Print Friendly and PDF

Birçok Konuda



Buluşları girişimciliği ve vizyonuyla tanınan Ray Kurzweil 2020 yılından sonra insan beyninin çalışma seklinin nasıl çözüleceğini ve micro robotların benliğimizi nasıl idare edebileceğinin mantığını ayrıntılarıyla anlatıyor.
Teknolojinin neler vadettiğini ve tehlikelerini çok duyduk. Her ikisi de benim çok ilgimi çekiyor. Dünya üzerine düşen güneş ışığının yüzde 0.03'ünü enerjiye çevirebilirsek 2030'a kadar olan ihtiyacımızı karşılayabiliriz. Bunu şimdi yapamayız çünkü güneş panelleri ağır, pahalı ve verimli değil. En azından teoride analiz edilmiş nano dizaynlar mevcut bunlar çok hafif, ucuz ve verimli olma potansiyelini gösteriyor üstelik ilerde bu yenilenebilir yol ile bütün enerji ihtiyacımızı karşılayabileceğiz. Nano teknolojiye sahip yakıt hücreleri gereken yerde enerjiyi sağlayabilir. merkezi nükleer enerji santralleri ve sıvı doğal gaz tankerlerinden daha çevreci, verimli, kapasitesi fazla ve bozulma riski az olan kaynaklara doğru yapılacak trend anahtar görevi görüyor.
Bono çok anlamlı bir şekilde konuştu, dedi ki tarihte ilk defa hastalık ve fakirlik gibi problemlere karşı araçlarımız var. Dünyanın çoğu bölgesi bu yönde ilerliyor.
1990da doğu Asya ve Pasifik bölgesinde, yoksulluk içinde yaşayan 500 milyon insan vardı şu anda ise bu sayı 200 milyonun altında. Dünya Bankasına göre 2011de bu sayı 20 milyonun altına inecek, bu da yüzde 95 lik bir azalma demek.
Bono'nun Haight Ashbury ile Silikon Vadisi'ni birleştiren yorumundan çok keyif aldım. Massachusetts yüksek teknoloji çevresinden gelme biri olarak, biz de 1960larda hippilerdik, Harvard meydanında takılırdık. Ama hastalık ve yoksulluğu aşabilecek potansiyele sahibiz ve de bu meseleler hakkında konuşacağım.
Kevin Kelly teknolojinin ivmelenmesi hakkında konuştu. Bu benim için çok güçlü bir ilgi alanı ve 30 yıldır üzerinde ilerlemeler kaydettiğim bir tema. Anladım ki projelerimi bitirdiğim zaman teknolojilerim anlam ifade etmek zorunda. Değişmez bir biçimde, yeni bir teknolojiyi sürdüğüm zaman dünya değişik bir yer oldu. Ve fark ettim ki çoğu buluşlar başarısız oldu, Ar-ge departmanının işi başaramaması ile ilgili değildi bu, çoğu iş planına bakarsanız, insanlara yapacaklarını söyledikleri şeyler için fırsat sağladığınızda başaracaklardır bunu yapabilirler, ama bu projelerin yüzde 90ından fazlası başarısız olacak, çünkü zamanlama yanlış. İhtiyaç olunduğunda işleri kolaylaştıracak faktörler ortada olmayacak.
Bende teknoloji trenleri konusunda hevesli bir öğrenci oldum, zamanında daha farklı olabilecek teknolojilerin izini sürüp onların matematiksel modellerini oluşturmaya başladım. Bu biraz bir hayatı kendisi ile almaya benziyor, teknolojinin ana sınırlarında farklı alanlarda bilgi toplamak için benimle beraber çalışan 10 kişi var ve biz modeller inşa ediyoruz ve insanların dediklerini duyarsınız, yani geleceği tahmin edemeyiz. ve eğer bana soracak olursanız, bundan üç sene sonra Google'ın fiyatı şu anki değerinden az mı fazla mı olacak, buna cevap vermek oldukça zor.  WiMax CDMA G3 bundan üç sene sonrasının kablosuz bağlantı standardı olacak mı? Bunu söylemek de zor. ama eğer bana sorarsanız, 2010 da saniyede bir milyon işlem, ya da baz bir DNA çiftini 2012 yılında sıralama, ya da kablosuz olarak bir megabayt veriyi 2014de iletmenin fiyatı ne kadar olacak diye? Gözüküyor ki bu oldukça tahmin edilebilir.
Bunlar oldukça düzenli bir biçimde giden üstel eğrilerdir performans, kapasite, bant genişliği bilgilerini sağlar. ve bunun bir örneğini sizinle paylaşacağım şimdi, teknolijinin neden üstel bir düzende geliştiğini açıklayan teorik bir sebep var. Ve de birçok insan, gelecek ile ilgili düşünürken, doğrusal düşünür. Bir probleme ya da bir probleme gidecek bir konuya bugünün araçları ile yaklaşacaklarını düşünürler, bugünün ilerlemesi gidişatı ile ve üstel olarak gelişmeyi hesaba katmada başarısız olurlar.
1990da genom projesi tartışmalıydı. En iyi doktora öğrencilerine sahiptik, dünya çapında en gelişmiş ekipmanlar vardı ve projenin 10binde birini başardık, bunu 15 sene içerisinde nasıl bitireceğiz? Ve projede geçen 10 senede, şüpheci insanlar hala yanlıştaydı diyorlardı ki ''Projeyi bitirmek için gereken sürenin üç bölü ikisindesiniz ama tüm genomun yalnızca çok küçük bir yüzdesini tamamladınız.'' ama bu üstel ilerlemenin doğasında vardır eğrinin ortasına yaklaşınca artık durdurulamaz bir hal alır. Projenin çoğu son bir kaç senede bitti. HIV [1]dizilimi yapmak 15 sene aldı SARS (Schwere Akute Atemwegssyndrome) ise 31 günde başarıldı. Yani bu tür sorunların üstesinden gelme potansiyeli kazanıyoruz.
Bu fenomenin nasıl yayıldığını size bir kaç örnekle anlatacağım. gerçek paradigma kayması oranı, yeni fikirleri oluşturmanın oranı, her on yılda ikiye katlanıyor, bizim modellerimize göre. Bunların hepsi logaritmik grafikler, yani gözüken değerlerde ilerledikçe 10 veya 100 gibi bir çarpanla da çarpmak lazım.
Telefonu icat etmek yarım yüzyıl aldı, ilk görsel gerçeklik teknolojisi. Cep telefonları 8 senede oluşturuldu.
Eğer bu logaritmik grafiğe değişik iletişim teknolojileri koyarsanız, televizyon, radyo, telefon on yıllar boyunca kabul edildiler. Yeni teknojiler --Kişisel bilgisayar, İnternet, cep telefonlar-- 10 senenin altında bir sürede kabul edildi. Şimdi bu ilginç bir grafik, ve de neden evrimsel bir sürecin ivmelendiğinin --biyoloji ve teknoloji evrimsel süreçlerdir-- temel nedenini gösteriyor. Etkileşim yoluyla çalışıyorlar, kullanılabilirlik yaratıyorlar ve sonra bu kapasiteyi bir sonraki safha için kullanıyorlar.
Yani biyolojik evrimin ilk safhası, DNAnın evrimi --aslında ilk başta RNA gelir-- milyarlarca yıl alır, ama sonra evrim veri işleme belkemiğini bir sonraki safhaya taşır. Kambriyal Patlamada, hayvanların bütün vücut planlarının evrildiği safha, sadece 10 milyon yıl sürdü. 200 kat daha hızlı. Homo sapienler,[2] ilk teknolojiyi oluşturan türler, karşısına gelebilen uzantı ile bilişsel fonksiyonu kombine eden tür, ve bu arada, şempanzelerin karşısına gelebilen başparmakları yoktur, yani çevremizi bir tutuşla ve motor koordinesi ile manipüle edebiliriz ve de beyinsel modellerimizi kullanarak dünyayı değiştirip teknolojiyi açığa çıkarabiliriz.
Şimdi bu arada, buna lineer bir grafik olarak bakarsanız, her şey henüz oluşmuş gibi gözükür, ama gözlemciler der ki, ''Kurzweil grafiği düz çizginin üzerine noktalar atarak yapmış.'' Bende düşürlerden derlenen 15 farklı liste aldım, Britanika ansiklopedisi, tarih müzesi, Carl Sagan'ın kozmik takvimi, ve bu insanlar benim anlatmak istediğim şey için çalışmadılar, bunlar kendi çalışmaları için referans işleriydi. Ve bunlar o insanların gözünden önemli olan olayların listesi biyolojik ve teknolojik evrim konusunda. Ve yine, aynı düz çizgi var. Çizgi biraz değişiyor bir kısım yerlerde çünkü insanlar fikir ayrılıklarını düşmüş olabiliyor, tarımın ne zaman başladığı ile ilgili fikir ayrılıkları var, ya da Kambrian patlamanın ne zaman olduğu ile ilgili. Ama yine de çok temiz bir gidişat açıkça belli oluyor. evrim sürecinin basit ve derin bir ivmelenmesi var. Bilgi teknolojileri her sene kapasitesini, ücrete karşılık performansı ve bant genişliğini iki kat artırıyor. Ve de üstel gelişimin çok belli bir patlaması söz konusu. Kişisel bir deneyim, MIT'deyken bilgisayar bu oda kadar yer kaplardı, cep telefonunuzdaki işlemciden daha güçsüzdü. Ama Moore yasası, [3] ki genelde bu üstel gelişim ile ilişkilendirilir, çoğundan sadece birinin örneği çünkü temelde teknoloji evriminin sürecinin oranı --bu grafiğe 49 ünlü bilgisayar koydum-- bu arada, --logaritmik grafikte düz çizgi üstelliği ifade eder-- bu da üstel. 1900 da işlem yapmanın ücret performansını iki katına çıkarmak üç senemizi aldı, ortada iki sene, ve şu an da her sene iki katına çıkarıyoruz. ve bu da beş farklı paradigmadaki üstel grafik. Moore yasası sadece bunun son parçası, enterge devre üzerinde, küçültülmüş transistörler varken, ama elektro-mekanik hesaplayıcılarımız vardı, Alman Enigma kodunu kıran röle-bazlı bilgisayarlar, Eisenhower'ın 1950deki seçimini tahmin eden vakumlu tüpler, ilk uzay uçuşlarında kullanılan transistörler ve sonra Moore yasası. bir paradigma miyadını doldurduğunda her seferinde yeni birisi üstel büyümeyi devam ettirir. Küçültülmüş vakum tüpleri vardı, küçülttükçe küçülltüler. Bir yerde tıkandılar daha da küçültüp vakumlayamadılar. bambaşka bir paradigma yer buldu kendine. transistörler tahtadan olmamaya başladı. aslında, belli bir paradigmanın çizgisinin sonunu gördüğümüzde, yeni bir paradigma oluşturmak için araştırma yapılması gerektiği konusunda baskı oluştuğunu anlarız. Çünkü çok uzun bir süredir Moore yasasının sonuna gelindiğini tahmin ediyorduk ilk tahmin 2002ydi şu anda ise 2022. ama ilk başlarda transistörlerin özellikleri ende bir kaç atom genişliğinde olacak ve daha da fazla küçültemeyeceğiz. Bu Moore yasasının sonu olacak ama işlem yapmanın üstel gelişmesinin sonu olmayacak çünkü çipler düzdür. 3 boyutlu bir dünyada yaşıyoruz, üçüncü boyutu tabi ki kullanabiliriz. Üçüncü boyuta gideceğiz ve bu çok muazzam bir süreç, son bir kaç yılda, üç boyuta geçiş, kendinden organik moleküler devrelerin yürürlüğe girişini getirdi. Moore yasası geçerliliğini yitirmeden önce bunlara sahip olacağız. süperbilgisayarlar - aynı şey. Intel çiplerindeki işlemci performansı, transistörün ortalama fiyatı- 1968de bir transistörü bir dolara alabilirdiniz. 2002 de 10 milyon tane alabilirsiniz.
bu üstel gelişimin ne kadar düzgün bir trendi olduğunu görmek çok muhteşem. yani bunu masa üstünde yapılan bir deney sonucu olarak görebilirsiniz, ama bu dünya çapındaki kaotik davranışın bir sonucu, ülkeler birbirlerini ürünlerin fiyatını kırmakla suçluyor, halka arzlar, iflaslar, pazarlama programları. çok değişken bir süreç olacağını düşünebilirsiniz, ve yine de bu kaotik sürecin sonunda elinizde düzgün bir sonuç olur. tıpkı gazın içindeki bir gaz molekülünün ne yapacağını tahmin edememize rağmen -tek bir molekülün ne yapacağını tahmin etmek mümkün değildir- yine de tüm gazın özelliklerini termodinamik bilgilerini kullanarak çok doğru olarak bulabiliriz. burada da aynı şey var. Tek bir projeyi tahmin edemeyiz, ama bunun sonucu dünya çapında, kaotik, mücadelenin tahmin edilemez aktivitesi ve teknolojinin evrim süreci oldukça tahmin edilebilirdir. ve uzak gelecek içinde bunları tahmin edebiliriz. Gertrude Stein'ın güllerindekinin aksine, bir transistör, transistördür asıl mesele değil. Onları küçültüp ucuz hale getirdikçe, elektronların kat etmesi gereken mesafe azalacak. Daha hızlı olacaklar, yani transistor hızında üstel bir büyüme olacak, bir transistörün döngüsünün maliyeti yılda 1.1 oranında azalıyor. Eğer diğer formlarda innovasyon ve işlemci tasarımlar geliştirirseniz, her sene işlemci hızını iki katına çıkarırsınız.
Ve bu basit olarak fiyatlarda azalma demektir yüzde 50 azalma. Ve sadece bilgisayarlarda değil. bu DNA dizilimi içinde doğru, beyin taraması içinde doğru, internet içinde doğru. yani ölçebildiğimiz her şey, yüzlerce farklı ölçüm yapılacak şey var farklı bilgi destekli ölçümler kapasite, kabul edilme oranları ve basit olarak her 12, 13, 15 ayda bir ikiye katlanırlar, neye baktığınıza bağlı olarak. Ücret performansı olarak, yüzde 40 ila 50 arası bir ücret indirimi anlamına gelir. Ve ekonomistler bunun hakkında endişelenmeye başladılar. ekonomik durgunluk durumunda da ücret indirimi vardı, ama bu para desteğinin çöküşüydü, tüketici güveninin çöküşüydü, tamamen farklı bir fenomen. Bu daha iyi üretkenlik sonucu oluyor, ama ekonomistler diyor ki, ''ama bu halde devam etmenin bir yolu tok. eğer yüzde 50 indirim olursa, insanlar harcamalarını yüzde 30,40 artırabilir, ama bu devam edemez. ama bizim gerçekte gördüğümüz böyle devam etmesinden daha da ileri gidileceği. Son 50 yılda bilgi teknolojilerinde dolarda yılda yüzde 28 oranında bileşik artış yaşadık yani, insanlar 10 sene önce ipodları 10 bin dolara üretmedi. Ücret performansı yeni uygulamaları fizible hale getirdikçe, yeni uygulamalar piyasaya geliyor. ve bu çok yaygın bir fenomen. Manyetik veri depolaması- bu Moore yasası ile ilgili değil, bu manyetik noktaları küçültmek, farklı mühendisler, farklı şirketler, aynı üstel süreç.
Bu bilgi terimleri içerisinde kendi biyolojimizi anlıyoruz ve bu bir anahtar noktadır. Kendi vücudumuzu çalıştıran yazılım programlarını anlıyoruz. Bunlar çok farklı zamanlarda evrildi bu programları gerçekten değiştirmek istiyoruz. Bir küçük yazılım programı, ismi yağ insülin algılayan gen, basitçe diyor ki, ''her kaloriyi sakla, çünkü önümüzdeki av sezonu çok iyi geçmeyebilir.'' bu, türlerin 10binlerce yıl önceki ilgi alanlarıydı. Bu programı kapatmayı istiyoruz. Bunu hayvanlarda denediler ve fareler aç kurtlar gibi yediler ve ince kaldılar ve ince kalmanın faydalarından istifade ettiler. Şeker hastalığına yakalanmadılar, kalp krizi geçirmediler, yüzde 20 daha uzun yaşadılar, kalori sınırlamasının faydalarından istifade ettiler sınırlama yapmadan. 4 veya 5 ilaç firması bunun farkına vardı, insanlar için ilginç bir ilaç olacağını hissettiler ve bu biyokimyamızı etkileyen 30 bin genden sadece biri.
Biz öyle bir çağda büyüdük ki insanların, bu konferanstaki çoğu insanın yaşında olduğu gibi, tıpkı benim gibi, daha uzun yaşama isteği yoktu çünkü en kıymetli kaynakları kullanıyorduk ki bunlar çocuklarımıza daha iyi aktarılacak onlara daha iyi bakılacak. Yani, yaşam--uzun yaşam süreleri-- yani, söylemek gerekirse 30dan fazla-- onlar için seçilmedi, ama aslında bu yazılım programlarını manipüle etmeyi ve değiştirmeyi öğreniyoruz biyoteknoloji devrimi sayesinde. Örnek olarak, RNA müdahelesi ile genleri kısıtlayabiliyoruz. Genetik malzemeyi kromozomda doğru yere yerleştirme sorununun üstesinden gelen yeni ve heyecan veren gen terapisi formları var. Aslında ilk defa şimdi, insanlar üzerinde denenen, akciğer hipertansiyonuna çözüm olan -ölümcül bir hastalık- ve gen terapisini kullanan bir gelişme var. Yani sadece bebekleri tasarlamayacağız, bebekleri yapanları da tasarlayacağız. ve bu teknoloji de ivmeleniyor. bir baz çift için 1990da 10 dolardı, 2000de bir peni. Şu an ise bir sentin onda birinden az. Genetik veri miktarı -basitçe bu- düzgün üstel gelişimi gösteriyor her sene iki katına çıkıyor, genom projesinin tamamlanmasına imkân tanıyor.
bir başka büyük devrim, iletişim devrimi. Ücret performansı, bant genişliği, birçok farklı kablolu kablosuz iletişim ölçümü kapasitesi, üstel bir biçimde büyüyor. İnternet gücünü ikiye katlıyor ve birçok farklı yoldan ölçülebilen bir biçimde devam ediyor. bu sunucuların sayısı baz alınarak yapılmış.
Minyatürleştirme - teknolojinin boyutunu küçültüyoruz üstel bir biçimde, kablolu ve kablosuz olarak. Bunlar Eric Drexler'in kitabından bazı tasarımlar şu anda süper işlemcili simülasyonlarda gösterebildiğimiz üzere yapılabilir, aslında bilim adamları molekül ölçeğinde robotlar inşa ediyorlar. bir tanesi şaşırtıcı insan benzeri koşma tarzıyla yürüyor, moleküllerden inşa edilmiş.
Deneysel olarak bunları yapan küçük makineler var. En heyecan verici fırsat ise gerçekten insan vücudunun içine girip şifa verici ve teşhise dayalı fonksiyonlar gerçekleştirmesi. Ve bu kulağa geldiğinden daha da futuristik. Bu şeyler hayvanlarda denendi bile.
Tip 1 diyabet hastalığını iyileştiren bir nano mühendislik ürünü var. Kan hücresi boyutunda. Bunlardan 10binlercesini kan hücrelerine koyuyorlar -bunu farelerde denediler- içerideki insülini kontrollü bir biçimde dışarıya bırakıyor ve tip 1 diyabeti iyileştiriyor. İzlediğiniz şey ise robotik bir kırmızı kan hücresi ve biyolojimizin gerçekte çok yetersiz olduğunu gösteriyor ve hatta kendi içerisindeki karmaşıklığı da. Çalışma prensibini bir kez anladığımızda ve yürüttüğümüzde ki bu konudaki ters mühendislik ivmelenmekte, bu tür şeyleri binlerce kat daha fazla kapasitede tasarlayabiliriz. Bu yapay nano hücrenin analizi, Rob Freitas tarafından tasarlanmış, eğer kırmızı kan hücrelerinizin yüzde 10unu bu hücrelerle değiştirirseniz, bir nefesle olimpik bir koşuyu 15 dakikada yapabilirsiniz. Havuzunuzda dipte 4 saat boyunca oturabilirdiniz -''Hayatım, havuzdayım,'' demek tamamen yeni bir anlam kazanır. olimpik denemelerde neler yapabileceğimizi görmek ilginç olacak. büyük ihtimalle onları yasaklarız, ama sonra liselerinin salonlarında rutin olarak olimpik atletlerin performansını gösteren gençler olurdu. Freitas robotik beyaz kan hücresi tasarımına sahip.
Bunlar 2020 civarında olacak senaryolar, ama kulağa geldiği kadar futuristik değil. kan hücresi boyutunda aletlerin yapımı ile ilgilenilen 4 tane büyük konferans var hayvanlar üzerinde bir çok deney yapılıyor. Aslında bir tanesi insanlar üzerinde deneniyor, yani bu yapılabilir bir teknoloji.
Eğer üstel işlemci büyümesine dönersek, 1000 dolarlık bir işlem bir böceğin ve farenin beyni arasında bir yerlerde. İnsan zekâsı ile kapasite olarak 2020lerde kesişecek, ama bu denklemin donanım tarafı. Yazılımı nereden elde edeceğiz?
Aslında, insan beyninin içini görebileceğimiz ortaya çıkıyor ve şaşırtıcı olmayan bir biçimde, beyin taramasının uzaysal ve zamansal çözünürlüğü her sene iki kat artıyor. Ve yeni nesil tarama aletleri ile ilk defa gerçek olarak ayrı ayrı nöronlar arasındaki fiberleri ve işlem yapmalarını ve sinyal vermeleri gerçek zamanlı olarak görebiliyoruz ve -ama sonra soru tamam, bu veriyi elde ediyoruz, ama anlayabiliyor muyuz? Doug Hofstadter merak ediyor, aslında, belki zekâmız zekâmızı anlayacak kadar iyi değildir ve eğer daha zeki olsaydık, beyinlerimiz daha fazla karışmış olacaktı ve hiç bir zaman yakalama şansımız olmayacaktı. Anlayabileceğimiz ortaya çıktı.
bu bir model ve insan işitsel korteksinin bir simülasyonu ve blok diyagramı aslında gayet iyi çalışıyor psikoakustik testler ile insan işitsel algısınınkine çok yakın sonuçlar alınıyor beyinciğin başka bir simülasyonu --beyindeki nöronların yarıdan fazlası orada-- yine, insan formasyonuna oldukça yakın olarak çalışıyor. şu anda erken aşamada, ama beyin hakkındaki bilgilerin üstel artışının ve beyin taramasındaki üstel artışın gösterilmesi ile 2020lerde insan beyninin ters mühendisliğinde başarılı olacağız. şu an da bir kaç yüz bölgeden 15inde çok iyi modeller simülasyonları elde ettik.
Bütün bunlar üstel olarak büyüyen ekonomik süreç. son 50 senede işçilerin üretkenliği saatte 30 dolardan 150 dolara çıktı. E-ticaret üstel olarak büyüyor. Şu anda trilyon dolarlarda. merak edebilirsiniz, hiç mi patlama ve başarısızlık olmadı? Tam anlamıyla kapital pazarlama fenomeni bu. Wall Street farkına vardı ki bu devrimsel bir teknolojiydi, ki öyleydi de, ama 10 ay sonra, bütün iş modelleri devrimleşmediğinde, fark ettiler ki bu yanlış, ve sonra başarısızlık oldu.
Tamam, bu içerisinde olduğumuz teknolojilerin bir araya gelmesi ile oluşan bir teknoloji. bu cep telefonunda rutin bir özellik. bir dilden diğerine çeviri mümkün olacak.
o zaman birkaç senaryo ile bitireyim. 2010da bilgisayarlar ortadan kaybolacak. Çok küçük olacaklar, giysilerimize monte halde, çevremizde olacaklar. Görüntüler retinamıza direkt olarak yazılacak, tam monte edilmiş sanal gerçeklik sağlayan, artırılmış gerçek gerçeklik. Sanal kişilikler ile iletişime geçeceğiz.
ama eğer 2029 a gidersek, bu trendlerin tam olgunluğuna ulaşacağız, sürekli gelişen ve hızlanan teknoloji takdir edilesi olacak. Yani bu teknolojilerin 2 üzeri 25. kuvveti kadar daha fazla ücret performansı, kapasite ve bantgenişliği elde edeceğiz ki bu çok şaşırtıcı. şu ankinden milyonlarca kat daha güçlü olacak.
İnsan beyninin ters mühendisliğini bitirmiş olacağız, 1000 dolarlık bir işlem insan beyninin ham kapasitesinden çok daha fazla kuvvetli olacak.
Bilgisayarlar analitik düşünmeyi kullanarak insan zekası ile zaten makinelerin iyi yaptığı şeyleri bir araya getirecek, milyarca gerçeği doğru bir biçimde hatırlayarak. Makineler bilgilerini çok çabuk olarak paylaşabilirler. Ama bu sadece zeki makinelerin istilası olmayacak. kendi teknolojimiz ile bahsettiğim nano bot teknolojisini bir araya getiriyoruz önce sağlık alanında kullanılacak: çevreyi temizlemek, yakıt sağlamak-- güçlü yakıt hücreleri ve yaygın olarak dağıtılmış güneş panelleri ve bunun gibi doğada bulunan şeyler ile. Ama bunlar aynı zamanda beynimizin içine de girecek, biyolojik nöronlarımız ile iletişime geçerek. Bunu yapmanın ana prensiplerinden bahsettik. yani örnek olarak, nöron sistemi ile tam entegre sanal gerçeklik, nano botlar gerçek hislerinizden gelen sinyalleri keserek, beyninizin eğer o sanal çevrede olsaydınız algılayacağı sinyaller ile yerlerini değiştirecek, ve siz de kendinizi o çevrede hissedeceksiniz. Oraya diğer insanlar ile beraber gidebilirsiniz, bu duygulara dâhil olan herhangi biri ile herhangi bir çeşit duyguyu tadabilirsiniz. ''deneyim göstericileri'' adını veriyorum, bunlar bütün algılayıcı deneyim akışlarını nörolojik bir bağ ile duygulara internet üzerinden birleştirecek. Başka birisi olmanın deneyimini bunu takıp deneyerek anlayabilirsiniz. ama en önemlisi, kendi teknolojimiz ile insan beyninin birleşmesi muazzam bir genişleme olacak, bazı şekillerde zaten yaptığımız gibi. Rutin olarak zekice marifetler yaparız teknolojimiz olmadan imkânsız olacak şeyleri. İnsan ömrü beklentisi artıyor.1800 de 37ydi, bu tür bir biyoteknoloji ile nano teknoloji devrimleri ile bu çok hızlı bir biçimde artıyor önümüzdeki yıllarda.
ANA MESAJIM TEKNOLOJİDEKİ İLERLEMENİN ÜSTEL OLDUĞU, LİNEER[4] DEĞİL. Birçokları -bilim adamları dahil- lineer bir model farz ediyor, diyorlar ki, ''yapay zekanın nano teknolojideki kopyalamasını yapmamız yüzlerce yıl alacak.'' üstel gelişmenin gücüne bakarsanız, göreceksiniz ki bu tüt şeyler çok yakında olacak. Ve bilgi teknolojileri hayatımız artarak kuşatıyor müziğimiz, üretimimiz biyolojimiz, enerjimiz, malzemelerimiz.
İhtiyacımız olan neredeyse herşeyi 2020lerde üretecek hale geleceğiz, nano teknoloji kullanarak çok pahalı ham maddelerin dönüşümü ile. Bunlar çok güçlü teknolojiler. Umudumuzu ve tehlikeyi artırıyorlar. Doğru işler için bu teknolojileri kullanma isteğine sahip olmamız lazım.

ÖNÜMÜZDEKİ TEKİLLİK İÇİN ÜNİVERSİTE (Haziran 2009)

Bilişim teknolojisi eksponansiyel olarak ilerler. Lineer değildir. Fakat bizim sezgimiz ise lineerdir. Binlerce yıl önce bir ovada dolaşırken o hayvanın nerede olacağı hakkında lineer tahminler yürütüyorduk. Ve bu işe yarıyordu. Bu yaradılıştan beynimize işlenmiş. Fakat eksponansiyel (genişlik, geniş alan, açılma, yayılma) büyümenin hızı esasen bilişim teknolojilerini tanımlayan şeydir. Ve bu sadece bilgi-işlem değil. Lineer ile eksponansiyel büyüme arasında büyük fark vardır. Eğer ben lineer bir şekilde 30 adım atarsam, bir, iki, üç, dort, beş, 30'a varırım. 30 adımı eksponansiyel şekilde atarsam, iki, dört, sekiz, 16, bir milyar'a varırım. Arada muazzam bir fark var. Ve işte bu aslında bilişim teknolojisini anlatıyor.
Ben MIT 'de öğrenciyken hepimiz, bütün binayı kaplayan tek bir bilgisayarı paylaşırdık. Cep telefonunuzdaki bilgisayar bugün milyon kat daha ucuz, milyon kat daha küçük bin kat daha güçlüdür. Benim öğrenciliğimden bu yana gözlemlediğimiz gerçekten dolar başına kapasitenin bir milyar kat artışıdır. Ve bunu önümüzdeki 25 yıl içinde tekrar yapacağız. Bilişim teknolojisi S-eğrileri boyunca ilerler ve bunların her biri farklı birer paradigmadır (örnektir). Bazı kişiler der ki, "Moore Yasası sona erdiğinde ne olacak?" ki bu 2020 yılı civarında olacak. O zaman da bir sonraki paradigmaya geçeceğiz. Ve Moore Yasası, bilgisayarlara eksponansiyel büyümeği getiren ilk paradigma değildir. Eksponansiyel büyüme Gordon Moore daha doğmadan onlarca yıl önce başlamıştı. Ve bu sadece bilgisayarlara mahsus değil. Esasen bu temelindeki bilginin özelliklerini ölçebileceğimiz her teknoloji için geçerli.
Burada 49 ünlü bilgisayar var. Onları logaritmik bir grafiğe koydum. Logaritmik ölçek, artışın derecesini saklıyor. Çünkü bu 1890 nüfus sayımından beri trilyon kat bir artışı temsil ediyor. 1950'lerde vakum lambalarını küçültüyorlardı, ufalttıkça ufalttılar. Sonunda bir duvara çarptılar. Lambaları daha da küçültüp aynı anda vakumu muhafaza edemiyorlardı. Bu vakum lambalarını küçültmenin sonu oldu. Ama bu bilgisayarlaraki eksponansiyel gelişimin sonu olmadı. Dördüncü paradigmaya geçtik, transistörler, ve son olarak entegre devreler. Bunun sonuna gelindiğinde, altıncı paradigmaya geçeceğiz, üç boyutlu kendi kendini düzenleyen moleküler devreler.
Ama, gerçekten, gelişimin bu inanılmaz boyutundan daha şaşırtıcı olan ise bunun ne kadar ön görülebilir olduğudur. Yani bu zor ve kolay zamanlardan geçti, savaş ve barış'tan, gelişme ve gerileme dönemlerinden. Büyük Ekonomi Bunalımı bu eksponansiyel gelişime ufak bir çentik bile atamamış. Aynı şeyi şu anda yaşadığımız ekonomik gerilemede göreceğiz. En azından bilişim teknolojisinin eksponansiyel artış kabiliyeti azalmadan devam edecektir.
Bu grafikleri daha yeni güncelledim. Çünkü "Tekillik Yakın" kitabımda 2002'ye kadar varlar. Bu yüzden onları güncelledik ki burada 2007'ye kadar sunabileyim. Bana soruldu, "Peki endişeli değil misin? Belki eksponansiyel artış çizgisinde devam etmemiştir". Biraz kaygılıydım, çünkü belki de bilgiler doğru olmayabilirdi, fakat ben bunu 30 yıldır yapıyorum, ve bilgiler hep eksponansiyel ilerleme çizgisi üzerinde kaldılar.
Şu grafiğe bakın. 1968 'de bir dolar'a bir adet transistör alabiliyordunuz. Bugün yarım milyar tane alabiliyorsunuz. Ve bunlar aslında daha iyiler, çünkü daha hızlılar. Bunun ne kadar öngörülebilir olduğuna bakın. Diyebilirim ki, bu bilgiler önceki bilgilerle tamtamına uyuşuyor. Bu ileriye yönelik tahminleri 30 küsür yıldır yapıyorum. Bir transistörün fiyatı elektroniğin fiyat performansının ölçüsüdür ve her sene düşer. Bu yüzde 50 lik deflasyondur. Ve bu diğer örneklerde de geçerli DNA bilgisi veya beyin bilgisi mesela. Fakat bunu fazlasıyla telafi ediyoruz. Esasında her türlü bilişim teknolojisinin iki katından daha fazlasını sevk ediyoruz. Son yarım asrın içerisinde bilişim teknolojisinin her çeşidinde sabit dolar bazında yüzde 18 lik büyüme kaydettik. Her yıl iki katı kadar edinebildiğiniz gerçeğine rağmen.
Bu tamamen farklı bir örnek. Bu Moore'un yasası değil. Analiz ettiğimiz DNA miktarı her yıl iki katına çıkıyordu. Masrafı her yıl yarıya düşüyordu. Ve bu pürüzsüz bir ilerleme genom projesinin başlangıcından beri. Projenin yarısına gelindiğinde, şüpheciler dedi ki "Bu yürümüyor. Genom projesinin yarısına geldiniz ve projenin yüzde birini bitirdiniz." Ama bu aslında plana uygundu. Çünkü yüzde biri 7 defa daha ikiye katlarsanız, ki olan şey aynen budur, %100 elde edersiniz. Ve proje planlanan zamanda bitti.
Haberleşme teknolojisi: bunu ölçmenin 50 farklı yolu var. Etrafta hareket eden bit sayısı, internetin boyutu. Ama bu eksponansiyel bir hızla ilerledi. Bu son derece demokratlaştırıcı. 20'yi aşkın yıl önce, "Akıllı Makinelerin Çağı" kitabımda, henüz Sovyetler Birliği kuvvetliyken, onların dağınık haberleşmenin büyümesi yüzünden ortadan kalkacağını yazmıştım.
21. yüzyılda ilerlerken, insan beyninin belli bölgelerini simule etmek gibi birçok işi yapmak için yeterli hesap gücümüz olacak. Ama yazılımı nerden alacağız? Bazı eleştiriler diyor ki, "Ah, yazılım çamura saplanıp kaldı." Fakat insan beyni hakkında gittikçe daha çok şey öğreniyoruz. Beyin taramalarının bölgesel çözünürlüğü her yıl ikiye katlanıyor. Beyin hakkında elde ettiğimiz bilginin miktarı her yıl ikiye katlanıyor. Ve bu bilgileri beyin bölgelerinin çalışır modellerine ve simulasyonlarına dönüştürebildiğimizi gosteriyoruz.
Beynin modellenmiş 20'ye yakın bölgesi var, simule ve test edilmiş: işitsel korkteks, görsel korteksin bölgeleri, yeteneklerimizi şekillendirdiğimiz serebellum, rasyonel düşünme işlemini gerçekleştirdiğimiz serebral korteksten dilimler. Ve bütün bunlar, üretkenliğin düzgün ve öngörülebilir şekilde artışını körükledi. Insan gücünün saatinin ortalama değeri sabit dolar bazında 30'dan 130 dolara çıktı, bu bilişim teknolojisi tarafından körüklenerek.
Ve hepimiz enerji ve çevre konusunda endişeliyiz. Pekâlâ, bu logaritmik bir grafik. Ürettimiz güneş enerjisi miktarının her iki yılda bir düzenli bir şekilde ikiye katlandığını gösteriyor. Özellikle şimdi güneş panellerine nanoteknolojiyi, bir çeşit bilişim teknolojisini, uyguluyorken. Ve enerji ihtiyacımızın %100'ünü karşılaması için sadece 8 kere daha ikiye katlanması gerek. Ve ihtiyacımız olanın onbin katı daha fazla güneş ışığı var.
En sonunda bu teknoloji ile birleşeceğiz. Bize şimdiden çok yakın. Ben öğrenci iken bir kampüs genişliğindeydi. Şimdi ceplerimize sığıyor. Bir binayı dolduran şeyler, şimdi ceplerimize sığıyor. Şimdi ceplerimize sığan, 25 yıl sonra bir kan hücresine sığacak. Ve bu teknolojiye yaklaştıkça sağlığımızı ve zekâmızı derinden etkilemeye başlayacağız.
Buna dayanarak burada, TED'de, gerçek TED geleneğinde, Tekillik Üniversitesini duyuruyoruz. Bu, burada seyircilerin arasında bulunan Peter Diamandis ve benim tarafımdan kurulan bir Üniversite. NASA, Google ve yüksek teknoloji ve bilim camiasının başka liderleri tarafından destekleniyor, Amacımız bütün liderleri biraraya toplamaktı, öğretmenleri ve öğrencileri, eksponansiyel olarak büyüyen bu bilişim teknolojisinin ve uygulamalarının içersinde. Fakat Larry Page kurum toplantımızda ateşli bir konuşma yaptı, dedi ki, bu çalışmayı, insanlığın yüzyüze olduğu başlıca problemleri ele almaya tahsis edelim. Bunu yaptığımız takdirde Google bizi destekleyecekti. Ve yaptığımız şey bu oldu.
9 haftalık yoğun yaz sezonunun son üçte birlik bölümü insanlığın belli başlı problemlerine adanmış olacak. Örneğin, artık her yerde olan internetin Çin ve Afrika'nın kırsal kesimlerine ulaştırmak, sağlık bilgisini dünyanın gelişmekte olan bölgelerine ulaştırmak. Bu projeler, ortak etkileşimli haberleşme kullanılarak, bu sezonların ötesinde devam edecek. Üretilmekte ve öğretilmekte olan fikri mülkiyetlerin tümü online olarak kullanıma açık olacak, ve online olarak ortaklaşa geliştirilecek.
Burada kuruluş toplantımız görülüyor. Fakat duyurusu bugün yapılıyor. Merkezi kalıcı olarak Silicon Valley'de, NASA Ames merkezinde olacak. Üniversite mezunu olan öğrenciler için, çeşitli firmalarda yönetici olarak çeşitli programlar var. İlk altı bölüm burada, yapay zeka, ileri bilgi-işlem teknolojileri, biyoteknoloji, nanoteknoloji bilişim teknolojisinin değişik ana sahaları. Sonra bunları başka sahalara uygulayacağız. Enerji, ekoloji, siyasi hukuk ve ahlak, girişimcilik gibi, öyle ki insanlar bu yeni teknolojileri dünyaya kazandırabilsinler.
Bize düşünür ve yüksek teknoloji liderleri tarafından verilen desteğe minnettarız, özellikle Google ve NASA'ya. Bu çok heyecan verici bir girişim. Sizi iştirak etmeye teşvik ediyoruz.



DEVLET DESTEKLİ SANAL TERÖRİZM

İsrail, beri İranlı beş nükleer fizikçinin öldürülmesinden sorumlu MEK üyelerine fınansnan, eğitim ve silah yardımında bulundu. New York Times'ın aktardığına göre ise, [BD'nin eski başkanı George W. Bush, İran'ın Natanz tesisine sabotajda bulunmaya yönelik gizli bir harekata izin vermişti. Dünya çapında döviz piyasalarında ve program-ama kodlarında bir savaş başlarken, gizli provokatörlerin ekonomik yapıları manipüle etmesi ve sabotaj eylemlerine girişmesi durumunda cezalandırılmasına yönelik yeni bir uluslararası-yasal çerçeve belirlenmesi yönündeki ihtiyaç hiç bu kadar büyük olmamıştı.
NİLE BOWIE
Uluslararası camia, Tahran ile diğer altı ülkenin İstanbul'da kısa süre önce gerçekleştirdikleri müzakerelerin ardından, İran’a yönelik kınayıcı tavrını hafifletti. Toplantıya katılan taraflar Bağdat'ta 23 Mayıs 2012 tarihinde görüşmelerini geliştirmek konusunda uzlaşmış olsalar da, hem İsrail hem de Batı, Tahran'a yönelik yaptırımlar rejimini kolaylaştırdıklarına dair en ufak bir belirti bile göstermediler. İran'ın lider kadrosunun elektrik üretmek ve medikal reaktörlere yakıt sağlamak üzere sivil nükleer yetenekler kullandığına (böylelikle, Tahran'ın piyasalara ihracat yapması için temel petrol rezervlerini çeşitlendirmesini sağladığına) dair iddiaların ardından, İran'ın Ruhani Lideri Ayetullah Ali Hamaney, İran'da nükleer silahların kullanılmasına dair dini bir yasak getirdi. Son görüşmeler sırasında ise, İran'ın müzakerecisi Said Celili, Nükleer Silahların Yaygınlaştırılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT) dahilinde güvence altına alındığı üzere, İran'ın sivil nükleer program yürütme hakkı olduğunu vurguladı. Her ne kadar Tel Aviv'in elinde halihazırda 75 ila 400 kadar nükleer savaş başlığı bulunsa da, İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak, İran'ın elindeki uranyumun tümünün %20 oranında zenginleştirildiği noktasında ısrar ediyor ve bu durumun, İran'ı "güvenilir" bir komşu ülke olma noktasından çıkardığını düşünüyor.
Hem CIA'in başında bulunan David H. Petraeus hem de Amerikan Ulusal İstihbarat Direktörü James R. Clapper Jr., İran'ı nükleer silah geliştirmekle suçlamak için herhangi bir inandırıcı kanıtın olmadığı konusunda hemfikir. Dolayısıyla, İran'ın sivil nükleer programına yönelik istihbarat operasyonlarının pişkin kabahatliliği, oldukça sarsıcı bir hal alıyor. ISSSource'un kısa süre önce teyit ettiği gibi, Stuxnet bilgisayar virüsünün yerleştirilmesinden sorumlu kişiler, iran'ın Natanz'daki nükleer tesislerine sabotajda bulunmak üzere bu virüsü kullanmışlar; ve bu kişiler Mujahedeen-e-Khalq (MEK) üye-siymişler. MEK, Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın terörist örgütler arasında saydığı bir örgüt olup, 1965 yılında Amerika'nın desteklediği Iran Şahı Muhammed Rıza Pevlevi'nin monarşisini galeyana getirmek üzere kurulan Marksist-İslamcı bir kitle siyasi hareketidir. Grup, ilk başlarda 1979 İslam Devrimi'nin ardından Ayetullah Humeyni'nin başını çektiği devrimci din adamlarının yanında saf tuttu; ancak bir güç mücadelesi sırasında rejime sırtını dönünce, grup, 1981 yılında İran'ın Devrim Muhafızlarına karşı bir kentsel gerilla savaşını başlattı.
Örgüte, daha sonraları Saddam Hüseyin sığınma hakkı verince, Irak topraklan içinden İran'a saldırılar başlattılar. Bu saldırılar sırasında yaklaşık 17.000 İran vatandaşı öldürüldü. MEK, Paris merkezi i İran Ulusal Direniş Konseyi NCRI'nin ana unsuru olarak varlığını sürdürüyor. NCRI, kendilerini İran'da "demokratik, seküler ve koalisyon hükümeti kurma amacı güden sürgünde bir parlamento" olarak tanımlıyor ve iran'daki demokratik örgütlerin, grupların ve kişiliklerin bir koalisyonundan oluşuyor.
Her ne kadar İslam Devrimi'nin ardından birçok kez üst düzey Amerikan askeri personelinin öldürülmesinin ardında bu örgütün parmağı aransa da, New Yorker'ın aktardığına göre Mujahedeen-e-Khalq'in üyeleri, bizzat 2005 yılında Nevada'daki bir üste Ortak Özel Operasyonlar Kumandanlığı JSOC tarafından iletişim, kriptografi, küçük birim taktikleri ve silah kullanma eğitimleri almışlar. JSOC, İran'daki büyük iletişim sistemlerine nasıl girileceği konusunda MEK üyelerine yol gösterdi; Amerikan istihbaratıyla paylaşmak üzere grubun İran içinde yapılan telefon görüşmeleri ve SMS mesajlaşmalarını ele geçirmelerini sağladı. Saddam Hüseyin'in devrilmesinin ardından Irak Ordusu iki kez Eşref Kampı'na girmeye çalıştı. Burası, yaklaşık 3200 personelin bulunduğu, MEK'm askeri kanadının 2009 yılına dek Amerikan ordusunun dış güvenlik koruması altında ikamet ettiği bir "mülteci kampı" idi. Amerika'nın Irak elçiliği ve Dışişleri Bakanlığı'nın tam desteğiyle, Birleşmiş Milletler'in Irak özel temsilcisi Martin Kobler, MEK isyancılarının Bağdat havalimanı yakınlarındaki eski bir Amerikan askeri üssüne (ismi de çok komik: "Özgürlük Kampı") yerleştirilmesi için girişimlerde bulundu. Amaç, MEK ile Şiilerin başını çektiği Irak hükümeti arasındaki şiddet dolu çatışmaların önüne geçmekti. Grup, uzun süre İsrail'den maddi destek aldı. İsrail, örgütün Paris'teki siyasi üssünden İran'a yayın yapması için yardım ederken, MEK ile NCRI de İran'ın nükleer programı konusunda ABD'ye sürekli istihbarat sağladı. Zaten bu istihbarat sonucunda Natanz'ta uranyum zenginleştirme tesisi olduğu 2002 yılında ortaya çıktı.
Dış İlişkiler Konseyi'ndeki üst düzey kişiler, MEK'i "totaliter eğilimleri bulunan tarikat-vari bir örgüt" olarak tanımlarken, NATO'nun Müttefik Yüksek Karargahı kumandanı General Wesley K. Clark, New York'un eski valisi Rudy Giuliani, 9-11 Komisyonu eski başkanı Lee Hami İyon gibi duayen devlet adamlarına, MEK'i Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın Yabancı Terörist Örgütler listesinden çıkarılmasına yardım etmeleri için 20.000 ila 30.000 dolar arasında bir para ödendiği ortaya çıktı. NCRI'nin başında bulunan Maryam Rajawi, halihazırda Paris'te yaşıyor ve ardına Amerikalı ve AB'li devlet adamlarının desteğini alıyor. Rajawi'nin 1991 yılında Saddam Hüseyin'in Irak Kürtleri'ni katlettiği sırada sarf ettiği şu sözleri pek ünlüdür: "Türkleri tanklarınızın altına alın ve mermilerini İran Devrim Muhafızları için saklayın." MEK güçlerinin gerçek -lcştirdikleri ve belgelendirilmiş vahşet vakalarına rağmen, AB Konseyi, bu grubu 2009 yılında AB'nin terörist örgütler listesinden çıkardı. Bu olayın şerefine NCRI'nin sözcüsü Şahin Gobadi'nin sözleri ise, "Bizim tek istediğimiz İran'da demokratik seçimlerin gerçekleştirilmesi" şeklinde oldu.
Her ne kadar Amerika'da halihazırda görev alan ve geçmişte çalışmış olan yetkililer, İran'ın teslime hazır bir nükleer savaş başlığı sahibi olmaktan fersah fersah uzakta olduğu ve BM'nin nükleer denetimlerinin dışında herhangi bir gizli uranyum zenginleştirme alanına sahip olmadığı konularında hemfikir olsalar da, MEK ile İran'ın Natanz nükleer tesisindeki yüzlerce santrifüjün yok edilmesine neden olan Stuxnet bilgisayar virüsü arasındaki bağlantılara dair alınan son bilgiler, kasti ve. daha önce eşi benzeri görülmemiş bir sabotaj olarak kabul ediliyor. Stuxnet, bu zamana dek bulunmuş en sofistike kötücül yazılımdır. Virüsün hedefi, Siemens'in Simatic WinCC Step7 yazılımıdır. Bu yazılım, nükleer güç tesisleri ve elektrik santralleri gibi endüstriyel sistemleri, Windows-temelli bir PC üzerinden takip eder. Stuxnet'in varlığı keşfedilmeden önce, anti-virüs yazılımları tarafından tespit edilemiyordu ve sanki Microsoft Windows açısından yasal bir yazılım şeklinde tasarlanmıştı. Stuxnet'in yükünün teslim edilmesinin ardından, kötücül yazılım, santrifüjlerin işletim hızını değiştirdi ve en sonunda makinelerin hasar görmesine yol açtı. Denetleme operatörü açısından ise tüm bunların normal faaliyetler olduğu yönünde bir izlenim doğurup, acil önlemlerin uygulamaya konmasını engelledi. ISSSource, Stuxnet virüsünün MEK üyesi olduğuna inanılan bir sabotajcı tarafından Natanz nükleer tesisine yerleştirildiğini teyit eden mevcut ve emekli Amerikan istihbarat yetkililerinin sözlerini aktardı. USB hafıza kartı aracılığıyla kötücül yazılımı gönderen grup, Natanz nükleer tesisindeki en az 1000 santrifüje zarar verecek yetiye sahipti. MEK, aynı zamanda, İranlı nükleer bilim adamlarını öldürmekle ve Tahran'ın Shehab-3 orta menzilli füzelerinden çoğuna ev sahipliği yapan İran'ın batısındaki Honamabad kenti yakınlarındaki bir yer altı üssünü yerle bir eden bir patlamayı gerçekleştirmekle suçlanıyor.
NBC Nevys'un aktardığına göre, İsrail, 2007 yılından beri İranlı beş nükleer fizikçinin öldürülmesinden sorumlu MEK üyelerine finansman, eğitim ve silah yardımında bulundu. New York Times'ın aktardığına göre ise, ABD'nin eski başkanı George W. Bush", İran'ın Natanz tesisine sabotajda bulunmaya yönelik gizli bir harekâta izin vermişti.
Stuxnet kodlamasının karmaşık yapısından dolayı, güvenlik uzmanlarına göre bu virüsün icat edilmesi, "ulusal bir hükümet ajansının işi olmalı." Stuxnet'i parçalarına ayırmış olan bağımsız bilgisayar güvenliği uzmanı Ralph Langner, İran'ın nükleer programına sabotaj düzenlemeye dönük kötücül yazılımın icat edilmesinden İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri'ni suçluyor. Şöyle ki, Stuxnet'in endüstriyel operasyonlarda otomasyon sağlamaya dönük endüstriyel tesislerde kullanılan Programlanabilir Mantıksal Denetleyicileri'ni (Programmable Logic Controller - PLC) hedeflediği düşünüldüğünde, kötücül yazılımı tasarlayanların programlama dili konusunda ayrıntılı bilgi sahibi olması gerekmekteydi. Ayrıca şu da anlamlı: Alman elektrik mühendisliği şirketi Siemens, 2008 yılında Amerikan şirketlerinden biriyle işbirliğine giderek, İran'ın zenginleştirme tesislerindeki kilit ekipman olarak belirlenen bilgisayar kontrolörlerindeki kırılgan noktaları ortaya çıkarmak üzere çalıştı. İstihbarat uzmanlarına göre, Stuxnet virüsünün sınanması, İsrail'in Negev çölünde yer alan Dimona kompleksinde gerçekleşti. Söz konusu çöl, İsrail'in pek bilinmeyen nükleer silah programına da kucak açıyor.
Beyaz Saray'ın halihazırda kitle imha silahları konusundaki koordinatörü Gary Samore'ye katıldığı bir basın konferansında Stuxnet virüsü sorulduğunda yanıtı şöyle olmuştu: "Santrifüj makineleriyle sorunlan olduğunu duymaktan memnunum. Amerika ve müttefikleri, bu durumu daha da karmaşıklaş-tırmak için elinden gelen her şeyi yapacaktır."
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı IAEA'nın eski başkanı Hans Blix ise, IAEA'nın İran'ın nükleer faaliyetlerine dair yayınladığı haberlere karşı duruyor ve ajansı, Amerika ve İsrail'den alınmış ancak teyit edilmemiş istihbarata güvenmekle suçluyor. Amerikan nükleer silah üretim programlarının eski direktörü Clinton Bastin ise, İran'ın nükleer silah üretme kapasitesine ilişkin olarak Başkan Obama'ya bir mektup gönderdi. Bastin, mektubunda Başkan'a şu hususu yeniden anımsattı: "İran'ın gaz santrifüj tesislerinin nihai ürünü, yüksek düzeyde zenginleştirilmiş uranyum hexafluorid olacaktır. Bu gaz ise, silah yapımında kullanılamaz. Gazın metale dönüştürülmesi, bileşenlerinin üretilmesi ve onlann daha önce İran'da hiçbir zaman kullanılmamış türden tehlikeli ve zorlu teknolojiler yardımıyla büyük patlayıcılarla birleştirilmesi, uzun yıllar alacaktır. Bunun sonucunda ortaya çıkan silah ise, eğer füze yardımıyla gönderilmek üzere tasarlanmış ise, bir kiloton konvansiyonel yüksek patlayıcılarla eşdeğer olacaktır."
İran'ın nükleer güç programını kınarken ABD ve İsrail'in teatral tavırları, İran halkına oldukça pahalıya patladı. Keza söz konusu halk, türlü yaptırımlara, cinayetlere, kınamaya ve sabotaja maruz kaldı. Amerika, 1951-1998 yılları arasında 70.000'in üzerinde nükleer silah üretmişti; İsrail ise 75 ila 400 arasında değişen savaş başlıklarından oluşan nükleer silah stoğuna sahip bulunuyor. Halihazırda Nükleer Silahların Yaygınlaştırılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT) bağlamında ortaya konan uluslararası yasal çerçeve, barışçıl amaçlı nükleer enerji programları yürütülmesi hakkını güvence altına alıyor. Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail'in Mossad ve CIA gibi uluslararası gruplar yoluyla yürüttükleri kasti provokasyonlar ise, uluslararası hukuk, güvenlik ve insan yaşamının değeri karşısında en bariz hakaret olarak görülmeli. Ana akım medya ise, İngilizce konuşan ülkelerin halklarının beyinlerini yıkamak için, İran teokrasisinin "provoke edilmemiş terör" başlatmak üzere güttüğü ideolojik gayelere dair uydurma bir diskuru benimsemiş bulunuyor. Ancak, bir yandan da İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salhi gibi figürler ise, nükleer silah sahibi olduklarını halkın önünde reddediyor.
MEK, kurulduğu günden bu yana binlerce sivilin ölümünden sorumlu bir örgüt. Eğer Amerika ve İsrail, İran'a karşı savaş başlatsalardı, saldırgan uluslar büyük ihtimalle İran Ulusal Direniş Konseyi'ni -yani nam-ı diğer sürgündeki parlamentoyu- ülkenin meşru hükümeti olarak tanıyacaklardı. Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın MEK'i Yabancı Terörist Örgüt olarak kabul ettiği Websitesinde de şöyle belirtilmektedir: "ABD'de yaşayan veya ABD yasalarına uymakla yükümlü birinin, terör örgütü olarak tanımlanmış bir tarafa kasten "maddi destek veya kaynak" sağlaması hukuka aykırıdır."
MEK, sürekli olarak Amerika'nın terör örgütleri listesinden çıkma yolları ararken, grubun affedilemez saldırılarının tarihin tozlu raflarına kaldırılmaması gerekiyor. NCRI'nin lideri Maryan Rajavi, kendisini "demokrasi yanlısı" bir figür olarak tanıtmayı tercih edebilir; ancak uluslararası camianın sorumlu kesimleri, bu kişinin başında bulunduğu örgüt ve ona bağlı kişilerin eylemlerini açıkça kınamalıdır. Stuxnet virüsü icat edilirken herkesin aklında İran'ın nükleer programını çökertmek vardı; keza dünya çapında Stuxnet vakalarının %60'ı İran içinde oldu. Amerikan istihbarat kaynaklarının dikkat çektiğine göre, Amerikalı ve İsrailli yetkililer, yeni bir Stuxnet virüsü oluşturmak üzere çalışmalarını sürdürüyorlar. Virüsün adı "Duqu" olacakmış. Rusya'da Kaspersky Lab'da baş güvenlik uzmanı olan Alexander Gostev, Stuxnet ve Duqu'da kullanılan sürücüleri inceledi ve her iki virüsü de büyük olasılıkla aynı ekibin tasarladığı sonucuna vardı; keza iki virüsün kötücül yazılım kodlarında kesişimler bulunmaktaydı.
DUQU VİRÜSÜ de Microsoft Windows sistemlerine yönelik olup, ileri ve daha önce bilinmeyen bir programlama diliyle yazılıyor. Büyük oranda İran'ın nükleer programlarıyla ilintili bilgi hırsızlığı yeteneklerini kullanmaya dönük birçok yazılım unsurunu içeriyor. Duqu'nun daha sonraki virüslerin "güvenli yazılım" olarak görülmesi için dijital sertifikalan çalma kapasitesi de bulunuyor. Duqu'nun hedef ağları içinde çoğaltılma yöntemleri henüz bilinmiyor; ancak modüler yapısından dolayı daha sonraki siber-fıziksel saldırılarda teorik olarak özel bir içerik kullanılabilir. Dünya çapında döviz piyasalannda ve programlama kodlarında bir savaş başlarken, gizli provokatörlerin ekonomik yapılan manipüle etmesi ve sabotaj eylemlerine girişmesi durumunda cezalandırılmasına yönelik yeni bir uluslararası-yasal çerçeve belirlenmesi yönündeki gereksinim hiç bu kadar büyük olmamıştı. (Globalresearch)
KAYNAK: TURQUIE  DIPLOMATIQUE, 15 Haziran-15 Temmuz 2012, SAYI: 40-41

BM tarafından Suriye için üzerinde anlaşmaya varılan ateşkese uyulup uyulmayacağı beklenirken, galiba bazı Türk yetkililer, Devlet Başkanı Beşar Esad'ın ateşkesi delmesini umuyor. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Şam'daki eski müttefikine bu denli kararlılıkla karşı gelmesinin ardından, hikâyenin sonunda Esad'ın daha uzun yıllar iktidarda kalması olasılığı, Ankara açısından adeta bir kâbus senaryosu. Saddam Hüseyin'in 1991 yılındaki Birinci Körfez Savaşı sonrasında gücünü muhafaza etmesi, Suriye'deki olayların da bu yönde seyredebileceğine uyarı örneği teşkil ediyor.
2011 yılının ilkbahar aylarında, Suriye ilk kez Esad'ın baskıcı iktidarına yönelik toplu gösteriler ile sarsılmaya başladığında, Erdoğan Türk televizyonlarında ortaya çıktı ve protestoları kınadı. Erdoğan o dönemlerde, ülkeyi birçok kez ziyaret ettiğini ve ziyaretleri sırasında Suriyelilerin, liderlerini ne kadar çok sevdiğini gördüğünü açıkladı. Erdoğan'ın o zamanki dayanışma beyanı, iki lider arasındaki dostluğun yakın, şahsi bir dostluktan çok daha fazlasına dayandığını gösteriyor. Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Türkiye'nin Orta Doğu'daki etkisinin, Esad'ı sessiz sedasız bir şekilde, protestoları liberal yoldan çözmesini sağlamak için ikna etmekten geçtiği konusunda emindi. Ancak Esad, Türkiye'nin bu önerisini geri çevirdi. Esad buna ilaveten, çevresinde Türkiye'ye geleneksel olarak yakın olan kişileri hedefli bir şekilde iktidardan indirdi ve bunun yerine, protestoculara karşı sert bir şekilde müdahale edilmesini öneren İran'ı dinlemeye karar verdi. Müslümanlar arasındaki belli bir dayanışmanın ve Batı'ya yönelik ortak bir düşmanlık dışında Türkiye ve Iran, Orta Doğu'da hep iki büyük rakipti. İki ülke de bölgede dominant güç olma hırsına sahip. Erdoğan'ın daha sonra Esad rejiminin protestolara müdahalesi konusunda sergilediği yoğun tepkisi, bu nedenden dolayı da kırılan bir gurunun işaretiydi. Ancak Türkiyee'nin imkânları şu ana kadar kısıtlı. Ülkede, Suriye topraklarında bir tampon bölgenin oluşturulması konusunda açıkça spekülasyonlar yürütülmesine rağmen, Türkiye böyle bir adımı tek başına atmaya hazır değil. Bunlar kısmi olarak uygulamaya ilişkin düşünceler, çünkü getireceği lojistik külfet, başarısız olma korkusu kadar büyük. Ancak başarı dahi tehlikeler barındırabilir. Ankara'nın caddelerinde Osmanlı'yla ilgili nostaljik hatıraların kol gezdiği bir dönemde, uluslararası bir koalisyonun parçası olmayan ve bir zamanlar Osmanlı dönemine ait olan yere ayak basan Türk birlikleri, Arap komşularda alarm zillerinin çalmasına neden olabilir. Çünkü Suriyeliler, yeni bir Türk hegemonyası mevzubahis olduğunda çok fazla coşkulu olmuyor.
-Güçsüzlük İşareti—
Suriye konusunda, Türkiye ve Suriye'deki uluslararası topluluğun karşı karşıya kaldığı başlıca sorun, muhalefetin dağınık olmasıdır. Asilere silah tedarik edilmesine karar verilse bile, tam olarak kimlerin desteklenmesi gerektiği konusunda karar vermek oldukça zor. Aynı şekilde de Esad'ın iktidarını bırakmaya zorlanması bile, Suriye'de gerçekten de istikrarlı ve demokratik bir devletin oluşacağının garantisi değil. Ancak statükonun muhafaza edilmesi Türkiye açısından aynı şekilde zarar verici nitelikte. Bu sadece süregelen bir belirsizlik anlamına gelmiyor. Erdoğan'ın Esad'a karşı açık bir şekilde saf belirlemesi ve ona karşı açıkça baskı uygulaması sonrasında, Esad'ın hâlâ iktidarda kalması, nihayetinde çaresizce bölgesel güç olmak için çabalayan Ankara'nın güçsüzlüğüne işaret ediyor.
(Berlin Merkezli Güncel Konulara İlişkin Tartışmalara Yer Veren Internet Dergisi The European - 24 Nisan 2012)
KAYNAK: TURQUIE  DIPLOMATIQUE, 15 Haziran-15 Temmuz 2012, SAYI: 40-41

[UYARI NİTELİĞİNDE BİR YAZI]
ABD'de, 2002 yılından beri, en büyük altı banka en az 207 ayrı cezaya çarptırıldı ve tüm bunların toplam maliyeti 47,8 milyar doları buldu. Bu bankaların tümü en az 22 kez kural ihlalinde bulundu; hatta içlerinden birisi üç farklı kıtada yedi ülkede 39 kural ihlaline imza attı. 2010 yılında en büyük altı bankanın dördünün yöneticileri için verilen ortalama tazminat, 17,3 milyon dolar düzeyinde. Yani, ortalama Amerikalı işçilerin aldığı meblağın 262 katından daha fazla. 2011 yılında en büyük altı banka, lobi faaliyetlerine 31,5 milyon dolar para harcadı. Altı banka ise, 234 adet kayıtlı lobici çalıştırıyor.
Kevin Zeese
Son yıllarda birçok büyük finans çevrelerinden birçok kişi, Amerika'nın finansal sistemindeki fay hatlarına alenen maruz kaldılar. Kendilerinin içeriden aktardığına bakılırsa, bizim gözlerimizle gördüğümüz yolsuzluk son derece gerçek. Ve daha da önemlisi, sistemin içindekiler de bunu gayet iyi biliyorlar. Finans sektöründe görev alıp bu açgözlülük çemberini kırabilenler, vicdansız bir sektörün vicdanı haline gelebilirler. Bu kişilerin cesaretinin halen "bulaşıcı" olduğunu ve diğerlerinin de onların açtığı yoldan gidebileceğini umalım.
Büyük finans çevrelerinin içinde bir devrimin yaşanması gerekiyor. Ancak bu şekilde finans sektörü açgözlülükten bonkörlüğe, oburluktan mülayimliğe, bencillikten yardımseverliğe doğru radikal bir dönüşüm yaşayabilir.
Büyük finans çevrelerinde yaşanan yolsuzluk vakalarına dair incelemeler, M&T Bank'ın yönetim kurulu başkanı ve CEO'su olan Robert Wilmers'ın kısa süre önce ortaklarına yazdığı bir mektup üzerine patlak verdi. Mektupta, "bu konuda bir jenerasyondan daha uzun süre vakit geçirmiş biri için, bir meslek olarak bankacılığın bu denli gözden düştüğü bir zamanı anımsamak son derece zor oluyor" demiş; yapılan anketlere dayanarak, "Amerikan halkının sadece dörtte birinin, bankerlerin dürüstlüğüne güvendiğini" belirtmişti. Wilmers'a göre tüm bunların sebebi, büyük finans çevrelerinin hatasından ileri geliyor:
"2002 yılından beri, en büyük altı banka en az 207 ayrı cezaya, yaptırıma veya yasal müeyyideye çarptırıldı ve tüm bunların toplam maliyeti 47,8 milyar dolan buldu. Bu bankaların tümü en az 22 kez kural ihlalinde bulundu; hatta içlerinden birisi üç farklı kıtada yedi ülkede 39 kural ihlaline imza attı."
Wilmers, ayrıca, bankerlerle diğer Amerikalılar arasındaki gelir eşitsizliklerine dikkat çekerek, bunun kısa süre önce başlayan bir gelişme olduğunu anımsatıyor bizlere. Sadece birkaç kuşak öncesinde, "finansal hizmetler endüstrisindeki ortalama tazminat, tarım sektöründe çalışmayan bir Amerikalı işçinin ortalama geliriyle tamamen eşit idi." Ancak bugün durum değişti:
"Amerikan ekonomisinin moralinin hayli bozuk olduğu bir dönemde, birçok kişi işsizken veya yeterli bir istihdam düzeyi yakalanamamışken, 2010 yılında en büyük altı bankanın dördünün yöneticileri için verilen ortalama tazminat, 17,3 milyon dolar düzeyinde. Yani, ortalama Amerikalı işçilerin aldığı meblağın 262 katından daha fazla. Bankacılık endüstrisinin halkın gözünde bu denli eleştirilmesi ve Wall Street yöneticileri ve onların niyetlerine kuşkuyla yaklaşılması, şaşırtıcı olmasa gerek."
PEKİ, FİNANS ENDÜSTRİSİ NASIL OLDU DA BÖYLESİNE KOKUŞMUŞ, YOLSUZLUĞA GÖMÜLMÜŞ BİR KİTLEYE DÖNÜŞÜVERDİ?
Wilmers, bu sorunun yanıtının Glass-Steagall yasasının ilga edilmesinde arıyor. Söz konusu yasa, "Büyük Buhran'ın ardından temkinli bir şekilde inşa edilmiş; yatırım bankalarının geleneksel bankaların dışında tutulmasını öngörmüştü." Bankalar, "kamu hizmetlerini kendi yükümlülüklerinin bir parçası olarak görmüş; ekonomide net ancak sınırlı bir rol oynamış; tasarruflarda bulunmuştu. Ticaret ve spekülasyon, bu denklemin hiçbir noktasına dahil edilmemişti."
Öte yandan, 1970'li ve 1980'li yıllarda bankacılık faaliyetleri, bilinen şeylere yatırımda bulunma noktasından ayrılarak "az bilgi sahibi olunan" alanlara yatırım noktasına kaydırıldı. Bu da büyük riskler doğurdu. Bankalar, riski azaltacak yerde, "anlamadıkları yatırımlarda bulunarak" kısa yoldan kar elde etmek istediler. Ancak kimse neler olup bittiğini tam olarak anlamadı. Bu süreçte, Amerikan ekonomisinin tümünü çarpıttılar. 1999 yılında Glass-Steagall Yasası'nın iptal edilmesi sonucunda yatırım bankaları ile geleneksel bankaların arasında bir bütünleşme yaşandı. Wall Street ise, güvenilir yatırımlarda bulunmak yerine, "giderek saydamlığını yitiren mali araçlar kullanmaya yöneldi." Bu durum ise, "krizin tohumlarının ekilmesine ve bugün de devam eden talihsiz değişimlerin yaşanmasına yol açtı."
Wilmers, ortada daha büyük çaplı, sistemik bir problem olduğunu düşünüyor. "Bu sorun sadece bankerlerle ilgili değil, onların düzenleyicileriyle de ilgili. Sadece yatırımcıları değil, onlara danışmanlık yapmak üzere para alanları da; sadece özel finans çevrelerini değil, hükümetin desteklediği kesimleri de kapsıyor." Sonuçta, zamanında herkesin saygı duyduğu kurumlar ve onların liderlerine halkın duyduğu güvende ciddi bir hasar baş gösteriyor.
Wilmers, ortada daha büyük çaplı, sistemik bir problem olduğunu düşünüyor. "Bu sorun sadece bankerlerle ilgili değil, onların düzenleyicileriyle de ilgili. Sadece yatırımcıları değil, onlara danışmanlık yapmak üzere para alanları da; sadece özel finans çevrelerini değil, hükümetin desteklediği kesimleri de kapsıyor."
Sonuçta, zamanında herkesin saygı duyduğu kurumlar ve onların liderlerine halkın duyduğu güvende ciddi bir hasar baş gösteriyor. Ekonomik çöküşün ardında aslında birçok kişinin parmağı var ve bu kişiler aslında ekonomik krizin yaklaştığına dair alarm zilini çalması gereken kişiler. Ne yazık ki
"Wall Street bankaları, onların kapasitelerini sınırlandıracak düzenlemelere karşı mücadele etmeyi sürdürüyorlar; bir yandan da arkalarına bir takım güvenceler alıyorlar. Dolayısıyla, vergi mükelleflerini yüksek bir risk altına sokan bir sistemi ortaya koymaya çalışıyorlar. 2011 yılında en büyük altı banka, lobi faaliyetlerine 31,5 milyon dolar para harcadı. Altı banka ise, 234 adet kayıtlı lobici çalıştırıyor."
Wilmers, "derhal Wall Street bankaları (ki bu bankalar mali krizde asli bir rol oynamış ve halen de ekonomiye zarar vermeye devam etmektedirler) ile diğer bankaların (ki bu bankalar da krizin kurbanı olmuşlardır) arasında bir ayrım yapılması gerektiğini kaydediyor." Birçok aktivist, WalI Street ile topluluk bankaları ve kredi birlikleri arasında bir ayrım olduğunu görüyorlar; dolayısıyla "PARANIZIN YERİNİ DEĞİŞTİRİN" kampanyasını başlatmış bulunuyorlar.
Bankacılık sektöründeki ikinci bölünme örneği ise, Dallas Federal Rezerv Kurulu'nun baş araştırmacısı Harvey Rosenblum'un yayımladığı bir raporda görülebilir. Raporun ismi, "NİÇİN ARTIK BATMAK İÇİN ÇOK BÜYÜK YAKLAŞIMINI SONA ERDİRMELİYİZ?". Raporda, Amerika'daki en büyük beş bankanın elinde tüm banka varlıklarının %52'sinin bulunduğunu gösteren istatistiklerden söz ediliyor. Raporun dikkat çektiği bir diğer unsur da şu:
"Amerikalı işçiler ve vergi mükellefleri, güven inşa etmek üzere geniş kapsamlı bir ekonomik düzelme talep ediyorlar. Müreffeh günlere geri dönüş için finans sektörünün reforma tabi tutulması gerekiyor. Özellikle de söz konusu yeni yol haritası çerçevesinde,   finans kurumlarının neden olduğu potansiyel tehlikeler çevresinde yeni yollar bulunması lazım. Dallas Fed Başkanı Richard W. Fisher, raporun giriş bölümünde, "mega-bankaların boyutlarının küçültülmesi" çağrısında bulunuyor ve bunun sebebi olarak da, ekonominin çevresinde bir uğultu misali dönüp dolaşan "batmak için çok büyük" yaklaşımının aslında gereğinden fazla maliyetli olduğu gerçeği gösteriliyor.
Rosenblum, tıpkı Wilmers gibi, WalI Street'in açgözlülüğü sonucunda Amerikalıların kapitalizme olan inançlarını yitirdiklerinin farkında.
"WalI Street'i İşgal Et hareketinden tutun Çay Partisi'ne dek birçok grup, hükümetin desteklediği banka kurtarma girişimlerinin sosyolojik ve siyasi olarak saldırgan olduğunu iddia ediyorlar. Ekonomik bir perspektiften bakıldığında ise, söz konusu kurtarma paketleri, piyasanın etkin bir şekilde işlemesi açısından da zararlı oldu."
Rosenblum'a göre, "batmak için çok büyük olarak kabul edilen bankalara dair kurtarma işlemleri, ekonominin genel anlamda topyekün düzelmesinin önünde bir engel teşkil ediyor."
Rosenblum, mali krizin patlak verme sebebi olarak, "bankaların olduğu kadar düzenleyici ve siyasi sistemlerin de başarısızlığı" olduğunu düşünüyor. Ona göre, yaklaşan tehlikeli olayları çok az insan öngörebildi ve bunun sonucunda da olaylar kısa sürede kontrolden çıkıverdi. Düzenleyici ve siyasi sistemler başarısızlığa uğrayınca, hukukun üstünlüğü uygulanmayınca, "verilen teşvikler genellikle hedefinden şaştı; bencillik halleri kötücül bir hal aldı. Açgözlü tavırlar ise, yenilikçi yasal zihniyetlerin mali bütünselliğin sınırlarını öteye taşımasına yol açtı."
Rosenblum'a göre, ekonomik düzelmenin zayıf seyretmesinin "başlıca sebebi", kamu bankalarından ziyade, batmak için çok büyük kabul edilen mali bankalar. "Büyük bankaların çoğu zaten kötü durumdaydı. Buna karşın ülkedeki küçük çaplı bankalar aslında çok daha iyi konumdaydı. Bu bankaların çoğu kendilerini çok büyük risklere atmadılar." Rosenblum'un vardığı sonuç ise şu şekilde:
"Mali krizlerden görece olarak kurtulmuş bir ekonomiye erişmek için, ancak ve ancak, dev bankalarla ilişiğimizi kesme cesaretini göstermemiz gerekiyor."
Finans çevreleri arasındaki en ses getiren görüş ayrılığı ise, Mart ayı ortasında Goldman Sachs'ın yöneticisi Greg Smith'in New York Times'ta yayımlanan bir mektup sonucunda istifa etmesiyle yaşandı. Mektupta, Goldman Sachs'ta mevcut olan "tehlikeli ve yıkıcı ortam"dan söz ediliyor; tüm çalışanların en sofistike yöntemleri kullanarak "müşterilerin ceplerini boşaltmaktan" başka bir şey yapmadıklarından dem vuruluyordu. Smith'in yaptığı eleştirinin merkezinde ise, kendisinin de asli bir oyuncu olduğu türev piyasası bulunuyordu.
Halka açık bu istifa mektubunun belki de en ilginç yanı ise, çok fazla sayıda yorumcunun aslında bu itiraf karşısında pek de şaşırtmamasıydı. Amerikan İşçi Kurumu'nun eski Sekreteri Robert Reich, tartışmayı daha da genişleterek, Goldman'daki durumu 1920'li yıllara dek götürdü ve WalI Street'in tüm büyük bankalarında -sadece Goldman'da değil  bu sömürme mantalitesinin olduğundan söz etti. Reich'e göre, bu durum, "güç ve güvenin salgın bir şekilde suiistimal edilmesi"nden ileri geliyor. Bu yolsuzluk kültürü, "1980'li yıllardaki çürük tahviller ve içeriden bilgiye dayanan ticaret gibi skandallara yol açtı ve 1990'ların sonlarında ve 2000'lerin başlarında yaşanan diğer skandallar sonucunda, 2008'deki krizin yolu döşenmiş oldu."
Peki, finans sektörünün radikal bir dönüşümden geçmesini, ekonominin demokratikleşmesini ve halkın gerçek bir güce sahip olduğu katılımcı bir demokrasinin temellerinin atılmasını isteyen Amerikan halkı açısından bu çöküşler ne anlama geliyor? Şu anlama geliyor: mevcut güç yapısını ayakta tutan temellerin giderek zayıfladığına tanıklık ediyoruz ve bunun sonucunda da halkımız iktidardan değişim talebinde bulunmak için kritik bir eşiğe ilerliyor. WalI Street'i İşgal Et hareketiyle birlikte çalışan bir mühendis olarak Steve Chrismer'in görüşleri önemli:
"İşgal Et önemli bir hareket çünkü sadece altı ay önce başlamış olmasına karşın güçlü duvarların aslında ne denli güçsüz olduğunu görüyoruz. Gücü ayakta tutan temelleri zayıflatmak için bu çatlaklar üzerine çalışmalıyız. Ancak bu şekilde şiddet içermeyen bir şekilde bu çatlakları! aralayıp içinden geçecek enerjiye kavuşuruz."
Büyük finans çevrelerinin içindeki birçok kimse de bugün konuştuğumuz bu meselelerin farkında aslında. Ancak çok az kimsenin gösterdiği cesaret sonucunda, mevcut yolsuzluklar ve güvenli olmayan riskler gözler önüne serilecek ve mali krizin önündeki gerçek çözümlerden ancak bu şekilde konuşabileceğiz. YOLSUZLUKLARI BİZZAT GÖZLERİYLE GÖRENLER, DAHA ÖNCELERİ KENDİLERİNİ "YALNIZ" HİSSEDİYORLARDI; ANCAK ŞİMDİ ARTIK YALNIZ DEĞİLLER. Halkı ve gezegeni sömürmeye çalışanları durdurmak için çalışan diğer kesimlerle aynı safta yer alabilirler. WalI Street'teki kokuşmuşluk hali ve yolsuzluklardan ne kadar çok söz edersek, büyük finans çevreleri içinde mevcut paradigmayı sorgulayanları da o denli güçlendirmiş oluruz. Bankalar ve mali kuruluşlar düzeyinde ne denli protesto yaparsak, etik olmayan hacizlere dair gerçekleri gün yüzüne çıkarırsak, servetin niçin bazı ellerde yoğunlaştığını araştırırsak, sistem içindeki kişiler de davranışlarını değiştirme gereği duyarlar. Çatışma ve şiddet içermeyen taktikleri yaratıcı bir şekilde kullanarak, sosyal ve ekonomik adalete yönelik bu harekete daha fazla insan çekeriz ve bu kişilerin o çok özlem duyulan dönüşüm gerçeği hakkında konuşmaları için güvenilir bir ortam sağlamış oluruz.
* Kevin Zeese, Its Our Economy adlı kuruluşun eş başkanı ve Washington'un Ulusal İşgali hareketinin organizatörüdür.

KAYNAK: TURQUIE  DIPLOMATIQUE, 15 Haziran-15 Temmuz 2012, SAYI: 40-41

Yaşamın içinde, hayal kırıklıklarıyla sonuçlanabilen deneyimler de söz konusudur, abartılı zafer çığlıklarına yol açabilen mutluluk verici anlar da. Bunların yoğunluğu ve sıklığı elbette ki kişiden kişiye değişiklik gösterecektir. Ancak önemli olan, yaşandıktan sonra içte biriktirilen ya da en azından bir iz bırakan ne varsa, değerinin bilinmesidir. Derin de olsa, düş kırıklığı, kişinin özgüveniyle ilişkili olarak bir ölçüde giderilmesi mümkün hasarlardandır, insanın, hayatta, kendini ikinci bir kez coşup taşmak üzere hissedeceğinin garantisi ise ne derece elinde olabilir? Pek gülümseten bir sona sahip olmasa bile her sürecin dâhilindeki sevinçler ayıklanmalı, her sevincin temel karakterleri yüceltilmelidir. Hem sosyal yaşamda hem de yaratıcılıkta büyük rol oynayan "olumsuzluğa bakış açısı" ve kendini sevme konusuyla paralel gelişim gösteren "anıların değerlendirilmesi", bu noktada öncelikli olarak önem taşımaktadır.
Neredeyse tümüyle karşılıklı odaklanma içinde geçen ve damarlarında aşk akan on dokuz aylık bir yaşantının yarısı konumundaki birey, bu sayede derinlerde yer eden vazgeçilemeyecek anılara ve devamında ortaya çıkan haz verici saplantılara kavuşmuştur. Burada, üzüntü verici son, sadece yıkıcı niteliğiyle değerlendirilmemiş, saçma gözükse bile yeni bir mutluluk kaynağının, yani umuttan yoksun olmayan büyük bir özlem'in de habercisi sayılmış, bu çerçevede, uzun soluklu ve tıpkı yaşanan ilişki gibi sıradanlıktan uzak hayallere yelken açılmıştır. Bir dönüştürmeden daha çok, acı gerçekliğin, başka yönleriyle de ele alınmasıdır bu. Bunun başarılmasında çok değerli katkısı olan düşler, dış gerçeklikteki o sürecin adeta devamını sunmuşlardır bireye, özlemle anılan esas karakteri de daima içinde barındıran düşlerin hemen her gece kendini göstermesi, bilinçdışı dünyasının cazibesine sürüklenmeyi ve dolayısıyla dış dünyadan bir ölçüde kopmayı beraberinde getirmiştir.
Bilinçdışı âlemine dalmanın, sadece bir tercih meselesi olmadığı söylenebilir. Onun ortaya çıkışı, sürpriz bir anda ve beklenmedik biçimde gerçekleşebilmektedir.
Her anlamda gizemli bir tarafı olan bilinçdışı kimine göre, çekici olduğu kadar korkulası ve iticidir de.
Birey için yine de, gönüllü ve tümüyle çekincesiz girilse bile, bilinçdışında kaybolmaktansa, bilinçdışının etkisiyle dış gerçeklikte kendini kaybetmek daha haz uyandırıcıdır. Hem böylelikle iki farklı âlem arasında bireyin de aktif olabileceği bir etkileşim doğmakta ve bilinçdışından, öteki alanda yaşanması muhtemel yaratıcı deneyimler için istenenden de fazla katkı sağlanabilmektedir. Düşleri ve fanteziler ve hayal gücüyle ruhunu coşkunlaştıran birey adına en şüphe götürmez şey, yepyeni duygular ikram eden bilinçdışının, yaratıcılığın temel kaynağı olduğudur. Goethe'nin şiiri bunu daha güzel anlatır:
"Tüm samimi gayretlerimiz için
Başarı gayri şuuri bir anda gelir.
Gülün açması olur muydu mümkün
Güneşin ihtişamını bilseydi bir gün!"
Bir tarafta, dış gerçekte olan biteni neden-sonuç ilişkisi kurmak suretiyle değerlendirerek yaşamı düzenleme sorumluluğunu büyük bir hazla taşıyan bilinç; diğer tarafta ise arzuların, dürtülerin, doyuma ulaşabilme yolunda bilinci hırpalamaktan geri kalmadığı zihinsel işleyiş alanı, yani bilinçdışı. Birinde rafine edilmiş haliyle ortaya çıkarken düşünce, diğerinde bağımsızlık tutkusuyla gösterir kendini. Hangi zihinsel alanda gelişirse gelişsin, her düşünce, ancak varlığın temel organı niteliğindeki beyin sayesinde hayat bulur. Milyarlarca sinir hücresini barındıran bu iki yarı yuvarın seyri karşısında kayıtsız kalmayan ruh ise, bütünün bir diğer önemli unsurudur. Özellikle bilinçdışı süreçte egemen olan ruh, en anlaşılır biçimde şöyle tanımlanabilir:

"Ruh benliktir, kimliktir, bireyin bedeniyle evrensel ortamda oluşumu, yani bedenin tinsel varoluşudur. 'Ruh' sahip olunan bir 'şey' değil, insanın kendisidir. (...) Onun mevcudiyeti, yani elle tutulur, gözle görülür bir yanı yoktur, fakat o güçlü bir şekilde vardır (Yıldız 1999:16-17)."

Bireyi psikolojik açıdan ele alırken onun sosyal bir varlık olduğunu da daima hatırında tutan psikiyatri, ruhsal yaşamın yuvası konumundaki bilinçdışı üzerinde, özellikle Freud'dan bu yana daha da önemle durmaktadır. Böylelikle hem patolojik durumların hem de anormal sayılmaması gereken ruhsal etkinliklerin anlaşılabilmesi imkânsız olmaktan çıkmıştır. Bilinçdışı kavramından ilk bahseden kendisi değilse de, çeşitli farklılıklara, sürekli tekrarlanan sıradan eylemlere ya da kimi zaman devasa problemlere neden olan birçok dinamik gücün, bu zihinsel sürecin derinliklerinde aranması gereğine işaret eden Freud, bilinçdışının bilinmezliklerine giden yolda yeni ufuklar açan bir ruhbilimcidir. Freud, hastalıkları ve hatta günlük yaşantıdaki davranışları şekillendiren temel etkenlerin, sadece görünürdeki belirtilerin dikkate alınarak tespit edilmesi ihtimali insanlarda büyük umutlar yaratacak bir seviyeye gelmemişken, psikanaliz, hipnoz, rüya yorumları gibi yöntemlerle derinlerdeki güçlerin bilince çıkartılması adına önemli çabalar harcamıştır.
Bilinçdışı işleyiş alanı, zaman ve mekanla ilgili bir sınırlamanın içinde olmayacak kadar engin, dış dünyanın mantıksal düzenine uyma zorunluluğu hissetmeyecek kadar özgürdür. Jung'ın, dış gerçekten bağımsız olan bu uçsuz diyarla ilgili yaptığı benzetme dikkat çekicidir:
"(...), bilinçdışı bilincin de biçimlendiricisidir ve yeni yaşam olanaklarının tohumları onun içinde bulunmaktadır. Ruhun bilinç yönü denizde yükselen bir adaya benzetilebilir. Biz yalnızca onun su üzerinde kalan bölümünü görürüz Fakat çok daha büyük, bilinmeyen bir gerçeklik aşağıda bulunmaktadır ki bunu bilinçdışına benzetebiliriz (Fordham 2004:23-24)."
Bilinçdışından, bilincin biçimlendiricisi diye bahsedilmesi akıllara, benliğin, bilinçdışı sistemi tarafından kuşatılabileceği fikrini mi getirmelidir? Öyle ya, her ne kadar o an farkında olunmasa da bilinmektedir ki, neredeyse tümüyle dürtüler belirlemektedir eylemleri. Bununla birlikte, bilinç ile bilinçdışı arasında durmakta olan ve bilinç öncesi adıyla anılan bir sistem daha söz konusudur.
"Bilinç öncesi, bünyesindeki uyarımları, bilince zorlanmadan eriştirebilen; bunu yaparken bilinçdışını hiç de dikkate almayan bir sistemdir (Freud 2003:424)."
Ne var ki bundan, dürtülerin ve usdışı düşüncelerin kudretiyle ilgili olumsuz bir anlam çıkarılmamalıdır. Çünkü bilinç öncesi sisteminin bu mağrur duruşu, bilinç düzeyine uzak olmayışından kaynaklanır. Yoksa bilinçdışındaki bir düşüncenin bilince ulaşması kaçınılmaz ise, bilinç öncesinin de bu durumda, arada bir istasyon görevi üstlenmekten başka yapabileceği bir şey yoktur. Sonuçta, bilinçdışı çevreleyen, bilinç ise çevrelenendir. Ancak, bilinçdışı unsurlar bütünü psişik içerikten ibaret olduğu için, mantıksal değerlere aykırı bir düşüncenin eyleme dönüşmesi sırasında bilincin gözlemlenmesi bile, bilinçdışı hakkında en gerçek bilgilerin edinilmesine katkı yapamayacaktır. Bununla ilgili olarak Rüya Yorumları'nın II. cildinde şu satırlar yer alır:
"(...) bilinçdışı, psişik yaşantının genel alt yapısı olarak anlaşılmalıdır. Bilinçdışı, bilincin küçük dairesini kuşatan, dana geniş dairedir. Her bilinçli hususun, bilinçdışında bir ön aşaması vardır. Bilinçdışı bu aşamada kalıp, yine de psişik performansın tam değerini ortaya koyabilir. Bilinçdışı, asıl gerçek psişik husustur (...) Duyu organlarımızla dış dünya nasıl eksik aktarılabiliyorsa, bilince ait verilerle de bilinçdışı o kadar eksik aktarılır (Freud 2003:421)."
Öte yandan, benliğin, toplumsal alanlarla ilgili, gerçekçilik ilkesi ışığında yerine getirmekle yükümlü olduğu işlevleri vardır. Bunlar öncelikli işlevlerdir ve zihindeki denge için büyük önem taşımaktadır. Zihinsel yapının, toplumsal değerleri ve ahlaki yargıları yansıtan parçası olan süper ego, kendinden, özellikle benliği eleştirme görevinden dolayı söz ettirmektedir. Ego ise, bilinçdışı kuralları benimseyen ve dış dünyadan bağımsız olan İD ile idealist SÜPER EGO arasında uyum sağlama çabasından asla vazgeçmeyecek bir karakterdedir. Hem süper egonun gözlerini daima üzerinde hissettiği hem de enerjisini borçlu olduğu id ile bir çatışma yaşamaması gerektiğini bildiği için, bu arabuluculuğu gerçekleştirmesi zorunludur aslında. Freud, ego'nun, id ile yaşadığı ilişkiyi şöyle yorumlar:
"Ego, fanteziler ve hayal gücümüzün en yüksek düzeyde doyumunu sağlamayı amaçlar. Freud'a göre id ile ilişkisinde, at sırtında bir adama benzetilebilir. Bu adam atın kendisinden çok olan gücünü kontrolü altında tutmak durumundadır Sürücü bunu kendi gücüyle yaparken ego id'den ödünç aldığı enerjiyle yapar (Alper-Bayraktar-Karaçam 2001:29)."
İd, gündelik gerçekliğin boyunduruğunda olmamasından dolayı birbirinden çok farklı dürtüleri dilediğince harekete geçirebilmektedir. Zihinsel yapının en özgür parçasıdır id. Dış dünyanın mantık yüklü düzeninden uzaktır, duygusaldır, zamansız ve yersizdir. Bu özellikleriyle de, temsil ettiği bilinçdışının, zihnin en tahrik edici işleyiş alanı olmasını sağlamaktadır. Bilinçdışı tarafından sunulan, bambaşka bir yaşamdır çünkü: Dışarıdaki sıradan ve bunaltıcı gerçekliğe karşı, içeride keşfedilmeye hazır farklı bir gerçeklik; ortak güvensizliğin hüküm sürdüğü uygar dünyaya karşı, bireyselliğin özgürce harekete geçirilebileceği benzersiz bir âlem. Hem bastırılmamış bir çocuk gibi yaşanabilecek sınırsız bir oyun bahçesi, hem de zengin bir yaratıcılık kaynağıdır bilinçdışı. Başta sanatçılar olmak üzere birçok kişiyi etkisi altına alan, hatta kiminin dış gerçeklikten büsbütün kopma tehlikesiyle karşı karşıya kalmasına yol açabilen dipsiz bir kuyudur. Sanatçı da, sahip olduğu biricik gerçekliğinde yaşadığı için şizofreni hastası da, kendini ifade etmede, bilince çok fazla ihtiyaç duymama konusuyla ilgili olarak öznelliğin zirvesindeki çocuk modeliyle benzerlik gösterebilmektedir
Sunduğu olanakların yanı sıra, insanı korkutucu boyutlara sürükleyebilen derinliğiyle de kışkırtıcı bir nitelik taşımaktadır bilinçdışı; çekici ve aynı zamanda tehlikelidir de. Çevreden soyutlanarak içsellikte aşırı yoğunlaşma sonucu, bilinç ve bilinçdışı karşıt kutupları arasında belirecek olan güç farkının neden olabileceği tehlike ihtimalini göz ardı etmeyen Jung, böylesi hallerde nasıl bir riskin bulunduğunu şu şekilde açıklar:
"Böyle durumlarda bilinçdışı belki de bir fantezi ya da bir çeşit nörotik belirti biçiminde bilince sızacaktır Çocuksu, hatta vahşi davranışlar biçiminde de görülebilir. Bilinçdışının bilince tümüyle egemen olabildiği durumlarda ortaya şiddetli bir patlama ya da psikoz çıkar Bu durum, tıpkı bir barajın patlaması ve bütün toprakların sel altında kalmasına benzer (Fordham 2004:21)."
Zihinsel işleyişte dengelerin bozulması, devamında da uyumun kaybolmaya başlamasıyla varılacak noktanın pek de cazip gözükmeyeceği besbellidir. Bu, bilinçdışının egemenliğinden de öte bilincin imha edilişidir. Ne libido ister bunu ne de bilinçdışı. İnsanın kendisiyle giriştiği savaş hazırlar bu sonu. Çevre her ne kadar hastalığa yönlendirici koşullar sunsa da, enerji akışının tek yöne gerçekleşmemesi için birey özellikle kendisiyle iyi geçinmek, barışık olmak zorundadır. Bunu yapamadığında, normalden yani sağlıklı oluştan kolaylıkla uzaklaşmaya başlayacak, ne var ki hastalıklı durumdan aynı kolaylıkla kurtulamayacaktır. Bütünlüğü sağlayan uyum, kendini inatla sevmeyen insanın, zihinsel sistemde hasara yol açması sonucunda bozulabilecektir ancak. Yoksa bilinçdışı ile bilinç, birbirini tamamlayıcıdır aslında. Zaten kendisinden türeyen bilincin yokluğunda başka kimi sıkıştıracak, kimi sarsacaktır bilinçdışı? Bununla birlikte, bilinçdışı olmasa, bilinç kime atacaktır sıkıcı mantık nutuklarını? Bu denli zıt iki kutup arasında büyük aksaklıkların yaşanmadığı dengeli bir ilişki, yıpratıcı bir tavır içinde olmaksızın, karşılıklı kontrol ile gerçekleşebilmektedir aslında.
"Bilinç, bilinçdışının yabanî, vahşî sapkınlıklarını kontrol ederken, bilinçdışı da, bilincin bayağı akli, rasyonel erimesine engel olmaktadır (May 2003:77)."

Sonuç olarak, somut gerçeklikteki insana her iki zihinsel işleyiş de pekâlâ gereklidir. Ancak, bilinç yaşayabilmek için, yaratıcı ruhun temel kaynağı bilinçdışı ise var olabilmek için. Aradaki fark da budur işte.
Daha öz biçimde söylenecek olursa; biri gerçekte yaşarken başka bir gerçek'ten kaçar, öteki ise gerçek'ten bunalmış, yeni bir gerçek arar.
Bilinçten bağımsızlaşma hali ya da tümüyle bilinçdışı bir husus; ussallıktan sıyrılan arzuların, özgürlüğün tadına varabilecekleri eşsiz bir yaşam alanına kavuşması ya da bir dolu imgenin ansız istilası; gerçeği yok saymaya kalkışan asil bir meydan okuma ya da gerçeğin ta kendisi. Birçok düşünürün, psikanalistin, hakkında çeşitli yorumlarda bulunduğu düş kavramı ile ilgili söylenebilecek belki de tek kesin şey, sayesinde bilinçdışı alanla ilgili yeni bilgilere ulaşılmış olmasıdır. Yoksa hala daha düşlerin kaynağına yönelik kesin fikirler sağlanabilmiş değildir.
Bastırılmış bir dolu unsurun, heyecanların, tuhaf veya aşırı duygusal izlenimlerin ve yaşanmış ya da arzu edildiği halde yaşanamamış deneyimlerin kendini sıklıkla hissettirdiği düşlerde, dış gerçeklikte bitkin düşmüş olan beden dinlenmeye, ruh ise harekete geçmektedir. Bu ruhsal alanla ilgili olarak aklın etkinliği konusunda, birbiriyle pek de örtüşmeyen görüşlerden söz edilebilir.
"Descartes, aklın uyku sırasında da aktif olmaya devam ettiğini; Aristoteles ise, düşlerde algılamanın kaybolduğunu savunur (Sorlln 2004:57-58)."
Düş sırasında algılamanın mümkün olmaması, ruhun bilinçten mahrum kalacağı anlamına gelmeyecek midir; öte yandan akıl her şeyin farkındaysa, düşün vazgeçilmezi olan imgelere ne ölçüde yaklaşılabilir? Bu esnada, varlığın bölünmüşlüğüyle ilgili bir düşüncenin zihinlerde soru işareti yaratması muhtemeldir Daha önce değinildiği üzere birbirini tamamlayıcı görevler yüklenmiş olan bilinç ile bilinçdışı, dolayısıyla uyanıklık ile düş apayrı şeyler, karşıt kutuplardır, iki alanın sınır geçişinde de engellemelerin olması tabidir. Bunun da ötesinde, bir şeyin ortaya çıkışıyla ilgili meselenin başka bir şeyin gözden kaybolacağı ana bağlı olarak gelişmesi, bu derece zıt kutuplar için daha da olağandır. Yani bilinç iyiden iyiye zayıflasın ki, düş âlemine girerek anlamsız sınırları aşmaya kararlı olan arzuların peşinden gidilebilsin; öte yandan düşsel imgeler bir bir dağılsınlar ki, sıkıcı rasyonelliğe ve akla, geri dönebilmenin yolu açılsın.
Sonuçta, olsa olsa bir ikilemdir irdelenmesi gereken. Kopmuşluk izlenimi uyandırabilecek manzaranın, aslında bir bütünlüğü sergilediği fark edilmektedir. Üstelik bu bütünlükten yoksun olunmaması için, tüm karşıt kutupların, varlıklarını sürdürmeleri de zorunludur.
Üzerinde durmaya değer bir başka nokta ise, düşlerin niteliğine etkisi olabilecek bir yönlendirmenin yapılıp yapılamayacağıdır. Mantığın silinmeye yüz tuttuğu bu karmaşık süreçte, bilinçten söz etmenin olanağı yeterince kısıtlıyken, herhangi bir yönlendirme gerçekten mümkün gözükebilir mi? Bunun imkansız olmadığını, uyumadan hemen önce mantığı canlandırmaya yönelik çabalar harcanması halinde ahlak rotasından pek de şaşılmayacağını öngören Platon, kişisel terbiyenin bu konuda önemli rol oynadığına inanmaktadır:
"İnsanlar, der Platon, günahlarla kuşatılmıştır ama kişi terbiyeli bir kişiyse buna karşı direnir. En bayağı tutkular uykuda, ruhun diğer kısmı, yani akılcı, kibar ve egemen kısmı uyuyakalınca uyanır (Sorlin 2004:63)."
Freud ise, imgelerin ancak sıkı bir denetimden geçtikleri takdirde kendilerine düş içinde bir yer bulabileceklerine, gerekirse biçim değişikliğine tabi tutulacaklarına dikkat çeker:
"Vahşi yanımızın (...), tatmin edilmesi toplum tarafından yasaklanmış arzuları vardır. Böylesi şehvetli iştahlar geceleri, bilinç uykuya dalınca su yüzüne çıkar. Bunlar herkesçe benimsenmiş geleneklere öyle terstir ki, bastırma mekanizması bu nahoş imgeleri kabul edilebilir imgelere çevirmezse düşü gören kişi büyük bir dehşet içinde uyanır (Sorlin 2004:68)."
Uykuda yaşanan dehşet dolu anlardan uzak durmakla ilgili otomatist ya da programlı birtakım çabaların sonuç verebileceği olası gözükse de, kimin ne şekilde düşlerle yüz yüze geleceğine yönelik kesin ayrımcı bir saptamanın gerçekleştirilemeyeceği açıktır. Bir kişinin ahlaklı ya da ahlaksız, iyi ya da kötü diye nitelendirilmesi de herkese göre farklı donelere dayandırılarak yapılabileceği için, aslında daha en başta net bir resmin ortaya çıkmasına engel bir durum söz konusudur.
Diğer taraftan, düş'ün içeriğinin, yaş, cinsiyet, eğitim, sosyal yaşam gibi kişisel farklılıklara bağlı olarak şekillenebileceğin! de belirtmek gerekir. Varlığın iki boyutta yaşadıkları da birbirini etkileyecektir elbette. O halde kişinin dış dünyada o kişi olmasına neden olan bireysel özellikleri ve deneyimleri de düşlerin şekillenmesinde önemli rol oynayacaktır. Ancak, bu zaten kaçınılmaz bir kuraldır.
Terbiyeli bir insanın ahlaksız diye tanımlanabilecek düşler görmeyeceğinin savunulması ise çok farklı anlamlar içermektedir; belki bir fantezi, değilse bir kandırmacadır. Üstelik insanın dış dünyada yaşadıklarından daha çok, yaşamayı hayal ettikleri gizlilik taşır.
Dürtülerle ortaya çıkan eylemler, gülümseyerek anılan ya da hatırlamaktan bile kaçınılan yaşanmışlıklar ve itkilerin (dürtü)  yönlendirdiği hayaller düş içinde belirsiz zamanlarda yer alabilir. Konusu, içeriği, niteliği nasıl olursa olsun, düşte yer alan bütün bağımsız unsurlar, aslında düşü gören kişinin öznelliğinden doğmaktadır. Yaşamın eylemsel ve düşünsel ürünlerinin yanı sıra neye işaret ettiği anlaşılamayacak sürpriz saçmalıklarla da ilgi uyandırabilen düş, ne var ki sahibinin yönetmenliğinden yoksun halde devam eder seyrine. Dolayısıyla hayli bireysel ve aynı zamanda da belirsiz olan düş kavramının bizzat kendisi söz konusu edilse bile, herkeste farklı çağrışımlar oluşması mümkündür. Örneğin, Matta'nın düş âleminden bir kare görüntüsündeki resmi ya da Dali'nin ismi bile "Düş" olan tablosu değil de, Tapies'in, sandalyeyi yani sıradan bir nesneyi konu ettiği rölyefi, bireyin kendi düşsel dünyasını veya sadece düş olgusunu çok daha fazla anımsamasına yol açabilir.
Gündüz düşleri olarak da adlandırılan düşlemlerde ise, oluşumları bakımından düşlere göre farklılıklar görülür. Bir düşlemin kurgusu, neredeyse tümüyle kişinin bizzat kendisi tarafından gerçekleştirilir. Bu hayal kurgusunun ortaya çıkışındaki temel itici güç ise doyurulmaya ihtiyaç duyan isteklerden başka bir şey değildir Freud, gündüz düşü ile ilgili olarak şöyle der:
"Doyuma kavuşturulmamış arzular, düşlemlemenin (fantezi-hayal gücünün) itici güçleridir ve her düş belli bir isteğe doyum sağlama çabası ve böyle bir doyumu ondan esirgeyen gerçek'i değiştirme girişimidir (Freud 2004:107)."
Fanteziler ve hayal gücü, içeriğindeki itkilerin (dürtü)  bir gün dış gerçekte de yaşanabilmesi ihtimalinin doğmasına yönelik fayda sağlayabilecek bir ön hazırlık olarak bile görülebilir. Ne var ki, aşırılıklarda gezinen gündüz düşlerinin ise hastalık belirtilerine zemin hazırlayabileceği de unutulmamalıdır. Çünkü gündüz düşleri, düşlerden farklı olarak dış dünyanın gerçekliğinden kolaylıkla ayırt edilemeyecek kadar belirgin ve bundan dolayı da büyük hayal kırıklıklarıyla sonlanabilecek beklentilerin yaratılmasına müsaittir. Düşteki imgeler, hareketli bir nesnenin düşük enstantane (ani, birden, şipşak) ile çekilmiş fotoğrafındaki görüntüyle benzeşlik gösterir. Düşlemde (hayalde) yaşananlar ise, düşteki gibi simgesel bir maskenin altına saklanmış değil, açık seçiktir. Yani görüntü düşlerde bulanıkken, arzularla birlikte dış gerçeklikte yaşanan olayların da yer aldığı fantezilerde daha canlıdır. Peki uyku sırasında bedenin baskısından kurtulan zihnin bilinçdışı alanı, özgürlüğün sarhoşluğunda savruklaşmayıp daha derli toplu bir tavır takınsaydı, içeriğin düzen ve netlik kazanmasıyla düş denilen şey hakikat adını mı almış olacaktı? Ya da uyanıkken bilincin varlığı sayesinde her şey tüm çıplaklığıyla algılanamasaydı, dış dünyanın bir yanılsamadan ibaret olabileceği ihtimali üzerine daha mı çok fikir yürütülecekti?
"Yazdığım şu anda düş görmüyor olduğumu nereden bilebilirim (Sorlin 2004:21)?"
Gerçekten de, bilindiği düşünülen her şeyin birer yanılgı olup olmadığı nasıl anlaşılabilir ki? Dış gerçeklikteki düzenin rüyalarda hükmünü yitirmesi, bildiğini sandığı hiçbir şeyi belki de bilmiyor olan insanı neden yeterince sarsmıyor; gerçek, Nietzsche'nin dediği gibi acı verici olduğu için mi? Nietzsche, hayat ve gerçek konusundaki düşüncelerini belirtirken akıl ile aydınlatılmayacak olan giz dolu bir bilinmezlikten de söz etmektedir:
"Bizim dünya dediğimiz şey, bir sürü yanılgının ve fantezinin sonucudur; (...) Peki o zaman neden insan hakikat üzerindeki bu perdeyi kaldırmak istemiyor? Buna engel olan nedir? (...) hayat böyle ister, çünkü hayat bu yanılgılar üzerine inşa edilir. "Belki de", diyor Nietzsche, hakikat bir ıstıraptır, görüntü ise bunun dindirilmesi, (...), tabii bilimler ve felsefe görüntüler alemini, fenomenler dünyasını analiz etmekte, bu fenomenler arasındaki ilişkiyi anlamakta ve yorumlamakta önemli bir mesafe kat etmişlerdir. Ancak ulaştıkları bu uç noktada görmüşlerdir ki, bir ufuk çizgisi gibi yaklaşıldıkça uzaklaşan bir bilinemeyen, aydınlatılamayan, idrak edilemeyen bir "dış kenar" vardır (Özkan 2004:209-210-214)."
Görüngüler  (Duyularla algılanabilen her şey, fenomen-olaylar-) arasındaki bağlamların bir bir meydana çıkarılmasıyla elde edilenler, gerçeğe değil de, gerçeğin görüntüsüne ait veriler olabilir. Ama bundan, bilim adamlarının, yanılgının peşinden sürüklenmiş; filozofların, fantezinin karşı konulmaz çekiciliğinde oyalanmış; ortaya konan çabaların ise çiğ zaferlerden öteye gidememiş olduğu sonucuna varılamaz elbette. Dış gerçeklikten başka vatanı olmayan sıradan bir insanın, üzerinde fikir bile yürütemeyeceği çok uzaklardaki bu ufku, bilim ve felsefe dünyasından birileri en azından fark etmiştir. Ne var ki, Nietzsche'nin "na-malum muhit" (Bilinmeyen yer) dediği bu öte noktaya işaret eden derin gerçekliğin, paradoksal olarak yaşamı durulaştırmaya da faydası olan sanatın rehberliğinde aranması gerekmektedir belki de. Çirkin ya da ıstırap verici olan her şeyi, düşsel bir coşkuyla gerçek'ten arındırmaya yetkin konumdaki sanat, aklın algılayamayacağı bu bilinmeyen sınırdan içeri girebilecek cesareti sunmaya da hazırdır aslında. Feinberg'in söylediği gibi;
 "Derin gerçekliğin aranmasında başvurulacak en geçerli yöntem, inandırma gücünü kendi içinde taşıyan sanattır (Özügül 1991:25)."
Çünkü sanat, deneysel itibara ve hatta bilince bile ihtiyaç duymayacak kadar sezgisel ve yalındır; bunun da ötesinde, estetik bir düş'tür.
Bazen düşte görülenlerden, tıpkı gerçek gibiydi; kimi zaman uyanıkken yaşananlardan ise, rüya gibi bir şeydi, diye bahsedildiği olur. Hakkında, birbirinden apayrı sayısız düşüncenin öngörüldüğü böylesi psişik konularda, bir fikrin mutlak suretle savunulmasının dogmatik bir tavırdan öteye gidememesi muhtemeldir. Belki, uyanıkken akıp giden her şeyin gerçek olduğunu hayal ediyor insan; o yüzden, illüzyon aleminin kucağında olabileceği ihtimalini yok sayarak riskten uzak nefes almayı seçiyor. Belki de, işi şarlatanlığa vurarak esas hakikate temas etmekten sakınıyor düşte.
Sonuçta, dış dünya ve düş denen iki ayrı yaşam alanı; iki ayrı gerçek ya da iki ayrı görüntüdür söz konusu olan. Gereken ise, ateşli arzularla donanmış cesur insanın gerçeği arayış serüveni, yani hayali yücelten yaratıcılık; şuurdan uzak ve kor üstünde yalınayak.
(Özgün olabilmek ve) Yaratıcılık; bir başkaldırıdır, varlığın ifadesidir aklın ötesinde gezinme, ölümsüzlüğe giden yolda savaştır. Kimsenin yükleyebileceği bir görev değil, öz'ün derinliklerinden gelen itkidir (dürtü), aşktır. Ne sıradan bir eylem gibi tarifi yapılabilecek, ne de herhangi bir yeti gibi temeli açıklanabilecek kolay bir kavramdır. Tüm yetkelerin ötesinde bulunduğu için büyük bir güç, özgürlüğün ta kendisi olduğu için eşsiz bir gizdir. Herkesin temas edemeyeceği bir ateştir yaratıcılık, yakar. Yakarken ferahlatır. Berbat bir ıstırap, mutluluktan ölmek üzere deli bir çığlıktır. Özgün bir ruh, üstün bir kişilik ister. Erdemli olmak için yalan söylemeyenlerin değil, yalan söylemediği için erdemli olanların; fikir yürütebilecek cesarete bile sahip olmayanların değil, sahip olduğu her şeyi kaybetse de fikrini sakınmayanların işidir yaratıcılık.
Varoluşçu Bardyayev de değerlendirmesinde, yaratıcılığı, öncelikli olarak özgürlükle ilişkilendirir:
"Yaratıcılık açıklanamaz: Yaratıcılık özgürlüğün gizidir. (...) Yaratıcılık, içeriden, ölçülemez ve açıklanamaz derinliklerden çıkıp gelen bir şeydir, dışarıdan, dünyanın zorunluluğundan değil (May 2003:24)."
Ölçülemeyecek derinliklerden çıksa da, gizil yetilerin yoğunlaşmasına olumsuz etkide bulunabilecek hiçbir koşulun olamayacağı söylenemez. Yanılsama düzenine uygun disiplinlerin yerleştirildiği modern dünyada, çoğunluğun adaptasyon sağlamış olduğu alışıldık yavanlıktaki hayatın bütünsel asimilasyon gayesi gözden kaçmamalıdır. Bertrand Russell, böyle bir tehlikeye işaret eder:
"Saygınlık, düzen ve rutin -yani modern endüstri toplumunun demir gibi katı disiplini- sanatsal dürtüyü köreltmiş ve aşkı verimli, özgür ve yaratıcı olmak yerine bunalıma veya gizliliğe mahkum etmiştir (Russell 2003:16)"
Yaratıcılık, pekala özgürlüğün gizidir. Özgürlük de egemen otoriteye boyun eğmemeyi, koşulların oluşturabileceği kısıtlamalara maruz kalmamayı, yaratıcı edimin gerçekleşmesini önleme niyetindeki her şeye tavır almayı gerektirir. Dolayısıyla özgür yaratıcılık için, zor olanı aşabilecek bir ruha ihtiyaç vardır.
Hala daha sahteleşmiş geleneklerin ve statik ahlaki yargıların hüküm sürdüğü, acımasız rekabetin ve ekonomik güçlüklerin bastırdıkça bastırdığı bu katı kurallar dünyasında sinsi tehlikelerden her an uzak kalabilmenin garantisi var mıdır?
Üstelik söz konusu olan, egemen gücü daima koynunda yatıran dünyaysa; otoritesini, eyyam sürüsünün mensuplarına zorlanmadan kabul ettiren egemen gücü Öyle ya, her biri eyyam efendisi olan küçük insanların yuvası konumunda koca bir sürü var orta yerde. Bu sürü ki, düz, hem de dümdüz insanlarla dolu kalabalık bir korkaklar topluluğu, esaslı bir bayağılık anıtı. Düz insanlar; girintisi-çıkıntısı bulunmadığı için bir yere takılma endişesi duymayan, sadece küçük hesaplarına hizmet edecek düşler kurabilen, yaşamları boyunca nitelikli tek bir şey üretemeyecek olan ve yanlarında örselenmiş kişilerin bile güneş gibi parlayacağı mahluklar.
Yaratma yetisi olan insan, bu sürüden içeriye adımını atmayacak kadar duyarlı; bütüncül gücün, derinlerdeki ruhu bastırmaya cüret etmesi halinde ise başkaldırıya geçecek kadar cesurdur. Ancak günümüzde, modern dünyanın hedefindeki öznelliği zedelemek adına bireye dayatılmak istenen niteliksizlik sınır tanımamakta, gerçek yaratıcılığı besleyen unsurlar karalanmakta, süslenmiş tekdüzeliği anlamlı göstermeye yönelik çabalar yoğunlaşmaktadır. Yaratıcı ruh, sıradan olana dönüştürülme, yani aynılaştırılma tehdidini iyiden iyiye hissetmektedir.
"Modern kültürün gelişimiyle birlikte söz konusu olan bu durum, nesnel tin'in,(ruh’un) öznel tin üzerinde gitgide büyüyen hegemonyasıdır (Simmel 2006:100)."
Modern çağda gözümüze en çok çarpan şey, çirkin ve yüksek binalar ile bunların dibinde koşturan sevgisiz, sahte özgüvenlere sahip görev insanlarıdır. Ne diye şaşılsın ki, işte aklın yarattığı uygar dünya. Bununla ilgili olarak Freud'un, "Uygarlığımızın bedeli nevrozumuzdur" sözü, en yerinde tespitlerden biridir belki de. Burada bahsedilen pekâlâ toplumsal nevrozdur.
Ya bireysel nevroz?
Bireysel nevroza ilişkin, temelde şunlar söylenebilir:
"Bireysel hastalanmayı, uyumsuzluğu, toplumsal olandan ne kadar ayırabiliriz? Nevrozu üreten, hastalıklı toplumun ta kendisiyse, "Sağlık nevrozlarından bahsedebilir miyiz?" Bu yüzden nevroz, şizoidlik, duygusuzluk, kişinin yaratıcılık öncesi bekleme, zaman kazanma durumları olarak olumlu değer taşır (May 2003:22)."
Aslında yanıltıcı bir oyundur nevroz. Mesele, acıya bakış açısıyla ilgilidir. Acı, esaslı bir düşman mıdır, yoksa yeniden var olabilme yolunda özümsenmesi gereken fırsat mı?
Önemli ölçüde sevgi yoksunluğundan kaynaklanan nevrotik durumların olumlu değer taşıyor olmaları, acının nasıl değerlendirileceğine bağlıdır. Rollo May bu konuya, nevrotik ile sanatçıyı karşılaştırarak değinir:
"Nevrotik de sanatçı gibi kendi nihilist ve yabancılaşmış yaşantısından (farklılığı kabul edilmemiş) doğan aynı çelişkileri yaşıyor, fakat bu iç yaşantılara anlam veremiyor; bu çelişkileri yaratıcı ürünlere dökmenin yetersizliğiyle, onları reddetmenin olanaksızlığı arasında bocalıyor. Sanatçı, yaratmanın iki önemli unsurunun (yapma ve yıkma) sentezini becerebilirken, nevrotik salt yıkıcılık düzeyinde kalıyor (May 2003:20)."
Ruhundaki kaosa bir anlam veremeyen nevrotiğin de, aşmayı gerçekleştirmiş olan sanatçının da farklılıklarla dolu içsel yaşamları söz konusudur aslında; yani onlar için ikinci bir yaşam da bilinçdışındadır. Çağlar öncesinde ruha şeytanın girdiğini zannettiren kimi anormal hallerin ve gizil güçlerin fırlayıp geldiği bu bilinçdışı alanla ilgili olarak en çok iki asırdan beri bir şeylerin meydana çıkarılmış olması, kuytuda daha neler olabileceğini düşündürmektedir insana.
Gelişmiş düşünme yetisi, farklı bir duyumsama, üstün bir görü, özgür yaratıcılık için var olması gereken şartlardır. Yoksa yetenek tek başına bir anlam ifade etmeyecektir. Büyük arzular eşliğinde meydan okuma coşkusuyla kopup gitmek için gereken ne varsa, bilinçdışı kaynağında yaratıcı insanı beklemektedir. Pek tabi yetenekten de mahrum olmayan yaratıcı insan derin kavrayışı sayesinde yeniden var ederken kendini, eşsiz imkânları önüne seren yanı başındaki bu zenginliğin farkındadır. Ayrıca bireysel yanının diriliğini de, bilinçdışında özgürce gezebilmesine borçludur. Dolayısıyla onun, orijinale ulaşma tutkusundan yoksun kalması düşünülemez. Yaratıcı insan, dilediğince hayal eder, çılgınca ister ve içindeki sesin peşine düşer. Kendi serüvenini yaşamaktır amacı. Doğanın gerçekliğini yadsımaz, ama o kendi gerçekliğini arar, öykünmez doğaya. Bilir ki yapması gereken, nesnenin iç gerçeklerini görerek doğayı ifade etmektir, kopya etmek değil. Sanat Yapıtı adlı kitaptaki şu satırlar, sanatçıda olması gereken bu özelliği daha net biçimde vurgulamaktadır:
"(...) insan, kopya ederek asla bir sanat yapıtı ortaya koyamaz, buna kuşku yok; çünkü o, aslında görmeden bakar ve her ayrıntıyı istediği kadar kılı kırk yararak yakalasın, ortaya çıkan şey yavan ve niteliksiz olur. (...) Sanatçıysa, tersine, görür; yani onun yüreğiyle bir olmuş gözü Doğa'nın bağrına işleyerek, onun içinde barındırdığı şeyleri okur (Lenoir 2005:83)."
Sanatçının, özündeki gizi duyumsadığı nesne ile bütünleşmesinden doğar var olacak yeni gerçeklik. Özgünlüğe düşkün olan yaratıcı insan, aynı zamanda özgür, dolayısıyla cesurdur da ve bu cesaretle de kendini kaybeder aslında, gözü bir şey görmez.
"Tanrısal delirme ödülü uğruna güvenceden mahrum kalarak yaşar; yokluktan kaçmaz, onunla güreşir (May 2003:105)."
Zor olanı seçmektir yaratıcılık, ussal düzene verilen bir gözdağıdır. Kimi zaman özseverlik sınırlarını da zorlayan yaratıcı insanın yaptığı kafa tutmak, meydan okumaktır. Ama bunun için, yaratma tutkusunu iyiden iyiye tahrik edecek bir karmaşanın belirmesine ihtiyaç vardır. İskambil kağıtlarından yapılmış süslü bir kule gibi. Bu kule devrilmeli ki, kağıtlar etrafa saçılsın ve başına buyruk yaratıcı insan azmış arzuları doğrultusunda esas kuleyi, yani kendi kulesini inşa edebilsin.
Düşlerde de böyledir; düzenli dış dünya rüyalarda darmadağın olur, imgeler karmaşanın içinde dört bir yanda gezinir. Asimetrik bir kolaj, [5] kışkırtıcı bir kaos söz konusudur; tam da sanatçının istediği gibi. Onun yaşamı farklıdır, dolayısıyla düşleri de özeldir. Bu düşler, sahibinin yaratıcılığına esin vermeyecek kadar sıradan olamazlar. Her biri eşsiz bir biçimlendirme beklentisindedir. Yaratıcı insanın gündüz düşleri de sığ değildir Üstelik, temeli mutlaka yarım kalmış bir anıya dayandığından, içeriğindeki istekler daha da tutkuludur. Freud, düşlemi, onu biçimlendiren zaman boyutlarını da göz önünde tutarak yorumlar:
"(...), güçlü bir güncel yaşantı daha öncelerde, sıklıkla çocuklukta kalmış bir yaşantının anısını sanatçıda uyandırmakta, anımsanan yaşantı ise sanat yaratısında gerçekleşme olanağına kavuşan isteği doğurmakta ve yaratının kendisi hem anımsamaya yol açan yaşantıyı, hem de eski anıya ilişkin öğeleri içermektedir (Freud 2004:112)."
Peki, hem düşlerde hem de dış gerçekte hayli dolu bir yaşantıya sahip olan sanatçı için, güzel kavramı ne ifade etmektedir?
Duyumsama ve düşünme yetisi ile ulaşılabilen haz kaynağı mıdır güzellik, yoksa büyük ölçüde nesnenin içkin niteliklerine mi bağlıdır?
Sanatkar insanı, örneğin bir nesneyle karşılaştığında ya da onu düşündüğünde, elbette başkalarından farklı bir algılama yaşayacaktır. Kimsenin göremediğini görüyor, düşünemediğini hayal ediyor olacak, adeta içine nüfuz ettiği nesne tarafından sarmalanacaktır. Tam bu sırada, nesnenin özünden yakalanan bir esin (etkilenme) söz konusudur. Yaratıcı insanın imgeleminde yer tutan, artık o nesneden başka bir şeydir; büsbütün sanatçının görüşüdür var olan.
"Güzelliği, herkesten başka türlü ayırt edebilen sanatçı, aldığı esinle onu hiç rastlanmamış biçimde göstermeyi de bilecektir; hem de doğayı aşarcasına (Lenoir 2005:64)."
Harikulade bir umursamazlık da gerektirir yaratıcılık. Bundan dolayı yaratıcı insan var ederken, güzeli meydana çıkarmak için endişe taşıyacak değildir; bu, aklından geçmez bile. Onun yarattığı zaten güzel olacaktır. Sanatkâr insan, kimseye minneti olmadığından, birilerinin paye vermesine de heves etmeyendir. Çünkü özgürdür, benzersizdir. Kendi coşkusuyla yaratır, kendi macerasını yaşar. Tutarsızlığın tutarlığındadır o; ister güzel çirkinlikler koyar ortaya, isterse çirkini güzel gösterir. Güzel'in bir güç olduğunu da bilir, başkaldırıda güce ihtiyaç duyulacağını da. Her yeni yapıtında kendini var edendir sanatkâr, ne diye çirkinleştirsin ki kendini.

KAYNAKÇA
ASLAN Selçuk [Kitap]. - Bilinçdışı Ve Yaratma Gücü Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Resim Ana sanat Dalı 173394 Yüksek Lisans Sanat Eseri Raporu Ankara, 2006.

RAPORUN KAYNAKLARI
ADLER, Alfred, insanı Tanıma Sanatı, (Çev. Kamuran Şipal), Say Yayınları, 2002
ALPER, Yusuf-BAYRAKTAR, Erhan-KARAÇAM Özgür, Herkes için Psikiyatri,
Gendaş Kültür, 2001 DALİ, Salvador, Bir Dahinin Güncesi, (Çev. Semih Aközlü), İmge Kitapevi, 2002
DERGİ, Genç Sanat, 2002/4 DERGİ, Genç Sanat, 2003/3 DERGİ, Türkiye'de Sanat, 2002/4 DERGİ, Türkiye'de Sanat, 2003/3
FORDHAM, Frieda, Jung Psikolojisinin Ana Hatları, (Çev. Aslan Yalçıner),Say Yayınları, 2004
FREUD, Sigmund, Psikanaliz ve Uygulama, (Çev. Muammer Sencer),Say Yayınları, 2001
FREUD, Sigmund, Rüya Yorumları II, (Çev. Akın Kanat), ilya Yayınevi, 2003
FREUD, Sigmund, Sanat ve Sanatçılar Üzerine, (Çev. Kamuran Şipal), Y.K.Y., 2004
İSTEL, Edgar, Paganini, (Çev. İzzet Nezih Albayrak), Milli Eğitim Basımevi, 1964
KİNSKİ, Klaus, Paganini (film), Adriana Chiesa, 1989 KUSPİT, Donald, Sanatın Sonu, (Çev. Yasemin Tezgiden), Metis Yayınları, 2004
LENOİR, Beatrice, Sanat Yapıtı, (Çev. Aykut Derman) YKY, 2003 MAY, Rollo, Yaratma Cesareti, (Çev. Alper Oysal), Metis Yayınları, 2003
MİRO, Joan, Düşlerimin Rengi Bu, (Çev. Alp Tümertekin), YKY, 2005
ÖZKAN, Senail, Kaplan Sırtında Felsefe, Ötüken Yayınları, 2004
ÖZÜGÜL, Oğuz, Bilim ve Sanat Üzerine, Us Yayınevi, 1991
PASSERON, Rene, Sürrealizm Sanat Ansiklopedisi, (Çev. Sezer Tansuğ),Remzi Kitapevi, 1996
RUSSELL, Bertrand, Sorgulayan Denemeler, (Çev. Nermin Arık), Tübitak, 2003
SİMMEL, Georgs, Modern Kültürde Çatışma, (Çev. Tanıl Bora-Nazire Kalaycı) İletişim Yayınları, 2003
SORLİN, Pierre, Düş Söylemleri, (Çev. Süha Sertabiboğlu), Ayrıntı Yayınları, 2004
TURANİ, Adnan, Dünya Sanat Tarihi, Remzi Kitapevi, 1997
YILDIZ, Mustafa, Şizofreni, HYB Yayıncılık, 1999
************************

Düşümde seni gördüm,
sana düş'tüm ben.
Sana düştüm, zoru gördüm,
son'u yazdım.
..
Ne şer ister ruhum, ne uğur.
Kimse sahiplenmesin beni kaparoz [6] gibi,
Düşsünler.
Dökülsünler benden, düşümden. Hele o şuur!
Sırlanmış beynimde siroz gibi.
….
Dünya dikilmiş bekler tepemde, Aşk ise bozulmadı
Vakit varken yazık ki ve neden toz olmadı!
…..
Maviye boyadım seni. Denizimi çok özledim, Ondan...
Deniz mavi olduğundan değil. Mavi, sen olduğundan...
…..
Ölmedim hala, Istırap orta şeker
Hem zaman da akıyor.
Aksın be!
Ne yalvaran tökezler, ne bendeniz harabe.
….

Beynimdeki endişe, Sürgündeki ben miydi? Zırrr...
Zırvalık mıydı neydi?
Hastalıklı endişe,
Her gün kapalı gişe!
…..
Gül eğlen, otuz altında göç.
Yaprak düştü, kabuk sıyrıldı.
Durma anlat.
Aslında neydi, nasıldı?
En güzel halinde kahkahayla asıldı.
Gül eğlen, otuz altında göç.
Tacını tak başına,
İster kral ol, ister bir hiç.
Canın cehenneme piç oğlu piç.
Selçuk ASLAN












Sevgili okurlarım, aslında bugün, artık tümüyle dışa ba­ğımlı hale gelen ülkemizde gelecekte neler olacağına ışık tuta­bilmek amacıyla, Amerikalıların Türkiye hakkındaki görüşle­rini aktarmaya devam edecektim. (Herhalde geçen hafta ak­tardığım çözümlemelere uygun gelişmelerin neredeyse aynı gün gerçekleşmeye başlaması sizi bile şaşırtmıştır.)
Fakat olaylar o kadar hızlı gelişti ki, gözden kaçtığını dü­şündüğüm bir başka önemli konu üzerinde durmak gereksin­mesini hissettim bugün.
Sevgili okurlarım, çoğu zaman bir toplumsal sevinç ya da bir toplumsal linç psikolojisi içinde kimi gerçekleri gözden kaçırıyoruz.
Son günlerde de Ecevit'in siyasal liderliği, bir toplumsal linç psikoloji içinde değerlendiriliyor ve bazı temel gerçekler gözden kaçırılıyor.
Ben Ecevit'in tartışılan liderlik modeline, “feodal liderlik modeli” diyorum.
Nedir feodal liderlik modeline yöneltilen eleştirilere konu olan özellikler?
Benmerkezcilik.
Bencillik.
Tekilcilik.
Tekelcilik.
Otoriterlik.
Otokratiklik. (zorba, despot, dikta)
Nedir bu feodal liderliğin göstergeleri olarak sunulan kişi­sel özellikler:
Arkadaşı yok. İkinci adamı yok. Herkesi harcıyor.
Şimdi burada bir an duralım ve soralım:
Yukarda sıraladığım özellikler, şu anda siyaset sahnesinde uzun süredir egemen olan hangi liderde yok?
·        Özal’ın yüzde otuzlardaki mirasını yüzde 13'e indiren ve rakipsiz genel başkan olarak yerinde oturan Yılmaz'da mı?
·        Demirel’in yüzde otuzlara varan mirasını yüzde 12'ye in­diren ve rakipsiz genel başkan olarak yerinde oturan Çiller'de mi?
·        İnönü'nün yüzde yirmilerdeki mirasını yüzde 8.5'e indi­ren ve rakipsiz genel başkan olarak yerinde oturan Baykal'da mı?
·        Yılmaz'ın, Çiller'in, Baykal'ın dostu var mı?
·        Yılmaz'ın, Çiller'in, Baykal'ın ikinci adamları var mı?
·        Yılmaz'ın, Çiller'in, Baykal'ın geçmişleri de bir politikacı­lar mezarlığını andırmıyor mu?
Üstelik Ecevit'in, bütün bu liderrlerden ayrıldığı çok önem­li bir başka olumlu nokta var:
Bütün bu liderler, kendilerinden önceki liderlerin mirasla­rının üzerine çeşitli siyasal manevralarla oturmuşken, Ecevit, tüm örgütsel mirası reddetmiş, gitmiş, bir köşede kendi başı­na (eşiyle birlikte) dikilmiş,
"Ben bütün eski ilişkilerime ve es­ki örgüte karşıyım!" diyerek, bencil, benmerkezci, tekilci, te­kelci, otoriter ve otokratik özelliklerini saklamadan, tam tersi­ne bunları toplumun gözüne sokarak, yıllarca beklemiştir.
Ecevit'e oy verenlerin hepsi değil ama, partide onun yanı­na gidenlerin tümü, onun bu modelini bilerek, bu tutumunu onaylayarak tercihlerini yapmışlardır.
Tabii feodal liderlik modeli, güçlü bir bedensel ve zihinsel etkinlik kapasitesi gerektirdiği için, Ecevit'in sağlığı bozulup "karizması" hem gününü hem de geleceği kurtarmaya yetme­yince, model çökmüştür.
Bence kamuoyu, Ecevit'e saldırmayı bırakıp Ecevit'in fe­odal liderlik modelini uygulayan bütün liderlerin tutum ve davranışlarının temel belirleyicileri üzerinde odaklaşmalıdır.
Çünkü asıl tehlike oradadır.
Sorun aslında sadece feodal liderlik modeli de değildir.
Sorun çok daha temelde, feodal liderlik modelini destek­leyen, besleyen, yağmacılık ve kişiliksizlik üzerine kurulu fır­satçı siyaset yapma biçimidir.
Bugünlerde ortaya çıkan "Yeni oluşumcular"a, hem kendi çıkarları hem de ülke menfaatleri açısından feodal liderlik modelinden uzak durmalarını önerir, son siyasal gelişmeleri irdeleyen meslektaşlarıma da, olaylara, biraz da bu açıdan bakmalarını tavsiye ederim. (s.332-334)
Yamyamlıktan vampirliğe geçen insanlığın egemenliği için savaşan iki kabileden Batı Vampirleri Kabilesi, Doğu Vampirleri Kabilesi'ni mideye indiriverince, dünyadaki vampirlerarası dengeler de değişti.
Türkiye'deki yerel vampirler de uzunca bir süre bocaladı­lar:
Vampirliklerini ve vampirleşme sürecini gizlemek için kul­landıkları büyük tehlike, yani "Doğu Vampirlerinin Komünist Cenneti ideolojisi" çökünce, saklandıkları karanlığı sürdür­mek bir an için çok zorlaşmış gibi geldi hepsine.
Fakat sonra bir de baktılar ki, artık herkes karanlığa alış­mış.
Herkes birbirinin kanının tiryakisi olmuş.
Bütün siyasal liderler, en başta kendi ideolojik benzerleri­nin kanını içerek büyümeye çalışıyor.
Onları gören halk da, küçük vampirler olarak, önce, kendi­lerine benzemeyenlerin değil, tam tersine kendilerine en çok benzeyenlerin kanını içmeye yöneliyor.
Ne de olsa kan benzerliği var.
Hani "kan çekiyor" derler ya, işte öyle.
Tabii evrensel mutasyon kurallarını en iyi bilen solcular ve bu arada onların bir alt grubunu oluşturan sosyal demok­ratlar, bu "benzeşenlerin birbirlerinin kanlarını emmesinde" başı çekiyor, önderlik ediyor.
Kısa bir süre sonra merkez sağ, dinci sağ ve ırkçı sağ da bu modaya katılıyor.
Böylece zaten rakiplerin kanını içmeye dayanan vampirlik düzeni, bu kez, "Benzeşenlerin kanı daha lezzetlidir" sloga­nıyla topluma iyice yerleşiyor.
Doğu Vampirleri'nin çökmesi, Türkiye'deki kan emiciligi yavaşlatacağına, hızlandırıyor.
Çünkü karanlıkları sürdürmek için gerekli tehdidin kalk­makta olduğunu gören yerel vampirlerin en büyüğü telaşa ka­pılıyor ve başta kendi oğulları ve kızları olmak kaydıyla bütün aile bireylerinin ve yandaşlarının biraz daha çok kan içerek daha hızlı güçlenmeleri için harekete geçiyor.
Tabii onu gören öteki yerel vampir liderleri de kan içicilik­lerini hızlandırıyorlar.
Özel kesimdeki, bürokrasideki ve medyadaki bazı yarasa­ların da normal vampirlikten, yerel vampir liderliğine hızlı terfileri bu döneme rastlar.
Batı Vampir Kabilesi'nin mutemet temsilcisi olarak kendi­sine ülke emanet edilen en büyük yerel vampir lideri, vampir­leşme sürecini hızlandırmak için destek aramaktadır:
Amaç, içerde daha çok kan emerek, dışarı aktarılacak olan kanın miktarını çoğaltmak, böylece Batı Vampir Kabilesi'nin reisini tatmin ederek, yerel gücünü korumaktır.
Çünkü dünyanın artık tek reisli bir vampirleşme dönemi­ne girdiği herkes tarafından kabul edilmektedir.
İşte 1945'ten beri süren vampirleşme sürecine, bu yerel vampir liderinin büyük katkılarıyla ülkemiz, siyasetiyle, med­yasıyla, özel teşebbüsüyle, kamu kesimiyle önce birbirlerinin kanlarını emen, sonra da Batı Vampir Kabilesi tarafından kanlan emilen vampirlerin yaşadığı bir yer haline gelir.
Zaman zaman bu kan emme süreci o denli hızlanır ki, ye­rel vampirlerde emilecek kan kalmaz.   
O zaman Batı Vampir Kabilesi yerel vampirlerin imdadına yetişir ve kan yapıcı plazma yardımında bulunur.
Dışardan gelen plazmayla yeniden kanlanan vampirler, birbirlerinin kanlarını emmeye devam eden böylece biriken kanlar yeniden Batı Vampir Kabilesi'ne verilir.
Yani Batı Vampir Kabilesi, kendine içilecek kan sağlamak için kanlarını emdiği bizim vampirlere, birbirlerinin kanlarını emebilmeleri için kan yapıcı plazma yardımı yapmaktadır.
Bir süre sonra, bizim vampirler, kurdukları kan içici düze­nin, Batı Vampir Kabilesi'nden gelen plazma yardımı olma­dan yaşayamayacağını fark ederler.
Artık, vampirleşmeııin "küresel" zaferi bizim ülkede de ilan edilmiştir.
Kim, hangi lider, hangi parti, hangi kişi, hangi kurum ikti­dara gelirse gelsin, vampir düzeninin devamı için Batı Vampir Kabilesi'ne, onun dikte ettiği koşullara bağımlı olacaktır.
Önümüzdeki seçimlerde de, kim kazanırsa kazansın, zafer vampirlerindir!
Bana inanmıyorsanız, dünyadaki vampirleşme düzeyleri­ni ölçen şeffaflık örgütünün, 1995'te zaten 27'inci sırada olan Türkiye'nin, 2002'de başarıyla 64'üncü sıraya yükseldiğine ilişkin raporuna bakın.
Ne Bülent Ecevit'in başbakanlığı, ne Kemal Derviş, ne de IMF'nin bankalar sistemine getirmek istediği yeni düzen vampirleşmeyi durdurmakta etkili olabildi.
Türkiye'deki kirlenme bütün sürüyor.
Transperancy International Örgütünün yayımladığı Yol­suzluk Algılama Endeksi'ne göre, Türkiye, rüşvet ve benzeri olayların oluşturduğu kirlilikte, başarıyla, geçen yıla göre on sıralık bir atlama yaparak, 64'üncülüğe sıçradı.
102 ülkeyi kapsayan listede, Türkiye'nin yeri, geçen yıl 3.6 puanla 54'üncü sıradaydı. Bu yıl puanı 3.2'ye düşen Türkiye, 64'üncü sıraya yükseldi!
Transperancy International'in endeksine göre, ülkelere, temizlik açısından, 10 üzerinden puan veriliyor.
En temiz ülke, 9.7 puanla Finlandiya olarak görünüyor. Amerika Birleşik Devletleri, 7.7 puanla 16'ıncı sırada yer alıyor.
Türkiye'nin yıllara göre puanlan ve sıralamadaki yeri şöy­le:
1995
4.1
puan
27'inci sıra
1996
3.54
puan
33'üncü sıra
1997
3.21
puan
38'inci sıra
1998
3.4
puan
54'üncü sıra
1999
3.6
puan
54'üncü sıra
2000
3.8
puan
50'inci sıra
2001
3.6
puan
54'üncü sıra
2002
3.2.
puan
64'üncü sıra
Transperancy International bu puanlamaları, her ülkede­ki yabancı yatırımcılara uyguladığı anketler sonucunda belir-liyor.
Türkiye'deki temsilcisi Saydamlık Hareketi Derneği.
Derneğin başkanı Erciş Kurtuluş, yaptığı basın toplantı­sında, Türkiye'nin puanındaki düşüşte,
"Son yıllarda siyasi parti liderlerinin yolsuzlukla savaşmayı hedefleyen siyasetçi, bürokrat, savcı ve yargıçları korumak yerine, onları cezalan­dırma gibi bir tutumu tercih etmelerinin ve yolsuzluk olayla­rına karışan üst düzey bürokratları korumak için her türlü ça­bayı göstermelerinin temel etken olduğunu söylemiş.”
Sıralamaya göre Botswana, Namibya gibi Afrika ülkeleri, Kolombiya gibi uyuşturucu ticaretiyle ünlü bir ülke, Dominik Cumhuriyeti, Etiyopya, Mısır ve El Salvador gibi ülkeler bile Türkiye'den daha temiz görünüyor.
Tayland, Türkiye ile aynı sırada.
En son sıradaki beş ülke ise, Angola, Madagaskar, Paraguay, Nijerya ve Bangladeş.
Türkiye'de kısaca, rüşvet, yolsuzluk, hortumculuk ve ben­zeri adlarla anılan bu kirlenme, bütün iktidarlara karşın sürü­yor. Bu nedenle, seçimlerde kim kazanırsa kazansın, zafer vam­pirlerindir! (s.347-350)

Kaynak:
Emre KONGAR, Demokrasi ve Vampirler, Remzi Kitabevi, İstanbul-2002



[1] AIDS :AIDS, tedavi alınmadığı takdirde 'HIV' virüsünün bağışıklık sistemini zayıflatarak yol açtığı bir sendromdur. AIDS tablosuna gelen kişiler; cilt kanseri ve bunun gibi ciddi enfeksiyonlara yakalanırlar. Açılımı "Edinilmiş Bağışıklık Yetmezliği Sendromu"dur.
HIV virüsü taşıyan kişiye HIV pozitif denir. HIV pozitif olmak ile AIDS olmak aynı şey olmadığı gibi, her HIV pozitif olan kişi AIDS tablosuna gelecektir diye bir durum yoktur. Günümüzde uygulanan ART ilaç tedavisi ile HIV pozitif olan kişiler AIDS tablosuna gelmeden yaşamlarını sürdürebilmektedirler. Yani yaygın olarak bilinenin aksine, HIV pozitif olan kişiler artık ölümü beklemiyorlar. Günümdeki tedavi olanakları ile HIV/AIDS artık kronik bir hastalıktır.
[2] İnsan, dik duruşa, görece gelişmiş bir beyine, soyut düşünme yeteneğine, konuşma (dil kullanma) kabiliyetine, alet kullanma ve üretme becerisine sahip primat türü. Biominal ismi `Homo sapiens`tir. Homo sapiens Latince "akıllı adam" veya "bilen adam" anlamına gelir. İnsan, hominoidea (insansılar) üst ailesinin hominidae (büyük insansılar) ailesine dahildir.
[3] Moore Yasası: Intel şirketinin kurucularından Gordon Moore'un 19 Nisan 1965 yılında Electronics Magazine dergisinde yayınlanan makalesi ile teknoloji tarihine kendi adıyla geçen yasa.
Her 18 ayda bir tümleşik devre üzerine yerleştirilebilecek bileşen sayısının iki katına çıkaracağını, bunun bilgisayarların işlem kapasitelerinde büyük artışlar yaratacağını, üretim maliyetlerinin ise aynı kalacağını, hatta düşme eğilimi göstereceğini öngören deneysel (ampirik) gözlem.
1965 yılında, "mikroişlemciler içindeki transistör sayısı her yıl iki katına çıkacaktır" diyen Moore, daha sonraları 1975 yılında bu öngörüsünü güncellemiş ve her iki yılda bir iki katına çıkacak şekilde düzeltmiştir. Moore "18 ayda bir" ifadesinin de kendisi tarafından söylenmediği konusunda da ısrar etmiştir. Kendisi tarafından hiçbir zaman yasa olarak tanımlanmayan ifadesi, Kaliforniya Teknoloji Üniversitesi profesörü ve yüksek ölçekli indirgeme konusunun öncülerinden biri olan Carver Mead tarafından bu şekilde adlandırılmıştır. Sözün ilk söylendiği 1965 yılından bu yana bu yasa çoğunlukla geçerli olmuştur. Yasa temel olarak bir tümleşik devrenin fiziki boyutunun devreyi oluşturan transistör sayısının karesiyle değiştiği anlamına gelir. Örneğin tümleşik devre bünyesindeki transistör sayısı iki katına çıkarsa devrenin boyutu dört katına çıkar.
[4] Lineer: Matematik  değişmesi bir doğru ile gösterilebilen.
[5] Kolaj: (İtalik dillerde "collage"), düz bir yüzey üzerine fotoğraf, gazete kâğıdı, ve benzeri nesnelerin yapıştırılmasıyla ve bazen boya ile de karıştırılarak uygulanan bir resimleme tekniğidir. Eğlence amaçlı uygulanması çok eskilere gitmesine rağmen ancak 20. Yüzyılda kübistlerin kullanımının etkisiyle bir sanat tekniği olarak kabul görmüştür. Daha sonra bu tekniği kendi fikirlerine uygun bulan fütüristler, dadaistler ve sürrealistler (gerçek-üstücüler) de kullanmıştır.
[6] Kaparoz: isim, argo söz Yolsuzca veya zorla elde edilen mal.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar