THE PROPHET- HAKK ERENLER (NEBİ) (ERMİŞ)
Not: 1946 yılında Ömer Rıza Doğrul Beyefendi tarafından “The Prophet”in ilk
olarak Türkçeye çevirisi yapılmıştır. Devamında kitabın tercümeleri yapılsa da
anlayış/okuyuş cephesinden bir letafeti fazla yok gibidir. Ömer Rıza Doğrul'un
tercümesi mefhumî (mana yönü dikkate alınarak) yapılmış olması ile bir sadelik
taşımaktadır. Bu nedenle rahat okuyabileceğinizi düşünüyoruz. Unutmadan
resimlerin dışına takılıp kalmayın. İhramcızâde
« Hâkk Erenler » le
nasıl buluştum ?
Kudüs ile ona bitişik
yerler, zaten Nebi ve Veliler diyarıdır. Ben de geçen yılın Kasım ayında
Kudüs’de idim. Niyetim Kısas-ı Enbiyayı ve Süleyman Dedenin mevlid menkıbesini
yaşamaktı.
Hazret-i Muhammed
Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellemin «Enbiya ervahına» İmam olduğu yerde onun
gibi iki rek’at namaz kılmak istemiştim.
Pes
geçüb mihraba ol hayrül-enam
Enbiya ervahına oldu imam
İki rek'at kıldı Aksa da namaz
Öyle emretmiş idi ol bîniyaz
Enbiya ervahına oldu imam
İki rek'at kıldı Aksa da namaz
Öyle emretmiş idi ol bîniyaz
diyen Süleyman Dedenin
yarattığı kutlu havayı koklayarak içimi diriltmek emelindeydim.
Fakat benim Kudüs’e
vardığım sırada burası büyük siyasî faaliyetlerin sahnesi idi ve ben
“Cumhuriyet Gazetesi”sin siyasî muharriri sıfatıyla bu faaliyetlerin peşine
takılmak zorundaydım.
Halbuki bu siyasî
faaliyetlerin de sonu gelmiyordu. Kudüs’deki altı Arab fırkasının temsilcileri
Arab birliği konseyinin bunları birleştirmek için gönderdiği delegeIerle gece
gündüz düşüp kalkıyor, saatlerce ve saatlerce görüşüyor, bazen görüşmeler gece
yarılarına kadar uzayıp gidiyor; fakat neticeye yarılamadığı için ertesi gün
yeniden çalışılıyordu.
Gazetecilik merakı ve
deruhde olunan vazifenin gerekleri, beni de bu faaliyetlerin peşine takmıştı.
Bahusus bütün bu faaliyetlerin sahnesi, benim de ikamet ettiğim Hazret-i Davud
misafirhanesi olduğu, Arab âleminin en belli başlı gazetecileri ve bariz
şahsiyetleri burada toplandıkları için, otelden çıkamayacak ve nefes alamayacak
derecede bu meselelerin takibine koyulmuştum.
Günün birinde, bu sonu
gelmeyen çalışmalardan sıkılarak, kendimi bütün hızımla otelin dışına atmış ve
Mescid-i Aksâ sahasına kavuşmak için şehrin sokaklarına dalmıştım.
Mescid-i Aksâ'ya varmak
için Kudüs çarşısından geçmek lâzım. Burası bizim kapalı-çarşı gibi bir yer.
Fakat onun gibi düz olmadıktan başka yolları onun kadar geniş değil. Evvelâ
daracık bir dehlizden yokuş aşağı iniyor, iniyor ve iniyorsunuz. Sağınıza,
solunuza sapmadan yuvarlanıp duruyorsunuz. Bir hayli yuvarlandıktan sonra
Mescid-i Aksâ’nın gönüllere ferahlık veren, karanlıktan aydınlığa kavuşturan
kutsal bölgesine varıyorsunuz.
Fakat bu demin
geçtiğimiz yer, bir çarşı değil, üstü kapalı bir şehir. Baştanbaşa alış-veriş
faaliyeti ile kaynaşan bir âlem. Muhakkak ki bu üstü kapalı şehrin neresinde
bir nara kopsa, bütün şehri kaplar, bütün halkını meraklandırır. Ve kimbilir,
buralarda ne naralar koptu ve ne müthiş sayhalar çınladı. Herhalde Kısas ı
Enbiya’nın ve Kitab-ı Mukaddes’in uzun uzadıya anlattıkları eski Nebiler; buna
benzer yerlerde dolaşıyor, şehrin halkına ve tacirlerine Allah’ı hatırlatmak
istiyor ve bunları alış-veriş uykusundan tevbe ve nedamet uyanıklığına davet
ediyorlardı.
Çarşıyı, tiksindirici
bir duman, ürpertici bir gürültü kaplamıştı. Bu dumanlı gürültü en adi
bazirgânlık ve pazalıkçılık ruhunu, bütün pisliği ile canlandırıyordu. Fakat
Mescid-i Aksâ’nın özlü ve temiz havasına kavuşmak için böyle bir mezbeleden
geçmek, hiç de fena değil.
Çünkü çarşının hali,
dünyaya düşkünlüğün bütün sefaletini, bütün çirkinliğini, bütün mübalâgasiyle
belirtiyordu. Ve buradan geçerek, Mescid-i Aksâ sahasına kavuşmak, bir mi’rac,
bir kutsal kurtuluş sayılmağa lâyıktı.
Dışı, Türk çinileriyle
süslenen Sahre kubbesinin altına girdiğim zaman, hayretimden donakalmıştım.
Sanki birdenbire
şahlanmış gibi zeminden kopan bir iri kaya muhteşem bir şebeke içinde, ve dışı
çinili, içi son derece musanna’ kubbenin altında idi. Kayanın etrafında
dolaştıktan sonra kayanın altındaki boşluğa indim ve burada kayanın etrafına
örülen duvarı gördüm. Fakat bu duvarlar bu kayayı destekleyebilir mİ? Bu
duvarlar örüldü de sonra bu kaya bunların üzerine mi yerleştirildi ?
Bunların birine de cevap
verecek durumda değilim. Bildiğim birşey, bir rivayettir ve bu rivayete göre bu
kayanın mi’rac gecesi, Hazret-i Peygamber’in, Burak’a binmesini kolaylaştırmak
İçin yerinden kalkmış ve muallâkta kalmış olduğudur. Ve beni her şeyden fazla
bu rivayet ilgilendiriyor. Çünkü mi’rac şerefine yükselen bir kaya görüyorum ve
bunun verdiği dersi düşünürken içime birşeyler doğduğunu hissediyorum.
Sanki bu taş bana
diyordu ki:
«İnsanoğlu Ben mi’racı
hissetmiş ve yaşamış bir kayayım. O duygu ile yerimden sıçramış ve gökyüzüne
doğru bir adım atmışım Fakat o adımı attıktan sonra bir daha geri
dönmemişimdir, bir daha alçalmamışımdır Çünkü gökyüzüne doğru bir adım yükselme
zevkini duyan bir taş bile, bir daha geri dönmez ve bir daha alçalmaz!»
Onun için bu taş
parçasının bütün gururumu ezdiğini hissediyorum
Ben ki duyar, irade
eder, muhakeme eder bir varlığım, bu taşın duyduğu heyecanı duyamıyorum. Ben ki
hayvanlıktan insanlık seviyesine sıçramış bir varlığım, bu mi’racın zevkini bu
taş kadar hissetmiyor da hâlâ hayvanlığımı yaşatmak için esfellere
yuvarlanıyorum.
Neden bu taş kadar
mi’racımın zevkini yaşayarak daima iyiye, doğruya; daima güzele ve kutluya
doğru yol almıyorum? Neden içimi hayvanlığın yırtıcılığından temizlemeğe
savaşmıyorum da yırtıcılığımı tekemmül ettirmek için uğraşıyorum?.
Çünkü insanlığımın
mi’racını bu taş kadar hissetmemişimdir. Ve ne yazık ki hissedemiyorum.
Çünkü kalbim bu taştan
daha katı, daha hissiz !
Ne yazık ki ben bu kalbi
taşıyarak onunla övünüyordum. Fakat bu taşı gördükten sonra bu kalb gözümde
küçüldü, küçüldü ve ben onun bir taş parçası değerinde olmadığına inandım.
Hattâ bu taş parçası, ondan üstündür. Çünkü kâmil insanın miraç heyecanı
karşısında yerinden oynayarak ona binek olmuştur. Senin kalbinse süflî
İhtirasların bineğidir ve sen esfellerin esfelinde yaşayan bir varlıksın. Bu
taş, â’lâya doğru bir adım atmış ve o aşk
ile bir daha yere dönmemiştir.
Bu hal ve bu ders
karşısında utan ve taşları utandır. Yüreğini temizle de ulviyet ve kudsiyet
şahikalarına yönel. Hiç olmazsa bu taş kadar yüksel; ve bu uğurda attığın her
adım, kutlu bir mi’rac olsun !
*
* *
Kayanın altında içimden
geçenler bunlardıVe belki bu yüzden kayanın altında ezilmedim. Bilâkis geniş
bir serinlik duydum. Onun merdivenlerini tırmanarak kubbe altının loşluğuna
kavuşurken Süleyman Dedeyi hatırladım :
Pes
geçüb mihraba ol hayrül-enam
Enbiya ervahına oldu imam.
Enbiya ervahına oldu imam.
Ben de Aksâ’nın mihrabına
geçerek belki Hayrül-enamın durduğu yerde durdum ve derin bir ibadete daldım.
Enbiya ervahiyle hembezm
olduğumu içimin ferahlığından hissediyordum. Ve bu ferahlık içinde buradan
ayrıldım.
Benim naçiz mi’racım bu
kadardı. Ben de bu miracın zevkini tek başıma yaşamak üzere mukaddes sahadan
ayrıldım.
Deminki kalabalık ve
kapalı şehrin içinden nasıl geçtim ? Pek farkında değilim. İç âlemime o kadar
çekilmiştim ki gözüm birşey görmüyordu. Yalnız kapalı şehre veda ettikten ve
bir müddet yürüdükten sonra kendimi bir yokuş başında bulmuştum.
Yokuşu tırmanmayı göze
alamadığım için sağa sola baktım ve bir kitabevinin vitrini beni kendisine
çekti. Çok geçmeden bu kitabevinin içinde idim ve adım adım dolaşa dolaşa bir
İngilizce kitap önünde durdum. Adı : N E B î ! idi.
Kitabı karıştırmadan
önce müellifinin adına baktım. Yakınşarklı idi. Kitabın içine baktım. New
York’da basılmıştı. Ve kırk dört kere!
Ben de bugün zaten bir
Nebî ile hembezm olabilirdim ve başka bir kimse beni doyuramazdı !...
Mademki mukadderat bu mi’racdan
sonra bu Nebî ile görüşmeyi nasip etmişti. Benim gibi bir yolcu için bir hayli
ağırca olan bedelini hediye ederek eseri almış ve Hazret-i Davud
misafirhanesindeki hücreme çekilmiştim.
Nebî ile karşı karşıya
idik. Oturduk ve konuştuk. Bu Nebî, sanki, şahlanmış kaya altında benim
düşündüklerime tercüman oluyor, benim ruhumun orada aldığı ilhamları
anlatıyordu-
Bu, bir keramet mi idi ?
Bilmem.
Fakat bir vâkıa idi.
Nebî’yi baştanbaşa
okuyarak dinledim ve sevindim.
Çünkü, içimde kalan
herşeyi, dışa vuran ve apaçık söyleyen bir kitap bulmuştum. Ve bu kitabın adı
«Nebî» idi!
*
* *
Fakat bu kitabın
kahramanı hakikaten bir Nebi mi idi ? Bana öyle gelmedi.
Çünkü bu, daha doğrusu
bir Veli idi, bir Hâkk Erenlerdi. Ve kullandığı dil, tam Erenler dili idi.
Fakat bu dil' ne güzel
kullanmıştı. Ve onunla söylemek istediklerini ne güzel söylemişti I
Çölün kumları içinde
yüzen yolcunun serin serin estiğini hissettiği birer nefesti bu !
Çölün susuzluğu içinde
bağrı yanan kervanın, akar sular gibi çağladığını hissettiği sesti bu !
Dokunduğu her konuda
ruhu, bütün saffet ve samimiyeti ile konuşturan, tabiatın dili ile konusunu
söyleten bir Erenlerdi bu..
Onun ledün kitabı,
tabiattı. Herkesin içinde ve dışında yaşayan, tabiat âlemi.. Olan, biten,
olacak bitecek herşeyi ihtiva eden; güzeli, doğruyu, iyiyi, kutluyu, ve herşeyi
toplayan,
Gören göze ve duyan
kalbe herşeyi söyleyen, her sırrı faş eden,
Gören göze ve duyan
kalbe her derdin dermanını öğreten, her güçlüğün anahtarını ve bütün
definelerin tılsımını veren tabiat âlemi.
Ledün kitabı odur elbet.
Ve o ledün kitabına
âşinâ olmak için, gören bir göz ve duyan bir kalb, fakat tam gören ve tam duyan
bir göz ve kalb sahibi olmak gerek.
Hâkk Erenler de
böyledir. Tabiat ananın öz evlâdıdır ve onun tam tercümanıdır.
Onun için bu eserde, her
örneğini tabiattan almış, her misalini orada bulmuş, ve tabiatın güzelliklerini
saya döke ona uymayı, onu örnek edinmeyi telkin etmiş, bütün bu yaptıklarını
çok iyi yapmış, bütün sunduklarını çok güzel sunmuştur.
*
* *
Tabiat, en iyi örnek olduğuna
göre bizi tabiattan ayıran ne?
Aklımız mı ?
Fakat o da tabiatın
doğurduğu bir ileri hamle değil mi ?
Elbet ki öyledir. Fakat
o, kendine tabiat üstünü bir önem vermeğe özenmekle yanılmış ve sapmıştır.
Adem’e secde etmeyen Şeytan işte o
Yoksa kendini tabiatın
kanunları dairesinde tekâmül eden bir varlık saymak tevazuunu göstermiş olsaydı
hiçbir mi’racından geri dönmez, insanlık payesine eriştikten sonra hayvanlığın
gıpta etmeyeceği bir seviyeye düşmezdi!
Tabiatın onu yaratmakla
varmış olduğu tekâmülü inkâr edecek derecede şımaran bu akıl, kendini bir
ceberut saymakla bataklıktan bataklığa yuvarlanmış ve ileri hamlelerinin
hepsini utandıran hatalar içinde yüzmüştür; hâlâ da yüzüyor.
Onu kurtarmak lâzım
Ve bu vazifeyi birçok
Erenler gibi bu Erenler de üzerine almıştır.
Onunla hemhal olmak,
benim için ayni günde ikinci bir mi’racdı.
*
* *
Bu Erenler kim ?
Bizim gibi bir Şarklı!
Fakat yirminci asrın Şarkta doğurup Garba ve Garp dolayısıyla bütün dünyaya
sunduğu bir Hâkk Erenler-
Bu Erenler, Mevlâna
gibidir, Attâr gibidir, Sa’di gibidir ve bilhassa Mevlâna gibidir-
Mevlâna’nın bağında
doğmuş, onun bağından koparılmış bir meyvadır. Onun, Şarktan Garba attığı bir
oktur. Ve o ok yerini bulmuş, vazifesini başarmıştır.
Kendisi Lübnan’lıdır ve
adı Halil’dir. Fakat Lübnan’a sığamamıştır. Çünkü atılan bir oktu ve atıldığı
yeri bulmak gerekti. Onun için soluğu Amerika’da almış, orada bu yeni
Mesnevî’yi yazmış, eserinin yirmi dile tercüme edildiğini, Amerika ile
Avrupa’da basıldığını görmüştür.
Mevlâna’nın Batı
dünyasına attığı ok bu.. Ve bu ok, orada gönüller fethetmiş, deryalar tutmuş ve
saltanatlar kurmuş..
O, nasıl bütün Şarkın
gönlüne hâkimse, bir tek oku, Batıya hâkim olmağa ve nice nice âlemler
zaptetmeğe kâfi gelmiş..
*
* *
Bu eseri, tam o mi’rac
gecesi Türkçeye çevirmeğe harar vermiş ve otuz kırk sahifesini bir nefeste
tercüme etmiştim.
Çünkü eser, ruhumun öz
ifadesi idi. Ve sanki bu eser müellifinin kafası ve kalbi içinde doğduğu gibi
bizim kalbimizin ve kafamızın içinde doğmuştu.
Arada o kadar âşinalık
vardı ki âdetâ eserin aslına bakmadan tercüme ediyormuş gibi yazı yazıyordum.
Çünkü bu eser
Mesnevî’nin bir yeni ifadesiydi. Yahut bugünün Mesnevî’siydi.
O da Mesnevi gibi bizim
ruhumuzun bir çağlayanı idi.
*
* *
Mescid-i Aksi’da bir
mi’rac yaşamıştım
Hazret-i Davud’un
misafirhanesinde geçirdiğim o geceyi bu eser aydınlattı ve bana bir mi’rac daha
yaşattı.
Üçüncü bir mi’rac: Şark
ruhunun hâlâ şâhikalar yaratması.
Zamanımızda gerçi Şark
ruhunun yoksullaştığı iddia ediliyor. Fakat bu yoksulluğun bu muhteşem verimi
karşısında duyduğumuz haz, bir mi’rac teşkil etse gerektir.
Lâleli : 2 Şubat 1946
Ömer Rıza Doğrul
Ömer Rıza Doğrul
Müellif ve Eser hakkında
Eserin müellifi Halil
Cibran 1883 de Lübnan’da doğmuş ve Arab edebiyatında yeni çığırlar açan
eserleriyle geniş bir şöhret kazanmıştır. Daha sonra Amerika’ya giderek orada
yerleşmiş, çok geçmeden Amerika’nın edebiyat âlemine de kendini tanıtmış,
birçok eserler yazarak şöhretini bütün Amerika’ya yaydıktan başka o yol ile
bütün dünyaya da yaymağa muvaffak olmuştur.
«Nebi» adiyle yazdığı bu
eser, Amerika’da ilkönce 1923 de basılmış, daha sonra 1945 yılının Nisanında
kırk dördüncü basımı yapılmıştır. Biz de eseri bu kırk dördüncü baskısından
Türkçeye çevirmiş bulunuyoruz.
Hâkk Erenler, müellifin
şaheseri olarak tanınmış, müellifin hayatında birçok dillere çevrilmiş ve
dünyasın en tanınmış fikir adamlarını ilgilendirmiştir.
Eseri Arapçaya tercüme
eden Antonyos Beşir 1926 da
müelliften aldığı mektuptan şu parçayı naklediyor :
«Ruhumun bir parçası
olan küçük eserimin gördüğü rağbet hakkında ancak şunu söyleyebilirim: Eserin
İngilizcesi, şimdiye kadar on kere basılmıştır ve Avrupa dillerinden onuna
çevrilmiş olduktan başka Şark dillerinden Japonca ve Hintçeye de tercüme
edilmiştir.
«Esere
karşı gösterilen alakaya gelince, Amerika Cumhur Reisi Mister Wilson ile en
büyük İngiliz şairi, en tanınmış Fransız muharrirleri ve Hindistan’ın
Gandi’sinden başlayarak en mütevazı’ işçiler, zevceler, analar, herkes
tarafından, hayalimden bile geçiremediğim bir tarzda alâka ile karşılanmıştır.
Bu umumî alâka ve sempati karşısında ara-sıra utanıyorum.»
Yukarıda anlattığımız gibi eser daha sonra da basıla basıla 1945 Nisanında kırk
dördüncü basımı yapılmıştır.
Müellifin kendisi de bu
eserini diğer her eserinden üstün tutuyor ve en çok bu eserinde muvaffak
olduğunu söylüyordu.
Müellifin kendisi diyor ki:
«Daha
Lübnan’da iken bu eseri yazmayı tasarladıktan sonra, hiçbir dakikamı onsuz
geçirmedim. Sanki eser benim bir parçamdı... Eseri yazdıktan sonra
müsveddelerini dört yıl yanımda tuttum ve üzerinde çalıştım. Çünkü her
kelimesinin, sunabileceğim en iyi kelime olduğundan emin olmak ve tam emin
olmak istiyordum.»
Neticede müellif
hakikaten muvaffak olmuş ve muvaffakiyetini bütün dünyaya tanıtmıştır.
Sayısız insanlara
kendini sevdiren bu eseri, biz de derin bir sevgi ile dilimize çevirmiş ve
okurlarımıza sunmuş bulunuyoruz. Eserin muhitimizde de ayni sevgi ile
karşılanacağına eminiz.
Eseri
süsleyen, daha doğrusu eserin anlattıklarını resim diliyle anlatan resimler de,
müellifin eseridir. Çünkü müellif büyük bir ressamdır ve meşhur heykeltıraş
Rodin, müellifin Pariste açtığı bir resim sergisini ziyaret ettikten sonra onu
yirminci asrın «William Blake» i sayabileceğini söyleyerek kendisini takdir
etmiştir.
Resimlerin
hepsi tasavvufî manalarla yüklüdür ve onların dış yüzünden iç yüzlerine ermek
gerektir.
Müellif ömrünün son
yirmi yılını Amerika’da geçirdikten sonra 1931 de 48 yaşında olarak vefat
etmiştir.
Ö. R. D.
Devrinin bir güneşi olan
MUSTAFA, ( yani seçilen ve sevilen zat ), kendisini doğduğu adaya götürecek
gemiyi Orfalis şehrinde, on iki yıl beklemişti.
[Orphalese:
dünya halkı, biz yaşayanlar, fanilerdir aslında orphalese halkı. metoforik bir
anlatımla bizlere seslenmektedir.]
On ikinci yılın bağbozumu
mevsiminde ve Eylülün yedinci gününde, şehir duvarlarının dışındaki tepeye
tırmanarak denize doğru bakmış, geminin sisler arasından süzülerek sahile
yaklaştığını görmüştü.
O zaman kalbinin bütün
kapıları sonuna kadar açılmış ve neşesi denizleri kaplamıştı. Gözlerini yumarak
ruhunun sessizlikleri içinde dua etti.
Fakat tepeden indiği
sırada yüzünü hüzün kaplamış ve için için düşünmüştü :
“Buradan huzur içinde
ayrılmağa, üzülmeden uzaklaşmağa imkân mı var? Hayır, bu şehirden yarasız bir
ruh ile ayrılamayacağım.
Onun duvarları arasında
geçirdiğim ıstıraplı günler, yalnızlık içinde yaşadığım geceler ne kadar
uzundu! Ve kim var ki ıstırabına ve yalnızlığına, acımadan veda edebilsin ?
Ruhumun nice parçalarını
bu sokaklara ektim. Özleyişimin nice yavrulan, bu dağlar arasında çırılçıplak
dolaşıyor. Ve ben, bir yük yüklenmeden, içim sızlamadan, çekilip gidemiyorum.
Bugün sırtımdan bir
gömlek atmıyorum, kendi ellerimle parçaladığım bir tenden soyunuyorum.
Geride bıraktığım şey
bir düşünce değil, açlık ve susuzlukla yontulmuş ve güzelleşmiş bir kalptir.
Gecikmeğe de gelmez.
Herşeyi kendine çağıran
deniz, beni de çağırıyor, ben de gideceğim.
Gerçi saatler
karanlıklar içinde tutuşup yanar; fakat burada kalmak da, donmak, buzlaşmak ve
bir kalıp içinde sıkışmaktır.
Keşke burada bırakacağım
herşeyi de alıp götürebilsem. Fakat ne mümkün !
Bir ses, kendini
kanatlandıran dili ve dudakları taşıyıp götüremez. Yapayalnız uçar, esîr
âlemine!
Ve bir kartal, yuvasını
taşıyarak uçmaz. Güneşe doğru hamle eder, tek başına !„
“Dağın eteğine vardığı
zaman yine denize doğru döndü ve gemisinin limana girdiğini gördü. Güverte
üzerindeki tayfalar kendi yurdunun adamlarıydı.
*
Ruhu onlara bağırarak
dedi ki :
“Benim yaşlı anamın
çocukları, ey akıntıların ve medd-ü cezirlerin binicileri!
Nice nice defalar
rüyalarımda yelken açtınızdı. Bugünse, rüyalarımın en derini olan uyanıklığımda
geliyorsunuz!
Gitmeğe hazırım,
özleyişimin açılan yelkenleri, rüzgârların esmesini bekliyor.
Buranın sâkin havasında
bir nefes daha alacağım, geriye doğru, seven gözlerle bir kere daha bakacağım.
Sonra aranızda duracağım
ve denizciler arasında bir denizci olacağım !
Ve sen ey geniş deniz,
ey uykunun tadını tatmayan ana !
Nehirler ve ırmaklar
yalnız sana kavuşarak huzur ve hürriyete ererler.
Bu ırmakcağız da bir kere
daha kıvrılacak, bir kere daha bu vadicikte şırıldayacak.
Sonra ben de sana
geleceğim. Sonsuz denize sonsuz bir damla gibi katılacağım !„
Yürürken birçok erkek ve
kadınların tarlalarını, bağlarını bırakarak şehrin kapısına doğru koştuklarını
gördü.
Kendi adını çağıran
sesleriyle, gemisinin gelmiş olduğunu birbirlerine anlattıklarını işitiyordu.
Kendi kendine söylendi :
«Ayrılık
günü, acaba, toplanma günümü olacak?
Ve akşamım, tanyeri gibi
ağardığı mı söylenecek?
Tarlasının ortasında
sabanını, bağının içinde üzüm sıkan mengenesini bırakıp gelen kimselere ben ne
verebileceğim?
Acaba kalbim, meyvalarla
yüklenmiş bir ağaç olacak da ben o meyvaları toplayıp onlara mı vereceğim ?
Arzularım bir pınar gibi
fışkıracak da onların kadehlerini mi dolduracağım ?
Ben kudret elinin
dokunacağı bir saz, kudret nefesinin üfleyeceği bir ney mi olacağım ?
Sessizlikler arayan bir
kimseyim ben. Ve ben sessizlikler içinde hangi defineye el koydum ki emniyetle
avuç avuç saçayım?
Bugün benim hasat
günümse hangi tarlaya, hangi unutulan mevsimde tohumlar attım ki bugün ürününü
toplayayım?
Eğer benim fenerimi
kaldıracağım ân buysa, onun içinde yanacak alev, benim alevim olmayacak.
Çünkü benim fenerim boş
ve karanlık !
Gecenin bekçisi onu
yağla dolduracak ve yakacak !„
Bu sözleri diliyle
söylüyordu. Fakat sözlerinin çoğu, söylenmeden içinde kalmıştı. Çünkü en derin
sırrını da anlatmaktan âcizdi.
Şehre girdiği zaman
herkes onu karşılamağa çıkmıştı ve hepsi, tek sesle ağlaşarak onu çağırıyordu.
Şehrin büyükleri,
karşısına dikilerek yalvardılar :
“Sen
bizden ayrılma !
Sen bizim aramızda
loşluğumuzu gideren bir kuşluk güneşi idin ve gençliğin rüyalarımıza rüyalar
katmıştı.
“Sonsuz
denize, sonsuz bir damla gibi katılacağım”
Sen, bizim aramızda bir
yabancı değilsin! Misafir de sayılmazsın. Oğlumuzsun ve candan sevgilimizsin !
Gözlerimizi hasretinin
acılarıyla inletme !„
Mabetlerde hizmet eden
erkekler ve kadınlar yalvardılar:
“Denizlerin dalgaları
bizi ayırmasın ve aramızda geçirdiğin yıllar bir hâtıra olmasın...
Sen aramızda bir ruh
gibi dolaşıyordun ve senin gölgen gözlerimizi aydınlatıyordu.
Seni çok sevdik. Fakat
sevgimiz sözsüzdü ve perdelerle örtülmüştü. Şimdi ise sevgimiz, haykırıyor,
bütün avaziyle !
Ve karşına çıkıyor,
bütün çıplaklığıyla!
Zaten hiçbir sevgi,
ayrılıktan önce derinliğinin derecesini anlayamaz.,,
Daha başkaları da
gelerek yalvardılar. Fakat o, hiçbir cevap vermedi.
Yalnız başını eğdi.
Ve yakında duranlar,
gözlerinden akan yaşların göğsüne damladığını gördüler.
Halk ile birlikte
mabedin önündeki büyük meydana gidiyorlardı.
Mabedin içinden adı
El-Mitra olan bir kadın çıkmıştı ki o da bir azize idi.
Aziz ona en derin
rikkatle baktı. Çünkü bu şehre geldiği zaman, bir gün bile geçmeden, onu ilk
arayan ve ona ilk inanan bu kadındı.
Azize onu kutlayarak
dedi ki :
“Ey Allah’ın velisi!
Yücelerden yüceyi aramak ve gemini bulmak için mesafeleri ölçüp durdun.
Artık gemi geldi ve sen
de gitmek istiyorsun.
Hâtıralarının yurduna ve
daha yüksek arzularını gerçekleştirecek vatana karşı hasretin çok derin.
Sevgimiz ve ihtiyacımız artık seni bize bağlayamıyor.
Ayrılmadan önceki
ricamız, bize söz söylemen, bildirmek İstediğin hakikati anlatmandır.
Tâ ki biz de senden
öğrendiklerimizi çocuklarımıza, onlarda torunlarımıza öğretsinler ve bu sayede
hakikat ortadan kalkmasın.
Sen, yalnızlığında
günlerimizi nasıl yaşadığımızı görüyor,
Uyanıklığında uykumuzun
kahkahalarını ve iniltilerini dinliyordun.
Onun için artık bizi,
bize öğret, doğum ile ölüm arasındaki herşeye dair sana bildirilenleri bize
bildir.,,
Cevap verdi:
“Orfalis
halkı ! Ben bu anda ruhlarınız içinde ürpermekte olan şeyden başka hangi
konudan bahsedebilirim, size ?„
El-Mitra, hemen öne
atıldı ve :
“Bize Aşktan bahset!
dedi.
O da başını kaldırarak
halka baktı ve ortalığı derin bir sessizlik kapladı. Yüksek bir sesle anlattı :
“Aşk, size kılavuzluk
edince peşinden gidiniz,
Aşkın yolları dik ve
sarp olsa da !
Aşkın kanatları sizi
kucaklayınca, ona ram olunuz,
Kanatlarının arasına
gizlenen kılıç sizi yaralasa da !
Aşk, size söz söyleyince
ona inanınız,
Sesi, şimal
rüzgârlarının bahçeleri perişan etmesi gibi rüyalarınızı altüst etse de !
Çünkü aşk başınızı
tacladığı gibi kellenizi de uçurur.
Aşk, sizi geliştirir,
fakat, budaya budaya ıstırap da verir.
Aşk, tepenize kadar
yükselir ve güneşin aydınlığında ürperen en ince dallarınızı okşar,
Fakat köklerinize kadar
da iner ve onları toprak altında sarsar.
Aşk, buğday başağı gibi
sizi kendi içinde toplar.
Fakat buğdayları seçmek
ve ayırmak için harmandan geçirir ve sizi çırılçıplak eder.
Kabuklarınızı atmak için
kalburdan geçirir ve sizi beyazlaştırmak için değirmende öğütür.
Sizi yumuşatmak için,
yoğurur.
Sonra sizi kendi
mukaddes ateşine atar ve Tanrının maidesine (sofrasına) yakışan bir “nân-ı
aziz” yapar.
Aşk, bütün bunları
başarır, tâki kalbinizin sırlarını öğrenesiniz.
Ve bu bilgi sayesinde
hayatın kalbinden bir parça olasınız.
Fakat siz, ürkeklik
yüzünden yalnız aşkın verdiği huzur ile zevki ararsanız, çıplaklığınızı örtmek
ve aşkın değirmeninden uzaklaşmak gerek: Güleceğiniz, fakat ruhunuzla
şakıyamayacağınız, ağlayacağınız, fakat gözyaşlarınızın bütün kaynaklarını
kullanamayacağınız, mevsim tanımayan bir âleme uzaklaşmak.
Aşk, kendinden başka bir
şey vermez ve kendinden başka bir şey almaz.
Aşkın malı, mülkü
yoktur. Fakat kimsenin de malı, mülkü olamaz ;
Çünkü aşk, aşk için
yeter.
Aşka
giriftar olduğunuz zaman Tanrı kalbimin içindedir demeyin, ben Tanrının
kalbi içindeyim, demek daha yaraşır.
Siz, aşka yol
göstereceğinizi sanmayın. Çünkü aşk, sizde değer görürse, her yolu gösterir.
Aşkın, kendini
bütünlemekten başka, bir gayesi yoktur. Fakat aşka giriftar olurda birtakım
arzular peşinde koşmak isterseniz şunlar olsun o arzular:
Erimek, geceye nağmeler
terennüm eden bir ırmak gibi eriyip akmak,
Derin şefkatin
ıstırabını duymak, ıstırap derinleştikçe, şefkatin de o nisbette ve daha fazla
derinleştiğini hissetmek;
Aşkı anlayışınızla
yaralanmak, anlayışınız yükseldikçe, daha geri anlayış ve duyuşun acısını
hissetmek;
Ve isteye isteye, seve
seve cefa çekmek.
Sabahleyin kanatlanmış
bir kalple uyanmak ve yeni bir aşk günü yaşamanın şükranını ödemek;
Öğleyin dinlenmek ve
aşkın istiğrakına dalmak;
Akşamleyin evinize
hoşnutluk içinde dönmek, sonra sevilene karşı kalbinizle yönelerek dua etmek ve
bir şükran neşidesi terennüm ederek uyumak. „
Bunun üzerine El-Mitra,
tekrar söz söyledi ve :
“Allah'ın velisi! dedi,
Evlilik hakkında ne dersin ?„
O da cevap verdi :
“Birlikte doğmuştunuz ve
sonuna kadar beraber kalacaksınız !... Ölümün beyaz kanatları günlerinizi
ayıracağı âna kadar yanyana yaşayacaksınız.
Tanrının sessiz
hatırasında bile yanyana duracaksınız !
Fakat beraberliğinizi,
mesafeler ayırmalı!
Ve göklerin rüzgârları,
aranızda raksetmeli!
Birbirinizi seviniz,
fakat sevginizi zincirlemeyin!
Sevginiz, ruhunuzun
kıyılan arasında kımıldayan bir deniz olsun !
Birbirinizin kadehini
doldurunuz, fakat tek kadehten içmeyiniz !
Birbirinize ekmeğinizden
sununuz, fakat ayni lokmayı yemeyiniz !
Beraber terennüm ediniz,
raksediniz, eğleniniz, neşeleniniz; fakat herbiriniz tekliğini unutmasın !..
Çünkü bir udun telleri,
ayni nağmeyle birlikte titrer, fakat herbiri ayrı ayrı !..
Kalplerinizi birbirinize
veriniz, fakat her biriniz kendi kalbine sahip olsun, çünkü kalbi, ancak Hayat
eli koruyabilir.
Birlikte durunuz, fakat
birbirinize fazla yaklaşmayınız. Çünkü mabedin direkleri de, birbirinden uzak
durur. Ve meşe ile selvi birbirinin gölgesi altında yetişemez..,
“Beraber
raksediniz, eğleniniz, neşeleniniz, fakat birbiriniz tekliğini unutmasın.”
Yavrusunu göğsüne
dayayan bir kadın ona bakarak :
“Bize, dedi, Çocuklardan
bahset !„
O da cevap verdi:
“Çocuklarınız, sizin
çocuklarınız değildir.
Bunlar kendini özleyen
Hayatın oğulları ve kızlarıdır.
Siz bunların dünyaya
gelmelerine vasıta oldunuz, fakat bunlar sizin değildir.
Gerçi onlar sizinle
beraberdir, fakat sizin malınız olamazlar.
Onlara sevginizi
verebilirsiniz, fakat düşüncelerinizi asla! Çünkü onların kendilerine has
düşünceleri vardır.
Siz onların gövdelerini
barındırabilirsiniz, fakat ruhlarını barındıramazsınız. Çünkü ruhları yarının
sarayındadır. Sizse orasını rüyanızda bile göremezsiniz.
Siz onlara benzemek için
uğraşabilirsiniz, fakat onları kendinize benzetmek için uğraşmayınız.
Çünkü hayat, geriye adım
atmaz ve “dün,, ile ilgilenmez.
Siz o yaylarsınız ki,
çocuklarınızı, birer canlı ok gibi fırlatırsınız.
Oku atan kimse,
Sonsuzluk içinde aldığı nişan
“Siz o
yaylarsınız ki, çocuklarınızı birer canlı ok gibi fırlatırsınız.”
yerini görür ve okunu
süratle uzağa vardırmak için yayını ne kadar bükmek mümkünse o kadar büker.
Oku atanın elinde
büküldüğünüz zaman, seve seve bükülünüz;
Çünkü oku atan kimse,
uçan oku sevdiği gibi sağlam yayı da sever.,,
Daha sonra bir zengin
adam : “Bize, dedi, Vermekten bahset !„
O da cevap verdi:
“Siz malınızdan verdiğiniz
zaman çok az verirsiniz. Ve ancak canınızdan verdiğiniz zaman gerçekten
verirsiniz.
Malınız yarın muhtaç
olacağınızı sanarak esirgemek istediğiniz şeylerden başkası mı ?
Mukaddes şehre giden
Hacıların peşine düşüp ne olur ne olmaz diye çölün kumları içine bir kemik
saklayan tedbirli köpek, yarından ne bekleyebilir ?
İhtiyaçtan korkmak,
ihtiyacın tâ kendisi değil mi?
Sarnıcınız su ile dolu
olduğu halde susuzluktan korkmak, en tatmin edilmez susuzluk değil mi?
Malları çok ve bol
olduğu halde az verenler vardır. Bunu da tanınmak için verirler. Ve onların bu
gizli arzuları, verdiklerinin bereketini kaçırır.
Sonra öyleleri var ki
ellerindeki azdır, fakat hepsini verirler.
Bunlar hayata, ve
hayatın bolluğuna inananlardır ve bunların ambarları asla boş kalmaz.
Bunlar verdikleri zaman
severek verirler ve sevgileri ile neşeleri, mükâfatlarıdır.
Başkaları da ıstırap
çekerek verirler ve bu ıstırap onların cehennemidir.
Verdikleri zaman ıstırap
çekmeyenler, hattâ bu yüzden sevinç de aramayanlar, bu meziyetlerinin anılmasını
bile istemeyenler de vardır.
Vadideki güller,
kokularım fezaya nasıl yayarlarsa, bunlar da öylece verirler.
Tanrı bu çeşit
kimselerin elleriyle konuşur ve onların gözleri içinden bütün dünyaya gülümser
!
İstendiği zaman vermek,
çok iyidir. Fakat durumu peşinden anlayarak istenmeden vermek daha iyidir.
Eli açık olan kimse için
alacak el bulmak, vermekten daha büyük bahtiyarlıktır.
Zaten varın yoğun içinde
alıkoyabileceğin bir şey var mı?
Bütün varın, bir gün,
baştanbaşa verilmeyecek mi?
Öyleyse şimdi ver, tâ ki
vermek mevsimi varislerinin değil, fakat senin olsun !
“Vermek
isterim, amma, lâyığına ve müstahakına” der durursunuz.
Bahçenizdeki ağaçlar ve
otlaklarınızdaki davarlar böyle söylemiyor.
Onlar yaşamak için
veriyorlar, çünkü vermezlerse ölürler.
Herkim ki gece, gündüz
yaşamak değerindedir, sizin vereceğiniz herşeye lâyıktır.
Hayat okyanusundan
içmeğe hak kazanan kimse, kadehini sizin küçücük ırmağınızdan doldurmağa lâyık
görülmek gerektir.
Dünyada hangi çöl, almak
cesaret ve itimadının, hayır iyiliğinin içinde yatan çöl büyüklüğündedir?
Ve sen kimsin ki
insanlar sana gelsin de göğüslerini açsınlar ve gururlarının perdelerini
parçalasınlar da içlerini çırılçıplak göstersinler, utanmadan gururlarını
soysunlar ?..
Sen herşeyden önce
verici ve vermek vasıtası olmak gerekleştiğini anla.
Çünkü hakikatte hayat,
hayatın imdadına yetişir, sense, ey kendini verici sanan kimse, vericiliğin
yalnız bir şahidisin.
Ve siz ey alıcılar, ki
hepiniz öylesiniz, minnet yükü altında kalmayınız ki hem kendinize, hem vericiye
bir boyunduruk geçirmiş olmayasınız.
Vericinin vergisi vereni
de, alanı da yükselten kanat olsun. Yoksa borcunuzun yükünü fazla hissetmekle,
hür yürekli toprağı ana ve Tanrıyı baba tanıyan vericinin cömertliğinden şüphe
etmiş olursunuz.„
Daha sonra bir han
sahibi olan yaşlı bir adam ilerliyerek:“Bize, Yemek ve İçmekten bahset„ dedi.
O da cevap verdi:
“Keşke arzın kokusu ile
yaşayabilmiş ve bir hava nebatı gibi yalnız aydınlıkla gıdalanabilmiş
olsaydın..
Fakat mademki yemek için
öldürmek, susuzluğunu gidermek için henüz doğan yavruyu ana südünden mahrum
etmek zorundasın; o halde bu hareketin bir ibadet şeklini alsın.
Sofran bir şükran
maidesi olsun ve bu şükran maidesi (sofra), insanın en iyi ve en masum
cephelerini belirtmeğe yardım etsin.
Bir hayvanı kestiğin
zaman için için ona de ki:
“Seni kesmeyi emreden
kuvvet, ben» de öldürecek, ben de senin gibi bir varmış, bir yokmuş olacağım.
Seni, benim elime teslim
eden kanun, beni de daha kuvvetli bir ele teslim edecek.
Senin ve benim kanım,
ezel ağacını besleyen bir sudan ibarettir.
Bir elmayı ısırdığın
zaman kalbinle ona de ki:
“Tohumların gövdemin içinde yaşayacak.
İstikbalin tohumları, içimde çiçekler açacak, Kokuların nefesime katılacak,
Ve biz her mevsimde
beraber sevineceğiz,,
Sonbaharda, bağlarının
üzümlerini toplayıp sularını almak üzere mengeneye attığın zaman onlara için
için de ki :
“Ben de sizin gibi bir
üzüm çubuğuyum. Benim de mahsulüm derlenecek ve mengeneye atılacak. Ben de yeni
şaraplar gibi ezelî şişelere konacağım.,
Kışın üzüm suyunun her
kadehini kalbinin bir nağmesini terennüm ederek iç!
Ve bu nağmeleri terennüm
ederken sonbahar günlerini, üzüm bağını ve üzüm mengenesini hatırla !„
Daha sonra bir çiftçi
ilerleyerek: ‘‘Bize Çalışmaktan bahset !„ dedi.
O da cevap verdi :
“Siz toprağa ve toprağın
ruhuna, ayak uydurmak için çalışırsınız.
Çünkü tembel olmak;
yeryüzünün mevsimlerine karşı yabancı kalmak, muhteşem ve mağrur bir teslimiyet
içinde sonsuzluğa doğru ilerleyen hayat kervanının dışına çıkmaktır.
Çalıştığınız zaman,
saatların fısıltılarını kalbi içinde nağme ahengine çeviren bir neysiniz.
İçinizde kim var ki,
başka herşey, elbirliğiyle terennüm ederken, sessiz ve dilsiz bir kamış parçası
gibi kalmak iştesin?
Size nice defalar
çalışmanın bir lânet, iş yapmanın bir talihsizlik olduğu söylendi.
Bense size diyorum ki
çalıştığınız zaman arzın en uzak rüyasından, doğduğu gün size nasip olan
hisseyi gerçekleştirmiş oluyorsunuz.
Ve siz kendinizi işe
vermekle, hayata karşı olan sevginizi belirtiyorsunuz.
Hayatı iş yaparak, iş
başararak sevmekse, hayatın en gizli sırlarına aşina olmak demektir.
Fakat acı duyduğunuz
için, doğurmayı bir felâket, gövdenizi beslemeyi alnınıza yazılmış bir lânet
sayarsanız, ben de size derim ki ancak sizin alnınızın teri o yazıyı
silebilecektir.
Size hayatın karanlık
olduğu da söylenmiştir. Siz de bir takım bezginlikler içinde, bezgin kimselerin
söylediklerini tekrarlıyorsunuz.
Ben size diyorum ki:
hayat hakikaten karanlıktır; hızdan mahrum olursa !
Ve her hız kördür, bilgi
ile aydınlanmazsa!
Ve her bilgi boştur,
çalışma ile verimlileşmezse !
Ve her çalışma kısırdır,
sevgi ile bereketlenmezse !
Seve seve çalıştığınız
zaman kendinizi kendinize, birbirinize ve Tanrınıza bağlamış olursunuz.
Seve seve çalışmak ve iş
başarmak ne midir?
Dokuduğunuz
kumaş parçasını, sevgiliniz giyecekmiş gibi yüreğinden çektiğiniz ipliklerle
dokumak.
Yükselttiğiniz
binayı, içinde sevgiliniz oturacakmış gibi ruhunuzun hızıyla yükseltmek !
Tohumları, şefkatle
dikmek, ekini sevinerek toplamak.
Bütün bu verimler,
sevgilinize sunulacak bir hediye imiş gibi !
Yaptığınız her işi,
kendi ruhunuzun nefesiyle yüklemek. Ve çalıştığınız sırada bütün kutlu ölülerin
sizi çevreleyerek gözettiklerini hissetmek.
Uykuda sayıklıyormuş
gibi şu sözleri söylediğinizi nice nice defalar işittim : “Mermer üzerinde
çalışarak ruhunu ifade eden kimse, sabanla toprağı süren kimseden daha
şereflidir. Alâim-i semanın (Gök kuşağı ) renklerini yakalayarak onlarla bir
kumaş parçasının üzerinde bir insan resmi yaratan kimse, ayaklarımıza
geçirdiğimiz sandalları yapan kimseden daha üstündür."
Ben de buna karşı, fakat
uyku içinde değil, öğle üzerinin uyanık olgunluğu içinde diyorum ki; Rüzgâr,
iri çınarlara karşı, çimen yapraklarının en küçüğüne karşı kullandığı diklen
daha tatlı bir dil kullanmaz.
Ve büyük, yalnız odur
ki; rüzgârın sesini, kendi sevgisiyle daha fazla tatlılaşan bir nağmeye
çevirebilendir.
Çalışma, göze
görünebilen bir sevgidir.
Seve seve çalışamıyor da
üzüle üzüle çalışıyor sanız işinizi bırakıp, mabedin kapısında pineklemek ve
seve seve çalışanların sadakasını almak daha doğru olur.
Çünkü ekmeği kayıtsızlık
içinde yoğurursanız insanların yalnız yarı açlığını gideren acı bir ekmek
yoğurmuş olursunuz.
Üzümlerinizi, istemeye
istemeye sıkarsanız, isteksizliğiniz pekmezinize ağu katarsınız.
Melekler gibi terennüm
ettiğinizde de sevmiye sevmiye terennüm ederseniz, insanları gece ve gündüzün
nağmelerini dinlemekten alıkoymuş olursunuz.
Daha sonra bir kadın
ilerleyerek : “Bize, dedi, Sevinçten ve Kederden bahset.,,
O da cevap verdi:
“Sevinciniz, örtüsünü
atmış kederinizdir.
İçinden kahkahalar
yükselen kaynaktan, nice nice zamanlar, gözyaşlarınız fışkırmıştı.
Başka türlü olamaz ki!
Keder varlığınızın
derinliklerine işledikçe içiniz daha fazla sevinçle dolar.
Şarabınızı doldurduğunuz
kadeh, çömlekçinin fırınında yanan kadehin kendisi değil mi ?
Ruhunuzu okşayan ud,
bıçaklarla yontulan ağaçtan başkası mı ?
Sevindiğiniz zaman
kalbinizin derinliğine bakınız, size sevinç veren şey yüzünden göz yaşı
döktüğünüzü anlarsınız.
İçinizde;
“Sevinç kederden daha büyüktür,, diyenler bulunabileceği gibi “hayır, keder,
daha büyüktür,, diyenler de bulunabilir.
Ben de
size derim ki: Bunlar ayırt edilemez.
Beraber gelirler ve
sofranızın başına geçtiğiniz zaman, yalnız biri yanı başınızda ise, diğerinin
yatağınızda uyukladığını unutmayınız.
Sevinçleriniz ile
kederleriniz arasında terazinin iki gözü gibi asidisiniz. Yalnız gözler boş
kaldığı zaman teraziniz duraklar ve muvazenenizi bulursunuz.
Haznedar, altınlarını ve
gümüşlerini tartmak için geldiği zaman sevinciniz veya kederiniz ne yükselir,
ne de alçalır.„
Daha sonra bir duvarcı
ileriledi ve : “Bize Evlerden bahset.,, dedi.
O da cevap verdi:
“Şehrin duvarları içinde
bir ev kurmadan önce hayalinizle çöl ortasında bir çadır kurunuz.
Çünkü, akşamlan evlerinize
dönmek üzere yol aldığınız zaman içinizdeki o yapyalnız, o hicranzede serseri
de yol alır.
Eviniz, sizin büyümüş
gövdenizdir.
Eviniz de güneş altında
büyür, ve gecenin sessizliğinde uyur, üstelik rüyasız da kalmaz. Sorarım size,
evleriniz rüya görmüyor mu ? Ve rüya içinde şehirden çıkarak korulara gitmiyor
ve tepelere tırmanmıyor mu ?
Evlerinizi elime
geçirsem ve tohum eken bir çiftçi gibi ormanlara ve çayırlara serpsem!
Elimden gelse de
vadileri cadde, çimenlikleri sokak yapsam da sizin birbirinizi bağlar içinde
arayıp bulmanızı ve elbiseleriniz toprak kokusu taşıyarak geri dönmenizi
sağlasam. Fakat henüz vakti değil.
Atalarınız, korkulan
yüzünden sizi birbirinize yetiştirmişler ve bu korku bir müddet daha devam
edecek. Fakat çok geçmeden şehir duvarlarınız, ocaklarınızı tarlalarınızdan
ayıracak !
Şimdi ey Orfalis halkı,
bana anlatın!
Evlerinizin içinde neler
var?
Ve sizin kapılarınızı
kilitleyerek sakladıklarınız nedir ?
insan kudretini ifşa
eden huzur mu var ?
Kafanın şahikalarını
yaratmak için kemerleri üst üste yükselten hatıralar mı var ?
insan kalbini; tahta ve
taştan yontulan şeylerle mukaddes dağlara çeviren güzellikler mi var ?
Anlatın bana, bunlar mı
var evlerinizde ?
Yoksa yalnız konfor mu
ve konfor ihtirasımı, o bir eve sürüne sürüne girerek misafir gibi oturan,
sonra ev sahibi gibi yerleşen, nihayet efendi kesilen hırsız mı var ?
Hattâ o hırsız, daha
sonra bir eğitmen kesilir, kanca ve kırbaçla daha büyük arzularınızı
kuklalaştıran bir varlık olur, onun elleri gerçi ipekten, fakat kalbi demirdendir.
0, size uyumak için
ninniler söyler ki yatağınızın başucunda durarak maddenin gösterişiyle övünsün.
O, sizin sağlam
hasselerinizle istihza eder ve onları kırık çanaklar gibi dikenlikler içine
atar.
Konfor iştihası, ruhun
ihtiraslarını öldürür, sonra sırıta sırıta cenazesinde yürür.
Fakat siz, ey fezanın
çocukları, siz ki dinlenmek elinizdeyken dinlenme nedir, bilmezsiniz ! bu
pusuya düşmenize, yahut kanca ve kırbaçla terbiye edilmenize imkân yoktur.
Evleriniz varlığınızı
demirleyen ve kımıldamasına imkân vermeyen bir çapa değil, varlığınıza çeşit
çeşit ufukların havasını yaşatan bir yelkendir.
Bir yarayı örten parlak
bir perde değil, fakat gözü koruyan bir göz kapağıdır. Siz, kapılardan geçmek
için kanatlarınızı kapamazsınız, tavanlara çarpmasın diye başlarınızı
eğmezsiniz, duvarları çatırdamasın ve yıkılmasın diye nefes almaktan
korkmazsınız.
Siz, ölülerin canlılar
için yaptıkları mezarlarda oturmazsınız.
Gerçi evlerinizin
haşmeti var, güzelliği var, fakat bunlar, sizin bir sırrınızı saklamaz ve sizin
özleyişlerinizi hapsetmez.
Çünkü içinizdeki
sonsuzluk o gök yüzündeki konakta ikamet ediyor ki kapısı sabah sisleridir,
pencereleri nağmelerdir ve gecelerin sessizliğidir. „
Daha sonra bir dokumacı
ilerleyerek: “Bize, dedi, Üst-baştan bahset,,
O da cevap verdi:
“Elbiseleriniz,
güzelliğinizin birçoğunu gizliyor. Fakat çirkinliklerinizi gizlemiyor.
Gerçi siz elbise
giymekle, mahremiyet hürriyetini kazanmak istiyorsunuz, fakat bu elbiseler de
sizi dizginliyor ve bağlıyor.
Güneş ve rüzgârı teninizin
daha fazlasıyla ve elbisenizin daha azıyla karşılarsanız ne iyi olur.
Çünkü hayat nefesi,
güneş aydınlığındadır ve hayat eli rüzgârlardadır.
İçinizde şöyle diyenler
var: “Giydiğimiz elbiseleri şimal rüzgârları dokudu „
Ben de diyorum ki, evet,
şimal rüzgârıdır bunu yapan !
Fakat bu elbiseleri
dokumak için kullandığı tezgâh, hayasızlıktı ve kullandığı iplik, gevşeklik
idi.
Ve şimal rüzgârı bu işi
başardıktan sonra ormanlar içinde kahkahalar attı.
Unutmayın ki tevazu’ ,
kibirlilerin gözünden korunmak için kullanılan bir kalkandır.
Kibirli kimseler ortadan
kalkınca tevazu, bir kayıt ve kafayı aldatan bir pas gibi kalır.
Unutmayın ki toprak,
çıplak ayaklarınızın temasından haz duyar ve rüzgâr saçlarınızla oynaşmayı
özler.,,
Daha sonra bir tacir yaklaştı
ve : “Bize Alışverişten bahset,, dedi.
O da cevap verdi :
“Yer yüzü size meyvesini
veriyor, siz de avuçlarınızı nasıl dolduracağınızı bilirseniz, ömrünüzde
ihtiyaç tadını tatmazsınız.
Arzın hediyelerini
mübadele etmekledir ki bolluğa kavuşur ve hoşnut olursunuz.
Fakat bu mübadele (bu
değiş dokuş) sevgi duygularıyla ve adalet düşüncesiyle yapılmazsa, bir
kısmınızı oburluğa, bir kısmınızı da açlığa sürükler
Siz ey deniz uşakları,
tarla ve bağ rençperleri çarşılarda dokumacılarla, çömlekçilerle ve baharat
toplayanlarla buluştuğunuz zaman arza hâkim olan ruha el açarak onun aranıza
gelmesini, terazilerini bir değeri bir değere karşı tutan hesapları kutlamasını
niyaz edin.
Kısır elliler, boş lâf
mukabilinde çalışmanızın verimine el koymak isteyenler işinize karışmasın.
Bu çeşit kimselere deyin
ki : “Bizimle birlikte tarlalara gelin, yahut kardeşlerimizle birlikte denize
çıkın ve ağlarınızı atın! Çünkü kara da, deniz de, bize karşı gösterdiği
cömertliği, sizden esirgemiyecektir. „
Rakkaseler size gelecek
olurlarsa, onların hediyelerinden de alınız.
Çünkü onlar da meyve
veriyorlar ve ıtır topluyorlar. Gerçi onların getirdikleri malların maddesi
rüyadır, fakat bu rüyalar, ruhlar için rida ve gıdadır.
Çarşılarınızdan
ayrılmadan önce, hiçbir kimsenin elleri boş dönmemesine dikkat edin.
Çünkü arzın hâkim ruhu,
en küçüğünüzün ihtiyaçları tatmin edilmedikçe rüzgârlara yaslanarak huzur
içinde uyuyamaz „
Sonra, şehrin
hâkimlerinden biri ilerleyerek “Bize, dedi, Cürüm ve Cezalardan bahset.,,
O da cevap verdi:
Ruhlarınız, rüzgârlarla
beraber estiği zamandır ki sizler yalnız ve bekçisiz kalarak birbirinize ve
dolayısıyla kendinize karşı birtakım yanlışlar işlersiniz.
Ve bu yüzden, kutluluğun
kapısını çalmak ve bir müddet için kabul olunmadan beklemek zorundasınızdır.
Sizin
benlik dediğiniz Tanrı bir Okyanus gibidir ki asla kirlenmemiştir.
O, esir gibi, ancak
kanatlı olanları yükseltir.
Sizin benlik Tanrınız,
hattâ güneş gibidir.
Gizli yolları bilmez ve
yılanların deliklerini aramaz.
Fakat sizin benlik Tanrınız,
varlığınızda yalnız değildir.
Çünkü çoğunuz, hâlâ
beşerdir ve çoğunuz hâlâ beşer bile değildir, hâlâ sisler içinde uyuyarak
yürüyen ve uyanış çaresini arayan bir biçimsiz cücedir.
Bense şimdi içinizdeki
beşerden bahsedeceğim.
Çünkü cürüm ve cezayı tanıyan,
benlik Tanrınız, yahut sisler içindeki uyuyarak yürüyen cüce benliğiniz
değildir, içinizdeki beşerdir.
Ben nice nice defalar
sizin bir yanlış yapandan, suç işleyenden, sanki sizden değilmiş de bir yabancı
imiş, sizin dünyanıza başka bir dünyadan gelmiş bir varlık gibi bahsettiğinizi
işittim.
Ben de size diyorum ki:
nasıl ki kutlu ve doğru kimse, herbirinizin içindeki en yüksek şahikadan daha
öteye yükselemezse kötüler ve alçaklar da içinizdeki bataklığın en alçağından
daha ötesine düşemezler.
Nasıl bir yaprak, ancak
bütün ağacın sessiz bilgisi ve isteği olmadan, sararamazsa suç işleyen de
topunuzun gizli isteği olmadan o suçu işleyemez.
Hepiniz birlikte bir
alay gibi benlik Tanrınıza doğru yürüyorsunuz. Yol da sizsiniz, yolcu da siz!
İçinizden biri düşünce,
arkadan gelenleri, kendisini düşüren taştan korunmağa davet eder ve gözlerini
açar.
Ayni zamanda, daha önden
giden, sağlam ve süratli adımlarla ilerlediği halde o taşı ortadan kaldırmayan
kimselere serzeniş eder!
Size ağır gelse de şu
sözü söyleyeceğim :
Öldürülen kimse,
öldürülmek suçundan hesapsız bırakılmamak gerektir.
Soyulan kimse, soyulmuş
olmak yüzünden suçsuz değildir.
Doğru dürüst kimseler,
kötülerin hareketleriyle ilişiksiz değildirler.
Elleri tertemiz olan
kimseler, suçluların her kirinden âzade değildirler.
Evet, suçlu,
ekseriyetle, suçu kime karşı işlediyse onun kurbanıdır.
Ve mahkûm olan kimse,
nice defalar, suçsuzların ve günahsızların hammalıdır.
Haklıyı
haksızdan ve iyiyi kötüden ayırt edemezsiniz.
Kara ve beyaz iplikler
nasıl birlikte dokunursa bunların ikisi de karşınızda öylece yan yana duruyor.
Ve siyah iplik kopunca,
dokuyucu bütün kumaşa baktığı gibi tezgâhını da yoklar.
Onun
için birisi, sadakatsiz zevceyi, yargılanmak üzere karşınıza getirirse
kocasının kalbini de teraziye koyup ölçsün ve kendi ruhunu aynı teraziye
koysun.
Suçluyu tokatlamak
isteyen kimse, suçun işlenmesine sebep olan kimsenin de yüreğine baksın.
İçinizde herkim hak
namına ceza vermek ve baltasını kötü ağaca indirmek isterse evvelâ kökleri
yoklasın !
Yoklayınca, hem iylik,
hem kötülük, hem verimlilik hem kısırlık görecek ve hepsini arzın sâkin
kalbinde birbirine bağlanmış bulacaktır.
Ve siz ey adalet icra
etmeleri gerekleşen hâkimler,
Dış
görünüşüyle namuslu, fakat ruhiyle hırsız olan bir adamı hangi cezaya çarparsınız
?
Gövdesiyle
katil olan, ruhiyle maktul olan bir kimse hakkında ne hüküm verirsiniz?
Hareketleriyle aldatıcı
ve zalim olduğu halde ayni derecede aldatılan ve zulme uğrayan kimse hakkında
ne dersiniz?
Sonra nedametleri
suçlarından daha büyük olanlar hakkındaki hükmünüz ne ?
Nedamet, sizin hizmet
ettiğiniz kanunun tatbik etmek istediği adaletin hedefi değil mi ?
Fakat siz masumun içine
nedamet aşılayamadığınız gibi onu suçlunun kalbinden de çıkaramazsınız.
O, geceleyin hiç
çağrılmadan gelir ki insanlar uyansın da kendilerine baksınlar.
Ve siz ki, adaleti
anlamış olmaları gerekleşen insanlarsınız, her vakit işinin bütünüyle
görmedikçe buna imkân bulabilir misiniz ?
Ancak işinin bütünüyle
bakmak imkânını elde ettiğiniz zaman dimdik duran kimse ile düşen kimsenin ayni
olduğunu ve bunun Tanrılık iddia eden benlik ile cücelikten kurtulamayan benlik
arasında durduğunu görür; mabetteki köşe taşının, temelindeki taştan daha
yüksek olmadığını anlarsınız.,,
Daha sonra bir avukat:
“Bize Kanunlarımızdan bahset,, dedi.
O da cevap verdi:
“Gerçi siz kanun
yapmaktan hoşlanan kimselersiniz, fakat bu kanunların bozulmasından daha fazla
hoşlanırsınız.
Deniz kenarında oynayan
ve kumdan kuleler yapmak için uğraşan, sonra güle güle yıkan çocuklar
gibisiniz.
Fakat siz o kuleleri
yaparken deniz sahile daha fazla kum yığıyor ve sizin kulenizi yığdığınız zaman
deniz size gülüyor.
Zaten deniz daima
masumlara güler.
Fakat o kimselere ki
hayat bir deniz ve beşer yapısı kanunlar birer kum kulesi değildir.
Hayat bir kayadır ve
kanun, kayayı kendilerine benzetmek için kullandıkları bir kalemdir. Onlara ne
diyebilirim ?
Ne diyebilirim o
topallara ki rakkaselere haset ederler ?
Ne
diyebilirim o öküze ki, boyunduruğunu sever ve ormanın içinde başıboş gezen
geyik ve deveyi, sürüden ayrılmış zavallı sayar ?
Ne diyeyim o yaşlı
yılana ki gömleğini değiştiremez de başkalarını çıplaklıkla ve utanmazlıkla
lekeler?
Ne diyeyim o kimseye ki
düğüne herkesten evvel gelir; yer, içer, haddi aşarak yorulunca bütün
düğünlerin israf olduğunu ve düğünlere gidenlerin kanunu ayakaltına aldıklarını
söyler?
Bunlara diyebileceğim
birşey varsa, onların da güneş ışığında durdukları, fakat sırtlarını güneşe
verdikleridir.
Bunlar yalnız
gölgelerini görürler ve gölgeleri kendi kanunlarıdır ve bunlara göre güneş bir
gölge kaynağıdır.
Bunlar kanunu anlamak
için eğilirler ve yer yüzüne serilen gölgelerini ölçerler.
Fakat sizler ki güneşe
doğru yürürsünüz, yer yüzüne serilen hangi gölge sizi tutabilir ?
Sizler ki rüzgârla
beraber seyahat edersiniz, size kim yol gösterecektir ?
Siz boyunduruğunuzu, bir
insanın hapis kapısı önünde kırmazsanız beşerin hangi kanunu sizi bağlayabilir
?
Raksederken ayaklarınız,
bir insanın demir zincirlerine takılmazsa hangi kanun sizi korkutabilir ?
Elbiselerini yırtar da
bir insanın yoluna atmazsanız kim sizi mahkemeye sürükleyebilir?
Orfalis halkı! Davulun
sesini boğabilir, udun tellerini gevşetebilirsiniz, fakat kim var ki, tarla
kuşunu ötmekten menedebilsin ?„
Daha sonra hatiplerden
biri: “Bize, Hürriyetten bahset» dedi.
O da cevap verdi:
“Nice nice defalar,
şehrin kapılarında ve ocaklarınızın başında sizi, hürriyetinize tapmak üzere
yere kapanmış gördüm.
Ve siz bu halinizle bir
ceberut karşısında köleliğini arzeden, kendilerini kesip biçtiği halde onu öven
köleler gibi idiniz,
İçinizde en çok hür
yaşayanların hürriyetlerini bir boyunduruk ve bir kelepçe gibi tanıdıklarını
mabedin korusunda ve kalenin gölgesinde gördüm.
Ve yüreğim kanadı. Siz
[ancak o zaman hür olursunuz ki hürriyeti aramak arzusu dahi sizin için bir
kayıt sayılır ve siz hürriyetten bir gerçekleşecek hedef diye bahsetmez
olursunuz.
Ne zaman günleriniz
gailesiz ve geceleriniz ihtiyaçsız ve ıstırapsız geçmeğe başlarsa o zaman
hürriyete kavuşmuş olursunuz.
Daha doğrusu gaileler,
ihtiyaçlar ve ıstıraplar hayatınızı kuşattığı halde çıplaklık ve bağımsızlık
içinde onlara üstün geldiğiniz zaman hür sayılırsınız.
Fakat idrakinizin
fecrinde, erişeceğiniz öğle vaktine vurulan zincirleri kırmadıkça gecelere ve
gündüzlere üstün gelmenize imkân mı var ?
Doğrusu şudur ki sizin
hürriyet dediğiniz şey. Halkaları güneş aydınlığında parlayan ve gözlerinizi
kamaştıran zincir halkalarının en kuvvetlisidir.
Sizin hür olmanız için
benliğinizden birtakım parçaları atmanız gerektir.
Bu parçalar, adaleti
gerçekleştiremeyen bir kanunsa, onu ortadan kaldırmanız icap eder. Çünkü o
kanunu sizin alnınıza kendi eliniz yazmıştır.
Fakat,
kanun kitaplarını yakmakla, yahut bütün denizin suyu ile yargıçlarınızın
alınlarını yıkamakla onları ortadan kaldırmış olmazsınız.
Şayet o parçalar,
tahtından atmak istediğiniz bir zâlim ise, onun ilkönce içinizde kurulmuş olan
tahtını yıkmağa bakınız.
Çünkü, bir zâlimin hür
ve mağrur insanlara hâkim olabilmesi için onların hürriyetinin temelinde bir
zulüm ve gururlarının kaynağında bir leke bulunmak icap eder.
Şayet o parçalar,
kurtulmak istediğiniz bir derd ise, biliniz ki, o derdi kendi elinizle başınıza
sarmışsınızdır ve onu hiçbir kimse size yüklememiştir.
Yahut o parçalar,
kovalamak istediğiniz bir korku ise o korkunun yeri, korkulanın eli değil,
sizin kalbinizdir.
Şüphe yok ki herşey,
varlığınızın içinde yarı yarıya kucaklaşarak hareket ediyor, sevilen ve
korkulan, tiksinilen ve kutlanan, istenilen ve kaçınılan herşey !
Bütün bunlar ışıklar ve
gölgeler gibi çifter çifter içinizde ötüp dolaşıyor.
Gölgeler soluklaşmağa
başlayarak zeval bulunca geride kalan ışıklar başka bir ışığın gölgesi oluyor.
Onun için, hürriyetiniz
zincirlerini kaybettiği
zaman, bizzat kendisi
daha büyük bir hürriyetin zinciri oluyor.,,
Azize, tekrar söz
söyleyerek : “Bize Akıl ve Hırstan bahset !„ dedi.
O da cevap verdi:
“Ruhlarınız, nice nice
zamanlar bir harp sahnesidir ve burada aklınız ve muhakemeniz hırs ve
şehvetinize karşı savaşlara girer.
Elimden gelseydi,
ruhunuz içinde barışı sağlamak, unsurlarınız arasındaki ahenksizliği ve
rakipliği birliğe ve ahenge çevirmek isterdim.
Fakat ne mümkün ? Çünkü
sizin de barışçı olmanız, hattâ unsurlarınızı sevmeniz gerektir.
Aklınız ve hırsınız
deryalara düşen ruhunuzun dümeni ve yelkenleridir.
Dümeniniz kırılır veya
yelkenleriniz parçalanırsa, ancak çarpınır ve çırpınır, yahut denizin ortasında
duraklarsınız.
Çünkü akıl tek başına
hüküm sürerse, bağlayıcı kuvvet olur ve hırs, bakımsız kalırsa, kendini
mahvedinceye kadar yanan bir aleve benzer.
Onun için ruhunuzu
bırakınız, hırsınızın bütün hızıyla aklınızı şahikalara kadar yükseltsin, o da
orada terennüm etsin.
Ruhlarınız, hırslarınıza
aklınızla yol göstersin ki onlar da hergün öldükten sonra dirilerek yaşasın ve
bir anka gibi kendi küllerinin üzerinden kalksın.
Dilerim ki muhakemenizi
ve hırsınızı, evinize gelen iki aziz misafir gibi karşılayınız.
Şüphe yok ki bir
misafiri, diğerinden üstün tutanlar yalnız ihmal ettikleri misafirin değil,
ikisinin de sevgisini ve inanını kaybederler.
Tepeler arasındaki beyaz
kavakların serin gölgelerinde oturarak uzaktaki tarlaların ve otlakların huzur
ve istiğrakını paylaştığınız zaman, için İçin deyin ki: Tanrı, akıl içinde
istirahat eder.
Vaktaki fırtına kopar ve
kuvvetli rüzgârlar ormanları sarsar; gök gürültüleri ve şimşek çakmaları,
gökyüzünün ihtişamını ilân eder, o zaman kalbiniz, haşyetten ürpererek, “Tanrı,
hırs içinde kımıldıyor,, desin.
Tanrının evreninde bir
nefes ve ormanında bir yaprak olduğunuz için siz de akıl içinde dinlenir ve
hırs içinde hareket edersiniz.,,
Bir kadın ilerleyerek:
“Bize, dedi. Acıdan bahset.,,
O da cevap verdi !
“Istırap, idrakinizi
kılıflayan kabuğun kırılmasıdır.
Meyvanın kalbini
güneşletmesi için çekirdeğin kırılması icap ettiği gibi sizin de ıstıraba aşina
olmanız İcap eder.
Kalbiniz, gündelik
hayatınızın harikaları karşısında hayran kalabilseydi ıstıraplarınızı,
sevinçleriniz gibi karşılardınız.
Tarlalarınızda geçen
mevsimleri tanıyıp kabul ettiğiniz gibi kalbinizin mevsimlerini de tanır ve
kabul eder,
Ve kalbinizin ıstırap
veren kışlarını sükûnetle karşılardınız.
Istıraplarınızın çoğu kendi eserinizdir.
Ve o içinizdeki hekimin,
hasta benliğinizi tedavi için verdiği acı ilâçtır.
Onun için hekime
güveniniz ve onun verdiği ilâcı sükûn ve itminan içinde içiniz.
Çünkü onun eli gerçi
sert ve ağırdır, fakat görünmeyen varlığın yumuşak eli ona kılavuzluk eder.
Onun sunduğu kadeh,
gerçi dudakları yakar, fakat Çömlekçinin kutsal gözyaşlarıyla yumuşatmış olduğu
çamurdan yapılmıştır.,,
Adamın biri de : “Bize,
Kendini bilmekten bahset.,, dedi.
O da cevap verdi:
Kalpleriniz gecelerin ve
gündüzlerin sırrına, sessizlik içinde, aşinadır.
Fakat kulaklarınız,
kalbinizin bilgisini seslendirmesini özler.
Çünkü fikir olarak daima
bildiğinizi kelimelerle tanımak ve parmaklarınızla rüyalarınızın çıplak
gövdesine dokunmak istersiniz.
Ve bunları yapmanız
iyidir.
Çünkü ruhunuzun gizli
kaynağı fışkırmak ve çağlaya çağlaya denize akmak ister.
Sizin sonsuz
derinliklerinizdeki defineler, gözlerinizin önünde açılacaktır.
Fakat bu meçhul
defineleri ölçmek için terazi kullanmayın,
Ve bilginizin
derinliklerini mahdut ölçülerle ölçmeğe kalkışmayın.
Çünkü benlik, hudutsuz
ve ölçüsüz bir denizdir.
“Istırabların çoğu
kendi eserinizdir.”
Sakın “hakikati buldum,,
deme ! Fakat bir tek hakikati buldum diyebilirsin.
Sakın
ruhun yolunu buldum, deme! Belki, ruhu kendi yolumda yürürken gördüm !„
diyebilirsiniz.
Çünkü
ruh bütün yollarda yürür.
Ruh, bir çizgi üzerinde
yürümez ve bir kamış gibi yetişmez.
Ruh, sayısız yapraklı
bir zambak gibi kendini yaprak, yaprak açar.,,
Sonra bir öğretmen:
“Bize, dedi, Öğretimden bahset.„
O da cevap verdi:
“Hiçbir kimse size,
bilginizin fecrinde yarı uyuklamakta olan şeylerden başka bir şey öğretemez.
Mabedin gölgelerinde,
öğrenciler arasında yürüyen öğretmen, size ne verirse aklından değil, fakat
inanından ve sevgisinden verir.
Kendisi hakikaten akıllı
bir adamsa, sizi kendi akıl evine sokmaz, belki sizi kendi aklınızın eşiğine
ulaştırır.
Astronom, size mesafeler
hakkındaki bilgisinden bahsedebilir, fakat idrâkini size veremez.
Musikişinas, bütün fezadaki
nağmeyi size terennüm edebilir, fakat o nağmeyi yakalayan kulağı ve onu
aksettiren sesi veremez.
Rakam (sayı) ilmini
bilen adam size ölçülerden, tartılardan bahsedebilir, fakat sizi bunların
âlemine kavuşturamaz.
Çünkü bir insanın erdiği
ilham, kanatlarını bir başkasına veremez.
Tanrının hafızasında, tek tek yer aldığınız gibi herbirinizin de
Allah hakkındaki bilgisi ile dünya hakkındaki telâkkisi diğerinden ayrıdır.,,
Daha sonra bir genç
ilerledi ve : “Bize, dedi, Dostluktan bahset.„
O da cevap verdi:
“Dost, tatmin edilmiş
ihtiyaç demektir.
O, sizin sevgi
ektiğiniz, şükran biçtiğiniz tarladır.
O, sizin mâidenizdir [
sofra] ve ocak başınızdır.
Çünkü siz ona aç olarak
gelir ve huzura kavuşmak için ona baş vurursunuz.
Dost size kendi fikrini
anlatınca içinizden gelen “hayır,, veya “evet,, i ondan esirgemeyiniz.
Dost susunca, kalbiniz,
onun kalbini dinlemeğe devam etsin.
Çünkü dostluk âleminde
bütün düşünceler, arzular, ümitler, sözler doğar, paylaşılır ve bunların
sevinci alkışlanmadan yaşanır.
Dostunuzdan ayrılınca,
kederlenmeyin !
Çünkü onun en çok
sevdiğiniz cepheleri ayrılık İçinde daha iyi görünür, nasıl ki dağa bakan kimse
onu tırmanırken değil, fakat ovadan bakarken daha çok iyi görür.
Dostluktan, ruhun
derinleşmesinden başka bir şey beklemeyiniz.
Çünkü kendi sırrının
açılmasından başka bir şey beklemeyen sevgi, sevgi değildir; ortaya atılan ve
yalnız faydasız her şeyi yakalıya n ağdır.
Sende en iyi neyse,
dostuna onu ver.
Dostun, hayatındaki
yalnız cezri tanıyorsa, ona bir de hayatının meddini tanıt!
Yoksa vakit öldürmek
için aranan dost, bir hiçtir.
Dostu, yaşanmağa değer
saatler için seç.
Çünkü onun vazifesi,
ihtiyacınızı karşılamaktır, boşlukla karşılaşmak değildir.
Dostluğun tatlılığında
kahkahalar çınlasın ve bahtiyarlıklar paylaşılsın.
Çünkü kalp, küçük şeyler
üzerindeki şebnemlerle sabahını bulur ve taze can kazanır.,,
Daha sonra bilgili bir
adam ilerleyerek: “Bize Söz söylemekten bahset,, dedi. O da cevap verdi:
“Konuşmağa başlayınca,
düşüncelerinizin huzurunu kaçırmış olursunuz.
Kalbinizin yalnızlığı,
içinde ikamet edemediğiniz zaman dudaklarınızda yaşar ve ses sizi oyalar.
Konuşmalarınızın
çoğunda, düşünceleriniz, yarı ölüdür.
Çünkü düşünce, fezanın
bir kuşudur ki söz kafesinde kanatlarını açar, fakat uçamaz.
İçinizde
öyleleri vardır ki, yalnız kalmaktan korktukları için gevezeleri arar.
Yalnızlığın sessizliği
gözlerinin önüne benliklerini çırılçıplak çıkardığı için korkarlar ve kaçmak
isterler.
Öyleleri de vardır ki
konuştukları zaman bilmeden ve farkına varmadan anlamadıkları hakikatleri ifşa
ederler.
Öyleleri de vardır ki
hakikati içlerinde tanıdıkları halde onu kelimeyle anlatamazlar. Hakikat
bunların ruhunda, ahenkli bir sükûn içinde yaşar.
Dostunuza sokakta, yahut
çarşıda rastladığınız zaman, içinizdeki ruh, dudaklarınızı kımıldatsın ve
dilinize kılavuzluk etsin.
Sesinizin içindeki ses
kulağının içindeki kulağa söz söylesin.
Çünkü onun ruhu,
kalbinizin gerçekliğini, rengi unutulan, şişesi yok olan bir kevser tadiyle,
hatırlayacaktır.,,
Daha sonra bir astronom
ilerledi ve : “Bize, dedi, Zamandan bahset.,,
O da cevap verdi:
“Siz ölçülmez ve
ölçülemez olan zamanı ölçmek istersiniz.
Hareket tarzını buna
uydurur, hattâ ruhunuzun yolunu saatlara ve mevsimlere göre idare edersiniz.
Zamanı bir ırmak yapar
ve siz o ırmağın başına oturarak akışı seyredersiniz.
Fakat içinizdeki zaman
kaydını kıran o, hayatın zaman kaydını tanımadığını biliyor ve dünü yarının
hatırası, yarını bugünün rüyası tanıyor.
İçinizde terennüm eden
ve düşünen o, hâlâ yıldızları fezaya dağıtan ilk ânın hududu içinde ikamet
ediyor.
İçinizde kim var ki
sevmek kudretinin hudutsuz olduğunu hissetsin ?
Ve yine kim var ki
sevgiyi, bütün hudutsuzluğu ile beraber, varlığının merkezi içinde kavrayamamış
olsun ve bir sevgi fikrinden diğer sevgi fikrine, bir sevgi eserinden diğer
sevgi eserine hareket etmesin?
Zaman da, sevgi gibi,
bulunmaz ve erişilmez birşey değil mi ?
Fakat zamanı kafanız
işinde mevsimlere ayırmak lâzımsa her mevsimin diğer bütün mevsimleri
kavramasına dikkat edin.
Ve bugününüz, geçmişi
hâtıralarla ve geleceği özleyişlerle kucaklaşın.,,
Sonra şehrin
yaşlılarından biri: “Bize, dedi, İyiden ve Kötüden bahset.,,
O da cevap verdi :
“İçinizdeki
iyiden bahsedebilirim, fakat kötüden bahsedemem.
Çünkü
kötülük, kendi açlığı ve susuzluğu yüzünden işkence çeken iyiden başka nedir ?
Çünkü “iyi,, aç kalınca,
karanlık mağaralarda da gıda arar ve susuz kalınca, pis suları da içer!
İçinizle dışınız bir
olunca, muhakkaktır ki iyisiniz.
Fakat bu birlik
kalkınca, kötü değilsiniz.
Çünkü içinde birlik ve
beraberlik bulunmayan ev, harami yatağı değildir. Yalnız düzenini kaybetmiş bir
evdir.
" Dümensiz bir
gemi, tehlikeli adalar arasında, serseri serseri dolaşabilir, fakat denizin
dibine batmayabilir.
Siz, içinizden
verdiğiniz zaman, iyisiniz.
Fakat şahsınız namına
fayda aradığınız zaman kötü değilsiniz.
Fayda için uğraştığınız
zaman toprağa bağlı olan ve onun sinesinde beslenen bir kökten ibaretsiniz.
Muhakkak
ki meyve köke bakarak, “Benim gibi olgunlaş, bütünleş ve bütün varlığını ver !„
diyemez.
Çünkü vermek, meyve için
bir ihtiyaçtır. Nasıl ki almak da kökün ihtiyacıdır.
Söz söylerken tam uyanık
isen iyisin.
Fakat dilin manasız
şeyler kekelediği zaman uyuyorsan kötü değilsin!
Bazen bir takım aksak
sözler bile kuvvetsiz bir dile kuvvet verir.
Hedefine
doğru sağlam ve cesur adımlarla yürüdüğün zaman iyisin, fakat topallaya
topallaya yürüdüğün zaman kötü değilsin !
Çünkü
topallamak da insanı geri götürmez.
Fakat sağlam adımlı ve
süratli olan kimseler, topalların karşısında topallamayı nezaket saymamalı!
Sen nice nice
bakımlardan iyisin. Ve iyi olmadığın zaman da kötü değilsin.
Tereddüt içindesin ve
tembelsin.
Ne yazık ki, ceylânlar,
kaplumbağalara sürat öğretemiyorlar.
İyiliğiniz dev nefsinize
olan özleyişinizdedir. Ve bu özleyiş hepinizde vardır.
Fakat bu özleyiş,
bazılarınızda, dağ kenarlarının sırlarını ve ormanın nağmelerini taşıyarak
bütün kuvvetiyle denize akan bir sel gibidir.
Bazılarınız da,
köşelerde ve dönemeçlerde kendini kaybeden ve denize akmadan önce duraklayan
bir küçük ırmak gibidir.
Fakat içinizde özleyişi
kuvvetli olan, özleyişi zayıf olana, “Sen ne için durgunsun ve neden
duraklıyorsun? „ demesin.
Çünkü
hakikaten iyi olan kimse çıplağa bakarak, .“Esvapların nerede ?„, yurtsuza
bakarak, “Evinize ne oldu ?,, demez.,,
Âzize tekrar rica etti
ve ; “Bize İbadetten bahset !” dedi.
O da cevap verdi:
“Siz, felâkete
uğradığınız ve darlık, zorluk içinde kaldığınız zaman ibadet edersiniz. Neşeniz
bütünleştiği ve bolluk içinde yaşadığınız zaman da ibadet etseniz ne olur ?
Çünkü ibadet, içinizin
canlı esîr içinde genişlemesinden başka nedir ?
İçinizdeki karanlıkları
fezaya dökmek size teselli veriyorsa kalbinizin fecrini de fezaya serpin.
Ruhunuz sizi ibadete
davet ettiği zaman ağlamaktan başka birşey yapamıyorsanız, ruhunuz sizi tekrar
ve tekrar mahmuzlayacak, tâ ki ağladıktan sonra gülmeğe başlayasınız.
İbadet ettiğiniz zaman,
ayni sırada ibadete kalkmış olanlarla havada kavuşmak üzere ayağa kalkın. Çünkü
bunlarla yalnız ibadet sayesinde hemhal olabilir ve bunlara kavuşabilirsiniz.
Onun İçin mabedi
ziyaretiniz, istiğrak ile semavî vuslattan başka herşey için, gizli kalsın.
Yoksa
mabede, yalnız şunu bunu dilemek için girecek olursanız birşeye erişemezsiniz.
Mabede, tevazuunuzu
belirtmek için girerseniz hiçbir el sizi yükseltmez.
Hattâ başkalarının
iyiliğine dua için mabede girmiş olsanız bile dualarınız kabul olunmaz.
Mabede görünmeden girmek
yetişir !
Kelimelerle nasıl dua
edeceğinizi size öğretemem.
Çünkü Tanrı, kelimeleri
sizin dudaklarınızla söylediği zaman onları dinler.
Bense size denizlerin,
ormanların ve dağların ibadetlerini öğretemem !
Fakat sizler ki
dağların, ormanların ve denizlerin yavrularısınız, onların dualarını içinizde
duyabilirsiniz.
Gecenin sessizliği
içinde bunları dinleyecek olursanız onların sükûnet içinde şunları söylediklerini
işitirsiniz:
“Ey bizim, kanatlı
varlığımız olan Tanrımız! İçimizde idare eden kuvvet, senin iradendir.
İçimizde arzu eden
kuvvet, senin arzundur.
İçimizdeki hızın, sana
ait olan geceleri, yine sana ait olan gündüzlere çeviriyor.
Senden birşey dilemeyiz.
Çünkü dileklerimizi içimizde doğmadan önce bilirsin.
Dileğimiz yalnız sensin
ve sen bize kendinden birşey daha vermekle herşeyi vermiş olursun !„
Sonra şehri yılda bir
kere ziyaret eden bir zahit ilerleyerek: “Bize, dedi, Zevkten bahset.,,
O da cevap verdi :
“Zevk, bir hürriyet
neşidesidir.
Fakat hürriyet değildir.
Arzularınızın
çiçeklenmesidir.
Fakat meyvaları
değildir.
O, yükseklik arayan bir
derinliktir.
O, kafeste yaşayanın
kanatlanmasıdır.
Fakat çevrelenmiş bir
feza değildir.
Doğrusu o, bir hürriyet
neşidesidir.
Onu kalbinizin bütünüyle
terennüm edin, fakat terennüm ederken kalplerinizi kaybetmeyin !
Gençlerinizin bir kısmı
zevki, her şeymiş gibi, karşılıyor, arıyor ve onun için bu hareketleri azarla
karşılanıyor.
Bense onları ne itham ederim,
ne de azarlarım.
Çünkü onlar aradıkları
zevki bulacaklar, fakat yalnız onu değil !
Onun yedi hemşiresi
vardır ve bunların ednası zevkten âlâdır.
Birtakım kökleri
çıkarmak için yeri kazan adamın bir define bulduğunu işitmediniz mi ?
Büyüklerinizden bir
kısmı da, birtakım zevkleri sarhoşluk sırasında yapılmış yanlışlıklar gibi
üzülerek hatırlarlar.
Fakat üzüntü, dimağın
terbiye olması değil, yalnız bulutlanmasıdır.
Bunlar yaşadıkları
zevkleri, bir yaz mevsiminin ekini gibi, şükranla hatırlamalı.
Şayet üzüntü onlara
teselli veriyorsa, teselli bulmağa baksınlar.
İçinizde arayacak
derecede genç, hatırlayacak derecede ihtiyar olmayanlar da var.
Bunlar aramaktan ve
hatırlamaktan korktukları için kendilerini her zevkten mahrum ederler ve
böylece ruhlarını ihmal etmemiş ve ona karşı gelmemiş olduklarını sanırlar.
Fakat onların zevki de,
bu yüz çevirmeleridir.
Bunlar da birtakım
kökleri bulmak için titrek ellerle toprağı kazdıkları takdirde, birer define
bulurlar.
Söyleyin bana, kim var
ki ruha eza verebilir ?
Bülbül, gecenin
sessizliğini mi bozar, yoksa ateş böcekleri yıldızları mı rahatsız eder ?
Ateşinizin alevi veya
dumanı rüzgâr için bir yük mü sayılır ?
Siz
ruhu, bir taş atmakla huzuru bozulacak bir dere mi sanıyorsunuz ?
Siz nice defalar
kendinizi zevklerden mahrum etmekle, arzunuzu varlığınızın bir köşesinde
saklanmağa zorlamış olursunuz.
Kim bilir, bugün sizin
reddettiğiniz zevk, yarın geri teper mi ?
İnsanın gövdesi bile
bütün mirasını ve haklı isteklerini bilir ve hiçbir vakit aldanmaz.
Ruhunuzsa gövdenizin
sazıdır ve bu sazın tatlı nağmeler veya karışık sesler vermesi size aittir.
Şimdi de İçin için sor :
“Zevklerin iyisini kötüsünden nasıl ayırt edeceğim ?„
Bağlarınıza ve
bahçelerinize gidiniz, arı için zevkin çiçekten bal toplamak olduğunu
görürsünüz.
Fakat çiçeğin de zevki,
arıya bal vermektir.
Arı
için çiçek, hayat kaynağıdır.
Çiçek
için arı, bir aşk elçisidir.
Ve ikisi için zevk alıp
zevk vermek bir ihtiyaç ve bir bahtiyarlıktır.
Orfalis halkı gibi
olunuz !„ Zevklerinizde arılarla çiçekler
Sonra bir şair ilerledi
ve; “Bize, dedi, Güzellikten bahset.,,
O da cevap verdi ;
Güzelliğin kendisi,
yolumuz ve kılavuzumuz olmadıkça onu nasıl arar ve nasıl buluruz ?
Sözümüzün dokuyucusu o
olmadıkça ondan nasıl bahsederiz ?
Mahzun olan, eziyete
uğrayan kimse, “Güzellik, merhamettir ve rikkattir, kendisine şeref veren
yavrusunu yap utanarak taşıyan genç bir ana gibi aramızda gezip dolaşıyor,,
der.
Hırslı ve hiddetli adam
da, “Güzellik kudret ve korku veren şeydir. Ve o altımızdaki arzı ve üstümüzdeki
gök yüzünü sarsan bir kasırgadır.,, der.
Yorgun ve bezgin kimse,
“Güzellik, öyle bir takım yumuşak fısıltılardır ki içimizde söyleşir.
Gölgeden korkarak
titreyen sönük aydınlık gibi sesi, sessizliğimize râmolur.,, der.
Fıkırdak olan adam da,
“Biz onun dağlar arasında bağırdığını işittik ve çığlıklarına ayak sesleri,
kanat çırpıntıları ve arslan kükremeleri karıştığını duyduk.,, der.
Geceleyin şehrin bekçisi
: “Güzellik, tanyerinin ağarmasıyla doğuda görünecek„ der.
Öyle üzeri çalışanlar ve
yollara dökülenler, “Güzelliği gördük, gurubun pencerelerinden yer yüzüne doğru
bakıyordu.,, derler.
Kışın, kar içinde
yaşayanlar: “O, bahar mevsiminde tepeler üzerinde sıçraya sıçraya gelecek,,
derler.
Yazın sıcağında ekin
biçenler, “Onun, hazan yapraklarıyla oynaştığını ve saçlarında bir tutam kar
taşıdığını gördük.,, derler.
Güzellik için bütün
bunları söylemiş bulunuyorsunuz, hakikatteyse ondan değil, fakat tatmin
edilmemiş bir takım ihtiyaçlardan bahsetmiştiniz.
Güzelse bir ihtiyaç
değil, bir istiğraktır.
O, susuz kalan bir
dudak, yahut boş kalan bir uzatılmış el değildir.
Tutuşmuş bir kalptir,
büyülenmiş bir ruhtur.
O, sizin göreceğiniz bir
levha, yahut işiteceğiniz bir nağme değildir,
O, sizin gözlerinizi
yumarak göreceğiniz bir surat ve kulaklarınız tıkalı olduğu halde sezeceğiniz
bir sestir.
O, ağaçların
kabuklarında akan su değildir ve bir pençeye takılmış bir kanat da değil.
O, daima çiçekli olan
bir bahçedir ve daima uçuşan bir alay feriştehdir. (melekler)
Orfalis halkı! Hayatın,
kutlu yüzünü örten perde atılmakla beliren hayat, asıl güzelliktir.
Fakat hayat da sizsiniz,
perde de siz.
Güzellik, bir aynada
kendine bakan ezeliyettir.
Fakat ezel de siz, ayna
da siz !„
Sonra yaşlı bir din
adamı ilerleyerek : “Bize, dedi, Dinden bahset.,,
O da cevap verdi :
“Fakat ben bugün dinden
başka birşeyden bahsettim mi ?
Din,
bütün hareketler ve düşünceler değil mi ?
Hareket ve düşünce
mevcut değilse, eller, taşları yonttuğu, yahut tezgâhları işlettiği sırada
daimî surette ruhtan fışkıran, bir hayret ve heyecan değil midir?
Kim var ki
hareketlerini, inanından ve itikadını işinden gücünden ayırabilsin ?
Kim var
ki hayatının saatlerini önüne sersin de, “Bu Allah’ındır, bu da benimdir, bu
ruhum içindir, bu da gövdem için !„ diyebilsin ?
Bütün saatleriniz,
fezada bir benlikten bir benliğe çarpan kanatlardır.
Ahlâkını, elbiselerinin
en iyisiymiş gibi sırtına geçiren kimse, çıplak gezerse, daha iyi eder.
Çünkü rüzgâr ile güneş,
teninin üzerinde delik deşik açmaz!
Kim ki tavır ve
hareketini, ahlâk kaideleriyle tarif ederse öten kuşunu bir kafes içinde
hapseder.
En hür nağme, kafes
telleri ve çubukları arasından gelmez.
Herkim için ibadet, hem
açılan hem kapanan bir pencereyse, pencereleri fecirden fecre kadar açık olan
ruhunun yurdunu ziyaret etmemiştir.
Gündelik
hayatınız, sizin mabedinizdir ve dininizdir.
Buraya girdikçe
bütününüzle giriniz
Sabanınızı, örsünüzü,
malanızı ve tamburunuzu beraber alınız.
İhtiyacınızı karşılamak,
yahut zevkinizi tatmin etmek için yaptığınız her şey yanınızda bulunsun.
Çünkü düşüncelerinizle,
başarılarınızdan üstün gelemezsiniz ve başarısızlığınızdan aşağı düşemezsiniz.
Herkesi de beraber
götürün :
Çünkü ibadetinizde
onların ümitlerinden daha üstününe yükselemezsiniz ve yeislerinden daha
alçaklara inemezsiniz.
Tanrınızı tanımak için, muammaları çözmeğe kalkışmayınız.
Daha fazla etrafınıza bakınız, çünkü o, sizin çocuklarınızla
beraber oynuyor.
Fezaya bakınız, onun
bulutlar içinde yürüdüğünü, şimşeklerle kollarını size uzattığını ve
yağmurlarla size indiğini,
Onun çiçeklerde yüzünüze
gülümsediğini, sonra yükselerek ağaçlarda ellerini size salladığını görürsünüz.
„
Daha sonra El Mitra “Bize, dedi, ölümden bahset.,,
O da cevap verdi: ,
“Siz, ölümün sırrını
öğrenmek istiyorsunuz.
Fakat onu hayatın
kalbinde aramadıkça bulmağa imkân mı var ?
Gözlerini
yalnız karanlıkta açabilen ve gündüzün kör olan baykuş, aydınlığın sırlarını
keşfedemez.
Onun için ölüm ruhunun
hakikatini kavramak isterseniz kalbinizi, hayat gövdesine açınız.
Çünkü hayat ile ölüm
birdir. Nasıl ki nehir ile deniz birdir.
Ümitlerinizin ve
arzularınızın derinliğinde, öteye ait her bilgi vardır.
Yere attığınız tohumlar,
nasıl karlar altında bahar rüyası görürse kalbiniz de bahar rüyası görür.
Rüyalara inanın. Çünkü
ezele giden kapılar, onların içindedir.
Ölümden korkmanız,
kendisine iltifat edecek hükümdarın karşısında titreyen çobanın korkusu
gibidir.
Çoban titrediği halde,
başına konacak devlet kuşunu düşünerek sevinmez mi? Bununla beraber titrediğini
ve kalbinin oynadığını hisseder !
Sanki ölmek, rüzgârda
çıplak durmak ve güneş içinde erimekten başka nedir ?
Nefesin durması sanki
nedir? Nefesi, dinmeyen med ve cezirlerden kurtarmak ve her türlü kaydı kırarak
yükselmesine, açılmasına ve Tanrısını bulmasına yardım etmek değil mi ?
Siz ne zaman sessizlik
nehrinden su-içerseniz o zaman terennüme başlarsınız.
Dağ tepesine vardıktan
sonra inmeğe başlarsınız.
Toprak, sizin gövdenizi
geri istediği zamandır ki siz hakikaten raksedersiniz.,,
Akşam olmuştu.
Azize El-Mitra, “Bugün
kutlu bir gün ve bu yer kutlu bir yerdir. Senin konuşan ruhun da kutlu olsun !„
dedi.
O da cevap verdi:
“Konuşan
ben mi idim? Yoksa ben de sizin gibi bir dinleyici mi idim ? „
Erenler daha sonra
mabedin merdivenlerinden indi ve herkes onun peşinden yürüdü. Erenler gemisine
varmış ve güvertesine çıkmıştı.
Sonra halka bakarak
sesini yükseltti ve anlattı :
“Orfalis halkı ! Rüzgâr
sizden ayrılmamı emrediyor.
Gerçi ben rüzgâr kadar
acele etmiyorum, fakat ona itaat zorundayım.
Çünkü biz yolcular,
daima en tenha yolu arar ve bir günü bitirdiğimiz yerde diğer bir güne başlamayız.
Hiçbir tulu’ (doğuş), bizi gurubun (batış) bıraktığı yerde bulamaz.
Yeryüzü uyuklarken de
biz seyahat ederiz.
Biz cesur bir nebatın
tohumlarıyız. Kalbimizin olgunluğu ve bütünlüğü sırasındadır ki kendimizi
rüzgâra verir de savruluruz.
Aranızda geçen günlerim
kısa idi ve size söylediğim sözler daha kısadır.
Fakat sesim
kulaklarınızda soluklaşır ve sevgim hafızalarınızda silinirse tekrar gelirim,
Ve daha zengin bir
kalble, ruha daha fazla râmolan dudaklarla söz söylerim.
Evet, geri döneceğim.
Gerçi ölüm, beni
gizleyebilir ve büyük sükût beni kucaklar, fakat ben yine kafalarınıza hitap
edeceğim. Ve o gelişim boşa gitmez.
Size söylediklerimin
hangisi doğru ise o hakikat kendini daha berrak bir sesle ve sizin
düşüncelerinize daha yakın sözlerle kendini bildirecektir.
*
Ey Orfalis halkı,
rüzgârlarla beraber gidiyorum. Fakat boşluğun diplerine değil.
Bugün, sizin
ihtiyaçlarınızı karşılamadıysa, bugün, sevgimi size vermediyse, başka bir
buluşma için sözleşmiş olalım.
İnsanın ihtiyaçları
değişir. Fakat sevgisi ve bu sevginin ihtiyacını tatmin için beslediği arzu
değişmez.
Onun için biliniz ki,
ben büyük sessizlik âleminden geri döneceğim !
Fecrin
doğmasıyla, tarlalarda yalnız birkaç şebnem bırakarak sıyrılan sis tekrar
toplanıp bir bulut vücuda getirecek ve yağmur gibi yağacaktır.
Ben de o sis gibiyim.
Gecenin sessizliği
içinde sokaklarınızda yürüdüm ve ruhum evlerinize girdi.
Kalbiniz, benim kalbimde
çarptı. Nefesiniz yüzümü buğulandırdı ve ben hepinizi tanıdım.
Evet, sevinçlerinizi ve
ıstıraplarınızı tanıdım ve uykularınızda rüyalarınız benim rüyalarımdı.
içinizde, dağlar
ortasındaki bir göl gibi idim.
İçinizdeki şahikaları,
dolambaçlıkları, hattâ sürü sürü geçen düşüncelerinizi ve arzularınızı
aksettiriyordum.
Çocuklarınızın dalga
dalga kahkahaları ve gençlerinizin sağanak sağanak özleyişleri sükûtumu
karşılıyordu.
Ve bunlar gölün
diplerine vardığı zaman dahi terennüm ediyordu.
Fakat kahkahadan daha
tatlı ve özleyişten daha kudretli bir şey vardı:
İçinizdeki
sonsuzluk!
O büyük adam ki hepiniz
onun hücreleri ve sinirlerisiniz:
O ki, teranesinde bütün
nağmeleriniz sessiz bir hıçkırıktır.
Ve siz o büyük adamın
içinde büyüksünüz.
Ben de onu gözümün önüne
getirerek sizi kavramış ve sevmiştim.
Çünkü, bu geniş sahada
sevginin erişemeyeceği bir mesafe yoktur.
Hangi tasavvur, hangi
ümit, hangi gaye vardır ki bu uçuş bölgesinden daha yükseğe erişebilsin?
İçinizdeki büyük adam
elma çiçekleriyle bezenmiş bir iri meşe gibidir.
Onun kudreti, sizi
toprağa bağlıyor, onun ıtri sizi fezalara yükseltiyor, ve onun dayanıklığı size
ölmezlik veriyor.
Size denilmişti ki bir
zincirseniz, onun en kuvvetsiz halkası kadar zayıfsınız.
Fakat bu yarı
hakikattir. Çünkü en kuvvetli halkalarınız kadar kuvvetlisiniz.
Sizi en küçük
hareketinizle ölçmek Okyanusun kudretini köpükleriyle ölçmek gibidir.
Sizi
başarısızlıklarınızla ölçmek; mevsimleri, vefasızlıkları yüzünden kınamak
gibidir.
Evet, siz bir Okyanus
gibisiniz.
Koca gemiler,
kıyılarınız üzerinde medleri, cezirleri bekliyorlar.
Fakat siz de Okyanus
gibi, medlerinizi, cezirlerinizi çabuklaştırmıyorsunuz.
Sonra siz mevsimler
gibisiniz.
Siz, kış mevsiminizde
baharınızı inkâr ediyorsunuz.
Fakat içinizde uyuklayan
bahar, uykusu içinde gülümsüyor ve sözlerinizden üzülmüyor.
Size bu sözleri
söylememin sebebi, birbirinize, “Bizi ne iyi methetti, yahut bizim yalnız iyi
tarafımızı gördü,, demeniz için değildir.
Bu sözlerimle, sizin
düşünerek bildiğinizi söyledim.
Zaten bilgi kelimesi
nedir? Sözsüz bilginin gölgesinden başka bir şey mi?
Sizin düşünceleriniz ve
benim sözlerim, dünümüzün,
Arzın bizi de, kendisini
de tanımadığı eski günlerin,
Arzın karmakarışık bir
hayat sürdüğü gecelerin maceralarını saklayan mühürlü bir hatıranın
dalgalarıdır.
Nice akıllı adamlar size
gelerek size akıllarının verimini sundular. Bense sizin aklınızdan faydalanmak
için geldim.
Fakat aklın veriminden
daha üstün birşey buldum :
İçinizdeki o ruh alevi
ki gittikçe kendini toplamaktadır,
Siz onun yayılmasından
gafil kalarak zeval bulan günlerinize ağlıyorsunuz.
Bu,
mezardan korkan gövdelerde hayat arayan, hayattır.
Buradaysa
mezarlık yok.
Bu dağlar ve ovalar,
birer beşik ve birer sıçrama taşıdır.
Her ne zaman atalarınızı
yatırdığınız tarlalardan geçerseniz onlara iyice bakınız, kendinizi ve
çocuklarınızı elele verip rakseder görürsünüz.
Doğrusu şu ki siz nice
defalar farkına varmadan eğlencelere iştirak ediyorsunuz.
Daha başkaları size
gelerek, inanınızı bağladığınız altın vaitlerde bulundular ve siz onlara
servet, nüfuz ve şeref verdiniz.
Bense size bir söz bile
vermiyorum; fakat bana karşı daha çok cömert davrandınız .
Hayata karşı duyduğum en
derin susuzluğu verdiniz.
Şüphe yok ki bir insana,
bütün hedeflerini yanan dudaklara ve bütün hayatını bir kaynağa çeviren
hediyeden daha büyük bir hediye verilemez.
Bütün şerefim ve bütün
mükâfatım da budur.
Çünkü her ne zaman
kaynağa dönerek içmek istedimse, canlı suyun kendisini de susuz buldum.
Onun için ben onu
içtiğim gibi o da beni içiyordu.
İçinizde beni hediye
kabul etmeyecek derecede mağrur ve sıkılgan sayanlar da vardı.
Ben elbet ki ücret kabul
etmeyecek derecede mağrurum. Fakat hediyelere karşı gururum yok.
Ben gerçi sizin
sofralarınızda ağırlanacağım sıralarda, dağ başlarında yabani yemişler
yiyordum,
Ve beni seve seve
barındırabileceğiniz halde mabedin kemeri altında yatıyordum.
Fakat sizin uyanık sevginiz,
günlerim ve gecelerim ile alâkanızdır ki yediğimi ağzımda tatlılaştırıyor ve
uykumu rüyalarla kemerliyordu.
Bu yüzden hepinizi
kutlarım:
Siz, hem çok veriyor,
hem de bir şey vermemiş gibi davranıyorsunuz.
Muhakkak ki bir aynada
kendine bakan şefkat, taş kesilir.
Ve kendini pek güzel
sıfatlarla anan bir iyi hareket, lânet doğurur.
İçinizden bazıları benim
münzevi olduğumu ve inzivamın sarhoşluğu içinde yaşadığımı söylediniz.
Benim için : “O ormanın
ağaçlarıyla dertleşiyor da insanlara bakmıyor.
Dağ başlarında oturup da
şehrimizi yukarıdan süzüyor,, dediniz.
Benim tepeleri
tırmanarak uzaklarda dolaştığım doğrudur.
Fakat ben size ancak
büyük yüksekliklerden ve uzak mesafelerden bakabilirdim.
Ve ben sizden çok uzak
olmadıkça, size pek yakın olabilir miydim ?
İçinizden bazıları da
söz söylemeden bana diyordu ki :
“Ey erişilmez
yükseklikleri seven yabancı! Sen niçin kartalların yuva kurdukları tepelerde
oturuyorsun ?
Niçin erişilmez şeylerin
peşinde koşuyorsun ?
Seni hangi kasırgalar
ağlarına düşürdü ?
Sen gökyüzünün hangi
bahar kuşlarını avlıyorsun ?
Gel de bizim gibi ol.
İn de açlığını bizim
ekmeğimizle doyur, susuzluğunu bizim suyumuzla dindir.,,
Bunlar, ruhlarının
yalnızlığı içinde bunları söylüyorlardı,
Fakat ruhlarının
yalnızlığı daha derin olsaydı, yalnız sevinç ve ıstırabınızın sırlarını
aradığımı anlarlardı,
Ve ben yalnız sizin
göklerde dolaşan daha büyük benliğinizi avlamağa çalışıyordum.
Fakat avcı aynı zamanda
avlanan kimse idi.
Çünkü oklarımdan
niceleri, yayımdan fırlayarak kendi göğsüme saplanmıştı.
Uçan kimse yerde sürünen
kimse olmuştu.
Çünkü gökyüzünde
kanatlarımı gerdiğim zaman, yeryüzündeki gölgeleri bir kaplumbağa olmuştu.
Ve ben inanan kimse
olduğum halde şüphe eden kimse olmuştum;
Çünkü nice defalar
parmağımı kendi yarama koydum ki size karşı daha büyük inan besleyeyim ve sizin
hakkınızda daha fazla bilgi sahibi olayım.
Bu inan ve bu bilgi ile
anlıyorum ki'.
Siz gövdelerinizin
içinde kapanmış değilsiniz.
Evlerinizle
tarlalarınızın içinde mahpus değilsiniz.
Sizin içinizdeki varlık
dağların tepesinden üstünlerde bulunuyor ve rüzgârlarla beraber dolaşıyor.
O, sıcaklık almak için
güneşe doğru sürünen, emniyet bulmak için karanlık içinde çukurlar kazan bir
şey değildir.
Hür bir şeydik. Arzı
kucaklayan ve esir içinde hareket eden bir ruhtur.
Şayet bunlar müphem
sözlerse, onları açıklamağa kalkışmayın.
Her şeyin başlangıcı
müphemdir. Fakat sonu öyle değildir.
Ve ben sizin beni bir
başlangıç olarak hatırlamanızı dilerim.
Yaşamak ve yaşayan her
şey evvelâ, bir billûr değil, bir sis olarak tasavvur olunur.
Ve kimbilir ki billûr,
donmuş bir sis değildir.
Beni andıkça şunu da
hatırlamanızı dilerim :
İçinizde size cılız ve
bitkin görünen şey, sizin en kuvvetli ve en sağlam cephenizdir.
Kemiklerinizin yapısını
kuran ve sağlamlayan şey sizin nefesiniz değil mi?
içinizde hiç kimsenin
hatırlamadığı rüya değil midir ki şehrinizi kurmuş ve içindeki her şeyi
düzenlemiştir?
Mümkün olsa da o nefesin
med ve cezrini görseniz, başka birşey görmek istemezdiniz.
Ve mümkün olsa da
rüyanın fısıltılarını dinleyebilseniz, başka hiçbir ses dinlemek istemezdiniz.
Fakat görmüyor ve
işitmiyorsunuz ve bu da hakkınızda hayırlıdır.
Gözlerinizi
bulutlandıran perdeyi ancak onu dokuyan el kaldırabilir!
Ve kulaklarınızı
dolduran çamuru, ancak onu yoğuran parmaklar parçalayacak.
Ve o zaman göreceksiniz,
O zaman işiteceksiniz !
Fakat bir zamanlar kör
yaşadığınızdan dolayı kederlenmeyecek, sağır olduğunuzdan dolayı
üzülmeyeceksiniz.
Çünkü o gün her şeyin
gizli hedeflerini göreceksiniz.
Ve o gün aydınlığı
kutladığınız gibi karanlığı da kutlayacaksınız.,,
Erenler bunları da
söyledikten sonra etrafına baktı. Kaptanın dümen başına geçerek kâh yelkenlere,
kâh uzaklara baktığını gördü.
Ve şu sözleri söyledi :
“Gemimizin kaptanı
sabırlıdır ve geniş yüreklidir.
Rüzgâr esiyor ve
yelkenler çırpınıyor.
Dümen bile ele avuca
girmek istemiyor.
Fakat kaptan, benim
susmamı bekliyor.
En büyük denizin
korosunu dinleyen bizim denizcilerimiz de beni geniş yürekle dinlediler.
Fakat daha fazla
bekleyemeyecekler.
Ben de hazırım !
Irmak, denize kavuştu ve
bir kere daha, koca ana yavrusunu bağrına basıyor.
Veda, Orfalis halkı !
Gün, son buldu.
El uzatırız.
Unutmayın ki tekrar
geleceğim.
Biraz sonra, sizi
özleyişim, başka bir gövde için toprak ve köpük toplayacak.
Biraz
sonra, rüzgâr üzerinde bir lâhzacık dinleneceğim, sonra başka bir kadın bana
gebe kalacak !
Elveda size ve sizin
aranızda geçirdiğim gençliğe !
Daha dündü ki bir rüya
içinde buluştuk.
Yalnızlığımda bana
nağmeler dinlettiniz ve ben sizin özleyişlerinizden gökyüzünde bir kule kurdum.
Artık uykumuz kaçtı ve
rüyamız geçti.
Artık tanyeri ağarmıyor.
Öğle vaktine erişmek
üzereyiz. Yarı uyanıklığımız olgun bir gün oldu ve siz bana daha derin bir
nağme terennüm edeceksiniz.
Şayet ellerimiz, başka
bir rüyada kavuşursa, gökyüzünde bir kule daha kurarız.,,
Erenler bunları
söyledikten sonra denizcilere bir işaret verdi. Onlar da hemen demir aldılar,
gemiyi bağlayan halatları çözdüler ve doğuya doğru süzüldüler.
Tek bir kalpten kopmuş
gibi yükselen bir çığlık, karanlıkları yırtmış ve denizin üzerinde büyük bir
davul gümbürtüsü gibi aksetmişti.
Yalnız El-Mitra sakindi
ve sisler içinde kayboluncaya kadar geminin ardından bakakalmıştı.
Bütün halk dağıldığı
halde tek başına deniz kıyısında duruyor ve onun söylediklerini hatırlıyordu :
“Biraz sonra rüzgâr
üzerinde bir lâhzacık dinleneceğim, sonra başka bir kadın, bana gebe kalacak !„
Kaynak: Halil Cibran, The Prophet, Hakk Erenler (Nebi)
trc: Ömer Rıza Doğrul , Ahmet Halit
Kitabevi, 1946, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar