Print Friendly and PDF

TÜRKÇENİN ZAAFLARI, İNGİLİZCENİN GÜCÜ!



Bugün “dünya dili" denildiğinde ilk önce “İngilizce” akla gelmektedir, şu sıralar ne Almanca ve ne de Fransızca onunla rekabet edebilmektedir. Elbette bu dillerle birlikte İspanyolca, Rusça, Çince ve Arapça yeryüzünde belirli bir güce sahiptir. Fakat bu güçlü dillerin dünya dili olmak bakımından söz sahibi oldukları anlamına gelmez. Elbette, bunda İngilterenin bir-bir buçuk asırlık dünya hâkimiyetinden sonra, İngilizce konuşan ABD’nin dünya hâkimi olmasının büyük rolü var. Fakat, İngilizcenin dil olarak kendine mahsus bir gücünün olduğunu da kabul etmemiz gerekiyor.
Peki İngilizce­nin gücü nereden geliyor?
Türkçeye bilhassa tarihî gelişim itibarıyla atfettiğimiz “kusur”lar İngilizce için sözkonusu ola­bilir mi?
Bu konuda öyle derinlemesine araştırmaya bile gerek yok. Eğer Türkçenin tarihî gelişimini iyi biliyorsanız, ingilizce için ansiklopedik bilgiler dahi bu konuda fikir sahibi olmanız için yeterlidir.
Sezar’ın, yani Roma’nın, milattan hemen sonraki istila­mdan önce İngiltere’nin hâkimi “Kelt”lerdi. Roma hâkimi­ydi boyunca, Keltçenin yerini geniş ölçüde Latince kelimeler aldı. Romalılardan sonra Anglo-saksonlar adaya hâkim oldular (MS. 5. Yüzyıl). Bu Germen asıllı kavimler ada halkını, Germenleştirdiler. Çekimsiz bir dil meydana geldi. 7. asırda Hristiyanlığın tesiriyle Latin menşeli kelime haznesi oluştu.
9. asırda İskandinav kökenli Vikingler İngiltere sahillerini vuruyor, bilahire içerilere doğru ilerliyorlar. İskandinav di­linden bilhassa askerlikle, hukukla ilgili kelimeler alınıyor bu sefer de. 11. yüzyılda ise Norman istilası var. Resmî dil ola­rak Fransızca hâkim oluyor. Daha sonra Fransızca o kadar te­sirli oluyor ki, bugün İngiliz sözlüğünde her İngilizce kelime­nin neredeyse bir Fransızca eş manalısı vardır. Ancak 14. asır­da İngilizce yeniden yüksek tabakanın dili hâline gelebiliyor. “Londra diyalekti” hâkim oluyor. İngilizce için üç devir tasni­fi yapılıyor: Eski, orta, yeni İngilizce dönemleri. Norman isti­lasına kadar “eski İngilizce” dönemi, istiladan sonra orta, 1500’den sonra yeni veya modern İngilizce. Orta İngilizcede Latin-Germen ağırlığı var. Sömürgecilik döneminde uzak do­ğu dillerinden kelimeler giriyor, böylece İngilizcenin söz var­lığı daha da renkleniyor ve çeşitleniyor.
İngilizce, Hint-Avrupa dil ailesinin Germen kolundan. Almanca ve Hollanda diliyle yakınlığı var. Norman istilasın­dan sonra Fransızca etkili. 15. yüzyıl İngilizce için dönüm noktası. Bir taraftan Londra İngilizcesi önem kazanıyor, diğer taraftan matbaa faaliyete geçiyor. Bir yandan da rönesans dü­şüncesi İngiltere’ye yayılıyor. Rönesansla birlikte İngilterede yabancı dil, özellikle de eski yunanca ve klasik Latince bilen birçok bilgin yetişti Bu bilginlerin dil konusundaki esnek tutumları, İngi­lizcenin yabancı dillerden çok sayıda sözcük alması sonucunu do­ğurdu. Çoğu dil uzmanı, çağdaş İngilizcenin başlangıç tarihini 1500 olarak belirler.
İngilizceyi Hind-Avrupa dillerinden ayıran, çekimli (bükünlü, tasrifi) dil olma niteliğinin zayıf olması. Kelimeler bü­yük esnekliğe sahip. Bir kelime sıfat, isim veya fiil olarak kullanılabiliyor. Kelime dağarcığı esnek. Başka dillerden kelime alma, türeterek yeni kelimeler meydana getirme ve birleşik kelimeler oluşturma konusundaki rahatlık zengin bir kelime haznesinin ortaya çıkmasına imkân sağlıyor.
İngilizcede güçlü bir vurgulama var. Tonlama, kelimenin anlamını değiştirebilecek kadar önemlidir. Kelimeler ön-ek veya son-ek alabilir. Ekler İngilizce olabileceği gibi, latince veya yunanca da olabilir. Yunanca ve Latince, aynı sözcük için yer alabilecek kadar İngilizceye uyarlanmıştır.”
İngilizcede bir de “geri türetme” var. Bir kelimenin kökü­ne ek getirilerek yeni kelime oluşturmanın tersi bir işlem bu. Bir kelime köküne gidilerek benzetme yoluyla kelime türetilebiliyormuş.
“Çağdaş İngilizce, sözcük dağarcığının yaklaşık yansım Germen dillerinden (eski İngilizce ve İskandinav dilleri), yarısını da halik dillerle Roman dillerinden (Fransızca ve Latince) almıştır. Ayrıca Yunancadan gelme birçok bilimsel kavram ve başka dilden alın­tım çok sayıda sözcük barındırır. Nesne adları ve hemen hemen bütün temel kavramların yanı sıra kişi adlarının çoğu, yardımcı fiillelin tümü, basit edatların çoğu, bütün bağlaçlar ve hemen hemen bütün sayılar eski İngilizceden (Anglosakson dili) alınmıştır. Cins adlarının, sıfatların ve fiillerin çoğu İskandinav kökenlidir. İngilizcede giyim kuşam, mutfak, siyaset, edebiyat ve sanatla ilgili terim­inin çoğu Fransızcadan gelir. Küçük el sanatları için kullanılan sözkler genellikle Fransızca, zanaatçılıkla ilgili sözcüklerse genellikle eski İngilizce kökenlidir. Fransızca ile İngilizcedeki eşanlamlı sözkler karşılaştırıldığında, Fransızcadakilerin daha kavramsal ve soyut, İngilizcedekilerin ise günlük yaşama daha yakın ve daha so­mut olduğu görülür. İngilizcedeki birçok yunanca birleşik sözcük ve türevin, benzer ya da oldukça farklı anlamlar taşıyan Latince eşde­ğerleri vardır. “( Tırnak içindeki ibareler, Ana Britannica’nın " İngilizce” maddesinden alınmıştır, C.ll)
Bu bilgilere, Türkiye’de dille uğraşan, “öztürkçecilik” sa­tan, kelime tasfiye eden, sözlüğümüzde etnik temizlik (Stalin gibi büyük diktatörlerin “temizlik” hareketlerine benzer bir şekilde) yapan, bütün bunları yapmakla büyük bir iş be­cermiş, “boyunduruk kırmış” edasıyla övünen herkes kolay­lıkla ulaşabilir. Devlet ansiklopedileri ile özel ve tercüme ansiklopedilerde de yeterli malûmat vardır.
İnsan, aklı olan, bu yüzden de sürekli kıyaslama yapan bir varlıktır. Kendimizi günün objektif kriterleriyle değerlendiriyor ve bir “gelişmişlik” derecesi belirleyebiliyoruz. Mesela, gayrisafi millî hâsıla, fert başına düşen millî gelir, bir takım alanlardaki harcamalar, okuryazarlık, kitap yayını, vb. gösterge olarak kabul ediliyor.
Mukayese dil konusunda da yapılabilir. Elbette bu öyle iki kere iki dört eder cinsinden basit bir işlem değildir. Fakat tarihî gelişme ve dillerin içinde bulunduğu durumlar birlikte ele alınıp değerlendirilmelidir. Bunu daha kaba biçimde sözlüklerdeki kelimeleri kıyaslayarak yapıyoruz. İngilizce sözlüklerin ulaştığı kelime sayısı bazılarımıza dehşet verici geliyor.
Türkçenin elde bulunan ilk yazılı metinleri, şimdilik Orhun Yazıtları ve sekizinci asra tarihleniyor. Bu tarihe kadar İngiIterenin macerasını yukarıda özetledik. Bu asırda, İngilizci Hıristiyanlığın tesiriyle dillerinde Latince kelimeleri çoğaltıyorlardı. Türkler için bu tarih, 10. Asırdan sonra gelmişti. Orta Türkçe devri olarak adlandırılan bu devirde Türkçe yazı dili olarak teşekkül etmiştir. İslâm medeniyeti dairesine giren Türklerin dillerinde çok büyük değişiklikler meydana geİmiş, din dili arapçanın yanında, Türklerin islâmiyeti kabul ettiği Türkistan şehirlerinde müessir olan Farsçadan da etkilenmiştir. Her iki dilden de çok sayıda kelime Türkçeye girimiştir. Neredeyse aynı dönemlerde, İngilizler için Latince, Türkler için Arapça ile İngilizler için Fransızca, Türkler için Farsça aynı rolü oynamışlardır. Türklerin Farsçadan etkilenmesi, İngilizlerin Fransızcadan etkilenmesi gibi bir istila veya işgal sonucu olmamıştır.
Müslüman Türk devletleri ve bilhassa Selçuklular döneminde Türkçe resmî dil olarak kullanılmamışsa da, sözlü ve yazılı olarak varlığını sürdürmüştür. Ancak Osmanlılar Türkçeyi devlet dili olarak güçlendirmişler, bu yüzden öncelikle Anadolu’da Türkçe edebî dil olarak da etkili olmuştur. Türkçe 15 19. asırlar boyunca gelişmiş, yazı dili olarak tam mânasıyla teşekkül etmiş ve güçlenmiştir. 19. yüzyıldan itibaren ise, batı tesirinde “yeni Türkçe” devrine girilmiştir. Türkçeyle İngilizce belki burada ayrılmaktadır. Türkçe İktisadî ve teknolojik üstünlük sonucu güçlenen Batı dillerinden iktibaslara girişirken, İngilizce bu dönemde sömürgeleştirdiği ülkelerden veya ilişki kurduğu ülkelerin dillerinden kelime almaya devam etmiştir. Sh: 81-85
İngilizce sözlüklerle işi olanlar, sürekli elinin altında bu­lunduranlar, bu sözlüklerde yer alan kelimelerin etimolojisi hakkında az çok bilgi sahibidirler. Biz böyle bir merakı olmayanlar için, hem de kaybolmuş bir emeği hatırlatmak maksa­dıyla bir İngilizce-Türkçe sözlüğün başından ve sonundan yüzer kelimeyi taradık. Ebette bu bütün sözlüğü temsil ede­cek bir örnekleme değildir. Fakat yine de bize bir fikir vere­bilir. Sözünü ettiğimiz sözlük, Mehmet Gülbahar’m “İngi­lizce-Türkçe Büyük Lügat ’i (3. C. Bursa, 1940, 1947, 1948). Kitabın başındaki ifade şöyle: “5. 000 resmi ve 50.000 keli­meyi telaffuzlarıyla alır.”
Lügati hazırlayan Mehmet Gülbahar, “Bursa Erkek ve Askerî Liseleri İngilizce Öğretmeni” ve “Kıbrıs Lefkoşa İngi­liz Ticaret Koleji mezunlarındandır. Üç ciltlik sözlüğün sahi­bi olan Gülbahar yaptığı işi önemsemektedir: “Şimdiye kadar çıkan lügatlerin en doğru telaffuzlu, kelime ve mâna itibariyle en zengin ve resimli ilk lügat olduğunu işaret etmek isterim.” (Önsöz)
Bu “Önsöz” 1940 tarihini taşımaktadır. Sözlüğün kaç yılında hazırlandığını bilmiyoruz ama, üç cilt halinde ve yedi yılda (1940, 1945 ve 1947) yayınlanabildiğini biliyoruz. Bu arada, 1945 yılında TDK ilk Türkçe sözlüğünü yayınlamıştır. Bu sözlüğün söz varlığı, 15 bin civarındadır. Bu itibarla, aynı dönemde yayınlanmış olan bir İngilizce Türkçe sözlüğün 50 bin kelimelik kapsamı dikkat çekicidir.
İngilizce-Türkçe Büyük Lügat’in ilk yüz kelimesinden her hangi bir başka dile ait olduğu belirtilmeyenler 58 adet­tir.. Latince olduğu kaydedilenler 162 Latince Grekçe oldu­ğu belirtilenler 43, Fransızca Latince olduğu belirtilenler 104, Fransızcalar 95, Arapça 2 ve farsça 16
İlk bakışta, 58’i ingillizre asıllı, 42’si yabancı menşeli görünen ilk yüz kelime, dikkatle incelendiğinde, kökeni belirtilmemekle beraber başka dillerden geçtiği kolaylıkla anlaşılanlar, özel Kelimeler, şüpheliler ve yabancı köklerle yapılmış kelime­ler ayrıldığında, durum değişmektedir. Bu durumda bulunan 35 kelime çıkarıldığında hepi topu 23 “İngilizce” kelime kalmaktadır.
Sözlüğün başı böyle de sonu nasıl acaba?
Burada da durumun pek farklı olmadığı görülüyor. Gerçi, menşei belirtil­meyen kelime sayısı bu sefer daha fazla: 74 kelimenin bu hesapça İngilizce olması gerekiyor. Fakat yunanca kök ve ekler­le yapılmış kelimeler ayrıldığında 49 sayısına ulaşılıyor ki, geriye 26 “halis” İngilizce kelime kalıyor.
Sh: 86-87
Uzun süre ABD üniversitelerinde mesai sarfeden ve dünya ilim âleminde, fen bilimleri alanındaki çalışmalarıyla tanınan Oktay Sinanoğlu, yıllar sonra Türkiye’ye döndü ve döner dönmez de dilimiz ve kültür hayatımızla ilgili yüksek sesle konuşmaya, daha doğrusu feryad”a başladı. Uzun müddet sonra memleketine dönen ve gördükleri, duydukları karşısında “tevahhuş eden” bir vatan­daşın ürküntüsünü belirtecek şekilde İngilizce başlık taşıyan “Bye Bye Türkçe” isimli kitabı bu feryadın ürünlerinden. Sinanoğlu, 1956 yılında Amerika’ya gittiği sıralarda okuduğu bir kitaptan söz ediyor eserinde. “Pantürkizm” adlı kitabın so­nunda şöyle deniyormuş:
1950’lerde, yani 20. yüzyılın ortalarında, o sıralar “en yeni büyük müttefiki”nin Türkiye ile ilgili, kendilerine âşikâr bize nihan ugulamaları ve konuyla alâkalı kişilerin gele­ceğe yönelik olarak tartıştıkları ilgi çekici değil mi?
Ya, ömrünün büyük kısmını Almanya’da geçiren (ve el­bette Türkiye’yle ilişkisini hiç kesmeyen) Yağmur Atsız’ın 21. yüzyılın başlarındaki tahminine ne demeli? Yağmur Atsız’ın sorusu şu: “Türkçe 22. yüzyılı görebilir mir (Meçhul Genç Gazeteciye Mektuplar, Türk Edebiyatı Vakfı yayını, 2002) Bu soruyu sormak durumunda kalan bir kimse, bittabiî olumlu bir cevap vermeyecektir: “Korkarım ki 22. yüzyılda ne Türkçe kalacak ne de Türk milleti.”
Elbette uzun müddet yurtdışında yaşayan her iki değer­li şahsiyet de kızgınlıkla, küskünlükle böyle konuşmaktadır. Onlar esasen tahminlerinin asla ve kat’a tahakkuk etmeme­sini istemektedirler. Bakın Yağmur Bey ne diyor:
“Kendisine aid her şeyi, ama her şeyi böylesine barbarca bir hoyratlıkla red ve inkâr eden, millî benliğini ve haysiyetini böylesine satan bir topluluk bundan böyle yaşama hakkından da feragat ediyor demektir.. .Bu hükme içim kan ağlayarak vardığımı, varmak zorunda kaldığımı bilmenizi isterim.” (Yazarın imlâsına sâdık kalınmıştır).
Yağmur Atsız’a göre, Türkçe objektif olarak ölüm tehli­kesiyle yüzyüzedir.
Dünya görmüş, yurtdışında yaşamış ve kendini kabul et­tirmiş iki önemli şahsiyet yürek yangınlığı ile böyle feryad ediyor. Türkçenin dününe, bugününe bakarak, olup bitenleri tahlil süzgecinden geçirerek yarınla ilgili “kötü” tahminde bunuyor, kara haberler veriyorlar.
Türkçenin bugün içinde bulunduğu durumla ilgili olumlu-olumsuz çok şey söyleniyor. Fakat ne söylenirse söylensin, bugün Türkçenin içinde bulunduğu durumun miladı, “dil devrimi” olarak adlandırılan faaliyetin başladığı 1930’lardır. 1930’lu yıllarda, dil “devrim” konusu olarak ele alınmış, Türkçe bir süre gerçekten “devrim”e maruz bırakılmış, daha sonra her ne kadar Atatürk’ün sağlığında bundan vazgeçilmişse de, ölümünden sonra, daha pürist/tasfiyeci bir yaklaşımla bu fa­aliyet sürdürülmüştür. Bu ideolojik ve siyasî müdahale Türkçeyi yarım asır sonra tükenme noktasına getirmiştir.
21. yüzyılın başında bürokrasi, düzgün cümle kurmaya muktedir olamamakta, eskiden Osmanlı divanında değil kâ­tiplerin, kapıcıların dahi yapmayacağı dil yanlışları en üst kademedeki yöneticilerin yazışmalarında görülebilmektedir.
İlk öğretim kurumlarında 300-500 kelime öğretilmekte, orta öğretimde İngilizce ve fen bilimlerine verilen ağırlık Türkçe-edebiyat derslerini geri plana itmekte, zaten yetişkin­lik döneminde kimseden iyi Türkçe bilmesi istenmemektedir.
Yükseköğretimde en cazip üniversiteler, fakülteler ya­bancı dille öğretim verenlerdir. Türkçe çoktan öz yurdunda “üvey evlat” durumuna düşürülmüştür.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi, 57. Hükümet’in Millî Eği­tim Bakanı, Türk edebiyatının iki klasik dönemini, klasik Osmanlı ve Tanzimat sonrası Batı tesirindeki edebiyatı ders kitaplarından çıkarmayı marifet sanarak program geliştirtmeye kalkışmış ve bin yıldır kullandığımız “millet, vatan, meclis, hak, hukuk, kanun” gibi çok sayıda kelimeye yasak koymuş­tu... (Yıl: 2002)
Bu manzara karşısında çok dikkatli düşünmemiz, gerçe­ği hoşumuza gitmese de kabul etmemiz ve “nerede hata yap­tık” dememiz gerekiyor.
Doğru teşhis olmadan doğru tedavi olmaz! Son zaman­larda Türkçenin içine düşürüldüğü durumla ilgili tesbitlerde pek fazla farklılık bulunmuyor. Türkçe, 21. yüzyılın başında ciddi bir sıkıntı içinde. Bunu öğretim sisteminden, iletişim sistemine kadar her yerde gördüğümüz gibi, sokaklarda da yüzümüze tabelalar hâlinde çarpıyor. Bundan ötürü Türkçenin geleceği ile ilgili karamsar tablolar çiziliyor. Tesbit bu, “teşhis” ne? Neden böyle oldu? Bu konuda fikir birliğine varılamıyor. Kültür Bakanlığı tarafından iki defa üst üste yayınlanan bir kitabın teşhisine bakarsak, işimiz kolay! Her şey “dil devriminin ellinci yılına kadar" (1983) iyi gitmiş. Yani, Türk Dil Kurumu’nun devlet kuruluşu hâline getirilmesine kadar. On­dan sonra, TDK vazifesini gereğince yapmadığı için işler sar­pa sarmış! Yani Türkçenin geleceğini karartan, yirmi yıllık “icraatsızlık” dönemi imiş!
Daha önceki TDK “sivil toplum kurumu” gibi gösterilse de, tecahüle gerek yok! Bu Kurum bir zamanlar Millî Eğitim bakanlarının başkan, Cumhurbaşkanlarının şeref başkanı olduğu bir kuruluştu. Çok partili hayata geçişten sonra, devle­tin asıl sahibi tafrası satan bazı kuruluşlar gibi sistem üzerin­de etkili oldu. Bütün darbelerden sonra bu gücünü artırdı. Yalnızca 12 Eylül müdahalesi tersine bir işlem yürüttü ve akademik niteliği ağır basan bir kuruma vücut verildi. İşin yapılış tarzını, hukukî zeminini her zaman eleştirebiliriz. Fakat yeni TDK’nun eskisine göre Türkçeye daha doğru ve ilmî ölçülere uygun hizmette bulunduğu kesindir.
Gelelim “dil devrimi”nin yeni “bilimsel kılıfı”na!
“Dil devrimi”nin dünyanın hiç bir yerinde savunulamayacak bir kavram olduğunu kitabın adı bile bize ifşa ediyor: Türkiye’de Dil Planlaması: Dil Devrimi.
“Dil devrim”i savunulabilir bir şey olsa idi nice yıl sonra allanıp pullanıp “planlama” olarak sunulur muydu? Dil devriminin asla bir planlama olmadığı, Kâmile İmer’in kitabı tetkik edildiğinde kolaylıkla anlaşılıyor. Çünkü verdiği “planlama” örnekleri ile Türkiye’de uygulanan dil devriminin alâkasını kurmak neredeyse imkânsız.
Kâmile Hanım, “dil planlaması” teriminin bizim dil devrimimize göre yeni bir kavram olduğunu şöyle ifade ediyor: “Dil planlaması terimi ilk olarak 1959’da Haugen tarafından kul­lanılmış olup o zamandan bu yana giderek yaygınlaşmıştır. Ha­ugen başlangıçta bu terimi Norveç'te ulusal dilin çağcıllaştırılması (modernization), geliştirilmesi ve erginleştirilmesi amacıyla harca­nan çabaları betimlemek için kullanmıştır."
Yani bizler, yetmiş yıl önce “dil devrimi” adı altında “dil planlaması” yapmışız. Batılı bilim adamları da bunu otuz sene sonra başka bir vesile ile “tesmiye” etmişler!
Burada şu soruyu sormamız lâzım: “Norveç, dil konusun­da Türkiye’ye örnek teşkil edebilir mi?” İlk bakışta "neden et­mesin, hem Batılı hem gelişmiş bir ülke” denilebilir. Elbette oku­yucunun böyle değerlendireceği düşünülmüştür. (Burada sa­katlık, “Norveç’te dilin “çağcıllaştırılması” ibaresinde arana­bilir. Avrupa’nın ta batısındaki Norveç ve dili o zamana ka­dar “modern” değil miydi yoksa?)
Şöyle kaba hatlarıyla bir bakalım: Norveç, dünyanın en kü­çük dil topluluklarından biri olarak kabul ediliyor. Norveç dili Norsk Kuzey Germen öbeğinin Batı İskandinav koluna bağlı. İki farklı şekli var. Birincisi, Bokmal/Kitabî Norveççe veya Riksmal/Resmî Norveççe, Dan-Norveç dili. Danimarka’nın Norveçle birleştiği dönemde (1330-1814) kullanılan Dan­ca’ya dayanıyormuş. İkincisi ise, Yeni Norveç dili/Lansmal-Kır Norveççesi. 19. asırda Ivar Aasen tarafından eski İzlanda dili geleneğini sürdürmek için batıdaki kır kesimi lehçeleri temel alınarak geliştirilmiş. Dan Norveç dili daha yaygınmış. İki dil de resmî yazışmalarda ve öğretimde kullanılıyormuş...
Model olarak kullanmamız “önerilen” planlama deyimi, böyle iki dilli bir topluluktaki durum esas alınarak ortaya konulmuş. Türkiye’de böyle bir durum mu vardı? Türkçe Türkiye’de yedi yüz yıldır devlet dilidir. Bütün farklılıklarına rağmen tarih boyunca tek bir Türkçe olmuştur. Ülkemiz Alla­ha şükür hiç bir devletin istilasına uğramamış ve bu istila sonucu bir dili kabul etmek zorunda kalmamışız.
Peki, Norveç’te yapılan nedir? İki dili yakınlaştırıp ortak bir Norveç dili meydana getirmek!
Şu satırları da bir itiraf olarak kabul edebiliriz: Özellikle bağımsızlığını kazanan ulus-devletler ve gelişmekte olan ülkelerde dil/değişke seçimi, seçilen dilin/değişkenin kodlanması, sözlük, dil­bilgisi ve yazımın belirlenerek ölçünleştirilmesi ve kurumlarda, kuruluşlarda, eğitimde, kitle iletişim araçlarında yaygınlaştırılması ve günün gereksinimlerini karşılayacak biçimde işlevinin genişletilme­si çabalan bu kuram ve modeller kapsamında yaygın olarak 70’li yıllardan bu yana betimlenmeye başlanmıştır.”
İşin özü şu: Dil devrimini en azından dışarıda munisleş­tirmek için dil planlaması” terimi seçilmiş. Fakat, bu kavram Norveç gibi iki dilli toplumlar dikkate alınarak ortaya konul­muş, daha sonra ise, "bağımsızlığını kazanan ulus-devletler ve gelişmekte olan ülkelerde” yapılan uygulamalarla bağlantılı ola­rak kullanılmış!
Türkiye bağımsızlığını yeni kazanan bir devlet mi? Dil ve kültür bakımından “gelişmekte olan bir ülke” mi? Dünyanın kaç devletinin yedi yüz yıllık resmî dili var? Yer yüzünde kaç dilin bizim edebiyatımız kadar zengin yazılı edebiyatı var?
Kitaptan okuyalım: “Dil planlaması olarak görülebilecek et­kinlikler çok çeşitlidir. Bir yöre dilinin ulusal dil olarak geliştirilme­sinden (Endonozya ve Filipinler’de olduğu gibi) eski dillerin can­landırılmasına (İsrail ve İrlanda’da olduğu gibi), çatışma hâlinde­ki dile bağlılıktan (Norveç ve Hindistan’da olduğu gibi) yazı deği­şimi, sözvarlığının genişletilmesi yolundaki örgütlü çabalara (19. yüzyıldan beri Mısır’da olduğu gibi) kadar pek çok etkinlik dil planlaması kapsamında düşünülmektedir. Ayrıca bu terim Çin’de, Japonya’da ve Hindistan’da yazı düzeltim önerilerini de içermekte­dir.” (sf.16)
Bu paragrafla ilgili dipnota baktığımızda, bu faaliyetle­rin “14. yüzyılda Perm’li Aziz Stefan’ın yaptığı gibi misyoner­liğin bir parçası” olarak nitelendirildiğini görüyoruz.
“Dil planlaması konusunda çalışanlar ayrıca yönlendirici bir takım ilkelerden de söz etmektedirler ki bunlar daha çok konum planlaması kapsamında düşünülebilir. Cobarrubias’a göre, bir top­lumda dil planlamasını yönlendiren dört ilke vardır: Bunlardan dil­sel benzeş(tir)me (linguistic assimilation), kökeni ne olursa olsun herkesin toplumdaki baskın dili öğrenmesidir. Dilsel benzeştirme il­kesi dünyanın pek çok ülkesinde uygulanmaktadır. Başka ülkelere göç etme sonucu göçmenler de bu ilkeye uymak durumunda kal­maktadırlar... Dilsel çoğulculuk (linguistic pluralism) karmaşık bir ulam (kategori, takım- DMD) olup bir ülkede farklı dil konuşan grupların varlığını, bunların dillerini sürdürme ve eşit temellere da­yanarak işleme haklarının bulunmasını içermektedir. Kimi ülkeler­de resmi olarak iki yada daha çok dil bulunması (örneğin İsviçre’de Fransızca, Almanca İtalyanca ve romans; Belçika’da Fransızca, fla­manca ve Almanca; Sri Lanka’da sinhaliz ve tamil vb.) bu ilkenin geçerli olmasındandır. Yerlileştirme (vernacularization), yerli (indi­genous) bir dilin onarılması ve/ya da genişletilmesini ve resmi dil olarak benimsenmesini içermektedir. Ölü bir dili canlandırma (İsra­il’de İbranca), klasik bir dili onarma (Suriye, Mısır ve Fas’ta arapçalaştırma), resmi nitelik kazandırma ve ölçünleştirme (Filipinlerdeki tagalog ve Peru’daki keuça) gibi yollarla bu yapılmaktadır, uluslararasılaştırma (internationalism), yerli olmayan yaygın bir iletişim dilinin resmi dil olarak ya da çeşitli düzeylerde öğretim di­li olarak benimsenmesini kapsamaktadır, üluslararasılaştırmanın da çeşitli dereceleri ayırt edilmektedir. İngilizce pek çok ülkede bu il­ke doğrultusunda uygulanmaktadır,(sf.17)
Metinde adı geçen ülkelerin bir kısmı, iki veya çok dilli ülkeler. Bir kısmı ise, eski sömürge ve “mandat”lar. Eski sömürge/mandat ülkelerin bir kısmı mahalli dilleri güçlendirmeye çalışıyorlar, bir kısmı ise asırlar boyu kullandıkları güç­lü dillerinin yerine ikame edilmiş Batı dillerinin hâkimiyeti­ni sona erdirmeye gayret ediyorlar. Bilhassa Fas gibi Mağrib ülkeleri, Fransız sömürgesi oldukları dönemde etkili hâle ge­len ve hatta Arapçanın önüne geçirilen Fransızcaya karşı tabiî olarak kendi dillerini güçlendirmeye çalışıyorlar.
“Çeşitli etkenler içeren dil planlamasında doğal olarak tek bir amaçtan söz edilemez. Kaldı ki, bilim adamları hangi tür dil plan­laması olursa olsun dili ilgilendiren tüm sorunların siyasal, ekono­mik, bilimsel, toplumsal ve kültürel durumla ilgili olduğunu da belirtmektedirler.” (sf.17)
“Dilsel amaçlar dilbilimci ile yazarların işbirliğini gerektir­mektedir. Bu amaçlar dilin sözvarlığını, yapısını ve biçimini ilgilen­dirir. Sözvarlığı alanında genişletme (üretici süreçler ve pratik plan­lama), ölçünleştirme (hem uzmanlık alanındaki hem de uzmanlık­la ilgili olmayan alandaki sözvarlığı, ağızlar) ve toplumsal anlam­lı (sosyosemantik) kararlar yer almaktadır. Toplumsal anlamlı ka­rarlar sözvarlığını genişletme kaynaklarındaki kararlar olup bun­lar içinde; yabancı yerine yerli öğeleri kullanma, aynı dilin eski bi­çimlerinden ödünçleme, ağızlardan ödünçleme, yakın akraba diller­den uyarlama, argo ve halk diline izin verme yer almaktadır." (sf.19)
“Nahir’e göre dil devrimi (language reform), kullanımı kolay­laştırmak amacıyla bir dilde belirli yönlerdeki değişmeyi anlatmak­tadır ve bu genellikle yazıda, yazımda, sözvarlığında ya da dilbil­gisindeki gelişmeleri ve yalınlaştırmaları kapsar. Nahir bunun dil devrimin dar anlamını gösterdiğini belirtmekte ve geniş anlamda ele alındığında dil devriminin dil planlamasıyla eşanlamlı görülebi­leceğini belirtir.” (sf. 21)
Sh: 95-113
Kaynak: D. Mehmet DOĞAN, Yüzyılın Soykırımı, Şubat, 2006, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar