Birçok Konuda
Buluşları girişimciliği
ve vizyonuyla tanınan Ray Kurzweil 2020 yılından sonra insan beyninin çalışma
seklinin nasıl çözüleceğini ve micro robotların benliğimizi nasıl idare
edebileceğinin mantığını ayrıntılarıyla anlatıyor.
Teknolojinin
neler vadettiğini ve tehlikelerini çok duyduk. Her ikisi de benim çok ilgimi
çekiyor. Dünya üzerine düşen güneş ışığının yüzde 0.03'ünü enerjiye
çevirebilirsek 2030'a kadar olan ihtiyacımızı karşılayabiliriz. Bunu şimdi
yapamayız çünkü güneş panelleri ağır, pahalı ve verimli değil. En azından
teoride analiz edilmiş nano dizaynlar mevcut bunlar çok hafif, ucuz ve verimli
olma potansiyelini gösteriyor üstelik ilerde bu yenilenebilir yol ile bütün
enerji ihtiyacımızı karşılayabileceğiz. Nano teknolojiye sahip yakıt hücreleri
gereken yerde enerjiyi sağlayabilir. merkezi nükleer enerji santralleri ve sıvı
doğal gaz tankerlerinden daha çevreci, verimli, kapasitesi fazla ve bozulma
riski az olan kaynaklara doğru yapılacak trend anahtar görevi görüyor.
Bono çok anlamlı bir şekilde
konuştu, dedi ki tarihte ilk defa hastalık ve fakirlik gibi problemlere karşı
araçlarımız var. Dünyanın çoğu bölgesi bu yönde ilerliyor.
1990da doğu Asya ve
Pasifik bölgesinde, yoksulluk içinde yaşayan 500 milyon insan vardı şu anda ise
bu sayı 200 milyonun altında. Dünya Bankasına göre 2011de bu sayı 20 milyonun
altına inecek, bu da yüzde 95 lik bir azalma demek.
Bono'nun
Haight Ashbury ile Silikon Vadisi'ni birleştiren yorumundan çok keyif
aldım. Massachusetts yüksek teknoloji çevresinden gelme biri olarak, biz de
1960larda hippilerdik, Harvard meydanında takılırdık. Ama hastalık ve
yoksulluğu aşabilecek potansiyele sahibiz ve de bu meseleler hakkında
konuşacağım.
Kevin
Kelly teknolojinin
ivmelenmesi hakkında konuştu. Bu benim için çok güçlü bir ilgi alanı ve 30
yıldır üzerinde ilerlemeler kaydettiğim bir tema. Anladım ki projelerimi
bitirdiğim zaman teknolojilerim anlam ifade etmek zorunda. Değişmez bir
biçimde, yeni bir teknolojiyi sürdüğüm zaman dünya değişik bir yer oldu. Ve
fark ettim ki çoğu buluşlar başarısız oldu, Ar-ge departmanının işi
başaramaması ile ilgili değildi bu, çoğu iş planına bakarsanız, insanlara
yapacaklarını söyledikleri şeyler için fırsat sağladığınızda başaracaklardır
bunu yapabilirler, ama bu projelerin yüzde 90ından fazlası başarısız olacak,
çünkü zamanlama yanlış. İhtiyaç olunduğunda işleri kolaylaştıracak faktörler
ortada olmayacak.
Bende
teknoloji trenleri konusunda hevesli bir öğrenci oldum, zamanında daha farklı
olabilecek teknolojilerin izini sürüp onların matematiksel modellerini
oluşturmaya başladım. Bu biraz bir hayatı kendisi ile almaya benziyor,
teknolojinin ana sınırlarında farklı alanlarda bilgi toplamak için benimle
beraber çalışan 10 kişi var ve biz modeller inşa ediyoruz ve insanların dediklerini
duyarsınız, yani geleceği tahmin edemeyiz. ve eğer bana soracak olursanız,
bundan üç sene sonra Google'ın fiyatı şu anki değerinden az mı fazla mı olacak,
buna cevap vermek oldukça zor. WiMax
CDMA G3 bundan üç sene sonrasının kablosuz bağlantı standardı olacak mı?
Bunu söylemek de zor. ama eğer bana sorarsanız, 2010 da saniyede bir milyon
işlem, ya da baz bir DNA çiftini 2012 yılında sıralama, ya da kablosuz olarak
bir megabayt veriyi 2014de iletmenin fiyatı ne kadar olacak diye? Gözüküyor ki
bu oldukça tahmin edilebilir.
Bunlar
oldukça düzenli bir biçimde giden üstel eğrilerdir performans, kapasite, bant
genişliği bilgilerini sağlar. ve bunun bir örneğini sizinle paylaşacağım şimdi,
teknolijinin neden üstel bir düzende geliştiğini açıklayan teorik bir sebep
var. Ve de birçok insan, gelecek ile ilgili düşünürken, doğrusal düşünür. Bir
probleme ya da bir probleme gidecek bir konuya bugünün araçları ile
yaklaşacaklarını düşünürler, bugünün ilerlemesi gidişatı ile ve üstel olarak
gelişmeyi hesaba katmada başarısız olurlar.
1990da
genom projesi tartışmalıydı. En iyi doktora öğrencilerine sahiptik, dünya
çapında en gelişmiş ekipmanlar vardı ve projenin 10binde birini başardık, bunu
15 sene içerisinde nasıl bitireceğiz? Ve projede geçen 10 senede, şüpheci
insanlar hala yanlıştaydı diyorlardı ki ''Projeyi bitirmek için gereken sürenin
üç bölü ikisindesiniz ama tüm genomun yalnızca çok küçük bir yüzdesini
tamamladınız.'' ama bu üstel ilerlemenin doğasında vardır eğrinin ortasına
yaklaşınca artık durdurulamaz bir hal alır. Projenin çoğu son bir kaç senede
bitti. HIV [1]dizilimi yapmak 15 sene
aldı SARS (Schwere Akute Atemwegssyndrome) ise 31 günde başarıldı. Yani bu tür sorunların
üstesinden gelme potansiyeli kazanıyoruz.
Bu
fenomenin nasıl yayıldığını size bir kaç örnekle anlatacağım. gerçek paradigma
kayması oranı, yeni fikirleri oluşturmanın oranı, her on yılda ikiye
katlanıyor, bizim modellerimize göre. Bunların hepsi logaritmik grafikler, yani
gözüken değerlerde ilerledikçe 10 veya 100 gibi bir çarpanla da çarpmak lazım.
Telefonu icat etmek
yarım yüzyıl aldı, ilk görsel gerçeklik teknolojisi. Cep telefonları 8
senede oluşturuldu.
Eğer
bu logaritmik grafiğe değişik iletişim teknolojileri koyarsanız, televizyon,
radyo, telefon on yıllar boyunca kabul edildiler. Yeni teknojiler --Kişisel
bilgisayar, İnternet, cep telefonlar-- 10 senenin altında bir sürede kabul
edildi. Şimdi bu ilginç bir grafik, ve de neden evrimsel bir sürecin
ivmelendiğinin --biyoloji ve teknoloji evrimsel süreçlerdir-- temel nedenini
gösteriyor. Etkileşim yoluyla çalışıyorlar, kullanılabilirlik yaratıyorlar ve
sonra bu kapasiteyi bir sonraki safha için kullanıyorlar.
Yani
biyolojik evrimin ilk safhası, DNAnın evrimi --aslında ilk başta RNA gelir--
milyarlarca yıl alır, ama sonra evrim veri işleme belkemiğini bir sonraki
safhaya taşır. Kambriyal Patlamada, hayvanların bütün vücut planlarının
evrildiği safha, sadece 10 milyon yıl sürdü. 200 kat daha hızlı. Homo
sapienler,[2] ilk teknolojiyi
oluşturan türler, karşısına gelebilen uzantı ile bilişsel fonksiyonu kombine
eden tür, ve bu arada, şempanzelerin karşısına gelebilen başparmakları yoktur,
yani çevremizi bir tutuşla ve motor koordinesi ile manipüle edebiliriz ve de
beyinsel modellerimizi kullanarak dünyayı değiştirip teknolojiyi açığa çıkarabiliriz.
Şimdi
bu arada, buna lineer bir grafik olarak bakarsanız, her şey henüz oluşmuş gibi
gözükür, ama gözlemciler der ki, ''Kurzweil grafiği düz çizginin üzerine
noktalar atarak yapmış.'' Bende düşürlerden derlenen 15 farklı liste aldım,
Britanika ansiklopedisi, tarih müzesi, Carl Sagan'ın kozmik takvimi, ve bu
insanlar benim anlatmak istediğim şey için çalışmadılar, bunlar kendi
çalışmaları için referans işleriydi. Ve bunlar o insanların gözünden önemli
olan olayların listesi biyolojik ve teknolojik evrim konusunda. Ve yine, aynı
düz çizgi var. Çizgi biraz değişiyor bir kısım yerlerde çünkü insanlar fikir
ayrılıklarını düşmüş olabiliyor, tarımın ne zaman başladığı ile ilgili fikir
ayrılıkları var, ya da Kambrian patlamanın ne zaman olduğu ile ilgili. Ama yine
de çok temiz bir gidişat açıkça belli oluyor. evrim sürecinin basit ve derin
bir ivmelenmesi var. Bilgi teknolojileri her sene kapasitesini, ücrete karşılık
performansı ve bant genişliğini iki kat artırıyor. Ve de üstel gelişimin çok
belli bir patlaması söz konusu. Kişisel bir deneyim, MIT'deyken bilgisayar bu
oda kadar yer kaplardı, cep telefonunuzdaki işlemciden daha güçsüzdü. Ama Moore
yasası, [3] ki genelde bu üstel
gelişim ile ilişkilendirilir, çoğundan sadece birinin örneği çünkü temelde
teknoloji evriminin sürecinin oranı --bu grafiğe 49 ünlü bilgisayar koydum-- bu
arada, --logaritmik grafikte düz çizgi üstelliği ifade eder-- bu da üstel. 1900
da işlem yapmanın ücret performansını iki katına çıkarmak üç senemizi aldı,
ortada iki sene, ve şu an da her sene iki katına çıkarıyoruz. ve bu da beş
farklı paradigmadaki üstel grafik. Moore yasası sadece bunun son parçası,
enterge devre üzerinde, küçültülmüş transistörler varken, ama elektro-mekanik
hesaplayıcılarımız vardı, Alman Enigma kodunu kıran röle-bazlı bilgisayarlar,
Eisenhower'ın 1950deki seçimini tahmin eden vakumlu tüpler, ilk uzay
uçuşlarında kullanılan transistörler ve sonra Moore yasası. bir paradigma
miyadını doldurduğunda her seferinde yeni birisi üstel büyümeyi devam ettirir. Küçültülmüş
vakum tüpleri vardı, küçülttükçe küçülltüler. Bir yerde tıkandılar daha da
küçültüp vakumlayamadılar. bambaşka bir paradigma yer buldu kendine.
transistörler tahtadan olmamaya başladı. aslında, belli bir paradigmanın
çizgisinin sonunu gördüğümüzde, yeni bir paradigma oluşturmak için araştırma
yapılması gerektiği konusunda baskı oluştuğunu anlarız. Çünkü çok uzun bir
süredir Moore yasasının sonuna gelindiğini tahmin ediyorduk ilk tahmin
2002ydi şu anda ise 2022. ama ilk başlarda transistörlerin özellikleri ende bir
kaç atom genişliğinde olacak ve daha da fazla küçültemeyeceğiz. Bu Moore
yasasının sonu olacak ama işlem yapmanın üstel gelişmesinin sonu olmayacak
çünkü çipler düzdür. 3 boyutlu bir dünyada yaşıyoruz, üçüncü boyutu tabi ki
kullanabiliriz. Üçüncü boyuta gideceğiz ve bu çok muazzam bir süreç, son bir
kaç yılda, üç boyuta geçiş, kendinden organik moleküler devrelerin yürürlüğe
girişini getirdi. Moore yasası geçerliliğini yitirmeden önce bunlara sahip
olacağız. süperbilgisayarlar - aynı şey. Intel çiplerindeki işlemci
performansı, transistörün ortalama fiyatı- 1968de bir transistörü bir dolara
alabilirdiniz. 2002 de 10 milyon tane alabilirsiniz.
bu
üstel gelişimin ne kadar düzgün bir trendi olduğunu görmek çok muhteşem. yani
bunu masa üstünde yapılan bir deney sonucu olarak görebilirsiniz, ama bu dünya
çapındaki kaotik davranışın bir sonucu, ülkeler birbirlerini ürünlerin fiyatını
kırmakla suçluyor, halka arzlar, iflaslar, pazarlama programları. çok değişken
bir süreç olacağını düşünebilirsiniz, ve yine de bu kaotik sürecin sonunda
elinizde düzgün bir sonuç olur. tıpkı gazın içindeki bir gaz molekülünün ne
yapacağını tahmin edememize rağmen -tek bir molekülün ne yapacağını tahmin
etmek mümkün değildir- yine de tüm gazın özelliklerini termodinamik bilgilerini
kullanarak çok doğru olarak bulabiliriz. burada da aynı şey var. Tek bir
projeyi tahmin edemeyiz, ama bunun sonucu dünya çapında, kaotik, mücadelenin
tahmin edilemez aktivitesi ve teknolojinin evrim süreci oldukça tahmin
edilebilirdir. ve uzak gelecek içinde bunları tahmin edebiliriz. Gertrude
Stein'ın güllerindekinin aksine, bir transistör, transistördür asıl mesele
değil. Onları küçültüp ucuz hale getirdikçe, elektronların kat etmesi gereken
mesafe azalacak. Daha hızlı olacaklar, yani transistor hızında üstel bir büyüme
olacak, bir transistörün döngüsünün maliyeti yılda 1.1 oranında azalıyor. Eğer
diğer formlarda innovasyon ve işlemci tasarımlar geliştirirseniz, her sene
işlemci hızını iki katına çıkarırsınız.
Ve
bu basit olarak fiyatlarda azalma demektir yüzde 50 azalma. Ve sadece
bilgisayarlarda değil. bu DNA dizilimi içinde doğru, beyin taraması içinde
doğru, internet içinde doğru. yani ölçebildiğimiz her şey, yüzlerce farklı
ölçüm yapılacak şey var farklı bilgi destekli ölçümler kapasite, kabul edilme
oranları ve basit olarak her 12, 13, 15 ayda bir ikiye katlanırlar, neye
baktığınıza bağlı olarak. Ücret performansı olarak, yüzde 40 ila 50 arası bir
ücret indirimi anlamına gelir. Ve ekonomistler bunun hakkında endişelenmeye
başladılar. ekonomik durgunluk durumunda da ücret indirimi vardı, ama bu para
desteğinin çöküşüydü, tüketici güveninin çöküşüydü, tamamen farklı bir fenomen.
Bu daha iyi üretkenlik sonucu oluyor, ama ekonomistler diyor ki, ''ama bu halde
devam etmenin bir yolu tok. eğer yüzde 50 indirim olursa, insanlar
harcamalarını yüzde 30,40 artırabilir, ama bu devam edemez. ama bizim gerçekte
gördüğümüz böyle devam etmesinden daha da ileri gidileceği. Son 50 yılda
bilgi teknolojilerinde dolarda yılda yüzde 28 oranında bileşik artış yaşadık
yani, insanlar 10 sene önce ipodları 10 bin dolara üretmedi. Ücret
performansı yeni uygulamaları fizible hale getirdikçe, yeni uygulamalar
piyasaya geliyor. ve bu çok yaygın bir fenomen. Manyetik veri depolaması- bu
Moore yasası ile ilgili değil, bu manyetik noktaları küçültmek, farklı
mühendisler, farklı şirketler, aynı üstel süreç.
Bu bilgi
terimleri içerisinde kendi biyolojimizi anlıyoruz ve bu bir anahtar noktadır. Kendi
vücudumuzu çalıştıran yazılım programlarını anlıyoruz. Bunlar çok farklı
zamanlarda evrildi bu programları gerçekten değiştirmek istiyoruz. Bir küçük
yazılım programı, ismi yağ insülin algılayan gen, basitçe diyor ki, ''her
kaloriyi sakla, çünkü önümüzdeki av sezonu çok iyi geçmeyebilir.'' bu,
türlerin 10binlerce yıl önceki ilgi alanlarıydı. Bu programı kapatmayı
istiyoruz. Bunu hayvanlarda denediler ve fareler aç kurtlar gibi yediler ve
ince kaldılar ve ince kalmanın faydalarından istifade ettiler. Şeker
hastalığına yakalanmadılar, kalp krizi geçirmediler, yüzde 20 daha uzun
yaşadılar, kalori sınırlamasının faydalarından istifade ettiler sınırlama
yapmadan. 4 veya 5 ilaç firması bunun farkına vardı, insanlar için ilginç bir
ilaç olacağını hissettiler ve bu biyokimyamızı etkileyen 30 bin genden sadece
biri.
Biz
öyle bir çağda büyüdük ki insanların, bu konferanstaki çoğu insanın yaşında
olduğu gibi, tıpkı benim gibi, daha uzun yaşama isteği yoktu çünkü en kıymetli
kaynakları kullanıyorduk ki bunlar çocuklarımıza daha iyi aktarılacak onlara
daha iyi bakılacak. Yani, yaşam--uzun yaşam süreleri-- yani, söylemek gerekirse
30dan fazla-- onlar için seçilmedi, ama aslında bu yazılım programlarını
manipüle etmeyi ve değiştirmeyi öğreniyoruz biyoteknoloji devrimi sayesinde. Örnek
olarak, RNA müdahelesi ile genleri kısıtlayabiliyoruz. Genetik malzemeyi kromozomda
doğru yere yerleştirme sorununun üstesinden gelen yeni ve heyecan veren gen
terapisi formları var. Aslında ilk defa şimdi, insanlar üzerinde denenen,
akciğer hipertansiyonuna çözüm olan -ölümcül bir hastalık- ve gen terapisini
kullanan bir gelişme var. Yani sadece bebekleri tasarlamayacağız, bebekleri
yapanları da tasarlayacağız. ve bu teknoloji de ivmeleniyor. bir baz çift için
1990da 10 dolardı, 2000de bir peni. Şu an ise bir sentin onda birinden az.
Genetik veri miktarı -basitçe bu- düzgün üstel gelişimi gösteriyor her sene iki
katına çıkıyor, genom projesinin tamamlanmasına imkân tanıyor.
bir
başka büyük devrim, iletişim devrimi. Ücret performansı, bant genişliği, birçok
farklı kablolu kablosuz iletişim ölçümü kapasitesi, üstel bir biçimde büyüyor.
İnternet gücünü ikiye katlıyor ve birçok farklı yoldan ölçülebilen bir biçimde
devam ediyor. bu sunucuların sayısı baz alınarak yapılmış.
Minyatürleştirme
- teknolojinin boyutunu küçültüyoruz üstel bir biçimde, kablolu ve kablosuz
olarak. Bunlar Eric Drexler'in
kitabından bazı tasarımlar şu anda süper işlemcili simülasyonlarda
gösterebildiğimiz üzere yapılabilir, aslında bilim adamları molekül ölçeğinde
robotlar inşa ediyorlar. bir tanesi şaşırtıcı insan benzeri koşma tarzıyla
yürüyor, moleküllerden inşa edilmiş.
Deneysel olarak bunları
yapan küçük makineler var. En heyecan verici fırsat ise gerçekten insan
vücudunun içine girip şifa verici ve teşhise dayalı fonksiyonlar
gerçekleştirmesi. Ve bu kulağa geldiğinden daha da futuristik. Bu şeyler
hayvanlarda denendi bile.
Tip 1 diyabet hastalığını iyileştiren bir nano mühendislik ürünü
var. Kan hücresi boyutunda. Bunlardan 10binlercesini kan hücrelerine koyuyorlar
-bunu farelerde denediler- içerideki insülini kontrollü bir biçimde dışarıya bırakıyor
ve tip 1 diyabeti iyileştiriyor. İzlediğiniz şey ise
robotik bir kırmızı kan hücresi ve biyolojimizin gerçekte çok yetersiz olduğunu
gösteriyor ve hatta kendi içerisindeki karmaşıklığı da. Çalışma prensibini bir
kez anladığımızda ve yürüttüğümüzde ki bu konudaki ters mühendislik
ivmelenmekte, bu tür şeyleri binlerce kat daha fazla kapasitede
tasarlayabiliriz. Bu yapay nano hücrenin analizi, Rob Freitas tarafından
tasarlanmış, eğer kırmızı kan hücrelerinizin yüzde 10unu bu hücrelerle
değiştirirseniz, bir nefesle olimpik bir koşuyu 15 dakikada yapabilirsiniz.
Havuzunuzda dipte 4 saat boyunca oturabilirdiniz -''Hayatım, havuzdayım,''
demek tamamen yeni bir anlam kazanır. olimpik denemelerde neler
yapabileceğimizi görmek ilginç olacak. büyük ihtimalle onları yasaklarız, ama
sonra liselerinin salonlarında rutin olarak olimpik atletlerin performansını
gösteren gençler olurdu. Freitas robotik beyaz kan hücresi tasarımına sahip.
Bunlar 2020 civarında
olacak senaryolar, ama kulağa geldiği kadar futuristik değil. kan hücresi boyutunda
aletlerin yapımı ile ilgilenilen 4 tane büyük konferans var hayvanlar üzerinde
bir çok deney yapılıyor. Aslında bir tanesi insanlar üzerinde deneniyor, yani
bu yapılabilir bir teknoloji.
Eğer
üstel işlemci büyümesine dönersek, 1000 dolarlık bir işlem bir böceğin ve
farenin beyni arasında bir yerlerde. İnsan zekâsı ile kapasite olarak
2020lerde kesişecek, ama bu denklemin donanım tarafı. Yazılımı nereden elde
edeceğiz?
Aslında, insan beyninin
içini görebileceğimiz ortaya çıkıyor ve şaşırtıcı olmayan bir biçimde, beyin
taramasının uzaysal ve zamansal çözünürlüğü her sene iki kat artıyor. Ve yeni
nesil tarama aletleri ile ilk defa gerçek olarak ayrı ayrı nöronlar arasındaki
fiberleri ve işlem yapmalarını ve sinyal vermeleri gerçek zamanlı olarak görebiliyoruz
ve -ama sonra soru tamam, bu veriyi elde ediyoruz, ama anlayabiliyor muyuz?
Doug Hofstadter merak ediyor, aslında, belki zekâmız zekâmızı anlayacak kadar
iyi değildir ve eğer daha zeki olsaydık, beyinlerimiz daha fazla karışmış olacaktı
ve hiç bir zaman yakalama şansımız olmayacaktı. Anlayabileceğimiz ortaya çıktı.
bu
bir model ve insan işitsel korteksinin bir simülasyonu ve blok diyagramı
aslında gayet iyi çalışıyor psikoakustik testler ile insan işitsel
algısınınkine çok yakın sonuçlar alınıyor beyinciğin başka bir simülasyonu
--beyindeki nöronların yarıdan fazlası orada-- yine, insan formasyonuna oldukça
yakın olarak çalışıyor. şu anda erken aşamada, ama beyin hakkındaki bilgilerin
üstel artışının ve beyin taramasındaki üstel artışın gösterilmesi ile 2020lerde
insan beyninin ters mühendisliğinde başarılı olacağız. şu an da bir kaç yüz
bölgeden 15inde çok iyi modeller simülasyonları elde ettik.
Bütün
bunlar üstel olarak büyüyen ekonomik süreç. son 50 senede işçilerin üretkenliği
saatte 30 dolardan 150 dolara çıktı. E-ticaret üstel olarak büyüyor. Şu anda
trilyon dolarlarda. merak edebilirsiniz, hiç mi patlama ve başarısızlık olmadı?
Tam anlamıyla kapital pazarlama fenomeni bu. Wall Street farkına vardı ki bu
devrimsel bir teknolojiydi, ki öyleydi de, ama 10 ay sonra, bütün iş modelleri
devrimleşmediğinde, fark ettiler ki bu yanlış, ve sonra başarısızlık oldu.
Tamam,
bu içerisinde olduğumuz teknolojilerin bir araya gelmesi ile oluşan bir
teknoloji. bu cep telefonunda rutin bir özellik. bir dilden diğerine çeviri
mümkün olacak.
o
zaman birkaç senaryo ile bitireyim. 2010da bilgisayarlar ortadan kaybolacak.
Çok küçük olacaklar, giysilerimize monte halde, çevremizde olacaklar. Görüntüler
retinamıza direkt olarak yazılacak, tam monte edilmiş sanal gerçeklik sağlayan,
artırılmış gerçek gerçeklik. Sanal kişilikler ile iletişime geçeceğiz.
ama
eğer 2029 a gidersek, bu trendlerin tam olgunluğuna ulaşacağız, sürekli gelişen
ve hızlanan teknoloji takdir edilesi olacak. Yani bu teknolojilerin 2 üzeri 25.
kuvveti kadar daha fazla ücret performansı, kapasite ve bantgenişliği elde
edeceğiz ki bu çok şaşırtıcı. şu ankinden milyonlarca kat daha güçlü olacak.
İnsan beyninin ters
mühendisliğini bitirmiş olacağız, 1000 dolarlık bir işlem insan beyninin ham
kapasitesinden çok daha fazla kuvvetli olacak.
Bilgisayarlar
analitik düşünmeyi kullanarak insan zekası ile zaten makinelerin iyi yaptığı
şeyleri bir araya getirecek, milyarca gerçeği doğru bir biçimde hatırlayarak. Makineler bilgilerini
çok çabuk olarak paylaşabilirler. Ama bu sadece zeki makinelerin istilası
olmayacak. kendi teknolojimiz ile bahsettiğim nano bot teknolojisini bir araya
getiriyoruz önce sağlık alanında kullanılacak: çevreyi temizlemek, yakıt
sağlamak-- güçlü yakıt hücreleri ve yaygın olarak dağıtılmış güneş panelleri ve
bunun gibi doğada bulunan şeyler ile. Ama bunlar aynı zamanda beynimizin içine
de girecek, biyolojik nöronlarımız ile iletişime geçerek. Bunu yapmanın ana
prensiplerinden bahsettik. yani örnek olarak, nöron sistemi ile tam entegre
sanal gerçeklik, nano botlar gerçek hislerinizden gelen sinyalleri keserek,
beyninizin eğer o sanal çevrede olsaydınız algılayacağı sinyaller ile yerlerini
değiştirecek, ve siz de kendinizi o çevrede hissedeceksiniz. Oraya diğer
insanlar ile beraber gidebilirsiniz, bu duygulara dâhil olan herhangi biri ile
herhangi bir çeşit duyguyu tadabilirsiniz. ''deneyim göstericileri''
adını veriyorum, bunlar bütün algılayıcı deneyim akışlarını nörolojik bir bağ
ile duygulara internet üzerinden birleştirecek. Başka birisi olmanın deneyimini
bunu takıp deneyerek anlayabilirsiniz. ama en önemlisi, kendi teknolojimiz ile
insan beyninin birleşmesi muazzam bir genişleme olacak, bazı şekillerde zaten
yaptığımız gibi. Rutin olarak zekice marifetler yaparız teknolojimiz olmadan imkânsız
olacak şeyleri. İnsan ömrü beklentisi artıyor.1800 de 37ydi, bu tür bir
biyoteknoloji ile nano teknoloji devrimleri ile bu çok hızlı bir biçimde
artıyor önümüzdeki yıllarda.
ANA
MESAJIM TEKNOLOJİDEKİ İLERLEMENİN ÜSTEL OLDUĞU, LİNEER[4] DEĞİL. Birçokları -bilim
adamları dahil- lineer bir model farz ediyor, diyorlar ki, ''yapay zekanın
nano teknolojideki kopyalamasını yapmamız yüzlerce yıl alacak.'' üstel
gelişmenin gücüne bakarsanız, göreceksiniz ki bu tüt şeyler çok yakında olacak.
Ve bilgi teknolojileri hayatımız artarak kuşatıyor müziğimiz, üretimimiz
biyolojimiz, enerjimiz, malzemelerimiz.
İhtiyacımız
olan neredeyse herşeyi 2020lerde üretecek hale geleceğiz, nano teknoloji
kullanarak çok pahalı ham maddelerin dönüşümü ile. Bunlar çok güçlü
teknolojiler. Umudumuzu ve tehlikeyi artırıyorlar. Doğru işler için bu
teknolojileri kullanma isteğine sahip olmamız lazım.
ÖNÜMÜZDEKİ
TEKİLLİK İÇİN ÜNİVERSİTE (Haziran 2009)
Bilişim
teknolojisi eksponansiyel olarak ilerler. Lineer değildir. Fakat bizim sezgimiz
ise lineerdir. Binlerce yıl önce bir ovada dolaşırken o hayvanın nerede olacağı
hakkında lineer tahminler yürütüyorduk. Ve bu işe yarıyordu. Bu yaradılıştan
beynimize işlenmiş. Fakat eksponansiyel (genişlik, geniş alan, açılma, yayılma)
büyümenin hızı esasen bilişim teknolojilerini tanımlayan şeydir. Ve bu sadece
bilgi-işlem değil. Lineer ile eksponansiyel büyüme arasında büyük fark vardır.
Eğer ben lineer bir şekilde 30 adım atarsam, bir, iki, üç, dort, beş, 30'a
varırım. 30 adımı eksponansiyel şekilde atarsam, iki, dört, sekiz, 16, bir
milyar'a varırım. Arada muazzam bir fark var. Ve işte bu aslında bilişim
teknolojisini anlatıyor.
Ben
MIT 'de öğrenciyken hepimiz, bütün binayı kaplayan tek bir bilgisayarı
paylaşırdık. Cep telefonunuzdaki bilgisayar bugün milyon kat daha ucuz, milyon
kat daha küçük bin kat daha güçlüdür. Benim öğrenciliğimden bu yana
gözlemlediğimiz gerçekten dolar başına kapasitenin bir milyar kat artışıdır. Ve
bunu önümüzdeki 25 yıl içinde tekrar yapacağız. Bilişim teknolojisi S-eğrileri
boyunca ilerler ve bunların her biri farklı birer paradigmadır (örnektir). Bazı
kişiler der ki, "Moore Yasası sona erdiğinde ne olacak?" ki bu
2020 yılı civarında olacak. O zaman da bir sonraki paradigmaya geçeceğiz. Ve
Moore Yasası, bilgisayarlara eksponansiyel büyümeği getiren ilk paradigma
değildir. Eksponansiyel büyüme Gordon Moore daha doğmadan onlarca yıl önce
başlamıştı. Ve bu sadece bilgisayarlara mahsus değil. Esasen bu temelindeki
bilginin özelliklerini ölçebileceğimiz her teknoloji için geçerli.
Burada
49 ünlü bilgisayar var. Onları logaritmik bir grafiğe koydum. Logaritmik ölçek,
artışın derecesini saklıyor. Çünkü bu 1890 nüfus sayımından beri trilyon kat
bir artışı temsil ediyor. 1950'lerde vakum lambalarını küçültüyorlardı,
ufalttıkça ufalttılar. Sonunda bir duvara çarptılar. Lambaları daha da küçültüp
aynı anda vakumu muhafaza edemiyorlardı. Bu vakum lambalarını küçültmenin sonu
oldu. Ama bu bilgisayarlaraki eksponansiyel gelişimin sonu olmadı. Dördüncü
paradigmaya geçtik, transistörler, ve son olarak entegre devreler. Bunun sonuna
gelindiğinde, altıncı paradigmaya geçeceğiz, üç boyutlu kendi kendini
düzenleyen moleküler devreler.
Ama,
gerçekten, gelişimin bu inanılmaz boyutundan daha şaşırtıcı olan ise bunun ne
kadar ön görülebilir olduğudur. Yani bu zor ve kolay zamanlardan geçti, savaş
ve barış'tan, gelişme ve gerileme dönemlerinden. Büyük Ekonomi Bunalımı bu
eksponansiyel gelişime ufak bir çentik bile atamamış. Aynı şeyi şu anda
yaşadığımız ekonomik gerilemede göreceğiz. En azından bilişim teknolojisinin
eksponansiyel artış kabiliyeti azalmadan devam edecektir.
Bu
grafikleri daha yeni güncelledim. Çünkü "Tekillik Yakın"
kitabımda 2002'ye kadar varlar. Bu yüzden onları güncelledik ki burada 2007'ye
kadar sunabileyim. Bana soruldu, "Peki endişeli değil misin? Belki
eksponansiyel artış çizgisinde devam etmemiştir". Biraz kaygılıydım, çünkü
belki de bilgiler doğru olmayabilirdi, fakat ben bunu 30 yıldır yapıyorum, ve
bilgiler hep eksponansiyel ilerleme çizgisi üzerinde kaldılar.
Şu
grafiğe bakın. 1968 'de bir dolar'a bir adet transistör alabiliyordunuz. Bugün
yarım milyar tane alabiliyorsunuz. Ve bunlar aslında daha iyiler, çünkü daha
hızlılar. Bunun ne kadar öngörülebilir olduğuna bakın. Diyebilirim ki, bu
bilgiler önceki bilgilerle tamtamına uyuşuyor. Bu ileriye yönelik tahminleri 30
küsür yıldır yapıyorum. Bir transistörün fiyatı elektroniğin fiyat
performansının ölçüsüdür ve her sene düşer. Bu yüzde 50 lik deflasyondur. Ve bu
diğer örneklerde de geçerli DNA bilgisi veya beyin bilgisi mesela. Fakat bunu
fazlasıyla telafi ediyoruz. Esasında her türlü bilişim teknolojisinin iki
katından daha fazlasını sevk ediyoruz. Son yarım asrın içerisinde bilişim
teknolojisinin her çeşidinde sabit dolar bazında yüzde 18 lik büyüme kaydettik.
Her yıl iki katı kadar edinebildiğiniz gerçeğine rağmen.
Bu
tamamen farklı bir örnek. Bu Moore'un yasası değil. Analiz ettiğimiz DNA
miktarı her yıl iki katına çıkıyordu. Masrafı her yıl yarıya düşüyordu. Ve bu
pürüzsüz bir ilerleme genom projesinin başlangıcından beri. Projenin yarısına
gelindiğinde, şüpheciler dedi ki "Bu yürümüyor. Genom projesinin
yarısına geldiniz ve projenin yüzde birini bitirdiniz." Ama bu aslında
plana uygundu. Çünkü yüzde biri 7 defa daha ikiye katlarsanız, ki olan şey
aynen budur, %100 elde edersiniz. Ve proje planlanan zamanda bitti.
Haberleşme teknolojisi: bunu ölçmenin 50 farklı
yolu var. Etrafta hareket eden bit sayısı, internetin boyutu. Ama bu
eksponansiyel bir hızla ilerledi. Bu son derece demokratlaştırıcı. 20'yi aşkın
yıl önce, "Akıllı Makinelerin Çağı" kitabımda, henüz Sovyetler
Birliği kuvvetliyken, onların dağınık haberleşmenin büyümesi yüzünden ortadan
kalkacağını yazmıştım.
21.
yüzyılda ilerlerken, insan beyninin belli bölgelerini simule etmek gibi birçok
işi yapmak için yeterli hesap gücümüz olacak. Ama yazılımı nerden alacağız?
Bazı eleştiriler diyor ki, "Ah, yazılım çamura saplanıp kaldı."
Fakat insan beyni hakkında gittikçe daha çok şey öğreniyoruz. Beyin
taramalarının bölgesel çözünürlüğü her yıl ikiye katlanıyor. Beyin hakkında
elde ettiğimiz bilginin miktarı her yıl ikiye katlanıyor. Ve bu bilgileri beyin
bölgelerinin çalışır modellerine ve simulasyonlarına dönüştürebildiğimizi
gosteriyoruz.
Beynin
modellenmiş 20'ye yakın bölgesi var, simule ve test edilmiş: işitsel korkteks,
görsel korteksin bölgeleri, yeteneklerimizi şekillendirdiğimiz serebellum,
rasyonel düşünme işlemini gerçekleştirdiğimiz serebral korteksten dilimler. Ve
bütün bunlar, üretkenliğin düzgün ve öngörülebilir şekilde artışını körükledi.
Insan gücünün saatinin ortalama değeri sabit dolar bazında 30'dan 130 dolara
çıktı, bu bilişim teknolojisi tarafından körüklenerek.
Ve
hepimiz enerji ve çevre konusunda endişeliyiz. Pekâlâ, bu logaritmik bir
grafik. Ürettimiz güneş enerjisi miktarının her iki yılda bir düzenli bir
şekilde ikiye katlandığını gösteriyor. Özellikle şimdi güneş panellerine
nanoteknolojiyi, bir çeşit bilişim teknolojisini, uyguluyorken. Ve enerji
ihtiyacımızın %100'ünü karşılaması için sadece 8 kere daha ikiye katlanması
gerek. Ve ihtiyacımız olanın onbin katı daha fazla güneş ışığı var.
En
sonunda bu teknoloji ile birleşeceğiz. Bize şimdiden çok yakın. Ben öğrenci
iken bir kampüs genişliğindeydi. Şimdi ceplerimize sığıyor. Bir binayı dolduran
şeyler, şimdi ceplerimize sığıyor. Şimdi ceplerimize sığan, 25 yıl sonra bir
kan hücresine sığacak. Ve bu teknolojiye yaklaştıkça sağlığımızı ve zekâmızı derinden
etkilemeye başlayacağız.
Buna
dayanarak burada, TED'de, gerçek TED geleneğinde, Tekillik Üniversitesini
duyuruyoruz. Bu, burada seyircilerin arasında bulunan Peter Diamandis ve benim
tarafımdan kurulan bir Üniversite. NASA, Google ve yüksek teknoloji ve bilim
camiasının başka liderleri tarafından destekleniyor, Amacımız bütün liderleri
biraraya toplamaktı, öğretmenleri ve öğrencileri, eksponansiyel olarak büyüyen
bu bilişim teknolojisinin ve uygulamalarının içersinde. Fakat Larry Page kurum
toplantımızda ateşli bir konuşma yaptı, dedi ki, bu çalışmayı, insanlığın
yüzyüze olduğu başlıca problemleri ele almaya tahsis edelim. Bunu yaptığımız
takdirde Google bizi destekleyecekti. Ve yaptığımız şey bu oldu.
9
haftalık yoğun yaz sezonunun son üçte birlik bölümü insanlığın belli başlı
problemlerine adanmış olacak. Örneğin, artık her yerde olan internetin Çin ve
Afrika'nın kırsal kesimlerine ulaştırmak, sağlık bilgisini dünyanın gelişmekte
olan bölgelerine ulaştırmak. Bu projeler, ortak etkileşimli haberleşme kullanılarak,
bu sezonların ötesinde devam edecek. Üretilmekte ve öğretilmekte olan fikri
mülkiyetlerin tümü online olarak kullanıma açık olacak, ve online olarak
ortaklaşa geliştirilecek.
Burada
kuruluş toplantımız görülüyor. Fakat duyurusu bugün yapılıyor. Merkezi kalıcı
olarak Silicon Valley'de, NASA Ames merkezinde olacak. Üniversite mezunu olan
öğrenciler için, çeşitli firmalarda yönetici olarak çeşitli programlar var. İlk
altı bölüm burada, yapay zeka, ileri bilgi-işlem teknolojileri, biyoteknoloji, nanoteknoloji
bilişim teknolojisinin değişik ana sahaları. Sonra bunları başka sahalara
uygulayacağız. Enerji, ekoloji, siyasi hukuk ve ahlak, girişimcilik gibi, öyle
ki insanlar bu yeni teknolojileri dünyaya kazandırabilsinler.
Bize
düşünür ve yüksek teknoloji liderleri tarafından verilen desteğe minnettarız,
özellikle Google ve NASA'ya. Bu çok heyecan verici bir girişim. Sizi iştirak
etmeye teşvik ediyoruz.
DEVLET DESTEKLİ SANAL TERÖRİZM
İsrail,
beri İranlı beş nükleer fizikçinin öldürülmesinden sorumlu MEK üyelerine
fınansnan, eğitim ve silah yardımında bulundu. New York Times'ın aktardığına
göre ise, [BD'nin eski başkanı George W. Bush, İran'ın Natanz tesisine
sabotajda bulunmaya yönelik gizli bir harekata izin vermişti. Dünya çapında
döviz piyasalarında ve program-ama kodlarında bir savaş başlarken, gizli
provokatörlerin ekonomik yapıları manipüle etmesi ve sabotaj eylemlerine
girişmesi durumunda cezalandırılmasına yönelik yeni bir uluslararası-yasal
çerçeve belirlenmesi yönündeki ihtiyaç hiç bu kadar büyük olmamıştı.
NİLE
BOWIE
Uluslararası
camia, Tahran ile diğer altı ülkenin İstanbul'da kısa süre önce
gerçekleştirdikleri müzakerelerin ardından, İran’a yönelik kınayıcı tavrını
hafifletti. Toplantıya katılan taraflar Bağdat'ta 23 Mayıs 2012 tarihinde
görüşmelerini geliştirmek konusunda uzlaşmış olsalar da, hem İsrail hem de
Batı, Tahran'a yönelik yaptırımlar rejimini kolaylaştırdıklarına dair en ufak
bir belirti bile göstermediler. İran'ın lider kadrosunun elektrik üretmek ve
medikal reaktörlere yakıt sağlamak üzere sivil nükleer yetenekler kullandığına
(böylelikle, Tahran'ın piyasalara ihracat yapması için temel petrol
rezervlerini çeşitlendirmesini sağladığına) dair iddiaların ardından, İran'ın
Ruhani Lideri Ayetullah Ali Hamaney, İran'da nükleer silahların kullanılmasına
dair dini bir yasak getirdi. Son görüşmeler sırasında ise, İran'ın müzakerecisi
Said Celili, Nükleer Silahların Yaygınlaştırılmasının Önlenmesi Antlaşması
(NPT) dahilinde güvence altına alındığı üzere, İran'ın sivil nükleer program
yürütme hakkı olduğunu vurguladı. Her ne kadar Tel Aviv'in elinde halihazırda
75 ila 400 kadar nükleer savaş başlığı bulunsa da, İsrail Savunma Bakanı Ehud
Barak, İran'ın elindeki uranyumun tümünün %20 oranında zenginleştirildiği
noktasında ısrar ediyor ve bu durumun, İran'ı "güvenilir" bir komşu
ülke olma noktasından çıkardığını düşünüyor.
Hem
CIA'in başında bulunan David H. Petraeus hem de Amerikan Ulusal İstihbarat
Direktörü James R. Clapper Jr., İran'ı nükleer silah geliştirmekle suçlamak
için herhangi bir inandırıcı kanıtın olmadığı konusunda hemfikir. Dolayısıyla,
İran'ın sivil nükleer programına yönelik istihbarat operasyonlarının pişkin
kabahatliliği, oldukça sarsıcı bir hal alıyor. ISSSource'un kısa süre önce
teyit ettiği gibi, Stuxnet bilgisayar virüsünün yerleştirilmesinden sorumlu
kişiler, iran'ın Natanz'daki nükleer tesislerine sabotajda bulunmak üzere bu
virüsü kullanmışlar; ve bu kişiler Mujahedeen-e-Khalq (MEK) üye-siymişler. MEK,
Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın terörist örgütler arasında saydığı bir örgüt
olup, 1965 yılında Amerika'nın desteklediği Iran Şahı Muhammed Rıza Pevlevi'nin
monarşisini galeyana getirmek üzere kurulan Marksist-İslamcı bir kitle siyasi
hareketidir. Grup, ilk başlarda 1979 İslam Devrimi'nin ardından Ayetullah
Humeyni'nin başını çektiği devrimci din adamlarının yanında saf tuttu; ancak
bir güç mücadelesi sırasında rejime sırtını dönünce, grup, 1981 yılında İran'ın
Devrim Muhafızlarına karşı bir kentsel gerilla savaşını başlattı.
Örgüte,
daha sonraları Saddam Hüseyin sığınma hakkı verince, Irak topraklan içinden
İran'a saldırılar başlattılar. Bu saldırılar sırasında yaklaşık 17.000 İran
vatandaşı öldürüldü. MEK, Paris merkezi i İran Ulusal Direniş Konseyi NCRI'nin
ana unsuru olarak varlığını sürdürüyor. NCRI, kendilerini İran'da "demokratik,
seküler ve koalisyon hükümeti kurma amacı güden sürgünde bir parlamento"
olarak tanımlıyor ve iran'daki demokratik örgütlerin, grupların ve kişiliklerin
bir koalisyonundan oluşuyor.
Her
ne kadar İslam Devrimi'nin ardından birçok kez üst düzey Amerikan askeri
personelinin öldürülmesinin ardında bu örgütün parmağı aransa da, New Yorker'ın
aktardığına göre Mujahedeen-e-Khalq'in üyeleri, bizzat 2005 yılında Nevada'daki
bir üste Ortak Özel Operasyonlar Kumandanlığı JSOC tarafından iletişim,
kriptografi, küçük birim taktikleri ve silah kullanma eğitimleri almışlar.
JSOC, İran'daki büyük iletişim sistemlerine nasıl girileceği konusunda MEK
üyelerine yol gösterdi; Amerikan istihbaratıyla paylaşmak üzere grubun İran
içinde yapılan telefon görüşmeleri ve SMS mesajlaşmalarını ele geçirmelerini
sağladı. Saddam Hüseyin'in devrilmesinin ardından Irak Ordusu iki kez Eşref
Kampı'na girmeye çalıştı. Burası, yaklaşık 3200 personelin bulunduğu, MEK'm
askeri kanadının 2009 yılına dek Amerikan ordusunun dış güvenlik koruması
altında ikamet ettiği bir "mülteci kampı" idi. Amerika'nın Irak
elçiliği ve Dışişleri Bakanlığı'nın tam desteğiyle, Birleşmiş Milletler'in Irak
özel temsilcisi Martin Kobler, MEK isyancılarının Bağdat havalimanı
yakınlarındaki eski bir Amerikan askeri üssüne (ismi de çok komik:
"Özgürlük Kampı") yerleştirilmesi için girişimlerde bulundu. Amaç,
MEK ile Şiilerin başını çektiği Irak hükümeti arasındaki şiddet dolu
çatışmaların önüne geçmekti. Grup, uzun süre İsrail'den maddi destek aldı.
İsrail, örgütün Paris'teki siyasi üssünden İran'a yayın yapması için yardım
ederken, MEK ile NCRI de İran'ın nükleer programı konusunda ABD'ye sürekli
istihbarat sağladı. Zaten bu istihbarat sonucunda Natanz'ta uranyum
zenginleştirme tesisi olduğu 2002 yılında ortaya çıktı.
Dış
İlişkiler Konseyi'ndeki üst düzey kişiler, MEK'i "totaliter eğilimleri bulunan
tarikat-vari bir örgüt" olarak tanımlarken, NATO'nun Müttefik Yüksek
Karargahı kumandanı General Wesley K. Clark, New York'un eski valisi Rudy
Giuliani, 9-11 Komisyonu eski başkanı Lee Hami İyon gibi duayen devlet
adamlarına, MEK'i Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın Yabancı Terörist Örgütler
listesinden çıkarılmasına yardım etmeleri için 20.000 ila 30.000 dolar arasında
bir para ödendiği ortaya çıktı. NCRI'nin başında bulunan Maryam Rajawi,
halihazırda Paris'te yaşıyor ve ardına Amerikalı ve AB'li devlet adamlarının
desteğini alıyor. Rajawi'nin 1991 yılında Saddam Hüseyin'in Irak Kürtleri'ni
katlettiği sırada sarf ettiği şu sözleri pek ünlüdür: "Türkleri
tanklarınızın altına alın ve mermilerini İran Devrim Muhafızları için
saklayın." MEK güçlerinin gerçek -lcştirdikleri ve belgelendirilmiş
vahşet vakalarına rağmen, AB Konseyi, bu grubu 2009 yılında AB'nin terörist
örgütler listesinden çıkardı. Bu olayın şerefine NCRI'nin sözcüsü Şahin
Gobadi'nin sözleri ise, "Bizim tek istediğimiz İran'da demokratik
seçimlerin gerçekleştirilmesi" şeklinde oldu.
Her
ne kadar Amerika'da halihazırda görev alan ve geçmişte çalışmış olan
yetkililer, İran'ın teslime hazır bir nükleer savaş başlığı sahibi olmaktan
fersah fersah uzakta olduğu ve BM'nin nükleer denetimlerinin dışında herhangi
bir gizli uranyum zenginleştirme alanına sahip olmadığı konularında hemfikir
olsalar da, MEK ile İran'ın Natanz nükleer tesisindeki yüzlerce santrifüjün yok
edilmesine neden olan Stuxnet bilgisayar virüsü arasındaki bağlantılara
dair alınan son bilgiler, kasti ve. daha önce eşi benzeri görülmemiş bir
sabotaj olarak kabul ediliyor. Stuxnet, bu zamana dek bulunmuş en sofistike
kötücül yazılımdır. Virüsün hedefi, Siemens'in Simatic WinCC Step7
yazılımıdır. Bu yazılım, nükleer güç tesisleri ve elektrik santralleri
gibi endüstriyel sistemleri, Windows-temelli bir PC üzerinden takip eder.
Stuxnet'in varlığı keşfedilmeden önce, anti-virüs yazılımları tarafından tespit
edilemiyordu ve sanki Microsoft Windows açısından yasal bir yazılım şeklinde
tasarlanmıştı. Stuxnet'in yükünün teslim edilmesinin ardından, kötücül yazılım,
santrifüjlerin işletim hızını değiştirdi ve en sonunda makinelerin hasar
görmesine yol açtı. Denetleme operatörü açısından ise tüm bunların normal
faaliyetler olduğu yönünde bir izlenim doğurup, acil önlemlerin uygulamaya
konmasını engelledi. ISSSource, Stuxnet virüsünün MEK üyesi olduğuna inanılan
bir sabotajcı tarafından Natanz nükleer tesisine yerleştirildiğini teyit eden
mevcut ve emekli Amerikan istihbarat yetkililerinin sözlerini aktardı. USB
hafıza kartı aracılığıyla kötücül yazılımı gönderen grup, Natanz nükleer
tesisindeki en az 1000 santrifüje zarar verecek yetiye sahipti. MEK, aynı
zamanda, İranlı nükleer bilim adamlarını öldürmekle ve Tahran'ın Shehab-3 orta
menzilli füzelerinden çoğuna ev sahipliği yapan İran'ın batısındaki Honamabad
kenti yakınlarındaki bir yer altı üssünü yerle bir eden bir patlamayı
gerçekleştirmekle suçlanıyor.
NBC
Nevys'un aktardığına göre, İsrail, 2007 yılından beri İranlı beş nükleer
fizikçinin öldürülmesinden sorumlu MEK üyelerine finansman, eğitim ve silah
yardımında bulundu. New York Times'ın aktardığına göre ise, ABD'nin eski
başkanı George W. Bush", İran'ın Natanz tesisine sabotajda bulunmaya
yönelik gizli bir harekâta izin vermişti.
Stuxnet
kodlamasının karmaşık yapısından dolayı, güvenlik uzmanlarına göre bu virüsün
icat edilmesi, "ulusal bir hükümet ajansının işi olmalı."
Stuxnet'i parçalarına ayırmış olan bağımsız bilgisayar güvenliği uzmanı Ralph
Langner, İran'ın nükleer programına sabotaj düzenlemeye dönük kötücül yazılımın
icat edilmesinden İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri'ni suçluyor. Şöyle ki,
Stuxnet'in endüstriyel operasyonlarda otomasyon sağlamaya dönük endüstriyel
tesislerde kullanılan Programlanabilir Mantıksal Denetleyicileri'ni (Programmable
Logic Controller - PLC) hedeflediği düşünüldüğünde, kötücül yazılımı
tasarlayanların programlama dili konusunda ayrıntılı bilgi sahibi olması
gerekmekteydi. Ayrıca şu da anlamlı: Alman elektrik mühendisliği şirketi
Siemens, 2008 yılında Amerikan şirketlerinden biriyle işbirliğine giderek,
İran'ın zenginleştirme tesislerindeki kilit ekipman olarak belirlenen
bilgisayar kontrolörlerindeki kırılgan noktaları ortaya çıkarmak üzere çalıştı.
İstihbarat uzmanlarına göre, Stuxnet virüsünün sınanması, İsrail'in Negev
çölünde yer alan Dimona kompleksinde gerçekleşti. Söz konusu çöl, İsrail'in pek
bilinmeyen nükleer silah programına da kucak açıyor.
Beyaz
Saray'ın halihazırda kitle imha silahları konusundaki koordinatörü Gary
Samore'ye katıldığı bir basın konferansında Stuxnet virüsü sorulduğunda yanıtı
şöyle olmuştu: "Santrifüj makineleriyle sorunlan olduğunu duymaktan
memnunum. Amerika ve müttefikleri, bu durumu daha da karmaşıklaş-tırmak için
elinden gelen her şeyi yapacaktır."
Uluslararası
Atom Enerjisi Ajansı IAEA'nın eski başkanı Hans Blix ise, IAEA'nın İran'ın
nükleer faaliyetlerine dair yayınladığı haberlere karşı duruyor ve ajansı,
Amerika ve İsrail'den alınmış ancak teyit edilmemiş istihbarata güvenmekle
suçluyor. Amerikan nükleer silah üretim programlarının eski direktörü Clinton
Bastin ise, İran'ın nükleer silah üretme kapasitesine ilişkin olarak Başkan
Obama'ya bir mektup gönderdi. Bastin, mektubunda Başkan'a şu hususu yeniden
anımsattı: "İran'ın gaz santrifüj tesislerinin nihai ürünü, yüksek
düzeyde zenginleştirilmiş uranyum hexafluorid olacaktır. Bu gaz ise, silah
yapımında kullanılamaz. Gazın metale dönüştürülmesi, bileşenlerinin üretilmesi
ve onlann daha önce İran'da hiçbir zaman kullanılmamış türden tehlikeli ve
zorlu teknolojiler yardımıyla büyük patlayıcılarla birleştirilmesi, uzun yıllar
alacaktır. Bunun sonucunda ortaya çıkan silah ise, eğer füze yardımıyla
gönderilmek üzere tasarlanmış ise, bir kiloton konvansiyonel yüksek
patlayıcılarla eşdeğer olacaktır."
İran'ın
nükleer güç programını kınarken ABD ve İsrail'in teatral tavırları, İran
halkına oldukça pahalıya patladı. Keza söz konusu halk, türlü yaptırımlara,
cinayetlere, kınamaya ve sabotaja maruz kaldı. Amerika, 1951-1998 yılları
arasında 70.000'in üzerinde nükleer silah üretmişti; İsrail ise 75 ila 400
arasında değişen savaş başlıklarından oluşan nükleer silah stoğuna sahip
bulunuyor. Halihazırda Nükleer Silahların Yaygınlaştırılmasının Önlenmesi
Antlaşması (NPT) bağlamında ortaya konan uluslararası yasal çerçeve, barışçıl
amaçlı nükleer enerji programları yürütülmesi hakkını güvence altına alıyor.
Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail'in Mossad ve CIA gibi uluslararası
gruplar yoluyla yürüttükleri kasti provokasyonlar ise, uluslararası hukuk,
güvenlik ve insan yaşamının değeri karşısında en bariz hakaret olarak
görülmeli. Ana akım medya ise, İngilizce konuşan ülkelerin halklarının
beyinlerini yıkamak için, İran teokrasisinin "provoke edilmemiş
terör" başlatmak üzere güttüğü ideolojik gayelere dair uydurma bir diskuru
benimsemiş bulunuyor. Ancak, bir yandan da İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber
Salhi gibi figürler ise, nükleer silah sahibi olduklarını halkın önünde
reddediyor.
MEK,
kurulduğu günden bu yana binlerce sivilin ölümünden sorumlu bir örgüt. Eğer
Amerika ve İsrail, İran'a karşı savaş başlatsalardı, saldırgan uluslar büyük
ihtimalle İran Ulusal Direniş Konseyi'ni -yani nam-ı diğer sürgündeki
parlamentoyu- ülkenin meşru hükümeti olarak tanıyacaklardı. Amerikan Dışişleri
Bakanlığı'nın MEK'i Yabancı Terörist Örgüt olarak kabul ettiği Websitesinde de
şöyle belirtilmektedir: "ABD'de yaşayan veya ABD yasalarına uymakla
yükümlü birinin, terör örgütü olarak tanımlanmış bir tarafa kasten "maddi
destek veya kaynak" sağlaması hukuka aykırıdır."
MEK,
sürekli olarak Amerika'nın terör örgütleri listesinden çıkma yolları ararken,
grubun affedilemez saldırılarının tarihin tozlu raflarına kaldırılmaması
gerekiyor. NCRI'nin lideri Maryan Rajavi, kendisini "demokrasi
yanlısı" bir figür olarak tanıtmayı tercih edebilir; ancak uluslararası
camianın sorumlu kesimleri, bu kişinin başında bulunduğu örgüt ve ona bağlı
kişilerin eylemlerini açıkça kınamalıdır. Stuxnet virüsü icat edilirken
herkesin aklında İran'ın nükleer programını çökertmek vardı; keza dünya
çapında Stuxnet vakalarının %60'ı İran içinde oldu. Amerikan istihbarat
kaynaklarının dikkat çektiğine göre, Amerikalı ve İsrailli yetkililer, yeni bir
Stuxnet virüsü oluşturmak üzere çalışmalarını sürdürüyorlar. Virüsün adı
"Duqu" olacakmış. Rusya'da Kaspersky Lab'da baş güvenlik uzmanı olan
Alexander Gostev, Stuxnet ve Duqu'da kullanılan sürücüleri inceledi ve her iki
virüsü de büyük olasılıkla aynı ekibin tasarladığı sonucuna vardı; keza iki
virüsün kötücül yazılım kodlarında kesişimler bulunmaktaydı.
DUQU VİRÜSÜ de Microsoft
Windows sistemlerine yönelik olup, ileri ve daha önce bilinmeyen bir
programlama diliyle yazılıyor. Büyük oranda İran'ın nükleer programlarıyla
ilintili bilgi hırsızlığı yeteneklerini kullanmaya dönük birçok yazılım
unsurunu içeriyor. Duqu'nun daha sonraki virüslerin "güvenli yazılım"
olarak görülmesi için dijital sertifikalan çalma kapasitesi de bulunuyor.
Duqu'nun hedef ağları içinde çoğaltılma yöntemleri henüz bilinmiyor; ancak
modüler yapısından dolayı daha sonraki siber-fıziksel saldırılarda teorik
olarak özel bir içerik kullanılabilir. Dünya çapında döviz piyasalannda ve
programlama kodlarında bir savaş başlarken, gizli provokatörlerin ekonomik
yapılan manipüle etmesi ve sabotaj eylemlerine girişmesi durumunda
cezalandırılmasına yönelik yeni bir uluslararası-yasal çerçeve belirlenmesi
yönündeki gereksinim hiç bu kadar büyük olmamıştı. (Globalresearch)
KAYNAK:
TURQUIE DIPLOMATIQUE, 15 Haziran-15
Temmuz 2012, SAYI: 40-41
BM
tarafından Suriye için üzerinde anlaşmaya varılan ateşkese uyulup uyulmayacağı
beklenirken, galiba bazı Türk yetkililer, Devlet Başkanı Beşar Esad'ın ateşkesi
delmesini umuyor. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Şam'daki eski
müttefikine bu denli kararlılıkla karşı gelmesinin ardından, hikâyenin sonunda
Esad'ın daha uzun yıllar iktidarda kalması olasılığı, Ankara açısından adeta
bir kâbus senaryosu. Saddam Hüseyin'in 1991 yılındaki Birinci Körfez Savaşı
sonrasında gücünü muhafaza etmesi, Suriye'deki olayların da bu yönde
seyredebileceğine uyarı örneği teşkil ediyor.
2011
yılının ilkbahar aylarında, Suriye ilk kez Esad'ın baskıcı iktidarına yönelik
toplu gösteriler ile sarsılmaya başladığında, Erdoğan Türk televizyonlarında
ortaya çıktı ve protestoları kınadı. Erdoğan o
dönemlerde, ülkeyi birçok kez ziyaret ettiğini ve ziyaretleri sırasında
Suriyelilerin, liderlerini ne kadar çok sevdiğini gördüğünü açıkladı.
Erdoğan'ın o zamanki dayanışma beyanı, iki lider arasındaki dostluğun yakın,
şahsi bir dostluktan çok daha fazlasına dayandığını gösteriyor. Erdoğan
ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Türkiye'nin Orta Doğu'daki etkisinin,
Esad'ı sessiz sedasız bir şekilde, protestoları liberal yoldan çözmesini
sağlamak için ikna etmekten geçtiği konusunda emindi. Ancak Esad,
Türkiye'nin bu önerisini geri çevirdi. Esad buna ilaveten, çevresinde Türkiye'ye
geleneksel olarak yakın olan kişileri hedefli bir şekilde iktidardan indirdi ve
bunun yerine, protestoculara karşı sert bir şekilde müdahale edilmesini öneren
İran'ı dinlemeye karar verdi. Müslümanlar arasındaki belli bir dayanışmanın ve
Batı'ya yönelik ortak bir düşmanlık dışında Türkiye ve Iran, Orta Doğu'da hep
iki büyük rakipti. İki ülke de bölgede dominant güç olma hırsına sahip.
Erdoğan'ın daha sonra Esad rejiminin protestolara müdahalesi konusunda
sergilediği yoğun tepkisi, bu nedenden dolayı da kırılan bir gurunun
işaretiydi. Ancak Türkiyee'nin imkânları şu ana kadar kısıtlı. Ülkede,
Suriye topraklarında bir tampon bölgenin oluşturulması konusunda açıkça
spekülasyonlar yürütülmesine rağmen, Türkiye böyle bir adımı tek başına atmaya
hazır değil. Bunlar kısmi olarak uygulamaya ilişkin düşünceler, çünkü
getireceği lojistik külfet, başarısız olma korkusu kadar büyük. Ancak başarı
dahi tehlikeler barındırabilir. Ankara'nın caddelerinde Osmanlı'yla ilgili
nostaljik hatıraların kol gezdiği bir dönemde, uluslararası bir koalisyonun
parçası olmayan ve bir zamanlar Osmanlı dönemine ait olan yere ayak basan Türk
birlikleri, Arap komşularda alarm zillerinin çalmasına neden olabilir. Çünkü
Suriyeliler, yeni bir Türk hegemonyası mevzubahis olduğunda çok fazla coşkulu
olmuyor.
-Güçsüzlük
İşareti—
Suriye
konusunda, Türkiye ve Suriye'deki uluslararası topluluğun karşı karşıya kaldığı
başlıca sorun, muhalefetin dağınık olmasıdır. Asilere silah tedarik edilmesine
karar verilse bile, tam olarak kimlerin desteklenmesi gerektiği konusunda karar
vermek oldukça zor. Aynı şekilde de Esad'ın iktidarını bırakmaya zorlanması
bile, Suriye'de gerçekten de istikrarlı ve demokratik bir devletin oluşacağının
garantisi değil. Ancak statükonun muhafaza edilmesi Türkiye açısından aynı
şekilde zarar verici nitelikte. Bu sadece süregelen bir belirsizlik anlamına
gelmiyor. Erdoğan'ın Esad'a karşı açık bir şekilde saf belirlemesi ve ona karşı
açıkça baskı uygulaması sonrasında, Esad'ın hâlâ iktidarda kalması, nihayetinde
çaresizce bölgesel güç olmak için çabalayan Ankara'nın güçsüzlüğüne işaret
ediyor.
(Berlin Merkezli Güncel
Konulara İlişkin Tartışmalara Yer Veren Internet Dergisi The European - 24
Nisan 2012)
KAYNAK:
TURQUIE DIPLOMATIQUE, 15 Haziran-15
Temmuz 2012, SAYI: 40-41
[UYARI NİTELİĞİNDE BİR YAZI]
ABD'de, 2002 yılından
beri, en büyük altı banka en az 207 ayrı cezaya çarptırıldı ve tüm bunların
toplam maliyeti 47,8 milyar doları buldu. Bu bankaların tümü en az 22 kez kural
ihlalinde bulundu; hatta içlerinden birisi üç farklı kıtada yedi ülkede 39
kural ihlaline imza attı. 2010 yılında en büyük altı bankanın dördünün
yöneticileri için verilen ortalama tazminat, 17,3 milyon dolar düzeyinde. Yani,
ortalama Amerikalı işçilerin aldığı meblağın 262 katından daha fazla. 2011
yılında en büyük altı banka, lobi faaliyetlerine 31,5 milyon dolar para
harcadı. Altı banka ise, 234 adet kayıtlı lobici çalıştırıyor.
Kevin
Zeese
Son yıllarda birçok
büyük finans çevrelerinden birçok kişi, Amerika'nın finansal sistemindeki fay
hatlarına alenen maruz kaldılar. Kendilerinin içeriden aktardığına bakılırsa,
bizim gözlerimizle gördüğümüz yolsuzluk son derece gerçek. Ve daha da önemlisi,
sistemin içindekiler de bunu gayet iyi biliyorlar. Finans sektöründe görev alıp
bu açgözlülük çemberini kırabilenler, vicdansız bir sektörün vicdanı haline
gelebilirler. Bu kişilerin cesaretinin halen "bulaşıcı"
olduğunu ve diğerlerinin de onların açtığı yoldan gidebileceğini umalım.
Büyük finans
çevrelerinin içinde bir devrimin yaşanması gerekiyor. Ancak bu şekilde finans
sektörü açgözlülükten bonkörlüğe, oburluktan mülayimliğe, bencillikten
yardımseverliğe doğru radikal bir dönüşüm yaşayabilir.
Büyük finans
çevrelerinde yaşanan yolsuzluk vakalarına dair incelemeler, M&T Bank'ın
yönetim kurulu başkanı ve CEO'su olan Robert Wilmers'ın kısa süre önce
ortaklarına yazdığı bir mektup üzerine patlak verdi. Mektupta, "bu
konuda bir jenerasyondan daha uzun süre vakit geçirmiş biri için, bir meslek
olarak bankacılığın bu denli gözden düştüğü bir zamanı anımsamak son derece zor
oluyor" demiş; yapılan anketlere dayanarak, "Amerikan halkının
sadece dörtte birinin, bankerlerin dürüstlüğüne güvendiğini"
belirtmişti. Wilmers'a göre tüm bunların sebebi, büyük finans çevrelerinin hatasından
ileri geliyor:
"2002 yılından
beri, en büyük altı banka en az 207 ayrı cezaya, yaptırıma veya yasal
müeyyideye çarptırıldı ve tüm bunların toplam maliyeti 47,8 milyar dolan buldu.
Bu bankaların tümü en az 22 kez kural ihlalinde bulundu; hatta içlerinden
birisi üç farklı kıtada yedi ülkede 39 kural ihlaline imza attı."
Wilmers, ayrıca,
bankerlerle diğer Amerikalılar arasındaki gelir eşitsizliklerine dikkat
çekerek, bunun kısa süre önce başlayan bir gelişme olduğunu anımsatıyor
bizlere. Sadece birkaç kuşak öncesinde, "finansal hizmetler
endüstrisindeki ortalama tazminat, tarım sektöründe çalışmayan bir Amerikalı
işçinin ortalama geliriyle tamamen eşit idi." Ancak bugün durum
değişti:
"Amerikan
ekonomisinin moralinin hayli bozuk olduğu bir dönemde, birçok kişi işsizken
veya yeterli bir istihdam düzeyi yakalanamamışken, 2010 yılında en büyük altı
bankanın dördünün yöneticileri için verilen ortalama tazminat, 17,3 milyon
dolar düzeyinde. Yani, ortalama Amerikalı işçilerin aldığı meblağın 262
katından daha fazla. Bankacılık endüstrisinin halkın gözünde bu denli
eleştirilmesi ve Wall Street yöneticileri ve onların niyetlerine kuşkuyla
yaklaşılması, şaşırtıcı olmasa gerek."
PEKİ, FİNANS ENDÜSTRİSİ
NASIL OLDU DA BÖYLESİNE KOKUŞMUŞ, YOLSUZLUĞA GÖMÜLMÜŞ BİR KİTLEYE DÖNÜŞÜVERDİ?
Wilmers, bu sorunun
yanıtının Glass-Steagall yasasının ilga edilmesinde arıyor. Söz konusu yasa, "Büyük
Buhran'ın ardından temkinli bir şekilde inşa edilmiş; yatırım bankalarının
geleneksel bankaların dışında tutulmasını öngörmüştü." Bankalar, "kamu
hizmetlerini kendi yükümlülüklerinin bir parçası olarak görmüş; ekonomide net
ancak sınırlı bir rol oynamış; tasarruflarda bulunmuştu. Ticaret ve
spekülasyon, bu denklemin hiçbir noktasına dahil edilmemişti."
Öte yandan, 1970'li ve
1980'li yıllarda bankacılık faaliyetleri, bilinen şeylere yatırımda bulunma
noktasından ayrılarak "az bilgi sahibi olunan" alanlara
yatırım noktasına kaydırıldı. Bu da büyük riskler doğurdu. Bankalar, riski
azaltacak yerde, "anlamadıkları yatırımlarda bulunarak" kısa yoldan
kar elde etmek istediler. Ancak kimse neler olup bittiğini tam olarak anlamadı.
Bu süreçte, Amerikan ekonomisinin tümünü çarpıttılar. 1999 yılında Glass-Steagall
Yasası'nın iptal edilmesi sonucunda yatırım bankaları ile geleneksel
bankaların arasında bir bütünleşme yaşandı. Wall Street ise, güvenilir
yatırımlarda bulunmak yerine, "giderek saydamlığını yitiren mali
araçlar kullanmaya yöneldi." Bu durum ise, "krizin
tohumlarının ekilmesine ve bugün de devam eden talihsiz değişimlerin
yaşanmasına yol açtı."
Wilmers, ortada daha
büyük çaplı, sistemik bir problem olduğunu düşünüyor. "Bu sorun sadece
bankerlerle ilgili değil, onların düzenleyicileriyle de ilgili. Sadece
yatırımcıları değil, onlara danışmanlık yapmak üzere para alanları da; sadece
özel finans çevrelerini değil, hükümetin desteklediği kesimleri de
kapsıyor." Sonuçta, zamanında herkesin saygı duyduğu kurumlar ve
onların liderlerine halkın duyduğu güvende ciddi bir hasar baş gösteriyor.
Wilmers, ortada daha
büyük çaplı, sistemik bir problem olduğunu düşünüyor. "Bu sorun sadece
bankerlerle ilgili değil, onların düzenleyicileriyle de ilgili. Sadece
yatırımcıları değil, onlara danışmanlık yapmak üzere para alanları da; sadece
özel finans çevrelerini değil, hükümetin desteklediği kesimleri de kapsıyor."
Sonuçta, zamanında
herkesin saygı duyduğu kurumlar ve onların liderlerine halkın duyduğu güvende
ciddi bir hasar baş gösteriyor. Ekonomik çöküşün ardında aslında birçok kişinin
parmağı var ve bu kişiler aslında ekonomik krizin yaklaştığına dair alarm
zilini çalması gereken kişiler. Ne yazık ki
"Wall Street
bankaları, onların kapasitelerini sınırlandıracak düzenlemelere karşı mücadele
etmeyi sürdürüyorlar; bir yandan da arkalarına bir takım güvenceler alıyorlar.
Dolayısıyla, vergi mükelleflerini yüksek bir risk altına sokan bir sistemi
ortaya koymaya çalışıyorlar. 2011 yılında en büyük altı banka, lobi
faaliyetlerine 31,5 milyon dolar para harcadı. Altı banka ise, 234 adet kayıtlı
lobici çalıştırıyor."
Wilmers, "derhal
Wall Street bankaları (ki bu bankalar mali krizde asli bir rol oynamış ve halen
de ekonomiye zarar vermeye devam etmektedirler) ile diğer bankaların (ki bu
bankalar da krizin kurbanı olmuşlardır) arasında bir ayrım yapılması
gerektiğini kaydediyor." Birçok aktivist, WalI
Street ile topluluk bankaları ve kredi birlikleri arasında bir ayrım olduğunu
görüyorlar; dolayısıyla "PARANIZIN YERİNİ DEĞİŞTİRİN" kampanyasını
başlatmış bulunuyorlar.
Bankacılık sektöründeki
ikinci bölünme örneği ise, Dallas Federal Rezerv Kurulu'nun baş araştırmacısı
Harvey Rosenblum'un yayımladığı bir raporda görülebilir. Raporun ismi, "NİÇİN
ARTIK BATMAK İÇİN ÇOK BÜYÜK YAKLAŞIMINI SONA ERDİRMELİYİZ?". Raporda,
Amerika'daki en büyük beş bankanın elinde tüm banka varlıklarının %52'sinin
bulunduğunu gösteren istatistiklerden söz ediliyor. Raporun dikkat çektiği bir
diğer unsur da şu:
"Amerikalı işçiler
ve vergi mükellefleri, güven inşa etmek üzere geniş kapsamlı bir ekonomik
düzelme talep ediyorlar. Müreffeh günlere geri dönüş için finans sektörünün
reforma tabi tutulması gerekiyor. Özellikle de söz konusu yeni yol haritası
çerçevesinde, finans kurumlarının neden
olduğu potansiyel tehlikeler çevresinde yeni yollar bulunması lazım. Dallas Fed
Başkanı Richard W. Fisher, raporun giriş bölümünde, "mega-bankaların
boyutlarının küçültülmesi" çağrısında bulunuyor ve bunun sebebi olarak
da, ekonominin çevresinde bir uğultu misali dönüp dolaşan "batmak için
çok büyük" yaklaşımının aslında gereğinden fazla maliyetli olduğu
gerçeği gösteriliyor.
Rosenblum, tıpkı Wilmers
gibi, WalI Street'in açgözlülüğü sonucunda Amerikalıların kapitalizme olan
inançlarını yitirdiklerinin farkında.
"WalI Street'i
İşgal Et hareketinden tutun Çay Partisi'ne dek birçok grup, hükümetin
desteklediği banka kurtarma girişimlerinin sosyolojik ve siyasi olarak
saldırgan olduğunu iddia ediyorlar. Ekonomik bir perspektiften bakıldığında
ise, söz konusu kurtarma paketleri, piyasanın etkin bir şekilde işlemesi
açısından da zararlı oldu."
Rosenblum'a göre, "batmak
için çok büyük olarak kabul edilen bankalara dair kurtarma işlemleri,
ekonominin genel anlamda topyekün düzelmesinin önünde bir engel teşkil
ediyor."
Rosenblum, mali krizin
patlak verme sebebi olarak, "bankaların olduğu kadar düzenleyici ve
siyasi sistemlerin de başarısızlığı" olduğunu düşünüyor. Ona göre,
yaklaşan tehlikeli olayları çok az insan öngörebildi ve bunun sonucunda da
olaylar kısa sürede kontrolden çıkıverdi. Düzenleyici ve siyasi sistemler
başarısızlığa uğrayınca, hukukun üstünlüğü uygulanmayınca, "verilen
teşvikler genellikle hedefinden şaştı; bencillik halleri kötücül bir hal aldı.
Açgözlü tavırlar ise, yenilikçi yasal zihniyetlerin mali bütünselliğin
sınırlarını öteye taşımasına yol açtı."
Rosenblum'a göre,
ekonomik düzelmenin zayıf seyretmesinin "başlıca sebebi", kamu
bankalarından ziyade, batmak için çok büyük kabul edilen mali bankalar.
"Büyük bankaların çoğu zaten kötü durumdaydı. Buna karşın ülkedeki küçük
çaplı bankalar aslında çok daha iyi konumdaydı. Bu bankaların çoğu kendilerini
çok büyük risklere atmadılar." Rosenblum'un vardığı sonuç ise şu şekilde:
"Mali krizlerden
görece olarak kurtulmuş bir ekonomiye erişmek için, ancak ve ancak, dev
bankalarla ilişiğimizi kesme cesaretini göstermemiz gerekiyor."
Finans çevreleri
arasındaki en ses getiren görüş ayrılığı ise, Mart ayı ortasında Goldman
Sachs'ın yöneticisi Greg Smith'in New York Times'ta yayımlanan bir mektup
sonucunda istifa etmesiyle yaşandı. Mektupta, Goldman Sachs'ta mevcut olan "tehlikeli
ve yıkıcı ortam"dan söz ediliyor; tüm çalışanların en sofistike
yöntemleri kullanarak "müşterilerin ceplerini boşaltmaktan"
başka bir şey yapmadıklarından dem vuruluyordu. Smith'in yaptığı eleştirinin
merkezinde ise, kendisinin de asli bir oyuncu olduğu türev piyasası
bulunuyordu.
Halka açık bu istifa
mektubunun belki de en ilginç yanı ise, çok fazla sayıda yorumcunun aslında bu
itiraf karşısında pek de şaşırtmamasıydı. Amerikan İşçi Kurumu'nun eski
Sekreteri Robert Reich, tartışmayı daha da genişleterek, Goldman'daki durumu
1920'li yıllara dek götürdü ve WalI Street'in tüm büyük bankalarında -sadece
Goldman'da değil bu sömürme
mantalitesinin olduğundan söz etti. Reich'e göre, bu durum, "güç ve
güvenin salgın bir şekilde suiistimal edilmesi"nden ileri geliyor. Bu
yolsuzluk kültürü, "1980'li yıllardaki çürük tahviller ve içeriden
bilgiye dayanan ticaret gibi skandallara yol açtı ve 1990'ların sonlarında ve
2000'lerin başlarında yaşanan diğer skandallar sonucunda, 2008'deki krizin yolu
döşenmiş oldu."
Peki, finans sektörünün
radikal bir dönüşümden geçmesini, ekonominin demokratikleşmesini ve halkın
gerçek bir güce sahip olduğu katılımcı bir demokrasinin temellerinin atılmasını
isteyen Amerikan halkı açısından bu çöküşler ne anlama geliyor? Şu anlama
geliyor: mevcut güç yapısını ayakta tutan temellerin giderek zayıfladığına
tanıklık ediyoruz ve bunun sonucunda da halkımız iktidardan değişim talebinde
bulunmak için kritik bir eşiğe ilerliyor. WalI Street'i İşgal Et hareketiyle
birlikte çalışan bir mühendis olarak Steve Chrismer'in görüşleri önemli:
"İşgal Et önemli
bir hareket çünkü sadece altı ay önce başlamış olmasına karşın güçlü duvarların
aslında ne denli güçsüz olduğunu görüyoruz. Gücü ayakta tutan temelleri
zayıflatmak için bu çatlaklar üzerine çalışmalıyız. Ancak bu şekilde şiddet
içermeyen bir şekilde bu çatlakları! aralayıp içinden geçecek enerjiye
kavuşuruz."
Büyük finans
çevrelerinin içindeki birçok kimse de bugün konuştuğumuz bu meselelerin
farkında aslında. Ancak çok az kimsenin gösterdiği cesaret sonucunda, mevcut
yolsuzluklar ve güvenli olmayan riskler gözler önüne serilecek ve mali krizin
önündeki gerçek çözümlerden ancak bu şekilde konuşabileceğiz. YOLSUZLUKLARI
BİZZAT GÖZLERİYLE GÖRENLER, DAHA ÖNCELERİ KENDİLERİNİ "YALNIZ"
HİSSEDİYORLARDI; ANCAK ŞİMDİ ARTIK YALNIZ DEĞİLLER. Halkı ve gezegeni sömürmeye
çalışanları durdurmak için çalışan diğer kesimlerle aynı safta yer alabilirler.
WalI Street'teki kokuşmuşluk hali ve yolsuzluklardan ne kadar çok söz edersek,
büyük finans çevreleri içinde mevcut paradigmayı sorgulayanları da o denli
güçlendirmiş oluruz. Bankalar ve mali kuruluşlar düzeyinde ne denli protesto
yaparsak, etik olmayan hacizlere dair gerçekleri gün yüzüne çıkarırsak,
servetin niçin bazı ellerde yoğunlaştığını araştırırsak, sistem içindeki
kişiler de davranışlarını değiştirme gereği duyarlar. Çatışma ve şiddet
içermeyen taktikleri yaratıcı bir şekilde kullanarak, sosyal ve ekonomik
adalete yönelik bu harekete daha fazla insan çekeriz ve bu kişilerin o çok
özlem duyulan dönüşüm gerçeği hakkında konuşmaları için güvenilir bir ortam
sağlamış oluruz.
* Kevin Zeese, Its Our
Economy adlı kuruluşun eş başkanı ve Washington'un Ulusal İşgali hareketinin
organizatörüdür.
KAYNAK: TURQUIE DIPLOMATIQUE, 15 Haziran-15 Temmuz 2012,
SAYI: 40-41
Yaşamın içinde, hayal kırıklıklarıyla sonuçlanabilen
deneyimler de söz konusudur, abartılı zafer çığlıklarına yol açabilen mutluluk
verici anlar da. Bunların yoğunluğu ve sıklığı elbette ki kişiden kişiye
değişiklik gösterecektir. Ancak önemli olan, yaşandıktan sonra içte
biriktirilen ya da en azından bir iz bırakan ne varsa, değerinin bilinmesidir.
Derin de olsa, düş kırıklığı, kişinin özgüveniyle ilişkili olarak bir ölçüde
giderilmesi mümkün hasarlardandır, insanın, hayatta, kendini ikinci bir kez
coşup taşmak üzere hissedeceğinin garantisi ise ne derece elinde olabilir? Pek
gülümseten bir sona sahip olmasa bile her sürecin dâhilindeki sevinçler
ayıklanmalı, her sevincin temel karakterleri yüceltilmelidir. Hem sosyal
yaşamda hem de yaratıcılıkta büyük rol oynayan "olumsuzluğa bakış
açısı" ve kendini sevme konusuyla paralel gelişim gösteren "anıların
değerlendirilmesi", bu noktada öncelikli olarak önem taşımaktadır.
Neredeyse tümüyle karşılıklı odaklanma içinde geçen ve
damarlarında aşk akan on dokuz aylık bir yaşantının yarısı konumundaki birey,
bu sayede derinlerde yer eden vazgeçilemeyecek anılara ve devamında ortaya
çıkan haz verici saplantılara kavuşmuştur. Burada, üzüntü verici son, sadece
yıkıcı niteliğiyle değerlendirilmemiş, saçma gözükse bile yeni bir mutluluk
kaynağının, yani umuttan yoksun olmayan büyük bir özlem'in de habercisi
sayılmış, bu çerçevede, uzun soluklu ve tıpkı yaşanan ilişki gibi sıradanlıktan
uzak hayallere yelken açılmıştır. Bir dönüştürmeden daha çok, acı gerçekliğin,
başka yönleriyle de ele alınmasıdır bu. Bunun başarılmasında çok değerli
katkısı olan düşler, dış gerçeklikteki o sürecin adeta devamını
sunmuşlardır bireye, özlemle anılan esas karakteri de daima içinde barındıran
düşlerin hemen her gece kendini göstermesi, bilinçdışı dünyasının cazibesine
sürüklenmeyi ve dolayısıyla dış dünyadan bir ölçüde kopmayı beraberinde
getirmiştir.
Bilinçdışı âlemine dalmanın, sadece bir tercih
meselesi olmadığı söylenebilir. Onun ortaya çıkışı, sürpriz bir anda ve
beklenmedik biçimde gerçekleşebilmektedir.
Her anlamda gizemli bir tarafı olan bilinçdışı kimine
göre, çekici olduğu kadar korkulası ve iticidir de.
Birey için yine de, gönüllü ve tümüyle çekincesiz
girilse bile, bilinçdışında kaybolmaktansa, bilinçdışının etkisiyle dış
gerçeklikte kendini kaybetmek daha haz uyandırıcıdır. Hem böylelikle iki farklı
âlem arasında bireyin de aktif olabileceği bir etkileşim doğmakta ve
bilinçdışından, öteki alanda yaşanması muhtemel yaratıcı deneyimler için
istenenden de fazla katkı sağlanabilmektedir. Düşleri ve fanteziler ve hayal
gücüyle ruhunu coşkunlaştıran birey adına en şüphe götürmez şey, yepyeni
duygular ikram eden bilinçdışının, yaratıcılığın temel kaynağı olduğudur. Goethe'nin
şiiri bunu daha güzel anlatır:
"Tüm samimi gayretlerimiz için
Başarı gayri şuuri bir anda gelir.
Gülün açması olur muydu mümkün
Güneşin ihtişamını bilseydi bir gün!"
Bir tarafta, dış gerçekte olan biteni neden-sonuç
ilişkisi kurmak suretiyle değerlendirerek yaşamı düzenleme sorumluluğunu büyük
bir hazla taşıyan bilinç; diğer tarafta ise arzuların, dürtülerin, doyuma
ulaşabilme yolunda bilinci hırpalamaktan geri kalmadığı zihinsel işleyiş alanı,
yani bilinçdışı. Birinde rafine edilmiş haliyle ortaya çıkarken düşünce,
diğerinde bağımsızlık tutkusuyla gösterir kendini. Hangi zihinsel alanda
gelişirse gelişsin, her düşünce, ancak varlığın temel organı niteliğindeki
beyin sayesinde hayat bulur. Milyarlarca sinir hücresini barındıran bu iki yarı
yuvarın seyri karşısında kayıtsız kalmayan ruh ise, bütünün bir diğer önemli
unsurudur. Özellikle bilinçdışı süreçte egemen olan ruh, en anlaşılır biçimde
şöyle tanımlanabilir:
"Ruh benliktir, kimliktir, bireyin bedeniyle
evrensel ortamda oluşumu, yani bedenin tinsel varoluşudur. 'Ruh' sahip olunan
bir 'şey' değil, insanın kendisidir. (...) Onun mevcudiyeti, yani elle tutulur,
gözle görülür bir yanı yoktur, fakat o güçlü bir şekilde vardır (Yıldız 1999:16-17)."
Bireyi psikolojik açıdan ele alırken onun sosyal bir
varlık olduğunu da daima hatırında tutan psikiyatri, ruhsal yaşamın yuvası
konumundaki bilinçdışı üzerinde, özellikle Freud'dan bu yana daha da önemle
durmaktadır. Böylelikle hem patolojik durumların hem de anormal sayılmaması gereken
ruhsal etkinliklerin anlaşılabilmesi imkânsız olmaktan çıkmıştır. Bilinçdışı
kavramından ilk bahseden kendisi değilse de, çeşitli farklılıklara, sürekli
tekrarlanan sıradan eylemlere ya da kimi zaman devasa problemlere neden olan
birçok dinamik gücün, bu zihinsel sürecin derinliklerinde aranması gereğine
işaret eden Freud, bilinçdışının bilinmezliklerine giden yolda yeni ufuklar
açan bir ruhbilimcidir. Freud, hastalıkları ve hatta günlük yaşantıdaki
davranışları şekillendiren temel etkenlerin, sadece görünürdeki belirtilerin
dikkate alınarak tespit edilmesi ihtimali insanlarda büyük umutlar yaratacak
bir seviyeye gelmemişken, psikanaliz, hipnoz, rüya yorumları gibi yöntemlerle
derinlerdeki güçlerin bilince çıkartılması adına önemli çabalar harcamıştır.
Bilinçdışı işleyiş alanı, zaman ve mekanla ilgili bir
sınırlamanın içinde olmayacak kadar engin, dış dünyanın mantıksal düzenine uyma
zorunluluğu hissetmeyecek kadar özgürdür. Jung'ın, dış gerçekten bağımsız olan
bu uçsuz diyarla ilgili yaptığı benzetme dikkat çekicidir:
"(...), bilinçdışı bilincin de
biçimlendiricisidir ve yeni yaşam olanaklarının tohumları onun içinde
bulunmaktadır. Ruhun bilinç yönü denizde yükselen bir adaya benzetilebilir. Biz
yalnızca onun su üzerinde kalan bölümünü görürüz Fakat çok daha büyük,
bilinmeyen bir gerçeklik aşağıda bulunmaktadır ki bunu bilinçdışına
benzetebiliriz (Fordham 2004:23-24)."
Bilinçdışından, bilincin biçimlendiricisi diye
bahsedilmesi akıllara, benliğin, bilinçdışı sistemi tarafından kuşatılabileceği
fikrini mi getirmelidir? Öyle ya, her ne kadar o an farkında olunmasa da
bilinmektedir ki, neredeyse tümüyle dürtüler belirlemektedir eylemleri. Bununla
birlikte, bilinç ile bilinçdışı arasında durmakta olan ve bilinç öncesi adıyla
anılan bir sistem daha söz konusudur.
"Bilinç öncesi, bünyesindeki uyarımları, bilince
zorlanmadan eriştirebilen; bunu yaparken bilinçdışını hiç de dikkate almayan
bir sistemdir (Freud 2003:424)."
Ne var ki bundan, dürtülerin ve usdışı düşüncelerin
kudretiyle ilgili olumsuz bir anlam çıkarılmamalıdır. Çünkü bilinç öncesi
sisteminin bu mağrur duruşu, bilinç düzeyine uzak olmayışından kaynaklanır.
Yoksa bilinçdışındaki bir düşüncenin bilince ulaşması kaçınılmaz ise, bilinç
öncesinin de bu durumda, arada bir istasyon görevi üstlenmekten başka yapabileceği
bir şey yoktur. Sonuçta, bilinçdışı çevreleyen, bilinç ise çevrelenendir.
Ancak, bilinçdışı unsurlar bütünü psişik içerikten ibaret olduğu için,
mantıksal değerlere aykırı bir düşüncenin eyleme dönüşmesi sırasında bilincin
gözlemlenmesi bile, bilinçdışı hakkında en gerçek bilgilerin edinilmesine katkı
yapamayacaktır. Bununla ilgili olarak Rüya Yorumları'nın II. cildinde şu
satırlar yer alır:
"(...) bilinçdışı, psişik yaşantının genel alt
yapısı olarak anlaşılmalıdır. Bilinçdışı, bilincin küçük dairesini kuşatan,
dana geniş dairedir. Her bilinçli hususun, bilinçdışında bir ön aşaması vardır.
Bilinçdışı bu aşamada kalıp, yine de psişik performansın tam değerini ortaya
koyabilir. Bilinçdışı, asıl gerçek psişik husustur (...) Duyu organlarımızla dış
dünya nasıl eksik aktarılabiliyorsa, bilince ait verilerle de bilinçdışı o
kadar eksik aktarılır (Freud 2003:421)."
Öte yandan, benliğin, toplumsal alanlarla ilgili,
gerçekçilik ilkesi ışığında yerine getirmekle yükümlü olduğu işlevleri vardır.
Bunlar öncelikli işlevlerdir ve zihindeki denge için büyük önem taşımaktadır.
Zihinsel yapının, toplumsal değerleri ve ahlaki yargıları yansıtan parçası olan
süper ego, kendinden, özellikle benliği eleştirme görevinden dolayı söz
ettirmektedir. Ego ise, bilinçdışı kuralları benimseyen ve dış dünyadan
bağımsız olan İD ile idealist SÜPER EGO arasında uyum sağlama
çabasından asla vazgeçmeyecek bir karakterdedir. Hem süper egonun gözlerini
daima üzerinde hissettiği hem de enerjisini borçlu olduğu id ile bir çatışma
yaşamaması gerektiğini bildiği için, bu arabuluculuğu gerçekleştirmesi
zorunludur aslında. Freud, ego'nun, id ile yaşadığı ilişkiyi şöyle yorumlar:
"Ego, fanteziler ve hayal gücümüzün en yüksek
düzeyde doyumunu sağlamayı amaçlar. Freud'a göre id ile ilişkisinde, at
sırtında bir adama benzetilebilir. Bu adam atın kendisinden çok olan gücünü
kontrolü altında tutmak durumundadır Sürücü bunu kendi gücüyle yaparken ego
id'den ödünç aldığı enerjiyle yapar (Alper-Bayraktar-Karaçam 2001:29)."
İd, gündelik gerçekliğin boyunduruğunda olmamasından
dolayı birbirinden çok farklı dürtüleri dilediğince harekete geçirebilmektedir.
Zihinsel yapının en özgür parçasıdır id. Dış dünyanın mantık yüklü düzeninden
uzaktır, duygusaldır, zamansız ve yersizdir. Bu özellikleriyle de, temsil
ettiği bilinçdışının, zihnin en tahrik edici işleyiş alanı olmasını
sağlamaktadır. Bilinçdışı tarafından sunulan, bambaşka bir yaşamdır çünkü:
Dışarıdaki sıradan ve bunaltıcı gerçekliğe karşı, içeride keşfedilmeye hazır
farklı bir gerçeklik; ortak güvensizliğin hüküm sürdüğü uygar dünyaya karşı,
bireyselliğin özgürce harekete geçirilebileceği benzersiz bir âlem. Hem
bastırılmamış bir çocuk gibi yaşanabilecek sınırsız bir oyun bahçesi, hem de
zengin bir yaratıcılık kaynağıdır bilinçdışı. Başta sanatçılar olmak üzere
birçok kişiyi etkisi altına alan, hatta kiminin dış gerçeklikten büsbütün kopma
tehlikesiyle karşı karşıya kalmasına yol açabilen dipsiz bir kuyudur. Sanatçı
da, sahip olduğu biricik gerçekliğinde yaşadığı için şizofreni hastası da,
kendini ifade etmede, bilince çok fazla ihtiyaç duymama konusuyla ilgili olarak
öznelliğin zirvesindeki çocuk modeliyle benzerlik gösterebilmektedir
Sunduğu olanakların yanı sıra, insanı korkutucu
boyutlara sürükleyebilen derinliğiyle de kışkırtıcı bir nitelik taşımaktadır
bilinçdışı; çekici ve aynı zamanda tehlikelidir de. Çevreden soyutlanarak
içsellikte aşırı yoğunlaşma sonucu, bilinç ve bilinçdışı karşıt kutupları
arasında belirecek olan güç farkının neden olabileceği tehlike ihtimalini göz
ardı etmeyen Jung, böylesi hallerde nasıl bir riskin bulunduğunu şu şekilde
açıklar:
"Böyle durumlarda bilinçdışı belki de bir fantezi
ya da bir çeşit nörotik belirti biçiminde bilince sızacaktır Çocuksu, hatta
vahşi davranışlar biçiminde de görülebilir. Bilinçdışının bilince tümüyle
egemen olabildiği durumlarda ortaya şiddetli bir patlama ya da psikoz çıkar Bu
durum, tıpkı bir barajın patlaması ve bütün toprakların sel altında kalmasına
benzer (Fordham 2004:21)."
Zihinsel işleyişte dengelerin bozulması, devamında da
uyumun kaybolmaya başlamasıyla varılacak noktanın pek de cazip gözükmeyeceği
besbellidir. Bu, bilinçdışının egemenliğinden de öte bilincin imha edilişidir.
Ne libido ister bunu ne de bilinçdışı. İnsanın kendisiyle giriştiği savaş
hazırlar bu sonu. Çevre her ne kadar hastalığa yönlendirici koşullar sunsa da,
enerji akışının tek yöne gerçekleşmemesi için birey özellikle kendisiyle iyi
geçinmek, barışık olmak zorundadır. Bunu yapamadığında, normalden yani sağlıklı
oluştan kolaylıkla uzaklaşmaya başlayacak, ne var ki hastalıklı durumdan aynı
kolaylıkla kurtulamayacaktır. Bütünlüğü sağlayan uyum, kendini inatla sevmeyen
insanın, zihinsel sistemde hasara yol açması sonucunda bozulabilecektir ancak.
Yoksa bilinçdışı ile bilinç, birbirini tamamlayıcıdır aslında. Zaten kendisinden
türeyen bilincin yokluğunda başka kimi sıkıştıracak, kimi sarsacaktır
bilinçdışı? Bununla birlikte, bilinçdışı olmasa, bilinç kime atacaktır sıkıcı
mantık nutuklarını? Bu denli zıt iki kutup arasında büyük aksaklıkların
yaşanmadığı dengeli bir ilişki, yıpratıcı bir tavır içinde olmaksızın,
karşılıklı kontrol ile gerçekleşebilmektedir aslında.
"Bilinç, bilinçdışının yabanî, vahşî
sapkınlıklarını kontrol ederken, bilinçdışı da, bilincin bayağı akli, rasyonel
erimesine engel olmaktadır (May 2003:77)."
Sonuç olarak, somut gerçeklikteki insana her iki
zihinsel işleyiş de pekâlâ gereklidir. Ancak, bilinç yaşayabilmek için,
yaratıcı ruhun temel kaynağı bilinçdışı ise var olabilmek için. Aradaki fark da
budur işte.
Daha öz biçimde söylenecek olursa; biri gerçekte
yaşarken başka bir gerçek'ten kaçar, öteki ise gerçek'ten bunalmış, yeni bir
gerçek arar.
Bilinçten bağımsızlaşma hali ya da tümüyle bilinçdışı
bir husus; ussallıktan sıyrılan arzuların, özgürlüğün tadına varabilecekleri
eşsiz bir yaşam alanına kavuşması ya da bir dolu imgenin ansız istilası;
gerçeği yok saymaya kalkışan asil bir meydan okuma ya da gerçeğin ta kendisi.
Birçok düşünürün, psikanalistin, hakkında çeşitli yorumlarda bulunduğu düş
kavramı ile ilgili söylenebilecek belki de tek kesin şey, sayesinde bilinçdışı
alanla ilgili yeni bilgilere ulaşılmış olmasıdır. Yoksa hala daha düşlerin
kaynağına yönelik kesin fikirler sağlanabilmiş değildir.
Bastırılmış bir dolu unsurun, heyecanların, tuhaf veya
aşırı duygusal izlenimlerin ve yaşanmış ya da arzu edildiği halde yaşanamamış
deneyimlerin kendini sıklıkla hissettirdiği düşlerde, dış gerçeklikte bitkin
düşmüş olan beden dinlenmeye, ruh ise harekete geçmektedir. Bu ruhsal alanla
ilgili olarak aklın etkinliği konusunda, birbiriyle pek de örtüşmeyen
görüşlerden söz edilebilir.
"Descartes, aklın uyku sırasında da aktif olmaya
devam ettiğini; Aristoteles ise, düşlerde algılamanın kaybolduğunu savunur (Sorlln 2004:57-58)."
Düş sırasında algılamanın mümkün olmaması, ruhun
bilinçten mahrum kalacağı anlamına gelmeyecek midir; öte yandan akıl her şeyin
farkındaysa, düşün vazgeçilmezi olan imgelere ne ölçüde yaklaşılabilir? Bu
esnada, varlığın bölünmüşlüğüyle ilgili bir düşüncenin zihinlerde soru işareti
yaratması muhtemeldir Daha önce değinildiği üzere birbirini tamamlayıcı
görevler yüklenmiş olan bilinç ile bilinçdışı, dolayısıyla uyanıklık ile düş
apayrı şeyler, karşıt kutuplardır, iki alanın sınır geçişinde de engellemelerin
olması tabidir. Bunun da ötesinde, bir şeyin ortaya çıkışıyla ilgili meselenin
başka bir şeyin gözden kaybolacağı ana bağlı olarak gelişmesi, bu derece zıt
kutuplar için daha da olağandır. Yani bilinç iyiden iyiye zayıflasın ki, düş
âlemine girerek anlamsız sınırları aşmaya kararlı olan arzuların peşinden
gidilebilsin; öte yandan düşsel imgeler bir bir dağılsınlar ki, sıkıcı
rasyonelliğe ve akla, geri dönebilmenin yolu açılsın.
Sonuçta, olsa olsa bir ikilemdir irdelenmesi gereken.
Kopmuşluk izlenimi uyandırabilecek manzaranın, aslında bir bütünlüğü
sergilediği fark edilmektedir. Üstelik bu bütünlükten yoksun olunmaması için,
tüm karşıt kutupların, varlıklarını sürdürmeleri de zorunludur.
Üzerinde durmaya değer bir başka nokta ise, düşlerin
niteliğine etkisi olabilecek bir yönlendirmenin yapılıp yapılamayacağıdır.
Mantığın silinmeye yüz tuttuğu bu karmaşık süreçte, bilinçten söz etmenin
olanağı yeterince kısıtlıyken, herhangi bir yönlendirme gerçekten mümkün
gözükebilir mi? Bunun imkansız olmadığını, uyumadan hemen önce mantığı
canlandırmaya yönelik çabalar harcanması halinde ahlak rotasından pek de
şaşılmayacağını öngören Platon, kişisel terbiyenin bu konuda önemli rol
oynadığına inanmaktadır:
"İnsanlar, der Platon, günahlarla kuşatılmıştır
ama kişi terbiyeli bir kişiyse buna karşı direnir. En bayağı tutkular uykuda,
ruhun diğer kısmı, yani akılcı, kibar ve egemen kısmı uyuyakalınca uyanır (Sorlin 2004:63)."
Freud ise, imgelerin ancak sıkı bir denetimden
geçtikleri takdirde kendilerine düş içinde bir yer bulabileceklerine, gerekirse
biçim değişikliğine tabi tutulacaklarına dikkat çeker:
"Vahşi yanımızın (...), tatmin edilmesi toplum
tarafından yasaklanmış arzuları vardır. Böylesi şehvetli iştahlar geceleri,
bilinç uykuya dalınca su yüzüne çıkar. Bunlar herkesçe benimsenmiş geleneklere
öyle terstir ki, bastırma mekanizması bu nahoş imgeleri kabul edilebilir
imgelere çevirmezse düşü gören kişi büyük bir dehşet içinde uyanır (Sorlin 2004:68)."
Uykuda yaşanan dehşet dolu anlardan uzak durmakla
ilgili otomatist ya da programlı birtakım çabaların sonuç verebileceği olası
gözükse de, kimin ne şekilde düşlerle yüz yüze geleceğine yönelik kesin ayrımcı
bir saptamanın gerçekleştirilemeyeceği açıktır. Bir kişinin ahlaklı ya da
ahlaksız, iyi ya da kötü diye nitelendirilmesi de herkese göre farklı donelere
dayandırılarak yapılabileceği için, aslında daha en başta net bir resmin ortaya
çıkmasına engel bir durum söz konusudur.
Diğer taraftan, düş'ün içeriğinin, yaş, cinsiyet,
eğitim, sosyal yaşam gibi kişisel farklılıklara bağlı olarak
şekillenebileceğin! de belirtmek gerekir. Varlığın iki boyutta yaşadıkları da
birbirini etkileyecektir elbette. O halde kişinin dış dünyada o kişi olmasına
neden olan bireysel özellikleri ve deneyimleri de düşlerin şekillenmesinde
önemli rol oynayacaktır. Ancak, bu zaten kaçınılmaz bir kuraldır.
Terbiyeli bir insanın ahlaksız diye
tanımlanabilecek düşler görmeyeceğinin savunulması ise çok farklı anlamlar
içermektedir; belki bir fantezi, değilse bir kandırmacadır. Üstelik insanın dış
dünyada yaşadıklarından daha çok, yaşamayı hayal ettikleri gizlilik taşır.
Dürtülerle ortaya çıkan eylemler, gülümseyerek anılan
ya da hatırlamaktan bile kaçınılan yaşanmışlıklar ve itkilerin (dürtü) yönlendirdiği hayaller düş içinde belirsiz
zamanlarda yer alabilir. Konusu, içeriği, niteliği nasıl olursa olsun, düşte
yer alan bütün bağımsız unsurlar, aslında düşü gören kişinin öznelliğinden
doğmaktadır. Yaşamın eylemsel ve düşünsel ürünlerinin yanı sıra neye işaret
ettiği anlaşılamayacak sürpriz saçmalıklarla da ilgi uyandırabilen düş, ne var
ki sahibinin yönetmenliğinden yoksun halde devam eder seyrine. Dolayısıyla
hayli bireysel ve aynı zamanda da belirsiz olan düş kavramının bizzat kendisi
söz konusu edilse bile, herkeste farklı çağrışımlar oluşması mümkündür.
Örneğin, Matta'nın düş âleminden bir kare görüntüsündeki resmi ya da Dali'nin
ismi bile "Düş" olan tablosu değil de, Tapies'in, sandalyeyi
yani sıradan bir nesneyi konu ettiği rölyefi, bireyin kendi düşsel dünyasını
veya sadece düş olgusunu çok daha fazla anımsamasına yol açabilir.
Gündüz düşleri olarak da adlandırılan düşlemlerde ise,
oluşumları bakımından düşlere göre farklılıklar görülür. Bir düşlemin kurgusu,
neredeyse tümüyle kişinin bizzat kendisi tarafından gerçekleştirilir. Bu hayal
kurgusunun ortaya çıkışındaki temel itici güç ise doyurulmaya ihtiyaç duyan
isteklerden başka bir şey değildir Freud, gündüz düşü ile ilgili olarak şöyle
der:
"Doyuma kavuşturulmamış arzular,
düşlemlemenin (fantezi-hayal gücünün) itici güçleridir ve her düş belli bir
isteğe doyum sağlama çabası ve böyle bir doyumu ondan esirgeyen gerçek'i değiştirme
girişimidir (Freud 2004:107)."
Fanteziler ve hayal gücü, içeriğindeki itkilerin
(dürtü) bir gün dış gerçekte de
yaşanabilmesi ihtimalinin doğmasına yönelik fayda sağlayabilecek bir ön
hazırlık olarak bile görülebilir. Ne var ki, aşırılıklarda gezinen gündüz
düşlerinin ise hastalık belirtilerine zemin hazırlayabileceği de
unutulmamalıdır. Çünkü gündüz düşleri, düşlerden farklı olarak dış
dünyanın gerçekliğinden kolaylıkla ayırt edilemeyecek kadar belirgin ve bundan
dolayı da büyük hayal kırıklıklarıyla sonlanabilecek beklentilerin
yaratılmasına müsaittir. Düşteki imgeler, hareketli bir nesnenin düşük
enstantane (ani, birden, şipşak) ile çekilmiş fotoğrafındaki görüntüyle
benzeşlik gösterir. Düşlemde (hayalde) yaşananlar ise, düşteki gibi simgesel
bir maskenin altına saklanmış değil, açık seçiktir. Yani görüntü düşlerde
bulanıkken, arzularla birlikte dış gerçeklikte yaşanan olayların da yer aldığı
fantezilerde daha canlıdır. Peki uyku sırasında bedenin baskısından kurtulan
zihnin bilinçdışı alanı, özgürlüğün sarhoşluğunda savruklaşmayıp daha derli
toplu bir tavır takınsaydı, içeriğin düzen ve netlik kazanmasıyla düş denilen
şey hakikat adını mı almış olacaktı? Ya da uyanıkken bilincin varlığı sayesinde
her şey tüm çıplaklığıyla algılanamasaydı, dış dünyanın bir yanılsamadan ibaret
olabileceği ihtimali üzerine daha mı çok fikir yürütülecekti?
"Yazdığım şu anda düş görmüyor olduğumu nereden
bilebilirim (Sorlin 2004:21)?"
Gerçekten de, bilindiği düşünülen her şeyin birer
yanılgı olup olmadığı nasıl anlaşılabilir ki? Dış gerçeklikteki düzenin
rüyalarda hükmünü yitirmesi, bildiğini sandığı hiçbir şeyi belki de bilmiyor
olan insanı neden yeterince sarsmıyor; gerçek, Nietzsche'nin dediği gibi acı
verici olduğu için mi? Nietzsche, hayat ve gerçek konusundaki düşüncelerini
belirtirken akıl ile aydınlatılmayacak olan giz dolu bir bilinmezlikten de söz
etmektedir:
"Bizim dünya dediğimiz şey, bir sürü yanılgının
ve fantezinin sonucudur; (...) Peki o zaman neden insan hakikat üzerindeki bu
perdeyi kaldırmak istemiyor? Buna engel olan nedir? (...) hayat böyle ister,
çünkü hayat bu yanılgılar üzerine inşa edilir. "Belki de", diyor
Nietzsche, hakikat bir ıstıraptır, görüntü ise bunun dindirilmesi, (...), tabii
bilimler ve felsefe görüntüler alemini, fenomenler dünyasını analiz etmekte, bu
fenomenler arasındaki ilişkiyi anlamakta ve yorumlamakta önemli bir mesafe kat
etmişlerdir. Ancak ulaştıkları bu uç noktada görmüşlerdir ki, bir ufuk çizgisi
gibi yaklaşıldıkça uzaklaşan bir bilinemeyen, aydınlatılamayan, idrak
edilemeyen bir "dış kenar" vardır (Özkan 2004:209-210-214)."
Görüngüler
(Duyularla algılanabilen her şey, fenomen-olaylar-) arasındaki
bağlamların bir bir meydana çıkarılmasıyla elde edilenler, gerçeğe değil de,
gerçeğin görüntüsüne ait veriler olabilir. Ama bundan, bilim adamlarının,
yanılgının peşinden sürüklenmiş; filozofların, fantezinin karşı konulmaz
çekiciliğinde oyalanmış; ortaya konan çabaların ise çiğ zaferlerden öteye
gidememiş olduğu sonucuna varılamaz elbette. Dış gerçeklikten başka vatanı
olmayan sıradan bir insanın, üzerinde fikir bile yürütemeyeceği çok uzaklardaki
bu ufku, bilim ve felsefe dünyasından birileri en azından fark etmiştir. Ne var
ki, Nietzsche'nin "na-malum muhit" (Bilinmeyen yer) dediği bu
öte noktaya işaret eden derin gerçekliğin, paradoksal olarak yaşamı
durulaştırmaya da faydası olan sanatın rehberliğinde aranması gerekmektedir
belki de. Çirkin ya da ıstırap verici olan her şeyi, düşsel bir coşkuyla
gerçek'ten arındırmaya yetkin konumdaki sanat, aklın algılayamayacağı bu
bilinmeyen sınırdan içeri girebilecek cesareti sunmaya da hazırdır aslında.
Feinberg'in söylediği gibi;
"Derin
gerçekliğin aranmasında başvurulacak en geçerli yöntem, inandırma gücünü kendi
içinde taşıyan sanattır (Özügül 1991:25)."
Çünkü sanat, deneysel itibara ve hatta bilince bile
ihtiyaç duymayacak kadar sezgisel ve yalındır; bunun da ötesinde, estetik bir
düş'tür.
Bazen düşte görülenlerden, tıpkı gerçek gibiydi; kimi
zaman uyanıkken yaşananlardan ise, rüya gibi bir şeydi, diye bahsedildiği olur.
Hakkında, birbirinden apayrı sayısız düşüncenin öngörüldüğü böylesi psişik
konularda, bir fikrin mutlak suretle savunulmasının dogmatik bir tavırdan öteye
gidememesi muhtemeldir. Belki, uyanıkken akıp giden her şeyin gerçek olduğunu
hayal ediyor insan; o yüzden, illüzyon aleminin kucağında olabileceği
ihtimalini yok sayarak riskten uzak nefes almayı seçiyor. Belki de, işi
şarlatanlığa vurarak esas hakikate temas etmekten sakınıyor düşte.
Sonuçta, dış dünya ve düş denen iki ayrı yaşam alanı; iki ayrı gerçek ya da
iki ayrı görüntüdür söz konusu olan. Gereken ise, ateşli arzularla donanmış
cesur insanın gerçeği arayış serüveni, yani hayali yücelten yaratıcılık;
şuurdan uzak ve kor üstünde yalınayak.
(Özgün olabilmek ve) Yaratıcılık; bir başkaldırıdır, varlığın ifadesidir aklın ötesinde gezinme, ölümsüzlüğe
giden yolda savaştır. Kimsenin yükleyebileceği bir görev değil, öz'ün
derinliklerinden gelen itkidir (dürtü), aşktır. Ne sıradan bir eylem gibi
tarifi yapılabilecek, ne de herhangi bir yeti gibi temeli açıklanabilecek kolay
bir kavramdır. Tüm yetkelerin ötesinde bulunduğu için büyük bir güç, özgürlüğün
ta kendisi olduğu için eşsiz bir gizdir. Herkesin temas edemeyeceği bir ateştir
yaratıcılık, yakar. Yakarken ferahlatır. Berbat bir ıstırap, mutluluktan ölmek
üzere deli bir çığlıktır. Özgün bir ruh, üstün bir kişilik ister. Erdemli olmak
için yalan söylemeyenlerin değil, yalan söylemediği için erdemli olanların;
fikir yürütebilecek cesarete bile sahip olmayanların değil, sahip olduğu her
şeyi kaybetse de fikrini sakınmayanların işidir yaratıcılık.
Varoluşçu Bardyayev de değerlendirmesinde,
yaratıcılığı, öncelikli olarak özgürlükle ilişkilendirir:
"Yaratıcılık açıklanamaz: Yaratıcılık özgürlüğün
gizidir. (...) Yaratıcılık, içeriden, ölçülemez ve açıklanamaz derinliklerden
çıkıp gelen bir şeydir, dışarıdan, dünyanın zorunluluğundan değil (May 2003:24)."
Ölçülemeyecek derinliklerden çıksa da, gizil yetilerin
yoğunlaşmasına olumsuz etkide bulunabilecek hiçbir koşulun olamayacağı
söylenemez. Yanılsama düzenine uygun disiplinlerin yerleştirildiği modern
dünyada, çoğunluğun adaptasyon sağlamış olduğu alışıldık yavanlıktaki hayatın
bütünsel asimilasyon gayesi gözden kaçmamalıdır. Bertrand Russell, böyle bir
tehlikeye işaret eder:
"Saygınlık, düzen ve rutin -yani modern endüstri
toplumunun demir gibi katı disiplini- sanatsal dürtüyü köreltmiş ve aşkı
verimli, özgür ve yaratıcı olmak yerine bunalıma veya gizliliğe mahkum etmiştir (Russell 2003:16)"
Yaratıcılık, pekala özgürlüğün gizidir. Özgürlük de
egemen otoriteye boyun eğmemeyi, koşulların oluşturabileceği kısıtlamalara
maruz kalmamayı, yaratıcı edimin gerçekleşmesini önleme niyetindeki her şeye
tavır almayı gerektirir. Dolayısıyla özgür yaratıcılık için, zor olanı
aşabilecek bir ruha ihtiyaç vardır.
Hala daha sahteleşmiş geleneklerin ve statik ahlaki
yargıların hüküm sürdüğü, acımasız rekabetin ve ekonomik güçlüklerin
bastırdıkça bastırdığı bu katı kurallar dünyasında sinsi tehlikelerden her an
uzak kalabilmenin garantisi var mıdır?
Üstelik söz konusu olan, egemen gücü daima koynunda
yatıran dünyaysa; otoritesini, eyyam sürüsünün mensuplarına zorlanmadan kabul
ettiren egemen gücü Öyle ya, her biri eyyam efendisi olan küçük insanların
yuvası konumunda koca bir sürü var orta yerde. Bu sürü ki, düz, hem de dümdüz insanlarla
dolu kalabalık bir korkaklar topluluğu, esaslı bir bayağılık anıtı. Düz
insanlar; girintisi-çıkıntısı bulunmadığı için bir yere takılma endişesi
duymayan, sadece küçük hesaplarına hizmet edecek düşler kurabilen, yaşamları
boyunca nitelikli tek bir şey üretemeyecek olan ve yanlarında örselenmiş
kişilerin bile güneş gibi parlayacağı mahluklar.
Yaratma yetisi olan insan, bu sürüden içeriye adımını
atmayacak kadar duyarlı; bütüncül gücün, derinlerdeki ruhu bastırmaya cüret
etmesi halinde ise başkaldırıya geçecek kadar cesurdur. Ancak günümüzde, modern
dünyanın hedefindeki öznelliği zedelemek adına bireye dayatılmak istenen
niteliksizlik sınır tanımamakta, gerçek yaratıcılığı besleyen unsurlar
karalanmakta, süslenmiş tekdüzeliği anlamlı göstermeye yönelik çabalar
yoğunlaşmaktadır. Yaratıcı ruh, sıradan olana dönüştürülme, yani
aynılaştırılma tehdidini iyiden iyiye hissetmektedir.
"Modern kültürün gelişimiyle birlikte söz konusu
olan bu durum, nesnel tin'in,(ruh’un) öznel tin üzerinde gitgide büyüyen hegemonyasıdır (Simmel 2006:100)."
Modern çağda gözümüze en çok çarpan şey, çirkin ve
yüksek binalar ile bunların dibinde koşturan sevgisiz, sahte özgüvenlere sahip
görev insanlarıdır. Ne diye şaşılsın ki, işte aklın yarattığı uygar dünya.
Bununla ilgili olarak Freud'un, "Uygarlığımızın bedeli
nevrozumuzdur" sözü, en yerinde tespitlerden biridir belki de.
Burada bahsedilen pekâlâ toplumsal nevrozdur.
Ya bireysel nevroz?
Bireysel nevroza ilişkin, temelde şunlar söylenebilir:
"Bireysel hastalanmayı, uyumsuzluğu, toplumsal
olandan ne kadar ayırabiliriz? Nevrozu üreten, hastalıklı toplumun ta
kendisiyse, "Sağlık nevrozlarından bahsedebilir miyiz?" Bu yüzden
nevroz, şizoidlik, duygusuzluk, kişinin yaratıcılık öncesi bekleme, zaman
kazanma durumları olarak olumlu değer taşır (May 2003:22)."
Aslında yanıltıcı bir oyundur nevroz. Mesele, acıya bakış açısıyla ilgilidir. Acı, esaslı bir düşman
mıdır, yoksa yeniden var olabilme yolunda özümsenmesi gereken fırsat mı?
Önemli ölçüde sevgi yoksunluğundan kaynaklanan nevrotik
durumların olumlu değer taşıyor olmaları, acının nasıl değerlendirileceğine
bağlıdır. Rollo May bu konuya, nevrotik ile sanatçıyı karşılaştırarak değinir:
"Nevrotik de sanatçı gibi kendi nihilist ve
yabancılaşmış yaşantısından (farklılığı kabul edilmemiş) doğan aynı çelişkileri
yaşıyor, fakat bu iç yaşantılara anlam veremiyor; bu çelişkileri yaratıcı
ürünlere dökmenin yetersizliğiyle, onları reddetmenin olanaksızlığı arasında
bocalıyor. Sanatçı, yaratmanın iki önemli unsurunun (yapma ve yıkma) sentezini
becerebilirken, nevrotik salt yıkıcılık düzeyinde kalıyor (May 2003:20)."
Ruhundaki kaosa bir anlam veremeyen nevrotiğin de,
aşmayı gerçekleştirmiş olan sanatçının da farklılıklarla dolu içsel yaşamları
söz konusudur aslında; yani onlar için ikinci bir yaşam da bilinçdışındadır. Çağlar öncesinde ruha şeytanın girdiğini zannettiren kimi anormal hallerin
ve gizil güçlerin fırlayıp geldiği bu bilinçdışı alanla ilgili olarak en çok
iki asırdan beri bir şeylerin meydana çıkarılmış olması, kuytuda daha neler olabileceğini
düşündürmektedir insana.
Gelişmiş düşünme yetisi, farklı bir duyumsama, üstün
bir görü, özgür yaratıcılık için var olması gereken şartlardır. Yoksa yetenek
tek başına bir anlam ifade etmeyecektir. Büyük arzular eşliğinde meydan okuma coşkusuyla kopup gitmek için gereken
ne varsa, bilinçdışı kaynağında yaratıcı insanı beklemektedir. Pek tabi
yetenekten de mahrum olmayan yaratıcı insan derin kavrayışı sayesinde yeniden
var ederken kendini, eşsiz imkânları önüne seren yanı başındaki bu zenginliğin
farkındadır. Ayrıca bireysel yanının diriliğini de, bilinçdışında özgürce
gezebilmesine borçludur. Dolayısıyla onun, orijinale ulaşma tutkusundan yoksun
kalması düşünülemez. Yaratıcı insan, dilediğince hayal eder, çılgınca ister
ve içindeki sesin peşine düşer. Kendi serüvenini yaşamaktır amacı. Doğanın
gerçekliğini yadsımaz, ama o kendi gerçekliğini arar, öykünmez doğaya. Bilir ki
yapması gereken, nesnenin iç gerçeklerini görerek doğayı ifade etmektir, kopya
etmek değil. Sanat Yapıtı adlı kitaptaki şu satırlar, sanatçıda olması gereken
bu özelliği daha net biçimde vurgulamaktadır:
"(...) insan, kopya ederek asla bir sanat yapıtı
ortaya koyamaz, buna kuşku yok; çünkü o, aslında görmeden bakar ve her
ayrıntıyı istediği kadar kılı kırk yararak yakalasın, ortaya çıkan şey yavan ve
niteliksiz olur. (...) Sanatçıysa, tersine, görür; yani onun yüreğiyle bir
olmuş gözü Doğa'nın bağrına işleyerek, onun içinde barındırdığı şeyleri okur (Lenoir 2005:83)."
Sanatçının, özündeki gizi duyumsadığı nesne ile
bütünleşmesinden doğar var olacak yeni gerçeklik. Özgünlüğe düşkün olan
yaratıcı insan, aynı zamanda özgür, dolayısıyla cesurdur da ve bu cesaretle de
kendini kaybeder aslında, gözü bir şey görmez.
"Tanrısal delirme ödülü uğruna güvenceden mahrum
kalarak yaşar; yokluktan kaçmaz, onunla güreşir (May 2003:105)."
Zor olanı seçmektir yaratıcılık, ussal düzene verilen
bir gözdağıdır. Kimi zaman özseverlik sınırlarını da zorlayan yaratıcı insanın yaptığı
kafa tutmak, meydan okumaktır. Ama bunun için, yaratma tutkusunu iyiden iyiye
tahrik edecek bir karmaşanın belirmesine ihtiyaç vardır. İskambil
kağıtlarından yapılmış süslü bir kule gibi. Bu kule devrilmeli ki, kağıtlar
etrafa saçılsın ve başına buyruk yaratıcı insan azmış arzuları doğrultusunda
esas kuleyi, yani kendi kulesini inşa edebilsin.
Düşlerde de böyledir; düzenli dış dünya rüyalarda
darmadağın olur, imgeler karmaşanın içinde dört bir yanda gezinir. Asimetrik bir kolaj, [5] kışkırtıcı bir kaos söz konusudur; tam da sanatçının istediği gibi. Onun
yaşamı farklıdır, dolayısıyla düşleri de özeldir. Bu düşler, sahibinin
yaratıcılığına esin vermeyecek kadar sıradan olamazlar. Her biri eşsiz bir
biçimlendirme beklentisindedir. Yaratıcı insanın gündüz düşleri de sığ
değildir Üstelik, temeli mutlaka yarım kalmış bir anıya dayandığından,
içeriğindeki istekler daha da tutkuludur. Freud, düşlemi, onu biçimlendiren
zaman boyutlarını da göz önünde tutarak yorumlar:
"(...), güçlü bir güncel yaşantı daha öncelerde,
sıklıkla çocuklukta kalmış bir yaşantının anısını sanatçıda uyandırmakta, anımsanan
yaşantı ise sanat yaratısında gerçekleşme olanağına kavuşan isteği doğurmakta
ve yaratının kendisi hem anımsamaya yol açan yaşantıyı, hem de eski anıya
ilişkin öğeleri içermektedir (Freud 2004:112)."
Peki, hem düşlerde hem de dış gerçekte hayli dolu bir
yaşantıya sahip olan sanatçı için, güzel kavramı ne ifade etmektedir?
Duyumsama ve düşünme yetisi ile ulaşılabilen haz
kaynağı mıdır güzellik, yoksa büyük ölçüde nesnenin içkin niteliklerine mi
bağlıdır?
Sanatkar insanı, örneğin bir nesneyle karşılaştığında
ya da onu düşündüğünde, elbette başkalarından farklı bir algılama yaşayacaktır.
Kimsenin göremediğini görüyor, düşünemediğini hayal ediyor olacak, adeta içine
nüfuz ettiği nesne tarafından sarmalanacaktır. Tam bu sırada, nesnenin özünden yakalanan bir esin (etkilenme) söz
konusudur. Yaratıcı insanın imgeleminde yer tutan, artık o nesneden başka bir
şeydir; büsbütün sanatçının görüşüdür var olan.
"Güzelliği, herkesten başka türlü ayırt edebilen
sanatçı, aldığı esinle onu hiç rastlanmamış biçimde göstermeyi de bilecektir;
hem de doğayı aşarcasına (Lenoir 2005:64)."
Harikulade bir umursamazlık da gerektirir yaratıcılık. Bundan dolayı yaratıcı insan var ederken, güzeli meydana çıkarmak için
endişe taşıyacak değildir; bu, aklından geçmez bile. Onun yarattığı zaten güzel
olacaktır. Sanatkâr insan, kimseye minneti olmadığından, birilerinin paye
vermesine de heves etmeyendir. Çünkü özgürdür, benzersizdir. Kendi coşkusuyla
yaratır, kendi macerasını yaşar. Tutarsızlığın tutarlığındadır o; ister
güzel çirkinlikler koyar ortaya, isterse çirkini güzel gösterir. Güzel'in bir
güç olduğunu da bilir, başkaldırıda güce ihtiyaç duyulacağını da. Her yeni
yapıtında kendini var edendir sanatkâr, ne diye çirkinleştirsin ki kendini.
KAYNAKÇA
ASLAN Selçuk [Kitap]. - Bilinçdışı Ve Yaratma Gücü Hacettepe Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Resim Ana sanat Dalı 173394 Yüksek Lisans Sanat Eseri Raporu
Ankara, 2006.
RAPORUN KAYNAKLARI
ADLER, Alfred, insanı Tanıma Sanatı, (Çev. Kamuran Şipal), Say Yayınları, 2002
ALPER, Yusuf-BAYRAKTAR, Erhan-KARAÇAM Özgür, Herkes için Psikiyatri,
Gendaş Kültür, 2001 DALİ, Salvador, Bir Dahinin Güncesi, (Çev. Semih Aközlü), İmge Kitapevi,
2002
DERGİ, Genç Sanat, 2002/4 DERGİ, Genç Sanat, 2003/3 DERGİ, Türkiye'de Sanat, 2002/4
DERGİ, Türkiye'de Sanat, 2003/3
FORDHAM, Frieda, Jung Psikolojisinin Ana Hatları, (Çev. Aslan Yalçıner),Say Yayınları, 2004
FREUD, Sigmund, Psikanaliz ve Uygulama, (Çev. Muammer Sencer),Say Yayınları, 2001
FREUD, Sigmund, Rüya Yorumları II, (Çev. Akın Kanat), ilya Yayınevi, 2003
FREUD, Sigmund, Sanat ve Sanatçılar Üzerine, (Çev. Kamuran Şipal), Y.K.Y., 2004
İSTEL, Edgar, Paganini, (Çev. İzzet Nezih Albayrak), Milli Eğitim Basımevi, 1964
KİNSKİ, Klaus, Paganini (film), Adriana Chiesa, 1989 KUSPİT, Donald, Sanatın Sonu, (Çev.
Yasemin Tezgiden), Metis Yayınları, 2004
LENOİR, Beatrice, Sanat Yapıtı, (Çev. Aykut Derman) YKY, 2003 MAY, Rollo, Yaratma Cesareti,
(Çev. Alper Oysal), Metis Yayınları, 2003
MİRO, Joan, Düşlerimin Rengi Bu, (Çev. Alp Tümertekin), YKY, 2005
ÖZKAN, Senail, Kaplan Sırtında Felsefe, Ötüken Yayınları, 2004
ÖZÜGÜL, Oğuz, Bilim ve Sanat Üzerine, Us Yayınevi, 1991
PASSERON, Rene, Sürrealizm Sanat Ansiklopedisi, (Çev. Sezer Tansuğ),Remzi Kitapevi, 1996
RUSSELL, Bertrand, Sorgulayan Denemeler, (Çev. Nermin Arık), Tübitak, 2003
SİMMEL, Georgs, Modern Kültürde Çatışma, (Çev. Tanıl Bora-Nazire Kalaycı) İletişim
Yayınları, 2003
SORLİN, Pierre, Düş Söylemleri, (Çev. Süha Sertabiboğlu), Ayrıntı Yayınları, 2004
TURANİ, Adnan, Dünya Sanat Tarihi, Remzi Kitapevi, 1997
YILDIZ, Mustafa, Şizofreni, HYB Yayıncılık, 1999
************************
Düşümde seni gördüm,
sana düş'tüm ben.
Sana düştüm, zoru gördüm,
son'u yazdım.
..
Ne şer ister ruhum, ne uğur.
Düşsünler.
Dökülsünler benden, düşümden. Hele o şuur!
Sırlanmış beynimde siroz gibi.
….
Dünya dikilmiş bekler tepemde, Aşk ise bozulmadı
Vakit varken yazık ki ve neden toz olmadı!
…..
Maviye boyadım seni. Denizimi çok özledim, Ondan...
Deniz mavi olduğundan değil. Mavi, sen olduğundan...
…..
Ölmedim hala, Istırap orta şeker
Hem zaman da akıyor.
Aksın be!
Ne yalvaran tökezler, ne bendeniz harabe.
….
Beynimdeki endişe, Sürgündeki ben miydi? Zırrr...
Zırvalık mıydı neydi?
Hastalıklı endişe,
Her gün kapalı gişe!
…..
Gül eğlen, otuz altında göç.
Yaprak düştü, kabuk sıyrıldı.
Durma anlat.
Aslında neydi, nasıldı?
En güzel halinde kahkahayla asıldı.
Gül eğlen, otuz altında göç.
Tacını tak başına,
İster kral ol, ister bir hiç.
Canın cehenneme piç oğlu piç.
Selçuk ASLAN
Sevgili
okurlarım, aslında bugün, artık tümüyle dışa bağımlı hale gelen ülkemizde
gelecekte neler olacağına ışık tutabilmek amacıyla, Amerikalıların Türkiye
hakkındaki görüşlerini aktarmaya devam edecektim. (Herhalde geçen hafta aktardığım
çözümlemelere uygun gelişmelerin neredeyse aynı gün gerçekleşmeye başlaması
sizi bile şaşırtmıştır.)
Fakat
olaylar o kadar hızlı gelişti ki, gözden kaçtığını düşündüğüm bir başka önemli
konu üzerinde durmak gereksinmesini hissettim bugün.
Sevgili
okurlarım, çoğu zaman bir toplumsal sevinç ya da bir toplumsal linç psikolojisi
içinde kimi gerçekleri gözden kaçırıyoruz.
Son günlerde
de Ecevit'in siyasal liderliği, bir toplumsal linç psikoloji içinde
değerlendiriliyor ve bazı temel gerçekler gözden kaçırılıyor.
Ben
Ecevit'in tartışılan liderlik modeline, “feodal liderlik modeli”
diyorum.
Nedir feodal
liderlik modeline yöneltilen eleştirilere konu olan özellikler?
Benmerkezcilik.
Bencillik.
Tekilcilik.
Tekelcilik.
Otoriterlik.
Otokratiklik. (zorba, despot, dikta)
Nedir bu
feodal liderliğin göstergeleri olarak sunulan kişisel özellikler:
Arkadaşı yok. İkinci adamı yok. Herkesi harcıyor.
Şimdi burada
bir an duralım ve soralım:
Yukarda
sıraladığım özellikler, şu anda siyaset sahnesinde uzun süredir egemen olan
hangi liderde yok?
·
Özal’ın yüzde otuzlardaki mirasını yüzde 13'e indiren
ve rakipsiz genel başkan olarak yerinde oturan Yılmaz'da mı?
·
Demirel’in yüzde otuzlara varan mirasını yüzde 12'ye
indiren ve rakipsiz genel başkan olarak yerinde oturan Çiller'de mi?
·
İnönü'nün yüzde yirmilerdeki mirasını yüzde 8.5'e indiren
ve rakipsiz genel başkan olarak yerinde oturan Baykal'da mı?
·
Yılmaz'ın, Çiller'in, Baykal'ın dostu var mı?
·
Yılmaz'ın, Çiller'in, Baykal'ın ikinci adamları var
mı?
·
Yılmaz'ın, Çiller'in, Baykal'ın geçmişleri de bir
politikacılar mezarlığını andırmıyor mu?
Üstelik
Ecevit'in, bütün bu liderrlerden ayrıldığı çok önemli bir başka olumlu nokta
var:
Bütün bu
liderler, kendilerinden önceki liderlerin miraslarının üzerine çeşitli siyasal
manevralarla oturmuşken, Ecevit, tüm örgütsel mirası reddetmiş, gitmiş, bir
köşede kendi başına (eşiyle birlikte) dikilmiş,
"Ben
bütün eski ilişkilerime ve eski örgüte karşıyım!" diyerek, bencil, benmerkezci,
tekilci, tekelci, otoriter ve otokratik özelliklerini saklamadan, tam tersine
bunları toplumun gözüne sokarak, yıllarca beklemiştir.
Ecevit'e oy
verenlerin hepsi değil ama, partide onun yanına gidenlerin tümü, onun bu
modelini bilerek, bu tutumunu onaylayarak tercihlerini yapmışlardır.
Tabii feodal
liderlik modeli, güçlü bir bedensel ve zihinsel etkinlik kapasitesi
gerektirdiği için, Ecevit'in sağlığı bozulup "karizması" hem
gününü hem de geleceği kurtarmaya yetmeyince, model çökmüştür.
Bence
kamuoyu, Ecevit'e saldırmayı bırakıp Ecevit'in feodal liderlik modelini
uygulayan bütün liderlerin tutum ve davranışlarının temel belirleyicileri
üzerinde odaklaşmalıdır.
Çünkü asıl
tehlike oradadır.
Sorun
aslında sadece feodal liderlik modeli de değildir.
Sorun çok
daha temelde, feodal liderlik modelini destekleyen, besleyen, yağmacılık ve
kişiliksizlik üzerine kurulu fırsatçı siyaset yapma biçimidir.
Bugünlerde
ortaya çıkan "Yeni oluşumcular"a, hem kendi çıkarları hem de
ülke menfaatleri açısından feodal liderlik modelinden uzak durmalarını önerir,
son siyasal gelişmeleri irdeleyen meslektaşlarıma da, olaylara, biraz da bu
açıdan bakmalarını tavsiye ederim. (s.332-334)
Yamyamlıktan
vampirliğe geçen insanlığın egemenliği için savaşan iki kabileden Batı
Vampirleri Kabilesi, Doğu Vampirleri Kabilesi'ni mideye indiriverince,
dünyadaki vampirlerarası dengeler de değişti.
Türkiye'deki
yerel vampirler de uzunca bir süre bocaladılar:
Vampirliklerini
ve vampirleşme sürecini gizlemek için kullandıkları büyük tehlike, yani "Doğu
Vampirlerinin Komünist Cenneti ideolojisi" çökünce, saklandıkları
karanlığı sürdürmek bir an için çok zorlaşmış gibi geldi hepsine.
Fakat sonra
bir de baktılar ki, artık herkes karanlığa alışmış.
Herkes
birbirinin kanının tiryakisi olmuş.
Bütün
siyasal liderler, en başta kendi ideolojik benzerlerinin kanını içerek
büyümeye çalışıyor.
Onları gören
halk da, küçük vampirler olarak, önce, kendilerine benzemeyenlerin değil, tam
tersine kendilerine en çok benzeyenlerin kanını içmeye yöneliyor.
Ne de olsa
kan benzerliği var.
Hani "kan
çekiyor" derler ya, işte öyle.
Tabii
evrensel mutasyon kurallarını en iyi bilen solcular ve bu arada onların bir alt
grubunu oluşturan sosyal demokratlar, bu "benzeşenlerin birbirlerinin
kanlarını emmesinde" başı çekiyor, önderlik ediyor.
Kısa bir
süre sonra merkez sağ, dinci sağ ve ırkçı sağ da bu modaya katılıyor.
Böylece
zaten rakiplerin kanını içmeye dayanan vampirlik düzeni, bu kez, "Benzeşenlerin
kanı daha lezzetlidir" sloganıyla topluma iyice yerleşiyor.
Doğu
Vampirleri'nin çökmesi, Türkiye'deki kan emiciligi yavaşlatacağına,
hızlandırıyor.
Çünkü
karanlıkları sürdürmek için gerekli tehdidin kalkmakta olduğunu gören yerel
vampirlerin en büyüğü telaşa kapılıyor ve başta kendi oğulları ve kızları
olmak kaydıyla bütün aile bireylerinin ve yandaşlarının biraz daha çok kan
içerek daha hızlı güçlenmeleri için harekete geçiyor.
Tabii onu
gören öteki yerel vampir liderleri de kan içiciliklerini hızlandırıyorlar.
Özel
kesimdeki, bürokrasideki ve medyadaki bazı yarasaların da normal vampirlikten,
yerel vampir liderliğine hızlı terfileri bu döneme rastlar.
Batı Vampir
Kabilesi'nin mutemet temsilcisi olarak kendisine ülke emanet edilen en büyük
yerel vampir lideri, vampirleşme sürecini hızlandırmak için destek aramaktadır:
Amaç, içerde
daha çok kan emerek, dışarı aktarılacak olan kanın miktarını çoğaltmak, böylece
Batı Vampir Kabilesi'nin reisini tatmin ederek, yerel gücünü korumaktır.
Çünkü dünyanın
artık tek reisli bir vampirleşme dönemine girdiği herkes tarafından kabul
edilmektedir.
İşte
1945'ten beri süren vampirleşme sürecine, bu yerel vampir liderinin büyük
katkılarıyla ülkemiz, siyasetiyle, medyasıyla, özel teşebbüsüyle, kamu
kesimiyle önce birbirlerinin kanlarını emen, sonra da Batı Vampir Kabilesi tarafından
kanlan emilen vampirlerin yaşadığı bir yer haline gelir.
Zaman zaman
bu kan emme süreci o denli hızlanır ki, yerel vampirlerde emilecek kan
kalmaz.
O zaman Batı
Vampir Kabilesi yerel vampirlerin imdadına yetişir ve kan yapıcı plazma
yardımında bulunur.
Dışardan gelen plazmayla yeniden
kanlanan vampirler, birbirlerinin kanlarını emmeye devam eden böylece biriken
kanlar yeniden Batı Vampir Kabilesi'ne verilir.
Yani Batı
Vampir Kabilesi, kendine içilecek kan sağlamak için kanlarını emdiği bizim vampirlere,
birbirlerinin kanlarını emebilmeleri için kan yapıcı plazma yardımı
yapmaktadır.
Bir süre
sonra, bizim vampirler, kurdukları kan içici düzenin, Batı Vampir
Kabilesi'nden gelen plazma yardımı olmadan yaşayamayacağını fark ederler.
Artık,
vampirleşmeııin "küresel" zaferi bizim ülkede de ilan
edilmiştir.
Kim, hangi
lider, hangi parti, hangi kişi, hangi kurum iktidara gelirse gelsin, vampir
düzeninin devamı için Batı Vampir Kabilesi'ne, onun dikte ettiği koşullara
bağımlı olacaktır.
Önümüzdeki
seçimlerde de, kim kazanırsa kazansın, zafer vampirlerindir!
Bana
inanmıyorsanız, dünyadaki vampirleşme düzeylerini ölçen şeffaflık örgütünün,
1995'te zaten 27'inci sırada olan Türkiye'nin, 2002'de başarıyla 64'üncü sıraya
yükseldiğine ilişkin raporuna bakın.
Ne Bülent
Ecevit'in başbakanlığı, ne Kemal Derviş, ne de IMF'nin bankalar sistemine
getirmek istediği yeni düzen vampirleşmeyi durdurmakta etkili olabildi.
Türkiye'deki kirlenme bütün sürüyor.
Transperancy International Örgütünün yayımladığı Yolsuzluk Algılama
Endeksi'ne göre, Türkiye, rüşvet ve benzeri olayların oluşturduğu
kirlilikte, başarıyla, geçen yıla göre on sıralık bir atlama yaparak,
64'üncülüğe sıçradı.
102 ülkeyi
kapsayan listede, Türkiye'nin yeri, geçen yıl 3.6 puanla 54'üncü sıradaydı. Bu
yıl puanı 3.2'ye düşen Türkiye, 64'üncü sıraya yükseldi!
Transperancy
International'in endeksine göre, ülkelere, temizlik açısından, 10 üzerinden
puan veriliyor.
En temiz
ülke, 9.7 puanla Finlandiya olarak görünüyor. Amerika Birleşik Devletleri, 7.7
puanla 16'ıncı sırada yer alıyor.
Türkiye'nin
yıllara göre puanlan ve sıralamadaki yeri şöyle:
1995
|
4.1
|
puan
|
27'inci sıra
|
1996
|
3.54
|
puan
|
33'üncü sıra
|
1997
|
3.21
|
puan
|
38'inci sıra
|
1998
|
3.4
|
puan
|
54'üncü sıra
|
1999
|
3.6
|
puan
|
54'üncü sıra
|
2000
|
3.8
|
puan
|
50'inci sıra
|
2001
|
3.6
|
puan
|
54'üncü sıra
|
2002
|
3.2.
|
puan
|
64'üncü sıra
|
Transperancy
International bu puanlamaları, her ülkedeki yabancı yatırımcılara uyguladığı
anketler sonucunda belir-liyor.
Türkiye'deki
temsilcisi Saydamlık Hareketi Derneği.
Derneğin
başkanı Erciş Kurtuluş, yaptığı basın toplantısında,
Türkiye'nin puanındaki düşüşte,
"Son
yıllarda siyasi parti liderlerinin yolsuzlukla savaşmayı hedefleyen siyasetçi,
bürokrat, savcı ve yargıçları korumak yerine, onları cezalandırma gibi bir
tutumu tercih etmelerinin ve yolsuzluk olaylarına karışan üst düzey
bürokratları korumak için her türlü çabayı göstermelerinin temel etken
olduğunu söylemiş.”
Sıralamaya
göre Botswana, Namibya gibi Afrika ülkeleri, Kolombiya gibi uyuşturucu
ticaretiyle ünlü bir ülke, Dominik Cumhuriyeti, Etiyopya, Mısır ve El Salvador
gibi ülkeler bile Türkiye'den daha temiz görünüyor.
Tayland,
Türkiye ile aynı sırada.
En son
sıradaki beş ülke ise, Angola, Madagaskar, Paraguay, Nijerya ve Bangladeş.
Türkiye'de
kısaca, rüşvet, yolsuzluk, hortumculuk ve benzeri adlarla anılan bu kirlenme,
bütün iktidarlara karşın sürüyor. Bu nedenle, seçimlerde kim kazanırsa
kazansın, zafer vampirlerindir! (s.347-350)
Kaynak:
Emre KONGAR, Demokrasi
ve Vampirler, Remzi Kitabevi, İstanbul-2002
[1]
AIDS :AIDS, tedavi alınmadığı takdirde 'HIV' virüsünün bağışıklık sistemini
zayıflatarak yol açtığı bir sendromdur. AIDS tablosuna gelen kişiler; cilt
kanseri ve bunun gibi ciddi enfeksiyonlara yakalanırlar. Açılımı
"Edinilmiş Bağışıklık Yetmezliği Sendromu"dur.
HIV virüsü taşıyan kişiye
HIV pozitif denir. HIV pozitif olmak ile AIDS olmak aynı şey olmadığı gibi, her
HIV pozitif olan kişi AIDS tablosuna gelecektir diye bir durum yoktur.
Günümüzde uygulanan ART ilaç tedavisi ile HIV pozitif olan kişiler AIDS
tablosuna gelmeden yaşamlarını sürdürebilmektedirler. Yani yaygın olarak
bilinenin aksine, HIV pozitif olan kişiler artık ölümü beklemiyorlar. Günümdeki
tedavi olanakları ile HIV/AIDS artık kronik bir hastalıktır.
[2]
İnsan, dik duruşa, görece gelişmiş bir beyine, soyut düşünme yeteneğine,
konuşma (dil kullanma) kabiliyetine, alet kullanma ve üretme becerisine sahip
primat türü. Biominal ismi `Homo sapiens`tir. Homo sapiens Latince "akıllı
adam" veya "bilen adam" anlamına gelir. İnsan, hominoidea
(insansılar) üst ailesinin hominidae (büyük insansılar) ailesine dahildir.
[3]
Moore Yasası: Intel şirketinin kurucularından Gordon Moore'un 19 Nisan 1965
yılında Electronics Magazine dergisinde yayınlanan makalesi ile teknoloji
tarihine kendi adıyla geçen yasa.
Her 18 ayda bir tümleşik
devre üzerine yerleştirilebilecek bileşen sayısının iki katına çıkaracağını,
bunun bilgisayarların işlem kapasitelerinde büyük artışlar yaratacağını, üretim
maliyetlerinin ise aynı kalacağını, hatta düşme eğilimi göstereceğini öngören
deneysel (ampirik) gözlem.
1965 yılında,
"mikroişlemciler içindeki transistör sayısı her yıl iki katına
çıkacaktır" diyen Moore, daha sonraları 1975 yılında bu öngörüsünü
güncellemiş ve her iki yılda bir iki katına çıkacak şekilde düzeltmiştir. Moore
"18 ayda bir" ifadesinin de kendisi tarafından söylenmediği
konusunda da ısrar etmiştir. Kendisi tarafından hiçbir zaman yasa olarak
tanımlanmayan ifadesi, Kaliforniya Teknoloji Üniversitesi profesörü ve yüksek
ölçekli indirgeme konusunun öncülerinden biri olan Carver Mead tarafından bu
şekilde adlandırılmıştır. Sözün ilk söylendiği 1965 yılından bu yana bu yasa
çoğunlukla geçerli olmuştur. Yasa temel olarak bir tümleşik devrenin fiziki
boyutunun devreyi oluşturan transistör sayısının karesiyle değiştiği anlamına
gelir. Örneğin tümleşik devre bünyesindeki transistör sayısı iki katına çıkarsa
devrenin boyutu dört katına çıkar.
[5] Kolaj:
(İtalik dillerde "collage"), düz bir yüzey üzerine fotoğraf, gazete
kâğıdı, ve benzeri nesnelerin yapıştırılmasıyla ve bazen boya ile de
karıştırılarak uygulanan bir resimleme tekniğidir. Eğlence amaçlı uygulanması
çok eskilere gitmesine rağmen ancak 20. Yüzyılda kübistlerin kullanımının
etkisiyle bir sanat tekniği olarak kabul görmüştür. Daha sonra bu tekniği kendi
fikirlerine uygun bulan fütüristler, dadaistler ve sürrealistler
(gerçek-üstücüler) de kullanmıştır.
[6] Kaparoz:
isim, argo söz Yolsuzca veya zorla elde edilen mal.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar