Aşkın Diyalektiği AFŞAR TİMUÇİN
Aşkın alanına girmek, tıpkı estetiğin
alanına girmek gibi, uçsuz bucaksız bir serüvenin içine dalmaktır. Aşkı
yargılamak ya da incelemek, aşkın ne olup ne olmadığını saptamak kolay iş
değil. Neredeyse usun bittiği yerde başlayan bir insan etkinliğini ussal
çerçevede açıklığa kavuşturmak kolay mı? Aşk için şöyle demiş halkımız: “Bakmaz yaşlıya gence / İnsan anlamaz önce / Akıl çıkar
aradan / Aşk kalplere girince”. Gene de insanın derinden derine yaşadığı,
en eski uygar insandan buyana canla başla yaşadığı böyle bir etkinliğin ne olup
ne olmadığını bilmek istemez miyiz? Aşk denilince öznel yanları nesnel
yanlarını ya da görünmez yanları görünür yanlarını çokça geride bırakan bir
insanlık durumunu anlıyoruz. Öyleyse aşk üzerine söyleyeceğimiz her söz bizim
kendi görüşümüz olarak kalmak zorundadır. Gene de bu alanda bir takım köklü
bilimsel çalışmalar yapılabilir ve yapılmalıdır. Hatta felsefi çalışmalar
yapılabilir ve yapılmalıdır. Sorun önünde sonunda bilim adamlarıyla ve
filozoflarla ilgilidir.
Adı sizi yanıltmasın, bu kitap bilimsel bir
çalışmanın ürünü değil. Felsefi bir bakış açısı da getirmiyor. Daha ilk
sayfalarda onun bilimsel ya da felsefi bir çalışmanın ürünü olmadığını
anlayacaksınız. Bu sanki bir yazarın okurlarıyla yaptığı, yapmak istediği bir
sohbet toplantısıdır. Onun bu sayfalarda yazdığı bazı şeyler, iyi biliyorum,
çoğunuza ters gelecek. Hatta zaman zaman onu belki de geri kalmışlıkla ya da
tutuculukla suçlayacaksınız. Olsun, önemli olan bir konuyu ortaya getirmek.
Tartışmalar yeni aydınlıklara açar bizi. Bizim edebiyatımızda da dünya
edebiyatında da aşk üzerine çok şey yazıldı ve söylendi. Ama aşkla ilgili köklü
düşünce çalışmaları bizde de yanılmıyorsam dünyada da yok denecek kadar az.
Dünyada çok az olmasa da bizde çok az. Cinsellik apayrı bir etkinlik olarak
çokça ele alındı ama onun incelmiş bir biçimi olan aşkla ilgili çokça çalışma
yapılmadı.
Bizim divan edebiyatımız
da halk edebiyatımız da aşka büyük ölçüde yer verdi. Kimileri, özellikle
şairler kendi aşk deneyimlerini ya da daha çok bu deneyimlerinden kalan
izlenimlerini heyecanla anlattılar, bu arada aşka olan yatkınlıklarından
sözettiler. Fuzuli ne diyordu: “Mende
Mecnun’dan füzun aşıklık istidadı var / Aşık-i sadık menem Mecnu- n’un ancak
adı var H Kıl tefahur kim senün hem var men tek aşıkun / Leyli’nin
Mecnun’ı Şirün’ün eğer Ferhad’ı var.” Gerçekten şiirle aşkı yan yana ya da
iç içe düşündüğümüzde aklımıza gelecek ilk ad Fuzuli adıdır. Evet, hem bunları
söylüyordu Fuzuli hem de aşkın gerçek anlamda çok önemli bir yükümlülük
olduğunu duyuruyordu'. “Aşık oldur kim kılur canın feda cananına / Meyl-i
canan etmesin her kim ki kıymaz canına // Canını canana vermektir kemali aşıkın
/ Vermeyen can itiraf etmek gerek noksanına // Aşk resmin aşık öğrenmek gerek
pervaneden / Kim yanar gördükte şem’in ateşi suzanına // Aşk derdinin devası
kaa- bili derman değil / Terk-i can derler bu derdin muteber dermanına.” Ya
da kısaca şöyle söyleyip çıkmaktadır:: “İlm kesbiyle paye-i rifat / Arzu-
yi muhal imiş ancak / Işk imiş her ne var alemde / İlm bir kıl ü kal imiş
ancak.” Divan şiirinde aşkın sorunlarını işlemek açısından Fuzuli neyse
halk şiirinde de Karacaoğlan odur. Onda aşk bütün yönleriyle, olumlu olumsuz
bütün özellikleriyle ele alınır. “Çıktı sözüm yar yolunda bil beni” diyen
bir şairi, “İkimiz de bir tepede gün gibi” diyen bir şairi, “Benim
mecbur olduğumu farketti” diven bir şairi hafife alabilir miyiz? '
Aşk hepimizin ortak konumuzdur. Bu konu her
türlü ayrımın, sınıfsal ayrımların da ulusal ayrımların da zamansal ayrımların
da üzerine çıkarır bizi. O da estetik gibi bizi bir bütün olarak insanlığa
bağlar. Ortaklaşmanın en yoğun yaşandığı aşk alanı ayrı ulustan, ayrı inançtan,
ayrı düşünceden insanları yanyana getiriyor. Ne mutlu aşkı olduğu gibi, tüm
yarar fikrinin ötesinde yaşayanlara, aşkın ateşten ırmağına kendini ılık bir
suya bırakır gibi bırakanlara. “Ben
gemiyle gidemem / Yol yok mudur karadan / Öyle sarılalım ki / Su geçmesin
aradan” diyenlere kucak dolusu saygı ve sevgi!
Bu "sohbet” kitabını dünyalar kadar
sevdiğim iki oğluma, Ahmet ’e ve Ali ’ye armağan ediyorum.
Afşar Timuçin
AŞK’IN TOPLUMSALLIK DÜZEYİ VE
ÖZGÜNLÜK BOYUTU
Aşk dediğimiz zaman şu ya da bu biçimde
toplumsal sorunlar ortaya koyabilen ancak başlıbaşına toplumsal diye
belirleyemeyeceğimiz bir insanlık durumundan sözetmiş oluyoruz. Aşk iki
kişiliktir ancak özellikle sonuçları bakımından toplumsaldır: oluştuğu andan
ya da sezildiği andan başlayarak başkalarına açılır ve böylece bir dizi dış
engele çarpar. O savunulan bir şey olmaktan çok hor görülen hatta zaman zaman
aşağılanan bir şeydir, benimsenen bir şey olmaktan çok yadsınan bir şeydir.
Aşkla ilgilenen çoktur. Aşk yaşamayı becerememiş kişiler aşk yaşayanlardan
gözlerini alamazlar. Birileri bu iki kişilik ilişkide yan tutmaya bile
kalkabilirler: aşkta iki yandan birini öbürüne karşı savunacak iyilik güçleri
az değildir. Dedikoducuların en çok sevdiği konuların başında aşk ilişkileri
gelir. Çoklarına göre aşk bir hastalıktır ve hastalananı iyileştirmek gerekir.
Oysa aşk bir hastalık değil diyalektik düzende
yani ikili düzende bir kültür ilişkisidir. Aşk bir değer ortamıdır, bilinç
bulanıklıkları oluşturduğu yerde bile bilincin istemli bir yönelimini
gerektirir. Aşk bir bilincin bir bilince kavuşması, bir bilincin, özellikle
duygusal düzeyde, bir başka bilinçte kendini bulması ya da aramasıdır. Böyle
olmakla tümüyle bireysel bir olgudur. Alfred Fouille şöyle der: ‘‘Erkeğin
kadın karşısında, sevgilinin sevgili karşısında duygusallığı tüm toplumsal
belirlenimden bağımsız olarak vardır: bu duygu bir insanın bir insana aşkıdır
ama topluma olan aşkı değildir, seven kişi bazen topluma başkaldırır. Bu
anlamda bir annenin çocuklarına olan aşkından da sözedilebilir. Her ne kadar çocuklar
kendi açılarından gelecek toplumu temsil ediyor olsalar da annenin çocuklarda
sevdiği her şeyden önce toplum değildir: anne çocuklarını sever, çünkü onlar
onlardır, çocuklarıdır. Kişile- rarası ilişkiler zorunlu olarak toplumsal
değildir. ”
Alfred Fouille’ye bir noktada karşı çıkacağız:
yoğun sevgi çeşitleriyle aşkı birbirinden ayırmak gerekir. Aşk sevgiyi
kendinde barındırır ama o sevgiden daha çok bir şeydir. Ayrıca zaman zaman düz
sevgiyle hiç ilgisi olmayan görünümler ortaya koyar. Aşk elbette sevginin uzağında,
sevgiyi dışlayan bir şey değildir, ancak o salt sevgiyle bağdaşmayacak nice
duyguları da barındırır. Aşkın bir kin olduğu ya da kin gibi yansıdığı
durumlara Taslayabiliriz. Aşk yapıcı olduğu kadar yıkıcı, sevecen olduğu kadar
kırıcı özellikler gösterir. Bir anne her durumda çocuklarını sever, o sevgi
katışıksız, eksiksiz, tartışılmaz bir sevgidir. Bir annenin sevgisinde
kırgınlıklar olabilse kini andıran duygular barınmaz. Anne sevgisinin biçimleri
yoktur, yurt sevgisinin de biçimleri yoktur. Anne sevgisi koşulsuzdur ve
ölümsüzdür. Aşk zaman gelir bir düşmanlık biçimini alabilir. Bitmiş aşklar
vardır ama bitmiş anne sevgileri yoktur. Daha doğrusu aşk biten bir şey
olarak, anne sevgisi bitmeyen bir şey olarak bilinir. Ancak Alfred Fouille
aşkın toplumsal olmadığını söylerken yerden göğe haklıdır.
Yanyana gelen iki kişi toplumsal bir bütün
oluşturur mu? Genel çerçevede yani gündelik yaşamda oluştursa bile aşkta
elbette oluşturmaz. Gerçekte gündelik yaşamda da oluşturmaz, o ancak bir
katışmaç oluşturur. Aşk bir karşı-toplumsallıkta kendini ortaya koyar. O insan
etkinlikleri içinde enaz toplumsal olanıdır. Aşk çok Özel bir toplaşma ya da
bir araya gelme biçimidir, kendi yasalarını kendinde taşır ya da kendinden
getirir. Gene de onda toplumsal bir şeylerin varolması doğaldır. Gerçekte
hiçbir insanlık durumu hiçbir insan edimi yoktur ki toplumsallığa açılmasın,
önünde sonunda toplumsallıkta anlatımını bulmasın. Çünkü insan zorunlu olarak
toplumsal bir varlıktır. Toplumdan soyutlanmış insan fikri boş fikirdir. Ancak
aşkta insan toplumdan bir ölçüde ya da büyük ölçüde soyutlanır, dünyayla
arasına uzaklıklar yada duvarlar koyar ya da koymak ister. Ne olursa olsun
birey toplumsaldır ve onun edimleri ya da davranışları bir toplumun değerler
dizgesine bir ölçüde de olsa uygun düşer.
Aşkta seçimleri, davranışları, benimsemeleri ve
yadsımaları belirleyen öncelikle bireysel bilincin düşünsel olanakları ve buna
bağlı olarak değerler dizgesi de olsa temelde her şey belli bir toplumun insan
anlayışında açıklığa kavuşacaktır. Bununla birlikte aşk insanlık durumlarının
enaz toplumsal olanıdır. İnsanlar onu çok zaman toplumdışı oluşuyla
eleştirirler ya da yadsırlar. O her şeyden önce toplumsal düzeyde bir
benimsemeyi değil de bir çatışkıyı, bir uyumsuzluğu, bir karşı koymayı
düşündürür. Aşk sözkonusu olduğu zaman toplumun değerler anlayışı kişilerin
değerler düzeninde erir ya da çatışkıh duruma girer. Her aşk kendi çok özel
yasalarını bir anayasa gibi koyarak kendini yaşarhklı kılar. Aşkın bittiği
yerde toplumsallık bir düzen istemi olarak kendini ortaya koyacaktır. Aşk
toplumsal düzeyde bir karşı çıkıştır. Aşık olmak kınanmayı göze almak demektir.
Kendi dışında herhangi bir gücün varlığını
benimsemeyen ya da kısacası yetke tanımayan tek şey aşktır. Aşkın kendisi yetke
olma savm- dadır ya da kısacası aşk yetkedir. O gerektiğinde bütün kurumların
karşısına bir yadsıyıcı olarak çıkabilir. Aşk bir yükümlenmedir, önüne çıkan
her engeli yoğun ateşinde eritmek ister. Engel tanımayan yanıyla o tam anlamında
bir karşı-toplumsalhktır. Kendini bir gerçeklik olarak ortaya koyduğu yerde
öncelikle göreneklerin kalıplarını kırar ya da kırmak ister, toplumda geçerli
her türlü kuralla yıkışır ve toplumsallığa her düzeyde meydan okur. Bu bir
önyargı olmaktan çok bir tepkidir: kendini belli ettiği anda şu ya da bu
biçimde toplumsal önyargıları karşısında bulur. Aşk çok zaman dıştan zorlanır.
Aşkı azdırmasalar aşk belki de uslu uslu yoluna gidecektir. Aşk önyargılardan
da bestense katı bir önyargı değildir, bir gerçekliktir, somut insan
gerçeğinin ta kendisidir. Onun dokusunda önyargılardan motifler vardır, onda
önyargının renkleri ilk bakışta kendini belli eder. Ancak o bir önyargı gibi
donuk ve sönük değildir.
Aşk gerçekte herhangi bir kişiden olağanüstü
bir kişi yaratmaktır. O bir yüceltme edimidir. Tartışmadan yüceltme eğilimidir.
Aşk karşıdakini yani sevgiliyi yüceltmekle başlar. Aşkta yüceltmenin sınırları
çok geniştir ya da hiç yoktur. Halkımız bu yüceltme işinde sınır tanımamıştır.
Bir manide şunları okuruz: “Gökte yıldız yüz altmış / Kaşların keman çatmış
/ Tanrı bizi topraktan / Seni nurdan yaratmış Aşk büyük boyutlarda
tartışmasız benimsemedir. Aşk tartışmaz, irdelemez, hiç mi hiç kuşkulanmaz,
yalnızca benimser. Kısa sürede dönüşsüz bir tutuma dönüşür, inatçı bir yönelim
olur çıkar. Ödün vermez. Ödün vermeye başladığı yerde sönmeye, sonunu elleriyle
çizmeye başlar. Ödün vermeye başladığı yerde azçok uzun süreli bir kendini
yoketme girişimi için koşullar oluşturur, bunu yaparken kendi yasalarının
dışında formüllere bel bağlar, örneğin ahlak kurallarına başvurur ya da
toplumsallığın bir takım alışkanlıklarını kullanır. Gerçek aşk bükülmezliğiyle
ve bölünmezliğiyle belirgindir. Bu yüzden katı bir ussallığı değil ama yoğun
bir is- temliliği gerektirir. Bu istemlilik usun sakınık koşullarda oluşturduğu
bir istemlilik değildir. Aşk kendini sakınmaz. Aşkta geçerli olan istem yargı
tanımayan, eleştiri kaldırmayan bir istemdir. Böylesi bir istemli- likte
uyuşmalar ya da uzlaşmalar bile çok genel bir başkaldırının özel görünümleri
olarak algılanabilirler
Aşık kişinin ruhsal yapısını, çok özel ruhsal
yapısını iyi tanımayanlar aşkın ussal çerçevede belli bir yetkin eleştiriyle
dindirilebileceğini ya da giderilebileceğini, en azından
evcilleştirilebileceğini sanırlar. Aşık kişi eleştiriye kapalıdır ve ödün
vermeye hiç hazır değildir. Çünkü o eşsiz olanı bulmuştur ve onu elden kaçırmak
istemez. O her ödünün aşkı için bir yıkım anlamına geleceğini iyi bilir.
Eleştiri büyük boyutlarda gerçekleşir, aşkı dıştan zorladıkça zorlar, çünkü
aşkın düşmanı çoktur. Aşkın en büyük düşmanları aşk yaşamayı
beceremeyenlerdir, bece- rememiş olanlardır. O yüzden aşık daha baştan
silahlıdır, iyiden iyiye donanımlıdır, kendini bağsız koşulsuz savunmaya
eğilimlidir. Bu savunmayı gerçekleştirirken aşık kötü hatta gülünç durumlara
düşebilir, toplumsallık adına olmadık durumlarla karşılaşabilir. “Tüm
tutkular bize yanlışlar yaptırır, en gülünç yanlışları da aşk yaptırır. ”
Böyle der La Rochefoucauld. Aşk bir ayaklanmadır. Aşık kişi eleştiri adına
kendisine yönelen her ussal belirlemeye bir ayaklanmayla karşılık verecektir.
Aşkın alanına giren mutlak’ın alanına girmiştir. Çünkü insan hiçbir şeyi aşkta
olduğu gibi tam bir mutlaklıkla benimsemez. “Alemi seyrettim akranın yoktur”
der Karacaoğlan.
Aşk göreli bir dünyada mutlak’ın saltanatıdır.
Kopya aşklarda yani gerçek olmayan aşklarda mutlak silikleşmiş ya da görelinin
yararına parçalanmış görünür. Aşka özenenler, özenti aşık adayları bu mutlak’ı
bir fikir olarak, uzak yakın bir tasarım olarak sezseler de ya da varsaysalar
da onu yoğun bir duygusallıkta yaşayamazlar. Vergilius “Aşk her şeyin
üstesinden gelir” derken bu mutlak’ın gücünü duyurmak ister bize. Sözde aşk
hiçbir şeyin üstesinden gelemez, o en çok evliliğe hazırlık için iyi bir ortam
oluşturabilir. Sözde aşık ya da özentili aşık durmadan uzlaşma formülleri arar,
bunun için toplumsal değerler dizgesinde kendi tutumu için ölçüt ya da temel
olacak dayanaklar bulmaya girişir, aşkına toplumda güvenli bir yer açmaya
çalışır. Toplumsallığın sağladığı ruhsallık basit çerçevede bir sürü
ruhsallığıdır. Sözde aşık sürüden ayrılmamaya özen gösterir, bir şeyleri bir
şeylere denk getirmeye bakar. Bunu yaparken daha baştan aşkın iyi tutuşmamış
ateşini söndürür. Bunu yaparken insanlık adına birtakım doğrulan
gerçekleştirmekte olduğuna inanır. Öyle ya tek kişilik olanla toplumsal olan
arasında bir denge kurmak gerekmektedir. Bunun için gizliliklere de
sığınabilir insan. Aşık sevgilisine şöyle diyebilir: “Gel benim alışığım
/Bal ile karışığım/ El yanında küsülü / Gizlide barışığım
Aşk belki biraz da uzlaşmaz kişiliklerin
işidir. Aykırıda kendini bulabilmek için kendinde aykırı bir şeyleri taşıyor
olmak gerekmez mi? Aşk yaşarken kendimizde bulduğumuz aykırı öyle bir aykırıdır
ki onun bizi her an özgürlüğümüzü tehlikeye düşürecek hatta varlığımızı iyiden
iyiye zorlayacak biçimde belirlediğini duyarız. Buna göre aşk bir sürüklenmedir.
İstemli istemsizliktir ya da istemsiz istemliliktir. İnsanın kendinden
kurtulup çıkmasıdır. Aşık’ın tüm dikliklerine karşın bir bakıma boynu bükük ya
da çaresiz oluşu buradan gelir, burada anlatımını bulur. Bu yüzden her aşık
kendine ve başkalarına karşı bir elimde değil formülü geliştirecektir.
Kendinden çıkmak mıdır bu yoksa kendine yenilmek midir? İstem burada yalnızca aşkı
savunmak için vardır. Ters dönmüş bir istemdir aşkta sözkonusu olan. Aşk
kendinden çok kendi dışına serttir. Evet, aşk istemli istemsizliktir ya da
istemsizliğin istemidir. Burada istem kendine değil dışa dönüktür. Aşk kendi
içinde başeğmişliği kendi dışında başkaldırmayı öne çıkarır.
Aşık, Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun’unda olduğu
gibi kendini çok zaman karanlıklar içinde duyar. Tatlı bir acıdır onun
yaşadığı. Bu acı içinde o “Sevda siyeh etti rüzgarım/Aşk aldı inan-ı
ihtiyarım ’’ diyecektir. Yakınacaktır: “Can bar-ı beden götürmez oldu/
Göz reng-i vücudu görmez oldu// Canım canı gözüm çerağı/ Rahm eyle ki geldi
rahm çağı // Ben bilmez idim bela imiş aşk/ Bir dürlü macera imiş aşk. ”
Aşık aşkının ağırlığı altında ezilir, bu yükü taşıyamayacağını düşünür. Şeyhülislam
Yahya şöyle der: “Sofadan gayri alemde hiçbir nesne bilmez- düm /Beni ey aşk
senden oldı gamla aşina etmek". Aşk zordur. Yoksa vaz mı geçmelidir
bütün bunlardan? Kendi açısından istemsizlik aşkın zorunlu bir koşuludur: aşık
kolu kanadı kırık adamdır. Kendinde ya da kendi açısından istemsiz olan aşık
aşkını savunmada tam tamına bir is- temlilik örneği oluşturur. Aşkını savunma
konusunda o bir yırtıcıdır hatta. Kendisine sunulacak gerekçelerin hiçbirine
aldırmaz. Her türlü doğru yolun düşmanı gibi davranır. Aşık tartışmaz yalnızca
savunur. Aşkın iç düzenini oluşturan tutarlı diyalektik ilişki dışa yönelmede
bitip gider. Dış sözkonusu olduğunda yalnızca içten dışa bir karşı koyma
yönelimi sözkonusudur.
Aşk özveridir. Kişi ateşe atılır gibi kendini
aşka bırakır. “Dönülmez ben reh-i aşka yöneldim/ Dua-yı hayr kılsın gayri
bana yaran ” deyişi gibi bir şairin. Aşka düşen insan için dua etmekten
başka ne yapabiliriz ki? O artık o en tatlı acıyı yaşamaya adanmıştır. O bundan
böyle kendine ve gerekirse başkalarına aşkın hiç de kolay bir iş olmadığını
söyleyecektir. Güçlüklerin başında bilincin bulanması vardır, dikkatin
dağılması ya da daha doğrusu o tek konuya yönelmesi vardır, ussallığın adım
adım geriye çekilmesi vardır. Aşk baştan sona bir saplantıdır ama tatlı bir saplantıdır.
Yenik düşmüş birliklerin çekilmesi gibi us da bu durumda denetlemesi gereken
alanları bırakıp arkalarda bir yerlere yerleşecektir. Bilinç baştan sona aşkın
koşullarıyla belirlenir: “Çileli yar çileli / Dolaştım bahçeleri /Ne müşkül
sevdan varmış / Uyutmaz geceleri
O durumda aşkla ilgili duygusallık hemen bütün
bilinç alanlarını ele geçirecektir. Toplumsallıktan toplumdışıhğa geçme noktası
bu noktadır. “Rüsva-yı cihan ” olma noktası bu noktadır. Bu noktada
namustan tümüyle arındığını, utanma yeteneğini tümüyle elden kaçırdığını
bildiren özel bir kişi karşısındayızdır. Küçülmek, hiçleşmek, aşılmak, erimek
gibi duygular aşık’ın ikide bir duyduğu, sürekli yaşadığı duygulardır, işin
öbür yüzü yücelmeyle ilgilidir: bir yücenin peşine giden kişide o yüceyle
ilgili, o yüceye yatkın, o yüceye değer bir şeyler olmalıdır. Burada alman
estetikçilerinin Einfühlung kuramını andıran bir şeyler vardır ya da söz-
konusu kuram belki de sanattan çok aşkı açıklayan bir kuram olarak
düşünülebilir. Yüceyle yücelmek, aynı zamanda yüceyle küçülmek. Kısacası aşk
duygusu sevgili karşısındaki durum açısından ikircikli bir duygudur: bir aşma
bir aşılmayla, bir aşılma bir aşmayla dengelenir gibidir. Nefî yüce karşısındaki
duygularını şu sözlerle anlatır: “Ne şeb ki kuyuna yüz sürmesem o şeb ölürüm
/ Ne gün ki kaametini görmesem kıyamet olur".
Aşk bir kültür ortamıdır ve onun toplumdışı
oluşu bir kültüre katılıyor olmayı engellemez. Ayrıca aşk bir kültür ortamı olarak
iki kişinin bir arada gelişimini sağlar, bu da önünde sonunda genel kültür
yaşamına katkıda bulunacaktır, onu kendine göre ya da kendi çapında dönüşüme
uğratacaktır. Bir aşkın bir başka aşka hiç ama hiç benzemeyişi her aşkta çok
özel ya da çok özgün bir şeylerin varolduğunu düşünmemizi sağlar. Aşkta
mutlak’ın mantığı da bu çerçevede oluşur ve gelişir. Bir şiir nasıl benzersizse
bir aşk da öyle benzersizdir. Zaten sanatta aşkı andıran ve aşkta sanatı
düşündüren bir şeyler vardır. Her ikisinde ortak olan şey nesnenin öznel
niteliğidir. Her ikisi de toplumsal yaşamı dolaylı olarak belirlerler. Bir
özneyi nesneye indirgeyenleyiz: sevgili de yapıt da tüm nesnelliğine karşın, işte
orada bir nesne olarak bulunuyor oluşuna karşın öznedir. Yapıtın da aşkın da
kendine özgü bir dünyası vardır, bilincin çok özel renkleriyle bezenmiş olarak
bir yandan kendini özel örtülerle örterken bir yandan kendini dışa açar. Evet,
aşkın benzersizliğini getiren şey elbette iki sevgilinin diyalektik bir
çerçevede kendini ortaya koyan ortak duyuş ve seziş biçimleridir. Aşkta iki
sevgili çok özel koşullan olan ortak bir dünya oluştururlar. Bu dünya elbette
iç çelişkilerden tümüyle arınık bir dünya değildir.
Sevgilinin özel özellikleri vardır, o bir yapıt
gibidir. Bunu örneğin Karacaoğlan şöyle anlatır: “Benim sevdiceğim güzel var
mola/ Hakkın yarattığı kullar içinde".Aşkın değerler dizgesinde açık
açık olmasa da belli bir tutarlılıkta yansıyan şey bir kültür ortamının duyma,
düşünme, sezme, algılamaya da karşı koyma biçimleridir. Hiçbir aşk öbürüne benzemez.
C. Jamont bu konuda şunları söyler: “Tüm aşıklar aşkı ve aşkla ilgili
davranışlarını yeniden bulduklarına inanırlar. Gerçekten her çiftin tek olan
şeyde başka hiçbir ilişkiye benzemeyen bir ilişki geliştirdiği doğrudur. Ancak
şu da doğrudur: aşk davranışı, genellikle öyle olduğuna inanılmasa da,
ilişkide olduğumuz kültüre bağımlıdır. ” Her aşk ilişkisi cinselliğin
üzerine kurulmuş bir duyumsal-duygusal-düşünsel haz etkinliği olmakla bir
kültür oluşumunu olası kılar. Aşkın sanata benzeyen yanı ya da aşkın sanat
gibi bir kültür alışverişi ortamı oluşu bu du- yum-duygu-düşünce bütünlüğünde
açıklığa kavuşur. Sanatta bu üçlü oluşum büyük ölçüde dışa, aşkta içe
dönüktür. Sanat kendini açarken sanattır, aşk da kendini gizlerken aşktır.
Aşık aşkım korumak adına dünyayla giriştiği
savaşta acımasızdır. Bu toplumsal uyumsuz, bu aykırı, bu yırtıcı varlık, kendi
yasalarını oluştururken hiçbir biçimde dış yasalarla korunmak istemeyen bu
uzlaşmaz kendi dışında herhangi bir şeye başeğmeyecek kadar kararlıdır. Bir başka
deyişle aşk kendinden başka düşmanı olmayan, kendinden başka bir şeye yenik
düşmeyen bir garip savaşçıdır. Evet, gerçekte onun en büyük düşmanı kendidir. O
yenildiğinde kendine yenilir. Başka pekçok düşmanı vardır ama bu düşmanlardan
herbiri onun kendine yapabildiği kötülüğün benzerini ona yapmakta yetersiz
kalacaktır. İnsan yaşamının geçmişi kendine yenilen aşkların anlatılarıyla
doludur. Aşk her zaman kendine, bir açıdan kendi kolaylıklarına, kendi
alışkanlıklarına, bir başka açıdan da kendi güçlüklerine yenilir. Her şey bir
yana aşkın dışında daha kolay ve daha verimli, daha ussal ve daha düzenli bir
dünya vardır, üstelik bu dünya aşkın verdiklerine azçok benzer heyecanlar
vermeye de hazır gibi durur.
însan zordan çok kolayı seçmeye yatkındır. Aşk
zordur. Nefı şöyle der: “Aşıka tan etmek olmaz mübteladır neylesin / Ademe
mihr ü muhabbet bir beladır neylesin Zorun yakıcı havasında uzun süre
kalmak düpedüz can yakar, zorun yerine bir kolayı koymak insanın temel eği- limlerindendir.
İnsan dünyayı daha da insanlaştırmaktan çok daha da kolaylaştırmaya önem
vermiştir, teknolojik gelişimlerin temel anlamı bu- dur. Belki de insan yaşamı
kolaylaştırıyorum derken onu daha da zorlaştırır. Öyle ki insanoğlu doğayla
arasına kocaman bir duvar çekmiştir. Güçlüklerin budanmasında alışkanlıkların
büyük payı vardır. Alışarak kolaylaştırırız pekçok şeyi. Pekçok şeyi de
alışmalarla zorlaştırırız. Alışmaya yatkınlık en iyi yanımız olduğu gibi en
kötü yanımızdır da. Alışkanlık yavaş yavaş sağladığı uyum kolaylıklarıyla
insanı dünyayla uyarlı ilişkiler içine koyarken onu edilginleştirir ya da
evcilleştirir. Camille Melinand alışkanlıkta ilgili olarak der ki: “Başlangıçta
artan bir kolaylıkla davranılır, önce dikkat için çaba göstermek gerekir,
sonra buna gerek kalmaz, eylem hiçbir engele uğramadan gerçekleşir, kendi
başına yapılır. Aynı zamanda çabukluk kazanılır. Devinim başta yavaştır,
sakınıktır, özenlidir, sonra kendiliğindenleşir. "Alışkanlıkla
sağlanan kolaylıklar aşkı öldürür. Bir başka deyişle kavuşmanın öldürücü
koşulları aşkın sonunu getirir. Heyecan çizgisi aşağıya doğru yol alır, sıfıra
doğru yaklaşır yaklaşır ve söner. Korkutucu ve dolayısıyla heyecan verici
beceriksizlikler bitmiş, onların yerini sevimsiz ustalıklar almıştır.
Kavuşmalar ayrılıklardan daha kötü etkiler aşkı.
Sanatta ve aşkta yarar yoktur, yararlı
bir yaşamı bu ikisinin dışında anlamak ve aramak gerekir. Aşkın alanı
olağanüstünün alanıdır. Yaşamda her şey olağana göre düzenlenmiştir, buna göre
olağanüstünün uzun süre kendini sürdürme şansı yoktur. Gerçekte din de
olağanüstünü konu edinirken olağanın çerçevelerine sığınmaktadır,
alışkanlıkları öne çıkarmaktadır, gizemlinin anlamını gündeliğe indirgerken
kendiyle ilgili heyecanların çerçevelerini çizmektedir. Aşkın’a yönelik yoğun
heyecan da aralıksız sürdürülebilecek bir şey değildir, onu da belli çerçevelere
indirgemek gerekir. İnançta olduğu gibi belli bir alışkanlıkla ya da belli bir
tekdüzelikte yönelinmediği zaman olağanüstü son derece gerilimlidir, insandan
kaldıramayacağı kadar çok şey ister. Bu gerilim pek de mutlu etmez insanı.
Hatta olağanüstünün anlamını bile zedeleyebilir. Aşk da olağanüstünü
öngörürken gerilimler getirir. Oysa aşkın dışında tekdüzelikleri olan mutlu bir
yaşam vardır ya da olabilir. Gerçek aşklar yakıcıdır. Yararsa önemli olan,
yapay aşklar gerçekte daha da
yararlıdır. Yapay aşklar ve sözde sanatlar
insana mutluluk duygusu verebilirler ama gerçek aşklarda da gerçek sanat
etkinliklerinde de mutluluk aramak boşunadır. Mutluluğu ne olursa olsun yarar
ortamlarında aramak gerekir. Mutluluk bir yönelim heyecanı olmaktan çıkıp bir
amaç durumuna geldiği zaman sayısız sıkıntılar yaratacaktır.
Bir başka deyişle aşkın o son derece gerilimli
ruhsallığını sonsuza kadar sürdürebilmek olası değildir ya da en azından kolay
değildir. Dikkat gibi aşk da belli bir süreden sonra yormaya ya da daha
doğrusu yorulmaya başlar. Uzun süre dikkat durumunda kalmış olan insan her
şeyden önce kendini bitkin duyacaktır, kaslarının yorulduğunu söyleyecektir.
Evet, dikkat durumunda yalnızca kafa değil aynı zamanda kollar ve bacaklar da
yani kaslar da yorulur. Azgın bir denizde dalgalarla boğuşmaktan yorulan insan
kıyıya çıkmak ister. Aşk gerilimlerle sürerken içten içe çözülmeler başlar.
Aşık ya bir şeylerden yorulmuş ya da bir şeylere alışmıştır. Kavuşamamışsa
yorulmuş kavuşmuşsa alışmıştır. Gerilim yerini gevşekliklere yani
alışkanlıklara bırakmaya doğru gider. Evet, gerilimin imdadına alışkanlıklar
yetişir: alışkanlıklar gerilimi azaltır ve zamanla da giderir. Bunun için aşka
adanmış kişinin her şeyden önce alışkanlıklarla ya da bir başka deyişle
kendiyle savaşması gerekecektir.
Alışkanlıklar aşkın gerilimini giderirken aşkı
da giderirler. Alışkanlıklar biziz, onlar bizde bizim için oluşurlar, bizim
için yaşamı kolaylaştırırlar, bizi bazı şeylerden korurlar, bazı dayanılmaz
şeyleri bizim için dayanılır kılarken o şeylerin bizdeki katı izlenimlerini
uyuştururlar ya da giderirler. O zaman onlar heyecanları törpülerler ve hazzı
gevşetirler. Zaten aşkın o eşsiz o el değmemiş heyecanı bir süre sonra birbirini
karşılıklı yönlendirme eğilimleriyle sarsılır. Aşk kendini ancak aş- kınlıkta
varedebilir. Aşkın olan elden kaçmaya hazır olandır, onu ne yapıp yapıp
benim kılmam gerekir. Onu bir iple bağlamam gerekir. Onu aşağıya çekmem
gerekir. Sevgililer birbirlerini yönetmeye kalkarak aşkın canına okurlar.
Böylece aşka iyelik duyguları katılır, bu duygular aşkı böler, parçalar ve
dağıtır. O durumda aşktan geriye bir takım izler, bir takım kalıntılar, bir
takım tortular kalacaktır. Bu kalıntılar anı parçaları olarak bir yerlere
yerleşip bekleşirler ve bilinç dönüştükçe dönüşüme uğradıklarından zamanla
tanınmaz olurlar. Aşklar ya da aşıklar da zamanla tanınmaz olurlar.
Evet, ayrılıkla ya da evlilikle biten aşklar
acılarla sevinçlerin içiçe geçtiği birer serüven olarak anılara dönüşürler.
Anılaşmak yarı yarıya hiçliğe gömülmektir. Aşklar anılara dönüşürler ve anılar
da bilincin oluşum koşullan çerçevesinde kendi kendilerine sürekli dönüşürler,
sonunda tanınmaz olurlar, üstelik varlıklarıyla bir gerçekliği tam olarak
karşılıyormuş gibi dururlar, böylece bir güzel aldatırlar bizi. Her anıda bir
yaşanmışın renkli ve değişken çatısını buluruz. Bu çatı ikide bir kılık
değiştirir gibi içerik değiştirir. Anılara dönüşmek hiçleşmektir bir bakıma.
Sürüp gidenle ilgili anılar bitip gitmişle ilgili anılardan daha canlıdır.
Sürüp gidenle ilgili anıları canlandıran bir şimdi vardır en azından.
Gene de anılara çokça güvenmemek gerekir. Hele bir yoğun gerilimle belirgin
olan aşkın anılarına hiç mi hiç güvenmemek gerekir. Aşkın anılan her zaman acı
ya da buruktur. Aşktan arta kalmış anılar cansız ve donuk da olsalar kişiye
olumsuz yükler yüklerler. Bu durumda belki de en iyisi geçmişin külleri
arasında heyecan aramak gibi bir yanlışı işlememektir.
Gene de yaşanmış yaşanmıştır ve anı bir hiç
değildir. Ne olursa olsun anılara çokça güvenmemek gerekir. Hele zorunlu olarak
yoğun gerilimlerle belirgin olan aşk anılarına hiç mi hiç güvenmemek gerekir.
Gene de anı en azından düz bir şema değildir, en azından anıların kendine göre
eti kemiği vardır, belli bir içeriği vardır. Yaşanmışı hiçbir şey gideremez ve
geri getiremez. Sönmüş bir ateş sönmüş bir ateştir, bitmiş bir aşk bitmiş bir
aşktır. Birileri eski bir aşkı geri getirmek isteyebilir, ne var ki ölmüş bir
aşk yaşama geri dönmez. Bir şeyleri yeniden yaşamak olanaksızdır, aşkı yeniden
yaşamak iyiden iyiye olanaksızdır. Onun geri dönmeyeceğini bilenlerin ya da
daha çok sezenlerin başında aşıkların kendileri vardır. Olağanüstü olağana
dönüşmüştür, onu yeniden olağanüstü kılmak olası değildir. “Aşk da ateş
gibi sürekli bir devinim olmadan varlığını sürdüremez, ummak ve korkmak bitti
mi aşk da biter” der La Rochefoucauld. Hele araya zaman ve uzam açısından
başedilmez uzaklıklar girdiğinde...“Aramız ıradı seni unuttum" der
Karacaoğlan. O zaman çocuksu bir duyarlılıkla soracaktır: “Karacaoğlan der
ki bu bize noldu
Aşkın ölümü acıdır, kolun omuzdan kopması gibi
acı verir. Bir yer gelir, aşkın ölümüyle ilgili bir karar vermek gerekir. Ölüm
kararını çok zaman iki kişiden biri verir, ayrılma kararı ortak alınsa da
genellikle ortada kararlı tek bir kişi vardır. Aşkı daha çok biri bitirir ve o
zaman her şey sonuna ermiş olur. Ha biri bitirmiştir ha ikisi, sonuç bir
bitiştir, îki kişiden biri bitirmemek için direnebilir. Bir hak ileri sürmeyle
bile karşılaşabiliriz. Karacaoğlan’ın yaptığı gibi “Yıkıl git diyorsun kolay
mı gitmek/Sen getirdin beni gel diye diye” diyebilir sevgili. Keşke bütün
bunlar başımıza gelmeseydi, bütün bunlar baştan olmasaydı diye düşünmenin de
yaran yoktur, gerçekte bu keşke ’nin hiçbir karşılığı yoktur.
Karacaoğlan da o yönde bir savunmaya girişir: “Ezel sözvermesen no-
lurdun zalim / Yıkılmış gönlümü yapabilin
mi? ” Aşkın ölümü acıdır ama her ölüm gibi
kendini çabuk unutturur. Her şey ölüme değil yaşama göre düzenlenmiştir. Bir
zaman gelecek, aşık belki de tüm yaşadıklarını bir tür çılgınlık diye
değerlendirecektir. Aşkı birileri çok zaman bir gençlik çılgınlığı diye
değerlendirirler. Aşkı kendi içinde bitiremeyen kişi yoğun özlem duyguları
yaşayacaktır. Manide olduğu gibi: “Can gözüm onu görse /Kabulümdür ne derse
/ Yüzünü gördüğüm yok/Bari rüyama girse
Ussallıktan bakınca çılgınlık dayanılmaz
görünür. Çılgınlıkta toplumsal açıdan sakıncalı bazı şeyler vardır. Çılgınlık
gerçek insan olmanın bir koşuludur. Ussallık az da olsa güvenlidir, çılgınlık
tehlikeler getirir. Ne yapalım ki ussallığın toprağında aşk bitmez. Aşıklar az
da olsa delilere benzerler. Söz Karacaoğlan’dan açılmışken örneği gene ondan
verelim. Diyor ki Karacaoğlan: “Deli gönlüm ne kaynayıp coşarsın / Yoksa
bugün delirdiğin zaman mı?” Aşk çılgınlık içinde düşünmektir. Aşk
tartışmasız benimsemek ve ölesiye özlemektir. Aşkı hakkıyla yaşayanlar o koyu
özlem duygusuna karşın sahiplenme yanlışına düşmezler. Bu yönde bir
gelişim aşkı gülünç eder. O yüzden bitmiş aşkların ardından yanmak bir şeyi
karşılamaz. Pekçok kişinin yaşamında şöyle ya da böyle ölmüş ya da öldürülmüş
aşkların tanınmaz olmuş kalıntıları vardır. Pekçok kişinin yaşamında aşk
ölüleri vardır. Zaman zaman kıpırdanan bu ölüler bize gerilerde yazık edilmiş
bir şeylerin kaldığını duyururlar.
Böylece aşkın diyalektiği son derece karmaşık,
iyiden iyiye çetrefil, gizlerle dolu bir ilişkiyi duyurur bize. Aşkın
diyalektiği sonu pek belli olmayan bir oluşumun diyalektiğidir. Aşk bir
serüvendir, serüvenlerin belki de en kaygan, en sallantılı, en kesinliksiz
olanıdır. Temel sorun iki kişinin bir bütün oluşturma isteminde ve iki kişinin
bir bütün oluşturmasının olası olmayışında kendini gösterir. Her birey sağlıklı
ve hastalıklı yanlarıyla indirgenemez bir değişken bütün oluşturur. Aşkın bir
güçlüğü de değişimlerde yatar. Dünkü bilincimizle bugünkü bilincimiz
birbirinden ayrıdır. Aşıklar zamanla apayrı yerlere düşebilirler. Kısacası
aşkın sonu başlangıcı kadar hoş değildir. Ancak aşkı yaşamaya başlarkeri nasıl
olsa bitecek bir şeyi yaşamaya başlamakta olduğumuzu düşünebilir miyiz?
Düşünemeyiz. Aşk bize verdiği sonsuzluk duygusuyla çekicidir. Aşıklar gizemli
yönelimleri içinde öbür dünyada da bir arada olacaklarına inanabilirler. Öyle
olmasa da onlar bir süre sanki bir ölümsüzlüğü yaşamışlardır. Sonunun düş
kırıklığı olması aşkın güzel 1 iğini gidermez. Aşk belki de insanın
yaşayabileceği duyguların en güzelidir. Leîbniz’in diliyle söylersek,
olası duyguların en güzeli.
Kadın erkek ayrılığı konusunda ya da bir başka
deyişle insanda cinsellik ayrımı konusunda felsefi, ruhbilimsel ya da
toplumbilimsel bir kuram geliştirmek olası mı ya da gerekli mi? Bu ayrım
felsefi olmadan önce, ruhbilimsel olmadan önce ve toplumbilimsel olmadan önce
doğal bir ayrımdır, doğal olduğu ölçüde de ruhsal açıdan giderilemez ve giderilmesi
gerekmeyen bir ayrımdır. İnsan dünyası bu ayrımın özellikleri içinde hoş ve
çekicidir. İnsanın doğayla savaşımı doğanın kökel koşullarını değiştirmek ya
da gidermek için değildir, zaten insanın gücü buna yetmeyecektir. İnsan doğaya
karşı doğa değil doğa içinde doğadır. Ayrıca kadın erkek karşıtlığını ya da
benzemezliğini dıştan zorlayarak gidermeye çalışmak türün sürmesi açısından da
sıkıntılar getirmeyecek mi? Kadın kadındır, erkek erkektir. İyi ki de öyledir.
Kadın ruhsallığıyla erkek ruhsallığı aynı özellikleri taşısaydı kadın erkek
için ve erkek kadın için hiç de çekici olmayacaktı. Öte yandan, kadın
ruhsallığının ve erkek ruhsallığının özelliklerini kolayca saptayabilecek
durumda mı- yız?İnsanın ruhsal yapısı oldukça karmaşık bir görünüm ortaya koymaktadır.
Öte yandan kadın erkek ayrımı oldukça bulanık
bir ayrımdır: kadın özellikleriyle erkek özellikleri çok yerde birbirine
karışır. Bunlar kadının özellikleri, bunlar da erkeğin özellikleri deyip
çıkabiliyor muyuz? Bugüne kadar kadın dünyası üzerine ve erkek dünyası üzerine
çok şey söylenmiş olsa da ortaya konulan bilgiler çok genel görüşler ya da
kişisel izlenimler olmaktan öteye gidememiştir. Olsun, gene de böylesi
bir ayrım vardır, öznel yanı ağır basıyor olsa
da, kolay kolay belirlenebilir olmasa da ya da özellikle sezgisel düşüncelerde
anlatımını buluyor olsa da vardır. Yani, evet, kadın kadındır ve erkek
erkektir. Sözkonusu ayrımın bilinçli insan dünyasında kazandığı açılımların ya
da özel özelliklerin tartışılması elbette bir gerekliliktir: insanoğlu verilmiş
doğallığıyla yetinmeyen ve onu bilinç yapısına göre dönüşümlere uğratan bir
varlıktır. Onun oluşturmuş olduğu tüm dönüşümlerin yararlı olup olmadığı konusu
elbette çok ayrı ve özel olarak tartışılması gereken bir sorun ortaya koyar.
Ancak genel bir bakışla baktığımızda cinsel ya
da doğal ayrımlaş- mışlığın ortaya koyduğu ruhsal ve toplumsal sorunların
insana azımsanmayacak sıkıntılar getirmekte olduğunu da görürüz. Kadın budur,
erkek de budur, uyuşsunlar bakalım deyip çıkmak olası mı? Öyle ya madem doğa
bunları birbirlerine uyarlı olsunlar diye ayrı özelliklerle donatmış, o durumda
iki cinsin pürüz çıkarmayacak biçimde birbirine kavuşması gerekmez mi? Kadınla
erkek arasında çatışkılı da olsa bir doğal uyumun var olduğu tartışma götürmez.
Kadınla erkek arasındaki doğal uyum toplumsal yaşamda dağılıp gidiyor. Kadın
erkek ayrılığı gündelik yaşamda kadın erkek karşıtlığını doğuruyor, hatta kadın
erkek inatlaşmasını doğuruyor, giderek kadını erkeğe ve erkeği kadına düşman
kılıyor. Kadın ve erkek dediğimiz zaman alabildiğine çatışan ya da hatta
yarışan iki varlığı anlıyoruz. Kadın erkek ayrılığından doğan ça- tışkılı
ruhsallığın ne ölçüde giderilebileceği ya da olumlu ilişkilere indirgenebileceği
konusu önemli bir konudur. Bu çatışkının kaynağı doğal olmaktan çok toplumsal
olduğuna göre sorun bir kültür sorunu olarak algılanabilir. Bu çatışkının
doğadan gelen bir yanı da olmalı diye düşünenlere ancak şunları söyleyebiliriz:
doğada birçok değişimi gerçekleştirmiş olan insan kadın ve erkek
ruhsallıklarında zamanın getireceği dönüşümler dışında, elbette kültürel
nitelikli dönüşümler dışında kısa erimde herhangi bir değişimi gerçekleştirecek
gibi görünmüyor. İnsanın doğada gerçekleştirdiği değişimler basit
değişimlerdir, doğanın özünü; değiştirmeye insanın gücü şimdilik yetmiyor. Kim
ne derse desin insan doğada bir şeylerle oynuyor ama onu kökten değişikliğe
uğratmak gibi bir işe kalkışmayı düşünmüyor, böyle bir şeye gücünün yeteceğini
düşünmüyor. İnsan kendini daha da insanlaştırdıkça elbet bu sorunun, kadınla
erkek arasındaki uyuşmazlık sorununun toplumsal açıdan daha değişik
görünümlerde kendini ortaya koyacağını hatta büyük ölçüde sorun olmaktan
çıkacağını düşünebiliriz. Öte yandan kadınla erkek arasındaki doğal çatışkının
türün sürmesinde verimli bir çatışkı olduğunu söylememek için hiçbir nedenimiz
yok. Sorun kimilerinin sandığı gibi kadının ezilmekte ve erkeğin ezmekte olduğu
sorunu değildir. İş bu kadar basit değildir.
Temel sorun insanın iyiden iyiye insanlaşmayı
beceremediği bir dünyada her konuda olduğu gibi cinsellikte de ya da cinslerin
ortak yaşamında da çeşitli sıkıntılarla karşılaştığıdır. İnsan doğal düzeyde
kalsaydı, doğallığın üzerine bir insani güç oluşturma çabasına girmeseydi
böyle bir sıkıntı olmayacaktı. O da insanın insan olmaması ya da olamaması
olurdu. Kadın erkek ayrılığını basit belirlemelere indirgeyerek bir dedikodu
ortamı yaratmak, buna göre kadını ya da erkeği savunmak her zaman olasıdır.
Kadın erkek ayrılığı yetersiz kültür ortamlarında bir kadın erkek düşmanlığına
dönüştürülürken pekçok toplum tarihten bu yana erkekten çok kadınla ilgili
olumsuz görüşler geliştirmiştir. “Deniz kadın gibidir hiç inanmak olmaz
ha" diyen Tevfık Fikret’i destekleyecek pekçok görüş bulursunuz
kitaplarda ve her yerde. Çok zaman kadın şeytanla özdeşleştirilir. Kimileri
kadının doğal güçsüzlüğünü kurnazlıkla aşmak durumunda olduğunu düşünürler.
Kadın imgesiyle şeytan imgesinin özdeşleştirilmesi bu açıdan anlamlıdır. Siz
de benim gibi bir atasözleri sözlüğünde kadın maddesini okursanız orada kadım
küçük düşüren pekçok yargı bulursunuz. “Kadın cehennemin kapısıdır ”
diyor bir latin atasözü. Bir alman atasözüne göre “Kadının egemen olduğu
yerde şeytan başbakandır. ” Bir polonya atasözü de “Su, ateş ve kadın
hiçbir zaman yeter demez ” der. Bir yahudi atasözü şöyle söyler: “Tanrı
sizi kötü kadınlardan korusun, iyi kadınlardan da siz kendinizi koruyun. ” Kadınlar
ya da birileri bu sözlerin erkeklerce söylenilmiş öfke sözleri olduğunu
düşünebilirler. Ancak bu tür sözler bizim kadın dünyasını kavrama çabamızda
bize yardımcı olacak gibi görünüyor. Kadın ruhsallığı- mn erkek ruhsalhğına
benzemeyen bir takım özellikleri vardır. Kabaca baktığımızda kadının
birleştirmeci erkeğin ayrıştırmam olduğunu, kadının uzlaştırıcı erkeğin kavgacı
olduğunu görüyoruz. Bu uzlaştırmam varlık, öngördüğü edimleri
gerçekleştirirken, tutarlılığı tartışma götürecek yöntemleri de kullanabiliyor.
Konuyu özellikle duygusal açıdan ele
aldığımızda kadın eşittir erkek diyemeyiz elbette. Çalışmamızın giriş
bölümünde kadın erkek karşıtlığını ele alırken de gördüğümüz gibi kadın
ruhsalhğı pekçok bakımdan erkek ruhsalhğmdan ayrılır. Kadın olmanın ve erkek
olmanın kendine göre duygusal koşullan vardır elbet, bununla birlikte kadın
erkek karşıtlığı içinde erkeğin baştan sona olumlu kadının baştan sona olumsuz
bir konumu olduğunu düşünmek olası değildir. Kadın ruhuyla erkek ruhu elbette
ayrılıklar gösterecektir, bu ayrılık bir yanın melek öbür yanın şeytan olması
demek değildir. Aşkın sorunları kadının şöyle erkeğin böyle olmasından çok iki
bireyin bir bütün olma yolunda sayısız engele uğramasından gelir. Burada, az
önce belirlemeye çalıştığımız gibi kültür sorunları birinci planda etkili
olmaktadır. Gene de, özellikle kadını suçlayan görüşler az değildir. Ancak bu
görüşler elbette kadınlardan çok erkeklerin ürettiği görüşlerdir. Buna göre
kadın genellikle oyuncu olarak nitelendirilir. Örneğin Çehov’un
İvanov’unda kişilerden biri bize şunları söyler: “Şu dünyada ne hekimlere ne
avukatlara ne kadınlara güvendim. ” Bu bir eleştiriden çok bir suçlamadır.
Şu dünyada erkeklere ne ölçüde güvenilebileceği sorununu da yabana atmamak
gerekir. Çıplak gözle baktığımızda yani önyargılardan kendimizi birazcık
kurtararak baktığımızda şu dünyada pekçok kadının pekçok erkekten daha sağlam
ve daha güvenilir olduğunu rahatça görebiliriz.
Evet, kadınla erkek arasında pekçok sorun
vardır. Bu sorunların kaynağında da cinslerin birbirlerini tanımakta eksik
kalışı vardır dersek yanlış bir şey söylemiş olur muyuz? Kadın erkeği ve erkek
kadını genel olarak her yerde ve her zaman yetersiz bir bilinçle kavramaya
çalışıyor. Bu yüzden kadın erkek çatışmasında yargılar çok zaman havada kalıyor.
Cinsler birbirlerini yeterince tanımıyorlar, birbirlerini yeterince tanımadan
aşk yaşıyor ve birbirlerini yeterince tanımadan evleniyorlar. Kadın erkeğin
cinsel koşullarının neler olduğunu bilmiyor, erkek de kadının cinsel
koşullarının neler olduğunu bilmiyor. Kadın erkeği ve erkek kadını iyi
tanısaydı iki cins arasında çatışkılar bu kadar dramatik olmayacaktı. Her şey
dönüp dolaşıp insanın kendini iyi tanımaması sorununda düğümleniyor. Yarım
yamalak kurulmuş bilinçlerle yaşayan insanlar her türlü sorunu tam bir
gelişigüzellikte yaşayıp tam bir gelişigü- zellikte çözmeye çalışıyorlar. Bu
koşullarda kadının erkeği ve erkeğin kadını pek sıradan yargılarla suçlamaya
yönelmesini doğal karşılamak gerekir. İnsanoğlu düşünmeden yaşamak
alışkanlığını elden bırakmadıkça kadınla erkek arasındaki uyuşmazlık sorununun
çözülmesi de olası değildir.
Sorunların kaynağında kadının zayıflık
özelliklerini bulan görüş doğru bir görüş olabilir mi? Kadın denildiği zaman
akla gelen ilk deyim ne yazık ki “zayıf cins ” ya da daha çok “ikinci
cins ” deyimidir. Bu belirlemeye karşı çıkan pekçok erkek olacaktır.
Örneğin Gandi bu konuda şunları söyler: “Kadınları ‘zayıf cins ’ diye
adlandırmak bir aşağılamadır, erkeğin kadına haksızlığıdır. Kaba güce güç
diyeceksek o zaman elbet erkek kadından çok üstündür. Şiddete başvurmamak
insanlığın yasasıysa gelecek kadınlarındır. Erkeklerin gönlüne kim kadın kadar
güçlü seslenebilir? ” Bu arada Voltaire gibi iyimserler de vardır, onlar “Tanrı
erkekleri evcilleştirmek için yarattı kadınları ’’ diyeceklerdir. O zaman
Erasmus, Voltaire’in ve onun gibi düşünenlerin karşısına çıkacak ve şöyle
diyecektir: “Kadınlar delilerin arkasından koşarlar, zehirli hayvanlardan
kaçar gibi kaçarlar bilgelerden. ” O zaman Cervantes araya girecek ve şöyle
diyecektir: “Kadının evefiyle hayır ’ı arasında / Bir iğne sığacak yer
yoktur. ” Bu örnekleri çoğaltmak kadınlan kızdırmaktan başka bir işe
yaramayacaktır.
Kadınla erkeğin bir bütün oluşturabilmesi,
kadınla erkek arasındaki çekişmeli ilişkinin büyük ölçüde giderilebilmesi ancak
ve ancak kadının erkeği ve erkeğin kadını iyi tanımasıyla olasıydı. Bilinç
eksikliği kadının erkeği kadın gibi, erkeğin de kadını erkek gibi görmesi
sonucunu doğuruyor. Bu, karşıdakini anlamamaktan ve kendi ruhsallığını
karşıdakine yansıtmaktan başka bir şey değildir. Bilinç yetersizliğinin en
önemli belirtilerinden biri herkesi kendi gibi düşünmektir. Kadın erkek
karşıtlığı üst kültür düzeylerinde anlamını yitirir. Ayrı cinslerin üst kültür
düzeyinde birbiriyle çatışan ruhsalhklan olamayacağı kesindir. Ayrım yalnızca
cinsellikle belirgin ruhsallığm özündedir. Bırakalım gündelik yaşamın ve
kültür yaşamının ince kıvrımlarını, kadınla erkek en çok bir araya gelmeleri
gereken yerde de, cinsel işlevlerini yerine getirirlerken de birbirlerine
yabancıdırlar. Kadın erkekle ve erkek kadınla sorunludur. Kadının erkekle başı
dertteyse erkeğin de kadınla başı derttedir. Büyük tehlike bu noktada kendini
gösteriyor. Örneğin kadın erkeğin cinsel özelliklerini tanımadan onunla bir
araya geliyor, erkek de kadının cinsellikte neyi gerçekleştirmek istediğini
bilmeden onunla birlikte oluyor. Kadın erkeği kendine benzetmeye çalışır ve
bunu başarmakta eksik kaldığı zaman onu zedeler hatta yokeder. Erkek de kadını
kendine uydurmaya çalışırken onu kendi olmaktan çıkarır, kötü bir kukla
durumuna getirir. Kadın kadınlığında erkek erkekliğinde doğru ve güzeldir.
Arada cinsel düzeyde giderilemez ve giderilmemesi gereken bir ayrılık vardır.
Kültür değerleri kaba cinselliğin koşullarını aştığı zaman kadın erkek
karşıtlığı sorunu kendiliğinden çözülecektir.
Kadınlaşmış erkek de erkekleşmiş kadın da
iticidir. Kadınsılar ve erkeksiler ucu ahlak sorunlarına kadar uzanan itici
görünümler ortaya koyarlar. Kadın kadınlığında, erkek erkekliğinde güzeldir.
Cinsel haz- zın temel amacını boşalmada gören erkekle cinselliği uzun süreçler
boyunca bedensel-duygusal düzeyde yaşanılması gereken bir içtenlik alanı
olarak gören kadın arasında iyi bir uyumun kurulabilmesi ancak ve ancak erkeğin
kadına göre ve kadının erkeğe göre ruhsal bir yükümlenme içine girmeyi göze
almasıyla olasıdır. Bunun en kaba anlatımı kadının erkeği erkek olarak ve
erkeğin kadını kadın olarak görme rahatlığına ve yetkinliğine ulaşmasıdır.
Oysa insanın her alandaki bencil yapısı bencilliğe hiç de uygun olmayan bu
alanda yani cinsellik alanında da etkisini sürdürmekten geri durmaz. Özellikle
bilinç eksiklikleri kadını da erkeği de cinsel ilişkide yalancı başarılara
inandırabilir. Oysa cinsel ilişkide başarı değil uyum Önemlidir, bedenlerin
birlikteliği kadar ruhların ortaklaşması önemlidir. Bilinç açısından geri
kalmış erkek cinsel ilişkiyi tepe tepe gerçekleştirdiğinde tam tamına insani
bir başarıya imza atmış olma duygusallığı yaşar. Aptallıktan başka bir şey
değildir bu. Cinsellikte başarı bu değildir. Daha doğrusu cinsellikte başarı
diye bir şey yoktur. Cinsellikte insanlar kendilerini kolayca kandırabilirler.
Örneğin erkek iyi bir dikilmeyle kadına çok iyi bir cinsel ilişki ziyafeti
çektiğine inanabilir, gerçekte ona hiçbir şey vermemiştir ya da yalnızca
sıkıntı vermiştir. Örneğin kadın çok özel ve çok çekici diye nitelendirdiği
bir takım davranışlarıyla cinsel ilişkide başarıdan başarıya koştuğunu
düşünürken erkeği kendinden uzaklaştırabilir.
Kötü bilinç her zaman kendine alma ya da kendi
yararına elde etme bilincidir, iyi bilinç de her zaman ortaklaşma bilincidir,
ortak bir kültür alanı oluşturmaya yatkın olma bilincidir. Cinsel yönelimin
basit biçimleri avucunun içine alma yöntemlerini gerekli kılar. Bu
yalnızca cinsel bir tutum değil aynı zamanda toplumsal-iktisadi bir tutumdur.
Daha doğrusu burada cinsellik toplumsal-iktisadi çıkarlara açılır, örneğin iyi
koca bulma tasarısına açılır. Gerekçe hazırdır: önemli olan anlaşmak, sevgi
gibi aşk gibi şeyler boş şeylerdir, nikah önemlidir, “nikahta keramet
vardır", her zaman insan kafasını kullanmayı bilmelidir, ancak kafasını
kullananlar mutlu olabilirler. İş sonunda dönüp dolaşıp genç kızın evde
kalmamak için yağlı bir koca bulma çabasına indirgenir. Sanki bir tecimevi
kurulmaktadır. Cinselliğin ahlaksızlığa açıldığı noktada nikah sahte bir
ahlaklılığa gerekçe oluşturur. Anneler kızlarım iyi bir av yapmak üzere sokağa
salarlar. Yazık ki ava giden çok zaman avlanır. Görünür ya da görünmez fuhuş’un
başladığı yer işte burasıdır. Tüm dünyada görünmez fuhuş görünür fuhuştan çok
daha yaygındır. Fuhuş’un nikah altında gerçekleştirilen biçimleri en çirkin
biçimleridir. Dirilerinin tadına baka baka hem eğlenen hem en iyi koşullarda
eş arayan bir genç kız, söyleyin, çocuğunu doyurabilmek için fuhuş yapan
zavallı bir kadından daha masum olabilir mi? Bu çerçevede kadınla erkek
arasında sağlam bir oyun düzeni kurulmuştur, daha oyuncu olan, daha sabırlı
olan kazanacaktır. (Belki de daha yalancı, daha dolapçı olan.) Kazanacak olan
öncelikle kadın olmalıdır. Erkeğin bu yıkışmada kadından daha silahlı olduğunu
düşünmek yanlış olur. Erkeğin daha ussal ruh dünyası kadının daha çok sezgilerle
iş gören ruhsallığına yenik düşecektir. Pekçok erkek iyi tasarlanmış kadınca
girişimler karşısında tam bir köle ruhsalhğı edinmeye başlar. Racine, Athalie
'sinde şöyle der: “Dalgalanır, bir gider bir gelir, kısacası kadındır.
” Taşkın ruh bu çekişmede daha donanımlıdır. Ancak bunu kesin bir kural
olarak görmek doğru olmaz: bir erkek bir kadının elinde oyuncak olurken bir
kadın da bir erkeğin acımasız kıskaçları arasında pek güzel ezilebilir.
Cinselliğin ve giderek aşkın özünde yer alan bu
yıkma güdüsü bilinçli insan dünyasında yumuşar ve insani görünümler alır.
Bilinç yüksek biçimlerinde yadsıyıcı olduğu kadar da uzlaşmacıdır. Bilinç
yüksek biçimlerinde kadın erkek ayrılığının olumsuz özelliklerini giderir,
kadını erkek ruhundan anlayan erkeği de kadın ruhundan anlayan varlıklar durumuna
getirir. İnsanı tüm temel özellikleriyle yakından tanıyan elbet kadını ve
erkeği de tanıyacaktır. Bilinç yetersizliği bu konuda iki cinsi de birbirine
kıyasıya giren iki yırtıcı kutup konumuna getirmekteyse bunda daha çok
toplumların düşünmeden yaşama alışkanlıklarını ya da rahatlıklarını bulmak
yanlış olmaz. Bilinç yetkinliği her konuda olduğu gibi bu konuda da önemlidir.
Bilinç yetkinliğinde çatışkı yumuşar ve insani görünümler ahr, insani evrensel
için sağlam dayanaklar aramaya girişir ve büyük ölçüde de ortadan kalkar. Bu
durumda aşkın, gerçek aşkın da önü açılmış olur. Çünkü aşk küçük oyunlarla
sürdürülebilecek bir etkinlik değildir. Aşkın yetkin bilinçlere özgü gelişmiş
ahlakı insanın insana zarar vermesini engeller. Evrenselde erimemiş ben ya da
yetkinleşmemiş ben tam bir oburdur: karşı cinsten gözüne kestirdiği birini
kendinin kılmak, daha da kendinin kılmak ister, onu kendinin kıldığında ondan
alabildiğine yararlanmayı kurar, bunun için sömürme düzeneklerini sonuna kadar
tam bir oyunculukla çalıştırır. Bunun aşkla elbet hiçbir ilişkisi yoktur, çok
yerde aşk diye belirlenebilse de. Oysa gerçek aşk ahlakı her durumda iyelik
duygusunu dışlayacaktır. Bilinçli ruh karşı cinsten birine “Sen benimsin ”
derken “Sen benim için önemlisin" demek ister. Bilinçli insanların
dünyasında herkes kendinindir, kimse kimsenin değildir.
Bilinçlerin yetersiz olduğu noktada kadıncılık
ilk planda kurtarıcı gibi görünse de gerçekte boş bir uğraştır. Kimi kimden
kurtarmak gerekecek, kadını erkekten mi erkeği kadından mı? Yoksul bilinç
koşullarında birini öbüründen kurtarmak gerekir. Bu da genelde insanın kendinden
kurtarılması gereğini düşündürür bize. Böyle bir kavrayış, kadıncılık kavrayışı
kadının ikincil özelliğinin onanmasından başka bir anlam taşımaz. Kadıncılık,
elbette örtülü bir biçimde, kadını yetkin insan düzeyine çıkarmaktan çok onu
erkeğin göreneklerle ve yasalarla korunması gereken bağımlısı olarak
görme eğilimindedir. Temiz kadını pis erkekten korumak yalınkatlığı cahilliğin
insancı eğilimleriyle ilgilidir. Buna göre kadın erkekten insanlık adına
korunacaktır. Kadıncılık çok zaman kadın bireyin kişisel yetersizliklerini
örtmek adına erkeğe karşı haklı çıkmaya çalışma girişimidir. Özellikle kadın
olmayı becerememiş kadınlar kadıncıhğın ağzı kalabalık partizanları olurlar.
Kadıncının gerekçesi hazırdır: güçlü varlık güçsüz varlığı ezmektedir, kadın
denilen meleği erkek denilen canavarın elinden kurtarmak gerekir. Oysa kadın
hiç de güçsüz değildir, kadının bilek gücünü çok aşan güçleri vardır. İnsan
nasıl doğada bedensel yetersizliğini ussallığıyla kapatıyorsa kadın da
toplumda erkek karşısındaki fiziksel eksikliğini kurnazlığıyla kapatır. Erkek
çok zaman ele geçirilmiş bir varlıktır ama egemen varlık görünümündedir, işin
kötüsü o egemen olmamakla birlikte egemen olduğuna inandırılmıştır. Güçlüdür,
şişenin tıpasını o sökmeli, sıkışmış bir nesneyi yerinden o çıkarmalıdır. Otomobili
o sürmeli, odunu o taşımalı, parayı o getirmeli, barınmanın iyi koşullarını o
sağlamalıdır. Zavallı erkek bu konuda alkışlanmak için her şeyini vermeye
hazırdır. Kurnaz kadın göz koyduğu erkeğe açamıyorum diyerek bir şişe kapağını
açtırdığında iyi bir yol almıştır. Gerçekte kadın erkek karşıtlığında kimin
kimi ezdiği belli değildir. Ezenle ezilenin belli olmadığı bir noktada bir
yanı suçlu görmeye öbür yanı aklamaya ve sa- v-’nmaya kalkmak deliliktir.
Gerçekte, ortada suçlu da kurban da yoktur ya da ille olması gerekiyorsa
suçlunun ve kurbanın kim olduğu belli değildir. Suçlular da kurbandır ya da
kurbanlar da suçludur çok zaman.
Yaşam karmaşıktır, insan dünyasında yengiyi
düşündüren yenilgiler, yenilgi izlenimi veren yengiler vardır. Ayrıca ezmekten
haz duymalar kadar ezilmekten haz duymalar da vardır. İnsan insana görünmez
silahlarla ya da çok ince olduğu için iyi seçilemeyen silahlarla saldırır.
Kurtuluş kadıncıhklarda değil insanlaşmadadır bu yüzden. Ruh yüceliğine
ulaşmak insan için ahlaki kurtuluşun tek yoludur. Ruh yüceliği tüm ezmelerin ve
ezilmelerin önüne geçecektir ama evrensel düzeyde henüz ortada yoktur. En eski
zamanlardan beri baştacı edilen bilgelik şurada burada, olmadık bir yerde, bir
kırıntı biçiminde karşımıza çıkabilen uyumsuz ve geçersiz bir değerdir.
İnsanların büyük savlan vardır, onlar kendilerini kurtarmadan insanı kurtarmak
isteyecek kadar garip isteklerle dolu olabiliyorlar. Cahillik insanın ağır
yüküdür ki çok zaman kurtarıcı bilgin görünümünde dolanır. Giderek insan insana
yük olur: biri öbürünün üzerine tırmanır. Birileri haklı olmaya bakarlar. Haklılıkların
altında çok zaman domuzluklar vardır. Birinden iyi bir sopa yemiş olan kişi elbette
acınası durumdadır, onu gören kişiler görünürdeki ya da çekip gitmiş olan
dayakçıya öfke duyarlar. Kimse dayak atanın bu duruma düşene ve birini bu
duruma düşürene kadar ne ölçüde zedelenmiş olabileceğini düşünmez. Yenenle
yenilenin belli olmadığı sonsuz bir savaştır bu: kendine egemen olamayan insan
başkasına egemen olmak istediği zaman acılı tablolar çıkar ortaya. Kısacası
ortada bir kadın sorunu yoktur, bir erkek sorunu da yoktur, yalnızca ve
yalnızca insanlığın henüz kendini koruyacak ve büyük ölçülerde yüceltecek kadar
gelişmiş olmadığı sorunu vardır. Kadın sorunu da, varsa erkek sorunu da, ancak
insanlığın öbür sorunlarıyla birlikte çözülecektir, onu tek başına çözmek olası
değildir. Ancak bir eli yağda bir eli balda yaşayan bir takım yan bilinçli
kadınlar boş zamanlannı kadıncı lık çalışmalarında değerlendiriyorlarsa bunda
bir uyarsızlık yoktur. Kumar oynayacağına kadıncılık çalışmaları yapan kadını
izin verirse ve bir namus sorunu durumuna getirmezse yanaklanndan öperiz.
Ahlak sorunu her zaman temel bir kültür
sorununa bağlar bizi. Benimsenmiş ahlak’la ya da benimsetilmiş ahlak
’la özümlenmiş ahlak arasındaki ayrımı çok iyi görebilmek gerekir.
Dıştan verilmiş ve bunları kullandığın sürece sırtın yere gelmez diye
sunulmuş kurallar uçucu kurallardır. Bilinçliliğin zorunlu sonucu olarak
gelişen ahlak değerleri bizi insan ilişkileri düzeyinde tüm olumsuzluklardan
koruyacaktır. Bizi kendimizden ve başkalarından koruyacak formüllerimiz olması
gerekir, bu formüllerin kökleri de toplumun önyargılarında değil bilincimizin
koşullarında olmalıdır. Gerçek ahlak açık ahlaktır yani özgürlük ahlakıdır.
Dıştan benimsetilmiş ahlak bizi ahlaksızlığın kapısına kadar götürebilir.
Ahlak değerleri bilinçleri dıştan sarmaya ve koşullamaya başladığı yerde ahlakın
ahlaksızlığı başlar. Bilinçsizlik insani düzeyde güçsüzlüktür: her türlü
ilişkiyi olduğu gibi kadm-erkek ilişkisini de zorda bırakır. Madam Bovary gibi
biz de her zaman bilinçsizlik koşullarında bir takım çıkmaz yollan mutluluğa
götürecek yollar olarak görebiliriz. Mutsuzluğun koşullan kendine yenilmiş
insan olmanın koşullanndan beslenir. Mutsuz insanın dramı yetersizliğin
çeşitli uzanımlannda ortaya çıkar. Bilinç yetersizliği her alanda insanı zorda
bırakırken kadm-erkek ilişkisinde de açmazlar yaratır. Kadını ezen erkek
köklü bir yaşam gerçeği olsaydı onu şu ya da bu yolla altetmek işten bile
değildi. Sorun çok daha karmışıktır. Kendi usundan kuşkuya düşmeyen insanların
çoğunlukta olduğu bir dünyada insanla ilgili tek bir sorunun çözülebileceğine
inananlayız.
Cinsellik salt cinsellik olarak öne geçtiği
yerde yani tam bir bilinç- lilikle yaşanılmadığı yerde yaşamı boğuyor, iki ayrı
renge, kadın ve erkek rengine boyuyor. Cinsellik insan dünyası için tek başına
hiçbir şey demek değildir. Gündelik toplumsal yaşamda insan etkinliği
kadınsılı- ğa ya da erkeksiliğe doğru yoğunlaştıkça temel anlamını yitirir,
değerlerle ilgili olmaktan çıkar ve dünyanın hayvansal düzeyde ele geçirilmesine
katkıda bulunur. Gündelik toplumsal yaşamda kadının kadın erkeğin erkek olması
değil, kadının da erkeğin de insan olması önemlidir. Cinselliği yaşama taşımak
ancak ilkel insanların işi olabilir. Bir işyerinde kadın kadınlığını erkek
erkekliğini aşmak ya da unutmak, geçici olarak dışarıda bırakmak, askıya asmak
durumundadır. Oysa özellikle iş ilişkilerinde insanların cinselliği
alabildiğine kullandığını görürüz. Bu noktada elbette hastalıklı yapılar ilkin
ortaya atılacaktır. Örneğin öğretmen için okul bir eğitim kurumu olmaktan
ötede cinsel eğilimlerin sinsice de olsa giderilebileceği bir yer olduğu zaman
iş işten geçmiş demektir. İnsan salt doğadaki varlık olarak kalsaydı
kadın ve erkek niteliklerinin olumsuz özellikleri bizim için oluşmuş
olmayacaktı. Her şey içgüdüsel yaşamın kalın ve koruyucu örtüleri altında olup
geçecekti. Oysa kadın kadınlığını erkek de erkekliğini yaşama etkin bir güç
olarak yayıyor ve insan olmanın temel anlamı olarak benimsetmek istiyor. İyiden
iyiye kadınsılaşmış ve erkeksileşmiş bir dünyada cinsellik her türlü değere
kendinden değişik renkler vermeye çalışıyor ve bunu başarıyor. Bir yanda
çarpıcı kokularla, şaşırtıcı süslerle ve yuvarlak biçimlerle kendini bir
incelik olarak ortaya koymaya çalışan bir edinme ya da özümleme gücü, öte
yanda kendini sözde kararlılıkla belirlemeye çalışan kavgacı ve öngörüsüz bir
saldırganlık sözkonusu.
Baudelaire’in Yolculuk şiirindeki
nitelendirmeleri şairce bir buluş olmanın çok ötesinde bir insan gerçeğinin
saptanması olarak ilgimizi çekiyor. Bu şiirde "aşağılık, gururlu ve
alçak köle ” doğrudan doğruya "obur, çapkın, kaba, açgözlü zorba”nm
karşısına konur. İlginç olan, erkeğin "kölenin kölesi, lağımda akan
dere ” diye nitelendirilmesidir. Kadınla erkek birbirleriyle yarışırlar ve
kadına karşı erkeği ve erkeğe karşı kadını savunmak geriliğin koşulladığı boş
bir eğlencedir. Gerçekte kadın olarak kadın da erkek olarak erkek de iki ayrı
boşluğun simgeleridirler. Büyük insanın karşısına çocuğu koyuşumuz gerçekte
iki ayrı bozulmuşluğa karşı arılığı ve duruluğu savunuşumuzdur. Çocuk eşsizdir,
çocuk gerçek bilgedir, çocuk arayandır, dünyaya yarar değerlerinin dışında
yönelendir. O dünyayı doğru olarak kavrar: birinden ya da bir şeyden yana
değildir, yalnızca görmeye eğilimlidir. Gerçek hayvanla gerçek insan olmanın
arasında sıkışmış değildir, hızla bilinçlenmeye yönelmiş kısıtlı düşünselliği
içinde kendine göre özgürdür. Kalıplanmış değildir, savlan yoktur, kısacası o
kadın da erkek de değildir, indirgemeye ve indirgenmeye elverişli bir yapısı
yoktur. Oyunu sever, oyun onun okuludur ve sevinç kaynağıdır, ama bir kadın ya
da erkek gibi oyuncu değildir. Kırık tabancasıyla adam öldürürken bile
yalnızca oyun oynama sevincini yaşamaktadır. Çocuk oyununu oyun olarak yaşar:
oyun oynadığının bilincindedir. O ne kimseyi öldürmekte ne de kimseyi öldürmek
istemektedir.
Hemen her etkinliğinde iki ayrı çirkinlik
tablosunu elbirliğiyle gerçekleştiren kadın ve erkek bize tek bir gerçeği,
insanlaşma yolunda eksik kalmışlık gerçeğini duyurur. Gerçek insan gündelik
yaşamında cinsel dürtülerinin etkisi altında davranmayan, cinsel özellikleri
yokmuş gibi duran kişidir. Kadınsılık da erkeksilik de incelmemişliği içinde bize
her zaman insanlaşamamanm baş koşulu olarak görünecektir. Kadın olmak ama her
koşulda kadınsı olmamak, erkek olmak ama her koşulda erkeksi olmamak gelişmiş
insanın harcıdır. Kendini bilen hiçbir kadın toplumsal yaşamda kadın değildir,
kendini bilen hiçbir erkek toplumsal yaşamda erkeksi gösterilere kalkmaz. Ancak
basit ya da bayağı insanlar cinselliklerini gündelik yaşama yaymaktan geri
durmazlar. Bir de üçüncü cins vardır ki her gün insan hakları adına kendini
biraz daha yasallaştırarak varlığını benimsetmeye doğru gitmektedir.
Hastalıklarını yenemeyen insanın onlara dört elle sarılması doğaldır. Ancak
hastalık hastalıktır, gerçek anlamda insan olmak hastalıklarından
olabildiğince kurtulabilmekle olasıdır. İkinci cins kadar birinci cins de
üçüncü cins de ezilmektedir. Şiddetin temel kaynağı olarak görülen erkek bu karmaşada
suçluyu oynamaktadır. Bir şeylere yetişememiş, bir şeyleri kavrayamamış, bir
şeylere yenilmiş, bir şeyler için oyuncak edilmiş, bu arada bir bakıma
canavarlaştırılmış erkek, tüm zavallılığı içinde, hala egemen cins olduğu
inancıyla bir şeyleri kabasaba ölçülerde ve tam bir bilinçsizlikle düzenlemeye
çalışırken her şeyi eline yüzüne bulaştıracaktır.
Gerçek yetkin insanı önce kendimizde sonra
başkalarında yaratamadığımız ve her şeyden önce yetkin insana ulaşma istemini
dünyaya yayamadığımız sürece, basit tüketiciler olarak kaldığımız, kalmayı göze
aldığımız sürece kadın dünyasıyla erkek dünyasını bütünleştirmemiz olası
değildir, daha doğrusu dünyayı bütünleştirmemiz olası değildir. Yetkin insan
bugünün insanı olmaktan çok geleceğin insanı olarak ilgimizi çekiyor. Sürekli
evrimlenen bilinçsel dünyada insan için her türlü kurtuluş umudu bireylerin
kültürel boşluklarından kurtulabilmesine bağlıdır. Bütünsel kurtuluşu
gerçekleştiremediğimiz zaman parça parça kurtuluşlar bir düş olabilir ancak.
Bir başka deyişle insanın kendini kurtaramadığı yerde insanların kendilerini
kurtarmaları olası değildir. İnsanı kendi zavallılıklarından kurtarmadan
kadını erkekten ya da hatta erkeği kadından kurtarmak mı? Bu da öbür düşler
gibi biraz tatlı biraz garip bir düştür ancak. Kimilerini oyalamaya kimilerini
de aldatmaya yarar. Kadın kendi için iyi bir alışveriş adına vitrin
oluşturmayı bıraktığı gün, erkek de bir kadında bir gerçek insanı bulmanın
dışında bir takım eğilimlerden kendini arındırabildiği gün her şey bambaşka
olacak. Kadıncılar her şeyden önce bu yetkin, bu bambaşka dünya için ter
dökmeliler, kendilerini yetkinleştirmek koşuluyla.
“Özgür bir yaşam büyük ruhlar için
olasıdır" der Nietzsche. Özgür
ruhlar için ya da yetkin bilinçler için. Özgür eylem için özgür düşünce
zorunludur. Bilinçsiz varlıklar özgür olamazlar, onlar doğanın kendileri için
çizmiş olduğu sınırlar içinde davranırlar. Yetkin bilince ulaşmış olmayanlar
özgür olamazlar, en azından yeterince özgür olamazlar, onlar çok yerde
binlerinin peşine takılıp giderler. Bunu yapmak zorundadırlar, çünkü özgür
eylemi gerçekleştirmek için ya da uyarlı seçimler yapabilmek için gerekli
bilinç donanımları yoktur. Kaba kitle ruhsallığı bu yanm bilinç koşullarında
oluşur. Aşk da bir özgür düşünce ve özgür eylem alanı, bir özgür seçişler alanı
olmakla belli bir bilinç yetkinliğini gerektirir. Her yüce insani değer gibi
aşk da özgür bilinçlerin işidir, hatta gerektiğinde tutsaklığı göze alabilecek
kadar özgür bilinçlerin işidir. Aşk özgür bilinçlerde parıldar ve gerçek
anlamını kazanır. Aşk birbirine karşıt iki gücün, özgürlükle tutsaklığın
çarpıştığı alandır. Özgürlüğün getirdiği tutsaklık da diyebiliriz ona.
İstenmiş tutsaklık ya da bile bile seçilmiş tutsaklık. Aşkta özgürlük mü
baskındır tutsaklık mı? Bu soruya yanıt vermek olası değil. Aşkta özgürlükle
tutsaklığı ayrı şeyler saymak, iki ayrı kutup saymak olası değildir. Aşk özgür
tutsaklık ya da tutsak özgürlüktür. Bu köleleşmeyi halkımız şöyle dile
getirmiştir bir manide: “Dağlar dağladı beni / Gören ağladı beni / Demir
zincir kar etmez/Saçın bağladı beniBir başka manide şunları okuruz: “Kimedir
bilmem kastın / Beni zülfüne astın / Sana kölelik etmek / Krallıktan da üstün
Gevheri de bir şiirinde şöyle der: "Böyle cevretmeden bari gel öldür
/Eğer kastın öldürmekse giderek”. Bir başka şiirinde de şunları söyler: “Lutf
eyle kapımda reddetme beni /Ayağın tozunu silemez miyim
Evet, aşkın bir yanı özgürlükse bir yanı silme
tutsaklıktır. Özgürlük her durumda aşkın zorunlu koşuludur: alabildiğine kendi
olmak ve kendi olarak davranmak. Bu iki karşıt gücün, özgürlükle tutsaklığın
birleştiği insanlık durumu bize bir serseri yaşamının izlenimlerini verir.
Zaten yetkin ruh serseridir. Özgür olunmaz, özgür doğulmaz, aşık da sanatçı da
doğulmaz, bilinç kendini kendiyle ve kendinde özgür kılar, kıldıkça iyileşmez
bir serseri görünümü ortaya koyar, kıldıkça aşka ve sanata yatkın duruma girer
ve kendini sağlam ya da iyileşmez bir serseri olarak algılar. îşte aşka yatkın
olan ruh böyle bir ruhtur. Bu bir bilgi sorunu olmaktan ötede ya da bilgi
sorunu olduğu kadar bir bakış sorunudur, giderek bir ahlak sorunudur. Bilinç
bir bilgi deposu değildir, bilincin bir bölümünü oluşturan bellek bile bir
bilgi deposu değildir. “Serserilik eden her şeyi tutkuyla sevdim ” der
Andre Gide. Serseri dediğimiz kişi bir özgürlük tutkunudur. Kalıplara
sığmayan, kurallara körü körüne uymayı düşünmeyen, özellikle yararda
sınırlanmayan kişidir o. Gene de onun yaşadığı şey başıboşluk değildir.
Serserilik başıboşluk değildir çünkü. Serseriyi iyi tanımıyoruz. Serseri
başıboşluğa değil özgürlüğe adanmıştır. Onu kitaplıklardan sergilere, tren
istasyonlarından rıhtımlara, sokaklardan sinemalara kadar her yerde bir şeylere
ahcı gözle bakarken bulabilirsiniz. Ona ne aradığını sorun, hiçbir şey aramadığını
söyleyecektir. Aşk serüvenlerinin başında da dünya meraklısı olan o serseri
vardır. Herkesin bir yarar adına binbir hile düşündüğü ve koşturup durduğu
yerde, serseri dediğimiz adam, aşkın birinci ustası kimliğiyle yarar getirmez
cinsten olmadık işlerin peşinde dolanır. Dünyayla dalga geçiyor gibidir. Oysa
ondan başka hiç kimse dünyayı o kadar ahcı gözle incelememiştir. Sonra, o bir
yerde durmaktan sıkılır, biraz da tedirgindir. “Ben nerede değilsem orada
iyi olacakmışım gibi gelir ” der Baudelaire.
Evet, sanat gibi aşk da yarar kollamaz. Aşkın
yararı kendi içindedir. Sanatı da amaçları kendi içinde bir etkinlik diye
tanımlamıyor muyuz? Aşkın yararı kendincedir. Evet, nasıl sanatın kendi
dışında amaçları yoksa aşkın da kendi dışında amaçları yoktur. Kendi dışına
düşen sanat ya da kendi dışına düşen aşk yolundan sapmış, özünü yitirmiştir.
Sanat gibi aşk da insanı insana göstermekten ya da insanı kendine gös-
temekten başka ne işe yarayacak! Aşkta insan
bir gözden çıkarıcıdır, en başta kendini gözden çıkarır. Aşkta insan tam tamına
bir yarargözetmez tutum içinde kendini tehlikelere atar. Aşk tehlikelidir,
insanı olağan toplumsal yaşamın dışına düşürdüğü için tehlikelidir, her koşulda
alışılmışın dışına çıkmayı gerektirir. İnsanlar genellikle alışılmışı seçmeye
yatkındırlar. Olağan olan her zaman iyidir diye düşünürler. Dünya alışılmışın
ötesine iyi bakmaz: alışılmışın dışı yasadışıdır. “Nathanael, şeylere doğru
gideceğiz, birer birer her şeye varacağız ” der Andre Gide. Bu korkunç bir
başkaldırmadır, bir ayaklanma ya da serserilik bildirisidir. Bu bir karşı koyma
savıdır. Bu kendini yüreklice ve olduğu gibi ortaya koymanın ta kendisidir.
Yararcılık bir şeyleri elde etme çabası içinde
insanı pek hoş olmayan yerlere düşürür, onu pek hoş olmayan görünümlere sokar.
Hatta yararcılıktan ahlaksızlığa doğru uzun bir yol uzanır. Yararcı her zaman
çok vemli olduğuna inandığı çıkar formüllerini kullanır, böyle olmakla
mutsuzluğa adaydır ve aşka olduğu gibi tüm gerçek değerlere uzak durur.
Yararcı bir altın kesit bulmaya, her şeyi kolayından ona göre kurmaya
ve düzenlemeye eğilimlidir. Aşık yararcı değildir. Aşkın yararlılığı yarar
karşısındaki ilgisizliğinin sağladığı olanaklardan gelir. Aşk serseriliktir,
kendini vermedir, adanmaktır. Aşka aday kişi korkuların ötesine geçer:
serserilik bu noktada anlam kazanır. "Elmasta koku olmaz/Aşıkta uyku
olmaz/Seveceksen sev beni/Bu kadar korku olmaz” diyebilendir serseri. Evet,
gerçek adanış yalnızca aşkta vardır. Aşktaki adanış koşulsuz adanıştır,
varsayımları olmayan adanıştır. O yüzden kurnaz yüreklerde aşk barınmaz. Aşkta
her şey kendini ve kendindeki her şeyi rahatça verebilmeye dayanır. Aşkın
mantığı yaratıcının mantığıdır. Aşk bir kavrama biçimidir, insan yaşamını
aydınlatan güçlü bir ışıktır, doğru kavrayabilmenin baş koşuludur. Onsuz hiçbir
insan etkinliği tam güçlü olamayacaktır. Turgenyev’in İlk aşk’ına yazdığı
önsözde Andre Mau- rois bu ünlü rus yazarıyla onun fransız yazar dostlarını
karşılaştırır ve onda öbürlerinde olmayan bir sıcaklığın varolduğunu söyler, bu
da aşkın sağladığı sıcaklıktır. Aşkı yaşayanlar başka aşkı tasarlayanlar başkadır.
Andrâ Maurois bu yazısında şöyle der: "Onun fransız dostlarının büyük
mutsuzluğu, Gouncourt 'un da Zola ’nın da büyük mutsuzluğu, bu kişilerin hiçbir
zaman gerçek anlamda aşık olmamış olmalarından gelir. Turgenyev de öyle
diyordu, bu kişilerin yeteneği hiç de eksik değil, ama onlar gerçek yolu
izlemiyorlar, çokça tasarlıyorlar diyordu. O yüzden onların edebiyatı edebiyat
kokar. Turgenyev ’e gelince, o aşka düşmüş insandır. ”
Sanat da yaşam da aşkın büyük ışığından,
verimli ışığından yoksun kalmamalıdır. Aşkın aydınlatmadığı her yerde, şu ya da
bu biçimde şu ya da bu ölçüde karanlıklar egemen olacaktır. Gerçek anlamda aşk
insanı Gide’in söylediklerini hiç çekinmeden, rahatça söyleyebilecektir: “Nat-
hanael, artık günaha inanmıyorum. ” Gündelik yaşayan insan söyleyemez
bunu. Bunu söyleyebilmek için dünü ve yarım olmak gerekir. Bu noktada aykırıyla
yüzyüze geliriz. Bu noktada üst düzeyde toplumsalı öngören toplumdışıhk başlar,
daha doğrusu toplumsal çerçevede değerler açısından ya da görenekler açısından
yasadışı başlar. Bu noktada serserinin kutsal düşlemi başlar. Sen ne yapmak
istiyorsun diye sorarlar ona. Serserinin verecek yanıtı yoktur. Toplumsal yaşam
bir uyum ortamıdır, orada uymak ve belki de uyumak ve katlanmak gerekir. Sürüdeyim
öyleyse yokum diyecektir serseri. Katlanıyorum öyleyse varım der
toplumda gündelik yaşayan adam da. En değerli, en sağlam, en güvenilir, en
sevilesi insan ortak kurallara göre davranan ve başkalarının da öyle
davranmasını isteyen adamdır. Herkesin gözdesidir o. Sürü toplumsallığı bunu
gerektirir. Oysa serseri değer diye bildiği şeyler dışında hiçbir şeyi
umursamaz. Ünler, unvanlar, dünya çapında olmalar...Bunlar boş şeylerdir.
Sanatçı ve aşık iyileşmez biçimde aykırıdırlar.
Sanatçı özgünü ararken, yüksek düzeyde anlatımcı olanı ararken, hiç görülmemiş
olanı görmeye ve bu arada başkalarına göstermeye çalışırken alışılmışın dışına
düşer. Sanatçı ve aşık yadırganan kişiler olurlar. Neredeyse her yadırgatıcı
özellik vardır onlarda. Aşık göze batar. Sanatçı ahlakın kurallarını
zorlamadıkça göze batmaz, o da öyle bir adam işte diye algılanır. Aykırılıkta
ayak direyen bir sanat da tıpkı aşk gibi karşı tutumları kışkırtacaktır.
Ahlakın kurallarını zorlamayan adam gerçek sanatçı değildir. Aykırılık her
şeyden önce yarargözetmez olanın değerler dizgesinde sözkonusu olacaktır. Aşık
daha baştan aykırıdır, daha baştan kurallara aldırmamayı öngörmüş adamdır. Bu
yüzden öfke uyandırır. Zaten aşık kurallara uymaya kalksa aşkta iki adım atma
şansını elde edemeyecektir. Toplum onu her şeyden önce bir ahlak düşkünü olarak
görme eğilimindedir. Aşık bir yana, genellikle insanlar sıradan bir serseriye
bile düşman gözüyle bakarlar. Oysa aşık adamın aşık olmakla bir ahlak sorunu
yaratmış olduğu doğru değildir. Kaldı ki her yan her anlamda kurallara sıkı
sıkıya bağlanmış olan ya da bağlanmış görünen ahlaksızlarla doludur. Buna karşılık
aşık kişi gerçek anlamda bir ahlaklılık örneği oluşturur.
Aşk bir yoldan çıkmadır, yoldan çıkarken
göreneklerin hatta alışkıların çizdiği çerçevelerin dışına çıkmadır. Tek ölçüt
sevgili olunca ya da tek değer sevgili olunca onun dışındaki her şey geriye
itilir ya da sıradan- lığa indirgenir. Hele çok uygunsuz koşullarda
gerçekleşmişse aşk düpedüz topluma karşı ama özellikle aileye karşı işlenmiş
bir suçtur. Annelerin babaların evlatlarını çok uygun koşullarda çok uygun
kimselerle evlendirme düşlerini yıkar götürür en başında. İnsanlar her şeyde
uygunluk ararlar, uygunluk denen şey alışılmışın ta kendisidir. Uygun koşullarda
aşk olur mu? Olmaz elbette. En uygun koşullarda aşk ikili bir sevgi ortamından
başka bir şey değildir. Sorun genel olarak onaylanmış olanla genel olarak
onaylanmamış olan arasında seçim yapmak sorunudur. Serseri ya da bir başka
deyişle özellikli insan ya da aykırı insan aşk denilen uygunsuz işin baş
sorumlusu olarak bilinir. Serseri ya da aşık hep usdışı işler yapar, bu yüzden
ona güvenemezsiniz. Genel olarak böyle düşünülür. Gözünün önündeki uygunu
görmez serseri, gider ta ötedeki uygunsuzu seçer. Böyle söylerler onun için.
Toplumsallık ussallığı gerektirir. Gönüldür aykırılığa destek veren. Ussallık
toplumsallığın gereğidir hatta temel koşuludur. Yoksa dünya neye benzerdi! Ne
var ki bu genel görüş her zaman doğru olmayabilir. Gide’in dediği gibi: ‘‘Erdem
usta değil aşktadır".
Aşk görünüşte çok yaygındır hatta salgındır.
Onu hastalık olarak nitelendirenler için onu “salgın” sıfatıyla nitelendirmek
daha doğru olacaktır. Kimdir aşık dediklerimiz? Her yan aşkla ya da aşıklarla
doludur. Şu parklarda öpüşenler, yollarda el ele dolaşanlar değil midir onlar?
Şurada burada göz göze bakışanlar? Bu bir yanılmadır. Şurada burada aşk adına
bir şeyler yaşanır. Kimileri aşk adına komşu kızını beğenirler, kimileri aşk
adına evlenirler, kimileri sonradan karılarına ya da kocalarına aşık olurlar,
olduklarını söylerler, neler neler...Birileri de vardır, aşk denen şey zaman
zaman onların uzağından geçen garip bir kuştan başka bir şey değildir. Bir
takım sürtük kadınlar, süslü adamlar, garip kızlar, ipsiz oğlanlar aşk adına
bir takım işler çevirip dururlar. “Aşk” sözcüğünü ağzından düşürmeyip ikide bir
aşık olduğunu söyleyen ya da iki günde bir aşık olmuş gibi yapan birileri de
vardır sağda solda. Gözüne kestirdiği kişiye aşık olan pekçok kişi dolaşır
ortalarda. Onlar gerçekte aşktan habersiz kimselerdir, tanımadıkları ve
bilmedikleri aşkı dar kafalarıyla kötüye kullanan kimselerdir. Onlar her zaman
hesaplıdırlar, aşkın hesap kaldırmadığını bile bile ya da bilmeye bilmeye.
İşler bir ters gitmeyegör- sün, dünyaya değişmem dedikleri kişiyi bir anda
gözden siliverirler. Oysa gerçekten aşık olan insan sevdiğini hiçbir durumda
gözden çıkaramaz. Her şey olsun, yeter ki ayrılık olmasın diyecektir o. Ya da
Şeyh Galib gibi şöyle diyecektir: “Firkat adet olmasın kan eyle kanun eyleme
/Şehr-i hüsnün şehriyarısın ferman senin. ”
Serseri tüm yaşama, bu arada aşka da kendini
olduğu gibi bırakır, bedenini ırmağın akışına bırakır gibi. Ancak onu durdurmak
isteyecek, onun karşısına çıkacak bilileri vardır. Onlar aşkın
düşmanlarıdırlar. Onlar neyi nasıl yapmaları gerektiğini çok iyi bilirler.
Onlara göre insan aşkın heyecanlarını yaşamalı ama tehlikelerini yaşamamalıdır.
Ruhu aşk denilen şeyde hırpalamak yazık değil midir? Bunlar dünyanın çok akıllı
aptallarıdırlar. Bir gün, bir tek gün gerçekten aşk yaşasalardı, nicedir aşk
diye bildikleri ya da bilmek istedikleri şeyin aşk olmadığını, böyle bir şeyin
ille adlandırmak gerekirse soytarılık diye adlandırılabileceğini öğrenmiş
olacaklardı. Bu durumda serserinin dünyada elbette yeri olmayacaktır. Bu
durumda serserinin aykırı edimlerini kimse yasallaştıramaz, serseriyi kimse
toplumdışı olmaktan çıkaramaz. Serseri bir vurdumduymazdır sanki, öyle
algılanır. Oysa serseri ince insandır, onu sokak itiyle karıştırmamak gerekir.
Bir serseri yüreği taşımak her kişinin harcı değildir. Serseri diye
nitelendirilen kişi aşık olacak kadar duyarlı insandır. Ondan başka kimsenin doğru
dürüst aşık olma şansı yoktur, çünkü kendini bir şeye ya da birine tam
anlamında yalnız o adayabilir. Serseri denen kişi aşk için ya da kimilerine
göre bir hiç için, örneğin değmez diye düşünülen biri için uykularını zehir
edebilecek kişidir. Kimin değip kimin değmeyeceğini bilenlerin sayısı da hiç
az değildir. Serseri göze alabilen adamdır. Başına bela almakta ustadır o.
Başına bela almakta usta da olsa o bir Don Juan değildir. Don Juan’la tek
benzerliği gözüpeklik konusunda olabilir. Don Juan yırtık bir gözüpektir. Aşık
ya da serseri, korkusuzluğu bir tür korkuyla yaşar. Serseri her zaman kaygılıdır,
belli etmese de.
Serseri damgasını yemiş kişi insanlara korkunç
görünür. O onlara göre tam anlamında bir kargaşacı olmalıdır ya da bir hiççi
olmalıdır. Oysa gerçekte serserilikten payını almamış insan korkunçtur. Böyle
insanlar var mıdıt? Olmaz olur mu, istemediğiniz kadar! Serseri bilgedir, onda
insan saygısı vardır, onu özellikli kılan arayışı ve adanışıdır. Aşkı da bir
arayış ve adanış alanı olarak kendine yakın duyar. însan olduğunu ve insana
olabildiğince yakın olması gerektiğini düşünür serseri. Onu iyi tanımayanlar
onda bir başıbozuk, bir bencil, bir kendinden başka kimseyi adam yerine
koymayan düz bir serüvenci bulmak isterler. Serseri dünya insanıdır.
Heyecanların insanıdır. Aşıktır ve herkesin acınası bir sıradanhkta yaşadığı
şeyleri bile o bir olağanüstülükte yaşamaktadır. Serseri şu ya bu anlamda
insana dokunmak ister: insana dokunmak eşsiz bir şeydir. Dokunmak ve
dokunulmak ister o. Dokunmayan, yalnızca gözlemleyen ve tasarlayan ussallık
korkutur onu. Böyle bir ussallık gerçekten tehlikelidir. Çünkü dünya egemen
olmak için değil yaşamak İçindir. Don Juan yaşamayı değil egemen olmayı
seçmiştir. Serseri egemen olmaktan da egemen olunmaktan da yana değildir. O
yaşamak ister, egemen olma heyecanını başkalarına bırakmıştır. Ussallığın,
salt ussallığın, yarara yönelik kaba ussallığın kendini kandırmaktan başka bir
anlama gelmediğini bilir. İnsanlar bir tür üstünlük oyunu oynayarak yo- kolup giderler.
O ussal insanlar ruhlarını bir şeylere, görünmez bir takım güçlere verip
çıkmışlardır. Ruhunu zibidi şeytanlara ya da uyuşuk meleklere satmış olanlar
olarak görebilirsiniz onları.
Kaba usçu ussallığın şaşmaz gücüne inanır.
Dünyayı usla düzenlemek ve kimseyi düzenin dışına bırakmamak doğru olur diye
düşünür. Ona göre bütün insanlar kafalarını iyi kullanabilselerdi dünya bir cennet
olurdu. Kafaları kullanmak dedikleri şey çıkarcılık adına yaşamı ku-
rulaştırmaktır. Usu savunurlar ama onu yakından tanıdıklarını söylemek de
zordur. Bilinçaltını hafife alıp bir us savunuculuğu yapmaya başladığımız
yerde bilinçaltı bizimle oynamaya başlar. Bize bir takım “ussal” davranışlar
esinler ve sonunda bizi şaşkına çevirir. Görünür usun altında görünmez usdışı
etkindir her zaman. Usun ipleri besbelli usdışının elindedir. Kendine göre usçu
bir takım zavallılar dünyayı bir yarı bilinçle düzenlemeye ve hatta
güzelleştirmeye çalışırlar. Yarım pabuçla uzun bir yolculuğa çıkmak gibidir bu
iş. Yaşam bu yüzüyle hem gülünç hem acıklıdır: insan ussallık adına nice gülünç
ve acıklı durumlara düşer. Serseri kaba ussallıktan uzak olduğu için mutludur,
kaba usu gözden çıkarmakla yaşamın en verimli kaynaklarına ulaşma olanaklarını
ele geçirmiş olduğunu bilir. Onlar yükselsinler ve kazansınlar, ben yaşayacağım,
der serseri. Der ve yaşar. Onun yaşadıkları bize pek çekici gelmeyebilir hatta
itici görünebilir, ne var ki onun yaşamı onun yaşamıdır. Onun yaşamı en azından
renklidir. Siyah-beyaz yaşamların sıkıcılığı yoktur onun yaşamında. Serserinin
sıkıntısı dünyanın serseriliğe yatkın olmayışıdır. Yasalar, görenekler,
kurallar, kalıp davranışlar ya da alışkılar...
Bütün bunlar bitecek gibi değildir ve herbiri
yaşama ayrı bir engel çıkarır. Genel olarak insan serseriliğe yan bakar, çünkü
yaşama yan bakar. Dünya serserilik edemeyecek kadar boş ve yüreksiz insanlarla
doludur. Korku insanları dayanışık ve egemenliğe eğilimli kılar. Bu anlamda
bir araya geliş gerçek anlamda toplumsallaşmayla ilgili değildir. Bu bir
kalıptan çıkmışa ya da bir çarktan çıkmışa benzeyen insanlar birbirlerine
benzedikçe mutlu olurlar. Onlar şaşmaz kuralları ya da bilgileri olan ortak
bir bilinçle düşünürler. Tümünün görüşleri üç aşağı beş yukarı aynıdır.
Tartışmalarını da tam bir bilinç bulanıklığı içinde o üç aşağı beş yukarı
çerçevesinde yaparlar. Birbirlerini öykünürler durmadan. Birbirleri gibi
yaparak iyi olacaklarını düşünürler. Birbirleriyle iyi olacak yerde
birbirleriyle hastalanırlar, birbirlerini hasta ederler. Hep bir yöne gitmek
onlar için son derece güven vericidir: aynı kalıp sözleri söyleyerek, aynı
biçimde davranarak ve kendileri gibi olmayanları benzer sözlerle durmadan
suçlayarak ömürlerini tüketirler. Dünyada o kadar az serseri vardır ki...Bu
yüzden aşklar aşk değildir, sözde aşklar vardır, aşk diye gösterilen
ilişkilerin çoğu yapaydır, yalanlarla örülmüştür, korkularla süslenmiştir.
Evet, o kadar az serseri ya da o kadar az gerçek insan vardır ki...O kadar az
gerçek aşk vardır ki...
Kaba ussallığın batağına saplanmış insanlar aşk
konusunda korkular yayarlar. Gerçekte onlar iyi birer korkaktırlar, yaşamaktan
korkarlar ama en çok da aşktan korkarlar. Evet, birer yaşam kaçkını olan bu insanların
en çok korktuğu şey aşktır. Bu sözde kendini bilen insanlar kendilerini ve
özellikle yakınlarını aşktan korumak için neler neler yaparlar. Özellikle
çocuklarını aşktan korumak için...Örneğin babalar kızlarını o anlamda
aşık olmayacak kadar uslu ya da ussal yetiştirebilmek için yollar yordamlar
bulurlar. Bunun için en iyi yöntem baba sevgisini kullanarak inandırma
yöntemidir. Sevsin, birini sevsin, ama evleneceği gibi birini sevsin diye
düşünür baba. Kız çocuğu genç kızlığa doğru geçiş yaparken baba söylenmeye
başlar: “Erkek gibidir benim kızım. ” Eh, erkek gibi olduğuna göre
erkeklerle işi olmayacak demektir. Vakti geldiği zaman uygun birini bulsun,
evlensin, hepsi bu. Bu yolda iyi aile çocuğu denilenleri kaçırmamak
gerekir. Gençleri aşktan koruyabilmenin bir yolu da onların gönüllerinde
yararcılık ateşini yakabilmektir. Çıkarlarını düşünmeye alışmış bir kişinin
aşkla ne ilgisi olabilir. Özetle, kızın da oğlanın da uygunsuz birine gönül
vermemesi gerekir. Aşkın tehlikelerini erkenden ussallıkla gidermek gerekir.
Evet, en iyi yöntemlerden biri kızı erkek gibi yetiştirmektir. Erkek
gibi kız tam tamına bir aptallık simgesidir, kendine uymayan bir takım sert
davranışlarda bulunarak yüceldiğini sanan bir zavallıdır. Bu durumuyla
ruhsallığını tehlikelere atar, içinde sapıklıklara giden yolu yavaş yavaş
açmaya başlar. Çağımızın kafası yarara işleyen bir takım sevimsiz amazonları en
azından görünüşte erkekten de erkektirler.
Böylece görünüşte sorun kökten çözülmüş olur.
Gerçekte sağlıklı bir kişiden hastalıklı bir kişilik oluşturulmuştur. Yarar
fikrinin üzerine geçirilmiş namus kılıfı giderek bilinci yaşamın verimli
kaynaklarından koparırken bireyi hastalıklı kılar. Birer sağlıklılık belirtisi
gibi görünen hastalıklı durumlar vardır. İnsanın nerede ya da hangi noktada
zedelenmiş olduğunu gözlerine bakıp anlayamazsınız. Ancak hastalıklılığı ortaya
koyan çok basit belirtiler de vardır. Örneğin kendi ayaklan üzerinde durabilme
direnciyle bir başkasına yamanma telaşı arasındaki ayrım sağlıklılıkla
hastalıklılık arasındaki ayrımı duyurur bize. Gerçek anlamda namus insan olma
onuruyla ve sorumluluğuyla ilgili de olsa bu çok belirgin hastalıklı durumlarda
yalnızca bedenini başkasının bedenine dokundurmamak duyarlılığını anlatır.
Sorun ele güne rezil olmama sorununa indirgendiğinde artık her şey
göreneklerin kaba buyruğuna sunulmuş demektir. Bu durumda yapılacak tek şey
kızları erkek denilen canavarlardan korumaktır. Bu korunmuş kız çocukları birer
dünya acemisi olarak yaşama girerler: biri onları yönetmeli, biri onlar adına
kararlar almalı ve uygulamalıdır. Böyle bir ruhsallık değil aşka, herhangi bir
basit evlilik ilişkisine bile uygun değildir.
Kınanmayı göze almadan yaşamak istediğinizde
başınıza her şey gelebilir. Gerçek uygar insan biraz da toplumda yürürlükte
olan genel değerler dizgesini gözden uzak tutmamakla birlikte bildiğini okuyan
insandır. Bildiğini okuma suçunu ahlak adına da işleyebiliriz, ahlaksızlık
adına da işleyebiliriz. Nitekim herhangi bir fahişe de bir bildiğini okuyandır.
İnsan olmak adına bildiğini okumakla çirkinlikler adına bildiğini okumak
elbette birbiriyle karıştırılmaması gereken iki ayrı durumdur. Değerler adına
aykırılık toplumun bağışlamayacağı şeydir. Toplum fahişeyi elbette benimsemek
istemez, ama onu serseriyi benimsediğinden daha kolay benimser. Sait Faik’in Bir
takım insanlar’ından aldığımız şu satırlar bunu pek güzel açıklar; “Melek
eve gün doğarken döndü. Babası kapının önündeydi. Kızını görünce, geceden beri
hazırladıklarını, birer birer fakat yarısını unutarak boşalttı. Bunlardan bir
tanesi, en hafifi olmakla beraber en yürek paralayıcı olanı, her şeyi aydınlatanı
‘Rezil olduk’tu. Rezil olmak...Doğru. Rezil olduk. Ancak bu sözle Melek
vaziyetin vahametini kavramıştı. Dışarıda bütün gözler kendisine bakacaktı.
Bir genç adamın evinde sabahlamak ne demekti? Hastaymış... Ne olursa olsun!
Burada çamların altında her türlü kepazelik yapılabilir, bunlar olağan
şeylerdir: Kimse rezil olmaz, dedikodu yapılır gerçi ama, kimse kimsenin
yüzüne karşı ‘Çamlarda şununla şöyle yaptın, böyle ettin ’ diyemez. İma
edilirse buna pek ehemmiyet verilmez. Fakat bir delikanlının odasında alnına
bezler koymak... ”
Aşkın temelindeki duygu ya da aşkı aşk yapan
duygu her şeyden önce kavuşamamıştık duygusudur. “Bahçeye serinde gel / Ayva
nar erende gel /Hasta düştüm gelmedin / Bari can verende gel". Kavuşa-
mamanm sıkıntısı insana böyle acı şeyler söyletir. Kavuşamama yani olanaksızda
belirlenme aşkı kamçılar. Aşkın tohumu olanaksızda serpilir. O yüzden her aşk
bir sevda’dır. Kavuşma duygulan belirginse ya da kavuşma koşulları zaten
uygunsa aşka ne gerek var ki! “Sevdiğine kavuşamazsın aşk olur "
dediği gibi adamın. Aşkın temelindeki kavuşamama duygusu ya da kavuşmanın
olanaksızlığı duygusu insanı gerilimli ve sonu belirsiz bir özlemle bunaltır.
Bir yer gelir, olanaksızdan olanaklıya geçilir. Engeller kaldırılır,
başkaldırmalar sonuç verir, birilerine bir şeyler benimsetilir ya da en
azından kaçıp uzaklara gidilir. Bu noktada aşkın özel sorunları kendini
gösterir, iç sorunları kendini gösterir. Olanaksızı mı öngörürüz aşkta?
Gerçekten dokunduğumuzda uçup giden şey midir aşk? Aşk gerçekte karşılığı
olmayan bir yüceltme midir? On- ca gerilimli duyguların ardından bir basitin
ortamına mı çıkarız? Her aşkın sonunda değmezmiş deyip çıkmak bir yazgı
mıdır? Öyleyse çok yazık. Sabırla bekleyeceksin, gene bekleyeceksin,
bekleyeceksin, tam kavuştuğun yerde, kavuştum dediğin yerde her şey hiç olmamış
gibi olacak, her şey bir açmazda düğümlenecek.
Hatta aşkın ilk dokunuşmada uçup gideceğini
düşünenler vardır. Kavuşamama noktasından kavuşma noktasına geçilir geçilmez
her şey biter diye düşünenler vardır. Kavuşma bizi düş dünyasından gerçekler
dünyasına hızlı bir biçimde indirir. Bir gözden düşme korkusu her zaman
vardır. Halkımız bu korkuyu şöyle açıklamıştır: “Dolaşırım izinden /
Ayrılamam dizinden / Ben ölmeye razıyım / Düşeceksem gözünden ”. Aşkın kendine karşı
güçsüz kaldığı noktada her iki yanda çözülmeler başlayacaktır. Bir umutsuzluk
duygusu aşk alanını tutacaktır baştanbaşa. Marguerite Duras böyle bir
umutsuzluğu duyurur bize. Moderato cantabile’de bu umutsuzluk çok
belirgin bir biçimde konulur: dudakların dokunuşması aşkın sonunu getirir.
Henri Hell, Marguerite Du- ra’nın roman dünyası adlı incelemesinde
umutlu bekleyiş evresiyle kavuşma evresi arasındaki çatışkıyı duyurur: “Bekleyiş.
Marguerite Duras ’nın tüm kişileri bekleyiş içinde yaşarlar; bekleyiş umudu
sözverir. ” Aşka ya da daha doğrusu kavuşmaya gelince, o zaten olası
olmayan şeydir: aşkın kendisi diye bir şey yoktur. Aşkın eşiğinden
girdiğiniz anda aşk dağılıp gidecektir. Henri Hell der ki: “Marguerite
Duras ’nın romanları olası olmayan aşkın romanlarıdır. Belki de Les
petits chevaux de Tarquinia ’daki Jacques ’ın söylediği gibi 'Dünyada
hiçbir aşk aşkın yerini tutmaz ’ da ondan. ”
Marguerite Duras’nın romanlarında aşk
varoluşsa! bir engele uğrar, bir tür yazgısal çengele takılır. Aşkın özü
ayrılıktır ya da kavuşama- madır gibilerden bir izlenim alırız bu romanlardan.
İki kişinin gerçek birlikteliğini olanaksız kılan bir engel vardır. Bu engel
gerçekten vardır: öznelerarası ilişki, özellikle onun en güç ve en özel biçimini
oluşturan aşk ilişkisi son derece sorunlu bir ilişkidir, her zaman bir açmazı
düşündürebilir bize. İnsan ilişkisi, en çok da aşk ilişkisi bilinmezlerin
ilişkisidir. Sonunda aşk ölür, bir balonun sönmesi, bir derenin kuruması gibi.
Aşkın mezarlığı çok büyüktür. Aşkın kendisinden çok söylentileri ya da öyküleri
ilginç olabilir. Bu söylentiler ya da öyküler de genellikle acıklı şeylerdir.
Marguerite Duras’nın Le marin de Gibraltar’ının başında şu sözler yer
alır: “Onun için dünyada en önemli şey aşk öyküleriydi. ” Bu romanda
söylenildiği gibi, insan dünyanın zenginlikleri arasında açlıktan ölen bir
çift oluşturabilir. Evet, belki de aşk’m kavramı ya da fikridir güzel olan,
belki aşkın kendisi diye bir şey yoktur, aşk belki de düşten başka bir
şey değildir. İnsanın uyanıkken gördüğü bir yüceye ulaşma düşü.
Bu da aşkın gerçek varlığını kavuşma öncesinde
duyurduğunu, kavuşmayla birlikte aşkla ilgili her şeyin bir çırpıda uçup
gittiğini sezdirir. Ne olursa olsun aşk vardır, bir düş olarak, bir tasarım
olarak, bir aldanış olarak ya da düpedüz bir gerçeklik olarak, bir vazgeçilmez
yaşam koşulu olarak vardır. Evet, aşk en azından bir yanılsama olarak vardır.
O bir yanılsamaysa onunla birlikte duyulan acılı ve sevinçli duygular da mı
yanılsama? O uçucu bir gerçekliktir belki de. Onun varlığıyla ilgili çeşitli
görüşler olabilir, ama bütün bu görüşler onun geçici olduğu konusunda
birleşecektir. Aşk şudur ya da budur, ama ne olursa olsun geçicidir. O da
olgunlaştığı anda her şey gibi söner ve yerini başka bir şeye bırakır. Aşk
sevinçlerden çok ya da sevinçler kadar acılara yatkın bir geçici duygusallıklar
ortamıdır. Aşkın en iyisi bile acılar dizisidir. Sevgili sevgiliye acı
çektirir, hatta istemeyerek acı çektirir. Aşka uzaktan bakanlar onu boşuna
çekilmiş acılar bütünü olarak göreceklerdir. Eski aşık geçmiş günleri
düşündükçe bir garip olacak, o günlerdeki kendini azçok yadırgayacak- tır. Bir
manide pek güzel söylenildiği gibi “Aşk öyle bir cevher ki/Kat- reyi umman
yapar ”. Karacaoğlan aşkı şu sözlerle tanımlar: “Önü muhabbet de sonu
ayrılık”.
Bu çerçevede erkek kadın için, kadın da erkek
için tehlikeler oluşturur her zaman. Bir erkek ve kadın karşıtlığı içinde
kadın çok zaman acıların ve tutarsızlıkların ya da tutarsız davranışlarla gelen
acıların tek sorumlusu olarak görülür, suçlanan taraf olur. Bu suçlama tam
tamına haksız bir suçlama değildir, onun yüzde yüz haklı bir suçlama olmadığı
da kesindir. Kimilerine göre sanki aşktaki tüm kötülükler kadın ruhunun
indirgenemez bazı olumsuz özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Sha- kespeare Trollos
ile Kressida’da şunları söyler; “Pohpohladığınız sürece kadın melektir.
Onlar elde ettiğinizde yitip giderler. Mutluluğun özü yalnızca üstün
gelmededir. ” Ne olursa olsun aşk bir çılgınlıktır, olağanın dışına
çıkarır bizi, bilincimizi bulandırır. Verona’h iki centlmen- ’de
Shakespeare aşkı şöyle tanımlayacaktır: “Aşık olmak gözyaşları içinde
aşağılanmayı; yürek sızlatan iççekişler içinde kaçak bakışları; uykulu,
yorgun, sıkıntılı kırk gecenin arasında geldigeçti bir sevinci elde etmektir.
Siz üstün durumdaysanız bundan ancak kötülükler elde edeceksiniz. Siz yenik
durumdaysanız büyük acı çekeceksiniz. Ne olursa olsun usun gitmesiyle gelen
dinginliktir bu ya da deliliğin yokettiği ustur. ”
Konuyu özellikle duygusal açıdan ele
aldığımızda kadın eşittir erkek diyemeyiz elbette. Çalışmamızın birinci
bölümünde kadın-erkek karşıtlığını ele alırken de gördüğümüz gibi kadın
ruhsallığı pekçok bakımdan erkek ruhsalhğmdan ayrılır. Kadın olmanın ve erkek
olmanın kendine göre duygusal koşulları vardır elbet, bununla birlikte kadın erkek
karşıtlığı içinde erkeğin baştan sona olumlu kadının baştan sona olumsuz bir
konumu olduğunu düşünmek olası değildir. Aşkta kadın erkeği ne kadar tüketirse
erkek de kadını o kadar tüketir. Kadın ruhuyla erkek ruhu elbette ayrılıklar
gösterecektir, bu ayrılık bir yanın melek öbür yanın şeytan olması demek
değildir. Aşkın sorunları kadmın şöyle erkeğin böyle olmasından çok ayrı
cinsten iki bireyin bir bütün olma yolunda sayısız engele uğramasından gelir. Gene
de özellikle kadını suçlayan görüşler az değildir. Kadın genellikle oyuncu
olarak nitelendirilir. Örneğin Çehov’un İvanov’unda kişilerden birinin
söylediği şu ilginç sözleri anımsayalım: “Şu dünyada ne hekimlere ne
avukatlara ne kadınlara güvendim. ”
Aşk bir içtenlik ortamı olduğu kadar bir oyun
ortamıdır. Bir ikili oyundur bu. İki kişinin bir tahtarevallide bir inip bir
çıkması gibi. Gerçekte sanatçı da aşık da oyun insanlarıdırlar, onlar durmadan
oyun oynarlar. Aşk oyunları deyimi düşünsel ve bedensel bir şeyleri
anımsatır. Sanatçının oyunu tek kişiliktir: sanatta tek bireyin kendiyle
insanlık düzeyinde tartışması sözkonusudur. Sanatçı bu tartışmayı oyunla sürdürür.
Oyun sanatın vazgeçilmez yöntemidir. Aşkta karşı cinsten iki birey uyumlu bir
dünya kurmak adına bir karşıtlık ortamı oluştururlar. Bu ikili oyunda denge
yoktur sanki, belki de hiç olmayacaktır: Bu oyunu oynayan iki kişiden biri her
zaman yenmeye öbürü yenilmeye eğilimli görünür. Shakespare’in Bir yaz
gecesi düşü’nde Hermia “Ne kadar nefret etsem o kadar peşime düşüyor ”
der. Genel görünümüyle her zaman yüceltmede anlamım bulan aşkyoketmeye kadar
varan çeşitli duygusallıklara açılır. Baudelaire şöyle der: “Ben diyorum ki
aşkın tek ve yüce şehveti kötülük yapma kesinliğinde yatar. Kadın da erkek de
kötülükte tüm şehvetin bulunduğunu bilir. ” Kötülük yapma eğilimi aşkın
yasası gereğidir. Tam tamına iyilikçi bir aşk aşktan başka bir şey olmalıdır.
Bu çerçevede aşk mutsuzluğu bir kesinlik
olarak, bir kaçınılmazlık olarak, bir zorunluluk olarak içerir. Aşkta mutluluk
arayanlar onu evcilleştirmeli ya da kafese kapatmalıdırlar. Aşkta mutluluk
arayanlar onu sevgiye dönüştürüp ondaki yırtıcılığı gidermelidirler.
Evcilleşmiş bir aşkın aşk olmadığını, aşktan başka bir şey olduğunu bile bile.
O durumda aşka benzer bir şey, bir yasallık örtüsü altında, bir ömür boyu
sürmüş ya da sürecek bir mutluluk biçiminde kendini ortaya koyuverir ya da
koyabilir. Şu kadar yıldır birbirine aşık karıkocalardan sözedildi- ğini
duymuşsunuzdur, duyup da kulaklarınıza inanamamışsınızdır. Böyle bir aşkı kim
istemez ki. Siz de böyle bir güzelliğe aday olabilirsiniz. Buna ister
adanmışlık deyin, ister aptallık deyin, ne derseniz deyin, bu sizi aşktan çok
daha mutlu kılacaktır. Sahtesi daha sağlam şeylerden biri de aşktır. Ama gerçek
âşkı yaşamak istiyorsanız, aşkı gerçekten yaşamak istiyorsanız bu tür
hesapları bırakacaksınız. Mutluluğu aşktan çok daha başka yerlerde aramak
gerekir.
Baudelaire Güz sonesi adlı şiirinde “Ey
benim bembeyaz, ey benim buz gibi Marguerite 'im ” dediği kişiye “Güzel
ol ve sus ” diye seslenir. Şöyle bir tablo çizer şair bu şiirinde: aşk,
karanlık ve rahat, nöbetçi kulübesinde öldürücü yayını germektedir. Burada gene
kadın mı erkek mi sorusu çıkar karşımıza. Belki de kadını özel ruhsallığıyla
aşkın tek tehlikeli kanadı saymak gerekecektir. Ama o tehlike olmasaydı aşk
olur muydu? Kadın belki de Pandora’dır, Şeytan’dır. Baudelaire’e göre “Kadın
doğaldır yani iğrençtir”. Baudelaire bu noktada doğal ve insani ayrımına
girer: “Doğal olan her şeyi, arı doğal insanın eylemlerini gözden geçirin,
ayrıştırın, onda korkunçluktan başka bir şey bulamayacaksınız. ” Gerçekten
sanatta olduğu gibi aşkta da doğal olan son derece iticidir. Gerçek aşk doğal’ı
örter, ona insanla ilgili özellikler giydirir, onu o olmaktan çıkarır. Doğal
iticidir ve tehlikelidir. Aşk bu yüzden tüllere, buğulara, masal öğelerine
bürünür. Tıpkı sanatta olduğu gibi aşkta da nesneler ya da durumlar özel
görünümler almışlardır.
Doğalın özelliği yoktur, çünkü sınırı yoktur. O
hiçbir koşulda hiçbir biçimde özgün değildir: ağaçların ağaçlara, kadınların
kadınlara, davranışların davranışlara benzediği yerde sanat da aşk da gücünü
yitirmiştir ve kendi olmaktan çıkmıştır. Sanatta yapay itici gelmez bize, tersine
sanatı yapay kurtarır. Bir estetikçinin dediği gibi Cezanne fırçasının izlerinden
utanmaz. Aşk da özellikli bir etkinlik olarak, özgünün gerçekleştiği bir
ilişki olarak kendini ortaya koyar. Onun beklenmedik bir akışı, görülmedik
kıvrımları, sezilmedik özellikleri vardır. Bu yüzden ne kadar aşk varsa o
kadar aşk vardır, aşk daha çok değildir. Onun dışındakiler aşk değildir. Bir
başka tabloyu uzaktan yakından anımsatan bir tablo tedirgin eder bizi. Özgünlük
ya da özel özellikleri olmak aşkın birinci koşuludur, giderilemez
koşuludur, indirgenemez koşuludur. Doğallık aşk için bir hiçliktir, bir umut
kırıklığıdır. Kendi çok özel koşullarını yaratamamış olan ilişkiye aşk
diyemezsiniz. Her aşk kendine göre bir yapıttır. Her yapıt gibi onda da bütün
bir insanlığı bulursunuz. Her aşk kendi içinde kendi varoluş koşullarını taşır
ya da yaratır. O yüzden her aşk kendince büyük kendince önemlidir, kendi
olmakla güçlüdür.
CİNSELLİĞE DAYALI BİR ÖZNEL ETKİNLİK ALANI
OLARAKAŞK
Aşk bireyin kendini en çok ben olarak
algıladığı yerdir. Çünkü aşkın başladığı yer toplumsallığın bittiği yerdir.
Toplumsal yaşam çok yerde ben’imizi zedeler ve bizi olabildiğince kalıplamaya
hatta nesneye indirgemeye yönelir. Toplumsal yaşam kişilik özelliklerimizi,
bireysel niteliklerimizi görmez, görmek istemez. Toplumsal yaşam bizi son derece
anlaşılabilir bir biçim altına koymak ve öyle kalmamızı istemek gibi bir eğilim
içindedir. Çokyönlülük toplumsallığa ters düşer, çokyön- lülük toplumsallıkta
bir tutarsızlık gibi algılanır. Toplum bizi öznelliklerimizle kavramak
istemez, kavrayamaz da. Sevinme, öfkelenme, direnme, tedirgin olma
biçimlerimize ilgisiz kalır. Biz onun için bir yükümlenme öznesiyizdir. O bizi
birbiçim sayar, hepimize aynı biçimde yönelir, bizi tek bir biçime indirgemeye
çalışır, birimizi öbürümüzden ayırmamaya bakar. Böylesi bir davranış onun işine
gelir, çünkü her şeyden önce ona büyük kolaylıklar getirecektir. Toplumsallık
düzen demektir, önemli olan düzenin bozulmamasıdır. Oysa insan olmak toplumsal
bir çerçevede özel özellikleriyle varolmaktır. Toplumsallık indirgenemez bir
gerçekliktir ama bizim özel özelliklerimiz de indirgenebilir şeyler değildir.
Özel özelliklerimizi toplumsallık adına baskı altına alsak da onları boğup
yokedemeyiz. Aşkta özel özelliklerimiz açmlanır, onda kendimizi tüm
kişiliğimizle ortaya koyarız, onda gizlenme gereği duymadan varoluruz. Aşk
ortamında maske yoktur ya da olabildiğince aza indirgenmiştir. Toplumsal
yaşamda şöyle ya da böyle diye tanıdığımız kişi aşkta bambaşka biri olarak
çıkar karşımıza, bizi şaşırtır. Tıpkı sanatta olduğu gibi. Toplumsal yaşamda
oldukça soğuk bulduğumuz bir insan aşkta ve sanatta sıcacık oluverir. Kısacası,
aşkta ve sanatta öznelliğimiz bütün boyutlarıyla açınlanır.
Bu açınlanan öznellikte dolgun ve zengin bir
düş dünyası çıkar karşımıza. Us biraz işi gevşek tuttu mu düşler ve düşlemler
dünyamızı sarıverir. Zihnimizin bu renkli ürünleri kişiliğimizin canlandırıcı
gücünü oluştururlar. însan özellikle tasarlayan, daha özellikle de düş kuran
varlıktır. Düşte gerçeklikten uzaklaşmış gibi oluruz, ancak bu gerçek bir
uzaklaşma değildir. Düşler gerçekliğin güçlü simgeleri olarak bilinç
etkinliğimizi tepeden tırnağa sarabilirler ve bizim tasarlayan bir varlık
olarak ileriye açılmamızda sayısız olanaklar sağlarlar. İsteklerimizin ya da
yoksunluklarımızın verimli ürünleri olan bu bilinç ürünleri bize aşkın yolunu
bulmakta da yol gösterici olacak, itici güç oluşturacaktır. Aşkta ussallığımız
düşlerimizle bütünleşir. Düş ve düşlem sanatta ne ölçüde belirleyiciyse aşkta
da o ölçüde belirleyicidir. Gündelik yaşamdan aşk yaşamına geçtiğimizde
kendini sakınan insandan kendini sere- serpe bırakan insana, bir düşsel ya da
düşlemsel zenginlik içinde yaşamı yeniden kurmaya yönelen, yaşamı yeniden
tasarlayan insana geçmiş oluruz. Düş kurmak simgelerle ve maskesiz düşünmektir.
Bu yüzden kalın maskelilerin, maskelerini bir türlü bırakamayanların aşkın
ülkesine girmeleri zor olur ya da tümüyle olanaksızdır. Çünkü aşk büyük ölçüde
düşlerden beslenir. Aşkta maskesini çıkarmak istemeyen kişi kendini bir yol
ayrımında duyar, anlar ki aşk maskeli bir korunma için hiç de uygun bir ortam
değildir, o durumda ya maskeyi soyunmak ya da geriye dönmek gerekecektir.
Kendini kendine saklayan insan aşkın eşiğinden geri dönmek zorundadır. Aşkın
kapısından girmek isteyip de bunu bir türlü başaramayan nice insan düpedüz bu
anlamda kendine yenilmiş insandır.
Aşkta maskelerimizi atarız, kapılarımızı ve
pencerelerimizi ardına kadar açarız, böylece orada güçlülüklerimiz kadar
zayıflıklarımız da ortaya dökülür. Aşkta insan sakınmaz kendini, her türlü
özelliğini hiç sorun çıkarmadan ortaya kor. Aşkta insan her yerde olduğundan
daha gerçekçidir: orada herkes bilir ve benimser ki her birey olumlu özellikleriyle
olduğu kadar olumsuz özellikleriyle bireydir. Aşktaki rahatlığım neysem oyum
rahatlığıdır. Oysa maskeler kötüdür, onlar gerçekte olumsuz yanlarımızı
örttükleri gibi olumlu yanlarımızı da örterler. İçtenlikli insan olumsuz
özellikleri olmadığı için değil olumsuz özelliklerini gizlemek istemediği için
sevilir. İnsan gündelik yaşamda kendini hiçbir biçimde olduğu gibi
gösterme eğiliminde değildir. Olduğu gibi olmak toplumsallık açısından hemen
her zaman bir yanlışta olmaktır. Toplum olduğu gibi görünenler için çok iyi
şeyler düşünmeyecektir. Aşk bu saçma direnişi kırar ve aşığın dili çözülür. O
zaman korkular da başka şeyler de dökülür ortalığa. Kendini sakınma direnişi
gerçek aşkta nereden geldiği bilinmez bir sıcaklıkta eriyecektir. Sanat gibi
aşk da zorunlu olarak bir içtenlik ortamıdır. Gerçek aşık sevdiğinden sakınmaz
kendini: oyun oynamaz, bir şeyi bir başka türlü göstermek için çaba harcamaz.
Aşk oyunları başkadır, sevenin sevdiğine zaman zaman bir oyuncu gibi yönelmesi
başkadır, bunun içtenlikli olmamakla bir ilgisi yoktur. Aşkın kapısından girmek
kendini ılık bir suya bırakır gibi sereserpeliğin rahatlığına bırakmaktır. Bu
sereserpelikte aşıklar sağlam yani dirençli bir bütün oluştururlar.
Ancak ne olursa olsun tabanda cinselliğin
belirleyici gücü vardır. Her aşk ilişkisinde cinsellik kaçınılmaz bir
belirleyen olarak alttan alta belli belirsiz zonklar. Her zaman öne çıkacak
değildir ama her zaman dipte sessiz kalacak da değildir. Aşk varsa cinsellik de
vardır. Cinsellikten yalıtılmış herhangi bir aşk düşünemeyiz. Böyle bir şey
yalnızca ve yalnızca hastalıklı bir yönelimi duyurur. Aşk her şeyden önce
cinsel anlamda dokunmayı gerektirir. Aşk diye bir sorunumuz olmasaydı, salt
cinselliğini yaşayan varlıklar olsaydık her şey çok kolay ama insan değerleri
açısından çok verimsiz olacaktı. Cinsellik evrensel bir birbiçimliliği
getirirken bizden kahp davranışlarda bulunmamızı isteyecektir. Cinselliğin
tekdüzeliği aşkta kırılmaya uğrar. Oysa insan için salt cinsellik olası
değildir. Aşk bir yana, hiçbir iki cins arası sağlıklı yakınlık yoktur ki
içinde duygusallık bulunmasın. Sanatta olduğu gibi aşkta da duygu etkeni
belirleyici etkenlerden biridir. Cinsellik içgüdüsel enerjinin ta kendisidir,
o ancak duygusallıkla taçlandığı zaman insan için bir anlam taşır. Aşk da
cinselliğin yetkin ölçülerde insanileşmiş biçimidir. Salt cinsellik
toplumsallıktan da kişisellikten de tam anlamında arınıktır.
Bizim yaşadığımız anlamdaki aşkın tarihi insan
cinselliğinin tarihinden biraz daha yeni olmalı diye düşünebiliriz. Çünkü
hepimizin bildiğimiz gibi önce içgüdülerimiz vardı. Cinselliğin tarihi insan
türünün ortaya çıkışıyla belirgindir. Aşkın tarihi öznelliğin tarihidir,
düşünselli- ğin ve duygusallığın tarihidir. İnsanın en eski yaşam biçimlerini
araştıranlar cinsel ilişkinin çeşitli biçimlerini saptarken aşkla ilgili
veriler elde etmekte zorlanıyorlar. En eski resimlerde karşımıza çıkan kadın
tanıtlan ilk insanda cinsel yaşamın önemli bir yer tuttuğuna tanıklık ediyor.
O çok eski insanın çok yönlü bir cinsel yaşamı var mıydı? Çok yönlü bir cinsel
yaşam düşünülmüş bir cinsel yaşamdır, dolayısıyla duygusal bir ağırlığı da
olması gereken bir cinsel yaşamdır. O durumda aşkı sağlayacak koşullar bir
ölçüde oluşmuş demektir. Evet, en eski atalanmızın duygusallıktan da az buçuk
içeren gelişmiş bir cinsel yaşamı var mıydı? Bunu pek bilemiyoruz. İnsanlığın
özellikle 12 000’den sonra yani toprağa yerleşmeye başlama döneminden sonra
çok yönlü cinselliğin bilincine vardığını söyleyebiliriz. Anaerkil ailenin
gelişmesi insani özellikler taşıyan cinselliğin azçok kendini göstermiş
olmasıyla belirgindir, ama bu dönüşüm özellikle toplumsal ilişkiler açısından
oldukça karmaşık bir yaşam düzeninin dalgalı yapısı içinde gerçekleşmiştir.
Cinselliğin doğrudan doğruya türün
özellikleriyle ilgili oluşu bize aşkın hayvani yanı üzerine de enine boyuna
düşünmemiz gerektiğini esinliyor. Öyle ya cinsellikten ayrı aşk yoktur, öyleyse
aşk bir yandan da cinselliğin koşullarıyla belirgindir. Ne var ki aşk dediğimiz
zaman öncelikle insani bir şeyleri, duygusal ve düşünsel bir şeyleri, bilinçle
ilgili bir şeyleri düşünüyoruz. Cinsel etkinlik duygusallığı ve düşünselliği zorunlu
kılmazken duygusallığı ve düşünselliği zorunlu kılan aşk cinsellikten arınık
olamıyor. Cinselliğe ilgisiz bir aşk olsa olsa hastalıklı bir yönelimi duyurur
bize. Cinsellikten korkanlar her zaman arı aşk oyununu oynayabilirler.
İnsan yaşamına bilincin gelişimiyle gelen öğeler, kültür öğeleri cinselliği
duygusallıkla ve düşünsellikle bezeyerek aşkı bütün boyutlarıyla, bütün olumlu
ve olumsuz yanlarıyla geçerli kıldı. İnsan zaman zaman aşkı unutmuş görünse de,
zaman zaman cinselliğin kaba- sabalığında sınırlanmak istese de aşktan uzak
kalamıyor. Böylece aşk bilinçlenmeyle gelen, bilinci zorlayan, bilinçte
oluşmakta birlikte bilincin denetiminden kaçan çok özellikli bir yaşam koşulu
ya da insanlık durumu olarak kendini ortaya koyuyor.
Aşkı bir duygu-düşünce ortamı olarak
belirlerken cinselliği onun karşıtı gibi düşünüp basit bir mekanik edimler
alanı olarak algılamak doğru olmaz.Artık insan için salt cinsellik hemen hemen
sözkonusu değildir. Kaldı ki hayvanların cinsel yaşamlarıyla ilgili gözlemler
bile cinselliğin çeşitliliklerle dolu yönelimleri içerdiğini gösterir. Zaten
bir duygu-düşünce varlığı otan inşanın herhangi bir edimini tam bir hayvansallıkla
gerçekleştirebilmesi olası değildir, insan dünyasında en kaba edime bile bir
duygu-düşünce payı katılır. Yırtıcı insanlıktan yapıcı insân- lığa geçiş kaba
cinsellikten aşka geçişin koşullarını da içerir. Ne var ki aşk gibi bir
incelikler ortamını enaz duygusallıkla ve enaz düşünsellikle belirleyebilmek
olası değildir. Aşkın cinsellik temeli üzerinde yüce'ye doğru açılan bir
genişliği vardır. Aşkı konu edinirken cinsellik üzerinde özellikle durmamız
aşkla cinselliği apayrı şeyler saymaya, aşkı cinsellikten soyutlamaya, onu
kutsalla özdeşleştirmeye eğilimli olası bakış açılama baştan karşı çıkmak
içindir biraz da. Aşkı olmadık bir biçimde göklere doğru yükseltmek de (aşkın
kendisi bu duyguyu verse bile) onu iyiden iyiye aşağıya çekerek bir tür gerçekçilik
savıyla çamurlara bulamak da doğru değildir. Aşkın kendini göklerde ve yedi
kat yerin altında aramayan, bununla birlikte aşağıdan yukarıya ve yukarıdan
aşağıya gidiş gelişleri içeren çok yönlü ve çok çeşitli bir varoluş özelliği
vardır.
Öte yandan insan yaşamıyla ya da daha doğrusu
bilinçle ilgili her şey gibi aşkın da ve hatta cinselliğin de bireye göre
değişen özellikleri olduğu gibi yere ve zamana göre değişen özellikleri de
vardır. Bir dönemde bize olmazı düşündüren şey bir başka dönemde olağanla
bütünleşir. Örneğin eski Mısır’da yakınıyla birleşme ters karşılanmıyordu,
ters karşılanmadığı gibi özellikle kardeşlerin birleşmesi yönetim düzeyinde
birliği simgeliyordu: firavunlar kızkardeşleriyle evlenip onların güdümüne
giriyorlardı. Babil’de kadınlar erkeklerden sonra geliyorlardı, orada kadın
daha çok türü sürdürme aracı olarak değerlendiriliyordu. Bununla
birlikte evlilik tekeşliydi ve bazı koşullarda boşanma söz- konusuydu.
İsrail’de evlilik çok önemliydi ve en önemli yaşamsal işlevlerden biriydi,
toplumsal bir yükümlülük gibi algılanıyordu. İsrail’de beden ve ruh sağlığı
bozuk olanların dışında bekar yok gibiydi: bekara iyi gözle bakılmıyordu.
Yunanistan’da toplumun parçalı yapısından ötürü cinsel yaşam çeşitliliklerle
belirgindi. İsparta’da ailenin temel direği olan kadın Atina’da aşırı ölçülerde
bağımsızdı. Buna karşılık İsparta’da yaşam ömür boyu askerlikle belirgin
olduğu için kadınların başka erkeklerle birlikte olmaları ters
karşılanmıyordu. Yunanistan’da ayrıca eşcinsel ilişki yaygındı ve iktisadi
yaşamın güçlüklerinden doğan nüfus artışı kaygılarına karşı bir tür doğum
denetimi anlamı taşıyordu. Roma’da yasalarla korunmuş aile yaşamı geçerliydi.
Ortaçağ’da hıristiyan inancı cinselliğin bir
haz konusu olmasına kökten karşı çıktı ve cinsel hazzı mahkum etti, evlilik
kurumunun sar- sılmazlığı fikrini getirdi. Cinsel yaşam türün sürdürülmesi
dışında tümüyle mahkum edildiğine göre çilecilik zorunlu bir yaşam biçimi oluyordu.
Bu çerçevede cinsel perhiz zorunlu bir durumdu: ruh temiz beden kirliydi.
Cinsellik bu durumda yoğun bir suçluluk duygusunu kendiliğinden getiriyordu.
Aziz Augustinus’un “Bokla sidik arasında dünyaya geldik ” sözü
kilisenin cinselliğe nasıl baktığını pek güzel anlatır. Belki de bütün bunlar
Ortaçağ’m başlarında aşırı ölçülerde yaşanılan ve ahlak kurallarını hiçe sayan
cinsel sereserpeliğin bir sonucu olarak gelişti. O dönemde çıplaklık yasak
değildi, kadınlar genellikle göğüsleri açık dolaşırlardı. Bugün ayıp
saydığımız pekçok davranış o zamanlar için son derece olağandı ve fuhuş çok
yaygındı. Ancak cinsel hazzın mahkum edilmesinde kilisenin ahlak açısından o
tür yaşama egemen olma ya da en azından ağırlığını koyma isteminin de önemli
bir belirleyen olabileceğini unutmamak gerekir. Cinsel yaşamdaki olağanüstü serbestlik
giderek kiliseyi tedirgin etti ve kilise ağırlığını tekeşli evlilikten yana
koydu. Kiliseye göre cinsel yaşam tümüyle şeytanın belirleyiciliğindeydi.
1183’de kurulan engizisyon cinsel suçları izlemekle, incelemekle ve cezalandırmakla
yükümlüydü, daha sonra düşünce suçlarını ve sapkınlıkları kovuşturmaya
başladı. Rönesans yeni insanın, dolayısıyla yeni yaşam biçiminin savunusunu
yükümlenirken kilisenin bu ve buna benzer baskıcı tutumuna tepki oluşturan
düşünceleri de getirdi. Rönesans aydınlarının öngörüleri cinsellikte ve her
alanda çağdaş insanın eğilimlerini ortaya koyuyordu.
Yeniçağ’la gelen yeni koşullar bize insan
ruhunun derinliklerini araştırma kolaylığı sağladı. Böylece cinselliğin de
aşkın da daha önce giz gibi görünen birçok özelliğini tanıma olanağına
kavuştuk. Röne- sans’da kendini gösteren insancı yönelimler insanın kendini
tanıması açısından büyük olanaklar sağladı ve insanın kendini yalnızca yaratılmış
bir varlık olarak değil aynı zamanda dünyada bir varlık olarak algılamasına yol
açtı.Yeni zamanlarda bir yandan ruhsal derinliklerimizi bulup çıkarırken bir
yandan da toplumsal koşullar içinde evrenselliğimizin boyutlarını görebildik.
XIX. yüzyıl bize ne ölçüde toplumsal ve ne ölçüde bireysel bir varlık
olduğumuzun gerekçelerini sundu. İki yeni bilim, ruhbilim ve toplumbilim bizi
bize ve dünyaya biraz daha yerleştirdi, böylece kendimizi daha iyi tanıdık,
güçlerimizin neler olduğunu daha iyi gördük. Şunu anladık ki cinselliğin alanı
oldukça karmaşık bir alandır, aşkın pekçok sorunu da bu karmaşıklığın bir
ürünüdür. Ancak cinsellikteki karmaşıklığın ötesinde aşkın bir duygu-düşünce
bütünlüğü olmakla uçsuz bucaksız sorunları vardır. Bu sorunlar bir bakıma iki
kişilik sorunlardır, bir bakıma da hepimizin sorunlanmızdır. Aşk üzerine düşünmek,
aşk üzerine konuşmak onu bir gizler alanı olmaktan çıkaracak mı?
Evet, insanoğlu uzun yüzyıllar içinde kendini
yavaş yavaş tanıdı, yavaş yavaş geliştirdi. Onun aşkı tanıması ve cinselliği
belli bir bilinçli- likte yaşaması zamanla oldu ya da hatta epeyce geç
zamanlarda oldu. Bu gelişim sıkı sıkıya insanın kendini ben olarak sezmesine
bağlıdır. İnsanın “ben” olduğunu sezmesi ya da kendini bir ben olarak
belirlemesi oldukça geç zamanların işidir. Yeniçağ’m başlarına gelene kadar
insan birey olmanın ne anlama geldiğini çok iyi bilmiyordu. Birey olmaya
özenen, toplumun içinde eritilmiş bir varlık olmaktan kurtulmak isteyen insan,
kendi bireyliğini oluşturmaya tutkuyla yönelen insan ayrıca toplumsallığı daha
doğru kavrayarak dünyayı yeni bir biçimde düzenlemeye yöneldi, böyle- ce zamanı
etkin ve kendini tarihsel kıldı. O artık uçsuz bucaksız bir za- man-uzam
genişliğinde yalnızca doğup büyüyen ve ölen sıradan bir varlık değildi, uzamda
ve zamanda bir bütün oluşturan ve bu bütünselliği içinde sürekli bir gelişim
gösteren insanlığın bir parçasıydı. Yeni insan birey olmanın insanlığa yani
tarihe katılmak olduğunu anlamak açısından çeşitli olanaklara kavuştu. Bir
başka deyişle insanoğlu yeni zamanların başlarında kendini yeniledi, artan ya
da zenginleşen bir birikimin dönüştürücü kalıtçısı olduğunu anlayarak yeni bir
kavrayışa ulaştı. Bu yeni kavrayış, bu yeni dünya ve tarih kavrayışı elbette
birdenbire ortaya çıkmadı. Bu yeni kavrayış öte yandan elbette yaşamı
birdenbire değiştirmedi, eski insanı kaldırıp onun yerine bir çırpıda yeni
insanı koymak olası değildi. Ancak yeni koşullar insana daha iyiye doğru
gelişme yolunda yeni ufuklar açtı.
Gerçekte aşkın ve cinselliğin yetkin bilincine
XIX. yüzyılla birlikte ulaşmaya başladık. Cinsellik daha önceleri özellikle
doğal bedensel gereksinimlerin karşılanmasını amaçlayan edimlerle ve buna göre
türü sürdürme kaygılarıyla belirgindi. Çağımızın başlarına kadar cinsel yönelimlerimiz
büyük ölçüde kabasabalığın koşullan içinde gerçekleşmiştir. Kadının ikincil bir
önem taşıdığı hatta adam yerine konmadığı dönemler elbette cinselliğin
bedensel gereksinimleri karşılamakla sınırlandığı dönemler olacaktır. Kadın
toplumsal yaşama bir insan bireyi olarak çok yeni katılmıştır. Soyluluğun
kadın-erkek ilişkisine getirdiği ilginç biçimsel özellikler gerçekte cinsler
arasında karşılıklı saygıya ve sevgiye tanıklık etmiyordu, elbet cinslerin
birbirini çok iyi tanıdığını da göstermiyordu. Hıristiyanlığın cinselliğe
getirdiği korkular ve yasaklar, sözde insana saygılı olmak kaygısıyla koyduğu
kurallar Yeniçağ’ın başlarında da geçerliydi: yatak kutsaldı, kadının cinsel
varlığı da kutsaldı, bu kut- salhk cinselliğin ya da aşkın tüm bazlarıyla ve
tüm güzellikleriyle enine boyuna yaşanmasını engelliyordu. Kadının cinsel
varlığının kutsallığı kadının değeriyle ilgili değildi, daha çok onun
doğurganlığıyla ilgiliydi.
Cinselliğin enine boyuna yaşanabilmesi için ben
olma sorununun kökten çözümlenmesi gerekiyordu. İnsanlar ben olma diye bir
şeyin önemini kavradıkları anda onun kolay gerçekleştirilebilecek bir iş
olmadığını da anladılar. Biz bugün bu ben olma sorununun dile kolay bir sorun
olduğunu çok iyi biliyoruz. Kierkegaard bu gerçeği bize şöyle duyurmuştu: “Sonuna
kadar kendi olma yürekliliğini gösterebilmek, bir bireyi gerçekleştirebilme
yürekliliğini gösterebilmek... ” Bireyselin kendini bir güç olarak ortaya
koymadığı ya da koyamadığı ortamlarda toplumsallık tıpkı Ortaçağ’da olduğu
gibi yalnızca ve yalnızca kabasaba koşullarda bağımlılanma anlamı
taşıyacaktır. Böylece bireyselin öne çıkışı toplumsalı önemli kılarken aşkın ya
da cinselliğin değişik boyutlarını da, gizli kalmış yüzlerini de ortaya çıkardı
ve yeni anlamını belirledi. İnsan bundan böyle toplumun basit bir bağımlısı,
doğaüstünün kötü bir kuklası değil, bütün bir insanlığın üyesi, bütün bir
tarihin kalıtçısı, bütün bir geleceğin sorumlusu olarak yaşama katılıyordu.
Aşkın ve cinselliğin çok yeni anlamları da bu insanın, bu özgürlüğe eğilimli
insanın, bu kurucu ve yapıcı olmak isteyen insanın, bu dönüştürücü insanın, bu
kendiyle savaşan insanın, bu her anlamda kavgacı insanın ürünü olacaktı.
Cinselliğin doğru olarak kavranılmasında
ruhbilimin ve ruhayrış- tırmasının önemi büyüktür. Bu konuda özellikle Freud’un
katkılarının çok önemli olduğunu unutmamak gerekir. Dün kaskatı ölçülerde yasaklara
uğrayan, kutsallık önerileriyle bulandırılan ve aşağılanan cinsellik bugün
yaşamın çok önemli bir yüzüdür ve buna göre çok önemli bir araştırma alanıdır.
Dünyanın her yerinde aşkla olmasa da cinsellikle ilgili olarak yayımlanan kitapların
ve incelemelerin sayısı günümüz insanının bu konuda ne kadar duyarlı olduğunu
göstermeye yetecektir. Aşk yeteri kadar incelenmedi, yeteri kadar tartışılmadı,
ama cinsellik üzerine özellikle ruhbilimciler değişik görüşler ortaya
koydular. Ancak bunca çalışmanın cinsel yaşamımızın temelinde yatan gizleri
sonuna kadar çözdüğünü, onunla ilgili her soruyu rahatça yanıtladığını söylemek
hiç de kolay değil. Gerçekte bu tür yayınlardan bir bölümünün bir gerçeği
araştırmaktan çok duygu ya da heyecan ticareti yapmak gibi bir amaca yönelik
olduğu da kesindir. Bu çerçevede bilimsel ya da felsefi düzeyde çokça yol
alınmış olduğunu söylemek hiç kolay değil. Aşka gelince onunla daha çok
sanatçılar ilgilendi, onun gizleri daha çok sanatta açmlandı.
Öte yandan, pekçok bilimsel çalışmada,
özellikle ruhbilimcilerin çalışmalarında cinselliğin sağlıklı koşullarından
çok hastalıklı biçimlerinin ele alınıp incelenmiş olduğunu söylemek yanlış
olmaz. Ne olursa olsun, bugün cinsellik diye ve onun duygusal açılımlarını
düşündüğümüzde aşk diye bir sorunumuz var.
Her çağ hatta her dönem kendi değerleriyle
belirgindir, her çağ hatta her dönem her alanda, bu arada cinsellikte de daha
doğrusu cinsel yaşamda da kendi değerlerini getirir. Bu değerler elbette daha
önceki değerlere iyiden iyiye yabancı değillerdir, bir başka deyişle bir çağın
değerleri birdenbire ve kendi kendine oluşmuş değildir, onlar geçmişten
süzülüp gelmişlerdir, geçmişin değerlerinden sağılmışlardır, onlar geçmiş
değerlerin dönüşmüş biçimlerinden başka bir şey değillerdir. Yaşam bir yandan
kendini yeniden yaratırken bir yandan kendini ayıklar. Değerler zamana göre
değiştikleri gibi yere göre de değişirler. C. Jamont Uzakdoğu’da ve Batı ’da
aşk davranışlarının aynı olmadığını söyler. Ancak nerede olursa olsun insan
çok yerde topluma genelde eksik bilinçle katılıyor. Bu durum aşkta da
yüzeyselliği ve birbiçim davranışları getiriyor. Hatta belki de dünyanın her
yerindeki insanları birçok bakımdan birbirine benzer kılıyor. “Henüz
kendinin ve kendi kişisel yatkınlığının bilincinde olmayan insan topluma körü
körüne bağlanıyor. Jaspers 'in dediği gibi herkesin yaptığını yapıyor, herkesin
inandığına inanıyor, herkesin düşündüğünü düşünüyor. Bu cinsel alanda da böyle-
dir" (C. Jamont).
Ancak, ne olursa olsun, aşk bir özgürlükler ve
özgünlükler alanı olarak kalıp düşüncelerin ve kalıp davranışların enaz geçerli
olduğu alandır. Aşkın alanında birbiçim olana pek yer yoktur. Aşk birbiçim olandan
ve birbiçim olan da aşktan kaçar. Sanat da aşk da çok genel bir takım
kuralları, çok yaygın bir takım sezgileri, bir takım genelgeçer düşünce
biçimlerini edinmeye azçok eğilimli olsalar da kendilerini önünde sonunda
benzersizde varedebileceklerdir. Aşk duygusu böylece bütün biçimlerinde özgünü
gerektirir. Toplumlarda ortak sezgilere dayalı ortak davranışlar vardır, bu
davranışlar aşka doğru da işler. Buna göre belki de bizim nesnel koşullardan
iyiden iyiye bağımsız bir aşk yaşamı oluşturmamız olası değildir. Aşkımız
doğal olarak cinselliğimiz üzerine temellenir ve cinselliğimiz baştan sona
kolay okunur olmayan bir takım özelliklerle yoğurulmuştur. C. Jamont bu konuda
şunları söyler: “Cinselliğimiz televizyon alıcımıza benzer: onun çalışması
bizim için tümüyle bir giz olarak kalır (alıcı bozulduğunda ne yapacağımızı
bilemeyiz). İlkeller için de büyük doğa olayları böyledir. Matematik, felsefe,
şiir, soyut resim, teknik, cinsellik: bunların tümü uzmanlık konusu oldu,
bunların tümü uzman olmayan biri için bulanık kalmaktadır. ”
Her çağ aşka kendine göre yenilikler getiriyor,
yaşama kendine göre görünümler kazandırıyor. Daha doğrusu aşkın yaşam koşulları
yere ve zamana göre değişiklikler gösteriyor. Çağdaş dünyada aşk yaşamı,
iktisadi ve toplumsal dönüşümlerin belirleyiciliğinde, özellikle başdöndü- rücü
teknolojik gelişmelerin belirleyiciliğinde gerçek anlamda aralıksız
başkalaşmalar geçirerek bugününe geldi. Aşkın dünkü görünümleri bir yana, aşkın
çağdaş görünümü pekçok kişiyi kaygılandırıyor. Bu konunun kaygılıları arasında
uzmanlar olduğu gibi yaşam üzerine ve aşk üzerine çokça düşünmemiş insanlar da
var. Ayrıca bu kaygının boş bir kaygı olduğunu düşünemeyiz. Aşkın yeni
biçimleri onun neredeyse yo- kolmaya doğru gittiğini gösteriyor, onun gelişmiş
dünya düzeninde neredeyse olanaksız duruma geldiğini düşündürüyor. Aşk insanın
eski bir takıntısı, sağlıksız bir insanlığın bir duygusallık hastalığı mıydı?
Şimdi artık aşk sözcüğünü her işittiğinde bıyık altından gülen pekçok kişi var.
Gazetelerde ruhsal açıdan sorunlan olan kişilere öğüt veren bir takım teyzeler
ya da ablalar aşkın gereksizliğini duyurmaya çalışıyorlar, onlara aşk geldi
mi us gider, aman kafanızı iyi kullanın ve yararınızı kollamaktan vazgeçmeyin
diyorlar.
Yarar değerleri yüce değerlerin yerini aldıkça
aşkın yasallığı tehlikeye giriyor. O belki de bundan böyle uzun bir süre zayıf
insanın duygularına yenilmesi olarak değerlendirilecek. Ancak insanlığın
bundan böyle aşkı iyiden iyiye geride bırakmış olduğu gibi bir önyargının yaşam
gerçeğiyle hiçbir biçimde bağdaşmayacağı da bellidir: duyan ve düşünen
varoldukça aşkın varlığı geçmiş zamanlarda olduğu gibi gelecek zamanlarda da
tam tamına bir zorunluluk olacak. Çağımızda özellikle son zamanlarda insanın
ciddi boyutlarda bir yabancılaşmaya başladığı, bu arada aşkta da
geniş ölçüde değer kaymalarının yaşandığı savı pekçok bakımdan doğru
görünüyor. İnsan dünyada tüm yerleşik görünümlerine karşın iğreti duruyor. Ona
nasıl bir dünyada yaşamakta olduğunu sorduğunuzda size verecek sağlam bir
yanıtı yoktur. Günümüz insanının neredeyse hiçbir şeyden tad almayacak kadar
yabancılaşmış olduğunu söylemek aşırıya kaçmak mıdır? Genel görünümü içinde bu
yeni insan durmadan gereksinimlerini artıran, buna göre durmadan yeni bir
şeyler elde eden, bununla birlikte kazanımlarından heyecan duya- mayan bıkkın
bir insan özelliği gösteriyor.
Çağdaş yaşam düzeni, başta teknolojik oluşumlar
ve onların getirdiği ya da gerektirdiği hızlı akış aşkı yiyor, aşk aşk olma
özelliğini her adımda biraz daha yitiriyor. Bunun nedeni kolaycılık ve
doygunluktur. Doygunluk insan yaşamında her zaman yeni açlıkların yani yeni
gereksinimlerin itici gücü olmuştur. İnsan doydukça gereksinmiş ve gereksindikçe
doymuştur. Bu kısır döngü onu doğal heyecanlarının bile dışına düşürmüştür. C.
Jamont "Uygarlık cinselliği evcilleştirerek kolaylaştırdı ’’
derken çok haklıdır. Burada düpedüz aşkın temelini oluşturan duygusallığın
dışlanması sözkonusudur. Bugünün yaşamında duygusallığın hemen her yerde
aşağılandığı düşünülürse, onun aşkta tek başına varlığını sürdürmesinin zaten
olası olmadığı kendiliğinden ortaya çıkar. Duygusallığın dışlandığı yerde aşk
üstüne tuz dökülmüş sümüklüböcek gibi kuruyup kalıyor, yerini kaba cinselliğin
sıkıcı oyunlarına bırakıyor. Aşkı duygusallıkla sarılmış cinsellik diye
tanımlayabildiğimize göre duygusallığı giderilmiş ya da duygusu alınmış bir
aşkın aşktan başka bir şey olduğu kesindir. Hatta aşk ölçüsüz duygusallıklar
ortamıdır dersek yanılmış olmayız. Aşk pekçok yoğun duygunun, hatta birbirine
karşıt çeşitli duyguların bir araya gelmesiyle oluşmuş bir heyecanlar karmaşığıdır.
Yeni insan aşkın yerine ya kaba ölçülerde
cinselliği ya da onunla hiç ilgisi olmayan bir şeyi, örneğin televizyonu,
otomobili ya da sabah kahvaltısını koymaya kadar varan bir yabancılığı yaşıyor.
Bugünün insanı aşka yukarıdan bakıyor olsa da insanlık aşktan kaçamayacak. Aşk
insanın vazgeçilmez bir yanını oluşturur: onu yadsıdığımız yerde onu gidermiş,
onunla ilgili her sorunu çözümlemiş olamayız. Aşk yaşamımızdaki güçlüktür ama
öte yandan insanı insan yapan duygudur, insana insan olduğunu duyuran duygudur.
Yaşamsal her gereksinim gibi aşk da yokluğunda insana pekçok sorun
çıkaracaktır. İnsanın aşka yabancılaşması elbette genel bir yabancılaşmanın
bir yüzünden, bir yansımasından başka bir şey değildir. Yaşamın çeşitlilenmesi
ve kolaylaşması ya da kolaylaşırken çeşitlilenmesi ve çeşitlilenirken
kolaylaşması insanın dünyadaki durumunu zora soktu. Jean-Jacques Rousseau’nun
iki yüzyıl önce bize bildirdiği açmazın belki de ta kendisiydi bu. Kolaylaşan
yaşam insan ilişkilerini donuklaştırdı, giderek anlamsızlaştırdı. İnsanlığın
tarihinde böy- lece yalnızlıktan sıkılan ve yalnızlıktan sıkıldıkça yalnızlığa
sığınan insanlar dönemi başlamış oldu. Bu arada biraz da aşkı aşk yapan, aşkın
hem varoluş hem sarsılma koşulunu oluşturan toplumsal ve ahlaki engeller
ortadan kalktı. Otomobil ve telefon, sözde aşkları, aşk olmayan aşkları
kolaylaştıran araçlar olarak baş köşeye yerleşti. İnsanlar bundan böyle bir
otomobil aşkından, bir telefon aşkından sözeder duruma geldiler.
Aşkı bu yabancılaşma içinde sarsan ve yokeden
nedenlerin başında kültür gerilemesi geliyor. Aşkın bir kültür ortamı olduğu
düşünülünce bu gerilemenin olumsuz koşullan getirmek bakımından ne ölçüde
önemli olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Çağımızda iletişim araçlannın aşın gelişmesiyle
bilgi (en azından kaba bilgi) azçok tabana yayılırken kültür yalınkatlaştı,
insanlar deyim yerindeyse bilinç derinliklerini büyük ölçüde yitirdiler,
düzayak bir yaygın bilgi dünyasının içine hapsoldular. Bilimin, sanatın ve
felsefenin insan yaşamında bir gereksinim oluşturduğu dönemler pek gerilerde
kaldı. Bugünün insanları XVII. yüzyılın, XVIII.yüz- yılın, hatta XIX. yüzyılın
insanlarına pek benzemiyor. Bilimden doğan teknoloji bilimi yiyip bitiren bir
canavara dönüştü. Teknoloji özellikle geri kalmış insanın gözünü parlatacak
üretimler yapıyor ve o insanı kıskaçları arasında eziyor. Kendini bilen insan
için bir görüşme aracı olan telefon geri kalmış insan için neredeyse cinsel
organı anımsatan bir güçlülük aracı oluyor. Gerçek bilim adamı, gerçek sanat
adamı, gerçek felsefe adamı tipi ortadan silindi: insanlar Ortaçağ’ın sertleri
gibi enaz kültürle, televizyon ve radyo kültürüyle, biraz da gazete kültürüyle
yetinmek zorunda kaldılar.
Sevimli ama boş filmlerin ve televizyon
dizilerinin, anlamsız ucuz romanların, çizgi romanların ve fotoromanların
insana sağlayacağı çok bir şey yok ama insandan götüreceği çok şey var. Bugün
insan kendiyle çokça ilgilenmiyor, bugün insan bilgisine kitlelerin yönelimi
bir hiç düzeyindedir. Kitleler bilgiye ilgisizleştikçe bilgi üretmenin bir
anlamı kalmıyor. Hatta bugünün sözde kültür ürünleri insanı kendi üzerinde
yanıltıcı sözde bilgilerle doludur. Sanki insan her gün biraz daha unutuyor
kendini, biraz daha uzaklaşıyor kendinden. Teknolojik atılımlar yaşama
kolaylıklar getirecek gibiydi ama yaşam bununla kolaylaşmadı, tersine zorlaştı:
yaşamı kolaylaştıracak tek güç bilinç yetkinliğidir, teknolojik buluşların
yaşama uygulanmasıyla yaşam bir yandan kolaylaşırken bir yandan kargaşık bir
yapıya bürünüyor. Bütün gün çalışıp eve bitkin dönen ve yorgun yatağa giren
insanlar kültürle ciddi bir ilişki içinde değiller, onların gerçek insan olmak
açısından en isteklileri bile kültürle bağlarını dar zaman aralıklarında
kurabiliyorlar artık, ne kadar kurabiliyorlarsa. İnsana büyük olanaklar
sözveren bir makinede çamaşır yıkamak, kocaman bir derin dondurucuda besinleri
saklamak, oturaklı bir mutfak robotunda mayonezi beş dakikada hazırlamak artık
çok kolaydı ama insanın tarihten bu yana gelişen yaşam serüvenini bilmek o
kadar kolay değildi. İnsanlar geçmişlerinden koptular, dolayısıyla
geleceklerinden koptular (geçmişi olmayanın geleceği olmaz), dar bir şimdi’de
gereksinimlerini artırmaya sonra da onları karşılamaya ve bu arada yeni gereksinimler
üretmeye yöneldiler. Yaşam çok hızlanmıştı, vakit azdı, üstelik yaşamı
kolaylaştırmak için yapılmış araç ve gereçler bakım ve emek gerektiriyordu.
Aşk bu çerçevede ince ya da yapay bir duygu ve
düşünce tabakasıyla örtülmüş cinselliğe indirgendi, bir başka deyişle derin
duygusal- düşünsel kazanımlarını elden kaçırdı, evcil ya da kaba ussal görünümler
aldı. Bundan böyle aşk tehlikeli bir oyuncaktan başka bir şey değildi, onunla
ancak kendini bilmezler oynayabilirdi. Cinsellik aşkla ilgili aşırı atılgan ve
hatta yırtıcı özelliklerini yitirdi. Cinselliğin uslu uslu oturduğu, bazen
kalkıp görevini yaptığı ve böylece giderek isteksizleş- tiği dört duvar
aralarında insanlar işten arta kalan küçücük zamanlarını boş şeylere harcar
oldular. C. Jamont’un “Uygarlık cinselliği evcilleştirerek katılaştırdı ”
sözü çağımızın en önemli gerçeğini gözler önüne seriyor. İnsanı neredeyse
cinselliği olmayan bir varlık durumuna indirgeyecek olan bu yabancılaşma onun
dünyasından, onun kafasından ve yüreğinden tüm aşk eğilimlerini sildi, hatta
aşkı küçük gösterecek bir kuru ussallığı onun dünyasında geçerli kıldı. İnsan
dünyasında cinselliğin aşka ya da duygusallığa gereksinimi vardır. Aşk bitip
geriye çırılçıplak cinsellik kaldı mı işler sarpa sarmış demektir: bundan böyle
o çırılçıplak cinsellik yavaş yavaş kuruyacak, gerilimini yitirecek ve
hiçleşmeye doğru gidecektir. İnsan dünyasında salt cinselliği geçerli kılmak,
onu aşkın yerine koymak olası değildir.
Evet, yeni bir insan dokusu oluşuyordu böylece.
Topluma gözü kapalı katılan insan tablosu yeniden canlanıyordu belki de.
Çiftlerin ya- çamlarını şu ya da bu biçimde birleştirmelerinde aşktan çok daha
başka etkenler belirleyici oluyordu ve özellikle evlilik kurumu daha çok bir
teci- mevi özelliği kazanıyordu. “Bu yüzden haftalık büyük dergiler ‘Modern
çift aşka yatkın değil', ‘Gençlik arzuya karşı 'gibilerden heyecanlı makaleler
yayımlıyorlar. ’’ Böyle diyor C. Jamont. Dıştan bakıldığında bir
eşsizlikler dönemini yaşar görünen insanlık yakından bakıldığında belli
çarklarda dönüp duran mutsuz insan tipini oluşturan bireyleri kucaklar
görünüyor. Otomobil, televizyon, radyo, bilgisayar gibi araçlar bir gereksinimi
karşılamaktan ötede bir amaç durumuna indirgendiler. Televizyonunu çocuğundan
çok seven insan, karısından çok otomobilini okşayan insan ne olursa olsun bir
korkunçluk tablosu çiziyor. Saatlerce odasına kapanıp onunla bununla
bilgisayar arkadaşlığı kurmaya çalışan ergin kız ya da oğlan da bir korkunçluk
tablosu çiziyor.
Bu koşullar içinde aşk yerini hemen hemen kaba
cinselliğe bıraktı. Oysa kaba cinsellik insan için türü sürdürmenin baş koşulu
olmaktan başka bir anlam taşımaz. Aşkın duygu-düşünce boyutunu kaldırdığımız
zaman kaba cinsellikle yüzyüze geliriz. Kaba cinsellik hayvanda sürerli de olsa
insanda giderek sönen verimsiz bir enerji olmaktadır. Cinsellik pekçok hayvan
türünde sevecenlik gibi algıladığımız tüm özelliklerine karşın kendinde bir
kabasabalıktır, başka bir şey değildir. Onu insana yaraşır kılmak için duyguyla
ve düşünceyle taçlandırmak gerekir. Onun yumuşaması ve insanlaşması elbette
gerçek anlamda sağlıklı uygarlaşmaya bağh olacaktır. Aşk cinselliğin karşıtı
değil insanlaştırılmış biçimidir. Aşk insan olma koşullarına uyarlanmış
cinselliktir, buna göre kendi olanaklarıyla yetinen bir doğal ortam olduğu
kadar kendinde her zaman bir aşkını arayan bir kültür ortamıdır. Kendinin
bilincinde olmayan, dolayısıyla toplumsallığını verilmiş bir mekaniklikle
yaşayan her insan topluma körü körüne katılırken cinselliği de çok zaman
hayvana yaraşır bir mekaniklikte yaşamak istiyor. Paul Ricoeur’ün dediği gibi “Sonunda
iki insan birbirine sarıldığında ne yaptığını bilmiyor, ne istediğini bilmiyor,
ne aradığını bilmiyor”.
Bunu uygarlığın, daha doğrusu bugünkü
uygarlığın sıradan bir özelliği gibi de onun hastalıklı bir sonucu gibi de
görebiliriz. Gerçekte herhangi bir düşüşten sözetmemizi gerektirecek
görünümler var. Aşkın aşağılandığı ya da en azından önemsenmediği hatta bir
tehlike olarak değerlendirdiği yerde cinsellik bir kültür varlığı olan insan
için bir bunalımlar alanından başka ne olabilir! Paul Ricceur bunu bir düşüş
olarak görür: “Önce benim anlamsızlığa düşüş diye adlandırdığım şey var.
Cinsel yasakların kaldırılması Freud kuşağının tanımladığı bir anlamsızlığı
getirdi, bu da kolaylık yüzünden değer yitimidir: cinsel yakın oldu, hazır
oldu ve basit bir işleve indirgendi, tam tamına anlamsız olup çıktı. ’’ Bu
anlamsızlık için uygarlığı, uygarlık denilen köklü insan etkinliğini suçlamak
yanlış olur. Bu anlamsızlık uygarlığın kaçınılmaz bir ürünü olmaktan çok
uygarlığı yorumlayan ve yönlendiren insanın, ondan ne beklediğini bilen ve
bilmeyen insanın yarattığı bir sonuç olabilir. Böylesi bir durumu baştan beri
kendini aşma konusunda tam bir tutarlılık göstermiş insanın herhangi bir ara
dönemi olarak değerlendirmek doğru olur. Gelecek zamanlar tıpkı eski zamanlar
gibi aşka gereken yerini verecektir.
Bizler uygarlığın kazanımlarını ya da
yaratılarını gelişimimiz için de yıkımımız için de kullanabiliriz. Önemli olan,
bir uygarlığın geleceğe açık verimini doğru olarak görebilmek ve o yönde
eylemde bulunabilmektir, uygarlığın geleceğe sağlıklı bir biçimde açılması için
katkı sağlayabilmektir. Cinsellikte kolaycılığın egemenliği de uygarlığın
gereklerinden biri olmaktan çok onun yanlış bir yorumunun ürünü olarak
değerlendirilmelidir. Kolaycılık olsa olsa uygarlığa katılan kişinin
düzayaklığına, kültürden arınmışlığına yani uygarlığın dışına düşmüşlüğüne
hatta bir bakıma bir makineye indirgenmişliğine tanıklık eder. Topluma körü
körüne katılan boş insanlar her alanda olduğu gibi cinsellikte de yıkıcı
olacaklardır. Ayrıca ne yapıp yapıp toptancı görüşlerden de kaçınmak
zorundayız. Bugün cinsellikte yaşanılan anlamsızlaşma bütün bir insanlığı örten
bir anlamsızlaşma olabilir mi? Elbette olamaz. Bugünkü uygarlığın kolaylıklarından
değil de insani veriminden yararlanarak insanlığı daha üstün bir geleceğe açmak
için çaba gösterenler elbet aşkı da yaşamlarının vazgeçilmez bir öğesi olarak
görmektedirler. Ayrıca aşkın yaşamdan tümüyle silinip gitmiş olduğunu söylemek
de aşırıya kaçmak olacaktır.
Evet, çizdiğimiz bu karamsar tablo elbette
bütün bir çağdaş dünyanın eğilimini yansıtmaktan uzaktır. Aşkın bugün büyük
bir bunalım geçirmekte olduğu doğrudur. Bu her şeyden önce evrensel kültür
bunalımı diye adlandırılabilecek bir durumdur. Ancak ne olursa olsun günümüz
insanı şu ya da bu biçimde aşkı yaşamaktan da aşkı yüceltmekten de vazgeçmiyor.
Sıkıntıyı yaratan mekanikleşme elbette gelecek zamanların da inatla sürdürdüğü
bir yaşam koşulu olmayacak. İnsan yaşamında inişler çıkışlar vardır, tarih bize
bu yönde pekçok deney gösterir. Ancak insanın aşk gibi bir takım temel
eğilimleri vardır ki onların bir gün biteceğine inanmak insanlığın biteceğine
inanmak olur. İnsanoğlunun tarihten bu yana bir onur koşulu gibi yaşadığı ve
yaşattığı aşk yeni zamanlarda yeni açılımlar kazanacak, yeni boyutlar kazanacak
belli ki. Geleceğin insanı bugünün insanını eleştirirken onu aşk konusunda da
epeyce hırpalayacak. İnsan yaşamının temel özelliği bu değil midir, kendini
süze süze, kendini eleştire eleştire daha iyiye ulaşmak değil midir? Aşkı çektiğiniz
zaman bütün bir yaşam sanatıyla, bilimiyle, felsefesiyle çöküntüye uğrar.
Bizler kültürü olmayan, tüm kültür değerlerinin dışında yaşayan bir insanlık
düşünebilir miyiz?
İnsan dünyasının sınırlarından girdiğimiz anda
değer sorunuyla yüz- yüze geliriz. İnsan için önem taşıyan her şey bir değerdir
ya da değerlidir. İnsan için vazgeçilmez olan ya da vazgeçilmez görülen her
şeyde değer vardır. Örneğin sevgilinin değerini halkımız şu dört dizede pek
güzel dile getirmiştir: “Bülbül misali dili / Pamuktan beyaz eli / Milyonlar
değerinde /Saçının altın teli”. Ahlak değerleri, sanat değerleri, iktisadi
değerler, inanç değerleri gibi pekçok değerden sözedilir. Değerleri birbirine
karşıt görünümler ortaya koyan iki kümede toplamamız doğru olur. Bu çerçevede yarar
değerlerVy\e yüce değerler ’i birbirinden ayırmak zorundayız. Yarar
değerleri insanın günlük yaşamını ya da doğal yaşamını sürdürebilmesi için
zorunludur. Onlar olmadan insan türünün ayakta kalabilmesi olası değildir. Bu
anlamda örneğin su değerlidir, hava değerlidir, vitamin değerlidir, toprak
değerlidir, para değerlidir... Yarar değerleri kendi içlerinde bir bütün
oluştururlar. Yüce değerler de kendi içlerinde bir bütün oluştururlar. Yarar
değerleri gereksinimlerimizi karşılayacak ölçüde elde edildikleri zaman yarar
sağlarlar, onların aşın ya da oburca kullanımı onları zarar değerleri
durumuna getirir. Yarar değerlerinin aşırı birikimi bilinçli kişilere hatta
toplum- lara mutsuzluk getirir. Eski Yunanistan’ın ölümü yani tarihten
silinmesi aşırı zenginliğin açtığı yaralardan olmuştur. Yarar değerleri
azlıklarıyla ve çokluklarıyla tehlikeler yaratırlar. Günde iki litre su içmek
yararlıdır, on litre su içmek zararlıdır.
Yüce değerlerin başında estetik değerler ve
ahlak değerleri vardır. Estetik değerler ve ahlak değerleri birbirlerine
oldukça yakın dururlar, insan onlar olmadan da biyolojik varlığını pek güzel
sürdürebilir, ancak bizi insan yapan değerler işte bu yüce değerlerdir. Onları
silip attığımız yerde hayvana dönüşmemiz işten bile değildir. Estetik değerler
duygu- sal-düşünsel düzeyde insan araştırmasıyla ilgiliyken ahlak değerleri davranış
kurallarıyla ilgilidir. Estetik değerler güzel kavramında, ahlak değerleri
iyi kavramında anlatımını bulur. Her iki kavram iki ayn bilgi çeşidini
belirler. Ancak bu ayrılık mutlak bir ayrılık değildir. Bu çerçevede güzel’le
zyz’nin gizli bir ortaklığı var gibidir. Gerçekte bu iki kavramı, iyi
ve güzel kavramlarını birbirinden ayrı tutmak gerekir. Ahlakçılar
zyz’de estetikçiler gaze/’de sınırlanmak isterler. Ahlakçıların güzel- 'le
doğrudan ilişkileri yoktur. Sanatçılar, sanat izleyicileri ve estetikçiler de
doğrudan doğruya iyi ’nin alıcıları değillerdir. Düşünce bu iki kavramı
ayrı bütünlükler olarak belirler, çünkü bunlar iki ayrı varlık alanını
karşılarlar. Bunlar iki ayrı varlık alanını karşılasalar da her zaman birbirlerine
yakın dururlar, birbirlerine karışmak için bahaneye bakarlar. Çünkü onların
karşıladığı gerçeklikler yaşamda içiçe bulunur.
/yz’den bir çırpıda güzel’güzel’den bir
çırpıda zyz’ye çıkıveririz. Sanat yapıtları güzel’\e doğrudan ilgili
olmakla birlikte bize insan yaşamını yansıtırken zyz’yi de gösterirler. Öte
yandan davranışlarda sanat yapıtlarındakine benzer bir güzel’\e
karşılaştığımız olur. İyi ve güzel, düşünsel yaşamın ya da kültür
yaşamının iki temel kavramıdır. Onların yanma bir de doğru’yu katmamız
gerekir. Âncak doğru’nun bir yüzü yüce değerlerle bir yüzü yarar
değerleriyle ilgilidir. Bir başka deyişle o yüce değerlerle yarar değerleri
arasında bölünür. Doğrular bize gündelik yaşamın kolaylıklarını sağladıkları
ölçüde yarar değerleriyle, bizi bugünden geleceğe açtıkları ölçüde yüce
değerlerle ilgili olurlar. Doğru ’nun gerçek yuvası bilim ve
felsefedir. Ancak o sanatsal yaratının özüne de ters düşmeyecektir. Çünkü
sanatçı ağzına geleni söyleyen, aklına estiği gibi konuşan insan değildir.
Sanatta yansıyan şey gerçekliğin ta kendisidir. Buna göre sanatın da elbet
doğrularla işi olacaktır. Sanatçı da felsefe adamı ve bilim adamı gibi bir
insan araştırmacısıdır. Gerçekte yarar değerleriyle yüce değerler bir bütün
oluştururlar. İnsan yaşamı bir bütündür, onun bir yarısını görüp öbür yarısını
görmemek, bir yansını önemseyip öbür yarısını önemsememek olası değildir.
Biz burada doğal olarak yüce değerleri,
öncelikle estetik değerleri ve ahlak değerlerini ele alacağız. Ancak önce değer’ı
tanımlamakta yarar var. Değer nedir? Değer insanın varlığını en uygun ve
kendine en yaraşır biçimde sürdürmesinin ve onu şimdi’den geleceğe doğru aşırmasının
düşünsel ve duygusal dayanağıdır. Şöyle de diyebiliriz: değer insanın kendini
bugünde etkin kılma ve gelecekte yeniden kurma isteminin bilinçsel
dayanağıdır. Buna göre değer dediğimiz şey insanın bugünden yarma izleyeceği
yolun ya da yolların özelliklerini ortaya koyar. Değer bugünü yarına bağlayan,
çeşitli fikirleri amaçlara dönüştüren yönelimlerin genel adıdır. Buna göre
değer olan ‘la olduğu kadar olası ‘yla ilgilidir, olabilir
olanla ilgilidir, hatta olması gereken ’le ilgilidir. Olanla yetinmeyen
insanın daha üst bir dünya kurmak adına sürdüğü izlerle ilgilidir. Geleceğe
kapalı değer yoktur, böyle bir şey bir dogma olabilir ancak, dogmanın da
değerle gerçek anlamda bir ilgisi yoktur. Demek ki değerin çıkış noktası
belirgin varış noktası olumsaldır: geleceğe açılmak ya da geleceği kurmaya
yönelmek hiçbir zaman bir kesinliğe ulaşmak anlamı taşımaz. Gene de her zaman
gelecekle ilgili tasarımlarımız vardır, geleceğe yönelik fikirlerimiz vardır,
gelecekten beklediklerimiz vardır. Bunlar değişmeye açık ama kesinlikli
tasarımlar olarak kendilerini ortaya koyarlar. Demek ki değer kapalı bir amacı
değil, sonsuza açık yani kendi tutarlı koşulları içinde azçok kaygan bir amacı
ortaya koyar. Öte yandan değer bizi geleceğe açarken sıkı sıkıya geçmişe bağlar.
Değerin kökleri geçmişin topraklarındadır. Geçmişin değerlerinden bugüne
ulaşılmıştır, bugünün değerleri çoktan yaşanmış ya da çoktan yaşama geçmiş
değerlerin uzantılarıdır ya da meyvalarıdır. Bugünün değerleri geçmiş
değerlerin izini süren ve onlarla aralarında büyük çelişkiler bulunmayan
yapılardır.
Değer hem bir saptama hem bir öngörüdür, buna
göre karşıt öğelerden çok uyarlı öğeleri içerir. Ancak bu uyarhlık karşıtları
tümüyle dışlayan bir uyarhlık değildir. Çelişki insanın özünde vardır,
düşüncelerimizdeki çelişkiler, özellikle duygularımızdaki çelişkiler azımsanmayacak
ölçülerdedir. Biz onları dengelemeye yani ussallaştırmaya çalışırız, uyuşmaz
öğeleri uyuşturmakta usta bir yanımız vardır. Bu usta yanımızla ben’imiz için
sağlam bir savunma düzeneği oluştururuz. Ancak değer dediğimiz şey karşıtları
kolayca içine alan, kendinde eriten, onları kuzu kuzu bir araya getiren bir
yapı ortaya koymaz. Değerlerin içindeki çelişkiler bir tür zorunluluk koşuluna
uymuş gibidirler. Yoksa değer dediğimiz şey birbirine uymaz öğelerin usta bir
elle seçilip birbirine bağlanmasından oluşuyor değildir. Değerin temel özelliği
elbette iç tutarlılığıdır. Ancak o yalnız kendi içinde bir tutarlılık
göstermekle kalmaz, kendisine kaynaklık eden çoktan yaşanmış değerlerle de
uyuşur.
Değer bir tutarlılık ortamıdır. Bu tutarlılık
yalnız bireyde özünü bulan bir tutarlılık değildir, kendini toplumsalda ya da
hatta evrenselde doğrulamaya eğilimli bir tutarlılıktır. Değer, çıkış yeri
bireysel de olsa, bireysel bir onamayı zorunlu kılıyor da olsa, toplumsala ya
da evrensele uzanır. O bireyselden toplumsala ve toplumsaldan bireysele uzanan bir
tasarımdır. Gerçekte bir değer öngören kişi bunu yalnız kendi için değil bütün
bir insanlık için öngörmektedir. Bir kişilik değer yoktur. Bu çerçevede insanlık
bir değerler uyuşumu ortamı olduğu kadar bir değerler çatışması ortamıdır.
Toplumda bir temel kavrayış formülü olan her
değer her bireyde daha doğrusu her bilinçte özel renklere bürünür ya da özel
bir yorum kazanır. Her birey kendi bilinç koşulları çerçevesinde her değere
kendine göre anlamlar vermeye yatkındır. Bilinç bir değeri ya tartışmadan,
olduğu gibi benimser ve onaylar ya da onu kendinin kılma yolunda belli bir
etkinlik ortaya koyar. Tartışılmadan benimsenmiş bir değer bir tür iğreti
değerdir. Bilincimizdeki iğreti değerleri özdeş değerlerden ayrı tutmamız
gerekir. İğreti değerler bilinç koşullarının dışında kalırken, özümlenmiş
değerler bilincin özellikleriyle belirlenmiştir. Özellikle düşünme, düşünerek
yaşama alışkanlığı edinmemiş kişiler göreneklerin sunduğu değerleri ya
tartışmadan ya da tartışır gibi yaparak benimserler. Değerler bu insanların
kafalarında birer ekleme formülden başka bir şey değildir. Nedenini
açıklayamadığımız hiçbir şey, ne olduğunu tanımlayamadığımız hiçbir şey bizim
değildir. Dıştan bol bol değer edinebiliriz. Bu çerçevede en çok göreneklerle
belirlenmiş değerlerin edinilmesi sözkonusudur. Zaten görenekler bize
istemediğimiz kadar değer sunmaya hazırdırlar. Bilinç kendiyle tartışarak bir
değer yaratabilir. Öte yandan bilinç bir değeri tartışarak ve böylece
içselleştirerek de kendine alabilir. Bir başka edinme doğrudan doğruya alıp
kullanmayla ilgilidir. Herkesin benimsediği bir şeyin doğru olması, doğru
olmasa bile benimsenmesi gerekir diye düşünülür. En azından toplumla
tersleşmemek için bu gereklidir. Ayrıca bu değerleri koyanlar boş yere koymadı
ya duygusu baskındır. Kişi böylece bir değeri hiç düşünmeden toplumun genel
bilincinden kendi bilincine taşır. Dıştan değer edinmede iğreti bir benimseme,
son derece kaba bir onaylama sözkonusuyken, değer yaratmada ve değerlerle
ilgili bilinçli ortaklaşmada tam tamına bir özümseme sözkonusudur. Özümsemenin
gerçekleşmesi için bilincin belli bir yetkinlik düzeyine ulaşmış olması
gerekir. Her bilinçten değer yaratmasını beklediğimiz zaman yanılgıya düşmüş
oluruz.
Bilinç yalnız değerleri alan ya da almayan,
iğreti bir biçimde edinen ya da köklü bir biçimde özümseyen bir düzenek
değildir, o aynı zamanda değerler yaratan ya da öneren bir güçtür. Değerleri
toplumlar yaratır bireyler benimser diyemeyiz. Değerleri yaratan bireylerdir,
onların yarattığı değerler bazen adsız ürünler olarak bazen de adı belli
ürünler olarak topluma ve tarihe katılırlar.Her değer toplumsal geçerliliği
ölçüsünde değerdir. Gerçek değerler bilinçte yerini bulmuş, bilincin öbür
öğeleriyle bütünleşmiş değerlerdir. Bilincin tartışmadan aldığı değerler kabuk
değerlerdir. Onlar dıştan benimsetilmiş değerler ya da daha doğrusu göreneklerin
dayattığı değerler olmakla, zorlama değerlerdir, buna göre güç durumlarda
vazgeçilebilir değerlerdir. Gerçek ahlak ve gerçek sanat bilinçte, bireyin
bilinç koşullarında temellenir. Dıştan edinilmiş ahlak kuralları kişiyi gerçek
anlamda ahlaklı yapmaya yetmeyeceği gibi dıştan edinilmiş estetik kurallar da
kişiyi sanatçı yapmaya yetmeyecektir. Gerçek ahlak özgürlük ahlakıdır. Gerçek
sanat etkinliği özgür eylemde gerçekleşir.
Değerlere geldigeçti bir ilgi duyan hatta hiç
ilgi duymayan bireylerin oluşturduğu toplumlar sorunlu toplumlardır, mutsuz
toplumlardır. Bu sıkıntılı durum bir toplumda bireylerin yetkin bilince ulaşma
koşullarını yaratamamış olmasıyla belirgindir. Bu gibi toplumlar gerçek anlamda
toplumsal bir yaşam sürdürme konusunda büyük eksiklikler yaşarlar. Hatta aşırı
bilinç yetersizliği gösteren bireylerin oluşturduğu toplumlar toplum olmaktan
çok birer katışmaçtırlar, bir bütün oluşturmayacak biçimde yanyana gelmiş
bireylerden oluşmuşlardır. Onların bütünselliği her an dağılmaya yatkın
rasgele bütünselliktir. Bu gibi toplumlar kaba yarar değerleriyle yetinirler
ve özellikle ahlak değerleri karşısında ve estetik değerler karşısında
ilgisizdirler. Bunlar ahlak değerlerine belli ölçülerde sahip çıkar görünseler
de estetik değerlere tümüyle sırtlarını dönerler. Bu gibi toplumlarda
insanların bencillik duvarını aşıp özgeci bir tutumla insanlığa kavuşabilmeleri
olası değildir. Oysa gerçek değerler bireyleri topluma, toplumları insanlığa
bağlarlar.
Değer sorunu oldukça karmaşık görünen bir
sorundur, bu sorunu böylece azçok belirgin kılmış olduğumuza inanarak şimdi
aşkta değer konusunu ele alalım. Aşk değerleri ahlak değerleriyle estetik
değerler arasında bir yer tutar. Aşkta hem güzelin hem iyinin belirgin bir
ağırlığı vardır. Böyle olmakla aşk hem sanat hem ahlak açısından bir bütünlük
ortaya koyar. Aşkla yönelmek hem iyiyi hem güzeli amaçlayarak yönelmektir.
Aşkın güzel’le ilgili yanı her şeyden önce sevgilinin güzel olması
gerektiğiyle ilgilidir. Burada güzel dediğimiz şeyin son derece göreli olduğunu
söylemeye gerek var mı? Her kişi aşık olduğu kişiyi güzel görmeye eğilimlidir.
Türsel yetersizlikle belirgin bir takım çok göze batar çirkinliklerin dışında
bütün sevgililer güzeldir. Güzel’in gerçekte iki ayağı vardır, bir ayağı bizi
evrensele bağlar, bir ayağı doğrudan doğruya özeldedir. Şair sevgilisini
tanımlarken onda her şeyden önce sınırları pek de belli olmayan buğulu bir
güzelliğin varlığını duyuracaktır. Bizim halk şiirimizde aşk aynı zamanda güzel
sevmek olarak tanımlanır. Örneğin Karacaoğlan güzeli şu nitelikleriyle
tanıtır bize: “Güvercin topuklu hem ince belli / Gerdanı bir karış püskürme
benli.. ./Güvercin duruştu keklik sekişti / Kıl ördek boyunlu ceran bakışlı /
Tavus kuşu gibi göğsü nakışlı /Elmadan kırmızı elmastan beyaz... ”
Göreli olsun olmasın ya da daha doğrusu bir
yanılsama olsun olmasın sevgilinin güzelliğini tartışmak doğru olmaz. Her aşık
sevdiği kişiyi mutlak bir güzellikte görmese bile gene de güzel görecektir ve
onu başka güzellere değişmeyecektir. Sevilen kişi bir başka güzelin, bir dahagüze-
Z’ in kendi yerine göz dikebileceğini, kendi yerini alabileceğini düşünerek
tedirgin olur. O noktada kıskançlık duyguları yoğunlaşır. Çünkü aşkın temel
belirleyeni güzelliktir diye düşünülür. Ancak unutmamak gerekir ki insan için
güzellik çokyönlüdür ve güzel kavramının sınırları geniştir. Böyle olmasaydı
estetikçiler evrensel yargılar ortaya koyarken ya da daha doğrusu evrensel
düzeyde değer yargıları ortaya koyarken çok da güçlük çekmeyeceklerdi. Ne
olursa olsun sevgili güzeldir, güzel olmalıdır, güzel olmak zorundadır, hatta
güzellik aşkın zorunlu koşulu gibidir. Gevheri bir şiirinde sevgilisine
yeterince güzel olduğunu, öyleyse aşkının dağılıp gitme tehlikesi
göstermediğini pek güzel bir dille anlatır:
Ne ağlarsın ela gözlüm
Gönül senden ayrılır mı
Bu güzellik sende iken Gönül
senden ayrılır mı
Hep güzeller bura gelse
Aşıkın halinden bilse
Cümle alem güzel olsa
Gönül senden ayrılır mı
Güzeller gelse cihana
Hüsnün olmazdı bahane
Padişah olsan devrana
Gönül senden ayrılır mı
Ol Gevheri gelmeyince
Gönce gülün dermeyince Ya sen ya ben ölmeyince Gönül senden ayrılır mı
Kant gibi biz de her estetik değerde evrensel
bir şeylerin olması gerektiğine inanabiliriz. Bir sanat yapıtı karşısında duygu
ve düşünce dünyamız bizi doğrudan evrensele doğru yola çıkarır: yapıtta herkes
için geçerli, herkes için ortak bir şeylerin olması gerekir. Bununla birlikte
o çok özel özelliklerle örülmüştür. Aşktaki güzel, estetiğin konusu olan
güzelden daha kaygandır. Her kişi sevdiğinde gerçek anlamda bir güzelin
varlığını görür. Hatta sevgilinin güzelliği eşsiz bir güzelliktir, aşılmaz bir
güzelliktir. “Benim sevgilim güzel değil ama çok iyi yürekli” diyen
kişiye aşık diyebilir misiniz? Aşık olan her kişi bir güzel’i sevmektedir.
Ancak buradaki güzel sanatta olduğu gibi yalnızca oluşum koşullarıyla ya da
yapısal koşullarla ilgili değildir. Yani aşkta güzelliği salt ağız, burun,
kalça güzelliği olarak görmek olası değildir. İşte o noktada güzel’e iyi’nin
katıldığını görürüz. Sanat yapıtında alttan alta belirleyici özellikler
gösteren iyi aşkta iyiden iyiye öne çıkar ve güze- l’in alanına özel bir güç
olarak yayılır. Aşkta iyi, güzel kadar belirleyicidir, onu estetikte olduğu
gibi gerilere çekmek hatta doğrudan doğruya gidermek olacak iş değildir. “Güzellik
kıymeti bin altın değer / Netmeli güzeli huy olmayınca" der
Karacaoğlan.
Bu da bize aşkın basit bir duygulanım alanı
olmaktan çok ötede gerçek bir kültür ortamı olduğunu gösterir. Aşk bir değerler
ortamı olmakla bir kültür ortamıdır. Her yerde olduğu gibi aşkta da değer her
zaman insani olanı tasarlamakla ilgili bir öngörüyü kendinde taşır, bu yüzden
her zaman geleceğe açıktır, dural değil düzenleyicidir, yönlendiricidir, her
durumda bir aşkınlık istemini duyurur. Hiçbir aşk yarınına ilgisiz değildir,
her aşk şimdide bir duygu ve düşünce yoğunluğu gösterse de. Bu yüzden aşk
denildiği zaman bir tasarlama gücü, bir yaratıcılık istemi akla gelir. Tüm
sanatçılar gibi tüm aşıklar da yeninin peşindedirler: onlar alışkanlıkların
aşkı söndüreceğini ve uzun erimde yiyip bitireceğini bilirler. Tüm sanatçılar
gibi tüm aşıklar da tam anlamında inatla ve dirençle yeninin peşinde olurlar.
Burada sanattaki özgünlük gibi bir özgünlük istemi belirgindir. Yapıt güzeldir,
çünkü eşsizdir. Aşk da eşsizliklerde kendi varoluş nedenini bulur. Buna göre
her aşk kendi değerlerini kendi yaratır. Her aşk heyecanlarıyla ve
tasarımlarıyla, renkleriyle ve aykırılıklarıyla apayrıdır. Evet, aşklar
bambaşka şeylerdir, biri öbürüne benzemez, biri öbürüne örnek oluşturmaz. Aşk
öykünülemez ve dışa kapalıdır, sanatta olduğu gibi aşkta da anlam simgelerle
taşınır, ama iki kişilik simgeleri bizler kavrama olanağını kolay kolay elde
edemeyiz. Sanatta herkese açık olan değer burada zorunlu olarak iki kişiliktir.
Buna göre aşıklar birbirlerini okurlar ama biz aşıklan okuyanlayız. Aşkın
alanına girmek olasılıkların sonsuzluğuna dalmaktır.
Aşk özel dilini özellikle aşk oyunlannda kurar.
Aşk oyunları güzelle iyiyi bir araya getiren özgün anlatım biçimleri
oluştururlar. Aşk oyunu hem bir hazzın konusudur hem de iletişimi sağlar. İşte
aşkın değeri bu noktada belirir. Hayvan cinselliğinde geniş çerçeveli bir
olasılıklar ağından sözedemeyiz. Hayvan için her edim düzenlenmiş bir biçimsellikte
gerçekleşir ve olasılıklara büyük ölçüde kapalıdır. Oysa insan için
olasılıklar vardır, aşk oyunları bu olasılıklar çerçevesinde yaratıcı
edimlerin denenmesiyle gerçekleşir. Bilimi, sanatı, felsefeyi verimli kılan
olasılıklar aşkı da verimli kılar. Buna göre gerçek bir değerler ortamı olan
aşk özünde yaratıcıdır: kendi anlamlarını yaratırken bilince yeni ufuklar açar,
yeni bakış olanakları oluşturur. Sanatta olduğu gibi aşkta da görü çok
önemlidir. Ancak görmeyi bilenler yaratıcı olabilirler. Sanatsal biçimlerde
olduğu gibi aşkla ilgili davranış biçimlerinde de irsifii buluruz, insanın
bilemediğimiz yanlarıyla yüzyüze geliriz.
Sıradan bilinçler sanatta olduğu gibi aşkta da
çok şey aramazlar. Aşk bir değerler ortamı olmakla bir içtenlik alanıdır. Aşkta
sevgililer dış dünyadan bucak bucak gizledikleri, hatta çok zaman gizlememeleri
gerekirken gizledikleri pekçok şeyi birbirlerine açık ederler. Aşkta haz- zın
temel kaynaklarından birini bu içtenlikli açılım oluşturur. İçtenlik aşkta
değerin pahalı kumaşıdır. Ama aşkı daha ucuz bir kumaştan biçtiniz mi iyi
sonuç alamazsınız. Seven sevdiğinin gizlerine girmekle eşs'“ bir heyecanı
yaşar. Demek ki aşkta yaratıcılığın kaynağını davranışla taşınan içtenlikli
duygusallıkta ve düşünsellikte aramak gerekir. Freu- d’un gösterdiği gibi, her
insan ediminin bir anlamı vardır ve aşkta ruh- sallığın açılımları davranış
biçimlerini kesinlikle koşullar, ona en ince özelliklerini, en yetkin anlatım
olanaklarını kazandırır. Her insan bireyi bir özne’dir, onun bir şey’den daha
başka bir şey olan bedeninde öznel- ligin özellikleri dışlaşır. Demek ki aşk
başhbaşına bir değerler alanıdır. Yaşamın sanki zorunlu bir yüzüdür. Onda
değerin ya da değerlerin oluşabilmesi için her şeyin tam bir özgürlükte,
eksiksiz bir sereserpelikte yaşanması gerekir. O değeri bir beden-ruh
birlikteliğinde yaratır. Latin şairi Catullus’un Geceden önce şiiri
(çeviren: Oktay Rifat) bize aşkın bu ikili yüzünü pek güzel gösterir:
Yaşayalım Lesbia ’m, sevişelim,
Metelik vermeden homurtusuna
Kıskanç ve suratsız ihtiyarların.
Batan gün her sabah yeniden doğar;
Ama bizdeki bu süreksiz ışık
Bir kere söndü mü ötesi gece;
Hiç bitmeyen bir gece, tek ve sonsuz,
Bin kere öp beni, öp, yüz kere öp;
Bin kere, sonra yüz kere yeniden.
Bin kere, yüz kere, öp durmadan öp,
Şaşır sayısını, şaşır Lesbia ’m,
Şaşır ki sevdamıza göz değmesin.
Aşkın değeri bir bütünsellikte, bir ruh-beden
bütününde gerçekleşir. Gerçek aşklar insanın kendini sevgiliye tam olarak
armağan ettiği aşklardır. Aşkın adanmışhğı bu noktada anlam kazanır.
Sakınıkhkla aşk olmaz ve her türlü sakınıklık aşkı öldürür. Ancak insanlar çok
zaman kendilerini tam olarak verme rahatlığında olmadıkları için aşkta değerlerin
oluşumu yarı yolda kalabilir. Yazık edilmiş nice aşklar vardır. Bu yüzden aşk
yürekliliği gerektirir. Yürekli değilsek aşkla işimiz olmamalıdır. Yüreksizce
yaşanılan aşklar ya aşk olmaktan çıkarlar ya da hastalıklı özelliklere
bürünürler. Aşkın hastalıklı özelliklere bürünmesi de aşk olmaktan çıkması
değil midir?
İlk bakışta öyle görünmese de aşk son derece
verimli bir kültür alanıdır. Aşkı bir kültür etkinliği kılan onun duygu-düşünce
yanıdır. Onda bilinçler gerçek anlamda bir ortaklaşma içine girer. Cinsellik
tüm ince görünümlerine karşın kabasabadır. Çünkü tam tamına doğalla ilgilidir
ya da düpedüz doğaldır. Doğal olan insani olanın temelidir, insani olan doğal
olanın üzerine temellenir. Ancak salt doğallık bizim için ürkütücüdür, biz her
doğalda insanla ilgili bir şeyler bulmak isteriz. Sanat da doğal olanı yalnızca
gereç olarak kullanır. Salt doğal olanla yüzyüze geldiğimizde belli bir ölçüde
yabancılık duyarız, bir başka gezegendeymişiz gibi ürpeririz. İnsanın ürkütücü
doğal etkinlikleri arasında insani açıdan en özelliksiz olanı belki de cinsel
edimdir. Onun aşka dönüşmesi doğallığını elden bırakmadan çok özel özellikler
edinmesi demektir. Doğal olanda özel özellikler yoktur. Bazen biz doğaya
kendiliğimizden böyle özellikler yükleriz, bu da öznelliğimizi doğaya
yansıtmak anlamına gelir. Doğal her zaman basmakalıptır. Doğal her zaman
geneldir. Onun en özel görünümleri bile bize özgünü duyurmaz. En güzel doğa görünümü
de bir doğa görünümünün bir başka biçimidir. Doğada sanat yoktur, aşk da
yoktur.
İnsan duygulanan bir varlıktır, duygusallıktan
soyulmuş bir insani tutum ya da davranış kendini bilen her kişiye ters düşer.
Duygusallık dış dünyayla ve kendimizle her dokunuşmamızda bir zorunluluk olarak
kendini gösterir. Her bilinç edimi zorunlu olarak duygusaldır. Yaşamımızı
duygusallıklardan arındıranlayız, buna gerek de yoktur. İnsan doğal ge-
reksinimlerini yerine getirirken bile, yemek yerken
bile, çişini yaparken bile insan olduğunu unutmamak durumundadır. Cinsellik
elbet enaz düzeyde de olsa insana belli bir duygusallığı kendiliğinden
getirecektir, ancak böylesi bir duygusallık cinselliği doğallığından
çıkarmayacak ya da daha doğrusu cinselliğin doğallığına pek bir şey eklemeyecek
ve aşkın kimliğini gölgelemeye yetmeyecektir. Bir kadını tabanca zoruyla cinsel
ilişkiye zorlayan adamın duygusallığı kim bilir ne biçim duygusallıktır. Evet,
en basit ya da en kaba cinsel yönelimde bile belli bir duygusallık bulunabilir,
ancak bu duygusallık insan için yeterli olmayacaktır. Duygusallık cinselliği
insanileştirerek aşka dönüştürür. Buna karşılık kolaycılık aşkın anlamını
yokeder ve insanı iki ayaklı memeli durumuna indirger. Karşı cinsten
birine tam anlamında cinselliğin belirleyiciliğinde yönelenler kendilerini
doğal olarak iki ayaklı memeli hayvan olarak duyacaklardır.
Aşkta insan vardır, başkası vardır.
Cinsellikte başkası nesneyken ya da daha doğrusu büyük ölçüde nesneye
indirgenmişken aşkta tam anlamında öznedir. Aşk ilişkisi özneden özneye
ilişkidir, bu yanıyla yapıtla izleyici ilişkisi gibi bir ilişkidir. Başkası
cinsel nesne olarak algılandığında aşk tüm gerçek anlamlarını yitirir yani aşk
olmaktan çıkar. Gerçek aşk iki kişinin, karşı cinsten iki kişinin, iki
ruh-beden bütününün diyalektik bir ilişkide birbirini keşfetmesi, birbirinin
gizlerini ortaya çıkarmasıdır, doğrudan doğruya iki kişilik ya da daha doğrusu
yalnızca o iki kişiye özgü bir ortam oluşturmasıdır. Aşkta insanın keşfi olgusu
bütün sıcaklığıyla, bütün derinliğiyle, bütün renkleriyle gerçekleşir. Başkası
bizim için her zaman bir gizler yumağıdır, bu gizin aşkta sonuna kadar
çözüleceğini düşünmek olası değildir. Bir başka insanda biz bizim için
anlaşılır olması gereken özel özellikler buluruz, bu özellikler kat kat
örtüler altında sessiz dururlar ya da bir takım kuytularda bekleşirler, onları
görünür kılmak için aşkın yoğun içtenlikli etkinliğine gereksinim vardır.
Ancak, gizlerin altından gizler fışkırır ve bir insanın keşfini tamamlamak
olası değildir. Başkasının bakışında, duruşunda, davranışında ben özel
belirtiler bulurum, bu belirtiler hatta dizgesel bir dil oluştururlar, bu dil
çok zaman gündelik dilden daha etkili yani daha anlatımcıdır. Gündelik dilin
kabasaba kaldığı yerde davranışın dili yoğun anlamlar ortaya koyacaktır. Bu
yüzden aşkı rahatça bir kültür ortamı olarak tanımlayabiliriz. Aşk bir
kültür ortamıdır, aşk ilişkisi bir kültür ilişkisidir.
Aşkta karşı cinsten iki kişi kendi bilinç
koşulları çerçevesinde ortak bir duygusal-düşünsel iletişim alanı kurarlar.
İnsan dünyasında anlamların iletimi hiç de kolay bir iş değildir. Sanatta bu
iş yoğun simgelerle gerçekleştirilir. Aşkta belirtiler vardır. Bu belirtiler
büyük ölçüde simgesel özellikler taşırlar. Aşkın dili büyük ölçüde simgesel
olmakla birlikte çok özeldir. Sözden çok davranışta yoğun bir simgeselliğin
kendini ortaya koyduğunu görürüz. Aşkta da sanatta olduğu gibi bir simge yani
bir özel imge bize geniş çerçeveli anlatım olanağı sağlayabilir: bir duruş,
bir bakış, bir yüz çizgisi bir araya gelerek kolay kolay anlatılamaz olan bir
duygu-düşünce bütünü için taşıyıcı rolü oynayabilir. Aşkın simgeleri de sanatın
simgeleri gibi karmaşıktır. Aşktaki simge sanatta olduğu gibi yapay değildir,
kendiliğinden oluşan bir simgedir. Lope de Vega “Aşıkların nabzı yüzlerinde
atar ” diyordu. Gerçekte insan kendini gizleyen bir varlıktır, o yalnızca
aşkta kendini ele verir. Bu kendini ele veriş biraz isteyerek biraz da
istemeyerek gerçekleşir. İnsan bir tür ikiyüzlülüğü bir varoluş koşulu gibi
yaşar. Birer zorunlu içtenlik alanı olan sanatta ve aşkta bu ikiyüzlülük
geçerliliğini büyük ölçüde yitirir. Ne aşağıhkduygusu ne de onun bir başka
biçimi olan yükseklikduygusu bu ikiyüzlülüğü sonuna kadar güvence altında tutabilir.
Ben’i koruyan örtü bir yerde yırtılır, derinden
bir şeyler yüze çıkmaya ve kendini göstermeye başlar. Bu elbette, az önce de
belirlemeye çalıştığımız gibi, insanın tüm varlığını, varlığının tüm
derinliklerini ortaya dökebileceği ve bir başkasına gösterebileceği anlamına
gelmez. İnsan ruhu gariptir, kaldırdığınız bir örtünün altından bir başka örtü
çıkar. İnsan ruhunun gizlerini çok zaman bilmeyiz, tanımayız. Ancak bu noktada
yazgıya başeğmek de gerekmez. Biz onları bilip tanımalıyız ki başkasına da
gösterebilelim. İnsanın gizlerini nesnele götürme işi sanatçının
yükümlülüğündedir. Maskelerimiz çok şeyi toplumsallık içtenliği gerektirmez
gerekçesiyle gizler. Toplumsallık örtüsü aşkta bile insan için pekçok durumda
yanıltıcı olabilir. Ayrıca, ben olma gösterileri aşkta da vardır: şarap
şişesinin tıpasını bir çekişte açmaya çalışarak güçlü erkek imgesi
oluşturmaya çalışan kişi bu gösterinin karşı cins üzerindeki etkisine çokça
inanarak kendini gülünç etmektedir. Kişi bu tür gösterilerle aşk yönelimlerinde
verim sağlamaya bakar. Evet, aşkta toplumsal bilinç özel bilinci tam anlamında
boğmak isterken hiçbir zaman gündelik yaşamdaki başarılarını gösterme fırsatı
elde edemeyecektir. Aşkta bedenlerden önce ruhlar çıplaktır ya da çıplak
olmalıdır.
Gerçek aşkta toplumsal bilinç bir kabuk gibi
soyulur ve bireysel bilinç tüm içtenliğiyle ya da tüm çıplaklığıyla ortaya
çıkar diyebilir miyiz? Yüzde yüz olmasa da bu olgu ya da buna benzer bir olgu
elbette gerçekleşir. Öznel bilinç aşkta aradığını bulur, sıkıntılı örtülerinden
sıyrılır, azıyla çoğuyla kendini ortaya koyma dinginliğini ve sevincini yaşar,
aynı zamanda bu dinginliğin ve sevincin getirdiği hoş esintileri, tatlı dalgalanmaları
ya da alıp götüren heyecanları yaşar. Her yerde kendini sıkan insan aşkta
kendini sıkmamaktan yana olur. Aşkı bir toplumsallık alanı gibi algılayan ya da
toplumsallık bilincini aşkta da sürdürmek isteyen kişi düpedüz hastalıklıdır.
Bu çerçevede tüm sakınmalar sağlıksızlıkla ilgilidir. Sevgilisine ayaklarını
ya da göğüslerini göstermek istemeyen bir kadm iyileşmek için bililerine
başvurmak zorundadır. Birey aşkta başkası'nn gizlerini açar, başkasının
gizlerine girer. Aşk ortamı değişik öznel özelliklerin çeşitli dokular
oluşturduğu bir ortamdır, bir güzellikler ortamıdır. Evet, her yerde toplumsal
bilinç düzeyinde kendini alabildiğine savunan birey aşkta kendini bırakır ve başkası’na
teslim olur. Bu karşılıklı bir teslim olmadır.
Kişi aşkta toplumsal yaşamdaki o yalancı ya da
yapmacıklı içtenliğini bir yana bırakmıştır. Aşk böylece karşılıksız ya da
hesapsız bir yöneliş olur. O durumda sevdiğinizi her şeyiyle seversiniz, ama
onu örneğin çirkinlikleriyle değil çirkinliklerine karşın seversiniz. Ayrıca
aşkta hiçbir şeyi yüzde yüz benimsemek zorunda değilsiniz. Aşk her koşulda
mutlak bir benimsemeyi zorunlu kılmaz. Aşk elbette hesapsız ve karşılıksız bir
yöneliştir ama gene de sonsuz bir bütünleşmeyi ya da sonuna kadar bütünleşmeyi
gerektirmez. Zaten sonsuz bütünleşme fikri boş bir fikirdir. İnsan kökleri
gövdesinden daha büyük bir varlıktır, saçak köklere kadar, köklerin en ince
süreçlerine kadar inmek olası değildir. O noktada herkesin herkese en sonunda
söyleyebileceği şudur: ‘‘Ben bilmiyorum ki sana söyleyeyim. ” İnsandan
insana duygu-düşünce iletimi her zaman sorunludur. Dil her zaman eksikli bir
anlatım düzeni ortaya koyar. Bedenin dili bile o noktada yetkin düzeyde
anlatımcı değildir.
Cinsel edim bedensellikle sınırlanırken,
ruhsallığı kaplamazken, aşk tüm bedeni ve ruhu kavrar, bilincin bütününü ele
geçirir ve her bilinç olgusuna kendinden renk katar. O zaman tüm beden
anlatımcı özellikler kazanır, anlam özellikle gözlerde yoğunlaşır. Bilinç ne
ölçüde duygu ve düşünce açısından yetkinse aşk o ölçüde anlam yüklü olur.
Fikir gündelik dilde, aşkla ilgili duygular ve düşünceler dilin ve bedenin anlatım
özelliklerinde açıklığa kavuşur. Bu biraz da çok özel bir dil oluşturmaktır.
Oluşturulan bu dil iki kişilik bir dildir, dıştan azçok yorumlanabil- se de her
durumda iki kişinin ortak dilidir. Başkasının bedeni benim için anlamlar ortaya
koyan bir kültür nesnesidir. Maurice Merleau-Ponty Ph£nom€nologie de la
perception (Algının olgubilimi) adlı kitabında, özellikle bu kitabın Le
corps comme etre sexue (Cinselleşmiş varlık olarak beden) adlı bölümünde
insanı öznellik ve nesnellik karşıtlığında ele alır: “insan genellikle
bedenini göstermez, bedenini gösterdiğinde bunu bazen korkuyla bazen de çekici
olma eğilimi içinde yapar. Sanır ki bedeninde gezinen yabancının bakışı onu
kendinden çıkaracaktır ya da tersine bedeninin sergilenmesi başkası ’nı
savunmasız biçimde ona bırakacaktır, o zaman da başkası köleliğe indirgenmiş
olacaktır. Utanç ve utançsızlık, köleninkiyle efendininkine benzeyen bir ben ve
başkası diyalektiğinde yer alır, böylece bir bedenim olmakla başkasının bakışı
altında nesneye indirgenebilirim ve onun gözünde kişi sayılmayabilirim, ya da
tersine onun efendisi olabilirim ve bu defa ben ona bakabilirim, ancak bu
efendilik bir açmazdan başka bir şey değildir, çünkü değerim başkasının
arzusuyla anlaşıldığında başkası benim kendisiyle tanınmayı istediğim kişi
değildir artık, büyülenmiş bir varlıktır, özgür değildir, böyle olmakla benim
değerimi bilebilecek gibi değildir. Bir bedenim olduğunu söylemem, bir nesne
olarak görülebileceğimi ve bir özne olarak görülmeye çalıştığımı, başkasının
benim efendim ya da kölem olabileceğini söylememdir, öyle ki utanç ve
utançsızlık bilinçlerin çoğunluğunun diyalektiğini açıklar ve metafizik bir
anlam taşır. ”
Görüldüğü gibi aşk ilişkisi her şeye karşın
sorunlu bir ilişki ortaya koyar. Onu bir köle-efendi diyalektiğinde anlamaya
çalışmak da olasıdır. Ancak ne olursa olsun aşk alanı karmaşıktır,
çelişkilidir, bir uyuşma alanı olduğu kadar bir yıkışına alanıdır. Onun bir
kültür ortamı oluşu da bu çerçevede anlaşılmalıdır: biz kendimizi yalnız
olumlamalarla değil aynı zamanda yadsımalarla varederiz. Buna göre insan
dünyası bir kültür dünyasıdır, aşk alanı da tepeden tırnağa bir kültür
ortamıdır. İnsan doğada bir kültür varlığıdır, onun kültür etkinliği doğaya
işler. Doğada onun varlığının izleri vardır. İnsan-doğası doğada özel bir doğa
ya da ikinci bir doğa gibi durur. Bu konuda Maurice Merleau-Ponty şunları
söyler: “Doğa kişisel yaşamın merkezine doğru nasıl işlerse davranışlar da
doğaya öyle işlerler ve oraya bir kültür dünyası biçiminde yerleşirler. Ben
bir fizik dünyaya sahip olmakla kalmıyorum, ben yalnız toprağın, havanın,
suyun arasında yaşamakla kalmıyorum, benim çevremde otoyollar, ekili alanlar,
köyler, kiliseler, aygıtlar, bir çan, bir kaşık, bir pipo da var. Bu nesnelerden
herbiri, kendinde, yarar sağladığı insan eylemlerinin belirtisini taşıyor. ”
Kültür yaşamı bizi doğrudan toplumsal yaşama bağlar, giderek bütün insana
bağlar: her kültür nesnesinde ben başkasının varlığıyla yüzyüze gelirim. “Kültür
nesnesinde ben başkasının yakın varlığını bir adsızlık örtüsü altında duyarım”
der Merleau-Ponty. O durumda başkasının bedeni de benim için bir kültür nesnesidir:
“Kültür nesnelerinin ilki, öbürlerinin ondan ötürü varolduğu ilk kültür
nesnesi bir davranış taşıyıcısı olarak başkasının bedenidir. ” Başkası beni
topluma bağlar ama başkası toplum değildir ya da toplumu tümüyle açıklamaz. “Başkasının
belirlenmesi tam olarak toplumun belirlenmesini sağlamaz, toplum ikili ya da
üçlü bir varoluş değildir, bir sonsuz bilinçler toplamıyla birlikte oluştur. ”
Başkasının varlığı aşkta ya da bir başka yerde
nesnel olarak bir çırpıda kendini ortaya koyan bir gizler ortamıdır, ancak
başkasının varlığı özellikle nesnel düşünceye her zaman güçlük çıkarır.
Başkası benim için hem bir kendinde şey’ dir hem de bir kendi için
jey’dir yani hem nesne hem bilinçtir. Ben başkasının bilincini onun bedensel
varlığında yakalarım, ona onun bedeninden giderek ulaşırım. Burada bir benzetmeden
yola çıkmam doğaldır: benim bilincim bir bedende kendini ortaya koymaktadır, bu
durum başkası için de geçerli olmalıdır, başka bilinçlerin de bedenleri
olmalıdır, başka bedenler de bilinç barındırıyor olmalıdır. Başkasının
bedeninde ben bana çeşitli anlamlar sunan davranışlar bulmaktayım. Bu
davranışlardan biri ve hatta başlıcası başkasının bakışıdır. Başkasının
varlığı bana bu başkasının bir başka ben olduğunu duyurur, ikinci bir ben
olduğunu sezdirir, çünkü başkasının bedeni benim bedenimle aynı yapıdadır. "Nasıl
benim bedenimin parçaları bir bütün oluşturuyorsa başkasının bedeniyle benim
bedenim de bir bütün oluşturur ” der Merleu-Ponty. Benim bedenim ve
başkasının bedeni bir olgunun tersi ve yüzü gibidir. Böylece başkası tüm
bedensel varlığıyla bana "insan eyleminin bir merkezi ” olarak
görünür. Dil özel olarak başkasının algılanmasında çok önemli bir etkendir,
başkasıyla benim aramda ortak bir alan oluşturarak onu bana ve beni ona
bağlar. Böylece benler arasında bir duygu-düşence alışverişi gerçekleşir, “benim
düşüncemle onun düşüncesi tek bir doku oluşturur
Merleau-Ponty’de olanaklı olan öznelerarası
iletişim Sartre’da olanaksızın sınırına dayanır. Cinsellik ve aşk konusunda
oldukça ilginç düşünceler ortaya koymuş olan bu iki çağdaş filozoftan biri
başkasının bedenini kişilerarası iletişimin dayanağı olarak belirlerken öbürü “Başkası
hiçliktir ” diyerek böylesi bir ilişkiyi neredeyse tam tamına olanaksız
sayar. L’etre et le neant’da (Varlık ve hiçlik) Sartre şöyle der: “Ben
başkasının egemenliğinden kurtulmaya çalıştığımda başkası da benim egemenliğimden
kurtulmaya çalışır: ben başkasını köleleştirmeye yöneldiğimde başkası da beni
köleleştirmeye yönelir. ” Sartre’da benler arasındaki ilişki son derece
çatışkılı bir ilişkidir. Sartre’a göre “Çatışkı, başkası için varhk’ın kökel
anlamıdır". Ben her zaman başkasının bakışı karşısındayımdır.
Başkasının varlığı böylece beni ele geçirir. Sartre’e göre “Başkasıyla
biroluş gerçekte gerçekleşemez bir şeydir”.Bu birol- ma tasarısı Sartre’a
göre aşkta da gerçekleşmez ve aşkın ülküsü olarak kalır. Bu anlamda aşk baştan
sona bir çatışkılar ortamıdır, bütünüyle bir çatışkıdan başka bir şey değildir.
Başkasının özgürlüğü benim varlığımın temeli de olsa ben her zaman bu özgürlük
karşısında tehlike içindeyim- dir. “Aşk tam tamına fiziksel bir elde ediş
arzusu olsaydı birçok durumda bu istek karşılanmış olacaktı. "Aşkta
biz başkasının özgürlüğünü ele geçirmek isteriz. Böylece sevgili nesneye
indirgendiğini sezer. Buna göre aşk olsa olsa bir tasarımdır, bir girişimdir,
bir ülküdür, ilerisi olmayan bir başlangıç noktasıdır. “Seven, gerçekte,
sevdiğini başkaları arasında bir başka nesne olarak sezer, yani onu dünya
düzeyinde algılar, onu aşar ve kullanır. Seven bakış 'dır. Ben bakışımla
başkasının öznelliğini yokede- rım.
Aşk oldukça güç bir iletişim alanıdır. Tüm
kültür alanlarında kendini pekçok durumda pekçok nedenle gösteren güçlük
burada da karşımıza çıkar. Ne var ki aşkı iyiden iyiye bir iletişimsizlik
alanı saymak, başkasının ben’ini tam tamına girilmez olarak görmek de doğru
değildir. Aşkın güzelliği belki de bize bir çırpıda kolayı sözvermiyor oluşun-
dadır. Kolay ya da güç, aşk kendine göre bir iletişim alanı oluşturur. Bu iki
kişilik alanda çok özel özellikler oluşacak, bu özel özellikler birer haz
konusu oldukları kadar birer iletişim olanağı niteliği taşıyacaklardır. Nasıl
sanata boş bir kafayla giremezsek aşka da hiçbir bilinç hazırlığı olmadan
girmek olası değildir. Sanat da aşk da yalnızca ayrıcalı insanların işi midir?
Burada sözkonusu olan ayrıcahlık değil yalnızca ve yalnızca yetkinliktir. Yalnız
yetkin bilinçler aşkın dar kapılarından girebilirler, aşkın dikenli yollarında
yürümeyi göze alabilirler. Değerler dünyasıyla hiçbir alışverişi olmayan
kişinin sanatla da aşkla da gerçek bir ilişkisi olamaz. Gerçekte değer
dünyasının dışında yaşayan kişiler sanata ve aşka yakın duymazlar kendilerini
hatta bu iki alanı hafife almaya eğilimli olurlar. Onlara göre sanat boş
insanların, aşk zavallıların konusu olabilir.
Aşk bir buluşma, bir kavuşma, bir başkasını
yaratma ve bir başkasıyla yaratılma alanı olduğu kadar bir eksik kalma, bir
iletişimsizlik alanıdır. Dostluğa benzediği ölçüde düşmanlığı andırması
buradan gelir. Karacaoğlan’ın olumsuz dilekleri elbette aşkta bir ulaşma
eksikliğinin anlatımıdır: “Yaz olanda ısıtmalar tutasın / Güz olanda terlemeye
yatasın /Acı acı kırk yıl ağrı çekesin / Daha derdim az diyesin ak gelin ”. Öznelerarası
an iletişim olsaydı aşk bir güçlükler alanı olmayacaktı. Beden saydam değildir,
bedenin dili de yüzde yüz iletken değildir. Yaşamın garipliğidir bu: bilinçler
birbirlerine yaklaştıkça birbirlerini garipserler. İki özne bedenleri
aracılığıyla bir ortak alan, bir kültür ortamı yaratmaya çalışırlar, bu ortak
alanda bir özne öbürünü zorunlu olarak aşar ya da daha doğrusu özneler
birbirlerini aşarlar. Buluşulamamış noktalar kavuşulmuş noktalardan daha
çoktur. Her bütünleşme denemesi bir açmazla son bulacak gibidir. Bu yüzden
aşkta bize Sisyphos’u düşündüren bir şeyler vardır.
Bu yüzden aşk hem vardır hem yoktur. Hem
varlığını tüm ağırlığıyla duyurur hem de bir üflemede uçup gidecek gibidir. Ve
bu yüzden aşkın güvencesi yoktur. Ancak kendini bilmezler aşkta güvence arayabilirler.
Biri sevgilisine şöyle aptalca bir soru sorabilir: "Söyle, beni bütün
bir ömür boyu sevecek misin? ” Aşkta kesinlik yoktur, aşkın geleceğini
oluşturacak koşullar önceden belirlenemez ya da kestirilemez. Ömür boyu tek
bir sevgilinin her şeyi olmak fikri çok hoş bir fikir olsa da gerçekliği
karşılamayan bir fikirdir. Aşk kalıcı uyumları kökten yadsırken tüm yararcı
yönelimlerin dışında bir yüceyi, bir kutsalı, bir eşsizi duyurur. Ancak insan
yaşamında bireyleri durmadan aşağıya çeken bir şeyler vardır. Aşk ayaklan
yerden kesmektedir, oysa gündelik yaşamın belirleyici ağırlığını da yabana
atmamak gerekir. Aşk ortamı iyiden iyiye yalıtılmış bir ortam değildir. Aşk her
dış etkiye açıktır. Aşkın ister istemez dıştan koşullanmasıdır bu. Aşk dıştan
gelen koşullara boyun eğmez gene de. Boy uygunluğu, huy uygunluğu, yaş
uygunluğu, aile uygunluğu ya da toplumsal düzey uygunluğu, ahlak kurallarına
uygunluk, haminnenin beğenilerine uygunluk...aşkı tüketir.
Aşk bir çeşit inmedir: aşkın saati çalar,
gözlerin iki ya da üç saniye birbirine kenetlenmesi aşkı başlatır. Başlangıçta
en büyük yükü yoğun anlam taşıyıcısı olan gözler çeker. Aşk gözlerde sonsuz bir
ışık olarak parıldar. Hatta başlangıçta gözler ilk oluşumu sağlamak için
yeterlidir. Gerçekte gözler her zaman bedensel anlamın merkezidir, ağırlık
noktasıdır, anlamın yoğunlaştığı yerdir. İlk sözü ve son sözü bakış söyler.
Şarkılar bu yüzden gözleri sık sık konu edinirler. Sorun gözlerin güzelliğidir,
ama gözlerin güzelliği daha çok onlarda yansıyan anlamın yoğunluğudur. Bakış
yalın ya da yahtık değildir, bedenin öbür davranışlarıyla bütünleşerek anlamın
sunumuna katılır. "Seni seviyorum ” sözünün içeriği bu yüzden
bakışların sunduğu anlamlar yanında hiç kahr. Çok zaman gözlerin söylediğine
eklenecek çok bir şey yoktur. Söz aşkı yıpratır hatta. Aşıklar kendi
durumlarını konuşmak istediklerinde birbirlerine anlamsız şeyler söyleyip
birbirlerini kırabilirler. Gözün dilinde yanlış anlatmalar olmaz ama gündelik
dil sanatta olduğu gibi özenle kurulmadı mı bazen bir şeyin tam tersini
söyler. Gene bir manide şu anlamlı sözlerle karşılaşırız: “Bahçelerde
gezersin / Çiçekleri ezersin / Gözü sana kayanı / Bir bakışta sezersin ”,
Aşk başlar başlamaz Eros kolları sıvar. Biraz
serseri, biraz katı, biraz dalgacı, biraz düşüncesiz Eros aşkın tüm yasa
düzenini herhangi bir aşk ilişkisinde baştan sona kendine göre etkin kılmak
ister. O zaman Agape araya girer, Eros’un katılıklarını yumuşatır. Eros
doğallıktır ama Agape sevecenliktir. Eros sarılmayı Agape okşamayı bilir. Eros
şimdi- ’dir, Agape her şeyi dünüyle ve yarınıyla ahr. Eros bencil Agape özverilidir.
Agape kendi için bir şey istemez. Adanmışhktır o. Her zaman kurucudur. Eros’un
saldırgan olabildiği yerde Agape bir iyilik meleğidir. Eros yara açar Agape
yara sarar. Eros dayanıklı Agape kırılgandır. Eros ve Agape aşkta tıpkı Zerdüşt
dininin tanrıları Ahuramazda ve Angra- manyu gibi birlikte egemendirler. Ama o
tanrılık düzeyinde egemenlik dengeli bir egemenlik değildir: bazen birinin gücü
bazen öbürünün gücü öne geçer. Ahuramazda daha egemen olduğunda iyilikler,
Angramanyu daha egemen olduğunda kötülükler ağırlık kazanır. Aşkta Eros ve
Agape- ’nin dengeli katılımı önemlidir. Bunlardan biri öbürünün önüne geçmemelidir.
Eros daha egemen olduğunda aşk yırtıcıdır, yıkıcı ve acımasızdır. Agape daha
egemen olduğunda sevecenlik öne geçer. O zaman aşk yumuşar, gerilimini yitirir,
düz bir sevgi olmaya doğru gider. Aşkta güzel olan her ikisinin aynı ağırlıkta
belirleyici olmasıdır.
Kimi düşünürler nedense bir Eros düşmanı gibi
davranırlar. Örneğin Paul Ricceur Eros ve Agape dengesine karşı çıkar ve
Agape’yi savunur. Bu istenir bir şey olsa da olacak şey değildir, ayrıca
istenir bir şey de olmamalıdır. Agape’nin tam anlamında egemen olduğu yerde aşk
ileze bir tutkunluğa dönüşür. Aşkın tam anlamında Platon’cu biçimleri bir
sağlıklılıktan çok bir hastalıkhlığı duyurur. Pierre Bumey Aşk adlı
kitabında ahlakla ilgili engellemelerin Eros’u zenginleştirdiğini söyler. Ona
göre bu engellemeler olmadığı zaman Eros aşırı gelişecek, sa- dizme kadar varan
sapıklıklara yol açabilecektir. Aşkın diyalektiğini belirleyen bu iki öge,
Eros ve Agape, çok eski zamanlardan beri karşı karşıya konulmuştur. Platon’un Symposion
(Şölen) diyalogunda Sok- rates, Mantinea rahibesi Diotime’nin ağzından
Aşk’ın doğuşunu anlatır. Afrodite’nin dünyaya geldiği gün tanırlar şölen
vermişler. Çağrılılar arasında Poros (Çare) da varmış. Yemekten sonra dilenci
kılığında Pe- nia (Yoksulluk) çıkagelmiş, kapıda dikilip durmuş. Nektardan
sarhoş olan Poros, Zeus’un bahçesine girmiş, orada sızıp kalmış. Penia, Poros-
’dan bir çocuğu olsun istemiş. Poros’un yanına uzanmış. Böylece Aşk’a gebe
kalmış.
Aşk demek ki Çare’nin ve Yoksulluk’un
çocuğudur. Aşk yoksuldur, kabadır, pistir, yalınayak gezer, yeri yurdu yoktur,
şurada burada yatar. Bütün olumsuz nitelikleri kendinde barındırır gibidir. Bu
yanıyla tam tamına anasının çocuğudur. Aşk babasından da bir şeyler taşır: güzelin
ve iyinin peşindedir, yiğittir, serüvencidir, attığını vurur, durmadan hile
düşünür, kafası iyi şeylere çalışır, düşünmeyi sever ve bütün ömrünü felsefe
yapmakla geçirir. Aşk ne ölümlü ne ölümsüzdür: bakarsınız başarır, o zaman
vardır, yaşamaktadır; bakarsınız başarısız olur, o zaman ölür. Bu aşk
tanıtlaması bir yana, Platon felsefesinde Aşk’m büyük bir önemi vardır. Platon
aşk’ı geniş çerçeveli düşünüyor, onu bilginin temeline yerleştiriyordu. O bizi
aşağılardan yukarılara doğru yükselten içsel atılımın ta kendisiydi. O olmadan
bilgiye ulaşmamız olası değildi. Denilebilir ki Platon’un diyalektiği tepeden
tırnağa aşkın diyalektiğidir. Bedenselin düzeyinden başlayarak en yüce olana
doğru gelişir. Aşk bilgiye yönelmenin temel koşuludur, bilgiye yönelme
isteğidir.
Eros ve Agape öznellikte, ruhsallığın orta
yerinde çatışırlar ve bütünleşirler. Ancak bu çatışma ve bütünleşme bedenin
katılımını gerektirir. Eros ve Agape çatışması başladığında beden doğrudan
doğruya işe girer. Ruh ve beden bütünlüğü önemlidir, gereklidir; bedensele
açılmayan aşk duygusu eksiklidir ya da sakattır, ruha ve bedene acı verir. Çünkü
aşkın temelinde cinsellik vardır ve cinsellik bedensel etkinliği gerekli
kılar. Ruhbilimciler ve ruhayrıştırmacıları cinsellikte özel olarak duyarlı
bölgelerden sözederler. Aşkta bütün beden duyarlıdır, bedenin tüm bölgeleri ya
da parçaları aynı ölçüde duyarlıdır. Salt cinsellik daha uygun bölgeleri
öngörür. Aşkta böyle bir parçalanmışlık ya da çokyapıh- hk olamaz. Aşkta tüm
ruh ve tüm beden bir bütün olarak kendini ortaya koyar. Cinsellikte sınırlar
vardır, aşkta sınırlardan sözedemeyiz. Aşk varsa tüm bedensellik ve tüm
ruhsallık oradadır. Kısacası aşk bir seçme ve seçerek yüceltme duygusudur.
“Aşk” kavramı kendiliğinden “güzel” kavramına bağlanır.
Aşık olmak güzelin peşinde olmaktır. Aşkın sanata yakın olduğu yer biraz da
burasıdır. Sanatçı güzeli yaratır, aşık güzeli bulur çıkarır. Sanatın ve aşkın
dışında güzel kavramı sınırları oldukça geniş, içeriği oldukça bulanık bir
kavramdır. Aşk güzel duygusu üzerine temellenir. Bilinen tek şey, her sevenin
sevdiğini güzel görmesidir. Hele insan yaşamında “güzel” kavramının “iyi”
kavramıyla sık sık birbirine karıştığı ya da çok zaman bir bütün oluşturduğu
düşünülünce bunu olağan karşılamak gerekir. Güzellik aşkın güvencesidir
diyebiliriz. Güzel duygusu oluşmadan aşk gerçekleşmez. Aşkla güzelin bağdaşımı
en eski zamanlara kadar dayanır. Aphrodite bunun güzel bir örneğidir.
Aphrodite’de aşk ve güzellik bütünleşir. Aphrodite aşkın gücünü simgeler:
rüzgarlar ve bulutlar ondan kaçarlar, toprak onun ayaklarının altında çiçekten
bir halıdır. Çirkin ve biçimsiz Hephaistos’un karısı olması kötü bir yazgı
olmaktan çok belki de yaşamda olması gereken ya da olması istenilen dengelerle
ilgilidir.
Böylece aşk cinselliği çok aşan bir güç olur. O
sessiz, dolaylı, kendiliğinden bir araştırma alanıdır, bir insanlaşma
ortamıdır. Onda insan kendini bulur ve kendini yaratır. Onda insan insanı
keşfeder. Onda insan başkası’na ulaşmanın, başkasına kavuşmanın yollarını arar
bulur. Aşk insan için, gerçek insan için bir kaçınılmazlıktır. Aşk dünyayı sömürmekle
sınırlanmış insan için değil de dünyayı yeniden kurmaya çalışan insan için
zorunlu bir etkinliktir. Sanat gibi aşkta da insan kendini bir ruh ve beden
bütünü olarak yaşar, bu bütünlükten giderek daha geniş çerçeveli bir bütüne
ulaşır. Gerçek aşk, tıpkı gerçek sanat gibi, bir bireyden giderek dünyaya
açıldığımız yerdir. Bir şiirde, bir tabloda, bir müzik parçasında bir insanın
varlığında bütün bir dünyayı görürüz. Aşkta da bir insanla bütünleşmemiz bizi
bütün bir insanlığa ulaştırır. Tek kişiyi sevmeyen bütün insanları sevemez.
Aşk gerçek bir kültür ortamıdır, onda insan olmanın tüm deneyimlerini tıpkı
sanatta olduğu gibi heyecanla yaşarız.
Aşk için çok şey söylendi. Kimi göklere çıkardı
onu kimi yerin dibine batırdı, kimi önemsemez göründü kimi üstüne titredi, ama
ne olursa olsun aşk insanlığın temel yaşamsal etkinliği olarak kaldı. Kim ne derse
desin, insanlığın başlıca sorunudur aşk.. İnsan insan olmaya başlayalı beri,
türünün gelişimini insanca sağlamasına olanak veren ve ayrıca insanlığını
gerçekleştirmesini sağlayan aşkı yaşıyor ve tartışıyor. Aşk insanı anlamada
bir dayanak oldu, sanatçılar insanın nice sorununu aşkın aynalarında çözdüler
ya da yansıttılar. Onlar çok şeyi aşktan giderek açıkladılar, çok zaman aşk
açısından yorumladılar, bunun için genellikle aşkı baş köşeye oturttular. Bu
elbette basit bir yönelim değildi, baştan sona cinselliğin itici gücüyle
açıklanamazdı. Bilim adamlarından ve filozoflardan çok sanatçılar aşkı sorun
ettiler, çünkü aşk bir düşünce ortamı olduğu kadar bir duygu ortamıydı.
Kimileri de onu ya yadsıdılar ya da ondan uzak durmaya çalıştılar, çünkü o sağlıklı
bir yaşam için ciddi tehlikeler oluşturuyordu. Şu manide görüldüğü gibi
öfkeleri canlandırıyordu: “Develer sürü sürü / Yürü sevdiğim yürü /
Öldürdüğün yetmedi / Bir de ardından sürü ”.
Aşk biraz da insanın kendini çırılçıplak ele
verdiği yerdi. Sanatla aşkın kan bağı onların insana bütünsel bir bakışla
yönelmelerinden gelir, insanı duygularından ayırmaksızın bir düşünce varlığı
olarak ele almalarından gelir. Böylece uzun yüzyıllar boyu aşkta insan ve
insanda aşk sanatçının başlıca araştırma alanını oluşturdu. Aşk insana açılan
geniş bir pencereydi, insanı en sağlam o pencereden görebilirdik. Aşka yöneliş
ve aşkla yöneliş öylesine vazgeçilmez bir insanlık durumu oldu ki insana aşık
olan hayvan demenin pek de yanlış olmayacağı anlaşılıyor, insanın bu en
eski ve en köklü sorunu sanatçıların kalemlerinde, fırçalarında, çalgılarında
başka başka anlamlar kazandı. “Aşk ateşin değirmende öğüttüm / Eledim
kalburdan elekten çektim ” diyen Karacaoğlan aşkın güçlüğünü ve
büyüklüğünü bize duyurur.
Aşkın bilime uzak kalışını, bilimsel düzeyde
açıklanabilir olmayışını elbette doğal karşılamak gerekecektir. Bilim
kesinliklerle iş görür. Bilim kesin bilgileri ya da sağlam nesnellikleri
gereksinir. Varsayıma götürüle- bilenle, gösterilebilenle, saptanabilenle ilgilenir
bilim. Aşkı dıştan gözlemlediğimizde de içten gözlemlediğimizde de onunla
ilgili kesin bilgiler ortaya koymak adına sağlam veriler elde edemeyiz. Bilim
aşkı bile tam bir nesnellikte ele almak isteyecektir. Aşk kesinliklerden kaçar.
Aşk nesnellikler temeli üzerinde kendini vareden bir öznellikler alanıdır. Her
şeyden önce bir içtenlik alanı olan aşk elbette bilimin belirleyici,
genelleyici, yasalara indirgeyici bakış açısından kaçacaktır. Sanat gibi o da
gizlenmeyi azçok sever, ne ölçüde çıplaklıklarla var sayılsa da ya da var gibi
görünse de her zaman ince örtüler altında yaşarlığını korur, korumayı bilir.
Sanatta gerçekliği görmekten çok gerçekliği sezmek önemlidir. Sanatçı için
görülen gerçeklik kaba gerçekliktir, gerçek gerçeklik sezilen gerçeklik
olmalıdır. Sezilen gerçeklik ya da ince gerçeklik. Ya da kaygan gerçeklik. “Aşk
çıplaklaştıkça soğur” der J.Owen. Ovidius da vaktiyle “En örtülü ateş
en sıcak ateştir ” demişti.
Gene de aşk bir içtenlikler alanı olarak ruhun
çıplaklığını gerektirir. Bu çıplaklık gene de kendi gizlerini sıkı sıkı
koruyan bir çıplaklıktır. Aşkın büyüsünü iyi korumak, özenle korumak gerekir.
Büyüsü bozulmuş aşk aşktan başka her şeye benzer. Aşkın kendisi bir büyüdür.
Zaten aşk açıklanabilir olmaktan çok yaşanılabilir bir şeydir, yaşanılması gereken
bir şeydir. Onu yaşarken yaşarız da açıklamaya çalıştığımızda uçar gider.
Dolayısıyla onun bilimi ve felsefesi ona her zaman uzak düşecektir. Aşk
üzerine bizim burada yaptığımız gibi çok genel yorumlar yapılabilir, bu
yorumlar da yaklaşımlar olmaktan öteye geçemeyecektir. Bu yüzden aşk alanında
hiçbirimiz kesin bilgilerle donanmış değiliz. Ruh- bilim ve ruhaynştırması
insan ruhunun derinliklerinde büyük bir zenginlik buldu. Ama gene de hiçbir
bilimsellik aşkı baştan sona tanıtlayabilecek gücü kendinde taşımıyor. Bu
yüzden aşk ve onun büyük bir tutkuyla yansıtıldığı sanat gezmekle
bitiremeyeceğimiz bir alan oluşturur. Bu alanda tüm çeşitlilikleriyle insan
vardır. Aşkta insan kendini en ince ölçülerde yeniden yaratır, kendini incelikleriyle
bulur çıkarır. Aşkın yarattığı insan olmasa sanatın kendi başına yapabileceği
çok bir şey yoktur.
Bu alanda bilimin ve felsefenin katkılarını
iyiden iyiye yoksamak da doğru olmaz. Aşkın ne olup ne olmadığı konusunda
önemli bir katkıyı çağdaş ruhbilim araştırmacılarının yazdıklarında
bulabiliriz. Ruhbilim aşkın pekçok bilinmez yanını gözler önüne sererken aşkla
ilgili bir takım köksüz bakış açılarını da geçersiz kıldı. Bilimsel bakış bizi
aşkın duygu ve düşünce boyutundan cinsellik boyutuna doğru çeker. Aşkın doğru
olarak tanınması ve açıklanması için her şeyden önce cinselliğin doğru olarak
tanımlanması ve açıklanması gerekiyordu. Ruhbilimin bu açıdan katkıları önemli
olmuştur. Ruhbilim hiçbir şey öğretmediyse şunu öğretti bize: cinselliğin koşullarını
iyi bilmeden aşkı tanımak olası değildir. Genç insanlar cinselliğin bilgisinden
uzak kaldıkları içindir ki çok zaman aşkta büyük düş kırıklıklarına uğruyorlar.
Bu yüzden cinsellik eğitimi son derece önemlidir, bununla birlikte bütün
dünyada böyle bir eğitimin ciddi bir biçimde uygulanabildiğini söylemek güçtür.
Aşırı duygucu eğilimler aşkın ne olup ne olmadığı konusunda bize yanıltıcı
görünümler sunmuştur. Duygucu sanat bizi bireysele iyiden iyiye yaklaştırırken
bakışımızı nesnelden epeyce uzaklaştırdı. Özellikle duygucu şiirlerde ve
duygucu romanlarda aşkm gerçek görünümleri bulandırılıyor, her şey büyülü bir
çekicilikte neredeyse salt duygusallığa indirgeniyordu.
Cinsellikle belirlenen ve bu yüzden aşağı
düzeyde sayılan aşkm karşısına tüm olumsuzluklardan uzak, tüm katışıklarından
arınmış bir arı aşk koyma alışkanlığı eski bir alışkanlıktır ama
herhangi bir gerçeği karşılamaz. Aşk da insanla ilgili her şey gibi doğaüstü
uçucu niteliklerin değil düpedüz etin kanın kemiğin belirlediği bir insan
etkinliğidir, onda olumluluklar kadar olumsuzluklar bulunacaktır. Zaten insan
yaşamına şöyle dikkatlice baktığımızda onda arı bir şeyler bulmanın
olası olmadığını anlarız. Yaşam baştan sona birbirine karışmış hatta
birbiriyle bileşmiş, birbiriyle bütünleşmiş öğelerden kurulmuştur, onda bir
öğeyi bir başka öğeden, örneğin bir nedeni bir başka nedenden ayırma olasılığı
pek yoktur. Yaşam özü gereği karmaşıktır. Gerçek aşk insanın bütün varlığıyla,
bütün ruhuyla ve bedeniyle yaşadığı aşktır. Bizim için beden- sellikten ayrı
bir ruhsallığın sözkonusu olamayacağını, ruhsal süreçlerin fizyolojik
işlevlerden gelen sonuçlar olduğunu, bundan başka bir şey olmadığım bize XIX.
yüzyılda ruhbilim pek güzel öğretti. Buna göre aşk bir beden-ruh bütününde
açıklamasını bulan bütünsel bir etkinliktir, bir beden-ruh etkinliğidir. Bu
yüzden arı aşk diye bir şeyin olamayacağını, böyle bir yönelimin hiç de
sağlıklı bir yönelim olmadığını rahatça görebiliyoruz. Arı aşk savlan aşk
korkularıyla, aşktan kaçışlarla ilgilidir diye düşünmek hiç de yanlış olmaz.
Her arı aşk tasarımı bir ruh ve beden ayranına giderek bedeni aşk alanının
dışına çıkarmak isteyecektir.
Aşka kendi yönünden açıklamalar getiren bir
başka alan da ahlak alanıdır. Ahlakın, özellikle toplumsal ahlakın aşka kaygılarla
yöneldiğini ve hatta onun üzerinde baskılar oluşturmaya çalıştığını, bunu da
özellikle inanç alanının temel kurallarını kullanarak gerçekleştirmeye çalıştığını
görüyoruz. Gerçekte ahlakın inancı temel almasına gerek de yoktur, o kendi
kurallarıyla da aşk üzerinde ve her şey üzerinde yeterince baskı oluşturabilir.
Ancak salt ahlakın oluşturduğu yetke hiçbir zaman inancın oluşturduğu yetke
kadar büyük olmayacaktır. Evet, inancın aşk üzerindeki baskısı gerçekte ahlak
değerlerini koruma kaygısıyla oluşturulmuştur. Kimileri öyle görürler:
cinselliğin itkileri olmasa insan belki çok daha ahlaklı olacaktı.
Öyleyse cinselliğin etkisini yaşamda belki de enaza indirgemek gerekecektir. Bu
yüzden belki de en iyisi aşkı yasadışı bir etkinlik olarak belirlemektir. Ne
var ki en koyu ahlakçılar bile yaşamı bildiğimiz gibi ya da kendimize göre
düzenleyemediğimizi, düzen leyemeyeceğimizi, insan doğasını zedeleyerek ahlakı
güçlü kılmak gibi bir tasarımın ahlakdışı bir tasarım olduğunu uzaktan yakından
bilirler ya da sezerler. Tutkuları mahkum eden ahlakçılar onları yoketme- yi
beceremedikleri gibi tutkularına tam tamına egemen insan tipini de tüm
çabalarına karşın en azından kendilerinde oluşturabilmiş değiller. Tutkularının
ya da duygularının üzerine çıkabilmiş kişi dün de bir tasarımdı bugün de ancak
bir tasarım olabilir.
İnsan ancak doğallığının koşulları içinde
ahlaklı olabilir. Bu elbette onun ahlakla ilgili tüm temel formülleri işine
geldiği gibi oluşturması gerektiği anlamına gelmeyecektir. Ortaçağ papazları cinsel
hazzı tümüyle mahkum ederken ve cinselliği yalnızca türün varlığım sürdürme
koşulu olarak görürken, cinsel heyecanın önüne geçmek için savlar öne sürerken
insan gerçeğine aykırı her tutumu benimsemişlerdi ve böylesi bir tutumun insan
ruhunu zedeleyeceğini düşünmüyorlardı. Onlar için her durumda doğaüstü
önemliydi. Oysa hiçbir ahlak kurah insandan daha değerli değildir ya da ahlak
dediğimiz kurallar alanı hiçbir zaman insan gerçeğinin üzerinde bir gerçeklik
oluşturmaz. însan ahlak için değil ahlak insan için vardır. Ahlak insan
olmanın en uygun koşullarını etkin kılmakta güçlük çektiği zaman yaşamı
zedelemeye başlamış demektir. İnancı insan yaşamının belirleyici gücü olarak
görmek isteyen katı ahlakçılar bu dünyayı bir üst dünya gerçeğine göre düzenlerken
ya da düzenlemeye çalışırken insanın bir takım doğal güçlerini kırma konusunda
acımasız olmaya hazırdılar. Aşkta ya da bir başka alanda, yaşamın her alanında
kaba ahlak insana büyük acılar çektirmiştir ya da kaba ahlakın etkisinde insan
kendini büyük acılara mahkum etmiştir. Kaba ahlakın, özellikle inançla ilgili
dogmaların belirleyiciliğinde geliştirilen kaba ahlakın çok korkunç ve çok
tehlikeli suçluluk duygulan ya da pişmanlık duyguları yaratma eğilimi içinde
insanı zedelemeye yöneldiğini görürüz.
Özellikle ahlakın büyük bir ağırlıkla yaşamı
koşullamaya kalktığı durumlarda kendini gösteren arı aşk savı insana
bağlanmanın sağlıklı bir biçimini duyurmaz bize. İnsanın insana insanca
bağlanması hem ruh sağlığının belirtisidir hem de sağlıklı bir ruha sahip
olmanın temel koşuludur. Aşk bir yüceltme alanıdır, sevgili her koşulda yüce
varlıktır, ancak buradaki yücelik salt Platon’cu anlamda bir yücelik
olmamalıdır, işin içine Platon’cu sezgiler karışsa da. Sevgilinin bedenini
değil de ruhunu amaçlayan aşırı ülkücü bir yönelim hastalıklı bir ruhsallığa tanıklık
eder. Aşk Platon’cu örtülere bürünmeye başladığı anda sakatlanır. Aşkta koyu
Platon’cu eğilimler yönelen açısından da yönelinen açısından da yaralayıcı
eğilimlerdir. Aşkı ahlak açısından düşünüp tartışmakla yetinerek onu yaşamayı
göze alamayanlar onda cinsellikten tümüyle soyutlanmış bir duygusallığı bulmak
isterler. Birinci Dünya Sa- vaşı’ndan önce Weininger şöyle diyordu: “Aşkın
cinsellikle ortak bir yanı yoktur, çünkü cinsellik aşkın karşıtıdır. Aşk
şehveti dışlar, şehvet aşkı dışlar. Gerçek aşk platoniktir. O Dante ’nin
Beatrice ’ye duyduğu duyguya benzer ya da Bakire Meryem'in yüceltilmesini
andırır. Mutlak ve erişilmez yetkinlik arzusundan doğmuş olan aşk sevgiliden
giderek erişilmez Ben ülküsünü ortaya koymayı ve elde etmeyi öngörür. ”
Cinselliğin hayvani özelliklerinden giderek
aşkı bir kirlilikler alanı saymak aşırı ülkücü bir yönelimi duyurur bize.
İnsanın aşkta ya da başka bir alanda hayvani yanını görmezden gelerek ya da
aşağılayarak kendini üst bir ruhsalhğın konusu yapmaya kalkması kendini
tanıyamamanın ya da inatla tanımak istememenin bir sonucudur. İnsanoğlu insan
olmanın hayvansal yanını görmezden geldiği zaman bomboş bir ülkücülüğün
yanılsamalı dünyasına kapanır kalır. İnsan ruhuyla ve bedeniyle güzeldir,
insan ruhuyla ve bedeniyle aşkı kendine yaraşır kılar, bir ruh-beden bütünü
olarak aşkta ve her alanda yüceliklerini oluşturur. Aşk insanlaştırılmış
cinselliktir, tıpkı sanat gibi bir duyum-duygu-düşünce bütününde kendini ortaya
koyar. Buna göre aşk dokunmanın hazzından duygulanmaya doğru açılan,
duygulanmadan da düşünsel etkinliğe doğru uzanan bir genişlikte kendini
vareder. O yüzden bir diyalektik ilişkiler alanıdır. Onda kaba bir benimseme
olgusu elbette sözkonusu değildir. Onu alman estetikçilerinin Einfühlung’uyla
açıklamak olası değildir. Einfühlung aşkta da sanatta da hiçbir gerçekliği
karşılamayan duygucu bir bütünleşmeyi anlatır. Einfühlung usun kavrayıcı gücünü
dışlar, tam tamına bir duygu bütünleşmesini varsayar. Oysa aşkta da sanatta da
duygusallık düşünsellikle dengelenir, bu yüzden her iki alanda da benimsemeler
ne ölçüde belirleyici olursa olsun kavrama düzeneği hatta eleştiri düzeneği de
bir o kadar belirleyicidir. Einfühlung bizi katışıksız duygusallığın ya da
kaba duygusallığın duvarları içine hapseder. Böylece değerlerin dışına
düşürür. Oysa gördüğümüz gibi aşk bir değerler ortamıdır. Buna göre bir
benimseme ve yadsıma ortamıdır. Bir tartışma ortamıdır. Her yüce değer son
açıklamasını düşünsellikle bulur.
Ancak azçok duygusallıkla sarılmış herhangi bir
cinsel yönelimi de aşk diye belirlemek doğru olmaz. Bir takım yap:
'avranışlarla, çarpıcı gösterilerle, yapmacıklı sözlerle ortaya konulan cinsel
yönelimlere elbette aşk adını yakıştıramayız. Aşk gibi görünen ya da görünmek
isteyen aşklar vardır. Aşkın yükünü çekmeden, acısını çekmeden, sorumluluğunu
yaşamadan aşka benzer bir şeyler yaşamak çok kişinin eğilimidir. Yapay aşklar
garip uzlaşmalar olarak garip görünümler sergiler. Yapay adanmalar, yapay özveriler,
yapay sevinçler her zaman vardır. Uslu aşk akıllı adamın işidir, deli aşk
kendini bilmezlerin işidir diye düşünen nice insan bulursunuz. Oysa aşk her
şeyden önce bir gerilimdir, bu he- yecansal yapısı içinde tıpkı bir sanat
yapıtı gibi özel özelliklerini oluşturur, doğallığı aşan kendi özel
doğallığını oluşturur, kısacası kendi olur. O tıpkı bir sanat yapıtı gibi
özgündür ve kaygandır. O bütün bu yanlarıyla bir güçlükler ortamıdır.
Gene de Einfühlung sanattan çok aşka uyarlı
görünebilir. Kendini eleştirmeyen ya da ussallıktan tümüyle kopuk herhangi bir
sanat yönelimi düşünülemez ama duygucu eğilimler içinde kendini unutmuş ve kendi
havasına dalmış bir aşktan her zaman sözedilebilir. Sorun biraz da yararla
ilgilidir. Aşk kendi yararını kollamasa da zorunlu olarak kendini kollar. İşte
burada ussallığın çok önemli bir katkısı gerekecektir. Yoksa aşk kavramıyla
yarar kavramı birbiriyle hiç mi hiç uyuşmayacak kavramlardır. Ünlü ruhbilimci
ve estetikçi Henri Delacroix şöyle der: “Yararcı algı dünyayı bilmez,
dünyayı ancak onu bozan bir bakış açısıyla algılar. Dünyayla ilişkiye
girmek için dünyayı canlandırmak gerekir. ” Aşk yararcı değildir ve çok
zaman ussallığı geriye iterek mutlak diyebileceğimiz bir duygu ortamı yaratır.
Onda Einfühlung’un azçok geçerli olabileceğini bize düşündürecek olan işte
budur. Gene de Einfühlung kavramından aşkta da sanatta da korkmak gerekir. Onun
öngördüğü yoğun duygudaşlık bizim gözümüzü bir güzel bağlayabilir.
Aşk insanın insana kavuştuğu yerdir, insanın
insanı derinden kavradığı yerdir. Aşk bir açılımdır, buna göre bir özgürlük
ortamıdır. Aşkın ayırıcı niteliği bağdaştırıcı duygular kadar karşıt
duygularla örülmüş olması, birbirini bütünleyen öğelerle olduğu kadar çatışkıh
öğelerle kurulmuş olmasıdır. Aşkta birbirine iyiden iyiye uzak iki dünya, iki
ayrı bilinç, renkleriyle ve nesnel yapısıyla birbirine uzak düşen iki bilinç
bir bütün oluştururcasına bir araya gelirler. Aşkın temel güçlüğü, temel çatışkısı
işte bu noktada kendini gösterir. Seninle de sensiz de olunmuyor diyen
şiirler ve şarkılar bunu bize pek güzel anlatır. Karşıtlık bıkkınlığı,
yorgunluğu, aşın tedirginliği getirebilir. Aşığın zaman zaman “Develer katar
oldu/Dağları tutar oldu/Dün dostum olan bugün /Düşmandan beter oldu ”
dediğini duyabilirsiniz. Dostluktaki uyarlıhk aşkta yoktur: dostlar dünyaya
benzer bakışlarla bakarlar. Dostluk bize çatışkıdan çok uyarhlığı duyurur.
Dostluk yapıcı duygularla örülmüştür, onda yıkıcı etken sözkonusu değildir.
Örneğin gerçek dostlar arasında kıskançlık duygusundan iz bile yoktur. Karşı
cinsten kişilerin dostluğu iğreti dostluktur ve her zaman aşka dönüşmeye
eğilimlidir. Dostluk aşka dönüştüğü anda kendi ussallığını yitirir, genel
özelliklerini özel özelliklere dönüştürür, ça- tışkılı bir yapıya bürünür. O
artık dostluk değil aşktır, bundan böyle yapıcı olduğu kadar yıkıcı olacaktır,
özverili olduğu kadar bencil görünümlere bürünecektir. Aşklar dostluklara
dönüşmezler, en azından sağlıklı dostluklara dönüşmezler. Oysa karşı cinsten
iki kişi sözkonusu olduğunda dostluklar çabucak aşka dönüşmeye eğilimli
olurlar.
Aşkın binbir yöntemi binbir silahı vardır.
Madem ki o hem Penia- ’nın hem Poros’un çocuğudur, ondan iyilikler de
kötülükler de beklenir. Aşk ahlakı elbette alabildiğine geniş bir ahlak
değildir. Savaşta bütün silahlan kullanabilirsiniz diye bir ilke olmadığı gibi
aşkın da belli ahlak kurallanna dayanmaması diye bir kolaylık yoktur, ahlak
değerleri elbet aşkta da bir zorunluluktur. Ancak karşılıklı çekişmenin
getirdiği gerginlik içinde silahlar bilendikçe, tıpkı zaman zaman savaşta
olduğu gibi kuraldışı yollara başvurulur ve böylece ahlaki yönelimin sınırlan
zorlanır. Elde etmenin önemli olmaya başladığı noktada, daha aşkın başla- nnda
seven kişi neredeyse bir avcı kurnazlığına bürünmek zorunda duyar kendini.
Çeşitli oyunlar oynanır, çeşitli yalanlar söylenir. Kur yapmak dediğimiz o
girişim biraz da bir düzenbazlık girişimidir. Cyrano de Bergerac, Roxane’a,
Christian adına serenat yaparken öyle tatlı sözler söyler ki bu sözlerin
düpedüz sonuca gitmek için söylenmiş sözler olduğunu çocuk bile anlayacaktır.
O bölümü Sabri Esat Siyavuşgil’in güzel türkçesinden okuyalım:
...Nedir kipuse? Biraz daha yanyana
Yapılan bir vaattir. Yemindir konmayana.
Bir itirafın candan bir delil bulmasıdır;
Sevişmek masdarının gül
pembe noktasıdır Bir sırdır ki söylenir ağza kulak yerine.
Bir gönül hazzıdır ki hep
derinden derine
Yayılır. Bir visaldir
karanfil lezzetinde.
Biraz kalbden koklaşmak ve
en nihayetinde Dudakların ucundan tutmaktır ruhu biraz.
Aşkı bir tür sevgi saymak, onu sevgi kavramının
altına yerleştirmeye çalışmak olacak iş değildir. Aşkın ne olduğunu
bilmeyenler ya da bilmek istemeyenler onu da bir çeşit sevgi gibi algılamak ve
algılatmak isterler. Onlar isterler ki aşk olsun ama bir rahatlıklar ve
dinginlikler ortamı olsun. Çok kişi aşkın güç bir iş olduğunun farkında
değildir. Buna göre aşka hazırlıksız yakalanmak diye bir şey de vardır. Çok
kişi aşktan yana görünür ya da düpedüz aşktan yana çıkar, ancak aşk üst düzeyde
duygusallıkla ve düşünsellikle sarılmış cinsellik olarak ancak yetkin insana,
değerleri olan insana özgüdür. İşin bu yanı çok zaman unutulur. Sanat gibi aşk
da gerçek alıcısını, gerçek tüketicisini arar. Tabanda içgüdünün bulunması
aşkın türe özgü, herkese özgü olduğunu düşündürebilir bize. Doğrudur, cinsel
içgüdü uyumaz, insan düzeyinde kendini benimsetebilmek ya da
gerçekleştirebilmek için acele bir duy- gu-düşünce maskesi takıverir ya da
duygu-düşünce örtüsüne bürünüve- rir, bir takım yapmacıklarla donanıverir. Ama
ona o noktada aşk deyip çıkmak gerçek aşka haksızlık etmek olacaktır. Evet bile
bile ya da bilmeden sevgiyle aşkı birbirine karıştıranlar pekçok sevgiye hemen
aşk sıfatını yakıştırıverirler. “Sevdim ” demezler de "Aşık
oldum ” deyiverirler. Aşk başka sevgi başkadır.
Sevgiyi elbette hor göremeyiz, hiçe sayamayız
ya da ikincil bir yere oturtamayız. Sevgi başka aşk başkadır. Sevgi de
güzeldir, insan içindir, ama aşk değildir. Aşkın sevgi olmasını isteyenler
vardır. Sevgiye dönüştürülmüş aşk dişleri sökülmüş, yabansılığı giderilmiş aşktır.
Karşılıklı anlayışla belirgin dingin ve sorunsuz bağlılığa daha çok sevgi adı
yakışır. Andre Gide bu yüzden Dünya nimetleri’nde “Sevgi değil, değil
Nathanael, aşk” diyordu. Aşk tutkuyla belirgindir, iyiden iyiye sarsıcı
tutkuyla belirgindir. Sevgide tutku yoktur. Ağırbaşlıdır sevgi, bilgedir.
Sevecendir, görmüş geçirmiştir, hoşgörülüdür, her koşulda anlayışlıdır, kavga
çıkarsa da gözden çıkarmaz, yıkıcı olmayı hele hiç göze alamaz. Sevgi ussaldır,
ussallığın çizgisini büyük bir dikkatle izler, özveriyle izler. Onun her zaman
kendi logos ’ una uygun olması gerekir. En coşkulu sevgi bile
sınırlarını aşmaz, vurup geçmez, derinlerinde anlaşılmaz öğeler barındırmaz,
yoğun tutkularla işi olamayacağını iyi bilir.
Aşk tepeden tırnağa tutkudur. Tutku yoğunlaştıkça
gündelik anlamında ussallık geriye çekilir, o zaman aşkın kendi özel mantığı
ve özel dili oluşmaya başlar. O zaman duygu ve düşünce dünyası pırıltılı bir
görünüm alırken çabucak usdışının yönetimine girer. Aşkın ussallığı bir tür
usdışı ussallıktır. Aşık olan kişi olağan ussallığı elden kaçırdığım, tüm
bilinç etkinlikleriyle usdışının koşullarına uyduğunu görür ya da bilir.
Denetlenebilen şey aşk değildir. Usdışının belirleyici gücü ve duyguların
taşkınlık düzeyine varan aşırılığı aşkı bir çılgınlık olarak anlamamıza olanak
verir. Sanatla aşk arasındaki benzeşme bu noktada belirginleşir. Sanatçı
estetik nesneyi oluştururken nesneyi nesne olmaktan çıkarmaksızın ona kendinden
bir şeyler katar, onu özelleştirir, ona özgün özellikler verir, onu apayrı
kılar ve en önemlisi de ona heyecanla yönelir. Aynı biçimde aşık da sevdiğini
herhangi bir özne olmaktan çıkararak ona kendinden özellikler ular. Bir tür biçimbozma
olarak algılayabiliriz bunu. Sanatçı nasıl üst düzeyde bir anlatım gücü
oluşturabilmek için biçimbozmalara başvurursa...Ama daha çok bir yüceltme söz-
konusudur. Her aşık sevdiğinin kimselere benzemediğini, eşsiz ve hatta
ulaşılamaz bir varlık olduğunu söyleyecektir. Sanatta olduğu gibi aşkta da
gaze/’le yüzyüze geliriz. Aşk çirkinlik fikrini kovar. Karacaoğlan bir şiirinde
“Sürün çirkinleri çıksın aradan” der. Doğrudur, yapıtlar gibi aşklar da
“eşsiz”dirler. Yapıt karşımızda kendi olarak vardır. Aşk da. Bir yapıtı
izlerken bunun bir benzerini görmüştüm dediğimiz anda, o duyguya
kapıldığımız anda tedirgin oluruz. Aşık da sevgisinin ya da daha doğrusu
aşkının başkalannınkine benzemeye başladığını sezdiği yerde sarsılır. Aşk
olacaksa eşsizlikte olmalıdır, zaten her aşk bir benzersizlikte kendini ortaya
koyar. Eşsizlik yerini sıradanlığa bırakmışsa aşk bitmiştir.
Sanatçı yapıtında güzeli bir sonuç olarak
vareder ya da elde eder, onu bir öntasarıma göre oluşturmaz. Evet esin vardır,
çıkış noktası diyebileceğimiz bir fikir vardır, ama güzel yoktur. Güzel başlangıçta
yoktur, yaratma süreçleri boyunca yavaş yavaş belirir, arayışlarla belirir,
çelişkilerle belirir. Aşk da güzel gibi bir sonuçtur, kendi çok özgün
niteliklerini ikili ilişki içinde ortaya koyar. Aşk yaşamak da sanat yapmak
gibidir, benzersizi gerçekleştirmektir. Giizel de aşk da vardır ve oradadır,
varsa oradadır. Hem bir başeğiş hem bir başkaldırmadır. Başeğiştir: aşı 1-
mışlık duygusuyla belirgindir. Başkaldırmadır: engel tanımaz. însan yaşamında
engel tanımayan tek yönelimdir, insanı tartışmasız bir biçimde yükümlü ve
sorumlu kılar. Aşk bir yükümlülüktür ve her yükümlülük gibi sorumluluk getirir.
Bu sorumluluk düpedüz bir yüzde yüz benimseme sorumluluğudur. Aşk alışılmış
sorumlulukları dışlar, göreneksel zorunlulukların çok ötesine geçer, kendiyle
ilgili yüzde yüz koşulsuz sorumluluğu getirir. Sıradan sorumluluklar aşkı
kurulaştırır ve kurumlaştırır, aşk olmaktan çıkarır. Aşk göreneğe düşmandır ya
da en azından ona ilgisizdir. Görenekle ilgili tüm değerlere karşı durur. Ona
dıştan herhangi bir şeyi benimsetemezsiniz. Her aşk kendi kültür koşullarına
göre kendi ilkelerini oluşturarak yaşarlık kazanır.
Genel olarak onu evliliğin bir ön hazırlığı,
evliliğe açılan yolun başı gibi değerlendirirler. İnsan aşık olup evlenmelidir.
İnsana aşk evliliği yakışır. Sevmeden evlenenlere biraz garip bakarız, hatta
onları bir alışverişin tutkuluları gibi değerlendiririz. Ne olursa olsun işin
ucunda evlilik olmalıdır. Aşkın kutsallığı ancak o koşulda onaylanır. Aşık olmak
evlenmek içindir, insan aşık olur ve evlenir. Evet, yazık ki çokları böyle
düşünürler. Aşkı yakından tanımayanlar onu deyim yerindeyse bir evlilik
eşiği mutluluğu olarak değerlendirirler. Evlilik açık ya da örtülü bir
biçimde mutluluğun simgesiyse aşk da evlilik öncesi mutluluğun simgesidir. O
durumda aşk evliliğe bir hazırlık olarak düşünülebilir. Hatta şöyle bile
düşünülebilir: aşk evlilik denilen mutluluğu önce- leyen yoğun mutluluktur.
İnsanlar koşullarını düşünüp tartışmadan mutluluk diye bir şeyi amaç
edinmişlerdir. Onu hep ararlar ama hiçbir zaman bulamazlar. Onun amaçlanır bir
şey olmadığım, amaçlan gerçekleştirirken duyulan bir heyecandan başka bir şey
olmadığını düşünmezler.
Kimilerine göre evlilik mutluluğun
bulunabileceği yerdir hatta tek yerdir. Mutluluk ne aşkta ne evliliktedir ne de
başka bir yerdedir. İnsanlar onu yanlış yerlerde ararlar çünkü, kendilerinde
arayacaklarına dışta bir yerlerde ararlar ve dolayısıyla da bulamazlar. Evlilik
aşkın zorunlu bir sonucu değildir. Evlilik bütün olumsuz özellikleriyle bu
arada getirdiği çeşitli kolaylıklarla ve güçlüklerle aşkı öldüren bir kurum
olarak düşünülebilir. Aşk uçurumun kenarında yaşamaya alışmıştır, rahat yataklarda
sızar kahr. Evlilik en uygun koşulları amaçlar. Aşk değişkenlikle belirgin bir
canlılığı gerektirir. Evliliğin kendine göre kalıpları vardır, bu kalıplar
zaman zaman özgünü duyursalar da birbirinin örneği olan kalıplardır. Bu
kalıplar toplumsal ve türsel amaçlara göre düzenlenmiştir, özellikle çocuk
yetiştirmeye göre düzenlenmiştir. Evlilik bir çocuk yetiştirme kurumudur, buna
göre türü sürdürme kurumudur. Türün sağlıklı bir biçimde sürmesi için bu kurum
bir zorunluluktur. Evlilikte aşk olsaydı evlilik bir kurum olma şansını elden
kaçıracaktı, bir büyük heyecanlar, büyük sarsıntılar, büyük tedirginlikler kurumu
olacaktı. Böyle bir kurumda çocuk yetiştirmek olası değildir. Gerçekte iyi
kurulmuş evlilikler de birer gerçeklik olmaktan çok birer düş oldukları için
insan türünün sağlıklı gelişimi büyük ölçüde sözde kalmıştır diyebiliriz. Her
evlilik kendine göre çatışkılarla varlığını sürdürür. Çocuk yetiştirmek için
oluşmuş bu kurum çocukları zedeleyen bir kurumdur. Ancak çocuk yetiştirmek için
yani türü sürdürmek için daha elverişli bir kurum da yoktur. Evlilik aşkın
çeşitli olumsuzluklarından kendini kurtarırken çok daha büyük ve çok daha
tehlikeli olumsuzlukların içine düşer. Evliliğe en uygun koşul sevgi koşuludur.
Aşk tüm evcil görünüşlerine karşın bir
yırtıcıdır. Onun tüm yırtıcı özelliklerine karşın bir evcil olduğunu da
söyleyebiliriz. Ne var ki ona evcil sıfatını yakıştırırken onu evlilikle
bağdaştırdığımız düşünülmemelidir. Aşk her şeyden önce toplumsal düzeyde bir
uyumsuzluktur, çünkü kendini kendi dışında bir hiç sayar, kendinden başka bir
şeye bağımlı- lanmak istemez. Gündelik yaşamı çekici kılan çok şeye ilgisizdir:
markaları bilmez, siyasal heyecanlan tanımaz, kurallardan kaçar, kalabalıkları
sevmez, yuva sıcaklığı diye bir şeye aldırmaz, mutfak robotlarını tanımaz,
otomobil ve buzdolabı markalarını umursamaz, çokbilmişlik- lerden
tiksinir...Toplumsal uyumsuzluk olmaktan ötede bir kişisel uyarsızlıktır o:
birbirinden uzak dünyalan birbirine zorunlu kılar. Onlan bu zorunluluğa
inandırır, bunun başka türlüsü olamayacağına inandırır. Elmanın yarısı
öyküsü bu zorlama zorunluluğun simgesi gibidir. Birbirine benzeyen dünyalar
birbirleri için hiç de çekici değillerdir. Aşk olağanüstüden beslenir bol bol.
Zaten iki ayrı bilincin birbirine çakıştığı görülmemiştir, iki ayrı bilincin
tüm nesnel ve öznel öğeleriyle birbirine denk düştüğü görülmemiştir. Öte yandan
aşk karşıdakinin ruhuna bütün ince noktalarına kadar girmeyi gerektirir. Bu
yüzden aşk uyarsızlığın uyarlılığı ya da uyarhlığın uyarsızlığıdır. Aşk bu
noktada bir yıkışına, bir çekişme, bir düşmanlık ortamı olarak kendini
gösterir. Aşk bir yakınlıktır, aynı zamanda bir uzaklıktır. Öyleyse aşkta
mutluluk aramak boşunadır. Mutlu olmak adına aşka yönelenler bu yönelimlerinden
büyük bir düş kırıklığıyla döneceklerdir. Aşka yönelen kişi büyük sıkıntılara
aday olduğunu bilmelidir.
Onu genellikle bir derin duygu olarak
nitelemek olasıdır. Bu derin duygu kendi dışında ne varsa tümünü silip
götürmeye eğilimlidir. Dr.A.Willy’nin aşk tanımı bu anlamda oldukça ilginçtir: “Basit
bir dille söylersek, aşk bir kişinin bir başka kişi için duyduğu ve bu bir
başka kişinin de bağsız koşulsuz benimsediği derin duygudur. Öyleyse burada
sevilen kişi sevilmeye değer tek kişidir fikrini doğuran heyecansal bir süreç
sözkonusudur. Aşk eşsizdir, seven birey benzer bir duyguyu hiç yaşamadığını ve
hiç yaşamayacağını düşünür. Bu duygu giderilemez, benzersiz ve tek duygudur.
Aşırı anlatım biçimlerinde aşk bir takıntı gibidir, çünkü o kendisine başeğen
bireyleri sevdikleri kişiyle ilgili olmayan her şeyi bilinçlerinden söküp
atmaya zorlar, öyle ki oradan tüm öbür varlıklar çıkarılacak, geriye tek bir
varlık kalacaktır. ” Aşkın ileri biçimleri ya da aşkın aşırı biçimleri
deyimi üstünde biraz durulması gereken bir deyimdir. Biz Dr. A. Willy’e şöyle
karşı çıkabiliriz: aşkın ılımlı biçimleri mi vardır, aşk zaten bir aşırılıklar
alanı değil midir? Bunları söylerken aşkın gerçekten bireyi yıkıma götüren
biçimlerini gözden uzak tutmamamız gerekir. Aşkın yıkıcı biçimleri dilimizde
çok güzel bir sözcükle, “sevda” sözcüğüyle belirlenir. Aşkın en yıkıcı
biçimlerini belirlemek için de “karasevda” terimini kullanıyoruz. Sevda ya da
karasevda bize her zaman umutsuz aşkları düşündürecektir. Umutsuz ve tek yanlı
aşk için daha çok “gizli sevda” deyimini kullanmaktayız. Toplumun ya da
karşıdaki kişinin hiçbir biçimde benimsemeyeceği bir aşk yönelimi kişiyi tam
anlamında bir umutsuzluğa, oradan giderek yıkıma itecektir. Halkımız sevdayı
ölümle bir tutmuştur. Bir manide şu sözlerle karşılaşırız: “Elmanın
yarısıdır / Başımın ağrısıdır / Sevda deyip geçmeyin / Ölümün yarısıdır”.
Her aşk karşısında bir takım engeller bulur,
bazen bu engeller toplumun kesin yargıları olarak çok ağır bir yaptırım
getirmektedir. Görenekler birdenbire aşkın karşısına dikiliverirler. O durumda
bütün umut kapıları kapanmıştır. Aşık her kapıyı açmaya hazırdır, o bir
gözüpektir, ancak onun da açamayacağı kapılar vardır. Selim lll’ün
cariyelerinden birine aşık olan Hacı Arif Bey’in durumu böyle bir durumdur. O
da bu durumu tam bir umutsuzluk olarak yaşayacak ve dile getirecektir: “Çare
bulunmaz bilirim yareme. ” Karasevda bu noktada kişinin tüm varlığını
zorlayan, ona ölmeleri, öldürmeleri, daha başka olmadık şeyleri düşündüren
yıkıcı bir güç olur. O durumda kişinin tam tamına melankolik bir ruh durumuna
girmesi işten bile değildir. Aşırı üzüntü, yıkılmışlık, isteksizlik, toplumdan
kaçış, durgunluk, suskunluk durumları... aşa- ğılanmışlık, suçluluk, korku
duygulan... kuşkular...intihar eğilimi...dikkati toplayamamak...bellek
dağınıklığı...Karacaoğlan sevgilisine sorar: "Nedendir de kömür gözlüm
nedendir / Şu geceki benim uyumadığım Kızar sevgilisine, “Del ediyon
öldürmüyon ne fayda " der. Çektiği acıyı sevgilisine şöyle duyurur: “Mezarım
göğsüne kaz kerem eyle Bu konuda kendinden yakındığı olur: “Aman
Karacoğlan aman bunaldın / Aşkın çöllerinde şaşırdın kaldın / Bir püsküllü derdi
başına aldın / Bu azgın dert seni gurbete saldı Daha çok kendinden yakınır
ama: “Nadan alsın güzellerin hepisi/ Güzellerden silkim sıyrıldı
gönül".
Bu durumda doğal olarak aşkın hastalıklı
biçimlerinden sözetmek olasıdır. Gerçekte aşkın kendisi bir tür hastalıktır, o
yüzden sağlıklı aşkı hastalıklı aşktan nasıl ayırabileceğimizi bize kim
anlatabilir? Ne olursa olsun, aşk bir çılgınlık da olsa onun kendine göre bir
ussallığı vardır. Ancak denetimden çıkmış ya da yörüngesinden kurtulmuş aşk
kime nerede nasıl ve ne zaman zarar vereceği bilinmez tehlikeli bir oluşum durumuna
gelir. O noktada kişi ya kendini toplayıp olağan yaşamına dönecektir ve açık
ya da örtülü bir biçimde aşkın bitimini yaşayacaktır ya da kendini bir iğneli
fıçının içine atacaktır. Aşk önünde sonunda bir serüvendir. Onun ussallığı
gündelik yaşamın ussallığından uzaktır. Aşk zordur. Aşkı ancak serseri ruhlu
kişiler yaşayabilirler. O bizden azçok bir gözüpeklik bekler, insanların çoğu
aşkı yaşamaktansa onu filmlerde, romanlarda, şiirlerde görmek isterler.
Kimileri filmlerde gördükleri oyunculara aşık olurlar da gerçek aşkı yaşamayı
göze alamazlar. Gerçek aşk yakıcıdır, ezicidir, insanı sonu belirsiz bir yere
sürükler. Karacaoğlan gibi “Çizme olam ayağına giyersen ” diyebilmek
kolay mı? Aşkın güçlüklerini çekme konusunda her kişi başkalarından daha
yetenekli olduğunu düşünecektir. Erzurumlu Emrah şöyle der: “Silinir
defterden Mecnun ’un adı / Emrah aşıklığın izhar edince
Aşkın en güçlü biçimde dile getirildiği
yerlerin başında halkm uydurduğu masallar gelir. Bu abartılı masallarda aşkı
bütün boyutlarıyla, bütün olumlu ve olumsuz yanlarıyla açıklanmış buluruz. Buna
göre mitoloji kaynağı aşk araştırıcıları için en önemli kaynaklardan biridir.
Bu kaynaklar bize aşkı en abartılı görünümleriyle verirler. Ancak buradaki
abartma gerçeklikleri bozup saptırmak için değil, tersine onları daha iyi
anlatabilmek, daha iyi açıklayabilmek içindir. Aşk araştırmacılarının mitolojiden,
yalnızca yunun mitolojisinden değil tüm halkların mitolojilerinden
öğrenecekleri çok şey vardır. Hatta zaman zaman sanatçılar aşkı daha iyi
açıklayabilmek için mitolojinin öğelerini kullanırlar. Mitolojiler tüm temel
insan sorunlarını aydınlatmaya yönelirken, özellikle evrenin oluşum koşullarım
kendine göre felsefi bir biçimde açıklamaya çalışırken özellikle aşkın
inceliklerini gözler önüne sermişlerdir. Belki de aşkla ilgili sorunlar öbür
insan sorunlarına yönelmemizi sağlayan ipuçlarını da kendilerinde
barındırırlar. Sinan Özbek, Felsefe logos dergisinde (sayı: 2002 / 1 -2)
yayımladığı bir yazıda “Aşkın ne olduğunu anlamakta hala mitolojiden
öğrenecek şeylerimiz olduğunu düşünüyorum ” derken çok haklıdır.
Yaşadığımız şu çeşitliliklerle dolu dünyada
neyin olağan neyin olağandışı olduğunu kestirebilmek çok zor. Kimileri
anlamakta güçlük çektikleri durumları ya da ilişkileri olağandışı sayarlar.
Dünyayı doğru olarak kavramak konusunda özenli olanlar olağan olanla olağan
olmayan arasında belirsiz bir çizginin, varla yok arasında görünür görünmez
bir çizginin olduğunu ya da olabileceğini söylerler de şu ya da bu konuda bu
çizgiyi belirlemeleri istendiğinde oldukça çekinik kalırlar. Kolay verilmiş
yargılar şakaya gelmez yanlışlar yaptırabilir bize. Hangi durum olağanın
sınırlarını aşıp olağandışının alanına girer, bunu neye göre saptayacağız?
Hangi veri bu konuda bize yardımcı olacak? Bir durumun olağan mı olağandışı mı
olduğunu saptamak için uzun uzun düşünmek yeterli mi? Gerçekte bir şeyleri uzun
uzun düşünmekte yarar var. Çabuk çözümün en iyi çözüm olduğu durumlar koskoca
bir yığının içinde parmakla sayılabilecek kadar azdır. Bu yüzden sakınıldık
her uygar kişinin temel yönelim biçimidir ya da yönelişindeki temel
belirleyendir diyebiliriz. Descar- tes’çı bir anlayış içinde şöyle de
diyebiliriz: yöntemin temeli kuşkudur. Cinselliğin alanında olağan olanla
olağan olmayanı ayırmak iyiden iyiye zordur. Çok özelde olağan olanla
olağandışı olanı nasıl saptayacaksınız? Çok özelle yüzyüze gelmek bir bilinmezle
yüzyüze gelmektir. Bir takım kolaycıların bizim seçtiğimiz yolu kendi bakış
açılarına göre değerlendirmeleri, daha doğrusu kafalarındaki kalıplara uyar
olanı olağan uymaz olanı olağandışı saymaları elbet bizim üstünde duracağımız,
önem vereceğimiz bir tutum olamaz.
Çiftler cinsellikte kendi çok özel olma
biçimlerini kendileri oluştururlar. Bu bir tür yaratmadır ki birçok bakımdan
sanatsal yaratmayı andırır. Her sanatçının bir anlatım biçimi vardır, sanatı
kendine göre kuruş ve yaşayış biçimi vardır ki başkalarının biçimlerine şu ya
da bu açıdan benzese de onlarla çakışmaz. Aşkta yaratma sanatta olduğu gibi
belli bir akış içinde olup geçer: sanatta yaratma kalıcı bir biçim oluşturmak
adınadır, aşkta oluşturulan biçimler bir ortak anlatım biçimi oluşturarak
zamanda yitip giderler. Aşkta oluşan biçimleri insan gerçeğini belirleyebilmek
adına sanata götürmek gerekir. Aşkın akışkan verimi iyi bir gözlemle sanatta
belli bir kalıcı biçime indirgenir. Bu yüzden nasıl estetiğin bir yasa kitabı
yoksa aşkta ya da cinsellikte kadın-erkek birlikteliğinin de bir yasa kitabı
yoktur. Dolayısıyla onda bir çarpıklıktan ya da sapıklıktan söze- derken çok
belli ölçütlerimiz olmalıdır, iyiden iyiye olağanın sınırlarını aşan bir takım
oluşların olması gerekmektedir, özellikle ahlak açısından birtakım zorlamaların
olması gerekir. Aşkta olağandışı özgürlüklerin tehdit edilmeye başladığı
sınırda kendini gösterir. Ancak böyle bir zorlama olduğu zaman kadın-erkek
ilişkisinde uyarsız diye belirleyebileceğimiz bazı şeyler olabilir. İlişkide
sıkıntının başladığı noktada uyarsızlık da başlamış demektir. Ancak aşkta
kişilerin birbirlerine belli bir özgür davranma hakkı tanımaları, bunu
kendileri için ve karşılarındaki için istiyor olmaları gerekir. Cinsel uyum
belki de dünyadaki uyumların en zoru ve en güzelidir. Cinsel uyumu kurabilmiş
çiftler cinselliği bir sevinç ortamı olarak yaşayacaklardır. Cinsel uyum
gerçekleştiği anda kadın da erkek de kendi kavrayışlarına göre en yüksek hazzı
duyacaklardır. Hatta, pek haklı olarak, böyle bir hazzı yaşama olanağını
sağlamanın her kişiye vergi olmadığını çünkü hiç de kolay olmadığını
düşüneceklerdir. Bu haz elbette sanatta olduğu gibi bir duyum-duygu-düşünce
bütününde kendini ortaya koyacaktır. Daha önce de birçok bağlamda gördüğümüz
gibi duygudan ve düşünceden arınık herhangi bir cinsel birliktelik hayvanca bir
ortak edimin anlatımı olmaktan öteye geçemeyecektir.
Buna göre cinsellikte uyarsızlığın önemli
nedenlerinden biri kadının erkeği ya da erkeğin kadını ya da her ikisinin
birbirini nesneye indirgemesinden gelir. Cinsel uyum her iki ruhun ve bedenin
bir bütün oluştu- rurcasına bir araya gelmesiyle gerçekleşir. Bu bir araya
gelişte iki kişi tüm maddi ve ruhsal varlığıyla bir bütünde erimiştir. Öyle ki
bu iki kişiden biri hangi elin ya da hangi ayağın kendisinin ve hangi elin ya
da ayağın eşinin olduğunu ayıramayacak ya da ayırmayı düşünmeyecektir. Oysa
nesneye indirgenmişlik durumunda bütünleşme gerçekleşmez, o durumda iki ayrı
kişi gerekli bütünlüğü kuramadan bir arada belli bir hazzı yaratabilmek için
belli bir cinsel edimi gerçekleştirmektedirler. Bunu belki biraz aşırıya
kaçarak ya da hiç de aşırıya kaçmayarak ortak mastürbasyon ilişkisi diye
belirleyebiliriz. Çünkü bu ilişkide ulaşılacak olan haz kaba cinsel hazdan
başkası değildir. Mastürbasyon zararlı değildir hatta yararlıdır, onun tek
zararı insani bir anlamı olmayışından kaynaklanan o yoğun boşluk duygusunun
bütün bir ruha yayılmasıyla kendini gösteren sıkıntıyı getirmesidir. İkili
mastürbasyon düzeyine indirgenmiş yakınlıklarda aynı sıkıntı daha koyu bir
biçimde yaşanacak ve birliktelik eşleri birbirine yaklaştıracak yerde onları
birbirlerinin uzağına atacaktır. Duygudışı her cinsel yönelim ya da her kaba
cinsel yönelim değerleri zedeleyen bir yönelim olmakla eşleri birbirlerinden
kopancı özellikler gösterir. Bu daha çok aşkın tavsadığı noktada ortaya çıkar.
Özellikle oturmuş evlilikler bu açıdan büyük tehlikeler ortaya koyarlar. Alışmak
güçlükleri aşmaktır ama bir başka bakımdan kendine yenilmektir. Cinsel uyumun
sağlanması biraz da başlangıçtaki güçlüklerin aşılmasıyla gerçekleşir.
Güçlükler aşıla aşıla her şeyin belli bir mekanikliğe indirgendiği yerde
bunalım ortaya çıkar. Özellikle aşkta ve cinsellikte iyiden iyiye deneyimli
olmayan kişilerin yanyana gelişleri çok zaman sözle açıklanamayan yani dile
dökülemeyen sıkıntıları getirir. Çok zaman erkek beceriksiz ve kadın
çekingendir. Sonraları bir kadın eşine bir gün “Keşke o acemi, o deneyimsiz
zamanlarındaki kadar çok sevebilseydin beni ” diyebilir. Ya da erkek
eşinin ilk zamanlardaki çekingenliğini özleyebilir. Çünkü o yakınlıklardaki
korkuyla karışık heyecan gerilerde kalmıştır. Cinsel ilişkide yeniyi ne kadar
ararsak arayalım ya da yaratırsak yaratalım, doğal yönelimin belli sınırları
vardır, o durumda bize gerekli olan duygu ve düşünce yoğunluğudur. Oysa yıllar
içinde rayına oturmuş birlikteliklerde artık bu yoğunluklar geride kalmıştır.
Oysa aşkta her an bedensel ve ruhsal açıdan yeniyi gerçekleştirebilmek gerekir.
Sanatta ve aşkta yeni olan güçlü olandır. Cinsel uyumu sağlayan alışkanlık
aşırı biçimlerinde belli bir durmuş oturmuşlukta cinsel uyumu giderecek
ölçülere ulaşmıştır. O yüzden özellikle evli çiftler henüz cinsel güçlerini
yitirmemiş oldukları halde cinsel yaşamlarını bir yer gelir bitiriverirler. Bu
bitirmede artık yaşlanmış oldukları gibi gerekçeler öne sürdükleri olur. O
zaman ilgiyi başka alanlara kaydırmaya, bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde
aşk dışında bazı ortak ilgi alanları yaratmaya girişirler. Oysa gerçek olan,
onların aşkı yitirmekte olduklarıdır, aşk için zorunlu olan duygu-düşün- ce
ortaklıklarını geliştirememiş olmalarıdır. Yeni eş arama girişimleri de işte o
koşullarda gerçekleşir.
Aşkın sıkıntıları bir de kadının erkeği ve
erkeğin kadını cinsel olarak ve ruhsal olarak iyi tanımıyor olmasından gelir.
Olağan sayılabilecek ya da sayılması gereken pekçok davranış kimilerine aşın ya
da hatta ahlakdışı gelebilir. "Kişiyi nasıl bilirsin, kendin gibi ”
sözünün olumsuzluğu burada da kendini gösterir. Karşımızdaki bizim ölçülerimize
uymalıdır diye düşünürüz. Ancak daraltılmış ölçüler aşkta sevinçleri değil de
acıları getirecektir. Aşın ahlaki kaygılar aşkı zedeler. Özellikle bazı
erkekler bazı şeyleri sevdikleri kadınlarla değil de fahişelerle
yapabileceklerini düşünürler. Öte yandan kadın ruhsallığıyla erkek
ruhsallığmın birbirine benzemez yanları vardır. Genel olarak baktığımızda
kadım toparlayıcı, bütünleyici, uzlaştırıcı olarak, buna karşılık erkeği
ayrıştıncı, kavgacı, deşici olarak görürüz. Bu özellikler kişiye göre birçok
değişiklik gösterse de temel yapı aynı kahr. Bu çerçevede kadın utangaç ve
edilgin, erkek kararlı ve etkin görünür. Bu tekyanhlık aşk ilişkisini
zedeleyecektir. Dolayısıyla, çok zaman aşkta erkelerin yönelişi başka
kadınların yönelişi başkadır. Aşkı azçok yakından tanımış kişiler erkek
dünyasıyla kadın dünyasının değişik koşulları olduğunu bilirler. Ancak şunu da
bilirler ki aşkta her iki yanın katılımı eşit koşullarda ve yüreklice olmadığı
zaman çok şey yarım kalacaktır. Kadın dünyasıyla erkek dünyasının ayrılığını kopmalar
adına değil de bütünleşmeler adına kullanabilmek gerekir. Kadının daha çok
duygucu kişiliği erkeğin daha çok usçu kişiliğiyle bütünleştiği zaman ortaya
sağlam bir uyum çıkacaktır, bunun tersi olduğunda kadının duygucu kişiliği
erkeğin usçu kişiliğiyle çatıştığında tam tersi bir tablo ortaya çıkacaktır.
Kadının duygusal yapısı onun aşka ve cinsel
ilişkiye yavaş yavaş hazırlanmasını gerektirir. Bir kadına yakın olmak isteyen
aklı başında erkekler hiç acele etmezler: bilirler ki yumuşak davranışlar, anlayışlı
tutumlar bugün olmasa yarın mey vasim verecektir. Hatta bir kadını kendine
yaklaştırmak için onunla ilgilenmez gibi yapan erkeğin şansı çok daha büyük
olacaktır. Erkek, yapısı gereği acelecidir, bu aceleciliğini cinsel ilişkide de
gösterir. Pekçok erkek kadının cinsel yakınlıktan önce uzun uzun hazırlanması
gerektiğini bilmez. Oysa acele başlatılmış bir cinsel ilişki kadına hiçbir haz
vermeyeceği gibi onu cinsel ilişkiden soğutabilir de. O durumda kadın eşyaya
indirgendiği duygusunu yaşar, kullanıldığı duygusunu yaşar. Özellikle hiçbir
cinsel deneyimden geçmemiş erkekler evlendiklerinde bu gibi sorunlarla
karşılaşacaklardır. Daha doğrusu bu sorunlardan kaynaklanan başka sorunlarla
karşılaşacaklardır. Kadın cinsel ilişkideki bu uyarsızlıktan yakınmak yerine
örneğin bitmez tükenmez başağrılanndan yakınacaktır, görünür görünmez bir
nedeni olmaksızın öfkelenebilecektir, kızıp bağırabilecektir, nedensiz
ağ- layabilecektir, çocuklarını ya da öbür yakınlarını yok yere hırpalayacak-
tır, komşularıyla tersleşecektir, kocasına kötü sözler söyleyecektir. Çünkü
erkek cinsel ilişkide acele boşalıp rahatladıktan sonra esenliğe ve dinginliğe
kavuşur. Artık uyumak istemektedir. Oysa cinsel yakınlıkta nasıl bir başlama
töreni varsa bir de bitirme töreni olmalıdır. İşini bitirip birdenbire
arkasını dönen ve horlamaya başlayan bir erkek kadın için son derece itici bir
durumdadır.
Cinsel ilişkideki olumsuzluklar gündelik yaşama
yansırken gündelik yaşamdaki olumsuzluklar da doğal olarak cinsel ilişkiye
yansıyacaktır. İşleri kötüye giden bir adamın, başarısızlıklarından yakman bir
adamın, işten çıkarılmış bir kadının, aile baskısı altında yaşayan bir kadının
sağlıklı bir cinsel yaşamı olabileceğini söyleyebilmek çok güçtür. Bazen
cinsel ilişkide çok uyumlu çiftler gündelik yaşamda uyumlu olamadıklarından
zamanla cinsel ilişkideki uyumlarını da elden kaçırırlar. Birlikte bir iş
kurmaya girişen karı ve koca cinsel yaşamlarını unutabilirler ya da onu mekanik
bir birlikteliğe indirgeyebilirler. Bunu elbette istemeden yaparlar. Yaşamın
pekçok güçlükleri vardır, onların önce onları aşmaları gerekir, aşk nasıl olsa
olur. Görüş, bakış, seziş ayrılıkları da aşkı zorlar. O yüzden kişilerin
yalnızca cinsel anlamda sağlıklı ve bilgili olmaları çiftlerin sağlıklı ve
tutarlı birlikteliğini sağlamaya yetmez, onların bir kalıptan çıkmış insanlar
olmamakla birlikte azçok dünyaya ortak açılardan bakabilen kişiler olmaları
gerekir. Çok iyi bir iş kadını parada gözü olmayan ve gündelik sevinçleri
yaşamakla yetinmeyi alışkanlık durumuna getirmiş olan bir erkek için çekilmez
bir varlık olacaktır. Oysa başlangıçta bu ruhsal ayrılığın pek de önemli
olmadığı düşünülebilir. Canım, diye düşünür ikisinden biri, onda olan bende yok
bende olan onda yok, daha iyi ya birbirimizle bütünleşiriz, onda olmayanı ben
ona veririm, bende olmayanı o bana verir. Bu düş insanı kısa zamanda yarı yolda
bırakacaktır. Yakın bir zamanda biri öbürüne şöyle bağırabilecek- tir; “Senin
arkadaşların... ”
Cinsel yakınlığın tadını kaçıran ve onu
olağandışma doğru zorlayan etkenlerden biri de erkeğin ve kadının bir takım
korkularıdır. Kız çocukları çok zaman göreneklerin baskısı altında cinsel
yaşama karşı korku ve tiksinti duygularıyla yetiştirilirler, özellikle bu
konuda babaların çok belirleyici bir tutumu vardır. Babalar çok yerde
kızlarının gizli kocası gibidirler, onu bir başkasına kaptırmamak için
ellerinden geleni yaparken onu erkeklerden korkutmaya, dolaylı yollardan da
olsa cinsel duygulardan soğutmaya bakarlar. Gerekçeleri hep aynıdır : özene
bezene bir çiçek gibi yetiştirdikleri kızlarının olura olmaza gönül vermesi
hiç de güzel olmayacaktır. Çevre kurtlarla, ayılarla, ihtiyar tilkilerle
doludur. Pekçok kız çocuğu bu yüzden ya tam bir cinsel isteksizliğe uğrar ya
daha da korkuncu hiçbir biçimde cinsel ilişkinin gerçekleşmesine olanak
vermeyecek biçimde kasılır ve bu kasılma bir ömür boyu sürebilir. Bazı kız
çocukları zamanla kendilerine dolaylı bir biçimde benimsetilmiş olan örtülü
erkeksi eğilimlerini artırırlar, bir bakıma erkek rolü oynamaya alışırlar ve
rollerini çok severler. Böylece baba kızının duruluğunu, el değ- memişliğini
korurken onu tepeden tırnağa sakatlamış, bir ömür boyu mutsuzluğa mahkum etmiş,
ileride onun eşiyle ve çocuklarıyla kuracağı iyi ilişkilerin şimdiden önüne
geçmiş ya da hatta onu örtülü eşcinsel eğilimlerini yüze çıkarmaya
yöneltmiştir. Pekçok kız çocuğu evleneceği adamda babasının bir kopyasını arar
ve bunu ya bulamamakla mutsuz olur ya da buldum diye kendini kandırır.
Erkeğin en büyük korkusu cinsel gücünü elden
kaçırma korkusudur. Bu korku daha çok aşkı salt cinsel ilişki çerçevesinde ele
alanlar, aşkı cinsel ilişki düzeyinde değerlendirenler için tehlikelidir. Kadın
cinsel ilişkide doğrudan doğruya etkin olmak zorunda olmadığı için bu tür
korkulardan uzak kalır, ancak onun da çok benzer korkuları olacaktır. Cinsel
güç bir erkek için neredeyse her şey demektir. Onlar cinsel güçlerini çok iyi
kullanıp kullanmadıklarını, insana yaraşır bir biçimde kullanıp
kullanmadıklarını düşünmezler çok zaman, ama cinsel güçleri hep olmalıdır.
Cinsel gücü yerinde olan erkekler bir gün bu güçlerini elden kaçıracaklarını
düşünüp üzüntüye kapılırlar. Ya da kuşkuya düşerler: yoksa cinsel gücümü
yitiriyor muyum? Yaş ilerledikçe bu sıkıntı artar ve sonunda dayanılmaz olur.
Özellikle kültür düzeyi düşük erkekler için cinsel güç en önemli hazinedir.
Sağlıklı bir erkeğin cinsel gücü belli bir yaşa kadar pek büyük değişiklikler
göstermeden sürer. Gelişigüzel kullanılmamış ya da iyiden iyiye kötüye
kullanılmamış, alkolle, uyuşturucuyla, aşırı iş yüküyle, uykusuzluklarla,
sinirliliklerle yıpratılmamış bir beden cinsel gücünü kolay kolay elden
kaçırmayacaktır. Ancak unutmamak gerekir ki yaş ilerledikçe cinsel güç
azalacaktır, ancak bu onun bitmesi anlamına gelmez. En ileri yaşlarda bile
erkeğin eşiyle birlikte sağlıklı bir cinsel yaşamı sürdürebilmesi olanaklıdır.
Ancak ne olursa olsun biyolojik yıpranma her insan için kaçınılmaz bir
koşuldur, gün geçtikçe cinsel istek ve cinsel güç birbirleriyle tam bir anlaşma
içinde azalmaya doğru gideceklerdir.
Kişi cinsel gücünü olağan koşullarda
sürdürürken birdenbire ya da yavaş yavaş cinsel yaşamında bir takım doğru
dürüst adlandıramadığı ya da nedenini bir türlü belirleyemediği olumsuz
durumların ortaya çıktığını görerek üzüntüye kapılabilir. Onun bu durumda ilk
duyacağı duygu, işte cinsel yaşamın sonuna gelmiş bulunuyoruz duygusudur.
Bundan sonra eşinin kendisini artık hor gördüğünü düşünecek ve onunla ilgili
olarak bir takım yalan yanlış kurgular üretecek, örneğin eşinin kendisini çok
genç erkeklerle aldattığı konusunda kuşkular geliştirecektir, bu durum onun
cinsel yaşamını daha da zora sokacaktır. Bu olumsuz durumlar bedensel olmaktan
çok ruhsal kaynaklıdırlar. İş yaşamındaki başarısızlıklar, aile içi
çekişmeler, eşler arasındaki beğeni ayrılıkları, çocukların sorunları...derken
iş sarpa sarıverir. Öte yandan herkesin cinsel yaşamı elbette aynı ölçüde
verimli olamaz. Bazı kişilerin bazı kişilere göre cinsel ilişkiden çok daha az
haz aldıkları görülür. Bazı kişiler için cinsellik her şey demek değildir. Bu
kişiler genelde cinsel ilişkiye çok da önem vermez görünürler ve yaşamlarında
bir takım konuları cinsellikten iyiden iyiye öne çıkarırlar. Öyle ya, örneğin
bilimin, sanatın ya da felsefenin derinlerine öylesine dalmış bir kişi
cinselliğini unutmaz da ne yapar diye düşünenler de olacaktır. Bu çok doğrudur.
Pekçok kişi özellikle belli bir yaştan sonra bu dinmişliği gösterir. Gerçekten
bu kişiler bir kadından bir kadına koşmak gibi yorucu ve hatta anlamsız bir
çabanın içine girmeden, cinsel ilişkiyi bir amaç durumuna getirmeden ya da aşkı
dühyalarınm orta yerine yerleştirmeden yaşar giderler.
Ancak bu yavaşlıktan ve isteksizlikten
yakınanlar da vardır. Özellikle kırk yaşını geçmiş evli erkekler cinsel
güçlerinin iyiden iyiye azalmakta olduğunu görerek üzüntüye kapılırlar. Bunda
evli çiftlerin göre- neksel alışkanlıkların etkisi altında sevişmeye sınırlar
koymaları, bir başka deyişle temelsiz ahlaki kaygılarla cinsel yakınlıkta
kuralcı davranmaları da belirleyici bir rol oynar. Mekanik cinsel
birliktelikler ileri yaşlarda kolay sürdürülebilir birliktelikler olamazlar.
Cinsellikte belli bir sınırı aşmanın, ayıp şeyler yapmanın eşine
dolayısıyla kendine saygısızlık etmekten başka bir şey olmadığını düşünen
biri, özellikle de daha etkin durumda görünen erkek aşkın tadını kaçırır,
heyecanlarını öldürür. Bir kadının bazen aslan gibi eşini bırakıp çarpık
çurpuk bir adama gitmesini mahalleli pek kolay kavrayamaz. Oysa kadın sınırlı
bir aşk alanından boğulup açık alana çıkmıştır. Hatta bu konuda bilgisi iyiden
iyiye az olanlar cinsel ilişkide bulunmayı kötülük yapmak gibi algılayabilirler.
Sövgüler de bu yanlış algılama üzerine kurulmaz mı? Burada konuyu daha iyi
tartışabilmek için küçük bir fıkra anlatmamıza izin verin. Deneyimsiz genç
evlenmiş ama eşiyle cinsel ilişkiye girmeyi düşünmemiş, böyle bir şeyin
gerekli olduğunu aklına getirmemiş. Yeni gelin sararıp solmaya başlamış. Damat
kaynanasına danışmış. O da git Dağların Anası’na sor demiş. Dağların Anası ne
derse onu dinle. Pekiyi, Dağların Anası nerede? Kayanın başındaki pınarın
yanında. Kaynana kayanın arkasına gizlenip Dağların Anası olmuş. Damat gidip
pınarın başında Dağların Anası’na yüksek sesle eşinin iyileşmesi için ne
yapabileceğini sormuş. Dağların Anası da kayanın arkasında kendini göstermeden
bağırmış: onunla cinsel ilişkide bulun. Damat ağlamaklı bir sesle Dağların
Anası’nı yanıtlamış: “Oy Dağların Anası, Fadime’m bana ne kötülük etti ki
onunla cinsel ilişkide bulunayım?"
Kimileri cinsel isteksizliklerini ve cinsel
güçlerindeki azalmayı gündelik yaşamın kaygılan içinde eritirler ve onu çokça
konu etmezler. Artık belli bir yaşa gelmişlerdir, onların gençler gibi cinsel
anlamda gerilimli olması pek de yakışık almaz. Ancak bu cinsel yavaşlıktan ve
isteksizlikten yakınanlar da vardır. Özellikle kırk yaşını geride bırakmış
evli erkekler cinsel güçlerinin iyiden iyiye azalmakta olduğunu görerek üzüntüye
kapılırlar. Bunda elbet çiftlerin sevişmede sınırlar koyma titizliği
belirleyici bir rol oynar. İşe alışkanlıkların getirdiği durgunluk da katılır.
Bazı evli erkekler olağandışı cinsel ilişkiden heyecan duyarlar. Bunu eşlerine
açıklayamadıkları için, eşlerine bu yönde öneride bulunmaktan utandıkları için
deyim yerindeyse dışa açılmaya yönelirler, fahişe- lerle birlikte olmayı
seçerler. Ancak fahişeler de çok dar alanda mekanik bir cinsel ilişkiyi
alışkanlık edindiklerinden çok zaman kişinin her yöndeki isteklerini
karşılamayı düşünmezler ya da karşılasalar bile yeterli olamazlar. Fahişeyle
ilişki yapay bir ilişkidir, her ne kadar fahişeler bu yapay ilişkiye ustaca bir
doğallık görünümü vermeye çalışsalar da. Cinsel ilişkide sınırlar koyma tutumu
ahlaki bir doygunluk getirse de özellikle ileri biçimlerinde eşleri mutsuz
kılar. Bu titizlik kadını mutlak isteksizliğe ve erkeği iktidarsızlığa kadar
götürebilir. Gerçekte iktidarlı olup da iktidarsız kalmak gibi durumlar vardır.
Evli erkeğin eşinden başka birinde heyecan aramasının elbet pekçok nedeni
olacaktır. İstatistikler evli erkeklerden yüzde otuz beşinin eşlerini
aldattığını gösteriyor. Bu konuda istatistiklerden kaçan olguları da göz önünde
tutarsak hazzı başka yerde arayan evli erkelerin hiç de az sayıda olmadığı
görülür. İstatistikler orta ve üst sınıf erkeklerinin eşlerini aldatmaya
tabandaki erkeklerden daha istekli olduklarını gösteriyor. Kocasını aldatan
kadınların sayısı erkeklerinkine göre iyice düşüktür.
Evet, iktidarsızlık sorunu erkek için önemli
bir sorundur. Onun tıpla ilgili biçimlerini elbette ayrı tutmamız gerekecektir.
Biz burada daha çok isteksizliğin ve alışkanlıkların getirdiği yalancı
iktidarsızlığı konu ediniyoruz. Bazı erkekler iktidarsızlıklarını genç yaşlarda
hatta çocuk yaşlarda sıkça başvurdukları mastürbasyona bağlarlar. Bu elbette
yersiz bir korkudur: vaktiyle yapılmış mastürbasyonların olgun erkeğin cinsel
yaşamını etkilemesi olası değildir. Ancak büyükler açık ya da örtülü bir
biçimde çocukları ve genç insanları mastürbasyondan korkuturlar. Erkenden çok
kullanılan bir organ ileride etkin olma gücünü yitirecektir. Bu tür yanlış
bilgilerle yüzyüze gelmemeleri için gençlere cinsellikle ilgili olarak okul
düzeyinde eğitim verilmesi bir zorunluluktur. Ruhsal iktidarsızlıkta burada
sayamayacağımız kadar çok neden belirleyici olabilir. Dr. N. Haire’in de
belirttiği gibi "Odanın kirliliği ya dayatağın pisliği ya da bu türden
bazı izlenimler bir erkeği onda iktidarsızlık yaratacak ölçüde tiksinti duymaya
itebilir. ” Bir kötü söz ya da bir kötü koku bile bu yönde olumsuz etkiler
doğurabilecektir.
işe bir de öbür yandan bakalım. Bazı erkekler
eşleriyle son derece rahat bir biçimde cinsel ilişkide bulunabilirken eşleri
dışında herhangi bir kadınla birlikte olmak istedikleri zaman başarısız
olabilmektedirler. Bu başarısızlıkta ahlaki kaygıların birinci planda ektin
olduğunu söyleyebiliriz. Bu gibi durumlarda ahlaki nedenler kadar bir
yabancıdan sıkılma gibi duygular da elbet belirleyici olabilir. Ancak eşinden
başka kadınla başarılı cinsel ilişki kuramayan erkeklerin sayısı çok olmasa
gerek. Karşı cinsten birini uzun süre arzulamış ve sonra birdenbire ona
kavuşmuş olmak gibi durumlar da iktidarsızlık sorunu yaratabilir. Cinsel
ilişkiye girmeden boşalma ve cinsel ilişkinin daha başlarında boşalma da bu
gibi duyguların sonucu olarak ortaya çıkabilir. Kısacası cinsel güçsüzlük
kaynağını özellikle uyarsız ruhsal koşullardan alır. Bu durumda kişinin bir
takım haplardan yardım umması genellikle olumlu sonuç vermez, olsa olsa belli
ölçüde ruhsal destek sağlar. Ancak çok zaman bu gibi sorunları yaşayan kişi
erkeklik onuru gerekçesiyle hekime başvurmaktan kaçınacaktır. Cinsel güç
bozuklukları, organik olsun ruhsal olsun, iyi bir hekimin özeniyle
iyileştirilebilir. Ancak bu noktada hekimin son derece anlayışlı biri olması
gerekir. Hastasına kabasaba davranabilen bir hekimin böylesine duyarlılık
gerektiren bir konuda ne gibi zorluklar yaratacağını rahatça görebiliriz.
Evet, aşkta olağanla olağan olmayanın
sınırlarım belirleyebilmek çok güç. Ne kadar çift varsa o kadar olağan ve
olağan olmayan kavrayışı vardır. Önemli olan uyumdur, uyum dar koşullarda bile
sağlanabilmişse önemlidir. Uyumsuzluk yani cinsel birliktelikteki uyumsuzluk
bütün bir yaşamı etkileyecek kadar yıkıcı olabilir. Başlarda uyumu kurabilmek
için kadın da erkek de sessizce elinden geleni yapmalıdır. Çünkü başlarda
kurulamayan bir uyumun sonradan rahatça kurulabileceğini düşünmek çocukluk
olur. O durumda birlikteliği ya tüm uyumsuz koşullara karşın sürdürmek ya da
bitirmek gerekecektir. Kültür birikimi iyi bir uyumun sağlanmasında yol
gösterici olabilir. Dünyaya bilir bilmez yönelenler aşkta da temelsiz
savlarıyla yapıcı olmaktan çok yıkıcı olabilirler. İki kişilik yaşam zordur,
zaten olağan olmayan bir bakıma iki kişinin yanyana gelmesidir. İki ayrı
dünyadan tek bir dünya kurmak düşünü pek güzel yaratan insan onu
gerçekleştirmekte büyük güçlükleri yaşıyor.
Genel olarak gündelik yaşamda da özel olarak
cinsellikte de normalin ya da olağanın nerede bitip anormalin ya da
olağandışının nerede başladığım kestirebilmek çok zor. İnsan yaşamı özellikle öznel
görünümlerinde son derece karmaşık bir yapı ortaya koyar. Çok zaman bize
olağan görünen durumların başkaları için olağandışı olduğunu, buna karşılık başkalarına
olağandışı görünen durumların bizim için olağandan pek de uzak olmadığını
görüyoruz. Gün oluyor hiçbir şeyi kavrayamaz duruma düşüyoruz. Topluca ya da
toplumca benimsenmiş olanın ya da genel olarak alışılmış olanın dışındaki
durumlar ya da ilişkiler bize daha çok ola- ğandışını duyuruyor. Ancak bu
konuda çok belirgin durumların dışında kalan her şey bir belirsizlik örtüsüyle
örtülmüş gibidir. Özelin ya da öznelin içinde olağanı ve olağandışını
belirleyebilmek iyiden iyiye zor. Tek kişilik duygular bize iyiden iyiye kapah.
Yargılamak çok kolay ama önemli olan yargılamak değil de kavramak. Bir yaşamı
anlamak. Kimseyi hor görmeden, kimseyi aşağılamadan. İnsanları bize uyar
yanlarıyla olduğu kadar bize uymaz yanlarıyla anlamaya çalışmak.
Aşkta ya da cinsellikte olağan dediğimiz zaman
aklımıza ilk gelen şey tam anlamında kadın oluş ve tam anlamında erkek oluştur
ve tam anlamında kadınla tam anlamında erkeğin ilişkisidir. Aşkın varlığını gösterdiği
yer kadın ve erkek ayrımının belirdiği yerdir: her kişi ya kadın olarak ya da
erkek olarak aşık olur. Ancak bunun bu kesin belirlemeye uymayan yanları var.
Kadınla kadının ve erkekle erkeğin cinsel yakınlığı da aşk boyutuna varan
birliktelikleri getirebiliyor. Kadını kadına erkeği erkeğe çekici kılan
etkenlerin neler olup neler olamayacağını tartışmak uzmanların işi olabilir.
Ancak bu yakınlıkta, bu birliktelikte, bu itilmede dirençli bir takım
etkenlerin varolduğunu görmemek olası değil. Bunu sıradan bir hevesle açıklamak
olası olmadığı gibi basitçe herhangi bir alışkanlığın sonucu diye görmek de
kolay değil. Hormonal denge sorunu bu tür açıklamalarda ne ölçüde
belirleyicidir, bilemeyiz, en azından biz bilemeyiz. Ama eşcinsellik kadın
dünyasında da erkek dünyasında da bir gerçeklik olarak, yadsınamaz bir
gerçeklik olarak beliriyor.
Kadın kadınlığının bilincine, erkek
erkekliğinin bilincine vardığında aşka açık duruma gelir. Bireyin kendi
cinselliğinin bilincine varması çok küçük yaşlarda olur. Çok küçük yaşlarda
cinsel ayrımın sezilmediği bir evre, bir ilk dönem var mıdır? Kişi bir bilince
sahip olmaya başladığı anda cinselliğinin sezgisine de ulaşmış olacaktır. Bu
elbette başlarda buğulu ya da bulanık bir sezgidir. Belki de bu sezgi bazı
bireylerde öbürlerine göre daha geç bir zamanda ortaya çıkabilir. Dr.
Christian Hamburger bize bu konuda ilginç bir şey anlatır. Deniz kıyısında
arkadaşlarıyla oynamaktan dönen küçük kızına annesi “Oynadığın arkadaşların
kız mı erkek miydi? ” diye sorar. Küçük kız bu soruyu “Bilmiyorum anne,
giyinik değillerdi ” diye yanıtlar. Bu örnek bir küçük çocuğun yaşamında
pek belirleyici ve pek ilgi çekicidir ama ilk çocukluktan sonraki dönemlerde
pek raslanmadık bir durumu ortaya koymaktadır. Genellikle bireyler
cinselliklerinin ayrımına çok erkenden ulaşırlar. Kız kız olarak yaşamda
yerini alır, duyuşları, sezişleri, davranışları ona göre özelliklidir; erkek de
erkek olarak yaşamdaki yerini alır, onun tepkileri de erkekliğin koşulları
çerçevesinde gerçekleşir. Daha küçük yaşlarda bir duruş, bir dudak büküş,bir
bakış erkeklik ve dişilik ayrımının belirginleştiğini gösterir.
Bizler genelde bireylerin ya kadın ya da erkek
olduklarını düşünürüz. Arada tipler elbette vardır ama bunlar toplumun bütünü
içinde çok az sayıdadırlar. Yüzüne, davranışına, tutumuna baktığımızda kadın mı
erkek mi olduğunu anlayamadığımız kimseleri bizler olağandışı cinsellikte
bireyler olarak değerlendiririz. Ancak onlar vardır ve insanlığın bir gerçeği
olarak algılanmalıdır. Ne var ki erkekle kadını kalın bir çizgiyle birbirinden
ayırmamız da doğru olmaz: konunun uzmanları tüm erkeklerin aynı ölçüde erkek
tüm kadınların aynı ölçüde kadın olamayacağını bildiriyor. Onlara göre tam
anlamında erkek diyebileceğimiz kimseler kasları gelişmiş, omuzları geniş,
kalçaları dar, kaim sesli olanlardır. Tam anlamında kadın diyebileceğimiz
kimseler de buna göre cinslerinin çok belli özellikleriyle, daha çok yuvarlak
çizgili yapılarıyla seçilirler. Uzmanlara göre gene de hiçbir bireyi bizler
yüzde yüz erkek ya da yüzde yüz kadın diye belirleyemeyiz, belirlememeliyiz.
Dr. Christian Hambur- ger’e göre "Yüzde yüz erkek ve yüzde yüz kadın
gerçeklikte yoktur, çünkü her iki cinsin de tam olarak gelişmemiş bazı
organları vardır (erkekte meme, kadında bızır) Buna göre her cinsin karşı
cinsten bir şeyler taşıdığını söyleyebiliriz. Ancak dikkatli bir gözlemle
yapacağımız bir sınıflama bize şu sonucu gösterecektir: iki uçta normal kadın
ve normal erkek yer alırken onların arasında erkek eğilimli kadın ve kadın
eğilimli erkek yer ahr. En ortada da kadınlığı ve erkekliği aynı ağırlıkta
taşıyanlar vardır. Bu durum elbette her şeyden önce hormon dengesiyle
ilgilidir.
Dünyanın her yerinde büyük bir tartışma konusu
olan eşcinsellikte işte bu hormon dengesinin büyük bir rolü olduğu uzmanların
genel görüşüdür. Elbette bizim o konuda söyleyebileceğimiz çok bir şey yoktur.
Ancak sorunu hormon dengesine bağlayıp çıkamayız. İnsan yaşamında kendini
gösteren sonuçlar baştan sona tek bir nedenin belirleyici olduğu sonuçlar
değildir. Yaşamda bir nedenler bütünü bir sonucun ortaya çıkmasında
belirleyici olacaktır. Ancak şematik düşünmeyi alışkanlık edinmiş sıradan
kafalar bir sonuç için tek bir neden belirlemeye eğilimlidirler. İnsan
yaşamındaki olguları açıklarken karşılaştığımız güçlüğün temelinde de bu
çoknedenlilik vardır. Eşcinsellik konusuna girdiğimizde karşımıza hormon
dengesi kadar önemli bir sorun, ruhsal yaşamın edinilmiş özellikleri sorunu
çıkacaktır. Çeşitli biçimlerde sarsılmalara uğrayan bilinç, bireyi olağan
yaşamın dışına iten koşulları kendinde barındıracaktır. Her kişi yaşamını
çeşitli sarsıntılardan geçerek, buna göre çok çeşitli karmaşıklar biriktirerek
kurar. Hepimiz yaşamımızı sarsıntılardan giderek, çarpmalara uğrayarak kurarız.
Dünyayla her ilişkimiz bizde yeni bir karmaşık oluşturabilecek koşulları
getirecektir. Bilincimizin alt yanı tam anlamında bir karmaşıklar yumağıdır.
Bunları elbette elimizle koymuş gibi bulup gösteremeyiz. Karmaşıklar elektrik
gibidirler, kendilerini göremeyiz ama var olduklarını sonuçlarından ötürü
biliriz. Bilinci usulca kaldırıp alttaki yapıyı görebilme olanağımız olsaydı
insanla ilgili oluşumları yargılamakta büyük kolaylıklarımız olacaktı.
Altbilinç ya da bilinçdışı bir kapalı kutudur, bir gizler ortamıdır. Onun
yaşamımızda ne gibi etkiler oluşturacağını görebilmek kolay iş değildir.
Böylece cinsellikte bir takım değişik
yönelimler ortaya çıkar. Bu yönelimler kendilerini uzun süreçler boyunca yani
yavaş yavaş ortaya koyarlar. Bir değişik duruş, bir değişik davranış değişik
bir yönelimin belirtisi olabilir. Bu değişik yönelimlerin başında da elbet
eşcinsellik gelir. Dr. Hans Giese eşcinsellik konusunda bize şunları söylüyor: "Eşcinsellik
erotik itkide bir sapmadır, kendi cinsinden bir kişiye cinsel yönelimle
belirgindir. Bu kavram erkek için olduğu gibi kadın için de geçerlidir. ’’
Bununla birlikte “eşcinsel” terimi daha çok erkeklerle ilgili olarak
kullanılmaktadır. Uzmanlar kadın eşcinseller için daha çok “lesbi- en” terimini
yeğlerler. Bunda kadın eşcinselliğiyle erkek eşcinselliği arasındaki bir takım
nitelik ayrılıklarının belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Dr. Hans Giese
şöyle der: “İlke olarak eşcinsel ilişki karşıt cinsten eşler arasındaki
cinsel birliktelikle aynı yasalara ve aynı ritme uyar, onda aynı kurucu öğeler
bulunur: duygu yakınlığı ve duygu uzaklığı, aşk, nefret, korku, utanma,
dostluk, alışkanlık ve belli bir ödev anlayışı. Biyolojik süreç de özdeştir:
arzu, sertleşme, boşalma, orgazm. ” Gene de eşcinsellikte kadın-erkek
ilişkisinde pek taslanılmayan bir değişik yapı göze çarpar, bu değişik yapı
eşlerin aynı cinsten olmalarından gelir. Kadın-erkek ilişkisinde belirleyici
olan bir şey eksiktir burada ya da bir şey fazladır: eşcinsel ilişki birbirini
bilenlerin ilişkisidir. Erkek kadın için, kadın erkek için bir gizler
bütünüdür. Erkek erkek için, kadın kadın için giz değildir. Bu ilişkide kadının
erkeği ve erkeğin kadını keşfetmesi gibi heyecan verici bir durum sözkonusu
değildir. Eşcinsel ilişkide başka heyecanların varolması gerekir. Bu yüzden
birbirini bilenlerin ilişkisi birçok bakımdan çok uyumlu bir ilişki gibi
görünse de gerçekte büyük patlamalara yatkındır.
Sıkıntı veren bir konu da toplumun eşcinsele
bakış biçimidir. Top- lumların özellikle tutucu kesimleri eşcinselliğe pek katı
bakarlar ve onu mahkum edilmesi gereken bir durum olarak görürler. Eşcinseller
genel olarak suçlanan kişilerdir: onlar olağanın çokça dışına çıkmışlardır. Her
eşcinsel cinsel eğilimini belli ettiği ölçüde tedirgin edileceğini bilir: en
azından üzerinde alaylı bakışların gezindiğini sezecektir. Hatta iş dünyasında
eşcinsel kişinin genellikle istenmeyen kişi olarak görüldüğü kesindir. Buna
göre eşcinsel kişi ya eğilimlerini ne yapıp yapıp gizlemek ya da kınanmayı göze
almak zorundadır. Eşcinseli toplumsal açıdan zorda bırakan yönelimler daha çok
ya ahlak anlayışı açısından dar çevrelerdir ya da kültür açısından geri
çevrelerdir. Bu yüzden eşcinsel kendini en çok büyük kentlerde rahat duyacaktır.
Ama ne olursa olsun eşcinsel için alaya alınma ya da kınanma tam anlamında
yokolmaz. Bu yüzden her eşcinsel işin daha başında kendini yalana ve
umursamazlığa alıştırmak zorundadır. Bu biraz da kaçınılmaz olan bir kendini
gizleme çabasıdır. Yalanın değişik biçimleri vardır. Bazı eşcinseller karşı
cinsten kişilere aşın ilgi duyarmış gibi yaparak üzerlerindeki ilgiyi
dağıtmaya çalışırlar yani çevreyi kandırmaya kalkarlar. Hatta bazı eşcinseller
karşı cinsten insanları bu yolda kullanarak kendilerine bir sığınak oluşturmak
isterler. Bu yüzden her zaman eşcinsellerin kurnazca davranışlar içinde
bulundukları görülür. Kurnazlık eşcinselliğin şanındandır diyebiliriz. Bu
konuda onlan kınamak doğru olmaz, çünkü onlar bu tür davranışlara bel bağlamak
zorunda bırakılmışlardır. Eşcinsellerin pekazı kendi durumlarını hiç
çekinmeden ortaya koyma rahatlığına ermişlerdir. Daha çok belli bir kültür
düzeyine ulaşmış eşcinseller en azından eşcinselliklerini sıkı sıkıya gizlemek,
kalın örtülerle örtmek gereği duymazlar.
Evet, eşcinsel kişilik çok zaman kararsız ve
değişkendir, çok zaman belli bir kayganlık tablosu çizer. Eşcinsel içtenlikten
yoksundur, bu yönüyle ya da bu tür alışkanlıklarıyla benzer duyarlıklar
taşıyan eşini de öfkelendirir. “Eşcinselin yeni deneylere ve yeni hazlara
ulaşmak için eşini aldatma eğilimi vardır” (Dr. Hans Giese). Eşcinsel
ilişkinin tutarsızlığı biraz da kısırlığından gelir. Kadın da erkek de
cinsellikte bir şey üretmek için yanyana gelirler, buna geleceği üretmek de
diyebiliriz. Çocuk yapma düşleri erkekle kadının olağan ilişkisinde son derece
ağırlık- lıdır. Evet, karşı cinsten eşler birlikteliklerinden bir çocuk dünyaya
getirirler, onu kendi varlıklarının sürdürücüsü olarak görürler, onunla bir
tür ölümsüzlüğe ulaşma duygusunu yaşarlar. Oysa eşcinsel ilişki bu anlamda tam
olarak verimsizdir. Bu yüzden kadın-erkek ilişkisinde belirgin bir biçimde
gördüğümüz sorumluluk duygusu eşcinsellikte gelişmez. Aldatma eğilimi de bu
sorumsuzlukta yoğunlaşır. Böylece eşcinsel ilişki, uzmanların da belirttiği
gibi, çok zaman bir geldigeçti ilişki özelliği gösterir. Bağlılığın sürmesi çok
seyrek görülür. Ancak bu konuda kesin belirlemelerde bulunmak da doğru
değildir. Çünkü ilişkisini otuz yıl kırk yıl sürdüren eşcinseller de vardır.
Onlar kesin bir biçimde birbirlerine bağlanmış görünürler.
Evet, olağanın sınırlarını aşan ilişki ya da
olağandışı aşk dediğimiz zaman öncelikle eşcinselliği düşünürüz. Ancak bu
noktada katı bir ya- sadışıhk eğilimi görmek de doğru olmayacaktır. İnsanlığın
giderek doğal görmeye ve hatta yasallaştırmaya çalıştığı eşcinsel yönelim
gerçekte neresinden bakarsak bakalım insan dünyasında yadsınamayacak ağırlıkta
yeri olan bir yönelimdir. Eşcinsel kişi sorunlu kişidir, yalnız aşkta ya da
cinsel ilişkide değil tüm insan ilişkilerinde ya da genel olarak tüm ruhsal
etkinliklerinde belli ölçülerde sıkıntılı kişidir. Sorun özellikle top-
lumların bu konudaki hoşgörüsüzlüğünden gelir. Eşcinselin aşkı bu koşullar
içinde oldukça sorunludur, aşkın genel sorunlarını çok aşan bir sorunluluk
belirleyicidir burada. Önce şu soru sorulabilir: eşcinsel ilişkiye aşk sözünü
yakıştırmak biraz abartılı olmuyor mu, eşcinsellikte gerçek aşktan
sözedilebilir mi? Cinselliğe duygusallığın katıldığı her durum aşkla
ilgilidir. Eşcinselin de cinsel yöneliminde duygusallıktan tümüyle arınmış
olduğunu söylemek güçtür. Sevecenliğin ve kıskançlığın varolduğu her yerde
aşktan sözedebilmemiz gerekir. Buna göre eşcinsel kişi aşkı da enine boyuna
yaşayabilen kişidir. Onu tam tamına duygusallıktan uzak diye değerlendirmek
yanlış olur.
Eşcinsellikte sevecenliğin de kıskançlığın da
varolduğunu, hatta çok zaman aşın ölçülerde varolduğunu görüyoruz. Evet,
eşcinsel ilişki olağan kadın-erkek ilişkisinden daha çarpıcı, daha kırıcı
özellikler gösterebilmektedir. Eşcinsellikte bu tür duygular çok zaman aşırı
ya da daha çok abartılmış boyutlarda kendini gösterir. Eşcinsel ilişkinin yapmacıkları
olağan aşk ilişkisindeki yapmacıklardan daha güçlüdür. Burada bir noktayı
belirlemek çok önemli olacak: doğal olan ve evrensel bir yaygınlıkta kendini
gösteren eşcinsel duyarlılığı konumuzun dışında tutmamız gerekiyor. Gerçek
anlamda eşcinsellik edimlileşmiş bir yönelimin anlatımıdır. Oysa özellikle
genç yaşlarda ortaya çıkan ve aynı cinse hayranlıkla yönelme diye belirleyebileceğimiz
tutumun eşcinsellik şemsiyesi altına konması doğru olmaz. Bu özellikle erginlik
dediğimiz o en karmaşık dönemde ortaya çıkan geçici bir hevestir ki çok zaman
anlatılmadan, açığa vurulmadan kahr, kişinin dünyasından ılık bir rüzgar gibi
geçip gider, sonunda her şey rayına oturur. Bu tür eğilimler daha çok
üzerlerine gidildiği zaman edimlileşirler. Bu konuda anababa- ların ve
eğiticilerin çok dikkatli ve çok duyarlı olmasında elbette yarar vardır.
Sonunda her şey rayına oturmadıysa orada bir sapmanın oluşması işten bile
değildir. Özü hayranlık olan böyle bir gönül kaymasının üzerine kabasaba
yöntemlerle giderek onu yoketmeye çalışmamız tümüyle ters tepkiler
oluşturacaktır. Bir ergin bireyin aynı cinsten bir başka bireye duyduğu o
bulanık hayranlık bize bir sapmayı düşündürme- melidir.
Gerçek anlamda etkin eşcinsellik aynı cinse
tutkuyla yönelimi, karşı cins karşısında tam anlamında bir isteksizliği
getirir. Ne var ki eşcinsellikte aynı cinse tutkuyla yöneliş kesin olmakla
birlikte karşı cins karşısında isteksizlik mutlak değildir. Hatta pekçok
eşcinsel kadının erkeğe ve pekçok eşcinsel erkeğin kadına azçok yoğun bir
istekle yöneldiği, hatta pekçok eşcinselin iki yönlü bir cinsel etkinlik içinde
olduğu bilinmektedir. Hatta evli barklı kadın ve erkek eşcinsellerin sayısı da
az değildir. Bunların evliliklerini hangi koşullarda sürdürdüklerini ve
evliliklerinde ne ölçüde mutlu olduklarını kestirmek zordur. Bu biraz da toplumsal
koşulların zorlamasıyla olacaktır. Evli bir eşcinselin yaşamı evli olmayan bir
eşcinselin yaşamından daha kolay olacaktır, çünkü en azından tepki
çekmeyecektir. Her toplumda en saygın ilişki evlilik ilişkisidir. Bu durumda
eşcinsel eğilimleri olan bir kadın eşcinsel ilişkisini gizlilik içinde
gerçekleştirirken iyi bir eş ve iyi bir anne olmanın koşullarını da yaratmak
isteyecektir ve bir ölçüde de olsa yaratabilecektir. Eşcinsel erkek için de
benzer durumların sözkonusu olduğu kesindir.
Bu arada eşcinselliğin derecelerinden sözetmek
de olasıdır. Kadınlara tutkuyla yönelen erkek eşcinsellerin az sayıda olmadığı
bilinir. En azından estetik düzeyde bir ilgilenme her zaman sözkonusu olabilir.
Kadın bedeni ve kadın davranışı eşcinsel bir erkek için az da olsa çekicidir,
en azından estetik açıdan çekicidir. Erkek bedeni ve erkek davranışı da
eşcinsel bir kadın için az da olsa çekici olacaktır. Bu da bize bir yüzü erkek
bir yüzü kadın olan bireylerin varlığını duyurur. Gene de bu iki yönlü ilişki
sorunlarla dolu bir ilişki olacaktır. Bir kadın erkek sevgilisinin başka erkeklerle
ilgilendiğini görünce tedirgin olacaktır. Böyle bir durumu gönül rahatlığıyla
benimseyebilecek kadın yok denilecek kadar azdır. Ancak kadınlıklarında çok
sorunlu kadınlar böyle bir durumu daha rahat benimseyebilirler. îki yönlülük
tam tamına bir alışkanlık olarak yaşanabilir. Sezar için tarih kitaplarının "bütün
kadınların erkeği ve bütün erkeklerin kadını” demesi boş değildir. Ancak
gerçek anlamda eşcinsellik aynı cinse tutkulu bir yönelimle belirgindir.
Eşcinseller genellikle kendi cinsleri dışındaki bireylere cinsel bir yakınlık
duymazlar, hele hele onlara tutkuyla ya da belli bir ilgiyle bağlanmaları
düşünülemez. Hatta eşcinsellerin karşı cinsten insanlara zaman zaman öfkeli ya
da aşağılayıcı bir biçimde yöneldikleri de görülür.
Ancak burada çok özel durumlarla yüzyüze
gelebiliriz. Çeşitli toplumsal ve kişisel nedenlerle ya da çeşitli baskılar ve
yoksunluklar yüzünden eşcinsel yaşamı seçmiş bir bireyin değişik koşullarla
yüzyüze geldiğinde bu alışkanlığından kurtularak olağan cinsel yaşama döndüğü
de çok görülür. Karşı cinsten eş bulmak bazı koşullarda, özellikle geri kalmış.
toplum yaşamında hiç de kolay değildir. Oysa bu gibi ortamlarda oldukça kapalı
bir düzen ortaya koyan kızlararası ve erkeklerarası yoğun arkadaşlıklar ya da
dostluklar zamanla kolayca eşcinsel ilişkilere yönlendirilebilir. Erkeklerin
kadınlarla ve kadınların erkeklerle kolay kolay buluşamadıkları kapalı
toplumlarda eşcinsellik çok daha çabuk yayılma olanağı bulur. O durumda
gizliliğin de yardımıyla göreneksel değerler de incitilmemiş olur. Bu gibi
koşullarda kişinin bilinçlendirilerek olağan cinsel yaşama döndürülmesi
olasıdır. Bu konuda ruhbilimin ve ruhhekimli- ğinin insanlara büyük ölçüde
yardımcı olabildiği bilinmektedir. Ancak burada yerleşik alışkanlıklar kişiye büyük
ölçüde engel çıkarır: gerçek anlamda bir eşcinsel için cinsel uyanma ancak aynı
cins karşısında söz- konusu olabilir. Eşcinsel erkek kendine kadınsız bir dünya
kurar, eşcinsel kadın erkek dünyasından iyiden iyiye uzak durur.
Eşcinsellik her zaman giz dolu bir ilişki
olarak çıkar karşımıza. Eşcinsel eşcinselliğini gizlemese de onun koşullannı
açık etmekten sakınır. Kişi eşcinsel olduğunu hekime anlatmakta bile güçlük
çeker. Özellikle dar çevrelerde hekim uzaktan da olsa tanıdık biridir.
Eşcinselliğin çokça yargılanmadığı ve hatta bir çeşit yasallık kazandığı
toplumlarda bile eşcinseller cinsel eğilimlerini açık açık söylemekten ya da
açıkça sergilemekten kaçınırlar. Hiç bir şey olmasa işleri tehlikeye girebilir
ya da işlerinde yükselmeleri engellenebilir. Eşcinsel birey azçok kararsız
kişiliğiyle üst düzey görevler için pek de uygun bulunmaz. Kişi eşcinsel
olduğunu çekinmeden söylese bile eşcinselliği nasıl yaşadığını açıklamaz. Oysa
kadınlarla ilişki kuran erkekler hatta erkeklerle ilişki kuran kadınlar bu
ilişkilerinin ayrıntılarını çok zaman kendilerine çok yakın buldukları
kişilere bazen pek da yakışık almayan bir rahatlıkla anlatırlar. Bu konuda
kadın eşcinselliği erkek eşcinselliğinden daha gizli, daha örtülü bir yapı
ortaya koyar. Bu kapalılık elbette büyük ölçüde utanma duygusuyla ilgilidir. Eşcinsellik
doğal sayılmadığı sürece bu gizlilik, bu örtülülük sürüp gidecektir ve
eşcinsellik hastalıklı bir ilişki olarak değerlendirildikçe eşcinsel kişi bir
takım örtülerin altına gizlenme tutumunu elden bırakmayacaktır.
Eşcinselliği son derece olağan saymaya eğilimli
kişiler bile özellikle kendi yakınlarıyla ilgili böyle bir durum ortaya
çıktığında tedirginlik duyarlar. Demek ki hangi koşulda olursa olsun
eşcinselliği tam olarak olağan saymak kolay olmayacaktır. Yakınlarının
eşcinsel eğilimlerinden rahatsız olanlar şu gerçeği bir kaçınılmazlık olarak
yaşarlar: bu bir olağan- dışılıktır ve giderilmesi hiç de kolay olmayan bir
olağandışılıktır. Evet, onun kolay kolay giderilemez olan olağandışı bir eğilim
olduğu kesindir. Elbet eşcinselliğin hangi ölçülerde etkin olduğu sorunu da bu
anlamda önemlidir. İyiden iyiye edimlileşmiş yani iyice yerleşmiş bir
eşcinsellik durumunda iyileştirmenin kolay kolay sözkonusu olamayacağını rahatlıkla
düşünebiliriz. İyileştirme bu yönelime neden olan ruh durumunun bilinmesiyle
olasıdır. Böyle bir bilgiye ulaşmak hiç de kolay değildir. Nedenlere ulaşmak
iyileşmeyi yüzde yüz sağlayacak mı, iyileşmeye giden yolun kapısını rahatça
açacak mı? Kaldı ki yerleşik durumlarda kişi kendiyle sorunlu gibi durmaz ya
da hatta kendiyle sorunlu olmaktan bir ölçüde sıyrılmıştır. Sorunlu dönemleri
atlatmış ve bir çeşit düze çıkmıştır, artık eşcinsellik onun için her şeyden
önce bir alışkanlıktır.
Kişiyi eşcinselliğe iten ruhsal nedenler
sayılamayacak kadar çoktur. Bu nedenlerin başında kadınlar ortamında yetişme ya
da kadınsı koşullarda yetişme gelir. Parçalanmış aileler bu iş için verimli
ortamlardır. Baba şu ya da bu nedenle başını alıp gitmiştir, erkek çocuk
kadınlarla kalmıştır, anneyle, ablayla, teyzeyle, halayla ve onların kadın
çevresiyle kalmıştır. Ya da baba işi gereği eve çok seyrek gelmektedir. Ya da
baba hapistedir. Ya da baba silik kişiliğiyle evde varla yok arası biridir,
itilen kakılan biridir, pısırıktır, savunmasızdır, bu durumda tüm yönetim anneye
geçmiştir, babanın edilginliği anneyi her durumda daha da etkin kılmaktadır.
İşini gündelik ölçülerde şöyle böyle sürdürebilen ama et almayı, çivi çakmayı,
fatura yatırmayı beceremeyen bir baba vardır ortada. Bu durumlarda erkek çocuk
tam tamına eşcinselliğe kayma bakımından bir tehlike karşısındadır. Bazen kız
çocuk isteyen ve bu isteklerini bir türlü gerçekleştiremeyen anababalar örneğin
üç oğlandan en küçüğüne kız giysileri giydirirler, onun saçlarını uzatırlar,
ona kız çocuğuymuş gibi davranırlar, böylece kaş yapalım derken göz çıkarırlar
ve çocuğu eşcinselliğe itmiş olurlar. Çocuğu erkek gibi giydirmeye
başladıklarında iş işten geçmiştir.
C. Jamont eşcinselliğin ahlakla ilgili bir
durum olmadığını, eşcinselleri ahlak açısından yargılamanın doğru olmadığını
söyler. Gerçekten eşcinseli eşcinsel diye itip kakmak ve onu toplum dışına
sürmeye çalışmak uygar bir insanın yapabileceği bir iş değildir. Yaşamı ne
olursa olsun her insan bireyi saygıdeğerdir. O durumda eşcinsellik olağan bir
özellik mi sayılmalıdır? Elbette, eşcinselliği olağan bir özellik saymak
gerekir. Eşcinselliği başhbaşına bir tutarsızlık diye almak doğru değildir.
Eşcinsel kişi belki de bir takım olumsuz toplumsal ve ruhsal etkenlerin
belirleyiciliğinde, sorunlu bir geçmişin baskısı altında değişik eğilimler
edinmiş kişidir; bu kişinin basitçe bir hasta olduğunu düşünürsem onu nesne
durumuna, eşya durumuna indirgemiş olurum. Ve bu durumda onu kişi olmaktan
çıkarmış olurum. Ancak eşcinsellerin genelde toplumdışı sayılmalarının
nedenlerine bakarsak bu nedenlerin daha çok duygusal temelli olduğunu görürüz.
Ancak eşcinselliği baştan sona olağan görmemiz de belki zor olacaktır. Öyle ya,
eşcinsellik bu kadar doğalsa toplumda neden yüzde yüz benimsenmiyor? Ne olursa
olsun, kadın olsun erkek olsun tüm eşcinsellerin özgür birer birey olduklarını
unutmamak gerekir. Herkes gibi onların da toplumsal yaşamda hakları olduğunu
unutmamak gerekir. Özgür olmak dediğimiz şey bir toplumda olmaksa yani
başkalarıyla olmaksa eşcinselleri toplum dışına itecek tutumlardan uzak durmak
gerekecektir. Eşcinsellerde gördüğümüz, açık ya da örtülü bir biçimde kendini
gösteren suçluluk duygusu bizim onlara yönelttiğimiz suçlamaların bir sonucu
değil midir?
“Lesbien” diye adlandırılan kadın eşcinsellere
gelince, onların cinsel yaşam koşullan erkek eşcinsellerinkinden biraz daha
değişiktir. “Lesbien” sözü M.Ö. VI. yüzyılda Lesbos adasında yaşamış olan
kadın şair Sappho’nun cinsel yaşamına bağlı olarak benimsenmiştir. O dönemde
tüm yunan dünyasında eşcinsellik yaygındır ve olağan sayılmaktadır. Bu biraz da
nüfus patlaması tehlikesine karşı geliştirilmiş usullerden biridir. Buna göre
bir erkeğin bir erkekle ve bir kadının bir kadınla cinsel yakınlık içinde
olması hiç mi hiç yadırganmamaktadır. Örneğin Pla- ton’un diyaloglarından
eşcinselliğin eski Yunanistan’da ne kadar yaygın olduğunu ve ne ölçüde olağan
karşılandığını kolayca anlayabiliriz. Sappho kadın eşcinselliğinin simgesi
gibidir. Erkeksi bir kadın olarak bilinen Sappho bir sanat okulunun
yöneticisiydi ve orada kadınlarla duygusal ilişkiler içine giriyordu.
Sappho’nun okulunda kadınlar arasındaki ilişkilerin niteliklerinin neler
olduğunu elbette bilemiyoruz. Evet, kadın eşcinselliği erkek eşcinselliğinden
daha örtülüdür. Kadın eşcinselliği tarihin en eski zamanlarından bu yana çok
kalın örtüler altında ya da kat kat duvarlar arkasında gerçekleştiği için
erkeklerinki kadar ilgi çekmedi ve hemen her yönüyle bir giz olarak kaldı.
Kadın eşcinseller hemen hiç konuşmadılar.
Öte yandan kadın eşcinseller öteden beri erkek
eşcinseller gibi büyük topluluklar oluşturmamışlardır, onların topluluğu her
zaman iki üç kişilik olmuştur. Onlar kapanırlar, kendilerini gizlerler,
toplumla takışmayı göze almazlar, çok zaman birer aile kadınıdırlar. Ve onlar
çok zaman sevmenin sevilmenin ne olduğunu bilmeyen anlayışsız erkeklerin
suskun kadınlarıdırlar. Kınamaya hazır olanların gözüne batmazlar, yasaları
uygulayanların gözüne batmazlar: erkek eşcinsellerin çok zaman çekinmeden
uyguladığı vurdulu kırdıh eylemlerden uzaktırlar. Erkek eşcinseller çeşitli
davranışlarıyla kendilerini belli ederken kadın eşcinseller kendilerini iyiden
iyiye gizlerler. Kadın eşcinsel görünümüyle ve davranışıyla öbür kadınlardan
biridir. Ancak bazı eşcinsel kadınların belli belirsiz bir erkeksi havası
vardır. Kadınsı havada olan kadın eşcinseller erkeklerle ilişkiye de yatkın
olurlar ya da öyle görünürler. Bazı kadın eşçinseller tam tamına erkeksi
havaları içinde toplumun açık tepkisiyle karşılaşırlar. Onlar iri göğüsleri ve
dolgun kalçaları olan bir çeşit sert erkeklerdir.
Dr. E. Siebecke kadında eşcinselliğe eğilimin
başlayış koşullarını şöyle açıklıyor: "Bilindiği gibi erginlik
döneminde küçük kızın erotik ve cinsel eğilimleri aynı cinsten kişilere
yönelmiştir. Bir kadın profesöre, daha yaşlı bir oyuncuya ya da arkadaşa
hayranlık çok zaman aile ocağından ilk kaçış denemesini getirir. Hayran olunan
ve yüceltilen kişiler çok zaman daha yaşlı, tam anlamında olgun, bağımsız bir
konumda olan kadınlardır. Bunun nedeni belki de onların aile baskısından kurtulmak
isteyen genç insanlara bir tür koruma ve güven sağlamalarıdır. Bu kadınlar genç
kızın doğmakta olan erotik eğilimlerine hedef olurlar. Bu durumda cinsel
etkinlik yoktur ve genç kız eğiliminin erotik cinsel arka planından haberli
değildir. ” Genç kız yakında bir erkekle karşılaşacak ve bu kıskaçtan
kurtulacaktır. O durumda da ilgi genellikle yaşlı bir erkeğe, örneğin bir
profesöre ya da aile dostuna yönelecektir. O durumda bir bakıma ateşli iki
sevgili ilişkisi, bir bakıma da bir baba-kız ilişkisi ortaya çıkar. Özellikle
ailesiyle sorunlu bir genç kız için bu durum kaçınılmaz gibidir. Genç kız daha
sonra büyük bir olasılıkla kendi olağan yolunu bulacaktır. Çeşitli nedenlerle
erkeğe yönelememe, saygıdeğer kadına takılıp kalma durumlarında tehlikeli
gelişim yavaş yavaş kendini gösterir. Koruyucu ve anlayışlı ablalar bu
açıdan tehlike oluştururlar.
Kısacası eşcinsellik kadında da erkekte de
özellikle bilinçdışını oluşturan karmaşıklardan kaynaklanan bir olgudur. Bazı
ruhaynştırmacıla- rına ve bazı ruhbilimcilere göre, özellikle Adler’e göre
eşcinsellikte aşağı lıkduygusunun rolü büyüktür: başarısızlık korkusu kişiyi
kendi cinsinden birine yaklaştırabilir, bu durumda eşcinselliğin temeli
atılmış olur. Eşcinsellikte kötü eğitim düzeninin de rolü büyüktür. Anneye aşın
bağlı erkek çocukların ve kadın ortamında yetişmiş erkek çocukların da
eşcinselliğe yatkın olduklarını rahatça söyleyebiliriz. Ahlaki nedenlerle
eşcinselliğe karşı olmanın hiçbir anlamı olmadığı gibi eşcinselliği her koşulda
yasallaştırmaya ve topluma benimsetmeye çalışan görüşlerin de hiçbir anlamı
yoktur. İnsanları kendi yaşamları içinde rahat bırakmak gerekir. Yaşamlarıyla
başkalarına zarar vermeyen insanların gününü gecesini zehir etmek uygar insana
yakışır bir şey değildir. Eşcinsellik tarihten bu yana varolmuştur ve insanı
sıkıntıya düşüren belli bir takım koşullar varlığını sürdürdükçe de
varolacaktır.
"Dünyanın en eski mesleği ’’ yle bir aşk araştırmasının ne ilgisi olabilir diye
düşünenler bu mesleğin insanlarını bir insan değil de bir ilişki makinası gibi
görmeye eğilimli olanlardır. Yaşam biçimi, kültür düzeyi, ahlak anlayışı ne
olursa olsun, her kişi kendine göre aşk yaşayabilir. Biz burada daha çok
fahişelerin hangi koşullarda aşk yaşayabildiğini değil de fahişeliğin ne
olduğunu araştırmaya çalışacağız. J ahişenin dünyasını kavradığımızda onun
aşkla olan ilişkisi de kendiliğinden aydınlanacaktır. Fa- hişenin dünyası
dediğimiz şey gerçekte bir kapah kutudur. Fahişelerle ilişkimiz onları tanımak
için değil onlardan yararlanmak içindir. Kısa bir süre birlikte olunan bir
kadının dünyasında neler var? Bunu uzmanların dışında pek kimselerin bilmek
isteyebileceğini düşünemeyiz. Fahişe çok zaman ciddiye alınmayan insandır, çok
zaman onun bir yüreği olup olmadığı bile düşünülmez. Oysa o da yaşamın
dalgaları arasında savaşım verirken herkes gibi bir duyan, duygulanan, düşünen
varlık özelliği gösterir. Mesleğin ruhsallıkta açtığı yaralar ve hatta kabuk
bağlamalar onu insanlıktan çıkaracak değildir. Tersine, bir tür feleğin
sillesini yemişlikle, fahişe kendine göre bir bilge kişi özelliği
gösterecektir.
Fahişelik olgusu çok iyi araştırılmadı,
fahişeliğin toplumsal ve ruhsal koşulları yeterince incelenmedi. Ancak bu
konuda yapılmış pek ilginç araştırmalar da var. Örneğin nöropsikiyatri uzmanı
Dr. P. Durba- n’ın kitabı bu konuda yapılmış çalışmaların en ilgi
çekicilerinden biri olmalı: La psychologie des prostitu^es (Fahişelerin
ruhsal yaşamı). Bu kitap bize fahişeliğin tarihinden çok onun ne olup ne
olmadığını araş-
tınyor, ancak bu arada tarihsel bilgiler de
veriyor. Dünyanın en eski mesleği toplumsal dönüşümlere göre değişik görünümler
almış, yere ve zamana göre kendine uygun kılıklar edinmiş ama gücünden ve
etkisinden hemen hiçbir şey yitirmemiştir. Fahişeliğin tarihi en eski
zamanlarda kutsalın tarihiyle azçok birleşse de özellikle daha sonraki
zamanlarda acının ve yoksunluğun tarihidir. Geleceğin daha mutlu insanı,
geleceğin daha doğru yaşayacak olan insanı, geleceğin daha insan olacak olan
insanı fahişeliğin sonunu getirebilecek mi? Bu konuda şimdiden belli bir
şeyler söyleyebilmek çok zor. İnsanlık tüm olumsuzluklarını zamanla birer
birer yokedecekse, fahişelik belki de en son gözden çıkarılabilecek olumsuzluklardan
biri olacaktır. En eski zamanlarda, kadının henüz kendine belli bir toplumsal
yer açmayı hiç mi hiç düşünmediği ya da başaramadığı zamanlarda fehişeliğin
koşulları elbette çok daha belirleyiciydi. Erkeğin karşısında iyiden iyiye
silahsız kalan bu ikinci cins, yaşamda fahişeliği etkin kılarak belli bir güç
kazandı, kendine belli bir yer edindi, bu yeri edinirken elbette oyunculuğu ve
beceriyi iyi kullandı. Kadın böylece bedensel güçsüzlüğünün açığını zekasıyla
kapamaya yöneliyordu.
Her toplum fahişeliğe biraz değişik bir anlam
verdi, ona başka başka yerler ayırdı. Bazı toplumlarda, örneğin Germenlerde
fahişelik yoktu. Galya’da fahişelik ölüm cezasını gerektiriyordu. Vizigotlar
fahişelere ağır cezalar veriyorlardı. Eski Slavlar fahişeliği eldeğmemişliğe
yeğ tutuyorlardı, bekaret onlar için anlamsız ve can sıkıcı bir şeydi. Cezayir’de
yüksek yaylalarda yaşayan bir boyun insanları yetişkin duruma gelen kızlarını
Kuzey Afrika’nın değişik yerleşim alanlarında fuhuş yapmaya gönderiyorlardı.
Bu kızlar, bir zaman sonra, doğdukları topraklara ceplerini doldurmuş olarak
dönüyorlar, iyi kısmetler bulup evleniyorlar, çok iyi eş ve çok iyi anne
oluyorlardı. Eski toplumlarda fahişelik bir dünya etkinliği olduğu kadar kutsal
bir etkinlikti. Çok zaman fahişelik gizemli anlamlara bürünüyordu. Zamanla
fahişelik hoşgörülen bir etkinlik olmaktan çıktı, cezayı gerektirir bir konu
oldu. Roma imparatoru Büyük Theodosius fahişelik yapan kadınların yakınlarını
sürgüne gön deriyordu. Theodosius bu arada kadın tüccarlarını da sıkı bir
biçimde izletti. Tiberius kendi şövalyelerine kızlarına fahişelik yaptırmayı
yasaklamıştı. Caligula fahişeliği ağır vergilerle önlemeye çalışmıştı. Bizim
çoğunu Dr. Durban’ın kitabından aldığımız bu örnekler başka kaynaklara da
başvurmakla çoğaltılabilir. Ancak bizim burada yapmak istediğimiz fahişeliğin
tarihini aydınlatmak değil fahişeliğin ruhsal temellerini tartışmaktır.
Fahişeliğe olumlu bir gözle bakmak isteyenler
onun tüm sakıncaları ve sıkıntıları yanında yararlı yanlan olduğunu da
göreceklerdir. Dinci filozof Aziz Augustinus bu çerçevede fahişeler için
şunları söylüyordu: “Sarayda çirkef kuyusu neyse onlar da kentte odun
Çırkef kuyusunu kaldırın, saray iğrenç bir yer olup çıkacaktır. ’’
Gençlerin cinsel eğitimleri konusunda fahişeliğin büyük bir katkı sağladığını
söylemek sanırım hiç de yanlış olmaz. Bu yüzden Kari I gibi bazı yöneticiler
fahişelik kurumunu bir düzene sokmak ve kurallara bağlamak için çaba göstermişlerdir.
Fahişeliğin kurumlaştırılması ya da resmen tanınması sağlık açısından da
önemlidir. Evlilik dışı cinsel ilişkilerin en azından bir bölümünün sağlık
açısından denetleniyor olması elbette çok önemlidir. Ayrıca fahişeliğin
yasalhğı ahlaki bir takım sorunların çözümünde de büyük ölçüde yarar
sağlamaktadır. Baskıcı gündelik yaşam koşullarında cinsel etkinliğini
gerçekleştiremeyen insanların toplumda yüz kızartıcı ve cezayı gerektiren
suçlar işlemeleri daha kolay olmaktadır. Fahişelik bu gibi olumsuz durumları
engelleyici bir kurumdur. İnsan bireyinin cinsel istekleri giderme yolunda
kullanılması elbette istenir bir durum değildir. Ancak birey hiçbir zorlama
sözkonusu olmadan, yakınlarının baskısı ya da bir takım çetelerin zorlaması
olmadan fahişe olmayı seç- tiyse ona bu seçiminde belli koşullar çerçevesinde
yardımcı olmak toplumsal bir zorunluluk olarak görülmeli ve ona bu yoldaki
eylemlerinde anlayış gösterilmelidir. Böyle bir bireyin korunması toplumsal bir
yükümlülük olarak düşünülmelidir.
“Fahişe” diye nitelendirdiğimiz kadın belli bir
yarar karşılığı bedenini cinsel anlamda başkasının kullanımına açan kişidir.
Bu kullanımda insan saygısı sınırlarının aşılmaması gerekir, yoksa kendini
başkasına kullandıran bireyin ruhsal ve hatta bedensel açıdan, ama özellikle
ruhsal açıdan zarar görmesi işten bile değildir. Gerçekte fahişe bu alışverişte
ruhunu ve bedenini korumayı belli bir ölçüde bilen ya da başarabilen kişidir.
Öte yandan fahişelik bedeni olduğu kadar ruhu da yıpratan bir meslektir. Bu
meslekte birey pekçok koşulda nesneye indirgendiğini duyar. Fahişeyle
gerçekleştirilen cinsel ilişki küçük ölçüde de olsa bir aşk ilişkisidir, en
azından aşk ilişkisi görünümündedir. Fahişe kendisiyle ilişkiye giren kişiye
belli bir yapay içtenliği sunmak zorundadır, yoksa işini sağlıklı biçimde yapma
şansını elde edemeyecektir. Bir fahişe kendisiyle birlikte olmaya gelen kişiye
gel sevgilim ya da gel kocacığım gibi sözlerle yönelecektir.
Alışverişin koşullarına göre odada bir kaset- çalann uyarıcı havalar çalıyor
olması da olasıdır. Ancak bu yapay içtenliğin altında tam anlamında bir
katılık hatta kaskatılık kendini acımasız ölçülerde duyuracaktır. Sevgi sözleri
ya da aşkın varlığını andıran görünümler geçicidir ve tam tamına uydurmadır.
Aşkı satın alan kişi bir takım belli sınırları aşmaya başladığında, daha da
içtenlikli bir yakınlık kurmaya giriştiğinde iyiden iyiye katı bir tutumla
karşılaşabilir. O yüzden erkeklerin bu alanda ilgisi çok zaman belli ya da
tanıdık kadınlara yönelir. Herhangi bir kadına değil de falanca kadına gitmek
daha doğrudur, daha yararlıdır. İyi müşteri olmak lokantada ne anlama geliyorsa
burada da o anlama gelecektir.
Fahişelik yalnızca para karşılığında cinsel
ilişkide bulunmak diye mi anlaşılmalıdır ve yalnızca kadına özgü diye mi
düşünülmelidir? Sevgilisini bırakıp daha iyi bir yaşam için bir başka erkekle
yaşamaya ya da evlenmeye yönelen kadını da fahişe saymamız yanlış olur mu?
Fahişe tanımını iyiden iyiye daraltmamak gerekir. Bu örnekte genel durum fahişe
tanımına sıkı sıkıya uymaktadır: burada da bir tür para karşılığı satılma
sözkonusudur. Daha iyi yiyecekler, daha iyi giyecekler, daha yüksek bir
toplumsal yaşam adına bir erkekle yaşamını birleştirmeyi göze alan kadının
ahlak açısından savunulabilir bir yanı var mıdır? Böyle bir seçimle ortaya
çıkan konumu bir tür yan fahişelik ya da örtülü fahişelik diye
nitelendirmemiz sanırım hiç de yanlış olmaz. Çünkü ekmeğini sağlamak için
bedenini satan bir kadının durumu üst düzey yaşam koşulları elde edebilmek
adına bedenini ve ruhunu tezgaha koyan kadının durumundan daha ahlaki
görünebilir. Elbet her iki durumda da bir ahlak sorunu sözkonusudur ve daha
ahlaki nitelendirmesi mantık koşullarıyla bağdaşmayacak bir
nitelendirmedir. Bir şey ya ahlakidir ya da değildir, ahlak değerlerinin
basamakları yoktur. Ancak gönlümüz iyi bir alışveriş yapmak adına bir erkekle
hatta bir ömür boyu birlikte olmayı benimseyen kadından çok gündeliği kurtarmak
adına bir ya da birçok erkekle birlikte olmayı benimseyen kadından yana
olacaktır. Ancak unutmamak gerekir ki fahişelik bütün biçimlerinde ahlakdışı
bir seçimin sonucu olarak karşımıza çıkar. Onun en eski meslek oluşu ahlak
açısından benimsenmesini elbette gerekli kılmaz. Hırsızlıkla ya da
dolandırıcılıkla ahlaklılığı bağdaştıramayacağımız gibi fahişelikle de
ahlaklılığı bağdaştıranlayız. Fahişelik ahlaklı olma şansının sözkonusu
olmadığı tek meslektir. Ancak sorunu yalnızca ahlak açısından ele aldığımızda
kendimizi dar bir alana kapatmış oluruz.
Yan fahişelik ya da örtülü fahişelik dediğimiz
durum hiç de az Taşlanılır bir durum değildir ve ne yazık ki genellikle ahlak
açısından pek de eleştiri gerektirmez gibi görünen bir durumdur. İnsanlar
örneğin para peşinde evlilikler yapan insanları ahlaksızlıkla suçlamaya
kalkmazlar. Hatta bu tür evlilikler akıl evliliği gibi deyimlerle
yasallaştırılır. Paralı koca bulmak adına kurnazca girişimlerde bulunan
kızların ahlaki durumu genellikle tartışılmaz. Göreneksel değerler dizgesi,
her konuda son derece katıkuralcı olurken bu konuda istemediğimiz kadar
anlayışlıdır. Göreneksel değerler dizgesi bazen kadının satılmasını hoş
karşılayacak kadar anlayışlıdır. Eş ya da metres olarak satılmayı kabul etmeyen
kadın ölümü haketmiş olabilir. Kadın erkek ilişkisinde çıkar hesabı varsa
orada fahişeliği akla getiren bir şeyler vardır. İster göreneklerle korunmuş
ya da onaylanmış olsun ister göreneklerde hiçbir karşılığı olmasın kadınla
erkek arasında cinsellik temeline dayanan ilişki biçimi en küçük ölçülerde
olsun alışverişi andırıyorsa ahlakdışıdır. Oysa görenekler çok zaman alışverişe
dayalı birlikteliği ahlaki saymaya eğilimli olurken hiçbir çıkar gözetmeyen aşk
ilişkisini yasadışı sayarlar. Çünkü alışveriş toplumsal açıdan ve bireysel
açıdan kazanç sağlarken aşk uygunsuz birleşmeleri körükleyerek toplumsal ve
bireysel yararı zedeler. Görenekleri izleyenler yaran elden bırakmaksızın
ahlakçıdırlar. Bu da değerler açısından çelişkili bir durum yaratır. Yoksul bir
kız çocuğunun son derece zengin isteyenleri varken bir çulsuza gönül vermesi
bazen bütün bir aileyi hatta bazen aileden daha geniş bir çevreyi zorda
bırakır. O zaman belki de yapılması gereken tek iş o kız çocuğunu ölümle cezalandırmaktır.
Hatta yasalar bu gerekçeyle kızkardeşini öldüren bir genci “ağır tahrik
altında” suç işlemiş sayarak koruma altına alabilir.
Fahişeler bize çok zaman aşırı cinsel arzulan
olan kimseler olarak görünürler. Gerçekte onlann aşın cinsel arzuları olan
kimseler oldukla- nnı gösterecek hiçbir belirti yoktur. Zaten onlar para
karşılığı iş yaparken istekliden çok oyuncudurlar. Yoğun cinsel isteklerin
baskısıyla bir takım uygunsuz işler yapılsa da fahişe olunmaz, yani cinsellik
insanı fahişe olmaya itecek gücü kendinde banndırmaz. Nerede fahişelik varsa
orada bir yarar elde etme eğilimi vardır. Fahişelerin istekli ya da ateşli
kadın oyununu oynamalan fahişelik mesleğinin incelikleri bakımından önem
taşır. Bazen üstüste birçok müşteri kabul etmeleri onlar için yalnızca bir
yorgunluk nedenidir. Günde yirmi kişiyle birlikte olmanın cinsel istekle bir
ilgisi yoktur. Kaldı ki onlar mesleklerinin gereklerini yerine getirirken ateşli
kadın rolünü oynasalar da tam tamına mekanik bir edimi gerçekleştirmektedirler.
Ayrıca fahişelerin ateşli kadın oyunu oynamaları da her zaman yüzde yüz gerekli
değildir. Ek bir kazanç söz- konusu değilse bir fahişe tam bir soğuklukla işini
görebilir. O yüzden bazı fahişeler cinsel ilişki öncesinde müşteriden her şeyin
daha iyi olabilmesi için ek bir para isteyebilirler. Öyle ya ne kadar çok para
ödenirse o kadar iyi sonuç alınacaktır. Bu tür alışverişlerin temel kuralıdır
bu.
Fahişeler genellikle ne çok etkin ne çok
istekli kimselerdirler. İşleri zaman zaman aşırı yorucu da olsa kolaydır. Bu iş
olağan koşullarda kişiye ruhsal ve bedensel açıdan ağır yükler yükleyen bir iş
değildir. Müşteri bulma konusunda belki biraz çaba gerekecektir. Bazen müşteri
istenilmeyecek kadar çoktur. Bazen belli bir yerde iş tutup müşteri bekleyen
fahişelerin önlerinde bir kuyruk oluştuğu bile olur. İşin güç yanı insan
çeşitliliğiyle ilgili olan yanıdır. Genelde fahişelerin seçim haklan ya da
zaten böyle bir istekleri yoktur. Yüksek düzeyde fahişeler ya da özel kişilere
hizmet veren kibar fahişeler az kişiden çok para alırlar, bu yüzden
onların işleri daha kolay gibidir. İşte onların müşteri seçme hakları vardır.
Fahişelerin en büyük sıkıntısı uygunsuz kişilerle çok uygunsuz koşullarda
yatağa girme sıkıntısıdır. Alkolikler, kaba serseriler, uyumsuzlar, titrek
ihtiyarlar, terbiyesizler, uyuşturucu tutkunları, pis kokanlar fahişelerin
korktuğu kimselerdir. Bir kurum içinde iş gören fahişeler bu tehlikelerden
azçok korunmuşlardır. Kurumda görevli kişiler yatağa girilemeyecek kadar berbat
kişileri kapıdan sokmayabilirler. Ancak bu konuda ince eleyip sık dokumak da
doğru değildir, böyle bir tutum ticaretin ruhuna uymaz.
Kibar fahişeler belli bir kültür düzeyindeki
insanlara hizmet vermenin rahatlığını yaşarlar. Onlar zaten en azından uzak
çevrede fahişe damgası yememiş namuslu insanlardırlar. Çoğu çok genç ve
güzel olan bu gibi kadınlar ince ve tutarlı davranışlarıyla çok zaman bir
ruhbilimci özelliği gösterirler. Onlar yalnız bedensel açlıkları gidermek için
değil ruhsal açlıkları gidermek için de birer uzman sayılabilirler. Anlayışlıdırlar,
davranmayı bilirler, sezgileri güçlüdür, en paspal erkeği bile pohpohlamakta
ustadırlar. Bu tür kadınlar mutsuz zengin erkeklerin can dostudurlar. Evinde
eşiyle ve öbür yakınlarıyla sürtüşme içinde olan bir kişi onlarla belli bir
dinginliği yaşar. Dertlerini açar onlara, onlardan yardım umar. Evdeki kadın ne
kadar sorunluysa ve sorun çıkarmakta becerikliyse kibar fahişe o ölçüde sorunsuzdur.
Kibar fahişelerin müşterisi hazırdır, müşteri onlara kendi ayağıyla gelir. Bu
geliş paldır küldür bir geliş de olmayacaktır. Onlardan olur alabilmek için
biraz dil dökmek bile gerekebilir. Onlar müşteri çekmek için özel çaba
göstermek zorunda değillerdir. Onlarla çok özel anlamda duygusal ilişkilere
girilebildiği gibi ruhsal ve bedensel açıdan çok özel yakınlıklar kurulabilir.
Bu duygusal ve çok özel ilişki elbette yapay bir ilişkidir ama çok zaman
rahatça gerçekmiş gibi yaşanılır. Alt düzey fahişeleri çok itici kimselerle
birlikte olmaktan kaçınabilseler de genelde seçme şansına sahip değillerdir.
Kibar fahişe seçerek alır. Her ilişkiden büyük gelirler elde eden kibar
fahişelerin her geleni içeri almak gibi bir yükümlülükleri yoktur. Oysa
öbürlerinin yaşamı bu anlamda iyiden iyiye güçlüklerle doludur. Hele büyük
kentlerde kaldırım yosması olarak çalışanlar seçici olma şansını hiç mi hiç
elde edemezler. Zaten fahişe dediğimiz zaman özellikle alt düzey fahişelerini
anlamamız gerekir. Kibar fahişeler fahişe sözünden alınabilirler.
Fahişeler cinsel ilişkilerinde ilgili görünüp
ilgisiz kalmayı çok iyi bilirler. Onların maskeleri korkunç bir soğukluğu ve
edilginliği örter. Amaç ruhundan ve bedeninden çok az şey vererek pekçok yarar
elde etmektir. Ancak fahişe de insandır ve birlikte olduğu kişiden elbette şu
ya da bu biçimde etkilenecektir. Mesleğin başlangıcında utanç duyguları
belirgin bir biçimde kendini gösterir. Zamanla maske oluşur ve kalınlaşır,
utanç yerini tam anlamında rahatlığa bırakır. Duygu dünyaları onlara meslek
ilişkileri dışında ülküsel ilişkilerin varlığını düşündürür. Herkes gibi onların
da duygusal yaşama gereksinimleri vardır, onlar da birileriyle bir şeyleri
paylaşmak isterler. Onları da candan yürekten sevecek birileri olmalıdır. Dost
kurumu işte bu koşullarda oluşur. Fahişe kendisine uygun görünen bir kişide bir
dost bulduğu duygusuna kapılır ve böylece aşk yaşamının sınırlarından girer.
Dost diye nitelendirilen kişi hem bir sevgili hem bir koruyucudur. Fahişe için
gerçek aşk biraz uzak bir olasılıktır ama olmayacak şey de değildir. Buradaki
aşkın gerçek aşktan çok bir yalancı aşk özelliği göstermesi olağandır. Çünkü
dost diye belirlenen kişi çok zaman bir sömürücü, bir hazır yiyicidir. Bir
bıçkındır, acımasız biridir, belki bir psikopattır. Duygu açlığı nedeniyle
kandırılmaya hazır olan kadını umutlar vererek kandırır ve onun parasını çeker.
Kazandığı paranın büyük bir bölümünü patronuna bırakan fahişe elinde kalanı da
dostuna yedirir. Bu yüzden alt düzey fahişelerinin çoğu yaşamlarının sonlarını
acı ve yoksulluk içinde geçirirler. Kazandığı parayı işe yaratan fahişelerin
sayısı yok denilecek kadar azdır, onlar da genellikle bir süre sonra patron olurlar.
Bu tür kişiler birilerine para yedirseler de kazandıklarını tümüyle çürçar etmezler.
Zaman zaman fahişelerin gerçek anlamda içtenlikli bir aşkı yakaladıkları olur.
Aşka konu olan adam çok zaman aşkta ve her şeyde başarısızlığa uğramış bir
zavallıdır. O adam ömür boyu yaşadığı duygu açlığını en sonunda elde ettiği
kadınında gidermeye çalışır.
Fahişeliği besleyen en sağlam kaynak
yoksulluktur. Fahişelik çok zaman kenar mahallelerden kentin merkezine doğru
yürür. Özellikle çağımızın getirdiği büyük dönüşümler, özellikle de sanayi
düzeninin getirdiği ezici dönüşümler toplumlarda büyük yaralar açtı ve
fahişeliği dünyanın olmazsa olmaz meslekleri arasına yerleştirdi. Evet, her şey
bir yana, sanayi devriminin bu gelişimde elbet çok büyük bir payı vardır. Büyük
kentlerde toplanan ve düzenli bir iş bulma şansı bulunmayan yoksul kitleler karınlarını
doyurabilmek için çeşitli uygun ya da uygunsuz yollara başvururken yaşamlarında
fahişeliğe de belli bir yer açtılar. Hong Kong gibi, Rio de Janeiro gibi
kentlerde fahişelik iyiden iyiye yaygınlaştı. Az emekle çok kazanç elde etmenin
rahatlığını bilen kişi fahişeliğe yönelmekte ya da yakınlarını fahişeliğe
yöneltmekte sakınca görmez oldu. Hiç emek vermeden ya da çok az emek vererek
birden bir rahatlığa ulaşmak isteyen yoksul kişilerin seçeceği bazı belli
yollar vardır. Hırsızlık, dilencilik, fahişelik bunlar arasındadır. Yanlış
anlaşılmasın, hırsızlığı, dilenciliği, fahişeliği iktisadi yaşam koşulları çok
düşük olan kitlelerin zorunlu yan mesleği gibi göstermek haksızlık olur.
Yoksulluk zorunlu olarak onursuz yaşam koşullarını getirecektir diye bir bilgi
sunmak aklı başında adamın yapacağı iş değildir. Bu yoksul ve hatta çaresiz
insanlar çok zaman tüm güçlükleri göze alıp onurlu insanlar olarak yaşamlarını
sürdürmüşlerdir. Ancak açlığın ahlakdışı eğilimleri kolaylaştırırken fahişeliği
de kışkırttığı yadsınamaz bir olgudur. Bu bir seçim sorunudur: çok şey yaparak
hemen hemen hiçbir şey kazanmamak mı yoksa hiçbir şey yapmadan çok şey
kazanmak mı? Gene de onur duygusu bu tür seçimlerimizde bizim için belli
engeller koyacaktır.
Evet, ne olursa olsun, fahişeliğin yayılmasında
yoksulluğun tek belirleyici etken olduğunu düşünmek doğru olmaz. Fahişe daha
çok değerler açısından iyiden iyiye bozulmuş ya da iler tutar yeri kalmamış
ortamların ya da ailelerin ürünüdür. Fahişelerin çoğu babasız kızlar arasından
ya da babaları alkolün ya da uyuşturucunun batağına saplanmış kızlar arasından
çıkar. Ya da o iyiden iyiye parçalanmış bir ailenin mutsuz ve geleceği
kapatılmış çocuğudur. Anneyle babanın ayrı olması ya da birlikteliklerini
kavgayla sürdürmeleri çocukları her anlamda yaralarken kız çocuklarını çeşitli
ahlakdışı yönelimlere bu arada fahişeliğe yatkın kılar. Erkek çocuklar da o
koşullarda kişilik yapılarına uygun bir kötü yol seçebileceklerdir. O durumda
fahişeliğin ve daha başka kötü yönelimlerin gerektirdiği temel hazırlanmış
demektir. Utanmayı elden bırakmaya en uygun kişi her türlü ahlakdışı eyleme, bu
arada fahişeliğe en yakın kişidir. Özellikle kenar mahallelerin çok çocuklu
ailelerinde baba ve anne çocukları besleyecek yerde çocuklar baba ve anneyi
beslemek durumunda kalırlar. Çocukların herbiri bir işe giderken kızlardan
bazıları da fuhuş cennetine doğru kanat açarlar.
Fuhuş kolay ve sağlam kurtuluş için en iyi
yollardan biridir hatta ■ tek yoldur. Özellikle köyden kente göçüp yepyeni ve bilmedikleri
koşullar içinde yaşamlarını sürdürmeye çalışan insanların kızlarını bekleyen
en büyük tehlikelerden biri fahişelik tehlikesidir. Kent yaşamı eski köy
insanlarını bir anlamda özgür kılar ve eski köylü baba bundan böyle ailesinin
yaşamına egemen olma gücünü yitirmiştir. Buradaki özgürlük, özgürlük olmaktan
çok serbestliktir. Kentte çok tehlikeli çekim merkezleri bulunur. Bu çekim
merkezleri eski köylünün tasarlayamayacağı kadar tehlikelidir. Örneğin üst
kesimden insanların evlerine temizliğe giden hanımları bekleyen tuzaklar
vardır. Hatta gidiş yolu üzerinde tuzaklar vardır. Şu genç kıza aşık pozlarda
yaklaşan şu delikanlı bir kadın satıcısının adamı olamaz mı? Ancak bilinç
temeli sağlamsa kötü koşullar insanı yoldan çıkarmaya yetmeyecektir.
Yoksulluktan ahlaksızlığa zorunlu bir geçiş vardır gibilerden görüşler insanı
tanımamaktan kaynaklanan sakat görüşlerdir.
Köyden kente gelmiş bir ailenin kızını
düşünelim. O kız çocuğu hiçbir bakımdan güvencesi olmayan bir takım işlere
girip çıkacaktır. Bu girip çıkmalarında her zaman daha verimli bir iş bulma
umudunu sürdürecektir. Çünkü onun da gerçekleştirmek istediği kimi gerçekçi
kimi gerçekçi olmayan düşleri vardır. Ancak kentte onun yeteneklerine ve
becerilerine uygun çok az iş bulunabilir ve bunlar da kabasaba işlerdir, çok
zaman bir genç kızın dünyasını doldurabilecek işler değildir. Yoksunluklarla
dolu yaşamı genç kıza bir yandan yeni düşler kurdururken bir yandan onu
bunalıma itecektir. Bu arada genç kız daha iyi bir geleceğe açılan bazı değişik
kapıların varolduğunu görecektir. Kadın ruhunu azçok bilen kurt adamlar bu
kapılan genç kızlara açmaya hazır beklemektedirler. Bütün bunlar bize şunu
gösteriyor: yoksulluğu tek başına fahişeliğin kaynağı olarak göstermek bizi
yanlışa düşürür. Fahişelikte yoksulluk elbette büyük ölçüde belirleyicidir ama
fahişeliğe yönelimin gerçekleşmesi için yoksulluğun ahlak değerlerini
yitirmişlikle bütünleşmesi gerekmektedir. Ahlaklı yoksul insanlar her koşulda
onurlu bir yaşam sürdürmeyi bileceklerdir.
Yoksulluğun dışında genç kızlan fuhuşa iten
etkenlemden biri de erken ve acele cinsel deneylerin açtığı yolda belli bir
rahatlığa kavuşmuş olmaktır. Bu tür oluşumlann sınıflarüstü bir genişlikte
kendini gösterdiğini söyleyebiliriz. Rahat ailelerin çocuklan ve baskıcı
ailelerin ço- cuklan bu açıdan tehlikeye en yakın olanlardır. Çocuğun büyüme
ça- 1 ğında yani ergenlikten yetişkinliğe doğru ilerlediği
dönemlerde baskı altında tutulması değil de sessizce denetlenmesi gerekir.
Çünkü ergenlik çağındaki kişi duygularındaki taşkınlıkla ve değişkenlikle
belirgindir. Bu kişinin temel özelliği dikbaşhhğıdır, söz dinlemez yapısıdır,
gö- züpekliğidir. Ergenlik dönemindeki genç kızlara önderlik edecek ya da yol
gösterecek, onlara fahişeliğin pırıltılı görünümlerini duyuracak bazı erken
deneyimli kardeşler ve feleğin çemberinden geçmiş ablalar vardır. Özellikle
aile yaşamının belli bir bütünlükte, belli bir tutarlılıkta, belli bir
sıcaklıkta kurulamadığı evlerde genç kızlar sessizce ya da gizlice tehlikeli
sulara açılırlar. Onların kötü şeyler yaşamakta olduğu başlangıçta belli
değildir, ancak yaşam biçiminin getirdiği belli bir yırtıklık ortaya çıkmaya
başladıkça her şey yavaş yavaş anlaşılır duruma gelir. Loş batakhaneler, neon
ışıklan, bir takım aptal ve yakışıklı delikanlılar, buna benzer şeyler
genç kızın dünyasını büyüler. Hele işin ucunda su gibi para düşü de varsa. Hele
elde belli bir meslek de yoksa ve bir meslek elde etme umudu da yoksa. Derme
çatma meslekler bu açıdan oldukça tehlikelidir. Özellikle çok sayıda insanla
bir arada bulunmayı gerektiren derme çatma meslekler...
Kız çocuğu için evden ayrılış özgür, verimli,
rahat, gürültüsüz patırtısız bir yaşamın başlangıcı da olabilir kayıp gitmiş
bir yaşamın başlangıcı da. Özgür yaşam daha doğrusu özerk yaşam iyidir. Ancak
yetişkinliğe yeni geçmiş bir genç için onun getireceği olumsuzlukları da gözden
uzak tutmamak gerekir. İşin biraz derinine indiğimizde genç kızı evden
ayrılmaya ve oradan da kısa bir geçiş döneminden sonra fuhuşa götüren
nedenlerin başında sevgi eksikliğinin bulunduğunu görürüz. Fransa’da fahişeleri
kurtarmak adına “Yuva” adlı bir merkez kurmuş olan rahip Talvas’ın şu sözleri
fahişeliğin nedenlerini belirlemek açısından oldukça ilginçtir: “Fahişeliğin
temel nedeni gençlerin çocukken acısını çektikleri duygu eksikliklerinde
yatar. ’’ Yargıç Sacotte’un şu görüşü de oldukça ilginçtir: “Bir kızın
fahişeliğe düşüşü hemen her zaman yakınlarıyla bağlarının kopmasından ya da
yarı yarıya kopmasından gelir. ” Ulusal Güvenlik Yöneticisi Marcel Sicot
genç kızların fahişeliğe kayma nedenlerini şöyle sıralıyor: “...duyarlılık
eksikliği, duygv eksikliği, eğitim eksikliği, kötü örnekler, bozucu ölçüde
içiçe yaşayış, küçücük evlerde yaşanılan yakınıyla cinsel ilişki olgusu,
ailede uyumsuzluk, dışarıda çalışan anababaların denetim eksikliği ya da
yuvayı bırakıp gitmeleri ve bazen de bireysel nedenler, tecavüz, kız çocuğunun
utanç duygusunu zedeleme, erginlik döneminde kız çocuğunu yaralayan ve
tiksindiren ilkel ve kaba ilişkiler... " Bu örnekleri nöropsikiyatri
uzmanı Dr. Durban’ın daha önce sözünü ettiğimiz kitabından aldık.
Fahişelik kavramıyla suç kavramının birbirine
oldukça yakın olduğunu söyleyebiliriz. Ahlak değerlerini hemen tümüyle
yitirmiş olan kişi suça eğilimli kişidir. Daha çok yirmi yaşlardan sonra
fahişelik mesleğine giren genç kızlar işin başında bazı değerlerini inatla
koruma eğilimi gösterseler de zamanla bu tutumlarını elden bırakırlar ve suça
yatkın duruma geçerler. Zaten fahişe olmak bir tür suçlu konumunda olmaktır.
Genellikle değerlerini yitirmiş insanlar için şu görüş yaygın olarak benimsenmiş
gibidir: erkekler suç işlerler, kızlar fahişelik yaparlar. Bu durum yoldan
çıkmış kızların yani fahişelerin suça yatkın olmadığı anlamına gelmez.
Bireyleri genelde suça iten duygu yitirecek bir şeyi kalmamış olmak
duygusudur. Zaten fahişeler yaşamı doğru kavrayacak bir zihin yetkinliğine
ulaşmış kimseler değillerdir. Fahişelerle ilgili araştırmalar onların çok zeki
insanlar olmadığını gösteriyor. Zeka geriliğinin de suça eğilimi artırdığını rahatça
söyleyebiliriz. Mesleklerinin gereklerini yerine getirirken kurnazca öngörüleri
olsa da fahişeler bilinç eksikliğiyle ve zeka yetmezi iğiyle dikkatleri çeken
kimselerdir.
Fahişenin dünyasındaki değer kaymaları suça
eğilimi artırırken topluma yönelişte tutarsızlıklar yaratır. Fahişeler genelde
erkek düşmanı olarak görünürler: onları bu duruma kendi seçimleri değil de
erkeklerin doymak bilmez cinsel arzuları düşürmüştür. Onlar kendilerini genelde
erkek kurbanı olarak görürler. Çok zaman topluma ilgisiz ve yasaya
olabildiğince saygısız davranırlar. Aileyi hafife alırlar, evli kadınlarla alay
ederler, çok zaman değer adına ne varsa hor görürler. Cinsel ilişki onlar için
tümüyle anlamsız, içi boşaltılmış ilişkidir. Hatta cinsel ilişkiden en küçük
bir haz duymamaya özen gösterirler. Müşteri onlar için para kaynağıdır ama aynı
zamanda gülünç ve tiksinti verici bir varlıktır. Fahişelerin siyasal yaşamla
hemen hiçbir ilişkileri yoktur. Siyasetle alay ederler. Geniş hoşgörüleriyle ya
da boşvermişlikleriyle tüm toplumsal oluşumları olduğu gibi benimseme ya da hiç
mi hiç ciddiye almama alışkanlığı edinmişlerdir.
Fahişelerin toplumsal yaşamları da son derece
sınırlıdır: çoğu ailesiyle bağlarını tam olarak koparmıştır, aileden bazı
kişiler zaten yı ölmüş ya da bilinmeyen bir yerlere gitmiştir. Fahişeler
arasında ailesiyle bağlan sürdürenler çok azdır, olsa da bu bağlar sıkı bağlar
değildir. Çünkü fahişe ailenin hoşgörebildiği bir kişi olsa da baştacı
edebileceği bir kişi değildir. Fahişeler aileleriyle yüzyüze geldiklerinde
herhangi bir utanç sorunu yaşamazlar: onlar da sonunda bir mesleğin sahibi
olmuşlardır, eli ekmek tutan insanlar olmuşlardır. Onların sigara bağımlılığı
değişmez bir gerçekliktir diyebiliriz. Alkol, esrar, eroin gibi maddelere bağımlı
olanların sayısı az değildir. Öte yandan fahişe iyi bir yalancıdır. Özellikle
müşterilerine yakası açılmadık yalanlar söyler, çok iyi düzenlenmiş masallar
anlatır. O bu yolda oldukça güçlü bir sözlü edebiyatın yaratıcısı sayılabilir.
Bu biraz da iyiden iyiye güçsüz birinin güç gösterisidir.
Fahişelik kolay diye seçilen güç bir meslektir.
Bir insan ne kadar basit olursa olsun kendini nesneye indirgenmiş duyduğunda
mutlu olamayacaktır. Dünyada fahişelik dışında hiçbir meslek yoktur ki insanı
eşyaya indirgesin. Yalnızca kullanılan bir varlık elbette kendini toplum- dışı
duyacak ve toplumla gerçek anlamda bağlan olsun istemeyecektir. Bu zor meslek,
insanlığın bu en eski mesleği, bir bakıma adanmış in- sanlann mesleğidir:
onların yokluğu toplumda pekçok şeyi kökten sarsacak, insan ilişkilerini
birçok bakımdan zorda bırakacaktır. Gene de insan yüreği taşıyan kimseler
fahişelik kuruntunun sürmesinden yana olmayacaklardır. Toplumda onurlu kişileri
yanyana getiren özgür cinsel yaşam olasılıkları arttıkça ve elbette toplumlar
daha üst bir kültür düzeyine ulaştıkça fahişelik bugünkü yaygınlığını
yitirecektir. Onun tümüyle ortadan kalkabileceği savı yakın zamanlar için çok
erken bir sav olabilir. Bugünün yaşam koşulları fahişeliğin yaşaması ve yaygınlaşması
açısından çokça verimli görünüyor.
Donjuanhk denilen yönelimi bir yaşam biçimi mi
yoksa bir tür sapıklık mı saymalı? Kabaca baktığımızda erkeğin kadın
üzerindeki büyük başarısı olarak görülen donjuanhk gerçekte bir erkeklik
hastalığı olarak değerlendirilebilir. Kaldı ki onu yalnız erkeklere özgü bir
eğilim olarak görmek de doğru değil. Donjuan erkeklerden sözedebildiğimiz gibi
biraz zorlama bir tutumla da olsa donjuan kadınlardan da sözedemez miyiz?
Donjuanhk aşkın bir biçimi gibi görünse de gerçekte aşksızlığın bir biçimidir:
donjuan aşkın yalnızca elde etme yanıyla ilgilidir. Onun yaşadığı heyecan bir
aşk heyecanı olmaktan çok bir elde etme heyecanıdır. Aşk açısından baktığımızda
donjuanhğın hiç de heyecanlı bir iş olmadığı ort? dadır. Donjuan’ın yaşadığı
heyecan yepyeni bir varlığın, karşı cinsten apayrı bir bireyin dünyasına
yaklaşmanın heyecanı değildir, bir kadını geçici olarak kendinin kılma yolunda
girişilmiş tehlikelerin verdiği heyecandır. Nitekim donjuan göz koyduğu
kadının gönlünü çeler, onunla birlikte olur ve kaçar. Kalıcı olanla donjuanın
hiçbir ilişkisi yoktur. Bugünün donjuanları, en yeni donjuanlar bize kadından
çabuk bıkan insanlar olarak görünürler. Modem dünyada donjuanhk tehlikeli
olmaktan çıkmıştır, bu yeni donjuanlıkta artık tehlikelerin verdiği heyecandan
ya da hazdan sözetmek olası değildir. Bu yeni donjuanhk işini bitirdikten sonra
kaçmayı da gerektirmez. Yeni donjuanhğın gerçek anlamda donjuanhk olduğunu
söylemek çok kolay değil. Otomobil aşkları, telefon aşkları, bar aşkları...
donjuanhğın da sonunu getirdi. Bir kadından bir başka kadına giden erkekler
eski heyecanları yaşamıyorlar: en azından onların peşine düşen bir baba, bir
koca, bir amcaoğlu yok.
İnsan için sağlıklı cinsel yönelim tekeşlilikle
belirgindir. Dante’nin Beatrice’ye duyduğu aşk gerçek aşkın ta kendisidir. En
sağlıklı aşk bütün bir ömür için düşünülmüş aşktır. Düşlerimizdeki aşklar da
bize aşkın tutarlı özelliklerini gösterirler. Masallardaki aşklar ölümsüz
aşklardır. Onların herbiri aşk konusundaki derin özlemlerimizi yansıtır, şu
dünyada bir türlü tam olarak karşılayamadığımız özlemlerimizi yansıtır. Çoğumuz
şöyle gönül dolusu sevebileceğimiz, onun için ne yapsak azdır diyebileceğimiz
doğru dürüst bir Leyla bulamamış Mecnun’larız, Arzu’su düş kırıklığı yaratmış
Kamber’leriz, Şirin’i babasının sözünden çıkamamış Ferhat’larız. Koşullar çok
uygun olsaydı belki de bir aşkı bir ömür boyu sürdürecektik. Belki de
donjuanlıklarımızm demeyelim de donjuanhk gibi görülen yönelimlerimizin altında
bıkmadan aramayı sürdüren insan inadı vardır. Her umut kırıklığı yeni bir umudu
ve her yeni umut bir umut kırıklığını getirir ve biz başarısız bir aşktan bir
başka başarısız aşka giderek ömrümüzü tamamlarız. En sağlıklı ya da en doğru
aşk Mecnun’un Leyla’ya, Kamber’in Arzu’ya, Ferhat’ın Şirin’e, Don Kişot’un
Dulcine- a’ya duyduğu aşktır. Onlarda belki gerçekliği yansıtmaktan çok
dilekleri yansıtmaktadırlar.
Bir çağrı birden bize pek çekici gelir, bulanık
bir çağrının peşinde yeni bir serüvenin kurucusu ya da başlatıcısı oluruz.
Gerçekte çağrı da gerekmez, uygun ortamı biz kendimiz yaratmaya bakarız.
Gerçekte cinsel anlamda sağlıklı birey sürekli olarak dışa işaretler gönderen
ya da dıştan işaretler bekleyen ya da toplayan biri değildir. Erginlik dönemi
örtülü bir donjuanhk dönemidir, kız için de erkek için de böyledir bu. Henüz
derinden derine yaşanılacak bir şeyler yoktur, ama özellikle çevreye gösteri
sunmak açısından şöyle kabaca da olsa, yalan yanlış da olsa plde
edilmesi gereken birileri vardır. Ceketini sırtına atıp karşı cinsten bir sınıf
arkadaşını yanına alarak yürüyen yeni yetme genç adam arkadaşlarına parmak
ısırtır ya da onların kıskançlık duygularını kamçılar. Burada içi boş bir
heyecan tablosu oluşturulur ve elbette bir bireyden bir bireye çabuk geçilir.
İnsanın bir başka insanda ya da karşı cinste neyi aradığını, neyi
bulabileceğini bilmediği bu ilk gençlik dönemlerinde donjuanhk bir hastalık
belirtisi olmaktan çok bir gençlik heyecanı sonınudur. O yaşta aşk konusunda
sergilenen aşırı duygulu görünümlere aldırmayın, erginlik her zaman abartılı
duygular dönemidir, duygu taşmaları dönemidir. Erginlikten yetişkinliğe doğru
geçildiğinde o geçici ve çocuksu donjuanhk da tarihe karışmış olur.
Günümüzün yaşam koşullarını da göz önüne
aldığımızda donjuanlı- ğın tarihte kalmış bir eğilim olduğunu söyleyebiliriz.
Artık bir kadından bir kadına koşanlar ya da bir erkekten bir erkeğe koşanlar
var ama geçmişte bıraktığımız anlamda donjuanlar yok. Çünkü donjuanlık her şeyden
önce bir kaçış heyecanını gerektirir. Şimdi kimse kimseden kaçmıyor, birinden
birine gitmek tehlike oluşturmuyor. Ancak gene de donju- anlığm kökü
kazınmıştır diyebilmek çok güç. Çünkü bugün de bir donju- an için belli
koşullarda çeşitli tehlikeler vardır ve donjuanlık ruhunu doyuracak ya da
kamçılayacak tehlike koşulları iyiden iyiye ortadan silinmiş değildir: her
zaman öfkeli bir koca ya da mahalle bıçkını bir baba insanın peşine düşebilir.
Ahlaki ve toplumsal engellerin bu açıdan tümüyle ortadan kalkmış olduğunu ve
ortamın tümüyle dikensiz gül bahçesine dönüşmüş olduğunu söylemek elbette çok
güç. Ancak her şeyden önce kentlerin eski büyük kentleri gülünç düşürecek kadar
büyümüş ya da şişmiş olması tehlike çemberini iyiden iyiye kırıyor. Örneğin on
milyonluk ya da hatta beş milyonluk bir kentte kocadan, babadan, ağabeyden
kaçabilme olanakları hiç de az değildir. Ancak burada ince bir noktayı gözden
kaçırmamamız gerekiyor: donjuan gizlenen değil kaçandır, sinsi sinsi bir
yerlere kapanan değil bir kadını elde eder etmez onunla sonuna kadar birlikte
olmayı hiç düşünmeden alıp başını gidendir. Gerçek anlamında donjuan olmak yer
değiştiriyor olmakla belirgindir.
Donjuan garip adamdır, hiçbir kadın onun için
gerçek anlamda bir doyum kaynağı olmayacaktır. Bu yüzden donjuan herhangi bir
kadında oyalanmayı düşünmeden bir kadından bir kadına koşacaktır. Donjuan ruhu
taşımayan bir kişi şöyle düşünebilir: arada ilginç kadınlar çıkabilir, donjuan
bunlardan birinde ikisinde biraz daha uzun kalabilir. Hayır, olmaz bu, donjuan
için ilginç kadın yoktur, elde edilmesi ve elde edildiği yerde bırakılması
gereken kadın vardır. Çünkü donjuan aşkın ya da cinselliğin doyumuna ulaşabilen
bir kişi değildir: o cinsel anlamda sonsuza kadar aç kalmak durumundadır.
Donjuanın peşine düştüğü şey hiçbir zaman elde edemeyeceği bir şeydir. O bir
bakıma aramadığını arayan ya da aradığını aramayan kişidir. Elde ettiği
kadınlardan hiçbiri onun isteklerine uygun düşmeyecektir. Çünkü donjuan sevme
yeteneğinden yoksundur,, kadını hemen her zaman bir cinsel nesne hatta bir
cinsel organ gibi görür. Bu yüzden kadının kalması, beklenesi, durulası bir
yanı yoktur. O bu yanıyla insandan çok hayvan türlerinin bireylerini andırır:
birlikte olduğu kadının şu ya da bu kadın olması onun için Önemli değildir.
Onun için tek heyecan ele geçirme heyecanıdır.
Gregorio Maranon Don Juan ve donjuanlık adlı
kitabında bize klasik Don Juan’ın ya da tarihsel Don Juan’ın tipini çizerken
onun Mu- rillo’nun bir tablosunda çok tatlı bir genç kız yüzüyle yorumlanmış olduğunu
söyler. Zaten Don Juan’dan sözedenler onun erkeksi özellikleri üzerinde çok
durmazlar ve onu yumuşak kadın çizgileri olan biri gibi düşünürler. En azından
o hiçbir zaman erkeksi güçlü yapısı olan biri gibi düşünülmemiştir. Maranon’un
da belirttiği gibi, gerçek anlamda erkeksi tip pek de estetik olmayan bir
tiptir, örneğin kısa bacaklı, kısa gövdeli, kalın yüz çizgileri olan çok kıllı
biridir. Don Juan’a gelince, o dal gibi incedir, incelikli olmayı, yerli
yerinde davranmayı bilen biridir, saçları ince ve dalgalıdır, ince bıyıklıdır,
ince uzun bir sakalı vardır. Erkeksi bir ahlak kavrayışı da yoktur: bir
kadından alacağını aldı mı kaçar, yeni bir zafere doğru atını sürer. Bu
yanıyla o tam anlamında bir gezgindir. O yüzden atına çok değer verir, canı
kadar değerlidir atı. Tir- so de Molina’nın Burlador’unda Don Jaun
hizmetçisine şöyle der: “Sen atları hazır tut, işimi bitirir bitirmez
onların çevik ve hızlı bacaklarına gereksinimim olacak. ” Bir başka gönül
avcısının, Casanova’nm yaşamı da sürekli yer değiştirmeyle belirgindir.
Don Juan her serüvenini gerçek bir zafer olarak
yaşar. Her zafer bilinmelidir, başkalarına duyurulmahdır. Don Juan da
fetihlerini her önüne gelene anlatacaktır. Yeter ki dinlemeye hazır biri
bulunsun. Hatta o yaşadıklarını açık alanlarda, kalabalıkların önünde anlatır.
Her şeyi anlatmasının iki nedeni vardır: biri, doğal olarak, ruhundaki basit
ya da bayağı eğilimi doygunluğa ulaştırmak; öbürü, daha önemlisi, yeni serüvenler
için etkili bir güç oluşturmak. Onun serüvenlerini duyan kadınlar onu merak
edecekler, görmek isteyecekler, ondan çekinecekler, böylece o daha da çekici
duruma gelecek. Ne anlamda olursa olsun ün kadınlar için önemlidir. Hele kadın
avlamakla ünlü olmuş biri daha da çekicidir onlar için. Böylece Don Juan eski
yaşadıklarını yaşayacakları için yem olarak kullanır. Gregorio Maranon şöyle
der: “Sonunda, aşk oyununda ahlaksızlık klasik Don Juan için çok
belirleyicidir. O özden yalancı ve dolapçıdır. Kadınları elde etmek adına
hiçbir aracı kullanmaktan geri durmaz. Her türlü yakışıksız iş her türlü
hödüklük ona kutsal görünür. Machiavelli ’nin şu siyasetformülünü bir ahlak
kuralı olarak kullanımına uyarlamıştır: ‘Amaç araçları doğrular. ”’Hiçbir
özel durum gerçek Don Juan’ın önünü kesmez. Kadının evli olması, bir başka dinden
olması, masum olması, cerbezeli olması, nüfuzlu olması, başından geçenleri
başkasına anlatacak yapıda olması...bütün bunlar onun bir kadından vazgeçmesi
için neden oluşturmaz.
Klasik Don Juan’ın İspanya çıkışlı olduğunu,
onun anayurdunun İspanya olduğunu düşünürüz, zaten adı da buna elverir.
Gregorio Mara- non onun köklerinin çok daha eskide olduğunu söyler, ona göre bu
kişilik öz olarak ve kökel olarak İspanyol değildir, Ispanya’ya da değişik
yerlerden, değişik topraklardan gelmiştir. Onun kaynağını belirlemek de kolay
iş değildir. Bize göre böylesi bir kişilik insanın özünde bulunan ve tüm
topraklarda görülebilecek olan bir ruh durumunun cisimleş- miş biçimi olmaktan
başka bir şey değildir. Nasıl Moliere’in cimri tipi tüm cimrileri simgeler
gibiyse Don Juan da tüm donjuanlann belirleyici bir örneğidir. Gregorio Maranon
bize tam anlamında Don Juan’ın eski Yunanistan’dan ve eski Roma’dan kalma
olduğunu bildirir, bunu doğrulamak için Ovidius’un Sevmek sanatı’m
tanık gösterir. Yazara göre Ortaçağ donjuanlığa uygun bir dönem değildi. O
dönemde kadınla ilgili olarak gizemli duygular, cinselliği düşündürmeyen
yüceltici eğilimler, kısacası Dante Alighieri’nin Beatrice’ye duyduğu heyecana
benzeyen yüce heyecanlar geçerliydi.
Rönesans’da donjuanhk yeniden doğmuştur, bir
takım değerlerin yeniden doğduğu bu dönemde donjuanhk da yeniden doğmuştur.
Hatta gerçek anlamda donjuanlığın Rönesans’la birlikte geldiğini söylemek
yanlış olmaz. Bunun nedeni, pekçok konuda olduğu gibi kadına bakışta da ortaçağ
duyarlılıklarının yerini eski pagan duyarlılıklarının almasıdır. Gregorio
Maranon bunu Machiavelli’ciliğin aşka uyarlanması olarak değerlendirir.
Gerçekte Ortaçağ’da yalnızca kadını kutsal bir varlık olarak ele alan, onu
sonuna kadar yücelten eğilimlerin geçerli olduğunu düşünmek biraz güçtür. Ancak
Rönesans’la gelen dindışı eğilimler, özellikle dünya nimetlerini aşkın
değerlerin önüne geçiren görüşler don- juanhğın yayılıp gelişmesinde
belirleyici bir etki gücü yaratmış olabiEr. "Rönesans ’da donjuanhk
mimarlık gibi tüm Avrupa ’ya yayıldı ” diye yazar Gregorio Maranon.
Ispanya’da donjuanlığın gelişmesi de o zamanlar olur ve Madrid Don Juan’larla
dolar. O zaman Madrid sarayı çok güçlü bir devletin merkezidir ve dünyanın
pekçok eğilimi gelir orada başka eğilimlerle buluşur. Böyle bir ortamda
donjuanlığın belli bir yaygınlık kazanması olağandır.
Evet, donjuanhk Avrupa’da özellikle Ortaçağ’ın
bitiminde kendini ortaya koydu, o belki de çokça göze batmamakla birlikte
Rönesans’ın en belirgin olgularından biriydi. Gözlerin bu dünyaya
çevrilişinin, gönlün ve usun öbür dünyadan bu dünyaya dönüşünün ya da döndürü-
lüşünün, doğaüstünden doğaya inişin ve bundan böyle bu dünyayı çokça
önemseyişin koşulları içinde yayıldı ve gelişti. Onun yönelimleri insancıların
eğilimleriyle yüzde yüz çakışmasa da onlardan iyiden iyiye uzak değildi. Her
ikisi de, donjuanlık da insancılık da bu dünyayla ilgili olanı Öne çıkarıyor
değil miydi? Donjuanlık Yeniçağ’ın başlarından sonra yavaş yavaş eridi ve
söndü. Yeni zamanların hızlı ve tekdüze yaşam koşulları içinde kadınla erkeği
yanyana getiren kolaylıklar onun anılarını bile sildi. Donjuanlık önemli
olmaktan çıktı ve tükendi. Ancak o bir toplumsal olgu olarak değil de bir
kişilik özelliği olarak varlığını her zaman sürdürdü, bundan sonra da sürdürecek
gibi görünüyor. Donjuan- lar bugün de var, ancak artık onların varlığı kimsenin
gözüne batmıyor. Donjuanlık kimsede ilgi uyandırmıyor, bu çerçevede olağan
sayılabili- yor.
Sevme yeteneğinden yoksun olan Don Juan için
belli bir kadın tipi yoktur. Ayrıca onda, kadın ruhundan o kadar iyi anladığına
göre, kadınsı bir şeyler var gibidir. Onun dur durak bitmez göçküncü ruhu bir
yerde bir kadınla bir süre oyalanmaya uygun değildir. O eğri büğrü bir çizgi
boyunca ilerler, açlığını doyurmaya yönelir. Ama bu yolda ona doyum sağlayacak
herhangi bir güç yoktur. Kaçıyor olması yüzde yüz korkaklığıyla ilgili
değildir: kaçış aynı zamanda bu oyunun kuralıdır. Kaçış bir savaş taktiğidir,
bir heyecan etkenidir. Önemli olan heyecandır. Kadın elde edilmesi gereken bir
şey olmaktan çıktı mı Don Juan’ın heyecanı da söner. Kısacası onun yüceyle bir
ilişkisi olmadığı gibi aşkla da bir ilişkisi yoktur. Aşkta yücelik duygusu
belirleyicidir. Yüce olan eşsiz olandır çünkü, birini yüceltmeden ona aşık
olamayız. Aşık olabilen kişi her şeyden önce insan değeri bilen kişidir. Aşk
deneyi ussal temelleri pek sağlam olmayan ama duygusal dayanakları güçlü olan
bir yüceltme hatta bir tapınma deneyidir. Don Juan’ın böyle saçmalıklara
ayıracak vakti yoktur. Her zaman acelesi vardır onun. Hep ileriye bakar o.
Onunla ilgili çok yönlü bir ruhsal araştırma
bizi sağlam sonuçlara ulaştırabilir mi, insanlığın belli bir yüzünü
aydınlatmakta yardımcı olabilir mi? Bu konuda söz söyleme hakkı elbette her
şeyden önce ruhbilimcilerindir. Donjuan kişiliği nasıl bir kişiliktir?
Pohpohlayıcı bir ortamda doğup büyümüş azçok kendine hayran bir kişilik mi? “Kendine
hayran olmak kendi cinselliğine hayran olmaktır ” diye düşünür Grego- rio
Maranon. O, her çeşit kendine hayran oluşta eşcinsel bir eğilimin bulunduğuna
inanıyor. Donjuan erkeksi bir tip değildir ama onu doğrudan eşcinsel eğilimli
biri gibi göstermek de kolay değil bize göre. Her ne olursa olsun Donjuan
yaşlandı ve daha da yaşlanıyor. Bu elbet biraz da aşktan uzak kalmak demektir
onun için. Yaşamının tek anlamı aşk olan bir kişinin aşktan uzak kalması bir
yıkım konusudur. Donjuan her- keşten çok duyacaktır bu "günbatımı acısı
”nı. Artık kız yüzlü değildir, saçları beyazlaşmış, yüzü kırışmış, sesi
değişmiştir, havasında dalgalı bir geçmişin pırıltılarını bulmak iyiden iyiye
zordur. Başkalarının şöyle böyle yaşadığı bu kanlı kırmızı akşam Donjuan için
gerçek bir yıkımın konusudur. Onunla ilgili masallar bire bin katılarak şurada
burada anlatılıyor olsa da bu masallara yenilerini eklemek olası değildir.
Bundan böyle yapılacak şey anılarla yaşamak olabilir. Ne var ki böyle bir
avuntu yaraşmaz onun gönlüne. O ya küçük ölçülerde, belki de zaman zaman acıklı
görünümler altında donjuanlığını sürdürecek ya da belki geç zamanda evlenmek
gibi kendisine hiç de yakışmayan bir işe bulaşacaktır. Bir üçünçü çıkış yolu
kendini dine vermek olabilir. Gregorio Maranon bize bu konuda bir İspanyol
atasözünü anımsatır: “Evli, ihtiyar yakışıklı ya da keşiş. ”
Çökmüş ama yıllar yılı kadın peşinde koşmaktan
yılmamış bir donjuan canlandırabilir misiniz gözünüzde? Yakışıksız işler yapan
ve kendini gülünç eden bir donjuan. Böyle bir zampara düşünebiliriz ama böyle
bir donjuan düşünemeyiz. O her yaptığını kendine yakıştırmaya özen
gösterecektir. “Don Juan ne kadar yaşlı olursa olsun asla gülünç değildir"
der Gregorio Maranon. “Etkinliğini ihtiyarlığa kadar saygın bir biçimde
sürdüren bazı Don Juan’ları derin bir hayranlıkla gözlemledim.'"
Kurbanlarına acımayan, daha doğrusu kurbanlarını kurban olarak görmeyen Don
Juan ihtiyarlığında belki de yufka yürekli biri olacaktır, belki bir gün bütün
kurbanları için gözyaşı dökecektir, en azından onlardan özür dilemek
isteyecektir. O artık duygulu hatta duygucudur, gün- batımlanndan etkilenir,
ayışığmdan etkilenir, böylece bağışlanası bir günahkar imgesi çizer. Yüreği
yaralı kadınlar onu bu durumda görseler kim bilir ne yaparlardı? Sevinirler
miydi? Yoksa onda kendilerinden bir şeyler bulup onun adına üzülürler miydi? O
artık bağışlanasıdır. Hele kendini dine kaptırmış bir donjuan daha da
bağışlanası görünür. Kimilerinin gözünde gene de melek kılığına girmiş
şeytandır o. Felek onun damarlarına biraz daha sıcak kan üflese, dizlerine
biraz daha güç verse...Ne olursa olsun onun için bunalımlı zamanlar
başlamıştır. Ölümün yaklaşmakta olduğu duygusu onu sıkıntılara iter. Çünkü o
ölüme hazır değildir, ölümü rahat karşılayacak kadar donanımlı değildir, o bir
bu dünya insanıdır.
Don Juan adı aklımıza hemen Casanova’yı
getirir. XVIII. yüzyılın bu ünlü çapkını, Giovanni Giacomo Seingalt Casanova
bir düş kişisi değildir Don Juan gibi. O da birçok donjuandan biridir. Bu
Venedik’ti kumarcı büyücülükten beş yıla hüküm giymiş, hapisten kaçıp yollara
düşmüştü. Kitaplar yazdı. Anılar’ı her zaman büyük ilgi gördü. Evet,
genel çizgileriyle Casanova tam anlamında bir donjuandır. Ancak onun da her
donjuan gibi kendi özellikleri vardır. Don Juan tam tamına cinsel bir yönelim
içindedir, yüreğini ilişkilerine katmaz. Oysa Casanova belli ölçülerde bir
duygu insanıdır. Don Juan tüm gücünü kadınları elde etmekte kullanır, onun
başka işi, başka amacı yoktur. Casanova’ya gelince, o ilgileri çok daha geniş
çerçeveli biridir, kadın dışında pekçok şeyle uğraşır. O her konuda konuşmayı
bilen ve seven biridir. Kadınların ilgisini çekmekte bir başka yöntem de budur
diye düşünebiliriz. Olmadık şeylerden sözeden bir çapkın elbette pek ilginçtir.
“Dostlukta olduğu gibi aşkta da insan bildiği şeylerden çok bilmediği
şeylerle mutlu olur ” der La Rochefoucauld. Casanova’nın bu tür özellikleri
vardır ama, genel çizgileriyle ele alındığında onun yaşamı da bir donjuanın
yaşamıdır. O da kadınların gönlünü çelmeyi iyi bilir. Güzel yüzlü bir erkektir
o da. Hatta belki biraz kadınsı gibidir. Kendine özen gösterir, son derece bakımlıdır.
Üstüne başına dikkat eder. Bu bedensel çekiciliğinin yanında bir de
davranışlarındaki rahatlıkla dikkati çeker. Atılgandır, sözleriyle ve yapıp
ettikleriyle çevresindekileri şaşırtır. Hiç pısırık değildir. Her insan aşk
sözkonusu olduğunda belli bir çekinikliği yaşar, Casanova’da böyle bir şey
yoktur. Aşkın canına okuyan korku Casanova’nın semtine uğramamıştır. “Aşk da
ateş gibi sürekli bir devinim olmadan varlığını sürdüremez, ummak ve korkmak
bitti mi aşk da biter" der La Rochefoucauld. Casanova tam anlamında
korkusuzdur ve egemendir.
Casanova insan ruhsallığını, özellikle kadın
dünyasını tanımakta ustadır. Doğrudan kadınların ruhuna girer. O da yollara
düşmüş bir don- juandır. Bir serüvenciyi oynarken kentten kente gider: Venedik,
Paris, Madrid, Varşova, Sen-Petersburg...Kar demez, yağmur demez, güneş demez,
yorulmak nedir bilmez. Yolculuğu birilerinden ve bir şeylerden kaçıştır biraz
da. Her yerde olabilen biridir Casanova. Serserilik donjuan- lığın bir koşulu
gibidir. Ününü biraz da kaçışlarına borçludur Casanova. Bir kentte kalsa
kuruyup gidecektir, hiç mi hiç ilgi çekmeyecektir, gülünç olup çıkacaktır. Bu
yüzden o hep gezgindir. Kadından kadına gider. Kadının bir insan olduğu, kadının
bir iç dünyası olduğu, yaralanabilir bir gönlü olduğu onu hiç ilgilendirmez.
Bütün kadınlar birbirlerine eşittirler onun gözünde. Pekiyi, bu durumda bu
iyileşmez yolcu neyi aramaktadır? Neyi aramakta olduğunu belki o da bilmez.
Her kadına önce pırıltılı görünümler sunar, bu pırıltılı görünümler çabucak
yitip gidecektir. O zaman Casanova yapacağını yapacak, geride yaralı bir yürek
daha bırakarak bir başka kentin yolunu tutacaktır. Ancak ünü bu kadar yayılmış
olan bir Casanova kadınlan ürkütmez mi? Ürkütmez, çünkü kadınlar birbirlerinin
yaşamından ders almayı bilmezler: onlar kendilerini ayncah sayarlar. Casanova
bir başka kadını kandırmış olabilir, ama benim çekiciliğim karşısında...gibilerden
boş düşünceler.
Evet ne Don Juan ne Casanova ilgi çekiyor
artık. Onlar yeni zamanların yepyeni koşullanna yenildiler. Koca koca
yüzyılları dolduran başarıları bugünün kentlerinde ancak sıradan ilişkiler
olarak değerlendirilebilir. Artık donjuanlık sönüp gitmiş bir garip
çocuksuluğun adı olabilir. Bugünün koca kentlerinde kadın eski ulaşılmazlığını,
dolayısıyla çekiciliğini yitirdi. Bu durum yalnızca donjuanlığı zorlamıyor, aynı
zamanda aşkı da güç durumda bırakıyor. Aşk denilince bıyık altından gülen
insanların dünyasında yaşıyoruz. Aşk elbette ölmedi ve ölmeyecek ama
donjuanlık öldü ya da gündelik bir iş durumuna geldi. Kimse artık donjuanhğıyla
övünemiyor, kimse bir donjuana dönüp bakmıyor. Kadınla erkek arasındaki o
uzaklık, zaman zaman kapatılamaz görünen o uzaklık, ancak belki yalnızca
donjuanların kolaylıkla aşabildiği o uzaklık enaza indirgendi. Don Juan
yaşlandı, daha doğrusu ihtiyarladı ve öldü. Onun bıraktığı yerde şimdi birileri
cinselliği sıradan bir olgu olarak yaşıyor.
AŞK ACISI VE AÇICILIK: MADAME BOVARY ÖRNEĞİ
Acının yaşamı güçlendirdiği, yaşamı yaşam
kıldığı, insanı bilgeleş- tirdiği savı boş bir sav olmamalı. Acıda insan
yaşamın gerçek yüzünü görür. Acı çekmeyi bilmeyenler birer yaşam acemisi olarak
kalmak zorundadırlar. Acıdan korkup kaçanlar çok büyük acılara uğrarlar, kaçamayacakları
acılarla yüzyüze gelirler. Acı çeknleyi bilmek, becerebilmek gerekir. Acı
çekmek insan olma sorumluluğunun bir yüzüdür. Gerçek yaşam acının aynalarında
yansıyan yaşamdır, gerçek yaşam acının örsünde dövülmüş yaşamdır. Acılardan
süzülüp gelmemiş yaşam tam olgun değildir, hatta hiç olgun değildir, yarı
yarıya hamdır. Ölüm acısı başta olmak üzere her türlü acı yaşamın temel
anlamlarını ortaya çıkarr. Ölüm acı getirir ama acının tek kaynağı ölüm
değildir. “Acı ölüm kadar gereklidir ” der Voltaire. Acıyı ilacın
içindeki zehire benzetemez miyiz? Benzetebiliriz. "Hiçbir şey büyük bir
acı kadar büyük kılamaz bizi ” der Alfred de Musset de. Yararlı olsun
yararsız olsun, acı yaşamın özünde vardır, özellikle aşkın özünde vardır. Hazzın
indirgenemez karşıtıdır o. Hazzı güvence altında tutan da acı olmalıdır. Haz
her zaman acının tehdidi altındadır, bugün değilse yarın, yarın değilse öbür
gün nasıl olsa gelip kapımızı çalacak olan acının. Acıyı atlatmak olası
değildir.
Acıların oluşturduğu bir ufuk hiç geçit
vermemecesine tüm yaşamı ve bu arada aşkı sarar. Acıyla çerçevelenmiş bir
yaşamdır yaşamımız. Aşk da getirdiği çeşitli sorunlarla bir haz ortamı olduğu
kadar bir acı ortamıdır. Yaşam bizim olan bir şeyleri bir gün alıp gidecektir.
Bir duyum ve duygu varlığı olan insan hazzı yaşadığı gibi acıyı da enine boyuna
yaşayacaktır, yaşamalıdır. Aşkın bir yüzü hazsa bir yüzü de acıdır. Acının en
önemli yanı varlığımızı zorlaması, bilincimizi bulandırmasıdır, giderek bizi
bizden çıkarmasıdır, hatta bizi yaşamı tartışmak zorunda bırakmasıdır. Acı
bizi umutsuzluklara iter, bize yarınsız olduğumuz gibi köksüz ama zorlu
duygular verir, acı bizi bize savunmasızmışız gibi duyurur. Bedensel acılardan
çok ruhsal acılar sarsar bizi. Bedensel acılar için bir acı tavanı
sözkonusudur. Dişinizdeki ağrının daha ötesi yoktur. Ruhsal acıların sınırlan
belli değildir ya da zaten yoktur. Ruhsal acılar deyim yerindeyse alabildiğine
acılardır. Duygusuz diyebileceğimiz eksikli kişiler yeterince acı çekmeyi
başaramazlar, ayrıca onlar iyi kötü yalnızca kendi acılannı çekerler,
başkalannın acısını çekmeyi beceremezler. Kendi acısını doğru dürüst çekemeyen
başkasının acısını az da olsa çekebilir mi? Ne olursa olsun duygusuzlar da acı
çekerler. Ancak duygusuzların aşk acısıyla herhangi bir ilişkisi olabileceğini
düşünürsek yanılırız. Onlar ancak aşkla alay eden kişiler olabilirler. Acıdan
kimse kaçamaz. Sağlıklı bir bilinç yetkinliğine ulaşmış kişiler de aşktan
kaçamazlar. Aşkın dayanılmaz acısını Baudelaire şöyle duyurur bize: “Ey acım
kendine gel, artık dingin ol biraz. ”
Evet, acı insan yaşamı için bir
kaçınılmazlıktır. Acı yararlıdır. Acının yararından geçsek onu yokedebilecek
miyiz? Acı bizim doğallığımızdır, Lamartine’in belirlediği gibi: “Şu
dünyada acı acıya bağlanır/Gün günü izler sıkıntı sıkıntıyı. ” Evet,
yaşamın kaçınılmaz koşulu olan acı, aşkın da zorunlu bir yüzüdür. Önemli olan
belki de acı çekmeyi bilmektir, yakınmadan, ağlayıp sızlamadan, dövünmeden acı
çekmeyi bilmektir. Ne var ki bunu yapabilmek hiç de kolay değildir. Neden
derseniz, acı insanı kendinden çıkarır. Acıyla yaşamayı becerebilenler gerçek
bilgelerdir. Onlar acıyla yaşarlar ancak acıyı enaza indirirler yani acıya
belli ölçülerde de olsa egemendirler. Acıyı yok saymak ya da ondan kaçmak değil
onu iyi gözlemlemek ve onu evcilleştirmek gerekir. Acıyla arkadaş olmak,
acıyla içli dışlı olmak gerekir. İnsan acı için doğmuş gibidir. Yaşam bir
hazlar ve acılar yumağıdır. Acıdan haz duyar duruma gelmek gibi bir sakatlığa
uğramadan acının gerçekliğini olduğu gibi benimsemek insan olmanın temel
koşuludur. Belki de insanı tanımanın en iyi yollarından biri onun acılarını
gözlemlemektir, onu acı çekerken gözlemlemektir, onu dayanılmaz acılarıyla
gözlemlemektir. Ne var ki acının derinliklerine inmek, onu olduğu gibi
yakalamak, onu girdisiyle çıktısıyla ele geçirmek olası değildir. Gerçek
acılar derinlerde, görünmez yerlerde, kuytularda oluşur. Hazlar gibi acılar da
kolay kolay ele gelmez. Gösteriyi seven acılar uydurma acılardır. Herkes kendi
acısını yaşar. Acı kolay kolay dile de gelmez. Onu ancak sanatçılar yoğun
simgelerle dile getirebilirler.
Uzayan acılar, biçim değiştiren acılar,
sevinçle karışık acılar, başka duygularla karışık acılar, birdenbire vurup
geçen acılar, yanyana gelen acılar, insanı kendinden çıkaran acılar,
umutsuzluğa iten acılar...Sanatçının işi zordur. Onca acıyı görmek ve
göstermek kolay mı? Herhangi bir acıyı kavramlara ya da biçimlere bağlayıp
fikre indirgemek olası mı? Kaldı ki acı, gerçek acı genellikle sessizdir:
gerçekten acı çeken kişi susar, bağırıp çağırmaz. Acı ve mutluluk dilsizdir
derler ki doğrudur. Acısının büyüklüğünü binlerine göstermek için çırpınanlar
da vardır. Onlar gerçek anlamda acı çekmeyenlerdir. Acının tüccarlarıdır onlar.
Halkımız ne demiştir: “Dışardan belli olmaz / İçerdedir yaramız”.
Gerçek acı gösteri yapmaz, hatta kendini gizlemeye bakar. Gülümsemelerin
ardına sığınır. Acı çekmek adına kendini yerden yere atanlara inanmayın, onlar
kötü bir tiyatronun zavallı oyuncularından başka bir şey değillerdir. Acı ancak
gerçek yüzüyle şiirde, resimde, romanda, müzikte yani sanatlarda dile gelir ve
belki de en büyük boyutlarda aşkta yaşanır. Aşk acısı acıların en büyüğüdür, en
yoğunu ve en güçlüsüdür, çünkü o doğrudan doğruya çaresizliğin acısıdır. Her
acı bir çareyi ve avuntuyu duyurur. Bir şeyi yitirdiniz mi yerine bir başka
şeyi koyabilirsiniz belki istemeyerek de olsa, acı çekerek de olsa. Aşkta
yitirilen yeri doldurulamayacak olandır, yerine başka bir şey konulamayacak
olandır. Evet, aşk acısı acıların en zoru en yamanıdır. Aşk acısı ancak aşk
bittiğinde bitecektir. O zaman zaten sevgili sevgiliyi gözden çıkarmıştır,
Sey- rani’nin dediği gibi: “Benden sana destur ey çeşmi afet / Var kimle istersen
eyle muhabbet/Bundan geri sen sağ ben de selamet/Seyrani bu alışverişten geçti
O zaman sertlikler başlar: “Develer sürü sürü / Yürü sevdiğim yürü /
Öldürdüğün yetmedi / Bir de ardından sürü
Acının iki temel kaynağı vardır. Birincisi
doğrudan doğruya yaşamdaki sürekli akışın sonuçlarıyla ilgili olan trajik acı,
öbürü istemli bir varlık olan insanın us-istem dengesini sağlayamamasından
gelen dramatik acı. Trajik acı en genel görünümünde ölüm acısıdır. Trajik olan
karşı konulamaz olandır. İnsan yaşamında ölümden başka karşı konulamaz olan
herhangi bir şey var mıdır? Varsa o da trajiktir. Bir akış vardır, buna zaman
akışı da diyebiliriz, bu akış bizi sonunda trajik olanla yüz- yüze
getirecektir. Trajik olandan kaçamayız. Bizi sonunda ölüme sürükleyen şey,
bizi yitiren ve yitirilen durumuna getiren şey yaşamda önüne geçemediğimiz o
güçlü akıştır, o akışla gelen dönüşümdür. Her yeni bir bitişi düşündürür, her
yeni bir başlangıcı anımsatır. Sürekli bir akışın öznesi olan her insan genelde
yaşamsal akışı bir trajik etken olarak algılamaz: yaşam akıp gitmektedir ama
her şey hiç değişmeyecekmiş gibi yerinde durmaktadır. Bu bir yanılsamadır.
Dural ya da durağan hiçbir şey yoktur. Bir gün bir çevrinti olur ve kişi bir
şeylerin hiç değişmeyecekmiş gibi duruşunun bir yanılsamadan başka bir şey
olmadığını anlar. Yaşamak parça parça ölmektir. Akış ölüme doğrudur. Ölümden
önce de bir takım yıkımlara, örneğin ayrılıklara doğrudur. Trajik olan kendini
zaman zaman sezdirse de tam olarak duyurmaz. Onunla ilgili sezgimiz örneğin bir
ölüm acısı karşısında bir esin gibi ortaya çıkıverir.
Usla istem dengesinin iyi kurulamamasıyla gelen
acıya gelince, bu bizim insan olma koşullarında kaçıp kurtulamadığımız
yetersizliklerimizle ilgilidir, bu tümüyle insanın yetkin bilince
ulaşamamasından gelen acıdır. Özellikle sıradan bilinç koşullarında insan
alabildiğine isteklidir, onu da bunu da ister. Yetinmek bilgeliğin erdemidir.
Descartes iyi bir yaşam için ya da doğru bir yaşam için usumuzu iyi kullanmamız
gerektiğini bildiriyordu. Anlık sonlu, istem sonsuzdur. İnsanın istemi
Tanrı’nınki kadar sonsuzdur, ama insanın sonsuza uzanacak gücü yoktur. İstemek
yetmez, yapabilmek önemlidir. Anlık istemi kollayacaktır, onu yönlendirecek,
gerektiğinde dizginleyecektir. İnsan ancak elde edebileceği şeyi istemelidir.
Gerçekte anlıkla istem bir gerçekliğin iki ayrı görünümüdür, bilincin iki ayrı
işlevselliğiyle ilgilidir. Eski bakış açısını bir yana bırakalım, bugün bizim
için isteyen de yargılayan da anlıktır. Bilincimizle görür, bilincimizle anlar,
bilincimizle ister, bilincimizle karar veririz. Ya da anlığımızla. Bilincimizle
doğruyu amaçlarız, bilincimizle gî.mek-istemek dengesini kurarız. Ama ne olursa
olsun insan isteyen bir varlıktır, oluru da olmazı da ister. İsteklerin
gerçekleşmediği, düş kırıklıklarının başladığı yerde acı da başlar.
İyi ama eksik bilinç durumunda da anlık aynı
şeyi yapabilecek midir yani görmek-istemek dengesini kurabilecek midir? Buna
evet diyebilmek gerçekten çok zor. İnsanların yaşamları boyunca çektikleri acılar
genellikle kendi varlıklarının ya da daha doğrusu kendi bilinç özelliklerinin
koşullarından kaynaklanır. İnsan çok zaman ne istediğini bilmez, ne istemesi
gerektiğini bilmez. Eksik bilinç durumunda insan doymaz bir varlıktır. Hiç
bitmeyen bir açlık binbir acıyı çağrılar. Kendi yazgısını yönlendiremeyen kişi
acılara uğradığında hep başkalarını ya da görünür görünmez bir takım güçleri
suçlama eğilimindedir. Bilgeler anlarlar ama suçlamazlar. Kendilerini
eleştirirler olsa olsa. Gerçekte eksik bilinçlenmiş insan yani dünyadaki yerini
kestirememiş olan insan yalnızca ve yalnızca kendi yetersizliğinden.gelen
acıları yaşamaktadır. Yaşamın acılarla dolu oluşu insanın doğal koşullarından
çok bilinç özelliklerinden kaynaklanır. însan tanrısal bir bilince ulaşmış
olsaydı acı hiç çekmeyecekti, bir taş parçası gibi tam tamına bilinç yoksunu
olsaydı gene acı çekmeyecekti. İnsan ortada bir varlıktır.
Bu durumda aşk acısını nereye koyalım? Daha
doğrusu onu trajik olanla mı ussal olanla mı açıklayalım? Aşkta bu iki
belirleyenin bir arada bulunduğunu söylemek elbette daha doğru olacaktır.
Yaşamın akışı aşkın bütünlüğünü parçalar, onu çok zaman tanınmaz kılar. George
Bras- sens’in bir şarkısında belirttiği gibi, zamanın geçtiği yerde aşk bitmez,
zamanın atı nereye ayağını bastıysa orada aşk bitmeyecektir. Bir aşk belli
yaşam koşullarında oluşmuştur, ancak o belli yaşam koşulları durucu değildir.
Akan zaman aşkı da önüne katar götürür. Her şeyin ölüme doğru hızla akıp
geçmekte olduğu yerde insanın aşkını korumak adına yapabileceği tek iş
bilincini geliştirmek ve usunu alabildiğine özenli kullanmak olabilir. Oysa aşk
çok zaman bilinci bulandırır, usu iyi kullanmayı engeller. Aşkta us tüm keskin
yanlarını köreltir. Buna bir de yaşamın acımasız akışı eklenince aşk olmadık
biçimlere girecektir. Onu en çok tehdit eden iki şeyden biri ayrılıksa biri
ölümdür. Ölüm birdenbire, bir önüne geçilemez, bir kaçınılmaz güç olarak çıkar
gelir. Kim bilir, belki ölüm olmasa ayrılık olacaktı. Ayrılık da ölüm de
bitmemiş aşkların ya da tam olarak bitmemiş aşkların düşmanıdır.
Aşk acısıyla ilgili en belirgin örneklerden
biri Lamartine’in Göl şiirinde karşımıza çıkar. Bu şiirin bize sunduğu
acı düşsel bir acı değildir, şairin doğrudan doğruya yaşadığı olayların
getirdiği acıdır. 1816 güzünde Aix-les-Bains’de kaplıca kürleri yapan Lamartine
veremli bir kadınla karşılaşır. Julie Charles çok ünlü bir fizik bilgininin
eşid’r. Bo- urget gölünün kıyılarında Julie ve Lamartine büyük bir aşk
yaşarlar. ’ 317 kışında Paris’de görüşürler ve yazın da Aix-les-Bain’de buluşmaya
karar verirler. Julie Charles aralık ayında ölür, buluşmaya gelemez. Şair Göl’ü
yazdığında Julie henüz ölmemiştir, bir hastane köşesinde son günlerini
yaşamaktadır. Bu şiirde ilginç olan, Lamartine’in ölümden değil zamandan
yakınmasıdır. Çünkü ölüm zamanın tezgahında işlenmiştir. Yaşar Nabi Nayır’ın
dilimize çevirdiği bu şiir dünya şiirinin önemli örneklerinden biridir. Şairin
zamandan yakınması bize şunu duyurur: ölüm dediğimiz kaçınılmazlık gerçekte
zaman kumaşından biçilmiştir. Öyleyse ne yapmak gerekir? Ölümü unutmamak ve
hep sevmek, hep sevişmek gerekir. Zaman mutluyu bırakıp mutsuzu götüreceğine
her ikisini birden götürüyor. Ona biraz yavaş demenin de bir anlamı yok,
dinlemiyor ki bizi. Öyleyse bize düşen şimdiyi koyu koyu yaşamaktır: “Altında
bu kayanın gene böyle inlerdin, / Gene böyle çarpardı dalgaların bu yar ’a / Ve
böyle serpilirdi rüzgarla köpüklerin / O güzel ayaklara.//(.) ‘Zaman dur artık
geçme bahtiyar saatler siz /Akmaz olunuz artık! / En güzel günümüzün tadalım o
süreksiz / Hazlarını azıcık! / /Ne kadar talihsizler size yalvarır her gün/Hep
onlar için akın; / Günleriyle birlikte dertlerini götürün /Mesutları bırakın
// Nafile isteyişim geçen saniyeleri / Akıp gidiyor zaman; / Geceye daha yavaş
deyişim boş, tanyeri / Ağaracak birazdan. ’ ” Şiir bu yakınmayla uzar ve
son bulur.
Aşk acısı gerçekte ayrılığın acısıdır.
Ayrılığın nasıl bir ayrılık olduğu önemli mi? Çekip gitmelerin getirdiği
ayrılıkla ölümün getirdiği ayrılık, toplumsal engellerin getirdiği ayrılıkla
bilinç uyuşmazlıklarının getirdiği ayrılık aynı ya da benzer acıları sözverir.
Ayrılık ya da kavuşa- mama: birbirine çok benzeyen bu iki şey insana sessiz ve
büyük acıların kapılarını açar. Gerçek aşk çekip gitmelerle gelen acıyı
sessizlikte yaşamamızı zorunlu kılar. Gerçek aşkta bırakılmışlıklar
suçlamaları getirmez. Aşık olmak bağsız koşulsuz sevmeyi gerektirir. Aşk
koşulsuz ve hatta önkoşulsuz ilişkidir. Onda hesaplar yoktur, ön hesaplar da
yoktur. O durumda acı derinden derine ve kimselere belli etmeden çekilir. Aşık
dediğimiz kişi ölümün eşiğinde bile sevgilisini düşünen, onun iyiliğini isteyen
kişidir. Acı çeke çeke yapar bunu. Belçika kökenli fransız şairi Maurice
Maeterlinck’in Şarkı adlı şiiri böylesine acılı bir bekleyişi pek güzel
anlatır (çev.: Suut Kemal Yetkin):
Bir gün döner gelirse
Ona ne söylemeli?
-Dersin ki bekleyerek
Kapadı gözlerini.
Ya yine o sorarsa
Beni hiç tanımadan ?
-Belki bir derdi vardır
Ona kardeşçe davran.
Nerde diye
sorarsa
Ne cevap
vereyim ben?
- Ver altın
yüzüğümü
Hiçbir şey
söylemeden.
Ya derse ki salonda
Neden yok hiç
kimseler?
-Açık kalmış
kapıyı
Sönmüş
lambayı göster.
Ya o zaman
derse ki
Nasıl oldu
ölümü?
-Belki ağlar
korkarım
Söylersin
güldüğümü.
Aşk destanları bize her dilde bir kadınla bir
erkeğin birbirlerine yönelik tutkusunu ve bu tutkunun uğradığı çeşitli
engelleri uzun uzun ve ballandıra ballandıra anlatırlar. Eski Yunanistan’da
örneğin Orpheus ile Eurydike’nin öyküsü aşk acısının büyüklüğüne tanıklık eder.
Orpheus’un ölüme yenik düşmek istemeyen aşkı aşkların en acılı örneklerinden
biridir. Orpheus’un lir çalışına ve şarkı söyleyişine hangi yürek ilgisiz kalabilirdi?
Eurydike, Orpheus’un müziğinden etkilenir ve onunla evlenmeyi kabul eder. Her
şey yolunda giderken Euıydike ölür: kırda dolaştığı sırada zehirli bir yılan
onu ayağından sokmuştur. O zaman kimsenin kolay kolay göze alamayacağı bir işe
kalkışır Orpheus: sevgilisini görebilmek için yeraltına iner. Çalgısıyla ve
sesiyle oradakileri de büyüler. O çalıp söylediği zaman yalnız insanlar değil
dağlar taşlar uyanır, tüm bitkiler ve • hayvanlar kulak kesilir. O çalıp
söylediği zaman ırmakların akışı değişir. Orpheus müziğiyle yeraltındakileri
büyüleyince onlar da ona Eurydike’yi vermeye razı olurlar. Ancak bir koşulları
vardır: yeryüzüne dönüşte Orpheus önde Eurydike onun arkasında tek sıra
yürüyecekler ve Orpheus arkasına dönüp bakmayacak. Yolda Orpheus bir an kendini
tutamayıp arkasına bakınca Eurydike ortadan kaybolur ve Orpheus umutsuzca dünyaya
döner.
Bizim sözlü edebiyat geleneğimizde bu tür
masalların büyük bir yaygınlığı vardır. Dilden dile değişe değişe aktarılan bu
masallar aşkı bir acılar alanı olarak tanımlarlar, ayrıca aşkın ölümü göze
almayı gerektirecek kadar güçlü özverilere gereksinimi olduğunu duyururlar. Bu
tür anlatıların aşkla ilgili hangi gerçeği tam olarak karşılamakta olduğu bir
yana bırakılmalıdır, çünkü onlar yapıları gereği masal öğeleriyle dokunmuş
abartılı ürünlerdir. Onların herbirinde aşkla ilgili insan gerçeği iyiden iyiye
büyütülmüş olarak karşımıza çıkar. Gerçek olandan gerçekdışı olana doğru
aşırdan o tür anlatılar gerçekdışı öğeleri elbette gerçekliğin koşullarını
açıklamak için kullanırlar. Gerçekliğe gerçekdışının pencerelerinden bakmak da
gerçekliği kavrama yolunda etkili bir yöntemdir. Arzu ile Kamber, Leyla ile
Mecnun, Ferhat ile Şirin, Tahir ile Zühre bize aşk acılarını ayrı ayrı
duyururken bizi insan gerçeğiyle karşı karşıya getirirler. Onlarda da aynı
savla karşılaşırız: aşkın temel özelliği acılarla yüklü olmaktır. Bu tür aşk
masallarında aşk kahramanlıkla bütünleşir.
Aşk acısı aşk konusunda bir yoksunluğun da
anlatımı olabilir. Aşk acısı biraz da aşksızhğın acısıdır. Neyi aradığını
bilmeyen kişi örneği burada belirgin bir biçimde yolumuza çıkacaktır. Kimileri
düşlerinin peşine gider gibidirler. Düşlerin çekici dünyası bize çok zaman
gerçekliği iyiden iyiye aşan değerleri aratır, bu değerler belki de olmayan
değerlerdir. Tennessee Williams’ın Arzu adlı bir tramvay’ınm baş kişisi
Blanche düşlerle sarılmış özlemlerini şöyle dile getirir: “Denizin kokusunu
duyuyorum. Ancak deniz kıyısında yaşayabilirim... Ne zaman öleceksem denizde
öleceğim... Nasıl öleceğimi biliyorsunuz, çünkü iyi yıkanmamış bir parça üzüm
yemiş olacağım. Gemi doktorunun elini tutacağım, küçük bıyıklı genç doktorun,
iri bir gümüş saati olan doktorun. Zavallı kadın, diyecekler, kinin hiçbir şey
yapmadı. İyi yıkanmamış üzüm onun ruhunu göklere ulaştırdı, diyecekler. Açık
denizde bedenimi beyaz bir örtüyle saracaklar ve beni gün batarken suya
bırakacaklar... güzel bir yaz akşamı... mavi okyanusta... ilk sevgilimin mavi
gözleri gibi mavi okyanusta..."
Aşk acısı her dönemde sanatın, özellikle
edebiyatın başlıca konularından biri oldu. Bir ortaçağ söylencesi olan Tristan
ile Iseut de yaralı bir aşkın acılı öyküsünü anlatır bize. XII. yüzyıldan
kalma bu söylenceye göre, korsanların küçük yaşta kaçırdığı Tristan’ı amcası
olan Corn- wall kralı Marc büyütür. Tristan İrlanda’ya gider, amcası Marc adına
sarışın İseut’ye evlilik önerisinde bulunur. Böylece Iseut’yü krala getirir. Bu
arada olanlar olur, Tristan’ın yanlışlıkla içtiği bir iksir onu iseut’ye aşık
eder. Iseut de Tristan’a tutulur. Böylece iki sevgili sevdikleri ve saydıkları
Marc’ı istemeden aldatmış olurlar. Tristan İseut’den kaçar, bir başka yerde bir
başka İseut’yle evlenir. Ne var ki sevgilisini, sarışın Iseut’yü bir türlü
unutamaz. Yaralanınca bir dostunu sarışın iseut’ye gönderir. Dostu, sarışın
Iseut’yü beyaz yelkenler açmış bir yelkenliyle Tristan’ın bulunduğu kente
getirir. Tristan’ın eşi Iseut kıskançlıktan ne yapacağını bilemez, Tristan’a
yelkenliye kara bir yelken takılmış olduğu yalanını söyler. Yelkenliye
karayelken takılmış olması sarışın Iseut’nün gelmediği anlamına gelmektedir.
Sonunda Tristan ölür, Iseut de onunla ölüme gider. Pekçok şairin işlemiş olduğu
bu acıklı söylence Wagner’e üç perdelik Tristan ile Isolde operasını
esinlemiştir.
Acı dolu bir ayrılıkla belirgin bir başka ünlü
aşk Abelardus’la sevgilisi Heloise’ın aşkıdır. Ortaçağ’ın sonlarına doğru
felsefede dinbilim- den bilgi kuramına doğru bir dönüşüm, bir ilgi artışı oldu,
bu yeniliği yaratanlardan biri de fransız filozofu Abelardus’dur (Abelard). Kavramcılık
diye adlandırılabilecek bir felsefe anlayışı geliştiren Abelardus kavramlara
soyutlamalar yaparak ulaştığımızı bildiriyordu. Bu, işin öbür yüzüdür. İşin
bizim konumuzu ilgilendiren yanı gerçekten acıdır. Abelardu- s’un aşk
acılarıyla belirgin yaşamı aşk edebiyatının ilginç destanlarından birini
oluşturur. Nantes yakınlarında Pallet’de doğmuş olan Abelardus Aziz Anselmus’un
öğrencisi oldu. Onun acılı yaşamını başlatan olay, çok etkili bir kişi olan
Fulbert’in yeğeni Heloise’a tutulmuş olmasıdır. Piskoposluk kurulu üyesi olan
Fulbert, yeğeni Heloise’la gizlice evlenen Abelardus’u adamlarına hadım
ettirir. Din konularındaki görüşlerinden ötürü 1121 ’de Soissons konsilince,
1140’da Sens konsilince cezalandırılan Abelardus 1142’de altmış üç yaşında
Chalon-sur-Saöne yakınında Saint Marcel manastırında öldü. Gelin biz acılı
Hdloise’dan haber verelim. Fulbert çok sevgili yeğeni Heloise ’ı önce
Argenteuil manastırına yerleştirmiş, sonra yanına almış, Abelardus’u onun
eğitimiyle görevlendirmişti. Öğretmen öğrenci ilişkisi zamanla aşka dönüştü,
Heloise Abelar- dus’a tutkuyla bağlandı. Ve ondan hamile kalıp işlerin iyiden
iyiye sarpa sardığını görünce Bretagne’a kaçtı. Orada bir erkek çocuk doğurdu.
Bunun üzerine iki sevgili evlenmek durumunda kaldılar. İşte o zaman öfkeye
kapılan Fulbert Abelardus’u hadım ettirdi. İki sevgilinin bundan sonraki
yaşamı tam tamına münzevi yaşamı olacaktır. Ancak hiçbir şey iki sevgili
arasındaki aşkı bitirmeye yetmedi. Heloise bir manastıra kapandı, rahibe
yaşamının sessizliğinde aşkının anılarına daldı. İki sevgili Abelar- dus’un
ölümüne kadar mektuplaştılar. Heloise, Abelardus’un ölümünden sonra yirmi iki
yıl daha yaşadı.
Abelardus ile Heloise’ın aşkı, aşk acısı
yanında sönmeyen aşk ateşine tanıklık eder. Abelardus ve Heloise kavuşamamış
ama birbirini bir ömür boyu gönlünde yaşatmış aşıkların simgesi olmuşlardır.
Abelardus olayından beş yüzyıl kadar sonra Jean-Jacques Rousseau sönmeyen aşk
ateşini dile getirmek üzere La Nouvelle HHoise’ı (Yeni Heloise) [1761]
yazmıştır. Romanın konusunu anımsayalım. Genç Saint-Preux, Julie d’E- tange’a
dersler verir. Bu sırada gençler birbirlerine tutulurlar. Ne var ki Baron
d’Etange kızını yoksul bir burjuvaya vermek istemez, onu oldukça yaşlı bir
kişi olan M. de Wolmar’la evlendirmek istemektedir. Bu Wol- mar vaktiyle
Baron’un yaşamını kurtarmıştır. Julie, M. de Wolmar’la istemeden evlenir, ancak
iyi bir insan olan M. de Wolmar Julie’nin gönlünü kazanmayı bilir. Dünyaya bir
bilge gözüyle bakmayı bilen M. de Wolmar karısından tüm olan biteni öğrenir,
ancak karısının her şeyi unutmuş olduğunu düşünür ve Saint-Preux’yü iki
çocuğunun eğitimiyle görevlendirir. Çiftin mutlu yaşamı Saint-Preux’yü de
alabildiğine mutlu kılar. Ancak Saint-Preux’nün Julie’ye olan tutkusu
sönmemiştir. Julie, Saint- Preux’yü dul kalmış bir arkadaşıyla evlendirmeyi
düşünür. Ancak Saint-Preux’den duyduğu şu sözler onu derinden etkiler: “Ah
Julie! Zamanın ve çabanın silemediği ölümsüz duygular vardır. Yara iyileşir ama
izi kalır. ” Julie bir kazada ölür, çocuklarını Saint-Preux yetiştirir.
Goethe’nin 1774’de yayımladığı ünlü romanı Die Leiden des Jungen Werthers (Genç
Werther’in acılan) ikinci bir Y£ni Hdoise gibidir. LJs- çu yanıyla
olduğu kadar duygucu yanıyla da ilgi çeken bu roman üçlü ilişkide aşk acısının
ağırlığını derinden duyurur bize. Bu yapıtı Goethe- ’ye yazdıran, arkadaşı
Kastner’in nişanlısına duyduğu yakınlık olmalıdır. Anna Karenina gibi Cyrano
de Bergerac gibi, aşk acısını anlatan pekçok örnek var elimizde.
Aşk acısını yansıtan pekçok yapıttan ya da
olaydan sözedebiliriz. Bu örneklerin başında belki de Gustave Flaubert’in Madam
Bovary’si gelir. Flaubert’in Madam Bovary adlı yapıtı aşk acısının
insanı nerelere götürebileceğini ya da insana neler yaptırabileceğini
göstermek açısından önemli bir yapıttır. Acı dediğimiz şey kırıcıdır,
yıkıcıdır, sarsıcıdır, ancak onun eğitici bir gücü de vardır. Fransız
eleştirmecisi Paul Souday’in bulduğu “açıcılık” (fr. dolorisme) terimi
yetiştirici ya da yetkinleştirici acıyı duyurur. Buna göre her çeşit acı bizi
insan yaşamı üzerine bilinçlendirir, gönül’ü öne geçirip hayvansal yanımızı
dizginler. Açıcılığın öncülerinden Julien Treppe acının insan dünyasını
zenginleştirdiğini bildirir, ona göre sanattaki başarıların altında acı
etkenini aramak hiç de yanlış değildir. 1902’de Jules de Gautier
“Bovary’cilik” (fr. bovarysme) terimini buldu. Bu terim aşk acısından
çok, Emma Bovary’nin kişiliğine uygun biçimde kendini olduğundan başka türlü
görme eğilimini belirler. Olduğundan başka olmak ya da düşsel bir kimliğe
bürünmek, böylece gerçeklerden uzaklaşarak bir düş dünyasına sığınmak Madam
Bovary’nin temel özelliğidir.
Biz burada elbette Madam Bovary’yle ilgili
ayrıntılı bir inceleme yapmak durumunda değiliz. Bu çok önemli yapıtla ilgili
olarak eleştirici bir tutum almak yerine konumuz açısından ya da daha açığı aşk
acısı açısından onun baş kişisini, Madam Bovary’yi anlamaya çalışacağız. Madam
Bovary gerçekçi romanın en güzel örneklerinden biridir. O, gerçeğe uyarlı
olmayı, gerçekliği bilimsel denilebilecek bir tutarlılıkla ve tüm
ayrıntılarıyla yansıtmayı birinci planda önemsemiş bir romancının ürünüdür. Ry
kasabası bu romanda bize Yonville adı altında, tüm sıradan yapısıyla, tüm
gündelik koşullarıyla, eczanesiyle, hanıyla, arabasıyla anlatılır.
Anlatılanlar gerçektir: Madam Bovary olarak bize resmedilen kişi bir hekimin
eşidir, Madam Delamare’dır. Madam Eugene Delamare 17 şubat 1821’de
Blainville-Crevon’da doğmuştur. Kızlık adı Adelphine-Vero- nique Couturier’dir.
Çiftçi Jean-Baptiste Couturier’yle Martine-Madela- ine Couturier’nin kızıdır.
10 ağustos 1839’da evlenmiş, 6 mart 1848’de Ry’de yaşamına kendi eliyle son
vermiştir.
Madam Bovary’le ilgili bu ayrıntılı bilgileri
çok eski bir kitaptan, Leo Larguier’nin 1941 ’de Paris’de basılmış olan La
chdre Emma Bovary (Sevgili Emma Bovary) adlı kitabından alıyoruz. Yazar
“yerinde” incelemeler yapmış ve çeşitli tanıklıklara dayanarak Madam Bovary-
’nin Madam Delamare olduğunu kesin olarak göstermiştir. Buna göre Madam
Bovary’nin kocası Dr.Charles Bovary’nin gerçek adı Dr.Eugene Delamare’dır.
Eugene Delamare bir akarcınm oğludur, 1811’de doğmuştur. Gustave Flaubert’in
babası Dr. Flaubert, Rouen’da Hötel-Dieu- ’nün başhekimiyken Eugene Delamare
onun hastanesinde görev yapmıştır. Dr.Eugene Delamare 18 aralık 1849’da otuz
sekiz yaşındayken ölür. Delamare’ların kızı Alice-Delphine 29 kasım 1842’de
sabaha karşı saat üçte doğmuş, Rouen’da bir eczacıyla evlenmiş, ondan bir kızı
olmuştur. Madam Bovary’nin eczacısı M. Homais’nin gerçek adı A'.f-
red-Adolphe Jouanne’dır, bu kişi Ry’de doğmuş, 15 eylül 1895’de aynı yerde
ölmüştür. Madame Bovary’nin sevgilisi Rodolphe Boulanger’nin gerçek adı M.
Campion’dur. Bu zengin toprak sahibi, Emmd'mn yani Madam Delamare’ın ölümünden
birkaç yıl sonra, bir Amerika yolculuğundan dönüşte kendini öldürmüştür. Madam
Bovary’nin hizmetçisi Felicite’nin gerçek adı AugustineAcloque’dur. Madam
Delamare’ın hizmetine girdiğinde on yedi yaşındadır. Bu görevi altı ay
sürdürmüş, Madam Delamare’ın ölümünü yakından gözlemlemiştir. Az sonra evlenip
Madam Menage adını almış, Saint-Germain-des-Essours’a çekilmiş, orada 19 mayıs
1913’de ölmüştür.
Madam Bovary’nin ilginç bir oluşum serüveni vardır. 1849’da Flaubert Tentation
de Saint-Antoinc adlı romanını yazmaktadır. Ken- dişine kusma duygusu veren
bir yüzyılda yaşadığına inanırken duygucu eğilimler içindedir ve her duygucuda
gördüğümüz kaçma isteği onda da vardır. Hep ötelerde bir yerleri, bir şeyleri,
bilmediği bir takım yenileri özler durur. Düş görür, alıp götüren duygular
içindedir. O hem duygu- cudur hem de duyguculuğa karşıdır: duyguculuğun
bireysel yaşamda ve toplum yaşamında yıkıcı etkileri olduğunu bilir. Büyük
duyguculuk rüzgarlarının estiği dönemlerin ardından gelen günlerde yaşamaktadır.
“Sa- inte-Beuve bunu anlamıyor, herbirimizin birer hasta olduğumuzu düşünmüyor"
der. Dostu şair Theophile Gautier de benzer duygular içindedir. Flaubert bir
duygucudur, bir yandan da duyguculukla savaşır. Bir gün Tentation’un elyazmalarını
dostları Louis Bouilhct’ye ve Maxime du Camp’a okumak ister. Diyor ki Maxime du
Camp: "Okuma dört gün boyunca otuz iki saat sürdü. Öğleden akşamın
dördüne, sonra sekizden geceyarısına kadar hiç durmadan okudu. Görüşümüzü
saklayacağız ve yapıt bittikten sonra görüş bildireceğiz diye düşünüyordu.
Flaubert elyazmalarını masanın üzerine koyup okumaya başlayacağı anda sayfaları
başına doğru kaldırarak salladı ve bağırarak şunları söyledi: 'Hayranlık
çığlıkları atmazsanız, anla ki sizin ruhunuzu hiçbir şey kıpırdata- maz.' Orada
geçen saatler anılarımın en sıkıcıları arasında yer alır; Bouilhet ve ben ara
sıra birbirimize kaçamak bakışlar atmanın dışında oturmuş Flaubert 'i
dinliyorduk. Cümleler, cümleler, pek güzel, ustaca kurulmuş, uyumlu, çok zaman
hiçbir şey söylemeyen cümleler...Onun doğasının ve yeteneğinin temelinde yer
alan liriklik almış başını gidiyordu, ayakları kesilmişti yerden. Biz bir şey
demiyorduk ama pek hoş şeyler düşünmediğimizi anlamak zor değildi...Bir işe
yaramayan üç yıl bununla boşa akıp geçmişti... Son okuma da bitince, geceye
doğru, Flaubert masaya vurarak şöyle dedi: ‘Şimdi bizbizeyiz, ne düşündüğünüzü
açıkça söyleyin bakalım! ’ Bouilhetpısırıktı, ne var ki bir söz söyleyeceği
zurnan düşüncesini açık açık ortaya koymakta kimse onun kadar tutarlı
olamazdı. Şöyle dedi: 'Bunu sobaya atman ve bir daha ağzına almaman
gerektiğini düşünüyoruz. ’ Flaubert havaya sıçradı ve korkunç bir çığlık attı.
”
Maxime de Camp bunu sobaya at önerisinin
Flaubert’e pek ağır geldiğini söyler: Flaubert aşağılanmış duyar kendini.
Romanını sobaya atmaz ama bir köşeye atar, ne var ki üç yılını verdiği bu
çalışmayı bir türlü gözden çıkaramaz, onu ne yapıp yapıp ileride
yayımlayacaktır. Ma- xime de Camp sonraları Flaubert’in bu romanı sobaya
atmadığına pişman olduğunu söylüyor: "Bizim sözümüzü dinlemediğine,
çalışmasını çekmecede bırakmadığına pişman olduğunu anlattı bana.n
Maxime de Camp anılarını şöyle sürdürüyor: “O uykusuz geceyi izleyen günde
bahçede oturmuştuk, susuyorduk, Flaubert ’in üzüldüğünü düşünerek biz de
üzülüyorduk. Bouilhet birden şöyle dedi: ‘Neden Delauney ’in öyküsünü
yazmıyorsun? ’ Flaubert sevinçle başını kaldırdı ve iyi fikir diye bağırdı. ”
Maxime de Camp anılarında “Delamare”ı gizlilik açısından “Delau- ney”e
dönüştürmüştür. Maxime de Camp olan biteni doğru anlatmakta ama kişi adlarını
gizlemektedir.
Maxime de Camp’ın anılarında Delauney bir
hekimdir, baba Flaubert’in öğrencisidir. Rouen yakınlarında Bon-Secours’da
hekimlik yapmaktadır. İlk evliliğini kendinden yaşlı bir kadınla yapmış, eşi
ölünce parasız bir genç kızla evlenmiştir. Bu pek de güzel olmayan bir kızdır.
Gözleri ışığa göre bazen yeşil, bazen kül rengi, bazen mavi olur. Bu düşçü
kadın gizli aşk acılarıyla ve ödenemez boyutlara ulaşmış borçlarıyla tam bir
batağa düşer ve bir gün potasyum siyanür içerek intihar eder. Küçük yaşta
annesiz kalan kızını iyi yetiştirmek isteyen Delaunay yıkım içindedir, intihar
eden karısının borçlarını ödeyebilmek için çırpınır durur, öte yandan
delicesine sevdiği karısını bir türlü unutamaz. Sonunda Delauney de karısı gibi
potasyum siyanür içerek intihar eder. Maxime de Camp, adını Delaunay’e
çevirdiği Dr. Delamare için doğru şeyler söylemektedir. Dr. Delamare romanda
anlatıldığı gibi biridir. Romanda adı Charles Bovaıy olan bu adam kabasaba bir
hekimdir, kültürsüzdür, gülünç denilecek kadar pısırıktır. Öğrenciliğinde
annesi ona her hafta havuçla kaynatılmış dana eti gönderirmiş, genç adam bütün
hafta onu yermiş. Flaubert romanda Charles Bovary ile Emma Bovary arasındaki
ayrılıkları belirgin bir biçimde gösterir. Charles ne kadar hantal ve
kabasabaysa Emma o ölçüde canlı ve tutkuludur. Emma yaşam dolu bir genç
kadındır, havalıdır, duyguludur ama mutsuzdur. Gustave Flaubert de Louis
Bouilhet de onu iyi tanırlar. Özellikle Gustave Flaubert, E- ugene Delamare’ı
da karısını da yakından tanır. Flaubert bu zavallı genç adamı babasının
derslerinde görmüştür.
La chere Emma Bovary’nin yazarı Leo Larguier bize Maxime de Camp’ın anılarına
da çokça güvenmemek gerektiğini söyler ve Madam Bovary’nin kimliğiyle ilgili
araştırmalarında çokça tanıklıklara başvurur. Ona göre Maxime de Camp
Flaubert’in gençlik arkadaşıdır ve pek iyi bir yazar değildir: “Ona Fransız
Akademisi ’nin kapılarını açan yapıtları pek sıradan şeylerdir. ’’ Leo
Larguier “Onun Flaubert ’i kıskandığını sezdim her zaman ” der. Ancak
yazar yalnızca bir kişinin anılarıyla yetinmez, başka kaynaklara, başka
tanıklıklara başvurur. Bu kaynaklardan biri de annesinin tanıklıklarını
aktaran Jules Lavallois adlı bir yazardır. Jules Lavallois “Annem bu konuda
pek konuşmak istemezdi, konu onu rahatsız ederdi ” diyor. Buna göre
Delphine oldukça süslü bir kadındır, kimi erkeklere özel bir eğilimi vardır,
yazarın dayısıyla da bir yakınlığı olmuştur. “Annemin dediğine göre Delphine
C... çok güzelmiş ” diye yazar Jules Lavallois. Ancak onun kültürsüz ve
kendini beğenmiş biri olduğunu söylemekten de geri kalmaz. Tanıklar ve
tanıklıklar istenenden çok olunca Madam Delamare’ın sarışın mı kumral mı
olduğu konusu bile tam olarak aydınlığa kavuşturulamaz. Leo Larguier- ’nin
ortaya çıkardığı tanıkların en ilgi çekici olanı kızlık adı Acloque olan Madam
Menage’dır, on yedi yaşındayken hanımının hizmetine girmiştir ve onunla aynı
yaştadır. Bu hanım Madam Delamare’ı, özellikle onun güzelliğini anlatmakla
bitiremiyor. “Sesi öylesine yumuşaktı ki söylediği her sözü alıp saklamak
isterdiniz ” diyor.
Madam Menage, Madam Delamare’ınEmma Bovary
’ninkine çok benzeyen kişiliğini ve ölümünü ayrıntılarıyla anımsıyor: “Hangi
zehirden içtiğini söylemek istemiyordu... Herkes hüngür hüngür ağlıyordu. O
zaman onun küçük kızı ona yalvarmak için diz çöktü, o da sonunda gerçeği
söyledi. ” Doksan yaşında dünyaya gözlerini kapayan Madam Menage on çocuk
doğurmuş, bunlardan yedisi yaşamış. Çocuklarıyla arası çok iyiymiş ama yalnız yaşamayı
yeğliyormuş, zaman zaman çocuklarından birine gittiği olurmuş. Bu düzenli
yaşamı içinde o düzensiz yaşamını erkenden ölümle noktalayan hanımına hayran.
Şöyle diyor: “ Ne iyi insanlardılar. Ben onların yanında hizmetçiydim. On
sekizimdey- dim, madamla aynı yaşta. Ah, ne güzel kadındı! Pek ama pek güzeldi.
Yuvarlak yüzü, boyu poşu, güzelim kestane saçları... her şeyi güzeldi onun. ”
“Sarışın mıydı?” sorusunu “Hayır, kumraldı” diye yanıtlıyor. “Babası
da çok tatlı insandı ’’ diyor, “kızına da çok düşkündü ”. Madam
Delamare neşeli biri miydi? “Ah bayım ah, o zamanlar onların evi önünde
caddede dansedilirdi. İnsanlar o zaman şimdi olduğundan daha neşeliydiler.
Madam bana kendi giysilerini verirdi, geçirirdim onları sırtıma, giderdim
dansa. ” Madam Menage hanımının bir kız iki erkek kardeşi olduğunu
söylüyor. Kızkardeşi Justine ondan da güzelmiş. Erkeklerin adı Ulysse ve
Gustave’mış. “Sofu muydu?” sorusunu Madam Menage “Yok canım!”
diye yanıtlıyor, “Ben onun ayine gittiğini hiç görmedim ”. “Pekiyi nasıl vakit
geçiriyordu? ” Yanıt çok ilginç: “Hiçbir şey yapmazdı, öyle evini
süsleyen kadınlardan değildi. Bazen birlikte öyküler ve tıp kitapları okurduk.
” Madam Menage sözünü şöyle bitiriyor: "Tanrım, ne güzel kadındı!
”
Madam Bovary’nin yürek yakan ölümü duyguculuğun
acıklı ölümüdür biraz da. Kendinde duyguculuğu yoketmeye çalışan Flaubert onu
Madam Bovary’nin dalgalı kişiliğinde ölüme göndermiştir. Duygucu- luk da
Madam Bovary de düşlerde kendini bulmaya çalışan, çıkış yolunu düşlerde arayan
bir ruhsalhğın anlatımıdır. Bir yanda duygucu eğilimler can çekişirken bir
yanda Madam Bovary düşlere yenik düşen yaşamına kendi eliyle son verir. Bir
başka deyişle, gerçekçiliğe yönelen XIX.yüzyıl artık yaşamda ve her yaşamsal
etkinlikte ölçüsüz duygusallığın kalıntılarını temizlemektedir, temizlemek
istemektedir. Flaubert’in romanı duy- guculuğa yönelik bir eleştiri olurken
gerçekçiliğin oluşumuna sessizce katkıda bulunur. Bu katkıyı sağlayan da hiçbir
ayrıntıyı kaçırmak istemeyen dikkatli bir gözdür. İnsan gerçeğine bütünsel
bakış bir duygu dizginlemesini gerekli kılar: gerçekliği doğru olarak
kavramamız gerekir, onu yalnız bir ya da birkaç yanını görerek değil her yanını
görerek kavramamız gerekir. Gerçeklikten başka dayanağımız yoktur: gerçeklik
bizim seçebileceğimiz ya da seçmek istemeyeceğimiz bir şey olamaz, o yaşamın
temel anlamıdır. Gerçeklik bizim kabaca saptadığımız değil kendi gözlerimizle
yani kendi açımızdan gördüğümüz şeydir, sanatta güzeli güvence altına alan da
bu bakış biçimidir.
Flaubert çok zaman duyguculukla gerçekçilik
arasında sıkışmış görünse de gerçekçilikten hem de kılı kırk yaran
gerçekçilikten yanadır. G. Lanson ve P. Tuffrau onunla ilgili olarak şunları
yazarlar: “Beğenileri belirleyicidir: VîctorHugo ’yu ve Boileau ’yu,
Montesquieu ’yü ve Cha- teaubriand’ı sever. Yani o hem duygucu hem klasiktir. O
artık duygucu değildir, duyguculuktan önceki zamanlarda olduğu gibi klasik de
olamaz. Bu durumda o duygucuyla klasiğin bir bileşimi olacaktır: buna göre onu
doğalcı diye adlandırmak gerekir, Flaubert bu sözü hiç sevmese ve onunla alay
etse de. ” Böylece altı yıl süren Madam Bovary’yi yazma serüveni
içinde Flaubert tam anlamında bir duygu-düşünce dengesini yakalamayı
bilecektir. Bu denge içinde o her şeyden önce nesnelliği ya da yantutmazlığı,
kendini romana koymama tutarlılığını öngörür. George Sand’a yazdığı mektupta
şöyle diyecektir: “Romancının bu dünyanın şeyleri üzerine görüşlerini
açıklaması gerektiğine inanmıyorum. Buna göre, şeyleri bana göründükleri gibi
sergilemekte, bana doğru göründükleri gibi açıklamakta sınırlanıyorum. ”
Böylece Flaubert bize “doğalcı” sözünün anımsattığı çerçevenin, doğayı ya da
olan’ı kopya etme çabasının çok ötesinde tam anlamında bir insan araştırmacısı
olur: her kişisini didik didik eder, en basit kişisini bile büyük bir
titizlikle ele ahr, böylece dünyaya bir başyapıt armağan eder. Madam Bovary bize
en azından duyguculuğun tehlikelerini gösterir.
Romanın konusunu bilirsiniz. Bir köylü kızı
olan Emma Rouault tam bir duygu taşkınlığı içindedir, hep olmayan bir şeyleri
özler, bir düşler dünyasında yaşar, bu yüzden hiçbir şey onu sevindirmez. Köy
yaşamından kaçıp kurtulma telaşıyla köy hekimi Charles Bovary ile evlenir.
Sert bir kayaya çarpmıştır: Charles donuk ve sınırlı kişiliğiyle, basit
davranışlarıyla, kabalıklarıyla onu düş kırıklığına uğratır. Charle- s’ın
varlığı belki de başka açılımları sağlayan bir basamak olacakken bir bunalım
nedeni olur çıkar. O zaman Emma kendisine mutluluğu sağlayacak kişiyi ya da
kişileri düşleyecek, yepyeni bağlantılar, yepyeni olanaklar arayacaktır. Çöküş
bu noktada başlar. Düşlerinin aldatıcı çekiciliğine kapılan bu zavallı kadın
bir o yana bir bu yana savrulur, her kurtulma girişiminde biraz daha batar. Bu
sırada ödeyemeyeceği ölçüde borca girmiştir. Her şey ters gidince ve “ya
borcunu öde ya kocana durumu bildiririm ” tehdidi altında kalınca ölümü
seçmekten başka çıkış yolu bulamayacaktır.
Aşk adına ya da düşsel tasarımlar adına
kocasını ikide bir aldatan Emma’nın durumu genel ahlak açısından elbette
sorunludur. Ancak onun bu tutumu onu sevmemizi hatta ona acımızı engellemiyor.
Roman kişileri olduklarıyla değil gösterdikleriyle ilgi çekicidirler: biz bu
hanımı tanısaydık, yaşamını çok yakından gözlemleseydik belki de kendimizi ona
yakın duymayacaktık. Emma’nın öyküsü en azından ilgi çekicidir. “Niçin
Delamare ’ın öyküsünü yazmıyorsun? ” sorusunda da bu belirgin değil mi? Çok
genç bir yazarın, henüz anlatımının özelliklerini oluşturamamış bir yazarın bu
başarılı denemesi onu dünyada ünlü kılarken okurun gözlerini iyi dileklerle
kendini yokeden bir kadının dünyasına doğru döndürmüştür. Madame Bovary’nin
yaşamı Madame Delamare- ’ınkine tıpatıp benzese de Madam Bovary ne olursa olsun
Flaubert’in bir yaratısıdır. Flaubert Madam Bovary’nin yaşamış bir kişiyie
ilgisi olmadığını kesin bir biçimde söylemiştir. Yerden göğe haklıdır, çünkü
yapıt bir başka dünyadır, sanatta gerçekliğin kopyasını istesek de çıkaramayız.
Bir yapıt oluşturmak bir tasarımdan kalkarak yepyeni bir dünya kurmaktır. Demek
ki Madam Bovary hem Madam Delamare’dır hem değildir. Her yapıt yapaydır,
yapaylığıyla gerçek dünyanın insan olma koşullarına açıklık getirir ya da
yapaylığıyla gerçekliği yorumlar. Ne var ki arayanlar onda gerçekliğin somut
izlerini de bulabilirler, gerçek yaşamdan süzülmüş bir takım özellikleri de
bulabilirler.
Madam Bovary, Henri Troyat’nın da belirttiği
gibi, yaşamakta olduğu basitliklerin, pek düzayak bulduğu koşulların dışına
çıkmak ister. Belli ki o şiirlerde ballandırıla ballandırıla anlatılan bir
yaşam biçimini arzulamaktadır. Yerini bilmediği bir cennetin peşinde dolanır
durur. Ah büyük tutkular, kendini vermeler, adanmalar, bitmez sevinçleri sözve-
ren o tükenmez sevgi kaynağı, gürül gürül akan mutluluk görünümleri... Emma bir
duygu insanıdır, güzel sözler karşısında dizlerinin bağı çözülür. Belli ki
benzeri görülmemiş nice tutkuyu tam bironmazlıkla yaşamak ister. Ama belki de
onun düşlediği o yoğun duygusallıklar bu dünyaya göre değildir. Duyguculuğun
temel eğilimi budur işte: gitmek, alıp başını gitmek, neyi bıraktığını düşünmeden
bambaşka yerlere, adı konmamış yerlere gitmek...Emma gözü kara dalar bu
serüvene: arzuları adına her şeyi, kendini bile gözden çıkarmış gibidir. Onun duygulan
gerçekte Fla- ubert’in duygulandır. Flaubert kendindeki o iyileşmez
duygucuyu ya da Emma’yı dizginlemeye ya da hatta altetmeye çalışır. Bu yolda
yazar olarak yapacağı en önemli iş gerçekliğin gizlerine girmektir,
gerçekliğin görünmeyen yanlarını görmeye yönelmektir. En büyük eğilimi
yazdıklarını bilerek yazmak eğilimidir. Madam Bovary’nin zehir içtiğinde
yaşadığı duygulan hatta duyumları yaşamak ister. Zehir ağızda nasıl bir tat
bırakır dersiniz? Emma’nın ölümünü anlatırken neredeyse zehir içecek duruma
gelmiştir. Bu zorlamayla mide kasılmalarına uğramış ve küsmüştür.
Madam Bovary o kısa ve güç yaşamı içinde aşk
acısının simgesi durumuna gelir. Romanı okuyanlar Madam Bovary’den etkilenirler
ve çok zaman kocasının, Charles Bovary’nin çektiği acıları görmezden gelirler.
Madam Bovary kendine yazık ederken kocasını da bitirmiştir. Hiçbir başkaldırıda
gözü olmayan Charles Bovary karısına olan aşkının getirdiği sürüklenmeler
içinde kendi acı sonuna doğru yavaş yavaş ilerlemiştir. Başına neler getirmiş
olursa olsun Emma onun için vazgeçilmez değerdedir. Emma’nın ölümünden sonra
Charles onun sevgilisiyle, daha doğrusu sevgililerinden biriyle karşılaşır,bu
kabasaba adamı Emma- ’dan bir anı gibi değerlendirir. Romanda şu satırları
okuruz: “Bir gün tek serveti olan atını satmak için Argueilpazarına
gittiğinde Rodolphe- ’le karşılaştı. Birbirlerini görünce sarardılar. Rodolphe
yalnızca kartını yollamıştı, bir iki şey geveledi ağzında, özür diledi, sonra
yüreklendi, hatta (havapek sıcaktı, ağustostu) onu bir bira içmeye çağıracak
kadar küstahlaştı. Masaya dirseklerini dayamıştı, konuşurken yaprak sigarasını
çiğniyordu. Charles da karısının sevmiş olduğu bu insanın karşısında düşlere
dalıp gidiyordu. Onda karısından bir şeyler bulur gibiydi. Bir kendinden
geçişti bu. Bu adamın yerinde olmayı ne çok isterdi. ’’ Charles Bovary için
dünyadan göçüp gitmiş olan sevgili karısıyla ilgili her şey değerlidir,
dolayısıyla onun sevgilisi de değerlidir. Emma onun için her şeye karşın yüce
bir varlıktır, sanki insandan başka bir şeydir, onunla ilgili her şey onunla
ilgili olmakla bu yüceliğe katılır. Genel ahlak bunu böyle benimsemese de bu
böyledir. Bu yüzden Charles’ın Rodolp- he’e gösterdiği yakınlık
yadırganmamalıdır. Sevgilimizin yalnızca saçları, elleri, ayakları değil,
çorapları, gömleği, çantası ve sevdikleri de değerlidir.
Flaubert 1880’de öldüğünde arkasında Madam
Bovary gibi anıtsal bir yapıt bıraktı. Bu yapıt insanın bugüne kadar
çektiği ve gelecekte çekeceği aşk acısını pek güzel tanıtlar ve hem de ona
tanıklık eder. Em- ma aşk acısının cisimleşmiş bir biçimiydi. İşin şu yanı
tartışmaya her zaman açık olacaktır: Madam Bovary’nin yaşadıkları aşk mı yoksa
aldanış mıydı? İyi ama aşklarla aldanışları nasıl edip de ayrı ayrı yerlere
koyalım biz! Aşklarda aldanışlar yok mudur? Yüceltmeler, göklere çıkarmalar,
eşsizi sonunda bulmuş olma duyguları...Aldanış bir olanaksızı duyurur bize,
işte o noktada acı başlar. Acı aşkın zorunlu bir yüzüdür, vazgeçilmez bir
koşuludur. Nasıl ölüm yaşamın vazgeçilmez koşuluysa acı da aşkın vazgeçilmez
koşuludur. Öte yandan, Madam Bovary’nin yaşadıklarına bakarak bütün bunlara
değer miydi? sorusunu sormak bize düşer mi? Adamın dediği gibi, ya
ilerlemek ve acı çekmek ya da acı çekmemek için ilerlememek. Aşk için de
geçerli bu. Acı çekmek istemeyenler aşktan kendilerini korumalılar.
Madam Bovary acılardan acılara yürüdü, bir
acıdan bir acıya geçti. Acısız yani aşksız bir dünya onun gözünde tepeden
tırnağa bir anlamsızlıktan başka bir şey değildi. Her mutluluğa koşuşunda
acıyla yüzyü- ze geliyordu. Besbelli, çektiği acılarda bir yaşam sevinci, bir
mutluluk tadı da buluyordu. "İnsan mutluluğa alıştı mı
vazgeçemiyor" deyişindeki acıyı sezmemek olası mı? Yaşadıklarında
mutluluk payı ne kadardı, bilemeyiz. Mutlu mu olacaktı toplumun ya da daha
doğrusu göreneklerin sunduğu o çok doğru yaşam biçimini benimseseydi? Kim
bilir, belki de mutluluk denilen şey de bir tür acıdır, bir tür kendini tüketmedir,
mutluluğa koşmak da belki bir bakıma acıya koşmaktır. Çok ama çok sevdiği o
zengin adamın yani Rodolhpe’un ona en zor zamanında üç bin frank vermeyişindeki
garipliğin de mutluluk denilen şeyle bir ilgisi olabilir mi? Oysa o sevdiğine
üç bin frank vermek için dilencilik de yapabilirdi. O bunu açık açık söylüyor
ve acı içinde kıvranarak "Ellerimde hala öpüşlerinin sıcaklığı var”
diyordu. Madam Bovary iyi ki öyle yaşadı, zaten başka türlü de yaşayamazdı.
Yaşam onun için biraz da kırıp dökmek demekti. Çöplüğün başını bekleyen sefil
kargalar gibi yaşamak gerçek bir tutkulunun ya da gerçek bir serserinin
becerebileceği bir iş değildir.
Aşk da sanat gibi baştan beri yalnızca yapılan
değil aynı zamanda üzerinde düşünülen bir insan etkinliği oldu. İnsanoğlunun
genel tutumudur bu: yaptığını düşünür, düşündüğünü yapar. İnsan olmanın temel
özelliği yapmak ve yaptığı üzerine görüşler geliştirmektir. Her alanda kendini
tanımak isteyen insan aşkta da kendini tanımaya çalıştı. Marcel Achard “Aşk
ona kafa yoranların işidir ” der. Bütün bunlar bize aşkın önemini, aşkı
düşünmeye yönelen insanın gelişigüzel bir arayış içinde olmadığını gösterir.
Aşk ve sanat insanın kendini çırılçıplak sergilediği ve çırılçıplak
gözlemlediği yerdir. Elbet bunu söylerken gerçek aşkı ve gerçek sanatı
düşünüyoruz. Aşkta ve sanatta insan kendini çırılçıplak ortaya koyar. Bu yüzden
sanatta aşka ve aşkta sanata benzeyen bir şeyler vardır. “Aşk bir duygu
değil bir sanattır" der Paul Morand. Aşkı ve sanatı insanın en temel
iki etkinliği saymak yanlış olmaz. Zaman geçer, nice değişimler ya da
dönüşümler yaşanır, aşk ve sanat yaşamdaki başat yerlerini korurlar. Shelley
haklıdır: “Aşk için ve güzellik için /Ne ölüm vardır ne değişim. ” Aşkta
gözlemlediğimiz değişimler yaşam biçimlerindeki değişimlerle ya da
değişikliklerle ilgilidir: davranışların, sezgilerin, bakış biçimlerinin
dönüşüme uğraması aşkın görünümlerinde değişiklikler yaratır. Ancak aşkta
temel hep aynı kalacaktır: adanmışlık içinde bir bir olma istemi.
Aşk baştan beri vardır. Aşk baştan beri
hesapsız bir yönelim olarak vardır. Bir çıkıştır aşk, bir tutumdur, bu arada
bir karşı koyma biçimidir. Bu yüzden aşk her zaman korkuyla tersleşmiştir. Aşk
kendinde korkuyu içermez ya da aşk korkuyu dışlayarak aşk olur. Yürekli olmak
bir yana, aşk tam anlamında gözüpekliktir. Korku aşkı kemirir, tüketir, hiçe
indirger. Çünkü korkuda istem çözülür. Genelde korkak olabiliriz ya da hepimizin
bir takım korkaklıklarımız vardır, çoğumuz haklı olarak gelecekten korkarız.
Aşkta korku olmaz. En korkak adam bile aşkta gözünü budaktan esirgemez biri
olup çıkacaktır. XVI. yüzyılda fransız şairi Cldment Marot aşkı korkunun
karşısına koyuyor ve şöyle diyordu: “Korku karanlıktır, Aşk duru ve beyaz;
/Korku köledir, Aşk tümüyle özgür; / Aşk yaşatır, Korku öldürür. ” Bu bakış
son derece olumlu bir bakıştır. Ne var ki aşk üzerine görüşler her zaman bu
ölçüde olumlu olmadı. Onu sertlikle, bencillikle, doymazlıkla, aldanışla,
yıkıcılıkla, saçmalıkla, acı çekme eğilimiyle, uçuculukla ya da akılsızlıkla
özdeşleştirmeye çalışanlar da oldu. Baudelaire “Aşk eylemi büyük ölçüde
işkenceye ve ameliyata benzer ” diyordu. Ama o neye benzerse benzesin her
zaman bir güçlülüğün anlatımıydı. Dante Alighieri “Aşk güneşi ve yıldızları
yerinden oynatır ’’ demiştir.
Sanatçılar, özellikle şairler aşkı ve sevgiliyi
övgülere boğdular, yücelttiler. Sevgiliyi yüceltmesek bile aşkı yüceltmemek
olmaz. Ayrıca aşkı yüceltiyorsak sevgiliyi de yüceltiriz. Aşkta sevgili
yüceltilir. Ama öfkelenip sevgiliye ağır sözler etsek de aşkı suçlayamayız.
Aşk zor şeydir. Şöyle der halkımız: “Dudak değil diş değil / Bu geliş geliş
değil / Her aşka inanılmaz /Sevmek kolay iş değil’’. Aşkın sahtesinden
sakınmak gerekir. Kalp aşklar bayağılıkta sınırlanır. Aşk her şeydir, insan
yaşamının zorunlu bir öğesidir. Aşksız yaşam hiçlik gibi bir şeydir. Sevgili
aldatır, aşk aldatmaz. Alfred de Musset uzun bir şiirinin bir yerinde şöyle
der: “...Bana bir şeyleri sevip sevmediğimi soracaksınız, /Sizi hemen Hamlet
gibi yanıtlayacağım: / Ophelia, hoşunuza giden hiçbir şeye aldırmayın, /
Göklerin aydınlığına, gülün kokusuna, / Erdeme, geceye, güne aldırmayın;
/Dünyada hiçbir şeye aldırmayın, ama aşka... /İsterseniz sizi seven varlığa
aldırmayın, /Bir kadına ya da bir köpeğe, ama aşkın kendisine /Aldırmamak
olmaz, aşk her şeydir, aşk güneşte yaşamaktır. ” Yüceltme daha çok somuta,
sevgilinin kendisine yönelmiştir çok zaman. Öyle ya sevilen kişi olmasaydı aşk
olur muydu? Sevgiliyi yüceltiriz, ama yeri gelir yerin dibine batırırız. “Gönlümü
kaptırdım ben /Allahın delisine” diyen kişi kim bilir ne kadar
öfkelenmiştir. Bizim edebiyatımızda sevgiliyi yücelten şiirlerin belki de en
güzeli Muhibbi-
’nin (Kanuni Sultan Süleyman) şu şiiridir:
Celis-i halvettim varum
habibüm mah-ı tabanım Enisüm mahremüm varum güzeller şahı sultanım
Hayatum hasılum ömrüm
şarab-ı kevserüm adnum Baharum behçetüm ruzum nigarum verd-i handanum
Neşatum işretüm bezmüm
çerağum neyyürüm şemim Turunç u nar u narencüm benim şem-i şebistanum
Nebatum sükkerüm gencüm
cihan içinde bi-rencüm Azizüm Yusuf’um varum gönül Mısr ’ındaki hanum
Stanbul ’um Karaman ’um
diyar-ı mülket-i Rum ’um Bedahşan’um ve Kıpçağ’um ve Bağdad’um Horasan’um
Saçı marum kaşı yayum gözü
pür-fıtne bimarum Ölürsem boynuna kanum meded hey na-müselmanum
Kapunda çünki meddahum seni
medh ederüm dayim Yürek pür-gam gözüm pür-nem Muhibbi ’yem vü hoş halüm
Evet, aşk baştan beri varoldu. İnsanoğlu aşkı
baştan beri olumlu bir güç olarak değerlendirdi. Eski Yunanistan’daki yaygın
bir inanca göre aşk evrenin oluşumuna belirleyici bir öge olarak katılmıştır.
Bunu şair Hesiodos’un Theogonia’sında da apaçık görüyoruz. Buna göre, çok ama
çok eski zamanlarda, henüz tanrılar ortada yokken, tam tamına bir düzensizlik
egemendi. Adı Khaos olan bu düzensiz bütünlükten, türüm diyebileceğimiz bir
yolla, Nyks (Gece) ve Erebos (Ölülerin bulunduğu dipsiz boşluk ya da Yeraltı)
oluştu. Nyks, Khaos’un kızı, Erebos’un da oğludur. Eros yani Aşk, Nyks’in ve
Erebos’un çocuğudur. Aşk’ın olmasıyla düzen ve güzellik karmaşanın ve
dağınıklığın yerini aldı. Eros’dan Ether (Işık) ve Aitheros (Gün) oluşmuştur.
Daha sonra Gaia ortaya çıkmıştır. Gece’den ve Yeraltı’ndan gelen Aşk’ın bir
düzen ve güzellik etkeni olarak algılanması anlamlıdır. Aşktan önce her şey
karanlıktı, sessizlikti, boşluktu. Aşkın oluşumu gerçek bir mucizedir. Aşk
yapıcı gücün simgesi ya da ta kendisidir. Onu insana giden yolun başındaki
güçlülük olarak görebiliriz. O Khaos’dan Kosmos’a geçişin belki de en önemli
basamağıdır. Ancak genel olarak baktığımızda aşk hem düzendir hem
düzensizliktir. Mitolojinin bu olumlu düzenleyici öğesi gene mitolojinin
sayfalarında nice acı öykünün konusunu oluşturur. Aşkı başlangıç noktasında bir
düzen ve güzellik etkeni sayan insan onu aynı zamanda olumsuzla olumlunun
çatıştığı bir varlık alanı olarak görmüştür. Aşk acısı dediğimiz şeyin kaynağını
da bu çatışkılı durumda aramak gerekir. Aşk önünde sonunda iki ayrı dünyanın
tek bir dünyaya indirgenmesi çabasıdır. İki dünyayı bir dünyaya indirgemeyi
göze almak gerçekte acıyı göze almaktır. Aşkı bir heves değil de bir gerçeklik
olarak yaşamayı göze alamayanlar aşkı değil de aşka benzer bir şeyi, aşkı
öykünen bir şeyi yaşamakla sınırlanırlar.
Kısacası aşk dediğimiz zaman aklımıza yalnızca
sevinçler gelse iyi, o bize sevinçlerin yanında acıları da duyuruyor. Aşk her
şeyden önce bir tutkudur ve sevinçlerle dolu olduğu kadar acılarla da
yüklüdür. Aşkı aşk yapan biraz da onun duygu zenginliğidir ya da duygu
çeşitliliğidir. Evet, aşk yalnızca o ikili duygusallıkla, sevinçle ve acıyla
örülmüş değildir: aşkın duygu renkleri çok çeşitli ve çok karmaşıktır, en
çelişkili ve en değişken duygular aşkta bir araya gelir. Acının aşkta bir
zorunluluk ya da bir gereksinim olduğunu düşünenler haklıdır. Ne var ki aşk
duygusal açıdan bir tekyanlılığa indirgeyemez kendini. Charles Naudier “Sevmeye
başlayan kadının yüreğinde uçsuz bucaksız bir acı çekme gereksinimi vardır”
der. Bu gereksinimi yalnız kadın için değil her iki cins için düşünmek doğru
olur. Aşk hem kadın için hem erkek için yoğun duygular esinleyen bir tutkudur.
Aşk da her tutku gibi dışa yönelir, dışta kendini ya da kendine uygun düşeni
aramaya koyulur. “Sevmek, zenginliğini kendi dışında bulmaktır” diyor
Alain.
Aşkta birey kendine en uygun olanı arar ve
bulur ya da daha doğrusu kendine en uygun olanı arayıp bulduğunu düşünür.
Burada uygun ’un ölçütü yoktur. En uygun olan, kim bilir, belki de en
uyarsız olandır. Kendine en uygun olanı (ya da en uyarsız olanı) bulmak ve onu
olabildiğince yüceltmek: aşkın temel eğilimi bu kendi dışına çıkma
tutumunda belirginleşir. Sevmek birlikte duygulanmak ve birlikte düşünmektir. "Sevmek
birbirinin yüzüne bakmak değil birlikte aynı yöne bakmaktır ” der Antoine
de Saint-Exupery. Ancak sevgi ve aşk ayrımını kesin bir biçimde ortaya koymak
gerekir: aşk başka sevgi başkadır. Aşk sevginin bir türü olmaktan daha başka
bir şeydir. Genel olarak sevgide durum elbette Antoine de Saint-Exupery’nin
söylediği gibidir. Ama aşkta bir bakıma böyle de olsa bir bakıma böyle
değildir. Aşk sözkonusu oldu mu kendi dışımda kendimden daha çok kendim olacak
ya da olabilecek birini arıyorum demektir. Bir düşün peşine takılıp
gitmektir bu birazda. Aşk bir gerçeklik olmakla birlikte bir düştür, elbette
dünyanın en güzel düşüdür. Aşk da her düş gibi bizi zaman zaman gerçeklik
ksştsmda yanıltır. Yanılmayı göze alamayanlar aşktan uzak durmalıdırlar.
Aşkta usun biraz da gözümüzde büyüttüğümüz tutarlılıkları
gerilere çekilir. Aşkta gözler ussallıktan iyiden iyiye ayrılır ve büyük
ölçüde gönül’e bağlanır. Aşık gönlünün gözleriyle gören kişidir. "Aşk
gözle görmez gönülle görür” der Shakespeare. Gönlün mantığı genelgeçer
mantığa ters düşer. Aşk her koşulda aykırılıktır. Aykırı sıfatı en çok aşka
uygun düşer gibidir. Aşık kişi gün olur bile bile saçmalar. O artık kendinden,
kendi denetiminden çıkmış gibidir. Bu yüzden aşk her zaman serüven tadı verir.
Usun iyiden iyiye geri çekildiği yerde serüvencilik ruhu öne geçer. XII.
yüzyılda Prise d’Orange "Seven insan akılsızlıkla doludur ”
demişti. Gerçek anlamda aşk neredeyse usun bittiği yerde kendini gösterir.
Aynı yüzyılda Marie de France şöyle diyordu: "Aşkın ölçüsü budur işte
/ Usunu koruyamaz kimse. ” Aşkta us inmelere uğramış gibidir, etkin olmaya
kalktığı yerde batağa saplanır. Aşkın bir dert gibi ya da bir çile gibi
algılandığı yer burasıdır. Aşık aşkından yakınmaya başladığında us etkisini tam
olarak yitirmiştir.
Gene de bilinçli bir varlık olan insan aşkta
bilincinin olanaklarını sonuna kadar kullanmaya çalışır, aşkı zedelemek
pahasına yapar bunu. Aşk cinsellikle bilinçliliğin kavuşma noktasında bir
yaşamsal zorunluluk olarak belirir. Aşksız yaşam savları ya da zararsız aşk
savları geliştirenler vardır, bunlar elbette bilinç açısından ve insan olma
koşulları açısından sorunlu kişilerdir. Acısız aşk formülleri geliştirenler
arasında bu konuda son derece ciddi olması gereken ruhbilimciler ve ruhhekim-
leri de vardır. İnsan ruhundan sorumlu bu kişiler acısız aşk formülleri
geliştirmeye çalışırken insanlara aşkta ölçülü olma önerilerinde bulunurlar.
Aşık olun ama kendinizi yıpratmayın! Aşkta çeşitli frenler koymaya çalışırlar,
bunun için tutumlar belirler kurallar önerirler. Gerçek aşk bütün bu korunma
yöntemlerini dışlar ve etkisiz bırakır. Canına düşkün olanların yapması gereken
tek şey vardır: aşktan uzak durmak, aşktan korunmak. Canına düşkün kişinin
aşkla pek bir ilişkisi de yoktur. Öte yandan bencil ve şımarık kişilerin aşık
olma koşullarına sahip olmadıkları, aşık olmakta kendi içlerinden
engellendikleri görülür. Kendi dünyalarının dışına çıkamayanlar başkalarının
dünyalarına nasıl kavuşacaklar?
Aşk buna göre hem görü hem özveri gerektirir.
Görü ve özveri olmadan aşkın temel koşulu olan adanmışlık gerçekleşemez. İyi
bir göz
yani iyi bir bilinç aşkm kurucu öğesidir.
Özveri insanın pekçok şeyden vazgeçerek ya da vazgeçmeyi göze alarak kendini
kendinden başka bir şeye adamasıdır. Kendini kendine adayan insan bencildir,
özverili insan kendini başkalarına adamaktan tad ahr. Aşkta kişi tepeden
tırnağa özgeci özelliklerle donanmıştır. Onun özgeciliği genelde tek kişiye
yönelmiştir ama tek kişiyle sınırlanmak zorunda da değildir. Özgeciler yarar-
gözetmez biçimde kendilerinden başka bir şeye adanırlar. Başkası için
yaşamak aşık kişinin bile isteye seçtiği şeydir. Başkası için yaşamak
eğiliminde olmayanlar aşkta tutuk ve isteksiz kalırlar. Mutlak özgürlük mutlak
bağlanış biçiminde bu adanmışlıkta gerçekleşir. Bencillikte özgürlük bir
düşten başka bir şey değildir. Aşk da sanat gibi mutlak özgürlük
etkinliklerini ya da yönelimlerini içerir. Bir başka deyişle bilinç özgürlüğünü
en belirgin ve en yetkin biçimde aşkta ve sanatta gerçekleştirir. Aşkta libertas
ve servus bir bütün oluştururlar. Ne diyor insanımız: “Çiğnet beni
atına /Alma gönül tahtına /Kilim gibi serildim /Ayağının altına
Aşkın bencilliğe benzer bir yanı da yok
değildir. Aşk kendi dışına yöneliştir ama bir özneyi kendinin kılmak için kendi
dışına yöneliştir. Publilius Syrus “Yalnız kendi için olanı kötü diye
nitelendirmek gerekir" der. Aşkta yalnız kendi için olma elbette sözkonusu
değildir. Onda kendi için olma ve başkası için olma bir bütün oluşturur, hatta
başkası için olma kendi için olmadan çok daha baskındır. Bencillik kötüdür ve
tehlikelidir, insan olma amaçlarına aykırıdır. İnsan özverili oluşuyla insandır.
Bir atasözü “Yalnız yiyen yalnız boğulur” der. Aşk böylece bencilliğe
ters düşer. Aşkın tek bencil yönelimi birini kendinin kılma eğiliminde yatar,
buna da bencillik deyip çıkmak kolay değildir. Kısacası aşkta bencilliğin
koşulları gerçekleşmez. Buna karşılık adanmışhğın koşulları tam olarak vardır.
Aşık kişi sevdiğini kimseyle paylaşamaz, kimselerle paylaşmayı düşünemez. Gün
olur sevdiğini en yakınlarından bile kıskanır.
Kıskançlık acıyı yaratan etkenlerden biri
olarak karşımıza çıkar. “Hepimiz azçok deliyiz ” der Baudelaire bir
şiirinde. Bu en azından aşkta, en azından kıskançlık sözkonusu olduğu zaman
böyledir. Kıskançlık öç alma duygularına kadar götürür kişiyi. Aşkta öç alma
tasarıları sevgiliyi kıskandırma girişimlerini doğurur ya da doğurabilir. Aşkm
oluşmaya başladığı yerde kıskançlık duyguları alttan alta filizlenmeye başlar.
Kıskançlık aşkm acı bir yan ürünüdür ki aşkı güçlendirir gibi görünürken onu
ince ince zedeler de. Kıskançlığın belli biçimlerinde aşka biraz güç kattığını
da yadsıyamayız. Kıskandırma oyunları bazen beklenilenin tam tersini getirir:
seven kişide bir soğuma duygusu yaratır. Gerili- mini yitirmiş ya da yitirmekte
olan aşkları kıskandırıcı davranışlarla canlandırmak da iyiden iyiye söndürmek
de olasıdır. Aşık kişilerin kıskançlık duyguları duymaları için belli
nedenlerin olması da gerekmez: aşık kişi sevdiğini çok zaman nedensiz kıskanan
kişidir. La Rochefoucauld “Kıskançlıkta aşktan çok özsevgisi vardır ”
dese de kıskançlık birçok biçimlerinde aşkın zorunlu bir öğesi olarak görünür.
Aşk deneyi önünde sonunda bir yalnızlık
deneyidir. Baudelaire’e "Yazık, her şey uçurum ” dedirten bu
olmalıdır. Sonunda dönüp dolaşıp yalnızlığa mı çıkılacaktır! Her iki bilinç de
birbirlerine indirgenemeye- ceklerini, iki ayrı bilinçten kalkarak ortak bir
bilinç kurulamayacağını erkenden sezerler ya da geç de olsa sezerler. Her
bilincin indirgenemez pekçok özelliği vardır. Dostlukta bilinçlerin ayrılığı
zengin bir çeşitliliği oluştururken aşkta açmazlar yaratacaktır. Aşkı ve
sanatı özgün kılan özel bilincin apayrı renkleridir. Kaldı ki bilinç
yönelgenliği içinde benimsemeye değil benimsetmeye eğilimlidir. Özellikle
yetkin olmayan bilinçler çevrelerinde bir egemenlik alanı oluşturma konusunda
son derece dirençlidirler. Aşkta bilinç kendi için köleleşme koşullan yaratsa
da köleleştirilmeye karşı çıkar, köleleştirilmeyi göze aldığı yerde aşkın sona
ereceğini bilir. Hangi koşulda ve hangi anlamda olursa olsun egemenlik istemi
aşk için tehlikeler doğurur. Bu sıkıntı içinde oluşan yönelimler sevgilinin
değerli de olsa eşsiz ya da bulunmaz olmadığını sezdirmekte etkili olmaya
başlar: bundan böyle ortada aşılması çok güç ya da olanaksız uyuşmazlıklar
vardır.
Yalnızlık bu durumda aşılmaz bir duvar gibi
dikilir aşıkların karşısına ya da daha doğrusu her iki bilinç de kendi için
koruyucu yalnızlık duvarları örmeye başlar. O durumda iki yol vardır: aşktan
vazgeçmek ya da onu evcilleştirerek herhangi bir sevgiye dönüştürmek. Sevgi iyidir,
aşk gibi delişmen ve dikbaşh değildir, uslu ve ussaldır, dingin ve iyilikçidir.
Aşk gibi değildir sevgi, her şeyden önce hoşgörülüdür, aşk gibi titiz, aşk gibi
acımasız değildir; aşk gibi köktenci davranmaya, ya hep ya hiç demeye
eğilimli değildir: daha az kıskançtır her şeyden önce, bazı durumlarda hiç mi
hiç kıskanç değildir. İndergemeci de değildir, hiç değildir. Çok ateşli
aşklardan çok dingin sevgilere geçilebilir. Gerçekte iki bilincin ussal
ölçülerde birbirine yaklaşması, birbiriyle bütünleşmese de birbiriyle
işbirliği yapmasıdır bu. İki bilincin ayrılıklarını ayrı ayrı onaylamasıdır
aşkın bitişi ya da daha doğrusu sevgiye dönüşmesi. İnsan karşısındakinin
eksiklerini sevemez ama onu eksikleriyle sevebilir. İnsan dingin bir sevgi
ortamında sevdiğinin eksiklerini gidermesi için çaba gösterebilir, böyle bir
tutum aşkın özyapısıyla tersleşir. Sevgide çekişme yoktur, aşkta çekişme
vardır.
Aşkın gerilimi
sonuna kadar yaşanılabilecek gibi değildir. Aşkın gerilimi sabrın sınırlarını
zorlar. Bir türküde rasladığımız şu söz bize bu gerçeği bütün boyutlarıyla
duyurur: “Sevda böyle giderse / Çatlar ölür birimiz”. Nitekim öldüren
aşklar da vardır, bu gibi aşklarla yalnızca masallarda değil gazete
haberlerinde de karşılaşırız. Aşk ölmelerle ve öldürmelerle çok kötü sonuçlara
ulaşabilir. Aşkın başı her zaman tatlı, sonu çok zaman acıdır. Öldürmek çok
zaman aşkın biteceği korkusuyla onu bir yerde dondurmaya kalkmak anlamı taşır.
Hele sevgilinin bir başkasına gitmesi çok zaman kolay kolay
benimsenebilecek bir durum değildir. Sevgilisini öldürmeyen ya da öldüremeyen
kendini öldürebilir. Evet, sevgiliyi öldüremeyenler ölümü göze alabilirler,
böylece sevgiliyi cezalandırmış da olurlar. İntihar aşkın bir gereği gibi
görülebilir: aşkı bitirmek için her şeyi bitirmek ya da aşkı bitiremeyince her
şeyi bitirmek bir zorunluluk olarak kendini duyurabilir. Ancak us bu gibi uç
durumların eşiğinde bilincin bütünü için bir eleştiri düzeneği oluşturarak
iyileşmenin kanallarını açmaya yönelebilir. Aşkın sonu bilinç bulanıklığının
ya da bilinç bunalımının sonu olur, yeter ki aşk ölmelerle ve öldürmelerle
sonuçlanmasın.
Bunalımlı
kişilikler aşkı uç noktada felaketlere götürmeye elbet daha eğilimli olurlar.
İntihar edenler elbette yalnızca aşıklar değildir. İntiharın binbir nedeni
vardır. Ancak aşk intihar eğilimini kolaylaştırır, intihara olan yatkınlıkları
kışkırtır, intihar için kendi mantığı içinde köklü bir gerekçeler bütünü
oluşturur. Kendini öldürmek aşkta da başka durumlarda da köklü bir öç alma
biçimi olabilir, intiharın bir yüzü toplumsal da olsa, ortak değerlerle ilgili
de olsa, bir yüzü düpedüz kişiseldir. İntiharda belirleyici olan elbette her
şeyden önce değerler bütünüdür. Ne var ki değerler yalnız toplumsal değil aynı
zamanda kişisel dayanaklardır. Aşkta intiharın toplumsal yüzü özellikle onur
sorunuyla ilgili olabilir. Aşta deneyimli kişiler ölmek gibi öldürmek gibi uç
çözümlere uzak duracaklardır, bu tür çözümler onlara katı ve tutarsız
görünecektir: kendini ya da karşısındakini bitirmek yerine aşkı bitirmek daha
doğru olacaktır.
Fırtınalı aşk denizinde yorgun düşenler için
sığınılacak en güzel liman evliliktir. Evlilik limanına sığman aşıklar uzun ve
yorucu bir seferden dönmüş gibidirler ya da karmaşık bir masaldan çıkıp gelmiş
gibidirler, bundan böyle her koşulda dinginliği ararlar, edilgin bir yaşama
aday olurlar. Bu limana sığmış çok zaman onlara aşkta en yüce basamağa ulaşmak
ya da aşkın verimli meyvesini toplamak gibi görünür. Onlar limanda
demirlerken gerçek bir zafer kazanmış gibidirler. Oysa evlilik aşkın
mezarıdır. Evlilik sorunlu da olsa iyidir. Bundan böyle azçok dingin
bir yaşam sürme olasılığı da vardır, aşkın sallantılarına ve çatışkılarına
pek benzemeyen bir takım sallantılar ve çatışkılar yaşama olasılığı da
vardır. Evlilik kurumu duygular açısından hiç de verimli bir kurum değildir.
Ama ussal düzeyde ortak bir yaşam oluşturmak açısından oldukça
elverişlidir. Çünkü o her şeyden önce bir kurum ’dur ve her kurum gibi
yaşamsal gereksinimlerin öne çıktığı ve belirleyici olduğu bir kurumdur. Güç ya
da kolay koşullarda gereksinimlerin öne geçmesi duygusal yaşamın filizlerini
kırar.
Aşkın düşmanı olan alışkanlıklar ve kolaylıklar
evlilik kurumunun temel özelliklerindendir. Alışkanlıklar yerleştikçe, her
anlamda kolay yoldan sağlamalar geliştikçe aşkın izleri silinmeye
başlar. Yabansı aşk, o yırtıcı aşk en sonunda evcilleşmiş, kendine yenik
düşmüştür. Dağınık saçlar, gecelikler, pijamalar, yetinmeler, bildiği gibi
davranmalar, anneler, babalar, kardeşler, eski dostluklar, düşünmeden
söylenmiş sözler duygusallığın altını oymaya başlar. Artık heyecan yoktur,
dokunuşlarda da yoktur, yan yana duruşlarda da yoktur. Sessiz ya da gürültülü
patırtılı bir isteksizlik, bir bıkkınlık gelir yerleşir. Evlilik denilen şey bu
muydu? Bunun için mi biz o düş ülkesinden bu aptallıklar ortamına geldik? Çiftler
aşkın sarsıntılarını arar duruma gelirler, ancak iş işten geçmiştir, bundan
böyle mutlu yuva oyununu oynamaktan başka yapılacak iş yoktur. Mutlu
yuva bir bataktır, bir çocuk üretim merkezidir. Bataktan kurtulmak için
girişilen çocukça çabalar boşa çıkacaktır. Değişiklik olsun diye
girişilen bir takım davranışlar büyük bir verim sağlamayacaktır: hep aynı
şeyleri yapmayalım, örneğin bu akşam dışarıda yiyelim, örneğin sevişirken şöyle
değil de şöyle yapalım. Evlilikte elde edilebilecek en iyi kazanım aşkın temiz
bir sevgiye, biraz da gözü kapalı bir sevgiye dönüştürülmesi olabilir. Bu
olmadığı zaman evlilik bir cehennem olur çıkar. Doğumlar, çocukların
yetiştirilmesinde uğranılan çevresel güçlükler, okul harcamaları, birilerinin
baskın ve yönlendirici tutumları ve buna benzer şeyler iyi bir sevgi ortamı
oluşturmaya da engel çıkarır ve evliliğin açmaza girmesinde çokça etkili olur.
Aşkta ilginç olan sondaki sıkıntılı görünümler
değil başlangıçtaki şaşırtıcı koşullardır. İki insanın birbirine vurulması ya
da en azından bir insanın bir insana vurulması baştan sona giz dolu bir
olgudur. Aşkı yaratan gücün uyumun gücü olduğu savı pek de inandırıcı
değildir. Benzer bilinç koşullarından aşk doğar diyebilmek hiç de kolay
değildir. Aşkta uyumlar kadar hatta onlardan çok uyumsuzlukların belirleyici
olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Uyumsuzluk aşkta bir bağlayıcı güç, bir
kışkırtıcı etken oluşturabilir. Sık sık kullanılan “yasak aşk” deyimi aşkta en
azından toplumsal uyumsuzlukların gücünü ortaya koymaz mı? Bu “yasak aşk”
deyimi pek de anlamlı bir deyim değildir, çünkü yasak olmayan aşk yok gibidir.
Aşkın önündeki bütün engelleri kaldırın, geriye aşk kalır mı? Toplumun
göreneksel değerlerden giderek çok şeye hayır dediği yerde aşk uyarsızlıklarla
dolu kocaman bir evet’dir. Yaş, toplumsal sınıf, kişilik yapısı, eğitim düzeyi,
bakış ve seziş ayrılıkları aşkı iyiden iyiye kamçılar ya da daha doğrusu
kamçılayabilir. Aşık olmak gerçekte bir olmaza evet demektir. Bu yüzden aşk
evlilikleri her zaman ve her anlamda sözleşme evlilikleri’nden daha
az şanslıdırlar.
Uyumsuzluklar aşkın başlarında heyecanları
kışkırtır, onlar başlangıçta heyecanlarla göze alınır: aşka her zaman bir
başkaldırı tadı ya da niteliği ekleyen de budur. Ancak insanoğlu yaşamını
uyumsuzluklara göre değil uyumlara göre düzenlemek isteyecektir, bu yüzden
aşıklar ellerinden geldiğince uyumsuzlukları uyumlara dönüştürmeye çalışırlar.
Başlangıçta tam anlamında heyecan kaynağı olan uyumsuzluk gün geçtikçe yıkıcı
özellikler göstermeye başlar. Başlangıç için çekici olan şeyin pek de katlanılır
olmadığı zamanla çıkar ortaya. Okumuş etmiş bir adam cahil bir kadına
tutulduğunda ondaki yoksunlukları ve olumsuzlukları ilginç özellikler gibi
algılar. Aptalca söylenilen bir takım sözler aşkın yoğunluğunda hikmet sözleri
gibi değerlendirilebilir. Bilgisizlikler, boşluklar, görgüsüzlükler,
yetersizlikler, saçmalıklar, tutarsızlıklar o koşullarda en azından aşılabilir
özellikler olarak görülürler. Ancak zaman bunun böyle olmadığını pek açık bir
biçimde gösterecektir.
İki insanı birbirine yönelten, birbirine tutkun
kılan etkenler nelerdir? Bu soru kolay yanıtlanabilir bir soru gibi
görünmüyor. Sanatsal yaratmanın koşulları gibi aşkın çekim koşulları da her
zaman bir giz olarak kalacaktır. Olumlu nitelikleri ağır basan onca kişi varken
bir insanın olumsuz nitelikleri iyiden iyiye belirgin bir kişiye abayı yakması
kaba bir bakışla baktığımızda anlaşılır gibi değildir. Evet, yaratma koşullarında
ve izleme koşullarında estetik nasıl bir gizler alanıysa görünür görünmez tüm
koşullarında aşk da düpedüz bir gizler alanıdır. Dıştan yaklaşımlar ya da
dıştan çözümlemeler bir aşkın özelliklerini şu ya da bu biçimde azçok açıklar
gibi olsa da elbette tümüyle aydmlatamaz. Zaten de aşklar anlaşılmak için değil
yaşanılmak içindir. Geçici ya da kalıcı, her aşk kendi yasalarını koyar, kendi
kurallarıyla iş görür: bir aşk bir başka aşkı andırsa da ona tıpatıp uymaz. Aşk
nesnel bakışların öznei yönelimlere yenik düştüğü yerdir. Her aşk kendi olarak
vardır ve kendi olarak önemlidir. Kendini bilen bir kişi bir aşkı yargılamak ya
da anlamak gibi bir işe kalkışmayacaktır. Aşk vardır ve oradadır. Andre
Mau- rois, Un art de vivre (Bir yaşama sanatı) adlı yapıtında şunları
söyler: “İnsani aşkın mucizesi çok basit bir içgüdü üzerine, arzu üzerine en
karmaşık ve en tatlı duygulardan bir yapı kurmaktır. Hepimiz gibi kırılgan iki
zavallı ölümlü, tüm yaşayanlar gibi doğal olarak bencil, pısırık, kararsız,
yırtıcı iki zavallı ölümlü, ortaklaşmaların en içtenlikli ve en tatlı olanında
birbirlerine karışırlar. Dünyanın ilgisizliği ya da düşmanlığı, geleceğin
tehditleri, sınıfların ya da ulusların kinleri bu iki varlığın gözlerinde bir
buğuya, boş bir düşleme dönüşür. Arzunun gücü onlara bencilliğin sınırlarını
aşma olanağı verir ve başkalarını oldukları gibi görmekte onlara yardımcı olur.
”
Her aşk bir yumuşak inişte son bulabilse ne
iyi. Her aşk evlilik limanının durgun sularında bitebilse. Pekçok aşkm sonu
açık deniz kazalarını andırır. Çünkü aşk ilişkisi kırılgan bir ilişkidir.
Aşkların üzerine bir kadeh resmi koyup “kırılabilir” diye yazmak gerekir.
Ancak, kim ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın, bilinçlerin uyum arayışı bir
süre sonra bilinçlerin üstünlük kavgasına dönüşecektir. Bilincin öbür bilinci
kendine benzer kılma çabaları aşkı gerdikçe gerer ve sonunda parçalar, böylece
bağlanma isteminin yerini kin ve intikam duygularını içeren olumsuz heyecanlar
ahr. Bilinç bu kavgada iyiden iyiye aşırıya kaçarak karşısındaki bilinci
tümüyle yoksar ya da yadsır. Böylece birbirine bağlanmaya çalışan iki bilinç
düşman bilinçler durumuna gelir. Şarkılar bununla ilgili kökten kopuşların acı
duygusallığını bize sık sık duyurur. Örneğin Nikogos Ağa’nın çocukluğumuzdan
beri kulaklarımızda çınlayan şu şevkefza şarkısı bu acı yadsıyışı pek güzel
duyurur:
Geçip de
karşıma gözlerin süzme
Boş yere
nafile arkamda gezme
Yok sana
meylim kendini üzme
Boş yere
nafile arkamda gezme
İstemez gönül
usandı senden
Feragat eyle
gel efendim benden
Budur cevabım
sana erkenden
Boş yere
nafile kendini üzme
Aşkta iki bilinçten birinin öbüründen daha
rahat olduğu görülür çok zaman. Sanki bir bağlanan bir bağlanılan var gibidir.
Buradaki egemenlik ya da basitçe üste çıkış cinse göre değil de kişilik
yapısına göre biçimlenir. Ama hemen her zaman bir alıcıya bir verici karşılık
gibidir. Aşkın dengesi biraz da bu dengesizlikte gerçekleşir. Öncelikli olmak
bir bakıma her zaman daha rahat olmak demek değildir, bir bakıma da kişiye
belli bir rahatlık kazandırır. O bana sıkı sıkıya bağlıysa benim telaşlanmama
gerek yoktur. Ne olursa olsun, aşkın depremleri egemen olanı da egemen olunanı
da derinden etkiler. Çünkü egemen olanın ya da egemen görünümünde olanın daha
az içtenlikli olduğunu söylemek güçtür. Gerçekte sorunlar başkalarının
anlayamayacağı kadar küçük ama sorunların yarattığı gerilim çok büyüktür.
Aşıkların durumuna bakanlar iyi ki ben aşık değilim duygusu
yaşayabilirler. En olgun insan bile aşkta tam tamına bir yırtıcı kesilebilir.
Aşkta egemenliğin boyutları büyümeye başladığında aşk su almaya başlamış
demektir. Hiçbir gerçek aşk ilişkisi bir yönetenle bir yönetilenden oluşmaz.
Aşk bir denge rejimidir. Dengenin bozulması zaman zaman çeşitlilenme adına
yarar getirse de kesin bir denge bozukluğu aşkı olduğu yerde dağıtıp parçalar.
Ne olursa olsun aşk herkes için olmasa da
pekçok kişi için kaçınılmaz olan bir insanlık durumudur. Aşktan payını almamış
insanlara, hele ona aklı sıra yukarıdan bakmaya çalışanlara acımak gerekir.
Aşkın dişlerini sökmeye çalışanlara da. Onlar aşka yaraşır olmayan, aşkı eline
yüzüne bulaştıracak olan, zaten aşkın ne olduğunu da bilmeyen zavallılardır.
Evet, aşk pekçok kişi için kaçınılmaz bir insanlık durumudur: her yaştaki, her
toplumsal konumdaki insanı tuzaklar kurup bekler. Ondan uzakta duranlar dünyayı
tepeden tırnağa bir yarar ortamı olarak görenlerdir. Onlar bile günün birinde
aşkın tuzağına düşebilirler. Aşk gereklidir, daha da insan olabilmek için,
sonsuz sevinçlerle sonsuz acılan bir arada yaşayıp bilgeleşebilmek için aşk
gereklidir. Aklı başında insanlar selden ya da depremden yıkılan evlerini daha
sağlam kurarlar. Yıkım getirmeyen aşk yoktur, yeter ki insanlar aşkın getirdiği
yıkımdan yepyeni sevinçler, yepyeni kavrayışlar, yepyeni sezgiler elde
edebilsinler.
Aşk deneyi, iç koşulları ne olursa olsun,
sonunda bir yücelme ve yüceltme deneyidir. Aşkta insan olanaksızı
gerçekleştirmeye çalışırken daha da insanlaşır. İnsan olmak her zaman sınırları
zorlamaktır. Aşk insanın sonsuzluğu duyumsadığı, ölmezliği sezdiği yerdir.
Gerçek insan olma düşlerimizi ancak aşkın sıcak ama dikenli kanatları altında
gerçekleştirebi liriz. Aşkın olmadığı yerde insan bir takım gerekleri yerine
getiren bir makinedir. Aşkın olmadığı yerde ne doğru dürüst sanat, ne doğru
dürüst felsefe, ne doğru dürüst bilim gelişebilir. Aşk kültür yaşamının itici
gücüdür. Bir düzen ve düzensizlik olarak aşk yaşamı ileriye doğru açmamızda
bize sayısız olanaklar sağlar. Gene de onun yararla doğrudan bir ilişkisi
yoktur. O da sanat gibi yalnızca sonuçları açısından insanlığın güçlü
dönüşümlerine katkıda bulunur. Gene de aşk deyip geçmemek, dikkatli olmak
gerekir, aşkın bahçesine selamsız dalmamak gerekir. Ne demiş halkımız: “Denizsiz
taka olmaz / Parasız caka olmaz / Kalbi yakıp kül eder /Aşk ile şaka olmaz
- Prof.
Kenan Akyüz, Fuzuli divanı, Türkiye İş Bankası yayınları, Türk Tarih Kurumu
basımevi, Ankara 1958
- Günel
Altıntaş, Unutulmaz erotik şiirler, Seçme Kitaplar, İstanbul 2000
- Claude
Aron, Biseksüellik ve doğanın düzeni, Çeviren: Nermin Acar, Sarmal yayınevi,
İstanbul 1999
- Charles
Baudelaire, Les fleurs du mal, Librairie Generale Française, Paris 1972
- Charles
Baudelaire, Les fleurs du mal, Edition Gernier Freres, Paris 1961
- Charles
Baudelaire, Oeuvres completes, Editions du Seuil, Paris 1968
- Yrd.
Doç. Dr. Lütfı Bayraktutan, Şeyhülislam Yahya divanından seçmeler, Kültür
Bakanlığı yayınları, Ankara 1990
- Pierre
Bumey, Aşk, Çeviren: Afşar Timuçin, Gelişim yayınları, İstanbul 1976
- P.-G.
Castex, P.Surer, Manuel des etudes litteraires françaises, XX. siecle, Hac-
hette,Paris 1967
- George
Duby, Batı’da aşk ve cinsellik, Çeviren: Ayşen Gür, İletişim yayınları,İstanbul
1992
- P.Durban,
La psychologie des prostituees, Librairie Maloine S. A., Paris 1969
- Prof.
Dr. Şükrü Elçin, Gevheri, Kültür ve Turizm Bakanlığı yayınları, Ankara 1987
- Gustave
Flaubert, Madame Bovary, Lib.Generale Française, Paris 1972
- Shulamith
Frestone, Cinselliğin diyalektiği,Çeviren: Yurdanur Salman, Payel yayınları,
İstanbul 1979
- Fuzuli,
Leyla vü Mecnun, Haz: Doç. Dr. Hüseyin Ayan, Dergah yayınları, İstanbul 1981
- Fuzuli,
Leyla ve Mecnun, Haz:Nevzat Yesirgil, Yeditepe yayınları, İstanbul 1958
- Abdülbaki
Gölpınarh, Şeyh Galib divanından seçmeler, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1971
- Paul
Guth, Histoire de la litterature française II, Fayard, Paris 1967
- Edith
Hamilton, La mythologie, Marabout, Verviers 1962
- Cari
G. Jung, Ruhi hayatta laşuur, Çeviren: Dr. M. Hayrullah, Vakit kütüphanesi,
İstanbul 1934
- Prof.
Dr. Abdülkadir Karahan, NeFi divanından seçmeler, Kültür ve Turizm Bakanlığı
yayınları, Ankara 1985
- Cevdet
Kudret, Karacaoğlan, İnkılap kitabevi, İstanbul 1985
-Andre Lagarde, Laurent Michard, Collection litteraire, XX.
siecle, Paris 1973
- G.Lanson,
P.Tuffrau, Manuel illuströ d’histoire de la litterature française, Librairie
Hachette, Paris 1938
- Leo
Larguier, La ehere Emma Bovary, Edouard Aubanel Editeur, Paris 1941
- Irville
C. Lecompte, Colbert Searles, Anthology of modem french litterature, Henri Hold
and company, New York 1950
-
Andre Maurois, Un art de vivre, Libreria
Hachette S.A., Buenos Aires 1945 -Andre Morali-Daninos, Cinsel ilişkiler
tarihi, Çeviren: Galip Üstün, Gelişim yayınları, İstanbul 1974
- Gregorio
Maranon, Don Juan et le donjuanisme, Gallimard, Paris 1958
- Ahmet
Necdet, Bugünün diliyle divan şiiri antolojisi, Adam yayınları, İstanbul 1995
- Ahmet
Necdet, Baudelaire’den günümüze transız şiiri antolojisi, Adam yayınları,
İstanbul 1997
- Cahit
Öztelli, Karacaoğlan, Varlık yayınları, İstanbul 1957 Raymond Queneau, Histoire
des litteratures 3, Encyclopedie de laPleiade, Gallimard, Paris 1958
- La
Rochefoucauld, Maxumis et reflexions, Gallimard 1965
- Arthur
Schopenhauer, Aşkın metafiziği, Çeviren Selahattin Hilav, Yazko yayınları,
İstanbul 1983
- La
sexualite I, Marabout Üniversite, Verviers 1964
- La
sexualit6 II, Marabout Üniversite, Verviers 1964
- Afşar
Timuçin, Özgür Prometheus, Bulut yayınları, İstanbul 2002
- Orhan
Ural, Erzurumlu Emrah, Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul 1984
- Esther
Vilar, Çokeşlilik, Çeviren: Sevgi Tamgüç, Özne yayınları, 2. Baskı,İstanbul
1999
- Tennessee
Williams, Un tramvvay nomme desir / La chatte sur le toit brulant, Ro- bert
Laffont, Paris 1958
- Hilmi
Ziya, Aşk ahlakı, Muallim Ahmet Halit kitaphanesi, İstanbul 1931göreceğini umuyoruz.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar