
gün daha fazla İsrailli 35 yıllık işgali sonsuza kadar devam
ettirmenin imkansızlığını gördükçe, Filistin-
İsrail çatışmasındaki ahlaki cephenin haklılık
ibresi yakında İsrail yerine artık Filistin tarafına
işaret edecektir.
Ayrıca, Amerika’nın
terörizme karşı başlattığı savaş yayıldıkça daha
fazla karmaşa neredeyse kesin gözüküyor.
Sorunları çözmek bir tarafa, ABD gücü
problemleri artık kontrolü mümkün olamayacak biçimde işin içinden çıkılmaz hale getiriyor. Filistin sorununun yenilenmiş bir dikkatle tekrar gündeme gelmesinin,
ABD ve Avrupa’nın Taliban karşıtı
bir koalisyonu muhafaza etme ihtiyacının bir sonucu olarak ortaya çıkışı çok güzel bir ironi örneğidir.
*Guernica: Kuzey
İspanyaʼda Bask bölgesinde bulunan
bir şehir; 1937'de iç
savaş sırasında Franco yanlılarını
destekleyen Alman uçakları tarafından
bombalanıp yerle bir edilmiştir.
Küreselleşme ve Filistin Direnişi Üzerine Tezler (parça)
Nasır İbrahim ve Dr. Macit Nasır*
International
Viewpoint, Sayı: 338, Mart 2002
Filistin sorunu ve İsrail’in
küresel zulüm sistemindeki rolü
2.1
Büyük Britanya, Birinci Dünya Savaşının bitiminde
1917’de açıkladığı Balfour Deklarasyonu
ile Filistin’de Yahudilere bir anayurt kurma işini üstlendi. İngiliz manda yönetimi süresince, Büyük Britanya
etnosantrik ve ırkçı bir sömürgecilik
projesi olan Siyonist hareketi destekledi. Büyük
Britanya, 1916 Sykes-Picot Anlaşması uyarınca
Filistin’de mandayı dayatmak suretiyle, Siyonist hareketi korudu, onu siyasal, ekonomik ve
askeri bakımlardan destekledi. İkinci
Dünya Savaşı’nın sonu geldiğinde,
30 yıldır Filistin direnişini
vahşi bir biçimde bastırmak için uğraş veren Büyük Britanya,
Siyonistlerin Filistin’i devralması için gerekli
zemini hazırlamış bulunuyordu.
2.2
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ve ABD’nin dünya kapitalist
rejimlerinin lideri olarak öne çıkmasıyla birlikte
Siyonist projeyi destekleme görevi ABD’ne geçti.
Silahlı Siyonist çeteler 1947/1948’de silahsız Filistin halkına
karşı bir savaş başlattılar ve Filistin topraklarının yüzde 78’inde İsrail
Devleti’ni kurmayı başardılar. 19 yıl sonra, Haziran
1967’de İsrail, Arap ülkelerine
saldırdı ve Filistin’in tamamını, Mısır’ın Sina yarımadasını ve Suriye’nin Colan
tepelerini işgal etti.
2.3
Bu savaşların
sonucunda bir milyondan fazla Filistinli evlerinden
ve topraklarından sürüldü ve komşu Arap ülkelerindeki (Ürdün, Suriye ve
Lübnan) kamplarda yaşayan mülteciler haline geldi. Bugün İsrail’in, BM Güvenlik
Konseyi tarafından oluşturulan uluslararası hukuku çiğneyerek, yurtlarına dönme haklarını reddettiği
mültecilerin sayısı 4 milyona ulaşmış
bulunuyor.
2.4
Bu sömürgecilik
uygulamaları Yahudi halkının refahını güvence altına
alma adına meşrulaştırılırken, Batılı devletlerin eylemleri, küresel güç ilişkilerinin oluştuğu önemli bir evrede yaşama geçirildi ve küresel
kapitalizmin Ortadoğu’daki çıkarlarını koruyabilecek bir köprünün kurulmasına hizmet etti.
2.5
Böylece İsrail, Yahudi trajedisini kendi amaç ve çıkarlarını
meşru kılmak amacıyla, bölgeye ilişkin emperyalist
projenin bir parçası olarak kuruldu. Dolayısıyla,
Yahudi halkının çoğunluğu da Ortadoğu sömürgecilik projesinin
kurbanıdır. Yahudilerin çıkarı,
Arap uluslarının düşmanlığını kazanmakta ve Filistinlileri sürgüne göndermekte yatmamaktadır; Avrupa’da yaşanan Yahudi trajedisi,
Filistin halkını Batının sömürgeci ihtiraslarının kurbanı haline getirmeyi haklı çıkaramaz.
2.6
İsrail Devleti, emeğin küresel işbölümünde kendine düşen
görev gereği emperyalizmin Sınır Polisi haline geldi ve bu sıfatla yerine getireceği
üç görev üstlendi: Arapların kaynaklarının ve özellikle
petrolün kontrol edilmesi, Arap uluslarının
içinde ortaya çıkabilecek herhangi bir devrimci kalkışmaya karşı siper işlevini yerine getirmek ve Ortadoğu’da
o dönemde Sovyetler
Birliği’nin temsil ettiği
komünist yayılmayı cepheden karşılamak.
2.7
Filistin trajedisi, zulüm,
işgal ve İsrail’in bölgedeki saldırganlığına
verilen sınırsız desteğe dayanan emperyalist küreselleşme politikasının bir sonucudur. Filistinliler bu sürecin kurbanıdır ve İsrail, insan haklarının
reddi, işgal ve
zincirlerinden boşanmış bir askeri saldırganlık
yoluyla bölgenin kontrol altında tutulmasına alet olmaktadır.
2.8
Siyonist konsept,
kendine özgü bir Yahudi Devleti
ile Batılı kültürel ve demografik
modelin bir anlatımı olan İsrail vizyonunu birleştirir. Kendine özgü
bir Devlet olarak İsrail, Filistinlilerin bir ulus olarak varlığının sürekli yadsınmasıdır.
2.9
Sonuçta, Filistin halkının haklarının tanınması, İsrail’in sömürgeci
varlığı açısından bir tehdit oluşturur.
Batılı modelin bir anlatımı olarak İsrail kapitalist
devletleri, İsrail’in Batı değerleri ve yaşam
tarzı için koruma ve savunma sağladığını ve ‘barbar Doğu’nun ve ‘Arap terörizmi’nin
önünde bir direnme hattı oluşturduğunu kabul etmeye ‘zorlar.’ ABD ve diğer kapitalist
devletlerin İsrail’e verdiği koşulsuz siyasal
ve maddi destek, onların kendi küresel
denetimlerini pekiştirme stratejilerini güçlendirir.
2.10
İsrail’in oynadığı olumsuz rol sadece Filistin’in işgali ve Filistinlilerin haklarının reddi ile
sınırlı olmayıp İsrail’in bölgesel ve hatta küresel
rolünü de kapsar: İsrail emperyal küreselleşme güçlerinin bölgedeki sivri ucudur ve politikaları ile küreselleşme
sürecinin en çirkin ve en vahşi yüzünü yansıtır. Bunun örnekleri
İsrail’in Arap uluslarına karşı yürüttüğü
sürekli saldırganlık, geçmişte Güney Afrika’daki
ırkçı rejim, Latin Amerika’daki faşist
diktatörlükler gibi dünyanın en kanlı ve ırkçı
yönetimleri ve Afrika’daki savaş ağaları ile girdiği ilişkilerdir.
2.11
Özetle İsrail ile emperyalizm arasındaki bağlaşma rastlansal
değildir; bu bağlaşma ne duygusal ve dinsel motiflerden kaynaklanır, ne de Avrupa’daki Yahudilerin yaşadığı trajediye verilen bir yanıttır. Tersine, İsrail’le
Batı arasındaki bağlaşma, ABD’nin küresel
politikasının siyasal, ekonomik ve askeri ihtirasları
bağlamında İsrail’in koruduğu çıkarları ifade
eder. Bu bakımdan İsrail, ABD’nin Filistin halkının
haklarını sürekli olarak reddedişini
pekiştirir ve Batı’nın Ortadoğu halkları
üzerindeki askeri ve siyasal boyunduruğunun
sürdürülmesine yardımcı olur.
Filistin halkının
yadsınması
3.1
Filistinlilerin varlıklarının
yadsınması; İsrail’in uyguladığı etnik temizlik,
sistematik ayrımcılık, temel yurttaş
ve insan haklarının reddi ve Filistinlilerin tarihten silinmesi gibi sömürgeci stratejiler yoluyla gerçekleştirilir. Sömürgeleştirme sürecine
ilişkin İsrail öyküsü, Filistin’in fethi ve
işgalini meşrulaştıran ve dahası
1940’ların sonları ve 1950’lerin başlarında
Filistin’in kesintisiz bir etnik temizliğe tabi tutulması gibi tarihsel olguları
reddeden bir dinsel mitolojiye dayanır.
3.2
Halihazırda, Filistinlilerin İsrail işgaline karşı siyasal ve askeri direnişinin tüm biçimleri, her yola başvurularak ortadan kaldırılması
gereken bir ‘terör’ olarak tanımlanmakta, böylelikle Filistinlilerin
bugünkü insani varoluşları ve dolayısıyla onların sahip olmaları
gereken haklar yadsınmaktadır.
3.3
Batı medyası İsrail’in
saldırganlığını, çıkardığı savaşları ve katliamlarını
‘demokratik İsrail’in ‘kendini savunması hakkı’ olarak
sunuyor. Bu tabloya göre, İsrail, demokrasiden
anlamayan vahşi Arap ve
Filistinlilerle karşı karşıya bulunuyor.
(Buna göre- G. A.) İsrail,
adalet ve cezalandırma standartları belirleme ve iradesine rıza göstermeyenler üzerinde otorite kurma hakkına sahip bir
uygarlık ve demokrasi sembolüdür.
3.4
Batı medyası aynı zamanda, Batının imgeleminde çarpık
bir Arap ve Filistinli imajı yaratıyor. Medya, kin ve hıncı körükleyen stereotipler
oluşturuyor. Araplar’ın dinsel ve kültürel
inançlarını aşağılayan bu yaklaşım,
‘kültürler arası çatışmanın’ koşullarını olgunlaştırıyor.
3.5
Özetle, Filistin halkının İsrail tarafından yadsınması, küresel medyada Arap imajının Batı tarafından çarpıtılması ile birleşiyor. Her iki yan da, ‘ötekinin’
özelliklerini, farklılıklarını, insan haklarını,
kültürel karakteristiklerini ve insanlık deneyimini yadsıyan ırkçı bir boyut
içeriyor. İsrail diğer uluslara adalet taşıma
hakkına sahip üstün varlık gibi gösteriliyor.
Barış süreci ve küreselleşme
4.1
İsrail’in askeri gücüne, ABD’den aldığı
desteğe ve Arap dünyasının ilkel bir nesne olarak algılanmasına dayanan barışa erişme vizyonu, barış
koşullarını sadece kendisinin dayatma hakkına sahip olduğu bir süreçte
gerçekleşebilir. Bu, Filistin halkının
insan haklarına kavuşacağı bir alanı da, tabii böyle
bir alan varlık bulacaksa, kapsar.
4.2
Bu alan aslında
bir ‘hayırlar’ listesinden
oluşmaktadır; geri dönme
hakkına hayır, Filistinlilerin Kudüs üzerindeki tarihsel ve siyasal haklarının kabulüne hayır, yerleşim birimlerinin kaldırılmasına hayır, egemen
bir Filistin Devleti’ne hayır.
4.3
Bu barış versiyonunu dayatmak için İsrail; yolculuk
ve nakliye hakkını kısıtlama, suikastler,
gözaltılar, sokağa çıkma yasağı uygulamaları, evleri ve çiftlik hayvanlarını yok etme
yolu ile Filistinlilerin yaşamını cehenneme
çevirmek için her şeyi
yapmayı göze almıştır.
4.4
İsrail barış değil, teslimiyet istemektedir.
4.5
1990’ların başında Madrit Konferansı ile başlayan ve ABD-İsrail bağlaşması çerçevesinde hazırlanmış olan barış süreci, Sovyetler Birliği’nin
yıkılması ve Körfez Savaşı’nın sonuçlarına bağlı
olarak ilerledi. Bu süreçte, Sovyet-sonrası
dönemi ‘Yeni Dünya Düzeni’ olarak algılayan ABD’nin vizyonu, İsrail’in
‘Yeni Ortadoğu’ya ilişkin arzusuyla buluştu.
4.6
Madrit sürecini
bir dizi ekonomi konferansı izledi; zaten bir kriz içinde olan
ulusal rejimleri küresel pazarın liberalize
edilmiş ekonomileri haline getirmek için son bir kez daha iterek Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın
ekonomik düzenini yeniden yapılandırmaya girişen Kazablanka,
Doha, Umman ve Kahire
konferansları. Bu konferansların amacı, ABD ve İsrail’in
ekonomik ve siyasal çıkarlarını dayatarak Arap- İsrail çatışmasına ve Filistin-İsrail
çatışmasına bir son vermekti.
4.7
Bu ikili bir dayatmaydı:
Bir yandan Arap devletlerine sosyo-ekonomik
liberalizasyonu dayatırken, bir
yandan da onlara, Filistinlilerin hiçbir talebini
kabul etmeye zorlanmayacak olan İsrail Devleti’nin
siyasal olarak tanınmasını dayatma.
4.8
Sürecin ekonomik sembolü, Arap ülkelerinin
İsrail’e uyguladığı doğrudan ve dolaylı boykotun kaldırılmasıdır.
4.9
Sürgündeki yenik Filistin önderliğinin, Filistin’de
yaşayan Filistin halkı tarafından reddedilen Oslo sürecini kabul
etmesinin vardığı son nokta, Ortadoğu,
Orta, Güney ve Uzak Doğu
Asya pazarlarının İsrail’e açılmasıyla örtüşüyordu.
Bu süreç Filistinlilere,
İşgal Altındaki Bölgelerde İsrail-ABD liderliğinde kurulacak serbest ticaret bölgelerinde ucuz işgücü olarak çalışacakları
bir gelecek de hazırlamaktaydı.
4.10
İkinci Filistin İntifadası, direnişin irade ve
ruhunu ve bu projenin reddini ifade etmektedir.
4.11
Filistin halkı
stratejik bir tercih olarak, İsrail’in tamamen 4 Temmuz 1967’deki** sınırlara çekilmesini, İsrail Devleti’nin yanında gerçek anlamda bağımsız
bir Filistin Devleti’nin kurulmasını ve Filistin halkının kendi topraklarına
dönme hakkının yaşama geçirilmesini öngören BM kararlarına
dayanan bir barış öneriyor.
Filistinliler ve küreselleşme
karşıtı hareket
5.1
Ulusal ekonomilerin liberalleşmesi
ve Yapısal Uyum Programlarının
uygulanmasının yanısıra, İsrail ile siyasal teslimiyet
nitelikli bir barışın dayatılması; küreselleşme sürecinin bütün içsel
çelişmelerinin Ortadoğu’da şiddet yoluyla yaşama
geçirildiğini gösteriyor. Bunun sonucu ise
radikal İslam’ın yükselişi, kültürel ve dinsel
çatışmaların patlak vermesi,
emperyalist askeri güçlerin müdahalesi ve bütün
Arap ülkelerinde kitlelerin hoşnutsuzluğunun giderek büyümesidir.
5.2
Bu süreçlere
karşı direnişin çekirdeğinde Filistinli yurtsever
güçlerin emperyalist projeye kahramanca direnişi
bulunuyor. Ne var ki, Filistinliler, siyasal
liderlerinin öldürülmesine, evlerinin
yıkılmasına, topraklarının tahrip
edilmesine ve Filistin’in altyapısının yokedilmesine
karşı savaşımları sırasında trajik
bir biçimde yalnız bırakılmaktadırlar.
5.3
Arap ülkelerinin
liderlerinin ve Avrupalı arabulucuların Filistinlilere, egemenlik ve bağımsızlığı yadsıyan bir anlaşmayı kabul ettirmeye yönelik
zavallı çabaları ise acı bir ironiden başka bir şey
değildir.
5.4
Küreselleşme karşıtı hareketin rolü sadece Filistin savaşımının
başarıya ulaşmasını dilemekle sınırlanmamalı,
bu savaşımla ortaklaşmayı ve onun zafere ulaşmasına yardım etmeyi de
kapsamalıdır. Dünyanın her yanındaki
küreselleşme karşıtı hareketlerin görevi
Filistin halkının haklarını, özgürlüğünü ve
bağımsızlığını savunma bayrağını yükseltmektir. Bu,
neo-liberal küreselleşmenin alternatifine
inancın ve bağlılığın bir ifadesi olacaktır.
*Dr. Macit Nasır,
Sağlık İşleri Komiteleri Birliği’nin yönetmen
yardımcısıdır. Nasır İbrahim, Alternatif
Enformasyon Merkezi Kollektifi’nin bir üyesidir.
-
*4 Haziran olmalı.
Yazarlar burada, İsrail’in 5 Haziran 1967’de başlattığı Altı Gün Savaşı öncesi
sınırlarına
çekilmesi gerektiğini anlatmak istiyorlar.
(G. A.)
Bir İktisatçı İsrail’in ABD İçin Giderek Artan
Bedelini Hesaplıyor
David R. Francis, The
Christian Science Monitor, 9 Aralık 2002
1973’ten bu yana İsrail
ABD’ne 1.6 trilyon dolara mal olmuştur.
Bugünün (ABD- G. A.) nüfusuna göre hesaplanacak olursa bu, kişibaşına 5,700
dolardan daha fazla para demektir.
Bu rakam, Washington
‘da ikamet eden Thomas Stauffer adlı bir
ekonomi danışmanının tahmini. Onyıllardır,
Stauffer’in Ortadoğu sahnesine ilişkin analizleri İsrail
lobisinin başını az ağrıtmamıştır. Bay Stauffer, yıllardır
ilk kez İsrail’in Filistinlilerle uzun süredir devam
eden sert çatışmasının ABD’ne toplam
maliyetini hesaplamış bulunuyor. Onun hesapları,
bugüne kadar ABD’ne kesilen faturanın, Vietnam savaşınınkinin iki katından
fazla olduğunu gösteriyor.
Şimdiyse İsrail daha da fazlasını istiyor. Geçen
ay Beyaz Saray’da yapılan bir toplantıda İsrailli yetkililer
intifada ve intihar bombalamalarıyla başedebilmek için yaptıkları
uğraşların neden olduğu ek harcamaları karşılamak için 4 milyar
dolar ek askeri yardım çağrısında bulundular.
Onlar ayrıca, İsrail’in durgunluk içindeki
ekonomisini ayağa kaldırmak için 8 milyar dolardan fazla borç garantisi
istediler.
Stauffer, İsrail’in
içinde bulunduğu derin ekonomik sıkıntı
gözönüne alındığında, bu ülkenin
borç garantilerinin karşılığı olan bonoları ödeyebileceğinden kuşku duyuyor. Büyük olasılıkla bonolar
yeniden yapılandırılacak ve itfa dönemi
gelene değin İsrail bunlar için herhangi bir faiz ödemesi
yapmayacaktır. Stauffer haklıysa, on yıl içinde bu bonoların hem anaparasını, hem de faizlerini ödemek
sonunda ABD’ne düşecektir. İsrail’in talebi belki de, büyük olasılıkla önümüzdeki yılın başlarında Irak savaşının maliyetini karşılamak
için çıkarılacak ek harcama yasa tasarısının
içine gömülecektir.
İsrail, ABD’nden dış yardım alan ülkelerin
başında geliyor. Bu ülke, 2003 mali yılında 2.04 milyar dolar
askeri yardım ve 720 milyon dolar
ekonomik yardım alacaktır. İsrail, uzun süredir
ABD’nden yılda 3 milyar
dolar yardım almaktadır.
Stauffer, resmi yardımın
2001 yılı dolarının satınalma gücüne
ayarlanması halinde, İsrail’in 1973’ten bu yana ABD’nden 240 milyar dolar almış olacağını tahmin ediyor. Buna ek olarak ABD, İsrail’le barış anlaşmaları
imzalamaları karşılığında Mısır’a 117
milyar dolar ve Ürdün’e 22 milyar dolar vermiş
bulunuyor.
Stauffer, ABD Kara
Kuvvetleri Savaş Koleji’nin isteği
üzerine geçenlerde Maine Üniversitesinde
ABD’nin Ortadoğu politikasının toplam maliyeti üzerine verdiği bir
konferansta, “Dolayısıyla, yönetsel bakımdan olmasa da siyasal bakımdan bu
harcamalar İsrail’i desteklemek için
hazırlanan paketin bütününün bir parçasıdır” dedi.
Bu dış yardım
maliyetleri iyi biliniyor. Büyük olasılıkla,
bir çok Amerikalı belli bir stratejik önemi olan ve
zor durumda bulunan bir demokrasiyi desteklemek için gözden çıkarılan
paranın yerinde bir harcama olduğunu
söyleyecektir. Fakat, İsrail’i desteklemenin maliyetinin bir bölümünün gizli olmasa bile iyi bilinmediğini belirten
Stauffer, Amerikalıların faturanın bütününden haberdar olup olmadıklarını merak
ediyor.
Dev bir harcama
kalemi var ki, bu bir sır değil. Bu, daha yüksek
petrol fiyatı ve İsrail-Arap
savaşlarının ABD’ne verdiği ekonomik zarardır. Örneğin 1973’te
Arap ülkeleri, İsrail’in 1967 savaşında
ele geçirdiği toprakları geri almak için İsrail’e saldırdılar. Başkan Nixon’ın İsrail’i yeniden Amerikan silahlarıyla donatması, ABD’ne karşı Arap petrol
ambargosunu tetikledi. Petrol sevkiyatı açığı derin bir durgunluğa yol açtı.
Stauffer, bunun sonucunda ABD’nin (2001 doları
olarak) 420 milyar dolar değerinde üretim
kaybı olduğunu hesaplıyor. Petrol fiyatlarındaki
yükseliş ise ayrıca 450 milyar dolarlık bir kayba
yol açtı.
ABD, Arap ülkelerinin
petrol silahını yeniden kullanabilecekleri kaygısıyla bir Stratejik Petrol Rezervi oluşturdu. Stauffer, bu rezervin, muhafazakar bir tahminle 134 milyar dolara mal olduğunu
düşünüyor
Diğer ABD yardımları şu kalemleri
içeriyor:
-
ABD’ndeki Yahudi hayır
kurumları ve örgütlerinin İsrail’e gönderdikleri
paranın ve satın aldıkları İsrail bonolarının
değeri 50 ila 60 milyar dolar dolayındadır. Stauffer, kaynağı özel de olsa
bu paranın ABD ekonomisi bakımından
“net bir çıkış” olduğunu söylüyor.
-
ABD şimdiden
İsrail’e 10 milyar dolar değerinde ticari kredi ve 600 milyon dolar değerinde konut kredisi vermeyi garanti etmiş bulunuyor.
Stauffer, bu harcamaların ABD Hazinesinden çıkacağını
düşünüyor.
-
ABD, İsrail’in
Lavi savaş uçağı ve Arrow füze projelerini
desteklemek için bu ülkeye 2.5 milyar dolar vermiştir.
-
İsrail kullanılabilir durumdaki “gereksinim fazlası” ABD
askeri donanımını indirimli fiyatlarla
satın almaktadır. Stauffer, bu
indirimlerin son yıllarda milyarlarca doları
bulduğunu söylüyor.
-
İsrail 1.8 milyar doları bulan yıllık askeri yardım ödeneğinin görünüşte ABD silahları
satın almak için ayrılmış olan aşağı yukarı yüzde 40’ını İsrail yapımı askeri donanım satın almada kullanmaktadır.
Ayrıca bu ülke, ABD
Savunma Bakanlığından ya da ABD silah şirketlerinden
İsrail yapımı donanım ya da alt- sistemler
satın almalarını isteme hakkını
elde etmiş ve böylelikle
onların ABD’nin İsrail’e verdiği her dolar başına 50 ila 60 sent ödemelerini
sağlamıştır.
ABD’nin mali ve
tekniksel yardımı, İsrail’in büyük bir silah
satıcısı haline gelmesini sağlamıştır. Silah satışları, İsrail’in sanayi ürünleri
ihracatının hemen hemen yarısını oluşturur. ABD savunma şirketleri sık sık İsrail donanımı satın almak zorunda bırakılmalarından ve İsrail’in,
ABD vergi yükümlülerinin cebinden çıkan parayla ABD için
ek bir rakip hale gelmesinden rahatsızlık
duymaktadırlar.
-
Stauffer’ın tahminlerine göre, politikası ve ticari
yaptırımları, ABD’nin Ortadoğu’ya
ihracatını yılda yaklaşık olarak 5 milyar
dolar kadar azaltmakta ve böylece ABD’nde
70,000 dolayında işin kaybına mal olmaktadır.
Dış yardımlarda adet olduğunun tersine, İsrail’e, aldığı yardımı ABD malları
satın almada kullanmanın dayatılmaması nedeniyle ABD’nde 125,000 iş daha yitirilmektedir.
-
İsrail 1980’lerin ortalarında Suudi
Arabistan’a F-15 savaş uçaklarının satışında olduğu gibi, ABD’nin bazı önemli silah satışlarını
engellemektedir. Stauffer, bunun son 10 yılda
10 milyar dolara mal olduğunu söylüyor.
Stauffer’ın listesi tartışmalı olabilir. Bu araştırmasını
yaparken o, ABD’nin İsrail politikasını
eleştirmelerinden ötürü anti-Semitizmle suçlanacaklarından
korktukları için isimlerinin açıklanmasını
istemeyen çoğu emekli bazı
askeri ve diplomatik görevlilerin
yardımından yararlanmıştır.
Asıl Kazanan Taraf: İsrail
Salih Abdülcevat,
El Ehram, 17-23
Nisan 2003, Sayı: 634
Irak'a karşı
savaş bağlamında yeniden ve yeniden
su yüzüne çıkan önemli bir sorun, İsrail'in
ve Siyonist lobinin Amerikan yönetimine
olduğu kadar Amerikan halkına da savaş seçeneğini dayatmasına ilişkin çabalarıdır. Başka bir anlatımla, İsrail'in Irak'a karşı
savaşla varmak istediği hedef nedir ve bunun Filistinlilerin yaşamı üzerindeki etkisi ne olacaktır?
Birincisi, İsrail
Araplara ve özellikle Irak gibi bellibaşlı bir düşmana
karşı saldırının, hem Arap düzenine
indirilmiş bir darbe olacağını, hem de Filistinlilerin konumunu zayıflatacağını düşünmektedir. 1979'daki Camp David Anlaşmasının ardından çıkarları ABD'ninkilerle içiçe geçmiş olan Mısır
operasyonel olarak 'Arap/ İsrail' çatışması
alanının dışına çıktı; bu durum günümüzde
de sürmektedir. O günden bu yana İsrail
dikkatini, diğer Arap rejimlerinin yoksun olduğu önemli bir kaynak çeşitliliğine -petrol,
mali zenginlik, bol su kaynakları, önemli miktarda
verimli toprak, yeterince büyük bir nüfus,
açık seçik bir milliyetçi gündem ve askeri, endüstriyel ve
bilimsel altyapı- sahip olan Irak'a çevirmiştir.
İkincisi, bu Amerikalıların ivedi planları
arasında yer almasa da Irak'a karşı savaşın bu ülkenin parçalanmasına yol açması
olasılığı yüksektir. Böylesi bir parçalanma,
İsrail'in bölgeye ilişkin vizyonuna uyacak ve İsrail'in
konumunu büyük ölçüde güçlendirecektir.
Bölgeye ilişkin bu vizyon, 19. ve 20. yüzyılın oryantalist Ortadoğu perspektifine
dayanmaktadır. Bu görüşe
göre bölge, çok sayıda etnik grup, kültür
ve milliyetlerden oluşan bir mozaiktir ve dahası, Irak nüfusu
da aynı biçimde Sünni, Şii, Kürt ve Hristyanlar olarak bölünmektedir. Üstüne üstlük, Bağdat, Tikrit, Basra ve Musul gibi ekonomik ve siyasal bakımdan önemli kentlerin çevresinde yoğunlaşmış güçlü bölgesel, mezhepsel ve aşiretsel bağlılıklar bulunmaktadır. Mozaik Irak perspektifi, Arap ulusal ideolojisini ve Filistinlilerle
Araplar arasındaki bağı reddeder. Bu
perspektif, Yahudi milliyetçiliği ve “zayıflara
iktidar” düşüncesi üzerine kurulu Siyonizmi meşrulaştırmaya hizmet
edecektir.
Yazılarını bir araya getirdiği The Voice
of Israel (=“İsrail'in
Sesi”) adlı kolleksiyonda
Abba Eban* Siyonist ideolojiyi bu açıdan net bir biçimde
betimledi. Eban, Ortadoğu'nun kültürel bir birim olduğu ve İsrail'in bu birime entegre olmakla yükümlü bulunduğu varsayımını sorguluyor. Bunun yerine o, Arapların, kılıç zoruyla gerçekleştirdikleri kısa birlik dönemleri
dışında hep birbirlerinden ayrı yaşadıkları
gerçeğini ‘açıklığa kavuşturuyor’. Daha
sonra o, siyasal bölünmelerin Batı sömürgeciliği tarafından ortaya çıkarılmadığını söylüyor ve Arap ülkelerini
birleştiren kültürel ve geleneksel bağların,
siyasal birlik oluşturmak için yeterli bir zemin olmadığının altını çiziyor.
Bu yüzdendir ki, birbirini izleyen İsrail hükümetlerinin tümü, Irak'ta Kürtlerin ya da Lübnan'da
Marunilerin durumunda olduğu gibi, Arap-olmayan etnik azınlıkları destekleme ilkesini benimsemişlerdir. Özellikle 1930'ların
sonlarından ve Filistin sorununun Araplaşmasının
başlamasında bu yana Siyonist harekete ilişkin
literatür, genel olarak Siyonist liderlerin ve özel
olarak da yeşiva liderlerin umutlarını ve
ilgilerini Arap dünyasında ve komşu
Arap-olmayan ülkelerdeki tüm azınlıklarla
ilişkiler kurmaya bağladıklarını göstermektedir.
1930'ların
sonlarından bu yana Ben-Gurion**, Siyonizmin tartışma
götürmez akideleri haline gelecek olan aşağıdaki
ilkeleri formüle etti:
1.
Araplar Siyonist
hareketin başta gelen düşmanıdırlar.
Bu baş düşmana karşı koyabilmek için Siyonizmin Doğu'da,
Batı'daki bağlaşıklarıyla birlikte saf tutacak
bağlaşıklar araması gerekmektedir. Sözkonusu
esas çatışmayla yüzyüze gelindiğinde bu bağlaşıklara, Siyonist projenin iktidarını
destekleyecek bir karşı kuvvet olarak gereksinim duyulacaktır. Önünde sonunda bu, 'bizimle onlar arasında kanlı bir savaşım'dır. Dolayısıyla, -“Yahudi halkının
baş düşmanı” olan- Arap milliyetçiliğine karşı
çıkan ya da onunla savaşmaya hazır olan bütün grup ve mezhepler,
Siyonizmin yerleşim ve devlet-güdümlü
politikalarını yaşama geçirmesine yardımcı olabilecek
potansiyel bağlaşıklardır.
2.
Çeşitli hükümetler
tarafından terörize edilen ve ezilen
Yahudi halkı ve özellikle Arap ülkelerinde yaşamakta olan
Yahudiler, Araplar ya da Müslümanların “ezdiği” bütün azınlıkları
bağlaşıklar ve ortaklar olarak algılamaktadırlar. Bu yüzden, kendisini bu zulümden
kurtarma duygusu Yahudiler ve adıgeçen gruplar tarafından paylaşılmaktadır.
Yukarda belirtilen
iki ilke 'Periferiyle Bağlaşma Teorisi'nin
temelini oluştururlar.
3.
Ben-Gurion, İsrail
devletinin kurulmasından sonra, bu teoriyi daha da geliştirmeyi ve Arap ülkelerinin çevresinde onların düşmanlarından meydana gelen bir çember oluşturmayı düşlüyordu. O, dikkatini Türkiye, İran ve
Etyopya'yla stratejik ilişkiler kurma üzerinde
yoğunlaştırdı (Kuşatma Teorisi). O, aynı
zamanda, Arap dünyası çevresindeki bu kuşatmayı genişleterek İsrail'in diğer Asya ve Afrika ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmesini amaç edindi. Bu siyasetin en son halkası, büyük ölçüde Pakistan'ın
nükleer silahlar edinmesine, Hindistan'da Hindu
revizyonizminin (4) ortaya çıkmasına ve bu ülkenin
devsel boyutlardaki pazarına nüfuz etme isteğine bağlı olarak
Hindistan üzerinde odaklanmaktadır.
Ben-Gurion'un, diğer
Siyonist liderlerle birlikte formüle ettiği
düşünceleri (Periferiyle Bağlaşma Teorisi ve Kuşatma Teorisi) Arap dünyasına
karşı savaşım bağlamında çeşitli bağlaşıklarla karşılıklı etkileşim içine girmenin temelini oluşturmuştur.
İsrail; Sudan, Irak, Mısır ve Lübnan'daki
ve düşmanı saydığı Arap dünyasındaki ayrılıkçı hareketleri
işte bu arkaplan zemini üzerinde
desteklemiştir. Bu çerçevede, Irak'a ilgi ve bu ülkeyi güçten düşürme ya da onun güçlenmesini engelleme
doğrultusundaki çabalar, her zaman Siyonizmin
temel amaçlarından biri olagelmiştir.
İsrail bazan, Kürt hareketinin önderleriyle gizli ama
sıkı ilişkiler kurmak suretiyle
Irak'ta bir dayanak noktası edinmeyi başarmıştır.
Tam tersine, esas olarak Mısır devletinin tarihsel sürekliliği nedeniyle
Siyonizm, Mısır'daki Kıpti toplumu içinde
bağlaşıklar kazanamamıştır.
Siyonistlerin Kürtlerle
iletişimi 1930'ların sonlarında başladı. Kürtlerle temas kurma sorumluluğunu, en önemli
planlayıcılardan ve “periferiyle bağlaşma”
stratejisini oluşturan düşünürlerden adı
çıkmış Siyonist istihbarat elemanı Rubin Şiluah üstlenmişti.
O zamanlar -Bağdat'daki
bir Yahudi okulunda eğitim görme örtüsü
altında- Irak'ta bir casus olarak yaşamakta olan Şiluah Kuzey Irak'taki dağlık
Kürt bölgesine gidip gelmekteydi. O 1940'ların sonlarında
orada, Irak'lı Yahudilerin
Türkiye üzerinden Filistin'e ulaşmalarına
yardımcı olmak isteyen Kürtlerle ilişkiler
kurmuştu.
1950'lerin sonu ve 1960'ların
başlarına gelindiğinde, Irak'taki merkezi hükümete
karşı savaşlarında Kürtlerin silah ve askeri eğitim
gereksinimini karşılayan başlıca güç İsrail idi. Bütün detaylar henüz
açığa çıkmamış olmakla birlikte, Kuzey Irak'ta değişik
kılıflar altında (askeri danışman,
tarım uzmanı, eğitmen ve doktor) binlerce
MOSSAD uzmanının bulunduğu biliniyordu;
(1991'deki- G. A.) İkinci Körfez Savaşında Kürtlerin stratejik öneme sahip ve petrol
zengini Kerkük'ü ele geçirmelerinin
ardından İsrail'in Kürtlere desteği doruk noktasına
vardı. Ancak ABD'nin, merkezi hükümetin denetimini sona erdiren değişiklikler empoze etmesi ve bir Kürt egemenlik
bölgesi kurmasından önce, ayrılıkçı hareket
Irak ordusunun ağır darbeleri altında
hızla çöktü.
İsrail aynı şekilde,
İran Şahı'nı Bağdat'a karşı savaşımında destekledi.
İsrail'in Şah'la ilişkisi, MOSSAD'ın İngiliz (MI6) ve Amerikan (CIA) istihbarat örgütleriyle, demokratik seçimlerle işbaşına gelmiş bulunan Musaddık hükümetinin 1953 yılında
devrilmesini sağlamak için işbirliği
yapmasıyla başladı. Şah'la oluşturulan ortaklık, Humeyni işbaşına
gelene kadar geçen süre içinde İran'ın, İsrail'in
ürünlerinin başlıca alıcısı olmasına olanak
verdi. İsrail, Şah'ı koruyan kötü
ünlü ve vahşi istihbarat
servisi SAVAK'ın eğitiminde de rol oynadı.
Dahası İsrail,
Irak'ı yakın gözetim altında tutmaya çalışmış
ve onun, nükleer güç sahibi olmasını engellemek için
elinden gelen her şeyi yapmıştır. Bu bağlamda, İsrail 1977'de
Fransa'da montaj aşamasında olan Irak
reaktörünü tahrip etti. O, başta
Paris'te cinayete kurban giden Mısır'lı
bilimadamı Yahya El-Meşd başta gelmek üzere, Irak nükleer
programında çalışan bilimadamlarını da öldürdü.
Süper topun düşünce babasını Brüksel'de
öldüren ve 1981'de Irak'ın Usaris nükleer santralini tahrip
eden de gene İsrail idi. İsrail
aynı zamanda Birinci Körfez Savaşı
sırasında İran'a silah sağlamaktaydı.
İsrail'in Irak'a olan düşmanlığı Saddam Hüseyin
rejiminden çok öncelere, Irak'ın da içinde yer aldığı 1948 Savaşına kadar uzanır.
O zaman, savaşta yer alan ülkelerden sadece
Irak, 1949'daki Rodos Ateşkes Anlaşmasını önceleyen müzakerelere
katılmayı reddetmişti. Aynı şekilde Irak 1967
savaşında Ürdün cephesine takviye
kuvvet göndermişti. Bütün bunlara ek olarak
Irak 242 sayılı BM Kararını
tanımayı reddetmiş ve 1973 Savaşında
Şam'ın savunmasına aktif olarak katılmıştı.
Üçüncüsü, kendi başına bir amaç
olması bakımından savaş, İsrail'in politikasının hiç değişmeyen bir öğesi olagelmiştir. Arap dünyasına
karşı yürütülen bir dizi savaş, İsrail'e Arap dünyasını güçten düşürme olanağının yanısıra, demografik ve siyasal durumu Filistinliler aleyhine değiştirme
olanağı vermiştir. İsrail'in içinde yer almadığı
bölgesel savaşlar bile onun yararına
olmuş ve Filistin ulusal hareketini zayıflatmaya
hizmet etmiştir. Birinci ve İkinci Körfez Savaşları buna örnektir.
1948 Savaşı 800,000 Filistinlinin topraklarından kovulmalarına yol açtı ki, bu rakam
Siyonistlerin denetimi altına giren nüfusun
yüzde 87'sine karşılık düşmektedir.
Gizliliği kaldırılmış olan İsrail belgelerine göre, 1956 Savaşı
sırasındaki Kufr Kasım katliamının yeni bir Filistinlileri kovma dalgasının önünü açmak ve Batı Yakası'nın işgalini sağlamak için yapıldığı
anlaşılmaktadır. 1967 Savaşı
sırasında 400,000 Filistinlinin topraklarından
kovulması ve ardından Batı Yakası'nın ve Gazze Şeridi'nin işgali, İsrail'in bölgesel bir güç merkezi haline gelme
yolundaki hırsını yaşama geçirmesini kolaylaştırdı. İsrail'in 1982'de Lübnan'ı işgali de
Filistinli mülteciler açısından tehlikeli
demografik değişikliklere yol açtı. 1982'de Lübnan'da yaşayan 450,000
Filistinliden şimdi geriye ancak 250,000
kişi kalmıştır. (Bu savaş
olmamış olsaydı, Lübnan'daki
Filistinlilerin sayısı
bugün en az 650,000 dolayında olaacaktı.)
Lübnan'daki Filistinlilerin savaş nedeniyle yüzyüze geldikleri
toplumsal, moral ve siyasal yenilgiyi ise hiç anmıyorum bile.
Irak ile İran
arasındaki Birinci Körfez Savaşı Filistin davasını zayıflattı: Arap dünyası
ikiye bölündü, Arap kaynakları
israf edildi, petrol geliri büyük ölçüde eksildi ve Arap dünyasının Filistin
sorununa ilgisi azaldı. Bütün bunlar
Filistin sorununu olumsuz etkiledi.
Son olarak,
1991'deki İkinci Körfez Savaşı, işgal altındaki bölgelerde yaşayan Filistinlilerin gelir ve gücünün ana atardamarlarından
birini oluşturan Kuveyt'teki Filistin toplumunun bu ülkeden kovulmasına yol açtı. Bence İzak
Şamir 1990 Katliamını gerçekleştirmek ve bu olayı kullanmak suretiyle Batı
Yakası sakinlerinin buradan kovulmasına yol açacak bir süreç
yaratmayı tasarlıyordu. Katliam, 1991 Körfez
Savaşının patlak vermesinden üç ay önce, Harem El-Şerif
kompleksinde meydana geldi; İsrail askerleri Filistinli göstericilere ateş açarak 20 kişiyi öldürdüler. Ancak o sıra,
Irak'a karşı savaşta Arap bağlaşmasını muhafaza etmeyi
hesaplayan Amerikan yönetimi, Şamir'in planının yaşama geçirilmesini
önledi.
Yazar, Batı
Yakası'ndaki Beir Zeit Üniversitesi'nde
siyasal bilimler profesörüdür.
* 1948'de İsrail'in BM'deki temsilcisi
olan ve 1959-74 yılları arasında aralarında dışişleri bakanlığı görevi de olmak
üzere çeşitli görevlerde bulunan İsrail'li politikacı. (G. A.)
* *Siyonist hareketin en öndegelen önderlerinden ve
1948-53 yılları arasında ülkenin başbakanlığını yapmış olan İsrail'li
politikacı. (G. A.)
* **Hindu şovenistlerinin gerici ve yayılmacı amaçlarla
tarihi yeniden yazma ve yorumlama yolundaki çabalarına verilen ad. (G. A.)
Birinci
İntifada’nın 16. Yıldönümü
Tony Seed, 9 Aralık
2003
Kahraman Filistin
halkının Siyonist İsrail’e ve İşgale karşı, bugün birinci İntifada olarak
anılan ayaklanması, bundan 16 yıl önce, 9 Aralık 1987’de patlak verdi. Sözcük
anlamı, “fırlatıp atma” ya da “devirme” olan İntifada, bir “Yurttaş
Ayaklanması”dır. Hareket ilk başta, bir İsrail kamyonuyla Filistinli işçileri
taşıyan iki kamyonetin çarpışmasının ardından 4 Filistinli’nin öldürülmesi
üzerine ortaya çıktı.
Protestolar; yoğun
biçimde silahlanmış olan yerleşimcilerin
İşgal Altındaki Topraklarda silahsız Filistin halkına karşı yoğunlaşan şiddeti, artan işsizlik ve yükselen ulusal bilinç ve 1960’lardan bu
yana Diyaspora’da ve özellikle İsrail’in ABD’nden aldığı
yeşil ışığın ardından gerçekleştirdiği 6 Haziran
1982 Lübnan işgalinden, Beyrut’taki Sabra ve
Şatila kamplarındaki katliamlarından, Tunus’ta
Filistin liderliğini katletme girişimlerinden
(Ekim 1985) ve Lübnan halkının işgale karşı
boyuneğmez direnişinden bu yana oluşan
siyasal seferberlik bağlamında gerçekleşti. Beyrut çevresindeki kamplarda
can veren Filistinli kadınların, çocukların ve yaşlıların kanı, ABD’nin
ciddi garantilerinin değersiz olduğunu kanıtlamıştı. FKÖ’nün 1987 ilkbaharında Cezayir’de yapılan
toplantısı, kurtuluş hareketinin saflarında
dikkate değer bir
birlik ve doğru yön duygusu yaratmış
ve ülke içinde ve dışındaki
Filistinlilerin morallerini yükseltmişti. 1987 sonbaharında Ürdün’ün başkenti Amman’da,
Batı Yakası’nın hemen yanıbaşında
toplanan Arap Doruğu, işgal altındaki Filistin halkının yaşadığı sıkıntıları neredeyse görmezden gelmek
suretiyle onların kendi adlarına
hareket etme ve kendi güçlerine dayanma yolundaki kararlılıklarını güçlendirdi.
O ilk gün
içinde İsrail yetkilileri, içlerinde Gazze’den Fatma el Kıdri adlı küçük çocuğun da bulunduğu bir kaç Filistinliyi vurarak öldürdüler. Ertesi gün
protestolar derhal Batı Yakası’nın Nablus kentine sıçradı ve burada
da İsrail yetkilileri, içlerinde
18 yaşındaki İbrahim Ekeik’in de bulunduğu bir dizi
Filistinliyi daha vurarak öldürdüler. 13 Aralık’ta
Doğu Kudüs’te protesto eylemleri patlak verdi ve bir genel
grev İşgal Altındaki Toprakların tümünü felce uğrattı.
Daha sonra meydana gelen çatışmalar işgal
altındaki Batı Yakası ve Gazze’nin her yanına
sıçradı.
İntifada gençliğin (ki, toplumun yüzde 60’ı 15 yaşının
altındaydı), Filistin toplumunun tüm kesimlerinin aktif katılımıyla gerçekleştirdiği bir halk ayaklanması, bir ulus ayaklanmasıydı.
Filistinliler, yerel polis kuvvetinden ve sivil yönetimden
çekildiler ve Filistinli dükkan sahipleri çalışma saatlerini ve sattıkları
ürünlerin fiyatlarını kendileri saptamaya giriştiler.
İntifada, kendi örgütlenme aracı olan ve çoğu, işgal altındaki günlük yaşamın gerçekliğini sergileyen ve İsrail işgaline son
vermeyi ve Filistin’in bağımsızlığını amaçlayan -bellibaşlı siyasal partilerin koalisyonu olan- Ulusal Ayaklanma Birleşik
Liderliğinin bildirilerinin yanısıra enformasyon ve haber bültenleri yayımlayan halk komitelerini yarattı.
İsrail devletinin buna verdiği karşılık, 1948 yılından
bu yana sürdürdüğü politikanın geneliyle uyumlu oldu: Filistin üniversite ve okullarının kapatılması, aktivistlerin
sürgün edilmesi, evlerin yakılması ve tahribi ve göstericilere ve özellikle
gençlere gerçek ve “kauçuk” mermilerle ateş açma da içinde
olmak üzere terörizm.
1 Temmuz 1988’de, İsrail
Merkezi Komutanlığı, kurulmuş olan bütün halk komitelerini yasadışı
ilan etti. 1989’a gelindiğinde, İsrail’in
Batı Yakası’nda konuşlandırdığı asker sayısı,
(1967 yılındaki- G. A.) Altı Gün Savaşında bu bölgeyi
işgal etmek için kullandığı asker sayısının üç katından fazlaydı; Altı Gün Savaşında,
yaklaşık yarısı ikinci kez olmak üzere çok büyük
sayıda, yani 400,000 dolayında Filistinli evlerinden kovulmuştu. İntifada’nın birinci yılı dolduğunda, İsrail kuvvetlerinin
öldürdüğü Filistinli sayısı
218’i bulmuştu. 20,000 kişi yaralanmış, 15,000 kişi
tutuklanmış, 12,000 kişi hapse atılmış ve 34 kişi, “komite aktivisti” olduğu gerekçesiyle sürgüne gönderilmişti. Bununla birlikte, Kasım 1988’de
Filistin Ulusal Konseyi, Bağımsızlık Bildirgesi’ni
kabul etti ve Batı Yakası ve Gazze’de, ilk
elde 55 ülke tarafından tanınan Filistin
devletinin kuruluşunu duyurdu.
Sovyetler Birliği’nin
çöküşü ve ABD’nin egemen süper devlet olduğu tek kutuplu dünyanın
ortaya çıkmasıyla diğer devrimci ve ulusal kurtuluşçu hareketler
dünya ölçeğinde zayıflarken İntifada devam
etti; bu ulusal ayaklanma Washington’un Ortadoğu’ya ilişkin planlarının
önünde duran temel engel ve Ortadoğu’da emperyalist bir barışın ve
Birinci George Bush’un Körfez Savaşıyla çığırını açtığı sözümona “Yeni Arap Düzeni”nin önünü kesen önemli
bir faktör oldu.
Filistinliler, Lübnan halkının, İsrail’in 1982’de
ABD’nin desteğiyle Lübnan’a karşı giriştiği saldırı ve işgale karşı yiğit direnişinden esinlenmişlerdi ve aynı biçimde Filistin İntifadası
da Lübnan halkının, 1980’lerde ve 1990’larda Güney Lübnan’ın İsrail tarafından
yasadışı bir tarzda işgal altında tutulmasına
karşı giriştiği direniş için esin kaynağı oldu. Bu savaşımlar, ABD politikalarına
boyun eğmeyi ve İsrail’in
vahşeti karşısında sessiz kalmayı
reddeden çeşitli sözde “başarısız” ve “serseri” devletleri devirmek suretiyle jeopolitik haritasını yeniden çizerek Arap bölgesini
bir Amerikan vahası haline getirme çabalarını boşa çıkardı. Oslo sürecinin başlamasıyla sona eren
birinci İntifada döneminde 1,500’den
fazla Filistinli ölürken, binlercesi de sakatlandı.
Eylül 1993’de imzalanan sahte Oslo Anlaşması, Filistinlilerin kendi egemen devletlerine sahip olma hakkını ve 1948’den beri Diyasporada sürgünde yaşayan 5 milyon insanın yurtlarına geri dönme
hakkını tanımayı reddediyordu. Sonu
gelmez bir “barış süreci”nin birbirini
izleyen ve Peres/ Barak ve Clinton’ın katılımıyla gerçekleştirilen çok
sayıda doruk toplantısı, hesaplı kitaplı bir “ne savaş ne barış”
süreciydi. İşgal altındaki Topraklardaki
Siyonist kolonizasyon programının yoğunlaştırılmasının engelsiz bir biçimde ilerlemesini
amaçlayan bu süreç, inisiyatifi Filistin halkının elinden aldı,
ayaklanmayı tasfiye etti ve Filistinlilerin, haklarını
güvence altına almayı hedefleyen uzun
erimli savaşımını yolundan saptırdı.
Yerleşim birimlerinin sayısını 1983-1991
yılları arasında iki katına
çıkaran İsrail, sömürgeci yerleşim uygulamasında, Filistinlileri
“Nakil” etme ve dağıtma politikasında en büyük
atılımı bu dönemde gerçekleştirdi.
İnatçı ve metin direniş bu manevraları
da boşa çıkardı. Bu durum, ABD ve İsrail’in yaşadığı tarihsel
boyutlardaki bunalımı gözler önüne serdi.
Kendi yazgılarını hiç de bu aşağılık
güçlerin eline terk etmeyen Filistinliler, Ariel Şaron’un
28 Eylül 2000’de, Kudüs’ün
Eski Kentin içine ve çevresine konuşlandırılan tepeden tırnağa
silahlı binlerce güvenlik personelinin eşliğinde El Aksa
Camisine yaptığı hesaplı provokatif ziyarete karşı
spontane biçimde (El Aksa İntifadası olarak da
anılan) ikinci halk İntifadalarını
başlattılar. Ellerinde taşlardan başka bir şey olmayan göstericilerle
İsrail kuvvetleri arasında meydana gelen çatışmaların sadece
ilk iki gününde 5 Filistinli öldü
ve 200’den fazlası da yaralandı. Şaron’un “cesur”
ziyareti, terör ve baskı
politikalarını daha önce görülmedik bir barbarlık düzeyinde yaşama geçirmesinin gerekçesini
oluşturdu. Olay, İşgal Altındaki Topraklarda, İsrail’in içinde ve Arap dünyasında
yaygın bir ayaklanmaya ve dünya ölçeğinde bir öfke dalgasına yol açtı ve barış sürecine noktayı koydu.
1930’ların
ortalarının Büyük Ayaklanmasından bu yana görülmeyen
yeni bir ulusal birlik düzeyini yakalayan Filistin halkı, tarihsel önemdeki
9 Aralık 1987’nin
bu birinci İntifadasından itibaren, 100 yaşını
aşkın kendi yazgılarını belirleme ve Tarihsel Filistin’in ulusal bağımsızlığı yolundaki savaşımına siyasal
bir biçim ve içerik
kazandırdı. Özellikle Filistin sokağındaki,
bugüne değin güçlü bir biçimde
sürmekte olan direniş hareketlerinin kararlılığı ve popülerliği,
dördüncü yılına girmiş bulunan ikinci
Filistin İntifadasının ciddi ve zor meydan
okumalarla karşı karşıya olduğu gerçeğini gözlerden saklamamaktadır.
Aralarında bu inisiyatifi, temel talebinden, yani İsrail’in
1967’de işgal ettiği Arap topraklarından tümüyle
çekilmesi, Filistinli mültecilerin geri dönmeleri
ve Tarihsel Filistin’de yeni bir egemen devletin kurulması
talebinden vazgeçirmenin de bulunduğu meydan okumalar,
hareketin hem içinden, hem de dışından
gelmektedir.
Filistin İntifadası
ve direnişi, Filistin
ve Arap halklarının gurur, onur, kültür
ve potansiyelini savunan biricik kaledir. Osmanlı,
Britanya ve Amerikan İmparatorlukları ve onların aletleri hep, ister uzlaşmanın
zeytin dalıyla, isterse insanlıkdışı çıkarlarının hizmetinde
olan kuvvetin terörüyle bu kaleyi yıkmaya,
aşağılamaya ve ezmeye çalıştılar. Binlerce erkek, kadın ve çocuk
şehit düştü. Bu kale, tüm insanlığın hakları,
özgürlükleri ve dünyanın halkları ve uluslarının kendi yazgılarını
belirleme temel hakkı da içinde olmak üzere
kurtuluşları için verdikleri savaşımlarının
bir parçasıdır ve bu savaşımı
güçlendirmekte ve ona destek vermektedir
Selam sana Filistin.
Arafat ve Filistin
Ulusal Hareketi: Profesör Esat Ebu
Halil’le Bir Mülakat
19 Ocak 2005
Jon Elmer
PalestineChronicle.com
Esat Ebu Halil, The
Battle for Saudi Arabia [=Suudi Arabistan Çarpışması] (Seven Stories, 2004), Bin Laden, Islam and America's War on Terror
[=Bin Ladin, İslam ve Amerika’nın
Teröre Karşı Savaşı] (Seven Stories,
2002) ve the Historical Dictionary of Lebanon [=Lübnan Tarihsel Sözlüğü] (Rowman &
Littlefield, 1998) adlı kitapların yazarıdır. O, Kaliforniya Devlet Üniversitesi, Stanislaus’ta
siyasal bilim profesörü ve Berkeley’deki
Kaliforniya Üniversitesi’nde konuk profesör
olarak görev yapmaktadır. Esat Ebu Halil, Lübnan’ın Sur
kentinde doğmuş ve Beyrut’ta büyümüştür.
Onun blogu, the Angry Arab News Service:
angryarab.blogspot.com’dur.
Jon Elmer: Geçenlerde
Arafatʼın ölümü üzerine Nelson Mandela onu, “sözcüğün gerçek anlamıyla bir ikon” olarak tanımladı. Filistin
ulusal hareketinin bir sembolü olarak
Arafatʼın yerini nasıl tanımlamalı
Esat Ebu Halil: Son birkaç
onyılda dünya sahnesinin ve Filistin ulusal hareketinin
Yaser Arafat’ı Filistin ulusal savaşımının
bir sembolü haline getirdiğini
söylemek yanlış olmaz. Bununla birlikte, tüm Filistin
savaşımının tarihini, Yaser Arafat’ın kişiliğine indirgeme eğilimine kapılmamak çok önemli. Yaser Arafat’ın mirası, Filistin halkının
kendisinin fedakarlıkları ve katkıları bağlamında değerlendirilmeli ve her şeyi tek bir insanın
hanesine yazmamaya dikkat edilmeli.
Yaser Arafat
Filistin ulusal savaşımını yaratmadı; tersine
Filistin ulusal savaşımı Yaser Arafat’ı
yarattı. 1960’ların sonundaki siyasal boşluk
ortamında Arafat, 1967 savaşı sonrasında Filistinlilerin, ayrı bir
Filistin ulusal kimliğinin ortaya konması
ve karar alma mekanizmasının Filistinlilerin elinde olması gerektiği konusundaki ısrarlı beklentilerine
yanıt verdi.
(Daha öncesinden
itibaren değilse bile) 1948’den 1967’ye kadar Arap hükümetleri Filistin devrimci aktivitesini engellemeye çalıştılar. 1964’de Filistin Kurtuluş Örgütü, Filistin
ulusal aktivizmini fiilen denetim altına almak ve evcilleştirmek
amacıyla oluşturulmuştu. 1967’den ve Yaser Arafat’ın
yönetimi ele aldığı 1969’dan sonra, Filistinlilerin kurtuluş ve hükümranlık yolunu tutabilmeleri
için (Arap devletlerinden- G. A.) siyasal olarak bağımsız
hale gelmeleri doğrultusunda güçlü bir talep vardı.
Jon Elmer: Arafat
1968ʼde şöyle demişti: “Filistinlileri
BM tayınlarını almak için kuyrukta beklemekten başka bir şey
yapamayan bir halk olarak gördüğü
sürece dünyanın ona saygı
duyması beklenemez. Şimdi artık silaha sarıldıkları için durum değişmiştir.”
Silahlı savaşımın Filistin ulusal
hareketi bakımından oynadığı rolü ve Yaser
Arafatʼın bu savaşım içindeki yerini tartışabilir
miyiz?”
Esat Ebu Halil:
1948’den sonra Filistinlilerin İsrail’e karşı büyük ölçüde barışçı olan savaşımının ciddiye alınmamış
olduğunu anımsamamız gerekiyor. Dolayısıyla,
‘Filistinliler neden barışçı bir savaşım yürütmüyor?’ sorusunu
soran herkese verilecek yanıt, Filistinlilerin
bunu denediği, ancak bu yolla hiçbir
kazanım elde edemedikleri biçimindedir.
Aslına bakılırsa,
İsrailli tarihçi Benny Morris’e göre
1948’den 1950’lerin sonlarına kadar olan dönemde çok sayıda Filistinli
gidip ineklerini, keçilerini, çiftliklerini ve evlerini görmek için İsrail’e barışçı yolla sızmışlardı. Silahlı İsraillilerin 1948’de kendilerini kovduğu evlerine
geri dönmeye çalışan binlerce silahsız
Filistinli sivil bu ihlalden ötürü
İsrailliler tarafından vurularak öldürüldü.
Filistinlilerin silahlı
savaşımı Yaser Arafat’la başlamadı. Yaser Arafat Filistinlilerin, 1950’lerin sonları ve 1960’ların başlarından itibaren
Filistinli grupların silahlı savaşım vermelerinden
yana olduğunu biliyordu. Arap Milliyetçi
Hareketi* silahlı savaşıma ilk girişen gruplardan biriydi;
Baas Partisi sınırlı ölçüde silahlı savaşım yürüttü ve bunların yanısıra ta 1948
ve 1949 gibi erken tarihlerde oluşan ve İsrail’e
ve Siyonist hedeflere karşı silahlı savaşım
yürüten bir dizi Filistinli grup vardı. Fatah doğuşunu, Aralık 1965’de silahlı
kolunun İsrail içindeki bir hedefe yaptığı saldırıyla duyurdu.
Ancak, Yaser Arafat’ın
tumturaklı sözlerine ve kendi rolüne
ilişkin iyi bilinen abartmalarına rağmen onun, kişisel olarak silahlı
savaşımdaki rolü son derece önemsizdir.
Arafat, tüm Filistinlileri
kucaklayan bir hareket -Fatah hareketi- oluşturmada büyük bir rol oynadı. O, medyayla uyum sağlamada
ve Filistin ulusal hareketi adına halkla ilişkiler kampanyaları yürütmede çok başarılıydı.
Yaser Arafat daha
ziyade, Filistin halkının istek ve özlemlerini
yansıtan bir ayna işlevi görüyordu. Bunun içindir ki, sadece Yaser Arafat’ın
ölmesinden ötürü Filistin savaşımının
sona ereceği beklentisi
içine girmenin aptalca ve yanlış olduğu
kanısındayım. Filistin ulusal hareketi nasıl Yaser Arafat’ı yaratabildiyse, onun
gibilerini, hatta ondan daha iyilerini de yaratabilecektir.
Jon Elmer: Bu günler,
Yaser Arafatʼın 1974ʼde BMʼde yaptığı
konuşmanın 30. yıldönümüne
rastlıyor. O, “Buraya, bir
elimde zeytin dalı, diğerinde bir özgürlük
savaşçısının silahıyla geldim. Zeytin dalının
elimden yere düşmesine fırsat vermeyin” dediği o ünlü
konuşmasını yaptığında, bir ulusal kurtuluş
hareketinin BMʼin önüne çıkan ilk lideri olmuştu.
Golda Meirʼin
“Filistinliler diye bir halk yoktur” türünden açıklamalarının egemen olduğu bir dönemde
Arafatʼın BMʼde yaptığı konuşmanın,
özellikle Filistinliler üzerindeki
etkisini anlatabilir misiniz?
Esat Ebu Halil:
Yaser Arafat'ın BM’deki konuşması
Filistin Sorununu ilk kez dünya sahnesine taşıdı. Arafat, Filistin
ulusal varlığını ilan ediyordu.
Filistinliler, esas
olarak, kendi ayrı siyasal kimliklerini
öne çıkarmayı amaçlayan bir varoluş
savaşımı veriyorlardı. Yaser Arafat’ın
yönettiği Fatah’ın ve daha sonra yönetimini
devraldığı FKÖ’nün üzerinde direttiği nokta
buydu.
Yaser Arafat'ın
konuşması, o sıralar Filistin ulusal hareketi içinde sürmekte olan tartışmaya –silahlı savaşım
mı diplomasi mi tartışması- vurgu yapıyordu. Batı’da, hakkında oluşturulmuş bulunan terörist imgesine rağmen
Yaser Arafat -diğer savaşım biçimleriyle yanyana yürütülmesi kaydıyla- diplomatik
savaşıma inanan bir insandı ve Filistin ulusal hareketi içindeki pek çok insan bu yaklaşımdan
rahatsızdı.
Arafat kendi halkından
çok daha az radikal ve çok daha az militandı. Pek çok Filistinli, silahlı savaşım yolunu
terketmek üzere olduğunu -ki, daha sonra
terketti- düşündükleri için onun
BM’deki konuşmasını beğenmemişti. Oslo anlaşmasını
ve daha sonra Yol Haritasını kabul etmek suretiyle Yaser Arafat silahlı savaşım yolunu hemen hemen terketti; ki Filistinliler kim olursa olsun hiçbir
bireyin tek başına böyle bir karar almaya hakkı olmadığını düşünüyorlar.
Bu yüzdendir ki o, tüm çabasına rağmen Filistin silahlarını
susturamadı. Susturamazdı da; Filistinliler
Yaser Arafat’ın ne düşündüğüne
ya da söylediğine aldırmaksızın silahlı
savaşımı sürdürmede direttiler.
Jon Elmer: Aradan
hayli zaman geçti ama, İsrailʼin
Lübnanʼı kuşatması sırasındaki Arafatʼı
anlatabilir misiniz?
Esat Ebu Halil: Ben,
İsrail işgali ve işgal ordusunun çok vahşi ve çetin
bir kuşatmaya tabi tuttuğu
1982 Beyrutu’nun deneyimini kendim yaşamıştım.
O sıralar Yaser Arafat’ın Filistinliler arasındaki
prestij ve popülaritesinin dorukta olduğunu söyleyebilirim size. Bir
çok Filistinli, sıkışık durumlarda Yaser Arafat’ın performansının en üst düzeye çıktığına inanır. O günlerde
insanlar onun, Filistin savaşımını, işgalci
İsrail ordusunun dayattığı en zor ve en bunalımlı koşullar altında –her gün yaşanan havadan, karadan ve
denizden bombardımanın yol açtığı
kandökümü- yönetirken ne denli soğukkanlı
olduğunu görerek hayrete düşüyordu.
Olaya askeri açıdan
bakıldığında, Lübnan’ın işgalinin Arafat’ı, ilerde
kendisini pek çok Filistinli ve Arabın
gözünden düşürecek türden uzlaşma ve anlaşmalara
doğru ittiğini söylemek yanlış olmaz. 1982’den
sonra o, Arap hükümetlerinin kendisini
gözden çıkardığı ve İsrail ne yaparsa yapsın Amerikalıların İsrail’e sahip çıkmaya devam edecekleri kanısına
vardı. Bu kanı onu,
Filistin hareketinin en temel çıkarlarını zedelemeksizin
Amerikalıları ve İsraillileri
hoşnut kılmanın olanaklı olmadığını görmezden gelerek onları
hoşnut etmek için daha ve gittikçe daha fazla acınası
çabalar harcamaya itti.
Yıllar boyu Yaser Arafat’ın yüzyüze olduğu temel
sorun buydu: o hem Filistin ulusal savaşımının başında kalmayı çok istiyor, hem de aynı zamanda
Filistin hareketinin tartışma götürmez düşmanları olan Amerikalıları ve İsraillileri
her ne pahasına olursa olsun ve büyük bir
hevesle hoşnut etmeye çalışıyordu.
Sonunda o, uzlaşma
değil, tam ve sorgusuz sualsiz teslimiyet peşinde
olan Amerikalıların ve İsraillilerin gözüne girmeyi başaramaksızın
Filistin hareketi içindeki saygınlığını zedeledi.
Jon Elmer:
Arafatʼın, Ağustos 1982ʼnin son günlerinde,
Sabra ve Şatila mülteci kamplarında [2,000 kadar] savunmasız sivilin
katledilmesinden sadece iki hafta önce Beyrutʼtan
ayrılması, Filistinliler tarafından
bir ihanet gibi algılandı mı?
Esat Ebu Halil:
Evet, özellikle Amerikalıların boş ve sahte
vaatlerine körükörüne güvenmesini sembolize
ettiği için bu ayrılış ona çok zarar verdi. Yaser
Arafat, FKÖ’nün bütün silahlı erkek ve kadınlarıyla
birlikte Lübnan’dan, Amerikalıların geride kalan ve daha sonra katledilen Filistinli mültecileri
koruyacağına ilişkin vaadine dayanarak ayrıldığı
için, Sabra ve Şatila katliamı onun liderliğinin başarısızlığı olarak görülmelidir.
1983’de Fatah içinde
patlak veren silahlı ayaklanmanın nedenlerinden biri de, Yaser Arafat’ın, Filistinlilerin tartışma götürmez düşmanı olan ABD’nin boş vaatlerine inanmaya hazır
birisi olarak algılanması ve FKÖ yapısı içinde yolsuzluk
ve çürümeye hoşgörü göstermesiydi.
Jon Elmer: Bunun
Yaser Arafat ’in, Irak’ın 1990’da Kuveyt’i işgali sırasında Saddam’la bağlaşma kararı - o
sırada Kuveytʼte yaşamakta olan Filistinliler de içinde olmak üzere çok sayıda
Filistinli için ağır sonuçlar doğuran bir adım- almasına nasıl bir katkıda
bulunduğunu düşünüyorsunuz?
Esat Ebu Halil:
300,000’den fazla masum Filistinlinin Kuveyt’ten kovulmasının sorumluluğu Yaser
Arafat’a değil,
Kuveyt krallık ailesine
aittir. Filistinlilere yapılmış olduğu gibi,
sivil nüfusun pervasız ve keyfi bir biçimde
kovulmasını haklı gösterecek herhangi bir gerekçe
olamaz.
Ama, tabii haklısınız;
Yaser Arafat, Filistinlilerin ulusal eğilimine
uyarak 1990-91’de Kuveyt’e karşı Irak’ı desteklemekle bir kumar oynadı. Filistin
ulusal hareketinin içinde, Arafat’ın Saddam’dan
yana tutum almasına karşı çıkanlar olmuştu ve bu, önderlik
içinde bir dizi çatlamaya yol açtı. Bir çok insan birisine, Filistin davasının saygınlığına gölge düşürecek ve ona zarar verecek tarzda bu kadar yakın durmanın Filistin ulusal çıkarlarına zarar vereceğine
inanıyordu.
Yaser Arafat, Saddam’ın
daha sonra olmuş olduğu gibi bu denli berbat bir biçimde yenilmeyeceğini, bu denli berbat bir biçimde aşağılanmayacağını düşünmekle çok
akılsızca bir hesap hatası da yapmıştı. Dahası o, petrol
zengini Arap hükümetlerinin, sonunda
sadece Filistin ulusal hareketine değil, Filistin halkına
karşı da bu denli kin ve hınçla
davranacaklarını ummamıştı.
Jon Elmer: Arafatʼın
1990-91ʼdeki konumunun zayıflığının, Oslo anlaşmasıyla
sonuçlanan gizli görüşmelere
katkıda bulunduğunu düşünüyor musunuz?
Esat Ebu Halil: Kuşkusuz.
Filistin devrimine en fazla zarar veren faktörlerden
biri, petrol zengini Arap hükümetlerinin
akıttığı büyük miktarda paranın yol açtığı çürüme olmuştur. 1991’de
kesilmesinden önce, petrol parası
Filistin devrimini milyonlarca dolarla suluyordu.
Yaser Arafat bu dolarları kısmen kurumlar
ve kamusal örgüt ve hizmetler inşa
etmek için, ama daha çok
da yolsuzluk harcamaları, yani birilerinin sadakatini satın almak, düşmanlarını
cezalandırmak ve dost kazanmak için kullanıyordu. Filistin bürokrasisi o kadar şişmiş,
o kadar büyümüş ve Arap petrol parasının akışına o kadar bağımlı
hale gelmişti ki,
1991’de bu para akışı kesildiğinde Arafat, artık
(Filistin bürokrasisisi ve kurumlarının- G. A.) işlemez
hale geleceği kanısına vardı.
Yanıt, daha öncesinin devrimci günlerine,
yozlaşmanın başlamadığı ve devrimin, Yaser Arafat’ın
liderliği altında olmuş olduğundan çok daha başarılı
olduğu yalın ve sade günlerine geri dönüş olmalıydı. Ama
Arafat tersine, Filistin hareketine zarar verme ve kendisini aşağılama
pahasına ABD ve İsrail’e doğru sürünmekten
başka bir seçeneği olmadığını düşünüyordu.
Jon Elmer: Oslo anlaşmasının
kendisi için Edward Said şöyle yazmıştı: “Yirminci
yüzyılda ilk kez, sömürgecilik
karşıtı bir kurtuluş hareketi, kendisinin azımsanmayacak kazanımlarını terketmekle kalmamış, onun da ötesine
geçerek işgal sona ermeden askeri işgal
gücüyle işbirliğine girmesini öngören
bir anlaşma yapmıştır... Filistin tarafının bağlayıcı bir uluslararası anlaşmayı sonuçlandırabilecek hukuk danışmanları yoktu;
eli yüzü düzgün bir harita olmaksızın
Filistin direnişinin tüm yapısını
dağıtmaya koyulan çok az sayıdaki gizli görüşmecileri,
Filistin Ulusal Konseyiʼnin Kararlarını
gözardı eden deneyimsiz, ciddi bir eğitimi olmayan ve yetkisiz ʻgerillaʼ liderleriydi.”
Esat Ebu Halil: Açık
konuşmak gerekirse, yitirmiş olduğumuz Edward Said’i sevgiyle anmakla birlikte,
harekete, onun
yeterli sayıda Harward doktoralı
elemana ya da avukata, görüşmelerde yardımcı
olacak yeterli sayıda jeografi uzmanına sahip olmadığı
biçiminde elitist bir eleştiri yapmayı doğru
görmüyorum.
Oslo’nun hatası
tekniksel detaylarında değil, çıkış
noktasının ta kendisinde yatıyordu. Gizli görüşmeler, Filistinlilerin her
zaman üzerinde ısrar etmiş oldukları demokratik
kural ve prosedürlerle bağdaşmıyordu. Ezici çoğunluğunun
karşı çıkacağını bildiği için Yaser Arafat kendi halkına
bu görüşmelerden sözetmeye cesaret edemiyordu.
Filistinliler görüşme
masasına, Yaser Arafat’ın liderliği altında,
görüşmelerin ta en başında temel pazarlık kozlarını teslim
ederek kendi pazarlık güçlerini sınırlamış, daraltmış ve zayıflatmış olarak, yani silahlı
savaşım yolunu esas olarak terkederek, kimlik,
devletin sınırları, Kudüs’ün statüsü, mültecilerin geri dönüşü gibi Filistin savaşımının
temel sorunlarının ertelenmesini kabul ederek gelmemeliydiler.
Jon Elmer: Oslo
Arafatʼa, daha önce sahip olmadığı
önemli bir iktidar da verdi. Robert Fisk Arafatʼı “İsraillilerin
Batı Yakası ve Gazzeʼdeki kum torbası,
İsrailʼi düşmanlarından koruyan bir tampon” olarak niteledi. Bu anlamda Arafat, İsrailʼin biçimlendirdiği
bir şey, İsrailʼin gardiyanı ve hatta tetikçisi
gibi davranan bir çeşit Kisling** idi.
Esat Ebu Halil: Bana
göre öyle olmakla birlikte, sanırım
Arafat’ı bir Kisling olarak tanımlamak
bütünüyle doğru olmayacaktır; çünkü önemli bir fark
var: Kisling kendi halkı tarafından hiç sevilmiyordu.
Yaser Arafat, İsraillileri Filistinlilerden
çok daha fazla korudu; ama, otokratik yönetim
tarzına ve Filistin Otoritesi içindeki yaygın
çürümeye karşı eleştirinin yoğunlaştığı koşullarda bile o, halkının güven ve desteğini
yitirmedi.
Bu tasarım Oslo sürecinin ürünüydü; Yaser Arafat’ın
rolü Filistinlileri İsraillilerden korumak değil, İsraillileri Filistinlilerden
korumaktı. Oslo anlaşmasında,
Filistinlilere yaptıklarından ötürü
İsraillileri cezalandırmaya yönelik ve
Filistinlilerin cezalandırılmasına yönelik mekanizmalara
benzer herhangi bir mekanizma kesinlikle yoktu. Bu İsraillilere, herhangi bir yaptırım korkusu olmaksızın
Filistinlilere karşı her türden vahşi eylemler gerçekleştirmek
için bir açık kart
vermek anlamına geliyordu.
Yaser Arafat zamanla
daha iyi bir uzlaşma sağlayabileceğini umarak ve
muhataplarının Oslo anlaşmasını
reforme edebileceği ve iyileştirebileceği umuduyla
bekledi. Ne var ki tersine, işler daha da kötüye
gitti. İsrailliler onu zayıflatmaya karar verdikleri için
iktidarı daha da zayıfladı. Ama hepsinden önemlisi, ABD’nin İsrail’in
açıklamalarını ve Filistinlilere karşı tek yanlı eylemlerini kayıtsız
koşulsuz benimsemesiydi. Bu noktada Yaser Arafat’ın
yapabileceği pek az şey vardı.
İsrail ve ABD’nin onun yerine daha uysal, daha sadık bir Kisling geçirme girişimleri tümden başarısız oldu; eğer onlar bunu başarabileceklerini
sanıyorlarsa, bunun şimdi çok daha zor olacağını göreceklerdir. Hiçbir Filistinli lider, Yaser Arafat’ın Camp
David’de ve Taba’da reddetmiş olduklarını kabul
etmeye cesaret edemez; bu kesinkes böyle.
Dolayısıyla ben Arafat’ın ölümünü, iki
devletli çözümün ölümü olarak görüyorum.
Filistin ulusal
hareketinin
tarihinde Yaser Arafat dışında, hem belli
bir inandırıcılığı olan ve hem de belli
ölçülerde kendi halkının
güvenine sahip olan ve bu temelde iki devletli çözüm
formülünü kabul ettirebilecek başka bir lider çıkmamıştır. Şimdi artık onun ölmüş
olduğu koşullarda, hiçbir lider bunu yapamayacaktır.
Bana öyle geliyor ki, bu durumda o eski, bütün Filistinlilerin yurtlarına geri dönmelerini
ve Filistinlilerin ve Yahudilerin birlikte yaşamalarını
öngören iki uluslu laik devlet formülü yeniden canlanacaktır.
Jon Elmer: Tek
devletli çözüm Filistin ulusal
hareketi içinde ne kadar destek
buluyor?
Esat Ebu Halil: Son dönemde
Filistinliler arasında yürütülen siyasal tartışmalarda tek
devletli çözüme yönelim giderek artıyor.
İsraillilerin ve Amerikalıların iki devletli çözüme ilişkin planı, Oslo görüşmeleri
sırasında uzlaşmadan yana olan
Filistinlilerin kabul edebileceği minimum standartların
gerisindedir. Çok zor koşullar altında yaşayan insanlar
bile, Batı Yakası’nın ve Gazze Şeridi’nin
bir bölümünde kurulacak
ve bütünüyle bağımlı ve Siyonizmin ve İsrail
çıkarlarının irade ve kaprislerine bağımlı bir devletin, (Filistin halkının- G. A.)
son yüzyılı dolduran savaşımına
değmeyecek aşağılayıcı bir macera olacağı
sonucuna varmışlardır.
Gittikçe daha çok sayıda Filistinli, iki
devletli çözümün, Filistinlilerin yıllar
boyu verdiği savaşımı ve yaptıkları fedakarlıkları tümüyle gözardı ettiğinde ısrar eden -ve sayıları 3.5 milyonu bulan-
Filistinli mültecilerin görüşlerini benimsiyor.
Jon Elmer: Peki, bütün
bu başarısızlıklar ve yozlaşmanın yanısıra çevresindekilerin kendisine karşı tutum alışına
rağmen Filistinlilerin bir birey olarak Arafatʼa, sözü
edilmeye değer bir sadakat beslemelerini nasıl yorumlamalıyız?
Esat Ebu Halil: Bu doğru.
Burada, Yaser Arafat’ın statüsünün son derece sembolik bir nitelik kazandığını görüyoruz. O bir büyükbaba kişiliğiydi ve onun
en beğendiği Arapça lakabı el-İhtiyar, yani “yaşlı
adam”dı. O artık, fazlasıyla yaşlı ve fazlasıyla etkisiz olmasına
rağmen, halihazırdaki rolünden ötürü olmasa da
tarihsel geçmişinden ötürü hala bir ölçüde
sevgi ve yakınlık duyduğumuz bir büyükbaba kişiliğini canlandırır hale gelmişti.
İkinci intifadanın son yıllarında Yaser Arafat’ın
statüsünün, onun, İsraillilere ve Amerikalılara, onların istediği ölçüde boyun eğmemesi ve ABD’nin ona
alternatif bir liderlik geliştirmeye girişmesi nedeniyle yükseldiğini unutmamak
önemlidir.
Anlayacağınız, Filistin politikasının matematiği şöyledir: ABD’nin ve İsrail’in şeytanlaştırdığı kişiler Filistinlilerin gözünde kahramanlaşırken, Amerikalıların ve İsraillilerin desteklediği kişiler Filistinliler tarafından şeytanlaştırılır. Başkan Bush’un gözdesi Ebu Mazen’in (Mahmut
Abbas) statüsü budur. O, başbakanlık
koltuğunda sadece üç ay oturabildi ve daha sonra son derece aşağılayıcı bir törenin ardından görevinden ayrılmak zorunda kaldı.
(Ölümünün ardından- G. A.) dünyanın her yanındaki
Filistinlilerin Yaser Arafat’a yönelik duygu selinin nedenlerinden biri onun, Camp David’de anlaşmaya imza atmamasıydı; o, önce
Clinton’ın ve daha sonra Bush’un onu zorladıkları
teslimiyet anlaşmasını imzalamadı. Reddetti. Bu yüzdendir ki,
herhangi bir Amerikan yardakçısının, ABD’nin desteklediği
Ebu Mazen ve Muhammet Dahlan gibi yozlaşmış
sahtekarların bu türden herhangi bir barış anlaşması imzalamaları olanaksız olacaktır. Bu gibiler halk tarafından sahtekar
olarak görülüyorlar; popülariteleri son
derece düşük olan bu kişiler
halk tarafından hiç sevilmiyorlar.
Jon Elmer: Onlar
ʻeski muhafızʼ denen kuşağı temsil
ediyorlar. Liderlik spektrumunun öteki ucunda
yeni Filistin aktivistleri kuşağı, işgal ve şiddet deneyimi iki
intifada direnişinin ateşinde biçimlenmiş olan gençlik bulunuyor.
Arafatʼın kendi halkından daha az
radikal ve daha az militan olduğunu söylediniz; bu düşünceyi, işgal altındaki yaşam deneyimi intifadaların ateşinde biçimlenmiş olan bu daha genç kuşak bağlamında biraz daha açabilir misiniz?
Esat Ebu Halil: Kuşak
sorunu çok önemli. Son on yılı ya da biraz daha fazlasını
İsrail’in vahşeti altında geçirmiş olan yeni
Filistinli kuşak, Yaser Arafat’ın
yürüttüğü sözümona barış ve uzlaşma
çabalarından hiçbir şey çıkmadığını gördü. Bu çabalar,
Filistinlilerin geçim koşullarında herhangi bir düzelmeye yol açmadı
ve İsraillilerin (Filistinlilere karşı- G. A.) ölümcül
bir şiddet uygulamalarından başka bir sonuç vermedi. Bu ise, içinde
iki uluslu laik devlet te olmak üzere,
geçmişin bazı formüllerini diriltmeye çalışanları
yüreklendirmiştir.
Bugün hareketi denetimleri altında tutanlar işte
bu yeni kuşağın insanlarıdır. Yönetimi devralacak olanların Yaser
Arafat’tan daha da ileri gitmesine, hatta onun kadar ileri gitmesine izin
vermeyecek olanlar da onlar. Onlar, gelecekte işbaşına gelebilecek olan Filistin liderliğinin manevra ve diplomasi parametrelerine belirli sınırlamalar
koyacaklardır.
ABD ve İsrail,
Filistin hareketinden kaynaklanan tüm
şiddetin sorumluluğunu Yaser Arafat’ın
sırtına yıkmaya alışmışlardır; ama onlar yakında
Arafat’ın -hakkında oluşturulan imgeye rağmen-
sıradan Filistinlilerden çok daha az militan ve çok daha ılımlı
olduğunu anlayacaklar. Yaser Arafat’ın
ortalıkta olmadığı koşullarda, suçlayabilecekleri, günah keçisi haline getirebilecekleri ve tekmeleyebilecekleri bir Yaser Arafat da
bulamayacaklar.
-JON ELMER bir
serbest fotogazeteci ve FromOccupiedPalestine.org vebsitesinin kurucusudur.
*ANM (=Arap Milliyetçi
Hareketi): Esas olarak, içlerinde Corc Habaş ile Nayif
Havatme’nin de bulunduğu bir dizi Beyrut
Amerikan Üniversitesi öğrencisi tarafından 1952’de
kurulan Pan-Arap radikal örgüt. Temel sloganları
“Arapların Birliği, Filistin’in Kurtuluşu
ve Siyonist Devletten İntikam Alma” olan ANM’nin yöneticilerinin, Suriye ve
Mısır’daki radikal milliyetçi
rejimlerden umutlarını kesmelerinden
sonra örgüt ulusal seksiyonlara bölündü. Aralık 1967’de
ANM’nin Filistin kanadı, Suriye’deki
Filistinliler arasında örgütlenmiş olan
Filistin Kurtuluş Cephesi’yle birleşerek
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’ni kurdu. (G. A.)
**Kisling: İşbirlikçi
ya da hain anlamına gelen bu sözcük, İkinci Dünya Savaşında Nazi Almanyası’nın, işgal ettiği Norveç’in başına geçirdiği kukla faşist lider ve politikacı
Vidkun Quisling’in adından gelmektedir. (G. A.)
İsrail’in Stratejik
ve Taktiksel Hedefleri Işığında Hariri Suikastının
Anlamı
11-15
Mart 2005
Lübnan eski başbakanlarından Refik
Hariri 14 Şubat’ta, çok güçlü bir bombanın
kullanıldığı ve son derece profesyonel bir tarzda gerçekleştirilen
bir suikast sonucu öldürüldü. Suikastı, kendini “Suriye ve Lübnan’da Zafer ve
Cihat” olarak tanıtan adı daha önce hiç
duyulmamış bir “örgüt” üstlendi. Olayın hemen ardından ABD ve İsrail
ve onların izinden
giden emperyalist medya Suriye’yi suikastın sorumlusu olarak ilan ederken, Maruni Hristyan ağırlıklı gerici Lübnan muhalefeti, onlarla geçici
ve oportünist bir bağlaşma
kurmuş bulunan Dürzi “İlerici Sosyalist Partisi” ve bazı Sünni politikacılar, demokrasi ve özellikle de Suriye
askerlerinin çekilmesi ve Suriye’nin Lübnan
üzerindeki denetimine son verilmesi talepleriyle
sokaklara döküldü. ABD, Şam’daki
elçisi Margaret Scobey’yi geri çekerken, ABD Dışişleri Bakanı Condolezza
Rice, Suriye ile sorunlarının listesinin
giderek kabardığını söyledi. Bush kliği
ve borazanları; sözümona Suriye’nin Irak’taki direnişe verdiği desteğe, Irak direnişini yönettiğini ileri sürdüğü
eski Baas Partisi yöneticilerinin Suriye’de üslendiğine, Irak’ın kitle
imha silahlarının Suriye’de saklandığına,
Suriye’nin, İsrail’e saldıran Filistinli direniş örgütlerine yataklık yaptığına, “terörist” Hizbullah örgütü silahsızlandırılmadan Filistin-İsrail “barış
süreci”nde bir ilerleme sağlanamayacağına ilişkin
ideolojik sayıklamalarını bir kez daha kusmaya başladılar. Irak’ın işgali öncesinde devreye sokulan dezenformasyon kurumları ve yalan makinaları şimdi de Suriye
ve İran için fazla mesai yapıyorlar.
Hariri Suikastının Güncel Anlamı
Bu suikastın
altında yatan neden ve motifler, sadece iç
savaşın yaralarının henüz tam olarak kapanmadığı
Lübnan’a bakarak anlaşılamayacağı gibi, sadece -Lübnan’ın kopmaz
bir parçasını oluşturduğu- Ortadoğu’nun bugününe, yani güncel siyasal tablosuna
bakarak da anlaşılamaz. Lübnan’daki son gelişmeler
ancak, Filistin devrimini, Irak ve Lübnan
direnişini ve bir süredir Suriye’yi –ve İran’ı- açık ve küstah
bir biçimde hedef
alan emperyalist-Siyonist saldırı stratejisinin
ışığında anlaşılabilir.
Bu temel saptamayı
yaptıktan sonra konuyu tartışmaya, bu tür terör eylemlerinde her
zaman sorulması gereken o klasik ve çok
önemli soruyla başlamalıyız: Mültimilyarder kapitalist ve eski başbakan Refik
Hariri’nin öldürülmesi kimin işine
yaramış ve hangi güçlerin siyasal gündemine hizmet etmiştir?
19761990 yılları arasında özellikle
İsrail’in kışkırttığı iç savaşta onbinlerce kayıp
veren ve yakılıp yıkılan, Siyonist devletin güneyini 22 yıl
süreyle işgal altında tuttuğu, bir çok kez istila ettiği, sayısız kez
havadan ve denizden bombardıman ettiği, siyasal
ve askeri liderlerini araba bombalarıyla havaya uçurduğu,
silahlı helikopterleriyle katlettiği ya da kaçırarak rehin aldığı bu ülkenin yeniden iç
çatışmalara itilmesi kimin ve hangi güçlerin işine
yarayacaktır? Çıkarları onyıllardır içiçe geçmiş olan ABD,
İsrail ve Britanya’nın, sözümona “terörizme
karşı savaş” ve “haydut devletleri” hizaya getirme adına
ateş çemberine dönüştürdüğü Ortadoğu’nun, 1990’dan
bu yana görece bir dinginlik içinde
bulunan bu küçük ülkesini yeniden karıştırmak ve iç
savaşın alevlerini yeniden tutuşturmak kimin çıkarlarına hizmet edecektir?
Tabii ki, ABD, Britanya ve İsrail’in oluşturduğu gerçek şer ekseninin hedef tahtasına oturttuğu ve
Irak’tan sonra açık bir saldırı tehdidi altında bulunan Hizbullah’ın,
Filistinli direnişinin, Suriye’nin ya da İran’ın değil. Refik
Hariri suikastının, siyasal ve askeri
liderlerin öldürülmesini onyıllardır bir
devlet siyaseti haline getirmiş bulunan
ve ta kuruluşundan bu yana “önleyici
savaş” faşist siyaseti uyarınca hareket etmiş bulunan ve Suriye ve
özellikle İran’a yönelik saldırı hazırlıklarını tüm dünyanın gözleri
önünde yapan
İsrail’in ve onun patron ve ortağı ABD
emperyalizminin ve bir ölçüde de bu güçlerin
uşağı olan gerici Lübnan Maruni burjuvazisinin dışında kimsenin işine
yaramayacağı açıktır. Zaten köşeye
sıkıştırılmış olan Suriye burjuvazisinin bu suikasti doğrudan
ya da dolaylı bir biçimde
gerçekleştirmek suretiyle, kendisini yalıtmaya çalışan
ve kendisine karşı harekete geçmeye hazırlanan güçlerin eline arayıp da bulamayacakları
bir silah vermesi, böylelikle Lübnan’daki ve Arap dünyasındaki kaypak komşularıyla
arasını açması ve korkak ve ikiyüzlü Batı Avrupa emperyalistlerini kendi elleriyle ABD ve İsrail’in yanına itmesi düşünülemez. Gerçekten de, Şam’ın
(ya da Tahran’ın) böyle davrandığı/
davranabileceği savı, ilkokul dördüncü
sınıf öğrencilerini bile inandıramayacak
ve ancak kargaları güldürecek nitelikte düzeysiz bir dezenformasyon çalışmasından
başka bir şey değildir. ABD Ulusal Güvenlik Konseyi’nin
eski Ortadoğu İşleri kıdemli direktörü Flynn
Leverett 2 Mart 2005’de New
York Times’ta yayımlanan
yazısında bunu bir biçimde teslim ediyordu. Leverett, Lübnan eski başbakanı
Refik Hariri’nin öldürülmesinin, Lübnan’ın bağımsızlığı
konusunu kullanarak Suriye’nin stratejik konumunu zayıflatma
düşüncesinin yeniden hortlatılmasına yol açtığını belirtmek suretiyle
Washington’daki neo-faşist rejimin
ruh halini deşifre ediyordu. Ona göre,
Bush kliğinin hedefi “Lübnan’da
İsrail’le iyi ilişkiler içinde olacak ve bölgede Amerikan etkisini
yayacak Batı-yanlısı bir hükümet”
oluşturmak ve Lübnan’da meydana gelebilecek rejim değişikliğini Suriye’deki Baasçı hükümetin devrilmesini
sağlamanın bir aracı olarak kullanmaktı.
Emperyalist
ve Siyonist burjuvazi ve onların medyadaki uzantıları ve Lübnanlı
uşakları Hariri suikastinin sorumluluğunu Suriye burjuvazisinin omuzlarına yıkar ve suçlayıcı parmaklarını Lübnan’daki ayrıcalıklı konumunu yitirmek istemeyen Şam’a yöneltirken, esas olarak bir yandan Suriye üzerinden silahlı Filistin, Irak ve Lübnan direnişini, bir yandan da İran’ın nükleer çalışmalarını hedef alıyorlar. Şer ekseninin
Suriye’ye (ve İran’a) dönük kaygı ve korkularının
kaynağında, giderek büyüyen ve işgalci güçlere ağır darbeler
indirmekte olan Irak direnişinin ve İsrail’i
uzun bir gerilla savaşından sonra Güney Lübnan’dan kovmayı başarmış olan Hizbullah’ın yanısıra, HAMAS, İslami
Cihat, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi gibi direniş yanlısı Filistinli
örgütlerin varlığı ve İran’ın orta erimde kendi nükleer silahlarını yapacak düzeye erişerek Siyonist
devletin nükleer tekelini kırması
olasılığı yatmaktadır. Terörizm, haydut devletler,
demokrasi, kadın hakları, nükleer silahların yaygınlaşması, diktatörlük vb. konularında sonu gelmez gerici
burjuva gevezeliklerin nedeni bundan başkası değildir.
Bu arada Wayne
Madsen’in 11 Mart 2005 tarihli Özel Raporunda
ileri sürülen savları kısaca anımsatmakta da yarar
var. Savlarını, üst düzey Lübnanlı Hristyan
ve Müslüman istihbarat görevlilerine
dayandıran Madsen’e göre, Hariri suikastı Bush yönetimi
ile Ariel Şaron hükümeti tarafından
kararlaştırıldı. ABD ve İsrail’in
Hariri’yi hedef almalarının nedeni, eski başbakanın Kuzey Lübnan’da
büyük bir ABD askeri üssü kurulmasına karşı
çıkması ve ölümünden önce Hizbullah’la görüşerek ABD ile İsrail’i
öfkelendirmiş olmasıymış. Yazar ayrıca,
sözkonusu üssün Irak’taki ABD askerlerinin taşınması, dinlenmesi ve diğer lojistik
gereksinimlerini karşılamanın yanısıra Suriye’nin
istikrarsızlaştırılması ve bölgedeki petrol boru hatlarının korunması amacıyla inşa edileceğini belirtiyor. ABD ve İsrail’in Suriye ve
Lübnan’ı istikrarsızlaştırma/ parçalama planlarının yıllar öncesine
dayandığı gözönüne alındığında, sicilleri kendi
devlet başkanları ve başbakanlarını
öldürmekten bile kaçınmadıklarını (1963 Kennedy suikastı ve 1994
Rabin suikastı)
gösteren bu devletlerin Hariri’yi hedef almaları
için Madsen’in ileri sürdüğü nedenin, önemli, ama daha çok ek ve pekiştirici bir gerekçe
olabileceğini söyleyebiliriz.
Aslında gerek Irak’ın işgali ve İsrail
için bir tehdit olmaktan çıkarılması ve gerekse Suriye ve İran’ın aynı amaçla benzer bir operasyonun hedefleri arasına konmaları, onyıllar
değilse de yıllar öncesinden planlanmıştı. 1991’deki İkinci Körfez Savaşı’nın ardından Irak’a uygulanan ve BM rakamlarına göre 1 milyondan fazla insanın ölümüne, Irak’ın ekonomisinin, altyapısının ve kamu
hizmetlerinin büyük zarar görmesine
yol açan ambargo
ve Irak silahlı kuvvetlerinin 36.
paralelin kuzeyine (yani Güney Kürdistan’a) ve 33. paralelin güneyine (yani Şiilerin
yaşadığı bölgenin bir bölümüne)
girmesinin yasaklanması ve böylelikle Irak’ın parçalanmasının hazırlıklarının yapılması,
Ortadoğu’ya yeni bir biçim verme operasyonunun bir önsözü gibiydi.
Demek oluyor ki, Bill Clinton’ın devlet başkanlığı
koltuğunda oturduğu ve Irak halkına
karşı bir çeşit ağır çekim jenosidin gerçekleştirilmesinin yanısıra, Irak’a karşı 3 Eylül 1996’da 27 Cruise füzesinin kullanıldığı bir saldırının, Aralık 1998’de
300 Cruise füzesinin kullanıldığı bir başka
saldırının (“Çöl Tilkisi Operasyonu”)
yapıldığı 1993-2000 yılları
özde, neo-faşist Bush kliğinin
işbaşına geldiği 2000 sonrasından
farklı olmamıştır.
Gene de ABD’nin -Çin,
Rusya, AB gibi- diğer emperyalist güçler karşısında kendi
mevzilerini korumak, petrol ve doğal gaz kaynakları
üzerindeki denetimini pekiştirmek, İsrail’in stratejik konumunu iyileştirmek ve işçi
sınıfı ve halkların yavaş yavaş yükselmekte olan direnişini daha çıplak,
yaygın ve sistemli bir askeri zorbalık yoluyla ezmeye girişmekten yana olan
ve ABD tekelci burjuvazisinin en gerici fraksiyonlarının çıkarlarını savunan bu güçler Clinton döneminde
seslerini giderek yükseltiyorlardı. Örneğin,
neo-con ya da yeni muhafazakar adı verilen neo-faşist kliğin en öndegelen
isimlerinden bazıları –Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin Ortadoğu
danışmanı David Wurmser, “Savunma” Bakan Yardımcısı
Douglas Feith ve Pentagon’a bağlı Savunma Politikası Kurulu eski başkanı
Richard Perle- 8 Temmuz 1996’da dönemin
İsrail Başbakanı Binyamin
Netenyahu’ya sunulmak üzere bir rapor
yayımlamışlardı. “A Clean Break: A
New Strategy for Securing the Realm” (“Net Bir Kopuş: Ülkeyi Güvence
Altına Almak İçin Yeni Bir Strateji”) adlı rapor,
Siyonist burjuvazinin “toprak karşılığı barış” geleneksel formülünü bir yana bırakması
ve daha saldırgan bir politika izlemesi gerektiğini ileri sürüyordu.
Güney Lübnan’ın, BM kararlarıyla
da mahkum edilmiş olan İsrail tarafından işgaline karşı Hizbullah’ın önderlik
ettiği Lübnan halkının direnişini “Lübnan’daki saldırganlık” olarak nitelemekten çekinmeyen ve Bush kliğinin
işbaşına gelmesinden yıllar önce Suriye’nin zayıf düşürülmesini ve Saddam
Hüseyin rejiminin devrilmesini öğütleyen bu raporda şöyle deniyordu:
“... Suriye İsrail’e Lübnan topraklarında meydan
okumaktadır. Amerika’nın da
sempati duyacağı etkili
bir yaklaşım, İsrail’in, Lübnan’daki
saldırganlığın asıl sorumluları olan Hizbullah, Suriye ve İran’la hesaplaşarak kuzey sınırları boyunca stratejik inisiyatifi ele geçirmesi olacaktır. Bu,
“...Suriye’nin davranışına aynen yanıt vererek
Suriye topraklarının Lübnan’dan hareket
eden İsrail güdümündeki kuvvetlerin
saldırılarından bağışık olmadığını göstermeyi,
“Lübnan’daki
Suriye askeri hedeflerine vuruşlar yapmayı ve bunun yeterli olmadığı durumda Suriyeʼnin kendi içindeki seçilmiş hedeflere vuruşlar yapmayı
içermelidir...
“İsrail;
Türkiye ve Ürdün’le
işbirliği içinde Suriye’yi zayıflatmak, kuşatmak ve geri püskürtmek suretiyle içinde bulunduğu stratejik ortamı biçimlendirebilir. Bu çaba, Suriye’nin bölgesel ihtiraslarını boşa çıkarmanın bir
aracı olarak Irak’ta –başlıbaşına önemli bir İsrail hedefi
olan- Saddam Hüseyin’i iktidardan
düşürme üzerinde yoğunlaşmalıdır.”
Öte yandan 1997 yılında, yani Bush
kliğinin iktidarın iplerini ele geçirmesinden
üç yıldan fazla bir süre önce, Amerikalı,
İsrailli ve Lübnanlı neo-faşist güçler Washington’da USFCL (=ABD Özgür Lübnan Komitesi) adlı bir örgüt
kurmuşlar ve bunun başına da Ziyad K. Abdülnur adlı Lübnan’lı bir
Hristyan bankeri oturtmuşlardı. ABD’ndeki
–JINSA, PNAC, AEI, CSP, US Institute for Peace gibi- Hristyan fundamentalist ve
pro-Siyonist örgütlerin yanısıra İsrail’deki Likud gericilerinin de desteğini alan
USCFL vebsitesinde, amacının Ortadoğu’yu “diktatörlüklerden, radikal ideolojilerden, sınır anlaşmazlıklarından, siyasal şiddetten ve kitle imha silahlarından
arındırmak” olduğunu ileri sürüyordu.
Bunun, Bush kliğinin, özellikle 11 Eylül olaylarından sonra geliştirdiği
ve Ortadoğu’ya ve İslam
dünyasına demokrasi getirme olarak reklam ettiği
ve aslında emperyalist
şeflerin en azından 20. yüzyılın başından bu yana ağızlarına
pelesenk ettikleri klasik demagojinin günümüze
uyarlanmış bir tekrarından başka bir şey olmadığı biliniyor. Aslında
USCFL’yi oluşturan ve destekleyen güçler, Ekim
1992’de, başında Ahmet Çelebi’nin
bulunduğu INC’ni (=Irak Ulusal Kongresi) oluşturan
ve destekleyen güçlerden başkaları değildi. 1991’de Irak’ın yenilmesinden sonra,
BM Güvenlik Konseyinde yer alan diğer
devletlerin suç ortaklığıyla yaşama
geçirdikleri yaptırımlar nedeniyle 1
milyondan fazla Iraklı çocuk, kadın ve yaşlının
ölümüne yol açmış olan ABD emperyalistleri Bill Clinton döneminde, yani 1998’de “Irak’ın Kurtuluşu Yasası”nı çıkararak bu ülkenin Mart 2003’de işgalinin
altyapısını oluşturmuşlardı. Clinton dönemi
politikalarını yetersiz ve zayıf bulan Bush kliği de 2003 yılında
çıkardığı “Suriye’den Hesap Sorma ve Lübnan’ın
Egemenliğini Restore Etme Yasası”yla Suriye’ye saldırmanın altyapısını oluşturmaya çalışıyor.
Irak’ın işgalinden
önce, Saddam Hüseyin rejimi ile El Kaide arasında ilişki olduğunu “kanıtlayan” sahte belgeler hazırlayan Pentagon
istihbarat biriminin kurucusu olan ve “Savunma” Bakan Yardımcısı Douglas Feith’e bağlı olarak çalışan
David Wurmser 2000 yılında, kitle imha silahları geliştirmekle suçladığı Şam rejimine kesin bir ültimatom verilmesi
gerektiğini savunan bir başka
raporun hazırlanmasına da katkıda bulunacaktı. Taslağı, ABD’nin ünlü
Siyonist yorumcularından Daniel Pipes ile neo-faşistlerin Lübnanlı uşağı Ziyad K. Abdülnur tarafından hazırlanan, Suriye’yi askeri kuvvet kullanarak Lübnan’dan çıkarma ve sözümona kitle imha silahlarından
arındırmayı öngören bu rapor, “Ending
Syria’s Occupation of Lebanon: The US Role?” (=Suriye’nin Lübnan’daki
İşgalini Sona Erdirmede ABD’nin Rolü Ne Olmalı?”) adını taşıyordu. Altında Douglas Feith, Elliot Abrams, David Wurmser, Richard Perle, Paula
Dobriansky, Michael Ledeen ve Frank Gaffney gibi çoğu Bush yönetiminin içinde ya da çok
yakınında yer alacak olan 31 kişinin imzasının
bulunduğu bu rapor, daha sonraları, “Suriye’den Hesap Sorma ve Lübnan’ın Egemenliğini Restore Etme Yasası”nın Kongre’den
geçirilmesinde etkili olacaktı.
Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmak için girişilen 1991’deki İkinci Körfez Savaşının, ABD’nin büyük
kayıplar vermeksizin çıkarlarını
savunabileceğini gösterdiğini ileri süren rapor yazarları, bölge devletlerinin
kitle imha silahları edinme olanakları
artmakta olduğundan ilerde böylesi operasyonların risklerinin
artacağını belirtiyorlardı. George
W. Bush’un daha
sonra ün kazandıracağı ve yılanın
başını küçükken ezmek olarak tanımlanabilecek
“önleyici vuruş” doktrinini öngören
Pipes ve kafadarları sözlerini şöyle
sürdürüyorlardı: “Eğer kararlı bir eyleme girişeceksek,
bunun geç olmasındansa erken olması yeğlenmelidir.”
Hızını alamayan bazı Siyonist yazarlar ve
kamuoyu oluşturucuları ise 11 Eylül
olaylarının şokunu kullanarak ABD
emperyalizminin askeri gücünü, İsrail’in rahatsız olduğu tüm Ortadoğu
rejimlerini yıkmak için kullanma çağrısında bulunuyorlardı. ABD’nde yayımlanan
etkili aylık Commentary
(=Yorum) dergisinin editörü Norman Podhoretz, derginin Eylül 2002
tarihli sayısında yer alan yazısında,
Bush’un “şer ekseni” klişesine
göndermede bulunarak şunları söylüyordu:
“Devrilmeyi ve
yerlerine başka rejimlerin geçirilmesini
fazlasıyla hak etmiş olan rejimler, şer ekseninin [Irak, İnan,
Kuzey Kore] üyeleri olarak saptanan rejimlerle sınırlı değildir. Bu eksen, en azından Suriye, Lübnan
ve Libya’yı olduğu gibi ABD’nin ‘dostu’ Suudi krallık ailesi
ile Mısır’ın Hüsnü Mübareki’nin yanısıra, başında ister Arafat bulunsun isterse yardakçılarından birisi, Filistin Otoritesini de kapsayacak şekilde
genişletilmelidir.”
Uzun lafın
kısası, gerçek şer eksenini oluşturan
ABD, İsrail ve
Britanya egemen sınıflarının en azından
bir bölümü, Irak’ın yanısıra Suriye’nin ve İran’ın da istikrarsızlaştırılmasını,
denetim altına alınmasını ve eğer olanaklıysa işgal edilmesi
ve bölünmesini 11 Eylül
olaylarından, hatta Bush kliğinin iktidara gelmesinden önce planlamışlardı. (Bunun böyle olması; Suriye ve
İran’a yönelik savların -El Kaide’yi
destekleme, kitle imha silahlarına sahip
olma, Irak direnişine önderlik eden
kadrolara yataklık yapma vb.- tümüyle
hayali ve uydurma olduğunu bir kez daha göstermektedir.) Ama dahası
var; yani iş burada
bitmiyor. İsrail’in oluşum süreci ve
tarihine çok kaba bir tarzda göz
gezdirmek, Britanya ve ABD emperyalizminin bu
picinin öteden beri bölge
ülkeleri ve halklarına karşı hem çıplak zorbalıkla, hem de
sinsi komplo ve entrikalarla karakterize edilen bir düşmanlık politikası
izlemiş olduğunu ortaya koyacaktır.
Siyonist
Burjuvazinin Yayılmacı Stratejisi
Siyonist şefler,
daha İsrail’in kurulmasından onyıllar önce,
bugün Lübnan olarak bilinen ülkeye ilişkin
planlarını gündeme getirmişlerdi. Onlar
daha 1918 gibi erken bir tarihte, yani Birinci Dünya Savaşının bitiminde, Britanya ile yaptıkları görüşmelerde, bu ülkenin manda yönetimi
altına konmuş bulunan Filistin’in kuzey sınırlarının
Güney Lübnan’daki Litani ırmağına
kadar genişletilmesini talep etmişlerdi. İsrail’in devlet
olarak kurulduğu 1948 yılında meydana gelen çarpışmalarda Siyonist
kuvvetler Litani ırmağına kadar ilerlemiş,
ancak uluslararası basınç nedeniyle geri çekilmek zorunda kalmışlardı.
Uluslararası burjuva hukukunu hiçe saymayı adet
haline getirmiş olan İsrail liderleri, 1954’de ABD Devlet Başkanı Eisenhower’in temsilcisiyle yaptıkları görüşmede, Lübnan
hükümetinin, Güney Lübnan’ın ekonomik kalkınması
için Litani ırmağının sularından
yararlanmasını önlemek amacıyla kuvvet kullanma
tehdidinde bulunacak kadar ileri gitmişlerdi.
İsrail’in Lübnan’a
dönük hedef ve entrikaları, bu ülkenin eski başbakanlarından
Moşe Şaret’in - Siyonistlerin tehditleri ve engelleme çabalarına
rağmen ölümünden sonra oğlu
tarafından yayımlanan-
güncesinde ayrıntılı
bir biçimde anlatılmaktadır. Livia Rokah, İsrailʼin Kutsal Terörizmi adlı
kitabında bu konuda şunları söylüyordu:
“Şaret’in güncesi, (İsrail’in ilk başbakanı-
b. n.) Ben Gurion’un 1954 yılında Lübnan’ın
‘Hristyanlaştırılması’na, yani Lübnanlılar
arasındaki iç çatışmayı sıfırdan başlayarak kışkırtmaya ve yaratmaya ilişkin planları nasıl geliştirdiğini ve daha (Lübnan’daki- b. n.)
Filistin varlığı siyasal bir faktör
haline gelmeden 15 yıldan fazla bir süre önce Lübnan’ın parçalanmasına ve boyunduruk altına alınmasına ilişkin ayrıntılı bir projenin nasıl özenle hazırlandığını tümüyle belgelemektedir.”
Moşe Şaret
anılarında İsrail’in, Lübnan’ı istikrarsızlaştırmak için ne tür planlar yaptığına
da değiniyor. O, 16 Mayıs
1955’de yapılan gizli bir kabine toplantısında, “Savunma”
Bakanı Moşe Dayan’a göndermede
bulunarak şunları söylüyor:
“Ona (Dayan’a- b.
n.) göre, gerekli olan tek şey
bir subay, hatta sadece bir binbaşı bulmak. Onu ya inandırarak ya da
parayla satın alarak kendisini
Maruni nüfusun kurtarıcısı olarak
ilan etmeyi kabul etmesini sağlamalıyız. O zaman İsrail
ordusu Lübnan’a girecek, gerekli miktarda toprağı işgal edecek ve İsrail’le bağlaşma kuracak
olan bir Hristyan rejimi oluşturacaktır. Litani ırmağının
güneyinde kalan bölge tümüyle İsrail tarafından ilhak edilecek ve herşey yoluna
girecektir.”
Şaret anılarında 28 Mayıs günü için şunları yazmıştı:
“Genelkurmay başkanı,
İsrail ordusunun ‘Lübnan’ı Müslüman zalimlerden kurtarmak için’ yaptığı çağrıya yanıt verdiği
görüntüsünü yaratmak için, kukla rolünü oynamayı kabul
edecek bir (Lübnanlı- b. n.) subay
kiralama planını destekliyor.” Gerçekten
de Siyonistlerin planı uyarınca kukla Güney Lübnan Ordusunun (=SLA) komutanı
Binbaşı Saad Haddad 1979’da, Güney Lübnan’da bir Maruni devletinin kurulduğunu açıklayacaktı.
Şaret, güncesine
aynı gün düştüğü notta, daha sonra zamanın
İsrail Genelkurmay Başkanı Moşe Dayan’ın
İsrail’in Arap devletleriyle BM’in, hatta ABD’nin sağlayacağı
güvenlik garantileri temelinde yapılabilecek
sınır anlaşmalarının hiçbirini kabul etmemesi gerektiğini
söylediğini belirtiyordu. “O, böylesi garantilerin ‘İsrail’in elini-kolunu
bağlayabileceğini öngörüyordu... Dayan’ın
itiraf ettiği gibi,... (İsrail’de-
b. n.) büyük ölçekte endişe yaratılmalıydı... Özellikle Arap hükümetlerinin
sınır boylarındaki taciz edilen ve öfkeli
Arap nüfusunun tepkilerini
denetim altında tutmakta başarılı
oldukları dönemlerde, daha sonra yapılacak
misillemeleri meşrulaştıracak
provokasyonların gerçekleştirilmesi için, Yahudi kurbanların
yaşamları da gözden çıkarılmalıydı. Sansür
görevlilerinin denetimi altında sürekli yinelenen günlük propaganda, İsrail
nüfusunu düşmanın canavarlığını gösteren imgelerle
beslemeye yöneltilmişti.”
Filistin’i adım
adım sömürgeleştirmek ve Filistin halkının
topraklarına kaba kuvvet yoluyla el koymak suretiyle kuruluşundan
bu yana İsrail, Lübnan başta gelmek üzere komşu ülkeler aleyhine
bir “böl ve egemen ol” emperyal stratejisi, Arap ülkelerindeki
Arap-olmayan azınlıklarla bağlaşma ve onların ayrılıkçı hareketlerini
destekleme stratejisi, bir yayılma, terör ve savaş
stratejisi izleyegelmiştir. Örneğin, İsrail
Dışişleri Bakanlığının eski öndegelen
analistlerinden biri olan Oded Yinon, Şubat 1982’de Kivunim
(=Doğrultular) adlı dergide yayımladığı
“1980’lerde İsrail İçin Bir Strateji” başlıklı yazısında Siyonist
burjuvazinin yaklaşımını şöyle ifade
ediyordu:
“1980’lerde İsrail’in
Batı cephesinde güttüğü siyasal hedef, Mısır’ı topraksal
bakımdan farklı jeografik bölgelere
ayırmaktır.
”Mısır
bir çok otorite
odakları arasında bölünmüş ve
parçalanmıştır. Eğer Mısır dağılırsa, Libya,
Sudan gibi ülkeler ve
hatta daha uzaktaki devletler de bugünkü
formları içinde varolmaya devam edemeyecek ve Mısır’ın çöküşü ve dağılması
örneğini izleyeceklerdir...
“Lübnan’ın dağılarak
beş ayrı eyalete bölünmesi; Mısır, Suriye ve Irak ta içinde olmak üzere
tüm Arap dünyası için izlenmesi gereken bir örnek oluşturmaktadır; Arap yarımadası şimdiden bu yolu tutmuştur.
Suriye’nin ve daha sonra Irak’ın askeri güçlerinin dağılması İsrail’in birincil kısa erimli hedefiyken,
bu devletlerin dağılarak, Lübnan’da olduğu gibi
etnik ya da dinsel bakımdan özgün bölgelere bölünmesi, onun Doğu cephesinde birincil
uzun erimli hedefidir. Suriye, etnik ve dinsel yapısına uygun olarak, bugünkü Lübnan’da olduğu gibi bir dizi devlete bölünecektir; böylelikle sahil bölgesinde bir Alevi devleti,
Halep bölgesinde bir Sünni devleti, Şam’da kuzeydeki (yani
Halep’teki- b. n.) komşusuna düşman bir başka
Sünni devleti olacak, Dürziler de, belki bizim Colan tepelerimizi da içerecek ve kesinlikle Havran ve Kuzey Ürdün’ü de içine alacak bir devlet kuracaklardır.
Daha şimdiden erişim menzilimiz içinde olan bu durum, bölgede
uzun erimli barış ve güvenliğin güvencesi olacaktır.”
“Petrol bakımından
zengin ve içsel olarak parçalanmış olan Irak, İsrail’in
hedef adayları arasında yer almayı garantilemiştir. Bizim açımızdan
Irak’ın dağılması, Suriye’nin dağılmasından
daha da önemlidir. Irak, Suriye’den daha güçlüdür. Kısa erimde Irak’ın gücü İsrail için en büyük
tehdit kaynağıdır. Bir Irak- İran savaşı Irak’ı parçalayacak ve onun, bize karşı geniş bir
cephede savaşımı örgütlemeye fırsat bulamadan
yıkılmasına yol açacaktır.
Kısa erimde, Araplar arasındaki her türden çatışma bizim işimize
yarayacak ve Irak’ı, tıpkı Suriye ve Lübnan’da olduğu gibi
mezhepler arasında parçalama yolundaki
daha önemli hedefimize ulaşmamızı
çabuklaştıracaktır. Irak’ın, Osmanlı döneminin Suriyesi’nde
olduğu gibi etnik/ dinsel doğrultuda eyaletlere bölünmesi olanaklıdır. Böylelikle, üç ana kent olan Basra, Bağdat ve Musul çevresinde
üç (ya da daha fazla) devlet oluşacak ve güneydeki Şii bölgeleri Sünni ve Kürt
kuzeyden ayrılacaktır. Halihazırdaki
İran-Irak çatışmasının bu kutuplaşmayı
daha da derinleştirmesi olanaklıdır.”
Filistinli siyasal
bilimci Salih Abdülcevat ise ABD ve bağlaşık
ve uşaklarının 20 Mart
2003’de Irak’a karşı giriştiği son saldırıyı
tahlil ettiği ve El
Ehram dergisinin 17-23 Nisan 2003 tarihli 634. sayısında yayımlanan
“Asıl Kazanan Taraf: İsrail” adlı makalesinde şunları söylüyordu:
“Bu yüzdendir
ki, birbirini izleyen İsrail hükümetlerinin
tümü, Irak'ta Kürtlerin ya da Lübnan'da Marunilerin
durumunda olduğu gibi, Arap-olmayan
etnik azınlıkları destekleme ilkesini benimsemişlerdir...” Abdülcevat daha sonra İsrail’in
ilk başbakanı Ben
Gurion’un, “Siyonizmin tartışma götürmez akideleri
haline gelecek” olan görüşlerini şöyle özetliyordu:
“1. Araplar Siyonist
hareketin başta gelen düşmanıdırlar.
Bu baş düşmana karşı koyabilmek için Siyonizmin Doğu'da,
Batı'daki bağlaşıklarıyla birlikte saf tutacak
bağlaşıklar araması
gerekmektedir. Sözkonusu
esas çatışmayla yüzyüze gelindiğinde bu bağlaşıklara, Siyonist projenin iktidarını
destekleyecek bir karşı kuvvet olarak gereksinim duyulacaktır... Dolayısıyla, -‘Yahudi halkının
baş düşmanı’ olan- Arap milliyetçiliğine karşı
çıkan ya da onunla savaşmaya hazır olan bütün grup ve
mezhepler,
Siyonizmin yerleşim ve devlet-güdümlü
politikalarını yaşama geçirmesine yardımcı olabilecek
potansiyel bağlaşıklardır...
“İsrail; Sudan, Irak, Mısır ve Lübnan'daki
ve düşman saydığı Arap dünyasındaki ayrılıkçı hareketleri
işte bu arkaplan zemini üzerinde
desteklemiştir. Bu çerçevede, Irak'a ilgi ve bu ülkeyi güçten düşürme ya da onun güçlenmesini engelleme
doğrultusundaki çabalar, her zaman Siyonizmin
temel amaçlarından biri olagelmiştir.
İsrail bazan, Kürt hareketinin önderleriyle gizli ama
sıkı ilişkiler kurmak suretiyle
Irak'ta bir dayanak noktası edinmeyi başarmıştır.”
Rahatlıkla daha da çoğaltılabilecek olan bu alıntılar
ve ifadeler, Filistin ve Lübnan halkları
başta gelmek üzere, Ortadoğu halklarının
aslında onyıllara yayılmış bir
emperyalist-Siyonist komployla karşı karşıya bulunduğunu tartışma
götürmez bir biçimde kanıtlamakta ve bugün Lübnan ve Suriye’ye karşı
girişilen diplomasi ve psikolojik savaş atağına
ışık tutmaktadır.
Siyonistlerin
Lübnanʼı Hedef Alan Saldırıları
Ne yasa, ne de hukuk
tanıyan Siyonist haydutların Lübnan’a ve Lübnan’daki Filistin siyasal/
askeri varlığına yönelik saldırıları, özellikle ABD ve Britanya emperyalistlerinin koruyucu kanatları altında 1960’lardan günümüze kadar
uzanan bir zaman dilimi boyunca süregelmiştir. Burada bunların sadece en önemlilerine
değinilecek.
Daha 1969 yılında,
Atina’da bir İsrail yurttaşının bir Arap tarafından öldürülmesini bahane
eden Siyonist haydutlar, Beyrut’un yeni inşa edilmiş olan Halde havaalanını savaş uçaklarıyla bombardıman ederek havaalanını ve burada bulunan 13
sivil yolcu uçağını tahrip ettiler.
1970 yılına
gelindiğinde, Siyonistler Güney Lübnan’daki FKÖ
üslerine karşı az çok düzenli kara ve hava saldırıları düzenlemeye başlamışlardı bile. Ürdün’de 1971’de yaşanan
Kara Eylül günlerinin ardından Filistin direnişinin ana gövdesinin
Lübnan’a yerleşmesinin en önemli
sonuçlarından biri, İsrail’in bu ülkeye yönelik korsanca saldırı,
suikast ve bombardımanlarını daha da yoğunlaştırması oldu.
1975-76’da Lübnan’da
bir tarafta gerici Maruni burjuvazisine dayanan sağcı
ve faşist güçler (Falanjistler, Sedir Savunma Cephesi vb.) ve diğer tarafta içinde Dürzi ve Sünni
Müslüman emekçilere dayanan örgütlerin
yer aldığı İlerici ve Yurtsever Güçler Cephesi
ve onunla bağlaşma içine giren Filistinli örgütler
arasında bir iç savaş yaşandı. Çoğu sivil, onbinlerce insanın ölümüne ve Lübnan’ın
ekonomisi ve altyapısının büyük ölçüde tahrip olmasına yol açan bu iç savaşın ardında, Filistin direnişinin
bu ülkedeki üslerini yoketmek ve gerici-faşist güçler aracılığıyla Lübnan üzerindeki
yayılmacı emellerini gerçekleştirmeyi planlayan Siyonistler bulunuyordu.
Siyonist kuvvetlerin
Mart 1978’de Güney Lübnan’ın Litani ırmağına
değin uzanan bölümünü işgal etmeleri üzerine çıkan çatışmalarda ve İsrail
bombardımanında çoğu sivil halktan olmak üzere
1,000 kadar kişi öldü ve 250,000 kişi de evlerini terk
etmek zorunda kaldı. İsrail, uluslararası tepkiler üzerine
kısa bir süre sonra
Güney Lübnan’ın
büyük bir bölümünü boşaltmak zorunda kaldı. Ne var ki Siyonist
kuvvetler, bu operasyondan çok önce yaptıkları planlar uyarınca, ancak Lübnan-İsrail
sınırında 100 km. uzunluğunda ve 8-10 km. genişliğinde bir “güvenlik
şeridi” oluşturduktan ve buraya Binbaşı
Saad Haddad komutasındaki kukla SLA kuvvetlerini yerleştirdikten sonra geri çekileceklerdi.
Temmuz-Ağustos 1979’da Filistinli fedayilerin saldırılarını bahane ederek Güney Lübnan’ı yoğun bir biçimde
bombalayan İsrail, Temmuz 1981’de Beyrut’u ağır bir bombardımana
tabi tutarak 450 kişinin ölümüne ve 800’den fazlasının da yaralanmasına
yol açtı.
6 Haziran 1982’de İsrail,
birkaç gün önce Londra elçisine karşı girişilen
suikastı bahane ederek “Celil’de Barış Operasyonu”nu başlattı. Önce FKÖ kamplarının bulunduğu Güney
Lübnan'ı bombalayan ve daha sonra Lübnan’ın
önemli bir bölümünü işgal eden Siyonist kuvvetler 13 Haziran’da Beyrut’u kuşattılar ve iki ay boyunca yoğun bir bombardımana
tabi tuttular. Filistin direnişinin
Lübnan’da bulunan güçlerini ve altyapısını yoketmeyi amaçlayan
ve 650 İsrail askerinin
öldüğü bu operasyon hedefine ulaşamadı; ancak çoğu sivil olmak üzere
20,000’den fazla Lübnanlı ve Filistinlinin ölümüne, 30,000 kişinin
yaralanmasına ve 500,000’den fazla insanın evlerini terketmesine yol açtı.
22 Ağustos 1982’de, ABD temsilcisi Philip Habib aracılığıyla varılan ve bu arada Filistinli sivillerin yaşamını sözümona güvence
altına alan anlaşma üzerine Filistinli gerillalar Beyrut’u terkederek Bekaa vadisine çekildiler.
Bunun hemen ardından 23 Ağustos 1982’de İsrail,
Falanjist lider Beşir Cemayel’i Lübnan devlet başkanlığına
getirdi. Cemayel’in 14 Eylül 1982’de gerçekleştirilen bir
suikast sonucu ölmesinin ardından Siyonistlerin
yönlendirdiği Falanjist milisler, silahsız
sivillerin kalmakta olduğu Sabra ve Şatila mülteci kamplarında giriştikleri katliamda 3,000’e yakın Filistinli
sivili katlettiler.
Filistin direnişinin
ve Hizbullah’ın saldırısı sonucunda, yasadışı bir biçimde
işgal altında tutulan “güvenlik şeridi”nde beş askerlerinin öldürülmesi üzerine Siyonistler
25-31 Temmuz 1993’de bir kez daha Lübnan’a karşı büyük bir saldırıya giriştiler. İsrail ordusunun,
Güney Lübnan halkı ve direnişine
karşı giriştiği “Hesap Verme Operasyonu”nda büyük
çoğunluğu sivil olmak üzere 130 kişi öldü ve 300,000 kişi
de evlerini terk etmek zorunda kaldı.
11-27 Nisan 1996’da İsrail
ordusu Hizbullah’ın önderlik ettiği Güney
Lübnan direnişi ve halkına karşı “Gazap Üzümleri Operasyonu”nu başlattı.
Siyonistlerin bu saldırısı sırasında, Kana kasabasındaki BM sığınağında
bulunan 102 kadın ve çocuk ta içinde olmak üzere büyük çoğunluğu sivil 154
kişi öldü ve 351 kişi de yaralandı.
Ancak, Siyonist haydutların
Lübnan üzerindeki yayılmacı emelleri ve
onbinlerce insanın ölümüne ve yaralanmasına,
yüzbinlerce kişinin evlerinden olmalarına
yol açan bütün bu saldırı
ve operasyonları ve adı çıkmış Hiyam cezaevi gibi
yerlerde direnişçilere uyguladıkları zulüm ve işkence,
Güney Lübnan halkının direniş ruhunu daha da güçlendirmekten
başka bir sonuç vermedi. Ve sonunda Siyonistler, Hizbullah’ın ve Güney Lübnan halkının uzun yıllar
boyunca sürdürdüğü inatçı ve kahramanca direniş ve
gerilla savaşı sonucunda 23-25 Mayıs
2000’de Lübnan’dan çekilmek zorunda kaldılar. İsrail’in kuklası SLA üyelerinin
çoğu ya İsrail’e kaçtı ya da teslim oldu.
BM
Güvenlik Konseyiʼnin
İkiyüzlü ve
Alçakça Tutumu
Bir süredir
büyük ölçüde ABD, Britanya ve İsrail’in denetimi altına girmiş gözüken BM Güvenlik
Konseyi, ikiyüzlülüğün ve alçaklığın kusursuz bir örneğini
oluşturan –ve Rusya ile Çin’in yanısıra bazı
geçici üyelerin de çekimser oy kullandığı- 2 Eylül 2004 tarih ve 1559 sayılı kararıyla, Suriye birliklerinin Lübnan’dan çekilmesini VE Hizbullah’ın silahsızlanmasını talep etmişti.
Özellikle Batı Avrupa emperyalistlerine göre
İsrail’in, Filistin toprakları üzerinde 1948’den, Suriye’nin Colan tepeleri ve Lübnan’ın Şebaa
Çiftlikleri bölgesi üzerinde 1967’den bu yana süregelen
-BM kararlarına ve uluslararası burjuva hukukuna göre
de yasadışı olan- işgali
sürmeli ve İsrail askerleri buradan çekilmemeli; ABD’nin
Irak’taki -gene BM kararlarına ve uluslararası
burjuva hukukuna göre de yasadışı olan- işgali de sürmeli ve ABD askerleri
Irak’tan (ve Afganistan’dan, Haiti’den vb.) çekilmemeli. Ama, 1989 Taif Anlaşması uyarınca Lübnan’da bulunan Suriye askerleri bu ülkeden çekilmeli! Çekirdeğini Batı Avrupa emperyalistlerinin oluşturduğu bu ABD-İsrail yardakçılarının Suriye’nin
Lübnan’daki konumuna ilişkin
tutumu, onların İran’ın (ve Kuzey Kore’nin) nükleer programına ilişkin tutumuyla büyük ölçüde paralellik
gösteriyor. Elinde binlerce,
hatta onbinlerce nükleer silah bulunduğu
halde, bunlara -mini nükleer silahlar gibi- yenilerini ekleyen, uzayı silahlandıran, devasa bir biyolojik, kimyasal ve konvansiyonel kitle imha silahı
stoğuna sahip bulunan ve gittikçe daha sofistike silahlar üreten ABD,
elinde 400-500 nükleer ve termonükleer
silahı bulunan İsrail konusunda en küçük bir itirazda
bulunmaktan ödleri kopan bu devletler, İran’ın
ve Kuzey Kore’nin ilkel nükleer programı konusunda yaygara yapmakta, hatta ABD’nin izinden giderek konuyu BM Güvenlik
Konseyi’ne götürebileceklerini söyleyerek,
nükleer araştırmalarında uluslararası anlaşmalara aykırı bir tutumu saptanamamış olan İran’ı
tehdit etmeye cüret edebilmektedirler.
Bu devletler, dünyanın
en güçlü ordularından biri olan ve modern tekniğin en ileri ölüm
makinalarıyla donanmış olan ve 20. yüzyılın
başlarından bu yana yüzbinlerce cana kıymış bulunan Siyonist haydutların
elindeki kitle imha silahlarına ses çıkarmaz, hatta bu teröristleri
ekonomik, siyasal ve mali bakımdan desteklemeye devam ederken, Suriye’nin Rusya’dan almayı
planladığı SA-18 füzeleri, Lübnan Hizbullahı’nın elindeki Katyuşa roketleri ya da
Filistin direnişinin elindeki hafif
silahlar üzerinde yaygara koparmaktadırlar.
Böylece onlar yer yer yatıştırmacılığın da ötesine geçerek, ABD-İsrail-Britanya blokunun yedek gücü durumuna
gelmekte, bu şer ekseninin yeni
askeri maceralara atılmasına, Ortadoğu’yu ve dünyayı
yeni savaşlara ve
katliamlara sürüklemelerine katkıda bulunmaktadırlar. Ama onlar böyle davranmak suretiyle
bindikleri dalı kesmekte, -Çin,
Rusya, Japonya vb.’nin yanısıra- kendilerinin konumlarını da zayıflatmaya
çalışan ABD’nin çöküşünü geciktirmeye hizmet etmektedirler. Bunun en ilginç örneklerinden biri, Fransa ve Almanya’nın, en büyük
ticari partneri AB olan ve 19 Ekim 2005’de bu
ekonomik süper devletle bir “Birlik
Anlaşması” imzalamış bulunan ve 2010 yılında
yaşama geçirilebileceği tahmin edilen
Avro-Akdeniz serbest ticaret bölgesine katılması öngörülen Suriye’yi diplomatik olarak yalıtmaya çalışmaları. Aynı saptama, bu ülkelerin İran politikası için de üç aşağı beş yukarı geçerlidir.
Öte yandan, BM Güvenlik Konseyi, Mayıs
2005’de yapılacak olan genel seçimlere ilişkin kaygılarını dile getirir, Lübnan’daki Suriye
birliklerinin geri çekilmesi ve tüm
milis örgütlerinin -yani Hizbullah’ın- silahsızlanmasını talep ederken, kendi kuruluş yasasını çiğneyerek Lübnan’ın
içişlerine burnunu sokmaktadır. 10 Ekim 2004’de Afganistan’da ve 30 Ocak’ta ABD ve bağlaşık ve uşaklarının işgali altında ve direniş
ile işgalci güçler arasındaki silahlı
çatışma ortamında yapılan sözde seçimleri “demokratik”
olarak nitelemeye cüret eden Batı Avrupa emperyalistleri ve BM bürokrasisi, bir kez daha işgali ve
emperyalist terörü meşrulaştırmakta ve bir ölçüde
kendi yaratıkları olan burjuva uluslararası hukukunu
bir kez daha ayakları altına almaktadırlar. Burada, ABD’nin ve onun kuyruğunda sürüklenen BM Güvenlik Konseyi’nin ve özellikle
Batı Avrupa emperyalistlerinin Hizbullah’ın
silahsızlandırılması konusundaki ısrarı
üzerinde özellikle durmak gerekiyor.
Filistin ve Lübnan
halkı üzerinde onyıllardır terör estirmiş olan
Siyonist haydutlar ve onların Amerikalı patronları açısından her türlü halk direnişinin
ve özellikle silahlı direnişin ezilmesi ya da teslim alınması yaşamsal bir önem taşımaktadır. Onlar,
Hariri’nin öldürülmesinden yaklaşık bir hafta
önce sona eren Şarm el-Şeyh görüşmeleri fiili bir ateşkesle noktalanmış olsa da,
Filistin halkının temel sorun ve
taleplerinden hiçbirini ele almayan/ çözmeyen
bu diplomatik maratonun ve görece kısa bir sessizlik döneminin ardından Filistin direnişinin
önümüzdeki aylarda yeniden yükselmesinin
kaçınılmaz olduğunu biliyorlar. Onlar,
Filistin direnişi ile Lübnan
direnişi arasındaki tarihsel dayanışmanın
olduğu gibi, Irak halkının şanlı direnişiyle Filistin ve Lübnan halklarının direnişi arasında oluşan
karşılıklı etkileşimin ve bunun Ortadoğu
çapında yaratabileceği ve yaratmakta olduğu
devrimci sarsıntının da farkındalar. İşte, emperyalist-Siyonist
“önleyici savaş” doktrini uyarınca
Hizbullah’a ve onunla geçici ve kararsız da olsa bir yazgı
birliği içinde bulunan Suriye’ye karşı sürdürülen
kampanyanın nedeni burada yatmaktadır. Şimdiye kadar hiçbir Arap devleti ve
ordusunun yapamadığını başararak İsrail kuvvetlerini
çetin ve inatçı bir gerilla savaşından sonra Lübnan
topraklarından kovmayı başarmış olması ve
Filistin ve Irak direnişleri için bir örnek
ve güçlü bir bağlaşık
olmakla kalmayıp Bush ve Şaron kliklerinin İran’a
yönelik saldırı planlarının önünde bir engel
oluşturması, emperyalist ve
Siyonist teröristlerin Hizbullah’a duydukları
kini daha da arttırıyor.
BM Güvenlik Konseyi’nin 1559 sayılı kararında yer alan Hizbullah’ın
silahsızlanması/ silahsızlandırılması talebi geçmişte
de pek çok kez dile getirilmişti.
Burada birkaç örnekle yetinelim. 16 Kasım 1993’de İsrail Başbakanı İzak Rabin, İsrail
ordusunun
Güney Lübnan’dan ancak Hizbullah’ın silahsızlandırılması ve denetim altına
alınmasından sonra çekileceğini söylemişti. Gene aynı
yıl ABD Dışişleri Bakanlığı Hizbullah’ın
silahsızlandırılması gerektiğini söylemiş ve
Beyrut’taki ABD elçisi Richard Jones, Kuzey
İsrail’e yapılan Katyuşa roket saldırılarının
durdurulması, Hizbullah’ın silahsızlandırılması ve Güney
Lübnan’daki “güvenlik şeridi”nde konuşlu İsrail kuvvetlerine
yapılan saldırıların sona erdirilmesini
talep etmişti. Aslına bakılırsa, BM Güvenlik
Konseyi’nin 1559 sayılı kararı, neo-faşist Bush kliğinin 2003’de ABD’deki
Siyonist lobilerle birlikte kotardığı ve
Kongre’den geçirdiği “Suriye’den Hesap
Sorma ve Lübnan’ın Egemenliğini Restore
Etme Yasası”yla üç aşağı beş yukarı aynı içeriği taşımaktadır. Bütün bunlara geçtiğimiz günlerde Avrupa
Parlamentosu’nun, ABD ile İsrail’in basıncı altında Hizbullah’ı 473’e karşı 33 oyla “terörist”
bir örgüt olarak
niteleyen bir karar alması eklendiğinde Edward W.
Miller’in Mayıs 1996 tarihli
“Lebanon, Israel's Killing Fields” (=Lübnan, İsrail’in Ölüm Tarlaları”)
adlı makalesinde vardığı sonucun ne denli isabetli olduğu anlaşılacaktır: “Temel Siyonist senaryo değişmeden kalmış, ancak İsrail’in hazırladığı sahnede
oynayan oyuncular değişmiştir.”
Silahsızlanması, daha doğrusu silahsızlandırılması gereken
birileri gerçekten var. Ama bunlar
asla, işçi sınıfının ve ezilen halkların
öncü güçleri değil, tersine emperyalist savaşların,
işgal ve askeri müdahalelerin ve siyasal gericiliğin ve faşizmin
esas kaynağı olan ve
Hitler’in, Mussolini’nin ve Hirohito’nun izinden yürüyerek tüm dünyayı
egemenliği altına alacak olan bir Dördüncü
Reich kurma peşinde olan güçlerdir: Yani başta ABD, İsrail ve Britanya’nın
başını çektiği neo-faşist blok ve onun yardakçıları.
Bu ise, öncelikle gelişmiş kapitalist ülkeler de içinde olmak üzere dünyanın bir dizi ülkesinde
işçi sınıfının önderliğinde gerçekleştirilecek devrimlerle
başarılabilir ve bir bütün olarak kapitalist-emperyalist sistemin yıkılmasından ayrı olarak ele alınamaz.
Suriye
burjuvazisinin Lübnan üzerinde öteden beri yayılmacı
emelleri olduğu, bu amaçla -en gericileri de içinde
olmak üzere- Lübnan’daki değişik etnik ve dinsel gruplar ve onların milis örgütleriyle
bir dizi ilkesiz ve oportünist bağlaşmalara
girdiği, hatta Lübnan’daki Filistin siyasal/ askeri varlığını kendi
denetimi altına almak ya da ezmek için
zaman zaman ABD ve İsrail’le ortak hareket ettiği vb. doğrudur.
Bu bağlamda, değişik milliyet, din ve mezheplerden Lübnan işçi sınıfı ve halkının kendi ülkelerine
ilişkin kararları kendilerinin almaları
ve geleceklerini, Suriye burjuvazisinin denetim ve gözetiminden
özgür ve bağımsız olarak kendilerinin belirlemeleri gerektiği söylenebilir ve söylenmelidir. Ancak, Suriye ile ilişkisinin
hangi içerik ve biçimde
olacağını belirleme hakkı, sadece ve sadece Lübnan işçi sınıfı ve halkına aittir. Ne en azından
yüzyıldır dünyanın dörtbir köşesinde onmilyonlarca
işçi ve emekçiyi katletmiş, yüzlerce antidemokratik ve faşist darbe, provokasyon
ve komplo tezgahlamış ve sayısız katliam ve insanlık suçu işlemiş olan ABD
emperyalizmine, siyasal gericiliğin ana kaynağı
ve dünya halklarının baş düşmanı olan Washington teröristlerine aittir bu
hak, ne de onların elikanlı ortak ve uşakları
olan Siyonist haydutlara.
Suriye’nin
Lübnan’daki
konumu ve bu ülkeye ilişkin politikası,
özellikle günümüz siyasal koşullarında,
Lübnan, Filistin ve Irak işçi sınıfı ve halkının -ve Ortadoğu
işçi sınıfı ve halklarının- darbelerini yöneltmeleri gereken baş
düşmanının ABD emperyalizmi ve İsrail Siyonizmi olduğu gerçeğini bir an
bile olsun unutturamaz ve unutturmamalıdır. ABD’nin İsrail ve Britanya ile
birlikte Ortadoğu ve dünya işçi
sınıfı ve halklarını köleleştirmek için yeni bir dünya savaşı başlattığı ve bu çerçevede
kendi hegemonya planlarının önünde engel olarak gördüğü ve bütün
diğer devletleri ve siyasal güçleri “ya bizden yanasınız ya da teröristlerden”
mantığı uyarınca kuşatmaya ve baskı
altına almaya giriştiği bugünkü koşullarda
özellikle Suriye, İran gibi ülkeler, emperyalist şantaj
ve tehditlere karşı durdukları sürece
objektif olarak dünya işçi sınıfı ve halklarının dolaylı yedek güçleri
arasında yer alırlar. Bu bakımdan, işçi sınıfının bilinçli öncüsü ve tüm devrimci ve ilerici güçler
Lübnan’daki gerici burjuva muhalefetin ABD-İsrail
güdümlü demokrasi manevralarını ellerinin tersiyle itmeli, şer ekseninin
Irak halkına karşı giriştiği emperyalist
saldırıya olduğu gibi, sözümona
kitle imha silahlarını vb. bahane ederek Suriye’ye, İran’a vb. karşı
girişebileceği ve girişmeye hazırlandığı emperyalist saldırılara, bu
rejimlerin anti-demokratik ve gerici niteliklerinden bağımsız olarak karşı durmalıdırlar.
FİLİSTİN’DEN ŞİİRLER
48.
Kurban (*)
Göğsünde ayışığı
Ve çiçekler buldular
Ve o, ölüydü,
fırlatılmıştı taşların üstüne.
Üstünde bir kibrit kutusu ve geçiş izni,
Dövmeler genç kolunda.
Annesi öptü onu, ağladı bir yıl
başında.
Bir yıl sonra bir mersin bitti gözlerinde
Gölgesi kapkara.
Kardeşi büyüdü ve
İş aramaya gitti kente.
İçeri attılar, geçiş
izni yoktu
Paslı bir sandık taşıyordu
Ve kırık
dökük şeyler.
Yurdumun çocukları
İşte böyle öldü
ayışığı!
Mahmut Derviş
(Türkçesi: K. E.)
(*) 48. kurban, Kafr
Kassem katliamında öldürülenlerden biridir.
Filistin’den
Bir Şiir
Düşüncemizi
öldürmekten
Ya da
yolumuzdan döndürmekten Bin
defa daha kolay İğne
deliğinden deveyi geçirmek Kızarmış balık tutmak Samanyolunda Denizi sürmek, konuşturmak timsahı Duvar
gibi dikileceğim sorguda Aç fakat onurlu küstah Kızgın
yolları Öfkeli
gururla dolduracağız Gardiyanlara
inat İsyancı
kuşaklar doğuracağız Aynı
yirmi inanılmaz harika gibi Lydda’da, Ramleh’de, Galile’de. |
Tevfik Ziad |
(Türkçesi: K. E.) |
Filistin’den Bir Şiir Ruhumu
ellerimde taşıyacağım Ve dostları
güldüren bir yaşam sürmek, Düşmanı alteden ölümü yüzlemek için Onu ölüm
çukuruna fırlatacağım. Soylu bir ruhun
iki kaderi vardır Ölümü korkusuzca karşılamak
Ya da soylu amaca ulaşmak. Onursuz
yaşam nedir? Yaşamaya
değmez. Sorumu açıkça
görüyorum. Gene de
canlı adımlarla ona ulaşmak
için Acele ediyorum. |
Abdül Rahim Mahmut |
(Türkçesi K. E.) |
Dilerseniz rızkımı
yitirebilirim
Gömleğimi ve yatağımı satabilirim
Taş kırıcı olarak çalışabilirim çöpçü hamal
Dükkanlarınızı temizlerim
Veya yiyecek için
çöplerinizi didiklerim
Aç yatabilirim
Ah güneşin
düşmanı
Uzlaşmıyacağım
Ve damarlarıma
kan bastıkça yüreğim
Direneceğim
Ülkemin son parçasını da alabilirsiniz
Gençleri hücrelere atar
Geçmişimi talan eder
Kitaplarımı
şiirlerimi yakarsınız
Veya etimi köpeklere
atabilirsiniz
Terör ağı kurarsınız
köyümün çatılarında
Ah güneşin
düşmanı
Uzlaşmıyacağım
Ve damarlarıma
kan bastıkça yüreğim
Direneceğim
Gözümün ışığını
söndürebilirsiniz
Beni anamın
öpücüğünden yoksun bırakırsınız
Atama halkıma
küfredersiniz
Tarihimi çarpıtırsınız
Çocuklarıma bir gülüş
Yaşam hakkı
koymazsınız
Arkadaşları sahte yüzlerle kandırabilir
Çevreme nefret duvarı örebilir
Gözlerimi
aşağılanmayla örtebilirsiniz
Ah güneşin
düşmanı
Ama direneceğim
Limanda donanma var
Havayı telaş dolduruyor
Yüreklerde bir coşku
Ve ufukta bir gemi
Rüzgara ve derinliğe karşı
Olysses yitikler
denizinden eve dönüyor
Güneşin dönüşü bu
Sürgünlerimin
Onlar için
Yemin ediyorum
Uzlaşmıyacağım
Damarlarıma kan bastıkça yüreğim
Direneceğim
Direneceğim
Semih el Kasım
(Türkçesi: K. E.)
Doğu Yakasından İki Çocuğa Mektup
Sevgili Küçüklerim,
Irmağın ötesindeki,
Sevgili küçüklerim,
Size bir sürü
masalım var
Denizci Sinbad’dan başka
Balıkçı ve Cinden başka
Kamar Azzaman ve
Prenses’ten başka.
Size yeni masalların
var.
Ama korkarım size onları anlatsam
Dünyanız kararır,
Korkarım sizin küçük dünyanız
Yurdumuzdaki
hapishane ve hapislerin öyküleriyle
Nazilerin ve
Nazizmin öyküleriyle kararır.
Onlar uğursuzdur
Terörle büyür
çocuklar
Ne zaman nasıl
bitecek diye sormayın
Ayrılığın ve sıkıntının öyküsü.
Bugün yanıtı
anlayamazsınız
Büyüdüğünüzde sevgili küçüklerim
Ateşten gömlek anlatacak size,
O gün bizim gibi davayı omuzlayacaksınız
Görevinizi
yapacaksınız mücadele destanında.
Öykümüz uzun
Mücadelenin destanı uzun
O gün ünlü hazinemizi öğreneceksiniz.
Ne zaman ve nasıl
dönecek sürgünler.
Ayrılık ve sıkıntı öyküsü
Nasıl bitecek.
Ferva Tukan
(Türkçesi
K. E.)
Canım kuş sende mi benim gibisin
Sen de mi mülteci
oldun
Kara felaketler içinde
sönüp bembeyaz kanayıp
Yaşamını çarçur edip gecede yitip gittin
Gözlerin yurdumdan bir kıpırtı yansıtıyor
Issız garip yabanda dolananlardan haber mi getirdin
Şimdi viran kalan canım evimizin
Sıla hasretini sen de çekiyor musun
Senin de mi yuvanı
elinden aldılar
Bize toprağı
öyle değerli Filistin’den
Ufak bir hatıra
getirdin mi
Bir parça yaprak belki bir kum tanesi
Şu verimli sevgili zengin topraktan
Canım güzel yurdum seni unutursam
Utanç ve yokluk beni sonsuza kadar gömsün!
Yusuf el-Katib
(Türkçesi:
K. E.)
Ne desem bilmem ki çocuğum,
Sökülmüş ve ateşten kavrulmuş bir meşe misali Öylece
uzanmışım yol boyunca...
Ne köklerim
kalmış, ne de yapraklı dalım.
Ve etrafımda
haykıran insanlar:
Aydınlıkla doğ ve parılda,
Şafağın ilk ışınları saçıldı,
Doğ artık bir güneş gibi,
Doğ ki... tüm adaklar sanadır...
Ve ben, kendi etrafımda
dönüyorum, Kuzgunların kokladığı kanıma sarılıp Tütsülerle kutsanmış çiçekler
arasında sendeleyerek... Ne desem bilmem ki, Bilmem
neyi anlatsam,
Ahh, ne acıdır
hani o sırta saplanan hançerler...
Yarın,
Yarın, sen de delikanlı olacaksın çocuğum, “Gün, bizim günümüzdü”.
Ve “zamanların
hakimiydik”
“Dar geliyordu dünya
bize” diyeceksin, Dudaklarından mızrak
şıkırtısınca katı uyaklar dökülerek.
Ve anlatacaksın “Destancı Ana”nın
O ünlü “Sancak taşıyan Süvarisi”ni
Hani o “Çöl
aşiretleri” çağında
Elinde sancak...
Bir hışımla gelip,
Sarı sıcağın derinliklerine dalan
Ve gerdikçe
kollarını
Doludizgin ileri atılan
Ve gecenin “sıfır”
noktasında,
Gözleriyle
“kadınların en güzelini” öperken,
Dört bir yandan saldırıya uğrayıp,
Kızıl kana boyanıp ölesiye yaralanan
Gene de o sancağı
elinden bırakmayan
O gözüpek
“Süvari”yi
Anlatacaksın çocuğum...
Bir de,
Süvariden arta kalırken yerinde dimdik,
Başkaldıranların gururlu öfkesinden
Bir kartal gibi
titreyip duran Sancağı destanlaştıracaksın...
Hani bir el,
Düşen Fedai’nin böğründen çekip alarak
Sımsıkı kavramıştı
Sancağı
Yeniden ileri atılmak
için...
Ebu Firas
(Türkçesi:
Faik Bulut)
Ey gömütüm, gelirse bir gün sana
Sıcacık
gözyaşlarıyla bir ziyaretçi,
De ki ona ey gömütüm:
“Nasır”lardan
biri yatıyor burda
Bir El-Fetihçi,
Kurtuluş
arayan sevgili vatanına.
Ölümsüzdür dünyada
özgür yaşayan kişi,
Zalime başeğmeden
giden insan özgürdür.
Gömülse de karayere ölmez devrimci
Ölümsüzdür
kanıyla destan yazan
Gelecek kuşaklara.
Dünyada ancak vicdanları ölmüş olanlar ölür.
Yeter, övünç
kaynağı olmaya İkizler Yıldızı’na
Yıldızın doruğundan düşen kuşun anısı yeter!
Yeter, Kisra’nın
tahtıyla alay etmesi o kuşun
Ve de boyun eğmeden çekip gitmesi
yeter!
Gömülse de karayere ölümsüzdür
devrimci, Ölümlüler alınıp satılanlardır.
Bütün yeşillikleri
çiçek açmış bahçenin,
Açmış
olsa bile çiçek sayılmaz.
Gerçek
çiçek ancak güzel kokandır.
Diri sayılmazlar uzun yaşasalar
da açıkgözler Ölmeyenler güzel izler bırakanlardır.
Ey alevli, ey sımsıcak,
kartal yuvası gömüt,
Kulakları dolduran, insanı
büyüleyen bir ezgisin sen,
Çelenkler
senin üzerinde yüceleşiyor!
Ozanın gitarında uykuya dalan bu ezgi
Büyüsüyle
gönülleri sarhoş ediyor.
Tazeleyin binlerce anıyı
dostlar,
Öperek
bu çelengi.
Yaşlar
boşanırsa gözlerinizden, silin!
Rıbhı burda yatıyor, hem de övünerek
kardeşler.
Yeni bir şafak
yaratmaya gidiyor.
Öpün bu çelengi yoldaşlar, tazeleyin
binlerce anıyı,
El-Fetih kartallarından biri
burda yatıyor, Kucaklayın o kartalı
kardeşler!
Ebu Firas
(Bilim ve
Sanat, Şubat 1981)
KRONOLOJİ
1877
Kudüs’ten İstanbul’a
gelen Filistinli milletvekilleri ilk Osmanlı
Parlamentosunun oturumlarına katıldılar.
1878
Petaç Tikva adını taşıyan ilk
modern Siyonist yerleşim birimi kuruldu.
1882
Paris’te ikamet eden
ve İbranice adı Avraham Binyamin
olan Yahudi kökenli Baron Edmond de
Rothschild Filistin’deki Siyonist yerleşimleri mali olarak desteklemeye başladı. Daha
sonra Yahudi Kolonizasyon Birliğini kuracak
ve Yahudi Ajansı’nın onursal başkanlığına
getirilecek olan Baron, Filistin’i bir kaç kez ziyaret te etti.
1882-1903
İlk Siyonist göç dalgası. Çoğu Doğu Avrupa ülkelerindeki
baskı ve pogromlardan kaçanlar olmak üzere yaklaşık 25,000
Yahudi Filistin’e gitti.
1887-1888
Osmanlı devleti, Filistin’i Kudüs, Nablus ve
Akra sancaklarına ayırdı.
1896
Yahudi kökenli
Macar gazeteci Theodor Herzl, Filistin’de ya da başka
bir yerde bir Yahudi devletinin kurulmasını
öngören Der Judenstaat (=Yahudi devleti) adlı yapıtını yayımladı.
1897
İsviçre’nin Basel kentinde toplanan Birinci Siyonist Kongresi Basel Programını
kabul etti. Kongre, “Filistin’de bir Yahudi
anayurdu” kurulması çağrısında bulundu
ve Dünya Siyonist Örgütü’nü (WZO) kurdu.
1901
Basel’de toplanan Beşinci
Siyonist Kongresi, WZO’nun Filistin’de toprak satın
alması için Yahudi Ulusal Fonu’nu (JNF) oluşturdu.
1904-1914
Yaklaşık 40,000 kişiden oluşan ikinci
Siyonist göç dalgası sonucunda
Yahudilerin sayısı Filistin nüfusunun
yüzde 6’sına ulaştı.
Ağustos 1914
Birinci Dünya
Savaşı başladı.
30 Ocak 1916
Mısır’daki Britanya Yüksek Komisyoneri McMahon,
Mekke Şerifi Hüseyin ile yaptığı
görüşmede, savaştan sonra Osmanlı
devletinin Arap eyaletlerinin bağımsızlığa
kavuşacaklarına söz verdi.
16 Mayıs 1916
İngiltere ile Fransa, aralarında Osmanlı topraklarını gizlice paylaştıkları Sykes-Picot
Anlaşmasını imzaladılar.
2 Kasım 1917
İngiliz Dışişleri
Bakanı Balfour, Britanya’nın “Filistin’de bir Yahudi anayurdu”nun kurulmasına desteğini dile getiren Balfour Deklarasyonunu ilan etti.
7 Kasım 1917
Rusya’da Büyük
Ekim Devrimi zafere ulaştı. Bolşevikler,
İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin Çarlıkla yaptıkları Ortadoğu’ya ilişkin paylaşım
pazarlıklarını ve gizli anlaşmaları açıkladılar.
Eylül 1918
Filistin, İngiliz
generali Allenby’nin komuta ettiği Bağlaşık
güçleri tarafından işgal edildi.
30 Ekim 1918
Birinci Dünya
Savaşı sona erdi.
27 Ocak-10 Şubat
1919
Kudüs’te toplanan Birinci Filistin Ulusal Kongresi, Paris Konferansına
gönderdiği muhtırada Balfour
Deklarasyonunu
reddetti ve Filistin’in bağımsızlığını talep
etti.
17-19 Ekim 1919
Sosyalist İşçi
Partisi adını Filistin Komünist
Partisi olarak değiştirdi ve 1. Kongresini gerçekleştirdi.
1919-1923
Yaklaşık 35,000 kişiden oluşan üçüncü Siyonist göç
dalgası sonucunda Yahudilerin sayısı Filistin
nüfusunun yüzde 12’sine ulaştı. 1923 yılı itibariyle Yahudilerin mülkiyetindeki topraklar Filistin yüzölçümünün yüzde 3’ünü kapsıyordu.
Nisan 1920
Siyonist göçü
protesto eden Filistinlilerin Yahudilere saldırması
üzerine meydana gelen olaylarda 5 Yahudi öldürüldü
ve 200 Yahudi de yaralandı.
25 Nisan 1920
San Remo’da toplanan
“Barış” Konferansı, Filistin’i Britanya’nın
manda yönetimine bıraktı.
Mayıs 1920
İngilizler, İkinci Filistin Ulusal Kongresi’nin toplanmasını engellediler.
1 Temmuz 1920
Britanya, Filistin Yüksek
Komisyonerliğine Yahudi kökenli
Sir Herbert Samuel’i atadı.
Aralık 1920
Hayfa’da toplanan Üçüncü
Filistin Ulusal Kongresi, 1920-1935 yılları
arasında ulusal hareketi yönetecek olan Yürütme Kurulunu seçti.
Mart 1921
Siyonistlerin
illegal silahlı örgütü Hagana kuruldu.
1 Mayıs 1921
Yafa’da Siyonist göçü
protesto için yapılan gösterilerde 46 Yahudi öldürüldü ve 146
Yahudi yaralandı.
8 Mayıs 1921
Hacı Emin el-Hüseyni Kudüs Müftülüğüne atandı.
24 Temmuz 1922
Milletler Cemiyeti,
Filistin manda yönetimini onadı.
Ekim 1922
İngiliz manda yönetimi, Filistin’de yaptırdığı
ilk nüfus sayımının sonuçlarına göre, nüfusun
yüzde 78’inin
Müslüman Arap, yüzde 11’inin Yahudi ve yüzde
9.6’sının Hristyan Arap olduğunu açıkladı.
1924-1928
67,000 kişiden
oluşan dördüncü Siyonist göç dalgası sonucunda Yahudilerin sayısı Filistin nüfusunun
yüzde 16’sına ulaşırken Yahudilerin mülkiyetindeki
topraklar Filistin yüzölçümünün yüzde 4.2’sine çıktı.
Ekim 1925
Yafa’da Altıncı
Filistin Ulusal Kongresi toplandı.
Haziran 1928
Kudüs’te Yedinci Filistin Ulusal Kongresi toplandı.
Ağustos 1929
El Burak Duvarına
(ya da Ağlama Duvarı) ilişkin sürtüşmeler ve Filistin halkının artan
Yahudi göçüne ve İngiliz
baskısına karşı tepkileri Filistinlilerle Yahudiler ve İngilizler
arasında çatışmalara yol açtı. Bu çatışmalarda 133 Yahudi ölür
ve 339 Yahudi yaralanırken 116 Filistinli öldü ve 232
Filistinli yaralandı.
1931
Hagana’dan ayrılan
ve Filistinlilere karşı daha sert bir politika izlenmesini savunan fanatik Siyonistler, Vladimir
Jabotinski’nin önderliğinde, kısaca IZL ya da
İrgun olarak da anılan İrgun Zvai Leumi’yi (Ulusal Askeri Örgüt) kurdular.
18 Kasım 1931
Filistin’de İngilizlerin
yaptığı ikinci sayım, nüfusun 73’ünün Müslüman
Arap, yüzde 16.9’unun
Yahudi ve yüzde 8.6’sının Hristyan Arap olduğunu
gösterdi.
Aralık 1931
Kudüs’te biraraya gelen 22 Müslüman ülkenin delegeleri
Siyonizmin yol açtığı tehlikelere dikkati çekti.
Ocak 1933
Almanya’da Nazilerin
iktidara gelmesi. Bu tarihten itibaren Nazi Almanyası’nın Yahudilere karşı giriştiği baskı ve terör,
Filistin’e Yahudi göçünü hızlandırdı.
1929-1939
250,000’den fazla
Yahudiyi kapsayan beşinci Siyonist göç
dalgası sonucunda Yahudiler Filistin nüfusunun
yüzde 30’unu oluşturur hale geldiler. 1939’da Yahudilerin elindeki arazi Filistin yüzölçümünün
yüzde 5.7’sini kapsıyordu.
Kasım 1935
Hayfa’lı Müslüman
dinadamı ve gerilla lideri Şeyh İzzeddin el-Kassam İngiliz kuvvetlerine karşı
savaşırken yaşamını yitirdi.
25 Nisan 1936
Filistinli siyasal
partilerin liderleri Müftü Hacı Emin el-Hüseyni’nin
başkanlığında Arap Yüksek Komitesini oluşturdular.
8 Mayıs 1936
Filistin Ulusal
Komitelerinin Kudüs’teki toplantısının ardından Büyük Ayaklanma başladı. 1939’a kadar süren
ve grev, yürüyüş, vergi boykotu, pasif direniş, sabotaj,
gerilla eylemleri gibi değişik savaşım biçimlerini kapsayan Büyük Ayaklanma süresi
içinde 3,500-4,000 dolayında Filistinli ve 500 dolayında Yahudi öldü.
11 Kasım 1936
Başında Lord Peel’in bulunduğu Krallık Komisyonu
Filistin ayaklanmasının nedenlerini
incelemek üzere Filistin’e geldi.
1937
Suudi Arabistan’da
ilk önemli petrol yatağı
bulundu.
7 Temmuz 1937
Peel Komisyonu yayımladığı
raporunda Filistin’in üçte biri Yahudilere bırakılmak ve Kudüs’ün
denetimi Britanya’nın elinde kalmak kaydıyla ikiye bölünmesini
salık verdi.
23 Temmuz 1937
Arap Yüksek Komitesi Peel Komisyonunun raporunu reddetti. Komite, Yahudilerin ve diğer
azınlıkların meşru haklarını tanımak ve İngiliz
çıkarlarını gözetmek kaydıyla bağımsız ve birleşik
bir Filistin’in kurulmasını talep etti.
1 Ekim 1937
İngilizler Arap Yüksek Komitesini ve tüm
Filistin siyasal örgütlerini yasakladılar.
11 Kasım 1937
İngilizler Filistin ayaklanmasını ezmek için
askeri mahkemeler kurdular.
Haziran 1938
İngiliz subayı Orde Wingate, Filistin köylerine karşı operasyonlar için İngiliz askerlerinden
ve Hagana militanlarından oluşan Özel Gece
Birliklerini oluşturdu.
Ayaklanmayı
bastırmak için İngiltere’den takviye güç getiren sömürge yönetimi, meydana
gelen çarpışmalarda Kudüs’ün Eski Kent
bölümünü Filistinlilerden geri aldı.
7 Şubat-27 Mart 1939
Britanya’nın çağrısı
üzerine düzenlenen ve Arapların,
Filistinlilerin ve Siyonistlerin katıldığı Londra Konferansı sonuç alamadan
sona erdi.
17 Mayıs 1939
Britanya’nın,
yayımladığı Beyaz Rapor’la Filistin’e Yahudi göçünü
75,000 tavan rakamıyla sınırlaması ve Yahudilerin toprak alımlarına kısıtlama getirmesi üzerine Siyonistler yasadışı
göçü örgütlemek için MOSSAD’ı kurdular.
1 Eylül 1939
İkinci Dünya Savaşı
başladı.
Ekim 1939
Avraham Stern önderliğinde
İrgun’dan ayrılan ırkçı ve faşist
eğilimli bir grup, Stern Çetesi olarak bilinen LEHI (“İsrail’in Özgürlüğü Savaşçıları”) adlı
terörist örgütü kurdu.
1940-1945
Bir bölümü
yasadışı bir biçimde olmak üzere 60,000’den fazla göçmenin
gelmesiyle Yahudilerin Filistin nüfusu
içindeki oranı yüzde 31’e, Yahudilerin mülkiyetindeki
toprakların Filistin yüzölçümüne oranı yüzde 6.0’ya ulaştı.
9 Mayıs 1942
Başlarında Chaim Weizmann ile David Ben-Gurion’un bulunduğıu Siyonist liderler New York’un Biltmore Otelinde toplanarak savaş
sonrasında izleyecekleri hedefler (Biltmore Programı)
üzerinde anlaştılar ve Britanya’nın
17 Mayıs 1939
tarihli Beyaz Raporunu reddettiler.
Ocak 1944
Stern Çetesi ve İrgun İngilizlere karşı bir terör
kampanyası başlattı.
22 Mart 1945
Kahire’de yapılan
ve Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan, Suudi Arabistan,
Irak ve Yemen’in katıldığı toplantıda Arap Birliği
kuruldu.
8 Mayıs 1945
İkinci Dünya Savaşı Avrupa’da sona erdi.
Eylül 1945
Hagana’nın denetimi altında Filistin’e büyük
ölçekli yasadışı göç yeniden başlatıldı.
Mayıs 1946
Yahudi silahlı
kuvvetlerinin sayısını 61,000 ile 69,000 arasında tahmin
eden Anglo-Amerikan Komitesi, Filistin’e 100,000 kadar Yahudi’nin daha
gelmesini tavsiye etti.
11-12 Haziran 1946
Suriye’de toplanan
Arap Birliği, Filistinlilerin haklarının
tanınmaması halinde Britanya ve ABD’ne, çıkarlarının
zarar göreceği uyarısı yapan gizli bir karar aldı.
22 Temmuz 1946
İrgun’un, İngiliz
hükümet sekreterliğinin karargahının bulunduğu Kudüs’teki King David Otelini havaya uçurması sonucu 91
İngiliz, Filistinli ve Yahudi görevli yaşamını yitirdi.
7-10 Şubat 1947
Britanya Bışişleri
Bakanı Ernest Bevin’in Londra’da düzenlenen bir konferansa sunduğu ve
Filistin sorununa federal bir çözüm öneren planı Arap ve Yahudi delegeleri tarafından reddedildi.
8 Eylül 1947
Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komitesi’nin
(UNSCOP) raporu yayımlandı. UNSCOP üyelerinin
çoğunluğu Filistin’in ikiye bölünmesini,
azınlığı ise federal bir çözümü önerdi.
29 Eylül 1947
Arap Yüksek Komitesinin reddettiği Filistin’in
ikiye bölünmesi önerisi, Yahudi Ajansı
tarafından kabul edildi.
29 Kasım 1947
BM Genel Kurulu,
Filistin’in yüzde 56.5’unu Yahudilere
ve yüzde 43’ünü Araplara bırakan
ve Kudüs’e uluslararası statü tanıyan planı kabul ederken Arap temsilcileri toplantıyı terketti.
Aralık 1947
Arap Birliği,
Filistin’in bölünmesine karşı tutum alan Filistin halkına ve direnişine
yardım etmek için Fevzi el-Kavukçu’nın komutası altında, düzensiz Arap gönüllü birliklerinden oluşan
Arap Kurtuluş Ordusu’nu
(ALA) kurdu.
21 Aralık 1947-Mart 1948
Hagana ve İrgun
Tel Aviv’in kuzayindeki sahil bölgesindeki Bedevi yerleşim merkezlerine saldırdılar.
31 Aralık 1947
Hagana ve İrgun,
60’dan fazla sivilin yaşamını yitirdiği Beled el-Şeyh (Hayfa) katliamını
gerçekleştirdiler.
Aralık 1947-Ocak 1948
Arap Yüksek Komitesi, Filistin köy ve
kentlerinin savunması için 275 yerel
komite oluşturdu.
8 Ocak 1948
ALA gönüllüleri
Filistin’e gelmeye başladılar.
14 Ocak 1948
Siyonistlerle yapılan
görüşmelerde Çekoslovakya Hagana’ya 24,500 tüfek,
5,000 hafif makinalı tüfek, 200 orta makinalı tüfek ve 25
Messerschmitt uçağı vermeyi kabul etti.
16 Ocak 1948
Britanya’nın BM’e sunduğu rapora göre 30 Kasım 1947-10 Ocak 1948
tarihleri arasındaki çatışmalarda Filistin’de
iki taraf arasındaki çarpışmalarda ölen ve yaralananların
sayısı 1,974’ü buldu.
6 Mart 1948
Hagana topyekün
seferberlik ilan etti.
Mart 1948
Ürdün’de
Britanya’nın denetimi altında Haşimi krallığı kuruldu.
18 Mart 1948
ABD Devlet Başkanı
Truman, Siyonist hareketin önderi Chaim Weizmann’la yaptığı gizli görüşmede
15 Mayıs’ta açıklanması düşünülen İsrail devletinin kuruluşuna ilişkin deklarasyonu
destekleyeceğine söz verdi.
30 Mart-15 Mayıs
1948
Hagana birlikleri, İngiliz
kuvvetlerinin çekilmesinden önce
giriştikleri operasyonlarla Hayfa’dan Yafa’ya kadar uzanan
sahil bölgesini ele geçirdiler
9 Nisan 1948
İrgun ve Stern çeteleri, Kudüs yakınlarındaki Deyr Yasin köyünde yaklaşık 250 kişiyi
katlettiler.
1 Mayıs 1948
Siyonist kuvvetler
Eyn el-Zeytun’da (Safad) 70’ten fazla sivili katlettiler.
3 Mayıs 1948
Siyonistlerin ele geçirdiği
bölgelerden kovulan ve kaçan Filistinlilerin sayısı 175-200,000’i
buldu.
14 Mayıs 1948
ABD Başkanı Truman İsrail devletini tanıdı.
15 Mayıs 1948
İngiliz manda yönetimi sona erdi ve İsrail
devletinin kuruluşu ilan edildi.
23 Mayıs 1948
Siyonistler
el-Tantura’da 250 sivili katlettiler.
Mayıs-Temmuz 1948
Filistin direnişine
ve ALA’na sözde yardım etmek için harekete geçen
sınırlı sayıda ve yetersiz donanıma sahip Ürdün, Mısır, Suriye,
Irak ve Lübnan birlikleriyle
Siyonist kuvvetler arasında şiddetli çarpışmalar meydana geldi.
17 Eylül 1948
Geleceğin İsrail
başbakanı İzak Şamir’in yönettiği Stern çetesi
BM arabulucusu Kont Bernadotte’u öldürdü.
29 Ekim 1948
Siyonist kuvvetler
Safsaf’da (Safad) gerçekleştirdikleri katliamda
60’dan fazla sivili öldürdüler.
3 Nisan 1949
İsrail’in, BM Bölüşüm Planında kendisine
ayrılandan yüzde 50 daha fazla toprağı
ele geçirmiş olduğu koşullarda Arap devletleri İsrail’le ateşkes yapmayı kabul ettiler. İsrail işgali nedeniyle
yaklaşık 1.2 milyon Filistinliden 780,000’i mülteci
durumuna geldi.
11 Mayıs 1949
İsrail BM üyeliğine kabul edildi.
Şubat-Temmuz 1949
BM’in arabuluculuğuyla
Mısır, Ürdün, Lübnan ve Suriye ile İsrail
arasında ateşkes anlaşmaları imzalandı.
8 Aralık 1949
Komşu ülkelerde
derme-çatma kamplarda yaşayan yüzbinlerce Filistinli’ye yiyecek, barınak, sağlık ve eğitim yardımı sağlamak amacıyla UNRWA oluşturuldu.
23 Ocak 1950
İsrail, BM kararlarına meydan okumak
suretiyle başkentini Tel Aviv’den Batı
Kudüs’e taşıdı.
Nisan 1950
Ürdün Kralı Abdullah, 1947-48 savaşından önce Siyonist
liderlikle yaptığı gizli anlaşmalar
uyarınca Batı Yakası’nı kendi topraklarına
kattı.
20 Temmuz 1951
Britanya
emperyalizminin uşağı Ürdün Kralı Abdullah,
Kudüs’te El Aksa Camisinin girişinde 19 yaşındaki bir Filistinli genç
tarafından öldürüldü.
Temmuz 1952
Mısır’da İngiliz askerleri ve İngiliz emperyalizmine
bağımlı monarşik rejimin güçleriyle
Mısır halkı arasında iki yıldan fazla süren çatışmaların ardından “Özgür Subaylar”ın
gerçekleştirdiği ilerici askeri darbe
monarşiye son verdi.
Ağustos 1953
İki yıl kadar önce petrolü ulusallaştıran İran Başbakanı Musaddık, ABD’nin düzenlediği bir
askeri darbeyle görevinden alındı.
15 Ekim 1953
Ateşkes sınırını
geçerek Batı Şeria’ya giren Ariel Şaron
komutasındaki 101. Birlik, El-Halil (Hebron) yakınlarındaki
Kibya köyünde 53 Filistinli
sivili katletti.
Temmuz 1954
‘Lavon Olayı’:
İsrail ajanları Britanya ile Mısır arasındaki
ilişkileri gerginleştirmek ve Londra’nın
Süveyş Kanalından çekilişini geciktirmek için,
Mısır’daki ABD ve Britanya hedeflerine karşı
“Mısırlı” teröristlerin yaptığı görüntüsü verilen
bir dizi sabotaj eylemi düzenledi.
24 Şubat 1955
Ortadoğu’daki anti-emperyalist uyanışı önlemek ve ABD,
Britanya ve İsrail’in çıkarlarını korumak için
Irak, Pakistan, Türkiye ve Britanya’nın katılımıyla -daha
sonraki yıllarda CENTO adını alacak olan- Bağdat Paktı oluşturuldu.
4-5 Nisan 1956
Mısır komandolarının
taciz eylemlerini bahane eden İsrail’in Gazze’ye top ateşi açması sonucunda
kentte 59 kişi öldü ve yaklaşık 100 kişi yaralandı.
23 Temmuz 1956
Mısır, Süveyş
Kanalını ulusallaştırdı.
29 Ekim 1956
Kafr Kassem köyünde
gerçekleştirdikleri katliamda
Siyonistler 51 Filistinliyi öldürdüler ve 13’ünü
de yaraladılar. Aynı gün Britanya, Fransa ve İsrail Mısır’a savaş ilan ettiler ve Sina yarımadasını, Süveyş Kanalını ve Gazze Şeridi’ni işgal ettiler.
Ancak, ABD ve Sovyetler Birliği’nin karşı çıkması sonucu saldırgan güçler işgal ettikleri
bölgelerin hemen hemen tümünden
çekildiler.
8 Mart 1957
İsrail, Ekim 1956’da Mısır’a karşı girişilen korsanca saldırı sırasında işgal ettiği Şarm el-Şeyh ve Gazze Şeridi’nden çekildi.
1957
İsrail, Fransa’nın teknolojik yardımıyla Dimona nükleer
santralini kurmaya başladı.
1 Şubat 1958
Suriye ile Mısır,
Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında
birleşmeye karar verdiler.
14 Temmuz 1958
Irak’ta İngiltere’nin
denetimindeki monarşi, yurtsever-devrimci güçlerin ayaklanması sonucunda devrildi.
15 Temmuz 1958
ABD emperyalistleri,
Lübnan’da süregelen iç savaşa gerici
Chamoun kliği yararına müdahale amacıyla bu ülkeye
asker çıkardılar.
17 Temmuz 1958
Ürdün’deki kukla rejimin Irak’taki anti-emperyalist gelişmelerden etkilenmemesi için Britanya bu ülkeye
paraşütçü birlikleri gönderdi.
1959
Yaser Arafat, Halil
El Vezir ve arkadaşları, daha sonra Fatah adını
alacak olan Filistin Kurtuluş Komitesi’ni kurdular.
Temmuz 1962
Cezayir halkı,
FLN (=Ulusal Kurtuluş Cephesi) önderliğinde sürdürdüğü 8 yıllık
direnişten sonra Fransa’dan bağımsızlığını
kazandı.
14 Mart 1963
Kahire’de, Mısır,
Suriye ve Irak arasında yapılan birleşme
görüşmeleri başarısızlıkla sonuçlandı.
28 Mayıs-2 Haziran 1964
Çeşitli bölgelerden gelen 422 Filistinli delegenin katılımıyla toplanan Filistin kurucu meclisi, Filistin Ulusal Sözleşmesini kabul etti, FKÖ’nü ve onun bir dizi organını
oluşturdu. FKÖ Yürütme Komitesi Başkanlığına
Ahmet el-Şukeyri getirildi.
1 Ocak 1965
El-Fatah’ın askeri kanadı El-Asifa, İsrail’e
karşı silahlı savaşımı başlattı.
3 Kasım 1966
Ürdün-İsrail
sınırında üç İsrail askerinin bir mayın
patlaması sonucunda ölmesi üzerine İsrail birlikleri Hebron yakınlarındaki Samu köyüne
düzenledikleri baskında 15 Ürdünlü askerle 3 sivili öldürdüler ve 125
evi dinamitleyerek havaya uçurdular.
5 Haziran 1967
Mısır, Suriye ve Ürdün ile İsrail
arasında meydana gelen ve 6 Gün Savaşı olarak anılan savaş Arapların yenilgisi
ve Eski Kudüs’ün yanısıra, Batı Şeria, Gazze Şeridi,
Sina yarımadası ve Colan tepelerinin Siyonistlerin eline geçmesiyle sonuçlandı.
Savaş, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde
yaşayan 325,000 Filistinli’nin Mısır, Ürdün ve Suriye’ye kovulmasına/ kaçmasına ve mülteci
hale gelmesine de yol açtı.
8 Haziran 1967
Mısır açıklarında
İsrail uçakları ABD Deniz Kuvvetlerine ait USS Liberty adlı
silahsız bir elektronik istihbarat gemisini batırarak
34 Amerikalı denizcinin
ölümüne ve 171’inin de yaralanmasına neden oldular. USS Liberty’nin yardım çağrılarına rağmen
bölgedeki ABD uçak gemileri
ve diğer savaş gemileri olaya müdahale
etmedi.
22 Kasım 1967
BM Güvenlik Konseyi, zor yoluyla toprak ilhakını reddeden, İsrail’in Haziran
1967 savaşı öncesi sınırlarına çekilmesini öngören ve Filistinli mülteciler sorununun
adil bir biçimde çözülmesini talep
eden 242 sayılı kararını aldı.
1 Ocak 1968
El Fatah, Araplarla
Yahudilerin birlikte yaşayacakları demokratik
bir Filistin devleti kurulmasını öngören siyasal programını
yayımladı.
21 Mart 1968
Ürdün sınırını
geçerek El Karame’deki Fatah üssüne saldıran
İsrail kuvvetlerine karşı görkemli bir direniş sergileyen
Filistinli gerillalar düşmana ağır kayıplar verdirdiler.
17 Temmuz 1968
Baasçılar kansız bir darbe sonucu Irak’ta iktidarı ele geçirdiler.
Ağustos 1968
Corc Habaş’ın
önderlik ettiği Filistin Halk Kurtuluş Cephesi kuruldu.
21 Ağustos 1968
İsrailli kundakçılar
ateşe verdikleri Kudüs’teki El Aksa Camisinde ağır hasara
yol açtılar.
Ekim 1968
Suriye’nin desteklediği
ve Ahmet Cibril’in başını çektiği bir grup, FHKC’nden ayrılarak Filistin
Halk Kurtuluş Cephesi-Genel Komutanlık
(FHKC-GK) adlı örgütü kurdu.
9 Aralık 1968
BM Genel Kurulu,
Filistin halkının vazgeçilmez haklarını bir kez
daha doğrulayan 2535 (XXIV) sayılı
kararı aldı.
22 Şubat 1969
Filistin Halk Kurtuluş
Cephesi’nden ayrılan bir grup Filistinli savaşçı, Nayif
Havatme’nin önderlik ettiği Filistin
Demokratik Kurtuluş Cephesi’ni kurdu.
24 Şubat 1969
İsrael uçakları Şam
yakınındaki iki El Fatah kampını bombaladı.
1 Eylül 1969
Muammer Kaddafi’nin başını
çektiği Özgür Birlikçi Subaylar Hareketi
grubuna bağlı ilerici subaylar ABD
ve Britanya yanlısı krallık rejimini
devirdiler.
12 Mayıs 1970
İsrael, Güney
Lübnan’daki FKÖ üslerine karşı kara ve hava saldırısı
düzenledi.
6-9 Eylül 1970
FHKC üç uçak
kaçırdı ve bunları Ürdün’ün El Mafrak havaalanına indirdi.
16-25 Eylül 1970
”Kara Eylül”:
Ürdün ordusu ile Filistinli gerillalar arasında
Amman’da ve Kuzey Ürdün’de meydana gelen çatışmalarda çoğu sivil
olmak üzere binlerce kişi
öldü ve 10,000’e yakın insan yaralandı.
13 Kasım 1970
Suriye’de Hafız
Esat iktidarı ele geçirdi.
Ocak-Ağustos 1971
Mısır’daki Nasır rejiminin fedayi direnişine verdiği desteği kesmesi üzerine, Ariel Şaron’un
komutasındaki Siyonistler Gazze’ye karşı yoğun bir saldırıya giriştiler. Çok sayıda Filistinliyi öldüren ve
yaralayan İsrail kuvvetleri, çok
sayıda evi de yıktılar ve yüzlerce Filistinliyi Sina yarımadasındaki
tutuklama kamplarına götürdüler.
Nisan 1971
Suriye hükümeti
Filistinli fedayilere, Suriye cephesinden İsrail’e
karşı herhangi bir askeri harekat yapmamalarını
talep etti.
Temmuz 1971
Ürdün ordusunun İsrail sınırı boyunda mevzilenmiş
bulunan Filistin kuvvetlerini buralardan püskürtmesi
üzerine Filistinli fedayiler Lübnan’a çekilmek
zorunda kaldılar.
30 Mayıs 1972
FHKC ile Japon Kızılordu
örgütünün İsrail’in Ben Gurion havaalanında
gerçekleştirdiği saldırıda çoğu turist 31 kişi
yaşamını yitirdi.
9 Temmuz 1972
FHKC sözcüsü ve tanınmış Filistinli edebiyatçı
Hasan Kanafani ile yeğeni MOSSAD’ın
arabalarına koyduğu bombanın patlaması sonucu öldüler.
18 Temmuz 1972
Enver Sedat Mısır’da
bulunan 15,000 dolayındaki Rus uzman ve danışmanı kovdu ve ülkenin
yönünü ABD’ne çevirdi.
Eylül 1973
Suriye, Ürdün
sınırındaki Deraa kasabasında bulunan Filistin’in Sesi radyosunu kapattı.
6 Ekim 1973
Yahudilerin kutsal günü
Yom Kippur'da Mısır Süveyş Kanalı, Suriye ise Colan tepeleri üzerinden İsrail'e saldırarak Siyonistlere önemli kayıplar verdirdiler.
İsrail ve Mısır, önce ateşkes, ardından 1974'de “güçlerin ayrılması” anlaşması imzaladı. İsrail ile Suriye arasında da aynı
yıl ateşkes sağlanmasının ardından bölgeye BM barış
gücü yerleştirildi.
10 Ekim 1974
26 Eylül’de
FKÖ’nden ayrılan FHKC; FHKC-GK ve
Arap Kurtuluş Cephesi ile
birlikte, Libya ve Irak’ın desteklediği Red
Cephesi’ne katıldı. Bu cephe Ekim 1973 savaşından
sonra, sadece Batı Yakası ve Gazze Şeridi’ni kapsayan bir
Filistin devletinin kurulabileceği görüşünü savunan ve dolayısıyla İsrail devletinin
tanınmasına kapı aralayan El Fatah’ın
yaklaşımına karşı çıkan güçler tarafından kurulmuştu.
14 Ekim 1974
BM Genel Kurulu
ezici bir çoğunlukla FKÖ’nün, Filistin halkının
meşru temsilcisi sıfatıyla Filistin sorunuyla ilgili Genel Kurul toplantılarına katılmasını
kararlaştırdı.
19 Ekim 1974
Suudi Arabistan,
Kuveyt, Libya, Cezayir, Mısır, Suriye,
Abu Dabi, Bahreyn ve Katar; Ekim 1973 savaşında İsrail’e destek verdikleri gerekçesiyle ABD ve
Hollanda başta gelmek üzere
çeşitli Batılı ülkelere petrol ambargosu
uygulamaya başladılar.
29 Ekim 1974
Arap ülkeleri
Rabat’ta yaptıkları bir toplantıda aldıkları kararla FKÖ’nü
Filistin halkının tek meşru temsilcisi olarak
kabul ettiler.
13 Nisan 1975
Lübnan’da Falanjistler, içinde Filistinlilerin
bulunduğu bir otobüse
ateş açarak 27 kişiyi öldürdüler.
10 Kasım 1975
BM Genel Kurulu,
Siyonizmin ırkçılığın bir türü
olduğunu kabul etti.
30
Mart 1976
IDF’nin, Celil’de bölgeyi
“Yahudileştirmek” isteyen İsrail
hükümeti tarafından topraklarına el konma girişimine
karşı çıkarak genel greve giden İsrailli Araplara ateş açması üzerine 6 kişi
öldü. 30 Mart tarihi bundan böyle “Toprak Günü” olarak anılacaktır.
1 Haziran 1976
Suriye kuvvetleri, iç
savaşı durdurma bahanesiyle Lübnan’ı işgal etti.
13 Ağustos 1976
Doğu Beyrut’ta Tel el-Zaatar kampı 53 gün
süren kuşatmadan sonra düştü. Suriye kuvvetlerinin desteklediği Lübnanlı Falanjistler çatışmalar sırasında ve kampın
düşmesinden sonra 3,000’den fazla Filistinliyi öldürdüler.
16 Mart 1977
Lübnan’da Dürzilerin
örgütü İlerici Sosyalist Parti’nin lideri Kemal Canbolat,
Suriye ajanları tarafından öldürüldü.
23
Nisan 1977
FHKC-GK’ın Lübnan’ı
işgal ederek, Lübnanlı gericilerin yanında Filistinli
gerillalara ve onların Lübnanlı bağlaşıklarına karşı savaşa giren Suriye’nin yanında yer alması
üzerine, Muhammet Abbas Zeydan ve yandaşları bu örgütten ayrılarak Filistin Kurtuluş
Cephesi’ni kurdular.
9 Kasım 1977
Filistinli gerillaların
roket saldırılarına misilleme yapan İsrail’in, Güney Lübnan’ın Sur kenti yakınındaki mülteci kamplarını bombalaması sonucu 78 kişi öldü.
2-5 Aralık 1977
Libya’nın Trablus kentinde yapılan bir
konferansta, Mısır Devlet Başkanı
Enver Sedat’ın İsrail’le uzlaşma
arayışlarına karşı çıkan Suriye, Cezayir,
Libya, Güney Yemen ve FKÖ,
“Kararlılık ve Direniş Cephesi”ni oluşturdular.
11 Mart 1978
El Fatah gerillalarının
İsrail’in Hayfa kenti sahiline yaptığı bir saldırıda (“Deyr Yasin
operasyonu”) 37 kişi öldü ve 76 kişi de yaralandı.
14 Mart 1978
Bunun üzerine
Siyonistler, Güney Lübnan’ın Litani ırmağına değin uzanan bölümünü
işgal ettiler. Çıkan çatışmalarda ve İsrail bombardımanında çoğu sivil
halktan olmak üzere 1,000 kadar kişi
öldü ve 250,000 kişi de evlerini terk etmek zorunda kaldı.
19 Mart 1978
Siyonistler, İsrail-Lübnan
sınırında 100 km. uzunluğunda ve 8 km. genişliğinde bir “Güvenlik
Şeridi” oluşturduktan ve buraya kukla SLA
kuvvetlerini yerleştirdikten sonra BM Güvenlik
Konseyi’nin 425 sayılı kararı uyarınca işgal
ettikleri Lübnan topraklarından çekildiler.
8 Nisan 1978
İsrail’de, Mısır’la
barışı savunan “Şimdi Barış” örgütü kuruldu.
Eylül 1978
Kaddafi ile arasında
görüş ayrılıkları bulunan Lübnanlı
Şii lider İmam Musa Sadr, Libya’ya yaptığı bir
ziyarette “kayboldu.”
29 Kasım 1978
BM, 29 Kasım’ı
Filistin’le Dayanışma Günü ilan etti.
Ocak 1979
İran’da ABD uşağı Pehlevi monarşisi
bir halk ayaklanmasıyla yıkıldı.
22 Mart 1979
BM Güvenlik Konseyi, İsrail’in Filistin topraklarında
yerleşim birimleri kurmasını yasadışı ilan eden 446 sayılı kararı kabul
etti.
26 Mart 1979
İsrail, Sina yarımadasından çekilmeyi kabul
ederek Mısır ile Camp David anlaşmasını
imzaladı. Böylece ilk kez İsrail’le
bir Arap devleti arasında barış yapılmış oldu.
1979
Başını Fethi Şikaki’nin çektiği Filistin İslami
Cihad örgütü kuruldu.
Temmuz-Ağustos 1979
Gerilla saldırılarını
bahane eden İsrail Güney Lübnan’ı yoğun bir biçimde bombaladı.
Ağustos 1979
Suudi Arabistan’ın
doğu eyaletinde Şii ayaklanması.
19 Eylül 1979
Arafat, bir Filistin-Ürdün
konfederasyonu konusunu görüşmek için Kral Hüseyin’le biraraya geldi.
Ekim 1979
İsrail’de, Sina yarımadasının Mısır’a bırakılmasına karşı çıkan Tehiya Partisi kuruldu.
20 Kasım 1979
200 dolayında
radikal İslamcı Suudi Arabistan’ın Mekke kentindeki Büyük
Camiyi işgal etti.
Suudi “güvenlik” güçleri 250 kişinin
öldüğü ve 600 kişinin yaralandığı yoğun
çarpışmalardan sonra caminin denetimini ellerine geçirdiler.
13 Haziran 1980
Avrupa Ekonomik Topluluğu,
Filistin halkının kendi yazgısını belirleme hakkının
yaşama geçirilmesini savunan, Kudüs’ün
statüsünün İsrail tarafından tek yanlı olarak değiştirilmesini kınayan ve İsrail
yerleşim yerlerinin yasadışı olduğunu belirten Venedik Deklarasyonunu kabul etti.
30 Temmuz 1980
Knesset (=İsrail
parlamentosu) uluslararası hukuka aykırı olarak kabul ettiği
Kudüs Temel Yasası uyarınca Doğu Kudüs’ü ilhak etmeyi ve Kudüs’ü İsrail’in başkenti yapmayı kararlaştırdı.
22 Eylül 1980
Sekiz yıl
sürecek olan İran-Irak savaşı (Birinci Körfez Savaşı) başladı.
25 Mayıs 1981
Kuveyt, Bahreyn,
Umman, Katar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap
Emirlikleri; İran ve SSCB’nden gelen
“tehdid”e karşı Körfez İşbirliği Konseyini
oluşturdular.
7 Haziran 1981
İsrail savaş
uçakları Irak’ın Osirak nükleer
santralini bombalayarak tahrip ettiler.
Haziran-Temmuz 1981
İsrail başbakanı Begin’in İşgal Altındaki Topraklarda
başlattığı ‘Demir Yumruk’ politikası
uyarınca Filistin üniversiteleri, basını ve kültürel etkinliklerine önemli
sınırlamalar getirildi. Filistinlilerin FKÖ ile temas kurması yasaklandı, belediye seçimleri
süresiz olarak ertelendi ve İsrail ordusunun buyrukları yasa katına
çıkarıldı.
Temmuz 1981
İsrail savaş
uçaklarının Beyrut’un Fakhani semtindeki FKÖ
binalarını bombalaması sonucunda 300 dolayında
insan öldü ve 800’e yakın
insan yaralandı.
Ağustos 1981
FKÖ ile ABD arasında Mayıs 1982’ye
kadar sürecek -ve ancak New
York Times’ın 18 Şubat 1984 tarihli nüshasında yayımlanan bir yazıyla
açığa çıkacak- olan gizli görüşmeler başladı.
1 Ekim 1981
Beyrut’taki FKÖ
karargahı yakınında bomba yüklü bir arabanın patlaması sonucunda
250 dolayında insan yaşamını
yitirdi.
6 Ekim 1981
İsrail ile Camp David Anlaşmasını imzalayan
Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat bir askeri tören sırasında, Cihad el-İslami adlı örgüte bağlı subayların gerçekleştirdiği
silahlı saldırı sonucu öldürüldü.
Şubat 1982
Suriye’de Hafız
Esat rejimi Hama’da Müslüman Kardeşler
örgütünü ezmek için giriştiği operasyonda 10,000 dolayında insanı katletti.
11 Mart 1982
İsrail’in İşgal
Altındaki Topraklarda bulunan -ve Camp David anlaşmasına
ve bu anlaşmanın Batı Yakası ve Gazze Şeridine sınırlı özerklik tanıyan maddelerine karşı çıkan öndegelen Filistinlilerin
oluşturduğu- Ulusal Rehberlik
Komitesini yasaklaması, 28 Filistinlinin öldüğü
kitlesel protesto gösterilerine yol açtı.
18 Mart- 30 Nisan
1982
El-Bire, Nablus,
Ramallah ve Anabta belediye başkanları görevden alındı ve yerlerine İsrailli yetkililer
atandı. İsrail’in bu uygulamasını
protesto eden 24 Arap belediye başkanı
görevlerinden istifa etti.
29 Nisan 1982
İsrail, Sina yarımadasının Mısır’a geri
verilmesine ilişkin işlemleri tamamladı.
3 Haziran 1982
İsrail’in Londra elçisi Şlomo Argov,
Ebu Nidal grubunun kendisine karşı yaptığı suikastta
yaralandı.
6 Haziran 1982
Londra elçisine
karşı girişilen suikastı bahane eden İsrail
“Celil’de Barış Operasyonu”nu başlatarak önce FKÖ kamplarının bulunduğu Güney
Lübnan'ı bombaladı. Daha sonra Lübnan’ın
önemli bir bölümünü işgal eden ve Filistin direnişine, onların Lübnanlı bağlaşıklarına ve sivillere ağır kayıplar verdiren
Siyonist kuvvetler 13 Haziran’da Beyrut’u kuşattılar ve iki ay boyunca yoğun bir bombardımana
tabi tuttular.
Yaz 1982
İsrail işgalinin de etkisiyle, esas olarak Güney Lübnan’daki yoksul Şii emekçilerine dayanan Lübnan
Hizbullahı kuruldu.
22 Ağustos 1982
İki ay süren Beyrut kuşatmasının
ardından varılan bir anlaşma
üzerine Filistin gerillaları Bekaa vadisine çekildiler.
23 Ağustos 1982
İsrail’in
desteklediği Falanjist lider Beşir Cemayel Lübnan devlet başkanlığına
getirildi.
14 Eylül 1982
Kısa bir süre önce Lübnan devlet başkanlığına
getirilen Beşir Cemayel bir suikast sonucu yaşamını yitirdi.
15 Eylül 1982
İsrail birlikleri Beyrut’a girdiler.
16-17 Eylül 1982
Lübnan’lı Falanjist milislerin İsrail ordusunun
denetimi altında Sabra ve Şatila
mülteci kamplarında gerçekleştirdikleri katliamda,
büyük çoğunluğu kadın, çocuk ve yaşlılardan
oluşan 3,000’e yakın Filistinli öldürüldü.
24 Eylül 1982
İsrail’de Şimdi
Barış hareketinin düzenlediği ve 300,000 kişinin katıldığı gösteride Sabra ve Şatila katliamı kınandı ve katliamın
soruşturulması talep edildi.
11 Kasım 1982
İsrail’in Lübnan’ın Sur kentindeki askeri karargahını yok eden
patlamada 75 İsrailli ve 16 mahpus öldü.
8 Şubat 1983
İsrail’de, Sabra ve Şatila katliamını soruşturan Kahane Komisyonu, dönemin savunma bakanı
Ariel Şaron’u dolaylı olarak sorumlu buldu.
12 Nisan 1983
Ebu Nidal grubu FKÖ’nün
İsrail’le diyalogunu yürüten İsam el-Sartavi’yi Lizbon’da giriştiği bir
suikastte öldürdü.
18 Nisan 1983
Hizbullah’ın
Lübnan’daki ABD elçiliğini tahrip eden bombalı saldırısında 60 kişi
öldü.
17 Mayıs 1983
Lübnan Devlet Başkanı Emin Cemayel İsrail’le,
Siyonist devletin Güney Lübnan’da bir “güvenlik şeridi” oluşturmasına olanak
veren bir barış anlaşması imzaladı.
Mayıs-Haziran 1983
Yeniden Lübnan’a
sızmaya başlayan FKÖ güçleri arasında iç çatışma. Arafat ve
çevresine sağcılık, teslimiyetçilik ve yozlaşma
eleştirisi getiren ve başını -Suriye tarafından desteklenen- Albay
Ebu Musa’nın (Sait Musa Muraga) çektiği
Fatah-Ayaklanma grubu ve onu destekleyen Saika ve
FHKC-GK güçleriyle El Fatah birlikleri arasında
çatışmalar sonucunda Arafat’a sadık birlikler Kuzey Lübnan’a çekildiler.
26 Temmuz 1983
Hebron’daki İslam
Üniversitesine makinalı tüfek ve elbombalarıyla
saldıran üç İsrailli yerleşimci, 3 kişiyi
öldürdü ve 33 kişiyi yaraladı.
23 Ekim 1983
Hizbullah’ın
Lübnan’daki ABD ve Fransız askerlerine karşı bomba yüklü kamyonlarla giriştiği zamandaş intihar
eylemlerinde 241 ABD ve 58 Fransız askeri öldü.
Kasım 1983
Suriye ordusuyla FKÖ
muhalifleri El Fatah kuvvetlerini Kuzey Lübnan’daki
üslerinden çıkardılar ve onları
Trablusşam kentinde kuşattılar. BM aracılığıyla yapılan görüşmeler sonucunda
Arafat ve 4,000 dolayında El Fatah savaşçısı
gemilerle Tunus ve diğer bazı Arap ülkelerine götürüldüler.
22 Kasım 1983
Lübnan’dan Mısır’a
geçen Arafat, -FKÖ yönetiminin önemli bir kısmının karşı çıkmasına rağmen- Başkan Hüsnü Mübarek ile görüştü.
Şubat 1984
ABD kuvvetleri, çatışmaların
sürmekte olduğu Lübnan’dan çekildi.
27 Mart 1984
Hem Arafat’ın
İsrail, Mısır ve Ürdün’le süregelen diyalog girişimlerine karşı çıkan, hem de
kendilerini Suriye destekli gruplardan ayırmak isteyen FHKC, FDKC, FKC ve FKP, biraraya gelerek ‘Demokratik Bağlaşma’yı
oluşturdular.
13 Eylül 1984
İsrail’de “İşçi” Partisinin önde çıktığı seçimlerin ardından Kasım ayında “İşçi” Partisi-Likud birlik hükümeti kuruldu.
20 Eylül 1984
Hizbullah’ın Beyrut’taki ABD elçiliğine karşı giriştiği intihar eyleminde 25 kişi öldü.
22-29 Kasım 1984
FKÖ’nün, diğer
grupların boykot etmesi üzerine sadece El Fatah’ın katıldığı 17. Konferansı
Amman’da yapıldı.
11 Şubat 1985
Diğer Filistinli grupların karşı çıkmasına rağmen El Fatah’ın egemen olduğu
FKÖ Yürütme Kurulu, Kral Hüseyin ile Yaser Arafat arasında yapılan Amman Anlaşmasını
onayladı. Buna göre, gelecekte İşgal Altındaki Topraklarda
kurulacak bir Filistin devleti Ürdün ile
konfederasyon kuracaktı.
8 Mart 1985
Hizbullah lideri
Muhammet Hüseyin Fadlallah’ın Beyrut’taki
evinin dışında patlayan bomba yüklü
araba 80’den fazla kişinin ölümüne ve 200 dolayında kişinin yaralanmasına yol açarken Fadlallah olaydan
yara almadan kurtuldu.
Mayıs 1985
Şii EMEL örgütü milislerinin Lübnan’daki
Filistin kamplarını kuşatmasının ardından patlak veren şiddetli çarpışmalarda iki
taraftan toplam 800 dolayında insan öldü
ve yaklaşık 4,000 kişi
yaralandı.
20 Mayıs 1985
FHKC-GK, 1,150
Filistinli mahpus karşılığında 1982’de
tutsak edilmiş olan üç
İsrail askerini serbest bıraktı.
Haziran 1985
Başında Şimon Peres’in bulunduğu birlik hükümetinin
kararı uyarınca İsrail kuvvetleri Lübnan’dan
çekilmeye başladı.
1 Ekim 1985
Tunus’un Hamam el-Şat
bölgesindeki FKÖ karargahını bombalayan İsrail
savaş uçakları 55 Filistinli ile 20 Tunuslunun ölümüne
ve çok sayıda insanın yaralanmasına yol açtılar.
7 Kasım 1985
Yaser Arafat, FKÖ
adına yaptığı açıklamada, sivillere karşı
gerçekleştirilen bütün terör eylemlerini kınadığını
ve bu tür eylemlere
girişen Filistinlilere karşı sert önlemler alacağını açıkladı.
Şubat 1986
FKÖ’nün BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı
kararını kabul etmeyeceğini açıklaması üzerine
İsrail’le gizli bir pakt yapan Kral Hüseyin Amman Anlaşmasını iptal etti.
15 Nisan 1986
ABD savaş
uçaklarının Libya’nın Trablus ve Bingazi
kentlerini bombalaması sonucunda 30 Libyalı
öldü.
18 Ağustos 1986
SSCB ile İsrail,
19 yıllık bir
aradan sonra diplomatik ilişki kurdular.
Ekim 1986
İsrail’in Dimona nükleer santralında teknisyen
olarak çalışan Mordehay Vanunu,
Siyonist devletin nükleer ve termonükleer
silahlara sahip olduğunu açıkladı.
20-26 Nisan 1987
Filistin Ulusal
Konseyi’nin 18. Kongresi Cezayir’de bellibaşlı bütün Filistinli grupların katılımıyla toplandı. BM’in gözetimi altında bir “uluslararası
barış konferansı” toplanmasına onay veren FUK, Mısır’la
ilişkilerin yeniden kurulmasını ve FKP’nin FKÖ’ne kabul edilmesini de kararlaştırdı.
9 Aralık 1987
Filistinlilerin, İntifada
olarak bilinen ve 1992'ye dek sürecek olan ayaklanması başladı.
14 Aralık 1987
HAMAS (İslami
Direniş Hareketi) kuruldu.
16 Ocak 1988
İsrail, İntifada’yı “demirden yumruk”la ezeceğini açıkladı.
Ocak-Şubat 1988
Filistinli direniş
örgütlerinin yerel birimleri, İntifada Ulusal Birleşik Liderliğini (El-Kiyada
el-Vataniyye el-Muvahhade li’l Intifada) oluşturdular.
Nisan 1988
Bir İsrail
ölüm mangası, El Fatah’ın iki numaralı ismi Halil El
Vezir’i (Ebu Cihat) Tunus’taki evinde katletti. Operasyonu, -geleceğin
başbakanlarından- dönemin Genelkurmay İkinci
Başkanı Ehud Barak Tunus açıklarındaki bir savaş gemisinden yönetti.
5 Mayıs 1988
Lübnan’da, Suriye’nin desteklediği EMEL örgütüyle
Hizbullah arasında çatışma çıktı.
31 Temmuz 1988
Batı Yakası’nda
yaşayan Filistinlilerin Kral Hüseyin’e
güvensizliklerini belirtmeleri üzerine
Ürdün, bu bölgenin yönetimini FKÖ’ne devretti.
20 Ağustos 1988
İran-Irak savaşı sona erdi.
12-15 Kasım 1988
Cezayir'de toplanan
Filistin Ulusal Konseyi, bağımsız Filistin
devletini ilan etti.
Şubat 1989
Fas, Tunus, Libya,
Cezayir ve Moritanya radikal İslam’ın yayılmasını önlemek ve AB ile daha yakın ekonomik ilişkiler
kurmak için Arap
Magrep Birliği’ni (UMA) kurduklarını
açıkladılar.
14 Mart 1989
Maruni Hristyan
General Mişel Aun, Lübnan’daki
Suriye kuvvetlerine karşı bir “kurtuluş savaşı” başlattığını açıkladı.
2 Nisan 1989
HAMAS’ın İsrail hedeflerine karşı ilk saldırısını
gerçekleştirmesi ve iki askeri kaçırarak
öldürmesi üzerine, İsrail 300 dolayında
HAMAS aktivisti ve –içlerinde Ahmet Yasin’in de bulunduğu-
liderini tutukladı, HAMAS yetkilileriyle görüşmeleri askıya aldı ve HAMAS üyeliğini suç ilan
etti.
Nisan 1989
Ürdün’de derinleşen ekonomik kriz ortamında dinarın devalüasyonu ve fiyatlarda meydana gelen büyük artışlar hükümete karşı büyük
gösterilere yol açtı.
28 Temmuz 1989
İsrail komandoları
Lübnan Hizbullahı’nın lideri Abdülkerim
Ubeyd’i kaçırdılar.
3 Ağustos 1989
El Fatah 5. Konferansında,
FKÖ’nün Kasım 1988’de Cezayir’de kabul ettiği stratejiyi onayladı.
Ocak 1990
SSCB, Yahudilerin İsrail’e
göçü önündeki tüm engelleri kaldırdı.
20 Mayıs 1990
Siyonistler Tel Aviv
yakınlarında 7 Filistinli işçiyi
vurarak öldürdü. Cenevre’de BM Güvenlik Konseyine
hitaben konuşan Yaser Arafat,
Filistin halkının yaşamının ve kutsal
yerlerin korunması için bölgeye bir
BM kuvveti gönderilmesini
istedi. ABD ise, BM Güvenlik Konseyi’ne sunulan ve bölgeye bir
inceleme heyeti gönderilmesini öngören karar tasarısını
veto etti.
12 Haziran 1990
Cezayir’de 1989’da kurulmuş
olan İslami Selamet
Cephesi (FIS) oyların yüzde 55’ini
alarak yerel seçimleri kazandı.
20 Haziran 1990
FKÖ’nün, Filistinli fedayilerin yaptığı bir
askeri eylemi kınamayı reddetmesi üzerine
ABD, FKÖ ile
diyalogunu askıya aldı.
26 Haziran 1990
İşgal Altındaki Topraklara yaptığı ekonomik yardımı
arttıran Avrupa Ekonomik Topluluğu, Dublin’de yaptığı bir açıklamada
İsrail’in gerçekleştirdiği insan hakları
ihlallerini ve Rusya Yahudilerinin İşgal
Altındaki Topraklara yerleştirilmesini kınadı.
2 Ağustos 1990
Irak Kuveyt’i işgal
etti. İşgali izleyen bunalım
ortamında Arafat önderliğindeki FKÖ, Irak’tan yana tutum aldı.
8 Ekim 1990
İsrail ordusunun Harem el-Şerif içindeki El Aksa
Camisinde Filistinlilere ateş açması sonucunda
21 kişi öldü ve 150’den fazla kişi
de yaralandı.
14 Ocak 1991
Ebu Nidal’in yönettiği
“Fatah Devrimci Konseyi” adlı kuşkulu ve terörist grup Tunus’ta FKÖ’nün
iki numaralı lideri
Ebu İyad’ı (Saleh Halef) ve
Filistin Merkez Güvenlik Servisi şefi Ebu El Hol’u (Hayil Abdülhamit) öldürdü.
17 Ocak 1991
“Çöl Fırtınası Operasyonu”: ABD önderliğindeki koalisyon
kuvvetleri Irak’a saldırdılar.
20 Ekim 1991
Amerikalı yazar Seymour Hersh yayımladığı kitabında (The Samson Option=Samson Seçeneği) İsrail’in 100’den fazla nükleer bombaya
sahip olduğunu ve bunları
gerektiğinde Arap ülkelerine karşı kullanmaya hazır olduğunu açıkladı.
30 Ekim 1991
ABD ve Sovyetler Birliği’nin
başkanlığı altında Madrit’te toplanan Ortadoğu
Barış Konferansı çalışmalarına başladı.
16 Aralık 1991
BM Genel Kurulu,
Siyonizmi ırkçılığın bir biçimi olarak kabul eden (10 Kasım 1975
tarih ve 3379 sayılı) daha önceki
kararını iptal eden yeni bir karar kabul etti.
8-9 Şubat 1992
Cezayir’de 4 Ocak’ta
devlet başkanı Şadli Bencedid’in
parlamentoyu dağıtmasının ve anayasayı
askıya almasının ardından sıkıyönetim ilan
edildi. Kurulan askeri hükümetin, seçimlerin FIS’nin kazanacağı belli olan ikinci
turunu engellemesi üzerine FIS büyük
protesto gösterileri düzenledi.
16 Şubat 1992
İsrail silahlı helikopterleri Beyrut’un güneydoğusunda yaptıkları saldırıda
Hizbullah’ın genel sekreteri
Şeyh Abbas Musavi ile karısı ve 5 yaşındaki
oğlunu öldürdüler.
Mart 1992
Cezayir’de, FIS’nin yasaklanmasının
ardından İslami Ordu Grubu (GIA) ile askeri hükümet
arasında silahlı çatışmalar başladı.
23 Haziran 1992
İsrail seçimlerini
“İşçi” Partisi kazandı ve 13 Temmuz’da eski general İzak Rabin’in başkanlığında
hükümeti kurdu.
9 Eylül 1992
Arafat Rabin’e gönderdiği
mektupta İsrail Devletinin meşruiyetini tanıdığını, BM Güvenlik
Konseyi’nin 242 ve 338 sayılı kararlarını kabul ettiğini ve şiddet yoluna başvurmayı reddettiğini bildirirken,
Rabin de Arafat’a gönderdiği mektupta FKÖ’nün
Filistin halkının temsilcisi olduğunu kabul
etti.
10 Eylül 1992
Aralarında FHKC, FDKC, FHKC-GK, Fatah-Ayaklanma, el-Saika, HAMAS ve İslami
Cihat’ın da bulunduğu 10 örgüt Madrit görüşmelerine
karşı çıkmak amacıyla Şam’da biraraya gelerek
Ulusal Demokratik ve İslami Cepheyi oluşturdular.
17 Aralık 1992
İsrail, işgal
altındaki topraklardan, çoğu HAMAS üyesi ve sempatizanı
olmak üzere 415
Filistinliyi Güney Lübnan’a sürgün etti.
20 Ocak 1993
İsrail’le FKÖ
arasında Norveç’te gizli görüşmelere
başlandı.
18 Mayıs 1993
ABD Başkanı
Clinton’ın Yakındoğu ve Güney Asya İşleri Özel Danışmanı ve ünlü
Siyonist Martin Indyk, İran ve Irak’a karşı “Çifte Kuşatma” politikasını ilan etti. Indyk, daha sonraları ABD’nin
ilk Yahudi kökenli İsrail elçisi de olacaktır.
Temmuz 1993
İsrail ordusunun, Güney Lübnan halkı ve direnişine
karşı giriştiği “Hesap Verme Operasyonu”nda büyük
çoğunluğu sivil olmak üzere 130 kişi öldü ve 300,000 kişi
evlerini terk etmek zorunda kaldı.
13 Eylül 1993
İsrail ile FKÖ, Gazze Şeridi ve Batı Şeria'nın bazı bölgelerinde Filistin'e
özerklik tanıyan ilk geniş
kapsamlı “barış” anlaşmasını Norveç'in başkenti Oslo'da imzaladı.
16 Kasım 1993
İsrail Başbakanı Rabin, IDF’nin Güney Lübnan’dan ancak Hizbullah’ın
silahsızlandırılması ve denetim altına
alınmasınan sonra çekileceğini söyledi.
19 Ocak 1994
İsrail savaş
uçakları, Beyrut’un güneyindeki FHKC mevzilerini bombaladı.
25 Şubat 1994
Baruch Goldstein adlı
fanatik bir Yahudi yerleşimci El Halil’deki (Hebron) İbrahim Camisinde
ibadet eden Filistinlilere ateş açarak 30 kişiyi
öldürdü.
14 Mayıs 1994
Özerklik
anlaşmasının ayrıntılı planı, Mısır'ın başkenti Kahire'de
imzalandı. Gazze ile Batı
Şeria'daki Eriha, ilk Filistin özerk bölgeleri oldu.
1 Temmuz 1994
Yaser Arafat, uzun
bir sürgün döneminden sonra Filistin’e döndü.
26 Ekim 1994
İsrail ile Ürdün aralarındaki 46 yıllık
savaş durumuna son vererek barış anlaşması
imzaladılar.
9 Nisan 1995
İslami Cihat’ın Gazze’deki bir yerleşim birimini bombalaması
sonucu 7 İsrail askeri ile bir ABD yurttaşı Yahudi yaşamını
yitirdi.
8 Mayıs 1995
ABD Başkanı Clinton, 30 Nisan’da New York’ta toplanan Dünya Yahudi Kongresi toplantısında yaptığı açıklama doğrultusunda, ABD firmalarının İran’la ticaret yapmasını
yasaklayan kararı imzaladı.
28 Eylül 1995
ABD'nin başkenti
Washington'da, birçok yerleşim biriminin Filistin Otoritesi’ne devredildiği ikinci kapsamlı özerklik anlaşması imzalandı.
Ekim 1995
İslami Cihat örgütünün lideri Fethi Şikaki
Malta’da MOSSAD tarafından öldürüldü.
4 Kasım 1995
Tek başına hareket ettiği ileri sürülen
fanatik milliyetçi bir genç Yahudi, Tel
Aviv'deki barış mitinginde “İşçi”
Partisi lideri ve Başbakan İzak Rabin'i öldürdü. Başbakanlığa, Nobel Barış
Ödülü'nü Rabin ve Arafat’la paylaşan Şimon Peres getirildi.
13 Kasım 1995
Suudi Arabistan’ın
Riyad kentindeki ABD askeri misyonuna bomba yüklü
bir kamyonla yapılan saldırıda 5’i ABD personeli olmak üzere 7 kişi
öldü.
Aralık 1995
İsrail, bellibaşlı
Batı Yakası kentlerinden (Tulkarim, Nablus, Kalkiliye, Beytüllahim
ve Ramallah) çekildi.
5 Ocak 1996
HAMAS’ın askeri önderlerinden “mühendis” lakaplı Yahya Ayaş, Şin Bet’in yerleştirdiği
bir bombanın patlaması sonucu yaşamını yitirdi. Ayaş’ın
cenazesi Gazze’de onbinlerce kişinin
katıldığı bir törenle uğurlarlandı.
20 Ocak 1996
İlk Filistin Yasama Meclisi seçimleri yapıldı. Arafat yeniden devlet başkanı seçildi.
25 Şubat-6 Mart 1996
HAMAS’ın askeri kanadı İzzeddin el-Kassam
Tugaylarının İsrail’e karşı gerçekleştirdiği dört ayrı saldırıda toplam 58 kişinin ölmesi üzerine, Filistin
Otoritesi yüzlerce HAMAS lideri ve üyesini
tutukladı.
İsrail ordusu Hizbullah’ın önderlik ettiği Güney Lübnan direnişi ve halkına karşı “Gazap Üzümleri
Operasyonu”nu başlattı. Kana kasabasındaki BM sığınağında
bulunan 102 kadın ve çocuk ta içinde olmak üzere büyük çoğunluğu sivil
olan 154 kişinin ölümüne, 351 kişinin
yaralanmasına ve yüzbinlerce kişinin evlerinden ayrılmalarına yol açan
bu operasyon, Güney Lübnan halkının direniş ruhunu kamçılamaktan başka bir sonuç
vermedi.
25 Haziran 1996
Suudi Arabistan’ın
Dahran kentinde bulunan ABD askeri üssünde meydana gelen patlamada 19 ABD askeri öldü ve 300’ü de yaralandı.
16 Ağustos 1996
Ürdün hükümetinin IMF’nin dayattığı önlemler uyarınca sübvansiyonları kaldırması ve ekmek fiyatlarını yükseltmesi üzerine özellikle Güney Ürdün’de
büyük kitle gösterileri yapıldı.
24 Eylül 1996
İsrail hükümetinin
Kudüs’te Harem El Şerif yakınında tünel açma
çalışmalarına girişmesi üzerine işgal altındaki topraklarda
patlak veren gösterilerde meydana gelen ve
Filistinli polislerin de katıldıkları çatışmalarda 15 İsrail askerinin yanısıra
69 Filistinli ve 1 Mısırlı yaşamını yitirdi.
27 Eylül 1996
Afganistan’da, diğer
mücahit gruplarını bozguna uğratan
Taliban kuvvetleri Kabil’e girdiler.
7 Şubat 1997
Ürdün kralı Hüseyin
öldü; yerine oğlu II. Abdullah geçti.
Şubat 1997
Filistin Merkezi İstatistik
Bürosu 1997 nüfus sayımının geçici
sonuçlarını yayımladı. Buna göre, Filistin topraklarında, 1,869,818’i
Batı Yakası ve işgal
altındaki Doğu Kudüs’te ve 1,020,813’ü
Gazze Şeridi’nde olmak üzere 2.9 milyon kişi
yaşıyordu.
Mart 1997
İsrail hükümetinin, Harem El Şerif'i kapsayan Eski
Kent'in yer aldığı Kudüs'ün Müslüman Arap ağırlıklı
Doğu kesiminde, yeni yerleşim birimleri inşasına başlaması üzerine, Filistin Otoritesi, sonal barış antlaşması müzakerelerini askıya
aldı.
Nisan 1997
Washington’da
ABD’nin önderliğinde gerçekleşen Filistin-İsrail görüşmeleri, Filistin Otoritesine HAMAS’a karşı sert önlemler
almasının dayatılması üzerine sonuç alınamadan bitti.
31 Temmuz 1997
Filistin Ulusal
Konseyi 56’ya karşı 1 oyla tüm Filistin Otoritesinin yolsuzluk nedeniyle görevden alınmasını
kararlaştırdı. Bunun üzerine Arafat, konuyu soruşturmak için, hazırlayacağı raporun içeriği gizli tutulacak olan
bir Başkanlık Komisyonu atadı.
25 Eylül 1997
Kanadalı turist kılığındaki MOSSAD ajanları
Ürdün’de HAMAS temsilcisi Halit Meşal’a karşı
başarısız bir suikast girişiminde bulundular.
12 Mart 1998
Bir gün önce bir kontrol noktasında IDF
askerleri tarafından öldürülen üç Filistinli
işçinin cenaze töreninde Filistinlilerle İsrail “güvenlik” güçleri arasında çatışma çıktı.
29 Mart 1998
Filistin Otoritesi,
Ramallah’ta bir patlama sonucu yaşamını yitiren HAMAS’ın
askeri liderlerinden Muhittin Şerif’in örgüt
içi hesaplaşma sonucu öldüğünü ileri sürdü. HAMAS ise olaydan İsrail’i
sorumlu tuttu.
10 Nisan 1998
HAMAS’ın Filistin Otoritesi içindeki bazı görevlilerin istifa etmesini isteyen bir bildiri dağıtması üzerine, içlerinde
örgütün liderlerinden Abdülaziz Rantisi’nin de bulunduğu bir dizi
HAMAS üyesi tutuklandı.
6 Mayıs 1998
Filistin Otoritesi Başkanı
Yaser Arafat ile ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu arasında Londra’da
yürütülen görüşmeler anlaşmazlıkla sonuçlandı.
14 Mayıs 1998
Batı Yakası ve Gazze Şeridi’nde El Nakba’nın
ve İsrail’in kuruluşunun 50. yıldönümü vesilesiyle protesto
gösterisi yapan Filistinlilere
ateş açan İsrail askerleri en az 8
Filistinliyi öldürdüler.
11 Haziran 1998
FKÖ, 1967’de ele geçirdiği Doğu Kudüs’te gerçekleştirdiği arkeolojik çalışmalar ve yerleşim
faaliyeti nedeniyle İsrail’i BM katında protesto etti.
8 Temmuz 1998
BM Genel Kurulu aldığı
bir kararla, Filistin gözlemci misyonunun statüsünü “oy hakkı
olmayan üye”liğe yükseltti.
9 Ekim 1998
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Ariel Şaron’u dışişleri bakanlığına getirdi.
23 Ekim 1998
Başkan Yaser Arafat ile Başbakan Binyamin
Netanyahu, Filistin ile İsrail arasında daha önce
imzalanmış, ama Siyonistlerin sabotajları sonucu yürürlüğe konamamış geçici anlaşmaların uygulanmasını
kolaylaştırmak amacıyla Wye River Anlaşmasını
imzaladılar. Anlaşmaya göre, İsrail’in Batı Yakası’nın bazı bölümlerinin denetimini Filistinlilere bırakması karşılığında, Filistin Otoritesi “teröre” karşı aktif önlemler
almayı yükümlendi.
20 Kasım 1998
Anlaşma uyarınca
İsrail Batı Yakası’nda yaklaşık 500 kilometrekare büyüklüğünde
bir toprak parçasının denetimini Filistin Otoritesine bıraktı.
14-16 Aralık 1998
Bill Clinton
Gazze’yi ve Beytüllahim’i ziyaret ederek
Filistin’e ayak basan ilk ABD devlet başkanı ünvanını kazandı.
17-20 Aralık 1998
“Çöl Tilkisi Operasyonu”: ABD ve Britanya savaş uçakları Irak’ı yoğun bir biçimde bombaladılar.
21 Aralık 1998
Filistin tarafının
Wye River Anlaşmasıyla üstlendikleri
yükümlülükleri yerine getirmediğini ileri süren İsrail hükümeti Batı Yakası’ndan asker çekme işlemlerini durdurdu.
23 Aralık 1998
Filistin Otoritesi
iki aydır ev hapsinde tuttuğu
HAMAS’ırn manevi lideri Şeyh Ahmet Yasin’i serbest bıraktı.
12 Şubat 1999
Yaser Arafat, Ürdün
ile gelecekte kurulacak Filistin devleti arasında
bir konfederasyon oluştulmasına ilişkin
düşünceyi yeniden öne sürdü.
16 Mart 1999
Dışişleri Bakanı Ariel Şaron İsrail’in, Kudüs’ün uluslararasılaştırılmasını
öngören 1947 tarihli BM kararını artık
geçersiz saydığını bildirdi.
18 Mayıs 1999
İsrail seçimlerini
başında Ehud Barak’ın bulunduğu “İşçi” Partisi kazandı.
14 Haziran 1999
Koltuğunu yitiren Başbakan Binyamin Netanyahu, Etyopya’nın
Kuara bölgesinde bulunduğunu ileri sürdüğü 3,000 dolayında
Yahudi kökenli Etyopyalının İsrail’e getirilmesi için direktif verdi.
24-25 Haziran 1999
Lübnan’ın sivil altyapısını hedef alan İsrail,
bu ülkenin elektrik
santrallerini bombaladı.
10 Eylül 1999
İsrail, Batı
Yakası’nın yüzde 7’lik bir bölümünün
yönetimini Filistin Otoritesine bıraktı.
10 Ekim 1999
Başbakan Ehud Barak Batı Yakası’ndaki İsrail yerleşim bölgelerinde 2,600 yeni evin yapılmasını onayladı.
25 Ekim 1999
İsrail, Batı Yakası ile Gazze Şeridi arasında bağlantıyı sağlayacak 27 mil uzunluğundaki bir yolun
açılmasına izin verdi.
27 Kasım 1999
Aralarında
Abdülcevat Salih, Bessam Şaka, Hüsam Kadir, Abdülsettar Kasım, Adnan
Ode, Adil Samara, Muaviye Masri ve Ahmet Katameş’in de bulunduğu öndegelen 20
Filistinli, Oslo sürecini ve Arafat’ın
liderliğini kınayan bir dilekçe
hazırladılar. Filistin Otoritesi dilekçeyi imzalayanlardan 8’ini hapse atarken Muaviye Masri de bacağından vuruldu.
15 Aralık 1999
Washington’da dört
yıllık bir aradan sonra Suriye ile İsrail
arasında barış görüşmeleri yeniden başladı.
9 Şubat 2000
1997’de hazırlanan
ve şimdiye kadar içeriği
açıklanmayan bir İsrail hükümet raporuna göre, 1988-92 yılları
arasındaki Birinci İntifada döneminde Şin Bet görevlilerinin Filistinli
tutsaklara sistematik olarak zor ve işkence uyguladıkları resmen doğrulanmış oldu.
21 Mart 2000
Hz. İsa’nın
doğduğu Beytüllahim’i ziyaret eden Papa
II. Jean Paul, Yaser Arafat tarafından karşılandı.
30 Mart 2000
Batı Şeria ve Gazze’de İsrail’in, Yahudi yerleşim
merkezlerini genişletmek için Arap topraklarına el koymasını protesto eden göstericilerle IDF
askerleri arasındaki çatışmalarda çok sayıda Filistinli gösterici yaralandı.
15 Mayıs 2000
IDF askerleriyle
Filistinli polisler arasında meydana
gelen çatışmada 3 Filistinli öldü
ve 320’den fazlası da yaralandı. Batı Yakası ve
Gazze’de İsrail aleyhine büyük
çaplı gösteriler yapıldı.
23-25 Mayıs 2000
Uzun bir süredir
devam eden inatçı bir gerilla savaşı sonucunda Hizbullah,
İsrail’i Güney Lübnan’dan kovmayı başardı. SLA üyelerinin
çoğu ya İsrail’e kaçtı ya da teslim oldu.
10 Haziran 2000
Suriye Devlet Başkanı
Hafız Esat öldü. Yerine kısa bir süre sonra oğlu Beşar Esat geçti.
25 Temmuz 2000
Camp David’de ABD Başkanı
Clinton’ın ev sahipliği ve aracılığında 11 Temmuz’dan bu
yana süren ve Yaser Arafat ile
Ehud Barak’ın da katıldığı
Filistin-İsrail görüşmeleri –Kudüs’ün statüsü,
Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki yerleşim birimlerinin konumu ve Filistinli mültecilerin geleceği
konularındaki görüş ayrılıkları nedeniyle- anlaşmazlıkla
sonuçlandı.
13 Eylül 2000
Filistin-İsrail
görüşmeleri nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, 13 Eylül’de
Filistin’in bağımsızlığını ilan edeceğini açıklamış bulunan
Filistin Otoritesi, FKÖ Merkez Konseyinin kararıyla
bağımsızlık ilanını 15 Kasıma
ertelediğini bildirdi.
28 Eylül 2000
Filistin halkının
kasabı ve savaş suçlusu Ariel Şaron'un 1,000’e yakın
polisin eşliğinde Kudüs'te Harem El Şerif'i provokatif bir
tarzda ziyaret etmesiyle, ikinci Filistin İntifadası patlak verdi.
12 Ekim 2000
Aden’de patlayıcı
yüklü bir teknenin ABD savaş gemisi USS Cole’un yanında patlaması sonucu 17 ABD denizcisi öldü.
İki IDF askerinin Filistinliler tarafından öldürülmesi üzerine İsrael
helikopterleri Arafat’ın karargahını, bazı Filistin polis merkezlerini ve Filistin radyo-TV tesislerini bombaladılar.
17 Ekim 2000
Filistin Otoritesi Başkanı
Arafat ve İsrail Başbakanı Ehud Barak, ABD Başkanı Bill Clinton'ın
arabuluculuğuyla Mısır'da yapılan Şarm El Şeyh
zirvesinde ateşkes kararı aldı; ancak karar uygulanamadı.
21 Ekim 2000
Arap ülkelerinde
yapılan İsrail karşıtı kitle gösterilerinin
ardından gerçekleştirilen Arap Birliği
olağanüstü toplantısında Arap liderleri
Filistin davasına “bağlılık ve
destek”lerini açıkladılar.
23 Aralık 2000
Washington’da
Potomac ırmağı yanındaki Bollard Askeri Üssü'nde
Filistin ve İsrail heyetleri arasında yapılan müzakereler sonuçsuz kaldı.
6 Şubat 2001
İsrail seçimlerini,
oyların yüzde 60’ını alan Likud
Partisinin kazanması üzerine Ariel Şaron
yeni İsrail hükümetini kurdu.
16 Mart 2001
Filistin temsilcisi Nasır
el-Kidva’nın, BM Güvenlik Konseyinin Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ne
bir uluslararası barış gücü gönderme kararı
alması yolundaki önerisi, ABD’nin vetosuyla reddedildi.
14 Mayıs 2001
Bir süredir sivillerin yanısıra Filistin
polisini de hedef alan ve çok sayıda Filistin
polis merkezini bombalayan İsrail, Batı Yakası’nda bir kontrol noktasında görev yapan 5
Filistinli polisi öldürdü. İsrail helikopterleri
ise Gazze Şeridi’nde Filistin polisine
ait 10 zırhlı aracı bombalayarak tahrip
etti.
18 Mayıs 2001
HAMAS’ın İsrail’e
karşı gerçekleştirdiği bir misilleme
eyleminde 5 İsraillinin ölmesi üzerine İsrail savaş uçakları 1967 yılından bu yana ilk kez Batı
Yakası’nı bombalayarak Nablus ve Ramallah’ta 12 kişinin
ölümüne yol açtılar.
15 Ağustos 2001
70 tankın
eşlik ettiği yüzlerce İsrail askeri Batı
Yakası’ndaki Filistin hükümet binalarını ve polis merkezini üç saat süreyle
işgal etti. Çok sayıda polis kontrol noktasının tahrip edildiği,
üç Filistinli polisin öldüğü çatışmalardan sonra İsrail kuvvetleri geri çekildiler.
27 Ağustos 2001
İsrail, FHKC Genel Sekreteri Ebu Ali Mustafa’yı öldürdü.
31 Ağustos 2001
İsrail, FDKC Genel Sekreteri Hayis Ebu Leyla’ya Ramallah’taki evinde başarısız
bir suikast girişiminde bulundu.
11 Eylül 2001
ABD’nin New York
kentinde Dünya Ticaret Merkezine
ait ikiz kulelere uçakların çarpması sonucunda
yaklaşık 3,000 kişi yaşamını yitirdi.
16 Eylül 2001
Eriha ve Cenin’e
giren İsrail birlikleriyle
Filistinliler arasındaki çatışmalarda 4
Filistinli öldü ve 21 Filistinli de yaralandı.
7 Ekim 2001
ABD Afganistan’a saldırdı.
17 Ekim 2001
FHKC, Genel
Sekreterinin öldürülmesine karşılık, aşırı sağcı görüşleriyle tanınan
İsrail Turizm Bakanı Rehav’am Ze’evi’yi öldürdü.
24 Ekim 2001
Batı Yakası’ndaki Beyt Rema köyüne saldıran İsrail kuvvetleri
13 Filistinliyi öldürdü ve 20’den fazlasını
da yaraladı.
1 Kasım 2001
HAMAS’ın öndegelen
komutanlarından Cemil Cedallah, bir İsrail helikopterinin attığı füzeyle öldürüldü.
18 Ocak 2002
IDF, Voice of
Palestine (=Filistin’in Sesi) radyo istasyonunu dinamitleyerek havaya uçurdu
ve Arafat’ın Ramallah’taki
karargahını tanklarla kuşattı.
21 Ocak’ta ise İsrail kuvvetleri Tulkarim’i işgal ettiler.
24 Ocak 2002
Sabra ve Şatila
katliamına komuta eden Falanjist liderlerden Eli Hubeyka
Doğu Beyrut’ta bir arabada meydana gelen patlamada
üç koruma görevlisiyle birlikte öldü.
24 Şubat 2002
İsrael helikopterleri, Batı Şeria ve
Gazze’de çeşitli hedeflere ve bu
arada Yaser Arafat’ın karargahına ateş açtılar ve İsrail askerleri 17 ay
aradan sonra ilk kez Gazze’ye girdiler.
4-9 Mart 2002
IDF; Ramallah, Gazze
ve Beytüllahim’e karşı 4 Mart’ta başladığı
bombardımanda 116 Filistinliyi katletti. 8-9 Mart
tarihlerinde 18 İsraillinin öldürülmesinin ardından IDF’nin giriştiği misilleme saldırılarında
ise 48 Filistinli daha can verdi.
29 Mart-21 Nisan
2002
İsrail, kendi topraklarında gerçekleştirilen intihar eylemlerine misilleme yapma gerekçesiyle Batı Şeria’de “Savunma Duvarı” operasyonunu başlattı.
IDF’nin Nablus ve Cenin’de giriştiği
saldırılarda çoğu sivil olmak üzere
130 dolayında Filistinli
ölür ve özellikle Cenin Mülteci Kampında 900’e yakın
ev yıkılırken çatışmalarda 27 İsrail askeri de öldürüldü.
Arafat'ın karargahının bulunduğu Ramallah'a da giren İsrail
kuvvetleri, Filistin yönetim birimlerini kuşattı, Filistin
liderinin karargahına ateş açtı ve
buradaki binaları kısmen tahrip etti.
1 Nisan 2002
İsrail helikopterlerinin Hz. İsa’nın doğum yeri olan
Beytüllahim’deki Yeniden Doğuş
kilisesine ateş açması sonucunda bir İtalyan rahip ölürken,
birkaç İtalyan rahibe ve çok sayıda Filistinli yaralandı.
1-3 Nisan 2002
İsrail, Hebron dışındaki bütün Batı Yakası kentlerini
denetimi altına aldı.
2 Nisan-10 Mayıs
2002
IDF’nin Beytüllahim’deki
Yeniden Doğuş Kilisesinde,
30’u silahlı 200 Filistinliyi kuşatma
altında tutması sırasında İsrail ateşi nedeniyle
kilisede önemli hasar meydana geldi.
Sonunda varılan anlaşma üzerine silahlı Filistinliler
Gazze’ye gönderilirken 80 sivil de serbest bırakıldı.
29 Nisan 2002
Silahlı helikopterlerin desteklediği 100’den
fazla İsrail tankı ve zırhlı personel taşıyıcısının El-Halil’e
(Hebron) karşı giriştiği saldırıda en az 9
Filistinli ölürken 40’tan fazla
Filistinli de yaralandı.
5 Haziran 2002
Tel Aviv’den
Taberiye’ye gitmekte olan bir İsrail otobüsü, yolda meydana gelen büyük bir
patlamada tahrip oldu. İslami Cihat’ın üstlendiği eylemde en az 18 İsrailli asker ve yerleşimci
öldü ve 30’u da yaralandı.
6 Haziran 2002
IDF Ramallah’ı
işgal etti ve Arafat’ın karargahını top ateşine tuttu. Karargah ağır
hasar görürken çatışmada Arafat’ın
muhafızlarından ikisi öldü ve beşi de yaralandı.
17 Haziran 2002
İsrail, sözümona intihar eylemcilerinin saldırılarını önlemek için Batı Yakası’nın
kuzeyinde güvenlik duvarı inşaatına başladı.
18 Haziran 2002
Batı Yakası’nda bulunan Gilo adlı Yahudi yerleşim
birimine yapılan bir saldırıda en az 19 İsrailli
asker ve yerleşimci öldü.
24 Haziran 2002
ABD Başkanı George W. Bush, Filistin Otoritesinin reformdan geçirilmesini ve Filistinli önderlerin değiştirilmesini isterken İsrail, Eriha dışında
tüm Batı Yakası’nı yeniden işgal
etti.
22 Temmuz 2002
HAMAS liderlerinin İsrail’e,
Filistin kentlerindeki işgalin kaldırılması
karşılığında sivil hedeflere yaptıkları -ve Fatah liderlerinin de desteğini alan- saldırıları
durdurma önerisinin ardından İsrail Gazze’ye yaptığı füze saldırısında HAMAS
liderlerinden Salih Şahade’yi ve aralarında
9 çocuğun da bulunduğu
14 kişiyi öldürdü.
23 Temmuz 2002
“There is a limit” adlı
bir sol Siyonist örgüt, İşgal Altındaki Topraklarda görev yapmayı reddeden İsrail
askerlerinin sayısının 1,000’e ulaştığını ve 140 askerin de bu
nedenle hapse konduğunu açıkladı.
24 Eylül 2002
Tanklar, zırhlı
araçlar ve helikopterlerle desteklenen IDF askerleri
Gazze Şeridi’nin kuzeyinde giriştikleri
operasyonlarda son 48 saat içinde 14 kişiyi öldürdüler, çok sayıda evi yıktılar
ve silah yapımında kullanıldığını ileri sürdükleri 12 dökümhaneyi
tahrip ettiler.
3 Ekim 2002
Rusya’yı ziyaret eden İsrail Başbakanı Şaron önümüzdeki yıllarda 1 milyon Rus Yahudisinin İsrail’e göç edeceği ve İşgal Altındaki Topraklara yerleştirileceği
umudunda olduğunu söyledi.
7 Ekim 2002
İsrail helikopterlerinin Gazze Şeridi’ndeki Han Yunus Mülteci Kampında sivillere
ateş açması sonucu en az 10
Filistinli öldü ve 80’nden fazlası
da yaralandı.
21 Ekim 2002
İki Filistinli eylemcinin patlayıcı madde yükledikleri
cipleriyle İsrail askerlerini taşıyan bir otobüse
çarpmaları sonucu, eylemciler de içinde olmak üzere en az 14 kişi
öldü ve 40’tan fazla kişi de yaralandı.
28 Ocak 2003
İsrail’de yapılan erken seçimleri Likud Partisi
yeniden kazandı. Böylece Ariel Şaron ikinci kez başbakanlık koltuğuna oturdu.
Tel Aviv’de meydana
gelen bir patlamada 23 İsraillinin ölmesi üzerine IDF, Gazze, Beyt Hanun, Bureyj kampı, Cebeliye kampı, Nuseyret kampı
ve Beyt Lehiye’de giriştiği saldırılarda toplam 61 Filistinliyi öldürdü.
20 Mart 2003
ABD ve Britanya
Irak’a saldırdı.
24 Nisan 2003
Arafat, bazı yetkilerini devrettiği Mahmut Abbas'ı
başbakan olarak atadı.
22 Ağustos 2003
İsrail silahlı helikopterlerinin Gazze’de HAMAS yöneticilerinden İsmail Ebu Şanab’ı öldürmelerinin ardından yapılan cenaze törenine onbinlerce
Filistinli katıldı.
12 Eylül 2003
İsrail’in Arafat’ı
“görevden alacağı” yolundaki açıklaması
uluslararası tepkilere yol açtı.
5 Ekim 2003
Bir restoranda
meydana gelen ve 19 kişinin ölümüne yol açan
bir patlamadan sonra, İsrail onyıllardır ilk kez Suriye’nin başkenti Şam’ın yakınlarında, Filistinli gerillaların askeri eğitim
aldıklarını ileri sürdüğü bir alanı bombaladı.
21 Ekim 2003
İsrail savaş uçakları
ve silahlı helikopterlerinin
Gazze’de halkın üzerine ateş açması sonucu çoğunluğu
kadın ve çocuk olmak üzere
12 Filistinli öldü ve 100’den fazla Filistinli de yaralandı.
22 Ekim 2003
BM Genel Kurulu
ezici bir çoğunlukla İsrail’in “güvenlik” duvarı inşaatını derhal durdurması gerektiği yolunda
bir karar aldı.
13 Kasım 2003
Ahmet Kurey başkanlığındaki
yeni Filistin hükümeti yemin ederek göreve başladı.
18 Aralık 2003
Siyonistler Batı
Yakası ve Gazze Şeridi’nde 7 Filistinliyi vurarak öldürdüler. İçinde tankların da yer aldığı 50 dolayında
İsrail askeri aracı silahlı helikopterlerin desteğiyle Nablus’u işgal
etti. Sokağa çıkma yasağı ilan eden işgal kuvvetleri evlerde
arama yaptılar.
7 Şubat 2004
Bir İsrail
silahlı helikopterinden fırlatılan füze,
İslami Cihat’ın askeri kolu “Kudüs Tugayları”nın
komutanı Aziz el-Şami’nin ölümüne yol açtı.
11 Şubat 2004
İsrail askerleri Gazze Şeridine gerçekleştirdikleri baskında 13 Filistinliyi katlettiler.
22 Mart 2004
Siyonistler
helikopterden fırlattıkları bir füzeyle
HAMAS’ın manevi lideri Şeyh Ahmet Yasin’i katlettiler.
2 Nisan 2004
İsrail Başbakanı
Şaron yaptığı bir konuşmada Yaser Arafat’a ölüm tehdidi
savurdu.
17 Nisan 2004
Şeyh Ahmet Yasin’in yerine HAMAS’ın başına geçen Abdülaziz Rantisi de Siyonistlerin saldırısı sonucu yaşamını
yitirdi.
22 Nisan 2004
İsrail Apaçi helikopterlerinin Gazze Şeridi’nin Beyt
Lahiye kentine yaptıkları saldırıda en az 9
Filistinli öldü.
13-19 Mayıs 2004
Bir zırhlı askeri aracın havaya uçurulması
ve 4 askerin ölmesi üzerine IDF, İşgal Altındaki Topraklarda
giriştiği saldırılarda bir hafta içinde
9’u çocuk olmak üzere
52 Filistinliyi öldürdü ve yaklaşık 60’ı çocuk olmak üzere
200’den fazlasını da yaraladı. Yaşamını yitiren
52 kişiden 45’i Gazze Şeridi’ndeki
Refah kenti ve mülteci kampına karşı
gerçekleştirilen saldırıda katledilenlerdi. İsrail’in
operasyonlarında ayrıca çok sayıda ev ve dükkan
da tahrip edildi.
9 Temmuz 2004
Uluslararası Adalet Mahkemesi, İsrail’in inşa etmekte olduğu
“güvenlik” duvarının uluslararası hukuka aykırı
olduğu ve yıkılması gerektiği yolunda bir karar aldı.
2 Eylül 2004
Filistinli siyasal
tutsaklar isteklerinin çoğunun kabul
edilmesi üzerine 18 gündür
sürdürdükleri açlık grevine son
verdiler.
29 Eylül-7 Ekim 2004
Gazze’den fırlatılan
Kassam roketlerinin iki Yahudi çocuğun
ölümüne yol açmasını bahane ederek Cebeliye Mülteci Kampına saldıran İsrail giriştiği
“Pişmanlık Günleri” operasyonunda 80’den
fazla Filistinliyi öldürdü ve yüzlerce
evi yıktı.
25-26 Ekim 2004
Knesset İsrail’in
Gazze Şeridi’nden çekilmesi planını
onayladı.
11 Kasım 2004
Yaser Arafat öldü.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar