CÜMLE KAPISI /NAZAN BEKİROĞLU
GEMİLERİN GEÇTİĞİ UMMAN
"Adı: Muhammed. Babası: Ali. Memleketi: Tebriz."
Açık
ve sade anlatmak gerek.
İki
bin üç yılı Nisan ayının ilk gününde Konya toprağına ayak bastığımda, bir tel
kopup da ahengin ebediyyen kesilişinin üzerinden hayli zaman geçmişti. Bir
haylidir dilim tutulmuş, lâl ü ebkem kesilmiştim.
Bir
yitiği, bana ait bir parçayı bulmak için yüz vurmuyordum eşiğine tapusuna,
kaybetmeye alışalı çok zaman olmuştu. Ben sadece, bir şeyi tümüyle bırakıp da
geriye dönmek için düşmüştüm kapısına. Ona, onlara ait olması gereken bir şeyi.
Alın emanetinizi, diyecektim, ben taşıyamadım. Alın emanetinizi. Hikâyem,
bırakmak için geldiğim şeyi tümden bulup da geri dönmemin hikâyesi. Geniş ve
sarı ova ve sınırsız gibi görünen gök altında.
Önce
Ankara’da. Gül ağacından bir teşbihin nasıl kokulandırıldığını öğrenmek için
girdiğim bir bozkır mescidinde, var olabileceğini tahmin bile etmediğim bir
çiğdem kokusuyla karşılaştığımda başladı yolculuk. Ruhumun şehirli yanıyla
kıraçlığı arasında ben, bir türlü bir karar hali alamamışken. Öyle görünüyor ki
bundan sonra da alamayacakken. Yani sular pek durulacak gibi görünmüyorken.
Aslında ne geldiğimi ne de gideceğimi arıyordum. Lâkin seng-i ibret ne kadar
kanarsa, o kadar sessiz ve derinden kanadığımı -Allah biliyor ya- artık
saklamadığım uzun bir kışın sonunda Konya’ya çevirdim yolumu. Kâbe’ye yüz vuran
Mecnun-ı bîçare değildim elbet ama Mevlâna iyi gelir diyordum.
Toprağına
ayak bastığım anda hangisini edeceğimi kestiremediğim dualar vardı "sınanmayı
kaldıramayan" kalbimde.
Avluya
girdiğimde başladı Nisan yağmuru.
Nisan
yağmuru. Bir tarafı şifa, bir tarafı ölüm.
Nisan
tası. Mevlevi geleneğince, Nisan yağmurlarını toplayıp da sadre şifa niyetine
dağıtmak için kullanılan bereketi bol bronz tasın adı.
Nisan
yağmuru hep aynı kalıyor da, galiba sorulması gereken soru şu: Ben neyim? Yılan
mı, istiridye mi? Nisan yağmuru, yılanın ağzında zehre dönüşüyor da,
istiridyenin karnında sedef oluyor. Ben neyim ben? Cemâlinin heybetinden
hevesle geçmiştim de celâlinin fırtınası yolumda patlayınca, dibe vurmuştum.
İkisinin aynı şey olduğunu anlayamayacak, anlasam da belli ki taşıyamayacak
denli hamdım ben. Cemâlinin yansımasını gördüğümde "Daha yok mu"
dediğim hikâyemde celâlinin yansımasını gördüğümde ancak "Yeter ne
olur" diyebilenlerden olduğum için kaybedenlerden olan ben.
Mevlâna’nın
eşiğinden içeri attım adımımı. Bir yangın yerinden arda kalmış olmalıydım.
Beni
bekliyor muydu, bilmiyordum.
Beklentiyle
onun gerçekleşmesinin çatışmasından çoğu kez gerçek mağlup çıkar. Ama sonbahar
yaprağı rengindeki puşidelere sarılı saf saf sandukalar arasında ve altın rengi
sarışınlığında Mevlâna gerçekten muhteşem. Bunu anlamak için karşılaşmak lâzım.
Karşılaştığım şey, kendi kısır ve aciz hayalimin sınırları ile sınırlı değildi.
Mevlâna; temsili resimlerinde, sonradan çizilmiş minyatürlerinde tahayyül
edildiği gibi şişman ve saçları beyazlamış, omuzları çökük ve ihtiyar bir adam
değil. Benim gördüğüm, bütün enerjisini gri renkteki gözlerinden bir cezbe
ışığı halinde etrafa saçan, duru saz benizli, elli yaşın çok üzerinde fakat çok
genç bir adamın, öyleyse dünya zamanıyla yaşı olmayan bir adamın resmiydi. İnce
ama yapılı, heybetli fakat çok zarif. Ve mutlaka şehirli. Öylesine soylu, öyle
seçkin.
Kim
bilir! Belki benim çizdiğim Mevlâna da Romalı ressamların çizip de
imparatorlarına götürdüğü resimler gibidir. İmparator heyecanla sorar: Gösterin
bakalım kimmiş bu Mevlâna, görelim. Aylarca uğraşarak aslına en uygun portreyi
çizmiş olmakta iddialı ressamların her biri eserlerini açıp da ortaya koyunca
görülür ki her biri kendi resmini çizmiş. Ayna. Belki bu yüzden benim çizdiğim
Mevlâna da en fazla benim içimdekine benzemektedir. Olsun. Ben öyle gördüm ya!
Size öyle diyorum ya!
Fakat
Konya'da beni en fazla vuran şey Şems'in, Mevlâna'ya, birkaç dakika da olsa,
uzaklığında, karanlığında ve muammasındaki yalnızlığı oldu. Tabii onu da her
zamanki gafletimle türbenin içindeyken değil, Konya toprağından ayrıldıktan
neden sonra anladım.
Şems
ki Mevlâna'yı Mevlâna yapandır. Şems ile karşılaşıncaya kadar Mevlâna bir
âlimdir. Konya'nın sevgilisi, olgun ve makul baş müderrisi. Aklın ve onun
çocuğu olan bilimin dairesi içinde dolaşan mantıklı bir İslâm âliminden bir
cezbe adamı çıkaran Şems'tir.
Şems
ansızın gelir. Yaşı kırkı bulmuş olan Mevlâna'nın belki de hiç beklemediği ve
ümit etmediği anda. Ama kırk peygamberi bir yaştır. Üstelik son fırsattır.
Çalınır
kapı. Ardına kadar açılır kapı. Girer içeri sessizce yolcu. Geçiyordur.
Uğramıştır. Kalır.
Gariptir
Şems. Bu aniden gelen mağrur adam, mağrurluktan başka bir imlâyla mağrurdur.
Sahte tevazuyu kibr ile eş tutar ve ondan bu yüzden nefret eder. Kabiliyet bir
Allah vergisiyse onu saklamanın da sahtecilik anlamına geldiğini düşünerek
mağrurdur. Dili bu yüzden bu kadar keskindir. Kaide dışı ama harikulâdedir.
Üstelik her kelâmında "belâ"ya bir davet vardır.
Karanlık
ve siyaha ait yabancı. Durak şaşırtan yolcu. Yolcuyu yolundan eyleyen dilber.
Kimliği
belirsiz.
Ama
olsun: Şems’in saçları Tebriz’in gecesidir. Yüzü İsfahan’ın güneşi. Mihr ve mah
onun kelâmından dökülür. Çünkü Şems hatırlatır. Ezelde büyük bir karşılaşma
olmuştur. Bu onun hatırlamasıdır. Sen neden böylesin? Ve: Şems, ey seyyârelerin
en tekinsizi. Çarpacak bir beni mi buldun? İyi ki beni buldun. Hoş âmedî! Hoş
âmedî!
Şemstir.
Şems güneş demektir. Öyle bir taşkın yaratır ki Mevlâna’nın engin denizlere
benzeyen ama henüz rüzgâr görmemiş sakin ve emniyetli ruhunda, Ay’ın küçük
denizler üzerinde yarattığı gelgitlerin onun taşkını yanında esamisi bile
okunmaz. Çünkü Mevlâna bir okyanustur. Şimdiye değin denizlerin, kamerlerin
ardı sıra yürüyüp durmuştur da ancak şimdi güneşin cazibe kanununa tutulmuştur.
Gündelik
hayatın dağdağasından farklı bir boyutta, suyun toprağa kavuşması gibi değil,
iki suyun birbirine kavuşması gibi kavuşurlar. Bu yüzden hocası ve talebesi.
Cânı hem cânânı olur Şems Mevlâna’nın. Müridi ve mürşidi. Aslında bereketin
taşkını
bu
çoğullukta. Kim âşık kim maşuk, bu kavuşmada belli değildir. Ne gam! Aşktır
aralarındaki. Zamanın, mekânın ve cinsiyetin sınırlarını çoktan aşmış, bu aşkmlıkla
aşkın kaynağına dayanmış, kûtah nazarlarca kavranması mümkün olmayan bir aşk.
Anlamayanlar da anlayışsızlıklarında mazur, nereden anlasınlar ki?
Sonu
o kadar kanlı geleceği için belki, Şems bir bıçak gibi böler Mevlâna’nın ömrünü
tam orta yerinden ikiye. Öncesinde Mevlâna ne idiyse artık o değildir.
Temkinliyse temkini bırakır, makul idiyse aklın sınırlarını çatlatır.
Şems
sükûnet değildi. Mevlâna bu kadar fırtınayı nasıl taşıdı? Nasıl bu kadar yandı
da yanmadı? Önce yazar, sonra susar Mevlâna.
Kalemin
ucu kırıldı.
Kelimeler
yetmedi.
Yine
de. Konuştuklarını değil de ağladıklarını istemek Mevlâna’nın hâlidir.
"Kandı her şey tek balık kanmadı sudan." Herkesin hâli kendine.
Avuntu? Olsun! Ah aşkım bilmiyorsun.
Sonra
yine gazeller söyler. Çünkü büyük hallerin söylenişi de güzeldir. Bütün bir
Divan susma ve söyleme arasında gidip gelmedir.
Ve
Mevlâna artık kendi adından geçmiştir. Divanının adı Divan-ı Şems-i
Tebrizl'dir. Tebrizli Şems'in Divanı. Ve gazellerinin bir kısmında mahlas
beytinde kendi adı yerine Şems’in adını kullanmaktadır. Aşk, adından geçmek
değil mi?
Her
kıskançlık bir aşkın paylaşılamayışı. Konya da Mevlâna’yı kendince sevmektedir.
Bu aşkın, Şems aşkıyla mukayesesi mümkün değildir elbet ama Konya Mevlâna’yı
hem çok sevmektedir. Bir güle sahip şehir, onu paylaşmayı, denese de başaramaz
ki. Mevlâna’nın paylaşılamayışı: Aşkın "Kimya"smın paylaşılamayışı.
Eskiler
derler ki: Su uyur düşman uyumaz. Düşman uyur hicran hastası uyumaz. Her halde
düşman ve hasta-i hicran bir olunca, şeb-i yelda, yılın en karanlık ve uzun
gecesi de olsa hiç uyumaz. Konya uyanık. Mevlâna'nın oğlu, bir rivayete göre
Kimya Hatun'un tutkunu Alâaddin Çelebi uyanık. Kimya Hatun? O, Mevlâna'nın
evlâtlığı. Şems'e ayak bağı olsun da onu Konya'ya sıkıca bir bağlasın diye,
Şems bir daha
kaybolmasın
diye, Mevlâna tarafından kıyılan bir nikâhla Şems'e bağlanmıştı.
Hele
yedi kişi. Yedisi de Mevlâna'nın müridi. Hele Alâaddin Çelebi. Her Âdem'in bir
Habil'i bir de Kabil'i var. Şems'i ilk kayboluşundan sonra Şam sokaklarından
bulup babasına getiren de Mevlâna'nın oğlu, Veled Çelebi. Şems'i bir kuyunun
karanlığına inecek yolculuğunda yalnız bırakan da, bir rivayete göre,
Mevlâna'nın oğlu: Alâaddin Çelebi. İkisi de aşk. Rivayet böyle. Doğrusunu Allah
bilir.
Sonrası:
Sır. Yok oluş. Kayboluş. "Denizin kenarına kadar ayak izleri kalır da
denize girdikten sonra ne iz kalır ne nişan." Böyle der Mevlâna. Bir
kuyunun dibinde başı gövdesinden ayrı uzun zaman bırakılmışsa da neticede Şems
sırra karışmıştır. Unutulabilirliği peşinen kabul edilmiş her acı gibi midir ki
Şems'in yokluğu? Sabra tahammülün yok mu? Kapısının tam önünde, eşiğinde,
kafiyesinde gördüğü Şems'in kanını daima hatırasında taşısa da, onun
kaybolduğuna inanmayı ve gayb makamının şiirini böyle yazmayı yeğler Mevlâna.
Divan'inin en karanlık şiirleridir bunlar. Lâkin ateş ve ışık arasındaki
ilişkinin yaratıldığı günden bu yana genel geçer olan o en sade kanunla yanarak
aydınlatıp durmaktadırlar. Ve isimlerin manalarıyla değiş tokuş edildiği bu
yerde, bir kuyunun dibinde, şimdi Şems'in üzerinde tecelli eden esma
"Celâl"dir. Artık Şems, Celâleddin'dir.
Şüphe
yok ki Tebrizli'nin bariz vasfı karanlığıdır. Ama onun karanlığı karanlık değil
sır olduğu için böyle aydınlatıcıdır.
Kim
olduğu, ailesi, sülâlesi, mahiyeti belli olmamakla birlikte bu harikulâde
karanlığa en uygun düşen isim yine de Şemstir. Şems. Söylemiştim ki güneş
demektir. Belki de bu yüzden Mevlevi ayininin rengi önce siyah, beyaz tennure
sonra açılır.
Onca
yazılmıştır da Leylâ’nın yaşadığına kimse ihtimal vermez.
Şems
diye biri gerçekten var mıydı? Yoksa onu Mevlâna mı vehmetti? Vehim. Yani
hayal. Her varlık bir hayalden ibaretse, "Gün geçer yok korkumuz her şey
hayal," böyleyse, onu Mevlâna mı var etti? O yüzden mi karanlık ve havası
ağır, hem de çok ağır, anlaşılmaz biçimde ağır türbesinin altında, makamının
üzerindeki sandukasının önünde iki bin üç Nisan’ının birinde, hâlâ, kendisini
tanıtan yazı üç satırdan ibaret.
Adı:
Muhammed
Babası:
Ali
Memleketi:
Tebriz.
Sadece
bu kadar. Başka hiçbir şey yok. Ne olur öyle kalsın! Çünkü başkasına gerek yok.
Bu ne kadar içli bir kelâmdır böyle. Ve ki, Şems’e ne kadar iyi yakışmaktadır.
Tebrizli’yi
tanıtan levhada Şems adı geçmiyor. Ve o türbede Mevlâna da yok. Mevlâna
olmadığı için mi Tebrizli kendi isminden eksiliyor?
Şems,
o karanlık Tebrizli.
Şimdi
Mevlâna. Kubbe-i Hadrasının altında. Babası, oğlu, çelebisi ve kâtibi,
Selâhaddin’i ve Hüsameddin’i ile üzerine titreyen zarif kalabalığının arasında.
Dokunmaya kıyılamayacak denli soylu bir gül; nazlıdır, nazında. Vakurdur,
vakarında. Şehirlidir, İnceliklidir; nezahatinde, zarafetinde. Ve daha
fazlasında, zamana uzanırken. Şems, uzakta. Karanlığında. Bir köşede.
Tenhalığında. Yalnız yatıyor.
Yalnızlık
aşkın vekâletidir.
Ölüm
aşkın kefaretidir.
Her
aşk bir baş götürür. Bu kez baş veren Şems olmuştur.
Başının
götürüldüğü yerde. Sessiz. Ve kimsesiz. Ve hâlâ muamma.
Adı:
Muhammed
Babası:
Ali
Memleketi:
Tebriz.
Şems
ona kimin verdiği addır?
Mevlâna’nın
kalbinde boş kalmaz Şems’e ait yer. Bir kez Kuyumcu Selâhaddin bir kez de Kâtip
Hüsameddin sığarlar oraya. İnsanın ağrına gitmemeli. Şems olmasaydı anılmazdı
hiçbirinin adı. Aslında Mevlâna’nın kalbine onlar da Şems’in açtığı kapıdan
girmişlerdi ve belki Hüsameddin de, Selâhaddin de, Şems de, hepsi aynı o bir
güneşti. Yer Şems’in bile değil ki!
Şimdi
ben. Şems’in sandukasının başındaki sarığın renginin beyaz mı yoksa siyah mı
olduğunu hatırlayamadığım gibi. Konya sokaklarında bir gün bir gece. Dağıla
dağıla. Savrula savrula. Yanımdan alınacakların alınmasına sessiz sedasız tanık
tutula tutula. Nisan yağmurunun, Yâ Hây, ne kadar beklenmedik cilvesi altında.
Dolaşıp dolaşmadığımı bile tam hatırlamıyorken. Bir genç kıza yol sorup, hiç
tanımadığım bir başkasına tebessüm ediyorken. Bir diğerine, belediye bahçesinde
çay içerken kendiliğinden, vallahi kendiliğinden, süzülen gözyaşımla
yakalanıyorken. Hangi zamanda hesabı tutulur, dahası böyle bir hesap tutulur mu
bilmem. Ama yine de biline. Konya toprağından ben de geçtim. Ben de düştüm
eşiğine.
Şimdi.
Konya’ya ve Mevlâna’ya bırakmak için getirdiğim şeyi Şems’ten alıp da geri
dönüyorken.
Hayrolsun.
Hayırlar olsun.
"Öyle
Günler Gelecek ki..."
Batıda
tarihin başlaması için bir peygamberin kendi kavmi tarafından çarmıha gerilmesi
gerekti. Şüphe yok ki kendi kavmi tarafından taşlanmak, peygamberliğin çilesi.
Kaderi. Bedeli.
Tarihi
hem başlatan ama hem de ikiye bölen bu adam, garip ki tarihe belge sahihliğinde
kalmış değil. Antik belgeler, cesedi hiçbir zaman bulunamayan onun yaşamı
üzerinden manalı bir sükûtla geçtiler. Yahudi kaynakları ise sadece sustu.
İnciller ve İsa'dan sonra İsa'ya rağmen gelişen Hıristiyanlık öğretisi onun
daha ziyade ölümü ve dirilişi üzerinde durduğu için hayatı karanlık. Ve bu
karanlıkta iki İsa var. Biri peygamber, biri put. Bu yazı, onun, batı kültürünü
yüzyıllarca yönlendiren çilesi üzerinde duracak. Putlaştırılan İsa bu yazının
sınırları dışında.
Tarih
şeritlerinin üzerinde, sıfır noktasında doğduğu işaret edilse de, sıfırdan dört
veya beş yıl önce doğduğu rivayet edilmekte. Doğumu mucizevîdir. Babasız olarak
gelir dünyaya. Annesi, Kur'an'm da büyük bir saygı ve şefkatle kucakladığı,
cennetle müjdelediği, kadınların en şereflilerinden biri, Meryem'dir. Meryem
nişanlı ve bakire bir genç kızdır. Cebrail aracılığıyla kendisine yüklenen
kutsal nefhayı taşır bedeninde: Meryem'in müjdesi. Şaşmamak lâzım. Âdem'in
babasız olarak yaratımındaki ilk cevher de aynı kutsal nefhadan değil miydi?
Meryem'in
mucizevî hamileliği Hazreti Muhammed'in ümmiliği ile mukayese edilir. Çünkü
bakire bir bedenin dünyaya bir çocuk getirmesi ancak okuma-yazması olmayan bir
habercinin en yüksek bir ilmi tekellüm etmesiyle benzeşebilir. Bakire ama
taşıdığı, bakireliğinin sınırlarını çoktan aşıyor. Ümmi ama bildiği ve
aktardığı, en yüksek ilmi taşıyor. Bu yüzden ikisi de biricik, ikisinin de
benzeri yok.
Meryem’in
nişanlısı Yûsuf’tur. Marangozdur. Meryem’le evlenmek isteyen delikanlılar
tarafından akşam tapınağa bırakılan sopalar arasında ucu yeşeren tek sopanın
sahibidir. İlâhi seçim.
Meryem’in
mucizevî hamileliği dedikodulara sebebiyet verir. Yûsuf’un kalbi, nişanlı bir
erkeğin uğrayabileceği en büyük acıyla sarsılırken, çektiği ıztırabın
büyüklüğünü tahayyül etmeli. Sonra da, onu önce Meryem’e inanmaya sonra da ömür
boyu Meryem ve İsa’ya kol kanat germeye sevkeden kalbî gerçeğin muazzamlığını
tahayyül etmeli. O da bir rüya.
Isa’nın
doğum yeri ihtilaflı. Kudüs yakınlarında Beytlehem. Ya da Nasıra. Rivayet
olunur ki Yûsuf ve Meryem nüfus sayımı nedeniyle yola çıkmışlardı. Fakat
yolculuğun gecesi bastırıp da handa yer bulamadıklarından İsa bir samanlıkta
doğdu, beşik yerine bir yemliğe yatırıldı. Doğduğu zaman, doğuda parlayan
yıldızın yol göstericiliğinde çok uzaklardan yürüyen yıldız bilimciler
ziyaretine geldiler ve tanıdılar onu.
İlk
otuz yılı Nasıra’da geçti. Yûsuf’un yanında marangoz çırağı. Peygamberlik yaşı
otuz civarında ve çarmıhı otuz üç olarak tahmin edilmektedir. Demek ki
peygamberlik süresi çok kısa sürdü.
Haberini
yaymaya, Vaftizci Yahya tarafından Şeria ırmağının sularında vaftiz edildikten
sonra başladı. O Yahya ki beklenen kurtarıcının gelmesinin yakın olduğunu haber
ediyor ve daha o gelmeden onun geleceğine iman edenleri ırmağın sularında
kutsuyordu: İsa’nın müjdecisi.
İsa
başlangıçta irken de dinen de Yahudi’dir. Bozulmuş ve dağılmış olan Musa dinini
tamamlamak ve düzenlemek için gelmiştir. İlk tebliğlerini Celile civarında
gerçekleştirdi. Ve onun tebliğ ettiği şey, topraklarını kaybetmiş Yahudiler
tarafından başlangıçta ilgiyle lâkin daha sonra tepkiyle dinlendi. İlgiyle,
çünkü Yahudiler, geleceği Tevrat'ta bildirilen ve o zamanlar bir Roma eyaletine
dönüşmüş bulunan Filistin’i Roma egemenliğinden kurtaracak olan "Yahudi
Kral, Mesih"i uzun zamandan beri zaten ümitle beklemekteydiler. Fakat
tepkiyle, çünkü otuz yaşlarındaki bu müşfik, merhametli ve muztarip adam,
onların beklentilerini süsleyen, bütün kötüleri şiddetle cezalandıracak ve
ardından Tanrının Krallığı’nı başlatacak olan güçlü, dahası öfkeli ve şedid
Mesih imgesine uymamaktaydı. Beklenenden daha az güçlüydü ama daha çok
şaşırtıcıydı, çünkü insanların yüreklerini kurcalıyordu.
Üstelik
bu gelen, satıcıları tapınaktan kovuyor, çalışılmaması gereken sebt günü
çalışarak mevcut dinin kurallarına açıkça karşı çıkıyordu. Hasılı Yahudiler
nezdinde beklenen vardı da, gelen beklenene uymuyordu.
En
fazla tepki çeken de onun mesajı, öğrettiği şeydi: Dar kapıyı öneriyordu.
"Sağ yanağınıza vurana sol yanağınızı çevirin." Fakat diğer yandan
fırtına da, göl de onu dinliyordu. Heyecanlandırdığı kalabalıklar ürküntü
doğurdu. Bu yüzden, doğruyu söyleyen muhalif sesten ürken her sistem kadar
ürktüler ondan. Kudüs’e girişinde, onu karşılayan kalabalığın alkışından, o
kalabalıktan. Sus, dediler ona, ve öğrencilerini sustur! Nasıl olur? Dedi:
"Bunlar sussa taşlar bağıracak!" Gören ruhun gördüğünden geri dönmesi
mümkün mü?
Bütün
mucizelerine rağmen; ölüleri diriltmesi, çamurdan kuşlara can vermesi,
cüzamlıları iyileştirmesi, bir el dokunuşunda bir cennet esintisi, âmâların
gözünü açıvermesi, fırtınayı durdurması, gölü sakinleştirmesi; sağlığında ona,
kendi kavminin söz sahipleri arasından inananların sayısı çok az oldu. Onların
da, çoğu çamaşırcı ya da balıkçı. Çoğu cahil ve yoksul. Sıradan. İnananlarının
içinden on ikisini öğrencisi olarak seçti. On ikiler. İsa’nın havarileri.
Onlara çok güvendi. Kim bilir belki de böyle büyük ihanete uğramak için bu
kadar çok güvendi.
Kudüs
dışladı onu. Ama o, Filistin topraklarında bir müddet yürüdü ve sonra Kudüs’e
geri döndü, yazılan gerçekleşsin diye. Kudüs onu önce hurma dallarıyla, sonra
vaad edilmiş çilesiyle karşıladı. Çünkü Kudüs’ün bir yüzü yoksul ve muztarip
halksa, bir yanı da Yahudi dini Roma siyaseti. Bu yüzden Kudüs’e girişinden
gömülüşüne kadar geçen sürece İsa’nın çilesi, çektikleri dendi. İsa da Kudüs’ü
görünce ona baktı ve ağladı. Ama kendisi için değil Kudüs için ağladı.
Kudüs’e
giren İsa, başına gelecekleri bilmektedir. Değil mi ki kalplerden geçeni
bilmesi de mucizelerinden biridir. Ölümden bahsetmektedir. Ve dahi bahsettiği
ölümü kendisinden uzaklaştırmak için bir şey de yapmamaktadır. Çünkü o,
İncillerde o kadar yer tutan öğretiye göre, çarmıhını peşinen kabullenen,
sevginin yolunun çarmıhtan geçişini bir gereklilik olarak görendir. Çarmıha
giderken de acı çekerken de sevgisi yanındadır. Havarilerinin ayaklarını
yıkayan, en üstün olana diğerlerinin hizmetkârı olmayı öneren, bütün bir yaşam
ilkesini, ben seni affettim sen de öyleyse başkasını affet, cümlesiyle
özetleyen bu anlayışın vaz edicisi ölümüyle diğerlerinin hizmetkârı olmayı
peşinen kabullenmiştir. Çünkü o seçilmiştir ve seçkinliği sevgisinden
kaynaklanmaktadır. Ve ki ölümünden çok ölümünün havarilerinde doğurabileceği inanç
gediğinden korkmaktadır.
Bu
yüzden onlara bu ölümün hikmetinden bahsetti. Bu yüzden: Son akşam yemeği. Bu
yüzden, aramızda ihanet eden vardı. Isa'yla birlikte on üç kişiydiler. On
üçüncü ihanet etti.
Yahuda
Iskaryot. Bilinen adıyla Yuda. İhanetinin nedeni belli değilse de bedeli
belliydi. İsa'yı çok az bir paraya sattığı rivayet edilir. Bu paranın azlığı
ancak bir güzelliğin satılabileceği en küçük miktar olan Yûsuf'un bahâsıyla
mukayese edilebilir. Sadece 30 gümüş. Ama: "İhanet edenin başına gelecekleri
düşünün bir. Hiç doğmasaydı daha iyi olurdu onun için."
İsa
akşam yemeğinden sonra zeytin bahçesine çıktı, orada tutuklandı. Yuda, İsa'yı,
onu yanaklarından öperek ihbar edeceğini söylemişti. Öptüğüm odur! Zeytin
bahçesinde sarılıp onu yanaklarından öptü. O zaman askerler İsa'nın üzerine
atıldılar. Yuda'nın öpücüğü. İhanetin resmi. İçinden yılan çıkan bir kadeh de o
gün bugün batı sanatında Yuda'nın simgesi.
Filistin'in
karışık yapılanmasında, onu tutuklayan askerler Romalı mı, Yahudi mi belli
değil. Ama o gün ve daha sonra her gün. Orada o bahçede bulutların ışığı
farklı.
Askerler
üzerine üşüşünce, en sevenleri, en bağlıları, havarileri onu terk etti. Hiç
ayartılmayacağım, hiç sürçmeyeceğini iddia eden Petrus, ilk inananı, ilk
bağlısı, en sadık havarisi bile onu tanıdığını üç kez inkâr etti. Sonra da acı
acı ağladı. Çünkü İsa akşam yemeğinde ona, gün doğmazdan, horoz ötmezden ewel
beni üç kez inkâr edeceksin, demişti.
Bir
öpücük. Bir ihanet. Sonrası? Bir mahkeme.
Önce
Yahudi başkâhine teslim ettiler onu. İncecik hesapların ve bitimsiz öfkelerin
arkasından, ne gaflet! Dedi: Çok kişi öleceğine bir kişi ölsün. Ama bu ölümün
Filistin’de Roma temsilcisi, vali tarafından onaylanması gerekiyordu. Pilatus!
Bambaşka bir figür. Her şey, yazılan gerçekleşsin diye. Rol yerine gelsin diye!
Vali
Pilatus, İsa’nın masumiyetine inanıyordu için için. Onun, kıskanıldığı için
mağdur edildiğini ve bizim şu an tahmin bile edemeyeceğimiz politik nedenleri
hesaba katmasını biliyordu. Çarmıhın nedeni din olsa da karar hükümet konağından
çıktı. İsa belli ki tapınak tacirlerinin çıkarlarına dokunmuştu. Fakat
Pilatus’un, Yahudi halkının ve önde gelenlerinin baskısını aşabilmesi kolay
değildi. O Yahudiler ki İsa’nın beklenen kral değil ama sahtekâr olduğuna bir
kere inanmışlardı. Ve bir sahtekârın halk üzerindeki etkisi tehlikeli bir
çokluğa doğru büyüyüp duruyordu. Ve belki de öldürülmesi için asıl neden: Böyle
giderse bütün halk onun yanında yer alacak! Bu kadar önü alınamaz bir tepkiye
maruz kalması için halk üzerinde önü alınamaz bir etki yaratmış olmalı. Belli
ki mesele basit değildi. Yoksa bu kadar büyümezdi.
Vali,
sen, dedi, Yahudilerin kralı mısın? Benim, dedi, İsa, ülkem bu dünyada
değildir. İsa’yı beraat ettiremeyeceğini anlayan vali bu kez onu affetmenin
yollarını aradı. Ne garip! Masum olanın affına talep. O da olmadı. Oysa bayram
yaklaşıyordu ve her bayram bir mahkûmun salıverilmesi âdettendi. Vali, İsa’nın
salıverilmesi için gayret gösterdiyse de, kafesinin kapıları açılan İsa değil
bir başkası oldu. Bunun üzerine vali Pilatus halkın gözleri önünde ellerini
suyla yıkadı ve suçunun olmadığını böyle ima etti: Benim ellerim bu suçsuz
adamın kanından berîdir. Sanki bu su, Pilatus’un bütün günahının kefaretiymiş
gibi. Acaba yetti mi?
Kudüs’ün
çile yolu çarmıhta biter. İsa’nın çarmıha gerilerek idamına karar verildi. Oysa
çarmıh Roma yasaları uyarınca kölelere veya aşağılık suç işleyenlere uygulanan
bir infaz biçimiydi. Kural ihlâli. Acısı çok, hakareti ağır olsun diye. Sırtına
erguvan çiçeği renginde bir giysi giydirildi. (Erguvan çiçeği ki geleneksel
batı literatürüne göre akıbeti meçhul Yuda’nın, kendisini onun dallarına asarak
intihar ettiği rivayet olunur. Ve ki erguvan çiçeği o gün utancından
kızarmıştır.) Başına Yahudilerin krallığını istihza etsin diye dikenden bir tâc
geçirildi. İsa’yı kalabalığın önüne erguvan çiçeği renkli giysileri içinde
çıkaran vali Pilatus’un cümlesi: Ecce homo! İşte insan! İşte o adam! Yüzleşme
anı ama masum olanın, kendisine bir çarmıh armağan eden kendi kavmiyle yüzleşme
anı.
Sonra
ona tekrar kendi giysileri giydirildi. Ve çarmıhı İsa’nın sırtına yüklendi.
Golgotha tepesine doğru yola çıkıldı. Golgotha kafatası demek. Batı resminde
genellikle bir kurukafa olarak simgelenir. Bir ara sendeledi İsa, sonra
toprağın üzerine düşüverdi. İncecik, nazenin, bir fidan gibi. Gençliğinde bir
marangoz çırağı olmuş olsa da belli ki omuzları bu kadar ağır bir yüke alışkın
değildi. Lâkin Kudüs: Toprağına peygamber kanı damlamasına alışkındı. Nisan’ın
ortaları. Kudüs toprağında papatyalar ve taçlı kır lâleleri açmıştı. Golgotha
yolunun iki tarafında zeytin ağaçları, hurma dalları.
Tepeye
gelindiğinde, üç kişiydiler, İsa iki hırsızın arasında, ortadaki çarmıhına
gerildi. Gelen geçen onunla alay etti. Göğsündeki yaftada Nasıralı İsa,
yazılıydı: Yahudilerin Kralı! Ve ki onun göğsüne, onun suçunu istihzâen bu
yaftayı, suçsuzluğuna inanan Roma'nm Filistin temsilcisi vali Pilatus kendi
elleriyle asmıştı. Çok acı!
Onu
çarmıha geren askerler giysilerini paylaştılar. Gömleği dikişsizdi,
bölemediler, kur'a ile birinde kaldı: İsa'nın gömleği!
Kilisenin
geleneksel öğretisine göre, çarmıhının tepesinde İsa, sabahtan öğle sonrasına
kadar can çekişti. Günlerden cumaydı. Teri kan damlaları halinde damladı yere.
Annesini, öğrencisi Yuhanna'ya emanet etti. Yuhanna'yı da annesine. Bir ara
susadı. Askerlerden ikisi ona bir kamışın ucunda, sirkeye batırılmış süngeri
uzattılar. Hıristiyanlık öğretisine göre, bütün insanlık adına kendisini feda
eden bu muztarip adam can vermeden az önce "Tanrım," diye seslendi,
"Tanrım beni niye terk ettin?"
Can
verdi. Başı kalbine doğru, omzunun üzerine düşüverdi.
O
can verdiğinde tapmaktaki perde boydan boya yırtıldı. Bu haber çarmıhın dibine
ulaşınca, onu bekleyen askerlerden rütbe sahibi biri, "Eyvah" dedi,
"Bu adam doğruyu söylüyordu." Bu askerin yitiği, nasipsizliği. Ne
kadar büyük! Bir perde, fakat gözlerinin önünden kalkması için, onun arkasında
ne olduğunu zaten söyleyenin can vermesi gerekmişti. Oysa o daha canını
vermeden biraz önce, bir tarafındaki hırsız onu yalanlayıp alay ederken, diğer
tarafındaki hırsız ona inanmıştı. Bu adamın da son nefesindeki nasibini
düşünmeli, kazancını. Kazancın nerede ve ne zaman geleceği gerçekten hiç belli
değil. Isa en yakınlarının, kendisini en fazla anlaması gerekenlerin ihanetine
uğradı. Oysa çok uzaklardan gelen yıldız bilimciler ona inanmıştı.
Çarmıhın
dibinde sadece birkaç kişi kalmıştı. Üçü kadın, üçü de Meryem. Biri, bütün olup
bitenleri yüreğinde
saklayan:
Annesi. Meryemlerin en muztaribi, en acı çekeni.
İkinci
Meryem: Klopas’ın karısı. Üçüncüsü ise, İncillerde görüntü veren üç farklı
figürün bileşkesi, tövbekar kadın: Mecdelli Meryem, Maria Magdelena. Adına
yapılmış güzel kilisesi bugün Kudüs’ü süsleyen Maria Magdelena başlangıçta
ahlaken düşük bir kadındı. Ama İsa’nın ayaklarını hoş kokulu hintsümbülü
yağıyla yıkamış sonra da saçlarıyla kurulamıştı. İsa, onun yakınlığını
reddetmedi. "İlk taşı, içinizden günahı olmayan atsın." Luka, İsa’yı
yoksulların ve günahkârların arkadaşı olarak yorumlamaktadır. Şüphe yok ki
İsa’nın bu teveccühünde gitmekten çok çağırmak vardı. Gel ama öyle kalma! Tövbe
kapısı. Ve Maria Magdelena, çağrıya icabet eden bu kadın, bir anda en sahih
inanç sahiplerinden biri haline geldi. Hayatının çok anında, ama en çok da
ölümü anında Isa’ya refakat etti. Bundan daha fazlası olabilir mi? Diriliş! Onun
refakati de Mecdelli Meryem’e nasip olacaktı. O görecekti İsa’yı ilk kez
diriliş sabahı, diğerlerine, hattâ havarilere o haber verecekti.
Batı
resminde İsa’nın çarmıhı sahnesinde hemen daima upuzun ve gür sarı saçlı ve
Isa’nın ayaklarına kapanmış olarak tasvir edilen bu güzel kadın batı sanatına
çok köklü bir de imge armağan etti: Bataklıktan başlayan arınma. Bataklıktan
başlayan arınma, batı romanındaki temel izleklerden birini teşkil eder
veDiriliş'te, Suç ve Ceza'd a, Sefiller' de daima, düşük kadınlara, hırsızlara,
katillere, ahlâksızlara davet eden görünmez bir İsa saklıdır. Sonya, Dimitri,
Katyuşa, Fantine, Jean Veljean... Hepsi yüklendikleri arınış macerasıyla
muteberdirler. Dostoyevski’nin cümlesiyle, değil mi ki, manastırda günaha şans
yoktur. Muteber olan, türlü suret kirle dolu dünyanın batağından başlayarak
yükselmektir. Asıl yolculuk, orada kalmamaktır.
Akşam
üzeri yakınları, İsa’nın cesedini askerlerden aldılar ve onu, kayaya oyulmuş ve
içine henüz kimsenin koyulmadıgı bir mezara bıraktılar. Girişi de tekerlek de
eski Yunan-Roma dünyasında kabul gören çok tanrılı mitik dinin, kusursuz olması
gereken bütün o tanrılarının ve tanrıçalarının içerdiği beşeri zaaflar ve bunun
inanmak ihtiyacı duyanlarda doğurduğu ruhsal boşluktu. Bir başka neden de Hıristiyanlığın,
Roma İmparatorluğu topraklarında yaşayan kölelerin ve köylülerin çok fazla
ilgisini çekmiş olmasıydı. Çünkü Roma İmparatorluğu sosyal tabakalarını bıçak
keskinliğinde birbirinden ayırıyordu da eşitlikçi Hıristiyanlık köle ile efendi
arasında fark gözetmiyordu. Mutlu azınlık Roma’sının zulmündeki Avrupa,
Hıristiyanlığı bu yüzden böyle kolay kabul etti.
Fakat
yine aynı nedenle Isa’nın kardeşlik ve eşitlik üzerine kurulu söylemi, sosyal
tabakalarını bıçak keskinliğinde birbirinden ayıran Roma için açık bir
tehditti. Demokrattı gerçi Roma! Ama onun demokrasisi sadece hür, erkek ve
Romalı vatandaşlara münhasırdı, bütün insanlara değil. O kadar ki "Ölüme
yürüyenler: Gladyatörler!" Roma bu iğrenç oyunun hattâ eğiticiliğinden
bahsederken, Hıristiyanlık bu zihniyetin üzerine bereketli bir yağmur gibi
iniyordu. Ama yoksul ve acılı insanlar olan ilk Hıristiyanlar bir anda
kendilerini arenada "yem" olarak da buluyorlardı.
Hıristiyanlık
ilk iki buçuk asır suçtu, zulme uğradı. Yasaklandı. Bağlıları şiddetle takibata
alındı ve acımasızca cezalandırıldı. Çarmıh. Yine çarmıh. Roma’nın,
imparatorluk sözcüğünün içerdiği bütün zaaflarla malûl bu göz kamaştırıcı
imparatorluğun, bir gün ikiye ayrılacağı, önce batısının sonra 1453’te
-gencecik bir Mehmed, neredeyse bir çocuk- doğusunun batıp gideceği, elbet o
zaman akılların ucundan bile geçmiyordu.
Hıristiyanlık
bir müddet, bu ilk iki buçuk asır, ışığını yerin yüzünden ziyade altındaki
karanlıklarda yaymakla iktifa etti. Anadolu'nun bozkırında tabiatın en aziz bir
cilvesi olarak kendiliğinden oyulmuş yer altı mağaraları, Filistin
topraklarından Avrupa topraklarına doğru sefere kalkmış bu dinin mensuplarına
ilk ibadetgâhları, ilk kiliseleri hediye etti.
Nihayet
İsa'nın doğumundan 313 yıl sonra Hıristiyanlık Roma nezdinde resmi olarak kabul
gördü. İmparator: Konstantin. İstanbul'a adını armağan etmişti. Topraklarında
yaşayan Hıristiyanları koruması altına aldı ve onları özgür bıraktı biçiminde
büyük bir taşla kapattılar. Üç gün sonra yine üç kadın, üçü de Meryem, sabah vakti
mezara gittiklerinde, mezarın ağzını kapatan taşı yerinden nasıl
kaldıracaklarını düşünürken, onun zaten yerinden kaydırılmış olduğunu korkuyla
fark ettiler. Mezarın içi bomboştu: "Diriler arasında bulunanı ölüler
arasında aramak," niye ki? Ve İsa çarmıhından üç gün sonra ilk kez göründü
Mecdelli Meryem'e. Paskalya sabahı.
Yeniden
dirilişin simgesi: Meryem kadar lekesiz, temiz, beyaz zambak.
Bütün
bunları İncil anlattı.
Doğruları
söyleyen Kur'an ve ondan kaynaklanan İslâmî tefekkür, çarmıha gerilenin İsa
değil ona çok benzeyen biri olduğunu, belki de ihanet eden Yuda, İsa'nın ise
bir daha kıyamete doğru yeryüzüne inmek üzere dördüncü kat göğe ağdırıldığını
hiçbir tartışmaya mahal bırakmayacak kesinlikte kaydeder. Bu yüzdendir ki
İslâmî tefekkür dünyasıyla Hıristiyânî tefekkür dünyası arasındaki en büyük
ihtilâf konusunu İsa’nın Tanrılaştırtması ile çarmıhta can vermesi meselesi
teşkil etmiş ve Müslüman dünyası asırlar boyunca bu doğrultuda reddiyeler
yazmak mecburiyetinde kalmıştır.
Batı
ise aynı asırlar boyunca İsa’nın çarmıhta can verdiğini anlata durdu. O kadar
ki bu acıyı, hangi düşünce evrelerinden geçerse geçsin, bilinç altında daima
taşıdı. Ve bıkmadan usanmadan resminde, edebiyatında, müziğinde; aşikâr ya da
simgesel; çarmıhında bir İsa terennüm etti.
Hıristiyanlığın
asıl yayılması İsa’dan sonra gerçekleşti. "İsa’nın dirilişi" ile
tecdid-i iman eden havarileri, o zaman ne kadarsa, dünyanın dört bir yanına
dağılarak bu yeni dini ve onun peygamberini anlattılar. Elbet aralarında Yuda
yoktu. Ama Pavlos vardı. Havarilerden olmamakla birlikte kendisini havari ilân
eden Pavlos: Yahudi asıllı Roma vatandaşı. İsa’yı sağlığında hiç görmemişti ve
ilk Hıristiyanlara karşı acımasızca zalimdi. Hıristiyan oluşu ani ve karanlık
bir sebeple. Bugünkü Hıristiyanlığın, putlaştırılmış İsa’nın ve teslis
inancının büyük ölçüde kurucusu.
Ortadoğu
kökenli bir din olmasına rağmen Hıristiyanlık asıl yayılma alanını batıda
buldu. Bunun bir nedeni, Yahudilikten artık bir daha birleşmemek üzere ayrılmış
bulunan yeni dine karşı Ortadoğu’daki köklü Yahudi mukavemeti idiyse, bir
nedeni de eski Yunan-Roma dünyasında kabul gören çok tanrılı mitik dinin,
kusursuz olması gereken bütün o tanrılarının ve tanrıçalarının içerdiği beşeri
zaaflar ve bunun inanmak ihtiyacı duyanlarda doğurduğu ruhsal boşluktu. Bir
başka neden de Hıristiyanlığın, Roma İmparatorluğu topraklarında yaşayan
kölelerin ve köylülerin çok fazla ilgisini çekmiş olmasıydı. Çünkü Roma
İmparatorluğu sosyal tabakalarını bıçak keskinliğinde birbirinden ayırıyordu da
eşitlikçi Hıristiyanlık köle ile efendi arasında fark gözetmiyordu. Mutlu
azınlık Roma'sının zulmündeki Avrupa, Hıristiyanlığı bu yüzden böyle kolay
kabul etti.
Fakat
yine aynı nedenle Isa'nın kardeşlik ve eşitlik üzerine kurulu söylemi, sosyal
tabakalarını bıçak keskinliğinde birbirinden ayıran Roma için açık bir
tehditti. Demokrattı gerçi Roma! Ama onun demokrasisi sadece hür, erkek ve
Romalı vatandaşlara münhasırdı, bütün insanlara değil. O kadar ki "Ölüme
yürüyenler: Gladyatörler!" Roma bu iğrenç oyunun hattâ eğiticiliğinden
bahsederken, Hıristiyanlık bu zihniyetin üzerine bereketli bir yağmur gibi
iniyordu. Ama yoksul ve acılı insanlar olan ilk Hıristiyanlar bir anda
kendilerini arenada "yem" olarak da buluyorlardı.
Hıristiyanlık
ilk iki buçuk asır suçtu, zulme uğradı. Yasaklandı. Bağlıları şiddetle takibata
alındı ve acımasızca cezalandırıldı. Çarmıh. Yine çarmıh. Roma'nın,
imparatorluk sözcüğünün içerdiği bütün zaaflarla malûl bu göz kamaştırıcı
imparatorluğun, bir gün ikiye ayrılacağı, önce batısının sonra 1453'te
-gencecik bir Mehmed, neredeyse bir çocuk- doğusunun batıp gideceği, elbet o
zaman akılların ucundan bile geçmiyordu.
Hıristiyanlık
bir müddet, bu ilk iki buçuk asır, ışığını yerin yüzünden ziyade altındaki
karanlıklarda yaymakla iktifa etti. Anadolu'nun bozkırında tabiatın en aziz bir
cilvesi olarak kendiliğinden oyulmuş yer altı mağaraları, Filistin
topraklarından Avrupa topraklarına doğru sefere kalkmış bu dinin mensuplarına
ilk ibadetgâhları, ilk kiliseleri hediye etti.
Nihayet
İsa'nın doğumundan 313 yıl sonra Hıristiyanlık Roma nezdinde resmi olarak kabul
gördü. İmparator: Konstantin. İstanbul'a adını armağan etmişti. Topraklarında
yaşayan Hıristiyanları koruması altına aldı ve onları özgür bıraktı.
Çünkü
kendisi de Hıristiyan olmuştu. Dinin bir ilham olarak kalbe doğduğu muhakkak
olsa da, yine de Konstantin’in ilhamının nedeni? Belli değil. Belki bir rüya.
Belki çığ gibi büyüyen kalabalığa hükmetmek için politik bir hesap. Olsun.
Nasip ya! Bir müddet çok tanrı inancı ile Hıristiyânî Tanrı inancı birlikte
yaşadı. Sonra çok tanrı inancı unutuldu gitti. Antik dünyanın simgesi olan ve
kapısında, geometri bilmeyenlerin içeri giremeyeceği, uyarısı bulunan Akademia,
Platon’un akademisi, 529’da kapandı. Kapandığını kimse fark etmedi, diyor
tarihçiler, çünkü varlığının da kimse farkında değildi.
İncillere
ilişkin süreç de karışık. Yazanları, yazılış tarihleri hep karışık. İnciller,
en karışık. İncil’i İsa yazmadı. O okuma yazma bilirdi ama ne yazdı ne
yazdırdı. Sadece tebliğ etti. İncil yazmak havarilerine ve havarilerini
tanıyanlara düştü. Havariler, hitap ettikleri topluluğun ihtiyaçlarını göz
önüne alarak tebliğ ettiklerinden ve indiler bu tebliğ metinlerinden hareketle
kaleme alındığından, Suriye ve Antakya civarında dolaşarak Yahudilere hitap
eden Matta’nın İncil'i, Romalı paganlara seslenen Markos’un Incil’ine uymadı.
Sonra? İnciller çoğaldıkça çoğaldı. Incil Incil’e uymadı.
Maksat
bir olsa da rivayet çoğaldı.
Tarihler
Milât sonrası 325’i vurduğunda, yani ki Hıristiyanlık Roma tarafından kabul
gördükten sekiz yıl sonra, İncillerdeki çokluk dikkat çekti. Ve İznik’te
toplanan konsül bunlar arasında bir ayıklama yapma ihtiyacını hissetti.
Neticede dört /ncil kabul gördü. Kabul edilmeyen İnciller arasında biri vardı
ki, Barnabas İncili, İsa’dan sonra adı Ahmed olan bir peygamberin geleceğinden
ve onun son peygamber olacağından samimiyetle bahsetti. Lâkin "Masa
üzerinde kalan" İncillerden biri değildi Barnabas İncili. O kadar ki
bulundurulması, okunması şiddetle yasaklandı. Bulunduranlar ölümle cezalandırıldı.
"Masa
üzerinde kalan Incil ler." Denir ki Incil enflasyonu o kadar artmış ve
Incil ler arasında gerçek olanı ayırmak o kadar zorlaşmıştı ki, rahipler
İznik’in rutubetli sabahında bütün indileri bir masa üzerine yayıp da ümitsiz
gözlerle onlara baktıktan sonra. Masaya kuwetlice bir yumruk indirerek,
düşenler düşmüş kalanlar kalmış yani... Tebessüm! Elbet hikâye.
Hikâye
ama her hikâye gibi işaret ettiği bir gerçek var. Ki o genç Mehmed İstanbul
kapılarına dayandığı zaman, İstanbul’un durumunu anlatan hikâyeye benziyor.
Hani genç Mehmed’in orduları, gemileri, fırtınaları İstanbul’un açılmaz sanılan
kapılarına dayandığı; Müfettihü’l Ebvâb olanın yardımı ve kutlu orduyu
müjdeleyen hadisin kazasını işaret eden bir kaderle kapıları açtığı zaman.
Ayasofya’ya kapanmış olan rahip ve rahibelerin melekler dişi mi erkek mi
tartışmasını yapıyor olduğu hikâyesi. Her ikisi de belki bizim anlatmayı ve
dinlemeyi sevdiğimiz hikâyeler. Ama işaret ettikleri bir gerçek var ki; o da
Hıristiyan dünyasını pençesine almış olan gaflet!
Bozulmanın
gaflet keyfiyetidir ki bir Incil'den çok Incil, tevhidden teslis, peygamberden
put çıkardı. Ve ihanet! İsa’nın yazgısı.
Sadece
İsa’yı değil ki, her haberciyi ihanet beklerdi.
Kendi
dünyasında bunca karanlık, bunca muamma arasında İsa.
Bütün
bunlardan sonra orada, o dünyada bugün hâlâ görülebilir olan nedir? Şüphe yok
ki, bütün bozulmuşluguna rağmen, içinde, İsa'ya vahyedilen hak âyetleri
sakladığı da muhakkak olan Incil'in o saklı âyetlerinde denilen şey. Belki de
en fazla, çilesine başlamak üzere Kudüs'e girmekte olan İsa'nın gördüğü ve
ağlayarak ona hitaben söylediği şey:
"Ey
Kudüs! Öyle günler gelecek ki düşmanların seni setlerle çevirecek, kuşatıp her
yanından sıkıştıracaklar. Seni ve sende oturan çocuklarını yere çalacak, sende
taş üstünde taş bırakmayacaklar." (Luka:19,43-44).
Gemilerin
Geçtiği Umman
Kar
kokulu sınıflarda poetika dersleri
Sizi
Erzurum’da tanıdım. Sınıflarımız rüzgâr kokardı, yaşayanlar şahidimdir. Önce
Yeni Türk Edebiyatı derslerinin zarif hocası olarak girdiniz sınıflarımıza. Ama
sizin arkanızda "üzeri tebeşir artıklı koyu yeşil bir tahta" olmazdı,
kürsünün ön tarafına geçerdiniz. Aramızdan mesafeleri mi kaldırmak isterdiniz?
Bizimse arkamızda değil yan tarafımızda, denize değil dağlara açılan pencereler
uzanırdı.
O
zaman neler anlatırdınız? Bunlar, içimde daha sonrakilerle birleşti, bir bakıma
netliğini yitirdi. Ama yine de "O yıllar" denince aklıma ilk gelen
siz, kimi yeni kimi eski kitaplardan bize poetikalar değerlendirirdiniz. Ve bir
mısra, sizinle en çok bütünleştirdiğim nedense: Om Mani Padme Hum Om Mani Padme
Hum Om Mani Padrne Hum. Sizden bize kadar uzanırdı. Öyle ya, aramızda ne kadar
çok mesafe vardı.
Sizi
uzun zaman bu mısraya sinmiş sesiniz olarak hatırladım. Sonra derslerimize
gelmediniz. Başka hocalar tanıdık. Ben onları da çok sevdim ama sizi daha fazla
bilemedim.
Garip
(değil) ki sizi asıl tanımam, tanımak burada karşılıklı bir açılım, hiç olmazsa
açılımın bir ucunun tarafınızdan kabul görmesi anlamına bürünüyor, doktora
yıllarımda gerçekleşti. "Seçtiği" bölüme kadar eğitimi, galiba pek
çok benzeri gibi tesadüflerle yönlendirilmiş bir çocuk olarak ben, ilk yılları
sudan sebeplerle harcanmış bir doktoranın zamansızlık telâşeleri arasında, bir
başka sevgili, Bilge Seyidoğlu Hocam, öyle elimden tutmuş kapınıza düştüğüm gün
son şansım olduğunuzu fark ediyordum. Ve yine ben, bu kapının; romanların
geometrik yapı şemalarından, kahramanlarla karşılaşabilme ihtimalinin hiç de
muhal farz sayılmayacağı gemiler geçmeyen bir umman tasawuruna; Halide Edib'e
biçilen ansiklopedik teferruat kuruluğundan, Nigâr Hanım günlüğünde pusu kurmuş
hudutsuz santimantalizm manzaralarına kadar açılacağını bildiğimi, o zaman
bilmiyordum. Ama şimdi, buradan bakınca, en baştan bildiğimi de biliyormuşum
gibi geliyor. Öyle ya, çok erken yitirilmiş bir babanın kitaplığında da Reşad
Ekrem'in İstanbul Ansiklopedisi ve Osmanh Padişahları vardı, sizin de. Benimse
bilinç altımı çözmek için ne Dr. Breuer gerekli, ne Dr. Freud. Çünkü kendisini
öylesine kolay ele veriyor. Anlatmıştınız:
"Reşad
Ekrem benim de çocukluğumda sarıldığım insanlardandı. Her halde babanla aynı
kitap ve dergileri okumuşuz. Ewelce konuştuğumuz Yavrutürkierde bugün bile
zevkle okuyabileceğim çocuk romanları vardı, bir kısmı tarihî, çoğu tarihî,
fakat çok küçük bir tarihî gerçekten hareket ederek bu kadar güzel bir macera
romanı yazılabilir, hatırladıklarım, Son Yeniçeri, Gizli Yol, Balabancık.
Yazarı Ahmed Bülend Koçu idi. Derken lisede Reşad Ekrem Bey tarih hocamız oldu.
Bize boş derslerimizde gelirdi. Ne zengin bir hatıra ve masal dünyası idi.
Ahmed Bülend'in Reşad Ekrem olduğunu öğrendim. Bir daha sevdim. Bir de yine o
yıllarda İstanbul Ansiklopedisi çıkarmaya başlamıştı. Hiç unutmuyorum, biraz
lüks bir baskı, galiba iki formalık bir fasikülü 130 kuruştu. Ne büyük para,
nasıl alınabilir? Bir gün lisenin anons panosunda Reşad Ekrem'in imzasını
taşıyan bir ilân gördüm. Lise birinci sınıftayım. Ansiklopedi fasiküllerinin o
güne kadar çıkmış olanlarının hepsini 50'şer kuruştan öğrencilere vereceğini
yazıyor, durur muyum. Hemen o gün, nereden tedarik ettiğimi hatırlayamıyorum,
para bulup soluğu Bâbıâli’de İstanbul Ansiklopedisi'nin bürosunda aldım. Bana
bizzat kendisi, en temiz nüshaları seçerek verdi. Yine hiç unutmuyorum. ’Al
bakalım, bu gece sana uyku yok’ dedi. Hakikaten o gece bana uyku yoktu. Teker
teker sayfaları keserek, o güzel gravürleri seyredip, seçtiğim yazıları
okuyarak sabahı ettim. Bir şey daha yaptım, birkaç gün sonra panodaki o Reşad
Ekrem imzalı ilânı yerinden alıp sakladım. Hâlâ da saklarım."
Fark
ettiğiniz gibi Hocam, bu yazı mektuplarınızla sarmal olarak kaleme alınacak.
Mektuplar
dedim de, her yeni yılın ilk mektubunu size yazardım. Bundan çocukça anlamlar
çıkartırdım, bu yıl en çok size yazacağım, diye. Çünkü ödülü vardı, hiçbir
mektup cevapsız kalmazdı. Başındaki galiba kaydı, içimde ince bir yeri sızlatsa
da, "1985 ile 1993 arasında en çok ve sürekli" yazıştığınız benmişim.
1993’ten sonrasının hesabı henüz yapılmadı, bu unvanı kimseye kaptırmak
istemem, çünkü olamadığım var: Asistanınız olmak isterdim. Hem de görev sınırları
gündelik kanunlarla çizilmiş cinsten değil, tam da o, hocasının çantasını
taşıyan, masasının tozunu alan, aldığı nefesi defterine kaydeden cinsten. (Hoş
siz bütün bunlara müsaade eder miydiniz?) Olmadı, kısmet başka bahara, gemiler
geçmeyen o ummana. Ben ümidimi kesmiş değilim.
Şimdilik
bana hiç de daha az kıymetli olmayan başka bir şey kaldı: Çoğu "Aziz
Nazan" diye başlayan, "Eveet, bu mektubun da sonuna geldik"
ikazından sonra "Gözlerinden öperim" ile imzalanan; "Hocalık
tecrübelerinin aktarımı"ndan "analık babalık tecrübelerinin,"
nihayet "hayat tecrübelerinin" aktarımına dönüşüveren mektuplarınız.
Telefonların dökümüyse kolay yapılamıyor.
Şimdi
ben, mektuplarınız masamın üzerine dağılmış, bu yazıyı soğuk Trabzon
akşamlarında yazarken. Biraz öncelerde telefonlarda sizinle konuşup,
Nietzsche’yi ve Descartes’ı size sorup, nasılsa, bu yazıyı yazmakta olduğumu az
kalsın ağzımdan kaçıracakken. Atatürk Üniversitesi’nin kim bilir hangi
mevsiminde ceketinizin eteğinden başka tutunacak hiçbir yeri kalmamış bir küçük
kızı düşünmekteyim. Ne kadar çok bildiğimi elbet değil, ne kadarsa, bildiğimi
ne çok size borçlu olduğumu artık ölçemem. Yazdıklarınıza bakıyorum da, ne
kadar ince ayrıntılarla duygu ve düşüncelerinizi, kendi kadehimin hacmince
yüklenmişim. Ne kadar çok yağmalamışım kelimelerinizi, cümlelerinizi. Ama siz
gerçek hükümdarsınız ve Cemil Meriç haklı, gerçek hükümdarlar yağmalandıkça
büyürler. O yüzden yağmalanmaya bunca kolay müsaade etmektesiniz.
"Kitaplarım
gibi bildiklerim de herkese açıktır," diyordunuz. Doğru, neye ilgi duysam,
neye heves etsem, önümde geniş bir kapı açardınız. Ne ayrıntılarla yüklüydü
bize konuştuklarınız. Hiçbir şey sizde makesini bulmadan geri dönmezdi. Ama
bilgi ve birikim, uğrunda emek sarfedilen, size bir saltanat tacı görüntüsünde
değil inanılmaz bir sadelikle yakışırdı. Ve ben gayeyi kaybederek, hayranlık ve
şaşkınlıkla bu defa, size yönelirdim.
Böyle
olunca Hocam, ben sizin hem en vefalı, hem de en vefasız öğrencinizim biliyor
musunuz? Çünkü çok zaman sizi aşıp da sizin işaret ettiklerinize geçemedim,
"Velleylî’de kaldım" hasılı.
İşaret
ettiklerinizin arkasında insan ve tarih bilinci vardı:
"Bir
Osmanlı öğrencisinin okul karnesini gördün mü hiç? Ya bir doktorun reçetesini?
Eski harflerle miydi, yoksa Fransızca mı? Ya bir kibrit kutusu nasıldı? Acaba
bakkalların kese kâğıdı nasıldı? Hep bu bildiğimiz teknikle mi yapılmıştı?
Mendillerimiz, çoraplarımız daha mı küçüktü, daha mı büyük? Ebadı? Görüyorsun
saklanacak şey çok. (...) Namık Kemal'in Avrupa'ya giderken bindiği vapurun bileti
elimizde olsa az şey midir?"
Namık
Kemal'in Avrupa'ya giderken bindiği vapurun biletine ulaşmak için hayallerimden
başka ülkelerim yoktu ama "sararmış fotoğraflar" toplamaya
kalkışırdım söz gelimi. Sözünü ettiğimde, bana anlattıklarınız sararmış fotoğraflardan
çok daha dikkate değer kılınırdı içimde.
"Benim
böyle çocukluk resimlerim vardır. Daha da güzeli annemin, hattâ anneannemin
fotoğrafları. Hafif bir peçe, bir tarafından ihmal edilmiş gibi sarkmış bir
etek hattâ gözde beyaz, mini mini bir fiyaka gözlüğü. Sıkma baş, bir tarafta
yine ihmalle çıkmış numarası bir parça perçem. Duruşlar, oturuşlar, sun'i
sandalye, koltuk stilleri. Elin biri yüksekçe bir sehpaya dayanır. Daha neler
de neler. Mesut insanlar fotoğrafhanesi. Fotoğraflardaki bütün insanlar mesuttur."
Eski
kartpostallara heves ederdim, "Her biri biraz entelektüel, biraz sanatkâr
ruhlu" Fransızların kurduğu "meşherlerden" kim bilir hangisinden
alınıvermiş bir yığınını, hem de arkalarındaki yazılarla ortaya dökerdiniz:
"(...)
Meselâ 1900'lerde bir Fransızın İstanbul'dan annesine, karısına gönderdiği, bir
kısmı hasretini, bir kısmı Türkiye intihalarını anlatan satırları. Sana bir
yığın hikâye faslı."
Bir
yığın hikâye faslını işaret bana lütfedilirdi de Hocam, sizin içinizde daha mı
az hikâye vardı?
Sevgili
anneciğim, sana İstanbul'dan yazıyorum. Müslüman kadınlar burada siyah
örtülerine bürünmüş olarak kıra çıkarlar ve kendi başlarına dinlenir, denizi
seyrederler. Yarın posta vapuru ile Karadeniz'e gidiyorum. Kardeşime, yeğenime
selam.
(...)
Kimdir bu yazıların sahibi? Çocukları torunları olsa, onları bulsam da
göstersem: İşte senin deden, senin baban, büyük amcan 1913’te İstanbul’dan
ninene bu kartı göndermiş. Bundan haberin var mıydı?"
"Ne
kadar çok hatıra ve insan"
Neler
söylerdiniz, neler yazardınız? Galiba öncelik "insan"daydı. Kimi
tanıdığım, çoğu adını bile duymadığım; yerli yabancı, kadın erkek, eski yeni
bir dolu sanatkâr, bilim adamı, düşünür, ehl-i dil. Veya halktan, sıradan, ama
sizin içinizde (sizden dinledikten sonra bizim de içimizde) kıymeti haiz bir
dolu hayal. Mehmet Kaplan’dan, "Her şeyi bir müze nesnesine dönüştüren
Süheyl [Ünver] Bey"e; Kaya Bilgegil’den, "Gerçek bir Kamelyalı Kadın
olan George Sand"a; Tanpmar’dan, Türkoloji bölümünün hademeliğini yapan "Zarif,
efendi Çeşminur Hanım"a kadar. Nurettin Topçu’dan, "Trajedisi, hattâ,
bir san’atkâr’a ihtiyaç duyulmayacak kadar hayat tarafından hazırlanmış III.
Selim"e; Abdülaziz Efendi’den, cüzdanınızın bir köşesinde silik fotoğrafı
daima mahfuz Celâl Hoca’ya; İbnülemin’den, Nihad Çetin’e; Çetikçi Süleyman’dan,
Rabia Hatun’a; kimi ciddi ve ağır başlı, kimi uçarı ve çapkın son dönem sultan
hanımlarından, "Bir müddet cariye olarak bulunduktan sonra sarayların
dağılması üzerine açıkta kalıp bir çeşit nostaljiye kapılan" mahalleli
saraylılara; Refik Ahmed’den, Ahmed Refik’e, Osman Cemal’e, Servet Muhtar’a,
Haşim Nezihi’ye... Size hep "Geç kalmış bir
Müslüman
ermişi gibi gelen Epiktetos"tan, "Hem batıyı hem doğuyu uyandıran bir
adam Eflatun"a kadar. Bize anlatacağınız "Ne kadar çok hatıra ve insan"
vardı. Bunlardan bizzat tanıdıklarınız sizde azalarak değil çoğalarak yaşardı
ve "birtakım isimleri" kaybetmiş olmanın hüznünden belki daha ziyade,
onları paylaşabileceklerinizi de kaybetmiş olmanın hüznü, size öylesine
yaraşırdı:
"Eskiden
benimle ortak çevreleri olan insanlar vardı. Birtakım isimleri zikrettiğim
zamanlar, onlardan bir yankı gelirdi. Bir sokağın, bir çeşmenin, bir mezar
taşının, bir esnafın beraberce hatıralarını taşıdığımız insanlar. O
arkadaşlarım veya büyüklerim gittiler. Ali Karamanlıoğlu, Muammer Özergin,
Nurettin Topçu, Mehmet Kaplan. (...) Şimdi bunların hepsini kaybettim. Küllük
Kıraathanesinde çaya Nimet’i, Sahhaflar’da kitapçı Nizamettin’in şakalarını,
yine Sahhaf Raif Bey Amcayı, Şakir Hoca’yı, Boğaz’da 65 numaranın Tahsin Kaptan’ını,
Balat’ta Laz Bakkal’ı, Beyoğlu’nda Şişman Bakkal’ı, Yavru’nun çayhanesini,
Mersin Efendi’yi, Fatih’te Bulgar muhallebiciyi artık kim hatırlar ve ben
bunları kimlerle konuşabilirim?"
Ben
hep dinlerdim Hocam. Hele içlerinde biri vardı ki, hat hocanız, onu bir başka
türlü dinlerdim:
"O
koca ruh, o bağ budamak zoruyla (geçim için) nasır tutmuş ellerle çizdiği
hatlar, o ne harikulade, bana şimdi Kuasimodo’yu her bakımdan düşündüren
ecişbücüş vücudunun gerisindeki o san’atkâr ruh, bu teneke medeniyetinin zalim
bir şoförünün sürdüğü tekerlekleri altında uçtu gitti. Elli kilo gelmeyen
gövdesinden ne kalmıştır? Ama o hattı tutan kalemi çeken parmakları ne oldu?
Asıl onu merak ediyorum ve o zaman ruhun varlığına ve ebediyetine daha çok
inanıyorum. Gemiler geçmeyen bir ummanda her halde o güzel kalemiyle yine
yazıyordun"
Sonra,
bitip tükenmek bilmeyen kitap, yazar, film, müzik, şiir, mısra, güfte, beste
sohbetleri. Sohbet diyorsam da, ben size muhatap konumunda değildim elbet. Yine
de siz çokça dinlerdiniz, çünkü size mahsus bir metoddu bu, dinlerken
öğretirdiniz. Kitaplar ve yazarlar arasında Dostoyevski'nin ve onun hayata
doğru uzanan açılımlarla merhamet ve sevgiyi telkininin içinizde özel bir yeri
vardı. "Gelmiş geçmiş asırların en iyi romancısı Dosto.", "Aman
Yarabbi" nidasıyla başlayan ve söz gelimi Beyaz Geceler için sarfedilmiş
kimi cümlelerinizden anlardım ki sizi açıkça büyülerdi: "Aman Yarabbi! O
kadar basit bir konu insanı nasıl böyle büyüleyebiliyor?" Sonra
Karamazoular'da kim bilir kaç dostunuzla paylaştığınız ve Forster'da da aynı
dikkati sezmekle heyecanlandığınız sahne: Mitya'nın, tahta bir sandık üzerinde
uyuya kalıp da, başının altına kim tarafından konulduğu bilinmeyen bir yastık,
"Bir rüya gördüm beyler" diyerek yepyeni bir hayata uyanması.
"Moskova'dan Petersburg'dan kopup, Sibiryalara doğru yayılan bir yankılı
ses gibi"ydi Rus sanatı sizin için. Sadece Dosto değil, merhameti, hele
ıztıraptan doğan merhameti telkin eden tüm romanlara açık bir yanı vardı
gönlünüzün. Hele bambaşka bir kıymet atfettiğiniz, Xavier de Maistre'nin Aoste
Şehrinin Cüzamlısı, Odamda Seyahat, Odamda Gece Seferi hikâyelerini ne kadar
çok dostunuza, öğrencinize tavsiye hattâ armağan ettiğinizi yakınlarınız hep
bilir.
Bir
yığın da mekân girerdi mektuplarınıza arkalarındaki hikâyelerle:
"Kadirşinas" Fransızların, "Voltaire ve Rousseau, hayatlarında
birbirlerini yiyen bu iki deha'yı yan yana getirmiş" oldukları
"Birkaç defa zevkle" gezdiğiniz Panteon, Paris’in parkları, ille de
son baharları. "Beyoğlu’nun Tünel yolunun o kalabalık insan, eşya, vasıta
kalabalığı, kozmopolit, her çeşit dilin, kıyafetin, davranış tarzının birbirine
karıştığı dünyası içinde daracık bir kapıdan birdenbire" geçilen Galata
Mevlevihanesi. Galip ve diğerleri. Hiçbir kabristanın olamadığı kadar munis olabilen
Hamûşan. Küllük’ün öyküsü, Emirgân ya da Kanlıca kahveleri, biraz daha zâdegân
olanların devam ettiği Markiz yahut Löbon pastahaneleri...
Mektuplarınıza
dağılmış ve hiçbirini feda edemediğim ayrıntıları, bu yazıya yedirme
telâşesinden vazgeçmeliyim Hocam. Yoksa editörün sayfa kaydını ihlâl edeceğim.
Ama ikisi var ki onlardan vazgeçemem: Erzurum ve İstanbul.
Sizin Erzurum'u sevdiğinizi herkes biliyor.
Bu
açık mektubun ilk cümlesini tekraren, ben sizi Erzurum’da tanıdım. "Senin
de ömrünün bir parçasını bıraktığın bu şehir," diyordunuz "Son
Erzurum mektubu"nun bir yerinde, 7 Kasım 1994 tarihli. Ve ben, birazdan
bahsedeceğim, ne kadar İstanbul olsanız da, sizi Erzurum’a hep yakıştırdım.
Gerçi siz de kendinizi Erzurum’a yakıştırdınız ya. Hem de öyle bir yakıştırdınız
ki ispatını 36 yıllık bir sevgiyle gerçekleştirdiniz:
"Sevmenin
alâmeti hizmet etmek ve hizmet etmekte devamdır. Şimdi 63 yaşımda olarak ve
hayatımın yarısından fazlasını hiç şikâyet etmeden burada geçirdiysem, sevmekte
kimsenin şüphesi olmasın. (...) Benim Erzurum’u sevdiğimi herkes bilsin.
("Erzurum Üzerine Söyleşi," Büyük Erzurum, 11 Temmuz 1994).
Sizin
Erzurum’u sevdiğinizi herkes bildi. "Birdenbire bastıran kar, tipi,"
kesilmiş elektrikler, yanmayan kaloriferler arasında ve el yazısıyla kaleme
alınmış birkaç mektubunuzdan biri olarak aldığım "Son Erzurum
mektubu"nuzu okurken, "36 yıllık Erzurum macerasının 1 kasımda
noktalandığını," size verilen ilmühaberden o güne kadarki hocalık
maceranızın "39 yıl 5 ay 1 gün olduğunu" öğrendiğinizi ben de bildim
Hocam.
Yarım kalmış bir rüya: İstanbul
"Taliim
beni denizden değil, akarsudan bile uzak bir dağ şehrine bıraktı." Böyle
diyordunuz hem Erzurum’dan hem İstanbul’dan bahseden bir mektubunuzda suyla
bağlantılı • • •
olarak.
Öyle ya İstanbul biraz da su demekti ve siz su götürmez bir biçimde ve 36
yıllık Erzurum macerasına rağmen İstanbul’dunuz. "İstanbul gerçekten acaip
bir şehir. Dünyada bu kadar sevilmiş bir şehir var mıdır?" diye
sorabiliyordunuz ve yalı tavanlarında oynaşan su ve ışığın macerasını
biliyordunuz.
"Denizi
bilirim. (...) O uğultu hiç de deniz çocuğu olmadığım halde (yüzme bilmem),
denizin en azgın zamanı, en sakin zamanı, hepsi benim için büyük değerlerdir.
Tanpmar’ın ’Deniz insanla konuşur.’ sözünü basit bir istiare olarak düşünmem ve
çok severim. Nereden diyeceksin. Ben Abdülhak Şinasi gibi yalılarda büyümedim.
Ama bir yalıda geçen hayatı uzun zaman tattım. Anneannem Çengelköyü’nde çok
büyük bir yalının bir bölümünde kiracı olarak kalırdı. Ben de fırsat buldukça,
hele yazları, aylarca onlarda kalırdım. Bu hatıralarım 10 ilâ 16 yaşlarım
arasına aittir. Bir evin içinde denizin olması ne demektir? İkindi güneşi
vurunca (çünkü Anadolu kıyısındaydık) yalının tavanında güneş pırıl pırıl
gölge-ışık oyunları oynardı. Boğaz lodosla kudurur. O zaman yalının altındaki
kayıkhanenin tâ içlerine kadar dalgalar güm güm vurur. Denizin sesi sustuğu
zaman da ev halkı müphem bir korku ile uykudan uyanır. (... ) Bu yalıyı biz o zaman Hüseyin Hüsnü Paşanın olarak
bilirdik. Tahmin ederim daha önceki sahibinin adına atfen şimdilerde Abdullah
Paşa yalısı olarak restore ediliyor."
İstanbul
sizin için yarım kalmış bir rüyaydı: "Çünkü hayatımın en güzel ve rahat
yılları geçti orada. Her kaygıdan âzâde. Yüzlerde nur, ekinlerde bereket olduğu
devirlerdi." O rüyayı tamamlamak istiyordunuz:
"İstanbul
benim için de, hâlâ yarım kalmış bir rüya. Artık o rüyayı tamamlamak için
dönüşe geçmek istiyorum. (...) O zaman İstanbul’da birçok şeyi yeniden yaşamak,
bildiğim her taşın, her yazının, her kırık minare, çeşme taşı, kabir
parçasının, benim çocukluğumu bilen her ağaç gövdesinin, benim tanıdığım her
kedi, tavuk, at’ın, bilmem kaçıncı torunu olduğunu düşüneceğim yavrularının
bende uyandıracağı empresyonlarla ’Bayezid Camii etrafında Yarım Asır’
hatıralarını kaleme alacağımı tasarlıyorum."
"(...
) Kafamda zaman zaman artık yarım asrı geçen hatıralarımı, çoğu da yirmi beş
yaşıma kadar olanları, toparlayıp, biraz romanesk bir tarzda kaleme almak var.
Her sabah uyanırken kafamda birtakım bölümleri, pasajları kıpırdıyor. Ama ne zaman?
Ne zaman?"
"Bu
mekânı etrafında geniş daireler, helezonlar çizerek, hemen bütün İstanbul’u
içine alan bir merkez olarak düşündüm. Her şehrin, her Türk şehrinin bir
arastası vardır. İstanbul’un arastası da benim için Bayezid’dir."
"Aslında
bizzat yaşadığım bir ömrü benden önceki başkalarının hatıralarına kıyasla pek
değerli bulmuyordum. Yani pek ilgi çekeceğini zannetmiyordum. Ama görüyorum ki
senin ve daha genç olanlar için -tabii ilgi duyanlar- bir şey ifade
edebilir."
Benim
İstanbul haneme ay doğduğu kesindi. Bizler "Bayezid Camii Etrafında Yarım
Asır" hatıralarını bekleye dururduk da her rüya gibi bunun da bir ters
tarafı vardı, görürdünüz:
"İstanbul'a
gitme gereği artık bende bile bir tutku değil. O İstanbul var mı bilmiyorum.
Halkı küçümsemem. Seviyeye de inanırım. Bu iki duygunun arasında İstanbul'da
artık Tiirklerin, Müslüman Türklerin yaşadığını düşünemiyorum. Hitit mi, başka
bir millet mi, onun profilini taşıyan, sanki her insanı patronuna gayz ve kin
dolu, sakalları uzamış, kıyafetsiz bir yığın grevci mi çapulcu mu nedir öyle
bir insan sürüsü, yığın. Bizans'tan sonra beş asırlık Osmanlı medeniyetinin
mahsûlü değil bu. Peki kim bunlar, bilmiyorum."
"Aslında
ben Haliç kıyılarında büyüdüm. Orası bütün klasik Osmanlı ekalliyetlerinin bir
arada bulunduğu koca bir semttir. Yahudi, Rum ve Ermeni. Onların hepsi Osmanlı
idi. Yerli İstanbullular ve çok değişik yerlerden gelen Anadolulular da vardı.
Ama İstanbul onların hepsini eritiyordu. Onlar da etraflarına bakıp nasıl
eriyebiliriz düşiincesindeydiler galiba. Nasıl efendi, hanım oluruz? Bir
medeniyet kolay kurulmuyor. Bir Osmanlı İstanbul'u için 500 sene gerekti. Ama
kırk senede o medeniyeti kemire kemire bitirdiler."
"Sevimliliğini
şimdi tamamen eskiliğine ve eskilerin ihya edilmesine borçlu bir İstanbul.
Sonra... Cumhuriyet devrinin hangi romantizmi ileriki nesillere anlatılacak?
Hangi pitoresk köşesi? Hangi konak, yalı, köşk? Gri apartmanlar mı? Hiç
şüphesiz insan her yerde büyük duygular yaşayabilir. Fakat bu gri binalar
dünyanın her tarafında aynı. Yani kozmopolit bir çevreyi, mekânı gösteriyor.
Orada bizim olan ne var acaba?"
İstanbul'da her şey gibi yıldızlar da yitiyordu:
"Yıldızları
benim için de seyret. İstanbul’da yıldız filân kalmadı. Ateş böcekleri gibi,
baykuşlar, bülbüller, çaylaklar, hattâ kelebekler gibi yıldızlar da
hayatımızdan çekildi galiba. Geçenlerde Yalova’ya gittik ve iki gece kaldık.
Orada hâlâ yıldızlar vardı. Çocukluğumdan beri, özellikle Yüksek Muallim
Mektebi’nde iken yani
Çapa’da
yatılı iken, astronomide okuyan arkadaşların yardımıyla epey yıldız tanımıştım.
Bir de gök atlasım vardı. Bir şeyi sevmek için tanımak lâzımdır. Sevdiğimiz
bütün yemekler, hayvanlar, insanlar, kitaplar vs. gibi yıldızları da tanıdıktan
sonra sevdim."
Yıldızlar
yitse de Süleymaniye yerindeydi, temmuz son cumalarda sizi dostlarınızla
ağırlamaya alışkın kuru fasulyeci de:
"Bizim
önümüzdeki cuma (temmuzun son cuması), Süleymaniye’de cuma namazı-cihan
padişahının türbesini ziyaret-kuru fasulye geleneğimiz var. Ben artık sayısını
unuttuğum kadar dosta bu randevuyu veriyorum. Ama oraya kaçı gelecek
bilemem."
Temmuz
son cumadan bir sonraki cumanın tenhalığı sizi incitse de:
"Temmuzun
son cuması gidemediğim Süleymaniye’ye ağustosun ilk cuması gittim. Erzurum’dan
gelmiş bir iki aşinanın dışında kimse yoktu. Süleymaniye, Türbe ve kuru
fasulyeci eski keyiflerinde. Fakat anlıyorum ki mekân da dostlarla beraber var.
Yalnız kaldığım ve kimselere anlatamadığım, anlatamayacağım, yanımda dürterek
bir güzelliği gösteremeyeceğim bir şey, pek mana ifade etmiyor. (...) Biraz da
artık herkesin yaz tatiline gitmesi, uyulması zaruri bir moda oldu. O yüzden
benim kuru fasulye sevdası ile Süleymaniye seyri, kendi başıma icra edilen
zavallı bir hatıradan ibaret kaldı."
İçimi
acıtırdı anlattıklarınız, daha çok anlatmanızı isterdim de dinlemekten başka
yapabildiğim bir şey olmazdı:
"İşte
ben bu mektuplarla sana, belki bunlardan çok uzak olduğun halde, bilmem hangi
alâkalarla dinlediğini tahmin ettiğim bu eski hikâyeleri anlatıyorum. Kısa
İstanbul gezilerinin sana, birçok içinde oturanlardan daha çok empresyon
kazandırdığını tahmin ediyorum. Çünkü orayı gözünle değil, birçok san’atkârın
anlatmasıyla tanıdın. Gözünle de birçok sanatkârların sezdiklerini görmek
istedin. Zannederim büyük kazancın bu."
"Hepsi
de yüzü Bâb-ı Hümayun'a dönüktüler."
İçimde
hep temmuz son cuma ile birleşen bir anı var, anlatınca siz de
hatırlayacaksınız. Hani öğrencileriniz, dostlarınız, nasılsa bir ucundan
müdahili oluverdiğim bir halka. Ayasofya önündeki kahvelerden birinde
oturuyoruz. Ben hem size yakın olmak istiyorum, hem Bâb-ı Hümayun’u görüş açım
içinde korumak, şunun şurasında yılın kaç günü hümayun kapıların önündeyim ve
kaç günü sizi dinleyebilirim? Bir ara size, tam da o an, orada, ayağımızın
bastığı yere, yeniçeri isyanlarından herhangi birinde kim bilir kaç yeniçerinin
ayağının basmış olabileceğini tahmin etmek istediğimi sezdiriyorum ve mahşerî
bir gürültü çıkarmış olmaları gerektiğini. Siz bir an kalın mercekli
gözlüklerinizin altından gözlerinizin içi gülümseyerek bir çırpıda eksik olan
parçayı yerine koyuyorsunuz: "Hepsi de yüzü Bâb-ı Hümayun’a
dönüktüler." Bu küçük ama çok büyük dikkatin, dikkatten öte bir şey olması
gereken şeyin beni neden o kadar çok sarstığını daha sonraları çok düşündüm.
Size eklemlendiğim noktaların en güçlüsüydü bu, fark ettim. Hani, lisans
yıllarımdaki "Siz" tek mısraya sinmiş bir sestiniz: Om Mani Pcıdme
Hum Om Mani Pacime Hum Om Mani Padme Hum. Sonrası için sizi anlatmamı
isteseler, bu anıyla başlardım, bu cümleyi aktarır sonra susardım, "Hepsi
de yüzü Bâb-ı Hümayun’a dönüktüler." Çünkü siz arkadakini merak
edenlerdendiniz, böyle bakıyordunuz tarihe ve hayata:
"Hep
aklıma gelmiştir. O devrin bir dervişi, bir bilgini, sarayda bir küçük insan,
bir yeniçeri. Bunların hayatı neydi? Soğuk bir kış günü Üsküdar’dan Beşiktaş’a
giden bir paşa babanın küçük kayığında denizi geçerken duyduklarını kim
yazacak? Tanpınar’ın, Fatih devrinde, İstanbul’a girdiği zamanki baharı
anlatışını o kadar iyi hatırlıyorum ki. İşte gerçek bir romancının bakışı budur
diyorum. Bunu söyleyen çıkmıyor."
Hasılı
benim Güzeller Güzeli Hocam, poetika ve roman tekniği dersleri verseniz de
rüzgâr kokulu olduğuna yaşayanları müşahit tutabileceğim sınıflarda, sizin bir
romanınız vardı. Ve bir gün tercih mecburiyetinde kalsam, bu yanınızı akademik
yanınıza değişmezliğim de, bir akademisyen olarak, benim ikinci büyük suçum.
(İlki sizi aşıp da işaret ettiklerinize geçemememdi ve bu noktadan bakınca
ikinci suçum ilkinin bir neticesi olarak hükümsüz kalıyor).
Size
eklemlendiğim bu noktada ben ifrata kaçardım, tam bir yolunu kaybedişti o XVI.
asır aynalarının içinde. Siz bundan bir bakıma memnuniyet duyardınız,
duyardınız ya kim bilir hangi sezilerle beni uyarmaktan da geri kalmazdınız:
"Osmanlı
sarayına iyi daldın. ’Oda’ hikâyesiyle o kapıyı bence iyi açtın. Adeta marazı
bir ruh hali bir nostalji gibi seni sarıyor. Devam et ama nostaljinin son ucu
melankolidir.
Kahramanını
bundan koruyacak olan bugün yaşamakta olduğunu her zaman veya zaman zaman fark
etmesi olacak."
Yine
de ben, yolumun düştüğü masal aynasının içinde biriken her görüntüyü önce
size
söylerdim. Ve bana öyle gelirdi ki 16. asır Usküdarlanndan bakınca, elektrikle
henüz tanışmamış bir İstanbul sarayının suya nasıl döküldüğünü merak etmeyi siz
herkesten iyi bilirdiniz, üstelik ucunda melankoli tehlikesi olmadan.
Yer çekimli Karanfil
Buraya
kadar bütün anlattıklarım, farklı öznelerin ağzından benzer hikâyelere
dönüşebilir eminim. Söylemek istediğim, bilgi söz konusu olunca takındığınız
teveccüh, talepkâr konumuna yerleşen herkese mahsus bir haldi. Ve o anda biz
tam anlamıyla biz olurduk.
Hocam
bilmem fark ettiniz mi, siz bizim elimizde Edip Cansever'in "Yerçekimli
KaranfiP'i gibi biteviye büyüyen bir sevgiydiniz ya da "Eski şiirin
meş'alesi." Hatırlayın, küçük ve cılız bir suyun engin ırmağınıza
kavuşarak kamaştığı noktada, bana Mehmet Tekin beyin cömertliğini örnek
göstermiştiniz, süre giden doktorasından dosyalar dolusu Peyami Safa
esirgenmeden önümde. Etrafınızda her biri kendisinden bir öncekinden el alan ve
bir sonrakine elini uzatan bir silsile uzanıyordu:
"Benim,
öğrencilerimde görüp de en çok mesud olduğum hadise nedir biliyor musun, Mehmet
Tekin'in sana, senin İbrahim Kavaz'a, Nazım [Hikmet Polatj'ın Hayriye
[Kabadayıj'ye, elindeki bilgileri vermeleri, hem de gönülden olduğuna
inanıyorum, tehalükle vermeleri, daha da verebilecek olduklarını göstermeleri.
Bunun benden kaynaklandığını zannetmiyorum. Allah lütfetti ve sizin gibi,
etrafına yardımı esirgemeyen iyi öğrenciler verdi. Emin ol çalışmalarınızın değeri bir tarafa, bu konudaki
bir eksikliğiniz beni perişan ederdi."
"Bunun
benden kaynaklandığını zannetmiyorum" demeyin, tam da aynı cümleyle ve hiç
olmazsa kendi payıma, bu sizden kaynaklanıyordu. Biz, birbirimize el uzattıkça
sizi mutlu edeceğimizi bilir, böyle onanırdık. Sizse çoğalmanın sırrına vakıf
olanların geldiği ülkedendiniz, ismi bakî kılanın ne olduğunu bilenlerin:
"Mustafa
[Kutlu] ile muhabere etmeniz beni memnun ediyor. Sizleri kendi çocuklarım gibi
telâkki ettiğim için hepinizde benden bir şeyler yaşadığını hissediyorum. Hattâ
benden daha iyi şartlar içinde benden farklı yollara uzanmanız beni daha da
hoşnut ediyor."
"Senden
çalışmaları için yardım isteyenlere el uzatacağını biliyorum. Bunu ihmal etme.
Bizim dergâhımız hep verecektir. (...) Bâki kalır sahîfe-i âlemde adımız."
Netice
mi?
Sizi
anlatmak Hocam, bir yazının sınırlarına sığmayacak kuşkusuz. Bu yüzden ben koyu
punto italiklerle ara başlıklar açıyorum boyuna, refakatinde kar aydınlığı
Trabzon kışları, denize bakan odamda. Sonsuzlukta bir nokta değil miyiz şunun
şurasında?
Bağışlayın,
nasıl anlatsam olmuyor. Görüyorsunuz size yazdığım bu "Açık mektup"
en özeli oluyor ne hikmetse. Ya sizin bendeki yansımanızı anlatıyorum, kendim
bir ayna yerine, ya sizde yansımasını vehmettiğim bir "ben"i
arıyorum, sizi anlattığımı zannederek. Ve ikisi de katıksız bir sevgiye
dönüşüyor sonunda. Objektif anlatmalar için sevginin aradan çıkması elzem
demek.
Ama
ben objektif olmayan anlatmalara kaniyim. Kaç tane Orhan Okay Hoca var ki
hayatımızda? Bunun için ya bu yazının gayesi muhatabından çok müellifine
dönüyor.
Her
zamanki büyüklüğünüzle anladınız değil mi ve bağışladınız. Büyük bir hocadan
öğrenmedik mi biz tanımanın sevmeyi ve anlamanın bağışlamayı beraberinde
getireceğini?
Sizi
anlatamadım istediğimce. Kifayetsiz olduklarını hep biliyorduk ama kelimeler
müstamelmiş, ben bunu bugünlerde öğrendim.
Haydi
itiraf edin Güzeller Güzeli Hocam, bana bunu öğretmediniz.
ZİNDAN RİSALESİ
Kavram
Pandora'nın
Kutusu bir kez açılmaya görsün. Suç varsa ceza da var. Ceza varsa hapis var. En
sade tanımıyla sistem ve bireyler arasındaki uyuşmazlığın neticesi bir ceza
biçimi olarak ortaya çıkan hapsetme, insanın onur ve erdemine, onun fıtratına
ters düştüğü için cezadır. Ama biz manaların bugün ve dün arasında
bölünebileceğini peşinen kabul ederek başlayalım.
Eski
dünya hapsetmeyi bugünkü manasıyla tanımıyor. "Bugünkü mana"dan
kastedilen şey ise, başlangıçta herhangi bir cezanın kesinleşmesi ya da
gerçekleşmesine kadar bir bekletme yeri olan hapishanenin, giderek cezanın
kendisine dönüşmesi. Süresi belli olmayan kapatmadan süresi belli hapsetmeye
dönüşüm. Bugünkü manasıyla hapishane modern dünyanın ürünü ve söz konusu
dönüşüm, sade bir kronoloji üzerinde rahatça insanlığın tarihi olarak da
okunabilir.
İbraniler
öldürecek ya da satacak olduklarını kör kuyularda veya susuz sarnıçlarda tutarlardı.
Eski Ahid'de Yeremya Peygamber'in ve Yûsuf Peygamber'in zindana atıldığından
bahis vardır. Keza Kur*an da Yûsuf'un zindana atıldığını açıkça söyler ancak
bu, süresi önceden belirlenmiş bir cezanın tatbikinden çok, ortalık duruluncaya
kadar bekletmeye benzemektedir. Nitekim aynı zindanda bekletilen ekmekçi ve
şerbetçiden biri serbest bırakılırken diğeri idam edilir. Yûsuf'un zindanda
geçen yılları ise bir unutulmadan ibarettir.
Grek
mitolojisi bir ceza türü olarak hapsetmeye yer vermiyor. İnsanlar gibi yaşayan
ama güçleri sınırsızca olan onca tanrı ve tanrıçanın elinde daha etkin cezalar
var.
Taşa
çevirmek, gökte bir yıldıza ya da hemen oracıkta bir çiçeğe dönüştürmek, kör
etmek. Ya da Promethe, Sisifos veya Tantal’m çektiği bitmeyen tükenmeyen işkencelerin
bilinç üzerinde yaratacağı tahribatı hesaba katmak gibi. Mitolojik tahayyül en
fazla, içine atılanın ancak suçsuz olması halinde kurtulabileceği labirentos
isimli sınama mekânından bahseder ki bildiğimiz labirent.
Mitolojinin
gölgesinde boy veren Grek dünyası da sistemin gidişatı için zararlı gördüğünü,
eğer öldürmeyecek ya da köleleştirmeyecekse, toplumdan uzaklaştırmayı yeğler.
İstenmeyen adam ölsün ya da şehir-devletin sınırları dışına çıksın. Sokrates
gibi yargı süresince ve infaz anına kadar hapsedilsin ama farklı bir şey
yaparak binlerini hapiste beslemenin gereği yok. Eğer suçlu yaşayacaksa,
arıtılıp topluma geri verilmesi gerekir ki bunun da yolları vardır.
Roma’da
da aynı. Romalıların meşhur zindanı Mamertius, bütün şöhretine rağmen sadece bir
bekletme yeri. Hasılı terimleri biraz hafife alarak diyelim ki eski dünyada
zindan vardı cezaevi yoktu. Akdeniz Havzası ve Orta Doğusuyla eski dünya,
zindanı, cezanın kesinleşmesine kadar bir göz altı mahalli ya da kararın
infazına kadar bir bekletme yeri olarak tanımaktaydı. Tabii kaderde zindanda
unutulmak varsa, o ayrı.
Hapsetme
ilk kez kilise hukukunda görüldü. Bu bakımdan ilk hapishane binalarının
manastırlar olmasına şaşmamalı. Keza batıda her kalenin ve kulenin de bir
zindan mazisi mutlaka var. Mimarı tarafından hapishane olarak tasarlanan ilk
hapishane binaları ise on altıncı asırdan itibaren görülmeye başlandı (1557’de
Londra’da, 1596’da Amsterdam’da); on yedinci asırda yaygınlaştı. Bunlarda yaş,
cinsiyet ve suç derecesi ayrımı yapılmaksızın bütün suçlular bir arada çok sert
bir disiplin ve ağır çalışma koşulları altında tutulurlardı.
Sıradışı
ilgi alanlarına yaptığı yüklü göndermelerle zihnî sarsıntılar oluşturan Michel
Foucault, Hapishane'nin Doğuşu isimli eserinde, iktidarın seçtiği süreli ceza
biçiminin tatbik yeri olarak hapishaneyi bir on dokuzuncu asır kurumu olarak
görür. Ve modern dönemin bir iktidar söylemi olarak hapishane ile tımarhane,
kışla, fabrika ve okul arasında mevcut kapatma ilişkisinin tarihçesini yeteri
kadar ciddiye almamızı önerir. Foucault’ya göre "büyük kapatılma"nın
bir neticesi olarak kurumlaşan hapishaneler iktidarın gözetim, denetim ve güç
gösterimi mekanizmalarını aynı anda cevaplar ve on sekizinci asra kadar
bedensel azap çektirerek erkini onaylatan iktidar bunu artık hapishane
sisteminde hissettirir.
Amerika
Birleşik Devletlerinin Philadelphia eyaletinde 1790’da inşa edilen Walnııt
Cezaevi "modern" anlamdaki ilk cezaevidir. Fakat döneminde kabul
görmese de 17. yüzyıl kuramcısı Bentham’ın hayalindeki Panopticon tarzı hapishane,
hapishane-iktidar ilişkisi yorumunda bir dönüm noktasıdır. Daire biçiminde
tasarlanmış ve ışık düzeneğinin yardımıyla merkezdeki gözcünün, her hücreyi
gördüğü halde kendisinin görülmediği bu tasawur, görülmeden gözetleyen modern
hapishanenin ilk resmidir ve hücre sisteminin de temelini oluşturur. Ve
Faucoult’nun üzerinde bu kadar ısrarla durarak söylediği şu ki;
kapitalistleşme, endüstrileşme, modernleşme, neresinden bakarsanız bakın, bu
tasarım, iktidar ve onun tabileri için bir mimari projeden çok daha fazlasını
söylemekte, çok daha derin ve tekinsiz anlamlar içermektedir.
Şimdi
arka arkaya bu birçok yazı, bazen kronolojik bazen tematik eksenler üzerinde,
bu yazıcıda iz bırakan hapisliklerin ve hapishanelerin tamamen öznel bir
dökümünü yapmak niyetinde. Bir de; tutukluluk bazen hükümlülükten daha ağır bir
hapislik anlamına geldiği için yolu hapse düşmüşler arasında hükümlü ya da
tutuklu ayrımı yapmakta pek titiz davranmayacak. Bazen bir gün, bazen on-on beş
sene. Neticede hepsi de dört duvar değil mi?
I- Batı
Kilise
Her
hapislik en azından teorik olarak, erke sahip bir sistem ve onun muhalifi
bireyller içerir. Batı, egemen gücün Antik yapılanmadan kiliseye, kiliseden
krallıklara, krallıklardan ulus devletlere evrildigi bir tarih şeridinin
üzerinde ilerlerken, Ortaçağ’ın karanlık bölümü İskolastik, erkin varabileceği
en sert noktayı temsil etti. Çünkü dünyayı Hıristiyan tanrısı adına yönetmek
sevdasına düşen kilise, işine geldiği gibi yorumladığı bir Hıristiyanlık adına
yüzyıllarca terör saçmıştı. Bu terörün pratikteki adı Engizisyon. Gerçi
iskolastik henüz Panopticon tarzı hapishane mimarisine geçmiş değildi ama
düşünmenin, denemenin ve bir işaret fişeği atmanın en büyük suç sayıldığı
kilisenin egemenliğinde manastırlar, kuleler, kaleler, şatolar ne güne
duruyordu?
Evren
hakkında bilinecek her şey Batlamyus ve Aristo referanslı ve İnciVle
örtüştürülmüş göksel bir haritada sabitse eğer, aramanın ne manası var? Bu
gökselliğin daha fazlasını merak etmek nelere mal olmaz ki! Doğruyu söylemek
çoğu kez bir ölüm, değilse bir hapislik armağan etti sözün sahibine.
Roger
Bacon. Bir Fransisken rahibi. Oxfordlu hoca, "Hayran Edici Bilge"
olarak da tanınırdı. Aslında iyi bir Hıristiyan’dı. Ama eskilerin bildiğinden
daha fazlasının bilinebileceğine ve kilisenin dokunulmaz evren şeması üzerinde
görülecek başka şeyler de olduğuna inandı. Büyütecin mucidi. Çünkü pek çok şeyi
daha yakından ve yeni bir gözle görmek istedi. Gördükleri o kadar ilerideydi
ki, düşündükleri ve denedikleri kilisenin kafa şekline uymadığı için, ancak
büyücülükle telif edildi. Oxford’daki odasında bir deney yapması rahiplerin ve
keşişlerin yollara dökülmesine neden oldu. "Gebersin büyücü," diye
homurtular yükseldi dört bir yandan. Büyücülüğün cezası ise diri diri
yakılmaktı. Gerçi Bacon bu vartaları diri diri yakılmadan atlatabildi ama tam
on beş yıl hapis yattı.
Her
şeyin kendi etrafında döndüğüne inanan kiliseye rağmen, evrende yerini bilmenin
yakacağı daha çok can vardı. Galileo Galilei. Bütün düşündükleri ve gökleri
gözlemlemesi yetmezmiş gibi, bir de kiliseye sonsuz ayak direme gücü veren
evren şemasına karşı çıkıp da Yer'in sabit olmadığını, tam tersine Güneş'in
etrafında döndüğünü söyleme gafletinde bulununca yer yerinden oynadı. Hiç
kimsenin görmediği yıldızları görmek ve söylenmemiş şeyleri söylemek eğer
sadece bir masal olarak kalmıyor ve kilisenin saltanatını tehdit ediyorsa,
bedeli pahalıya mal oluyordu. Galileo'dan gökselliğin sınırlarını kiliseye
bırakması hususunda söz alındı. Ama onun edebiyat, böcekler ve benzeri şeylerle
avunması çok kolay olmadı. Dayanamadı, Diyalog'u yayımladı. Diyalog'un
yayımlanması yla kilise, gökkubbenin tepesine yıkıldığını zannetti. Galileo,
Kopernikus'un görüşünü onaylayarak sabit bir Güneş ile onun etrafında dönen Yer
şemasından bahsediyordu ki bu apaçık sapkınlıktı.
Mahkeme
başladı. Onca ressama ilham veren mahkeme devresince Galileo, Engizisyon
Sarayı'nm bir odasında tutuldu. Hapishaneden farkı yoktu. Mahkeme sonunda:
"Seni Engizisyon'da resmen hapis yatmaya mahkûm ediyoruz. Süresi bize
kalmış." İktidarının sarsılmazlığını göstermek mecburiyetinde olan
kiliseye (başka türlü her şeyin kendi etrafındaki devinimini sürdürmesinin
imkânı yoktu) bu kadarı yetmedi, Galileo hapsini çekmeye başlamadan önce bir
itirafname imzalamaya zorlandı ve onu dizleri üzerinde okuyarak
"tövbekar" oldu. Bu onu yanmaktan kurtaracaktı. (Şunun şurasında
benzer şeyler söyleyen İtalyan düşünür Buruno’nun, kiliseye göre küfre düşmüş
bir sapkın olarak, uzun ve maceralı bir kovalamacadan sonra Roma’nın orta
yerindeki meydanda diri diri yakılmasının üzerinden kaç yıl geçmişti ki?)
Yetmiş yaşındaki beden zindanı tanıdı. Diyalog ise yasaklanmış kitaplar
arasında yaklaşık iki yüz yıl kadar sürecek olan yerini aldı.
Galileo’nun
hapsi daha çok ev hapsi, düşünme, yazma, söyleme hapsidir. Yani göz hapsi. Ama
bu, onun günden güne ışığı sönen bir yıldız gibi karanlıklara gömülmesine ve
kamu vicdanında "zindan mahkûmu" olarak resmedilmesine mani olmadı.
Üstelik onun gerçekten zincirlenerek zindana atıldığı tasawuru halkın
muhayyilesinde gün geçtikçe büyüyen bir mitosa dönüşerek bugüne ulaştı.
Kilisenin
iktidar söylemine karşı çıkmak, Iskolastiğin çözülmesinden sonra da sürdürdü
cezalandırılmasını. Rönesans’ın mirasçısı, Italyan
düşünür
Tommaso Campanella. İskolastik Aristoculuğa karşı cephe aldı. Deneyselliği
mesned edinerek önerdikleri kilise nezdinde yenilir yutulur cinsten değildi.
Birçok yargılanma, kaçma ve kovalamacadan sonra öğrencileriyle birlikte
tutuklandı ve Ispanya zindanlarında yirmi yedi yıl yattı. Güneş Ülkesi adlı
efsanevi eserini hapishanede yazmıştı.
Altmışından
sonra yazdığı Robensorı Crusoe ile dünya edebiyatının baş yapıtlarından birinin
altına imza atan Daniel Defoe, kırk üç yaşındayken kiliseyi eleştiren bir
şiirinden dolayı dokuz ay hapis yattı. Defoe’nun hapsedilmesine neden olan
risale, "Muhalifleri Ortadan Kaldırmanın En Kısa Yolu" başlığını
taşıyordu. Defoe bir şiir daha yazdı hapishanede: "Tomruğa Övgü."
Tomruk, mahkûmun başının ve ellerinin kıstırılarak teşhir edildiği âletin
adıydı ve bu ceza ancak âdi mahkûmlara uygulanırdı. Oysa Defoe âdi suçlu
olmadığı halde üç gün tomrukta teşhir edilmişti. Kıstırıldığı tomruk,
kendisiyle aynı düşünceyi paylaşanlar tarafından çiçeklerle süslenmiş olsa da,
bu olay Defoe’yu derinden yaraladı. Tutunduğu her şeye olan inancını yitirdi.
Ve hayatının dönüm noktası oldu. Hapisten çıktığında hiçbir şeyi kalmamıştı. Ta
ki Robensorı'u yazıncaya kadar.
Fransız İhtilâli ve Bastille
İktidarın
kiliseden krallıklara kaydığı dönemde de hapishane, egemenliğini tırmanarak
sürdürdü. Çünkü her krallık doğası icabı keyfi ve her halk daima muztarib. Halk
sahipsiz de değil üstelik. Iztırabın sonu ihtilâl. Her ihtilâl gibi Fransız
Ihtilâli’ne giden yol da bir sürü hapishaneden ve hapislikten geçiyor.
Devrim
öncesinde cesur düşünceleriyle hükümeti tedirgin etmekte gecikmeyen Diderot,
Körler Üzerine Mektup adlı felsefi denemelerinden dolayı hapse girmişti.
Fransız
İhtilâlinin belki de gerçek sahibi olan Rousseau, Emile yüzünden tutuklanmak
üzere iken son anda kaçabilmişti. Büyük ihtilâlin kopmasına sebebiyet verecek adaletsizlikler döneminde bunları
hicvetmesi
Voltaire'in Bastille’de on bir ay geçirmesine neden oldu. Felsefi Mektupla/dan
dolayı yayımcısı da Bastille’i boyladı. Voltaire’in, sürgünlükleri bir yana,
bir daha ziyaret etti Bastille’i, bir daha. Çünkü yazmasına saik olan şey dini,
siyasi ve sosyal manada dönem Fransa’sından duyduğu huzursuzluğun doğurduğu
gerilimdi ve o susmasını sevmiyordu. Fransız İhtilâli’nden biraz ewel öldüyse
de bu uzun yolun görkemli mimarlarından biri olduğu muhakkaktı.
Hapishanelerin
imparatoru Bastille olsa gerek. Boşaltılması, Fransız Devrimi'nin fiilî
başlangıcı addedilen bu karanlık, kasvetli, rutubet ve küf kokulu müstahkem
kale, devlet tarafından inşa edilmişti ve onda uzun zaman devlet karşıtları
hapsedilmişti. Tabii devletle kastedilen şey, o zamanların Fransa
İmparatorluğu. İşin ilginci Bastille'in hepi topu kırk iki mahkûmu barındıracak
kapasite taşımasıydı. Ve bunlar siyasi mahkûmlar kadar âdi suçlular da
olabiliyordu. Ama hepsi soyluydu. Daha da ilginci, 14 Temmuz 1789'da, akşam
saat beşe gelirken, Bastille azgın bir selin dalgalarına dönüşmüş olan halkın
öfkesi karşısında kapılarını bir bir açtığında, içeride sadece yedi mahkûmun
bulunmuş olmasıydı. Çok az! Önemli değil. Bastille, imparatorluğun sabır
taşıran, tahammül kıran uygulamalarının o kadar sembolü haline gelmişti ki
parlamentodan halka kayan ihtilâlin ortak şuuru oraya yöneldi. Orayı zabtetti:
Bastille'in Zabtı. Oranın tutuklulannı salıverdi.
Sağlam
yiğit adımlarla Trampetler davullarla Yürüyor Bastille üstüne Parisliler dalga
dalga (Bastille Zindanının Zabtı)
Bastille
gerçi köprüleriyle, kuleleriyle, mahzenleriyle, dehlizleriyle birkaç ay sonra
yerle bir edildi ama devirenlerin zindanları da yok değildi. Üstelik ihtilâl
parlamentodan "baldırıçıplak" halka, halktan burjuvaziye el
değiştirip dururken bu muazzam dalgalanmada sabit kalan tek şey de zindandı
galiba. Ve artık zindan bir süreliğine en eski işlevine, ölüm eweli bir küçük
bekletme yerine dönmüşe benzemekteydi. Çünkü özellikle "tedhiş"
döneminde mahkemeler ya ölüm kararı veriyorlardı, ya beraat. İkisinin arası
yoktu. Dehşet!
Ölümü
şakıyor gece kuşlan Seslerini duyan yalnız çatılar Dinle doğa dinle yakarışları
Surda diri diri gömülenler var (Zindanda)
Karısını
da giyotine vermiş, giyotin mahkûmu bir gencin ağzından söylenmiş dizeler
bunlar.
Zincire
vurulmuş suçlu ile suçsuz Birlikte aynı yazgıyı paylaşıyor (Giyotin)
Bunlar
da on yedi yaşındaki bir delikanlının ağzından söylenmiş bir şarkının
dizelerinden. Anonim.
Anonim
destancılar, saraya yakın bir manastırda hapsedilmiş olan Kraliçe Marie
Antoinette’in ağzından da bir yakarış destanı döşeniverdiler:
Suçlu
olan ben değilim yazgım
Yoksa
niçin kraliçe olaydım
(Kraliçe
Marie Antoinette’in Yakarışları)
Ansiklopediler
diyor ki: Uçarı, ihtiyatsız bir kraliçeydi Marie. Ama giyotin önünde metanetini
kaybetmedi. Hiçbir zaman aşkla bağlanmadığı kocası XVI. Louis’nin başını
verdiği giyotine dokuz ay sonra başını uzattığında otuz sekiz yaşındaydı.
Bastille’in
yerinde bugün bir opera binası var. Fakat bir hayalet olarak yaşadığı muhakkak
ve bu cazibe şiire, romana atlayıp duruyor. Cazip, çünkü onun imge derinliğinde
insan ve onun ıztırabı var. Baş kahramanları neredeyse Bastille ve giyotin olan
İki Şehrin Hikâyesi, yazarının başyapıtı olmasa da Fransız İhtilâli hakkında yazılmış
etkileyici bir romandır. Babasının hapiste yatması dolayısıyla çocukluğunda bir
dönem, bütün pazar günlerini cezaevinde geçiren Charles Dickens’ın, bu romanda
söylediği şey bütün ihtilâller için geçerlidir aslında: Kan ancak kan getirir;
Bastille’i yaratan zihniyetin yolu bir gün mutlaka Bastille’den geçer.
İhtilâlin, onu bir terör esintisine ve kan gölüne dönüştürecek denli
sevdalıları, Robespierre ve Datıtoriun akıbetlerine bakınca, hak vermemek
mümkün olmuyor.
Fransız
devrimi süreğindeki hapislik romanlarından açılmışken Stendhal'in Kırmızı ve
SiyaW\ ile Parma Manastırını da zikretmek gerek. Her ikisinde de bilinçaltında
Napolyon idolü besleyen ihtiraslı birer gencin, hapishanedeki arınışlarını
anlatmayı yeğler Stendhal. Kırmızı ve SiVah'm, ihtiraslarıyla aşkı arasında bir
türlü teslimiyete yanaşıp da kendini bilemeyen (ve bulamayan) Juliett'i gerçek
manada gözyaşlarını ilk kez, kapatıldığı hapishanede akıtır. İlk kez savaşa
benzemeyen bir aşkla sevdiğini fark ve itiraf eder. Lâkin pahalı bedelle alınmış
bir fark ediştir bu. Sonucu giyotin. Parma Manastırının Fabrizio'su ise
sofistike bir yaşamın ikiyüzlülüğe varan formaliteler yığını arasında
öğütülmüş, Julien'in ulaşmak istediği bu hayattan bıkmış ve nihayet din
adamlığında mola vermiş olan bir delikanlıdır. Samimi ve sun'iyyetsiz, gerçek
aşkı, Parma Kalesi'ne hapsedildiğinde fark eder. Böylesi de varmış! Ve onca
maceradan sonra Fabrizio bu kez kendi kendisini Parma Manastırı'na hapsederken
gerçek arınmayı başarır. Bir gök, bir toprak, bir duvar.
Lâkin
gerek Julien'in gerek Fabrizio'nun arınışlarının ne kadarı hapishanenin
eseridir acaba? Hapishanelerin, aldığını çoğu zaman iyice kirleterek geri
gönderdiği de yazarların gözünden kaçmaz elbet. 1832 devri mine dayanan bir
zaman aralığında kurgulanır Sefiller, bir başka ifadeyle Hugo ile eş zamanlıdır
fean Valjean. Gelmiş geçmiş zamanların bu en muhteşem romanında onun hikâyesi,
yeğenlerinin açlığına tahammül edemediği için bir somun ekmek çalarken
yakalanmasıyla başlar. Küreğe mahkûm edilir. Çarptırıldığı ceza ile suçunun
mahiyeti ve hacmi arasında kurduğu mukayesenin ölümcül keskinliği. Kendisini
yargılayan ve hükmeden mahkemenin kirliliği. Nihayetinde defalarca teşebbüs
ettiği firar. On dokuz yılın sonunda serbest kaldığında arınma şöyle dursun,
kendisini haksız yere mahkûm eden topluma karşı öfke ve nefret dolu, kirden
görünmez hale gelmiş bir varlıktır sadece. Ama neticede arınma kalpte
gerçekleşen bir şeydir ve her kalbin anahtarı farklı yerlerdedir. Jean
Valjean’ın anahtarı da Piskopos Myriel’de beklemektedir.
Fransız
İhtilâli’nin, arkasından gelen çalkantılı sürecin ve dönem hapishanelerinin
yansıdığı onca roman arasında Monte Kristo Kontu'nun müstesna bir yeri olmalı.
Fransız
İhtilâlini bizzat yaşayan ve Tuileires Sarayinı yağmalayanlar arasında bulunan
(kendi oyunlarından birinin orijinal nüshasını "çalmıştı") Aleksandre
Dumas Pere, romantik ekolün bu çok okunan ama az beğenilen yazarı, macera
duygusunu öne çıkaran, merakı kamçılayan romanlarıyla ünlü. Demir Maskeli
Adam'ında Bastille’de bir ömür boyu hapis kalmış ve kimliği meçhul Demir
Maskeli Adam mitini romanlaştırmıştı. Demir Maskeli Adam öyle bir mit ki
Voltaiere bile ona ilgisiz kalamamıştı. Keza Dumas’nm Siyah Lâle'si de yüklü
bir hapishane imgesi taşır. Büyük bölümü bir hücrede geçen bu romanda aynı anda
üç şeydir Siyah Lâle. Bir; kahramanın boynundaki esirlik halkası; iki,
yetiştirmeye uğraştığı, açtırmayı başardığı Siyah Lâle. Ve üç; esmer güzeli
sevgilisi, gardiyan kızı Rosa. Çünkü aşk da boyuna geçirilmiş bir esirlik
halkası, Güvercin Gerdanlığı, Tavk-ul Hamâme.
Aleksandre
Dumas’yı küçümsemek kolaydır. Ama o zannedildiğinden büyüktür. Monte Kristo
Adası’nı sadece açığından vapurla geçerken görmüştü. Muhayyilesi için bu kadarı
yetti. Lâkin bu baş döndürücü romanda, en büyüleyici bölümler kuşkusuz Edmond
Dantes'in, yalçın kayalıklar üzerine bir kartal yuvası gibi kondurulmuş, içine
girenin bir daha dışarı çıkamadığı, ürpertici // Şatosu'ndaki hücresinde
geçirdiği on dört yılı anlatan bölümler. Ve onun zindanını bu kadar etkileyici
kılan şey de taşıdığı "yeniden doğuş" motifi. Her yeniden doğuşun
müsebbibi var: Rahip Faria! O kadar ki Dantes on dokuz yaşında masum ve mazlum
bir genç olarak girdiği If Şatosu’ndan otuz üç yaşında, dostlarına cömert
düşmanlarına ölüm, esrarengiz ve cazip bir "yabancı" olarak çıkarken
en fazla da Faria’nın eseridir. Faria on dört yıl boyunca ona sadece yabancı
diller, hayatın bilgisi ve Monte Kristo Adası’nda saklı hâzinenin masalsı
bilgisini öğrettiği için değil. İçeri girenin bir daha diri olarak çıkamayacağı
İf Şatosu’ndan Dantes’in kaçabilmesini ancak kendi ölümüyle, kendi cesediyle
sağladığı için de değil. Ama en fazla Dantes’in hafızasında kalmış birkaç
kırıntı bilgi ve birkaç bulanık resim karesinden hareketle bir büyük resmi
tamamladığı ve Dantes’in nasıl bir komploya kurban gittiğini aydınlattığı için.
İf
Şatosu ansiklopedilerde maddesi bulunacak kadar sahih. Edmond Dantes o kadar
sahih değil, ama bugün muhafızlar İf Şatosu’nda Dantes’in hücresini büyük bir
memnuniyetle ziyaretçilere göstermekteler. İnsanın ve hayatın bulunduğu her yer
"Özgürlük Savaşçıları"
Hepsinin
ucu bir Fransız İhtilâli’ne ulaşmaz elbet ama mevcut siyasi rejim nezdinde her
aykırı söylem, sahibi için bir hapislik hazırlığı. Çünkü iktidarların en çok
korktuğu şey ihtilâl. Ve ihtilâller siyasiler kadar, yürekli şair ve yazarların
da kaleminde hayat bulan muhalif söylemlerden besleniyor. Bu yüzden yolu
hapisten geçenlerin büyük bir kısmı özgürlük savaşçısı edipler. Silvio Pellico.
İtalyan gizli örgütü, ihtilâlci Carboneria ile bağlantısı olduğu gerekçesiyle
1820’de Speilberg Hapishanesi'ne koyuldu. Bu, şartlarının acımasızlığıyla
şöhret bulmuş bir şato-zindandı. On yıllık mahpusluk hayatı Pellico’nun
sağlığını da götürdü. Af ile çıkışından iki yıl sonra hayatının eserini
yayımladı: Hapishanelerim.
Pellico
hapiste sağlığını kaybetse de aynı nedenden ötürü bir efsaneye dönüştü. Değil
mi ki hürriyet, ihtilâller elden ele geçerken, sistemler yerini karşı
sistemlere gönülsüzce bırakırken neredeyse göreceli bir kavrama, adı var kendi
yok bir Anka’ya dönüşebilir. Ama sabit olduğu yer belli. Lord Byron’un dediği
gibi:
Sen,
hiç ölmeyen özü zincirsiz düşüncenin Hürriyet, ışıldatır seni en çok zindanlar
(Chillon’a Sonnet)
Lord
Byron. XIX. asrın bu en meşhur İngiliz’i. Topaldı. Kendisi hapis yatmadı ama
bireysel özgürlüğün sınır tanımadığı bir noktada toplum kurallarını hiçe saymak
isteyen fikirleri ve yaşantısı yüzünden ülkesinden sürgün edildiği
söylenebilir. Fırtınalı ruhunun sarsıntılarını bir parça hafifleten gezilerinin
birinde, İsviçre’de, Leman Gölü’nün kıyısındaki Chillon Şatosu'nu ziyaret etti.
Bu şato, XVI. asırda yaşamış Cenevreli milliyetçi Bonivard' ın hapsedildiği yer
olarak malûmdu. Bonivard’ın ateşli ruhunun hatırası ve Chillon Şatosu’nun
kasveti Byron’un ruhunda öyle bir özdeşleşim sarsıntısı yarattı ki yazdığı
"Chillon Mahpusu" şiiri efsanevi bir şöhretin sahibi oldu.
Olayların
"ben" ağzından anlatıldığı bu meşhur şiirde Chillon mahpusu önce
özgürlük mücadele yolunda ailece savaştıklarını anlatır. Babası ve diğer
kardeşleri "dava yolunda" ölmüş, geriye kalan üç kardeş ise Chillon
Şatosu'na hapsedilmişlerdir.
"Özgürlük Savaşçıları"
Hepsinin
ucu bir Fransız İhtilâli'ne ulaşmaz elbet ama mevcut siyasi rejim nezdinde her
aykırı söylem, sahibi için bir hapislik hazırlığı. Çünkü iktidarların en çok korktuğu
şey ihtilâl. Ve ihtilâller siyasiler kadar, yürekli şair ve yazarların da
kaleminde hayat bulan muhalif söylemlerden besleniyor. Bu yüzden yolu hapisten
geçenlerin büyük bir kısmı özgürlük savaşçısı edipler. Silvio Pellico. İtalyan
gizli örgütü, ihtilâlci Carboneria ile bağlantısı olduğu gerekçesiyle 1820'de
Speilberg Hapishanesine koyuldu. Bu, şartlarının acımasızlığıyla şöhret bulmuş
bir şato-zindandı. On yıllık mahpusluk hayatı Pellico'nun sağlığını da götürdü.
Af ile çıkışından iki yıl sonra hayatının eserini yayımladı: Hapishanelerim.
Pellico
hapiste sağlığını kaybetse de aynı nedenden ötürü bir efsaneye dönüştü. Değil
mi ki hürriyet, ihtilâller elden ele geçerken, sistemler yerini karşı
sistemlere gönülsüzce bırakırken neredeyse göreceli bir kavrama, adı var kendi
yok bir Anka'ya dönüşebilir. Ama sabit olduğu yer belli. Lord Byron'm dediği
gibi:
Sen,
hiç ölmeyen özü zincirsiz düşüncenin Hürriyet, ışıldatır seni en çok zindanlar
(Chillon'a Sonnet)
Lord
Byron. XIX. asrın bu en meşhur İngiliz’i. Topaldı. Kendisi hapis yatmadı ama
bireysel özgürlüğün sınır tanımadığı bir noktada toplum kurallarını hiçe saymak
isteyen fikirleri ve yaşantısı yüzünden ülkesinden sürgün edildiği
söylenebilir. Fırtınalı ruhunun sarsıntılarını bir parça hafifleten gezilerinin
birinde, İsviçre’de, Leman Gölü’nün kıyısındaki Chillon Şatosu'nu ziyaret etti.
Bu şato, XVI. asırda yaşamış Cenevreli milliyetçi Bonivard' ın hapsedildiği yer
olarak malûmdu. Bonivard’ın ateşli ruhunun hatırası ve Chillon Şatosu’nun
kasveti Byron’un ruhunda öyle bir özdeşleşim sarsıntısı yarattı ki yazdığı
"Chillon Mahpusu" şiiri efsanevi bir şöhretin sahibi oldu.
Olayların
"ben" ağzından anlatıldığı bu meşhur şiirde Chillon mahpusu önce
özgürlük mücadele yolunda ailece savaştıklarını anlatır. Babası ve diğer
kardeşleri "dava yolunda" ölmüş, geriye kalan üç kardeş ise Chillon
Şatosu’na hapsedilmişlerdir.
Ardından
ürkütücü hapishanenin tasviri yapılır. Özellikle taş direkler üzerinde uğursuz
bir haberin sezgisiyle durulur: Chillon zindanının mahzenlerinde Yedi direk
var, gri, som taştan Her direkte bir halka var Her direkte bir zincir Kangrene
benzer bu demir aygıt Dişleri etime kenetlenir
Onlar
artık üç kişidirler ama "hem de yalnız" gibidirler. En büyükleri olan
Bonivard, kardeşlerinin ikisinin de arka arkaya ölümlerine tanık olur:
Sonuncusunu
da aynı zindanda yitirdim Yığıldığında yere Yanındaki direkteydim Rusya Sert
rejimler ve onların değişimi çabaları ile dolu ürkütücü ve bir o kadar da
hayranlık uyandırıcı bir tarihe,
insanlık
tarihinin en cesur ama felâketli deneyimlerine sahip olduğu için Rusya’nın
hapishaneleri de çok.
Koskoca bir Rus edebiyatının milâdıdır Puşkin.
Parmaklıkların altına konup kalkan bir kartalı ve onunla ruhunun özgürlüğü
arasında kurduğu benzerliği anlattığı "Tutsak" adlı şiirinde,
Zindandayım,
nemli bir karanlıkta,
derken
kendisinden sonra boy verecek bütün Rus edipleri hakkında kehanette bulunur
gibidir. Çünkü toprağa bağlı kölelik sisteminin son derece katı biçimde
uygulandığı çarlık Rusya’sında köleleştirilmiş muztarip halkın 1917 Bolşevik
Devrimi’ne giden yoldaki efendileri gibi "sahipleri" de eli kalem
tutan soylulardı. Ve bir kısmı devrimi görmeyecek kadar erken yaşamış olsalar
da geriye yazdıkları kaldı.
Babalar
ve Oğullar'ın yazarı Turgenyev, Ölü Canlar yazarı Gogol’ün ölümü üzerine bir
yazı yazdı. Yazısını sansürden kaçırarak yayımlamayı başardı ama neticeten bir
ay kadar hapis yattı. Çünkü gerek ölü Canlar yazarı, gerekse Turgenyev, toprağa
bağlı kölelerin de insan olduklarını hesaba katmaya başlamışlardı ve bu fark ediş
çar nezdinde yeteri kadar ihtilâlci bir düşünce profili veriyordu. Çernişevski.
Rusya’nın ünlü tenkitçisi. Dostoyevski ile aynı sıralarda yaşadı. 1861’de Rus
köylülerine seslenen bir beyanname yayımladı. İhtilâlci hareketleri yüzünden
tutuklanması gecikmedi. Hapishaneye koyuldu. Petrapavlovsk hapishanesi. Ve
ihtilâlci gençliğin baş yapıtlarından biri olanNe Yapmalı isimli romanını
hapishanede yazdı. Ardından Sibirya’ya sürüldü, ve saire ve saire.
Dostoyevski.
Hangi harflerle yazmalı? Sıradan bir insanı tüketebilecek ne varsa, onlar
Dostoyevski'ye yakıştı. Hapishane ve sarası. 1849'da devrim propagandası
yapmaktan tutuklandığında ewela St. Petersburg şehrinin en eski yapısı olan
Aziz Peter ve Pavel Hisarı'nda (Petrapavlovsk) Trııbetskoy Burcu’ndaki hücrelerden
birine koyulmuştu. Bu kale Büyük Petro tarafından savunma amaçlı olarak
kurulmuş fakat zindan olarak kullanılmaya başlanmıştı. Trubetskoy Burcu'nun
politik suçlular için düşünülmüş hücrelerinde ilk yatanlardan biri de Büyük
Petro'nun asi oğlu Aleksey olmuştu. Mahkûmların birbirleriyle ve gardiyanlarla
konuşmasının şiddetle yasaklandığı zindanda zaman içinde Lenin'in ağabeyi
Aleksandr'ın da aralarında bulunduğu yüzlerce bolşevik, bu arada Gorki ve
Troçki de yatacaklardı.
Dostoyevski
Petraşevski davasından Trubetskoy Burcu'na hapsedildiği zaman idama mahkûm
edilmişti. Ancak affedildikleri ve cezaları hapse çevrildiği halde idam sahnesi
sonuna kadar oynandı. Stephan Zweig, "Bir Yiğitlik Anı"nda meşhur
sahnenin oynanışını derin bir sezgi ile anlatır:
Onu
gece yarısı uykusundan uyandırıp sürüklerler. İdam alanında sabah ışığı titreye
titreye kanamaktadır. Bir teğmen dokuz kişiye haklarındaki kararı okur: Ölüm!
Dostoyevski'nin (ki metinde "adam" olarak zikredilmektedir) sırtına
ölüm gömleği geçirilir. Sıcak bir bakışla arkadaşlarını selâmlar. Rahibin
elindeki haçı öper. Direklere bağlanırlar ve gözleri de bağlanmadan önce o,
görebildiği her şeye son bir kez bakar.
Ve
adanı
Bu
gördüklerinin
Sonsuz
körlükten önceki son görüntü olduğunu biliyor
Bütün
bir kaybedilen geçmiş ve göğsünü dolduran yüzlerce şey ruhunda çağıldar. Kazak
askerlerinden oluşan ölümmangası, tüfeklerin mekanizmasını şakırdatır.
Trampet
sesleri havayı parçalar. Saniye bin yıl olur. Fakat son anda: Dur! Çar adına!
Beyaz bir mendil sallanır ve bir subay af emrini okur. Dostoyevski’nin bütün
ıztırap çekenlerin seslerini ve bütün bu seslerin eşsiz bir uyumla gökyüzüne
doğru yükseldiğini fark etmesi o anda olur. "Yıldızın Parladığı An."
Zweig’in
ısrarla Dosto’da görüp de hapse düşmüş olan diğerlerinde, Verlaine’de, Wilde’da
göremediğini ifade ettiği şey budur işte. Kendi ıztırabında bütün bir
beşeriyetin ıztırabını görerek bu yaradan korkmamayı öğrenmesi. Bu çok engin
bir deneyim, herkese nasip olmayacak bir yaşantıdır. Fakat bedeli çok ağırdır.
Sonsuz acılar içindeki evreni bir an içinde ve bütün varlığı ile hissetmesi
Dostoyevski’ye ilk belirgin sara nöbetini armağan eder. Ve o anda, oracıkta,
ağzından köpükler saçarak yere yığılıverir:
Ak
köpükler sızıyor dişlerinin arasından Değişiyor çizgileri yüzünün İhtilâçlar
içinde Ama mutlu gözyaşları Sırtındaki ölüm giysisini ıslatmakta
Dostoyevski’nin bundan sonra olacağı ve yazacağı ne varsa hepsi de bu
"an"da özetlenmiştir.
Bakışları
Öyle
başka, bambaşka Öyle kapanık ki içine Ve titreyen dudaklarının çevresinde
Karamazovlar'ın sapsarı kahkahası sallanmakta Ölüm cezası ağır hapse
çevrilmişti. Sibirya’da bir kale olan Omsk Hapishanesi’nin yolu böyle açıldı
Dostoyevski’nin önünde. Altıgen bir avlunun içindeki Omsk Kalesi’nde dört yıl
âdi suçlularla bir arada kaldı. O kadar ki bunların birçoğu insan olmaktan
çıkmıştı âdeta. Fakat Dosto. "Yıldızın
Parladığı
An"m bilgisiyle hepsini önce insan sonra suçlu olarak algılamayı başardı,
hepsini kutsadı. Çünkü İsa en kirli ruhun bile içinde barındırdığı bir safiyet
noktasından emindi ve her şey de o noktaya avdet için değil miydi? Bu yüzden
Dosto., onlardan kaçmadı, onlara yaklaştı.
Dosto.
Omsk’ta bir an bile yalnız kalamadı, İncilden başka hiçbir şey okumasına izin
verilmedi, kağıtsız ve kalemsizdi, yazmak yasaktı. Oysa o "Yazamazsam
ölürüm/’ diyordu. Yazabildi de. Cezaevi doktorunun uzgörüsüyle yazıp
saklayabildiği notlarını dört yılın sonunda yine Sibirya’da yaşamak zorunda
olduğu süre içinde Ölüler Evinden Hatıralar adıyla yayımladığında Rusya’da yer
yerinden oynamıştı. Beşer ıztırabını perdesiz peçesiz, süssüz özentisiz anlatan
bu kitapta Dosto., hapishaneyi önce "Yaşayan Ölüler Evi" olarak
adlandırmıştı. Sonra "Yaşayan"ı düştü, "Ölüler" kaldı.
Mayakovski.
Rus devriminin aşk yüzünden intihar edecek olan çocuğu. Bolşeviklere katıldığı
için birkaç kez tutuklanıp sonunda on bir ay hapis yattığında on beş yaşını
doldurmamıştı bile. O da hapishanede yazdı. Ama çıkarken, yazdıklarını
gardiyanlar elinden aldı. Üzüldü. Lâkin gerçek şiirini kurduğu zaman arkasında
kalan şiiri hatırlayarak, "Ya basılmış olsaydı," diye tebessüm etti.
Rusya’da
çarlık devrimcileri hapsetti. Sovyetler’de devrimciler gelenekçileri hapsetti.
Aynı hapishanelerden geçip durdu yolları. Sadece içeridekiler dışarı
dışarıdakiler içeri. Ancak öyle bir zaman geldi ki devrim kendi çocuklarını da
yedi. Zamyatin. Kuzinin. Babençikov. Soljenitsin. Hepsi devrim tarafından
hapsedilen devrim çocuklarıdır. İşin ilginci Zamyatin hem çarlık hem Sovyetler
döneminde hapistedir. Soljenitsin ise Çarlık
Rusya'sını
hiç tanımamıştı. 1918 doğumlu. II. Cihan Harbi'nde cepheden, Stalin'i eleştiren
bir mektup yazması tutuklanmasına sebebiyet verdi. Sekiz yıl hüküm giydi.
Yetmedi. Arkasından sürgün yılları geldi. Sibirya!
Aslında
Rusya, tekinsiz hapishanelerinin yanı sıra dünyanın en büyük açık cezaevine de
sahip! Sürgünlüğü kapsam dışı tutan bu yazı boyunca mahpuslar arasında adı
geçmeyen Rus şair ve yazarlarının tamamının mutlu mesut yaşadığı zannedilmesin.
Sibirya kuzeyde öyle geniş bir açık cezaevi gibi uzanırken Rusya'nın zindanlara
çok da ihtiyacı yoktu. Gelmiş geçmiş sürgün yerlerinin en meşhuru, en zalimi ve
en bereketlisi. Bereketli çünkü Rus toplumunun üst kimliğini teşkil eden Rus
romanının da temel izleklerinden birisi.
Dimitri'siyle
Karamazov Kardeşler, Raskolnikov'uyla Suç ve Ceza; Katyuşa ve Nehliidov'uyla
Diriliş. Bütün bu romanlarda yer alan ve toplum nezdinde "kirli"
kahramanların Sibirya'ya, hapishaneye ve onun mahkûmlarına yaklaştıkça
arınmalarının nedeni basittir elbet. Bütünüyle Sibirya, Hıristiyani temeller
üzerinde yükselen Rus romanının çarmıhıdır. Orada acı çekilir, acının nedeninin
idrakine varılır ve arınılır. Arınma bedenin çektiği acıyla kalpte
başlamaktadır. Vicdanın sesi ancak çile çekince susuyor. Bedel, ödendiği anda
yerine huzuru ikame ediyor. Ateş yakıyor, yakınca pişiriyor. Sonrası? Aydınlık
bir Paskalya sabahı, yıldızlı bir gökyüzü, içte, tartışılması mübah olmayan
ahlâk yasası: Merhamet. Yeniden doğulur. "Bir düş gördüm beyler." Hay
rolsün!
Moskova Mahkemeleri
Her
hapislik elbet bir trajedi içerebilir. Geriye "yazı" bırakılmış
olması bu trajediyi paylaşılır kılar. "Kâğıt ve kalem kullanmazsam burada
yaşayamam" diyenlerden birisidir aykırı yazgısı ihtilâller tercümanı olan
Nikolay Buharitı. XX. asrın ünlü Marksisti, Sovyetler’in önde gelen kuramcısı.
Sovyet Rusya’nın kurucusu, ömrünün iki ayrı döneminde hapiste olan Leniriin
sürgün arkadaşlarındandı ve politikayı yazıyla birleştirmişti. Büyük idealinin
gerçekleştiğini görecek kadar bahtlı, aynı idealin dönüştüğü sistem tarafından
vurulacak kadar da bahtsızdı. Ve kaderinde yalnız değildi. Kaderin adı Stalin.
Moskova Mahkemeleri.
İdealinden
asla vazgeçmemekle birlikte, onun Stalin elinde bir tiranlığa dönüştüğünü
"görmesi," Buharin’in kendisini Lubyanka Hapishanesi'nde bulmasına
neden oldu. Yaklaşık bir yıllık bir sürenin sonunda Mart 1938’de idam
edildiğinde hücresinde bitirilmemiş otobiyografik bir roman, şiirler, felsefi
ve politik yazılardan oluşan elyazmaları bırakmıştı.
Buharin
kırk altı yaşında kurşuna dizildiği zaman karısı yirmi üç yaşındadır sadece. Anna.
Anna’ya yazdığı ve sahibine ancak köprülerin altından ne sular geçtikten sonra
ulaşabilecek olan mektuplarının birinde Buharin, akıbetini sezen bir ruhun
yangınını taşımaktadır: "Bizi büyük bir ıztırap bekliyor. Elveda
Sevgilim." Fakat mektuplarının Stalin’e yazılmış birkaçında o asıl,
elyazmalarının akıbetinden canhıraş bir feryatla endişe etmektedir:
"Elyazmalarımın çoğunu cezaevinde, geceleyin, harfleri tek tek yüreğimden
kopararak kaleme aldım. Bu yazıların kaybolmaması için size tüm gücümle yalvarıyorum.
Çalışmalarımın yok olmasına izin vermeyin."
Buharin’in
elyazmalarının arasında şiirler vardı. Bir kısmı gencecik bir kadına, dahası
çocuğunun anasına duyduğu derin bir aşkı anlatan bu şiirlerin birçoğu uzun,
bıktırıcı ve yorucu gece sorgularından sonra kaleme alınmıştı. Buharin bu kadar
yazıyı nasıl yazdı? Üstelik ne düzeltilmeye ne parlatılmaya zamanı olan bu
hacimli elyazmaları sadece bir yıla sıgdırılmıştı. Yazmaktaki ısrarın nedeni
açık: Bir politikacı olarak geleceğe temiz bir resim bırakma arzusunun yanı
sıra, acıyı katlanılır kılan sanat eserine/yazıya dönüştürülmesi, Buharin bunu
biliyordu.
Buharin,
Moskova yargılamalarının yediği başlardan bir baştı sadece. Ama döneminin pek
çok entelektüeli gibi 1930’lu yıllarda komünizmin cazibesine kapılan
Budapeşteli
yazar Arthur Koestle/in meşhur romanı Gün Ortasında Karanlık, bu bir bir yenen
başlardan genel bir resim çıkarır. Hayal kırıklığının resmidir bu. Üstelik
uğrunda hapis yattığı şey tarafından hapsedilmek, hiç olmazsa yargılanmak,
tarihin garip olmayan cilvesidir. Ve bu tarih üç aşağı beş yukarı, başlangıçta
"komünist casus" olduğu gerekçesiyle Franco İspanyasının
zindanlarında idam mahkûmu olarak üç ay hapis yatan kısacası komünist ideal
uğruna acıyı göze alan Koestler’in, daha sonraları Komünist Parti’den
istifasına neden olacak hayal kırıklığı-ümit kesimi özgeçmiş serüveninden de
okunabilir.
İdama
mahkûm edilmiş biri olarak İspanya zindanlarında geçirdiği üç ayın hikâyesini
Koestler, kurtulduktan sonra İspanya Vasiyetnamesi adıyla yayımlamıştı. Ama
ruhunun asıl portresini Spartaküs romanında dile getirdi.Spartaküs, bilindiği
gibi Hıristiyanlığın ilk yıllarında köle kitlelerinin ayaklanmasını yöneten bir
gladyatördü ve sahip olduğu stratejik yetenek generaller ayarındaydı. Spartaküs
romanını ilginç kılan şey ise Koestler’in öznel tarihçesinde tecrübe ettiği
zindanın ruhunda yarattığı acıyı, özgürlüğün önlenemez insiyakını ve tutsaklığa
duyduğu beşeri öfkeyi Spartaküs kimliğinde yansıtmasıydı. Spartaküs'e kendisini
yüklemişti Koestler.
Gün
Ortasında Karanlık'a dönersek: Tamamı dar bir hücre, karanlık bir sorgu odası
ve infazların gerçekleştirildiği bir mahzende geçen Gün Ortasında Karanlıkla
Koestler'in söylediği bellidir aslında: Ruba şovr u önce yargılayan sonra idam
eden mantık bizatihi Rubaşov'un kendi eseridir. Ne ki bir roman kahramanı
olarak Rubaşov'un, bir sistemin kurulabilmesi ve korunması için estirilmesini
miibah gördüğü terörün mübahlığından şüphe duyabilmesi için beşer ıztırabım
yakınen bilmesi gerekmiştir.
Üç
gün işkenceden geçirildikten sonra Rubaşov'un hücresinin önünden sürüklenerek idama
götürülen Bogrov, idamı soyut terimlerle düşünmeye alışmış olan Rubaşov'un
beşer ıztırabmı nihayet fark etmesini sağlar. Yazık ki onun başladığı yerde her
bir şeyin de hükmünü yitirdiği beşer ıztırabmı fark edebilmesi için Rubaşov'un
da kendi başını vermesi gerekmiştir.
"Lânetliler"
Yüce
bir ideal uğruna acımasız dalgaların önünde direnenler var. Kendi ideali
tarafından öğütülenler var. Ama bazen de su, önüne kattığını sürükleyip
götürüyor, "âdi suç"tan yatanlar var: Francois Bacon. Londra
Kulesi'ne hapsedilmişti. Suçu, müsrif karısının masraflarına yetişebilmek için
rüşvet almak. Cervantes, bu ne kadar maceralı bir hayattır ki böyle
İnebahtı'nın tek kollusu, Korsan Deli Memi'nin Cezayir zindanlarındaki Navarin
tutsağı; kaçmayı başarıp da ülkesine döndükten birkaç yıl sonra "yolsuzluk
iddialarıyla" kendisini zindanda bulmuştu. Don Kişot zindanda yazılmaya
başlandı. Maceralar kralı İtalyan Casanova. Kumar, hiciv, hile, büyücülük,
casusluk iddialarıyla beş yıl hapse mahkûm edildi. Dükalık sarayının zindanına
atıldıysa da kaçtı. Zindandan kaçışının kitabını yazdı. Andre Malroııx. Fransız
sömürgelerinden birinde sanat eseri hırsızlığı suçlamasıyla boyladı zindanı.Dr.
Faustus, Timurlenk gibi oyunlarıyla meşhur İngiliz tiyatro yazarı Marloıve,
karıştığı kavgalardan dolayı birkaç kez hapse girip çıktı. Su testisinin su
yolunda kırıldığı doğru galiba, ölümü de kavgayla sonuçlanan bir içki
meclisinde oldu. Zimmetine para geçirmekten hapse atılan O'Henry kendisini
yazmaya tam anlamıyla ancak hapishanede verebilmişti. Lâkin su testisi su
yolunda kırılırken Jack London'un ters yönde ilerleyen hikâyesine ne demeli?
Jack London. Demir Ökçe yazarı, "ayyaş bir serseri" iken "kafası
ile yaşayan" biri olmaya karar verdi. Sosyalizmi benimsemesi gecikmedi.
Nutuklar verdi ve kendisini hapishanede buluverdi. Kimi de arada gümbürtüye
gider, kurunun arasındaki yaş gibi yanıp tüter. Bütün suçu siyasi bir suikastin
düzenlendiği sokaktan geçmek olan Nerval, Saint Peldgie Hapishanesi’ne atılır.
Kendisini bir sokak fenerine asacağı zamana daha varsa da, düşleriyle
gerçeklerinin sınırını karıştırmaya epeydir başlamıştır.
Kimi
şaşırtıcı ya da trajik "âdi" suçlarla geçer kayıtlara, kimi
gümbürtüye gider.
Kimi
de işlemediği "âdi" suçunun ağırlığını ömür boyu üzerinde hisseder:
"Guillame sana bir hal oldu." Mahkemede aklanmış olsa da, pis bir
hikâye olsa da yaşadığı, adı bir kere karışmıştır. Fransız şiirinin yön
değiştiricisi, Roma doğumlu Guillame Apollinaire tipik bir mağdurdur, eğer Picasso
ile birlikte "sanat eseri çalıp satma" çetesini gerçekten kurmamışsa.
Yüce bir ideal uğruna her şeyi göze almak ve eziyete katlanmak hiç olmazsa
teorik manada güçlü kılar insanı. Apollinaire’m yakasını uzun süre bırakmayacak
olan tedirginlik, çektiği acının hiçbir şeye hizmet etmiyor olmasından
kaynaklanmış olsa gerek.
Bir
idam hükümlüsü iken yazdığı "Asılmışların Baladı" mı, nasıl olduğu
bile belli olmayan ölümü mü onu böyle ilginç kılıyor bilinmez ama bir yanı edip
bir yanı âdi suçlu, bu garip isimlerin arasında Vıllon'un müstesna bir yeri
var.
Daha
on beşinci asırda modern şiirin başlangıcında duran VilloıVun maceralı hayatı
oradan oraya savrularak geçti. Önce bir soyguna katıldı. Bir hapis. Sonrası
yıllarca kötü yollarda volta atış. Bir aşağı bir yukarı. Hapishanenin kendisine
düşeni bir daha bir daha çektiği doğru galiba. Villon o kadar kötü şartlarda
yaşadı ki ilk şiirleri yayımlanmaya başladığında büyük ihtimalle hayatta bile
değildi. Şiirleri arasında idam edilmişlerin ağzından yazılmış "Asılmışların
Baladı" haklı bir şöhretin sahibidir ama en fazla da ürperticidir:
Madem alnımıza yazılmış ölü
Villon
"Asılmışların Baladı"nı yazdığı zaman ölüme mahkûm edilmiş bir
tutukluydu. 1462 yargılaması. Sonrası karanlık. Nerede ve nasıl öldüğü
bilinmiyor.
Bir
kısmı yaptığının kötülüğünü bilerek yatar. Kader kurbanıdır, şartlar zorlar,
iradesine hakim olamaz, istemeden yapar. Bir kısmı ise kötülükten felsefe
çıkararak yatar. Lânetli şairlerdir bunlar. En ilginçlerinden biri,
ilginçlikten çok öte etkileyici, Marquis de Sade. Sad Markisi. Adı Donatien
Alphonse. Aykırı suçların aykırı efendisi. Kendisini uzun süre bir lânet takip
etti. Eserleri yasaklandı. Hapishaneden Mektuplar, İngilizce’de bile yeni
yayımlandı. Türkçe’ye uzun süre çevrilmemesi bu lânetten.
Sade
Markisi bir soyluydu. Büyük devrimin arefesinde yaşantısındaki sefahat ve
rezaletin sıradışılıgı yüzünden hapsedildi. Arka arkaya iki şato. Serbest
kaldı. Yine. Ölüme mahkûm edilmeler. Kaçmalar. Kovalamacalar. Bir kaleye
kapatılmalar. İhtilâl koptuğunda Bastille'deki yedi mahkûmdan biriydi. Suçunun
tecavüz olduğu söylenir. Ona devrim bile tahammül edemedi. Ömrünün büyük
kısmını hapishanelerde geçirdi, yirmi yedi yıl. Yetmiş dört yaşında öldüğünde
bir tımarhanedeydi ama deli değildi. Elbet epeyce tevatür. Böyle bir malzemeye
hangi halkın muhayyilesi dizgin koyabilir ki?
Sade'ın
yazdığı ve yaşadığı, kötülüğün kitabıydı. O, bireysel özgürlüğün sonuna kadar
yaşanması adına, akla gelebilecek her türlü ahlâkı bir tabuya indirgeyerek
yıkarken "Sadizm" terimine de ismiyle köken oluşturdu. Toplumsal
kabul gören değer yargılarıyla kıyasıya çatışıyor olması Sade'ı kendi
"ahlâkını" yaratmaya itmiş olmalı. Başka türlü nasıl ayakta durulur
ki? Çünkü baş eğmeyecek denli güçliiydü. Sade'ı "keşfeden" XX. asır
eleştirmenlerinin (daha zamanında Voltaire ona bir mektup yazmıştı. Sonraları
Kötülük Çiçekleri şairi Baudelaire ve Apollinaire sık sık ondan feyz aldılar)
kuwetli bir örneği olarak, ilginç bir etüdün sahibi olan Camus'ye göre
"Yirmi yedi yıllık hapishane yaşamı insanı uzlaşmacı" kılmaz.
"Hapishanelerde düş kurmanın sınırı yoktur, gerçeklik hiçbir şeyi
frenleyemez. Zincire vurulmuş akıl, öfke olarak kazandığı şeyi saydamlık olarak
yitirir." Sade kaybeder ama gene de çok önemlidir ve Apollinaire haklı
çıkar: XX. asır Sade'ın ipoteğindedir.
Jean
Genet. Anasız babasız büyümüş, on yaşından itibaren ıslâh evlerinin gediklisi
olmuş bu şair-yazar, kendi hayat hikâyesini Bir Hırsızın Günlüğü'nde anlattı.
Camus,
XVIII. asırdan Sade’ı keşfederken, Sartre’ın başyapıtı XX. asırlı Genet üzerinedir.
Sartre, ömrünü "kötülüğe" vermiş Genet’yi anlamaya çalışır. Çağdaş
dünyanın ırk ve toplum ön yargılarını kıyasıya eleştiren Genet kötülüğü
sınırsızca alır sınırsızca verir. Neticede kötülüğü azizlik ile telife yeltenen
bir Genet çıkar ortaya.
Sartre’ı,
Saint Genet-Aziz Genet noktasına getiren, çemberin hikmetinde aynı noktanın
birbirine hem en yakın hem en uzak iki nokta anlamına geldiği gerçeği ve teorik
ahlâkla ahlâksızlığın nerede ayrıldığı sorunsalıdır. Sartre’ın, Genet’yi
anladığını düşünebiliriz belki ama Genet’yi (Sade’ı ve diğerlerini)
anlayamayız. Sonuna kadar yaşanmak istenen bireysel özgürlüğün toplumsal
kurallarla ve yasalarla çeliştiği yerde, yani ki ahlâkın göreceli bir tabu
olduğunun pratiğinin yapıldığı yerde, bireyi ve toplumu yönlendirecek bir şey
olmalı. Yoksa anarşizm başlar. Byron ve Sade’a ve
Gene
t’ye XX. asır münekkitlerinin atfettiği kıymet bu anarşizmin, tartışılması muaf
olmayanı tartışmalarının cazibesinden. Sade ve Genet evet, değer ölçüleri
sağlam olmayan dünyalarda yaşıyorlardı. Ama, yine de, bir sisteme ve onun
değerlerine baş kaldırırken önyargıları yıkmak adına değersizleşmeye doğru
gittikleri için! Yozlaşmış ve çığırından çıkmış bir dünyanın kokuşmuş değer
ölçülerine baş kaldırırken değersizleşmeye düştükleri için. Daha iyisini teklif
edemedikleri için. Eleştirdikleri toplumdan daha az değil daha çok düştükleri
için. Bu tür bir egemenliği alaya alırken, mutlak egemenliği reddetmek
noktasına da gelip dayandıkları için. Ahlâkın da üzerinde ahlâk, ilkelerin de
üzerinde ilke olduğunu bilmedikleri için. Hepsinin de çıkıp çıkacağı son-uc
Nietzsche’den fazlası değil. Lânetin cazibesi var ve hiç kimse şeytanı inkâr
edemez. Ama unutulmamalı, mutlak ahlâkın tartışması yoktur.
Aykırı Suçlar
Modern
dünyanın şiir temelini atanlardan birisidir Parisli şair Verlaine. Bir mektupla
değişir hayatı. Kendisinden de fazla macera dolu bir hayatın sahibi olan
Rimbaud’yu ewelâ mektupları ve şiirleri ile tanıyıp da hayatının şairi ile
karşılaştığını anladığında, bir belâyı çağırır gibi çağırmıştı onu:
"Geliniz yüce yürekli dostum, çağırıyor ve bekliyorum sizi." Ve gelir
Rimbaud. Aralarındaki şeyin adı kendilerince aşktır. Bu yüzden bitişi de
vardır. Med-cezirli bir serüvenin sonunda Rimbaud sevgilisinden ayrılmak
isteyince kopar kızılca kıyamet. Kimin kimden ayrılmak istediği belli değildir
aslında. İki el ateş eder Verlaine. Rimbaud bileğinden yaralanır. Verlaine’e
ise iki yıl hapse mal olur bu atış ama göründüğünden daha pahalı bir bedeldir
bu. 1873-1875 arasında Verlaine, Mons’ta, hapishanededir. Bir ara dine sığınır
gibi olsa da, ruhu o dört duvar arasında, "o sihirli şatoda" yeniden
yaratılsa da, içeride bulduğunu dışarıda kaybeder. Hâlâ Rimbaud’nun peşindedir:
Tanrım
beni aşkla yaraladın
Ve
yaranı hâlâ işliyor
Ta
ki o büyük ve hadiseli kopuşa kadar. Sonrası içkiye verilmiş, düzensiz ve
sağlıksız bir hayat. Ve bir eser: Hapishanelerini. 1896’da öldüğünde sefalet
içindedir.
Verlaine.
Ancak eksiksiz bir aşkın ve kusursuz bir güzellik duygusunun kalkındırabileceği
bu bünye eksik kalmaya mahkûmdu. Çünkü aşkı eksik yerlerde aradı. Rimbaud
"olayında" aşka rağmen karşılıklı bir ruh anlaşmazlığı da mı ardı?
Rimbaud "mahkûm gemilerin sularında" yüzemeyeceğinden bahsederken,
(şüphesiz kastettiği mahkûmiyet Verlaine'in Mons mahkûmiyetiyle ilgili değildir)
sevgilisinin içli lirizmini horgörüyle karşılıyordu. Verlaine de kendisinden on
dört yaş küçük Rimbaud'nun iddialarının ne kadar yüksekte olduğunu anlayamazdı.
O kadar yüksek ki, silâh taciri, uyuşturucu kaçakçısı, esir pazarlamacısı olan
bu adam dünya şiirine yön verecek şiirini tamam ettiğinde sadece on dokuz
yaşındaydı ve Verlaine'in hatırası sarılı bir kol ve kader çizgisi iyice
bozulmuş bir elle tamamladığı "Cehennemde Bir Mevsim" son şiiriydi.
Zweig'ın müthiş imgesiyle, kapıldığı dalganın onu da geri fırlatmasına çok
zaman kalmamıştı.
Ve
Oscar Wilde. Hayatı bir hayli hafife aldı ama hayat tarafından taşınamayacak
kadar da ağırdı. En fazla ışık saçtığı anda düştü hapse, karanlık daha çok
çöksün diye.
Wilde
da eşcinsellik gibi dönem Londra'sının bile yüz kızartıcı saydığı bir suçun
hükümlüsüydü. Olağanüstü güzellikteki "Bossie" ile tanıştığında otuz
yedi yaşındaydı. Aralarında gelişen aykırı sevda uğruna Wilde karısını ve
çocuklarını terk etti. Egzotik ülkelere uzanan yolculuklara çıktılar. Ancak
Bossie'nin babası, oğlundan kolay vazgeçmek niyetinde değildi. Wilde'a hakaret
etti. Wilde adamı mahkemeye verdiyse de dava onun aleyhine işlemeye başladı.
Wilde'ın olağanüstü zekâsı ve hitabeti, "Adını koymaya ciir'et edemeyen
aşk" mısraı ile başlayan konuşması salonu alkışa boğduysa da sonuç
değişmedi. Hüküm iki yıl.
Lükse,
gösterişe, sun'iyyetin, sofistike olanın sanatsal görkemine ve
"kusursuzluğuna" alışmış olan Wilde kendisini bir anda karanlık ve
"iğrenç" bir hücrede buldu. İngiltere'de hapishaneler o yıllarda
dehşet vericiydi. İlk üç ay dış dünya ile ilgisi kesildi. Bir hayli kilo verdi.
Hayatı bir sanat eseri gibi "oynamaya" alışmış olan ünlü oyun
yazarının hayatın gerçeğiyle burun buruna ilk gelişiydi belki de bu. Tezat o
kadar sertti ki Dostoyevski ile Wilde’ı hapishaneyi taşımaları bakımından
mukayese eden Zweig, Dosto.’nun, Omsk yaşamında, hayatın acı damarından
beslenerek var olduğunu, Wilde’ın ise yıkıldığını söyler. Gerçekten de Wilde
hapishaneden çıktığı zaman karısı çocuklarını da götürerek kendisinden
ayrılmış, beş parasız, işsiz güçsüz bir adamdı. Toplum tarafından dışlanmıştı.
Bunlar değil, en korkuncu, bütün bunları taşıyacak gücü kaybetmiş olmasıydı.
Sadece iki yıl yaşadı.
Wilde,
hayatın sert yüzünün "bir tiyatro oyunu çıkmayacak kadar korkunçlaştığının
farkına ancak hapishanede varmış olmalıdır. Bir bakıma, hayatta sadece hayatta
kalmanın sırrına vakıf olanların iyi bildiği; gurur, formalite, nezaket, hatta
insaniyet gibi "aristokratik" kuralların defterden silindiği sahifeye
çoktan gelmiştir o. "Bizim için tek mevsim vardır, keder mevsimi (....)
Mahkûmun hücresinde hep alacakaranlık hüküm sürer, kalbinde hep gece yarısının
hüküm sürdüğü gibi."
Andre
Gide’e, Ölüler Evinden Hatıralar'ı, bütün Rus edebiyatı gibi merhametinden
dolayı büyük bulduğunu söyleyen Wilde, hapishanede Dante, Cehennem okumayı tercih
etmişti. Ama o da hapishaneden çıktıktan sonra yayımlayabildiği iki şeyden biri
olan risaleyi De Profundis (ölü için okunan tevbe duası) olarak adlandırmıştı.
Lâkin
hayat tarafından öğütülmüş bu adam lanetlenmiş bir yazar olarak kendisini
yapayalnız bulduğunda yayımladığı iki şeyden diğeri, en sert görüntüsüyle
hapishane hayatının şiiri oldu: Reading Hapishanesi Baladı. Reading, iki yılda
birkaç hapishane değiştiren Wilde’ın konulduğu son hapishaneydi.
Wilde
üzerinde altı ay çalıştığı ve kendisini daha öncekilerin yormadığı kadar yoran
bu uzun şiirini C. 33 olarak imzalamıştı, hapishanedeki yaka numarası. Bu uzun
şiirde Wilde kıskançlık yüzünden karısını öldürdüğü için hüküm giymiş olan,
Kraliyet Muhafız Alayı Süvarisi Charles Tlıomas'ın idamını yine Charles
Thomas’m ağzından anlatmaktadır. Iztırabın ruha asıl değdiği nokta, idam
edileceğini bilen bir adamın gündelik yaşayışındaki sıradanlıktadır. Ve onun
ölümünden sonra geride kalanların yaşayışında. Her şey olup da hiçbir şey
olmamış gibi. Yani her şey yine de yaşamakta düğümlenmektedir:
Onun
kadar büyük tutkuyla Kimse bakamazdı gün ışığına
Wilde’ın
Balad’daki kimi mısraları, hapishane şartlarında geliştirilmemesi neredeyse
mümkün olmayan bir empatinin eseridir. Ve dehşet elle tutulacak haldedir:
Geçmişte
hiç gözyaşı dökmeyip de Yeni ağlayanları uyku tutmaz Korku bizim gibi
başkalarının Korkusunu yaşayanı uyutmaz
Wilde’ı
asıl dehşete düşüren şey ise, idamlık olanın kendi ölümünün somutluğuyla ölmeden
ewel yüz yüze gelmesidir. Yeni kazılmış bir mezar, asılmadan ölmesin diye nöbet
tutan gardiyanlar, dikilen darağacının çekiç sesleri. Bunlar onu çıldırtabilir.
İnfaz
yeri hapishanenin ambarıdır. İdam sabahı bütün tutuklular kapalı tutulmuş,
hükümlü iki yanında iki gardiyan, ambara götürülmüş ve kendi tabutuyla yüz yüze
gelmiştir. Hiç kimse onun gibi;
Görünüşü
korkunç ambara girerken
Kendi
tabutuyla yüz yüze gelmez
Ve
o "Katil bir gerdanlığın ortasından" son bir kez gökyüzüne bakar.
Şimdi Reading Hapishanesinin bahçesinde utanç dolu bir mezar... Ve o toprakta, ne
kırmızı ne de beyaz bir gül büyüyebilir
YVilde
siyasi suçlu değildi. Üstelik suçu döneminin en fazla lanetlediği bir suçtur.
Fakat o "Reading Hapishanesi Baladı"nda yani hayatının son iki eserinden
birinde, suçun mahiyetinin önemini yitirdiği ve geriye sadece cezanın acısının,
beşer ıztırabının kaldığı yerden seslenmektedir. Ama yine de yıldızın
parlayamadığı an. Kuşku yok ki bu yüzden Wilde'ın eserleri arasında bir Reading
Hapishanesi Baladı bir de çocuklarını oyalamak için anlattığı peri masalları bu
kadar cana yakın durmaktadır.
II-Doğu
•
Islâm Dünyası
İslâm,
varlık nedeni ibadet olan insanın bugünkü manasıyla hapsedilmesine karşıdır.
Kuralları ayrıntılarla belirlenmiş olan had ve kısas, suçlunun, cezasını
ödedikten sonra toplumsal yaşama geri dönmesine izin verir. Bir başka ifadeyle
İslâm, suçluyu, ödenmiş bir bedelin zalim ve mazlum cephesinde azaltılmış
gerilimiyle topluma iade etmektedir. Keza, suçun
kişiselliği, yani sadece
suçlunun
cezalandırılması, İslâmî geleneğin başlangıcında temel prensiptir. Oysa uzun
süreli hapis, suçlu kadar onun ailesinin de cezalandırılması anlamına gelmekte
ve İslâmî anlayışla çelişmektedir.
Hazreti
Peygamber salla'llâhü aleyhi ve sellem zamanında Müslümanlar hapishane adlı bir
mekânı tanımıyorlardı. Yargı süresince ya da kesinleşmiş infazın gerçekleşmesi
anma kadar tutuklular Mescid'in koridorlarında bekletilirlerdi. İlk
hapishanenin Hazreti Ömer zamanında satın alman büyük bir ev olduğu söylenir.
Ancak uzun süreli hapis yine yoktur. Ki İslâm âlimleri hapsin en azını bir gün
en uzununu da altı ay ile bir yıl arasında değişen bir süre olarak ifade
ederlerdi.
Ancak
İslâmiyet'in tarihi siyasi tarihle daha çok içiçe geçerken ve bu içkinlik artık
ahiretten çok bu dünyaya bakarken, bir başka ifadeyle hilâfet saltanata,
halifeler sultana dönüşürken başladı daha çok zindan kullanımı. Emevilerle
başladı Abbasilerle katmerlendi, diğerleriyle sürüp gitti. Kimi öldürünceye
kadar, kimi cezalandırmak, kimi uslandırmak için. Kimi de başka bir şey yapamadığı
için. Mevcut söylemle çelişen her söylem cezalandırılmak tehlikesiyle karşı
karşıya. Öyleyse ilim, din ve siyasetin birbirinden ayrı olmayan ırmaklardan
aktığı Ortaçağlarda İslâm âlimleri ve sufiler tehlikede.
Imam-ı
Azam Ebıı Hanife. Numan bin Sabit. Ömrünün çizgisi Emeviler ve Abbasiler
üzerinden yürüdü. Hanefi mezhebinin kurucusu. Hilâfetin Emeviler'den
Abbasiler'e geçişine, vahyin kapanan kapılarından giderek daha da
uzaklaşıldığma tanık oldu. Bir yandan dünyevileşen şey bir yandan da siyasileşiyordu
ve siyasetin bulaştığı her yerde hapis vardı. Emevi saltanatının
"saltanatını" tenkid edenler, ki onlar ancak korkusuz âlimlerdi,
gönülleri alınmak için makamla taltif edilmek istendi. Susturmanın bir yolu da
lütuf! Ebu Hanife de bunların arasındaydı. Kendisine Küfe kadılığı verilmek
istendi. Ama onunkisi istiğna. Dünya devletini reddetmesinin karşılığı bir
zindan karanlığı. Horlandı. Dövüldü. Zulme uğradı.
Ebû
Hanife katlanmayı tercih etmişti. Lütfü reddetmenin karmaşık siyasi şifresinin
çözümü tehlikeli mesajlar içeriyor olmalı ki aynı şey onun başına Abbasiler
zamanında da geldi. Bu kez reddettiği şey Bağdat Kadılığı. Neticesi ise yeniden
hapsedilmek, dövülmek ve işkence edilmek oldu. Rivayet muhtelif, hapisten
çıktıktan kısa bir süre sonra öldüğü ya da hapisten ancak cenazesinin
çıkabildiği söylenir. Zulme uğramasına sessiz kalan halk, tepkisini cenazesine
verdiği omuzla belirtti. Elli bin kişi.
Halife
dünya devletinin ve Süleyman'ınki kadar büyük de olsa saltanatların ne kadar
geçici olduğunu biliyor olmalıydı ki, kendisinden geriye bir âlimin zindanıyla
kirlenmiş bir hatıra kalsın istemedi. Ebû Hanife'nin cenazesinde bizzat hazır
bulundu. Yetti mi? Zahiri!
Hanbeli
mezhebinin kurucusu olan Ahmed bin Hanbel, Abbasi Halifesi Me'mun tarafından
hapse atılmıştı. Nedeni; Kur’an'm mahlûk olduğunu söylemesini isteyenlere karşı
çıkması. Bazı arkadaşları, zulümden kurtulmak için sathi olarak isteneni
söylemesini salık verdi iseler de o, boynunu hiç eğmedi, sadece arkadaşlarına
kalbi kırıldı. Halife Me'mun'un ölümü de bir şey değiştirmedi. Kardeşi olan
yeni halife Mu'tasım, zulmünü artırdı. Ahmed bin Hanbel'e yapılan işkence
çoğaltıldı. İki yıl dört ay üzerine serbest bırakıldığında iyileşmesi zaman
alacak pek çok yara vücudunu kaplamıştı. Uzun müddet göz hapsinde tutuldu. Cuma
namazına bile gidemedi. Mütevekkilin halifeliği geldi çattı. Kendisine yapılan
ihsanları reddetti. Öldüğü zaman cenazesinde toplanan bir milyona yakın kişinin
altmış bini kadındı.
Hallâc-ı
Mansur. Mahkemesi sekiz yıldan fazla sürmüştü. Zindandaydı bu süre içinde.
Ömrünün son haftalarında sürekli namaz kıldı. Son gün beş yüz rekât namaz
kıldığı söylenir. Hallâcin etkisi o hapiste iken iyice arttı. Nasıl artmasındı
ki? İdam edileceği gün, aşk namazının sadece iki rekâtı olduğunu ama o iki rekât
için abdestin kişinin öz kanıyla alınması gerektiğini söylememiş miydi?
"Enel-Hak" kadar sahihti bu cümle ki külünü göğe savurmadan ewel onu
öz kanında yıkadılar.
Ibn
Sina. "Feylesofların Prensi." Meşşai okulunun parıltılar saçan ismi.
Avicenna. Daha on sekiz yaşında Sâmâni sarayının hekimliğine getirildi. Dünya
saltanatına kendisinden ewelkiler kadar müstağni değildi. "Kimi terk-i nâm
ii şâna, kimi itibâra" düştü. Siyasi ilişkileri yoğundu. Bülbülün altın
kafese sokulmak istendiği doğruydu ama sultan yakınlığı da yakıcı bir ateş.
Büveyhi hükümdarının teklifini kabul ederek vezir oldu. Ancak ordu isyankârdı.
İbn Sina'nın da evi sarıldı, yakalandı ve hapse atıldı. Kaderi onu vezirliğe
kadar yükselttiği anın bir adım sonrasında düşürdü zindana. Gerçi zindandan
çıkınca tekrar vezir olduysa da hamisi olan hükümdarın ölümünden sonra
Büveyhilerle arası açılınca bir daha. Ferdecân Kalesi'nde dört ay hapis kaldı.
Özgürlüğüne kavuşması ancak Alâiiddevle'nin Hemedan'ı zapt etmesiyle
gerçekleşti. Masal gibi olan şu ki Alâiiddevle İbn Sina'nın kendisiyle
mektuplaştığı için hapsedilmesine neden olan kişiydi. Alâüddevle kıymet bilir
bir hükümdardı. İskender'e vezir olan Aristo'dan sonra hiçbir hükümdara Ebu Ali
gibi bir vezir nasip olmadığını söyledi.
Tavk-ul
Hamame (Güvercin Gerdanlığı) ile Arap edebiyatında romantik aşkın kitabını
yazan İbn Hazm bir vezir oğluydu. Çöküş dönemindeki Endülüs Emevileri'nin ileri
gelen ailelerinden birinin çocuğu olarak on dört yaşma kadar sarayın güzel
bahçelerinde ve akıllı hocaların elinde gerçek bir şehzade gibi yetiştirildi.
Babasının vezirlikten azline sebebiyet veren ihtilâl ona ikbalin ne kadar
geçici olduğunu öğretti. Nu'm'un tutkulu âşıkıydı İbn Hazm. Ama aynı
mürekkepten yazılmıştı baba ile oğulun kaderi. Onun da ömrü ikbal ile hapis
arasında bir defterdi. İlk hapsi Emevi hanedanını diriltmeye çalıştığı
iddiasıyla gerçekleşti ve serbest bırakılmasından sonra sürgüne gönderildi. İki
kez kendisini vezirliğe kadar yükselten kader iki kez de zindana düşürüverdi.
Siyasetten el etek çektiğinde, halkın zihnini bulandırıyor oldukları
gerekçesiyle eserleri gümrah ateşlerin ortasında yakılmış bir adamdı.
İbn
Teymiye. Dini bilgilerdeki hayranlık uyandırıcı derinliğinden dolayı bir lâkap
olarak "şeyhülislâm" olarak tanındı. Fakat bu derinlik, ehli sünnet
âlimlerince tasvip görmeyen fikirlerinden dolayı pek çok düşman kazanmasına
mani olamadı. (Hanbeli olmasına rağmen Hanbeli akidesine dahi ters düşen
fikirleri vardı). Kahire Kalesi'nde hapsedildi. Önce bir buçuk yıl. Sonra
tekrar bir buçuk yıl. Serbest bırakıldıktan sonra yeniden, sekiz buçuk ay.
Mücadeleci ve mevcut söyleme muhalif kimliği ömrünün bundan sonrasında da
defalarca hapis yatmasına sebebiyet verdi. Eserlerinin büyük bir kısmını
hapishanelerde yazdı. En son Şam Kalesi' ne hapsedildiğinde kitapları, hokkası,
kâğıdı ve mürekkebi elinden alındı. İşte bunu taşıyamadı. Ölümüne varacak bir
yıkıntı oluştu üzerinde. Dört duvar arasındaydı öldüğü zaman. İki yüz bin
kişiden fazlasının katıldığı bir cemaatle gömüldü.
İbn
Teymiye'nin ona ölümüne kadar sadık öğrencisi İbn Kayyim el Cevzi. O da ehl-i
sünnet âlimlerince şiddetle tenkit edildi. Hocasının Şam kalesindeki
mahpusluğunun bir kısmında ona refakat etmiş, İbn Teymiye bu kaleden sağ
çıkamayınca İbn Kayyim de serbest bırakılmıştı.
İbn
Haldun. Hiçbir şey yazmasaydı bile adını yaşatmaya Mukaddime yeterdi her halde.
Ama o çok daha fazlası. Üstelik şaşırtıcı biçimde tutkulu bir devlet adamı.
Siyasetin cazibesi yolunu uzun etti. Yetmiş dört yıllık yaşamını Tunus, Fas,
Cezayir ve Kahire'de geçirdi. İlmiye mesleğine mensup bir ailenin meslek
sırrına vakıf çocuğu olarak olgunluk yaşlarında bütün bu coğrafyalarda hüküm
sürmekte olan sultanların, saltanatların, hanedanların, emirlerin, vezirlerin
karmaşık siyasi ilişkilerinde önemli roller oynadı. Neredeyse sultanlar kadar
güçliiydü. Desteğine muhtaç olanlar muhalefetinden korktular. Çoğu kez gözde,
sair zamanlarda ise gözden düşmüştü. Siyasi hırsları siyasi komplolara
karışmasına zemin hazırlayınca kendisini zindanda buluverdi. Gerçi af için
kendisini hapseden sultana kasideler yazdı ama iki yıl kimse oralı olmadı.
Zaman dönüp de uğrunda hapis yattığı Ebu Abdullah, Bicaye emiri olunca, İbn
Haldun'u kendisine vezir yaptı. Ama Doğu masallarına benzeyen bu mutlu son o
kadarla kalmadı. Çünkü İbn Haldun, hiç kimseye sonuna kadar bağlanacak ve
hiçbir şey için sonuna kadar acı çekecek tıynette görünmüyordu. Ömrünün bundan
öncesi gibi sonrasında da bir sürü siyasi komplonun, teorinin içinde savrulup
duran İbn Haldun son yıllarında yorgundu. Kendisinden sonra meziyetleri kadar,
müthiş zaaflarına da işaret edildi ama kimse kabiliyetini ve kuşaklar üzerinde uyandırdığı
derin etkiyi inkâr etmedi.
İmam
Rabbani (Sirkindi). Müceddid-i elf-i sani. Manevi makamı yüksekti. Manevi makam
yüksekliği de ayağa bağ oluyor, dünyevî makam sahipleri nasipsiz olunca. Ki
Babür hükümdarı Cihangir tarafından bir kale hapishanesine konuldu: Gevâliyâr.
Bir
yıl sonra serbest bırakıldığında bu çileyi, Allah'ın celâlinin bir yansıması
olarak yorumlayacaktı, şikâyetsiz bir kabul edişle.
Bütün
İslâm âlimlerinin hapisliğine tercüman olacak bir yorumdu bu.
Osmanlı
Osmanlı'da
mimarı tarafından hapishane olarak tasarlanan ilk yapı Sultanahmet Cezaevi'dir.
Tanzimat'a, o hayati dönemece yedi yıl kala 1832'de inşa edildi, çok uzun
yıllar hapishane olarak şehrin tam ortasında hizmet verdi.
Geleneksel
dönemde OsmanlI'nın zindanları daha ziyade kaleler ve kulelerdi. Bunların bir
kısmı farklı kültür ve
mimarilerden
devralınmış ve zindan işlevi onlara
Osmanlı
tarafından yüklenmişti. Fakat ikisi var ki Osmanlı eweli zindan mazileriyle
meşhur birer ürperti defteri. Biri Anentas Zindanları, diğeri Bodrum Kalesi.
Osmanlı,
adındaki çoğulluk bir ürkütücülük haberi saklayan Anemas zindanlarını
İstanbul'un mirası arasında Bizans'tan devralmıştı. Bu, Arap asıllı bir Bizans
komutanı olan fakat gözden düştüğü için hapsolunan Mihael Anemas'ın adıyla
anılan bir yer altı zindanıydı. İçine düşenin hayatta kalabilmişse her halde
unutuluşa kadar terk edildiği Anemas zindanları, Anemas Kulesi'nin dibindeki
kemerli kapıdan başlardı ve yer altına doğru iki kat inerdi. İktidar
çekişmeleri ve taht kavgaları arasında çalkalanan Bizans'ta, rivayete göre altı
imparatorun yolu buraya düşmüş ve kasvetli duvarları arasında yer alan on dört
hücrenin kim bilir hangisinde işkenceye uğramış, gözlerine mil çektirilmiş ve
boğdurulmuşlardı. Zindan mazisindeki bütün ürperticiliğe rağmen OsmanlI'nın
Anemas'ı kayda değer biçimde kullandığına dair bir kayıt yok.
Bodrum'un,
Saint-Jean şövalyeleri tarafından imar edilen kalesi (Saint Peter Kalesi),
1523'te Kanuni zamanında Osmanlı oldu. Çeşitli istihdam deneyimlerinden sonra
1895'te yani II. Abdiilhamid döneminde bir süre için hapishane olarak
kullanıldıysa da zindanlığmın asıl fütursuz hatıraları Osmanlı öncesine,
şövalyeler dünyasına aittir. Bugün popüler bir müze olarak hizmet vermekte olan
Bodrum Kalesi'nin zindan bölümü, kale kompleksi içindeki bir kuledir: Gatineau
Kulesi. Top mazgalları ve hava bacaları tıkandıktan sonra zindan olarak
kullanılmaya başlanmış. Yirmi üç basamakla inilen zindan kapısının üzerinde
Latince bir yazı var: "İNDE DEUS ABEST!" Manası: "Tanrı'nm
bulunmadığı yer." Kapı önündeki balkondan işkence odasına bakıldığında
oraya neden "inde deus abest" denildiği anlaşılmakta. Darağacı
çukuru, onun önünde tabutluk, yerde prangalı gülle, duvarda prangalı kelepçe,
tavanda darağacı kafesi... Zindanın II. Abdiilhamid dönemine ait en kuwetli
hatırası ise yıkanmamakla övünen Saint-Jean şövalyelerinin mahkûmların lüksü
için eksik bıraktığı şeyi II. Abdülhamid'in tamamlamış olması: Mahpuslar için yaptırılmış
bir Türk hamamı.
Resmi
manada hapishane binasını 1832'ye kadar tanımayan Osmanlı'da başlangıçta
hapishaneler kale burçlarıydı ve bunların adı Farsça "karanlık ve kasvetli
yer" anlamına gelen zindan kelimesiyle karşılanırdı. Ayrıca şehrin
muhtelif yerlerindeki tomruk adı verilen binalar birer hapishane hükmündeydi ve
her kurumun da
hapishane
işlevi taşıyan bölümleri ya da müştemilâtı vardı. Makbul İbrahim Paşa'nın
idamından sonra güzel sarayının bazı bölümleri arslanhane, tımarhane, hastahane
olarak kullanıldığı gibi bazı bölümleri de hapishane olarak kullanılmıştı.
Ağakapısı'nın, Paşakapısı'nın hapishaneleri kendi içindeydi. Topkapı Sarayı'nda
Babüsselâm'da "kapıarası" denen yer, vezirlerin ve devlet erkânının,
haklarında verilecek karan ecel terleri dökerek bekledikleri bir hapis yeriydi
lâkin aslında bir kapıcılar odasıydı. Harem'de, kendisine kırk merdivenle
inilen ve Cariyeler Hapishanesi olarak bilinen yer de serkeş cariyelerin kısa
süreli "şoklamalar'la kendilerine getirildikleri münasip odalardan başka
bir şey değildi. Bir yanı çamaşırhane, bir yanı hastahane, bir yanı gasilhane.
Osmanlı, büyük zindan olarak uzun süre Baba Cafer ve Yedikule'yi kullandı. Yanı
sıra Rumelihisarı, Anadoluhisarı, Galata Kulesi, Kız Kulesi,
Kurşunlu
Mahzen ve Tersane zindanları da OsmanlI'nın asırlar boyunca zindan olarak
kullandığı mekânlar arasında yer aldı. Siyasi tutuldular ve asker olanlar
genellikle Rumelihisarı, Yedikule, Ağakapısı, Paşakapısı ve Kurşunlu Mahzen'de;
âdi suçlular ise Baba Cafer, Tersane ve Galata zindanlarında tutulurdu.
Bir
Bizans yapısı olan Baba Cafer âdi suçluların kapatıldığı kule zindandı.
Hırsızların, katillerin, canilerin, dolandırıcıların, borcunu ödeyemeyenlerin
ve ahlâksızların. Son zamanlarda kadınlara ait bir bölümü de açılmıştı. Burada
mahkûmlar devlet tarafından beslenmez, halkın sadakalarıyla geçinirlerdi. Bu
yüzden pencerelerinden, yardım dilenen bir sesle karşılaşmak her zaman için
olasıydı, tabii ses menziline kadar ulaşabilirse. Ve zindan kapısına mutlaka
dayanan her ihtilâl gibi, İstanbul'un da büyük ihtilâllerinin her birinde bu
meşhur zindanın kapıları ardına kadar açılırdı.
Baba
Cafer bir seyyid. Bir zindan bir seyyidin adıyla niye anılır ki? Rivayete göre
Abbasi Halifesi Harun Reşid zamanında Bizans İstanbul'una elçi olarak
gönderilen Baba Cafer sözünü esirgemez biriydi. Rumlarla mücadele esnasında
şehit olan Müslümanların cesetlerini yerlerde sürünür halde görüp de bunu
imparator huzurunda şiddetle tenkid edince gazabı üzerine çekti ve zindana
atıldı. O kadar dinmez bir öfkesi vardı ki imparatorun, Baba Cafer öldüğü
zaman, zindandan ölüsü bile çıkmasın, denerek aynı yere gömdürüldü. Bir
seyyidin adını ve mezarını bir zindan kulesiyle birleştiren hikâye böyle.
Yıllarca âdi suçluların atıldığı, zindancıyla mahkûmlar arasında rüşvet ve
haraç gibi kirli ilişkilerin yaşandığı Baba Cafer Zindanı, garip ki zindana
adını veren Seyyid Cafer'in türbesinden dolayı yüzyıllarca İstanbul halkından
bir dilek kapısı muamelesi de gördü.
Bir
parçası bugün ayakta duran Baba Cafer Zindanı, Haliç'in hemen başlangıcında,
Yemiş İskelesi olarak anılan yerdeydi. Bu demektir ki önüne kumrular konan
zindan pencerelerinin dışarısında yaş ve kuru meyveler, nefis kokulu kahve ve
kına satan dükkânlar ve tezgâhlar sıralanmakta, orada hayat uzanmaktaydı. Çok
daha önemlisi mahkûmların, kokusunu alabileceği kadar yakınında deniz vardı.
İnsan denize bu kadar yakın olup da nasıl mahpus yatabilir? Her şeye alışması
her halde insanın yaşama direnç ve azminden. Ayakta kalabilmek için. Bütün
sevinç ve ümidi yok eden kader bolca gözyaşı getirse de bir an için başını
kaldırıp çok yıldızlı bir göğe bakmak bile yaşamak için ayak diremeye yeterli
bir sebeptir.
Tersane
Zindanı: Diğer adı Bambul, bir adı da Sintine. Tersane, Fatih zamanında
yapılmıştı, zindanı Kanuni zamanında kuruldu. Başlangıçta donanmanın ihtiyaç
duyduğu muazzam beden gücünü karşılamak için istihdam edilen mahkûmların
tutulduğu zindandı. Bu yüzden içindeki mahkûmlar "kürek mahkûmu"
olarak anıldı. Sonraları ağır hapis cezaları da bu isimle anılır oldu.
Evliya
Çelebi, Seyahatname'de Tersane Zindam'ndan bahsederken, onda yatanların daima
"pây-beste ve dil-haste" bulunduklarını, insanoğlunun ondan
kurtulmasının imkânı olmadığını, "mürg-i zeyrek dahi bu kafese girse kanat
çırpamayacağım" kaydeder. Çünkü yüksek bir korumanın yanı sıra, zemin dahi
tünel kazmayı önlemek için "kat-ender- kat" mermerden yapılmıştır.
Tersane
Zindanı ecnebilerin de gerektiğinde kapatıldığı bir yerdi. Dersaadet'te
Avusturya Sefirleri isimli eserde, on altıncı asır Avusturya elçilerinden,
nasılsa gazab-ı şahaneye uğramış birisi, Tersane Zindam'mn yıpratıcı şartlarını
uzun uzun sayıp dökmekle birlikte, ecnebilerin kapatıldığı zindanların her
birinin "kendine has küçük bir kilisesi ve mihrâbı" bulunduğunu ve
dini ayinlerin rahatça icra edildiğini de özenle kaydetmektedir.
Kendini
bir anda Osmanlı zindanında bulu vermek yabancı sefirlerin başına az gelir
şeylerden değildir. An meselesi! Tersane Zindam'mn yanı sıra Yedikule'nin
zindana çevrilmesine kadar Rumelihisarı da siyasi suçlular ve ecnebiler için
zindan olarak kullanılmıştı. Rumelihisarı aynı zamanda infazı ancak kendi subayı
tarafından
gerçekleştirilebilen yeniçerilerin de zindanıydı. İdam edilecek yeniçeriler de
burada bekletilir ve idamın gerçekleştiği, İstanbul semalarına tek parelik bir
top sesiyle haber verilirdi. Suçlu yeniçeriler için, ocağın en yetkili amirleri
Yeniçeri Ağası'nm sarayı olan Ağakapısı'nın içinde de bir zindan vardı:
Ağakapısı Zindanı.
Yedikııle.
Beş kulesi olan bir Bizans kalesiydi. Fatih tarafından kule sayısı iki daha
eklenerek yediye çıkarıldı ve o isimle anıldı. Başlangıçta aydınlıktır
Yedikule. Devletin hâzinesi saklanır onda. Anılarının karanlığı sonradan
başlar. Devlet erkânından ileri gelenlerin, yüksek rütbelilerin ve savaş
zamanında yabancıların kısacası siyasilerin yatırıldığı bir hapishaneye
dönüşüverir. Trabzon Rum İmparatoru David Kommenos ve oğulları, son Abbasi
Halifesi /VMütevekkil ve Kırım Hanı Mehtned Giray bunların arasındadır.
Kulelerinde mahkûmlar için karanlık, rutubetli ve kasvetli hücreler vardır. Ve
adı bir hayli kötüye çıkmıştır:
Haber
uçtu devlete de Beş yıl yattım hapiste Yedi düvel zindanından
Beterdir
Yedikule
Ne
sadrazamlar, ne vezirler Yedikule'de önce hapsedildi sonra başını verdi veya
sürgüne gönderildi. Ama tarihçesinin içerdiği en trajik vak'a Genç Osman'ın
onun kulelerinden adı en kötüye çıkmış olanındaki bir gecelik mahpusluğu ve
akabinde şehadetidir. Ve bugün hâlâ, içine kesik başların, cesetlerin atıldığı
rivayet olunan (rivayet tabii) kuyu dahil onun hiçbir köşesi, o penceresiz
hücre kadar karanlık değildir. Genç Osman'ın zindan odası Yedikule'nin cümle
kapısına göre tam karşıdaki kulede. Hiç değişmemiş, o günkü gibi duruyor. Bir
parça ışık olsa duvarlarının gördükleri görülecek ama o da yok.
Bir
şâh-ı âli-şan iken
Şâh-ı
cihâna kıydılar
Genç
Osman bir zindan köşesinde boğduruldu, ama cenazesi şahlara lâyık bir
törenle
kaldırıldı.
Sarayda
gece... Herkes uykuda...
Kimsenin
zindandan haberi yok
Zindanda
gece... Herkes uykuda...
Kimsenin
nimetten haberi yok
Böyle
dese de Mevlâna, Cülûs ve Cenaze, Taht ve Kafes. Bu garip birliktelik bütün
saraylar gibi Osmanlı sarayının da kaçınılmaz kaderiydi. Ve hele Osmanlı
güneşinin kemalden zevale doğru düşüşe geçtiği ikindi sonrasında, hapsin en
fazla alâkalı olduğu kişi: Devletlü!
Saray
ve Zindan
İkbal,
saklı yüzünde çoğu kez bir ölüm, hiç olmazsa bir hapis taşıyor. Bıçağın
sırtında duruyor saray. Bu kader hayatın ve saltanatın geçiciliğine dair çok
çarpıcı bir özet oluşturuyor. Ve eğer kader şartlardan yana cömert davranmışsa,
hayatı araya giden şehzadeden geriye efsaneleşmiş bir ismin buruk lezzeti
kalıyor.
Hayatı,
özellikle de Avrupa'daki esaret yılları hakkında henüz okunmamış bu kadar belge
varken Fatih'in şehzadesine bunca ilgi duymamızın nedeni mahpusluğundan.
Devleti ve zilleti aynı bir kafeste taşıyan ruh ve beden oluşundan: Cem.
"Babalar
ve Oğullar" değilse de bir "Biraderler" hikâyesinin cazip
mağduru. Zarif ve şair şehzade. Dahası, yirmi gün için sultan. Tuğrası var,
hutbesi var. Bu hikâyede elbet ihanet var. Öyle ki "Şahsi hürriyetine dokunulmamak
kaydıyla" sığını/verildiği Rodos şövalyeleri en fazla da şahsi hürriyetine
dokunurlar onun.
Şövalyelerin
eline düştükten sonra Cem'in, II. Bayezid için hem bir tehdid hem bir prestij
sorununa dönüşen Avrupa'daki varlığının hoş tutulması uğruna İstanbul'da pek
çok Hıristiyan esiri salıverilmişti ve hiçbiri neden salıverdiklerinin farkında
bile değildi. Önemi de yok. Nasılsa dünyanın en kıymetli esiridir Cem. Esirliği
şanına lâyık bir görkemle müsavidir. Ama sultanlar gibi karşılanıp sultanlar gibi
uğurlansa da artık hür değildir. Elden ele devredilir. Kıymeti sonuna kadar
sömürülür. Devrin sonu bir hisar, Cem'i gerçekleşmesi mümkün olmayan onca
ümidinin sonunda götürüp Rumilly Hisarı'na koyarlar. Her gün hisarın penceresi
önünde birikip Cem'i görmeye çalışan köylüler parmaklıklı pencereye bir de isim
takarlar: Türk penceresi. Sonrasında
Cem
bir başka kaleye kapatılır: Pouet Kalesi. Bu arada hisar beyinin kızı Helen
düşü verir Cem'in hikâyesine. Gerçek midir, sadece bir yakıştırma, bir romans
mı belli değil. Ama yeniden yer değiştirir Cem.
Çember
iyice daraldı. Kaçmayı düşündü, başaramadı. Düşüncesi bile korkunç. Bir kule
inşa edildi: Yedi katlı.
Cem'in
kule mahpusluğu dört yıl sürdü. Şiir, satranç, düşünce ve âh! Ama mahpusluğu
onun gardiyanlarına da ağır gelmeye başlamıştı ki şövalyelerin elindeki inhisar
Papa'ya devredildi. Önce Vatikan'ın kral dairesinde ağırlandı, ama aldanmamak
kapılar yine kapalı, altı yıl sonra Cem yine bir kaleye kapatıldı.
Kaç
kale, kaç kule, kaç hisar girdi Cem'in hayatına? Bu hikâyenin ölümden başka
sonu yok.
Ne
kalır ki zindan duvarlarında? Birkaç özlem sözcüğü, üç beş mısra. Ah uçar yazı
kalır. Cem'in mısraıyla;
Hayfâ
ki geçti bilmedik ol hoş zaman idi
Fakat
ikbal ile idbar birbirine bu kadar yakın dururken, herkesin yolu Genç Osman
gibi Yedikule'den, Cem gibi Avrupa şatolarından geçmeyebilir ki. Zindanın daha
pratik yolları da varken, sarayların zindana dönüşebilmesine neden şaşmalı?
Neticede kapılar sımsıkı kapandığında saray da zindan.
Devletlüniin
zindanı: Kafes
Kafes.
Bir adı da şimşirlik. Babası ölen şehzadelerin sarayda hapsoldukları yerin adı.
Oysa bülbül altın kafeste özgürlüğünü aramakla meşhur. Şimşir ağaçlarıyla
çevrili küçük bir bahçe, içinde birkaç oda ve yüksek duvarlar. II. Ahtrıed, II.
Süleyman, III. Osman, III. Mustafa, I. Abdülhamid. Göz hapsinden daha
fazlasıdır üzerlerindeki. Ve bu karanlığa rağmen on yedinci, on sekizinci
asırlarda OsmanlI'nın bir masal cümbüşüne benzeyen açık hava eğlenceleri,
sünnetleri, düğünleri bambaşka bir âlemdir. Niye ki hepsi de açık havada
yapılan sûra sürûra bunca rağbet? Cevabı basit galiba. Beş yaşında, altı
yaşında en babayiğidi on üç yaşında kafesin loşluğuna kapatılıp da kırk üç yıl,
kırk dört yıl, elli bir yıl ışığı özleyenlerin kapılar açıldığında eğer gözleri
kamaşıp da tekrar karanlığa sığınmıyorlarsa yapacakları tek şey değil midir bir
daha bahçeden içeri girmemek? Veyahut belki biraz daha kısa ama kafesin
Ebediyyen
açılmaması için anahtar deliği eritilmiş kurşunla örtüldü. Fazla uzun sürmedi
Sultan İbrahim'in kafesi. Kilidi kör demir kapı, cellâtların gücü önünde ne ki,
birkaç vuruşta yıkılıverdi. Duvarlarda inleyen sesi harem halkını bizar ettiği
için değilse de Sultan İbrahim'in, on gün sonra kafesinden cenazesi çıktı.
Tanzimat,
Meşrutiyet, Mütareke
1839'da
Tanzimat fermanı okundu.
1876,
Birinci Meşrutiyet; 1908, İkincisi.
Arada
II. Abdülhamid'in otuz küsur yılı var.
İttihat
ve Terakki 1912'den sonra diktalaşarak askerileşti.
1918'de
İstanbul işgal edildi, Mütarake dönemi.
1923,
Türkiye Cumhuriyeti.
Bizde
modernleşmenin tarih şeridi üzerinde Tanzimat'la birlikte yeni bir aydın tipi
oluşur. Merkezi otoriteyi karşısına alması onun karakteristiği olup, öyküsü
Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet üzerinden 12 Eylül'e varan bir hiza çizgisinde
okunabilir. Siyasi suçlu. Politik hükümlü.
İdealleştirilmiş
soyut bir kavram uğruna çekilen çilenin mitoslaştırdığı, bizde ilk kahramandır
Namık Kemal. Bir başka ifadeyle politik düşünceleri ve davranışları yüzünden
başı derde girmenin modern Türkiye'deki tarihçesi onun temsil kabiliyetiyle
başlatılabilir. Fransız Devrimi'nin getirdiği fikri atmosferden aldığı yoğun
etkilenme Namık Kemal'in söylemine bir Bastille değilse de bol miktarda zindan,
zalim, zulüm terminolojisini yerleştiriverir. Çünkü Fransız ihtilâlinin ucu hiç
olmazsa Meşrutiyet'e çıkacak temel prensiplerini savunmanın, en kısa yoldan
yönetime karşı çıkmak anlamına geldiği monarşik bir sistemin önünde sesini
yükseltmektedir. Ve temel meselesi daha fazla hürriyettir. Bunun bedelini
ödemekten imtina etmez de. Ömrünü sürgünlerde ve hapishanelerde geçirdiğine
dair toplumsal tabana kadar yayılmış bir şöhretin sahibi olsa da onun kalebend
olarak tek mahpusluğu Magosa'da gerçekleşir. (Resmi manada menfa/sürgün
sıfatını üzerinde taşıdığı tek coğrafya da Magosa'dır. Diğerleri "oturmaya
memur"). Henüz otuz altı yaşındadır ve "uslanacak" gibi de
görünmemektedir. Söylemiştir; "Ayağı bağlı aslanın acizliği kendi aybı
değildir" ve "Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten."
Magosa'da
Namık Kemal başlangıçta gerçekten daracık bir hücrede, kendi ifadesi ile
"mezara benzeyen" çetin bir zindandadır. Fakat o ruhen metanetli,
bedenen dirayetlidir. Magosa mektuplarına bakılırsa, vapurun kendisini Kıbrıs
toprağına bıraktığı andan itibaren, yaşadıklarına için için gülmekte, zindanındaki
ilk gece bütün gürültü patırtıya rağmen dokuz saat mışıl mışıl uyumakta, dönüp
kendi içine bakınca da bu "yolun" başlangıcında gönlünün kendi
kendisine verdiği sözün ciddi olduğunu fark etmektedir: "Vaktiyle bu
mesleği ittihaz ettiğim vakit, zehabımı hayatıma tercih etmiş idim, meğer
gönlümün o zaman verdiği karar ciddi imiş." Değil mi ki,
Altı
cin bir iistii de birdir yerin.
Namık
Kemal Magosa'da üçüncü gün daha geniş bir yere alınmış ve akabinde gün geçtikçe
şartları iyileştirilmiştir. Emsali mahkûmlara göre bir hayli şanslı
görünmektedir. İstanbul'la düzenli olarak yazışabilmekte, gönderilen paketlerle
hemen her türlü ihtiyacı karşılanmakta, bir zabitin nezaretinde Ada'da
dolaşabilmektedir. Ama hepsinden önemlisi bir yazar olarak kâğıdı kalemi eksik
değildir. O kadar ki ilki ve sonuncusu hariç tiyatrolarını, meşhur edebi
tenkitlerini, bu arada ilk Türk romanı sayılan İntibah’ı Magosa'da kaleme
alacaktır. Ama yine de Namık Kemal etrafında çok kuwetle teşekkül eden imge bu
kalebendlikle tamamlanır: Magosa Mahkûmu. Hürriyet Kahramanı. Namık Kemal
bundan sonra hangi zulme uğrasa (1876'da beş ay tutukluluktan sonra Midilli,
Rodos, Sakız; bir daha göremeyeceği İstanbul'dan uzaklık bir zulüm), çizdiği
resme fazla derinlik katmaz, biraz genişlik o kadar.
Namık
Kemal'in resmi manada hapis ve sürgün edilmesinin görünürdeki nedeni olan Vatan
Yahut Silistre piyesinin 1873'te kopardığı fırtınanın dalgaları kuwetliydi.
Beraberinde başkalarını da sürükleyiverdi ve Türk gazeteciliğinin yüz akı
isimlerinden Ebüzziya Tevfik de kendisini Rodos'ta buluverdi. Üstelik yalnız
değildi. Yanında: Ahmed Midhat Efendi. Sıfatları: Kalebend.
Ebüzziya
hapishanede diğer mahkûmlara el sanatlarını öğretiyor, Numûne-i Edebiyat-ı
Osmaniye'yi hazırlıyor, yazdığı yazıları İstanbul'a gönderebiliyordu gerçi. Ama
bir mahkûmun yazı yayımlaması "mevzuata binaen" mümkün olmadığından,
hapishane; yazılarını o vakte kadar Mehmet Tevfik olarak imzalayan bu
gazeteciye yeni bir isim armağan etti: Ebüzziya. Yani Ziya'nın babası. Ziya'nın
babası, serbest kaldıktan sonra da yazılarını Ebüzziya Tevfik olarak imzaladı.
Ne de olsa yeni isim yeni hayat. Lâkin o yeni hayat da eskisinden pek farklı
olmamış olmalı ki, Ebüzziya Tevfik Bey, II. Abdülhamid zamanında da, İttihat ve
Terakki iktidarınca da defalarca tutuklandı, hapse atıldı, çıkardığı gazete ve
dergiler kapatıldı, toplatıldı. 1913'ün İttihat ve Terakki İstanbul'unda,
Kadıköy vapurunda öldüğünde, matbaasından evine dönüyordu ve hapisten bir gün
ewel çıkmıştı.
II.
Meşrutiyet ewelinde saltanat ve muhalefet arasındaki kaçınılmaz gerilim, bazen
bend yıkacak voltaja ulaştı. Midhat Paşa. Tanzimat döneminin bu kabiliyetli
fakat kendi başını derde sokmaktan kurtulamayan paşası. Abdülaziz'in hal'i ve
şaibeli ölümünün sorumlularını yargılamak üzere II. Abdülhamid tarafından kurulan
Yıldız mahkemesince yargılandı. Cezası önce idam. Sonra müebbede çevrildi.
Taife yollandı.
Taif,
Mekke'nin yazlığıydı. On bir kişi olan Taif mahkûmlarının güzergâhı Mekke'den
geçip de kafile Mekke toprağına ayak basınca, Midhat Paşa, götürülmekte olduğu
taşıttan inerek yürümeyi tercih etti. Taif yolculuğu bir nasipsizliğin
yolculuğu, bütün ricalarına rağmen Kâbe-i Muazzama'yı görüp, bu kadar
yakınından geçtiği halde onu ziyarete muvaffak olamadı. Taif Kalesi'ne konulan
mahkûmlar (Paşalar hariç) yerel yönetimin işgüzarlığıyla önce prangaya
vurulmuşlarsa da sonradan prangalar çıkarılmış ve sadece pencerelerin
demirlenmesi ya da örülmesiyle iktifa edilmişti.
Midhat
Paşa Taif'te aksamalı da olsa İstanbul'la yazışmaya çalıştı. Bir yandan Beyzâvî
Tefsiri, bir yandan Plutarkos okuyan bu sabık Osmanlı sadrazamı (hem II. Abdülhamid'in
de sadrazamıdır), Taif Kalesi'nde zamanını asıLKur'an tilâveti ve hıfzıyla
geçirmektedir. İşin enteresanı, altmış yaşını geçen Paşa, mektuplarına
bakılırsa kendisini ahiret hazırlığına verebilmiş olmaktan neredeyse memnun
görünmektedir:
"Bizim
arkadaşların cümlesi kederli ve üzgün iseler de ben onlar kadar üzüntülü
değilim. Ve şu durumum benim için tasawur olunduğu derecede güç ve ağır
gelmiyor. Sebebi yaşın altmışı geçmiş olması. İnsan şu ömür üzerine daha kaç
sene yaşayabilir? (....) En ziyade zihni meşguliyetimi Kur'ariı tilâvete
hasredip elhamdülillah Kur'an-ı Kerim'i yeniden ezberleyip hıfza müyesser
oldum."
Midhat
Paşa gerçekten de "şu ömür üzerine" iki buçuk yıl daha yaşayabildi.
Ve tarihe, faili meçhul bir cinayet bırakan bir gecenin karanlığında boğularak
öldürüldü. Midhat Paşa, Taif Kalesi'nde hatıralarını da yazmış ve tarih
gerçekliği muamma olan tek şey hakkında çok şey söyleye dururken, o hesabını
"Arnavut tüfenkçilerin olmadığı, herkesin çıplak geleceği mahkeme-i
kübrâ"ya havale etmişti. En doğrusunu sadece Allah bilir.
Masum
bir Osmanlı padişahının hal'i ve katlinin sorumlularının bulunup
cezalandırılması için bir başka Osmanlı padişahı tarafından kurulan mahkemede
hüküm giyerek Taif Kalesi'ne hapsedilen on bir kişiden sadece 1908'e kadar
ayakta kalabilen dördü oradan sağ çıkabildi. Diğerlerinin ise çeşitli
tarihlerde bu zindandan cenazeleri çıktı.
II.
Meşrutiyetin ilânından sonra iktidara gelen ve Paşa'ya sahip çıkan İttihat ve
Terakki Taif te onun mezarı başında bir tören düzenlenmesini sağlamıştı. Celâl
Bayatın cumhurbaşkanlığı esnasında ise cenaze İstanbul'a getirilmiş, önce
Yıldız Parkı'ndaki Çadır Köşkii'nde (Çadır Köşkü, Yıldız mahkemesinin mekânı ve
o süre içinde Paşa'nın hapishanesiydi) hazırlanan katafalka koyulmuş sonra da Hiirriyet-i
Ebediye tepesindeki yerine defnedilmişti. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar bu tören
esnasında gazetelere beyanat vererek, "milletine hizmet edenlerin
kıymetlerinin hiçbir zaman azalmayacağını" ifade etmişti. Her zaman için
güçlü ve dirayetli bir adam olan reisicumhurun başbakanı ise zarif ve zaif bir
Egeli. Sene: 1951. Tarihin tekerrür etmesine dokuz on yıllık bir zaman var.
I.
Meşrutiyeti Ihtilâl-i Kebir'in "hürriyet, müsavat, uhuwet sloganı"
ile hazırlayan Türk entelijansiyası, II. Meşrutiyeti ise "Marseilles"
ile kutlar, Fransız Milli Marşı. II. Abdülhamit "devrildikten" sonra
İttihat ve Terakki gizli cemiyet ile siyasi parti arasında aykırı ve taşkın
gezine dururken, bir yandan Jön Türklerin devamı, bir yandan da Fransız
İhtilâli'nin "Jakobenler"i gibi görüntü verirken, kısacası
diktalaşarak askerileşirken, bir haylidir zindan olur Bekirağa Böliiğii.
Yakın
dönemin meşhur askeri hapishanesi. Şimdi İstanbul Üniversitesi Merkez binası
olan o zamanki Seraskerlik Dairesi'nin Süleymaniye'ye bakan tarafındaydı. Kimi
rahmetin tecelli ettiği bir isim, bir zindanı bir türbeye çevirir, kimi
disiplinle zulmü karıştıran bir isim bir zindanın ismi olur. Bekirağa Bölüğü
hiç de tekin olmayan şöhretini ilk müdürü olan Binbaşı Bekir Ağa'nın isminden
almıştı. Ve bu şöhret İttihat ve Terakki'yi iktidara getiren 1908 Meşrutiyeti
sonrasında katlanarak arttı. Otuz üç yıllık "karanlığın" üzerine
doğma iddiasında olunca hürriyet de yolunu şaşırıyor zahir ve şeb-i yeldada
karanlık karanlığı aratmıyor.
Garip
olmayan cilveyle, on yıl sonra, imparatorlukların başını yiyen I. Cihan Harbi
akabinde iktidarını kaybeden İttihat ve Terakki mensupları da, değişen siyasi
dengelerin oluşturduğu mağduriyet zemini Mütareke İstanbul'unda (İngilizler ve
Saray İttihat ve Terakki düşmanlığında birleşmiş), bir müddet Arapıjan Hanı ve
Bekirağa Bölüğü'nde ağırlanmışlardı. Aralarında Prens Abbas Halim Paşa, Prens
Sait Halim Paşa, Musa Kâzım Efendi, Fethi (Okyar) Bey, Ahmet Ağaoğlu, Ahmed
Emin (Yalman) ve Ziya Gökalp da vardı. Sonrasında altmıştan fazla kişilik bir
grup Malta'ya sürgüne yollandı. Malta sürgünleri, adada nemli ve kasvetli
zindanlarda kalmamakla birlikte, Malta da bir zindan olarak muhayyilelerdeki
yerini aldı.
Bekirağa
Bölüğü, 1950 sonrasının, mimarını önce bir zindana sonra bir darağacma
götürecek olan yol açım çalışmaları arasında yıkılıp giden onlarca tarihi
binadan biri olarak yok olup gitti. Bir adı kaldı geriye.
kederden
çıldırtırsa o, ertesi gün ne hürriyet, ne aşk, ne kavga. Sadece toprak ve
güneşle bahtiyardır. Başka türlü ayakta kalmanın imkânı yoktur çünkü. Ve; boyu
u rı un bore udu r faka t düşmana inat bir gün fazla yaşamak (Hapiste Yatacak
Olana Bazı Öğütler)
Yaşamak,
öylesine doludur ki Nazım'ın içinde, bu sevincin sebebi merak bile edilebilir.
Piraye'nin aşkı? Mukaddes addedilen bir dava uğrunda feda edilen benlik
neşvesi? Sanatkâr ben'in mazlum ben'i telâfi ve tedavisi? Aynı anda elbet
hepsidir Nazım'ı bunca muhkem tutan. O kadar ki idam istemiyle yargılanırken
bile o türküsünü söylemektedir:
Fakat
emin
ol ki sevgili
zavallı
bir çingenenin
kıllı,
siyah bir örümceğe benzeyen eli
geçirecekse
eğer
ipi
boğazıma,
mavi
gözlerimde korkuyu görmek için boşuna bakacaklar Nazım'a!
Haydi
bunlara boş ver.
Bunlar
uzak bir ihtimal.
Paran
varsa eğer bana fanila bir don al,
Tuttu
bacağımın siyatik ağrısı.
Ve
unutma ki
daima
iyi şeyler düşünmeli bir mahpusun karısı.
İdealizmini,
dolayısıyla romantizmini, hayatın hem de bizatihi kendi hayatının yaşanmışlığı
üzerinden "yansıtmayı" başarmış olması Nazım mitosunun temel nedeni
midir acaba? Yoksa bu cazibe, ne sadece şairlikten, ne de sadece komünistlikten
ya da âşıklıktan kaynaklanabilir bir şeydir.
Nazım'ın
etkisi bir çığ gibi büyürken, ondan sekiz yaş küçük olan Kemal T ahir de
hükümlü olarak memleketinin hapishanelerini dolaşmaktadır. Bazen aynı hapishanede
yatarlar, Çankırı Cezaevi. Bazen dolu dolu yazışırlar. Bunlar yazılmakta ve
yazılacak olan eser taslaklarından gündelik hayatın dağdağasına kadar yoğun
paylaşımlar içerir. Bir de, nasılsa içeride zaman bol! Ama yazılan her mektup
adresine gider mi? Hele de hem çıktığı hem girdiği mekânda açılmış zarfının iç
kapağına bir "okunmuştur" damgası vuruluyorsa. Kemal Tahir, Mapusaneden
Mektuplar'
ın "Önsöz"ünde, bu kitapta yer alan mektupların 242'sinin de hem
göndericinin hem alıcının yattığı hapishanelerde okunduğunu kaydeder.
Hapishanede yatanlara verilecek en uygunsuz hediye bir mektup açacağı olmalı.
Hapishanede yatanın özlediği de her halde kendisinin açabileceği bir mektup
zarfı.
Kemal
Tahir tam on iki yıl Çankırı, Malatya, Çorum Hapishaneleri'nde dolaştı.
Mahpusluk, ruhunu budarken çiçeğini gümrah kılmış olmalı ki edebiyata hevesli
bir şair olarak girdiği hapishaneden bir romancı olarak çıktı. Bir o kadar da,
kendisini daha da usta bir romancı kılacak olan malzemeyi zihninde ve
defterlerinde toplamıştı.
Bir
şey daha. Şaşırtıcı olmayan bir şey. Kemal Tahir tarafından kendisine yazılan
mektuplar iki kapak arasında edebiyata mal edilmiş olsa da (Fatma İrfan'a
Mektuplar), Fatma İrfan, kocasını hapishanede bırakarak ondan boşanmayı tercih
etmiştir. Niye ki? Bunun Fatma İrfan nezdinde geçerli nedenleri vardır elbet.
Fakat neden neden üstünde, hiçbir kadın ölüler evinden bir diri çıkarmayı
başaramadığından mı, çıkartsa da yaşatamadığından mı? Bunu da Münewer'e
sormalı.
Sinop Cezaevi
Kimi
zindanlar acımasızlığıyla ünlü. Kimi zindanlar da içine düşenleriyle meşhur.
Başında bir "tarihi" sıfatı taşımayı daima seven Sinop Cezaevi de
içinden gelip geçenleriyle neredeyse müftehir.
Başın
öne eğilmesin
Aldırma
gönül aldırma
Ağladığın
duyulmasın
Aldırma
gönül aldırma
Sinop
Cezaevi, Antik dönemden Selçuklu'ya, Selçuklu'dan Osmanlı'ya uzanan tarihçesi
boyunca bir yandan yıkılan bir yandan yapılan bir kale manzumesi. Osmanlı
zamanında uzun süre tersane olarak kullanıldı, cezaevine sonra dönüştürüldü.
16. asırda bir suhte ayaklanmasının ardından orada hapsedilen iki suhte ilk
mahkûmları oldu. Dört yüz yılı aşkın zindan mazisindeki son şeklini 1882 ilâ
1950 arasındaki süreçte aldı. Azgın dalgalara ve yalçın kayalıklara açılan tek
cephesiyle İf şatosu gibi.
Evliya
Çelebi'ye bakılırsa;
"Sinop
Mapushane-i kübrâsı aziym bir kale-i kahhardır. Uç yüz demir kapısı, devler
misali zalim gardiyanları, kollarını demir parmaklıklara dolamış, her birinin
bıyığına on adam asılır nice azılı mahkûmları vardır. Kulelerinde jandarmalar
ejder misali dolaşır, neuzübillah mahkûm kaçırmak değil, kuş bile
uçurtmazlar."
Kendisinden
kaçmanın imkânsızlığı, şartlarının acımasızlığı iyi bilinen Sinop Cezaevi'nin
bize yakın şöhreti Çelebi'nin rivayet ettiği gibi "her birinin bıyığına on
adam asılır" cinsinden olmasa da, yine de çoğu sol kanat mahkûmlarından.
Mustafa Suphi (ki Çelebi'ye inat, buradan kaçmayı başaranlardan biriydi), Kerim
Korcan, Osman Deniz. En meşhurları ise Sabahattin Ali.
"...
Uzun zamanlar deniz kenarında ve surlar içindeki bir hapishanede kaldım. Kalın
duvarlara vuran suların sesi taş odalarda çınlar ve uzak yolculuklara
çağırırdı. Tüylerinden sular damlayarak surların arkasında yükseliveren deniz
kuşları demir parmaklıklara hayretle gözlerini kırparak bakarlar ve hemen
uzaklaşır lardı."
Bunlar
Sabahattin Ali'nin "Duvar" adlı hikâyesinin ilk cümleleri. Berrak bir
suyun derin sadeliğindeki eserleriyle Yeni Türk Edebiyatı'nın dikkate değer
simalarından biri olan Sabahattin Ali, fırtınalı hayatında "Kâh el üstünde
kâh hapiste"dir. Devrin reisicumhurunu (yani Atatürk'ü) eleştiren bir
şiirinden dolayı Sinop Cezaevi'ni boyladığında denize o kadar yakın yatmaktadır
ki,
Dışarda
deli dalgalar Gelip duvarları yalar
Sabahattin
Ali en büyük özgürlükleri tahayyül ettiren denizi dinleyip de görememek az azap
mıdır, bunu istifham eder. İstifham, çünkü cevabını zaten bilmektedir. Denize
bu kadar yakın olup da denize dalamayanlann halini de her halde bir
"Mapusane Şarkısından daha iyi hiçbir şey dile getiremez. Aldırma!
Görmesen bile denizi
Deniz
gibidir gökyüzü Aldırma gönül aldırma Sinop Cezaevi'nin konuklarından birisi de
Kerim Korca ti 'dır. 1938-1948 yılları arasında, on yıl Sinop Kalesi'nde yatmış
bir yazar olarak bu malzemeyi edebi esere dönüştürür. Roman olsun için değil,
dayanmak için belki. Önce bir şiir, kızma:
"...
İşte sürgünler cehennemi olarak
Ün
yapmış Sinop bu
Nelerin
gelip
Deve
kervanları misali
Nelerin
göçtüğünü
Surlardan
kalelerden
Ve
genç pehlivanlar gibi
Dirice
köprüye yatmış
Kemerlerden
ibretle oku
Martılar
Çığlık
çığlığa uçuşurken Karadeniz asırlarca Ağır toplarıyla döğmüş döğrnüş
kıyılarını..."
Sonra
romanlar, öyküler: Tatar Ramazan, idamlıklar; Linç. Sinop aynı zamanda bir
sürgün yeriydi. Sokaklarında dolaşan her dört kişiden ikisinin sürgün, birinin
gardiyan olduğu acı bir tebessümle anlatılır. 1913'te Sinop'a sürülmüş olan
Refii Cevad, Sayılı Fırtınalar adıyla romanlaştırdığı anılarında, "...
Memleketin ceza tarihinde ayrı bir ehemmiyeti haiz olan Sinop zindanı
kalebendlerin ilk merhalesiydi. Burada sükûnet bulmayanlar Bodrum Kalesi'ne,
orada da azgınlığa devam edenler Payas'a sevkedilirdi..." dedikten sonra
1. Cihan harbinde Sinop mahkûmlarının affedilerek cepheye sürüldüğünü kaydeder:
"1914-1918 harbinde bu kanlı katillerden bir alay teşkil edildi. Bütün
zindanlar boşaltıldı. (....) Mahkûmların sevk edileceği haberi üzerine zindanın
cümle kapısına biz de yığıldık..." demektedir.
Mahkûmların
Sinop Cezaevi'nin kapısı önüne son yığılmaları ise yakın bir zamanda
gerçekleşti. 6 Aralık 1997 tarihinde, meskûnu bulunan beş yüz tutuklu ve hükümlü
Sinop Cezaevi cümle kapısının önünde toplandı ve bir daha dönmemek üzere Sinop
zindanını boşalttı. Kendileri? Dalgaları hiç dinmeyen Akliman mevkiinde yapılan
Yeni Cezaevi'ne gittiler.
Sinop
Cezaevi şimdilerde sorumluluğu Adalet Bakanlığından Kültür Bakanlığına
devredilmiş bir tarihi eser hükmünde. Çok çekici. Onu bir müze olarak bunca
cazip kılan şey, ziyaretçilerinin cümle kapısından içeri adım attıkları andan
itibaren bir müzeyi değil kiri-pası, teri-gözyaşı üzerinde bir hapishaneyi
geziyor olmaları. Bütün müşahede hücrelerinin kapıları ardına kadar açık.
Cezaevinin en mahrem, en gizli, en tekinsiz ücralarında tel örgü, zaman ve
kafes sınırlaması olmaksızın isteyen istediği kadar kalabilir. Kendi koğuşunu,
bilet alarak gezmeye gelmiş bir mahkûm eskisiyle ya da hükümranlığından
kopamayarak turist rehberine ya da incik boncuk satıcısına dönüşmüş
gardiyanlarla burun buruna gelebilir. Tarihi Sinop Cezaevi hâlâ hapishane ama
mahkûmu yok. Ama sessiz ama derûnu mahşer. Bu kadar ilgiyi bu tezat çekiyor.
Yeni
Cezaevi? Onunsa dönüp tarafına bakan yok. "Toplumsal Gerçekçiler"
"Nâzım'ın
yolu mu, Nazım'la aynı yol mu" sorunsalı '40 sonrası
"toplumsal-gerçekçi" şair ve yazarları arasında bir kılçık gibi dursa
da, Nazım yasaklı olsa da, onun oluşturduğu muazzam etki dalgalar halinde
büyümektedir ve bu etkide mahpusluklarının büyük pay sahibi olduğu muhakkaktır.
Bedri Rahmi, Nazım'dan, zulme uğramış özgürlük savaşçısı resmini çıkarırken
aşkın lisanıyla terennüm etmektedir:
Ne
bir haram yedin ne cana kıydın Ekmek kadar temiz su gibi aydın Hiç kimse
duymadan hükümler giydin Yiğidim aslanım hurda yatıyor
Sade
Nazım değil. '40 sonrasının toplumsal-gerçekçilerinin özgeçmişinde mahpusluk
bir onaylanım imgesi, neredeyse bir yakışıklılık aksesuarına dönüşmektedir.
Haşan
izzettin Dinamo, Rıfat İlgaz, Niyazi Aktnctoğlu, A. Kadir, Vedat Türkali,
Attilâ İlhan, Can YıiceV, Enver Gökçe, Arif Damar; Erdoğan Alkan, Şükran
Kurdakul, Haşan Hüseyin, Ataol Behramoğlu, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Fakir Bay
kurt; Çetin Al tan, Aziz Nesin... Çoğu gizli örgüt kurma/katılma suçundan
yargılanırlar. Maddeleri meşhur: 141-142. Bir kısmı hüküm yer, bir kısmı beraat
eder. Ama yattığı da ona yeter. Söz uçar yazı kalır. Hapishaneye düşenin
özgürlüğü düşünceleridir. Düşünce de dilden ibarettir. Bu yüzden hapishanede
yapılabilecek en iyi şey yazmak. Şiir olsun diye değil elbet bunca acı. Ama
geriye en fazla da şiir kalır.
Ahmed
Arif. İki kez tutuklandı. 142 mağduruydu. Hasretinden Prangalar Eskittim
yayımlanan tek şiir kitabı ama görmezden gelinemeyecek bir baskı sayısının
sahibi. Sadece hapishaneyi değil aşkı da anlatıyor, cazibesi bu tekinsiz
birliktelikten:
Bir
ufka vardık ki artık Yalnız değiliz sevgilim Gerçi gece uzun Gece karanlık Ama
bütün korkulardan uzak Bir sevdadır böylesine yaşamak Tek başına Ölüme bir
soluk kala Tek başına Zindanda yatarken bile Asla yalnız kalmamak (Yalnız
Değiliz)
141.
maddeden hüküm giydiğinde Vedat Türkali, Kuleli Askeri Lisesi'nde edebiyat
öğretmeniydi. İstanbul'un ilk resmi hapishanesinde yattı. Oysa Sultanahmet
Cezaevi'nin duvarları dışında hayat ve İstanbul bir nabız gibi vurup
durmaktadır.
Güvercin
sesi, çocuk sesi, tren sesi Parmaklıklara yakışmayan ne varsa Duvarlarında
(Sultanahmet Cezaevi) Ama ne çıkar? Her şey "Şimdi haramilerin
elinde" olan o İstanbul için değil mi?
"Bekle
zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi." "Hey sen ne güzelsin
kavgamızın şehri."
Boşuna
çekilmedi bunca acılar İstanbul Bekle bizi Büyük ve sakin Süleymaniye'nle bekle
Tophane'nin karanlık sokaklarında Koy un koyuna yatan Kirli çocuklarınla bekle
bizi (İstanbul, Eski Şiirler Yeni Türküler)
Can
Yücel Hapishane koğuşu bu. Hiç ışıklar kapanır mı? Kapanmaz elbet. Meğer ki
umumi cereyan kesikliği. Şair imgelemi, eve doğru yola çıkıyor, Boğaz
sularından.
Tam
ben de eve doğru açılıyordum Şıpırdatmadan hiç kürekleri Yanmaz mı tepemde o
yüz mumluk ışık!
(Ya'u)
Ve
ki, Sardunyanın tutuklanışı: "Sardunyaya Ağıt":
Yataklık
etmiş ki zaar Suçu tevatür ve esrar Elbet bir kızıllığı var İkindiyin saat
beşte Can Yücel 12 Mart tutuklularındandı. Che Guevara'nın Gerilla Harbi ve
İnsan ve Sosyalizm kitaplarını çevirdiği için 15 yıl cezaya çarptırılmış, 1974
affıyla çıkmıştı.
Şarkı
sürüp gidiyor ama 12 Eylül sonrası siyasi tutuklularm hapishane koşulları iyice
değişti. Kemal Tahir romanlarından iyi tanıdığımız, mürekkep yalamışlığından
ötürü hem hapishane idaresi hem diğer mahkûmlar nezdinde saygınlığı bulunan
(demek ki onlarla bir arada yatan) anlatıcı figür, siyasi hükümlü/tutuklu,
romantik bir siluet olarak tarihe karışıyor. Hapishaneler de değişti. Anemas,
Baba Cafer, Yedikule, Bayrampaşa, Toptaşı. Hatta Metris, Mamak, Sağmalcılar? Ne
oluyor da bir zamanlar hükmî şahsiyet taşıyan zindanlar şimdilerde
kimliksizleşiyor, sadece bir koddan ibaret kalıyor? A, B ve C tipi, yanı sıra K
tipi, Özel Tip. E belâlı harf, açığı var kapalısı var, E tipi; ama harflerin en
zalimi F mi ki, F tipi! Harflerin hepsi tükenecek mi böyle?
İçimizdeki
Hapishane: Labirentin Sonu yazarının "içeriden" bir bakışla
soruverdiği soruyla, insan merak etmeden duramıyor: "Hapishaneler nereye
doğru gidiyor?"
Necip
Fazıl ve Cezalandırılan Müslümanlar Bir ülkü uğruna hapis yatanların, ki
sistem, bireyini düşüncesinden değil eyleminden dolayı yargıladığı
iddiasındadır çoğu kez, en meşhurlarından birisidir Necip Fazıl. Meşhur, güçlü
ve etkileyici. İslâmî duruşuyla, zamandaşı Nazım'ın (Necip Fazıl üç yaş
küçüktür ondan) temsil ettiği kıymetlerin tam karşı kutbunu temsil ediyor olsa
da, o da sistemin dışındadır. Ama aynı şeye zıt iki şeyin birbirine benzerliği
teorik olarak doğru dursa da hayatta aksamaktadır. Ve Nazım, "Ağa
Camii"nden geçen yoldan iyice çıkarken, Necip Fazıl "Ağa
Camii"nde bir vaaz vakti yola gelmektedir. Bir Nakşi Şeyhi olan Abdülhakim
Arvasi ile karşılaşması, Necip Fazıl'ın milâdını teşkil eder:
"Benim
Efendim."
Milâdın
tecellisi var. Tecellinin levhi, Büyük Doğu'nun sahifeleri. Büyük Doğu otuz
altı yıllık bir hikâyedir. Bir nehir roman.
Yakıcı
bir hayal kuweti ve yıpratıcı bir muhayyileydi Necip Fazıl. Eğer doğru yatağı
bulamasaydı taşkınında en ewel kendisi boğulurdu. Akması için en uygun yatağı
bulduğunda ise "Artık ben nasıl susabilirim," dedirten gerçeğinin bu
kadar hayata geçirilmesi kaçınılmazdı. "Şahsi bir zevk ve saklı bir
telkin" bâbmda kaldığı sürece kimseyi ürkütmeyen şey, Büyük Doğu
sahifelerinden aşikâr edilmeye başlanınca başladı Necip Fazıl'ın da
mahkemeleri, mahkûmiyetleri.
Necip
Fazıl'ın mahkemeleri, mahkûmiyetleri, tevkifleri, tahliyeleri, beraatleri bir
ömür çizgisinin üzerinde ince fakat karmaşık desenli bir tül gibi örtülüdür.
Dökümünün yapılması bir ömrün dökümü anlamına gelir. Kimi bir gün, kimi bir
buçuk yıl, kimi birkaç ay; dokuz kez hapse girdi. Kimi hasta ve hamile eşiyle
birlikte götürüldü, kimi Bolu dağlarında yolu kesildi, kimi bir davadan tahliye
olarak çıktığı hapishane kapısında bir başka mahkûmiyet kararının infazı için
camsız ve kırmızı renkli hapishane arabasına koyularak götürüldü.
Pek
çok iktidara denk düşen yaşam çizgisi üzerinde Necip Fazıl bir değil her devrin
mahkûmudur. CHP, DP. Arada Milli Birlik Komitesi. Nihayet AP. Kendi ifadesiyle,
"Her devrin mahpusu ve menhusu, mevkufu ve matufu, makhuru ve mağduru,
matrudu ve merdudu, mağbuzu ve maruzu, maznunu ve mahzunu"dur o. O kadar
ki Biiyük Doğuldun kopardığı fırtınalardan dolayı açılan davalarda talep edilen
mahkûmiyetler gerçekleşse, yüzlerce yıl hapis yatması gerekecektir.
Niye
ki her hükümetin mahkûmu? Hiçbir hükümete uymayan hükümlerin mahzunuydu çünkü
o. Güçlü ama mahzun. Mağrur ama muztarib. Belki de bu yüzden meşhur
"MüddetnameMde (Zindandan Mehmed'e Mektup), Ankara- Malatya günlerini
anlatan Cinnet Mustatili'nde, teşhis ve tecridin, madde ve mananın aynı yakıcı
muhayyile ve bedendeki birbirini yok etmeyen birlikteliği dikkat çeker.
"Müminlere karşı şefkatli, kâfirlere karşı zorlu" (5, 54), âyetinin
sırrında bir duruştur bu. Bir yandan Mehmed'e, en yüksek bir davaya armağan
edilmiş bir varlık bilincinde nefha üflemekte,
Mehmed'im
sevinin başlar yüksekte Ölsek de sevinin eve dönsek de Sanma bu tekerlek kalır
tümsekte Yarın elbet bizim elbet bizimdir Gün doğmuş gün batmış ebed bizimdir
Bir
yandan da, mücerred bir algı düzleminde şahlanan zihni, mengeneler arasında
uyuşmaktadır.
Çaycı
çay getir ilâç kokulu çaydan Dakika düşelim senelik paydan
Karıştır
çayını zaman erisin Köpük köpük duman duman erisin
İnsan
denen varlığın bu iki zıt ucunu haddin çok ötesine geçirerek aynı bir bünyede
birleştiren insan. Vardığı nokta her neresi ise, orada berheva etmez mi?
"Bir bardak su içmeyi kanlı bir dava haline getiren" ifrat derecede
hassas bir mizaç için, "bir günü yüz güne bedel," bekçilerinin içine
değil sadece kapağına hakim olduğu bu yılanlı kuyu, bunalıma düşmeden nasıl
taşınır? "O kadar müthişti ki katiyen vasıflandırmaya gelmezdi. Bu
vaziyette dehşetin en küçük
idraki
insanı bir anda berhevâ edebilirdi." Nasıl her defasında daha güçlü
olunur?
"İnşirah
süresine ve seccademe kapanmış ağlıyorum."
Secde
yerini görecek kadar aydınlık.
Necip
Fazıl'ın sırrı.
İslâm
Âlimleri
İslâmî
söyleminden dolayı hapsedilen ne ilk ne de son entelektüeldir Necip Fazıl. Hem
eweli hem ahiri vardır. Eweli: Cumhuriyet ideolojisi işe redd-i miras ile
başlayınca, mirası sahiplenenin muhalefette kalması kaçınılmazdı. Böyle başladı
mirasın en büyük parçasının "Devletin çıkarlarına muhalif" tarafta
kalması. Arada "Bizi ayıran nehir."
Dil
uyuşmazlığının varlığını inkâr kimsenin harcı değil. Ama yolun zindana kadar
uzayacağını başlangıçta kimse tahmin etmemişti. Değişen lisan, geleneksel
lisanı konuşanlarla kaçınılmaz bir diyalog bozukluğu yaratmış olmalı ki malûm
sıfatı "İslam âlimi"nden başkası olmayanların potansiyel bir tehlike
olarak zindanla tanışıklığı başladı.
Biri
olmazsa o biri olur. Bugün olmazsa yarın olur. Giresun'daki İstiklâl Mahkemesi
aklar, Ankara'daki aklamaz. Savcı üç yıl ister heyet idama çevirir. İskilipli
Atıf Hoca mahkeme süresince kendisini Ankara Hapishanesi'nde bulur. Uzun
sürmez. Bir hafta. Bir "belâ kitâb." Vadesi çok uzun ama tek bir
cümleden ibaret bir hesap pusulasını Tahiriil Mevlevi'nin kulağına fısıldayarak
yolcu yolunda. İdam mahkûmlarının hücresinin ayriyeti duvarlarının
gördüğündendir elbet. "Demir kapı kör pencere taş duvar." Dar
zamanlara sığdırılmış son sabahın namazı.
Süleyman
Hilmi Tunahan. İki kez takip ve tevkiften sonra mahpusluk yetmişini aştığında
buldu onu. Kütahya
Hapishanesi.
Bağlılarından ayrı, hırsızlar, dolandırıcılar, sahtekârlar, ırz düşmanları arasında.
Sonra çifter çifter kelepçelerle huzuruna gkarıldıkları mahkeme:
"Beraatine!" Hatıranın asıl acı kısmı Kütahya Emniyet Müdürlüğü'nde
kaldı:
"Çok
mu üzdüler Efendim seni!"
Said
Nursi. Üç devir yaşamıştır, Meşrutiyet, Mütareke, Cumhuriyet. Yakınçağ tarihinin
yakın tanığıdır. Mirası gözden çıkarmak niyetinde hiç değildir. Doğu'dan
yükselen bu zamanlar ve zeminler üstü sima, Anadolu'nun batısında bir çemberin
üzerine yerleştirilmiş beldelerde oturmaya memur edilir. Kendi yurdunda sürgün.
Barla. Kastamonu. Emirdağ. Tekrar Emirdağ. Lâkin daimi göz hapsinde,
yakınlarıyla görüşmesi kimi zaman şiddetle yasaklanmış, bir tür tecridde.
Bekçi, polis neyse onunla burun buruna. Bazen Emirdağ'da olduğu gibi hapsin bir
aylık sıkıntısını bir güne sığdırılmış bularak.
Bu
sürgün miinhanisini üç yerinden keser hapishane Bediüzzaman'm. Eskişehir. Denizli. Afyon
Hapishaneleri.
Yalnız değildir elbet. Öğrencileri bir yana, bütün bir Risale Külliyatı da
onunla birlikte tutuklanmıştır. Bu yüzden mahkemelerdeki müdafaaları da kendisini
müdafaa değildir, çok daha fazlası. Üstelik Nur risalelerinin bir kısmı da
zindan karanlığında yazılır: Meyve Risalesi. Denizli Hapishanesinde. İki Cuma
gününde. İki mihrap arasında. Hapishaneye kâğıt sokmak yasaktır, bütün
hapishaneler gibi. Kâğıt namına ne bulurlarsa, ne uygun düşerse. Kibrit
kutularının arkasına. Kesekâğıtlarına. Hiç yoksa Bediüzzaman'm zindanda
refakatçisi Nur talebelerinin hafızalarına.
Şüphe
yok ki doksan yıllık hayatının yarıdan fazlasını kendi ifadesiyle, harp
meydanlarında, mahkeme salonlarında, sürgünlerde ve zindanlarda geçiren
Bediüzzaman, bir isim: Medrese-i Yûsufiyye, ve inandığı yüce bir kıymet uğruna
zindana düşmeyi göze alanlar için de bir gönül ferahlığı bırakmıştı geriye:
"...
Yûsuf daha nice yıllar zindanda kaldı" (Yûsuf Suresi, 42), âyetinin ihbarı
ve sırrıyla Yûsuf Aleyhisselâm mahpusların piridir. Ve hapishane bir nevi
Medrese- i Yûsufiyye olur."
Ve
bir cümle, âlem-i cümle:
"Mümin
zindanda da olsa saraydadır, kâfir sarayda da olsa zindandadır."
Cennet'ten
yere, ruhun saf özgürlüğünden bedenin kirlenmeye açık kafesine düşmeyi zindan
istiaresi etrafında yorumlayan İslâmî gelenek, zindanı da elbet aynı istiarenin
önemli bir köşesine eklemlendirir. O istiare, asırlardan bu yana zindanı geçici
bir sınav olarak taşımayı bilen, davasında haklılara güç verip durmaktadır. Ve
"Sabır, savaş ve zafer; adım Yûsuf," inanan zulme uğramışların
sloganı olmayı sonuna kadar sürdüreceğe benzemektedir. Değil mi ki kuyuyla,
güzel Züleyha'nın aşkıyla ve zindanla sınanmazsa Yûsuf'un Yûsufluğu eksik
kalır.
Çekme
âlem kaı/dnıı ey ser-bülend-i fahr olan Saltanat tahtına erdin bend ii zindanı
unut Fuzulî Türkçüler
Banisi,
"Türküm" diyebilmeyi mutluluk vesilesi sayan Türkiye Cumhuriyeti,
fikrî esaslarını Meşrutiyet döneminin yıldızı parlayan fikir akımı
Türkçülük'ten alır. Bir ulus-devlet olarak, el kitabının Türkçülüğün Esasları
olmasına şaşmamalı. Hal böyleyken Türkiye Cumhuriyeti devletinin sitem
oklarından Türkçüler de kurtaramaz kendilerini. İlk büyük Türkçü avı 1944'te
gerçekleşir, sonuncusu ise o temiz, masum ve yiğit çocukların yıllarca gönüllü
koruyuculuğuna soyundukları devlet tarafından niçin "tutulduklarını"
ancak neden sonra anlayabilecekleri 12 Eylül'de.
Siz
sakın sanmayın el vurdu bana Öpmeye kalktığım el vurdu bana (Ozan Arif)
Ki
hepsinin muhayyilesinde Türkçülük uğruna nice acıya göğüs germiş Osman Yüksel,
Alparslan Tiirkeş, Nejdet Sancar ve diğerleri, ama en fazla da bir Nihal Atsız
resmi durmaktadır.
Osman
Yüksel. Türkçü lük-Turancılık davasından başlar tutuklanmaları, mahpuslukları.
Kimi tutuklu, kimi hükümlü o kadar çok hapis yattı ki, Serdengeçti adlı
dergisini ancak otuz üç sayı çıkartabildi. Bütün serdengeçtiliğine rağmen,
"fikir suçlusu" olmanın kendisini âdi suçlulardan ayıran çizginin
farkındadır. Ama suçta farklı olduğu bu insanlarla insan olmakta birleştiğinin
de bilincindedir. Mahkûmiyet anlayışı aylık ya da birkaç yıllık cezaları
cezadan saymayan bu müebbedler, idamlıklar, yüzbirliler; otuz sene sonra martın
filan gününde çıkacağı tarihin yazılı olduğu müddet kâğıdını bir muskayı taşır
gibi göğsünün üzerinde taşıyan bu mahkûmlar arasında, Konya Hapishanesi'nde
yazar şu satırları:
"Hiç
şüphesiz mektup zarflarının üzerini bana yazdıran bu adamlarla aramızda dağlar
kadar fark var. Fakat hiçbir hudut, hiçbir imtiyaz tanımayan insan kalbi. Beni
bu zavallı insanlarla vasıtasız bir şekilde birleştiriyor. Iztırab ve sefalet
kadar insanları birbirine yaklaştıran ne var. (....) Loş koridorlar!...
Koridorlarda ellerinde koca sarı püsküllü teşbihleriyle sinirli sinirli dolaşan
mahkûmlar... Bu insanları hiçbir zaman unutmayacağı m."
Nihal
Atsız. Tarihler 3 Mayıs 1944'ii gösterinceye kadar, Süveyş sokaklarında İtalyan
çocuklarıyla kavga etmiş, Askeri Tıbbiye'den atılmış, Edebiyat Fakültesindeki
asistanlığından ilişiği kesilmiş, edebiyat öğretmeni iken birkaç kez açığa
alınmış, çıkardığı dergi kapatılmıştı. Sözünün sahibi olarak sonuçlarına
katlanmayı peşinen göze aldığı su götürmez bir gerçek gibi duruyordu orta
yerde. Ama iplerin asıl kopması Başbakan Şükrü Saraçoğlu'ya yazdığı iki "Açık
Mektup" üzerine oldu. Edası sert mektuplardı bunlar, yurt çapındaki tekin
olmayan dalgalanma da cabası. Sabahattin Ali, Atsız'a, "hakaret
davası" açtı. Duruşma Nisan sonlarında başladı. Atsız, aralarında Reha
Oğuz Tiirkkatı, Fethi Tevetoğlu, Hüseyin Namık Orkutı, Orhan Şaik Gökyay, Zeki
Velidi Togan, Hikmet Fanya, Nejdet Sancar, Alparslan Tiirkeş, Osman Yüksel
Serdengeçti'nin de bulunduğu arkadaşlarıyla birlikte tutuklandı. Bunların bir
kısmı askerdi, asker sanıklar ile sivil olanların bir kısmı, bu arada Atsız,
Tophane Askeri Cezaevinde; sivil sanıkların geri kalanı da meşhur Sansaryan
Han'da bulunan Emniyet Miidürlüğü'nün hücrelerinde tutuldu. Ki bu hücreler
sonraları bu dava vesilesiyle "tabutluk" adıyla şöhret buldu.
Çığırından çıkan dava kısa zamanda Türkçülük-Komünistlik zeminlerinde görülmeye
doğru kaydı. Atsız mahkeme süresince bir buçuk yıl kadar tutuklu kaldı. Önce
tahliye, sonra beraat etti. Ama bu süre zindanın ne demek olduğunu öğrenmesine
yetti:
Acnlm
yaşlı mı kara gözlerin İçimde bir derin yara gözlerin Daldı mı uzak bir yere
gözlerin Görmüyor; bilmiyor; bilemiyorum
Günleri
sayamam geceler iner Beklerim geceyi yıldızlar söner Gizli bir yaram var
durmayıp kanar Neresi? Bulup da silemiyorum
Ulaşsa
da sana yolların ucu Varmaya yetmiyor Atsız'm gücü İçimde dururken bu kadar acı
Hâlâ yaşıyorum ölemiyorum (Sesleniş, Yolların Sonu, 25 Ağustos 1944)
Her
ne kadar Atsız, Yolların Sonu 'nda, ömrünün hasılatı olarak Kürşad sarayına
çıkmayı ve ondan gelecek bir kut'u beklemekteyse de, hapishanede yazdığı bıı
mısralar şimdi sadece romantik bir erkeğin kaleminden dökülmüşlerdir ve her
kadının yüreğini sızlatacak cinstendir.
Gerçi
meşhur savunmasının sonucundaki cümleyle, Atsız'a bakılırsa, "İcraatı ile
açıkça ırkçı, Hatay'ı ilhak etmekle de Turana olan devlet," yavrularına bu
kez de bir parça tabutluk ve işkence odalarını, biraz da hapiste bekletilmeyi
reva görünce durulmuş, sükûn bulmuş olmalı ki şimdi onların beraatine karar
vermiştir. Lâkin AtsızTn savrularak geçen ömrünün sonunda, bülbülün çektiği
dili belâsı, son bir şarkısı daha vardır. Ötüken’de yayımlanan yazıları. On beş
aya mahkûm edilir. Bu bünyenin artık hapsi kaldıramayacağına dair hastahane
raporuna rağmen Toptaşı Cezaevi'ne konulur. İki buçuk ay sonra cumhurbaşkanının
affı üzerine serbest bırakılır. Böyle bir af talep etmiş değildir oysa. Altmış
dokuz yaşındadır.
Hüseyin
Nihal Atsız o tarihten otuz yıl ewel, 1944 yargılamalarında otuz dokuz
yaşındaydı. O zaman taşıdığı şeyi otuz yıl sonra da taşıyası olması bizi
derinden düşündürür. Arkadan gelen yıllar içinde AtsızTn, davasına yaptığı
bütün fikrî katkısına rağmen, gençler üzerinde yarattığı asıl büyüleyici
etkinin romantik kanattan geldiği gözlerden kaçmamalıdır. O, Namık Kemal'in,
inandığı dava uğrunda zindandan, cellâttan, sürgünden kaçmayan hürriyet
kahramanı idolünün ete kemiğe bürünmüş şeklidir. Ve bu yanıyla da en fazla
Nazım Hikmet ve Necip Fazıl'la mukayese edilebilirliği şaşılası değildir.
Yo,
hayır! Şaşırtıcı duruyor aslında.
Peki
biz ne düşüneceğiz şimdi? Her sistemin kendisini korumak istediği harcıâlem bir
bilgi. Ve o, dışında kalıyorsa, kendi çocuklarını da öğütür. Cumhuriyet öncesi
gibi sonrası zindan masallarının da en sade özetidir bu cümle. Devlet bir
yandan inkılâba, lâikliğe karşı olanları hapsetmek zorunda kalır, bir yandan din,
dil, ırk ayrımı yapmak isteyenleri, rejim düşmanlarını, gizli dernek kuranları.
Ortalık bir hayli toz duman. Bu nedenle, Marksistlerin İslâmcılarla,
İslâmcıların Türkçü-Turancılarla buluştuğu mekândır hapishane. Ve ki sistem,
hepsini de bir güzelce hırsızlarla, ırz düşmanlarıyla, dolandırıcılarla,
canilerle aynı çatı altında buluşturmaktadır.
Ne
gam! Değil mi ki;
Aşkın
mapusane içinde ben mahkûm!
Yassıada
Sabahattin
Ali de mahpustur, ona vatan haini dediği için Atsız da. Necip Fazıl da
mahpustur, Cevat Rifat da. Sistem kendi evlâtlarını öğütmektedir. Sistem ne
yapsın, o da bir yandan kendi kendisini korumaya gayret etmektedir. Böyledir
kanunu düzenin. O kadar ki sistemler değiştikçe eski sistemin adamları da
kendilerini zindan yolunda bulmaktadır. Sistem kendisini de öğütmektedir.
Cumhurbaşkanı olmak. Başbakan olmak, vekil olmak? Faydasız. Böyle başlar
zindanlığı Yassıada'nın.
Adnan
Menderes, Ege'nin zeybeği. Yassıada'da on altı ay kaldı. Bu süre içinde hiç
yalnız kalmamakta, bir nöbetçi yirmi dört saat başında beklemektedir. Lâkin hiç
yalnız kalamayan bu adamın tek dünya kelâmı etmesi, görevliler gibi diğer
tutuklu arkadaşlarıyla konuşması da şiddetle yasaklanmıştı. Avukatı ile
görüşmesine izin verilir lâkin ne görüşmedir ki bu, avukat, çantasını açamaz, not
alamaz, dosyasına bakamaz. Okumasına izin verilen tek şey Kur 'an. Bir de her
gün bir mektup yazma ve bir de mektup alma hakkı vardır Adnan Menderes'in. Bu
hak dairesinde, karısı Berin Hanım ile yazışmayı tercih eder. Dışında dönen
dünya ile ilgili kendisine tanınan tek izin, her gün alacağı ve göndereceği bu
mektuplardan ibarettir. Bu yüzden mektup onun hayatiyetidir.
Mektuplar
gelip gider Ankara ile Yassıada arasında. Otuz kırk sahifelik mektuplar
değildir bunlar. Hepi topu "Elli Kelime." Mapushane kâğıdı denilen ve
tutuklulara beşer kuruştan satılan, onar satırlık özel matbu kâğıtlar üzerine
yazılırlar. Satırların dışında boş yere yazılması da yasaktır.
Hangi
kelimeleri derlemeli, hangilerine hangi manaları yüklemeli? "Âlemim
sensin, bu âlemin hadiseleri de mektupların," diyordu Menderes.
"Kimsenin mektubu, seninkiler kadar âteşin bir intizar ve iştiyakla
beklenmiş olabileceğini tahmin etmiyorum."
Elli
kelimeyi geçmeyecek mektupların sevgi ve teselli sözcükleri ister istemez
azaltılmıştı. Çünkü bir beden zindana düşünce ihtiyaçlar sıralamasında bir
teşbih, bir saat, bir şişe kolonya, avukat, kira, banka hesapları ön sıralarda
yer alıyordu ve hepsi de çok kelimeyle yazılıyordu.
Gerçi
Menderes'in, Yassıada koşullarından, mahkemenin gidişatından bahsetmesi düşünülemezdi
bile, sansür vardı. Berin Hanım'ın da kocasına, milletinin hâlâ onun yanında
olduğunu söylemesine izin yoktu. Ama yine de elli kelime çok azdı.
Tarihe,
en fazla da kirli bir resim bırakmaktan korkan konuşması yasaklanmış başbakan,
hapsin en acımasızının insanı insandan mahrum bırakarak yaratıldığını kısa
zamanda anladı, tecridinde içine doğru eğilmekten başka çare bulamadı. Böyle
derinleşti mektupları. Zamanla hasret sözcükleri dünyevi meselelerden daha çok
yer kaplamaya başladı. Çünkü ümit azalmıştı. Berin Hanım'ın da elli kelimeye
sığdırmaya çalıştığı mektuplarında "Elbette hakikatler anlaşılacak,
selâmetle çıkacaksın," demesine rağmen.
Adnan
Bey her gün iki üç mahkeme yaşarken, Berin Hanım, büyük felâket anlarında
kadının erkeğine karşı analaştığı, aşkın şefkate ulaştığı noktadan
seslenmektedir kocasına: "Kantinden meyve filân aldırabiliyor musun acaba?
Ne olur müsaade etseler de hiç olmazsa meyve yollayabilsek. Elma portakal gibi.
Odada durur istedikçe yersin." Oysa Adnan Bey günde dört paket Yenice
sigarası içmekte ve çok az yemektedir. Başı eğik, düşünceli, dalgın bir adam.
Çok fazla kilo vermiş, mahkeme günü Celâl BayarTn dahi tanıyamayacağı kadar
değişip, çökmüştür. Karısı, "Allah sana sabır, metanet, kuwet versin.
Hakimlerimize de insaf versin. Elleri vicdanlarında öyle hükmetsinler artık.
Çünkü sizin kadar bigünah sanık olmamıştır," demektedir.
On
altı aylık Yassıada tutukluluğu esnasında Menderes'in ailesiyle görüşmesine
ancak iki kez izin verilmişti. İlki yarım saat, İkincisi bir saat. Altı ay
üzerine ilk ziyaret gerçekleştiğinde yarım saat, büyük mutluluk getirir:
"Çok
şükür Allah'a seni gözlerimizle gördük, kucaklaştık. Elini tutabildik demek?
Allah'ım bizim için ne büyük saadet.
Altı
aydır hasret olduğumuz güzel yüzünü gördük, karşı karşıya oturduk. Sakın bu bir
rüya olmasın? Uyanacağım, bu bir rüya imiş, diyeceğim gibi geliyor. Yarım saat
ne kadar çabuk geldi geçti. Ayrılık ne hazin, ne kadar güçtü. Vücudum ayrıldı
fakat benliğim orada kaldı. Orada göstermeğe gayret ettiğim metanetim burada
kalmadı, artık hıçkırıklarla istediğim kadar ağladım. Çok şükür seni tahayyül
ettiğim kadar zayıf bulmadım, çok şükür iyisin. Seni şimdi Mutlu'ya
benzetiyorum ben. Biraz gayret eder yemek yersen toplanırsın. Sigarayı da az
içmeye gayret et yalvarırım. Aydın da yaşından umulmadık metanet
gösterdi."
Menderes
ailesinin, ilki ile sonuncusu arasında bir görüşme teşebbüsleri daha vardır.
Fakat görüşme izninin alınmasına rağmen bu teşebbüs, "Siz daha önce
görüşmüştünüz" bahanesiyle engellenmiş ve anne ile oğulları, yakalarında
izin kartları, Dolmabahçe iskelesinden Yassıada'ya gitmek üzere bindikleri
vapurdan indirilmişlerdi. Son görüşme ise ağustos ayı içinde gerçekleşir. Bir
saat.
Menderes
17 Eylül'de idam edildi. Berin Hanım'a son kez seslendiği ama yerine ulaşmayan
15 Eylül mektubunda "Hakikaten eşsiz ıztıraplar çektik," diyordu.
Onun Yassıada mektuplarının sonuncusu ise idamından bir gün ewel oğluna hitaben
yazdığı ve gönderilemeyen bir vasiyetten ibaretti. "Hakkımda müsbet
düşünün," diyordu. "Rabbim sabır ihsan etsin." "Ruhumla
daima sizinleyim. Sizi şefkatle anıyorum. Hakkınızı bir kere daha helâl edin.
Benden helaldir. Hepinize hüzün ve heyecanla hitap ediyorum. Yanınızdayım.
Sonsuz dayanılmaz, hissedilmemiş bir Özleyişle ve gözyaşları ile hepinizi öperim."
Helâl
ü hoş olsun!
Adettendir,
idamlar sabah vakti, güneş doğmadan ewel yapılır. Ama onunki öğle vaktinde,
saat 13.23'te gerçekleştirildi. Asanların acelesi vardı. Ve çingene cellât,
Yassıada'da horlanan Menderes'e, gördüğü bütün hakaretleri şahsında unutturmak
istercesine son isteğini sorarken beşeri bir insiyakla kibarlaştı: "Bir
emriniz var mı Efendim?"
Her
hapislik acı mutlaka. Ama onunkisi bir başka acı. Darağacına ikbalden
düşenlerin ne ilki ne de sonuncusuydu Menderes, ve onun bir başbakan olarak
hata-sevap cetvelini benden iyi tutanlar vardır, bu değil. Onun idamının
içerdiği asıl trajedi geriye bıraktığı, "foto-ordu" tarafından
çekilmiş resimlerde. Ve bilhassa ölümün gölgesinin düştüğü bu sararmış
fotoğraflarda daima var olan üniformalı refakatçide.
Bir
Şair
Bu
elem defteri dünyada kapansın dilerim
Dilerim
bir daha mahşerde açılsın bu kitâb
Zindanı
da en iyi şair anlatıyor galiba. Faruk Nafiz.
Başbakan
ve iki vekili darağacına giderken ve Milli Miicadele'nin "Galip
Hoca"sı, Reisicumhur Celâl Bay ar; yaşlılığı nedeniyle idam kararı
müebbede çevrilip de Kayseri Cezaevi'nin yolunu tutarken (Sonraları Yassıada ve
Kayseri Cezaevi anılarını bir kitapta toplayacaktır: Kayseri Cezaevi Günlüğü),
Yassıada'nın tutukluları arasında bir de şair vardır. Siyasetin beklendik
sürprizleri cümlesinden kendisini milletvekili koltuğunda buluvermiş olmaktan
memnun, aşk şairi Faruk Nafiz de on altı ay kadar bu "hayırsız"
adadadır, suçsuz bulunur, beraat eder, çıkar ve gider. Ama bundan sonraki
yaşamı kederlidir. Siyasete "bulaşmaz" bir daha. Yassıada onu
öylesine ezmiştir ki ruhunun bir parça huzura kavuşması için aradan uzun yıllar
geçmesi
Acı
insanı söyletiyor. Han Duvarları şairinin Yassıada'daki kalbı acılarından
geriye benzeri az bulunur bir şiir kitabı kalır. Zindan Duvarları.
Kuşu
hicran getirir dalgası hüsran götürür Mavi bir gözde elem katresidir Yassıada
Beraat ettikten nice sonra, 1967'de, Yassıada'yı telmihen albüm biçiminde
yayımladığı kitabını "Kader ve keder birliği" ettiği arkadaşlarına
ithaf eden Faruk Nafiz, yolu zindana ikbalden düşenler kafilesindendir.
"Elde çanaklarla yenilmez yemeğe" giden, şimdi "Völga
mahkûmlarından daha bahtsız" ama az zaman ewelinin redingotluları da, kalp
ezeli gerçeğine acı yoluyla ulaşınca, aynı teselliye dönerler, Yûsuf tesellisine:
Gece
zindanda Yûsuflar sıralanmış yatıyor Gözlerinden okurum sapsarı rüyalarını Kimi
sehpâda görür kimi çarmıhta kendini Ve ararlar yine zindandaki dünyâlarını Ne
ki her Yûsuf'u dışarıda bir saltanat tahtı beklememektedir. Bu yüzden tamamı
birer alev topu gibi tüten Zindan Duvarları rubailerinin arasında birkaç damla
kan gibi durur "Genç Osman":
Kaç
asır geçti o hicran üzerinden bilmem;
Kimlerin
kahpe felek doğradı ekmek kanma?
Bildiğim
varsa, cihan halkı, o günden bugüne Yanarız memleketin tığ gibi GENÇ OSMAN'ma!
Sapla
samanın birbirine karıştığı, suçlu ile masumun aynı kaderi paylaştığı, kuru ile
yaşın birlikte yandığı kaza meydanında, bütün bunların bir hesabının
tutulduğunu ve mahkemelerin de üstündeki mahkemenin gün geldiğinde şaşmaz
mizanını kuracağını bilmek kalbe eşsiz ferah veriyor. Bu kadar incecik
detayların sağlıklı bir hesabının tutuluyor olabileceği hususunda tek inanç
dayanağımız ise kurulmuş olan nizamın dengesindeki azamet.
Aşk
ve Iztırab
Tanpınar,
Beş Şehirdin "Konya" bahsinde, Konya Lisesi'nin üst katındaki
odasında sürdürdüğü edebiyat çalışmalarına yan taraftaki hapishaneden gelen
türkü seslerinin refakat ettiğini söyler. Ve bu seslerdeki yalın ıztıraba
dikkat eder. "Kader kurbanı," yüzbirliler, kürekliler, idamlıklar,
miiebbedler. Kalpten kopan ne kadarsa, gâhi bir beddua,
Hapishane
seni papan kör olsun,
Gâhi
bir yakınma,
Kerkük
zindanına koydular meni Mazlumlar sürüsüne kattılar meni,
Gâhi
bir ağıt ki kendi kendine söylenmiş,
Devlet
devlet kuşlar uçar gönlümde Bir yanım süzülür sizler gibi hür Bir yanım kafeste
sessizce ölür;
Gâhi
bir daüssıla,
Uçun
kuşlar uçun doğduğum yere Şimdi dağlarında mor sümbül vardır Ormanlar koynunda
bir serin dere Dikenler içinde sarı gül vardır;
Gâhi
bir özlem çığlığı,
Kirpiğim
kapanmaz gözüm üstüne Düşümde yatarsın dizim üstüne Yeminler olsun şu sazım
üstüne.
Hepsi
de duvarlara, kapılara, parmaklıklara savrulur, dağılır.
***
Şimdi
bu yorucu ve uzun yazının sonuna iyice yaklaşmışken söylenmesi gereken bir şey
daha kaldı ki hapishane duvarında bir özgürlüğün bir de aşkın adı var.
Hükümlünün, aşktan ve özgürlükten başka daha nesi var?
Zindanda
iyice yalınlaşan hissiyatın bir ayağının da aşkla bağlı olması, aşk en iyi
özgürlükte yaşanabileceği için değil.
Eylemi
kısıtlayıp muhayyileyi serbest bırakan tutsaklık en fazla da soyutlaştırılmış
bir aşkın yeniden yeniden yaratımına izin verdiği için. Değil mi ki ayağı bağlı
olan eyleminde çaresiz olsa da hissiyatında mazur, eylemsizliğinde muaf:
Düştümse niyaza nazeninim Elden ne gelir kafes-nişînim Ama. Gözler zindanın
karanlığına bir kez alışıp da, gözkapaklarınm arkasına çekilince yaşamın bir
çeşidi, düşünceye kim ket vurabilir?
Gündüz
hapsem gece necâtem Gündüz mey i tem gece haya tem
Herkesin
kaybettiği yerde bulunabilir. Herkesin kaybettiği yerde bulan, bulduğunu bin
yıldan beri tanıyormuş gibi olan, zindanını sevmesin de ne yapsın şimdi? Yüz
yıl önce bu mekânı sevmiş olsaydım yine de şimdi baktığım derinlikten bakıp da
sevemezdim. Üstelik sebepsiz değil. Aşk hayalden büyük. Hayal de soğuk
hapishanenin demir kapılarından, kör pencerelerinden ve taş duvarlarından.
Zindandaki âşıkm âşıklığından başka hükmü yok:
D
işar da yağmur İçerde sevdan Yağmur toprağa düşer Kavuşmak sana İçerdekini
dışarıdakiyle bir araya getiren çoğu kez bir ışık oyunudur. Eğer içerdekinin
dışarıya gönderdiği sadece kendi ölüm haberinden ibaret değilse; içerdekinin
zindan aydınlığı dışarıdakinin özgür karanlığına denk düştüğünde başlar ışık
alışverişi. Kırk yıldır yaşanan zindan bir başka ışığın işaretinde açmaya
başlayınca bütün saklı bahçelerini. Ve bu kez bu karanlıkta insanın kendi
güzelliğinden başı dönünce. Bütün kapılar açık. Hoş geldin sevgilim, hoş
geldin! Ümit bu defa dışardan içeri aktığı gibi içerden de dışarıyı
beslemektedir. Arada duvar değil aşk var. Harikulade! Karşılaştığım şey
kaderimden de ötesidir. Hiç umulmadık yerlerde hiç ummadığım şarkılar gerçekten
mi öyle söylemektedir, yoksa bu, tutuklanmış küstah kalbin aciz bir yorum
denemesi mi?
Ter
döküyor ter dört duvar bense beklerim bir gün mutlaka Ters dönecek anahtarlar
bir gün elbet çıkacaksın ışığa Bir gün açılır açılmaz sandığın kapılar vurunca
güneş Bir karanlık daha erişti güne saat neredeyse beş Ama değil, şarkılar öyle
söylüyor işte. Şimdiye kadar nasıl fark etmemişim?
Ama
aşkın ölümü var. Böyle bir karanlıkta aşkın ölmesine neden olan şey doğmasına
da neden olan şeydir aynı zamanda. Işık oyunu. Tahayyül! muarefe. Kalbin
suçlarını hiçbir sistemin yasası fişlemez ve hükmetmez ama kalbî isteklerin
böyle bir mekânda hiçbir geçerliği de yoktur. Cinaslar, tevriyeler, telmihler,
istiareler: Hayatımı kaybettim hükümsüzdür; buldum hayatımı hükümlüdür. Bir tek
sende hükmüm var, bir tek sende hükmüm yok. Her şeyin hükmünü yitirdiği
yerdeyim... Ama nereye kadar? Demem o ki, "kanrevandır kanrevandır
kanrevandır."
Dönerim
olmaz, yatarım olmaz,
Upuzun
Hint fakiri yatağı gece,
Öyle
bir batar ki, dört yanımdan,
Ayağımı
uzatırını parmaklık,
Elimi
uzatırım soğuk duvar.
Zindanda
aşk, kelime oyunu en fazla. Delillerinin geçerliği yok. İnsanı gam, duvarı nem,
aşkı ise yorum... Hepsi de dört duvarın arasında. Dört duvarın arasındaki
yorumdan başka ne yapsın? Muhayyilenin özgürleştirdiği şey acz olarak geri
döndüğünde, söylemiştim, her eylem kelâm biçiminde belirmek mecburiyetindedir
ve bu çok tehlikeli bir mecburiyettir. Neticede,
Yürek
sığmaz zindana
Beni
azad et!
Aslında
bütün beklediği zindanın cümle kapısının öbür tarafında, dışarıda alınacak bir
ilk nefestir. Değil mi ki şimdi "Ölüler Evi"nde bir cesettir ve ki
cesede ruh nefes ile üflenir. Kalpte kıvamına erişen aşkın kader tecelligâhına kurulması
gerek.
Biz
ne söylersek söyleyelim cümle kapısından sonrası: Ne çare kaderdir!
Bitiş
Kimi
hâlâ zindan, kimi benim kentimdeki gibi kültür merkezi. Kimi beş yıldızlı bir
otele dönüştürülmüş, duvarlarında hapishaneliğinden hatıra Şoför Ahmed'in ismi.
Kimi duvarlarını sadece rüzgârın okşadığı bir harabe, karanlıkta biraz
ilerleyebilsem yan yana sıralanmış kemerli hücrelerin kalıntılarını
görebileceğim. Kimi müze, kimi okul, kimi hastahane...
Hastahane
yatağı, hapishane yatağı, kışla yatağı. Başka da vardır mutlaka, hepsi sabit.
İçinden geçen muhtelif. Kimini ilk kalp krizi burada buldu, kimini sonuncusu.
Kimi zindanından daha ağır bir zindana düşmek, kimi sürgüne gitmek için çıktı.
Kimi suçsuzluğu anlaşıldı, kuşlar gibi hür çıktı. Kiminin sadece cenazesi
çıktı. Kimi zindanda kaybetti, kimi zindanda buldu. Kimi saklayabildi bulduğunu
kimi kaybetti, bir daha bulmak için zindanını özledi. Kimi çıktı, bir daha
semtinden geçmedi, kimi çıktı, ateşe koşan pervaneler gibi zindanına geri
çekildi...
Ne
kadar çok hayat, ne kadar çok acı, ne kadar çok insan. Ne kadar çok yazı, ne
kadar çok şiir, ne kadar çok zindan.
"Bir
insanın acı çektiği yerde söylenebilecek her şey var"sa gerçekten,
zindanın cümle kapısı önünde bir an için duraklayan yazıcının yazısı, süre
giden bir tarihçenin yanık kitabı içinde daima eksik kalacak. Çünkü hep aynı
soru: Kalpleri kim okuyacak?
Dahası,
içinde gül kırıkları gidip gelen "okunmuştur" damgalı hapishane
mektupları?
Onları kim yazacak? Meğer ki bütün tarihçelerin özeti iki mısra olsun:
Şu
Metris°in önü bir uzun alan
Bir
tek seni sevdim gerisi yalanî
Onlar
yatmışlar, benimkisi ziyaret olsun...
Seçme
Kaynakça
Dava
Sobel, Galileo'nun Kızı, Türkiye İş Bankası Kültür yay., İstanbul 2000.
Michel
Foucault, Hapishanenin Doğuşu (2. bsk.), çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge
Kitabevi, İstanbul 2000.
Michel
Foucault, Büyük Kapatılma, Ayrıntı yay., İstanbul 2000.
Georges
Bataille, Edebiyat ve Kötülük, çev. Ayşegül Sönmezay, Ayrıntı yay., İstanbul
1997.
Ay
tekin Yılmaz, içimizdeki Hapishane: Labirentin Sonu, iletişim, İstanbul 2003.
Nazım
Hikmet, Kemal Tahir'e Mapusaneden Mektuplar; Milliyet yay., İstanbul 1996.
Nazım
Hikmet, Piraye'ye Mektuplar; haz. Memet Fuat, Adam yay., İstanbul 1998.
Nihal
Atsız, Yolların Sonu, Ötüken yay., İstanbul 1975.
Hapishane
Şiirleri, haz. Erdoğan Alkan, Kaynak yay., İstanbul 2002.
Oscar
Wilde, Reading Hapishanesi Baladı, Tiirkçesi: Tozan Alkan, Bordo-Siyah yay.,
İstanbul 2002.
M.
de Sade, Aşkın Suçları, çev. Cemal Süreya, Say yay., İstanbul 2003.
Stephan
Zweig, Yıldızın Parladığı Anlar; Türkiye İş Bankası Kültür yay., [y.y., t.y.]
Nikolay
Buharin, Her Şey Nasıl Başladı, çev. Anahid Hazaryan, Epos, Ankara 2003.
Kari
Teby, Dersaadet'te Avusturya Sefirleri, çev. Selçuk Ünlü, Kültür ve Turizm Bak.
Yay., Ankara 1988.
Namık
Kemal'in Mektupları, C.I, haz. Fevziye Abdullah Tansel, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, İstanbul 1967.
Midhat
Paşa'nm Hatıraları 2, Yıldız Mahkemesi ve Taif Zindanı, haz. Osman Selim
Kocahanoğlu, Temel yay., İstanbul 1997.
Necip
Fazıl Kısakürek, Cinnet Mustatili (10. bsk.), b.d. yay., İstanbul 1998.
Osman
Yüksel Serdengeçti, Mabetsiz Şehir; Türk Edebiyatı Vakfı yay., İstanbul 1995.
Nuriye
Akman, Elli Kelime, Benseno yay., İstanbul 2001. [Berin Menderes'in mektupları
için de bu kaynaktan alıntı yapılmıştır].
Talat
Asal, Müvekkilim Adnan Menderes ve Yassında, Selis Kitaplar, İstanbul 2003.
Faruk
Nafiz Çamlıbel, Zindan Duvarları, [y.y., t.y.].
•
• •
Ataol
Behramoğlu-Ozdemir ince, Dünya Şiiri Antolojisi, 4 C., Sosyal yay., İstanbul
1997.
Gerekçesiz
Aşk: Piraye
Nâzım.
Türk edebiyatının bu şaibeli ama çekici çocuğu.
Kalpleri
kategorize etmek mümkün olsaydı, "Kalbi her güzel şeyden yara almaksızın
kurtulamayanlar" sınıfına yazılabilecek olan bu romantik şair.
Bir
roman kadar şaşırtıcı ve ancak hayat kadar acı olan hayatı üzerinde oynayan
bütün kalemler "Mavi gözlü dev"in çok tekerlekli bir savaş arabası
gibi aşka çokça açık yanından bahsetmeden geçemezler. Aksi takdirde eksik kalır
hikâyenin büyük parçası.
Nüzhet,
Piraye, Münevver, Vera?
Sadece
evlilikleri için söylemek gerekirse bile; "Nâzım’ın kadınları"
diyebileceğimiz bu dört kadından, bir tek ilki, Nüzhet Hanım müstesna,
diğerleri onun nikâhına bir başka nikâhın bağını bozarak girerler.
Kaynaklar,
Nâzım’ın dayanılmaz cazibesi önünde devreye giren aşkın hükmüyle hükmünü
yitiren nikâh bağlarını tahlil etmek ile, bu evliliklerin zaten bozulası
derecede kötü gittiğinden bahsetme zorunluluğu arasında salına dursunlar; gâhi
aşkı gâhi hayatı işaret etmeye, gâhi birini gâhi o birini haklı çıkarmaya
çalışa dursunlar. Vâlâ Nurettin’e bakılırsa Nâzım ömrünce çok aşklıdır ama
ânınca çok aşklı değildir. Yani ki eş zamanda kalbi tek kadın için çarpar,
kalbine kadınlar teker teker gelir teker teker giderler onun. Aynı anda iki
aşkı, iki sevgilisi, iki kadını olmayışıdır belki de onu bunca aşka sahipliğinde
"mazur" kılan, eğer gerçekten mazursa.
Aşkın
kaçınılmazı: Çile.
İlk
ve son, Nüzhet ve Vera, ilk ve son ayrıcalığıyla dururken Nâzım’ın hikâyesinde,
çile, en fazla da çileye sebebiyet veren Münevver’in ve kelimenin tam anlamıyla
ihanete
uğrayarak güzelleşen Piraye’nin payına düşmektedir.
İkinci
karısıdır Piraye, Nâzım’ın. Bu "kızıl saçlı bacı" tam on iki yıl
bekler çok kısa bir süre birlikte olabildiği ve mutlu günlerinin hemen
arkasından mahpus damlarına düşen kocasının yolunu. Zaman zaman gerçekleşen
görüşmeler müstesna, ki bunların birinde hapishane kapısında oturup üçü, Nâzım,
Piraye, Kemal Tahir; Gazali’den rubailer okurlar, sadece mektuplara yani söze
yüklenmiş bir aşk olur onlarınki. Böylesi bir rabıtada ise, baskın lisanı hâl
olan aşkın bütün eylemleri kelâm biçiminde tezahür etmek mecburiyetindedir ve
bu çok tüketici çok tehlikeli bir mecburiyettir.
Yine
de bir kadının alabileceği "en güzel" mektupları alır Piraye
Nâzım’dan on iki yıl boyunca: Bunlar senin gözlerindir. Gökyüzü ellerin gibidir.
Bunlar senin için oyduğum ahşap çekmecelerdir. Sevgilim, ah sevgilim! Lâkin
merhamet yanı ihlâl edilmiş her bencil aşk gibi (gerçek aşk gibi?) teselli
çizgisi bazen çekilmemiş mektuplardır bunlar: "Ve benim aşkımda merhamet
yok ki teselli olsun," 22/2/934. Ve ki bir şair "Dünyanın en güzel
yüzünü bembeyaz bir yatağın üzerinde" ağlatıp durmaktadır. Vaadler vaadler
sonra... "Seni öyle mes’ûd edeceğim ki kötü günlerin hatırasını bile
bahtiyarlıkla anacaksın! (tarihsiz)."
Böyle
vaadler her zaman tehlikeli değil midir?
Niye
ki bunca vaad, diye sorarken dışardan bakan yazıcı, öyle görünüyor ki şair
kalbinin işleyişini, anlamasak da anlayışla karşılayabileceğimiz Nâzım’ın aşkı
törpülenip durmuştur. Çünkü zamana karşı dayanıklılığı daima şüphe götüren
aşkın, en büyük düşmanı zamansa bir büyük düşmanı da yaşanmamışlık. En önemlisi
de zaman geçe dururken, hapishanede Piraye için çırpınışlarını, kimi Piraye’den
para isteyişlerini, kimi -dokuma tezgâhı, oyma sanatı, çeviri, telif- Piraye'ye
para gönderişlerini içimiz sızlayarak izlediğimiz Nâzım'ın aşkı da her aşk gibi
nihayetinde kendi çemberini kıramayan, kendi çapı kadar bir aşktır. Nâzım
yazdıklarında samimidir elbet. Az boz bir aşk değildir onunki. Çünkü aşktır,
üstelik şairdir. Ama doğrudur şairlerin kötü âşıklar olduğu. Çünkü şiir, şuur
halidir. Şuur akıllılık demektir. Aşksa hepi topu bir cinnettir.
Nâzım'ın
sebebi de bahanesi de vardır aslında: Aralarındaki dolayımın tek adı gibi
görünse de aşk, yaşanma boyutu elden alınmış bir hapishane aşkının yaşanabileceği
tek alan olan yazı boyutunda, ki kelâmdan başka bir şey olmayan yazı akla doğru
çeke durur insanı, Piraye eksik kalmaktadır ona göre. Zaman zaman "Böyle
bir mektup için üç sene yatılır vallahi" dedirtecek mektuplar alsa da
Piraye'den, eksikliğin, yetmezliğin, azlığın adı koyulmuştur bir kere:
"Zarfın içinden hapishane duvarı gibi bembeyaz kâğıtlar çıkmasa! 23
Haziran 933."
Aşk
ile sair bir kıymet arasında yapılabilecek mukayesede alternatif olarak
önerilen tarafın kazanma şansının hemen hiç olduğunu baştan kabul etsek bile.
Piraye'nin kömürsüz geçen kışlarını, tek başına büyütmeye çalıştığı çocuğunu,
Nâzım'a destek olma çabasını aşktan da öte bir sorumluluk gibi yüklenişini ama
bunu aşkla yapışını, hayatın türlü suret sert yüzleri arasına yalınkılıç dalışını
ve hepsinden önemlisi Nâzım'ın da sezdiği gibi "Koskoca dünyadaki
yapayalnızlığını" hesaba katmaya kalkışmak bile abes. Tam on iki yıl,
hiçbir şey yapmamış olsa dahi tam on iki yıl, bir erkeği sadakatle beklemiş
olmak bile bir kadını aşkın en büyük hak sahibi kılarken. Belli ki aşk
Piraye'nin hakkıydı.
Ama
aşkın bir hak ediş olmadığı da aşikârdı.
Piraye'de
aradığı tutkuyu bulamadığını, üç ismi olan onu (Hatice Zekiye Pirayende) iki
ismiyle kuşattığını ama üçüncü ismiyle kuşatamadığını fark eden Nâzım'ın bir
fırtına gibi Münewer girer hayatına. Görünen o ki Piraye hayatın sertlikleri
karşısında kaçınılmaz biçimde albenisiz kalan ve özgür tutsaklığında giderek
ışığı sönen bir yıldızken, Münewer örselenmemiş bir kadın güzelliğidir. Ve
Nâzım'la bir taşra cezaevininin müdüriyet odasında karşılaşmıştır. Kuzendirler,
ilk karşılaşmaları değildir elbet, üstelik mazinin sayfaları arasında
Münewer'in Nâzım tarafından mukabele görmemiş bir aşkı da kayıtlara geçmiştir
ama Nâzım onu şimdi ilk kez "görmüştür." Mazotlanmış tahta döşemenin
üzerinde duyulan yüksek ve ince ökçelerin tıkırtısından sonra bir Fransız
parfümü çarpar Nâzım'ın yüzüne. Sersemletici. Bütün özlemlere ve bütün mahrum
kalmışlıklara hitap edici. Ve erkek kalbi isteyicidir. İstek-ten! Bir mektup.
İmzalanması için Piraye adına hazırlanmış bir boşanma dilekçesi. Bu kadar sade.
Ama
kalplerin on iki yıllık tarihçesi bu kadar sade değildir.
Kadın
kalbinin bilgi ötesi sezgisiyle Piraye, bu gidişin ayak seslerini önceden
duymuş muydu? Muhtemel. Kuşku yok ki o, ölümcül darbeyle yaralanmıştı.
Gururundan vurulmuş olmalıydı, kadınlığından, inancından. Abes yanıyla hayatın
birdenbire yüz yüze gelmiş olmalıydı. Ama en çok da "aşktan" yara
almış olmalıydı, aşk yanından. Ki hayatını aşkın üzerine kurmuş olmalıydı
Piraye. Başka türlü bunca zorluğa nasıl göğüs gerilirdi ki?
Erkek
kalbi, bir garip! Kemal Tahir'e hapishanede iken yazdığı âteş mektupların
birinden öyle anlaşılıyor ki Nâzım; Münevver'e hapishane ortamının cilvesiyle
ani tutuluverişinden rücu etmiş, yine Piraye'ye dönmek istemektedir. Aşkın
yakıcı ilk etkisi yok olunca, ya da aşkın da yolları var ki tıkanınca, ak ile
kara, akıl ile duygu, tutku ile minnet çatışmaya başlamış olmalıdır Nâzım’da.
Kemal Tahir’e, sözü edilen mektupta, Piraye’yi yeniden fethetmeye çalışacağından,
onun aşkını yeni bir aşkı kazanır gibi kazanacağına neredeyse emin olduğundan
bahsetmektedir. Üstelik garip bir özgüven de taşımaktadır. Hattâ zevkli bir
deneyim olacaktır bu.
Yanılmaktadır:
Durmadan
kuruyup durmadan yeşeren bahçeden
geçmez
iki kere aynı rüzgâr...
Geçmez.
Dökülen
toplanmaz, adı aşksa, biten bir daha kendisi olarak başlamaz.
Ve
olmaz! Piraye affetmez. Dönmez ona bir daha. Kısa zamanda boşanırlar.
Geçmişler
olsun! Her şey bitmiştir. En fazla da aşkın karşılıklı yağıp duran büyülü müziği.
Belli
ki onca şairliğine rağmen Nâzım, şiirden şaşırtıcı olan hayata ve hayattan da
şaşırtıcı olan kadın kalbinin bazen ne kadar karmaşık çalışabileceğine yabancı
kalmaktadır. Duygusu imbikten geçirilmiş bir kadın kalbinin; uğrunda ne kadar
çok şey feda edilmiş ne kadar çok bedel ödenmiş bile olsa, aşkın safiyetinden,
masumiyetinden bir kez şüphe duyulmaya başlanınca; yaşanabileceği akla bile
getirilmeyenler yaşanıp da aşkın olmazlarına dair tahayyülün sınırları
kırıldığında; her şeyi ama her şeyi, en fazla da kendisini feda edebileceğini
bilmemektedir.
En
fazla kendisini, çünkü Piraye ömrünün sonuna kadar Nâzım’ı sevmekten vazgeçmiş
değildir. Ancak bekleme yanı inkâr edilmiş, görülme ve bilinme hakkından
gönüllü vazgeçilmiş bir aşktır artık bu. Beklemeyen ve kendisini göstermeyi
istemeden sadece sevmekle yetinen. Acı elbet. Ama bu kalbin sahibi aşkın en
yetkin tanımıyla dikilmektedir karşımıza: Gerekçesiz aşk. Hapse giden yol
karmaşık ve çapraşık bir yığın gerekçeli karar içerir. Ancak en karmaşık olanı
kuşkusuz gerçek aşkın gerekçesidir. Çünkü o gerekçesizdir.
Aşkın
küllî lisanının susup da, bir telin kopup da, ahengin ebediyyen kesildiği yerde
sorulası en acı soru şudur artık: Aşk bir hak ediş mi? Ve evet Piraye için
Nâzım artık sadece bir hak ediştir. Bu yüzden ki "gerekçesizliğiyle âşık”
kadın, bütün cazibesini yitirdiğini ve Nâzım’ı çektiği çilenin karşılığı olarak
sadece müstahak olduğunu fark ettiğinde, kendisine dönmek isteyen erkeğini
reddeder. Bunun gururla ilgisi yoktur.
Ömrünün
sonuna kadar hayatına hiçbir erkeği sokmadığı gibi özel odasını da hiçbir
meraklı nazarın yağmasına sunmaz Piraye. Hatıralarla yaşamanın mümkün olduğu
ondan öğrenilebilir. Oysa Piraye, Nâzım’dan ayrıldığında talipleri vardır.
Azımsanır kısmetler değildir bunlar. Sadık, az üzücü, teselli verici. Teminatı
muhakkak olan bir hayatı getirip Piraye’nin ayakları dibine sermeleri zor
değildir. Temiz, dürüst insanlardır. Onlar da Piraye’yi müstahak gibi
görünmektedirler. Kabul etmez hiçbirini Piraye. Neden, diye sorulduğunda:
"Nâzım’dan sonra kimi sevebilirim ki?"
Gerekçesi
yok ki aşkı, tertemiz yaratılmışlıklarıyla sadece hak edebilen doğuştan
şanssızlar hep kaybederken, "Dünyanın en güzel yüzünü bembeyaz bir yatağın
üzerinde ağlatan"lar tutkuyla sevilenler olarak kalacaklar.
SEVGİLİM İHANET
Babalar
ve Oğullar
Sophokles’in,
bundan yirmi beş yüzyıl evvel yazılmış olan Oidipus tragedyası, bütün insanlık
için okunabilecek bir evvel metin sunar bize: Babalar ve Oğullar. Gerçi, sadece
kader kurbanı olan zavallı Oidipus’un resminden "Babasının yerine geçmek
isteyen erkek çocuk" filmi çıkararak Freud’un abartılı psikanalizine
gitmek, en azından bu satırların yazarı için pek muteber bir niyet olarak
algılanmasa da, baba-oğul arasındaki gerilimi inkâr da fazla iyi niyetlilik olur.
Çünkü baba ile oğul arasındaki, bir yanıyla, ancak anne ile oğul arasındaki ile
mukayese edilebilecek bir muhabbet ilişkisidir ama, bu metnin diğer ucu sadece
iki erkeğin bir araya gelmesiyle açığa çıkabilecek bir gerilime bakar. Geniş
alanda gezinen bir yay. Kimi şefkat ve muhabbet, kimi nefret. Ama her hâl ii
kârda bir ibtilâ. Baba oğula, oğul babasına mübtelâ.
Hem
psikolojik hem sosyolojik mahiyeti var bu ibtilânın. Çınar ve gölgesi. Oğluna
bakılırsa, "Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi" olan Haşan Ali
Yücel için yine, oğlu, Can Yücel tarafından söylenmiş "Hayatta Ben En Çok
Babamı Sevdim" şiiri hikâyenin bütün psikolojisini verir aslında: Hayran
olunası, güçlü ve yakışıklı bir baba ile onu için için gıbta, hayranlık, sevgi
ve kıskançlıkla izleyen küçük, güçsüz oğul:
Hayatta
ben en çok babamı sevdim Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk Çarpık
bacaklarıyla, ha düştü ha düşecek,
Nasıl
koşarsa ardından bir devin O çapkın babamı ben öyle sevdim
Fakat
küçük ve güçsüz ogulun şaşırtıcı biçimde boy vermesi gecikmez:
En
son teftişine çıkana değin Koştururken ardından o uçmaktaki devin Daha başka
tür aşklar, geniş sevdalar için Açıldı nefesim, fikrim, canevim Hayatta ben en
çok babamı sevdim
Buna
göre, babaya duyulan muhabbet bir gerilim içermek mecburiyetindedir. Çünkü o,
bir yandan özenilen diğer yandan da aşılması gerekendir. Aşılması gerekiyor,
öyleyse bir engel. Baba ile oğul arasındaki en düz okunuşuyla bir iktidar
mücadelesidir çünkü. Çünkü çabuk yıpranmayan, uzun ömürlü erkek gücü oğulda
yeşerdiği zaman babada sönmüş değildir. Birinde başlayan şey öbüründe henüz
tükenmemiştir. Ve uzun yıllar, bu İkiliyi yetişkin iki erkek olarak karşı
karşıya bırakır. Uzun yıllar yetişkin iki erkek olarak karşı karşıya kalsalar
da baba ile oğul arasındaki, bir zaman sorunudur aynı zamanda. Biri başlarken
öbürü bitirmektedir. Biri dönerken diğeri gitmektedir. Yolun bir noktasındaki
karşılaşma bu yüzden böyle zorlu böyle hırçın geçer. Bir bilek güreşi.
Fasılalarla tekrarlanan. Babanızın bileği size bir güzellik olsun için önce yenilirmiş
gibi yenilmektedir. Veyahut yenermiş gibi yenmektedir. Gerçekliği yok, bu bir
oyun. Sevimli bir şey önce. Başı okşanıp da geçilmesi gereken çocuk. O kabuğun
altından kendi gücünü ve iktidarını tehdit eden güçlü bir erkeğin çıkacağını,
baba, başlangıçta nasıl tahmin edebilir ki? Ama, "Öyle bir geçer zaman
ki." Bilek güreşleri artık oyun olmaktan çıkıp gerçek bir boy ölçüşmeye mi
dönüşmektedir? Karşı bilekte gücün ilk fark edildiği an. Bir direnç. Ne garip.
Yoksa dünkü çocuğun bileğini bükmek artık eskisi kadar kolay değil midir? Artık
o bilek, baba tarafından bükülmeye değer mi görülmektedir? Bu bükme artık bir
hayli emek mi istemektedir? Ve nihayetinde babanın bileği oğlunun demir pençesi
altında biikülmektedir. Çok acı. Fıtratı sert rüzgârlardan ödünç alınmış erkek
mizacının bu yenilgiyi olgunlukla kabullenebilmesi için ne kadar toz duman
gerekmekte şimdi.
Belki
de bunca çatışmanın kaynağı bir görme bozukluğu. Baba oğulda geçmişini görürken
oğul babasında geleceğini görmemektedir. Gençlik bilse, ihtiyarlık yapabilse,
babalar tarafından bu acıyla söylenmiş olmalı. Ama yine de. Fier oğulun bir gün
aynada göreceği babasının yüzünden başkası değildir.
Antik
dünyanın bütün mirasını eşine az rastlanır bir cömertlikle arkadan gelen
nesillere bırakan Homeros’un destanları, ziyadesiyle önemsenmiş baba-oğul
ilişkileri açısından zengindir. Neticede, destanlar mitolojinin gölgesi.
Mitolojide ise tanrıların başı: Zeus Baba. Ama İlyada ve Odysseia'yı dolduran
onca baba ile oğul hikâyesi arasında en etkileyici olanı, Troya Kralı
Priamos’un, hem kral hem baba olarak taşıdığı kader olmalı. İnsani özellikleri
Homeros tarafından iyimserlikle vurgulanmış sempatik kahraman Flektor’un
babasıdır Priamos. Daha ewel pek çok oğlunu kaybetmiş olan bu ihtiyar, Hektor
ile Akhilleus arasındaki, hem ülkesinin hem oğlunun kaderini tayin edecek olan
teke tek çarpışmayı ancak Troya surlarının arkasından seyredip de, gözbebeğinin
Akhilleus tarafından nasıl öldürüldüğünü üstelik o aziz cesedin öfkeli rakip
tarafından nasıl hakarete uğradığını seyrettiğinde değişir kaderin yönü. Ve
Priamos,
yorgun ve acılı bedenini sürükleyerek, öfkesi ordular dağıtan yiğit
Akhilleus’un karşısına çıktığı zaman durdurur ırmaklar akışlarını. Yılmaz
zannedilenin bendini yıkan, çözülmez zannedilen buzu eriten, en keskin öfkeyi
erteleyen; iki erkek arasında kurulan hal dilidir şimdi. Yaşlı baba, oğlunun
bedenini ister onun katilinden. Katilin de kendine göre gerekçeler içeren bir
mazisi vardır elbet haklı öfkesinde. Lâkin Priamos’un kim bilir kaç dizede
kelâma vurulan duygularından daha önemlidir bu hal dili. Çünkü karşı karşıya
duran bu iki erkekten şimdi biri sadece oğlunu kaybetmiş bir baba olmuşken
diğeri de bir oğuldan daha fazlası değildir. Kendi isimlerinden, unvanlarından,
hüviyetlerinden sıyrıldıkları anda anlayabilirler birbirlerini. Hıçkıra hıçkıra
ağlarlar. Yaşlı adam genç olanda kendi oğlunu, genç olan da yaşlı adamda kendi
babasını görür. Dahası o kadar nadir olan görme gerçekleşir, biri diğerinde bir
zamanlar olduğu şeyi görürken diğeri de o birinde bir zaman sonra olacağı şeyi
görebilmektedir. Hüviyetlere bağlı suretler aradan sıyrıldığında beşeriyetin
temel formülleri kalır geriye. Yalın. Fıtrat denilen şey bu olmalı. Homeros
belki de bu yüzden bunca diri hâlâ.
İhtiyar
Priamos’un bilgelikten gelen gücüne mukabil, Homeros’ta, bileği güçlü, beli
kavi, zekâsı keskin bir baba ile de karşılaşırız. Kral Odysseus. Oğlundan
"hâlâ" daha güçlü baba hikâyesini ondan okumak mümkündür. Anlatı şu
ki, Telemak, on yıldır Troya savaşında bulunan Odysseus’un oğludur ve yıllarca
babasını aramış; aşk, ikbal, makam, mevki, hiçbirisi onu, babasını arama
kararlılığından vazgeçirememiştir. Ama ikisinin kavuşmasını sağlayan şey yine
de Telemak’m gitmesi değil Odysseus’un gelmesidir. Azmi ve direnci, Telemak’ın,
babasına kavuşması için yetmez.
Oğul,
bütün çabaları boşa çıkıp da, nâçar, memleketine, annesine döndüğünde bulur
babasını. Baba, geri dönebilmiş, öyleyse oğulun kat ettiği yoldan fazlasını kat
etmiş demektir.
Priamos,
oğlunun cesedini almak için can düşmanının eteğine düşerken küçülmüyordu. Lâkin
zaman, değişen değer yargılarını kullanıma sürdükçe, baba-oğul ilişkisinin de
rengi değişir. Toplumsal kıymetlerin bireysel kıymetlerin önüne geçtiği Horace
tragedyasında, vatan ve oğul arasında seçim yapan koca ihtiyar Horace, elbet
vatanı tercih eder. Ve üç oğlunu milletinin topyekûn savaşımına temsil edilmiş
bir çatışmanın ortasında kükreyen bir yanardağ heybetiyle izler. İki oğlunu bu
kavgada kaybetmesi yaşlı bedeni sarsmaz da küçük oğlunun kavgadan kaçması
öfkeden titretir onu.
***
İdealist
metinler yüce kıymetler uğrunda oğul feda eden babalar önerse de gerçek,
hayatta böyle durmuyor. Ve babalar, oğullarının ölümüyle bir çınar nasıl
yıkılırsa öyle yıkılıyor. Oğullarının acısıyla sarsılanlar var.
Firdevsi,Şehname'yi bitirdiği yıl otuz yedi yaşında olan oğlunu kaybetti.
Recaizade Mahmut Ekrem, ağır ve acılı ömrünün çizgisi üzerinde üç kez evlât
acısını tattı. Hele Nijad’ın ölümü, Ekrem’in zaten açık yarasına tuz biber
ekti. Koca delikanlı olan Nijad’ın ölümünden sonra Ekrem hayattan el etek
çekmiş gibidir. Büyiikdere sırtlarına sığınır. Sessizdir. Münzevidir. Kırık
mısralarda acısını paylaşarak azaltmayı dener. Bu sevk-i tabiînin ürünüdür
Nijad için yazdığı şiir kitabı. Nijad Ekrem. Ekrem’in eserleri içinde,
şiiriyeti tartışılabilir olsa da, en içlisidir.
Halit
Ziya. Henüz çok gençken, bir yaşındaki oğlu Sadun’u, uzun bir hastalığın
akabinde kaybetmiş ve bu acıyı "Kırık Oyuncak" adlı hikâyesinde
anlatmıştı. Fakat aynı acıyla bir kez daha vurulduğunda bu kez ihtiyar bir
babadır. Zorlu yaşamı karanlık ve muammalı geçen Vedad 1937'de intihar
ettiğinde, Halit Ziya'nın kaybettiği, oyuncak bir bebek değildir. Otuz üç
yaşındaki Vedad'ın ölümü "Bir Acı Hikâye" olur. Suskunluğun
başlangıcı. Halit Ziya öyle bir yıkılır ki bir daha ayağa kalkabildiğinden söz
etmek zordur. Bütün o Mavi ve Siyahlar, Aşk-ı Memnular hep arkada kalmıştır.
Belli ki ölümün, siyah kanatlarıyla gölge düşürdüğü yerde, baba ve oğul
arasındaki gerilim sıfırlanıyor ve geriye şefkatten doğan acı kalıyor.
Bu
yüzden Arthur Miller, Bütün Oğullarım isimli oyununda baba ve oğul arasındaki
arketipsel gerilimi ticaret sahnesine taşıyarak göstermeyi yeğler. Ama
uzlaşmazlık, oğullarını kaybeden babanın intiharını engellemez.
Babalar,
oğullarının ölümüyle koca bir çınar gibi sarsılarak yere yıkılırken ve bir daha
ayağa kalkamazken, baba ölümüyle, titrer oğullar. Koca çınarın gölgesinde
kalmış genç birer fidan gibi. Üzerlerinden ağır bir rüzgâr, eser ve geçer.
Bazen de geçmez, kalır. Bu yüzden değil mi, öleceği neredeyse düşünülmeyen her
babanın etiyle kemiğiyle insan olduğunun fark edilmesi bir hayal kırıklığı:
Sizin
hiç babanız öldü mii Benim bir kere öldü kör oldum Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum Cemal Süreya
Kimi
oğul babasına, ele eldiven gibi, yolda yolcu gibi; Âkif ve oğlu. Kimi oğul da
babasının gösterdiği yolda gitti. Ama o kadar ileri gitti ki bu sonucu baba
bile beklemiyordu. Batıyı, daima batıyı ve pozitif olanı işaret eden,
gerçekliği elle tutulmayana tahammül edemeyen Fikret'in gösterdiği yoldan gitti
gerçi Halûk. Ama bütün semereyi toplayıp da dönmek yerine gitti ve kaldı, bir
daha geri dönmedi. Ama kimi oğul da babasından kaçmayı yeğledi. Ömer Seyfeddin,
asker babasının katı disiplininden anneye sığınır. Sol kaş üzerinde, ilk namaz
sabahından hatıra, anne öpücüğünün izi hâlâ yerinde. Haşim, sert, neredeyse
acımasız bir babanın çöl sıcağından kavruldukça Dicle serinliğinde bir annenin
gölgesinde dinlendi.
Baba-oğul
geriliminin en bariz safhalarından biri, baba, oğula kendi gerçekleştiremediği
idealleri yüklemekte ısrar ederken, oğulun, bireyselliğini yaşamakta ayak
diremesidir. Baba baskısında silinip gidenler var. Baba muhalefetine rağmen
tuttuğu meslekte sebat edenler var. Muhalefetten vazgeçenler var. Halit
Ziya’nın Kırk Yıl'da anlattığına bakılırsa; ciltleteceği kitapları ayırmakla
uğraştığı sırada odasına giren babası Hacı Halil Efendi, bu kitapların ismine
bakıp, Macera-yı Aşk, Garibe-i Aşk, Esrar-ı Aşk, bunca aşk manzumesi arasında
"Mektebe Aşk"ı göremediğini söyleyerek hepsini çamaşır kazanının
altındaki ateşe attırmıştı. Ama bir süre sonra Halit Ziya’nın okuduğu kitaplara
bakarak onun ticarethanedeki işlerden daha ciddi işler başarabileceğini
söyleyen dostun uyarısını dikkate alan da yine o babavdı.
Hattat
Hamid Aytaç’ın babası da, hat merakı okulda sene kaybına sebebiyet veriyor
diye, oğlunun yazıyla uğraşmasını yasaklamıştı. Neyse ki uzun sürmedi.
Galileo
doktor olmasını isteyen babasının isteğine uyarak tıp tahsiline başlamıştı.
Ancak o, matematik eğitimi almak istiyordu. Babasını aşamadı. Saygı. Ya da
başka bir şey. Ama talihin dönmesi gecikmedi. Kilisede, bir kandilin salınım
süresini, nabzının atışlarını zaman tutarak ölçtü. Rakkaslı bir saat yapmayı da
başarınca babası nihayet oğlunun matematik tahsili görmesine izin verdi ve bir
doktor babası olma hayallerinden vazgeçti.
Oğulların,
belli ki babalarıyla başı dertte. Hiç olmazsa tatlı dertte. Namık Kemal ile Ali
Ekrem. Namık Kemal, büyük işlerin adamıydı. Oğlu Ali Ekrem ise, hiç olmazsa bir
Servet-i Fünun şairi olduğu dönemde yelpaze, firkete, yüksük gibi "Küçük
Şeyler" ile iktifa etti. Öyle gerekti belki. Ediplerin aynı zamanda
zamanenin oğlu olduğu da göz ardı edilmemeli. "Zamane çocuğu" belki
bu yüzden acı bir küçümseme içeriyor ideallerinin oğlunda gerçekleşemediğini
fark eden babaların lisanında. Bu yüzden Servet-i Fünun ediplerinin,
"babalan" olan Tanzimat edipleri ile aralarındaki ilişki, tam bir
babalar ve oğullar ilişkisidir. Ve belki de bu ilişkideki yoğun gerilimin ve
babalar için hepsi birer hayal kırıklığı olan güçsüz oğulların sebebi, dönemin
padişahı II. Abdülhamid’in milletinden uğradığı hayal kırıklığını telâfi uğruna
seçtiği/seçmek zorunda kaldığı yönetme biçimidir. Çünkü millet oğulsa, padişah
babadır.
Şüphe
yok ki tatlı-sert baba-oğul ilişkisinin, her terakki için elzem olan gerilim
haddinin dışına taştığı ölümcül hikâyeler de var. Dostoyevski ve Kafka.
Dostoyevski’nin, bir toprak efendisi olan babası zalim bir adamdır.
"Babası" olduğu köylüler tarafından işkenceyle öldürülür. Bu haberi
aldığı anda Dostoyevski’nin sara nöbetlerine yol açacak bir şiddetle kendisini
suçladığı söylenir. Çünkü babasının ölümünü arzu etmiştir. Ve Karamazov
Kardeşle/de Dimitri’nin, babasını öldürmek suçundan yargılanıp da verilen
cezayı kabulündeki teslimiyet bu anın tecrübesini taşır. Babasının ölümünü arzu
etmiş ama bu arzusunu kuweden fiile çıkaramamış bile olsa. Ölümünü istedim.
Öldürmediysem de istedim. Ve romanın meşhur cümlesiyle: "Kim istemez ki
babasını öldürmeyi."
Karamazov
Kardeşle/in zalim, cimri ve sefih babası, genç oğullarının hem rakibi hem
idoliidür. Bir baba ve dört oğlunun hikâyesini anlatan bu romanda aslında dört
oğulun toplamı bir baba etmektedir. Acaba Dostoyevski ne demek istemektedir?
Dostoyevski'nin psiko-patolojisini didik didik eden onca araştırmada ortak
olarak söylenen şu ki babası onun hem felâketi hem sebebidir.
Kafka'nın
da, çocukluğunda, baba baskısı altında ezildiği bilinir. Öyle görünüyor ki
ailesinin en büyük oğlu olarak dünyaya gelen Kafka'da baba her anlamda bir
"kompleks"tir. Bir gecede yazılan "Yargı" hikâyesinde,
yaşlı babasına bakmakta olan genç adam, nişanlısıyla düğünü yaklaşmışken
öldürür kendisini. Tam da bağımsızlığını pratik manada gerçekleştireceği,
dahası bunu babası dahil kamuya gösterebileceği anda. Ama babası öyle istediği
için sadece intihar edebilir. Suda boğar kendisini. Çünkü bir baba
bağımlısıdır. Hayran olunası ve nefret edilesi kimlik: Baba. Bundan kurtuluşu
gerçekten imkânsız. Çünkü arada her tutkuda olduğu gibi marazi bir tutkunluk
vardır.
Meşhur
Dönüşüm romanında ise sessiz bir protesto neticesinde dönüşüme uğrayarak
kocaman bir böceğe dönüşen Gregor Samsa'yı asıl öldüren, babasının fırlattığı
bir elmanın sırtında açtığı yaradır. Bütün ömrü boyunca babası tarafından
sırtına yüklenen idealist istekleri karşılamakta ve "iyi çocuk"
olmakta zorlanan Kafka nihayet "Babaya Mektup"unu kaleme aldı. Tam
bir yüzleşmeydi bu. Kendisini aynada görebilseydi kurtulacaktı belki; bilgiç
psikolojinin verilerine bakılırsa aynaya bakmak daima iyidir çünkü. Ama
"yüzleşme" tek taraflı kaldı. Mektup hiç postalanamadı.
Baba-oğul
ilişkisini bir kuşak çatışması biçiminde ele alarak işleyen en meşhur roman,
Turgeniev’in Babalar ve Oğullar'ı. İşin ilginci Turgeniev’in başının, babasıyla
değil despot bir kadın olan annesiyle dertte olmuş olması. Sonradan fakir
düşmüş bir soylu olan babasıyla son derece zengin bir ailenin otoriter,
neredeyse acımasız kızı olan annesinin ikliminde yetişen Turgeniev’in
karakterini asıl etkileyen, annesi karşısında uğradığı ezilme ve aşağılanmadır.
Hal böyleyken o, babalar ve oğulların hikâyesini yazar. Çünkü o, baba-oğul
ilişkisini psikolojik zeminden ziyade sosyolojik zeminde irdelemeyi yeğler ve
romanın üzerinde durduğu şey babalar ve oğullar arasındaki şiddetli kuşak
çatışmasıdır. "Zamane gençliği," "Zaten biz birbirimizi
anlayamayız." Romanın özeti aslında bu iki cümle.
İvan
Sergeyeviç Turgeniev, Babalar ve Oğullar'ında kuşak çatışması bir yana, toprak
efendileri ile köleler arasındaki ilişkiyi de bir tür baba-oğul ilişkisi olarak
yorumlamaktadır. Gerçi onun romanlarının hemen tamamında olduğu gibi bu
ilişkinin mahiyeti de fazla derinleştirilmiş olmayıp işaretle yetinilmiştir ama
toplumsal ilişkilerin de baba-oğul ilişkisi olarak çözümlenmesi hiç zor
görünmüyor. Üstelik zaman zaman babaların oğula, oğulların babaya dönüşümü
ihtimalini de içeren bu ilişkinin tarihsel örneklemi için fazla uzağa gitmeye
ne hacet, işte Osmanlı. Daha adından itibaren baba- oğul ilişkisini sahiplenen
bu muazzam yapılanma, batı karşısındaki alâkasının başlangıcında tipik baba
konumundadır. Asırlarca, bir oğul kadar sevilmese de, karşısında bir baba gibi
otoriter davranılır batının. Her bayram bir kapitülasyon harçlığı ile başı
okşanıp geçiverilir, gönlü hoş edilir. Osmanlı; bileğinin bu küçük çocuk
karşısındaki gücünden, orta yaşları bulmuş olsa da gücünden "hâlâ"
emin bir baba gibi, öylesine emindi ki Viyana önlerinde bileği ilk kez
zorlandığında sebebini kestiremedi bile. Sadece şaşkınlık, bir gurur kırıklığı.
O çocuk bileğini eskisi kadar kolay bükemediğini fark etti. Onun da karşısında
şimdi, kendi olduğu kadar erkek olan bir bedeni içinde saklayan ruhla batı
beliriverdi. İşin kötüsü şu ki o erkek beden günden güne serpilip büyürken,
baba kemik erimesine uğramış olmalı, günden güne küçülüp gidiyordu. Gidişatın
doğal sonucu: Babalar oğul olmuş, oğullar baba. Baba bu işe itirazlı olsa da.
Fatih’in
oğulları. Kanuni’nin oğulları. Servi ağacından irili ufaklı on dokuz tabut
içinde babalarının cenazesini takip eden III. Murad’ın oğulları. Ve o kadar çok
olan diğer padişah babaların o kadar çok olan oğulları. Ama neticede hepsi de
Osman’ın oğulları.
Bütün
hanedanlar gibi, tümü bir babalar ve oğullar hikâyesi olarak okunabilecek
Osmanlı’da her padişah kendisinden bir öncekine kan bağıyla bağlıydı. Bu yüzden
belki babalar ve oğulların öyküsü kan ile bu kadar çok iç içe.
Osmanlı’da,
bütün padişahlar padişah oğludur. Ama her şehzade padişah olmaz. Bu yüzden her
oğul, saltanat sahibi olan babası için aynı zamanda bir rakiptir.
Kanunnamelerle düzenlenmiş üst değerin aile sözcüğüyle değil hanedan terimiyle
kavramlaştırıldığı bir sistemde, yok edilen her oğulun, mücadele alanından
çıkarılmış bir rakip anlamına geldiği düşünülse de; oğlunun boğdurulması Cem’e
sadece ıztırap verdi. Oğluna verdiği ismin imlâsıyla, Anadolu eweli büyük büyük
babalarını da defterine kaydettiğini ikrar eden
Cem'e,
saltanat yolunda Oğuz, rakip değil olsa olsa kalbinin sızılarını teskin
edebilecek bir destekti sadece. Çünkü Cem, sultan bile değildi. Sadece baba ve
oğuldu onlar. Fitne fücur çıkaracak bir saltanat varlığının söz konusu olmadığı
felâketler dizisinde aralarındaki ilişki arazları ayıklanmış safi muhabbetten
ibaret kalmış olmalı. Üstelik mesafeler vardı, Cem, II. Bayezid tarafından
boğdurulan oğlunun akıbetini çok uzaklardan, sadece işitebilmişti. Çaresizliğin
tek çaresi, imâlesi bol birkaç kırık mısra. Yetmez ki!
Cânımı
odlara attı derd-i Oğuz Hân felek
Hanedanın
garantisi yine de bir oğul. Bütün hesaplar o tek oğulun tahtta oturacağı
geleceğin inşası için. Ama bazen oğulların ömrü babaların ömründen kısa olunca
hesaplar tutmaz. Böyle değişir kader. Orhan Gazi'nin yerine geçmesi düşünülen
büyük oğlu Süleyman Paşa, babasından ewel ölen bir oğul olunca açılmıştı 1.
Murad'ın yolu.
Osmanlı'da
padişah, halkının babası. Yıldırım lâkaplı Bayezid'in esir düştüğü tarihle,
oğullarından biri olan Çelebi Mehmed'in tahtı ele geçirmesi arasındaki
şehzadeler kavgası: OsmanlI'nın fetret devri. Fetret çokluk, kesret. Baba
teklik, vahdet. Baba tek, oğul çok. Baba istikrar, oğul muhalefet. Çok sürmedi
muhalefetin ayak diremesi. Yavuz. Kırkını aşmış ve padişah babasıyla başı
dertte bir oğul olarak Yavuz'un, kendi oğluyla hikâyesi, Süleyman hayatta
biricik oğlu olduğu için belki bu kadar mükemmeldi. O kadar mükemmeldi ki
hikâye, saltanat, Yavuz ile babasının arasını bir bıçak gibi biçerken, su gibi
ayırırken, Trabzon'dan bir gemiyle Kefe'ye geçer Yavuz. Kefe valisi, şehzadesi,
oğlu Süleyman'ı ile halleşmek, dertleşmek için. Acaba baba ve oğul o gece büyük
baba hakkında neler konuşmuşlardı? Merak edilmez mi?
Oğul
olmayan ilk baba ile baba olamayacak son oğul arasında süre gider hikâye. Âdem,
babasız olarak yaratılmışsa da üzerine düştüğü toprakta bütün oğulların
babasıdır. Ama kimi oğul babasına, Yakub’a Yûsuf gibi olurken, kimi oğul da
Âdem’e Kabil gibi. Çünkü her oğul, babasının, sırrı olduğu kadar sınavıdır da.
Mucizesi, kendi var edilişi olan Peygamber Âdem’in, Habil ile Kabil arasında
şefkati, eziyeti; onun, sınava tâbi tutulmuş insaniyeti. Her İbrahim’in bir
İsmail’i, her Nuh’un, adı verilmeyen bir oğlu var.
Babasının
gösterdiği menzile iman etmeyen oğul ile baba arasına, "Sular kaynayıp da
coştuğunda," kocaman bir dalga giriyor. Nuh’un oğlu. Bu tufanda sığınacak
tepe bulmak hiç kolay değil. Ve bir oğul, babasının kumanda ettiği gemiden
dışarıda kalınca, bir peygamber duası hacet kapısından gerisin geri dönüyor:
"Şüphesiz oğlum da ademdendir," (Hûd, 45). "O asla senin
ailenden değildir," (Hûd, 46). Çünkü baba-oğul muhabbetinin de üzerinde
gerçek var. Yolun doğrusu tekken, birken, hem de öyle bir gerçek ki, oğullar
bir akıl çeldiriciye, hepi topu bir dünya malı mesabesine, fitneye
dönüşebiliyor orada.
Her
oğul bir gün çemberin üzerinde dönüp gelinecek son nokta olarak, babasının
bulunduğu noktaya dönüyor olsa da, erdem ve hakikatin bilgisi bazen babadan
oğula akıyor. Bazen oğul babadan fazla yol alıyor. Sıddîyk Ebûbekir, bir âmâ
olan babasını, Mekke’nin fethinden hemen sonra elinden tutarak Peygamber’in
huzuruna getirmişti. Ve bu kez oğul babanın yolundan değil, baba oğulun
yolundan geçerek ulaşmıştı menzile. Bu da oğulun himmeti.
Ebû
Cehil’in oğluydu İkrime. Başlangıçta o kadar babasının oğluydu ki, Mekke’nin
fethi esnasında öldürülmesi emredilenlerdendi, ikrime kaçtı, bir gemiye binerek
denize açıldı. Fırtınaya tutulan gemiden kurtulması halinde gidip Müslüman
olacağını ahdetti. Kurtuldu ve Medine’ye gidip iman etti. Sahabenin kendisine
babasını hatırlatmasından ve Allah düşmanının oğlu olarak ima edilmekten
gücenirdi. Sahabeyi bu tür laflardan men eden Peygamber ona "Merhaba ey
gemiye binen muhacir," diye iltifat etti. İslâmın savaşlarında pek çok
gayret gösteren İkrime, Ebûbekir zamanında Şam savaşında şehit olmuştu.
"Anam
babam sana feda olsun," vahyin tayflarının henüz açık olduğu Asr-ı
Saadet’te sık kullanılan bir yeminken, terk edilemeyecek tek gerçeğin imani
gerçek olduğunun hikâyesi de babalar ve oğullar hikâyesinde gizli. Şu ki, Bedir
harbinde sahabenin çoğu babalarına ve oğullarına karşı savaşmıştı. Ve
bunlardan, oğullar babalarının adıyla anılırken babalar da oğullarının adını
taşıyordu.
Oğulların
baba adı ile anılması yaygındır da, babanın oğul adı ile anılmasına
alışmamışızdır. Ama babayı büyük oğulun adıyla anmak, Arap toplumunda öteden
beri yaygın bir gelenekti. "Ebû." Ebûbekir, Bekir’in babası.
Ebûtalip, Talib’in babası. Bu kez oğul babaya adını vermektedir. Çünkü oğul bir
varlık sağlamasıdır.
Mevzu
olduğu iddia edilen bir hadise göre, "Oğul babanın sırrıdır." Onun
suyundan, toprağındandır. Boy veren sürgün, çatlattığı tohumun mahiyetincedir.
Oğulun mahiyeti babasında saklı olduğu gibi babanın açıklaması da oğulda gizli.
İkisinin manası birbirindedir.
Oğul
babasının öylesine kıyâsı ki, abartı bildiren tamlamalar da Ebû ile yapıldı.
Ebü’l-Hakem olarak anılan Amr’ın lâkabı Hazreti Peygamber tarafından Ebû Cehil
olarak değiştirilmişti. Çok cahil, çok zorba. Öyleyse cehaletin, zorbalığın
babası. Ebû Tiirâb, Hazreti Ali'nin lâkabı. Peygamber ona öyle hitabetmişti.
Pek
çok ismi olsa da, Bekir adlı bir oğlu olmadığı halde, Ebûbekir'in neden bu
isimle anıldığı bir merak konusu. İmam¬ı Azam olarak muazzam bir saygınlığın
sahibi olan Numan bin Sabit. Ebû Hanife olarak bilinir. Hanife'nin babası.
Gönül, bir keyfiyet olarak onun, kızının adıyla anılıyor olmasından derin bir
mutluluk duysa da, Hanife adında bir kızı yok. "Hanif" olmasından
mülhem bu isim, künyesi değil lâkabı.
Hazreti
Peygamberin kendisi ise bu geleneğe göre Ebü'l- Kasım'dı. Kasım'ın babası. Ama
diğer oğulları gibi Kasım da uzun ömürlü olmadı. Peygamberin pâk nesebi oğlu
üzerinden değil, kızı, cânı, Fâtıma'sı üzerinden devam etti. Hikmet! Oğulları
yaşamadığı gibi, o daha doğmadan babası da ölmüştü Peygamber'in. Dürr-i yetimdi
Peygamber. Bu da hikmet. Babası Abdullah. Alnındaki, Âdem'den bu yana devr ede
ede gelen ve sahibini bekleyen peygamberlik mührünü Âmine'ye emanet ederek
çıktığı seferden geri dönemedi. Rivayete göre on sekiz yaşındaydı. Ebû Muhammed
olarak künyelendiğini hiç bilmedi.
Baba
bu dünyada kimlik demektir. Sorgular onun adıyla başlar. Kayıtlar onun adıyla
düşülür. Hüviyetler onun adıyla mühürlenir. Ama oğul da sürekliliktir. Ama. Kim
bilir. Belki de baba bu dünyadaki hüviyeti temsil etse de kimliğin muhakkaklığı
hiç olmazsa teorik olarak sadece ve sadece annede saklı bulunduğundan ve onun
da tek sırdaşı Allah olduğundan. Bu dünyanın bittiği yerde, ruh Rabbine geri
dönerken ve beden toprağa verilirken, oğul artık babasının
değil
annesinin ismiyle nida edilmektedir. Ve bu çok manalı bir şeydir.
Ölümümden
Kimse Mes’ul Değildir, Garip ki Ben de
Mes’ul
Değilim
Çocukluğumun
masalıydı.
Bilmem
neden çocukluğumun masalıydı.
Bir
çocuk vardı, şımarıktı. Her şeye ağlardı. Bir gece bir peri kızı usulca odasına
giriyor ve onu rengârenk gözyaşlarından yapılma, ışıklı bir saraya götürüyordu.
Yakından bakınca her bir damlanın içinde dökülüş öyküsü seyrediliyordu
gözyaşlarının. Kiminde şiir yaratmak için kıvranan bir şair, kiminde acı çeken
bir hasta, kiminde evlâtları tarafından terke uğramış bir ihtiyar, kiminde
ihaneti affedemeyen bir âşık. Her şeye ağlayan şımarık çocuk, bunca ışık saçan
gözyaşı arasında bir köşeye yığılmış renksiz, bulanık ve kimliksiz gözyaşı
kürelerine yaklaşıp da içlerinde kendi ağlayışlarının anlamsız öykülerini
seyredince çok utanıyor ve iyi çocuk olmaya karar veriyordu.
Tam
bu düşsel yolculuğun sonunda, saraydan ayrılacakları sırada, çocuk, mor renkli
gözyaşlarının istiflendiği bir köşeye yaklaşarak elini uzatıyor ve peri kızına
soruyordu, ya bunlar, bunlar ne gözyaşlarıdır? Peri kızı, dur, diyordu, dokunma
onlara. Onlar keder gözyaşlarıdır, bir onlara dokunamazsın.
Gözyaşları
birbirine uymuyordu ve keder gözyaşlarının dokunulmazlığı vardı.
Bilmem
neden çocukluğumun masalıydı?
Aslında
bilirim neden çocukluğumun masalıydı.
Bir
Süreyya Teyze vardı. Bir kış öğleden sonrasında, havanın iyice grileştiği bir
vakitte, bize gelmişti. Pabuçları, çorapları, mantosunun etekleri
sırılsıklamdı. Yanında Bülent vardı. Annesinin eline sımsıkı yapışmıştı. Nuran,
demişti anneme Süreyya Teyze, şimdi denizin kıyısından geliyorum.
Bülent
elime sarılıp da geri çekmeseydi beni, kendimi öldürecektim.
Gözlerinde
mor renkli yaşlar vardı.
İntihar
sözcüğünü ilk o gün duymuştum.
Bu
yazıya intihar öyküleri mor renkli gözyaşları içinde saklananlar girecektir. Ve
ister istemez hem benim hem sizin tanıdıklarınızla sınırlanacağız. Yani meşhur
olanlarla, ama intiharlarıyla değil, hayatlarıyla meşhur olanlarla.
İkna
edilebilirlik içeriğini en baştan taşıyarak, intiharı bir tehdit ya da rüşvet
müessesesine dönüştürmüş, böylece sahih müteşebbis olma şansını daha baştan
yitirmiş olanlarsa bu yazının zaten kapsamı dışındadır.
Bireyselleşme
sürecinde yaşanması değilse de düşünülmesi kaçınılmazdır, böyle deniyor intihar
için. Ve sanırım bu kapıdan gireceğiz. Kendi hayatına sahip olmakla eş anlam
içerdiğinden harakiri, başlangıçta sadece Japon soylularına mahsus, halk
yığınlarından esirgenen bir hak olarak kaldı. Halkın bu hakkı elde edebilmesi
için çok beklemesi gerekti.
M.
Blancho, Yazınsal Uzam'ında "Ölebilirim ama ölmüyorum" diyor.
Hayatımıza sahip olmayı, ona son verebilme hakkına sahip olmakla eş anlamlı
tanımlıyor.
Hayatımıza
sahip çıkabilmek için onu bir kez olsun gözden çıkarmak mı gerekiyor? Bir kez
gözden çıkarınca mı hayatımız bizim hayatımız oluyor?
Hayatı
kurtarmak için tutulacak en kestirme yol hiç olmazsa onu bir kez olsun
kaybetmekten, bir kez olsun ölmekten mi geçiyor? Bu intiharcılık oyunu mu
hayatı gerçek kılan?
Kendini
bulmak için bir kez yitirmek mi şart olan?
Bizim
olduğuna karar verdiğimiz bir hayatı yaşamak için, bir kez olsun denizin
kıyısına inmemiz mi lâzım? Bir kez olsun dalgalara doğru yürümemiz, bir kez
olsun eteklerimizi ve pabuçlarımızı ıslattıktan, suyu dizlerimiz hizasına
çıkardıktan sonra geri dönmemiz. Ama kendi istediğimiz için geri dönmemiz,
başkası istediği için ve başkası için değil.
Geri
döndüğümüzde, aynı hayata bile olsa, artık etekleri ıslak o biz, aynı biz
değilizdir. Bu kadar yakınına gelinen bir ölümün kıyısından dönüp geriye
bakınca Sisios’un taşı şaşırtıcı biçimde kolay ayırt ediliyor diğerlerinden ve
ancak o zaman bizim taşımız oluyor, üstelik bizim taşımızın hiç olmamış
olabileceği ihtimali ortadan kalkarak.
Kaderine
asi bireyi yapan giz bu işte:
"Ölebilirim
ama ölmüyorum," hayatım benimdir, ölümüm de...
Kaderine
asi bireyi yapan gizi bilmiş olmak, batının intihar bilançosunu kabartıyor,
lâkin bireyselliğin henüz tezahür etmediği, yaşamın kendisi için ve kendisi
olarak değil, göksel olan için ve emaneten taşındığı Hıristiyan Ortaçağı hariç,
buna tekrar döneceğim. Çok şey gibi intihar alışkanlığı da pagan Antikite’ye
duyulan ilginin, onu örnek edinişin doruğa çıktığı Rönesans’tan sonra yükselen
bir ivme kazanıyor.
Antikite
intihara meraklı, daha mitolojisinden itibaren. Karşılıksız ve sonsuz tapım
görmeye alışık onca tanrı ve tanrıça, yarı tanrı ya da doğa üstü yaratık,
kahraman ve güzel, bol bol intihar ediyorlar. Aison, Aithra, Aura, Amata...
(Bunlar sadece A’dakiler; bakabilirsiniz: Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü).
Kimi
önemsediği, kimi küçümsediği için yaşamı kaçıyor ondan.
Kimi
taşıyamadığı ya da müşahit olduğu ürpertici gerçeğin en kullanışlı yargısı
sayıyor kendini öldürmeyi: Byblis, Paktolos, İokaste, Kekrops kızları, Kral
Midas.
Kimi
giydiği alev gömleğin acısına dayanamayarak atılıveriyor ateşe: Herakles. Kimi
ona giydirdiği büyülü gömleğin utancı ve pişmanlığıyla haram kılıyor kendisine
yaşamını: Deianeira.
Kimi
aşka koşuyor: Hero, hani şu Kız Kulesi âşıklarının kadın olanı.
Kimi
ihanetten kaçıyor: Kartaca’nın güzel kraliçesi Elissa, kocasının hattâ ölüsüyle
birlikte yanmayı seçen Euadne.
Yaşamlarına
son vermek için tuttukları yol mitolojinin dünyasıyla sınırlı. Kimi boğa kanı
içiyor, kimi zehir. Çoğu kendisini suya atıyor da adlarıyla birlikte anılıyor
varlıklarını yok ettikleri su. Euenos, Euphrates, Paktolos ırmakları asırlardır
sırtlarında böyle öyküler taşıyarak akıyorlar.
Kimi
ateşte dindiriyor içinin yangınını, kimi bir bıçağın soğukluğunda.
Lesbos
adasının dillere destan şair Sapho’su, Phaon’un aşkıyla yanarken bir kayadan
aşağı bırakıveriyor kendisini. Tarihî bir kimlik olduğu halde esatirin buğusuna
çekilerek.
Efsanesi
kadar gerçeğinde de intiharla iç içe Antikite. Esir düşmemek için bir mabedin
serinliğinde zehir içer ünlü hatip ve siyasetçi Demosthenes. Benzer bir
biçimde, ünlü komutan Hannibal. Zehir içenlerin en ünlüsü Sokrates’tir kuşkusuz
ve intihar onda bir infaz biçimidir. Fikirleri sakıncalı bulunduğu için zehir
içmek suretiyle "intihara mahkûm" edilmiştir. Öğrencilerinin kaçma
teklifini geri çevirir ve baldıran ağusu dolu kadehi diki verir kafasına.
İntihara
mahkûm edilenlerden birisi de, çılgın ve zalim Roma hükümdarı Neron’un hocası,
ünlü Stoacı Seneca’dır. Öğrencisi ve hükümdarı öyle emrettiği için Seneca,
bileklerini keser. Rivayet olunur ki intiharı esnasında öğretisine uygun bir
dinginlik içindedir. Neron da bir isyan esnasında, yakalanacağını anlayarak son
verir kendisinden başka herkese ürkütücü gelen yaşamına. Ona, yokluğunu emreden
ve kendisi de kendisini yok eden Neron, hocası Seneca'nın ne kadar eseridir
acaba? Yine Stoacılardan Zenon, onun da öğrencisi Kleantes dingin
miintehirlerdir.
Ölümü,
tıpkı Sapho gibi, efsaneleştirilen Empedokles kendisini Etna'nın kraterine
fırlatır. Denir ki Etna, sandaletinin tekini geri püskürtmüştür, kim bilir
neden?
Antonius
ve Sezar'dan sonra zehirli bir yılana verir bedenini aşk ve siyaset yorgunu
Kleopatra, bir zamanlar bütün ruhunu devralmış olduğu Antonius da bir
müntehirdir.
Zamanının
bütün bilgilerini ürpertici bir sistematik dahilinde ayrıştıran ve çok tanrılı
Antikite'ye şiddetle sırtını dönmüş bulunan Summa'lar, intiharla ilgili alt
sınıflar açacak kadar vak'a birikimine sahip değildiler her halde, çünkü
Hıristiyan Ortaçağ intihara geçit vermiyor. Rönesans'tan günümüze doğru ise
intihar batıda, kendisine verimli alanlar seçmek suretiyle tırmanıyor. Ve onlar
artık, Hıristiyan oldukları için değil, Hıristiyan olamadıkları için intihar
ediyorlar.
Batının
intihara verimli alanlarının arasında düşünce ve sanatın, bilhassa edebiyatın
bir hayli geniş arazisi var. Ki onlar, bir kısmı gerçekte, bir kısmı
düşüncelerinde, bir kısmı eserlerinde, bir kısmı da kazaen intihar edip
duruyorlar.
İntihar
için tuttukları yol ya da âlet artık mitolojinin dünyasıyla tahdit edilmiş
değildir, üstelik tüfek de icad olmuştur. Nerval bir sokak fenerine asıverir
kendisini, akıl hastahanesinden kaçarak. Van Gogh bir tabancanın namlusuna
sarılır.
Ama
en kışkırtıcı çağrı yine de sudan gelir. Her kitabının bitiminde girdiği
inanılmaz bunalımlardan bu kez çıkabilmesi için hiçbirisi yetmez Virginia
Woolf’a. Ne kocası, Virginia’nın daima gölgesinde kalmış yazar-yayımcı Leonardo
Woolf; ne de Venessa, şaibeli sevgili. Kıyısına inerek bırakır kendisini Ouse
nehrinin kollarına Virginia, "Suların trajik çağrısına" bu kez
uyarak.
Woolf’un
Mrs. Dalloway’inin en iyi anladığı ve galiba en iyi de Mrs. Dalloway tarafından
anlaşılan Septimus YVarren Smith, bu savaş yorgunu, bu boşa harcanmış yaşamın
sahibi, intihar ettiği zaman, Mrs. Dalloway kendi hayatının da boşa harcanmış
olduğunu fark eder. Hayatı hiçbir şeyle doldurulamamış bir roman kahramanı olan
Mrs. Dalloway, o, intiharı düşünmez de, hayatını onca romanla doldurmuş bulunan
Virginia Woolf intihar eder. Varlığını nehrin sularına bırakırken, kendilerini
yok eden sulara isimlerini veren yani ki onları var eden mitoloji kahramanlarına
ya da Hamlet trajedisinin Ophelia’sına benzediğini düşünmekte midir acaba? Ve
hayatının ne kadar trajedi içerdiğini hesaplamış mıdır? Soğuk olması gereken
bir mart günüdür ve II. Cihan harbi devam etmektedir.
İntihar
nedenlerinin en kuwetlilerinden biri, belki de ilkidir aşk.
Bireyselliğin
en kuwetle tecelli ettiği bu iki uç gerçeğin, aşk ve ölümün aynı kişide ve aynı
anda bir araya gelmesi şaşırtıcı olmamalıdır. Hepsi de Werther’in ardından mı
gitmektedirler? Bunun için mi Werther’den sonra Avrupa’da bir intihar modası
başlamaktadır? Yoksa insanlar intiharı kitaplardan mı öğrendiklerini
zannetmektedirler, aşk gibi, kitaplardan asla öğrenilemeyecek iki şeyden biri
olduğu halde?
Birazdan
yeri gelince, bizdeki müntehirlerin dökümünü yapmak niyetinde olmayacağım, ama
YVerther’e o kadar çok benzeyen birisi var ki anmadan geçilmez. Cenab
Şehabeddin’in anne bir kardeşi Osman Fahri, Şükûfe Nihal’e duyduğu ve kendisini
önce cinnete sürükleyen aşkının sonrasında ölümü seçer. Beynine bir kurşun
sıktığında henüz otuz yaşındadır.
Can
almak, aşkın karakteristiği midir? O kan dökücü müdür? Onun için mi soyut aşkın
kalesi kanla ve silâhla bu denli iç içedir? "Biricik can almadıysa bu
sevda, yazık," diye yazıklanır müellif (Selman Cahit, "Ayışığına
Mektuplar"). Gerçi onun, alınmadığı için içerlediği can, bütün aşklara
yazgılı şaire aittir ya, Gürcistanlı bir şair olan Mayakovski başkasının aşkı
yüzünden değil, kendi aşkı yüzünden intihar eder. Kendisini kan dondurucu bir
mutsuzluğa sürükleyen ümitsiz aşkının elinde, verebileceği biricik olanı feda
eder, yaşamını. Elde edemediği biricik olanın bıraktığı boşluk, elde edebildiği
biricik olan ölümle doldurulmuştur. Ölüm burada sevgiliye müşabih yegânedir.
Kimse kimsenin yerine ölemediği ve kimsenin aşkı kimseninkine uymadığı için.
Sibiryalardan
Petersburg’a çığ gibi büyüyerek kopa gelen sesin sahibi Çaykovski,
"Fırtına" adlı senfonik şiirini beğenerek dünyasına giren Nadejda Von
Meck’e bütün hayatını altüst eden platonik bir aşkla bağlanmıştır. Artık
katlanamadığı yaşamının sonuna doğru kolera mikrobu taşıdığı bilinen şehir
suyundan bol bol içtiği bilinir. Ölümünün intihar olup olmadığı tartışıla
dursun, bu ölüme ne kadar ecel ölümü denilebilir ki?
Kırk
yıllık karısının giyotinle idamının hemen arkasından gelen zaman içinde,
"Düşman dolu bir dünyada artık yaşayamayacağını" bir kâğıda yazarak
idam yaftası hükmünde göğsüne iğneleyen ve kırk yıllık kılıcının üzerine aşkla
yaslanan siyasetçi Jean Roland'm ölmeden önce yaptığı son iş yazmak olmuş
olmalıdır.
Vlademir
Mayakovski, otuz yedi yaşında yaşamına son verirken, "Aşkın küçük
sandalının hayat ırmağının akıntısına dayanamayarak parçalandığını"
anlatmak için bir mektup yazmaktadır.
Söylemiştim,
aşk gibi ölüm de yazıdan asla öğrenilemeyecek ve öğretilemeyecek iki şeyden
birisi olduğu halde, intiharın arefesinde yazı, kullanışlı bir temrin arenasına
dönüşmektedir ve ölüme en çok o yakışmaktadır. Bunun için değil mi ki
intiharlardan ewel en sık başvurulan eylemdir iki satır karalamak, yine tıpkı
aşk için olduğu gibi:
Ölümümden
kimse mes'ul değildir, garip ki ben de mes'ul değilim.
Esasen
ölüm mektupları hayata duyulan sonsuz inancın onanmasından başka bir şey
değildir. Ve bazen intihar öncesi yazı, mektup hacmini çoktan aşar, romana
ulaşır. Jack London, romanı Martin Eden'ın kahramanı gibi intihar eder, bir
zamanlar müsveddesi yapılmış bir intihardır bu.
Hasılı
intihar bir iz düşümdür.
En
çarpıcısı Zweig-Kleist iz düşümüdür kuşkusuz. Kleist, Alman edebiyatının bu az
anlaşılmış fakat çok okunmuş trajedi şairi, bütün ömrü boyunca bir intihar
arkadaşı bulabilmek arzusuyla yaşadı. Ve karşılaştığı her kadına, reddedilmesi
zor bir aşkı sunar gibi hep aynı teklifte bulundu: "Birlikte ölelim."
Yaşantısına giren kadınlardan hiçbiri, ölümüne girmeyi göze alamadı onun. Ta ki
Henriette'e kadar. Kanserli bir kadın olan Henriette Vogel kabul etti Kleist'in
teklifini ve birlikte öldüler. Şimdi Kleist'in hayatında, ölümden başka her
şeyi birlikte yapabildiği birçok kadın var. Ama ölümden başka hiçbir şeyi
birlikte yapmadığı tek kadını var onun.
Stephan
Zweig, Kleist hakkında, Kendileriyle Savaşanlar'm en başına yerleştirdiği
olağanüstü etüdünde, onun bu alışılmadık intiharını patolojik açıdan uzun uzun
yorumlar. "Kleist’ten daha fevkalâde ölen olmamıştır," böyle der,
satırlarından neredeyse derin bir hayranlığın izleri okunmaktadır.
"Kleist’ten
daha fevkalâde ölen olmamıştır" da, yıllar sonra Stephan Zweig, ülkesinden
çok uzakta, Nazi iktidarını müteakip göçtüğü Brezilya’da, 1942’de soğuk bir
şubat günü, yıkıntılarına tahammül edemediği hayatına son verirken, yanında
"Ölümüne" bir arkadaşı vardır. Aynı zamanda "Hayatına"
arkadaş olan kadındır bu: Charlotte Zweig. Ve Stephan Zweig’ın ölüm arkadaşının
aynı zamanda hayat arkadaşı da olmuş olması, onun ölümünü Kleist’in ölümünden "fevkalâde"
kılar.
Üstelik
Zweig’ın ölümü Kleist’in ölümünden daha da trajiktir. Karısıyla birlikte
intihar edişi değildir Zweig’ın intiharını trajik kılan. Rivayet olunduğu gibi,
gerçeklerini hazmedemediği bir 11. Cihan harbi dünyasını ölümüyle protestosu da
değildir neden. Onun intiharının asıl trajik yanı, yıllar önce patolojik yoruma
tâbi tuttuğu bir çifte intiharın kendi satır aralarından dökülen iz düşümünü
yıllar sonra yakalayarak intiharıdır. O bir bakıma kendi ölümünün yorumunu
yapmıştır, kendisi farkında olmasa da.
Ama
ölüm yazıdan öğrenilmez yine de.
Öğrenilmez
de bana bu yazıyı onların ölümleri yazdırır.
Ve
başkalarının ölümlerine duyduğu meraktır Zweig’ın ölümünü meraka değer kılan.
Yoksa
gerçekten hayat mı yazıyı geçerli kılmaktadır?
Zweig’ı
yıkıntıya sürüklediği söylenen II. Cihan harbine gönüllü muhabir olarak katılan
Hemingvay, ömrü boyunca ölümün olağan dışı cazibesiyle, ürpertici süyle muaşaka
halindedir: "Bütün hikâyeler yeterince ileri götürüldüğü takdirde ölümle
sona erer ve okuyucuyu bu gerçekten çeviren kimse de iyi hikâye anlatan biri
değildir." Böyle der ve kendi hayatının Öyküsünü tıpkı bir zamanlar
babasının da yapmış olduğu gibi kendisine çevirdiği bir tüfeğin kurşunuyla
noktalar. Hemingway’in hayatı bir öyküyse eğer, Çehov’un unutulmaz teorik yaklaşımıyla,
duvarda asılı duran tüfek sonunda patlamıştır.
Gürsel
Aytaç, Kendileriyle Savaşanlar çevirisinin Önsöz’ünde, müellif Zweig’ın;
Kleist, Nietzche ve Hölderlin’i yani içlerinde birer "Daymon"
taşıyanları irdelerken, onlarla çağdaş ve milletdaş olduğu halde dengenin ta
kendisi olan Goethe’yi asla gözden kaçırmadığı fikrindedir. Öyledir ya, Goethe
de Werther'de ve YVerther olarak intihar etmemiş midir? Werther’in yaşadığı
aşkın müsveddesi Goethe’nin kalbi değil midir? Goethe’nin intiharının temize
çekilmesi değil midir, Werther’in, Lotte’nin minik elleriyle kutsanmış silâhı
beynine dayaması.
Jaccjues
Riguad "Hepiniz şairsiniz, bense ölüm yakasındayım," derken yazıyla
ölümün kıyılarını birbirinden ayırıyor. Müthiş. Şair şiirinde ölüyor. Yaşayana
kalansa intihar etmek. Öyleyse romanlarda intihar edenler, hem kendileri, hem
de yazarlarının yerine, mükerrer müntehir değiller midir onlar? Bunun için ya,
Kafka ölmek için yazıyor. Bunun için ya, yazdıkları okuyanı böylesine
öldürüyor.
Fakat
biri var ki müsveddesi yapılmış bir intiharı kalbine yerleştirmede eşsiz bir
oyuncuydu. Ahmed Midhat’in, kendisi için çevirdiği Kanıelyalı Kadın’ ın son
sahnesinde ve kendisine göre son temsilinde zehir içen bir İstanbul XIX.
asırlı, Mari Nıvart. Acaba hangisi olarak ölüyordu? Kendisi mi, Kamelyalı Kadın
mı? Ve onun için mi böylesine zor böyle bir yazı içinde bir yere
yerleştirilmesi?
Faulkner
Ses ve Öfke’ sinin ikinci kısmını tümüyle Quentin'in intihar ettiği güne
ayırır. Karamazovlar'da Smerdyakov, Huzur'da Suat, asarlar
kendilerini.
İklimlerin Odile'i, Therese Raquin' in Therese ve Laurent'i, Ecinniler 'in,
felsefesini yaparak intihar eden Kirilov'u, daha niceleri.
İntihara
çok ama pek çok meraklıdır roman kahramanları. Yine de, akla ilk gelenleri Anna
Karenina ile Madam Bovary'dir.
Bizde
ise romantik karakterli Tanzimat edebiyatının müntehir onca kahramanı arasında
Sergüzeştin Dilberedir akla gelen.
Servet-i
Fiinun romanı intihara meyillidir. Gerçi Servet-i Fünuncuların kendileri de hep
kaçmak isterler ve ölüm kaçışların en cazibelisi gibi durmaktadır onlara ama
bunu düşünürler de pek başaramazlar. Fikret, karısı ve çocuğuna bağlıdır;
Mehmet Rauf teşebbüs eder, kurtarılır. Gerçek hayatlarında başaramadıkları
eserlerine girer. Mehmet Rauf, Ferdâ-yı Garam'm hem de çifte intiharla getirir
sonunu. Mai ve Siyah'ın Ahmet Cemil'i o karanlık gecede, "Bir bârân-ı
dürr-i siyah altında," suların karanlık kucağına sığınmayı düşünür. Ve
annesinin, o küçücük kadının, zayıf fakat o denli güçlü sesi onu karanlıktan
çekip koparır: "Cemil, karanlıkta ne yapıyorsun?" Cemil karanlıkta
kendisine dönüşmüş olmalıdır, canı Yemen'de çok acısa da. Çünkü bir kez
etekleri ıslanmıştır.
Ama
Bihter’in, intiharda da hepsinden ayrı bir yeri vardır. Bunca romana rağmen
intiharın en çok yakıştığı tür, kuşkusuz, trajedi. Hiçbirisinden fedakârlık
yapılamayan, bir başka okuyuşla cümleyi, hangisi feda edilse diğerinde bir
büyük boşluk yaratmaya yargılı iki kıymet arasında, intihar en çıkar yol olarak
görünmektedir trajedi kahramanına. Hayatı bizimkine belki en çok benzeyen Antigone,
onun annesi ve nişanlısı, kıskançlığın onurlu timsali Othello, Ophelia,
İokasta.
Ya
"Kazaen" intihar edenler, hayatta, hem romanda? Yalnız Gece Sessiz
Gece filminin erkek kahramanı, kıstırılmış hayatını ne yapacağını kestiremeyen
kadın kahramana, "Bastırılmış intihar arzusunun her yıl kaç kazaya neden
olduğunu" bilip bilmediğini sorar. Handan 'ın, duygularıyla mantığı
arasında ezilen ama yine de mantık yönünü işaretleyen baş kadın kahramanı,
iptal olunmuş bir bilincin dizgininden boşalttığı duyguların ivmesiyle neler
yaşamış olduğunu, kısacası kendi trajedisini fark ettiği anda, doktorların o
denli zor yok ettiği hastalığına açar kapılarını. Korumaz kendini ve kısa
zamanda ölür. Kazâen de intihar edilir, bilinmektedir çünkü. Bunu bildiği
içindir ya şair, hişt! dostlanma şunu haber ver denize açıldım ve gemim parça
parça oldu’ diye bir im denli narindir intihar (İlhami Çiçek) demektedir.
Uyku
hapı alarak bir otel odasında ölüme yatar Cesare Pavese, ve onun, tükendiği
için intihar ettiği yorumunu yapar kimi araştırmacılar. Ne abartı. İntihar
etmek için, intihar etmeye gerek mi var? Ya yaşarken daha miintehir bulunmuş
bulunan onca ölü can? Onları nereye koyacağız? Hangi sistematiğe dahil
edeceğiz?
Yaşamakta
iken yüklendiğimiz onca yaşantının kim bilir hangi birisiyle intihar edip
duruyoruz her gün? İsa’yı boş mezarında bulamaz ziyaretçi kadın ama
"yaşayanları ölüler arasında aramak" olasıdır çoğu zaman.
Ölüyorum
ve seni ölümümle yenilgiye uğratıyorum.
Ben
yok oluyorum ama hikâyem doğrulanıyor.
Onlar,
öldüklerini ve dilimleriyle başa çıkamadıklarını, ölümleriyle mi yenilgiye
uğrattıklarını var saymaktadırlar?
Hayatı
bunca önemsemenin başka adı mı ona son vermek?
En
fazla bilinen ve tahammül edilemeyenden en az bilinen ve tahammül
edilebilirliği şimdilik ölçülemez olana, dolayısıyla tahammül edilebilirlik
ihtimalini en az içerene kaçıştır intihar. İlk anda tersi gibi görünse de, ilk
sırada yaşamın fevkalâde önemsenmesi anlamını içermektedir. M. Blancho bunun
için "Ölen yaşayabilirdi demek," der. Zor olanı başaran. Ve ilâve
eder, "Kendini öldürmenin zayıflığı, onu gerçekleştirenin hâlâ çok güçlü
olmasındadır." Bu yüzdendir ki yaşanan dünyanın tek başına okunmasına bir
başka deyişle madalyonun tek yüzünün birinci dereceden önemsenmesine karşı
çıkan büyük dinler, ilk sırada İslâmiyet ve Hıristiyanlık, intiharı şiddetle
yasaklamaktadırlar. Çünkü o büyük dinler, dar kapıyı işaret etmektedirler,
arkasında güneş batmayanı.
Dante,
Divina Commedia'nın, "İnferno" (Cehennem) bölümünde günahkârları
tasvir ederken, kendisini öldürmüş olanları ağaçlar içine sıkışmış, ter döke
duran tutsaklar olarak gösterir. Onlar asıl acıyı Tann’yı kaybettikleri için
çekmektedirler. Kimliğindeki bütün Rönesans muştusuna rağmen, tipik bir
Katoliktir Dante hâlâ ve müntehirler hakkında verdiği hüküm Hıristiyanî
kaynaklıdır.
Bunun
için değil mi ki hayatımıza sadece kendi adımıza ve sadece kendimiz için sahip
olduğumuz gibi bir vehmin esiri olmadığımız o kutlu zamanlarda, bizim de
intihar gibi bir alışkanlığımız yoktu. İntiharın çözebileceği varsayılan
problemleri çözmek için yeterli olan program çoktan elimize verilmişti zira.
Bizi
ve hayatımızı daima ve kesinlikle seyreden büyük göz namına yaşadığımız ve
hissettiğimiz o günlerin sona erdiği yerde, kendi hayatımızı kendi gözümüzün
seyri için yaşadığımızı düşünmeye başladığımız yerde, göksel olanın yerine arzı
ve şahsî olanı kondurarak bir bütün mutlağının parçası olmaktan çıkıp da,
vücudundan kopan bir el ya da ayak gibi bağımsız ve anlamsız yaşamaya
başladığımızı idrak ve vehmettiğimiz yerde, Beşir Fuad intihar etti.
Beşir
Fuad masum. Hayatın salt kendisi için ve kendisi ile olduğu, hayat sözcüğünün
içinin ancak ve ancak "Ben" ile dolduğu, anlamının gökte değil de
yerde aranması gerektiği hususunda fikri yeterince iğfal edilmiş bireylerdik
artık. Onun için Beşir Fuad'ın usturası ya da tipik XIX. asır müneweri, Viyana
elçisi Sadullah Rami Paşa'nın hava gazı musluklarına aykırı durmaz da intihar,
zamanlar XIX. asrı da gösterse, Müslümanların halifesi Sultan Aziz'in
bileklerine yakışmaz.
Tarihin
önünde gerçeklik ihtimali daralır da Sultan Aziz intiharının, oğlu, veliahd-i
saltanat Yusuf İzzeddin Efendi, Av Köşkünde ve garip (değil) ki bileklerini
kesmek suretiyle noktalar yaşamını. Evinin kapıları yüzüne kapanmış müflis bir
hanedanın kimi üyelerine Avrupa'da açılacak siyah ve yegâne kapının erken bir
yoklayıcısı mıdır, profesyonel bir suikaste kurban mı gitmiştir, pek bilinmez.
Beşir
Fuad intihar etti. Hem de öyle bir intihar etti ki hepimizi arkasına taktı. O
gün bugündür intihar edip duruyoruz, dökümünü yapmayacağım, saydıkça
artmasından korkarım. Üstelik öyle bir intihar edip duruyoruz ki bunun için
kana ve silâha gerek de yok çoğu zaman. Yaşarken intihar ediyoruz, ölürken
intihar ediyoruz. Geri dönme şansımız yok.
Bir
tek o altın nokta. Çarkın bir kez de tersine mi dönmesi gerek? Mukaddes olana
sahip çıkabilmemiz için tekrardan bir bütünün uzuvlarından birisi olduğumuzu
idrak edeceğimiz yere mi gelinmeli? Bu yüzden mi bireyselleşmenin değil de,
bireyselleşmemenin mücadelesi verilmeli? Yoksa mukaddes olana sahip çıkmak onu
kaybetmekle eş anlamlı tanımlanıp duracak. Ya birey olmaktan vazgeçeceğiz ya da
intihar edip duracağız. Görünmese de, cenaze namazımız kılınsa da.
perdenin
nihai indirilişini kimse önleyemez yapayalnızım, her tarafta iki yüzlülük hayatı
sonuna kadar yaşamak hiç de çocukça bir görev değil.
Kuşkusuz,
hayatı sonuna kadar yaşamanın hiç de çocukça bir görev olmadığını idrak
ettiklerinden, bu dizeleri şaheserinin sonuna ekleyen Boris Pasternak da, onun
roman kahramanı, babası bir zamanlar intihar etmiş bulunan Dr. Jivago da; onca
acılı hayatlarını yazgılı oldukları noktaya kadar yaşayarak küller arasından
birer Kaknus çıkartmaktadırlar.
Süreyya
Teyze’ye gelince. Süreyya Teyze hep Bülent’in istediği hayatı, dahası Bülent
olarak ve Bülent’in hayatını yaşadı. Çünkü suyun kıyısında etekleri ıslanıp da
geri dönerken kendisi olarak değil Bülent öyle istediği için geri dönüyordu.
Hayatını, nâmına yaşayacağı büyük gözü ise çoktan kaybettiğinden zaten suyun
kıyısındaydı.
Bu
yüzden hep yitirilmiş ve hep devredilmiş bir hayatta gözyaşları mordu Süreyya
Teyze’nin. Hâlâ.
Sevgilim
ihanet
Kelimelerin
hastalıkları varsa eğer, "ihanet" mutlaka cüzamlı olmakla
suçlanmıştır. Oysa, soluğumuz kadar yakındır da biz onu bambaşka yerlerde ve
kendimizden çok uzakta bilmeyi yeğleriz. İhanet hayatımızın ta kendisi,
dikkatli bakın göreceksiniz.
İhanet
daima iki uçlu. Gerçekleşmesi için bir muhatap gerekli ve bu yanıyla aşka
benziyor. Bu yüzden değil mi ki ihaneti yaşayanlar, büyük aşkları yaşayanlar
kadar ünlü ve daima çift isimle anılıyor bu öyküler. Habil ile Kabil söz
gelimi. Leylâ ile Mecnun gibi.
En
trajik ihanet öyküsü galiba İsa'nın son akşam yemeği ve: İşte insan! Hıristiyan
batıda her şey bu çok eski ihanetin etrafında döner ve çarmıhlar artık daima
omuzlardadır. Sezar'ı asıl öldüren yediği hançerden daha çok Briitüs'iin,
olmaması gereken yerdeki varlığıdır.
Ama
ihanetin doğusu batısı yok. Tek yönü var.
Bizde
aklıma ilk gelen, Genç Osman. Ewelâ sarayının kapısını emanet ettiği
bostancıları ardına kadar açarlar Bâb-ı Hümayun'u ihtilâlcilere, ardından o
kadar güvenerek sığındığı Yeniçeriler emanete ihanet ederek alıverirler
"Osman Çelebi"nin canını. Gerçi Yeniçeriler adlarını temize çıkarmak
için çok çaba sarf etmişlerdir ama vak'a-i hâileye karışan 28. ortanın adının
her yoklanışında yeri göğü inleten "Yok olsun" nidaları bile bu
ihanetin lekesini temizlemeye yetmez. Esasen Genç Osman'a ihanet edenler
arasında kısacık saltanatında tutulan güneş ve yüzlerce yıldan beri ilk kez
donan Boğaz sularının da kendine özgü bir yeri olması gerek. Halk, ölümüne o
kadar çok ağlayacağı padişahın, sağlığında uğursuzluğuna inanmıştır.
Osmanlı’yı
kuşkusuz çok az şey Kırım Hanı Murad Giray’ın Viyana kapılarındaki ihaneti
kadar yaralamıştır. Üstelik Giray, bilerek yapmaktadır: "Bilirim, dine
sığmaz, ihanettir," cümlesindeki bilinç bile tutmakla yükümlü bulunduğu
köprüyü müttefik kuwetlere açmasına mani olamaz.
Osmanlı’yı
çokça meşgul eden eşine az rastlanır bir başka ihanet de Abdülmecid’in dördüncü
ikbali Serefraz’ın yarattığı ve neredeyse bir milli gaileye dönüşen "aile
faciası"dır. Fazlasıyla kıskanan ve kıskanılan bir kadın olan Serefraz,
Dolmabahçe’den ayrılarak Yıldız Kasn’na yerleşmiştir. Sık sık kasra gelen
Abdülmecid’i içeri almakta çok cömert davranmayan dördüncü ikbal üstelik Küçük
Fesli lâkabıyla tanınan bir Ermeni delikanlısının aşkına karşılık vermektedir.
Hanedana mensup bir kadının açık ihaneti özellikle sarayı çok rahatsız eder.
Ailesi tarafından Adalar’a kaçırılan delikanlının, Sultan’a duyduğu aşk
yüzünden, tekrar İstanbul’a dönmesi ise sarayın işbitiricileri tarafından
öldürülmesinden başkaca da bir sonuç vermez. Delikanlının ailesi İngiliz,
Fransız ve Rus sefaretlerine başvurarak takibat açılmasını isterler, mesele
İstanbul’u uzun zaman meşgul eder. Vesaire... Bazı kaynaklarda karşımıza çıkan
bu hikâye oldukça inanılmaz duruyor. Asıl inanılmaz olansa bunca hadiseden
sonra Serefraz’ın padişah nezdindeki kıymetini hâlâ muhafaza edebilmiş olması.
İhanet
Osmanlı hanedanından uzak değil. Bütün saraylar kadar Osmanlı sarayının da
içinde. Yavuz’un kızı Fatma Sultan, "Bir kişiye düştüm ki beni kelb
hesabına saymaz. Bir hil’atini görmedim, bir kaftanını giymedim. Dul avret gibi
dirilüriim," cümleleriyle evliliğinin ve düşlerinin ihanetine uğradığını,
çok sade bir lisanla ve döneminde herhangi bir genç kadının yapabileceği tek
şeyi yaparak babasına anlatır.
Fakat
muhteşem ihanetleriyle Kanuni, bir Osmanlı trajedisi varsa eğer, yine
başroldedir. İlki elbet Şehzade Mustafa etrafında biçimlenir. "Nizam-ı
âlem uğruna" şehzade katline izin veren kanunname bir yana, Mustafa’nın
katli esnasında Kanuni’nin başını çadır aralığından uzattığı yani
"tanık" olduğu rivayeti ve bunu böyle de gösteren minyatür asıl
ihaneti vurgulamakta. Ve nakkaşın ihanete tepkisini.
Eşine
az rastlanır bir nikâhla Kanuni’nin resmî eşi olmayı çok kolay başaran ve
vak’anüvislere bakılırsa nikâhtan sonra muhteşem kocasının ihanetine hiç
uğramayan Fiürrem’in, Kanuni’yi bu ihanete hazırlaması çok kolay olmamış
olmalı. Ama aynı şey sadece "Ecel celâlilerinin aldığı Mustafa Han"
ile sınırlı kalmayacak ve Hürrem, isminin başındaki "Makbul" sıfatı
kısa zamanda "MaktuF’e dönüveren İbrahim Paşa’nın öyküsüne de girecektir.
Makbul İbrahim Paşa, damatların başka kadınlarla düşüp kalkması kat’iyyen
yasaklandığı halde; Yavuz’un kızı, Kanuni’nin kızkardeşi gibi bir sultan olan
eşine, Muhsine adlı bir kadınla ihanet etmektedir. Lâkin İbrahim’in sonunun
hazırlanmasında bu ihanetin payı hiçti. O, seher semasında çokça ışık saçmaya
başlayan bir yıldızcıktı ve muhteşem bir güneşin kaçınılmaz ihanetine uğradı.
Her türlü ihtimale açık bir ikbal yolunu ayakları dibine sererken daha
başlangıçta Kanuni, İbrahim Paşa’ya, kendi sağlığında bir zarar gelmeyeceğine
dair yemin etmişti. Bu yüzden katil kararını alması çok kolay olmadı. Ve
İbrahim Paşa, Kanuni uyuduğu bir esnada idam edildi. Değil mi ki âyete göre
"Uyuyan kimse hayatta değildir, uyku ölüme benzer ve insan o esnada
hayatla kendisini bağlayan herhangi bir bağdan miiberra bulunur." Fakat
Paşa, kendisini ölmeden önce öldüren bu ihanete uğradığı esnada, Kanuni’nin yan
taraftaki odasında uykusundan aniden uyandığı ve onu Hürrem Sultan'ın teskin
ettiği de rivayetler arasındadır.
Edebiyatımız,
tümüyle sanat ve edebiyat ihanet güzellemeleriyle doludur. En masumları Suat ve
Necip'tir kuşkusuz ve Eylül bir ihanetin öyküsüdür. Duygularda da kalsa
ihanetin kirinin mutlaka temizlenmesi gereği Mehmet Rauf'u da etkiler. Romanın
sonu Mehmet Rauf'un yapabileceği en uygun şekilde gelirken ve o kadar andığımız
ve anladığımız, dahası masumiyetine tanıklık edebileceğimiz Suat ve Necib'in
günahını bu dünyada ateş temizlerken, biz galiba hangisinin daha az dürüst
olduğunu düşünmek zorunda kalırız: Romanın kurallarının mı, yaşamın
kurallarının mı?
İhanetin
isrn-i faili sabıkalı bir kelime: Hain! Ama ihanetin ism-i faili
"hain" ise eğer bütün o Lady Makbetler, Fintenler, Therese
Racjuınler, Bihterler'le birlikte bizzat yazarına göre "İçindeki mücadele
herhangi bir meydan savaşında bir komutanın verdiği mücadeleden daha az
olmayan" Vadideki Zambak'ın Henriette'i, Halide Edib'in Seviye Talip'i,
Suat ve Necip, oyunu toplumun kurallarına göre değil de kendi vicdanının ve
erdeminin kurallarına göre oynamaya kalktığı için kaybeden Anna hep hainlerdir.
Bu iki grubu ayıran ve onları gözümüzde bayağı veya masum kılan şeyse, yazarın
bakış açısından başka bir şey değildir çoğu kez. Çünkü yazar, bütün
düşüncelerimizi yönlendirebilecek bir büyücüdür.
Anna
Karenina romanı karlı bir günde ve bir tren istasyonunda başlar. Bir başka
karlı günde ve bir başka tren istasyonunda biter. İlkinde Anna, toplumun
saygıdeğer bulduğu sadık bir eş, iyi bir annedir. Ve çok güzel bir kadın.
Sonunda ise, aristokrat Rus toplumunun gizlice yaşanmasını rahatlıkla
onayladığı yasak aşkını, meşru zemine çekemediği noktada, gizlice yaşamayı
onuruna yediremeyerek açıkça yaşadığı için dışlanmış bir kadın. Artık iyi bir
eş ve iyi bir anne değildir. Ama yine çok güzel bir kadındır. Güzelliğinin
ihanetine uğrayacağı yılların hızla yaklaştığının farkında, usulca bırakır
kendisini bir trenin tekerlekleri altına. Çünkü güzellik ihanet eder ve
doğrudur kadının iki kez öldüğü.
Tolstoy,
Anna Karenhm'yı içindeki Anna Karenina’nın aynı olarak anlatabilmiş midir,
bilinmez ama kaç yazar, kaç şair "dil"in ihanetinden müşteki
değildir? Herhalde hiç. Hamid’in yakalayamadığı, ancak "susmak yahut pek
karanlık bir şey söylemek" olarak tanımladığı şiir, dilin ihanetine karşı
geliştirilmiş bir müdafaa tavrı değil midir? Akif,
Ağlarım
ağlatamam hissederim söyleyemem Dili yok kalbimin ondan ne kadar bizarım
mısralarını ağlarken, Orhan Veli "Anlatamıyorum" çığlığıyla anlatmaya
çalışırken hep bu ihanetten müşteki değil midirler? Haşim, şiiri
"Anlaşılmaktan ziyade duyulmak," zeminine çekerken, Ma i ve Siyah'm
Servet-i Fiinunculara tercüman Ahmet Cemil’i şiir lisanını "Baştan ayağa
bir insan, âdeta konuşan bir ruh," olarak tanımlarken aynı şeyi
söylemiyorlar mı?
Şiire
kadar uzanmaya gerek yok. Derdimiz hep anlatamamak ve anlaşılamamak değil mi?
"Ben öyle demek istemedim," cümlesi ile başlayan boğucu koridorların
aşılması ne kadar zordur. Ardından gelen "Böyle demek istedim"ler de
daha fazla ifadeye muktedir değildir. Üstelik bize hep ihanet eden dile rağmen
bizi en iyi anlayacak olanı beklemiyor muyuz sürekli? Ve bizi en iyi anlayacak
olanı bulduğumuzu zannettiğimiz her defasında yeni bir ihanete hoş geldin
demiyor muyuz? Ve o her defasında yanlış kişi çıkmıyor mu? Hayret, sen, sen
değilmişsin!
Gerçek
şu ki, kalplerin dili olsaydı, dilin ihanetine uğramadan birbirlerine daha çok
şey anlatabilirlerdi. Belki Cocteau’niin bahsettiği gibi "Bir şairi yanlış
anladığımız için sevmek"ten vazgeçebilmemiz için de, Paul Eluard’m
görüşünün gerçek olması ve bizim artık kelimelere ihtiyaç kalmadan şiiri kafa
ile okuyabileceğimiz günlerin gelmesi gerekli. Ama galiba o zaman da ne şiir
kalır, ne nesir.
Sevgilim
dilin ihaneti, sevgilim şiir çünkü.
Ve
sevgilim ihanet.
Sevgilim
ihanet, çünkü hayatın kendisi bir ihanete dönüşür alnımızda ter damlaları
belirdiğinde ve ayaklarımız suya erdiğinde. Bir de bakarız ki birileri, bizimle
hiç ilgisi olmayan birileri bizim için enine boyuna ölçerek hem de, bir oyun
hazırlamışlar ve al demişler, yaşa, işte senin hayatın. Sesleri ne kadar ılık
ve inandırıcıdır oysa. Ne kadar güven verici. Ve biz ayaklarımız suya değecek
kadar kısa geçen bir zaman içinde, hayatımızın ihanetine uğradığımızı fark
ederek çığlıklar atmaya başlarız. "Yaşıyor ve tahammül edebiliyorsan
şenindir/’ modern fehvalarını ciddiye ne kadar alsak da, içimizdeki fotoğrafın
dışımızdakinden farklı olduğu gerçeği hiçbir zaman değişmez.
Önce
anılarımız ihanet eder bize, teker teker bırakıp giderler. Her ihanet bir terk
ediştir çünkü. Üstelik kendisi olarak kalacağını ne kadar vaad ederse etsin, ne
dönen aynı kalır, ne bekleyen. Öyleyse her gidiş bir ihanettir, her ihanet bir
gidiş.
Baharla
yorumlamaya kalkarız hayatı kimileri. Baharın kendisi de bütün ihtişamına
rağmen koskoca bir ihanete dönüşür. Güller Kitabı'nda Beşir Ayvazoğlu, her ne
kadar "Çiçeklerin faniliği onların bizi mutlu eden güzelliklerinin
garantisidir," dese de, felsefî boyutta sağlam duran bu görüş, saltanatını
ilân eden duygu olunca, o kadar ikna edici değildir. Çok kısa bir zamana
sığdırılmış bir gül fırtınası, siz bir güle dönüşebilmeyi her ne kadar
bekleşeniz de geçer gider. Mehtabı ve yıldızı da terkisine alarak. Kent git
gide küçülür, yok olur. Geriye ne bahar kalır, ne gül, ne şiir.
Hafızamızın
ihaneti de zor değildir. En gerektiği anda dilimizin ucuna geliveren bir iki
mısraın sislendiği veya tümüyle silindiği anlar ne acıdır. Veya her anını ve
görüntüsünü hıfzetmeye, zihnimize kazımaya çalışsak da çok sevgili bir
beraberlikten geriye kopuk cümleler ve görüntülerle salt bir duygu yumağından
başka bir şey kalmaz. Üstelik o duygu yumağı da yeteri kadar açık değildir ve
bir gün, silikleşen bir hayali de beraberine alarak sessiz sedasız çekip gider.
Hayret bile edemeyiz.
Sonra
yüzümüzün ve bedenimizin ihaneti. Her gün aynada gördüğümüz o çehrenin on yıl
önceki biz olduğuna kimi inandırabiliriz? Dahası on yıl sonraki biz de bu
değilizdir. Hiç gecikmez yüzümüzün ve bedenimizin ihaneti. Hattat kolundan olur,
nakkaş gözlerinden. Son ihanet kalbimizden gelir. Bir gün, hiç nedeni yokken
usulca duruverir. Oysa kul yapısı bir cihaz hâlâ ses vermektedir veya şairin
dediği gibi, kolumuzdaki saat hâlâ işlemektedir.
Üstelik
sevgili de ihanet eder bize. Aniden, sebepsiz ve kolayca, başka ve tanınmayacak
bir şeye dönüşür. Artık o gitmiştir ve yok olmuştur. Padişahlar cariye çıkar,
cariyeler halayık. Oysa biz ona gelebilmek için ne çok şey terk etmişizdir. Bir
başka deyişle ne çok ihanet etmişizdir.
Ya
aşkın kendisi? Uğrunda karşılıklı ihanetlere kalkıştığımız ve katlandığımız
aşkın kendisi. Zor değildir ihaneti. Hiç bitmeyeceğini sandığımız, bizi var
ettiğine inandığımız, Cemil Meriç’in ifadesiyle "Gizlideki dörtte üçümüzü
görünür kılan aşk" sebepsiz, hiç ölmeyeceğini sandığımız bir yerde bizi
arkamızdan bıçaklar ve usulca çekip gider. Birden gözümüzdeki perde kalkar,
bütün çirkinlikler ve çıplaklıklar görünür, cennetten kovuluruz. Utanç kalır
geriye, pişmanlık. Oysa aşk "Pişman olmamak" diye tanımlanmaktadır.
Şarkılar ihanet eder, eskisi kadar güzel değildirler. Şiirler yere yığılır
birden, kanatları kopar gecenin.
Rüzgâr
küçülür, yağmur fazlalık gelir.
Ve
ışık söner. Geride kalan her şey sarıya boyanır.
Ama
ihanetin bir rengi varsa mutlaka gri olmalıdır.
Dostların
ihaneti kadar hiçbir şey acı değildir. Ve nedense hep de böyle olur ve biz,
bize en son ihanet edeceğini sandığımız kişinin ihanetine uğrarız ansızın.
Artık bir parça Sezai* olmuşuzdur. Bir yıldızlar kalır geriye, onlar da
gözyaşlarının sıcaklığını duyamayacağımız kadar uzaktadırlar. Oturup hem
kendimiz hem yıldızlar için ağlarız, gözyaşlarımız tükenir. Dostların ihaneti
kadar hiçbir şey acı değildir çünkü.
"Zehir
de olsan insanların ihaneti kadar acı değilsin."
Sigarasına
hitaben böyle demiyor muydu hocam Kaya Bilgegil?
***
Fakat
en korkuncu, en dayanılmazı kendi kendimize ihanetimizdir. Kendi kendimizi hiç
terk etmeyeceğimizi sanırken bir gün bakarız ki tükenmiş, yok olmuşuz. Eski
doğrular terk edilen doğrulardır. Yerine koyulacak yeni doğrularımız varsa bir
hainizdir, o da yoksa sadece bir hiç.
Oysa
yanı başımızda hiç dönmeyenler, dönse de tükenmeyenler bahar goncaları gibi boy
vermektedirler ve kentin sokakları sabahın saat sıfır dörtlerinde yeni
şarkılara ve şiirlere gebedir. Uyku bizi kollarına çeker.
Uyku.
Sevgilim
uyku.
•
Son
için Güzelleme
Nokta
salt matematikçiler için başlangıç değil. Romanlar da asıl başlaması gereken
yerde
bitiyor.
Romanların
sonları fırtınadan sonraki sükûta benziyor. Ki onlar aynı zamanda fırtınadan
önceki sükûtlar da.
Düşünsenize
Aşk-ı Memnu ’nun Beşir’ini. Bir yerlerde hâlâ öksürüyor ve Nihailer mutlu olsun
adına defalarca ölüyordur kuşkusuz. Gevher, o silik harem ağası, ama
Sergüzeştsin en güzeli, Dilberleri özgürlüğe kavuşturmak niyetine mavi beste
Nil sularında, sonsuza değin can veriyordur hiç tükenmeden.
Mai
ve Siyah'm Ahmet Cemil’i. Onca yenilginin ardından Yemen’de ne yapardır şimdi?
Ya o dilenci, türküsünü hâlâ söylüyor mudur? Bunun için değil mi ki zaten,
Tanpınar, arkasına düşerek "Ahmet Cemil’le Mülâkat" ihtiyacını hisseder.
Hisseder ya Tanpınar’ın şaheserinde de aynı "’son" bizi
beklemektedir. Öldüğü, çıldırdığı ya da kurtulduğu pek kestirilemeyen Mümtaz,
yaşamındaki tüm ayrıntıları ışığında görünür kılan Nuran deneyiminden sonra,
nihayet kendisi olarak yaşamayı becerebilecek midir?
Şımarık
ama sevimli ve zavallı başı hayalin buğulu semalarından gerçeğin sert ve katı
zeminine defalarca çarpan, kendisini sonsuz bir şefkatle kucaklamaya nedense
her zaman hazır olduğum Bihruz Bey. Araba Sevdası'nm o son sahnesinde, Direklerarası
XIX. asırlarda en son karşılaştığımız Ramazan gecesinden sonra ne yana
yürümüştür acaba?
Romanlar
asıl başlaması gereken yerde bitiyor. Anna’dan sonra Vronski’ye ne olmuştur?
Seryoja’nın abajuru dantelli gece lâmbası, duvarlara cinlerin dansını hâlâ düşürüyor
mudur, Petersburg bahçelerinde kar fırtınaları sürüp giderken?
Aleksandre
Dumas'nm sadece gemiyle uzağından geçerken gördüğü o adanın kontu, Monte
Cristo. O dev romanın sonundaki macera yorgunu; yanında güzel Haydt§e ile yol
aldığı esrarengiz ülkelerde yeni bir romanı yaşıyordur elbet. Eğer öyle
olmasaydı, bugün İf şatosunda görevliler, Edmon Dantes namıdiğer Monte
Cıisto'nun hücresini büyük bir ciddiyetle ziyaretçilere gösterirler miydi hiç?
Romanlar
sürüyor.
Werther'in
intiharından sonra Lotte, İki Şehrin Hikâyesinde, sevginin gerçek mahiyetini
tayin edebildiği için, rakibi Darney'in yerine geçerek giyotin gölgesinde
"Hiç duymadığı bir hazzı" tadan Carton. Carton'dan sonra,
dayanılamayacak kadar ağır bir başka gölgenin, fedakârlığın ağırlığı altında
karı kocanın, Lucie ve Darney'in yaşamları. Bunlar da, bu okumadığımız romanlar
da en az okuduklarımız kadar yazılmaya değmez mi?
Ya
Don Kişot. Cervantes'in kim bilir hangi toplumsal ivmelerle "Gerçeğe
erdirerek" kurtardığı, Cemil Meriç'e bakılırsa "Kertenkelelere gülünç
gelen kanatlı kahraman." Yaşamının devamını erdiği gerçekte nasıl
geçirmiştir acaba?
Romanın
sonunda bir düş gördüğüne bizzat yazarının işaret ettiği Alis'i, Harikalar
Diyarından döndükten sonra düşünün.
Romanlara
son koymanın muhal farz olduğunu göreceksiniz.
Hele
hele o en zavallı Robenson, gelmiş geçmiş asırların belki de en çok okunan
kahramanı. Ne oldu acaba yeniden uygar dünyaya döndükten sonra? Eleştirmenin
cevabı hazır: "Crusoe tekrar Ingiltere'ye döner, denize elveda der, hayatının
sonuna kadar tatmin edici bir hayat sürer." Yapmayın Tanrı aşkına Abraham
H. Lass. Kaç yılın zoraki ve sadık sevgilisi denize elveda diyerek elde edilmiş
"tatmin edici hayat" dediğiniz o gurbetin, ne muhteşem bir roman
olabileceğini siz de mi düşünmediniz? Yani ki ne muhteşem bir çatışma üzerine
bina edildiğini.
Parça
bitti, asıl film şimdi başlıyor. Haydi.
Robenson’un
denizinde şimdi fırtına kopuyor.
Şaheserlere
uzanmaya gerek yok. Geniş bir potansiyel duyumu daima taşıyan popüler romanlar,
söz gelimi Barbara Cartland romanları. Garip garip mutlu sonlarla biter bunlar.
İnsan muhayyilesi hayattan ve yaşayamadıklarından intikam almaya kabiliyetli
olduğu sürece bu garip garip mutlu sonlar kaçınılmazdır elbet. Ama inanılması
güç bu sonlardan ya sonra? Yani ya masal bittikten sonra?
Aslında
romancıların bir kısmı da bu sonlara tahammül edemedikleri için başlamıyorlar
mı yazmaya? Garip mutlu sonlara ya da aynı anlama gelebilecek garip mutsuz
sonlara.
Araba
Sevdası; Bihruz Bey’in okuduğu romantik romanların, Graziella, Ihlamurlar
Altında, Maııon Lescaut'nun devamını sorgulamaktan başka bir şey midir?
Flaubert,
Emma’yı
onca programsız/plansız okumanın bir sonucu olmaya mahkûm etmez mi? Seniha,
Kiralık Konak'ın kahramanı, okuduğu romanların bir sonucu olarak yürütülmez mi
yaşam içinde? Böyle sonun devamı, mahkûm edilmiş kahramanların hayatında,
romancının, cürmii isnad edebileceği romanlar daima mevcuttur.
Lâkin
kendileri de bütün bu romancıların, bir yerde kendi romanlarına son demiyorlar
mı?
***
Bir
öğrencimden bir gün "Acaba kitaplardaki hayat, diyorum, yaşadığımızdan
daha mı güzel?" masum sorusunu içeren bir mektup almıştım. Daha güzel,
doğru, çünkü sonu var. Ama bu cevabı almak da vermek de yürek istiyor.
Her
romanı nokta koyulduğu yerden devama muktedir olabilseydik, hayatla romanın,
akademisyenin iddia ettiği kadar uzak olmadığını görebilirdik kuşkusuz.
Ama
romancı son koyuyor.
Akademisyen
romanı hayattan hem de ısrarla ayırıyor.
Romancı
ve akademisyen mazur. Roman olacaksa, bir yerde bitmek zorunda.
Romanı
hayattan ayıran en şedid vasat, her halde bir sonunun olması.
Bu
yüzden değil mi ki ömrümüzü kuşatan bütün romanların bir sonu var.
Bir
son koymak sevdasına hayatı romana feda ediyoruz biteviye. Romanlar yaşamak
sevdasına sonlar koyuyoruz hayatımızın dönemeçlerine.
Dahası
ömrümüz ancak bittiği anda harikulade bir romana dönüşüyor. Tek yazarı, tek
okuyucusu olsa da.
Sonlar
romanlara mahsus.
Ya
romanları yaşamamayı öğreneceğiz. Ya sonlara razı olacağız, göze almayı
öğrenerek.
Uzun
ve meşakkatli bir doktora çalışmasının hummaları arasında, yani ki Halide
EdipTe muaşakamın en hararetli yerinde; kendisiyle bir başka boyutta
karşılaşabilmeyi düşlemiştim bir gün. Tahayyülü bile ömre servet olabilecek bu
muhteşem düşün, Namık Kemal’den Halit Ziya’ya, Dostoyevski’den Tolstoy’a
genişlediği yerde, bir suçu itiraf eder gibi sözünü ettiğimde; o muhayyel
boyutta, değil romancıları, roman kahramanlarını dahi görebilmeyi temenni eden
güzeller güzeli bir hoca tanıdım.
Ya
kendi kahramanlarımız?
O
muhayyel beldede, kim bilir gemiler geçmeyen bir ummanda, bir gün, fiktif Öykü
kahramanlarımızla karşı karşıya geldiğimizde onların yüzüne bakabilecek
yüzlerimiz olmayabilir.
Hep
o sonların yüzünden, fiktif öykü kahramanlarımıza ettiğimiz bunca eziyet. Hep o
son uğruna değil mi onları bunca zorlamamız. Kapatarak
çığlıklarına
kulaklarımızı,
kanayan yüreklerine gözlerimizi, kanlarının sıcaklığına tenlerimizi;
sırtlarından şefkatle iterek, kulaklarının tam dibinde usulca ve ne kadar
sevecen ve ne kadar kandırıcı bir ses tonuyla vaad ederek ülkeleri, ateşlere
atıvermemiz.
Söylemiştim,
bir öykü uğruna ne çok şey feda ediyoruz.
En
çok da öykü kahramanlarımızı.
Hep
o sonların yüzünden.
Çünkü
ne öykünün hayata dönüşmesine tahammülümüz var ne de öykü kahramanlarına
dönüşebilecek kadar yürekliyiz.
Bütün
öykü kahramanlarım.
Hepinizden
özür diliyorum.
Hayatla
öykünün arasında, o bıçak sırtı yerde.
O
bıçak sırtı ürperişlerinize neden olan ben. Sizi bu kadar olduğunuz ben'den
başka bir ben olmaya zorladığım için. Giyemediğim bütün giysilerin, gidemediğim
bütün ülkelerin, olamadığım bütün ben'Ierin acısını sizden çıkardığım için.
Dahası
oynayamadığım oyunların tümünü oynamaya sizi sıcak ve kandırıcı sesimle iknaya
çalıştığım, korkuncu, bunu her defasında başarabildiğim için.
Bütün
öykü kahramanlarım.
Hepinizden
özür diliyorum.
Bir
gün siz de bir öykü yazın, anlarsınız.
Öykü
mazur, akademisyenler haklı.
Dünya
Nimeti'nin son cümlesiyle "Derken akşam olur" hep. En güzel son
ölümdür oysa.
Ölüm
en güzel son.
İçimize
sindiremesek de.
İÇDÖKÜMÜ
İçdökümü
Muhal
farz ama bir kez daha geçsem ömrümün duraklarından, diyorum. Her durak yeni bir
yol. Bir kez daha o küçük kız olsam diyorum. Başında, kirazlı hasır şapkası,
sırtında volanlı pembe elbisesi. Çorapları beyaz ve temiz. Annesinin elinden
tutmuş, o küçük ve itaatkâr, iyi yetiştirilmiş ve uslu kız çocuğu olsam. Her
ayrıntıyı büyük ve kahverengi gözleriyle uzun uzun süzen, evrene yönelmiş
meraklı bakışların sahibi. Fakat her gördüğünü şimdilik sadece kendi içine
atacak kadar kayıt altında ve üzerine o kadar titrendiği için olacak bir o
kadar da muti kılınmış.
Bir
kez daha diyorum ben o küçük ve sevimli kızken. Annesinin ve babasının bir
tanesi olduğu halde garip bir biçimde hırpalanmışken. Herkesler ağız dolusu
kötü sözcüklerle çocuk olurken. Kötü huylu sözcükler yuvalanmasın diye ağzında,
çok duvarın arkasında saklı tutulmuşken. Görmeye ve bilmeye dair sınırsız merak
beslediği halde kalbinde, yolları daima tıkanmışken. Herkesler sepetlerini
takıp da kollarına dalgaları saymaya koşarken. Ben, ancak üst katta. Evin hiç kullanılmayan
odalarından birine gizlice giriversem. Dünya pencerenin dışındaymış. Güneş
batmış ama ışık kızıllığını bir yangın hükmünde bırakmış geriye. Güneşin
battığı yerde kalan bulutlara baksam. Cennet. Allah. Öbür dünya. Vardır elbet.
Varsa bu bulutların arkasındadır.
O
zamandan beri bulutlar sevda. Ama sevdamın mahiyetini çözebilmek için tam kırk
yıl beklemek zorunda kalsam. Çünkü kırk yıl bana hiç kimse bulutların sırrını
anlatmasa. Kırk yaşımı bu yüzden peygamberi bir tebessümü sever gibi sevsem yeniden.
Bilsem ki belâ meclisinde benden söz alındığında, cennetin ruhuma gösterilen
bir tarafında, bulutları bir şimşek parlaması kadar kısacık bir an da olsa
görmüşüm. O yüzden en fazla da bulutları hatırlarmışım. O yüzden ne zaman
başımın üzerinden bir bulut geçse, kalbimin heyecanını bir türlü
bastıramazmışım.
Sonra
yeniden ben bir küçük kızken, ateşböcekleriyle karşılaşsam. Bir köydeymişiz.
Kim götürmüş ki beni oraya? Gecenin bir yarısında neye uyanmışım, elektriksiz
köyde evin kapısından dışarıya neye bakmışım? Anlatamam, görmüş olan bilir
sadece: Koyu karanlıkta fındık ağaçlarının altında, toprağa yakın yüzlerce
belki binlerce ışıkböceği ağır bir ahenk içinde dönüyor, konup-kalkıyor
olsalar. Bir masal kapısı açılır gibi "harikulade"! Hayranlığı
tamsam. Beni tabiatın büyülediğini yazık, ben fark etmesem, kimse fark etmese.
Çocukluk işte!
Sonra
diyorum, yine bir yaz günü kirazlı hasır şapka, ütülü pembe elbise. Annesinin
elinden tutmuş. Hasta bir dayıyı ziyaret etmek için Boztepe’nin rampasına
kurulu "Hastâne"nin bahçesinde. Henüz ne hastalığın ne hastahanenin
bilincinde. Ama Tanpınar’ın "Antalyalı Gençkız" mektubunda
"kendine rastlamak" olarak tanımladığı tecrübenin bir benzerini
yaşasam. Dört cepheli mermer bir bloğun tam da denize bakan cephesinde. Bundan
sonra hep denize bakacağımı o an asla fark etmeksizin ama hep denize bakacak
hep denize çıkacak bir yolun başlangıcından da öncesinde. Duru mermerin üzerine
işlenmiş, elinde bir demet kır çiçeği tutan küçük bir kız rölyefiyle karşılaşıp
da. Yapmanın, eylemenin, kurmanın, "sun" kökünden gelen sanatın ilk
fark edişiyle karşılaştığım o ana dönsem. Ani bir esintiyle merak etsem. Ve
başımı kaldırarak sorsam: Anne bu ne?
Annemin
"Bu nedir"e verdiği cevabı unutup ama sanatı uzak, hatırlanamayacak,
tanınamayacak kadar uzak bir geçmişin hatırlatıcı esintisi olarak hissetmenin,
bir çocuk ne kadar hissedebilirse o kadar bilinçsizce ilk hazzmda bulsam
kendimi.
Sonrası?
Bir uzun sessizlik. Bir uzun inkıta. Unutmak olsun.
Derken
on altı yaşım olsun.
Tekrar
on altı yaşımda olsam diyorum. İstanbul'daymışım ilk kez. Topkapı Sarayı'na
götürmüşler beni. Topkapı saray değil de müzeymiş güya, ve ki taşralı
yeğenlerin götürüleceği ilk yermiş nedense. Yani ki Topkapı'nın, taşralı
yeğenlerin götürüleceği yerlerin başında yer almaktan öte anlamı yokmuş
götürenler nezdinde, bilmiyormuşum. Bilmiyormuşum ya yine de görevlilerden azar
işitmek bahasına da olsa, vitrinlerle aramdaki sınır çizgilerini aşsam, sağdaki
soldaki eşyaya dokunsam, ve o vakitten sonra dokunmadığım hiçbir şeyi kavrayamasam.
Ama ille de harem dairesi girişi. O büyük ayna. Sırtımda şile bezinden beyaz
bir gömlek, öyle de hafifmişim. Bir yanından aynanın girsem öbür yanından
çıkamasam. Öyle bir bıraksam ki görüntümü aynalara, artık kendime bile
dokunamasam. Öyle bir kaybolsa ki yollarım. Bir daha hiç bulamasam.
Öyle
bir kaybolsa ki yollarım, kaybolanı nerede bulacağıma dair ufak bir fikrin
sahibi olduğumda yaşım otuz üçü bulmuş olsa. O kadar çok yollarda o kadar çok
vakit kaybettiğimden mi? Kendimi bir o yana bir bu yana vurup durduğumdan, bir
türlü karar tutturamadığımdan mı? Erken bir fark edişin bilinci neden bu kadar
geç kalmış olsa, hiç anlamasam.
Sonra.
Hiç bitmeyecekmiş gibi görünen uzun ve bunaltıcı bir yazdan sonra sonbahar olsa
aniden. "Caddelerde rüzgâr" iyice artarken. Güzün ilk yağmur damlası,
ılık ve iri, yanağıma değmişken. Ben her eylül sonu benim olmadığını ve asla
onun olamayacağımı bildiğim, güllerin ve camilerin ebedi kentinden iyice
uzaklaşırken. Sokak lambaları ıslak kaldırımlarda ışık topları yaparken. Bir
akşamüzeri. Kucağımda erken açmış bir demet nergis. Aniden onu görsem.
"Akşamın Ağası." Hafız Hızır İlyas Ağa. Yani ki yalnızlığım, ölüler
âleminden birisini çekip çıkaracak kadar büyümüşken. Ben yalnızlığımdan razı
yalnızlığım benden razı. Ama bunu ben bile hiç bilmeden. Ve yalnızlık hiç
kimseye yakışmadığı kadar bana yakışıyorken. Hikâyemle gerçeğimin sınırları
böyle karışsa birbirine. Ömrümün bir dönemine daha böyle girsem. Bir uçurumuna
tebessümle düşsem.
O
kadar ki sisler içinde yüzen bir masal adasına benzeyen sarayların, on altıncı
asırlarda Üsküdar’dan nasıl göründüğünü meraka kabiliyeti ve kaderi olan
kalbim. Hiç alışılmadık bir yerden doğan dolunay ve ilk kez içe çekilen bir
amber kokusuyla yolculuğuna bir zamandır ki başlamışken. Bir kez daha doksan
dördün Yaz’ı olsa diyorum. Bir yıldız denize yakamoz bıraktığında. Ve denizin
kıyısındaki o bahçe; gülleri, filbahrileri, servileri, servilerin tepesine
kadar inen yıldızlan. Nisan yağmurunun arka bahçede sabaha kadar yıkayarak
bahara hazırladığı iri ve koyu yeşil yapraklı ağaçları. Kapı üzerinde mor
salkımları, hanımelleri. Denizin sesi. Rüzgârın olsa, vitrinlerle aramdaki
sınır çizgilerini aşsam, sağdaki soldaki eşyaya dokunsam, ve o vakitten sonra
dokunmadığım hiçbir şeyi kavrayamasam. Ama ille de harem dairesi girişi. O
büyük ayna. Sırtımda şile bezinden beyaz bir gömlek, öyle de hafifmişim. Bir
yanından aynanın girsem öbür yanından çıkamasam. Öyle bir bıraksam ki görüntümü
aynalara, artık kendime bile dokunamasam. Öyle bir kaybolsa ki yollarım. Bir
daha hiç bulamasam.
Öyle
bir kaybolsa ki yollarım, kaybolanı nerede bulacağıma dair ufak bir fikrin
sahibi olduğumda yaşım otuz üçü bulmuş olsa. O kadar çok yollarda o kadar çok
vakit kaybettiğimden mi? Kendimi bir o yana bir bu yana vurup durduğumdan, bir
türlü karar tutturamadığımdan mı? Erken bir fark edişin bilinci neden bu kadar
geç kalmış olsa, hiç anlamasam.
Sonra.
Hiç bitmeyecekmiş gibi görünen uzun ve bunaltıcı bir yazdan sonra sonbahar olsa
aniden. "Caddelerde rüzgâr" iyice artarken. Güzün ilk yağmur damlası,
ılık ve iri, yanağıma değmişken. Ben her eylül sonu benim olmadığını ve asla
onun olamayacağımı bildiğim, güllerin ve camilerin ebedi kentinden iyice
uzaklaşırken. Sokak lambaları ıslak kaldırımlarda ışık topları yaparken. Bir
akşamüzeri. Kucağımda erken açmış bir demet nergis. Aniden onu görsem.
"Akşamın Ağası." Hafız Hızır İlyas Ağa. Yani ki yalnızlığım, ölüler
âleminden birisini çekip çıkaracak kadar büyümüşken. Ben yalnızlığımdan razı
yalnızlığım benden razı. Ama bunu ben bile hiç bilmeden. Ve yalnızlık hiç
kimseye yakışmadığı kadar bana yakışıyorken. Hikâyemle gerçeğimin sınırları
böyle karışsa birbirine. Ömrümün bir dönemine daha böyle girsem. Bir uçurumuna
tebessümle düşsem.
O
kadar ki sisler içinde yüzen bir masal adasına benzeyen sarayların, on altıncı
asırlarda Üsküdar’dan nasıl göründüğünü meraka kabiliyeti ve kaderi olan
kalbim. Hiç alışılmadık bir yerden doğan dolunay ve ilk kez içe çekilen bir
amber kokusuyla yolculuğuna bir zamandır ki başlamışken. Bir kez daha doksan
dördün Yaz’ı olsa diyorum. Bir yıldız denize yakamoz bıraktığında. Ve denizin
kıyısındaki o bahçe; gülleri, filbahrileri, servileri, servilerin tepesine
kadar inen yıldızlan. Nisan yağmurunun arka bahçede sabaha kadar yıkayarak
bahara hazırladığı iri ve koyu yeşil yapraklı ağaçları. Kapı üzerinde mor
salkımları, hanımelleri. Denizin sesi. Rüzgârın sesi. Şakayıkı aniden tamsam.
Ve bir sabah, kararmaya hükümlü yıldızın mızraklı lâlesini ansızın bahçemde
açmış bulsam.
Başımın
üzerinde dönen gökyüzü. Vasıtasız katıldığım oluş.
Ben
yokum şimdi ama o bahçe orada duruyor, bir bunu biliyorum.
Bu
sahipliğin hem sebebi hem bedeli olarak kelimeye talip kılındığımı henüz fark
edemeden, yaşanmış hayatların üzerinden bu kadar kuvvetle geçebilmek için ne
yaptığımı merak ederken ben. Ömrünü yazıya sermaye etmiş kadınların günlüğe
düşülmüş kelimeleri üzerinden geçerken sabahlara kadar bir bir. Ben anlatmazsam
bu hikâyeyi kim bilebilir? Ömrümü yazıya sermaye etmeyeceğimi fark etsem. Yazı
olmasa yazımın gayesi. Yazıp da bitirebildiğimde, yazmazsam ölürüm, diyecek
denli yazıya yakın dururken ölüm. Her yazı bittiğinde yazdığımı değil,
yazdığımın bana hatırlattığı şeyi sevsem. Ve gözyaşıma dokunduğunda bir el.
Sussam. Sadece gülümsesem. Bir bilsen!
Bir
kez daha doksan sekizin Mayıs'ı olsa diyorum. Bir kez daha şaşmaz ölçüsüyle
mevsimlerin, mayısı haziran izlese. Yol arkadaşım Hititli Labarna'nın
refakatinde başlasa rüzgârın sade fısıltısı. Gafil olmasam artık. Buğday
tarlalarının üzerinden rüzgâr geçerken kulağımı toprağa dayamayı akıl edebilsem.
İki tarafı aslanlı şah kapıdan geçerek girsem Hitit ülkesinin başşehrine.
Zamanın da bir mahlûk olduğuna dair idrakimin en şaşırtıcı bilgisi tılsımlı
bozkır gecesinden kopa gelse. Denizden başkasını tanımayan ben, bozkırı tamsam.
Gözlerim
kamaşsa. Böyle karışsa renkler birbirine. Bu sadece bir mukaddime. Önümde daha
ne kapılar açılacak olsa da henüz bilmesem.
Sonra
haziranları temmuzlar tamamlasa. Kapılarından korktuğum kentlerden geçse yolum
bir daha. İpek yolunun yıkık köprüsünü, uzaktan deve kervanlarının çıngırak
seslerini duymasaydım tanıyamayacaktım derken ben, ırmağı ilk kez görsem.
Irmağı ilk kez, vadiyi ilk kez görürken. Ve Anadolu’da kurulmuş ilk camide,
İstanbul’dan öyle uzak ki, ilk kez olsun namaz kılmış ruhların kesafetini henüz
hesaba katamazken. Ama o kadar arıyorken. O kesafetin altında henüz erimez ama
hissederken. Ve ben içimi dolduran sınırsız merakla, yıkık caminin pencere
alınlıklarından birinin üzerine, daha sonra yolu aynı güzergâhtan geçeceklere
bir işaret olsun diye bir nün bırakırken.
Ve
ırmak bana konuşuyorken. Ben hatırlıyorken. Tanıyorken. İsim koyuyorken.
Kalbimde bir ferahlama. Ama. Nefes al öleceğim. Sadece sussam.
Yine
temmuz olsa. Yağmur çağıran gri bir denizin üzerinden geçiyorken bulutlar.
Kekik ve lavanta kokulu toprak taraçada tamamlansa daire. Toprak basamağın
üzerinde otursam. Elimde ezilenlerin en güzeli Dostoyevski. Ölüler Evinden
Hırıltılar. O yaşamış. Benimki sadece bir okuma denemesi. Buzlanmış camdan
süzülen şubat güneşi veremli Mikhael’in, ölüm döşeğinde bile ayağından
çıkarılmayan prangalarına düştüğü anda. Temmuz sıcağında. Kalbim kıpırdasa. İki
damla gözyaşı. Yağmur başlasa. Tamamlansa hatırlamam. Ömrün hülâsası birkaç
kelime. Bana ne olduğunu anlasam.
Büyük
bulmaların büyük yitikler anlamına geldiğini bilmeyecek kadar çocukken hâlâ
ben. İyi ama nasıl olur? Olur! Bir kez daha büyük bulmaların sevinciyle
sarhoşken. Öyle bir yer ki her verecekliye her hakkı helâl etmişken ve her
alacaklıdan helâllik isteyecek denli tebessüm ve gözyaşı ile dolmuşken. Artık
bu dünyanın bir devamı olduğuna ve bütün yaşananlara gönül hoşluğu ile bakmanın
mümkün olduğuna ikna olmuşken. Muhatap tutulduğumu emniyet etmişken. Evet, sen
bizim Rabbimizsin ve ben sana belâ diyenlerdenim. Yine bir Ramazan ayı olmuş
olsa. Yine zemherir soğuğu. Erbain başlamış olsa. Davet edildiğim bir öğrenci
evinde. İftar vaktinde. Vaktin girmesinden sadece bir iki dakika önce. Bir
taraf kandil bir taraf mahya. Bir taraf deniz bir taraf kurşun mavisi. Aynı
rüzgâr esse, iliklerime dek üşütse de can estirse. Bulutlar aniden yarılsa.
Tanıdım, diyebilsem yeniden. Tanıdım. Ey kalbim bildim sen nerelisin. Kimselere
bir şeyler diyemesem. Ne yapacağım şimdi ben? Söze hiçbir şeyi feda etmesem.
Samimiyeti söylemekle susmak arasında riyaya düşmüşken bilmeden. Ama hakikat
üzerime ağır ağır iniyorken. Acıya gafilken de acının ağırlığından çok
muhataplığm lezzetiyle şaşırırken. Yine zemherir ramazanları olsa. Yeniden.
Bir
kez daha, yazılması mukadder yazıların arefesinde ani bir rüzgârla secdeye
kapanan
kavak ağacının söyledikleri kalbimi çatlatsa. Üstelik tanığım da olsa. Aniden
indiğim kumsalda vallahi ki aniden kar yağmaya başlasa. Kalbim artık
taşıyamasa. Hem susan hem söyleyen ama yine de, sıra güzellemeye geldiğinde
susmanın güzellemesini yapan Mevlâna’ya nisbet. Bir 31 Aralık akşamında. Yirmi bir gün
sonra yitecek/gidecek/bitecek/ölecek bir annenin, benim annemin hastalığı,
odayı dolduran havanın bütün zerrelerine sinmişken, anlatamam Allah bilir, her
şey mananın muammasında kristalleşmişken, öyle ağırlaşmışken, ama annem değil
de ben gafilmişken. Yere. Halının üzerine. Yüzü koyun. Boylu boyunca. Uzanarak.
Bir yanımda Mevlâna. Divan-ı Kebir."Gene de Sen Söyle" yazıları
yazsam. "Susmanın Güzellemesi"ni izlese bulanıklığım, tutarsızlığım. "Acildir"
yirmi bir gün sonraya kalsa.
Sonra
diyorum çok geç olmuş olsa vakit fark etmek için. Ben gökteki yıldızları fark
ettiğimde iş işten çoktan geçmiş olsa. Ve bir ömür boyu, bu benim hayatım
değildir, dediğim; yaşıyorsam benim hayatimdir, fark ettim diye. Benim hayatım
olmayan benim hayatımı gözden çıkardığımda. Hiçbir şey olmadığında. Yani artık
bir hayatım bile kalmadığında. Hayatsız kaldığımda. Yani ki ben hayatı
tanıdığımda. Dönsem, diyorum. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak biliyorum. Her
şeyler yaşanıp da hiçbir şey yaşanmamış gibi yapmanın imkânı yok. Ama. Dönsem
ve bir daha dönebilsem diyorum.
Bütün
kurduklanmdansa bana sadece yazdığım kaldığında. Sonra. O bile kalmadığında.
Vahyi kesilen peygamber kalbinin acısı yetmiş bin kat peçenin arkasından
hafifletilerek de olsa dokunsa idrakime. Bir kez muhatap kılmanın bir kez
kaybedince çektiği çileyi, bir ben bilirim bir de Allah'ım bilir, ancak öyle
özetlesem, başkasını ifadeye söz yetiremesem. Bütün ırmaklar kuruyunca düşsem
isimle ateş arasına. Kuruyunca, çünkü kurağım en fazla da bir zamanlar konuğu
olduğum bahçeyi hatırlatsa. Rüzgâr o bahçenin kokusunu artık taşımasa. Ve o
bahçe sadece bir isimden ibaret kalsa. Adı bile kalmasa. Ama ne olur,
vazgeçmesem isimlerimden. Bütün isimlerime sahip çıksam.
Ve
ben. Bir sonbahar sabahında. Sonbahar dediysem, eylül. Her şey sarıya dönerken.
Ayasofya’nın bahçesinde. Ayasofya dediysem, Karadeniz’in kıyısındaki bir
Ayasofya. İri yapraklı incir ağaçlarının, sarı meyveli hurmaların ve
olgunlaşmış nar dallarının altında. Bir kâse zeytinyağı, bir tutam kekik,
birkaç zeytin tanesi. Bütün yaşadıklarıma. İçimde türlü suret acıya dönüşen
meşakkatli ama şikâyetçi olmadığım hayatıma.
Yüksekten,
çok yüksekten bakabileceğim kadar yükselerek yerin yüzünden. Siyah ile beyazın,
sarı ile mavinin, ve bu arada tabii ki morun, tekbaşınalığından sıyrılarak tek
bir rengin içinde eridiğini. Tek renge dönüştüğünü. Onun da artık bu dünyaya
ait olmadığını. O kadar çok sesin, aslında kendisi olmak için değil çok sesten
yapılma tek bir sesin içinde olmak için anlamını yitirdiğini. Ancak anlamını
yitirdiği yerde bambaşka bir anlam kazandığını. Yani ki rüyada çekilen acının
anlamsızlaştığını. Kavrayarak. Kalbimi çatlatacak bir ferahlamayla fark etsem.
Bir
kez daha diyorum, bir defterin sonuna iyice yaklaşmışken. Şimdi bana sadece
dönüp geriye bakmak kalmış. Öyle olmasaymış bu kadar kolay olmazmış bu iç
dökümü. Her şeyden vaz mı geçmişim? Kasvet mi sirayet etmiş içimin her yerine?
Şimdi ben, ömrümün zulada ustura ağzı, bıçak sırtı yerinde. Yazı, çizi, bilim,
düşünce. Ne yapsam yetmiyormuş. Ne hissetsem daha ilerisi ölüm, diyormuşum da
ileri geçemiyormuşum. Biliyormuşum ki ırmakların önünü kapayan bendler, suyun
gücünü, boşaltılamayan sonsuz enerjiye dönüştürünce her şey eksik kalıyormuş ve
hiçbir şey artık hiçbir şeye yaramıyormuş. Seyyare değilmişim artık, çarpacak
gezegen aramıyormuşum.
Göz
kamaştırıcı ışıktan sonra gelen ebedi karanlığı biliyormuşum. Âdem’in sınırlı
sayıdaki kelimeleriyle yazılmış bütün yazıları, kitapları ve dahi kendi
yazdıklarımı, her zaman için kıyabildiklerimi bir son defa kıysam da
diyormuşum. Hepsini yaksam da diyormuşum bir de ben yansam. Bir ırmak olup da
artık şu denize bir de ben kavuşsam. Başımı bir kaldırsam. Öyle bir gökyüzü
görsem ki, lâcivert kadifesinde dolunaylar, hilâller, ışığı bir azalıp bir
çoğalan yıldızlar, kayan ışık topları, parıltılı ve irili ufaklı gök
cisimleri... Hepsi muazzam bir nizam içre dönüyor olsalar. Bu dünyadan olmayan
bu sessizlik içime işlese. Bir de suya baksam ki nilüferler, nergisler,
yıldızlar, kandiller, parıltılar, ateş topları suyun üzerinde.
CÜMLE KAPISI
Kelimeyle
değil, cümleyle düşündüğümü fark ettim ben. Muhal farz bile olsa "Her şeyi
özetleyecek bir cümle" tutkum, mana birimimin cümle olmasından. Karmaşık
cümlelerle konuşmayı sevmem, öyle düşünmemden. Başka türlü anlatamıyorum, bu
yüzden mazurum ben.
Faturaların,
makbuzların, ihbarnamelerin arkasına.
Mektup
zarflarının, davetiyelerin, program kartlarının boşluklarına.
Peçetelerin
üzerine.
Kitapların,
kenar sularına, kapak içlerine.
Defterlerin,
sahifelerine değil kıyılarına köşelerine.
Yazılıp
da bırakılmış; bilinç kendine bile hırsız, kim bilir bazıları hatırlanmış da
sonradan unutulmuş bunca cümleyi bir yerlerden bulup da çıkarmam. Burada böyle
bir kapı açmam.
Cümle
Kapısı: Kalbin Kapısı.
Sonra,
sebebi malûm sırrı meçhul, yani bana muamma, tutup bu kapıyı kapatmam.
Eğer
beni okuyanla paylaşım isteği ve daha yakından tanışma beklentisinden değilse,
defterimde kalan cümleden kurtulma isteğimden.
Bir
şey değil, yeni bir şey söylemek için.
Cümle
Kapısı.
Kapalı
bir kapı aslında.
Nur'un
babasına son cümlesi, esamenin ateşe düştüğü an. Kime nasıl anlatayım?
Mektup
zarflarının, davetiyelerin, program kartlarının boşluklarına.
Peçetelerin
üzerine.
Kitapların,
kenar sularına, kapak içlerine.
Defterlerin,
sahifelerine değil kıyılarına köşelerine.
Yazılıp
da bırakılmış; bilinç kendine bile hırsız, kim bilir bazıları hatırlanmış da
sonradan unutulmuş bunca cümleyi bir yerlerden bulup da çıkarmam. Burada böyle
bir kapı açmam.
Cümle
Kapısı: Kalbin Kapısı.
Sonra,
sebebi malûm sırrı meçhul, yani bana muamma, tutup bu kapıyı kapatmam.
Eğer
beni okuyanla paylaşım isteği ve daha yakından tanışma beklentisinden değilse,
defterimde kalan cümleden kurtulma isteğimden.
Bir
şey değil, yeni bir şey söylemek için.
Cümle
Kapısı.
Kapalı
bir kapı aslında.
Nur’un
babasına son cümlesi, esamenin ateşe düştüğü an. Kime nasıl anlatayım?
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar