Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre RUHÇULUK VE REENKARNASYON
Takdim
" 'Ey Rabbim! Beni geri
gönder. Belki, ayrıldığım dünyada yararlı işler yaparım.' Hayır! O geri
gelemeyecektir. Bu, yalnızca boş bir sözdür. Ve arkalarında dirilecekleri güne
kadar dünyaya gelmemek için bir engel vardır."
(Mü'minün, 23/99)
Öteden beri, insanoğlunun ebedi
yaşama arzusu vardır ve bu, ona yaratılışla beraber verilen bir duygudur.
Ancak, bilindiği gibi insan, bu dünyada doğar, büyür, yaşlanır, yıpranır ve
ölür. Böylesine sınırlı imkan ve şartlarla, sınırlı duygularla donatılmış bir
insanı, yine aynı şekilde binlerce çile ve meşakkatle donatılmış bir dünyada,
bin yıllık bir ömür bile bütün yönleri ile tatmin etmeye yetmez. Çünkü, ruh
sonsuz arzu ve isteklerle donatılıp, sonsuzluğa göre yaratılmıştır. Böylesine
yüklü bir duygu programı ile yaratılan ruh, bütün arzu ve isteklerini tatmin
edebileceği bir ortam ister ve sonsuzluk arzusu ile kıvranır. Bu dünya ise
onun, uğrayıp geldiği ve gideceği bir kaç tane uğrak yerinden sadece biri ve
mecburi bir seyahat güzergâhıdır. Çünkü insan bir yolcudur ki, bu yolculuk
ruhlar aleminden başlar, oradan anne rahmine, oradan dünyaya, dünyadan kabir ve
berzah alemine, oradan Cennet veya Cehennem yoluyla ebediyete, yani sonsuza
kadar devam eder. Bu yüzden bu beden ona dar gelmektedir. Sıkıntı ve bunalımların
kaynağı da bu olsa gerektir. Gideceği yere varmak isteyen bir yolcunun ruh hali
içerisinde ıstırap
çekmekte, sabırsızlık
göstermektedir. Büyük mütefekkir ve mutasavvıf Mevlana'nın Mesnevi'sinin ilk
beytinde dediği gibi:
"Bişnev in ney çün şikayet
mî küned
Ez cüdayîhâ hikayet mî
küned"
İnsan, kamışlıktan kesildiği
günden, yani ebediyet yurdundan ayrıldığı günden beri inlemektedir.
Yine bu sebeple, insan uyuyunca
onun bu arzusu, kendisine refakat eden rüya melekleri tarafından gezdirilerek,
kısmen gerçekleştirilmektedir.
Bu bedenle ebedi yaşamak mümkün
değildir. İnsan, bu dünyada ve bu şartlarda bin kere değişik bedene girse
çıksa, sonunda yine öleceğini bilmektedir. Bu onu sarsıyor. Yine bilinen bir
şey vardır ki, pek çoğumuz ölümün ne anlama geldiğini bilmiyoruz. Bu yüzden de
hiç kimse ve hiçbirimiz ölmek istemiyoruz. İnsan, ne kadar fakir ve çaresiz
olursa olsun, ne kadar sıkıntılı bir hayat yaşarsa yaşasın, yine de yaşama
isteğini sürdürüyor ve ölümden kaçıyor; öylesine kaçıyor ki, amansız bir
düşmandan kaçar gibi. Ancak, burada gülünç duruma düştüğü de muhakkaktır. Çünkü
insan bu haliyle, avcıdan kaçmak için, onu görmemeyi yeterli sanan devekuşu
gibi başını kuma sokuyor. Şişeye sokuyor, meyhaneye sokuyor, futbola sokuyor,
filmlere sokuyor, zevke, eğlenceye sokuyor, gaflete dalıyor. .. Güya bunlarla
vazgeçilmez gerçekten kaçabileceğini sanıyor. Ama buna rağmen de bir gün
ansızın ölüyor.
Bir garip şey, bir ince sır,
Arkamızdan gelir ölüm.
İstersen "yok" diye
haykır;
Arkamızdan gelir ölüm.
Otururken köşemizde,
Çalışırken işimizde,
Gölge gibi peşimizde;
Arkamızdan gelir ölüm.
Kanatlanıp göğe uçsak,
Yıldızlara, aya kaçsak.
Mekke Medine'ye göçsek;
Arkamızdan gelir ölüm. rn
Öyleyse, insanın esas problemi,
ölümdür, ölümledir diyebiliriz. Ölümü ortadan kaldırmadan onu mutlu etmek
mümkün olmayacaktır. Şu halde, önce ölüme çare bulmak lazım. Oysa, bildiğimiz
en büyük gerçeğe göre, hayatta yalnız iki şeyin çaresi yoktur: İhtiyarlık ve
ölüm. Bu iki şeye henüz çare bulunamadı ve hiçbir zaman da bulunamayacaktır.
Çünkü, ecel vardır ve bu dünyada işleyen genel kanuna göre herkesin eceli
kendisine yetişecektir. İnsan, doğar, büyür ve ölür. Kural budur! Ölüm hakkında
çok fazla da malumatımız yok. Çünkü ölmedik. Tecrübe olarak bu konuda
bildiğimiz şeylerin hepsi, ya yakınlarımızdan birinin ölürken aldığı hallerden,
duyduğu acılardan ibaret, ya da okuyup öğrendiklerimizden... Ama Yunus'un
dediği gibi, oraya gidenlerin geri dönüp konuşması mümkün değildir:
Şu yalan dünyaya konup gidenler,
Ne söylerler, ne bir haber
verirler.
Üzerinde türlü otlar bitenler;
Ne söylerler, ne bir haber
verirler.
Yunus der ki, gör takdirin
işleri,
Dökülmüştür kirpikleri, kaşları.
Başları ucunda hece taşları;
Ne söylerler, ne bir haber
verirler.
Bu kitap, aslında Reenkarnasyon'
a bir reddiye niteliği taşımaktadır. Ancak, konu sadece bununla bitmiyor;
yanlış inanç ve yönlendirmelerin de doğrularını, Kur'an ve Sünnet ölçüleri
içerisinde ele almaktadır ve zaten çıkış noktası da bu olmalıdır. Çünkü iman
herşeyin kaynağıdır. Eğer insan doğru inanırsa, ona Rızayı İlahi'nin yolu
açılacak ve hayatını baştan sona bu duygu ve düşünceye göre yaşayıp
şekillendirecektir. İnsan eğer, kamil ve mükemmel olarak iman edemezse, onun
önüne çıkacak engellerin haddi hesabı yoktur. Yine eğer kişi, imanında ihlas ve
samimiyet sahibi olmazsa, yani inandığı şeylerin aslını bilip "ona göre
yaşamazsa, yine bir sürü yanlışlar yapacak ve bu yanlışlıklar, kıyamete kadar
onunla beraber yaşmaya devam edecektir. Bundan kurtulmak için, insan neye inanıyorsa,
o inandığı şeyin nasıl bir iman ve inanç, nasıl bir hal ve keyfiyet istediğini
de bilmelidir. Bu konuda Bektaşi gibi ab destsiz namaz kılıp, sonra da
"ben yaptım oldu!" diyemezsiniz. Bu davranış ne kadar yanlışsa,
kişinin bir şeye inandıktan sonra, onun gereklerini yerine getirmemesi de o kadar
yanlıştır.
Bu sebeple, bu kitapta, İslam
inançlarının da kısa ve doğru izahlarını bulacak, ümit ederim yanlış olarak
yorumlanan ve kafalarınızı karıştıran hususlardan kurtulmuş olacaksınız.
Çünkü toplumda, eline mikrofonu
geçiren herkes, bu konuda ahkâm kesmeye kalkmakta ve haline, tavrına, yaşantısına,
ilmine, bilgisine bakmadan toplumu yönlendirmeye çalışmaktadır. Ne yazıktır ki,
günümüzde yara almayan veya insafsızca dokunulup deşilmeyen dine ve imana ait
husus kalmamış gibidir. Bu konuda da herkesin bol miktarda geçerli mazereti
vardır. Bunlardan kimi, insanları korkutup ürkütmemek gerektiğini ileri
sürmekte, kimi ulaşılmayan kesimlere ulaşmak amacıyla bunları yapmakta, kimi de
300 yıldır kendisine sadece duvarlarda asılı, sandıklarda basılı kutsal bir
kitap olarak bakıp değerlendirdiğimiz Kur'an'la insanları tanıştırmak için
yaptığını iddia etmektedir. Kimileri de, alabildiğine bencil ve teferruata ait
meselelerle uğraşıp, kafasını soktuğu dar bir delikten dünyaya bakmakta,
dışarıda yaşananlardan habersiz, bunları yapanları küfür ve dalaletle itham
etmektedir. Hiç şüphesiz bütün bunlar, samimiyetleri ölçüsünde değer kazanacak,
bütün sırların ortaya döküldüğü, hiçbir gizliliğin kalmadı gün Mizan' da tartılacak
ve değerlendirilecek, sahibine ya saadet ya da şekavet kazandıracaktır. Ancak,
toplumda inanç ve itikat birliğinin bozulduğunda da şüphe yoktur. Çünkü gerçeği
bildiğini iddia eden çoğu kimse, ya ifrat veya tefrit içerisindedirler. Bu
yüzden de bizim dünyamıza uzak kişiler, neye, nasıl inanacaklarını şaşırmış
durumdadırlar. Bu şaşkınlığa sebep olan hususlardan biri de bu kitabın konusunu
oluşturan ve bir çeşit ruh çuluğun yani spiritüalizmin uzantısı sayılan,
Reenkarnas yon'dur.
Her vesileyle gündeme getirilen
Reenkarnasyon konusu, toplumun kafasını kurcalamakta ve inançlarını sarsmaktadır.
Üstelik bir de, her ülkenin kendi kültürleri içerisinde bulunan inanç ve ahlak
esasları buna kaynak gösterilip delil olarak kullanılmak istenmektedir.
Reenkarnasyon, ülkemizde de İslam
inançları ile bağdaştırılmak istenmekte ve gözlerimizin içine baka baka, Kur'an
ayetleri yanlış yorumlanıp, istismar edilmektedir. Aslında bu araştırmayı
yapmama sebep olan husus da bu dur. Yoksa beni kimin neye inandığı çok ilgilendirmiyor.
Ancak, bir kısım yalan yanlış uydurmalarla İslam'a leke sürülmek ve inanan
insanımızın, aslında pek de tahkiki olmayan, araştırma ve incelemeye dayanmayan
imanı zedelenmek, kafası karıştırılmak istenmektedir ki, işte buna ilgisiz
kalamayız.
Bifaraştırmacı olarak, hem bu
yanlış inanç sahiplerini, hem de samimi olarak İslam'a inanmak ve müslümanlığı
doğru olarak yaşamak isteyenlere, bir yol göstermek ve insanları bu konuda
uyarmak gerektiğine olan inancım, bu kitabın yazılmasına vesile oldu. Önce bir
dosya halinde hazırlayıp sohbet yerlerinde ve derslerde okumaya, isteyenlere
fotokopisini vermeye başladım. Sonra bir seri radyo programı olarak sundum ve
her ikisi de çok ilgi gördü ve gerek dinleyicilerim, gerek sohbet arkadaşlarım,
gerekse öğrencilerim bu notları kitaplaştırmam için çok ısrar ettiler ve adeta
bir baskı unsuru haline getirildi; böylece bu kitap size sunuldu.
Elinizdeki kitapta ayrıca, batıl
bir inanç olduğu halde, hak bir inançmış gibi gösterilmeye çalışılan
reenkarnasyo nun ne olduğunu ve nerelerde, nasıl tıkandığını, ruhçuluk ve
ruhçuluğun uzantılarını, cinlerin saptırmalarını, hipnoz ve hipnozun
saptırılarak reenkarnasyona delil yapılmaya çalışıldığını, Kur'an' da, âhiret
inancının, yani, öldükten sonra ebediyet aleminde diriltilmenin, nasıl bu
dünyada yeniden başka bir bedende doğma şeklinde yorumlanıp saptırıldığını ve
doğrularının da ne olduğunu bulacaksınız.
İslam inancının temelini
oluşturan ve diğer ilahi dinlerin de ortak inançlarını teşkil eden iman
esaslarından olan kader, peygamberlik, melek ve kitap inancının, sinsice
saptırıldığını ve yıkmaya yönelik gayretlerini ve yine bunların da nasıl olması
gerektiğine ait kısa ve öz tanımlarla, pratik bilgileri bulacaksınız.
Aslında, buna inanan kimselerin
esas hedefi İslam veya diğer dinlerin inanç esasları değildir. Ancak, bu husus
ülkemizde öyle bir duruma getirildi ki, hedef sadece İslam dininin inanç ve
ibadet esasları oldu. İstanbul ve İzmir gibi, büyük ve kozmopolit şehirlerde
aceleden, "Yoga ve Meditasyon" merkezleri, "Ruh Çağırma" ve
"Medyumluk" merkezleri kuruldu. En iyi bildiğim kimseler ve henüz
adından ' başka bir şeyi müslüman olmayan pek çok insan buralara gider gelir
oldular. Bu merkezlere gidip gelenlerden ve oralarda bu işi yönetenlerden kimi
vahiy aldığını, kimi de ölen büyüklerle görüşüp konuştuğunu, onlar vasıtasıyla
dünyayı ve insanları kurtarmaya kalkışmaya başladı. Bu arada bunların
yanlışlarını düzeltmeye yönelik, bir iki program yapıldıysa da gelip geçti.
Kalıcı bir şeyler olsun ve insanımız bu tür şeylerin yanlışını ve doğrusunu
görsün istedik. Bu sebeple mütevazi bir çalışmaya başladık ve işte böyle
neticelendi. Önce yalnız yazmıştım. Sonra değerli insan ve İtalyan olmasına
rağmen Türkiye'yi ve biz leri tercih edip, burada yaşayan üstad Giovanni Scognamillo ile beraber yepyeni bir çalışma ortaya çıktı.
Giovanni kitabın ilk bölümünde "Ruhçuluk" konusunu çeşitli yönleri
ile ele aldı; bendeniz de konuyu gerek Batılı anlamda gerekse İslami boyutu ile
ele alıp incelemeye çalıştım. Dil ve üslup bakımından zorlanmayacağınızı ümit
ediyorum.
Şayet yeni çalışmalarımıza
katkıda bulunacak tenkitleriniz veya yaşanmış tecrübeleriniz olursa yayınevimiz
yoluyla bizlere ulaştırmaktan çekinmeyiniz. Bu mütevazi çalışmamızı, bizden
sonra bu konuda çalışma yapmak isteyenlere bir fikir vermesi amacıyla
takdirlerinize sunuyoruz. Saygılarımızla...
Arif Arslan Gümüşsuyu1998
önsöz
Bu önsözün başlangıcında samimi
bir itirafta bulunmam gerekiyor: Hayatımın bir döneminde, Reenkarnasyon
inancına ben de kapıldım ve bu konuyu inceledim. Batılı ve uzakdoğulu
kökenlerine inmeye; konuyu mantıksal açıdan çözmeye çalıştım. Neticede,
Reenkarnasyon fikrinin, kocaman bir aldatmaca olduğu kanısına vardım. Pek tabii
ki, Reenkar nasyon'un bir çekiciliği vardı ve bir çeşit ölümsüzlüğü müjdeliyordu.
Hatta, bunun çeşitli örneklerini veriyordu. Bu fikir, Uzakdoğu'dan ve
Uzakdoğu'nun öğretilerinden Batı'ya geçtiğinden, bu arada Türkiye'yi de içine
alarak, önceki yüzyıldan itibaren Spiritüalist akımın ve hipnotizma
yöntemlerinin desteği ile iyiden iyiye yerleşti ve taraftarlarını buldu. Ancak,
başından beri, bütün büyük ve kitaplı dinler tarafından kesinlikle reddedilen
bir husus oldu.
Reenkarnasyon'un İslam'ın
öğretileri ile neden uyuşmadığı konusuna burada girecek değilim; çünkü
elinizdeki kitabın değerli yazarı Arif Arslan Hoca, bunu çeşitli örnekler
vererek gayet açık bir şekilde yapmış bulunmaktadır. Benim, kısaca üzerinde
durmak istediğim nokta Reenkarnas yon'un çağdaş ve Batılı görünümü ile gerek
Spiritüalist akımları, gerekse bir yanbilim olan Parapsikoloji'nin deney ve
buluşlarını kullanarak, bunları öne sürerek haklı çıkmak istemesi ve apaçık bir
aldatmacadan ibaret olmasıdır.
Reenkarnasyon inancından önce,
Mısırlılar'dan ve Antik Yunanlılar' dan gelme olan bir Metampsikoz inancı vardı.
Ruhun, değişik anlamlarla, konum ve beden değiştirdiğine inanılırdı. Yani Antik
(eski) Yunanlılar'ın (Fitagoras başta olmak üzere) ruhun yıpranmış bir bedenden
"yeni" bir bedene geçtiğine ve bu işlemin tekrarlandığına
inanırlardı. Ruh tek idi, ancak kusursuzluğa varabilmek için değişik
safhalardan (kimine göre değişik yaşam boyutlarından) geçip, arınması
gerekirdi. Arınmaya varıncaya kadar da, bir ceza olarak değilse bile bir
ödüllendirme olarak, değişik bedenlerden (ister insan, ister hayvan bedenlerinden)
geçerdi. Bunu, daha çağdaş bir deyimle, ruhun bir çeşit bilinçlenmesi olarak da
adlandırabiliriz. Spiritüalist akım, derin hipnoz deneyleri ile, bunun
ispatlarını yani geçmiş hayatların izlerini bulmaya çalıştı ve insanların doğum
öncesi ruhsal yaşamlarına dönerek, kendince bulduğunu ilan etti. Ne var ki, bir
şeyi hesaba katmadı veya katmak istemedi: Bugün tıp tedavilerinde kullanılan
geriye dönük derin hipnoz, bilinçaltını harekete geçirdiğinden ve bundan ham
(ve yoruma açık) bir malzeme aldığından, hiç bir şekilde ispat sayılamaz, hiç
bir şeyi destekleyemez.
Ne yazık ki, bir süreden beri,
kendini çağdaş ve imanlı sayan toplumumuzun bir çok ferdi sansasyon ve reyting
peşinde olan, abartıdan netice bekleyen bazı televizyon programları sayesinde
bu ve buna benzer aldatmacalara kapılmakta, bunlardan medet ummaktadırlar.
Değerli Arif Arslan Hoca'nın bu değerli çalışmasının sonunda vurguladığı gibi,
ne reenkarnasyon, ne de benzer safsataların dinle telif edilmesi mümkün
olmadığı gibi, Kur'anı Kerim de buna delil değildir.
Giovanni Scognamillo
° Batı’ya Göre Ruhçuluk ° İslam’a
Göre Ruhçuluk
I. Kısım
BATI'YA GÖRE RUHÇULUK
Batı'da Ruhçuluk Anlayışı
Önceki yüzyılın ortalarında
birden patlayan ancak çok eski temellere dayanan ve tüm Batı'da bir çığ gibi yayılan
Ruhçuluk (Spiritüalizm) olayından söz etmeden önce konunun önceliğine inebilmek
amacı ile "animizm" (canlıcılık) üzerinde durmamızda yarar vardır.
Batı'da Ruhçuluk Anlayışıİngiliz
antropologu (insanbilimcisi) Sir Edward Taylor'a göre "animizm" canlıcılık,
ilkel dediğimiz insanların, topluluklarının dinidir.
İlkel insan için doğanın bütünü
yaşıyor; her taş, bitki, dağ, nehir, yıldız ve gezegen bir yaşam taşıyan
dolayısı ile yaşamın bütününe katılan, yaşamı oluşturan unsurlardır.
insanlardan daha güçlü sayılmaları sebebiyle tapınılan ve tapınılması gereken,
korkutucu ve aynı zamanda, destekleyici öğelerdir. İlkel insan kendi ruhunun
varlığını farket tiğinde, içinde yaşadığı dünyayı benzer bir ruhla donatıyor ve
aklı ile, bilgisi ile çözemediği olayları, bunların yaratıcıları saydığı
ruhlarla çözmeye çalışıyor, giderek bunları putlaştırıyor, totemleştiriyordu.
İlkel insan da rüya görüyor,
sanki ruhu bedeninden çıkmışçasına ve bu olayı da ruh kavramı ile açıklamaya
çalışıyor. Ruh kavramı doğal (insanın erişebildiği veya erişemediği) alanlara
yayılıyor. Bunun sonucunda, cansız şeylere bir ruh tanınıyor ve bu iletişim
imkânını yaratıyor. Canlı cilanın ruhu ile cansız olanın ruhu temas kuruyor,
ister yardımını diliyor, ister onu teskin ediyor.
İlkel insanın, henüz bir kitaba
sahip olmayan insanın hayatı, manen ve maddeten, kolay bir hayat değildir. Gerek
bir bütün olarak, gerekse başka insanlardan, yabancı kavimlerden, yırtıcı
hayvanlardan ve doğal afetlerden kaynaklanan çeşitli ayrıntılar ve olaylar
sebebiyle, bir ruh taşıdığına inanılan doğa, birçok tehlikeye doludur. Bu
yüzden ilkel insan, bu tehlikelere karşı koyamadığından çareyi tapınmada
buluyor. Bir çeşit savunma olarak; kendi benliğini, ruhunu başka ve daha güçlü
ruhların hizmetine sunuyor. Çözemediği doğanın sayısız ruhlarına bir şekil ve
kimlik vermeyi uygun görüyor. Mağara duvarlarında hayvan şekillerini çizen
ilkel dediğimiz sanatçı (ki topluluğun büyücüsü, şamanı da olabiliyor) bir
tapınmanın çerçevesi dahilinde. Niyet ve arzularını da şekillendiriyor.
Avlanmak istenilen bir hayvanın resmini çizmek, onunla ilişkiye girmek
anlamındadır, ona dua etmek gibi.
"Animizm" (canlıcılık)
sözcüğünün iki kökeni vardır: biri Latince'dir (anima) ve can demektir; diğeri
ise Kelt çe'dir (ana) ve dünyanın ruhu anlamındadır. İkisinin bir araya gelmesi
"animizm"in (canlıcılığın) özünü teşkil eder. Ya da kişinin ruhundan
bütün bir evrenin ruhuna varan süreç. Böylece ruh her çeşit olumlu ya da
olumsuz olayın başlangıcı, merkezi ve kökü oluyor; bundan dolayı, kişinin
ruhunu gezegenin (giderek evrenin) ruhundan ayırabilmek imkânsız hale gelmiş
oluyor.
İlkel insanda oluşan ve
şekillenen ruh ve ruha tapma süreci yüzyılların geçmesi ile ayrıntılar
kazanıyor, karmaşık hallere giriyor, yöntemli inançlara dönüşüyor. İlkel insanda
olduğu gibi eski Mısır'da da canlılığın varolmadığı durumlarda bile (taşlar,
dağlar, madenler) insan ve dünya evrensel bir canlılığın işaretleridir. Bu
evrensel canlılık Hintliler' de tanrı Shiva'nın fallusunda bulunuyor. Giderek
folklorun ve masalların perilerine kadar ulaşıyor.
İlk Hristiyanlığın başlangıç
yıllarına ve Tarsuslu Aziz Pavlus'a. baktığımızda insanın üç elementten
(öğeden) oluştuğunu görüyoruz; beden, ruh ve can. Çinliler için ise ruh ikiye
ayrılıyor; ölümlü ve içgüdüsel alt ruh ile ideal ve ölümsüz üst ruh.
Hintliler'de ruh dereceli ve kademelidir, değişkendir, ruhsal ve yaşamsal
durumlara bağlıdır. Ruh'un ayırımını, Mısır ve Yahudi geleneklerinden
esinlenen, Rene Guenon' da buluyoruz: insanı aşan "ben" ile insanın
altında olan "ben" şeklinde. Ya da Guenon'un tanımlamaları ile
"ikiz" ve "gölge" de. Ancak her iki halde bunlar
"ölümlü", "yok olan" ruhlardır. Bunun bir başka
tanımlamasını ise Mısırlılar'da buluruz; onlar için ruh bir titreşimdir ya da
"Ba" ...
İleride sözünü edeceğimiz Fox
kardeşlerden ve Avrupa' da ruhçuluğun kuramcısı olarak ortaya çıkan Allan Kar
dec'ten önce inanışın ilk kıvılcımları, modern dünyada, Alman İmmanuel
Swedenbourg (16881772) ile beliriyor. Swe denbourg, Virgilius'un, Luther'in
ruhları ile, cinler ve şeytanlarla konuştuğunu ileri sürüyor. Kardec ile aynı
yıl (1848) içinde Jackson Davies Ruhların Açıklamaları (Raletion with Sipirits)
adlı eserinde ruhların henüz kusursuzluğa erişememiş, alemler arasında gidip
gelen ölü insanların ruhları olduğunu yazıyor.
Önceki yüzyılda birden gündeme
gelen ruhçuluk bu ve buna benzer zeminler üzerinde kuruluyor, antik gelenekleri
izliyor ve ölü ruhların işlevini kendi kurallarına, eylemlerine uygun şekilde
yeniden tanımlıyor; ruhları yaşayanlarla yaşamayanlar arasında kopmaz bir bağ,
neredeyse bir iletişim aracı sayan bir şekilde.
Dinsel açıdan ruhçuluk kabul
edilebilecek bir olay değildir ve bütün semavi dinler buna karşı çıkıp
reddetmektedirler:
"Cincilere ve bakıcılara
dönmeyin, murdar olmak için onları aramayın; ben Tanrınız Rab'ım!" m
1 Levililer,
19, 31
"Ve cinlerin ve bakıcıların
ardınca zina etmek üzere onlara dönen cana karşı döneceğim, ve onu kavminin
arasından atacağım." (2)
"Ve cinci yahut bakıcı olan
erkek veya kadın, mutlaka öldürülecektir; onları taşlayacaklardır, kanları
kendi üzerlerinde olacaktır." (3)
Ruhçuluğa "çağdaş" bir
olay olarak baktığımızda tarihini 1847 yılından itibaren ele almamız gerekiyor.
Çünkü her şey o yıl New York eyaletinde bulunan Hydesville kasabasındaki bir
çiftliğinde başlıyor.
Fox ailesinin (baba, anne, 15
yaşındaki Margaret, 12 yaşındaki Katie ve ablaları Leah) oturduğu bu çiftlik,
komşular tarafından perili sayılmaktadır. Gece veya gündüz gürültüler
duyuluyor, eşyalar kendilerinden hareket ediyorlar. Fox ailesi bütün bu
rahatsız edici, ürkütücü olayları bir hayaletin varlığına bağlıyor. Ve bir gece
küçük Katie o varlıklarla iletişim kurmayı başarıyor.
"Yirmiye kadar say"
diyor, küçük kız o görünmeyen, pa tırtıcı konuğa ve varlık ya da varlık olarak
bilinen şey dubara yirmi darbe indiriyor.
İletişimin ikinci kademesi sorucevap
şeklinde bir konuşma oluyor hem de gayet kolay bir yöntemle; hayır için bir
vuruş, evet için iki vuruş. Artık ruhlarla konuşma yöntemi icat edilmiştir, sen
sor, ben vurayım tarzı ile!
Fox çiftliğinde yaşadığı söylenilen
ruh kimliğini de açıklıyor; adı Charles Haynes ya da, kimi kaynaklara göre,
Charles Ryan. Gezginci bir satıcıymış, eskiden çiftlikte oturan biri tarafından
öldürülmüş, cesedi mahzene gömülmüştür. Evin mahzeninde bir kazı yapılıyor
ancak pek bir şey bulunmuyor: bir tutam saç ve bir kafatası parçasına
benzetilen bir kemik hariç. Hayaletin ya da ruhun suçladığı kimse ise çok iyı
bir insan olarak anılarda kalmıştır.
Fox ailesi şaşkınlık içinde,
dostlar ve komşular kulaklarına inanamıyor, haber bütün hızı ile ülkede
yayılıyor. İlk medyumlar da ruhçuluk, olağanüstü, doğaüstü gibi bilinen
olaylarla uğraşıyor, ruhlar dünyası açılıyor. Herkes bir medyumun aracılığı ile
kaybettiği yakınlarının, tarihe malolmuş ünlü düşünürlerin, sanatçıların,
devlet adamlarının ruhları ile temas edebiliyor, bir fikir alışverişinde
bulunabiliyor.
“Ruhçuluk taraftarı, bir
medyum vasıtasıyla çağırdığı ruh ile temas edebileceğine inanır.”
Her şey son derece açık ve adeta
normaldir: mademki ruhlar vardır bu ruhların bizimle temas etmek istemeleri
doğaldır. Onlar, zaten, ilgimizi, sevgimizi bekliyorlar.
Ruhçuluk taraftarı, bir medyum
vasıtasıyla çağırdığı ruhla temas edebileceğine inanır; çağrılan ruha ve aracı
görevini gördüğü söylenilen medyuma inandığı gibi. Aynı şekilde ilkel toplumların
büyücüsü de, bizatihi ruhlara inandığından, .onları amaçları doğrultusunda
kullanmak niyeti ile ruhları çağırır. İki işlem ve iki inanç arasında pek bir
fark yoktur, ilkel insandan bugüne kadar sürdürülen bir batıl inanç vardır.
Aynı şekilde medyum ve
medyumculuk da yeni bir olay olmayıp eski inançlara bağlanmaktadır. Yeni
Eflatun cular'ın, örneğin, "Theurgy" inanışında ve uygulamalarında
insanla bir Tanrı'nın temas kurması, hatta Tanrı'nın insanı sahiplenmesi (içine
girmesi) medyum olayının bir başka eski şekliydi.
Fox olayından sonra ruhçuluk
büyük heyecanlarla kendini kabul ettirmeye, kanıtlamaya çalışıyor: ruhlar
çağrılıyor, medyumların ağzı ile ruhlar konuşuyor, şekilleniyor, nesneleri
harekete geçiriyorlar. Ünlü medyumların bir kısmı (Home, Eusebia Paladino,
Guzik, Kluski, Rudy Schneider), kendi bedenlerinden ektoplazmalar
çıkartıyorlar. Daniel Douglas Home okşayan, nesnelerin yerlerini değiştiren
küçük, çok güzel eller yaratıyor yoktan.
"Yoksa bu kişiler hileye mi
başvuruyorlardı?" diye soruyor konuyu araştıran Robert Tocquet ve şu
yanıtı veriyor: "Aksini söylemek medyumculuğun karakterini bilmemek
olur."
Önceki yüzyılın ikinci yarısında
medyum furyası had safhaya varıyor. İyi de nedir bu medyumlar?
Ruhçuluğa göre ruhlarla insanlar
arasında birer aracıdırlar, iki taraf ve iki dünya arasındaki temas ve iletişim
onların sayesinde oluyor. Medyum yoksa ruhçuluk da yoktur. Ruhçuluğun kurucusu,
kuramcısı ve en ünlü üstadı Allan Kardec medyumları şöyle ayırıyordu:
1) Fiziksel olaylar yaratan medyumlar,
2) Duyumsal medyumlar,
3) Sesler duyan medyumlar,
4) Konuşan, konuşturan medyumlar,
5) Yazan medyumlar,
6) Özel medyumlar.
Ruhçuluk, Allan Kardec'ten
başlamak üzere, hem bir inanış hem de felsefi bir görüş oluyor. Kardec'in
devamı sayılan Leon Denis kurulan sisteme fazla bir şey getirmiyor,
bir çeşit savunma olarak
ruhçuluğu başından beri reddeden Katolik kilisesine saldırıyor.
Herşeye rağmen ruhçuluk hareketi,
günden güne genişliyor, bazen fraksiyonlara ayrılıyor, şifacı oluyor. Ruh çuluk
amaçları, ruhlardan kişisel mesajlar veya kehanetler almak olan cemiyetlerde
yaşıyor. Dünya çapında yayılmakla birlikte bütün yarı inançsal ve yarı bilimsel
ya da ahlaksal gayretlerine rağmen ruhçuluk insanlık tarihine yeni birşey
getirmiyor, aldatmacaları ile eskiyi güncelleştirmekle yetiniyor.
Ruhçuluk yayılıyor, tartışılıyor,
skandallara bile yol açıyor. Yeni türeyen bu akımı ve özenci, genç medyumları
tasvip etmeyen Protestan Metodist Kilisesi, Fox kardeşleri afaroz ediyor. Fox
ailesi ise, turneye çıkıyor ve her yerde büyük ilgi görüyor. Artık ölü ruhlarla
başbaşa konuşmak . mümkündür, bir çeşit 'abc' uygulanmıştır. Ruhlarla temas
edebilen, ruhları harekete getirebilen insanlar da var: medyumlar. Fox
kardeşler bu konuda öncü olmakla yetinmeyip her geçtikleri yerde yeni ve
yeteneklerinden habersiz medyumlar keşfediyorlar, meydana çıkarıyorlar.
1852'de Cleveland'ta (ABD) ilk
Ruhçuluk Kongresi yapılıyor, iki yıl sonra on binden fazla medyum, üç milyon
saf Amerikalı'yı peşlerinden sürüklüyorlar. Amerika'daki salgın Avrupa'ya
geçiyor, Avrupa'dan da Güney Amerika'ya. 1852'de Amerikalı medyumlar
İngiltere'de büyük heyecanlar yaratıyorlar, ertesi yıl Almanya'yı sarsıyorlar
oradan da Fransa'yı hedef alıyorlar.
Ruhçuluğun izinde ünlü medyumlar
gündeme geliyorlar: Leonora Piper (18571950), Alice Fleming (18881948), A. W.
Verrall (18591916), Eusapia Paladino (18541918), Daniel Douglas Home (18331886)
gibi.
18561904 yıiları arasında yaşamış
olan İngiliz medyumu Florence Cook, yoktan canlandırdığı Katie King adlı bir
ruh sayesinde bir süre gündemde kalıyor, dönemin ünlü
Ruhun bedenden ayrılmasını tasvir
eden bir resim.
tıp doktorlarından Sir William
Crookes onu öven bir kitap bile yazıyor. Ancak, sonradan, Dr. Crookes'un
Florence Co ok'un sadece bilimsel savunucusu değil de aşığı ve bir anlamda, suç
ortağı olduğu ortaya çıkınca skandal kopuyor.
Yıllar geçiyor, kimi çevrelerde
ruhçuluk tutkusu ve inancı sürüyor: 1970'te Londra'da Rosemary Brown adlı bir
müzik sanatçısı klasik ve romantik besteleri ile dikkat çekiyor. Brown'un
açıklaması Beethoven, Barhms, Chopin, De bussy, Schubert ve Stravinsky'nin
ruhları ile temasta bulunduğu, onların katkıları ile eserlerini yansıtan
besteler yaptığı yolundadır.
Ruhçuluk Fransa'ya geçtiğinde
Paris sosyetesi, aydınlar, sanatçılar hemen ona sahip çıkıyorlar. Salonlarda masalar
dönmeye başlıyor, ruhlar isteyene, sorana her türden mesaj ve bilgiyi veriyor.
Geçmişi meçhul olan medyumlar ünleniyor ama, 1854'te, Fransız Bilimler
Akademisi ruhçulu ğa karşı cephe alıyor, böyle bir olayı reddediyor,
imkânsızlığını ilân ediyor. Ancak, Victor Hugo'dan Victorien Sar dou'ya kadar
birçok büyük yazarlar, romantik heyecanlar içinde, ruhçuluktan yana çıkıyorlar.
Gerçek adı Leon Riva il olan ve Allan Kardec takma adını kullanan biri, büyük
bir ciddiyetle, ruhçuluğun dogmalarını oluşturmaya koyuluyor.
Yüzyılımızın başlarında Amerika,
İngiltere, Almanya, İspanya, İtalya ve Rusya'da bir kısım bilimadamı bile ruh
çuluğu destekliyorlar. Bunların adları ise şöyle; ABD Sena tosu'nun Eski
Başkanı Yargıç Edmonds, Darwinci A. Russell Wallace, uzayın ilk resimlerini
çeken William Crookes, Alman Astronomu Zollmer, İtalyan Kriminoloji Uzmanı Dr.
Lombroso, Petersburg Üniversitesi'nden Butlerow, Wagner ve Ostrogradsky,
"Sherlock Holmes"ın yaratıcısı yazar Sir Arthur€onan Doyle ve •
gözbağcısı Houidini.
Başından beri ruhçuluk ya da
ruhlar bilimi, kendini hem ruhsal hem de ussal (aklîrasyonel), felsefi, dinsel
gö
rüşleri yenileyen bir hareket neredeyse
bir inanç olarak kendini tanıtıyor. Fox kardeşler bilinçsiz bir şekilde, bunun
' ilk müjdecileri ve uygulayıcıları oluyorlar, ama olay büyüyüp gidiyor.
Ruhçuluk, hiçbir yenilik
getirmiyor sadece eskilere, çok eskilere dayanıyor. Eski Ahit'te Peygamber
Şaul, Endor büyücüsünün aracılığını kullanarak, Samuel'in ruhu ile temas
kuruyor; Homeros'un Odyssea'sında Ulies ölü ruhları çağırıyor; Aeskilus'un
Persler'inde Kral Darius'un dul eşi kocasını ölüler diyarından geri çağırıyor.
Asurlular'da ise daha eski örnekler buluyoruz: Gilgameş, arkadaşı Enkidu'nun
ruhu ile konuşuyor v.b.
Allan Kardec'in Protestanlığı,
hiç kuşku yok ki kurduğu sistemi etkilemiştir. Ruhçuluğun ilk temsilcisi ve
kuramcısı Kardec, antik ve klasik batılı yazarları bildiği gibi. Kutsal Kitab'ı
iyi biliyor. Antik, putperest dünyada insanruh ilişkisi nerdeyse doğal bir
ilişki, karşılıklı bir alışveriştir, adeta gündelik ve pratik. Bu yüzü ile
Kardec ve ilk dönem ruh çuluk, Kilise ile açık bir çatışmaya girmekten
kaçınıyor. Kardec'in kurduğu ve hareketin sözcülüğünü yapan Ruh çuluk Dergisi
(La Revue Spirite) ilk sayısında durumu açık şekilde belirtiyor:
"Ruhçuluk, Hz. İsa
tarafından ilan edilen, sevgi ve dayanışma çağını tesis etmeğe geliyor... Hz.
İsa'nın mesellerde söylediğini ruhçuluk açık ve karışıklığa neden vermeyen
ifadelerle ilan ediyor."
Gerçek adı Hippolyte Leon
Denizard Rivail olan, kendini bir Druid (Kelt) rahibinin reenkamasyonu olduğunu
sanan bu yüzden Druid'in adı olan Allan Kardec takma adını kullanan Rivail
ruhçuluğunun, en azından ilk dönem ruhçu luğun, temel kuramsal eserleri sayılan
kitapları da kaleme alıyor: Medyumlar Kitabı (Le Livre des Mediums), Ruhlar
Kitabı (Le Livre des Esprits), Ruhçuluğa Göre İncil (L'Evan gile Selon Le
Spiritisme) gibi. Avrupa'da pek ciddiye alınmayan bu çalışmalar Brezilya'da
olay yaratıyor. Brezilya böylece ve bugüne kadar ruhçuluğun Güney Amerika'daki
kalesi oluyor.
Ruhçuluk, bu ara, birçok yan
uygulamaların kaynağı oluyor (daha doğrusu, olduğu söyleniliyor). Örneğin;
kansız, hastayı uyutmadan, tıbbî aletler kullanmadan yapılan cerrahî
müdahaleler de ruhçuluğa, ruhlar inancına, ruhlardan edinen güç ve bilgilere
bağlanılıyor. Brezilya'nın ünlü şifacılarından Jose Arrigo (gerçek adı ile Jose
de Freitas) yaptığı yüzlerce ameliyatların, çocukken temasa girdiği, ilkin
ışıklar halinde beliren, sonra ise bilmediği bir dilde konuşan, Birinci Dünya
Savaşı'nda vurulan Alman Doktor Fritz'in ruhunun (ve başkaca ölü tıp
adamlarının) yardımı ile yaptığını her zaman açıklamıştır. Ancak ünlü
medyumlardan Home bile, Kardec'in kuramlarını bu dünyadaki hayallerden biri
olarak değerlendirdiği gibi Yoga üstadı Shri Aurobindo ruhçuluğu her zaman
maddecilikten (Materya lizm'den) çok daha tehlikeli saymıştır.
Hristiyanlık için, aslında,
ruhçuluk hareketi, öğretileri, kuramları, uygulamaları ile bir çeşit ikinci
Reform oluyor; birincisi kadar sarsıcı ve tartışmalı. Hem öyle bir Reform ki,
Uzak Doğu'dan esintiler getiriyor, geleneksel Hint Kar dec kaynaklarına
kullandığından (İskenderiye Okulu, Ori genes) Doğu düşüncesinin farkındaydı.
Ruhçuluk Amerika'da doğuyor
oradan Avrupa'ya geçiyor; ruhçuluktan sonra, Amerika'da Avrupa kaynaklı akımlar
ve inançlar sürüyor. Mormon tarikatı (1850), İlk Ye hova Şahitleri (1870);
Bayan Blavatsky'mn, ruhçulukla bağlantılı, Uzak Doğu'ya dayalı Teozofi (Hikmeti
soffiye, Tanrı bilgisi) Harekâtı (Londra 1888), Hristiyan Bilimi (Christian
Science, 1885) gibi.
Bunların arasında . Teozofi
Harekâtı, ruhçuluğa karşı görünmekle birlikte, olaya oldukça yüksekten bakıyor.
Bla vatsky ise kendini bir süper medyum olarak tanıtıyor.
Ve ruhçuluk yayılıyor; 1927'de dünyada
34 milyon ruhçu olduğu söyleniliyor, 1943'te sadece Fransa'da sayıları
600.000'i buluyor. Bugün ise, Güney Amerika'yı da katarak, 56 milyonluk bir
potansiyelden söz edilebiliyor.
Allan Kardec ruhçuluğa bilimselinançsal
bir kılıf uydurabilmek için uğraşıyor; ancak bu boş ve temelsiz bir uğraşıdır.
Ruhçuluk ne yeni bir inanç, ne bir bilim, ne de bir yan bilimdir. Ruhçuluk,
aslında, yapay ama etkisi ile tehlikeler doğuran bir sorundur.
Bu konuda en içtenlikli itiraf
medyum Douglas Home' dan geliyor. Yaşamının son üç yılında onu tedavi eden Dr.
Philips Davis'e Home şunları açıklıyordu:
"Doğrudur, saf ve batıl
inançlı kişilerin karşılarında diz çöktükleri o ruh kalabalığı hiç bir zaman
varolmadı. Ben onlara hiç rastlamadım. Öteden beri, özellikle kalabalıkların ve
kadınların hoşuna giden, o esrar havasını deneylerime katmak için onları
kullandım. Ancak yarattığım fenomenlere katıldıklarına hiç inanmadım... Hayır,
bir medyum ruhlara inanamaz; hiç bir zaman inanmayacak olan tek kişidir."
Ruhçuluk çılgınlığının başlıca
nedenlerinden biri sayılan Fox kardeşlerden Margaret, 24 Eylül 1888'de New York
Herald gazetesinde yayınlanan bir söyleyişinde şunları açıklıyordu:
"Ruhçuluğu size kuruluşundan
itibaren anlatacağım. Bu iş başladığında Katie ve ben çocuktuk, ablamız olan
yaşlı kadın biz le alay etti. Annemiz bir aptal, bir fanatik idi. Dürüst
olduğundan, bu şeylere inandığından kendisi için öyle söylüyorum. Ablamız,
gösterilerde, bizi kullandı. Hasılatları da o topluyordu."
Katie Fox ise şunları ekliyordu:
"Ruhçuluk, başından sonuna
kadar, bir aldatmacadır. Yüzyılın en büyük aldatmacasıdır. Margaret (Maggie)
ve_. ben bu işe çocuklar gibi sarıldık,.. ne yaptığımızı bilemeyecek kaditr
genç ve saf idik. Ablamız Leah bizden 23 yafdaha büyüktü. Bu hileli yola girdik
ve onun dayatmaları ile devam ettik."
Doğru olan şu ki, en başta Home
ve birkaç kez suçüstü yakalanan İtalyan Eusapia Paladino olmak üzere tüm bu
medyumlar hilelere, oyunlara başvuruyorlar. Medyumlardan başka Bayan Blavatsky
da, Londra'daki Ruhsal Araştırma Cemiyeti (Society for Psychical Research)
tarafından hile yapmakla suçlandı, ruhlardan gelen mesajların kendisi
tarafından yazıldığı açıkça kanıtlandı.
Ya Hristiyanlığın, Katolik
Kilisesi'nin, ruhçuluğa karşı tutumu ne oldu?
1853'te Paris Başpiskoposu
Kardinal Guibert ruh çağırmak amacı ile döndürülen masaların tehlikesinden
sözedi yor; 1854'te Kanada'da Quebeck kentinin Başpiskoposu ruhçulukla ilgili
çalışmaları yasaklıyor; 1856'da Engizisyon Mahkemesi, dünya çapında bir bildiri
ile, ruhçuluğu bir bütün olarak yasaklıyor; 1864'te ruhçuluğu konu eden
yayınlar yasaklanıyor; 1917'de Papalık kararı ile din adamlarına ruhçuluk
gösteri ve deneylerine katılmaları yasaklanıyordu.
Hristiyan kiliselerinin reenkarnasyonda
olduğu gibi ruhçuluğu kabul edebilmeleri imkânsızdır, çünkü:
"Tinsel ve ölümsüz olan,
doğrudan Tanrı tarafından yaratılan ruh ile beden tek bir varlıktır. Ruh,
bedenin biçimidir. İnsanda ruh ve özdek (madde) birleşmiş iki tabiat değildir,
fakat birleşmeleri tek bir kişi, tek bir insan oluşturmaktadır.
Ölüm ise, her erkeğin ve kadının
yeryüzündeki haccının sonu ve ebedi kurtuluş için Tanrı'nın lütuf ve merhamet
zamanıdır."
Ruhçuluğu tarafsız olarak, Çağdaş
Ruhçuluğun Maske ve Yüzleri (Maschere e Volti Dello Spiritualismo Contempora
neo) adlı eserinde inceleyen gelenekçi İtalyan düşünürü Julius Evola, şöyle
yazıyordu:
"Spiritizma, Yeni
Spiritüalizm'in öncülüğünü yapmıştır. Materyalizm'e karşı ilk başkaldırı
sinyalini vermiştir. Hemen ardından hergün hâlâ onunla bilinmeyen (invisible)
tutkunlarının büyük bir çoğunluğunu paylaşan, teosofizm buna yardım etmiştir.
Bu hareketlerin AngloSakson ülkelerde doğduğu ve başlangıçlarında kadınların birinde
Fox kardeşler, diğerinde Hele na Petrovna Blavatsky ve Annie Besant temel payı
olduğu, önemini kaybetmeyen detaylardandır.
Doğrusunu söylemek gerekirse
antikitede iyi bilinen, ama geçen yüzyılda, iyice pekiştirilmiş pozitif dünya
görüşü çerçevesinden çıkmak için, yadsınmış ve geçici heves, batıl
zihniyetlerin tahayülleri gibi kabul edilmiş fenomenler üzerine, büyük halk
kitlelerinin ilk ilgisini çeken spiritizma olmuştur. Spiritizma'nın bütün
değerliliği ise bu noktada başlar ve biter/'
Yaklaşık olarak bir buçuk asır
boyunca, milyonlarca kişiyi etkilemiş olan ve halen etkileyen bir hareket,
gerek toplumsal, gerekse düşünsel ya da inançsal açıdan basit şekilde gözardı
edilemez. Bu kültürel bir haksızlık olur. Ancak olaya baktığımızda bir buçuk
asır boyunca, taraftarlarını çoğaltmakla birlikte, aynı noktada kaldığını, hiç
bir yere dayanmayan umutlar (ve kehanetler) dağıttığını, tüm kitaplı dinlerin
söylediklerinin aksini söylediğini, başından beri bir duygu sömürüsüne
dönüştüğünü görmüş oluruz. Kaybı çok olmakla birlikte ruhçuluk hareketinin
belki de tek kazancı, ardından filizlenen, parapsikolojik, duyum ötesi
araştırma ve değerlendirmelere bolca malzeme ve ilginç kişilikler temin etmek
oldu.
Julius Evola sorunu düşünseltoplumsal
açıdan ele alıp değerlendiriyor, bir başka emperyalizmin üzerine dikkati
çekiyor. Ruhçuluğun olumsuzluğunu yargılayan başka bir önemli gösterge ise
Kilise'nin görüşü ve bir kez daha, öne sürdüğü düşüncelerdir:
"İnsan bilgisini aşan
entellektüel olaylar, kötü ruhlardan kaynaklanan görünmeyen bir dünyada
nedenlerini bulurlar." der, Başrahip Ribet.
Diğer dinler gibi Hinduizm dini
de, ruhçuluğa karşı çıkmakta, bir dizi yanlışlıklardan oluştuğunu
söylemektedir.
İyi de, çıkışından bu yana
ruhçuluk nasıl oluyor da milyonlarca kişiyi etkilemiş ve etkilemektedir?
Bunun cevabını bir alıntı ile
verelim. Bir ruhçuluk toplantısını izleyen Fransız tıp doktoru Marcel Violet,
katılan ların ruhbilimsel portresini şu şekilde belirtmektedir:
"Her şeyi kabul etmeye
hazır, kendilerini kolayca teslim eden, zayıf iradeli olanlar; paranoya
hastaları, toplumdan kopmuş, kibirli, karanlıklardan hoşlananlar; çekingen
insanlar, başkaları ile rahat iletişim kuramayanlar; ruh hastaları, isterik ve
yalnız kadınlar...
Bu tür bir bileşimin içinden,
doğaldır ki, her şey çıkar, her olay rahatça kabul edilir, her aldatmaca alıcı
bulur: medyumlar, hayal görenler, ruhlarla yakın ve içtenlikli sohbetlere
girenler, uyurgezerler ve de ruhçuluğu meslek edinmiş olanlar!"
il. Kısım
İSLAM'A GÖRE RUHÇULUK
A İlk Yaratılan Neydi?
Allah'ın ilk önce neyi yarattığı
konusunu, insan hep merak etmiştir. Kâinata neyden başlandı, ilk canlı neydi,
kimdi, nasıldı, ne şekildi, ne yapardı, ne yerdi, ne içerdi vs...? "...
Allah hiçbir evlat edinmemiştir. Mülkünde O'nım bir ortağı da yoktur. O, her
şeyi yaratıp ona bir nizam vermiş, onun mukadderatını tayin etmiştir."
mealindeki âyetO> münasebetiyle bazı tefsirlerde bu hususa yer verilerek
konu açıklanmaya çalışılmıştır. Prof. Süleyman Ateş'in Sülemi Tefsiri'nde
kaydettiğine göre bu hususta söylenenlerden bazıları şunlardır:
"ElHuseyn'e göre Allah, altı
şeyi (iki) vecihte/şekilde yaratıp bir ölçüye koydu. Birinci vecih; meşiyyettir
(dilek, arzu ve işler) ki, nûr üzerine yaratılmıştır. Sonra nefsi, sonra rûhu,
sonra sû reti, sonra harfleri, sonra isimleri, sonra rengi, sonra tadı, sonra
kokuyu, sonra dehri/zamanı yarattı. Sonra ölçüleri, sonra ameli, sonra nûru,
sonra bereketi, sonra sükûnu, sonra vücudu, sonra Adem'i, böylece birbiri peşi
sıra yarattı. Diğer bir veche göre: Allah önce dehri, sonra cevheri/özü, sonra
sesi, sonra rûhu, yarattı. Böylece birbiri peşi sıra altı vechinden her birinde
yarattı. Bunları kendi gizli ilminden yaratıp bir ölçüye göre takdir etti.
Kendinden başka kimse bilmez." (2)
Eğer bizzat Allah veya O'nun
elçisi Hz. Muhammed (s.a.v.) bildirmemişse hiç kimse neyin önce, neyin sonra
yaratıldığını; yaratılışta nasıl bir sıranın takip edildiğini bilemez.
Allah'ın, önce şunu, sonra bunu yaratması, indî ve felsefî bir mütalâadır. Bu
görüş, "Allah ilk defa benim nurumu yarattı." mealindeki hadise de
aykırıdır. (3)
B Esrarlı Başlangıç
Bir görüşe göre, biz daha dünyaya
gelmeden önce ruhlarımız yaratıldı. Biz dünyaya gelmeden önce ise, dünyada
ruhani varlıklar bulunmaktaydı. Özellikle Hz. Adem'in yaratılması sırasında
Cenabı Hakk'ın, bilgi verme bakımından meleklerle yaptığı konuşmadan bu
anlaşılmaktadır. Cenabı Hak; "Ben yeryüzünde kendime bir halife
yaratacağım." buyurdu. Melekler ise; "Orada kan döküp anarşi çıkaracak
birini mi yaratacaksın."(4) dediler.
Buradaki meleklerin
"anarşist" ve "kan dökücü" tabirlerinden anlıyoruz ki, daha
önce yeryüzünde bir grup varlık veya bir millet yaşamıştır ki, bunların cinler
olduğu üzerindeki görüşler oldukça fazladır.® Bunların insan veya insana benzer
bir varlık olduğu hakkındaki görüşler ise tam olarak açıklık kazandırılmadığı
için dayanaksız iddialardan ibaret olduğu kaydedilmektedir/6) Cinler de mükellefiyet
bakımından insanlar gibi mütalaa olunur ve kulluk bakımından insanlarla aynı
şeylerden sorumludurlar. Aralarında çıkan fitne ve fesadı da yine Kur'an'da
görüyoruz; bu fitne savaşa dönüşüyor ve saltanatları kaldırılıyor.
Melekler de bunlara kıyasla
yeryüzünde yaratılanların aynı şeyi yapabileceklerini nazara veriyorlar. Ancak
bu mazeret veya kötülük yapılmış olması neticeyi değiştirmiyor ve yeryüzünde
halife olarak tabir edilen ilk insan, yani Hz. Adem yaratılıyor.
Evet, yeryüzünde bizden evvel bir
çeşit ruhani varlıklar olan cinler vardı. Keyfiyetlerini bilemediğimiz başka
ruhaniler de olabilir, ruh sahibi başka varlıklar da olabilir. Nitekim Bursalı
İsmail Hakkı, "Ondan başka ilah yoktur. Hem diriltir, hem öldürür. Sizin
de Rabbiniz, önceki atalarınızın da Rabb'idir." ayetinin tefsirinde, Te'vilâtü'nNecmiye'de,
"Bunun manası, O, Hz. Adem'in, çocuklarının ve yukarıdaki ataların
Rabbidir. Denildi ki: 'Babamız olan Adem'den önce bin Adem'den fazla kimse
geçti.' Denildiğini kaydetmektedir.® Ancak yukarıda söylediğimiz gibi bu durum
hakkında pek çok tefsirci aynı görüşte değildir ve bunun israiliyat olduğu,
Yahudilik'ten alınmış olduğu kanaatindedirler. Ancak bu konuda net ve
çoğunluğun kabul ettiği bir görüş yoktur. Yine bu, aynı zamanda Allah'ın
bizlere üfleyip verdiği ruhlarımız da olabilir. Ancak o, yine de ruhtur. Bu
emir âleminden gelen ruh, bizim yaratılışımızla alakalıdır. Bizim dünyaya
gelişimiz veya geleceğimiz, ana rahminde oluşmaya başladığımız an belirlenip
yaratılabileceği gibi, daha önceden de yaratılmış olabilir. Elest bezmini, yani
ruhlarla yapılan sorulu cevaplı konuşma ve ruhların Allah'a verdiği cevabı
anlatan âyette, daha önce yaratılmış olma ihtimalini akla getiriyor.
"Ve hatırla o zamanı ki;
Rabbin Ademoğulları'nın sırtlarından zürriyetlerini aldı. 'Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?' diye, onları kendi nefislerine şahit tuttu. Onlar: "Evet.
Sen bizim Rabbimizsin. Biz buna şahidiz.' dediler. (Böyle şahit tuttuk ki)
Kıyamet günü, 'Biz bundan habersizdik' demeyesiniz."(9)
Eğer bu anlaşma, ruhlarla ve
insanlar dünyaya gönderilmeden önce yapılmamışsa, nerede ve ne zaman
yapıldığına dair gelecek soruya cevap bulmak zor olacaktır. Bununla beraber
Allah (c.c), insan olmaya namzet atomlar, moleküller ve ruhun mayası ve
manasıyla da bu anlaşmayı yapmış, sonra da yaratıp dünyaya göndermeye başlamış
olabilir. Zira bu anlayış, Allahü Teala'nın her şeyi ezelde takdir edip,
yaratma programına, aldığına yani kaderi anlayışa daha uygundur. Ancak işin
doğrusunu, bütün gayb ve şehadet âlemini, bilinen ve bilinmeyen her şeyi,
yerlerin ve göklerin bütün sırlarını bilen, kilitlerini ve anahtarlarını elinde
bulunduran Allah daha iyi bilir.
Ruhların veya Peygamberimiz'in
ruhunun ne zaman yaratıldığına dair bir soruya ise, şöyle cevap vermek mümkündür:
Peygamber Efendimiz'in iki durumu
vardır: Bunlardan birincisi, onun ilk yaratılan olması ve mahlûkata bir tohum,
bir çekirdek teşkil etmesidir. İkincisi ise, onun yaratılıp ortaya çıkması,
varlık aleminde boy göstermesidir. Nitekim, Ebu Hureyre (r.a)'den nakledilen
bir hadisi şerifte, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e: "Ey Allah'ın Rasûlü! Sana
peygamberlik ne zaman vacip oldu?" denildi. O da cevap verdi: "Hz.
Adem ruhla ceset arasında iken!".0°) Ancak bunu övünmek için söylemediğini
de vurgulamadan geçmez. Başka bir hadisi şerifte kıyamet günü ilk yaratılacak
ve ilk elimizden tutacak olan da yine O'dur: Hz. Enes (r.a) anlatıyor:
"Rasıllullah (s.a.v.) buyurdular ki: 'İnsanlar (Kıyamet günü)
diriltilecekleri zaman yerden ilk çıkacak olan benim. Onlar (huzuru ilahiye)
geldiklerinde (onlar adına) hatipleri ben olacağım. (Allah'ın rahmetinden)
ümitlerini kestiklerinde (rahmet ve mağfireti) onlara ben müjdeleyeceğim. O gün
Livfiu'l Jıamd (şükür sancağı) benim elimde olacak. Ademoğlunun Allah'a en
kerim olanı da benim. Bunda fahr (övünme, büyüklenme) yok!' "O 11
buyurmaktadır. Ruhu'lBeyan'da kaydedildiğine göre, Tirmizfnin rivayet edip
"hasen" olarak nitelendirdiği başka bir hadisi şerifte ise, “Şüphesiz
ben Allah katında, henüz Adem'in balçık olduğu bir zamanda 'peygamberlerin
sonuncusu' olarak yazıldım. Size şimdi benimle ilgili ilk önemli şeyi haber
vereceğim: Ben, babam İbrahim'in duâsı, İsa'nın müjdesi, annemin hamileliği
sırasında, kendisinden bir nurun çıkarak onunla bütün Şam saraylarının
aydınlandığı şeklinde gördüğü rüyasıyım."02) buyurmuştur.
Bu hadisi şerifler de gösteriyor
ki, varlıkların ilk yaratılanı, kainatın nuru, insanlığın rüyası ve mahlûkatın
en şereflisi, Peygamber Efendimiz'dir ve O'nun ruhudur. Ayrıca bilinmektedir
ki, Peygamber Efendimiz (sav), kainatın yaratılış sebebidir. Nitekim Cenabı
Hakk Kur'anı Kerim'de, O'nun için; "(Ey Rasûlüm!) Biz seni ancak âlemlere
rahmet olarak gönderdik.'"™) buyurmaktadır.
Bu sebeple O (s.a.v.), varlığın
başlangıcı, nüvesi, çekirdeğidir. Kainattaki her şey; tohum, toprak, ağaç,
yaprak ve meyve şeklinde Hz. Muhammed çekirdeği üzerinde yeşerip gelişmiştir
denilebilir. Mehmed Akif in dediği gibi;
"Dünya neye sahipse, onun
vergisidir hep;
Medyun ona cemiyeti, medyun ona
ferdi.
Medyundur o masuma bütün bir beşeriyet...
Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar
ile haşret."
Birinci Bölüm
Ruhçuluğa Ait Tanımlar
A Ruhçuluk Nedir?
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi,
fikirlerin ve akımların doğduğu zamanlar, ya o devrin dayatmalarına karşı bir
alternatif fikir oluştururlar, ya da içlerinde hissettikleri bir kısım
boşlukları doldurmak için çeşitli yollara başvururlar. Komünizm, insanlığın
fakirlik çektiği ve sıkıntıların, bunalımların arttığı bir zamanda ortaya
çıkmıştı.
Komünizm gücünü kaybettiği ve
kaynaklarından biri olan Materyalizm de can çekiştiği için bugün artık ruhun
varlığı, yokluğu tartışılmıyor. Bugün dünkünden farklı olarak da ruha inanmayan
insanların, gülünç olmaları bir yana, karşısındakileri ruhun olmadığına ikna
etmek için binlerce delil toplaması gerekiyor. Bugün artık daha çok ruhun etki
alanları, ruhsal faaliyetler, ruhen gelişip gizli sırları keşfetme, uzak
yerlere gitme ve oturduğu yerden bir kısım şeyleri kontrol etme gibi, ruhun
tezahürleri araştırılıp tartışılıyor. Yoga, meditasyon, ruh çağırma ve onlarla
sohbet etme gibi, veya mesaj alma (vahiy aldığını iddia edenler de var) gibi
şeylerle ilgileniliyor. Ancak bunların ne kadar doğru, ne kadar yanlış olduğu
su götürür. Özellikle öte dünyadan mesaj aldığını veya kendisine ruhların
yardım ettiğini söyleyen kişiler, günümüzde mantar biter gibi bitmektedirler.
Bunlardan kimi kara kara kitaplar yazıyor, kimi arzdan arşa ulaşmaya çalışıyor,
kimi fal bakıyor, kimi medyumluk yaptığını iddia ederek, o da güya
yaptığı işe bilimsellik süsü
vererek, değişik bir falcılık yapıyor ve gelecekten haber verdiklerini iddia
ediyorlar. Bunun ötesinde ruhçuluk üzerine kurulmuş ve bu sahada yoğun
çalışmalar yaparak, insanımızın kafasını karıştırmaya, imanını sarsmaya,
dininden uzaklaştırmaya çalışan dernekler de var.
B Ruhçuluğun Tarihi
Ruhçuluğun başlangıç tarihi
1848'dir. Çünkü bu tarih, ruhçuluğun (spiritüalizm) esaslarının tespit
edildiği, karışıklıkların ve dengesizliklerin bulunduğu bir dönemdir. Zaten
onlar da bu karışıklıktan yararlanarak ortaya çıkmışlardır. "Çağdaş Ruhçuluğun
Maske ve Yüzleri" kitabında, 'Ruhçuluk' hareketinin, 'Spiritizma' ile
başladığı, Spiritiz ma'nın da yeni 'Spiritüalizm'in öncülüğünü yaptığı ve başlangıçta
materyalizme karşı bir reaksiyon olarak çıktığı belirtilmektedir. AngloSakson
ülkelerde doğduğu ve başlangıçlarında kadınların bulunduğu kaydedilmektedir.
Bunun dabirinde Fox kardeşler, diğerinde Helene Petrovna Blavtsky ve Annie
Besant'm temel payı olduğu, önemini kaybetmeyen detaylardandır04),
denilmektedir.
Rene Guenen'a göre, ruhçuluğun ilk
çıktığı yer Amerika'dır. "1847 yılında, bu işin ilk başladığı yer, Alman
asıllı Fox kızkardeşlerin evidir. Burada Alman olduklarını vıırgula yışımın
sebebi de ileride yapılacak araştırmalarda Almanya'nın da gözönünde
bulundurulmasıdır", der. Evlerinde, bir takım gürültüler, patırtılar
duyulan bu aile başlangıçta olaya sadece alet olmuşlar gibidir. Ancak, daha
sonra ruhçulara alet olmuşlar ve bizzat medyumluk yaparak, bu işle uğraşmaya
başlamışlardır. Ruhçuluk kısa bir süre sonra da Fransa'da keşfedilir.05)
Tam olarak nerede çıktığı
bilinmeyen ve gelişmeyen ruhçuluk, ülkemizde ise, 1950 yılında, Bedri Ruhselman
tarafından kurulan, Metapsişik Tetkikler ve İlmi Araştırmalar Derneği ile
başlamıştır. Bugün ülke sathında İzmir ve İstanbul merkez olmak üzere çeşitli
yerlerde kurdukları derneklerle ve çıkardıkları kitap ve dergilerle
faaliyetlerine devam etmektedirler. Ülkemizde Bedri Ruhselman ile başlayan ve
Ergün Arıkdal ile devam eden Ruh ve Madde Yayınları, bu maksada hizmet
etmektedir. Ancak bugün bildiğimiz onların da kendi aralarında bölünüp farklı
fraksiyonlara ayrıldıklarıdır.
c Ruh Çağırma ve Hipnoz Seansları
Ruh çağırma ve hipnoz
seanslarında gelip konuşanlar ise, taklitçi cinlerdir. Bunlar da çok defa yalan
söyler ve insanlarla dalga geçerler. Nasıl ki, biz onları eğlence unsuru olarak
çağırıyor ve bir kısım adi işlerde kullanıyorsak, onlar da bizim için aynı
şeyleri yapıyorlar. Hatta sadece masum geçmiş yaşantı taklit ve telkinleri
değil, şeyh, veli ve hatta peygamber taklidi bile yapabilir, irtibatta
oldukları kişiye kendisinin peygamber olduğunu, mehdi olduğunu telkin edebilir.
Eğer gördüğümüz kötü örnekler gibi, siz de buna hazırsanız, bu iş olmuş
demektir. O zaman ordularıyla gelip, olmadık cambazlıklar yaparlar. Başınızın
üstünde halkalar çizmekten tutun da size vahiy getirdiğine varıncaya kadar,
pekçok şey söyleyip, keramet çeşidinden de pekçok şey yapabilirler.
Prof. Dr. Süleyman Ateş Hoca'nın
da başından böyle bir olay geçmiş, olay şöyle:
"Diyarbakır'da iken kendimi
ruh çağırma seanslarına kaptırmıştım. Gelen bir ruh (cin) bana, kendini
Abdülkadir Geylani diye takdim ediyordu. Ben de inanmıştım. Bir gün bu ruh yine
geldi. Arapça bir şeyler okudu. Ona, Arapça bilmediğimi, söylediklerini Türkçe
söylemesini rica ettim. Türkçe'sini söyledi. Bunların ayet mi, hadis mi
olduğunu sordum. "Ayet" dedi.
"Kuranın neresinde?"
dedim. Falan yerinde dedi. Dediği yere baktım, öyle bir ayet bulamadım. İçime
şüphe düştü. Bu gelen veli ise, veli yalan söylemezdi. Yine çağırdım. Dediği
yerde öyle bir ayet olmadığını söyledim. "Falan tefsirde." dedi.
Dediği yere gene baktım, orada da yoktu. İyice kuşkulandım. Tekrar çağırdım.
"Doğru söyle, sen veli misin şeytan mısın?" dedim. "Ben şşşş...
şeytan." dedi. Bir daha böyle bir şey yapmadım.
Bu gibi hatıralar az değildir.
İstikbali ve hali yanlış anlayan şeytanlar, insanlarla ilişkili oldukları için,
çoğu yalandan ibaret olan haberleri söylerler ve yayarlar. Cinler de her şeyi
doğru olarak bilemezler, doğruyu göremezler ve olaylara geniş, kuşatıcı
bakışlarla bakıp değerlendiremezler. İnsanlar, pekçok konuda cinlerden üstündür
ve cinleri insanların hizmetine verilmiştir. Cinlerin tek üstün yanı değişik
bir boyutta olmaları ve bize göre belki de boyut farkından olsa gerek, daha
uzun yaşamalarıdır.
Biz bütün bunları normal bir
dille anlatmaya, ruhçular tarafından kandırılmış bir kısım kişileri de ilmin
ışığı altında, ikna etmeye çalışıyoruz. İlim ve akıl da bunu gerektiriyor. Bu
konu ile alakalı olarak, Kur'anı Kerim'de onların durumları şöyle anlatılıyor:
"Allah'a karşı yalan
iftirada bulunan, yahut ayetlerimizi yalanlayan kimselerden daha zalim kim
olabilir? Bunlara da kitapta (yazılı olan) nasipleri erişir. Nihayet ruhlarını
alacak olan elçilerimiz kendilerine geldikleri zaman: 'Nerede, Allah'ı bırakıp
da yalvarıp yakardıklarınız?' derler. Onlar da: 'Bizden uzaklaşıp gittiler'
deyip, zaten kafir oldukları hususunda kendi aleyhlerine şahitlik ederler.
(Allah da onlara şöyle) buyurur: 'Ateşteki, sizden önce gelip geçen cin ve
insan ümmetleri içine siz de katılın.' Her ümmet ateşe girince, kendi yoldaşına
lanet eder. Nihayet hepsi orada bir araya gelince, sonrakiler, evvelkiler
hakkında şöyle der: 'Rabbimiz! Bizi saptıranlar işte bunlar! Onlara ateşten bir
kat daha fazla azap ver.' (Allah da onlara şöyle) buyurur:
'Herkes için bir kat fazla azap
vardır; fakat siz bilmezsiniz.' Evvelkileri ise, sonrakileri için der ki:
'Sizin bize bir üstünlüğünüz yok ki... Siz de irtikap etmiş olduğunuz günah
sebebiyle azabı tadın.' " d7)
İş başa düştüğü zaman, kimse
kimseye sahip çıkmıyor, aksine suçlayacak ve günahlarını üstüne yıkacak
birilerini araştırıyor. Vaziyet bu duruma gelip kavgaya tutuşmadan evvel
aklımızı başımıza toplayıp, Allah'a ve O'nun emirlerine dönmek ve Sevgili
Peygamberimiz'in sünnetine ittiba etmek en kârlı yol değil mi?
Öte yandan işin dehşeti ile
sarsılmış ve kaçacak yer arayan insan, azaba yakalandığını fark edince,
günahlarına ve bu haline sebep olarak şeytanı gösterip onu suçlamaya kalkacak:
"(Mahşer'de) insanların
hepsi Allah'ın huzurunda ortaya çıkarlar da zayıf olanlar, büyüklenenlere şöyle
der: 'Biz dünyada iken size tâbi idik. Şimdi siz, Allah'ın azabından bir şeyi
bizden defedebilecek misiniz?' Onlar da derler ki: 'Eğer Allah bize hidayet
etseydi, biz de size hidayet ederdik. Şimdi biz, sızlansak da sabretsek de
birdir; bizim için kaçıp sığınacak bir yer yoktur.' İş bitirilince, şeytan da
der ki: "Allah size hak olan bir vaatte bulunmuştu. Ben de size vaat
etmiştim,fakat sonra sözümden döndüm. Benim, sizin üzerinizde herhangi bir
kuvvetim yoktu; ancak ben sizi davet ettim; siz de bana icabet ettiniz. Bu
itibarla beni değil kendinizi kötüleyin. Ben sizi kurtaramam; siz de beni
kurtaramazsınız. Daha önce, (dünyada iken) sizin beni şirk koşmanızı bugün
inkar etmiş bulunuyorum. Muhakkak ki zalimler için çok acı bir azap
vardır." d®
Cenabı Hakk, hiç kimseyi ve
hiçbirimizi böyle bir duruma düşürmesin!..
D Ruh veya Cin Çağırma
Fincanla veya diğer usullerle cin
çağırma dedikleri olay da budur. Harfler ve rakamlar, evet ve hayır cevapları
yazılıp daire şeklinde sıralanır. Ortaya bir fincan konur. Fincana, hafifçe iki
kişi parmaklarını dokundurur ve ruh çağırılır. Davet üzerine bir cin gelir.
Kendini, davet edilen bir kişi olarak tanıtır. Sorulara göre cin fincanı bir
harfe veya rakama veya evethayır' a doğru hareket ettirerek, cevap verir.
Cinler çok uzun ömürlü oldukları
için tecrübeleri çoktur. Bir de hızlı hareket edebildikleri için haber alma
imkanları bizden binlerce kat fazladır. Gelen cin sorulan sorulara rahatça
doğru cevaplar verir. Soru soranların zaafı hemen gelecekle ilgili sorular
sormaktır. Sorarlar; cin de tecrübelerine dayanarak birtakım cevaplar verir.
Geleceği bildiğini söyler ve bu minvalde bilgiler verir.
Ruhçuların hipnoz seanslarında
çok defa, ruh çağırma seanslarında ise mutlaka, devreye girip kendini, aranılan
kişi olarak tanıtan ve o kişiyi iyi tanıyan bir cin söz konusudur. Mesela cin,
kendisini oradaki birinin veya bizzat uyuyan şahsın ölmüş babası olarak
tanıtır. Birtakım bilgiler verir, yalanlar ekler. O ölmüş şahsı iyi tanıyan
kişilerin şaşırtıcı sorularıyla cinin maskesi kolayca düşürülebilir. Ama
hayretler içinde kalan kişiler cine şaşırtıcı sorular soramıyorlar. Bir de
cinler, tecrübelerine kolay haber alma imkanlarına veya evvelce birilerinden
duyduklarına dayanarak gelecekle ilgili haber uydururlar ve çok etkili olurlar.
Bir devlet reisi, bir yakınına,
şu ülkeye saldıracağım, derken, cin duyar. Bunu muhatabı insana haber verir.
Büyük ihtimalle doğru çıkar ve etkisi çok büyük olur. Ama şartlar: değişir de,
devlet reisi işgal etmekten vazgeçerse, cin haberi doğru çıkmadığı için bir
yalan bulmaya çalışır. Ama haberi naklettiği insanlar, zaten telkin almaya
hazır oldukları için, cinin bunları ikna etmesi kolaydır.
E Ruhçular Cinlere Tapar m/?
Cinlerin her işe parmaklarını
sokmasından anlaşılıyor ki, içlerinden bir kısmı insanları kendilerine bağlayıp
saydırmak, kabul ettirmek ve sonrada onları yönetmek istiyorlar. Bu da onların
her fısıldadığı şeyi kabul etmek anlamını çağrıştırıyor. Çünkü kabul etmediğin
takdirde seninle irtibatını kesiyor. Dolayısıyla sana gelen kafir cinin ki
müslüman cinler sorumluluk açısından böyle bir şeye alet olmak istemezler her
dediğini doğru kabul etmek ve ona değer vermek zorundasın. Aksi halde bilgi
vermezler. Bu konuda İslam kaynaklarında yani Kur'an ve Sünnet'te ele alınmış,
onlardan yardım istemenin, onları şımartma ve tabasbus anlamına geldiği
bildirilmiştir. Nitekim Kur'anı Ke rim'de: "Ve gerçekten insanlardan bazı
kişiler, cinlerden bazı kişilere sığınıyorlardı. O cinlerin kibir ve
azgınlıklarını artırdılar." buyurulmaktadır.09> Yazır bu ayetin
tefsirinde, Ebu Hayyan'dan şunları nakleder: "Bir adam ıssız bir vadide
yatmak veya konup göçmek istediği ve başına bir tehlike gelmesinden korktuğu
zaman yüksek sesle, 'Ey bu vadinin azizi! Ben senin itaatinde bulunan
beyinsizlerden sana sığınıyorum.' der ve böylece o vadideki cinin kendisini
koruyacağına inanırdı. Kuşkusuz bu inançtaki kişiler başı sıkıştıkça veya
herhangi bir amaca ermek istedikçe, işi önce cine sığınmak olur." Yine, bu
sığınmanın şeklinden bahsederken bugünkü ruhçuların yaptığı hususlara benzer
şekilde bu işin yapıldığını söyleyerek, şunları kaydetmektedir: "Bu
sığınış ise, ölmüş veya diri bir adamın ismine ve ruhaniyetine veya kahinlere
başvurmak gibi, fiilen o adamın kendisine başvurmak suretiyle
olabilir..."(2°) Yani ayetten anlaşılıyor ki, onlara sığınan insanlar,
medyumlar, kahinler, bir kısım kötü emellerini gerçekleştirmek veya bazı
bilgiler edinmek için sığınıyorlar. Aldıkları bilgileri yüzde yüz doğru kabul
edip sonra da insanlara telkin ve tebliğ ediyorlar. Bunun da onları ilah gibi
kabul edip, ta
pınmak ve her dediklerini ilahi
bir kitap ve mesaj olarak kabul etmekten, böylece de Allah'a şirk koşmaktan,
başka bir anlamı olmasa gerektir.
Yine Kur'anı Kerim'de buyuruluyor
ki; "(Mahşer'de) hepsini bir araya getirip topladığı gün, (cinlere hitap
ederek diyecektir ki): 'Ey cin topluluğu! İnsanları (doğru yoldan) saptırmak
için çok uğraştınız.' Onların insanlardan olan dostları, (Rablerine cevap
verip) diyecekler ki: 'Rabbimiz birbirimizden faydalandık ve bizim için tayin
ettiğin sürenin sonuna ulaştık.' (O da onlara şöyle) diyecektir: 'Varıp
duracağınız yer cehennem ateşidir. Allah'ın dilediği hariç, orada ebedi
kalacaksınız.' Şüphe yoktur ki, Rabbin hikmet sahibidir, her şeyi hakkıyla
bilendir."( '>
Ayeti kerîmede açıkça belirtilen
hususlardan biri, cinlerin insanları doğru yoldan saptırmak için uğraştıkları
ve buna muvaffak olduklarıdır. Nitekim bu manaya uygun olarak aynı sure içinde:
"Onlar, Allah'a cinlerden ortaklar koştular. Halbuki onları yaratan
O'dur."(22) buyurulmaktadır. Yine bu manaya uygun olarak başka bir surede:
"Onlar, Allah ile cinler arasında bir soy bağı uydurdular''^3)
buyurulmaktadır. Bu ayetleri birleştirdiğimiz zaman, cinlerin, kendileriyle
irtibat kurup bilgilerine güvenen ve onları "ruhsal tebliğ"
ifadesiyle mucize kabilinden veya "vahiy" seviyesinde görerek yeni
bir din inşa edenler, onlara tapmakta ve onlarla Allah'a ortaklar
koşmaktadırlar.
Mealini verdiğimiz ilk ayette
geçen; "Ey Rabbimiz, biz birbirimizden faydalandık" ifadesi, tefsir
edilirken şu hususların üzerinde durulmaktadır: Cinlerin, insanlara şehvet
yollarını ve vasıtalarını gösterdiklerini; hile, tuzak, yalan haberler, sihir
ve efsun usullerini, eğri yollardan gidip yalan dolanla iş yapmak, fesat saçıp
gizlenmek çarelerini öğrettiklerini anlatmaktadır. Bu şekilde insan, cinden
faydalandı, zevkler, sefalar yaptı.
İnsanların bunları rızalarıyla
kabul etmelerinden ve kolaylık göstererek yardımda bulunmalarından da cin
faydalandı, murat ve maksadına erdiS24 Yine ayette geçen,
"isteksertüm" kelimesinin, "ekserisini yani çoğunu elde etmeye
çalıştınız veya elde ettiniz" gibi manalara geldiği açıktır. Bir sonraki
ayette ise buna bile ihtiyaç bırakmayacak şekilde açık olarak, cinlere itibar
edip, onlardan vahiy aldıklarını iddia edenlerin durumunu bildiriyor:
"Onlar cinlerden Allah'a ortaklar koştular."
Yazır, bu ayetin tefsirinde,
"Cin genel adı altında bulunan, gözlerden gizli karanlık yaratıklara veya
gözle görünmez, tabiat ötesi kuvvetler ve ruhani cevherlere ilahlıktan veya
rablık tan veya yaratıcılıktan pay vererek Allah'a denk veya aşağı ortak
yaptılar. Kimi meleklere, kimi şeytan cinsine, kimi hepsine çeşit
li adlarla taptılar veya zati kudret ve tesir isnat
ettiler. Tefsirci lerin beyanına göre buradaki 'cin', melekleri ve şeytanları
da içine alan bir genel manada kullanılmıştır."®5) demektedir. Bütün
bunları değerlendirdiğimiz zaman bazı insanları, cinlerin kafirleri olan
şeytanların, kendilerine taptırdıkları ve onları avuçlarının içine alıp,
istedikleri gibi yönlendirdikleri söylenebilir. Bunun yanında sorumluluğun
sadece cinlerde değil, onlara bu kadar değer verip şımartanlarda da olduğu,
yine ayette ifade edilen hususlardandır.
İkinci Bölüm
Ruhçuluğun Cinlerle İlişkisi
Ruhçuların kendilerinden tebliğ
aldıklarını iddia ettikleri ve bunlara çok itibar ettikleri "rehber
varlıklar" aslında cinlerden başka bir şey değildir. Çünkü ileride
anlatılacağı gibi, ruhların iyileri, böyle bir şeye alet olmazlar, cehennemlik
olan kötü ruhlar ise serbest değillerdir. O zaman ortada tek ihtimal kalıyor
ki, cinler ve cinlerin kafirleri olan şeytanlar bu tür işlerle uğraşan
kimselere rehberlik ediyorlar. Bu sebeple cinleri incelemek ve özelliklerini
bilmek yerinde olacaktır. Böylece ruhçuların, "vahiy" getiren "tebliğcileri"
de ortaya çıkmış olur.
A Cin Nedir?
Cinler, insanlar gibi çeşitli
gruplara, klik ve hiziplere, din ve mezheplere ayrılırlar. "Sünni" ve
"Süfli" diye öteden beri ikiye ayrılırlar. Hayırlıları da, şerlileri
de vardır. Daha çok "Sünni" olanlar, müslüman cinlerdir. Bunlara
kısmen itimat edilebilir. Ancak, onlar da bizlere benzedikleri ve bizim gibi
hareket ettikleri için, müslüman görünümünde olup münafıklık yapanlar da
vardır. Müslüman bile olsa her grubun ayrı temsilcileri vardır ki, onlar da
kendi menfaatlerini öne çıkarıp, bencilce kullanabilirler ve buna dini de alet
edebilirler. "Süfli" cinler de, cinlerin kafir olanlarıdır. Cırtlerin
kafirlerine de şeytan denir. Buna dair Kur'anı Kerim'de, Hz. Adem'e secde
etmeyip Allah'a isyan eden de cinlerden bir şeytan olduğu anlatılarak; “O zaten
cinlerdendi, Rabbi'nin emrine baş kaldırıp isyan etti."(26) şeklinde,
bilgi verilmektedir. Halk arasında, "Şeytan'ın meleklerin hocası"
olduğuna dair yanlış bir inanç vardır ki, bu ayet işin doğrusunun öyle
olmadığını açıkça anlatmaktadır. Eğer öyle olsaydı, böyle bir ifade
kullanılmazdı.
Cinler de, onların kafirleri olan
şeytanlar da dumansız ateşten, yani alevden yaratılmışlardır. Süratli hareket
ederler, fakat melekler kadar hızlı hareket edemezler. Melekler ışık hızından
hızlı hareket ederler. Cinler ise ışık hızından daha yavaştırlar. Ortalama,
10001500 sene yaşar lar.<27) Meleklerin tersine olarak, cinler daha çok
insanlara benzerler. Yani yeme, içme, cinsiyet, evlenme, boşanma... vs. gibi,
insanlarla ilgili konuların hepsi onlarda da vardır. Fakat müstakil bir
devletleri yoktur, bu saltanatları daha önce, insanlar yaratılmadan, yeryüzünde
çıkardıkları fesat (anarşi) nedeniyle iptal edilmiş, hükümranlıkları ve hükümdarlıkları
ortadan kaldırılmıştır. Bundan sonra cinler için, insanların gölgesinde yaşama
ve onlara tabi olma devri başlamıştır. Bunu da yine Peygamberimiz (s.a.v.)'den
öğreniyoruz. Nitekim Müslim'in rivayet ettiği bir hadisi şerifte, "Her
insanın meleklerden ve cinlerden bir yoldaşı bulunduğu" bildirilmiştir.^8)
Cabir'den nakledilen bir hadisi şerifte Peygamberimiz (s.a.v.);
"Yanlarında kocaları bulunmayan kadınları ziyaret etmeyin. Çünkü şeytan,
herhangi birinizin damarlarında, kan nasıl akıyorsa o şekilde
dolaşmaktadır." buyurmuştur. Bunun üzerine Ashabı Kiram: "Seninde
mi?" diye sordular. Hz. Peygamber: "Benim de; fakat Allah, şeytana
karşı bana yardım etti de, o bana teslim oldu (veya müslüman oldu)"
buyurmuştur.<29) Hadiste parantez içinde verdiğimiz "müslüman
oldu" ifadesi tercih edilen bir başka an
lamdır. Ancak hadisçiler,
şeytanın müslüman olmasının söz konusu olmadığını söyleyerek, "teslim
oldu, boyun eğdi" anlamında kullanmanın daha doğru olacağını söylemişler
dir.<30) Burada kastedilenin kafir bir cin olduğunu düşünmek, problemi
çözer. Nitekim cinlerin kafirlerine şeytan denildiğini ise daha önce
kaydetmiştik.
Şibli'nin kaydettiğine göre
cinler, insan, hayvan, yılan, akrep, deve ve sığır kılığına bürünüp, çeşitli
şekiller alırlar. Hatta katır ve eşek şekline girdikleri, kuş kılığına bürünüp
havada uçtukları da görülmüştür.^1)
İnsan kılığına girer. Nitekim
şeytan, Kureyşliler’ e, Sura ka bin Malik b. Ca'şem kılığında gelmiştir. Bu da,
Bedir Sa vaşı'na hazırlanırken olmuştur. Nitekim, bu duruma işaretle, Kur'anı
Kerim'de şöyle buyrulmaktadır: "O zaman Şeytan onların yaptıklarını
methedip şöyle demişti: 'Bugün size; insanlardan galebe edecek hiç kimse
yoktur. Ben de sizin muhakkak ki yardımcınızım.' Ne zaman ki iki ordu (karşı
karşıya) göründü, 'Ben sizden katiyen uzağım, gerçek ben sizin göremeyeceğinizi
görüyorum. Ben Allah'tan korkarım elbet! Allah ukubetinde (azap ve cezasında)
çok şiddetlidir.' diyerek iki topuğu üstüne (tabana kuvvet) kaçtı... "(32)
Ayrıca O, Dar'ûnNedve'de Rasûlullah (s.a.v.) hakkında, (Onu öldürelim mi, hapis
mi edelim? Yoksa yurttan (Mekke'den) çıkaralım mı?) diyerek toplandıklarında,
Necidli bir ihtiyar kılığına girmiştir. Bu konuda da Allah (c.c) şöyle
buyurmuştur: "Hani bir zaman o kafirler seni tutup bağlamaları, ya da
öldürmeleri yahut (yurdundan zorla) çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı.
Onlar bu tuzağı kurarlarken Allah da onun karşılığını yapıyordu. Allah tuzak
kuranlara mukabele edenlerin en hayırlısıdır. "(33)
Cinlerin bir grubu yer içinde
yaşarlar, cücedirler. "Noel Baba" zannedilenler bunlardandırlar. Bir
kısmı yeryüzünde yaşarlar. İnsana benzerler. Bunların bir cinsinin gözü tekdir.
Bir kısmı da atmosferin üst tabakalarında yaşarlar. Masallarda geçen,
"Dev" zannettikleri bunlardır. Bu dört ana gruptan başka bir de
"ifrit" denen, kötü, baş edilemez, kötülük ve pislikte ileri gitmiş,
şeytanın çoğalmasından meydana gelmiş, ele avuca sığmaz çeşitleri de
vardır.<34)
İblis yani şeytan, yukarıda da
belirttiğimiz gibi, bir cindir. İblis' in nesline veya iyice küfürde aşırı
gidenlerine şeytan denmektedir. Cinler, insanlara oranla pek dindar değillerdir.
Takva ehli ve veli olanları nadirdir. Yalan söylemeyi çok severler. İnsanlardan
hırsızlık yoluyla veya eşyalarını kullanarak istifade ederler. İnsanlarla
uğraşmayı sevmezler. Çağrıldıkları zaman veya insanlar çok komik bir iş
yaptıklarında alay kastıyla gidip konuşurlar. Bol bol yalan söylerler.
Kendilerine zarar verilmedikçe insanlarla uğraşmazlar. Vücutları çok dayanıksız
oldukları için, insanlar tarafından kaza ile kolayca öldürülebilirler. Ateşten
yaratıldıkları için sinirli ve kibirlidirler. Kendi aralarında sık sık
savaşırlar. Birçoğu ölür.
"Hüddam" denen
insanlar, cinler ve onların zaafları konusunda uzmandırlar. Birtakım usûllerle
cinleri çağırır ve esir alırlar. Cin, onun bütün emirlerine uymazsa, öldürürler
veya işkence ederler. Cinlere emrederler, başka insanlara zarar verirler. Aynı
şekilde cinlerin de "Hüddam"ları vardır. İnsanlara hizmet ederler.
Fakat bir müddet sonra, hizmetlerinin karşılığını isterler. Temasta oldukları
kişiler, onların istediklerini yerine getirmezlerse, başlarına değişik işler
açarlar veya boğarak öldürürler.
Cinler, yemekle ve başka
usûllerle insan bedenine girerler, girdirilirler. Birtakım hastalıklar
yaparlar. İnsanların damarlarında gezebilirler. Bu hususu, Peygamberimiz (sav),
"Şeytan insanoğlunun vücuduna girer ve damarlarındaki kan gibi
dolaşır." buyurarak, izah buyurmaktadır. Bütün
bunlar, sihirbazlar tarafından da
yaptırılabilir, hal böyle olunca da buna, "sihir" denir. Bu iş,
uzmanlarınca usulüne uygun bir şekilde, cinin etkisi ortadan kaldırılarak,
tamamen yok edilebilir.
Burada aklımıza bir soru
gelebilir: "Cin insanın bedenine giriyorsa, bir reenkarnasyon olmuyor
mu?" Hayır, olmaz. Reenkarnasyon' da, bir ruh,. yeniden bedenlendiği ve o
ruh bedeni terk edince, beden öldüğü ve tabii ki çürüdüğü iddia edilmektedir.
Sihirde ise ruha sahip canlı bir bedenin üzerine başka bir varlık, yani cin
etki etmekte ve onun iradesini ipotek altına almaktadır. Cin bedenden çıkınca,
kişi ölmez, aksine tamamen sıhhatine kavuşur.
Cinleri kullanarak ameliyat da
yapılmaktadır. Buna, parmakla yapılan, "kansız ameliyat" denmektedir.
Cinler, fincanla ruh çağırmak
veya hipnozda medyumu ruhlarla görüştürmek gibi yollarla, ruh veya cin
çağrılınca gelirler. Ya yalanlar söyleyerek alay ederler, ya da kendilerinin
arzu ettiği fikirleri aşılarlar. Kafir bir cin, birilerini kendisine taptırmak
için, eline geçen fırsatı kaçırmak istemez. Cin Sûresi'nin mealini veya
tefsirini okursak, bu anlatılanların ana fikrini orada görürüz.(35)
B İslama Göre Cinlerin özellikleri
1) Cinlerin Nitelikleri
İslam'a göre cinler; akıl, idrak,
irade ve şuur sahibi varlıklardır. Bu sebeple Allah'a iman etmekle, O'nun
emirlerine itaat ve ibadet etmekle mükellef oldukları da kaçınılmaz olacaktır.
Bu gerek Kur'anı Kerim'de Cin Sûresi'nde ve diğer ayetlerde, gerekse hadisi
şeriflerde bildirilmektedir.(36) Nitekim hem Peygamberimiz'e hem de Hz. Musa ve
diğer peygamberlere muhatap olup tebliğlerini dinlemişler ve bir kısmı iman
edip bir kısmı da inkar etmişlerdir.<37)
2) Evlenip Çoğalmaları ve ömürleri
Cinler, erkeklik ve dişilikleri
olan ve Kur'anı Kerim'de, cinsel yönlerine işaret edildiğine göre de, insanlar
gibi nikah yoluyla evlenen^), insanlar gibi üreyip çoğalan, doğup büyüyen ve
ölen varlıklardır.^9) Ancak ne var ki ömürleri insanlarınkinden çok daha fazla
uzundur. Bu konuda cinlerin 1000 ila 1500 seneye kadar yaşayabilecekleri
söylenmektedir/ ) Çünkü cinler farklı bir zaman boyutunda yaşamaktadırlar.
Orada zamanın akışı da farklıdır. Buna bağlı olarak, cinler yoluyla alındığı iddia
edilen haberlerin gaybi bilgiler değil, yaşa ve tecrübeye dayanan bilgiler
olduğu ortadadır. Zira bize kapalı olan gayb alemi onlara da kapalıdır.
3) iman ve Küfür Bakımından Durumları
Mümin, münafık ve kafirleri
bulunan cinlerin, kafirlerine şeytan denilmektedir.<4i) Cinler de, bu
dünyada imtihan olmak ve ahirette hesaba çekilip, cennete ya da cehenneme
gidebileceklerdir. İnsanlar da olduğu gibi, iman edip salih amel yapan, hayırlı
işler işleyenler cennete, inkar edip kafir olanlar, iman ve tevbe etmeden
ölenler de cehenneme gidecekler ve ceza göreceklerdir. Nitekim Kur'anı Kerim'de
şöyle buyurulmaktadır:
"Andolsun ki, Cehennem için
de birçok cin ve insan yarattık. Onların kalpleri vardır ama anlamazlar,
gözleri vardır görmezler, kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar
hayvanlar gibi, hatta yol bakımından daha sapıktırlar. İşte bunlar gafillerin
ta kendileridir. "(42) Başka bir ayet de şöyledir: "Allah hepsini bir
araya topladığı gün, Ey cin topluluğu! İnsanlardan birçoğunu yoldan çıkardınız'
der. İnsanlardan onlara uymuş olanlar, 'Rabb'imiz! Bir kısmımız bir kısmımızdan
yararlandık ve bize tayin ettiğin sürenin sonuna ulaştık.' derler. Allah da
buyurur ki: 'Cehennem Allah 'ın dilemesine bağlı olarak, temelli kalacağınız
durağınız dır.' der. Doğrusu Rabb'in hakim ’dir, bilendir. "(43)
4) Cinleri inkar Etmenin Hükmü
Yukarıda mealini verdiğimiz ayeti
kerimeye ve diğer bazı ayetlere göre gerek kafir cinlerden olan şeytanlar,
gerekse cinler, insanlara görünmeden onları gözleyebilir. Sağından solundan,
ardından ve önünden sokularak, onlara vesvese verip saptırabilir ve yanlış
yollara sevk edebilir ler.(44) Yine cinlerin de insanlar gibi yeryüzünün
sakinlerinden olduğu, varlıkları Kur'an ve Sünnet'le sabit bulunduğu için,
varlıklarını inkar etmek küfür sayılmıştır.^5)
Bugün artık bu konuda çok mesafe
katedilmiştir. Eskiden tespit edilemeyen pekçok şey bugün bilimsel yollarla
ispat edilmektedir. Cinler hakkında da elimizde pekçok döküman mevcuttur. Kitap
boyunca anlatılan hususlar ve özellikle bütün semavi/ilahi dinlerde konu
edilmesi, cinlerin varlığını ve onlara inanılmasını zorunlu hale getirmektedir.
İnsanların onları görememesi yok olduklarına delil olmaz. Çünkü insan, sadece
cinleri değil, daha pek çok şeyi de görememektedir. İnsanın görmesi, duyması,
anlaması da sınırlıdır. Özellikle varlıkların milyonda beşini
ancak görebildiğimiz ve ağrı,
sızı, sevgi, nefret, korku, akıl, elektrik, rüzgar vs. gibi, görmediğimiz
şeylerin pekço ğuna inandığımız da düşünülürse, bu konuda da görmememizin
inanmamamızı haklı kılmadığı ortaya çıkacaktır.
5) Cinler Yalancı mı?
Kur'anı Kerim ve hadisi
şeriflerde cinlerin yalancı oldukları ve Allah'a karşı yalan uydurdukları
bildirilmekte dir.<46) Ancak bunun yine iman ve takva ile alakası olmalıdır.
Çünkü müminin yalan söylemesi yasak olduğu gibi, cinlerin müminlerinin de, aynı
durumda olmaları söz konusudur. Bu itibarla yalancılar, ya kafir, ya da münafık
cinler olmalı ya da imanda kemale ermemiş cinlere mahsus olmalıdır.
6) Her Ülkede ve Her Şehirde Yaşarlar
Cinler, insanların meskûn olduğu
yerlerde yaşadıkları gibi, yeryüzünün diğer yerlerinde de yaşayabilirler. Asya,
Avrupa, Amerika, Arabistan, Türkistan, • Rusya vs. gibi ülkelerde yaşadıkları
ve buralara mensup oldukları gibi, bu ülkelerin şehirlerinde yaşayıp oralara da
mensup olabilirler ve Ankaralı, İstanbullu, Konyalı, Antalyalı, Bursalı vs.
diye adlandırılabilirler. Nitekim Rasûlullah (s.a.v.)'i dinlemeye gelen bir
kısım cinlerin Diyarbakır civarında bulunan Nusaybin'den oldukları
bildirilmiştir.<47) Ayrıca Hz. Peygamber'e gelen başka bir cin heyetinin,
Cezireli (48) olduğu ve Hz. Peygamber'in Medine'de müslüman olmuş bir grup cin
bulunduğunu^9) haber verdiği de yine hadislerle bildirilen hususlardandır. Buna
ilaveten, Hz. Pey gamber'i dinlemeye gelen bazı cinlerin de Yemen'li ve o
civarda bulunan NasibîVli cinler oldukları da bildirilmektedir.* )
7) Her insanın Bir Cini Vardır
Cinlerin insanlarla beraber
yaşadıkları da, öteden beri bilinen hususlardan biridir. Buna göre onların da
insanlar gibi teşkilatlanması, askeri, polisi ve bunların rütbelerinin olması,
her türlü İslami ve İslami olmayan sosyal, siyasi grupların ve partilerin de
bulunması, insanlarda galip olan zihniyet ve düşüncenin onlarda da, galip veya
mağlup olması, gelişmişliğin veya geri kalmışlığın bulunması gerekir. Yani
onlardaki hayat düzeni ve idare sisteminin de, insanları bir çeşit taklit
etmekten ibaret olması gerekir. Nitekim Müslim'in rivayet ettiği bir hadisi
şerifte, "Her insanın meleklerden ve cinlerden bir yoldaşı bulunduğu"
bildirilmiştir.^!) Cabir'den nakledilen bir hadisi şerifte Peygamberimiz
(s.a.v.); "Yanlarında kocaları bulunmayan kadınları ziyaret etmeyin. Çünkü
şeytan, herhangi birinizin damarlarında, kan nasıl akıyorsa o şekilde
dolaşmaktadır." buyurmuştur.
8) Cinlerin Meskenleri
Cinlerin ev ve mesken edindikleri
yerlerin genellikle çöplük gibi pis yerler oldukları, buraları yer edindikleri
anlaşılmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.), evlerde bırakılan çöplerin
cinlerin toplantı yerleri olacağını bildir miştir.<52) Ancak mümin hangi
cinsten olursa olsun pislikten hoşlanmaz. Bunun insanların, pislikten hoşlanan
veya dinen pis sayılan şeyleri yapanlar gibi, anlaşılmaları ve bundan cinlerin
de pislerinin ve kötülerinin, ancak böyle pis yerlerde yaşadıkları ve pislikten
hoşlanıp lezzet aldıkları akla gelmelidir. Bununla Hz. Peygamber'in İslam'daki
temizliğe dikkat çektiği ve görünmeyen cinler gibi, görünmeyen mikropların da
çabuk üreyip çeşitli hastalıklara sebep olabileceği hakkında da bazı âlimler
görüş beyan etmişlerdir. Çünkü bazı hadislerde cin kavramıyla mikropların
kastedildiğini de söylemişlerdir. (53) Ayrıca, Sahabe ve Tabiin döneminde,
cinlerin deliklerde yaşadığına dair bir inancın var olduğu da görülmektedir.
Bununla ilgili bir hadisi şerif şöyledir:
Abdullah b. Sercis (r.a)
anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v.), (Yer yüzündeki haşarat) deliklerine idrar
yapmayı yasakladı." Bunu sebebi müfessirlerden Katade'ye: "Bu
deliklere akıtmak niye mekruh kılındı?" diye sorulmuştu. O da şu cevabı
verdi: "Bunların cinlere ait meskenler olduğu söyleniyordu. "(54
9) Cinler insanları Çarparlar mı?
Gerek cahiliye inancında, gerekse
diğer din ve kültürlerde inanıldığı gibi, İslam toplumu geleneğinde de cinlerin
insanları çarptığına ve bir kısım hastalıklara sebep olduklarına inanılmaktadır.
Bu inancın kaynağının da yine Kur'anı Kerim ve bazı hadisler olduğu ileri
sürülmekte dir.(55) Bu cümleden olarak, Kur'anı Kerim'de faiz yiyenlerden
bahsedilirken, "Faiz (riba) yiyenler, ancak şeytan çarpmış olanın kalkışı
gibi, çarpılmış olmaktan başka (bir tarzda) kalkmazlar. "(56)
buyurulmuştur. Ayette geçen "mess" kelimesi, Arap dilinde
"delirmek" anlamına da gelir. Mecnuna, saralıya "memsu"
yani dokunulmuş, çarpılmış denilir. Bunlar anlaşılmaz gizli sebeplerden ileri
gelen fena hastalıklar olduğu için, cinlere ve şeytana nispet edilerek,
"cin tutmuş", "şeytan çarpmış” denilegeldiği de herkesçe
bilinen' bir şeydir. Bu tür hastalıkların şeytana ve cinlere nis
pet edilmesi hakikat mi, mecaz
olduğu meselesi ayrıca tartışma konusu yapılmıştır. Ancak bu ayette, kastedilen
esas mananın, faiz yemekten hasıl olan fenalığın dehşetini ve gizli sebeplere
dayandığını göstermektir.<57) Ayrıca bu konuyu "Hastalıklar ve Cin
Çarpması" bölümünde ele alacağımız için burada kısa kesiyoruz.
C Cinlerin Hareket Kabiliyetleri
Cinler, yapısı ve yaratılışları
itibariyle, insanlar gibi değildir. Bu yüzden insanların bağlı olduğu zaman ve
mekan kaydı ile de bağlı değildir. Cinler insanlardan daha hızlı, meleklerden
daha yavaştırlar. Konuyla ilgili olarak Fethul lah Gülen Hoca şöyle demektedir:
"İçinde yaşadığımız şu
pekçok yönleriyle izafi alemde kudret, kuvvet, konuşma tarzları, ağırlıklar,
zaman ve hız gibi şeyler izafidir. Mesela, cisimleri aynı büyüklükte olan bir
yumurta ile, yumurta kadar odun arasında ve yine aynı büyüklükteki taş, demir
ve civa arasında ağırlık yönünden mühim farklılıklar vardır. Bunun gibi,
cisimlerin kendilerine has düşme ve hareket hızları mevcuttur. Mesela ses,
belli bir hıza sahiptir. Işık ise, 'Ben maddenin hız sınırıyım.' der. Madde,
çekim gücü ile düşerken hızı devamlı artar; yani, ilk saniyede 5 metre
düşüyorsa, ikinci saniyede, düştüğü miktar ile o saniyenin karesinin çarpımına
eşit bir mesafeye ulaşır. Böylece, ikinci saniyedeki ulaştığı mesafe, 4x5 olur;
üçüncü saniyede 9x5, dördüncü saniyede 16x5, beşincide ise 25x5=125 metreye
varır. Ve, hız yükselip de belli bir doruğa ulaştığında zaman yavaşlamaya
başlar. Neticede, ışık hızına ulaşan madde, maddeliğini kaybedip, madde ötesi
bir mahiyet kazanır.
Durum, maddede dahi böyle
olduğuna göre, süratleri maddenin süratinin çok üstünde, hatta ışık hızının da
ötesinde olan ruh, melde ve cinleri görmememiz gayet normaldir. Einstein ve
Lorenz, maddenin hız sınırını ciddi bir fizik kanunu şeklinde sa
niyede 300 bin km. olarak tespit
etmişlerdir. Materyalistler, buradan hareketle, 'Evren sınırlı, dolayısıyla
evrenin ötesinde yine madde var.' şeklinde bir neticeye varmak istemişlerse de,
çalışmalar, maddeye has bu sınırın geçilebileceğini göstermiştir. Bilim
adamları, kütle kavramının dışında ışınların var olabileceğini matematik
formüllerle ispatladılar ve bunlara, 'Tachyon ve Syrnkoff ışınları' dediler.
Sürat sınırı aşıldıktan sonra ortada madde özelliği kalmaz; hız azalınca yine
maddeleşme, kütle ve görünürlük ortaya çıkar.
Madde için yapılan bu tespitlerin
ötesinde melek, ruh ve cin nin sürat ve mesafe kat etmesi konusu daha iyi
anlaşılmış olacaktır. Demek ki, izafiyetler aleminde bir yerde zaman ve mekan
kaydı artık söz konusu olmamaktadır." 0)
D Cinler Gaybı Bilebilir mi?
Kur'anı Kerim'de, cinlerin gaybı
(geleceği) bilemeyecekleri açıkça anlatılmaktadır. Hz. Süleyman'ın emrinde
çalışan ve çoğu cinlerin kafirlerinde ibaret olan yapı ustası cinlerden
bahsedilirken: "Eğer cinler, gaybı bilmiş olsalardı, öyle horlayıcı azap
içinde kalıp durmazlardı. "(1) buyurul maktadır. Çünkü Hz. Süleyman bir
ustabaşı gibi, değneğine dayanıp çalışmaları idare ederken eceli gelip ölmüş.
Fakat cinler bu ölümü anlayamamışlar. Nihayet değneğin , içerisine giren bir
ağaç kurdu, değneği yiyip kemirerek, kırılmasına sebep oluyor ve Hz. Süleyman
da düşüyor. İşte o zaman cinler kontrol edip öldüğünü anlıyorlar. Nitekim
Kur'an da bunu anlatıyor. Eğer gaybı bilmiş olsalardı, öğrendikleri anda
yaptıkları gibi yapar, işi çoktan bırakırlardı. Ama durum öyle olmamıştır. Bu
yüzden cinlerin gayba ait şeyleri bildikleri söylenemez/ ) Yine, Kur'anı
Kerim'de buyuruluyor ki:
"(Allah), gaybı bilendir. Öyle ki, gaybına kimseyi muttali etmez O."
(61) buyurarak, bu konudaki kesin ve net kuralı koyar. Bu sebeple cinlerin
söylediklerinin arasında doğruluk kırıntıları varsa da, bu yüzde yirmiyi
geçmez. Nitekim verdikleri haberlerin pekço ğunun yanlış ve uydurma olduğu,
onlarla iş yapanlar tarafından da, Kur'an ve Hz. Peygamber tarafından da
bildirilmektedir.
Cinlerin ve cinlerden haber alan
bir kısım falcıların, kahinlerin bilebildikleri veya atıp tutturdukları bazı
şeyler vardır. Bunlar da, Hz. Bediüzzaman'ın dediği gibi, bir takım bilgilerin
uygulanmak üzere, Levhi Mahfuz'dan, yola çıktıktan sonra, daha dünyaya
ulaşmadan ve uygulanmaya koyulmadan önce, Allah'ın bir çeşit posta memurları
sayılan melekler tarafından götürülürken, cinlerin gökyüzüne yükselip, o
bilgilere kısmen ulaşmasıdır. Onların da ne kadarına ulaşabildikleri
şüphelidir. Bu yüzden söylediklerinin hepsi çıkmaz, çoğunu süsleyip uydururlar.
Sihre yakalanmış kişiler
uyutulduğu zaman, bu kişilere, gerekli telkinler verilerek ve dualar okutularak
vücuduna girmiş olan cin çıkarılabilir. Hatta öldürülebilir. Medyum uyandıktan
sonra tesiri altında bulunduğu sihirden kurtulduğunu hisseder. Burada tedavi
eden ana etki, telkin de olabilir. Yani hipnozla, sihir tedavi edilebilir. Ama
nereye kadar? En azından uyutan kişi, sihir konusunda uzman olmalıdır. Değilse
hasta bir iken iki oluverir.
Zaten hipnoz için seçilecek
kişiler sihre karşı en zayıf kişilerdir. Bunlar kolayca tesir altında kalabilen
tiplerdir. Bu yüzden onları yönetmek de, istediğini telkin yoluyla söyletmek de
oldukça kolaydır. (Bununla ilgili bilgiyi kitabın ileriki sayfalarında Dr.
Hamdi Tutkun, Dr. İlhan Yargıç ve Doç. Dr. Kerem Doksat'ın açıklamalarında
bulacaksınız.) '
Ruhçular bu sanatlarda
uzmandırlar ve bu sanatları öğretmeyi ve acayipliklerini insanları kendine
çekmek için birer yem olarak kullanırlar. Hipnoz veya Yoga öğrenmeye gelen
şahsa bu sanat öğretilir gibi yapılıp oyalanırken ruhçuluk gizlice aşılanır.
Şunu da belirtmeliyiz ki, hipnoz
ve Yoga hayra da, şerre de kullanılabilecek bir sanattır. İtikadi hiçbir
hüviyetleri yoktur. Kendileri, bizzat kötü bir şey değildir. Ama Kerem Doksat
Hoca'nın da belirttiği gibi, tehlikeli birer sanattırlar. Sonuçta zararları
çoktur. Hipnozla uğraşanların ' tamamına yakınının, sonunda cinlere alet
oldukları bir vakıadır. Bir âleme giriyorsun, o âlemin cahilisin, zayıfsın,
korkuyorsun, birilerini rahatsız ediyorsun. Bu âlemi de göremiyorsun, savunman
yok. Tehlikesi de şüphesiz ona göredir.
Yoga veya hipnozla uğraşan insan,
ruhi dengeyi bir yitirirse bir daha yerine getiremez. Bu sırada hareketlerinin
anormalliğine bakan çevre, ona çoktan deli damgası basmıştır bile. Bu bunalım
içinde, kendisi de delirdiğine çaresiz inanır ve olay bir kısır döngü ile artar
gider. Cinler ve şeytan için de böyle meraklı kişiler çok iyi birer yemdir.
E Cinler Nasll Aldatırlar?
Hangi yolla olursa olsun, dindar
biri ile irtibat kuran bir cin, kendini ya ölmüş bir veli ya da bir melek
olarak tanıtır. Cinler, saptırmak istediği kişinin kayıtsız şartsız güvenini
kazanıncaya kadar hep hayır tavsiye ederler. Bir de bakarsınız ki, bir
tanıdığınız, meleklerle görüştüğünü iddia eder. Her anlattığı doğrudur. Hali değişmiştir.
Çok takva bir hayat yaşamaktadır. Geleceğe ait çok da önemli olmayan bazı
haberler verir. Hepsi doğru çıkar. Çevresi artık ona veli gözüyle bakar. O,
kendine ve görüştüklerine iyice güvenir. Mutlak güven kazandıktan sonra da
cinler, insanın benliğini ve büyüklük damarını okşayarak yapacaklarını
yaparlar. "Senin namaza ihtiyacın kalmadı. Bu tür
ibadetler ancak bu işe yeni
başlayanlar ve bu senin durumuna gelmemiş olanlar içindir. Allah senden razı
oldu. Sen artık, yüksek mevkilere ulaştın, ister namaz kıl, istersen kılma
derler." veya "Sen Mücedditsin, Mehdisin." derler. "Sen
Hızırsın" veya "Sen İsa Mesihsin." derler. Veya kişinin
zaaflarını tespit edip ona göre çeşitli telkin ve tembihlerde bulunurlar,
makamlar verirler. Sonunda dinden bile çıkarırlar. Çevremizde bu tip kişilere
rastlamamız mümkündür. Bu konuda cinler iyice tecrübelidir. Bizimse hiç yok
denecek kadar az tecrübemiz var. Bunların çoğu da duyup okuduklarımızdan veya
televizyonda seyrettiklerimizden ibaret.
İşte, tekrar doğuş adı altında
reenkarnasyon veya tenasüh tabirleriyle ifade edilen (veya yakında başka
tabirler de üretebilirler), bütün bunların hepsi, cinlerin; yalancı rüyalar,
vehimler, fısıldamalar veya hipnoz ve Yoga yollarıyla, ruhçulara telkin
ettikleri fikirler, aşıladığı yalanlardır.
Yoga ve hipnoz sayesinde
insanlar, cinlerle irtibat kurarak görüşmekte, onların yalanlarına kanarak,
oyuncakları olmaktadırlar. Böylece cinler de "Ulûhiyet" zevklerini
tatmakta ve bu zavallı insanlar yoluyla da, kendilerine taptırdıkları için, nefislerini
tatmin etmektedirler. Yüce Allah, bu hususu bize şöyle anlatarak:
"İnsanlardan bazı kimseler cinlere sığınırlar. Öyle ki, onların
azgınlıklarını arttırlardı. "(62) buyurmaktadır.
Aslında diyecekpekçok şey var
ancak, biz de yine Kur'an diliyle konuşup onlara gerekli cevabı uygun bir
dairede vermeye gayret edelim:
"(Ey Muhammed!) De ki:
"Hak, Rabb'inizden apaçık gelmiştir. Artık dileyen iman etsin, dileyen
küfretsin." Biz, zalimler için, alevi kendilerini kuşatacak olan bir ateş
hazırladık. Eğer yardım isterlerse, yüzleri kızartan erimiş maden gibi bir su
ile yardım okınurlar, O (su) ne kötü bir içecektir ve (o ateş) ne kötü bir
sığınaktır. "(63)
F Cinler Niçin Aldatırlar?
Cinler, medyumluk, falcılık,
müneccimlik, hipnoz gibi yollarla insanları sürekli aldatmaya devam ederler.
Çeşitli yalanlar uydurup, harikalar göstererek kendilerine kolayca inandırırlar
da. Veya sihir yoluyla kişinin bedenine girebilirler. Hastalığa da sebep
olabilirler. Bedenine girdiği kişinin bedeninde konuşabilirler; onu ikna
ederek, "Sen yeniden doğan falan kişisin" de diyebilirler. İkna
edemezlerse, istediklerini zorla da söyletebilirler. Sonra bakarsınız ki, bir
yaşındaki İngiliz kızı, 40 yaşındaki bir adam sesi ve edasıyla, Fransızca
konuşur. Ve o cin, ona sürekli kendisinin tekrar doğduğunu söyler. İşin
içyüzünü bilmeyen ve sağlam bir dini bilgisi olmayan herkes de ona inanıverir.
Cinlerin söylediği beylik
cümleleri toplayarak, "Ruhsal Tebliğler" adıyla; ilahi bir kitap
olarak basarlar. Kendilerinde buluverdikleri bu ayrıcalıklardan da çok memnun
olurlar ve o felsefeye inanırlar. Kendilerini de gerçeği görebilen herkesten
farklı bir Hristiyan veya Müslüman zannederler. Ruhçuluğa inandıklarını överek
anlatırlar. Oysa, inandıkları pekçok yanlış şey ile yanlışların doğruları götürmesi
gibi, imanları ellerinden gitmekte ve gönüllerinden silinmektedir. Bu konuları
daha önce anlattığımız için şimdi burada girmeyeceğiz.
Peki, cinler bunu niye yapsınlar?
Şu an yeryüzündeki Budist ve
Hindu gibi çoğu, doğrudan veya dolaylı olarak ruha tapmaktadırlar. Sayıları
milyarı aşan bu insanlar, ruh zannederek cinlere tapıyorlar. Cinlerin
telkinlerini tutuyorlar. Kafir cinler ve şeytanlar için, kendilerini İlah
zannederek bu keyfi tatmaktan daha tatlı ne olabilir ki?
Nitekim, "Ben cinleri ve insanları
ancak bana ibadet etsinler, kullukta bulunsunlar diye yarattım.',(64) ayetiyle
belirle
nen, kulluk sınırını aşan ve bunu
tahrif ederek, kendisine insanların tapmasını sağlayan ve kendilerine ahmak
kullar bulan şeytanlar ve cinler ile onların ahmak kullarının kıyamet günü,
hesapları görülürken yaptıkları bu çirkin iş, meleklerin şahitlikleriyle
yüzlerine çarpılacak ve rezil edileceklerdir. Bu husus, Kur'anı Kerim'de ifade
edildiği şekliyle, şöyledir: "(Yüce Allah), O gün onların hepsini toplar,
sonra da meleklere der ki: "Size bunlar mı ibadet ediyorlardı?" Onlar
da şöyle derler: Seni tenzih ederiz. Bizim velimiz, onlar değil sensin. Hayır,
onlar cinlere ibadet ediyorlardı. Çoğu onlara iman eden kimselerdi. "(65^
şeklinde, bir ifade ile, kendilerine ve Allah'a inanıp, ibadet etmediklerini,
ancak cinlere inanıp ibadet ettiklerini söyleyeceklerdir.
Şimdi, yeryüzünde cinlere
taptığını söyleyenler yok veya çok az. Acaba ayetlerde anlatılan, cinlere tapan
insanlar kimler? Şüphesiz ki, ruhçulardır.
Biz burada yerimizin darlığı
itibariyle ruhçuluğu tartışmıyoruz, ancak onun İslam'dan ayrı bir din veya bir
felsefe olduğunu anlatmaya, kendi kaynaklarına göre batıl bir inanç olduğunu
ortaya koymaya çalışıyoruz. Ve yine ruh çuluğun, "İslam dini ile hiçbir
ilgisi yoktur." diyoruz. Ruhçu lar da, İslam'la hiçbir ilgileri
bulunmadığını itiraf edip, müstakil bir din veya felsefe olarak, dürüstçe
karşımıza gelsinler, "Biz buyuz!" desinler, istiyoruz. Bundan sonra
da gerek ruhçuluk felsefelerine ve gerekse reenkarnasyon inançlarına İslam'ı ve
onun kaynaklarını, alet etmesinler istiyoruz. İşte o zaman onları muhatap kabul
eder, gerektiği şekilde tartışırız.
Kendilerini, Yoga veya Hipnoz
öğreten müslüman kişiler gibi tanıtarak ruhçuluğu anlattıkları müddetçe, ruhçu
ları muhatap alıp onlara karşı İslam'ı savunmanın gereksiz olduğu inancındayız.
Bu yolla kandırdıkları bir sürü insan ki, biri komşum, birçoğu da öğrencim. Bu
sahtekarlığa karşı, okumuş her müslüman, ruhçuların içyüzünü bilip çevresini
uyarmalıdır. Ruhçuluğun temel bir hakikat değil, cin aldatmasına dayanan, batıl
bir din olduğunu söylemelidir. Propagandalara kapılıp yoga, hipnoz ve meditas
yon gibi şeylere kalkışmamalı, kalkışanlara da zararları anlatılmalıdır.
G Dostane Birkaç satır
Daha önce de ifade ettiğimiz
gibi, cinler ikiye ayrılır. Sünni ve süfli cinler veya müslüman cinler, kafir
cinler. Cinlerin kafirlerine şeytan denir. Şeytan da bir cindir, yukarıda arz
ettik. Bu sebeple içimizde duyduğumuz bir kısım fısıltıları fısıldayan, vesvese
veren de odur. Onun vesveseleri daha çok saptırmaya yöneliktir ki, bunlara
kulak asamamak, Kur'an ve Sünnet ışığında ilerlemek, doğru yolu bulmak
demektir.
Cenabı Hakk, Kur'anı Kerim'de,
"Ey Adem oğulları, ben size ant vermedim mi ki: 'Şeytana kulluk etmeyin,
çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır; Bana kulluk edin, dosdoğru yol
budur.' demedim mi? "(66) buyurmakta ve insanoğlunun ezeli düşmanı şeytana
karşı onu uyarmaktadır. Yine aynı şekilde şöyle veya böyle, kendisini memnun
eden şeyler yapmaktan ve onu memnun etmekten de sakındırmakta dır. Zaten
yukarıda da beyan ettiğimiz gibi, şeytan, kendisine uyduğunu iddia ederek
kıyamet günü sızlananlara benim işim, size sadece vesvese vermekten ve bir
kısım vaatlerde bulunmaktan ibaretti. Oysa, onları yerine getiremeyeceğim
Allah'ın kitabında belirtilmiş ve Allah da size vaatlerde bulunmuştu. Ancak
siz, Allah'ı ve O'nun kitabını değil beni tercih ettiniz, nefislerinize hoş
gelen şeyleri yaptınız. İmandan, İslam'dan ve onun prensiplerinden tavizlerle
yaşadınız. Bugün siz de ben de zarardayız. Gücümün, kuvvetimin olmadığı,
vaatlerimin hiçbirini yerine
getiremeyeceğimi gördünüz. Bütün
söylediklerimin yalan olduğu ortaya çıktı. Binaenaleyh, zaten size benim böyle
birisi olduğum önceden haber verilmişti. O halde, "(Hesapları görülüp) iş
bitirilince, şeytan diyecek ki: "Şüphesiz Allah size gerçek olanı vâdetti,
ben de size vâdettim ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm
yoktu. Ben, sadece sizi (inkâra) çağırdım, siz de benim davetime hemen
koştunuz. O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın." diyecek ve
çaresizliğini şöyle ifade edecektir: "Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de
siz beni kurtarabilirsiniz! Kuşkusuz daha önce ben, beni (Allah'a) ortak
koşmanızı reddettim. "(6’ ') diyerek de, kandırdığı insanları yüzüstü
bıraktığı gibi, kendini kurtaramayacaktır.
"İnkar edenler, cehenneme
bölük bölük sevk edilirler. Sonunda oraya geldikleri zaman, kapıları açılır ve
onlara Cehennem'in bekçileri derler ki: 'Size Rabb'inizin ayetlerini okuyan ve
bugünle karşılaşacağınızı söyleyip sizi uyaran elçiler gelmedi mi?' Onlar:
'Evet.' derler. Ancak azap kelimesi kafirlerin üzerine hak oldu. Denilir ki:
'İçinde ebedi kalıcılar olarak, Cehennem'in kapılarından içeri girin. Büyüklüğe
kapılanların konaklama yeri ne kötüdür! "(68) Bu azarlama ve aşağılanma
yerine şöyle bir hitapla karşılaşmak daha güzel olsa gerektir:
"Rabb'lerinden korkup
sakınanlar da, bölük bölük cennete sevk edilirler. Sonunda oraya geldikleri
zaman, kapıları açılır ve onlara cennetin bekçileri der ki: 'Selam üzerinize
olsun, hoş ve temiz geldiniz. Ebedi kalıcılar olarak ona girin. (Onlar da)
Derler ki: 'Bize olan vadinde sadık kalan ve bizi bu yere mirasçı kılan Allah’a
hmndolsun ki, Cennetten dilediğimiz yerde konaklayabiliriz. Salih amellerde
bulunanların ecri ne güzeldir. "(69)
I. Kısım
REENKARNASYON'A GENEL BAKIŞ
Uzak Doğu'dan Batı'ya
Reenkarnasgon
Reenkarnasyon ya da yeniden
cisimlendirme nedir? Mısır'dan ve Uzak Doğu'dan Batı'ya ulaşan, daha çok ruhçu
luğa bağlı ortam ve düşünceyi etkileyen, gerek Müslümanlık, gerekse Yahudilik
ve Hristiyanlık tarafından reddedilen bir öğretidir.
Reenkamasyon öğretisine göre,
ölen bir insanın ruhu, bir ödüllendirme veya cezalandırma olarak ve bu insanın
yaşamı boyunca yaptığı iyilikler veya işlediği günahlarla orantılı şekilde,
başka bir canlıya, insan ya da hayvana geçirilir. Ahlâksal açıdan reenkamasyon
sonsuz bir ilerleyişin, bir ruhsal evrimin ifadesidir. Ruh son evrim noktasına,
kesin huzura kavuştuğunda, bedenden bedene geçmekle sürdürdüğü arayış sona
erer.
Brahman ve Budist inançlardan
kaynaklanan reenkarnasyon öğretisi, 12. yüzyılda Fransa'da Languedoc bölgesinde
merkezleşen kilisenin baskıları ile dağıtılan Arınmışlar (Cat hares) tarikati
sayesinde Avrupa'da yayılır ve yüzyıllar sonrası, taraftarlarını ruhçuluğa inananlarda,
teozofist örgütlerde bulur. Başta öncü Albay de Rochas olmak üzere derin
hipnozSeanslannda elde edilen ve geçmişe ait anılar sayılan ancak bilimsel
olmayan bazı bulgular reenkarnasyona destek gösterilmişler ve hâlen
gösterilmektedir.
Ruhçuluk'ta olduğu gibi
reenkarnasyon öğretisi de, bütün kitaplı dinlere karşı gelmesi bir yana, bir
başka aldatmaca olarak bir gelenek oluşturarak temellerini, Uzak Doğulu
kaynaklardan başka, Antik düşüncede (Fitagoras, Apollonius) bulmaktadır. Gerçi
Antik Yunan düşüncesinde varolan Metempsycose (tenâsuh) öğretisi daha çok
ruhların geçirdikleri değişimlerle ilgileniyorsa da temeli esasen ruhların
göçüdür.
"Ruhgöçü inancında çeşitli
anlayışlar yer almıştır." diye yazıyor, Orhan Hançerlioğlu ve devam
ediyor: "Kimilerine göre ruh, insan, hayvan ve bitki varlıklarına
göçebilir, kimilerine göre insan, hayvan ve bitkilerin ruhları başkadır ve
birinden ötekine göçemez. Kimileri ruh göçünün sürekliliğine, kimileri de
aralıklı göçlere inanırlar... Ruhgöçü, metafizik dünya görüşünün yararlandığı
boş bir inançtır."0')
Mısırlı'lar için bu ruhgöçünün
anlamı başka incelikler ve daha karmaşık anlamlar taşıyordu; ölüm sonrasında
ruhun geçirdiği değişimler, ruhun bilinç düzeylerindeki yolculuğu, mutlak olana
yaklaşması, ölüm sonrasında edindiği bilgi (inisyasyon), her aştığı paralel
evrenlerdeki yeniden bilinçlenmesi gibi.
Buna karşın ruhçu Allan Kardec'ın
yazılarına baktığımızda, ruhçuluğun anlattıklarının iyice girift olduklarını
farketmiş oluruz. Durum sadece beden değiştirmekle kalmıyor, birbirini izleyen
reenkarnasyonlar bu dünyada yer aldıkları gibi başka dünyalarda daha üstün veya
daha alçak başka gezegenlerde de gerçekleşiyor. Bu, Güneş sistemimizin dışında
bile olabiliyor. Bu açıdan Merih bizden geri, Venüs bizden daha ileri, Jüpiter
ise çok daha ileri gezegenler sayılmaktalar. Böyle bir süreç içinde reenkarnas
yona zorunlu olarak inanan ruhçuluk taraftarlarının, bir bilimkurgu yazarına
yakışır tarzda, uzak gezegenlerdeki yaşamlarından söz etmeleri, orada
rastladıkları başkaca
1 Orhan
Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul 1972, 2. Baskı.
ruhçu dostları anlatmaları ve'bol
sayıda "mesaj" almalarını hiç garipsenmemelidir.
Yine Kardec'in öğretilerine göre;
ruhların cinsiyeti olmadığından reenkarnasyondan, reenkarnasyona geçildiğinde,
cinsiyet değişimi olağan sayılmaktadır.
Batı ve Hristiyanlık, A'raf,
Cehennem, Cennet inançlarına uymadığı için reenkarnasyona karşı çıkıyorlar.
Uzak Doğu'da ise, başta Hintli'lerde, ruhun göçebeliği sorun yaratmıyor. Çünkü,
kendi inançlarına göre, ruh cennet veya cehenneme gitse de bu sadece bir süre
için oluyor, (yeryüzüne yeniden dönünceye kadar.) Hintlilerin Karma öğretisi de
zaten buna dayanmaktadır. İnsan doğarken bir önceki yaşamının artı ve
eksilerini de beraberinde taşıyor; eskiden dürüst olan dürüstlüğünü sürdürüyor,
kötü ise kötülüklerine kötülükler ekliyor.
Reenkarnasyon inancı ve Karma
öğretisi Hint dininden Budizm dinine geçiyor ve tarihsel Buda Sidharta Gautama
(M.Ö. 500) da, Budalar'ın (Buda=aydınlatılmış) bir reen karnasyonundan başka
bir şey değildir.
Uzak Doğu'dan Batı'ya geçen
reenkarnasyon kendine yakın Mısır ve Yunan (Eflatun) kaynakları ile
temelleşiyor. Kilise babalarından Origenes (185254) bir ara reenkarnas yona
yanaşır gibi görünse de reenkarnasyon, bir bütün olarak, İstanbul'da 553
yılında yapılan İkinci Konsil'de kilise tarafından sapkınlık sayılır. 12.
yüzyıldaki Arınmışlar gibi 13. yüzyılda Fransa'nın Albi şehrinde merkezleşen,
Albi genses (Albili'ler) adını alan tarikat da reenkarnasyona inanıyor, öğretilerini
bu temele dayandırıyor. Fakat Albigen ses'ler kilise tarafından yokedildikten
sonra, reenkarnas yona inanç da aforoz ediliyor.
Birinci Bölüm
Reenkarnasyon’un Çeşitli
Tanımları
Önce, "Reenkarnasyon "
ve "Tenasüh " kelimelerinin az
farkla, neticede aynı şeyi ifade
ettiklerini bilmekte yarar var. "Tekrar doğuş" anlamına gelen bu
terimler, "Transmigrasyon " terimi ile de ifade edilmektedir. Buna
göre biz de, bazen tenasüh, bazen reenkarnasyon, bazen transmigrasyon diyebilir;
yerine göre bu terimlerden uygun olanı kullanabiliriz veya bazen de hiçbirini
kullanmayıp, Türkçe şekliye, tekrar doğuş deyip, maksadı ifade edebiliriz.
Anlam bakımından hiç bir şey değişmez.
Tenasüh, nesih kökünden gelir ve
ruhların bedenden bedene göç etmesi manasındadır. Fransızlar "Metempsycose
" derler. (2) Bu anlayışa sahip olanlara göre, cesetler ruhların kalıpları
gibidir. Ruhlar, kışla mahiyetindeki bu kalıplar içine girer, yaşar ve
şenlendirirler. Girdikleri cesetler çözülünce de daha başkalarına ve bir devri
daim (devamlı dönüp durma) içinde, bu beden değiştirmeler sürer gider.
Tenasühçüler, ruhların bütün bir
varlık alemini içine alacak şekilde göç etme mecburiyeti olduğuna inanırlar.
Bir bölük ruh, insanların bedenlerinden hayvanlara, onlardan bitkilere,
cansızlara ve madenlere girip çıkarlar. Böyle karalardan denizlere, denizlerden
karalara bitip tükenmek
2 Abdülfettah
Şahin, Asrın Getirdiği Tereddütler, 1, 115.
bilmeyen cebri bir sevkiyat ile
beden değiştirmeye devam eder dururlar.®
Ruhun bir insan bedeninden diğer
insan bedenine intikaline "nesh", kendine münasip bir hayvan bedenine
geçmesine "mesh", ot ve ağaçlara girmesine "resh",
madenlere girmesine ise, "fesh" derler. (4)
Tenasüh, Arapça, "nesh"
kökünden gelmektedir.
Nesh; silme, iptal etme, çoğaltma
vs. gibi anlamlara gelmektedir. Nüsha, bir şeyin kopyası, kopyalama ve
istinsah, yani çoğaltma, tashih etme, düzeltme de aynı köktendir. Tekrar tekrar
basma ve çoğaltma veya bir şeyi kopyalama, veya kopyalanmış bir sayfası
demektir.®
Yine başka bir tanıma göre ise
Tenasüh: "Bir ölünün ruhunun, hayatı boyunca yaptığı eylemlerin niteliğine
göre veya işlediği günahların önemine göre, bir ödüllendirme veya cezalandırma
olarak bir başka, insan veya hayvan vücuduna girerek dünyaya gelmesidir. Ahlâkî
bir ilkeye göre tenasüh, doğanın yasası olan, sonsuz bir inkişafı ifade eder.
En üst kusursuzluk ve huzur kademesine ulaştığında ruh artık tenasühten
kurtulur."(6)
İkinci Bölüm
Reenkarnasyon ve Tenasüh
IMetampsikoz Farkı
fazla bedene intikal etmesi veya
çeşitli bedenlerde tekrar tekrar dünyaya gelmesi demektir. Bu da, ruhun başka
bir bedenle, yeniden dünyaya gelmek üzere yeni bir bedene geçmesi demek olan,
"Enkarne " ve tekrar doğuş anlamına gelen, "Reenkarnasyon"
ile aynı anlama gelmektedir. Her iki terimin de ifade ettiği anlam aynı.
Farkları ancak, dünyaya geri gelmek ve tekrar doğmak için gösterilen sebep.
Tenasüh, ceza veya mükafat için geri geldiğini iddia ederken, reenkarnasyon
tekamül edip olgunlaşmak için geri geldiğini söylüyor. Neticede ikisine göre de
geri geliyor. Ama ceza çekerek olgunlaşmak veya tekamül etmek için geri gelmek.
Bağışlayın lütfen; ha Hasan kör, ha kör Hasan... Ne fark eder, ikisi de aynı
kişi değil mi!?
Bu yüzden biz, kitap boyunca her
ikisinin de ihtiva ettiği fikirler doğrultusunda, konuları ele alacak ve konuyu
tek kelimeyle ifade etmeye çalışarak, reenkarnasyon tabirini kullanmaya gayret
göstereceğiz. Ancak kaza ile kalemimizin ucundan tenasüh çıkmışsa, siz bununla
reenkar nasyonun kastedildiğini, bunun da tekrar doğuş anlamına geldiğini
düşünününüz. Çünkü aslında aralarında çok fazla bir fark olmamasına rağmen, neospiritüalistler
yani çağdaş ruhçular, pekçok yönleri ile tenkite uğrayıp, tutunacak dalı
kalmayan tenasüh kelimesi eskidiği için, onun
yerine reenkarnasyon kelimesini
veya tekrar doğuş tabirini kullanmaktadırlar. Böyledir, çünkü değerli yazar
üstad Gi ovanni'nin de dediği gibi, daha önceden de metampsikoz tabiri
kullanılarak, aynı şeyler ifade edilmek isteniyordu. Yani bütün bunlarla
ruhçular demek istiyorlar ki: "İnsanın tekamülü için bir kere dünyaya
gelmek yetmez, bu yüzden (haşa) Allah yaptığı bu hatayı telafi etmek için,
onların iradelerini kendi ellerine vermiş ve defalarca, yüz kere, bin kere, yüz
bin kere veya daha fazla kereler, olgunlaşıp, tam tekamül edinceye, yani melekleşip
cennetlik oluncaya kadar (ancak, ona da ne kadar inandıkları su götürür), ruh,
değişik bedenlerde dünyaya gelir ve gider!"
Oysa ki, eşya zıddıyla bilinir.
Allah hariç, her şey bir bakıma zıddıyla tarif edilir ve kıymet kazanır. Işık
karanlıkla, gece gündüzle, iyilik kötülükle, adalet zulümle, ateş su ile, sıcak
soğukla, yaz kışla, helal haramla, güzel çirkinle, doğru yanlışla, yumuşak sert
ile, kadın erkekle, kalleş mert ile... bilinir. Gece olmasa gündüzü
bilemeyeceğimiz ve kıymetini takdir edemeyeceğimiz gibi, gündüz olmasa da
geceyi bilemeyeceğiz gibi takdir ve tarifini yapmamız da mümkün olmayacaktır.
İyilik, kötülük için bir ölçü, kötülük de iyiliği takdire yarayan bir ölçüdür.
Cehennem olmasaydı Cennet'i, Cennet olmasaydı da Cehennem'i bilemeyecek ve
takdir edemeyecektik. Bu yüzden Bediüzza man Hazretleri'nin dediği gibi;
"Cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değildir. " Yani, cennete
ne kadar ihtiyaç varsa, o kadar da cehenneme ihtiyaç vardır ve lüzumludur.
Birini diğerinden ayırmak, biri olmadan öbürünü düşünmek mümkün değildir. Bu
Allah'ın adaletli ve hakkaniyetli oluşunun delilidir.
Kelime oyunlarına başvurmalarına
gerek yok, ifade etmek istedikleri şey aynıdır.
Ülkemizde bu konu üzerinde yoğun
çalışmalar yapan Ruh ve Madde Derneği olarak bilinen bir dernek var. Bu
derneğin kurucusu Bedri Ruhselman'dan sonra başkanlığını
yapan ve reenkarnasyon konusunda
yoğun çalışmalarda bulunan Ergün Arıkdal ise, reenkarnasyonu şöyle tanımlamaktadır:
"Reenkarnasyon: Osmanlıcası,
tecessümü mükerrer, teces südü mükerrer. Türkçesi, tekrar doğuş, tekrar
bedenlenme yeniden doğum. Reenkarnasyon bir tekamül aracı olarak evrensel bir
yasadır. Tekamül etmekte olan her varlık, madde içinde deneyim ve görgüsünü
artırmak için çeşitli bedenler ve kimlikler içinde, sayısız kereler maddesel
alemlerde doğarlar. Tekrar tekrar doğma, tam bir ilahi yasadır. Reenkarnasyon
inanç ve bilgisi dünyanın en eski inanç ve bilgisidir. Bütün milletlerde ve
bütün kutsal metinlerde bunu göstermek mümkündür... Tekrar doğmak bir kefaret ve
ceza değildir. Varlık dünyaya her gelişinde geçmiş hayatlarının toplu ürünü
olan bir durumla karşılaşır. Bu toplu ürün varlığın kendi faaliyetlerinin bir
sonucu olarak meydana gelmiştir. Kendisi kör bir kaderin mahkumu değildir.
Varlık kendi özel kaderini bizzat kendisi meydana getirir. Bu kadere doğuda
Karma denir.... Ve tekrar doğan varlık böylece artık o maddesel ortamda
(örneğin dünyada) doğmayacak bir liyakate ulaşıncaya kadar bedenlere girer ve
çıkar. Nihayet okuldan mezun olurcasına, zorunlu olarak dünyaya doğmaktan
kurtulur... "(7)
Dikkat edilirse burada
reenkarnasyon için, "Bütün kutsal metinlerde bunu göstermek
mümkündür." diye iddiada bulunuyor. Yani: Kur'an'da da reenkarnasyona
delil vardır veya "Kuran 'a inanan müslüman da reenkarnasyona inanmaktadır.
" gibi bir iddia da vardır. Bu konudaki düşüncelerimizi ileride konuları
tek tek ele alıp incelediğimiz yerlerde söyleyeceğiz.
Yine aynı yayınlardan bir bölüm:
"Tekamül ederek ilerleyen varlık, öyle bir noktaya gelir ki, o, içinde
bulunduğu buudun hakimi durumuna gelir. Artık varlık, o buud içerisinde bedenle
nerek tekamül etme ihtiyacını aşmıştır ve o tekamülün bu üstün
7 Ergün
Arıkdal, Metapsişik Terimler Sözlüğü, "Reenkarnasyon" maddesi.
merhalesinden sonra enkarne
olmayan (tekrar doğmayan) bir varlıktır. Örneğin, bizim yüksek ruhi planlar
olarak nitelendirdiğimiz idari merkezler bu tiptendir. Onların tecrübe ve
tekamülleri enkarne varlıklar üzerindeki tatbikatları ile sevk ve idareleriyle
ortaya çıkar. "(8)
Üçüncü Bölüm
Geçmişten Günümüze Reenkarnasyon
Reenkarnasyon düşüncesi, en yoğun
olarak Doğu dinlerinde geliştiyse de değişik zamanlarda dünyanın pekçok yerinde
ortaya çıktı ve şimdilerde Batı'da ruhun ölümden sonra Cennet'e ya da
Cehennem'e gittiğine dair Hristiyan görüşünden daha güçlü olarak, pekçok
insanın ilgisini çekmeye gittikçe artarak devam ediyor. Hris tiyan düşüncesi
doğruysa, insanın, ruhunun kaderini belirleyecek yalnızca bir tek hayatı
vardır. Ancak reenkar nasyon teorisinin postulalalarına (faraziyelerine) göre
insanların hayatları bir merdivenin basamakları gibidir. Her seferinde yeniden
doğmakta veya geri düşerek ya da önceki hayatını iyi yaşadığında yukarılara
doğru yükselerek gelişir. Bu teorinin cazibelerinden biri, çilenin mevcudiyeti
ve bazılarına mutlu, diğerlerine bedbaht hayatlar veren kaderin adaletsizliği
hakkındaki açıklamalarıdır.
"Reenkarnasyon düşüncesi,
hem dünyadaki ilkel insanların inançlarında, hem de pekçok yüksek, gelişmiş
dinlerde birden ortaya çıktığı için muhtemelen dinler kadar eskidir. "
"Upanişadlar olarak bilinen
eski kutsal Hindu metinlerine göre ruhun öldükten sonra Cennet'e ya da
Cehennem'e gitmesi, yalnızca, dünyaya geri dönmeden önce geçici bir
konaklamadır. Hinduizm, insanın önceki hayatından getirdiği sorumluluklar ve
erdemler dengesi ile doğduğuna dair, 'Karma Doktrini' ile beraber gelmiştir.
"
"Hindu reenkarnasyon inancı,
hayvan biçimine ya da daha aşağı kastlara geçişi kabul eder ve cazibesini
azaltıcı yanlarından biri de bu teorinin kast sistemini güçlendirmeye yardım
etmesidir. "
"Reenkarnasyon, Hindu
düşüncesine Karma Doktrini ile Budizm 'den geçmiştir.
"Tibetli'lerin Ölüler
kitabına göre, ölümden sonra bilinç (şuur) hiçbir hedefi olmaksızın bindiğiniz
atın göğsüne dolan hava gibi, dönüp duracaktır. "(9)
A Eski Mısır ve Yunan'da Reenkarnasyon
Hiç şüphesiz ki, reenkarnasyon
yeni bir şey değil. Eskiden "tenasüh" olarak bilinen bu inanç, çok
eski tarihlerden beri çeşitli sebeplerden dolayı insanlar arasında var olmuş ve
yine her zaman arkasında bir sürü şüphe ve tereddütler bırakarak varlığını
korumuştur. Bir şeyin eski olması, onun doğru olmasını gerektirmez. Özellikle
İslam dini gelmeden önceki bütün inanç ve felsefeler, onun gelişiyle süzgeçten
geçirilmiş, ya cerh ve tadile (inanç ve fikir operasyonuna) uğramış,
yanlışlıkları tashih edilerek, doğruları ortaya konmuş veya hükümleri tamamen
ortadan kaldırılmıştır. Reenkarnasyon da cerh ve tadile uğrayan eski
inançlardan birisidir ki, haşir akidesi, yani öldükten sonra başka bir âlemde
yeniden dirilip, ceza veya mükafat görme inancı, onun yerine ikame edilmiştir.
Tarihçilerin babası sayılan Herodot, diyor ki:
"Esas tenasüh akidesi
animizm ve totemizm ile başlamıştır. "(10) Halbuki, firavunlarda da biz bu
inancı görüyoruz. Yani eski Yunan feylesoflarından önce bu yanlış akide
Mısır'da, Nil deltasında mevcuttur. Firavunlar, apaçık tenasüh akidesine
inanmış olarak karşımıza çıkıyorlar. Böyle bir meselenin, köksüz dahi olsa
yayılmış bulunması müslümanları da çok meşgul etmiştir. Hatta buna bağlı olarak
Müslümanlar arasında da böyle yanlış bir inanış vardır. Bazı yerlerde, bazı
düğün alaylarının ve menhiyat (yasak edilen şeyleri yaparak günah) işleyenlerin
taşa döndüğü anlatılır. Bu anlayış bir bakıma ters bir tenasüh anlayışının
ifadesidir. Hatta bu türlü esatir (masallar) Tevrat'ın içine de girmiştir.
Mesela Hz. Lut'un hanımı Ekide'nin, tuzdan bir heykel haline geldiğini Tevrat
anlatır. Tevrat'ın içine de böyle taş olabileceği fikri girmiştir. Bunlar,
esasen ya kadim Yunan'dan veya Mısır'dan gelmiş şeylerdir. ^
Bir kısım çevreler, reenkarnasyon
inancının çok köklü ve eski olduğuna inanırlar. Hatta, bunun için bir sürü
tarihi masala başvurulmakta, Herodot'un naklettiği, çoğu yalan hikayelere birer
hakikat nazarıyla bakılmaktadır. Ovi de'nin renkli ve zengin masalları bu işe
kaynak gösterilmeye çalışılmaktadır.02)
Biz de, biraz aşağıda
"Batida Reenkarnasyon" başlığının sonunda, bu bilgilerle paralellik
gösteren Clifford Bax'ın böyle bir hikayesinin özetini nakledeceğiz. Böylece
reen karnasyon düşüncesinin, aslında çocukları eğlendirmeye yarayan, hayal ürünü
bir kurgudan başka bir şey olmadığı anlaşılmış olsun.
Reenkarnasyon inancı, başta eski
Mısır dinlerinden "Atenizm" olmak üzere, Nil kıyılarında bulunan
diğer dinlerde vardır. Bu yüzden firavunlar, cesetlerini mumyalatıp başka
ruhların girmesini veya kendi ruhlarının başka bedenlerle dünyaya geri
gelmesini beklemişler. Kıymetli eşyalarını ve paralarını kabirlerine koydurup
piramitlerin içine saklamışlar. Ebediyet arzularını da böylece tatmin etmeye
çalışmışlar.
Reenkarnasyon, M.Ö. 950 yıllarına
kadar uzandığı söylenen ve sadece ahlâk öğretisine dayanan, ancak iman ve inanç
esasları olmayan bir felsefeden ibaret olan, Buda tarafından kurallaştırıldığı
söylenen ve bâtıl bir din olan Budizm ile, çile ve ıstırap çekmeye dayanan ve
hayatı hepten karanlık gören Brahmanizm'de ve bu dinlerden etkilenmiş olan
diğer bâtıl dinlerle Çin ve Hint dinlerinden bazılarında da vardır. Yine tahrif
edilmiş olan Hristiyanlık ve Musevilik ile Yunan dinlerinde de tenasüh
(reenkarnasyon) inancı vardır. Ayrıca Şiilerin "Gulat" denilen aşırı
mezhepleri ile, Nusayrilerde de reenkarnasyon inancı vardır. Bunlar, Hz. Ali'yi
hiç tanımayanlarla, sevmeyenlerin yılan, akrep ve domuz suretlerine
gireceklerini iddia ederler. Yezi diler de tenasühe inanırlar ve hatta domuz,
maymun ve sair hayvanların şekil ve beden değiştirmiş ve bu suretle
cezalandırılmış birer insan olduklarını söylerler. Aslında onlar bu
düşünceleriyle sevgili Peygamberimiz'in bir hadisine gelip toslamışlardır ki, O
(sav) bir gün şöyle buyurur: "Ya Ali! Seninle, biri sevgide, diğeri
düşmanlıkta ileri gitmekle iki grup insan helâk olacak. Sende Hz. İsa (as)
gibi, iki kısım insan sapıklığa düşüp helak olacak. Hristiyanlar, Hz. İsa 'ya
duydukları aşırı sevginin sonucu olarak, 'Allah 'ın oğlu' dediler; Yahudiler de
düşmanlıkta ileri gidip onun peygamberliğini ve üstünlüğünü inkar ettiler.
Senin hakkında da, bir kısmı muhabbet de meşruluk sınırını aşıp haddi tecavüz
ederek, muhabbetinden helak olacaktır ki, onların bir lakabı vardır ki, 'Rafızi
denilir. Bir kısmı da düşmanlıkta çok ileri gidecekler; onlar da 'Hariciler' ve
Emevilerin bir kısım müfrit taraftarlarıdır ki, onlara da, 'Nasibe' denilir.
"03)
Öte yandan, yine Zühre ve Süheyl
yıldızlarının cezalandırılmış bir kral ve kraliçe olduklarına inananlar da
vardır. Reenkarnasyoncular, akla ve mantığa sığmayan bu saçmalıkların yanı
sıra, âhireti, kaderi, melekleri, özellikle Cebrail (as)'i ve adını
değiştirerek (yani, rehber varlık veya ıuedyum_diyerek) peygamberleri de inkar
ederler.
Reenkarnasyon inancı, dünyanın
doğusunda ve batısında yaygındır. "Yanlış bir fikir nasıl bu kadar yaygın
bir hale gelebilir?" denilmemeli. Çünkü komünizm de bir fikir olarak
başlangıçta Almanya'da ortaya çıkmıştır. Bir kısım cahiller, Marks ve Engels
için (haşa), "Allahsız, kitapsız peygamber zuhur etti." diyerek,
arkalarına düşmüşlerdir. Asrımızın başında Rusya'da, mujik bir tip ortaya
çıktı. Bunlar, cahil, tevekkülsüz, itikatsız, fakir ve fakat aynı zamanda
zenginin servetine düşman olan bu acayip insanlar, onların fikirlerinin peşine
düşmüş ve liderlerine itaat ve sadakatlerinden dolayı da bu fikir
yaygınlaşmıştır. Önceleri çok fazla önemsenmeyen, sonra da sindirilip kökü
kazınmak istenen bu fikir akımı, daha sonra her yere yayılır ve koskoca
Rusya'yı ve Çin'i esareti altına alır. Avrupa'nın yarısını işgal eder. Şili'ye
gider. Orada hükümran olur. Türkiye'ye gelir burada paralar sarf eder. Bu
durum, bu fikrin, behemehal çok sağlam, köklü, isabetli, fıtri ve tabii
olduğuna delalet etmez. Belki avânelerinin, yardımcılarının gayretkeşliğine,
civanmertliğine veya hedefi menfaat olanın, o menfaati elde edebilmek için bu
mevzuda dişlerini, tırnaklarını sıkıp sahip çıkmalarına bağlıdır/14) Nitekim,
insan fıtratına uygun olmadığı için 1990'a kadar dayanabildi ve 70 sene, için
için yanıp eriyerek tükendi. Bilindiği gibi, 1990'dan sonra da, yıkılıp gitti.
Reenkarnasyon inancı da, önce
"tenasüh" sonra "me tampsikoz" adları altında, yanlış bir
fikir olmasına rağmen, gelecek hakkında vaat ettiği süslü hayaller sayesinde
yayılmıştır. Bir gün o da silinip gidecektir. Bugün bir kısım meşhur kimseleri
ikna ederek veya onların belli şeyler karşılığında kendiliğinden kolayca ikna
olması karşılığında buraya kadar gelebilmiştir.
Bu inanç, harcanan büyük paralar
ve kullanılan şöhretlerle, televizyonların marifetiyle bir müddet daha devam
edebilir. Ancak, en azından İslam
ülkelerinde ömrü uzun değildir. Çünkü artık her duyduğuna inanmayan ve değişik
kişiye soran, okuyan, araştıran bir nesil var ortada. İslamî cephenin tarihi
köklerinde var olan ve inanç atmosferinin şekillenmesinde emeği geçen müslüman
kelamcı lar, bu fikri kayda değer bulmadıkları için çok fazla meşgul
olmamışlardır. Sadece tenasüh akidesiyle ilgili olarak, ortaya çıkan sorunları
ve soruları gidermek için izah ve ikazlarda bulunmuşlar, bu meseleyi baştan sona
reddetmişlerdir. Ehli Sünnet Ve'l Cemaat'in kitaplarındaki konuların arasına
tenasüh veya reenkarnasyon inancı diye bir konu bulmak mümkün olmadığı gibi,
böyle bir inancın varlığından ve olabilirliğinden de söz edilmemiştir.
B Eski Mısır'da Reenkarnasyon
Yukarıdan beri anlatılanlara
dikkat edildiği takdirde, bu batıl inancın temellerinin eski Mısır'da
firavunlara dayandığı görülür. Reenkarnasyon veya tenasüh inancı, mumyalama ve
ehramlar işinin ötesinde görülüyor. Bu sebeple cesetlerine mumyalar yaptırmış
ve şehirlerine ehramlar dikmiş olsalar bile, sebep yalnız bu değildir. Bu
inancın temelinde, ahiret ve hesap duyguları da yatmaktadır.
Mısırlılar, en eski zamanlarda
bile öldükten sonra hayatın devamına, ruhun yaşadığına inanırlardı.
Mezarlarındaki zenginlik de bunun ifadesi olsa gerektir ki, eskiden, ölen bir
kişinin mezarına her türlü yiyecekiçecekten, kapka cak eşyalarına varıncaya
kadar, hemen herşey konulurdu. Özellikle, güneşin günlük dönüşünün onlar için
ayrı bir anlamı vardı. Bu da, insan ruhunun gelecekteki hayatının tasviri
demekti.
Ra'ya, yani Güneş'e, dünyanın ve
hayatın yaratıcısı ve koruyucusu gözüyle bakıyorlardı. Güneş'in gök yüzündeki
değişik durumlarının, başka başka tanrıların kişiliklerini yansıttığına inanan
Mısırlılar, öğle üzeri Güneş'ine (Güneş tam dik vaziyette iken olan şekline) Ra
derler ve gök
Reenkarnasyon inancı Mısır’daki
firavunlar dönemine dayandırılır.
teki bütün cisimlerin sembolü
olduğuna inanırlardı. Batan Güneş'in adı Osiris, Güneş'in battığı andaki adı da
İsis idi. Osiris, İsis'in kocası ve Horus (doğan güneş), ikisinin oğluydu. Bu
saatlerde onlara secde eder, ibadetlerde bulunurlardı. Demek ki, Peygamber
Efendimiz'in bu saatlerde, yani Güneş tam doğarken ve batarken ve tam tepede
iken ibadet etmeyi yasaklamış olması, belki de bu inançla ilgili kalıntıların
yok edilmesine bağlıydı.
Yine Mısır inançlarını anlatan
"Ölüler Kitabı "na göre, bu dinin inanç esaslarından birini tekrar
doğuş oluşturmaktadır. Bu kitabın konusu, "ruhun yeryüzündeki hayatı,
ölümden sonraki temizlenişi, uluhiyetle en son birleşmeye kadar yeni bir
tecrübe için yeryüzüne tekrar dönüşüdür. "05)
Tarihçi Herodot, bu konuda şöyle
demektedir: "Mısırlılar, insan ruhunun ölümsüz olduğunu, ölümden sonra
ruhun, o anda doğmakta olan başka bir mahluka göçtüğü doktrininden ilk
bahsedenlerdendir. Ruhun, yeryüzü, deniz ve bütün havanın, bütün mahlukatın
hayatını yaşadıktan sonra yeniden insan bedenine girdiğini ve bu seyahatlerinin
3000 sene sürdüğünü söylerler. "06)
Bu ifadelere çok iyi dikkat etmek
lazım. Çünkü ileride söyleyeceğimiz şeylerin hepsi bunların üzerine bina
edilecektir.
C Hindistan'da Reenkarnasyon
Halkı oldukça hassas ve romantik
olan, duygusal davranan ve drakula filmlerini bile, egzotik şarkılarıyla
süsleyen ve şeytanın şerrinden, vampirin kötülüklerinden şarkılarla
kurtulacağını düşünen Hindistan halkı arasında da, her iki yönüyle tekrar doğuş
ve reenkarnasyon inancı vardır ve hem de oldukça yaygındır. Ganj nehri
havzasında, özellikle ebediyet fikrinin düşkünü ve ebediyet fikrinin aşığı olan
bu romantik tipler, hiç olmazsa ruhların ebedi kalması mevzuunu tenasühle dahi
olsa devam ettirebil ■
mek için böyle
bir şeye girişmişlerdir.
Önceleri, sadece tekrar doğuş
(enkarne) şeklinde kabul edilen inanç, sonradan tenasüh ve reenkarnasyona
dönüşmüş ve defalarca, tekrar doğuş şeklini almış ve insanın yeniden doğduğu
zaman gelecek hayatında ne olacağına ve yeryüzündeki hayatının hangi bedende
gerçekleşeceğine bir önceki hayatında nasıl yaşadığı ölçü olacaktır, fikri
yerleşmiştir. Bugün de sık rastlanan bir inanca göre, insan öldükten sonra
ruhlar Ay'a gitmekte ve Ay'ın büyüme süresince orada kalmaktadır. Ay küçülürken
de yağmur şeklinde dünyaya inmekte ve eski iyi veya kötü yaşantısına göre ceza
veya mükafat olarak insan, bitki, hayvan, taş, ağaç, maden vs. herhangi bir
bedene girmektedir. Ayrıca bazı tanrıları hayvan isimleriyle belirleme
düşüncesi, rüzgar ve fırtına tanrısı olan Marut'un annesinin bir inek olduğuna
inanılması reenkarnasyon düşüncesinin neticesidir. İşte bu yüzden bazı
hayvanlara, taşlara ve ağaçlara kutsallık atfedip, tapınırlar.
Hint dinlerinden Budizm,
Brahmanizm (Hinduizm), Ja inizm vs. dinler, genellikle insan ruhunun
olgunlaşması için çile ve ıstırap çekmesi gerektiğine, bu çile ve ıstıraplardan
sonra da olgunlaşıp Nirvana'ya ulaşacağına inanırlar. Nirvana, ruhun
olgunlaşarak ulaştığı en yüksek mertebedir. Bunun da ancak, pekçok bedene girip
çıkarak, değişik cezalar çekilerek gerçekleşeceğine inanılır.
Dikkatle okunması ve iyi
bilinmesi gerektiğine inandığımız bir konu ise, belki de reenkarnasyon
inancının ortaya çıkmasının asıl sebebini teşkil eder. Bir kısım Dinler Tarihi
araştırmacı ve yazarları ile Marksizm'in de elinde malzeme olarak kullandığı;
"Din ve inançların diktatörlerin elinde baskı malzemesi olarak kullanıldığı"
fikrine uygun olan şu görüşlerdir:
"Hinduizm'in dini
kitaplarından biri olan Vedalar'a göre, iyilerin gittiği bir Cennet ile, kötü
ve günahkar kişilerin gittiği bir Cehennem inancı vardır. Tekrar doğuş inancına
göre ise, bir dinsiz kişi, eğer uslanır ve inanırsa, cezasını bitirip Cehennem
'den kurtulma şansına sahip, ancak bunun tam tersine inanıp iyi işler yapan bir
dindar kişi de yeryüzünde acı ve ıstıraplarla dolu doğuşlar geçirip sınanmak
üzere Cennetten sürülebiliyor. Hiç kimse, öldükten sonra nereye gideceğinden
emin değildir. Bu inancı rahipler kullandı ve bu sayede dindar kişiler üzerinde
bile büyük baskılar kurup, nüfuz sağladılar. Sonraları bu inanç değişti ve
doğumların ebedi dönüşümünün ki, buna Samsara denir sona erebileceği inancı
yaygınlaştı. Yine Brahmanizm 'e göre, insan hırs ve bilgisizlikten
kurtulabilirse, tekrar doğmaktan da kurtulabilir. Çünkü bilge kişinin ismi ve
cismi kaybolur, isminden ve cisminden kurtulur, Brahma'yı bulur ve Brahmanla
şır. Brahman ise, günahı, kaderi, ölümü geçiştirir, bedenini zincirlerden
kurtarıp ölümsüzleşir." 077
Bu görüş, size ruhçuluk ve
cincilik konularında naklettiğimiz, "ruhçuların cinlere tapması ve
ruhların
Budizm, Hinduizm gibi Doğu
dinlerinde çile ve ıstırap çekerek ruhun olgunlaşıp Nirvana’ya ulaşacağına
inanılır.
D Tibet'te Reenkarnasyon
"Tibet'te,
"Namşes" olarak ifade edilen ruhun, bedene bağlı olduğuna ve fakat
bedenle tam olarak uyumlu olmayan bir varlık olduğuna inanılır. Böyle uyumlu
olmayan bir ruh, ölüm anında bedenden ayrılır ve başka yeni bir bedene girmek
için dolaşır. Ancak, istediği bedeni seçme hakkına da sahip değildir. Daha
önceki bedende yaptığı işlerin neticesine göre bir bedene girer. Bunu tayin
eden yüce bir güç yoktur. Ruhun girdiği beden, pek çok canlanışlara kaynak
olmuş ve ruhun kabul edilmesine izin verecek yeni bir elbise gibi
değerlendirilen başka bir bedendir. "(18>
"Kişinin kaderi, beden ve
ruh faaliyetleri ile alakalı olarak sürekli değişir. Bu ölüm ve yeniden doğuş
zinciriyle, sürekli devam eder durur. Tibet inancına göre aslında kişi,
yaptıklarının karşılığını görmekte ve ektiğini biçmektedir. Öldükten sonra
kişinin karşısına çıkan hakim, onu yargılamayıp hakkında bir karar vermek
yerine, sadece yaşantıları süresince davranışlarıyla, kendi kendilerine
hazırlayıp ortaya koydukları alın yazısını bildirir... "09)
Yani bu demektir ki: "Kul
kendi kaderini kendisi yaratır." Zaten dünyanın pekçok yerinde,
reenkarnasyonun bir gereği olarak karşımıza çıkan bu yanlış inanç, maalesef
ülkemizde de mevcuttur. Bu da kaderin ne demek olduğunu bilmemekten
kaynaklanmaktadır.
Kişinin bütün yaptıklarını ve
günlük tutulan kayıtları bilen bu ölü hakiminin (yargıç) adı, Tibet'te Şindse,
Hindistan da Yama'dır. Yaptığı işlere göre sorguya çekilen nam şes/ruh, kararın
açıklanmasından sonra, orada asılı duran ve ona kaderini bildiren insan veya
hayvan derilerinden biri giydirilir. Ancak alın yazısı kesindir, çünkü hayatlar
birbirini izlemektedir. Ölüm ruha Cennet'te olduğu gibi Cehennem'de de erişir.
Öyleyse ne sonsuz mutluluk var,
ne de sonsuz lanetlenme. Demek
ki, zamana bağlı olmayan hareketlerin, zamana bağlı olmayan sonuçları olamaz.
Burada da zaten reenkarnasyon ile
sığınılmak istenen husus ortaya çıkıyor: Ahireti var kabul edermiş gibi görünüp
inkar etmek. Oysa biz inanıyoruz ki, Cennet'te Cehennem de ebedidir, sonsuzdur.
Zamana bağlı hareketlerin, zamana bağlı olmayan sonuçları olamaz hükmüne ise
verilecek cevap çoktur. Nasıl ki, insan, bir dakikada bir cinayet işliyor ve bu
bir dakikalık bir sürede işlemiş olduğu cinayet için milyonlar ve hatta bazen
milyarlarca dakika ceza çekiyor. Aynen öyle de bir dakikalık küfür ve inkar
insanı sonsuz azaba mahkum eder. Çünkü küfür, yani Allah'ı ve O'nun
inanılmasını emrettiği diğer hususları inkar etmek, kainatın bütün zerrelerini,
cinlerin, meleklerin ve diğer ruhanilerin ve bütün mahlukatın tamamının yapmış
olduğu ibadet ve duaları, zikir ve tespihleri, yeryüzündeki inanan bütün
insanların inandıkları şeyleri inkar etmek ve yaptıkları ile alay etmek
demektir. Ayrıca kainatın sahibi olan Allah'ın hüküm ve hikmetlerini hafife
almak demektir ki, eğer bunlara verilecek cezayı hesap edecek olsanız başa
çıkamazsınız. Çünkü küfür, hafife alınacak kadar basit bir şey değildir. Cezası
da basit olmamalı. Allah'ın özene bezene yaratıp kainatı hizmetine verdiği bir
varlık, kendisine şeref ve itibar verilerek, rütbe takılarak onurlandırıldı ğı
halde, bunları söküp atar ve yaratıcısına isyan edip kafa tutarsa onu ancak
ebedi Cehennem temizler. Bunda yadırganacak ne var ki? "Seni ben yarattım,
bana inanacak, itaat edeceksin. Şayet bunu yapmazsan seni ebedi Cehen nem'e
atarım, cezalandırırım..." diye, önceden ihtar ettiği halde sonra ceza
vermesinin yadırganacak nesi var? Hem yaratsın, hem isyan ve inkar etmesine
müsaade etsin ve hem de kendisine düşman kesilmesine ses çıkarmayıp, böyle'bir
zalime ceza vermesin, öyle mi? Bunun neresi adalet olur? Siz, niye kendi
işçinizin başkası hesabına çalışmasına izin vermiyor, eşinizin ve
çocuklarınızın namus ve iffetine umursamaz davranmıyorsunuz? Her suçun cezası
ebedi değildir, ancak kalbinde hardal tanesi kadar bile iman olmayanlar, ebedi
cezayı hak etmektedirler. Zaten onlar, inanma kabiliyetlerini kaybetmiş
olduklarından ebediyen yaşasalar bile küfür içerisinde yaşayacak ve yine öyle
öleceklerdi. Kur'anı Kerim'de bu tür kimseler için kulak, göz ve gönüllerini
yerinde kullanmayıp, suistimal ettiklerinden dolayı, kalpleri mühürlü tabiri
kullanılmaktadır.
E Çin'de Reenkarnasyon
Çin ve Hindistan, nüfusları
kalabalık olduğu kadar, oldukça fazla olan dinleri ile de dikkat çeker. Semavi
dinlerden ilkel kabile dinlerine kadar hemen her dinin mevcut bulunduğu bu iki
ülkede tenasüh inancı, pekçok dini inancın içine de karışmıştır.
Çin dinlerinden Taoizm'e göre,
ruhun varlığı kesindir ve ölen kişinin ruhu yer altında bir bölge olan
"Sarı Kaynaklama iner. Burası bir cehennem değildir ama kasvetli bir
yerdir. Ruh ayrılmış olduğu bedenin özlemini çeker. Çünkü, ölerek ayrılmış
olduğu maddi bir örtü veya zarf olan cesetten tamamen sıyrılıp kurtulmuş
değildir.
Geri ruhlar, cesedin gömüldüğü
mezarın çevresinde dolaşırlar veya bir zamanlar yaşamış olduğu evle irtibatları
devam eder. Bulundukları kötü vaziyet içinde, kendilerini düzeltmeden
yaşayanlara düşmandırlar, onlara kötülük yapmak isterler.^0)
Bedenden ayrılıp, "Sarı
Kaynaklar"a giden ruh, orada ebediyen kalmak istemez, yaşayanların yanında
yeni bir bedene sahip olmak ister. Taoizm'de bedenli bir ölümsüzlük düşünülür.
Burada ölümsüz kadın ve erkeklerin varlığına kesin olarak inanılır.01)
Bu inanç ve istek aslında ruhun
ebedî yaşama arzusundan kaynaklanmakta ve bütün dinlerde de yer almaktadır.
Ancak, kitapta verdiğimiz izahlarımızda da bulacağınız gibi, ne bu dünya, ne de
bu beden buna elverişli değildir. Bunun için ebedî bir âlemde ruhun bu isteği
gerçekleştirilecek ve ebediyet için yaratılan, ebed yolcusu olan insan da
böylece bu sonsuzluk arzusuna kavuşacaktır. Ne var ki, bu sonsuz hayatın
geçeceği yer çok önemlidir. Cennet'te, huzur içinde mi, yoksa Cehennem'de ve
azap çekerek mi ? İşte, buna kimse garanti veremiyor. Cennet ve Cennet'e
götüren yolların açılması, Rızayı İlahi'nin kazanılmasına, bunun da yalnız iman
ve itaate bağlı olmasında ise, asla şüphe yoktur.
Yine Taoizm'e göre, insan
bedeninde, başlı başına bir varlık olarak az veya çok bağımsız olarak yaşayan
üç adi ve yedi üstün ruh vardır. İnsan öldüğünde bu on ruh dağılır. Bu konudaki
kaderleri ile de ilgili çeşitli görüşler vardır. Bir görüşe göre, ruhlar,
ölümden sonra, kendi yaşantılarını bedene bağlı olmaksızın devam ettirirler.
Fakat, mutsuz durumda bulunurlar. Başka bir görüşe göre ise, ruhların dağılışı
ölüme sebep olur. Yedi üstün ruhun her biri, daha sonra özel bir kaderi yaşar.
Üstün ve şuurlu ruhlar,
"Sarı Kaynaklar"da beklerken, yaşayanlar arasında yeniden yer
alabilmek üzere, eski ölü bedenin yerine bir başkasını temin etmeye çalışırlar.
Böyle bir ruh ölümsüz değildir, çünkü yaşayabilmek için bir bedene bağlanmak
istemektedir... (22)
Kısacası, Çinlilerin çoğu tekrar
doğuşa inanırlar ve bedeni terk eden ruhun, dünya dışı bir alemde, başka beden
veya bedenlerde bir müddet ceza veya mükafat gördükten sonra tekrar yeni bir
bedenle dünyaya geri geldiğine ina nırlar.^ _
Batıl dinlerde eksik ve sakat
olarak bulunan, ruha ve üstü kapalı olarak ifade edilen berzaha, Cennet'e ve Ce
hennem'e ait inançların, aslında belki de kaynağında ilahi dinler ve
peygamberler vardır. Ancak, belli bir metne ve kitaba sahip olmayan bu inançlar
ve görüşler, sonradan değişip bozulmuş oldukları ve yukarıdaki paragrafta da
olduğu gibi, pekçok çelişkilerle dolu olduğu gözlerden kaçmamaktadır. Bu yüzden
insan şeref ve onuruna yakışır ve onu her yönüyle tatmin edip gerçeği
gösterecek bir inanç, ancak vahiyle teyit edilen ve aslı bozulmamış bir inanç
olmalıdır. Bu konudaki tek referansımız da İslam'dır. Çünkü, İslam'ın kitabı
olan Kur'anı Kerim'in arkasında bizzat Allah (c.c.) vardır ve, "Kur'anı
biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz. " buyurmakta, onu bozup değiştirmeye kalkacak
olan herkese ve herşeye meydan okur mahiyette, bir teminat vermektedir.
F Batı'da Reenkarnasyon
Uzak Doğu, Afrika, eski Yunan ve
eski Mısır dinlerinden başka Batı'da hakim olan dinlerde de reenkarnasyon
inancı vardır. Ancak, Batı'nın şüpheci tavrı, diğer pekçok hususta olduğu gibi,
reenkarnasyon inancında da kendini göstermiştir. Bu konuda, elimizde sadece
İngilizce baskısı bulunan, The Unexplained ansiklopedisinde de şu bilgiler
bulunmaktadır:
"Reenkarnasyon öğretisinin
Batıya geçişi daha zor olmuştur. Plato ve Hermetica olarak bilinen İsa 'nın
doğumundan sonra ve Grek Mısır esoterik
yazılar döneminden hemen önce görülür. İlk kilise babaları, Hermetic yazılardan
etkilenmiş ve re enkarnasyonu kabul etmişlerdi. En saygın babalardan birisi
reenkarnasyon teorisinin bir biçimini düşündü. Önceki dünyada var olan bir
ruhun gelecekteki bir dünyada yeniden doğabileceğini iddia etti. Aynı zamanda
onların şimdiki dünyada da yeniden doğduklarına inanıyordu. Origen (bir
Hristiyan din bilimcisi) 'nin öğretileri, sonraları kilise tarafından
onaylanmadı ve reenkarnasyon teorisi, M.S. 553 'te İkinci Konstantinopole
Konsülü tarafından lanetlendi. Bununla beraber yer altında devam eden ve
kilisenin açıkça meydan okumasından zaman zaman kaçmış bulunan çeşitli
düşüncelerde varlığını sürdürdü. Albi genler ve Balkan Bogomilleri gibi, Orta
Çağın Katharist tarikatları reenkarnasyon düşüncesini bir zaman Güney Fransa'da
geliştirdi. Fakat kilisenin teşvik etmesiyle zalimce sindirildiler ve sonraları
reenkarnasyon öğretisinin hurafe haline gelmesiyle 13. yüzyılda çöktüler.
Yüzyıllar boyunca bu teori, Batı
düşüncesinde küçük bir yer işgal etti. Onun tavsiyeleri ile aralarında
Hermetist Rönesans yazarları da bulunan, Gülhaçlar, Kabalistler ve diğer
esoterik düşünce okullarına mensup düşünürler onunla oyalandı. Bir dereceye
kadar bu okulların da etkisiyle yavaş yavaş, pekçok unu tulmuşyada yasaklanmış
düşüncelerle birlikte tekrar ortaya çıktı ve 18. ve 19. yüzyılda düşünürler
daha da artan bir ilgi ile etrafında dönmeye başladı. Doğu'ya duyulan büyük
hayranlık dalgası ve mistik düşünce 19. yüzyıl sonlarına doğru reenkar nasyonun
daha da ilgi çekmesine sebep oldu ve bugün insanların onu dinî inançların
yaygın bir türü olarak benimsemesi ile popüler oldu. Filozoflar, yazarlar ve
şairler, zamanla demode olmasına rağmen ciddi olarak daima bu teoriyi tuttular.
Schopen hauer, Goethe, Heine ve Thorau ondan etkilenenlerden sadece bir kaç
isimdir.
20. yüzyılın edebiyatçıları
arasında, en dikkate değer edebi reenkarnasyon sunuşlarından biri Clifford Bax
’ın uzun hikayem si şiiri, The Traveller's Tale (Seyyahın Hikayesi)'nde, Taş
Devrinde bir vahşi, bir Babilli, Yunanlı bir katip, Romalı bir asker, bir Orta
Çağ piskoposu, modern bir İngiliz papazı ve sonunda bir ruhiyat öğretmeni
olarak, art arda bedenlenen bir ruhun hikayesini anlatılmaktadır. Seyahatin
(şiirin) her bir bölümü, başarıyla neticelenen bir bilgilenme ile sonunda
dünyevi hayatın bağlarından serbest kalmayı anlatanfarklı derslerdir. Öğretmen,
bencil ve kıskanç biri tarafından
öldürüldüğü zaman ruhu, bütün önceki hayatlarını bir bir görür ve sonra birden
özgür olduğunu hisseder. "(24)
Metinde de görüldüğü gibi,
reenkarnasyon inancı ya bir felsefe, ya bir duygu ve düşünceyi anlatan kurgu ya
da sadece eğlencelik masallardan ve hikayelerden öteye geçmiyor. Edebiyatta ve
şiirde olması da zaten bunun bir çeşit estetik sanat türü olarak algılanıldığını
göstermektedir. Gerçek bir ahiret inancı olmayan ve kafalardaki cevap bulamayan
sorular karşısında, ebediyeti isteyen insan ruhu, kendisine bağlı ünitelerden
biri olan zekayı kullanarak, böyle bir yola başvurmuş, bir kere daha batıl bir
inançla bile olsa ebedi yaşama arzusunu, tatmin etme yoluna girmiş, bu duygu ve
düşünceleri, insanoğlunun geçiştireme yeceğini ispat etmiştir. Ancak İslam
dininin her konuya verdiği tam ve ikna edici cevapları bulan ve bilen bir
kişinin böylesine dolambaçlı yolları seçmesine de imkan yoktur. Birkaç veya
birkaç bin müslümanın veya kariyer sahibi bazı kişilerin inandığını
söyleyenlere ise cevabımız şu olacaktır: Onlar, bu konudaki gerçekleri
bilmiyorlar. Tıpkı Hz. Musa'ya yüce Allah'ın buyurduğu gibi, ki:
Hz. Musa bir gün;
"Allah 'ım, görüyorum ki,
bazı insanlar sana geldiği halde geri dönüyorlar." der ve bunun hikmetini
öğrenmek ister. Ce nabı Hakk da buyuruyor ki:
"Ey Musa! O senin
gördüklerin bana ulaşanlar değil, yolda dolaşanlardır. Bana ulaşanlar bir daha
geri dönmez."
Elbette ki insan, gerçeği
gördükten, hakikate erdikten sonra geriye dönmez Ancak, gerçeği gördüğünü ve
bulduğunu sananlar geriye döner. Çünkü onlar tevazuyu bırakmış, gurura
kapılmışlardır, Hz. Peygamber'i ve onun yolunu bırakıp kendilerine başka yollar
aramaya kalkmışlardır. Bu yüzden de her yolu denemeleri, her sokağa girip
çıkmaları mümkün ve neticeye varamadıkları için de geri dönmeleri, yalan yanlış
inanç ve itikatlara saplanmaları da gayet normaldir. Bu arada saplandıkları ve
hakikat zannettikleri yanlış inançlar da, onların çölde gördükleri serabı su
zannetmekten başka bir şey değildir.<25) Çünkü, "Haktan sonra ancak
sapıklık vardır "(26) ayetinin ortaya koyduğu gerçek, inkar edilemez
nitelikte kendini göstermekte ve üstad Bediüzzaman'ın dediği gibi, Allah'ı
bulan neyi kaybeder, onu kaybeden neyi bulur. Bulsa bulsa başına bela bulur.
Yine onun ifadesiyle, elmas ararken kömür bulmuş veya elmas zannettiği çamuru
misk ü amber diye yüzüne, gözüne sürmeye kalkmışlardır.
Gerçekten, İslam dini ile
kasıtsız ve yargısız olarak yüz yüze gelip tanışan bir kişi, ondaki net ve
parlak iman esasları ile bu konularla alakalı incelikleri ve diğer konulardaki
duruluk ve berraklığın yanı sıra, insana verdiği huzuru bilip inanır ve
tadarsa, başka bir şey aramaya ihtiyaç duymayacaktır. Çünkü, İslam'ı seçen
Batılı'lardan ve diğer ülkelerin mensuplarından müslüman olan kimselerden
duyduğumuz ilk söz, "Çok araştırdım, ama İslam 'dan başka hiç bir dinde
aradıklarımı tam olarak bulamadım ve hiç bir din beni tam olarak tatmin etmedi.
Ben de bütün sorularımın cevabını İslam 'da bulduğum için müslüman oldum...
" şeklindeki, takdir ve teslimiyet ifade eden sözlerdir.
Reenkarnasyon, aslında ruhun
ebedi yaşama arzusundan kaynaklanmakta ve bütün dinlerde yer almaktadır.
Dördüncü Bölüm
Reenkarnasyon İnancında Temel
Prensipler
A Evrensel Yasa • •
Once, "Evrensel Yasa "
nedir, ne demektir, nasıl anlaşılması gerekir? Onu ele alalım.
Evrensel yasa demek, bütün
evrende geçerli olan yasa, kanun demektir. Buna göre hiç kimse ve hiçbir şey bu
yasanın çiışında kalamaz. Oysa bugüne kadar dünya nüfusuna oranla, sadece
birkaç kişi diyebilecek kadar az insan, yeniden dünyaya geldiğini
söylemektedir. Öteki insanlar ve hayvanlar bu yasaya tabi değiller mi? Çünkü
yeniden dünyaya gelen bir ruh insan olarak gelmek zorunda değil. Birinci
,raragrafta, "çeşitli bedenler ve kimlikler altında" üçüncü
paragrafta da, "cinsiyet, milliyet, ırk farkı olmayacağını, bunları genel
hayat düzenine dahil" olduğu, şeklinde konuya temas ediliyor. Özellikle
Hintliler, ineğe duydukları aşırı saygıyı veya tapmayı da böyle açıklıyorlar ve
inekteki ruhun bir bilge kişiye veya "tanrıya" ait olabileceğini
söylüyorlar. Hatta, timsah, fare, yılan ve saire gibi sürüngen hayvanların bile
bir insan ruhu taşıdığına inanıp, onların başında oturup ağlayanlar vardır.
B.1 husus, ne aklen ve mantıken,
ne de ilmen kabul edilebilir değildir. Çünkü hayvanların aklı olsa bile düşünme
ve muhakeme etme kabiliyetleri olmadığından yaptıkları hiçbir şeyden sorumlu
değillerdir. Yani hayvanlar bu "Evrensel(!) Yasa"nın dışındadır.
Tekrar dünyaya gelişinde bir hayvan olmayı, hele bir yılan veya fare olmayı
tercih edecek kadar basit düşünen, dünyaya gelmeye hevesli bir insan tasavvur
etmek de mümkün değildir. Ayrıca, insan olarak tekamül etmesi mümkün olmayan
birinin hayvan olarak nasıl tekamül edeceğini düşünmek bile gülünçtür. Ergün
Arıkdal'ın kitabında, tekrar dünyaya gelişin bir ceza/kefaret olmadığı
söyleniyor ama, gerek Şiilerin müfrit (Gulatı Şia) kısmında, gerekse Hintli
Brahmanlar'da aynı kanaat geçerli değil. Bunlar daha çok, "İnsanların
Cennette yaratıldığına ve suç işleyenlerin dünyaya gönderildiğine, suçlarının
ağırlığına göre de insan, hayvan, taş ağaç gibi şekillere büründüklerine
inanırlar. "(27)
"Reenkarnasyon, bir tekamül
aracı olarak evrensel bir yasadır. Tekamül etmekte olan her varlık, madde
içinde deneyim ve görgüsünü artırmak için çeşitli bedenler ve kimlikler içinde,
sayısız kereler maddesel alemlerde doğarlar. Tekrar tekrar doğma, tam birİlahi
Yasa'dır..."
"Reenkarnasyon inanç ve bilgisi,
dünyanın en eski inanç ve bilgisidir. Bütün milletlere de ve bütün kutsal
metinlerde bunu görmek mümkündür... "
"Varlığın esası, özü olan
ruh, çeşitli'elbiseler giyiyormuş gibi, tekamülü boyunca muhtelif bedenlere
bürünür. Cinsiyet, milliyet, ırk, genel hayat düzeni gibi hususlar, varlık
enkarne olmadan evvel bir düzen altına alınır. Buna "genel hayat
planı" denir. Tekrar doğmak, bir kefaret ve ceza değildir. Varlık dünyaya
her gelişinde geçmiş hayatlarının tonlu ürünü olan bir durumla karşılaşır. Bu
tonlu ürün, varlığın kendi faaliyetlerinin bir sonucu olarak meydana gelmiştir.
Kendisi kör bir kaderin mahkumu değildir. Varlık kendi özel kaderini bizzat
kendisi meydana getirir..."
"Her maddi ortam, belli bir
tekamül öğretimine vasıtalık eder, bunun da belli bir programı ve zamanı
vardır. Bitene kadar reenkarne devam eder, her doğuş bir imtihan ve
dinlenmedir. Tekrar doğuş, artık doğmayacak bir liyakate ulaşıncaya kadar devam
eder. Nihayet okuldan mezun olurcasına, zorunlu olarak dünyaya doğmaktan kurtulur.
Artık dünya okulunu bitirmiş demektir. Bundan sonra geri gelmek isterse bu,
varlığın bir vazifeyle, kendi arzusuyla doğması demektir. Doğup doğmama seçimi
varlığa kalmıştır... "(28)
Sonra, yine daha önce edindiği
bilgi ve birikimle dünyaya yeniden gelmiş bir kişinin bilgisi ve birikimi her
defasında sıfırlanarak geliyor. Yani, bilgisi doğrultusunda hareket edemiyor.
Yemeğini yiyemiyor, altını temizleye miyor, zararını, faydasını ayırt edemiyor.
Etrafında annesi, babası, kardeşi veya hizmetçisi yoksa açlıktan ve pislikten
ölebiliyor. Öyleyse, her defasında yeniden öğrendiği bir hayatta bu kişi, nasıl
ve neye göre ders veya ibret alıp tekamül edecek? Bilgileri kalıyorsa şimdiye
kadar neden bir kişi çıkıpta bilgileri doğrultusunda anasından doğar doğmaz
hemen işinin yolunu tutmamış da en az 15 yıl yine eğitim görüyor, yemeyi
içmeyi, okumayı unutuyor. Yani büyük bilginlerin, velilerin, öğretmenlerin
ruhlarının girdiği kimseler, dünyaya gelişinin ertesi günü neden üniversitedeki
kürsüsüne derse gitmiyor veya neden okulun veya işinin yolunu tutmuyor veya
millete adap erkan öğretmeye devam etmiyor, laboratuarında bilimsel
araştırmalar yapmaya kalkmıyor... ?
Büyüklerin veya eğitim görmüş
kişilerin dünyaya gelmediği veya gelmek istemediği iddia ediliyorsa, bu reen
karnasyon inancının sadece hırsızları, katilleri, ahlaksızları korumaya yönelik
bir inanç olmadığını ve bazı kimseleri suça teşvik edip, toplumu bozmaktan
başka bir işe yaramayacağını biri çıkıp söyleyebilir mi? Sonra böyle olgun ve
toplumu iyi yönde eğitip yönlendiren, fazilet erbabı kimselerin tekrar dünyaya
gelmek istemediğine kim karar
veriyor? Hani ruh özgürdü? O
zaman, bu kişilerin kendi istekleriyle bu dünyaya bir daha gelmek
istemediklerini nereden biliyorsunuz...? Uzun yaşamak ve hayatın tadını
çıkarmak onların da hakkı değil mi? Yoksa bunlar, "evrensel yasa"ya
dahil değiller mi? Değillerse böyle bir yasanın evrenselliği nasıl
söylenebilir...? Eğer bu iş, iddia edildiği gibi, "evrensel bir İlahi
yasa" olsaydı, pek çok âlim, aklı başında ve dindar kişilerin de bu türlü
hallerde bulunmaları gerekmez miydi?
B "Evrensel Yasa" mı, Yoksa
"Sanal Gerçeklik" mi?
"Onların hali, ateş yakan o
kimsenin haline benzer ki; çevresini aydınlatır aydınlatmaz Allah, göremesinler
diye, onların ışığını alıp zifiri karanlığa gömer." (Bakara, 2/17)
Birgün bu türlü gelişmeleri takip
etmek için büyük ve genel kitaplar satan bir kitapçıya girdim ve orada
vitrinlere süslenip paketlenerek cazip hale getirilmiş kocaman iki kitap
gördüm. Merakımı çekti ve yaklaşıp baktım ki, pro fesyönelce hazırlanmış
kitaplar. Aldım baktım ve karıştırdım. Hep bildiğim şeylerin yeniden dizayn
edilip sunulmuş şekli. Yani, yeni kitaplar, ruhçuların öteden beri yaptıkları
çarpıtmaların bir çeşit ansiklopedisi haline getirilmiş. Bunlar İslam inancına
ait şeylerin yanlış yorumlanmış örnekleri. İlk bakışta inanmış bir kimsenin
kaleminden çıkmış izlenimini veren, aslında hiç yeni bir şey olmayan Ruh ve
Madde ile diğer yayınlarından derlenmiş dergi yazıları. Ortaya attıkları yanlış
inanç ve iddialarını, ısrarla savunarak nereye varmak istediklerini kestirmek
zor. Ya sadece dikkat çekip para kazanmak istiyorlar, ya da gerçekten yukarıda
da söylediğimiz gibi, cinlerin oluşturduğu bir din etrafında kenetlenmiş
kimseler. Yeni çıkardıkları "Evrensel Yasa: Tekrar Doğuş"
kitaplarında da göze çarpan hususlar bunlardan başka bir şey değil.
Bu kitapta, tekrar doğuşun artık
kesinleşmiş şekli olan "evrensel yasa"dan ve bunun inkarı mümkün
olmayan, bir gerçek olduğundan söz ediliyor. Hem de felsefecileri de suçlayarak,
onların bunu bir hayal ürünü sandıklarını, oysa bunun inkar edilemez bir gerçek
olduğunu savunarak.
Bunun İslami delillerle
beslenmesi tamamen yanlıştır. Onlara başka kitaplardan kaynaklar ve deliller
bulmalarını tavsiye' ederiz. Ancak, şunu da belirtelim ki, bu dünyaya başka
bedenlerle geri gelmek için tekrar doğuş, evrensel bir yasa değil; olsa olsa
yeni tabiriyle bir "sanal gerçek" veya sanal yasa olur; yani sadece
bir hayal ve bir ütopya!
c Rehber varlık
Reenkarnasyon konusunu tamamlayan
diğer bir konu da, "Rehber Varlık" konusudur. Bu konuda bilinmesi
gereken husus, "Rehber varlıkların medyumların yoluyla ortaya çıktığı ve
tebliğler yoluyla medyumu ve hazır olanları eğittiğidir. Rehber varlıklar,
reenkarnasyon yoluyla olgunlaşmış insanlardır. .."(29)
"Dinsel metinlerde konuşan
melekler, rehber varlıklardır. Rasi'tllere vahiy getiren, ilham ile emir ve
bilgi veren varlıklar, yüksek rehber varlıklardır.''( ’>
Bu konuda da iddia ettiklerinden
çıkan anlam ve bilinmesi gereken husus, kısaca: "Rehber varlıkların
medyumların yoluyla ortaya çıktığı ve tebliğler yoluyla medyumu ve hazır
olanları eğittiğidir. Rehber varlıklar reenkarnasyon yoluyla olgunlaşmış
insanlardır. "(31)
Burada medyumlar, rehber
varlıklarla irtibat kuruyor ve onları çağırıp insanları eğittiriyor. Rehber
varlıkların kim olduğu sorusuna ise, verilecek cevap gayet açıkça ortaya
çıkıyor: Daha önce dünyaya gide gele olgunlaşmış, bir insan veya başka bir
varlık... Yani bir katil veya hırsız... Bir timsah, bir kertenkele, bir inek
veya öküz veyahut da diğer büyük günahları işlemeye doymuş ya da artık yorulup
bırakmış kişinin ruhu da olabilir.
"Melekler, Cebrail veya cin
diye bir varlık yoktur. Hipnozda veya yogada trans halinde iken, ilham
aldıkları kesinlikle cin değil ruhtur. Melek zannedilenlerde, peygamber denilen
medyumlara vahiy getirende, hipnoz veya yogadaki medyuma ilham edenler de, cin
diye iddia edilenler de hepsi ruhtur. Üstelik sıradan ruh da değildir. Rehber
varlık sıfatı kazanmış, ruhsal idare mekanizmasına katılmış, insanların
ruhudur. Allah kainatı yaratmış ve fizik kanunlarını koymuştur. Allah şimdi
hiçbir şeye karışmıyor. Ruhsal idare mekanizması, ilk yaratılıştaki yaratılış
kuralları doğrultusunda kainatı sevk ve idare etmeye devam etmektedir. "W
D Zorunlu Geri Geliş
Cenabı Hakk, insanı mahlukatın en
şereflisi olarak yaratmıştır. Bunu, Kur'anı Kerim'de; "Andolsun! Biz
insanı şerefli kıldık. Ve yarattıklarımızın çoğundan üstün kıldık"< ')
buyurarak, anlatır. İnsanın, âdi bir hayvanın veya bir sürüngenin bedeninde
cezalandırılmış olarak dünyaya gönderilmesi, onun şeref ve haysiyetine yakışır
mı? İnsanlığını kaybetmiş, inkar ve isyanla yüce Allah'a baş kaldırmış bir
insanın ise, tekrar dünyaya gönderilmesi ceza mıdır, mükafat mı...? Peki o
zaman, günah denilen şey nedir, haram nedir, helal nedir, ne önemi var?
Cehennem'e ne gerek vardı da yüce Allah yarattı ve Kur'an'da, bir kısım
emirlere uymayıp, yasakları çiğneyenleri, oraya atıp cezalandıracağından
bahsediyor?
Başka bir deyişle, zalimler,
kafirler, hırsızlar, katiller, yalancılar, dolandırıcılar, üçkağıtçılar vs.
sürekli suç işleyip duracaklar, insan olmanın şeref ve onuruna yakışır bir
şekilde yaşamayıp, kötülük işleyecekler, rezillik yapacaklar ve nihayet
sonunda; "Öf be! Bıktım artık bu işlerden, bir kere daha dünyaya geri
gelip her şeyi bırakacağım." diyecek ve sonunda olgunlaşıp, cennete
gidecek, öyle mi? Yok öyle şey! Bu fırsat insana bir kere verilir... ! Nitekim
Kur'anı Ke rim'de, "Herşeye hakkıyla kadir olarak hükümranlığı elinde
bulunduran, daima galip ve çok bağışlayıcı olduğu halde, hanginizin daha güzel
amel sahibi olduğunuzu denemek için ölümü ve hayatı yaratan, yedi kat göğü
tabaka tabaka yoktan var eden Allah ' ın şanı ne yücedir. Rahman'ın yaratışında
hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir bak, gökte bir çatlak görecek
misin? "(34> buyurarak, insanı sınamak için yarattığını ifade
etmektedir. Ancak, ifadede, "gözünü tekrar çevir bak! " buyurup, yüce
Allah, insanın gözünü uzaya ve yaratılışın sırlarını anlamaya çevirirken,
isteseydi, "tekrar tekrar yaratarak sınamak için sizi yarattık" da
diyebilirdi. Nitekim, "imtihan, tecrübe ve sınama, deneme"
tabirlerinin geçtiği hiçbir ayette, aynı hayat içinde de insanın, defalarca
denenebile ceği hususu vurgulanırken, yeni bir yaratılıştan söz edilerek,
ikinci bir sınama hakkı verileceği ifadesine rastlanma maktadır.<35) Aksine,
sınav neticesi, hesaba çekilenlerin son durakları ısrarla vurgulanmaktadır.
İslam'da son dakikaya kadar açık tutulan tevbe kapısı, tevbe etmeyenler ve
yaşadığı hayatta geçirdiği sınavlardan bütünlemeye kalmanın telafisi için bir
gayret göstermediği takdirde, ahiret te cezasına katlanmayı da göze almış
demektir. Öte yandan, Allah'ın ilk yarattığı kişiler ve insanlığın atası olan
Hz. Adem ve Havva bile bir kere imtihan edilmişler ve kaybedince oradan bir
çeşit ceza ile uzaklaştırılmışlardır.^) Ancak, bunu yanlış anlamamak lazım. Hz.
Adem ile Hav ufl'nın dünyaya gönderilmesinin asıl amacı, onların soyundan
gelecek nesiller içindir. Dünyada onların yeniden denenmelerini örnek
göstererek, onlara verilen bu fırsatın yeniden doğuşla uzaktan yakından ilgisi
yoktur ve hiçbir tefsirci bu meseleyi tenasüh veya reenkarnasyona delil olarak
göstermedikleri gibi, binlerce yıllık geçmişi olan ve bilinen böyle bir inançla
ilgili görmeyi bile akıllarından ge çirmemişlerdir.
E Dünya Okulunu Bitirme Tekamül
Reenkarnasyonculara veya
tenasühçülere göre ruhun ıstırap çekerek olgunlaşması, ilkokuldan üniversiteye
kadar çeşitli sınıflarda ve değişik yerlerde okuyan öğrenciler gibi, dünya
okulunu çeşitli bedenlere girip çıkarak bitirmesi gerekiyor. Yahut da
reenkarnasyon farkında olduğu gibi, bu bir ceza olarak değil, ruhun kendi
isteğiyle olmaktadır. Ne var ki, neticede ikisi de insanı ya hür bir irade ile,
ya da cebri bir yolla tekrar bu dünyaya geri göndermektedirler. Yani dünya,
anaokulundan başlayarak, ilk, orta, lise, üniversite gibi, basamakları bulunan
bir okuldur ve ruh bu okulların hepsini bitirmek zorundadır. Bunun için de
sürekli ya tatile çıkarak, ya bazen okulu bırakıp yeniden başlayarak, bu okulu bitirmeye
zorlanmaktadır!
Böyle bir kıyas yanlıştır ve bu
hususta kabul edilir gibi değildir. Çünkü herkes girdiği okulu bitiremiyor veya
okumaya devam etmiyor. Burada onun iradesi söz konusu. Disiplin suçları işleyip
okuldan atılanlar da var. Şayet bu dünyayı da böyle bir okula benzetecek
olursak, karşımıza bir kısım yanlışlar, haksızlıklar ve zulümler ortaya çıkar.
Çünkü, doğmak ve ölmek, yani okula girmek veya okuldan çıkmak kulun elinde
değildir. Kimse bu dünyaya gelmek veya ayrılmak için önceden bir dilekçe
vermiyor. Bu husus, tamamen Allah'ın takdiriyle olup bitmektedir. Böyle seçme
hakkı olmayan birinin ise, yaptığı günahlardan dolayı bitki, hayvan veya başka
bedenlere sokulması, üstelik hangi suçundan veya günahından dolayı bu hale
geldiğini bilmemesi pek adil
olmadığı gibi, apaçık bir zulümden başka bir şey de değildir. Allah ise, asla
kullarına zulmetmez.<37) Allah'a zulüm isnadında bulunmak da Ona iftira
etmektir ki, bu da İslam inancına göre, büyük günahlardandır.
Allah'ın kitabında veya vahiy ile
teyit edilen Efendi miz'in sünnetinde belirtilmeyen bir şey hakkında yorum
yapıp, "Allah şöyle yapar, böyle yapacak..." diye, varsayımlarda
bulunup yalan isnat etmek de öyle. Burada hem zulüm isnadı, hem de yalan isnadı
var. Allah'a karşı yalan uyduranların durumu ise içler acısıdır:
"Allah'a karşı yalan
uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, 'Bana da vahyolundu.'
diyenden ve 'Ben de Allah'ın indirdiği âyetlerin benzerini indireceğim.'
diyenden daha zalim kim vardır! O zalimler, ölümün (boğucu) dalgaları içinde,
melekler de pençelerini uzatmış, onlara: "Haydi canlarınızı kurtarın!
Allah 'a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O 'nun âyetlerine karşı
kibirlilik taslamış olmanızdan ötürü, bugün alçaklık azabı ile
cezalandırılacaksınız! " derken onların halini bir görsen! "(38)
Yine, "Allah ’a iftira eden ya da O 'nım âyetlerini yalanlayandan daha
zalim kimdir! Onların kitaptaki nasipleri kendilerine erişecektir. Sonunda
elçilerimiz (melekler) gelip canlarını alırken 'Allah 'ı bırakıpta tapmakta
olduğunuz tanrılar nerede?' derler. (Onlar da) 'Bizden sıvışıp gittiler derler.
Ve kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ederler. "(39)
Ayetlerde, Allah'a karşı yalan ve
iftira uyduranlar, zalim ve kafir olarak nitelendirilirken, akıbetlerinin de
kafirler gibi olacağı haber verilmekte ve Allah'ı bırakıpta kendilerini
aldatan, kötü yollara, yanlış din ve inançlara sevk eden şeytanlara tapanlar ve
şeytanlara tapanların peşinden giden dostlarının akıbeti de vurgulanmaktadır.
"Ben öyle inanmıyorum" demek yetmiyor, onlarla yakın uzak ilginin
kesilmesi ve taptıklarıyla baş başa bırakılması gerekiyor. Çünkü yine dipnotta
verdiğimiz ayetlerde zalimlere yakın olmak da cezayı gerektiriyor. Çünkü
İslam'da bir kural olarak, "Zulme rıza zulüm ve küfre rıza küfürdür."
prensibi vardır.
İslam dini, olgunlaşıp kemale
ermek için insana, iman ve ibadet yolunu gösterir. Yaptığı günahlara tevbe
etmesini, farz ve nafile ibadetlere, dua ve zikirlere devam etmesini, Allah'ın
isim ve sıfatları üzerinde tefekkür etmeyi, Kur'an'la beraber kainat kitabını
okumayı tavsiye eder. Genellikle günahkâr kimselerin düştüğü ümitsizlik
batağından onları kurtarmak için, ellerinden tutup çeker. Bu konuyla ilgili
olarak, Peygamberimiz (s.a.v.), Allah'ın engin rahmet ve merhametini anlatmak
için şöyle buyurur:
"Cenabı Hakk, gündüz günah
işleyenler için, gece ellerini açıp kulun günahına tövbe ederek, kendisine
gelmesini bekler. Gece günah işleyenler için de gündüz ellerini açıp, kulun
kendisine gelip, tövbe etmesini bekler ve bu işin güneş batıdan doğacağı ana
kadar böyle devam ettiğini söyler."(40)
Yüce Allah, öylesine şefkatli ve
merhametli, öylesine kullarına düşkündür ki, Kendisine, "bir karış
yaklaşana bir arşın, bir arşın yaklaşana bir kulaç yaklaşacağını, bir adım
gelene yürüyerek geleceğini, yürüyerek gelene de koşarak geleceğini" haber
veriyor/ )
Ayrıca bu hususta o kadar çok
ayet ve hadis var ki, burada onların hepsini vermek mümkün değildir.
Hastalıklar, belalar, musibetler, dua ve ibadetler, insanı olgunlaştıran, manen
tekamül ettiren şeylerdir. İnsanın böyle bir merhaleyi katetmesi için ille de
başka bedenlere girmesi gerekmez. Hem de, herkesin mutlaka kurtulup Cennet'e
gitmesi diye birşey yoktur. Aksine mümin dahi olsa, günahlarının cezasını çekip
temizleninceye kadar, pek çok insanın Cehennem'e gideceğine dair ayetler vardır
ki, bunlardan bir tanesi şöyledir:
"İçinizden, oraya
uğramayacak hiçbir kimse yoktur. Bu, Rab b'in için kesinleşmiş bir hükümdür.
Sonra biz, Allah 'tan sakınanları kurtarırız; zalimleri de diz üstü çökmüş
olarak orada bırakırız. "( ) Bu sebeple ille de tekamül edip, hayat
okulunu pekiyi derece ile bitirip karneyi alma söz konusu değildir. Bunu
başaracak olanlar da vardır. Onlar da Allah'ın halis, ihlaslı, samimi kulları
ve takva sahipleridir. Bu hususu anlatan pek çok ayet vardır. Buna örnek olarak
da; "Allah, takvâ sahiplerini kurtuluşa erdirir. Onlara hiçbir fenalık
dokunmaz. Onlar mahzun da olmazlar. "(43) âyeti bizlere çok şey
anlatmaktadır.
Bu dünya, imtihan için yaratılmış
bir yer, açılmış bir okul, bir sınıf ve bir eğitimöğretim yurdu, bir bekleme
salonudur. Bu doğrudur. İnsan burada imtihan olmakta, hayır ve şer yoluyla
denenmektedir. İmtihan soruları ve gerekli bilgiler peygamberler ve kitaplar
yoluyla bildirilmiş olsa da sınav, çoğunun iç yüzünü bilmediğimiz esaslarla,
görünüp bilinmeyen kurallarla, gaybi usullerle yapılmaktadır. Ancak şunu da
ilave etmek gerekir ki, insan, son dakikaya kadar imtihan salonundan
atılmamakta, doğruyu bulması için kendisine, bulunduğu salondan çıkmamak şartıyla,
yeteri kadar zaman ve imkan tanınmakta, hatta bazı ipuçları verilmekte ve
hatırlatmalar bile yapılmaktadır.
Daha önce dünyaya gelip gitmiş
ruhlar, kabrin öbür tarafına geçtikleri için, her şeyi görüp bilmiş, soruların
cevaplarını almış olacaklarından, artık onlar için imtihan ol manrn bir esprisi
kalmayacaktır. O zaman beden değiştir
menin de bir önemi kalmayacak ve
bitecektir. Oysa reen karnasyonculara ve ruhçulara ve göre, beden değiştirme
işi kıyamete kadar devam edecek bir olaydır. Bu da iddialarına zıttır. Pek çok
yerde olduğu gibi, burada da yine kendi tezlerini, kendileri çürütmektedirler.
Çünkü, olgunlaşmış ve kemale ermiş ruh, artık dünyaya gelmek istemeyecektir. Bu
da sadece kötülerin yaşadığı bir dünya demektir ki, inanılır gibi değildir. Şu
anda bile dünyamızda kötüler ve kötülükler olsa bile, Allah'a inanan ve O'nun
emir ve yasakları doğrultusunda hareket edenler çoğunluktadır. Böyle olduğu
için yaşıyoruz. Aksi olsaydı çoktan kıyamet kopar, okul (!) tatile girerdi.
Çünkü Peygamberimiz (s.a.v.), hemen herkesin bildiği ve Tirmizfnin rivayet
ettiği bir hadisi şerifte, "Yeryüzünde 'Allah Allah' diyen kal mayıncaya
kadar kıyamet kopmaz." (44) buyurmaktadır.
F Kendi Arzusuyla Geri Gelme
"Varlığın bir vazifeyle,
kendi arzusuyla doğması" ne demektir? Bunu anlamakta güçlük çekiyoruz.
Şimdi konuya bir göz atalım:
İyimser yönden bakalım : Acaba bu
arzu, peygamberlik gibi, insanları doğru yola çağırma arzusu mu? Yoksa zengin
olup, cömertlik yapmak gibi bir arzu mu? Yoksa, veli veya Hızır olmak gibi,
insanların başına gelen felaket ve haksızlık zamanlarında ve zor anlarında
hemen yanlarında bitip yardım etme arzusu mu? Yoksa, dünyadan biraz daha kâm
alma, nam salma, yapamadığı kötülükleri, yığıp biriktiremediği servetleri
kazanma gibi arzularla mı geliyor? Niye bu dünyaya tekrar geliyor...? İşte bunu
anlamak zor...! Gerçi, (onlara göre) olgunlaşanlar, artık melekleşip rehber
varlık olacağı için geri gelmiyordu, değil mi!?
Acaba insanlar, böyle çok basit
ve çocukların bile kanmayacağı kadar mesnetsiz ve gülünç şeylere nasıl olup da
inanıp aldanıyorlar, çok merak
ediyorum...? Bunun için bir kaç ihtimal var: Kişi, ya çok günahkar ki, sonraki
gelişinde tövbe edip düzelme arzusu var, ya da hesap korkusundan, düzelme
arzusundan çok, dünyadan daha fazla faydalanma ve ebedi yaşama arzusu...
"Doğup doğmama seçimi
varlığa kalmıştır."(45) deniliyor...
Oh, ne güzel...! Sanki elinde
beynelmilel bir pasaport, istediği zaman, istediği yere girip çıkıyor...! Öyle
olsa bile onun da bir kuralı vardır. Hiçbir kimse, hiçbir ülkeye, her
istediğinde elini kolunu sallayarak girip çıkamaz. Bir ülkeden diğerine
girinceye kadar bile canımız çıkıyor. Bırakın ülkeler arası gidip gelmeyi,
günümüzde şehirler arası seyahat bile büyük bir problem.
Diğer taraftan diyelim ki,
öyle... Bir sperm hücresinin insan oluncaya kadar geçirdiği merhaleler ve
büyüme, gelişme yasası belli. Peki, o sperm hücresinin teşkil ettiği bedene
girmek isteyen tek aday mıdır? Yoksa, yeni bir bedene sahip olmak isteyen başka
ruhlar da girmek isterse ne olacak? Kura mı çekecekler, kavga mı edecekler,
yoksa kuvvetli veya kabadayı olan kişinin ruhu mu girecek? Bu iş o kadar kolay
değil!
Eğer, herşey kulun küçücük (cüzi)
iradesine bırakılmışsa, o zaman yüce Allah'ın külli iradesinin ne fonksiyonu
kalır...? Kainatı ve olayları aciz ruhlar mı idare ediyor, yoksa Allah mı?
Bu konuyu biraz yukarıda
açıkladık. Ancak, şunu da söylemeden geçemeyeceğim. İnsan, yaşarken
davranışlarında bile bu kadar rahat davranamaz. Birşeylerden korkar, çekinir.
İmkan ve zamana ihtiyacı vardır. Öldükten sonra nasıl bu kadar serbest ve rahat
hareket edebilir ki... ? İnsan hayatının yaratıcısına bağlılığı ve pekçok
kayıtlar ve kurallarla sınırlı olduğu unutuluyor galiba? Eğer seçim tamamen
kulun kendi iradesine bağlı ise, Allah'a ve O'nun irade ve kudretine ne oldu?
Yoksa, Nietszche'nin dediği gibi, (Haşa) "Tanrı öldü mü?" denilmek
isteniyor...?
İşte bu çok açık bir şirk ve
sinsice bir inkardır!
Evet; ruh, bedenin muhtaç olduğu
şeylerle bağlı değildir. Ancak, o da Allah'ın emriyle hareket eder. Çünkü
kuldur. Kul demek, varlığı sahibine, efendisine bağlı olan demektir. Yaratıcı
değil, yaratılmış demektir. Serbest değil, emre göre hareket eden demektir. Asi
olan değil, itaat eden demektir. İsyan ederse cezalandırılır.
Eğer bu dünyaya gelmek kendi elimizde
olsaydı, fakirler yine fakir olacağını, zenginler, güçlüler de yine öyle
olacaklarını bilirlerdi. Hizmetçiler, mahkumlar, suçlular da hakeza... O zaman
dünyayı sadece zenginler doldurur, fakirler, esirler, hizmetçiler, suçlular,
mahkumlar ve sair alt tabaka, ezilenler hiç dünyaya gelmezler ve şimdi de hiç
fakirlik falan olmazdı. "Hayır, yaşamak güzel şey, fakir de olsa, zengin
de olsa, tekrar tekrar gelmek ister." denilirse, o zaman imtihan olmanın
bir anlamı kalmazdı. Öbür tarafa gidenler gerçeği görüp, adeta soruların
cevaplarını alıyorlar. Bunlar o kadar mı aptal ki, hiç akıllarını kullanıp, iyi
insan olmaya yanaşmıyorlar veya kabiliyetleri mi yok? Eğer öyleyse geri
gelmenin ne anlamı var. Maydanoz çınar olmaz; huylu huyundan vazgeçmez.
Ölüm anında bir pişmanlık var,
ama son pişmanlık fayda vermez. Yukarıdaki ayette de belirtildiği gibi, geri
gelmek, geçerli, hayırlı işler, ibadetler yapmak istiyorlar. Ama, Allah (c.c);
"Siz hakkınızı kullandınız ve geri dönüş yasak!" diyor.
Hem görünen ve bilinen o ki, ve
ben de Siyrus Yayınla rı'ndan çıkan bir eserde, geri geldiğini iddia edenlerin
bazılarının hayatlarını okudum. Hala barlarda, pavyonlarda çalışmaya devam
ediyor; fuhuş ve ahlaksızlık; saçma, insanları saptırma ve sapık ilişkilerde
bulunma gibi konularda ısrar ediyorlar.
Ülkemizde de aynı konuda ısrar
edenlerin (isim vermeye gerek yok), aynı yanlışları devam ettirdiklerini
görüyoruz ve hiçbirinin ders almış, tekamül etmiş bir hali yok. Biri kalkıp
peygamberlikten, öbürü başka meziyetlerinden bahsediyor. Kimi kadınlarla, kimi
erkeklerle gayrı meşru ilişkilerine, içkisine, kumarına devam ediyor ve
hayatlarını da herkes görüp biliyor. Bunların düzelmeye hiç niyetleri yok mu...
?
G Bedenden Kurtulma ve Sonrası
Yukarıda, reenkarnasyonun
tarihçesini incelerken de gördüğümüz gibi, ruhçular, ruhun serüveni ve kaderi
konusunda çelişkili açıklamalarda bulunuyorlar. Kimi, Çin ve Tibet inançlarında
olduğu gibi, tekamül edip olgunlaşıncaya kadar dünyaya doğmaya ve ister insan,
ister hayvan olarak, isterse bitki olarak, başka bir bedene girmeye devam
edeceğini ve sonunda yine ölümle karşılaşacağını söylüyor; kimi de, liyakat
kazanarak sonunda, zorunlu olarak dünyaya doğmaktan kurtulacağını^ ) iddia
ediyorlar.
Peki bu ruh ne oluyor? Nereye
gidiyor? Bu konuda da çok değişik ve birbirine zıt, sadece kafa karıştırmaktan
ibaret bir takım görüşler var.
Ruhçuların toplantılarına katılan
ve bu konuda bir kısım araştırmalar yapmış olan Kamil Eyüboğlu, yapmış olduğu
bu araştırmalarının neticesinde kaleme aldığı yazıyı Zaman gazetesinde
yayınladı. Bu yazıda Kamil' Eyüboğlu şöyle diyordu:
"Ruhçuların yayınladıkları
kitaplarda, buradan sonra ruhun ne olduğuna dair açık ve net, ikna edici bir
izah bulmak mümkün değil. Özel terimler devreye giriyor. Sorulara cevap
bulabilmek için birkaç kitabı tekrar tekrar okumak zorunda kalıyorsunuz.
Cevapların pekçoğu hemen hemen aynı anlama geliyor:
'İlahlaşır' demek
istiyorlar." Ancak bu konuda, yukarıda toplayıp naklettiğimiz farklı
düşünceleri göz önünde bulundurmakta ve bütün ruhçuların aynı kanaatte
olmadıklarını da bilmekte fayda var.
"Reenkarnasyoncuların
derneklerine gidip tartışma imkanımız oldu. Orada kendilerine bedenden kurtulan
ruhun ne olduğunu sorduk; "İlâhlaşır" manasına gelen, iddialarda
bulundular. Ama 'İlahlaşmak' veya eşanlamlı kelimeleri hiç kullanmadılar.
Kendilerinin geliştirdikleri bir takım terimlerle ifade ettiler. Reenkarnasyonu
anlatırken İlah veya eşanlamlı kelimeleri kul lanmasalar da, 'La İlahe
illallah' temelini inkar ettiklerini, herkes kolayca anlayabilirdi.
Biz ısrarla; 'Allah mı oluyor?'
diye sorunca; 'Hayır! Allah, o kadar yücedir ki, O, sadece temel kuralları
koymuş ve yaratmıştır. O, madde alemiyle uğraşmaktan münezzehtir. Görmüyor
musun? Kur'an'da 'Biz' diyor. 'Biz' derken, kimleri kastediyor? 'Allah ’ın ordusu'
diyor. Bunlar kim? 99 tane ayrı isim sayıyor. Bir de ayrıca 'Allah' diyor. Bu,
99 tanrı nerede? Demek ki, Allah 'tan başka bir alemi takdir eden ve yöneten
varlıklar var. Bunlar rehber varlıklardır. Bu rehber varlıklar, ruhsal idare
mekanizmasını meydana getirirler. Fizik konularını uygulayan, bu yüce
ruhlardır...'(47 gibi, bir şeyler söylüyorlar."
Yani güya Allah'ı tenzih ediyor
görünerek, Mutezile veya diğer bazı batıl mezhepler gibi, hem kötülükleri ve
kötü şeyleri Allah'a vermiyorlar, hem de Allah küçük işlerle, bazı dinsizlerin
ve gafillerin dediği gibi, "Allah ’ın işi gücü yok ta, benim gibi,
kainatta bir nokta kadar bile yeri olmayan zavallı bir insanın günahlarını veya
sevaplarını yazmakla mı meşgul olacak?! Benim yaptığım bir nebzecik dünya zevklerinden,
Allah'ın yarattığı nimetlerden faydalanmak...1" diyerek, Allah'a şirk
koşuyorlar. Ayrıca bu, "Kul kendi amelinin, kendi fiilinin yaratıcısı,
kendi kaderinin yöneticisidir" diyen ve Ehli Sünnet mezheplerinin dışında
kalan Kaderiye Mezhebi'nin sözü ile de paralellik arz ediyor ki, bu inanç İslâm
âlimleri tarafından kabul görmemiştir.
Ruhçular, demek ki, Kur'an'da
geçen, "Biz" tabirinin, Arap gramerinde, "yücelik " ifade
eden, bir edebi incelik olduğunu, Allah'ın 99 isminin, ayrı ayrı kişiler olmadığını,
hepsinin bir olan Allah'ın isimleri olduğunu ve bunlara el Esmaü'lHüsna:
Allah'ın güzel isimleri denildiğini bilmiyorlardı. Yine, "İnsan,
kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanıyor? "(48) ayetinden haberleri
yoktu. Yahut bütün bunları biliyorlardı da fakat işlerine gelmediği için
istedikleri gibi anlayıp yorum yapıyorlardı.
H Geri Dönme İsteği ve Red Cevabı
Evet, bir geri dönme isteği var
ve olacaktır. Ancak, bu isteğe olumlu veya olumsuz cevap verilmesi, bilinmeyen
bir şey değil. Kur'an bunu açıkça belirtiyor. Saptıracak, muğlak bir ifade de
yok. Bu talep, dilenci durumundaki, suçlu insanların acı yakarışları ile ve
hüsranları ile geri çevrilecektir.
Tekrar ve net bir şekilde ifade
edelim ki, insanoğlu, pek az istisnası ile birlikte, hiç ölmek istemediği gibi,
öldükten sonra da işin zorluğunu ve hesabın çetinliğini görüp, geri dönmek
isteyecektir. Ancak, buna verilecek cevap, bu düşüncede olanları kendisine
getirecek kadar, net ve anlamlıdır.
Bununla ilgili olarak, Mü 'minün
Süresi, 99. ve 100. âyetlerde, Hakk'tan yüz çeviren insanlardan birine ölüm
gelip çatınca, geride bıraktığı ömründe güzel işler yapmak için bir daha
dünyaya dönmeyi temenni edeceği, fakat kıyamete kadar arkalarında bir berzah
(engel) bulunduğu, geri dönemeyeceği belirtiliyor. Ayetlerde şöyle deniliyor:
"Sonunda onlardan birine
ölüm geldiği zaman der ki: 'Rab b'im, beni geri çevir ki, geride bıraktığım
(dünya)da salih amel
lerde bulunayım." Asla!
Gerçekten bu, yalnızca (boş) bir sözdür. Bunu da kendisi söylemektedir. Onların
önlerinde, diriltilip kaldırılacakları güne kadar bir engel (berzah) vardır).
"(49)
Reenkarnasyona inandığını iddia
ettikleri ve aslında buna sert ve beddua ile tepki gösteren Prof. Dr. Süleyman
Ateş Hoca, tefsirinde bu ayetle ilgili olarak şöyle diyor:
"100. âyette insanların
tekrar dirilecekleri gün olan kıyamete değin, ruhun, ayrıldığı bedene bir daha
dönmeyeceği anl'.şıl maktadır. Bu ayeti insanın hiç bir zaman dünyaya
dönmeyeceği şeklinde anlayanlar da vardır. Fakat biz bu kanaatte değiliz. Ayet
ruhun, ayrıldığı bedene dönmeyeceğini ifade ediyor, dünyaya dönmeyeceğini
değil. Dünyaya dönmek başka, bedene dönmek başkadır. Müfessirlerin çoğunluğuna
göre Kıyamet haşri dünyada olacaktır. Demek ki insan, kıyamette yeniden bedene
sokulunca haşr alanına gelecektir. Bedensel hayata dönme ancak ba 's ile, yani
yeniden diriltilme ile olur. Bunu da ancak Allah yapar. "(50)
Aynı mealde başka bir ayette
cehennemdekilerin geriye dönme isteğini anlatmaktadır: "Onlar: 'Ey
Rabb'imiz! Sen bizi (biri dünyadan buraya gelirken, biri de burada çektiğimiz
azapla olmak üzere) iki kere öldürdün ve iki kere de dirilttin. Biz
günahlarımızı itiraf ediyoruz. Buradan çıkmak için bir yol yok mudur?' derler.
(Evet, böyle diyeceksiniz.) Çünkü Allah, yalnızca anıldığı zaman, inkar edersiniz.
Ve eğer O'na ortak koşulur sa, inanırsınız. Halbuki bütün yetki ve hakimiyet,
çok yüce ve çok büyük olan Allah ’ındır. ' '(51) Yani ne kadar yalvarsanız da
geri dönüş yok! Boşuna uğraşmayın, çünkü burada dünyada kandırdığınız kimseler
gibi, Allah'ı kandırma (!) imkanınız yok. Ayrıca oradaki azabı gördükçe bu
isteklerini tekrarlayacaklar ve fakat, "Her çıkmak isteyişlerinde oraya
geri döndürülüp, 'Tadın azabı!' denilir. "(52) buyurulmaktadır.
Hatta orada yaptıkları bu tür
gereksiz gürültülerden dolayı azarlanacak ve: "Kesin sesinizi saygısızlar,
konuşmayın orada! "(53) denilecektir.
Yine Kur'anı Kerim'de, yüce
Allah: "Ölüm anında Allah ruhları alır. Diri olanları da uykularında bir
çeşit ölüme mazhar eder. Sonra ölümleri takdir edilmiş olanların ruhlarını
tutar, diğerlerini ise takdir edilmiş ecellerine kadar bedenlerine geri
gönderir (uyandırır). Şüphesiz ki, bunda düşünen bir topluluk için, öldükten
sonra dirilişe dair deliller vardır.''54 buyurmaktadır. Bu da, ölüm gibi,
oldukça ciddî bir konuda tercihin insana bırakılmadığını göstermektedir. Bunun
ötesinde bir de geri gelme isteği, kulun en tabii hakkı olan uykuda bile insana
bir garanti verilmemektedir. Uyuyup uyanamamak da var. Bu yüzden uykuya yarı
ölüm denilmiştir.
Bu sebeple, bize düşen husus; doğru
düşünmek, doğru karar vermek ve doğru inanmaktır. Zaten kitabımızı ithaf
ettiğimiz kimseler de, bu tercihi yapmak isteyen kimselerdir. Kasıtlı olarak
dinden, imandan ve tefekkürden yüz çevirip, haktan sapanlar ve sapıtanlar
değildir...
Beşinci Bölüm
Reenkarnasyonun Argümanları,
Kaynakları
A Kutsal Kitaplar ve Metinler
1) Tevrat ve Kabala
Kabalistler, Tevrat'taki
Niobe'nin mermer olmasını ve Hz. Lut'un zevcesinin tozdan bir heykel haline
gelmesini daha sonrakilerin ise, Yahudi'lerin bir kısmının maymuna ve bir
kısmının da hınzıra dönüşmesini zikrettikleri gibi... Tevrat'ta mevzu edilen
Nzobe'nin mermer ve Hz. Lut'un zevcesi Etidhe'nin tozdan bir heykel haline
gelmesi hiçbir zaman tenasühe delil sayılmaz. Müsamahalı davranıp, böyle bir
şeyi kabul etsek bile, ruh kabzedilmiş, ceset ve maruz kaldığı belanın
keyfiyetine göre, ya yakıcı bir atmosferle toz toprak olmuş veya lavlar altında
kalan cansız cesetler gibi taşlaşmış demektir. Nitekim, dünyanın her yerinde
karşılaşılan bu kabil fosiller, sayılamayacak kadar çoktur. Pompei'nin,
Vezüu'ün püskürttüğü lavlarla bir kül yığını haline gelmesinden asırlarca sonra
yapılan bu kazılar, karşımıza bir sürü mermerleşmiş Niobe çıkar idi. Bugün
sayfa sayfa bu enkaz yığınlarını çevirip dururken ibretle seyrettiğimiz nâpak
alınlarda utanç ve hacâlet dolu bir hayatın, insanı, kudurtmuşluğu
hissedilmekte ve ilahi gazabın eserleri görülmektedir. İbret alınsın diye,
istikbâlin koruyucu sinesine teslim edilen bu etnoğrafik ma
teryali, tenasühle tefsir etmek,
hiçbir mesnede dayanmadan ortaya atılmış bir iddia ve işi hafife almaktan
ibarettir. (55)
2) incil ve Hristiyanlık
Reenkarnasyoncular, herkesi
kendileri gibi görüp, her dinden ve her kitaptan delil getirmeye çalışıyorlar.
Bunlardan biri de Hristiyanlık. Hristiyanlık içinde bir sürü mezhep ve tarikat
var. Bunlardan belki marjinal bir grup da re enkarnasyona inanabilir. Ama bu
demek değildir ki, baştan sona hepsi inanıyor ve kutsal kitaplarında bu var!
Zaten pekçok Hristiyan da biliyor ve itiraf ediyor ki, ellerindeki kitap
orijinal metin değil. Bu yüzden bu yanlış felsefeye inananlar da buna göre
inanıyorlarsa, bunun da yanlış olduğu aşikârdır.
Şimdi sizlere, yanlış ve tahrif
edilmiş şekliyle bile olsa, İncil'de ve Hristiyanlık'ta reenkarnasyonun
olmadığını anlatan, kilisenin ve Hristiyan din adamlarının bu batıl itikadı
kabul etmediklerini ortaya koyan, 'Patrizya' adında birinin sorduğu soru
üzerine, cevabı kendisine "Sent Antuan Dostu" adlı bir dergide,
mektup olarak yazılmış bir belgeyi, bir pederin verdiği ilginç bir cevabı
nakledeceğiz:
"Sevgili Peder,
Sık sık arkadaşlarımla
konuştuğumda, reenkarnasyon (defalarca yaşamak) konusu ortaya çıkıyor. Ben
reenkarnasyona inanmıyorum. Senin düşünceni ve kilisenin düşüncesini bilmek
istiyorum. Acaba bir katolik, aynı zamanda hem imanına sadık kalıp, hem de
reenkarnasyona inanabilir mi? "
"Sevgili Patrizya,
Eski kültürlerin reenkarnasyonla
ilgili kanıları vardı. Örneğin, eski Yunan kültürlerinde. En gelişmiş şekilde
hazırlanmış reen karnasyon inanç sistemleri Hindistan'daki dinlerde
bulunmaktadır. Bu dinlerde aydınlığa varmış olan ruhi rehberlik "Guru
"dur.
Brahma dini, bedenin ölümünden
sonra, içinde bulunan ruhun başka bir bedene gireceğini, mükemmel aydınlığa
yani kesin kurtuluşa böylece varılacağını söyler. Gerçekten her Brahman, ruhun
bedeninden kesin kurtuluşu, diğer insanların veya diğer hayvanların bedenleri
içinde yeniden doğuşu (reenkarnasyon) ümidi içinde yaşar. Brahman çileciliği,
bu idealden yola çıkar. Bu ideal, töre bakımından düzenli bir hayat yaşayarak,
hayata gerekli olan maddi şeyleri kullanarak ve sahip olarak, ahlaki kuralları
(dharma) takip ederek ve aile, toplum ve din görevlerini yerine getirerek,
gerçekleştirmektedir. Bu törenin merkez noktası, evrensel sevgi (ahimsa) 'dir.
Ahimsa 'nın anlamı; her yaşayan varlığa zarar vermemek, onlara karşı şiddet
kullanmamak, bütün varolan varlıklara, özellikle insanlara saygı göstermek
gerekliğidir. Daha gelişmiş Brahman düşüncesinde ise, her kişi ruhtan ve
bedenden oluşmaktadır.
Fakat ruhun ve bedenin birleşimi,
İbrahim inancına dayanan dinlerdeki gibi (Musevilik, Hristiyanlık ve
Müslümanlık) değildir. Ruh için, bir bedene sahip olmak, ceza ve azap olur,
asıl bir günah (avidya) nedeniyle hakettiği ceza ve azaptır. Ebedi ve
anlaşılmaz bir kudret olumsuz bir şekilde ruhu etkiler; öyle ki, ebedi olan
ruh, maddi bedenle birleşir.
Bu antropoloji ışığında, arınmak
için ceza, reenkarnasyon dur. Her insani eylem, özgür bir şekilde işlenmesine
rağmen, ödül ya da ceza gerektiren iyi ya da kötü bir etki. aratır. Mademki her
insani eylemin sonucu, tek bir hayatta tecrübe edilemez, böylece ruhun diğer
bedenlerde yeni doğuşları gerekir.
Brahma dinine göre hayat, iki
nokta, yani doğuş ve ölüm arasındaki belirlenen ve tanımlanan bir gerçek
değildir; bir daire içinde dolaşmaktır.
Reenkarnasyon, Hristiyan inancı
ile bağdaşmaz. Ne Eski ve Yeni Ahit (antlaşma) kitaplarında, ne de kilise
gelenek ve resmi belgelerinde reenkarnasyon öğretilmez.
Bunun üç nedeni bulunur:
1. Tinsel ve ölümsüz olan, doğrudan Tanrı tarafından
yaratılan ruh ile beden tek bir varlıktır. Ruh, bedenin biçimidir. İnsanda ruh
ve özdek (madde) birleşmiş iki tabiat değildir, fakat birleşmeleri tek bir
kişi, tek bir insan oluşturmaktadır.
Ölüm ise, her erkeğin ve her
kadının yeryüzündeki haccının sonu ve ebedi kurtuluş için Tanrı'nın lütuf ve
merhamet zamanıdır. ,
Hayatımızın yeryüzündeki akımı
bittikten sonra, yeryüzünde başka bir hayatı yaşamayacağız. Kutsal kitaplarda
şöyle yazılır: "Ve insanlara bir defa ölmek, ve ondan sonra hükmolunmak
mukadder olduğu gibi, böylece de Mesih çoğunun suçlarını taşımak için, bir defa
takdim edilmiş olup ikinci defa, günahsız olarak, kurtuluş için kendisini
bekleyenlere görünecektir."
Katolik Kilisesi’nin Evrensel
Kateşizmi açıkça öğretiyor: "Ölümden sonra reenkarnasyon yoktur. "
"Sonunda ölülerin dirilişi
vardır. Mesih İsa, tam kendi bedeniyle Tanrı'nın şanında dirildi. Aynı şekilde
biz de O'nda kıyamet gününde yaşamış olduğumuz aynı bedenle dirileceğiz.
O, her şeyi kendine bağlı kılmaya
yeterli olan gücünün etkinliğiyle, bizim düşkün bedenlerimizi değiştirip kendi
yüce bedenine benzer hale getirecektir. "(57)
2. Ölümümüzden sonra, ebediyete kadar Tanrı'nın bizi mutluluk
evine kabul etmesi için, günahlarımızdan tam olarak arınmamız, eğer gerekirse,
reenkarnasyonla değil, Tanrı'nın lütfuna ve bize göstereceği merhamete
bağlıdır. Ve Tanrı'nın merhameti sonsuzdur.
3. Kutsal kitaplarımız, herşeyi açıkça göstermiştir. Böyle
boş inanışlar gereksizdir. Bir Hristiyanın nasıl yaşaması gerektiğini ve nelere
inanması gerektiğini kutsal kitaplar vermiştir... "
❖
Reenkarnasyona delil olarak
Yuhanna İncili'nden bir mesele naklederler: "Hz. İsa, yoldan geçerken
doğuştan kör olan bir adam gördü; ve havarileri ona şunu sordular: Efendimiz,
bu adamın kör olarak doğmuş olmasının nedeni, onun kendi günahı mı, yoksa onu
dünyaya getirenlerin günahı mı? İsa şu cevabı verdi: Kesinlikle ne onun, ne de
onu dünyaya getirenlerin günahıdır; onun kör olarak doğması Tanrı nın gücünün
onda tezahürlerini oluşturması içindir. "(59) Dolayısıyla, bu adam hiç de
günahları için cezalandırılmış, değildi. "Belki de gelecekte
yapacaklarının peşin olarak cezalandırılması veya tahribatlarının en aza
indirilmesi içindir." şeklinde de yorumlanabilir.
Veyahut da, yukarıda da
söylediğimiz gibi, İncil baştan aşağıya bozulmuş olduğu için ve Yuhanna,
Yahudiliğin tesirinde İncil yazdığı için, bunun arkasında herhalde Kaba la'dan
nakledilmiş şeyler vardır. Çünkü Yahudi kitabı Ka bala'da, bu gibi şeylerden
çok bahsedilir.
B Kur'anı Kerim ve İslam Dini
Yanlış Yorumladıkları Ayetler
Reenkarnasyona veya tenasühe,
öteki ifadesiyle, tekrar doğuşa dair Kur'an'dan gösterdikleri bir sürü sözde
delil var. İsteyen herkes, kendi yaptığı yanlışlara veya doğrulara Kur'an'dan
delil bulabilir. Ayetlerin mucizevi ifadeleri buna müsaittir. Ancak, Kur'an'ı kendilerine
göre yorumlayıp heveslerine alet edenler, yine Kur'an ve sünnete göre
kafir hükmüne tabidirler. Bu
konuyu yüce Allah; "Allah onunla (Kur'an ’la) birçoğunu saptırır, yine
onunla birçoğunu da doğru yola getirir "(60) buyurarak, apaçık ifade
etmekte ve kendi sapıklıklarına Kur'an'ı alet etmek isteyenlere ve keyfi
yorumlar yapmaya karşı uyarıyor.
Kur'an tefsiri ve müteşabih
ayetlerin yorumu, ayetlerin dikkatle düşünülüp incelenmesini gerektirir.
Bununla beraber, ayetlerin indiği maksat ve tarihini, sırasını ve iniş
sebebini, siyak ve sibakını, Arap dilinin incelikleri ile mecazlarını, sarf,
nahiv ilimlerini ve kesinlikle o konuda bilinmesi gereken her şeyi bilmek
gerekir. Tefsircilerin hemen hepsi, bu ilimleri bilmekle beraber, ayetleri meal
ve tefsir olarak yorumlarken ilahi maksat ve gayeye uygun olarak yapıp
yapamadıkları endişesiyle tir tir titremişler ve "Acaba isabet edebildik
mi? " diye, endişe içerisinde yaşayıp ölmüşlerdir. Ancak, cahiller cesur
olur kaidesiyle, şimdi her önüne gelen meal ve tefsir yapmaktan çekinmiyor,
piyasa meal ve tefsir dolu ve hiçbiri tam tekmil değil. Arapça bile bilmediği
halde eline bir meal alıp televizyonlarda program yapıp, ortalığı fitneye
fesada boğanlar, bir takım vahi (boş ve mesnetsiz, hayali şeyler içeren) fikirlerle,
boş iddialarla ortalığı karıştıranlardan geçilmiyor. Ancak bunlardan birini
tenkit etmeye kalktığınızda kıyamet kopuyor. Yani tenkide ve eleştiriye hiç mi
hiç açık değiller. Kimse de burnundan kıl aldırmıyor.
Bu sebeple, bir ayetin siyak ve
sibakını yani geliş ve gidişini, iniş sebebini ve gerekli diğer hususları
bilmeden yorumlamak doğru değildir ve doğru olmamakla kalmaz, büyük yanlışlara
sebebiyet verir. Özellikle Peygamberi miz'in ve sahabenin yaptığı yorumlara
dikkat etmek ve onları ölçü almak, bizi doğru yoruma ve doğru karara gö
türeceM:ir. .
Şimdi, ülkemizdeki
reenkarnasyoncuların yanlış yorumladıkları ayetlerden bazılarını izah edeceğiz.
Bunlar, diğerleri hakkında da bir ölçü olacak ve gerekli kanaati
uyandıracaktır.
1) Yoktan Var Etme ve Öldükten Sonra Diriltme "(Ey
kafirler, ey münafıklar ve ey insanlar!) Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki,
sizler ölüler iken, O size hayat verdi. Sonra öldürecek, sonra diriltecek,
sonra O'na döndürüleceksiniz. "((,1'> Elmalılı tefsirinden aldığımız bu
meal üzerinde yorum yapmadan, aynı ayetin Muhammed Esed'in kısa tefsirindeki
mealini de okuyalım: "Cansız iken size hayat veren ve sizi ölüme götüren,
sonra tekrar hayata kavuşturan ve (sonunda) kendisine döndürüleceğiniz Allah
’ı, nasıl inkar edersiniz?
Görüldüğü gibi iki meal arasında
ince farklar var. Baha eddin Sağlam Hoca'nın meâlinde ise, "Sizler ölüler
iken" cümlesindeki, "ölüler " kelimesine, "cansız birer
element iken "( yorumu
getirilmektedir ki, en uygun tercüme ve yorum budur. Çünkü insan, ana rahmine
düşmeden önce cansız bir elementtir. Ya bir marul veya maydanozun yaprağında,
ya bir elma veya bir armutta veya başka bir sebzede veya meyvede. Ya da bir
ette, bir ekmekte. Sonra yenir, vücutta bir hücre olarak yerini alır. Ama yine
kendi başına bir insan değil, hayatı başkasına bağlı bir hücredir. Daha sonra,
annede bir yumurta veya babada bir sperm hücresidir. Ancak, yüzmilyonlarca
hücreden biri. Sonra biri başka, öteki başka yerlerde, başka şartlarda bulunan
iki kişi, kaderin bir tecellisi ile tanışır ve evlenirler. Bunlardan bir çocuk
olur. O çocuk, ta yine milyonlarca ihtimal arasından seçilen, bir sperm
hücresinden olur, yani döllenir. Ama kimse onun dünyaya gelip yaşayacağı
hakkında kesin bir hüküm veremez. Yani hâlâ ölü ve cansız sayılan bir durumdadır.
Ne zaman ki sağlıklı olarak dünyaya geldi, işte o zaman bu ayete muhatap olur.
"Tekrar öldürecek ve tekrar diriltecek" bölümünde zaten yanlış
anlaşılacak bir durum yok.
Bu ayetin tefsirini, yukarıdaki
açıklamalardan başka bir de kendisinin reenkarnasyon fikrine inandığını
söyleyerek istismar ettikleri, Prof. Dr. Süleyman Ateş'ten nakledelim:
"Allah'a karşı nasıl
nankörlük eder, (O'nu nasıl inkar eder)siniz ki, siz ölüler idiniz, O sizi
diriltti, yine öldürecek, yine diriltecek sonra Ona döndürüleceksiniz."
Ayetin tefsirinde ise,
"Birinci bölüm, insanın dünyaya gelmezden önceki durumudur. Meni
hayvancığı iken insan, ölmüş gibi kendinden habersizdir. Meni haline gelmeden
evvel hiç bir şey değildi. Demek ki dünyaya gelmeden evvel ölü sayılmaktadır.
Dünya hayatı birinci hayattır. Dünyadaki ömrünü tamamladıktan sonra ruhun
bedenden ayrılması da ikinci ölümdür. Kıyamette ruhun tekrar bedene girmesi de
ikinci hayattır." deniliyor.^)
Bu ayetin tefsirinde
reenkarnasyonla ilgili bir şey bulmak mümkün olmadığı gibi, Süleyman Ateş
Hoca'yı töhmet altında bırakacak bir anlam da yüklü değildir. Zaten, kendisiyle
haftalık Aksiyon dergisi tarafından yapılan sohbette bu konuya değinip,
"Reenkarnasyonu kabul etmek, ahireti ve haşri inkar etmektir. Ben hayatımı
Kur'an'a hizmetle geçirdim, buna nasıl taraftar olabilirim?" diye, bu
görüşe katılmadığını söylemiş ve kendisini referans olarak gösterenlere de ağır
bir dille beddua etmişti.* )
Görüldüğü gibi meal ve tefsirde
bu kadar açık ifadelerle yer alan ayetler, tenasühçüler tarafından kendilerine
bir delil gibi gösterilmek istenmektedir.
Onlar diyorlar ki, "Cansız
olan bir şey, nasıl ölür ve nasıl hayat verilir? Demek ki insan, daha önce bir
bedende gelmiş ve ölmüş, sonra da yeniden hayata kavuşmuş..."
Bu bir yanlış anlama veya
saptırmadır. Doğrusunu ise, yukarıda anlattık. Yani cansızlık, bir element ve
yoktan var edilme, hayat sahibi, ruh sahibi olmama şeklinde anlaşılmalıdır.
Bunu, şu ayette daha açık olarak görmek mümkün:
"Andolsun! Biz insanı
çamurdan süzülmüş bir özden yarattık. Sonra onu sağlam bir yere/ana rahmine
yerleştirmek üzere bir nutfe/meni haline getirdik. Sonra o meniyi, alaka/rahme
asılan döllenmiş hücre olarak yarattık. O alakayı bir çiğnem ete çevirdik. O
çiğnem eti de kemiklere dönüştürdük. Ve o kemiklere et giydirdik. Sonra onu
başka bir şekilde yapılandırdık. Demek, en güzel yaratan Allah, bütün
kusurlardan münezzehtir. Şüphesiz, bundan sonra siz ölüyorsunuz. (Yani, yeni
bir hayata çekirdek olabilecek şekilde uyarlanıyorsunuz.) Sonra, kıyamet günü
diriltileceksiniz. "(
Görüldüğü gibi, daha önce insan
olarak bir kıymet ve hüviyete sahip olmayan atomların, elementlerin, hücrelerin
kendilerine canlılık kazandırılması epey bir zaman istiyor. Bu sebeple hemen
insan da olunmuyor. Doğup insan olacağı ve kendisine yapılan bu hitabı
anlayacağı ana kadar, ona tam bir insan gözüyle bakmak da mümkün değil. Çünkü
sorumluluk yüklenen ve hayatından hesaba çekilecek olan birinin bunu bilmesi ve
yaşamış olması en tabii hakkıdır.
2) Yıldırım Çarpması ve Geçici Ölüm
"Hani bir zamanlar Musa'ya:
'Ey Musa! . Biz Allah'ı açıkça görmeden asla inanmayız.' demiştiniz de, bunun
üzerine sizi yıldırım çarpmıştı ve siz de bakakalmıştınız. Sonra şükredesiniz
diye sizi, ölümünüzün ardından yeniden diriltmiştik. "(' '>
Yanlış yorumlanan konu, ayetteki
"yıldırım çarpması" olayıdır.
Burada, Hamdi Yazır, sözü edilen
topluluğun, yıldırım çarpmasıyla, dehşetli bir darbeye tutulup yıkıldıklarını,
kımıldayacak hallerinin kalmadığını, dehşet ve korku içerisinde bakakaldıklarını
anlatır. Bu görüşün, bütün tefsirci lerce kabul edildiğini söyler ve son derece
güzel ve ilmi mantıkla konuyu açıklar. Yani o kişiler ölmemişler, fakat ölecek
hale gelmişler. Çünkü ilk ayetin sonundaki, "ve en tüm tenzurım: Siz de
bakıp duruyordunuz." cümlesi, atıf veya hal cümlesi olarak, bilhassa böyle
bir zanna/yeniden dirilme şeklinde anlamaya meydan vermemek içindir.
"Ahz"/almak, bakmaya arız/engel olan bir hal değil, "na
zar"/bakmak, ahz'e yakın olan bir hal olarak gösteriliyor veya atfediliyor.
Nitekim bu yıldırım çarpmasının ayrıntılı olarak açıklandığı, "Musa,
kavminden yetmiş kişiyi seçti... "(68) âyetinde, "Felemme hazethüınü
'rracfetü: Onları titreme yakalayınca..." buyurulmuştur.<69)
Ayrıca, bazı tefsirciler, Hz.
Musa ile giden yetmiş kişiden bir kısmının ceza olarak öldürüldüklerini,
diğerlerinin de sağ bırakıldıklarını veya hepsinin ölümle burun buruna
geldiklerini, ama Hz. Musa'nın duası sebebiyle hayatlarının bağışlandığını
söyleyerek, öldükten sonra dirilmenin açık bir örneğinin verilmiş olduğunu da
söylerler. Zaten bir anlık bir olay bu. Ne elbise değişmiş, ne beden. Ne zaman
değişmiş, ne yer. Bununla beraber, Kur'an'ı anlama konusunda uzman olan hiçbir
kimse, bunun "yeniden doğuş/reen karnasyon " anlamına geldiğini
söylemez. Ancak, pekçok eksik ve hatalarla yapılmış olan meallerle Kur' an'ı
anlamaya çalışan ve ondan hüküm çıkarmaya kalkışanlar böyle bir hataya
düşerler. Buna bir de kötü emellerine Kur' an'ı alet etmek isteyenleri
eklersek, konunun altında yatan gerçek ve anl^akta güçlük çektiğimiz husus
ortaya çıkar.
3) İki Ölüm ve İki Hayat
Reenkarnasyona delil gösterilen
ve bir tefsirden bakıp aslını öğrenemedikleri, öldükten sonra dirilip
cehennemde azap görenlerin halini ve sızlanışlarını anlatan ayetlerden biri
olan "Gafir Sûresi'' adıyla da anılan, "Mü 'min Sûresindeki;
"Onlar: 'Ey Rabbimiz! Sen bizi iki kere öldürdün ve iki kere dirilttin.
Biz günahlarımızı itiraf ediyoruz. Buradan çıkmak için bir yol yok mudur?'
diyecekler. "(7°) ayetidir.
Bu ayetin öncesi ve sonrası da
aynı konuyla alakalı. Ancak, burada konumuz uzamasın diye oraya girmiyoruz.
Burada sözü edilen husus, "iki kere öldürme " ve "iki kere
diriltme" konusu. Bununla ne denilmek isteniyor?
Aslında durum gayet açık. Birinci
diriltme, yukarıda da açıkladığımız gibi yoktan var etme ve hayatı tattırma.
Birinci öldürme ise, normal olarak herkes gibi ölme. İkinci diriltme de,
kıyamet günü, hesaba çekmek için diriltilip, mahşer yerinde toplama ki, bu konu
da zaten orada geçiyor. İkinci öldürme ise, cehennemde cezaya çarptırılarak bir
çeşit ölüme mahkum edilme. Defalarca azaba maruz kalmaları. Onların yakındığı
konu da bu! Yani, "Bizi hayata getirdin, sonra da ölümü tattırdın; sonra
bizi yeniden dirilttin ve şimdi, yeryüzündeki bilinçli manevi körlüğümüzden; seni
ve emirlerini görmezlikten gelmemizden dolayı, bizi ruhsal bir ölüme yani azaba
mahkum etmektesin. Buradan çıkıp kurtulmanın bir yolu yok mu?" diyecekler.
Tıpkı, Tâhâ Sûresi'ndeki, kör
olarak diriltilen bir kısım kimselerin yakındıkları gibi ki, onlardan biri:
"Ey Rabb'im, beni niye kör olarak dirilttin? Halbuki ben kör değildim
(hatta gözlük bile kullanmıyordum)" diye, yakınıp soracak. Yüce Allah da
ona şöyle der: "Şunun için: Sana ayetlerimiz/mesajlarımız gelmişti de sen
onları göz ardı etmiştin. Bugün de sen aynen öyle gözardı edileceksin.
"(7!) Bunu da Cenabı Hak ön
ceden haber vermişti zaten:
"Kim ki beni anmaktan/benim zikrimden yüz çevirirse, bilsin ki, onun
dar/ve sıkıntılı bir hayat alanı olacaktır ve kıyamet günü onu kör olarak
kaldıracağız. "(72)
İşte bu körlük, Kur'an'ı, Allah'ı
ve Allah'a karşı yapmamız gereken görevleri ve ibadetleri arkaya atmanın,
görmezlikten gelmenin, inanıp ibadet etmemek için, yalan yanlış inanç ve üstûre
(masal) uydurmanın cezasıdır. Oysa, doğru dürüst inanıp gereken işleri ve
ibadetlerini yapmış olsalardı, bunların hiçbiri başlarına gelmeyecekti...
Konuyu daha fazla uzatmak
istemiyorum. Ancak, bu ayetler, onların çok kullandığı ve inanan insanları
kandırmaya çalıştıkları ayetlerdi. Gerekli kanaatın hasıl olduğuna ve bunların
Kur'an'ı yanlış anlayıp, keyfi hükümler verdiklerine artık herkes ikna olmuştur
sanırım.
4) Konuşan Ölü Mucizesi
Bakara Sûresi'nde anlatılan ve o
sûreye adını veren bir olay var. Bu olay, "İcl Vakası" diye bilinen
bir olaydan sonra zikredilen ve öldürülmüş bir kişinin katilinin bulunmasını
anlatan bir olaydır. İcl Vakası, Mısır'da, Yahudiler'in ineğe taptıkları bir
sırada cereyan eder. Maksat onların putperestlikten kurtulmalarını ve Allah'ın
birliğine inanmalarını temin etmektir.
Yahudiler, kesilmesi emredilen
sığırın üzerinde tartışır, nasıllığı ve niceliği hakkında bir sürü tartışma
yaparlar, kesmemek için bahane ararlar. Ancak Allah (c.c), onlara ineği, yani
İlah edindikleri hayvanı kestirir ve doğru inanca ulaştırır.
İşte, bu olayın hemen arkasından
gelen ve aşağı yukarı aynı manayı ifade eden başka bir olay var ki, reenkarnas
yoncular kendilerine delil gösterirler. Olayda anlatılan husus, Oldürüleı;ı.
bir kişinin katilinin bulunmasıdır. Ayet şöyle:
"Hani bir kişiyi
öldürmüştünüz ve bu konuda birbirinize düşmüştünüz. Oysa Allah,
gizlediklerinizi açığa çıkaracaktı. Bunun için de:'Ona (cesede, kestiğiniz
ineğin) bir parçasıyla vurun' demiştik. Böylece, Allah ölüleri diriltir ve size
ayetlerini gösterir ki, akıllanasınız." ( ‘)
Ayette ifade edilen husus,
maktüle kesilen sığırın neresinden bilinmiyor ama bir parçasıyla vuruluyor ve
ölü dirilip, katilini haber veriyor. Ancak, hemen arkasından yine ölüyor. Geri
gelmesi ve yaşamaya devam etmesi, başka bir bedende hayatını sürdürmesi söz
konusu değil. Bunun neresi reenkarnasyona delildir, anlamak mümkün değil!
Ayrıca, Allah (c.c), zaten bundan alınması gereken dersi, bizzat kendisi
veriyor:
"Gizlediklerinizi açığa
çıkaracağız" demekle, "Sizin bile yaptığınız ve fakat insanların
bilmekten aciz oldukları niyetlerinizi ve diğer gizli planlarınızı açığa
çıkaracağımız ve sizi hesaba çekeceğimizi zannetmiyor, akıldan uzak
görüyorsanız, bakın işte, gözünüzün önünde ölmüş bir adamı dirilttik ki, bu
size ibret olsun ve ahireti inkar etmeyesiniz; hayatı ona göre yaşayıp, size
verilen imkan ve fırsatları ona göre değerlendirip, nimetlerime şükredesiniz...
” denilmektedir.
5) Korkup Kaçanları Yakalayan Ölüm Yine istismar edilen bir
ayet de, ölüm korkusu ile korkup evlerini ve yurtlarını terk edip kaçanlarla
alakalı. Re enkarnasyon inancı ile yakından uzaktan alakası yok. Ancak anlamak
ve anlatmak mümkün değil: Neden kendi inançlarına Kur'an'ı argüman yapıp, delil
gösteriyorlar? İşte ayet:
"Şu binlerce iken, ölüm
korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah onlara; 'Ölün' dedi. Sonra
onları diriltti. Şüphesiz Allah, insanlara karşı ikram sahibidir. Fakat
insanların çoğu şükretmezler. "V4')
"Allah onlara, 'ölün'
dedi." Sonra onlar da öldüler. Sonra Allah onları diriltti ve geride kalan
ömürlerini tamamlamak için yine ruhlarını kendi bedenlerine iade etti. Böy lece
kaderden kaçmanın bir anlamı olmadığını, bilmelerini göstermek istedi. Aslında
durum bundan ibaret. Ancak tefsirciler olayın farklı yönlerini bulup
incelemişler. Olayla ilgili kıssa, Rûhu ’lBeyan tefsirinde şöyle anlatılıyor:
"Bunlar, İsrailoğullarından
büyük bir topluluktu. Bir kasabada yaşıyorlardı. Taun (veba) salgını geldi.
Bunun üzerine hepsi de evlerini bırakıp kaçtılar. İki dağ arasında bulunan Ef
yah Vadisi'ne gidip orada konakladılar ve kurtulma umuduyla beklemeye
başladılar. Ancak vadinin alt ve üst taraflarından birer melek, bunlara,
'Ölün!' diye seslendi. Hemen hepsi orada ölüverdiler. Haliyle bu, Allah ’ın
emri ve dilemesiyle olan bir şeydir. Üzerlerinden tam sekiz gün geçti. Hepsi
şişip kalmışlardı. Bu arada Hazkil peygamber yanlarından geçti. Hz. Hazkil
(a.s.), Hz. Musa'dan sonra peygamber olarak gelmişti. Bu ölüleri görünce, durdu
ve hayretler içinde bunların hallerini düşünmeye başladı. Bu sırada Allah
kendisine: 'Sana bir mucize göstermemi ister misin?' diye vahyetti. O da:
'Evet' dedi. Allah da şöyle buyurdu: 'O halde şöyle seslen: Ey kemikler! Allah,
sizin benim yanımda toplanmanızı emrediyor.' İşte bu seslenişten sonra kemikler
vadinin alt ve üst taraflarından toplanarak bir birleriyle birleşip
kaynaştılar. Sonra Allah, kendisine: 'Ey ruhlar, Allah sizin yerlerinizi
almanızı emrediyor diye seslenmesini vahyetti. O da gerekeni yaptı ve hepsi
dirilmiş olarak kalktılar. Bu arada şöyle diyorlardı: 'Allah' ım! Seni takdis
ve tenzihle hamd ederiz. Sen her şeyden münezzehsin. Senden başka hiçbir ilah
yoktur.' Sonra da hepsi yerlerine ve yurtlarına, kavim lerinin yanına döndüler.
Ecelleri sona erinceye kadar bir süre daha yaşadılar. ,,(75)
Görüldüğü gibi olayın anlatılış
şekli, herhangi bir tezat teşkil etmiyor ve ayetin verdiği bilgilerle çelişkili
değil.
Bunun yanında reenkarnasyona
delil olabilecek herhangi bir husus yok. Bulundukları yerde öldürülüyorlar ve
aynı bedende yine diriltilip kendi yurtlarına ve yuvalarına geri dönüyorlar.
Beden değişmesi diye birşey söz konusu değil. Verilen ceza, hastalığın
çarelerini araştırıp onunla savaşmak yerine kaçmayı tercih etmelerinden
kaynaklanıyor. Kurtulmayı ümit ederlerken tam tersine ölümle karşılaşıyorlar.
Merhum İsmail Hakkı Bursevi,
tefsirinde, burada verilmek istenen dersin, müslümanları cihad konusunda
gayrete getirmek ve onlara cesaret vermek olduğunu söylüyor.
6) Yüz Yıl Uyutulup Uyandırılma
Başka bir ayet, yine Bakara
Sûresi'nden. Üzeyir bin Şer hiya ile yani Üzeyir peygamber ile alakalıdır ki,
olay Kudüs'te geçmektedir ve uzunca anlatılır. Kısaca anlatmak gerekirse,
sadece ayeti ele alıp arkasından bir iki cümle ilave edeceğiz.
"Yahut o kimse gibisini
gördün mü ki, duvarları çatıları üzerine yıkılmış olan bir kasabaya uğramış:
'Allah bunu, ölümünden sonra nasıl diriltecek?' demişti. Allah da onu ölümünden
sonra yüz sene ölü bıraktıktan sonra diriltti. 'Ne kadar kaldın?' dedi. O da:
'Bir gün veya bir günün birazı kadar kaldım' dedi. 'Hayır yüz sene kaldın, işte
yiyeceğine ve içeceğine bak, bozulmamış. Bir de eşeğine bak. Seni insanlara
delil kılalım diye böyle yaptık. Kemiklere bak, onları nasıl yerli yerine
getirip sonra ona et giydiriyoruz.' Bunlar ona apaçık belli olunca: 'Artık
Allah'ın her şeye kadir olduğunu biliyorum' dedi. "(76)
Rivayet edildiğine göre,
İsrailoğulları, kötülük işlemede, bozgunculuk ve fesat çıkarmakta çok aşırı
gitmişlerdi. Allah, bunların başına Babil hükümdarı Buhtunnasır'ı mu
sallat etti. Buhtunnasır, altı
yüz bin kişilik bir orduyla bunların üzerine yürüdü. Şam'ı çiğneyerek, Beyti
Makdis'i harabeye çevirdi. İsrailoğullarından yüzbin yiğit delikanlıyı esir
aldı. Hz. Uzeyir de bunların arasındaydı. Bir süre sonra Allah, Hz. Üzeyir'i
onların elinden kurtarmıştı. Hz. Uze yir eşeğiyle Beyti Makdis'e gidiyordu.
Buraya geldiğinde, acı manzarayla karşılaştı. Bu durum; "Duvarları
çatıları üzerine yıkılmış." ifadesiyle dile getiriliyor. Yani binanın
tavanları çökmüş, duvarlar ve tavanlar birbiri üzerine yığılıp kalmış, her
taraf harabeye dönmüştü. Bu manzarayı görünce: "Allah bunu, ölümden sonra
nasıl diriltecek?" demişti. 'Böylesine harap hale gelen bu kasabayı Allah
nasıl eski güzel durumuna getirecek?' dedi. Fakat bunu, Allah'ın gücünden şüphe
amacıyla söylemiyordu. Çünkü Allah'ın kudretinden şüphesi yoktu. Üzeyir bu ifadeleri
söylerken, işin çok zor ve ağır olduğunu belirtmek istiyordu. "Allah da
onu yüz sene ölü bıraktıktan sonra diriltti."
Rivayete göre, Hz. Uzeyr kasabaya
girince, bir ağacın gölgesine gitti. Yanındaki merkebini ağaca bağladı ve
kasabayı gezip dolaştı. Hiçbir kimseyi bulamayınca, yukarıdaki sözleri söyledi.
Sonra da gidip uyudu. Allah onu uykusunda öldürdü. Henüz genç bir delikanlıydı.
Yanına da yiyecek olarak incir, üzüm ve şıra almıştı. Bu ölüm olayı bir ibret
içindi. Allah aynı zamanda Hz. Üzeyir'in eşeğini de öldürdü. Yüce Allah, Hz.
Üzeyir'in cesedini insan, yırtıcı hayvan ve kuşlardan gizledi. Kimse onu
göremiyordu. Hz. Üzeyir'in ölümünün (uykusunun) üzerinden tam yüz yıl geçince,
Allah onu yeniden diriltti. İşte; "Sonra onu diriltti " ayetinin
ifade ettiği anlam budur.
Ayetteki "ba 's "
kelimesi, bir şeyi yerinden doğrultmak manasınadır. Nitekim Araplar,
"deveyi yerinden kaldırdım" ifadesini de bu kelime ile ifade ederler.
Kıyamet gününe de "yevmi ba 's" denir. Çünkü insanlar, o günde
kabirlerinden kalkarlar. Yüce Allah'ın bunu, "Ahyâhu" (onu diriltti)
demeyip, "Baasahu" ( kaldırdı) kelimesiyle ifade etmesi bu
nun, Hz. Uzeyir'in önce nasıl
idiyse, aynen eskisi gibi, akıllı, anlayış sahibi, ilahi bilgiyi hemen
kavrayacak bir durumda, eksiksiz bir şekilde eski haliyle döndürmesinden dir.
Eğer, "Sonra onu ihya etti (ahyâhu)." deseydi, bütün bu manalar
çıkmazdı.(77)
Burada gösterilmek istenen ve
dikkat çekilen başka bir husus da yiyecek ve içeceklerin normalde birkaç gün
içinde bozulmasına rağmen yüzyıl korunarak bozulmamış olmasıdır. Ayrıca Üzeyir
peygamberin yüz yıl ölü kaldığı halde bunu, bir gün veya daha az bir süre
uyuduğunu sanarak ifade etmesi. Yüz yıl kaldığını da, "Bir de eşeğine
bak." ihtarı ile anlıyor. Eşeğine bakınca, onun kemiklerinin birbirinden
ayrılıp çürümüş ve un ufak olmuş olduğunu görür. Yüce Allah bunu,
"Kemiklere bak. Onları nasıl yerli yerine getirip sonra ona et
giydiriyoruz. " âyetiyle ifade eder. Ayette kemik çoğul, et tekil olarak
ifade ediliyor. Çünkü kemikler çok ve birbirinden farklıdır, et ise tekdir,
birdir, bitişiktir. Görülen bir şeydir, kemik ise etin altındadır ve
görünmezler. Burada ince bir temsil vardır. Derinin altındaki kemik gibi,
toprağın altına girmiş cesedi ve parçalarını da böyle toplar, yeniden
diriltiriz denilmek isteniyor. Bütün bunların sebebi ise, öldükten sonra
dirilmeyi ve hesabı akıllarına getirmeyenlerle, getirip anlamayanlara veya
reenkarnasyoncular gibi yanlış yorumlayarak saptıranlarla, inkar edenlere,
"Seni insanlara bir delil kılalım diye yaptık. " denilmektedir.
Yine bir cümle ile ifade edecek
olursak, ayette geçen kelimelerin ve cümlelerin hiçbirinde başka bir cesetten,
ceza veya mükafattan da söz edilmiyor. Aradan yüz yıl geçmiş olmasına rağmen
Üzeyir peygamber kendi cesediyle diriliyor ve kendisi olduğunu hatırlıyor,
üstelik hiç tereddüt etmeden ve hiç yadırgamadan gayet rahat olarak, "Bir
gün veya daha az uyudum veya öyle kaldım." diyor. Şayet reenkar
nasyoncuların dediği gibi, bu bir
mucize değil de "evrensel bir yasa" olsaydı, o zaman bütün insanların
Üzeyir (a.s.) gibi, geçmiş hayatını net ve berrak olarak hatırlar, yeniden
çocuk veya başka bir şey olarak doğmazdı. Aynı zamanda daha önceki yaşadığı
hayata dair neyi varsa hatırlar, onları eliyle koymuş gibi bulur ve bilirdi.
7) Ahiretin Açık ispatı
İstismar konusu olan başka bir
ayet, İbrahim (as)'ın ölülerin diriltilmesi ile ilgili Cenabı Hak'tan bilgi
istediği ayet ve konunun aklen ispatının gösterilmesi:
"Bir vakit İbrahim: 'Ey
Rabb'im! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster.' dedi. Allah: 'Yoksa inanmıyor
musun?' dedi. İbrahim: 'Evet, inanıyorum. Fakat kalbim tatmin olması için
(istiyorum).' dedi. Allah: 'Öyle ise, dört kuşu tut, onları kendine alıştır.
Sonra onlardan her dağa birer parça (tane) bırak. Sonra onları çağır. Onlar
sana koşarak geleceklerdir. Ve bil ki; Allah, Aziz ve Hakim 'dir. (Güçlüdür,
her şeyi yerinde yapar. Ahireti getirmemekle, insanları başıboş, abes bırakmaz.
Güçlüdür, onları diriltebilir.)' "(78)
Ayet 'elKürsi ve ondan sonra
gelen iki ayet, Allah'a imanı anlatırken, bu üç ayet (258, 259, 260) ise;
ahiret gününü ve öldükten sonra dirilmeyi ispat ediyorlar. 258. âyette, ferdi
öldürme ve dirilmeden, güneşin doğuşu ve batışı gibi evrensel ölüm ve dirilme
yasasına geçiliyor.^9)
Bazı meallerde, İbrahim
(a.s.)'ın, kuşları kendine alıştırması ve sonra onların her birinin bir dağa
bırakılması ve sonra da onlara çağırması şeklinde ayetin meali verilir ki,
doğrudur. Çünkü ruhlar ölmez, burada kuşlar, ruhu temsil ediyor ve çağırınca
gelecekleri bildiriliyor. Ancak bazı meallerde de, onları kendine alıştırdıktan
sonra yine ayette anlatılmak istenen ve soru cevap mantığındaki esas da
budur, kesip parçalama ve
etlerini birbirine tamamen karıştırdıktan sonra her dağa birer parça dağıtıp,
sonra bir yerden onlara çağırması şeklinde anlam veriliyor ki, bu da doğrudur.
Çünkü insan öldükten sonra dirilecek ve İbrahim (a.s.)'da, bunun nasıl
olacağını merak ediyor ve sorup öğrenmek istiyordu. Yüce Allah da ona bir
temsil yoluyla olayın tatbikatını yaptırıp; "İşte Biz, ölüleri böyle diriltiriz
ya İbrahim! Bunda hiç şüphen olmasın ..!" telkinini yapıyor. Ama bunun
tenasühe veya öteki adıyla reenkarnasyona neresi delildir? Bunu anlamak mümkün
değil. Çünkü ne beden değişiyor, ne yer. Herkes kendi bedeninde yeniden aynı
yerde ve aynı zamanda yaratılıp cesetlerine ruhları iade ediliyor. Zaten
burada, ahirette gerçekleştirilecek olan ve öbür dünyaya ait bir olayın, perde
arkası ile haşrin basit ve küçük ispatı olarak, bir ölüm ve diriliş sahnesi
gösterilip anlatılıyor. Bunu yapan onu da yapar. Yani küçük ve basit planda bir
şeyi yapan büyük planda da sizin için zor gibi gelen bir şeyi yapar denilmek
isteniyor.
8) Kıyas Yoluyla Verilen Bir Ders ve Güç Takdiri
Başka bir ayet: "Geceyi
gündüze katarsın, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diri çıkarırsın, diriden
de ölü çıkarırsın. Dilediğine sayısız nimetler verirsin. "(80>
Bu ayetin Rûhu HBeyan'daki
tefsiri şöyledir: "Geceyi gündüze katarsın, gündüzü de geceye
katarsın." Geceyi kısaltıp gündüzü uzatarak, geceyi gündüzün içine
sokarsın.
■
Böylece geceler dokuz saat, gündüzler ise on beş saat olur. Geceyi uzatıp,
gündüzü onun içine sokarsın.
O zaman da, geceler uzun, gündüzler kısa olur. Bu ayet, ayrıca bilimsel bir hususa da işaret ederek, mevsimlere göre
değişen saat farklarını anlatıyor.
"Ölüden diri çıkarırsın,
diriden de ölü çıkarırsın." Yani, nutfeden canlı, yumurtadan kuş, cahilden
âlim, âlimden
cahil, müminden kâfir, kâfirden
mümin, kuru yerden de bitki yaratırsın.
"Dilediğine sayısız nimetler
verirsin. Bu büyük işleri yapmaya gücü yeten kudretin, mülkü Acemlerin elinden
alıp Araplara vermek ve Acemleri zelil etmek, Arapları da yüceltmek. .. gibi
hususlara öncelikle gücü yeter. Bu gibi şeyler, onun için çok daha
basittir."
Bursevi, bu ayetin bazı
kitaplarda ise şu kutsi hadis ile tefsir edildiğini söylüyor: "Ben, Allah
'ım! Benden başka melik ve malik yoktur! Meliklerin ve maliklerin (kuvvet,
iktidar ve servet sahiplerinin) perçem ve kalpleri benim elimdedir. Kullarım
bana itaat ederlerse, onlara rahmet eder, meliklerin ve maliklerin kalplerini
lehlerine çevirir, şefkatle ve merhametle muamele ederim, ettiririm. Eğer
kullarım Bana isyan ederlerse, onlara ceza veririm. Kuvvet ve iktidar
sahiplerine sövmekle vakit geçirmeyin. Tazarru ve niyaz ile Bana tevbe edin ki,
onların hakkından geleyim, onları size şefkatli kılayım. "
Prof. Süleyman Ateş Hoca ise
şöyle tefsir ediyor: "Ölüden diri, diriden ölü çıkarırsın!" cümlesi,
"Dfineden ekin, ekinden dfine; çekirdekten hurma, hurmadan çekirdek;
yumurtadan tavuk, tavuktan yumurta; meniden insan, insandan meni; kafirden
mümin, müminden kafir çıkarırsın." şeklinde tefsir edilir diyor ve ilave
ediyor: "Bu ayette asıl anlatılmak istenen, Hz. Muhammed'i küçümseyen, onu
peygamberliğe layık görmeyen insanlara, geceyi, gündüzü birbirine çeviren Allah
’ın, dilediği zaman nasıl peygamberlerin soyundan kafir insanlar çıkarmışsa;
ümmi, müşrik bir toplumdan da peygamber çıkaracağını; dilediğini peygamberlikle
beraber hükümdar da yapacağını; dilediğine hesapsız rızık ve mal vereciğini
belirtmektedir."(82)
Görüldüğü gibi, her iki tefsirde
de yaklaşık aynı şeyler anlatılıyor. Daha bin tane tefsir karıştırsak ve
görüşlerini alsak da yine hiç kimsenin buna tenasühü anlatıyor şeklin
de bir yorum getirmesi mümkün
değil. Çünkü ayetle burada Allah'ın kudret ve iktidarını anlatıyor ve yüce
Allah, neyi, nasıl yapacağına sadece kendisinin karar vereceğini anlatıyor ve
bu hakkın kendisine teslim edilmesini istiyor.
9) inkar, Cehennem ve Bitmeyen Acıklı Bir Azap
Hangi maksatla kitaplarına alıp,
tekrar doğuşa delil gösterdiklerini bir türlü anlayamadığım iki ayetin meali
ise şöyle: "Onlardan kimi ona (Hakk Kitabı'na) inandı, kimi de ondan yüz
çevirdi. Öylesine de çılgın alevli cehennem yetti. O ayetlerimizi inkar
edenleri, yakında bir ateşe sokacağız, derileri piştikçe azabı tatsınlar diye,
onlara başka deriler vereceğiz. Şüphesiz Allah, daima üstün ve hikmet
sahibidir. "(83)
Bu ayetlerde anlatılan hususlar o
kadar açıktır ki, yoruma bile ihtiyaç yok. Ancak, şu kadar söyleyelim ki,
birinci ayette, Allah'tan aldığı vahyi, emir ve yasakları insanlara anlatan Hz.
Peygamber'in tebliğini bir kısım insanların kabul edip bir kısım insanların da
inkar ettiklerini, inkar edenlerin de alevli bir ateşe yani cehenneme
yaslanacağı anlatılıyor. Kur'an boyunca anlatılan ve her zaman rastlanan müminkafir
tiplemesi. İkinci ayette de, bu inkarın başlarına açtığı belayı anlatma
bakımından işin vahameti anlatılıyor. Çünkü Cennet de, Cehennem de ebedi. Cehen
nem'de yanan insanların bir kere veya iki yanmakla ölüp gitmeyecekleri, aksine
derileri piştikçe ve yanıp döküldükçe azabı tatmaları için ve dünyada
yaptıkları bütün kötülüklerle, peygamberi ve kitabı yalanlamanın cezası olarak,
azabın sonsuza dek devam edeceği anlatılıyor. Bunu tekrar doğuşla değil, belki
bir daha hiç kurtulmadan azaba duçar olmakla alakası var. Bunu en cahil insan
bile anlayabilir.
10) ümmet Mefhumu ve Haşir Akidesini Açıkça Anlatan Ayet
Bu âyetin baş tarafı, hayvanların
da insanlar gibi, çeşitli tür ve cinsleriyle birer ümmet olduklarını, Kitap'
ta, yani, Kur'an'da hiç bir eksik bırakılmadan insanların bütün istek ve
ihtiyaçlarına cevap verecek bilgilerin toplandığını anlatmaktadır. Ayetin
sonundaki, "yuhşerun " kelimesi ise, başka bir manaya çekilmeyecek
kadar açık ve nettir. Bu kelimenin aslı, haşrden gelmekte; "haşr" de,
bildiğimiz öldükten sonra ebediyet aleminde dirilip toplanma demektir. Hal
böyle olunca çoğul olarak gelen "Yuhşerun" kelimesi, Allah
tarafından, mahlukatın ruhlarının bedenlerine iade edilerek, yeniden
yaratılması, hesaba çekilip, ceza veya mükafat vermek üzere huzurunda toplanması
demektir.
Bu ayet, öz olarak iman
esaslarımızdan biri olan haşir akidesini anlatmaktadır:
"Yeryüzünde hiçbir hayvan ve
gökyüzünde kanatlarıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet
olmasınlar. Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık; sonra onlar Rabb'lerinin
huzurunda hepsi de haşrolunacaktır." (84>
11) Sorularla İhtar İkaz
ve Tasdik Ettirme
"(Ey Muhammed!) De ki:
'Gökten ve yerden sizi rızıklandı rıpduran kimdir? Yahut (faydalanıp
durduğunuz) kulak ve gözlerinize asıl sahip olan kimdir? Ölüden diriyi, diriden
de ölüyü kim çıkarıyor? Bütün işleri bir düzen içinde kim idare ediyor?' Onlar,
'Allah' diyeceklerdir. De ki: 'O halde niçin sakınmıyorsunuz?' "(85)
"(Ey Muhammed! O müşriklere)
De ki: 'Ortak koştuklarınızdan, ilk önce yaratan, (öldükten sonra da tekrar
diriltip) eski ha
line getiren bir kimse var mı?'
Yine de ki: "Allah, ilk önce yaratır, sonra da (tekrar dirilterek) onu
eski haline getirir. O halde nasıl oluyor da haktan dönüyorsunuz? " (86)
Aslında bu ayetlerin asıl
muhatabı, Kur'an'ı saptırarak reenkarnasyona delil gösterenlerin ta
kendileridir.
Çünkü, onların kendi
düşüncelerine delil olarak gösterdikleri her iki ayette de, bilip durdukları ve
itiraf ettikleri halde Allah'tan başka ilahlar ileri sürmek, Allah'tan başka
güç ve kudret sahiplerinin bulunduğunu iddia etmek, ruhun her şeyden bağımsız
olduğunu, insanın kendi kaderini kendisinin yarattığını iddia etmek, Allah'a
şirk/ortak koşmaktan başka bir şey değildir.
İşte, reenkarnasyona inanan
ruhçular, bu ayetlere bilerek veya bilmeyerek gelip toslamışlar, hakkı itiraf
etmişlerdir.
12) Yanlış İddialar ve İlahi Cevaplar
Nakledeceğimiz ve onların delil
olarak ileri sürdükleri âyeti kerime, aslında yine kendi aleyhlerine olan ve
onları baştan sona yalanlayan bir ayet.
Bu âyette yüce Allah, kafirlerin
inatla, ölülerin diriltile meyeceğini iddia edip, bilmedikleri bir şey hakkında
yalan söyleyerek ve inanmayarak, küstahlık etmelerine karşılık olarak, hem de
yeminle olayı ve bu olayın nasıl gerçekleşeceğini anlatıyor. Yine eğer, farzı muhal,
yüce Allah, yapmayacak bile olsa, sırf onlara inat ve inkar ettikleri için bunu
yapacağını, yalanlarını yüzlerine vurup kendilerini de gerekli cezaya
çarptıracağını, bakın nasıl anlatıyor:
"Onlar, Allah ’ın, ölen bir
kimseyi diriltemeyeceğine dair bütün güçleriyle Allah ’a yemin etmişlerdir.
Fakat hayır; gerçek bir vaad olarak (ölüleri diriltecektir). Ancak insanların
çoğu bunu bilmez. Hem de bu hususta ihtilaf edenlere açıkça göstermek için
ve küfredenlerin de yalan
söylediklerini anlamaları için ölüleri diriltecektir."
İşte bu kadar açık bir âyeti,
ancak inatla ve cahilce bir şeyin peşine takılıp gidenler saptırıp haince
emellerine alet edebilir. Pes doğrusu. ..\
Ayeti kerimeyi, ahireti ispat
eden diğer ayetlerden biri olarak mütalaa eden Elmalılı Hamdi Yazır tefsir
etmeye lüzum görmemiş. M. Ali esSabuni, Saffetü'tTefasir'de, Süleyman Ateş
Çağdaş Tefsiri'nde ve Bursevi, Ruhu 'l Beyan'da yukarıda arz ettiğim şekilde
tefsir etmişlerdir. Yani ölüm ve diriliş gerçekleşecek, fakat ahirette. Bunu
yalanlayan kafirlere, söylediklerinin yalan olduğu gösterilecek ve bütün
amelleriyle beraber huzuru İlahiye getirilip hesaba çekile ceklerdir.
13) Yine Kendi Elleri İle Bağlanma ve Bir Tahkir
"Müşrikler demektedirler ki:
Biz, (kabirlerimizde) kemik haline geldikten ve ufalanıp toprak olduktan sonra,
yeni bir yaratık olarak tekrar dirilecek miyiz?"
"(Ey Muhammed! Onlara) De
ki: 'İster taş olun, ister demir; isterse içinizde (kafanızda) büyüttüğünüz
herhangi bir yaratık olun, (yine de dirileceksiniz).' 'Bizi yeniden kim
diriltir?' diyeceklerdir. De ki: 'Sizi ilk defa ve hiç yoktan yaratan.’ Sana
alaylı alaylı başlarını sallayacaklar ve 'Ne zamanmış o?' diyeceklerdir. De ki:
'Yakında olması mümkündür.' "
Bu ayetlerin, öldükten sonra
ebedi âlemde dirilmeyi, haşir akidesini izah ve ispat etmesi o kadar açıktır
ki, Hamdi Yazır, tefsire bile lüzum görmemiştir. Süleyman Ateş Hoca da,
öldükten sonra dirilmeyi zor ve imkansız görenleri ikna etme doğrultusunda
tefsir ediyor ve 52. âyeti de aynı kategoriye dahil ederek, "Sizi
çağıracağı gün O'na hamd ederek çağrısına uyarsınız ve (yeryüzünde) pek az
kaldığınızı sanırsınız" ayetindeki, "pekaz kalma" ifadesinin
ruhçu ların yok saydığı "berzah" hayatına işaret ettiğini söylüyor
ki, zaten her müslüman da böyle inanır.(91>
Ayetler, Ruhu 'lBeyan'da da, aynı
şekilde tefsir ediliyor. Yeniden yaratılmayı zor veya imkansız görenleri
"taş ve demir" gibi, sert, ruhsuz şeyler olsanız bile siz, yeniden,
ilk defa hiç yoktan yaratıldığınız gibi yaratılacak, diriltileceksiniz şeklinde
yorumlanarak, bu ifadelerin onlara bir hakaret olduğu vurgulanıyor.^)
Ancak, hiç bir tefsirde, tenasüh
yoluyla, bu dünyaya başka bir bedende yeniden gelip, tekrar doğarak
yaşayacağına dair bir bilgi kırıntısı yok.
Bu durumda insanın, "Yoksa,
İslam alimleri Kur'an 'dan hiç anlamıyorlar mı? " diyesi geliyor...
Aynı şekilde, reenkarnasyona
delil gösterip istismar ettikleri, İsra Sûresi'nin 98. ve 99. âyetleri de, çok
az farklı kelimelerle, ahireti inkar edenlere, bunun mutlaka gerçekleşeceğini
anlatıyor.
14) Yine Ölüm ve Dirilişin isbatı
Hiç yoruma gerek kalmayacak
şekilde açık iki ayet istismar konusu:
"İnsan diyor ki: Ben
öldükten sonra mı gerçekten diri olarak kabrimden çıkarılacağım? " (bu
olacak iş değil!) İnsan idrak etmiyor mu ki, o daha önce hiçbir şey değilken
biz onu yarattık.''(93)
Tefsircilerin pekçoğu buradaki
"insan" Ümeyye bin Haleftir derler. Çünkü o, yerden bir kemik alıp
elinde ufalamış ve Yasin Sûresi'nde buyurulduğu gibi ki: "Onlar, yardım
göreceklerini umarak Allah 'tan başka ilâhlar edindiler. Halbuki ilâhların
onlara yardım etmeye güçleri yetmez. Aksine kendileri bunlar için yardıma hazır
askerlerdir. (Ey Rasıllüm!) O halde onların sözleri sakın seni üzmesin.
Kuşkusuz biz, onların gizlemekte olduklarını da, açığa vurduklarını da
biliyoruz. İnsan görmez mi ki, biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsun ki,
apaçık düşman kesilmiş. Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye
kalkışıyor ve: 'Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diyor. De ki: Onları ilk
defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.
"(94) ayetlerinde anlatıldığı gibi, deliller bu kadar açık ve net olmasına
rağmen, güya Allah'ı aciz bırakacakmış gibi Rasûlullah'ı inciterek ve aklı sıra
yeniden diriltmeyi imkansız zannedip, misaller getirerek, Allah'a hasım
kesilip, inananlara da düşmanlık yapan kişiydi. Ancak, Allah'a ve inananlara
düşmanlık yapmak, İslam'a hasım olmak, sadece onunla sınırlı değil. Bunu
bilimsel yollarla yapmaya çalışanlar olduğu gibi, kuvvet kullanarak yapmaya
kalkanlar da var ve daima olmaya devam edecektir. Bazen, inananlara cephe
alacaklar, bazen inanç esaslarımızı saptıracaklar, bazen de kuvvet yoluyla
önümüze çıkacaklar. Ama, İslam'a ve onun inanç esaslarına dokunan kişiler, iyi
bilmelilerdir ki, kendi aleyhlerine iş yapmış olurlar ve belanın düğmesine dokunmuş,
başlarına bela yağmasına sebep olmuş olurlar. Başka da bir iş yapamazlar. Her
şeye ve herkese rağmen Allah bu dini üstün kılacak ve gönüllere
yerleştirecektir.
15) İlk ve Son Yaratılış veya Ölüm ve Diriliş
"Sizi işte o yerden
yarattık; yine oraya döndürecek ve bir kere daha oradan çıkaracağız."!95)
Bu âyette anlatılan husus, ilk
insan ve ilk peygamber Hz. Adem'in yaratılışına işaretle, onun soyundan çoğalıp
gelen insanların da ölümleri ile
toprağa iade edilişi ve topraktan gelmenin neticesi olarak, yine toprağa gidişi
anlatılmaktadır. Sonra yine insan hesap için yeniden yaratılırken, çürümüş
cesetleri harika bir şekilde ilk yaratılışı gibi topraktan yaratılıp
çıkarılacak ve ilk insana sonradan verilen ruh gibi, ruhu verilecek ve hayat
bulacaktır. Bu dünyada yaratılmasının sebebi, onun bütün hayatını burada
yaşadığı içindir. Yaşadığı, gezdiği,yattığı, kalktığı, günahlarını ve
sevaplarını kazandığı bütün yerlerin burada olmasındandır. Çünkü hesaba
çekilirken, bugün polislerin suç 1uya suç mahallinde, o suçu nasıl işlediğinin
tatbikatını yaptırdıkları gibi, yüce Allah da, günah ve sevaplarını kazandığı
yerlerde insanı dolaştıracak, fiillerinin tatbikatını yaptıracaktır.
16) Şirk ve Uydurulan Güçsüz ilâhlar
Aşağıdaki âyeti kerimenin neresi
onlara delil olabilir ki; bunu da kitaplarına almışlar ve reenkarnasyona delil
göstermişler. Hatırlarsanız reenkarnasyon, ruhun kendi hür iradesi ile, seçim
yaparak, değişik bedenlerde istediği kadar dünyaya seyahat etmesiydi. Oysa bu ayette,
ölüleri Allah'taIJ. başka kimsenin diriltemeyeceği ve ruhların yüce Allah'ın
kabzai tasarrufunda olduğu vurgulanıyor ve onları çürütüyor.
Ayrıca, bu ayette kendilerine de
dokunuluyor. Çünkü onlar da cinlere ve ruhlara kulluk edip tapınıyorlar. Bu konu,
kitabımızda; "Bütün Ruhçular Cinlere Taparlar" ve "Cinler Nasıl
Aldatırlar? " başlıkları altında incelendi. İşte ayet:
"Fakat müşrikler, Allah'ı
bırakıp hiçbir şey yaratamayan ve fakat kendileri yaratılmış olan, kendilerine
ne zarar ve ne fayda verecek güçleri olmayan, ne ölüm ne hayat verebilen ve ne
de ölüleri diriltip kabirden çıkarabilecek olan ilahlar edindiler. "(96)
Tefsirlerde de ayetin Allah'ın
güç ve kudretine işaretle, her şeyi yaratması ve O'ndan başka hiçbir ilah,
hiçbir güç ve kudret sahibinin olmadığı vurgulanıyor. Çünkü yegâne kuvvet ve
kudret sahibi Allah'tır. Allah'tan başka ne ruhun, ne bedenin, ne de O'nun
yarattığı, mülkünde yaşayan ve yaşamayan, görünen veya görünmeyen, bildiğimiz
veya bilmediğimiz, açık veya gizli hiçbir varlığın, herhangi bir şey yaratma
veya var olanı yok etme gibi, bir gücü ve kuvveti yoktur.
17) "Bu Kadar Varlık Nasıl Diriltilecek?" Diyenlere
"Sizin yaratılmanız ve
yeniden diriltilmeniz, ancak tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.
Şüphe yoktur ki Allah, her şeyi hakkıyla işiten ve hakkıyla görendir."!97
Allah için herhangi bir konuda,
şunu yapar, bunu yapamaz diye sınır koymak, O'nun güç ve kudretine, kuvvet ve
iktidarına sınır getirmek, insanın onu kendiyle veya benzeri varlıklarla kıyas
etmesi demektir ki, bu katiyyen yanlıştır. Çünkü Allah'ın gücü, kuvveti ve
iktidarı sınırsızdır. Allah'ın sıfatları, kısmen insanlarda bulunsa bile, onlar
ancak kısmendir ve vasıtalıdır. Allah için ise hiçbir vasıtaya ihtiyaç yoktur.
Çünkü O, vasıtasız olarak görür, vasıtasız olarak duyar, bilir. Yine Allah
(cc), örneği olsun olmasın, her şeyi, dilediği anda, dilediği şekle sokar, var
eder veya yok eder. Varı yok ettiği gibi, yok olan şeyleri de yaratıp ortaya
çıkarır ve hiçbir örneği bulunmayan şeyleri de yaratır.
Öldükten sonra dirilmeyi akıldan
uzak görerek, inkar etmek ve "olmaz böyle şey" demek, Allah'ın tam
anlamıyla takdir edilemeyişinden kaynaklanır. Kafir, zaten muhake mesizliğinden
kaybetmektedir. Dünyanın ve üzerinde yaşayan diğer varlıklarla beraber insanların,
yaratıldıkları andan beri ölenleri düşünerek, "Allah, milyonlarca
yıllardan
beri ölüp toprak olmuş, kemikleri
bile kalmamış bu kadar varlığı tekrar nasıl yaratıp bir araya getirecek, nereye
sığdıracak?" gibi bir düşünce, son derece yanlıştır ve Allah hakkında
bilgi sahibi olmamanın ifadesidir. Çünkü, en basit mantıkla düşünecek olursak,
hiç yoktan bir varlık yaratan ve yaşatıp öldüren, bunu da bir program
doğrultusunda gerçekleştiren güç, örneği olan her şeyi daha kolay yaratır. Bu
bir yazarın günlerce düşünü yazdığı bir makalenin veya makalelerden oluşan
büyük bir kitabın, gerek fotokopi yoluyla, gerekse matbaa yoluyla binlerce
nüshasının çoğaltılması gibi bir şeydir. Kaldı ki, insanların gücüyle Allah'ın
gücü arasında bir kıyas yapmak yanlıştır. Çünkü insanın iradesi, gücü ve
kuvveti vasıtalı ve sınırlıdır. Allah'ın iradesi, gücü ve kuvveti ise,
vasıtasız ve sınırsızdır.
Hal böyle iken, Allah hakkında,
"Bu kadar ölmüş varlığı yeniden nasıl yaratacak?" denilebilir mi?
Elbette ki hayır! Ve işte yukarıda naklettiğimiz ayet, Allah'ın yaratması
bakımından, bir ile bin arasında hiçbir fark olmadığını anlatıyor. Ancak, bunun
hayat boyunca, kıyamet kopmadan ve tekamül etmek için, tekrar dünyaya gelmek
şeklinde olmadığı da açıktır. Ayetin, ruhçu yanılgı ile alakası yok!
18) inkar, Ölüm, Helak ve Yenilerin Yaratılması
"Aranızda ölümü biz takdir
ettik. Sizi yok edip, yerinize benzerlerinizi getirmeyi ve sizi bilmediğiniz
bir şekilde yeniden yaratmayı dilersek, önüne geçilmişlerden olmayız. Gerçek şu
ki, ilk yaratılışı biliyorsunuz. O halde ibret almanız gerekmez mi? "(98)
Bu âyeti kerimelerin üstünde
biraz durmak gerekiyor. Bunun sebebi de bu ayete verilen çeşitli manalar.
Elmalılı tefsirinde ayetlerin
birbiriyle bağlantısı, siyak ve sibakı (öncesi ve sonrası) ile bağlantı
kurulduğu gibi,
çeşitli kıraatler ve tefsirlerde
verilen manalar, diğer ayetlerle kurulan bağlar tahlil ediliyor. Kısaca
özetleyeceğiz; ancak isteyen hem yerinden, hem de başka tefsirlerden bakabilir.
Şimdi Arapça tahlillerine girmeden bu ayete verilen manaları inceleyelim:
Birinci mana: "Aranızda
ölümü takdir ettik ki, neslinizi kes meyip benzerlerinizi getirelim."
İkinci mana: "Aranızda ölümü
takdir ettiğimiz gibi sizi yok edip yerinize benzerlerinizi getirmek suretiyle
değiştirmeye kadiriz. " İkinci manaya göre yapılan tefsir, "Allah
dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni bir mahluk getirir. "(99) ayetinin
manasına uygun olur. Ancak bu anlam, ayetin kelimeleri üzerinde değişiklikler
olması halinde verilebileceğinden tercih edilmemiştir. İki üstün ile ifade
edilen meselin çoğulu olması gerektiği vurgulanmıştır. Mesel, sıfat ve şekil
manalarıyla maddi ve manevi benzeyişi ifade eden 'hur', kılık ve kıyafet demek
olduğundan bu durumda da mana şöy ledir: "Gerek fikir ve ahlâk yönünden
gerek şekil ve suret yönünden bulunduğunuz ve bildiğiniz kılıklarınızı
değiştirmeğe ve sizi bilemeyeceğiniz bir yaratılışta var etmeye kadiriz. (Bunun
önüne hiç kimse geçemez.) " Bu mana, hem dünyevi değişmeyi hem uhrevi
yaratma olan dirilmeyi ifade eder. Ayrıca hem tehdit, hem müjdeyi içerir. Hasan
Basri de tehdit yönünü düşünerek, "Sizi maymunlara, domuzlara çevirir.
" tarzında bir manaya geldiğini söyler ki, bu defa Nisa SUresi'nde geçen;
"Ey Ehli kitap! Biz bir takım yüzleri silip dümdüz ederek arkalarına
çevirmeden, yahut onları, cumartesi adamları gibi, lanetlemeden önce, size
gelenleri doğrulamak üzere indirdiğimiz kitaba iman edin... " ayetinin manasına benzemektedir. Sözün başı
ve sonu yaratmak, ceza ve yeniden dirilmekle alakadar olduğundan ayette geçen
"tebdil" (değiştirme) sözü dünyevi değişime, "inşa"
(yaratma) sözü de, ondan sonra gerçekleşecek olan öldükten sonra dirilmeye
işaret sayılabilir.001)
Bu ayetlere verilen değişik
anlamlarda bile reenkarnas yona işaret eden herhangi bir husus görünmemektedir.
Çünkü bâtılın Kur'an'da desteklenmesi diye bir şey söz konusu değildir. Daha
öncede belirttiğimiz gibi, ruhçular, öldükten sonra dirilmeyi inkar edip, onun
tekrar başka bir bedende doğuşla dünyada gerçekleşeceğine inanıyorlar ve Kur'an
âyetlerini de bu sebeple reenkarnasyona uygun olarak yorumlayıp, delil
gösteriyorlar. Halbuki bu küfürdür ve onların şayet Allah'a imanları varsa, onu
da alıp götürür. Çünkü Kur'an'ı keyiflerine göre yorumlayıp, onu kendi
düşüncelerine alet edenler hakkında çok ağır hükümler vardır. Bunlardan biri de
"kafir" olacağına dair olan hükümdür ve hem ayetle, hem de hadisle
destekli olarak ortaya koyulmuştur. Zaten dini hükümlerin, Kur'an ve Sünnet'e,
Kıyas ve İcma'ya göre verildiği az çok herkesin bildiği şeylerdendir.
19) Sırların Ortaya Çıkacağı Gün ve Hesap
Bu defa istismar edilen öyle bir
ayet ki, bu ayetle kendi içlerinde gizlediklerinin ortaya çıkacağı anlatılıyor.
Elbette ki yalnız onların değil, hepimizin.
Olurolmaz zamanlarda, delilik
çağlarımızda, hatta ibadetlerimizde bile şeytanın kalbimize attığı
vesveselerden bizar olarak, okurken ürperdiğimiz ve yüreklerimizi hoplatan bu
âyetleri, insanın istismar etmesi için biraz aklından zoru olması lazım. Zira
Cenabı Hakk, öyle bir günden bahsediyor ki, o gün, hiçbir kimsenin, hiçbir
sırrı gizli kalmayacak ve bütün esrarı ile her şey ortaya dökülecektir. Ve bu
ayet, diğer emsalleri gibi, yine sadece ahiretten ve onun mutlaka
gerçekleşeceğinden bahsediyor, başka bir şeyden değil:
"Şüphesiz Allah, kalplerde
gizlenenlerin ortaya çıkacağı gün insanı yeniden yaratmaya kâdirdir." 0021
Öldükten Sonra Dirilme Haşir Akidesi
İmanın altı temel şartından biri,
herkesin bu dünyada bir kere varlık göstereceği ve imtihan olup ebedi olarak
ahirete gideceğine inanmaktadır. Yani geriye dönüş kati surette vaki olmayacak.
Bu o kadar temeldir ki, bunu tartışan bile çıkmamıştır. Bu konuda azıcık bile
tevile kalkışmak demek, dinin temelini, Peygamber Efendimiz'in hayatının
manasını ve yüzlerce âyeti kerimeyi inkar etmektir. Bu sebeple ahirete imanı doğru
anlamak gerekir.
Öyleyse şu soruyu sorarak
başlayalım: Ahiret nedir ve nasıl inanmalıyız?
Ahiret, Arapça bir kelimedir ve
noktalı "Ha " ile yani noktalı olarak "Hı " ile yazılır ve
son, sonraki, en son anlamına gelen "Ahir" kelimesinin mastarıdır.
Terim olarak ahiret; Bu dünyadan sonra gideceğimiz ve sonsuz olarak
yaşayacağımız yer, yani ebediyet alemi demektir.
Ahiret, kıyamet koptuktan sonra
gerçekleşecektir. Orada Cenabı Hakk'ın yaşamasına izin vereceği bütün varlıklar
ve insanlar devamlı olarak kalıp yaşayacaklardır. Ahi rette ölüm yoktur, hayat
sonsuzdur. Allahü Teâlâ'ya, hiçbir şeyi ortak koşmadan, tam ve ihlaslı olarak
inanan ve dinin emirlerine bağlanıp uyanlar için Cennet, dinin emirlerine
bağlanıp uymayanlar için de Cehennem vardır. Cennet ve Cehennem şu anda vardır.
İnsan, öldükten sonra ruhu berzah aleminde bekletilir ve kabri ile sürekli
irtibatlı olarak yaşamaya devam eder. Kötü ruhlar, bir yandan kabir azabı
çekerlerken, bir yandan da kabirlerinden açılan bir pencereden Cehennem'deki
yerlerini seyrederler. İyi ruhlar vekamil bir iman ve salih amellerle kabirle
rine intikal etmiş kişiler de
yine berzah aleminde, iyi ruhlarla beraber bekletilir ve bunlar da
kabirlerinden açılan bir pencereden Cennet'teki yerlerini seyredip ferah
duyarlar. Bunlar âyeti kerime ve hadisi şeriflerle tespit ve teyid edilmiş,
İslam âlimleri tarafından da tasdik edilmiştir. Her müslüman buna böylece
inanır.
Ahirete inanmayan insan, Müslüman
olamaz. Çünkü, Kur'an ve Kur'an'ın bildirdikleri ile Hazreti Peygamber'i inkar
etmiş olur. İman esaslarının hepsi birbiri ile bağlı olduğundan birini inkar
etmek, diğerlerini de inkar etmekle aynı anlama gelmektedir. Bu yüzden mümin,
neye ve nasıl inandığına iyi bakmalı ve konuştuklarına, yaptıklarına dikkat
etmelidir.
Reenkarnasyoncuların inandıkları
gibi (eğer inanıyorlarsa!), bir ahiret inancı, cennet ve cehennem inancı,
İslam'da yoktur. Böyle bir inanç ancak, kişilerin kafalarına göre tasarlayıp
uydurdukları ve kendi doğruları olarak belirledikleri bir inanç olabilir. İş
buna kaldığı, yani herkesin kendi inancını kendisinin tayin ettiği zaman, en
iyimser tablo ile, bazılarının bazılarını etkilediklerini varsayarsak, dünya
nüfusunun yarısından fazla farklı inançlar ortaya çıkacaktır. Oysa "Tevhid
Dini" olan İslam, getirdiği İlahi yasalarla bütün dünyada aynı inancı
sağlamayı ve böylece gerçek bir "îman ve inanç birliği" sağlamayı
gaye edinmiştir. Eğer İlahi Kitap'a, yani Kur'an'a göre inanılırsa, bu çok kısa
bir zaman dilimi içerisinde gerçekleşecek ve bütün insanlar kardeşlik duygularıyla
dolup taşarak, barış ve huzur içerisinde yaşayacaklardır. Çünkü, "İman
tevhidi, tevhit tevekkülü, tevekkül teslimiyeti, teslimiyet de iki cihan
saadetini gerektirir."
Altıncı Bölüm
Tasavvuf ve Mezhepler
inancına rastlamak mümkün değil.
Bazı Şiî mezhepleri dışında tam olarak Şiilik'te de yoktur. Ancak, Şiilerin,
"Cenahiye" ve "Hadebiye" mezhebine mensup olanlarında bu
inanç vardır. Bir de bizim, Osmanlı tefekkür hayatında, eserleri olan meşhur
komünist Bedrettin Simavi'nin bu fikre sahip olduğu "Varidat" isimli
eserinde görülür. Varidatın yüz yerinde, apaçık inkarcılık vardır ve isteyen
herkes bunu anlayabilir. Bunlardan biri de, tenasüh (reenkar nasyon) inancına
sahip olmasıdır. Bedrettin Simavi, aslında zeki ve ilmi olan bir insandır.
Ancak, "NeoPlatonizm "in tercümanlığından başka da bir şey
yapmamıştır. Yani madde ve Allah bütünlüğüne inanan, "Haşa!” maddeyi;
O'nun içi, fonksiyonu, gücü, potansiyeli saymaktan başka bir şey yapmamıştır.
Bunun dışında, Ehli Sünnet
kelamcıları, Taftazani'den alın, Seyyit Şerif Cürcani'ye kadar Halhaliye,
Hayaliye, Seyal kü ti'ye kadar, bu meselenin karşısında, öyle yapıcı ve köklü
müdafaalar yapılmıştır ki, tenasüh akidesini, Ehli Sünnet içinde düşünmeye
imkan yoktur.(1°3)
Yedinci Bölüm
İlkel ve Batıl Dinler
Bu konuda öncelikle bilinmesi
gereken husus, dinlerin iki ana bölümde incelendiğidir: Hak Dinler ve Batıl
dinler. Ya da İlahi dinler, Beşeri dinler. Hak dinler veya İlahi dinler, yüce
Allah'ın, vahiy yoluyla gönderdiği ve peygamberler aracılığı ile insanlara bildirdiği
semavi dinlerdir. Bunlar da, bildiğimiz dört büyük kitaba dayalı olan
dinlerdir. Bunları da tahrif edilmiş ve edilmemiş olarak ikiye ayırabiliriz.
Tahrif edilmiş dinler, Hristiyanlık, Musevilik; tahrif edilmeyen tek din de
İslamiyet'tir.
Beşeri ya da Batıl dinler ise,
insanların duydukları din ihtiyacını gidermek için kendi görüş ve
düşüncelerine, kendi kültür ve medeniyetlerine göre uydurdukları dinlerdir.
Bunlar da ya korku ve ümitten, ya da diğer çeşitli etkenlerden dolayı ortaya
çıkmıştır. İlahi olma niteliği olmadığı gibi, ilahi dinlerdeki bir kısım
hususları da, kendi istekleri doğrultusunda yorumlayıp değiştirmişlerdir.
Bunların çoğu ahlâk öğretisine dayanan milli geleneklerden ibarettir ve bir
inanç sistemleri yoktur. Buna Çin ve Hindistan'da büyük çoğunlukların inandığı
Budizm ve Brahmanizm örnek olarak gösterilebilir. Genellikle Avustralya, Güney
Amerika, Afrika'nın bazı bölgeleri ile Çin ve Hindistan'da yaygın olan bu
dinlerin bulunduğu yerlerde ilkel kabile dinleri de mevcuttur ki, hemen hemen
aynı görüş ve düşünceleri paylaşırlar. Ağaçlara bez bağlamak, muska yazmak ve
taşımak, tütsülenmek, bazı hayvan ve bitkilerle on
ların pisliklerini kutsal saymak,
bu hayvanlara dokunulmazlık getirmek, onlara tapmak, yeni ölmüş bir insan
ölüsünün kalp, dalak ve ciğerlerini yiyerek kuvvetlenip ölümsüzleşeceğine, ruhunun
kendisine geçeceğine inanmak, kutsal saydıkları hayvanların beyinlerini ve
kalplerini yiyip kanlarını içerek Tanrı'ya yaklaşacaklarına inanmak, başlarını,
boynuzlarını, tırnaklarını ve diğer bazı organları ile kemiklerini kolye yapıp
boyunlarına takmak, taşların ve ağaçların ruhu olduğuna inanmak, ölülerini
yakıp küllerini saklamak, kadını ve baykuşu uğursuz saymak veya onun kötü bir
haberci olduğunu kabul etmek; yılan, akrep, inek ve sair bir kısım hayvanlara
tapmaktan tutun da ırmaklara, nehirlere, göllere, taşlara, ağaçlara, kendi
elleriyle yaptıkları putlara kurban kesmeye kadar pekçok batıl ve sapık
inançları vardır. Hatta bunlardan bazıları, İlahi dinlere inanları bile
etkilemiş. İlahi dinin kurallarını bilmeyenler arasında, yaygınlaşmıştır.
Bunlara cahil ve bilinçsiz müslümanları da eklemek yerinde olur. Mesela, muska,
sihir, falcılık, yıldızlara, aya, güneşe uluhiyet yükleme, nazar boncuğu, at
nalı, güvercin ve leylek pisliği gibi şeylere kutsallık kazandırma, bunlar
arasındadır.
Öte yandan, yine Avustralya ve
bazı Uzak Doğu ülkelerinde rastlanan ve tabiat varlıklarının ruhları olduğuna
inanarak, onlara tapan ve onların ruhları olduğuna inanan Natüristler ve
Animistler'i de bu cümleden olarak değerlen. direbiliriz.
Ayrıca, hâlâ ülkemizin doğu ve
güney doğusu ile, bazı batı bölgelerine bile sıçrayan Yezidiler de bilindiği
gibi, "Melek Tavus" adını verdikleri bildiğimiz, Allah'ın huzurundan
lanetlenerek kovulan Şeytan'a tapmaktadırlar. Şiîliğe karşı geliştirilen bu
dinde Tavus'un en bariz rengi olan mavi rengi kullanmak yasaktır. "Marul,
lahana, kabak, fasulye, tavus eti, tavuk, balık, ceylan ve domuz eti yemek He
haramdır. Bıyık kesmek de haram olduğundan dikkati çekecek şekilde uzatırlar.
Aynı şekilde yine okumak da yazmak da haramdır, bilmeleri gereken şeyleri ez
berleyerek öğrenirler. Bu sebeple
cehalet yaygındır. İfrat ve tefrit, aşırılık ve inhiraf had safhadadır, Yezid,
Adiy ve İblis takdis edilmiştir." 0041
İşte, reenkarnasyona temel teşkil
eden inançlar da bunlardır. Ne kadar inanılır olduğuna karar vermek okuyucunun
takdirine bırakılan reenkarnasyon inancının temelinde de daha önce de
belirttiğimiz gibi, Ruhçuluk yatmaktadır. İnsan öldükten sonra ruhunun ne
olacağı konusunda vahyin kılavuzluğuna baş vurmadan yapılan yorumlar ve batıl
dinlerin inançlarının esas alınması bu inancın ortaya çıkmasında etken olan baş
sebeptir. Bunlar da genellikle hasta olarak nitelendirilen ruhsal bozuklukları
olan medyumların veya onlara alet olan, bir kısım kimselerin şahsi
yorumlarından ve hayallerinden başka bir şey değildir. Ayrıca en büyük ve en
önemli sebep ise, Allah'ın düşmanı olan ve insanları O'na inanıp, itaat
etmekten alıkoyacağına yeminli olan ve en büyük zevki kendisine inananlarla
alay etmek, onları sapıtıp rezil etmek ve Cehennem'e postalamaktan ibaret olan
Şeytan'dır.
Hâlâ dünyanın bazı yerlerinde
tabiat varlıklarının ruhları olduğuna inanan ve onlara tapan insanlar
(Natüristler ve Animistler gibi) vardır.
Sekizinci Bölüm
Ruhçuluk ve Yeni Dinler
Ruhçuluk, materyalizmin
"Vahdeti Vücut" anlayışıdır. Esir ruhlar, köhne hayatlarından memnun
gibidirler. Yüksek hazlar sanki onları sarmıştır. İnsandaki manevi varlığı
inkar edenlerin ruhani haz ve yaşayışıyla ne alakası olabilir ki? Materyalistlerin
kendi inançlarında samimi olmadıkları da buradan anlaşılıyor. Zaten madde
bahane, onların esas inançları, Allah ve O'nun peygamberleri ile, gönderdiği
kutsal kitaplar ve kutsal kitaplarla mücadele, insanları çeşitli yol ve
yöntemlerle köleleştirip, kendi emellerine hizmet ettirmektir.
❖
"Ruhçular, Karl Marks'ın
ruhunu çağırır ve onun manevi, uhrevi hayatından memnun, nimetler içerisinde
cennette olduğunu söyletirler. Nice kafir ruhlarında yeni alemlerinden pek
memnun olduklarını anlatırlar." 0°5)
Kaldı ki, Marks, Allah'a bile
inanmıyordu. Dini, bir baskı aracı olarak kralların ve padişahların uydurduğunu
söylüyor, devlet yönetiminde etkili bir itaat unsurudur, diyordu. Ayrıca, dini
bir afyon olarak kabul eden de o zihniyet değil miydi? Öyleyse neden şimdi onu
takdis ediyorsunuz ey ruhçular? Çünkü siz de aynı şeyleri düşünüyorsunuz, öyle
değil mi? Çünkü siz de İslam'ı ortadan kaldırmayı amaç edindiniz, insanları
serserileştirmeyi ve herke
si ruhlar ve lideriniz olan,
şeytana taptırmayı hedefliyorsunuz öyle değil mi?
Ruhçuların çağırdıkları, güya
insanlığın iyiliğine çalışan ruhlardan aldıkları tebliğler incelenince görülür
ki, Ruhçuluk, İslam'a zıt, yeni bir dindir. Bu din, gökten inmemiş, yerdeki
kötü cinler tarafından telkin edilmiş, bir hurafeler manzumesidir. Ruhçular,
eski dinleri kaldırıp onların yerine yeni dini oturtarak, dünyanın çağdaş
gelişimine uygun, bütün insanları içine alan, yeni bir yol çizmek
peşindedirler. Bunu açıkça söylemeseler de yaptıkları bunu gösteriyor. Bu yeni
din, vahdeti vücut itikadına dayanır. Onlara göre, Allah ve âlem tek varlıktır.
Ruhlar, bir bedenden diğer bedene geçmektedir. Dünya ebedidir. Bizim anladığımız
manada bir kıyamet yoktur. Eski dinler devirlerini tamamlamışlardır. Bu asrın
dini, ruhçuluk olmalıdır.
Ruh cemiyetinin yayınladığı
"EtTevhit Vetta'did" adlı, Arapça eserde, Hz. Muhammed (sav)'in
peygamberliği inkar edildiği gibi, Hz. İsa (as)'ın vefatına dair olan Kur'an
ayetlerine de aykırı rivayetler de tasdik edilmektedir. Ülkemizde de
spiritüalist akımın temsilciliğini yapan ve bu paraleldeki işleri yürüten
ekolün bir başka uzantısı olarak çalışan ve yıllardan beri propagandalarına
sınırsız ve sorumsuz bir şekilde devam eden birbiri içinden çıkma iki grup var.
Bunlardan biri, ilke olarak Bedri Ruhselman tarafından kurulan Metapsişik
Tetkikler ve İlmi Araştırmalar Derneği'dir. Bu derneği Ruh ve Madde Yayınları
ile de tanıyoruz. Diğeri ise, aynı grubun içinden çıkan ve yeni bir grup
kurmaya çalışan, "İnsan Sevgisi" dergisi ile yayın yapan ve sosyeteye
yaklaşan, yaptığı bir televizyon programında, kendisinin "Mesih "
olduğunu ifadeye yönelik tabirler kullanan, kamuoyunda da zaten böyle bilinen
Rafet Kayserilioğlu'nun grubu. Rafet bey, bu konuda daha cesur ve sorumsuz
davranarak, ruh çağırma seanslarında çağırıp ilişki kurduğunu söylediği ve
lider kabul ettiği "Beytî
Dost" diye adlandırdıkları
ruh, şöyle diyor: "Ben, gökten gönderilen bir sesim. Dünya sakinlerine,
Allah 'a inanın diyorum. Ben gökten hidayet risaleti taşıyorum. Allah'a samimi
olarak bağlanan kullar için bu hidayet yollarını hazırlıyorum. Yüklendiğim
peygamberlik görevini dosdoğru yapabilmek için gayret ettim... "
Hem Allah'ın, mutlak olarak
inanılıp itaat edilmesi için gönderdiği Hazreti Peygamber'i inkar edip kendi
peygamberliğini ilan ve telkin edeceksin, hem de insanları Allah'a imana
çağıracaksın...? Bu hangi Allah, hangi din ve hangi peygamberlik anlayışına
sığar...? Bizim inandığımız Kur'an ve Onun getirdiği esaslarda, Hz. Muhammed
(sav)'den sonra, başka herhangi bir peygamber gelmeyeceği yazılıdır ve biz de
ona inanıyoruz. Bu ne saçmalıktır ve ne yüzsüzlüktür ki, yeni ilahlar ve yeni
peygamberlerle, yeni kitaplar uydurulmaya kalkışılıyor?
"Selfrabraş adlı, yeni bir
Müseyleme (Yalancı peygamber) diyor ki: "Daima hatırlayınız ki, siz Allah
'tansınız ve Allah da sizdendir. Biz, hepimiz ruhu azamdan bir parçayız.
Hepiniz öteki hayatta ruhu azam olacaksınız. Bu manzumenin dışında bir Allah
yoktur. Gerçi bu sözümü ispat edecek delilim yok, ama bu sözlerim kabul edilse
iyi olur. "(1°7) Bu sözlerle, bu şeytanın maskarası adamın önce peygamber
olduğunu ortaya koyması, sonra da ilahlığını ortaya koymaya çalışması
anlaşılmıyor mu? Bunu anlamaktan daha büyük gaflet olur mu?
En iyi ispat edilmiş hususların
bile izahına ihtiyaç duyulan asrımız, bu türlü sahte beyanlara itibar
etmeyecektir. Çünkü vicdani delillerin, umum vicdanlarda da aynı heyecan ve
marifeti vermediği müddetçe itibari yoktur. Çünkü aklın kapalı penceresinden
bakan hayalin ispatsız tasavvurları pekçoktut Akla doğruymuş gibi gösterilen
nice hayali vehimler vardır ki, onlar aklın ölçüleri dışında
dır. Ruhçuluk bir zorlamanın
sesidir. Bir hilenin, yalanın ve şer yaratıkların sesi ve nefesidir.
Allah inancının temel rüknü,
Allah'ın zât, sıfat ve fiiliyatı, bütün ihtimamıyla sürüp gitsin. İnsan
kendinde var olan benlik aynasını, güneşin kendisi sayması haddi tecavüz,
kendini inkarıdır. Varlıklardan en güzel varlık olan insan, idraki, aklı,
hayali ve bütün duygularının merkezi olan ruhuyla zaaf ve fakrın pençesi
altındadır. Selfrab raş'tan vahyedildiği söylenen, "Et tevhit Vetta 'did
" isimli kitaptaki bir de şu saçmalıklara bakın: "Ruhçuluk
prensiplerinin neşredildiği gün, sizin dünyanızda mutlu bir günün sabahı
olacaktır. Zira o zaman milletler arasında ki farklar kalkacak, cinler arasındaki
engeller yıkılacak, tabakalar arasındaki ayrılıklar eriyecek, bütün dinler tek
hakikatten gönderildiği gibi yine tek hakikat etrafında birleşecek." 0°8)
Ruhçuluk, en son merhalede
tenasühe dönüşür. Yüksek dereceli ruhların rahatlıkla meclise davet edilerek,
sohbet edildiği iddia edilen, ruhçuluk nazariyesinin bir başka gölgesi,
ruhların cesetlerde devri daim etmesidir. Frenkçe'si, metapsişik. Arapça'dan
gelen tenasüh kelimesi, bir ruhun çeşitli kalıplara girmesi o ruhun durumuna
göre çeşitli kopyalarının hasıl olması, sanki aynı kitabın çeşitli nüshalarının
yazılması gibi bir şey. Nüsha, istinsah, tenasüh... Bunlar, hep ' aynı kökten
gelmektedir. Fakat tenasüh kelimesinde bir alışveriş vardır. Bir ruhla bir
cesedin anlaşması, uzlaşması, sulh olması vardır. "Ruh, bir cesede
girdikten sonra, o cesette vazifesini tamamlar. Daha sonra başka bir cesede
girer. " şeklindeki bir inanca, "Tenasüh înancı " denildiğini
tanımlarda görmüştük.
Spiritüalistler (ruhçular)
arasında, en organize olmuş ve inançlarını birçok yayınla duyurmaya çalışan bir
topluluktan bahsederek, ruhçu dinlerin temel özelliklerini anlatmaya çalıştık.
Tanıtmaya çalıştığımız reenkarnasyoncu
lar gibi, Hinduizm benzeri birçok
din, felsefe veya tarikat (İslam tarikatları değil) ülkemizde faaliyet
göstermekte ve yayın yapmaktadır.
Bunlardan bir başkası ise,
"Transandantal Meditas yon "dur. Aralık 1991'de, İstanbul Hilton
Oteli'nde kongre yapıldı. İngiltere ile telefon bağlantısı kuruldu. Bağlıları,
peygamberleri(!) Maharishi Mahesh Yogi ile telefonla konuşma ve soru sorma
mutluluğuna erdiler. Kendileri ona peygamber demiyorlardı ama sadece
peygamberlerde bulunabilen birçok sıfatı onda görüyorlardı.
Bu İngiliz vatandaşı, Hintli
Yogi, bağlılarına, "Siz her sabah meditasyon (yoga) yapın. Sayımız arttıkça
ve meditasyon yapanlar güçlendikçe, şehirleri, bilhassa başkentleri, ülkeleri,
hatta evreni, manevi manyetik alanımız altına alacağız ve kainatı barış
kaplayacak." diyordu. Bazı bağlıları trans sırasında otururken yerden bir
metre sıçrayabildiğini öne sürüyordu. Bunu anlatırken yaşadıkları heyecan
görülmeye değerdi. Sorular faslında, dinin, insanları bölen bir unsur olduğu ve
bunların dinlerüstü olduğu yeteri kadar vurgulandı. Ayrıca Sağlık Bakanı da
telgrafında onları, bu güzel çalışmalarından dolayı tebrik ediyor, yoganın,
insan sağlığı için önemini vurguluyordu.
Çok sık rastladığımız bir gazete
ilanı: "Veda dini transandantal meditasyon (düşünceyi aşma yöntemi)
Maharisihi Mahesh Yogi TM, kolayca öğrenilen doğal, sade çabasız bir zihin
tekniğidir. Günde iki kez 1520 dakika rahatça oturarak uygulanır. Eşsiz bir
derin dinlenme sağlayarak zihin ve bedeni tazeler. Adres... Saatler... "
0O9)
Görüldüğü gibi ilan vücuda
faydalı bir sanattan bahsediyor. Felsefeyle ilgisi yok gibi. Veda dini ile
ilgisi acaba nedir? Dinlendirici bir sanat ile dünyanın bütün devletlerini
yY<ıp dünyaya hakim olmanın ilgisi nedir?
Dokuzuncu Bölüm
Psişik Hadiseler
A Hipnoz
1) Hipnoz Nedir?
Hipnoz, karşısındakinin
duyularını aldatarak suni bir uykuya sokma halidir. Uykuya benzer ama uyku
değil, bir nevi yakazadır. Yakaza da, uyku ile uyanıklık arası bir geçiverme
halinde, şuurlu ve net rüya görülür. Hipnoz da bunu andırır. Hipnoz edilerek,
suni uykuya giren medyum, emir almaya açıktır.
Uyutan kişi, uyuttuğu medyumu,
çeşitli emir veya telkinlerle yanıltabilir, şartlandırabilir. Mesela uyutan
kişi, "Karşında annen var, onunla konuşuyorsun." derse, uyutulan
medyum, o anda hayalinde annesini bilmeden canlandırır, net olarak görür ve
konuşur. Annesi hayatta veya ölmüş olsa da... Gene uyutan, medyuma,
hissetmiyorsun diye telkin verdikten sonra, elinde sigara söndürsün, vücuduna
kocaman iğne saplasın, medyum ateş veya iğnenin acısını duymaz.
Hipnozda geçmiş hatırlatılırsa,
hatıralarını hayret edilecek nitelikte hatırlar.
Hipnoz konusunda iki değerli
uzman olan arkadaşlarım Dr. Mehmet Ayvacı ile İstanbul'da, Tahir Özakkaş ile
Kayseri'de görüşüp bu konuyu kendileriyle beraber olduğumuz değişik zamanlarda
sordum ve etraflıca konuştuk. Bu konuda gerekli bilgileri aldığımı sanıyorum.
Özellikle, Dr. Ayvacı, konuyla ilgili olarak defalarca radyo ve televiz
yon programlarında, yaptığı
açıklamalarda açıkça ortaya çıkan husus şudur: hipnoz edilen kişi, telkin ile
rüyadaki gibi, bir anda çok uzaklara gidebilir. Tarafsız araştırmacılar
tarafından yapılan tecrübelerde, "Acaba uyuyan kişi, telkin altında
kalarak ruhunun uzaklara gittiği vehmine mi kapılıyor, yoksa cidden gidiyor
mu?" diye araştırılmış. Birçok deneyler yapılmış, sonuçta kesin olarak
ruhun gittiği ispatlanmıştır. Mesela, bir öğrenciye: "Memlekete babanın
evine git." demişler, gitmiş. Ailesi televizyon seyrediyormuş, programı
anlattırmışlar. Telefon irtibatından sonra, o anda televizyon seyrettiklerini
ve anlattığı programın doğruluğu ortaya çıkmış. Bu da gösteriyor ki, ruh hipnoz
yoluyla sevk ve idare edilebiliyor. Sevk ve idare edilebilen bir ruha ise
pekçok şey yaptırılabilir, söylettirilebilir. Yani aynı ruh, geçmiş hayatını
hatırladığını söyleyerek yalan da uydura bilir. Bunu da sırf hipnoz eden kişiyi
memnun etmek için yapabilir. Nitekim bu husus aşağıda verilecektir.
2) Hipnozla Neler Yapılabilir?
Hipnoz seansı sırasında gezen bir
ruh, berzah alemine yani ölenlerin ruhunun kıyamete kadar bekletildiği aleme de
gidebilir mi? Oraya gidilebilir ise, ölünün ruhu ile konuşması gayet normal olur.
Öncelikle içinde bulunduğumuz şehadet âleminden çıkabilir miyiz? Rahman Sûresi
33. âyette; "Ancak bir sultanla bu alemin dışına çıkılabileceği"
bildiriliyor. "Sultan "ın ne olduğunu ise, tam olarak bilemiyoruz.
Ama bu manevi güç elimizde yoksa, bu âlemden çıkmamız tabii ki başka bir âleme
girmemiz imkansız olmaktadır.
Kur'an inmeye başlamadan evvel
cinler gökyüzüne çıkabiliyorlardı. Kuran'ın gelmesiyle bu yasaklandı. Çıkmak
isteyenlerin üzerine bekçiler, ateşten taşlar (şihab) atmaya başladılar. Sonunda
göğe çıkmak imkansız oldu.010111)
Hipnozla deneyebilir miyiz?
Deneriz. Telkin verilir. Uyutulan medyum, telkinin kendi zihninde meydana
getirdiği manaya en çok benzeyen mekanı aramaya başlar. Ya sonuçsuz kalır, ya
da bir yerlere girer. Peki bu girdiği yer berzah alemi mi? Bunu nasıl
bileceğiz? Çok zor yönlendirilen kişi veya medyum, o alemi iyi bilecek ki,
girdiğini zannettiği yer berzah âlemi mi, değil mi, ayırt edebilsin. Üstelik
giriş izni verilecek mi? Bunu da bilemiyoruz.
3) Hipnozda Gelen Nedir?
Bazı İslam âlimleri hipnoz
seanslarında da insana cinlerin hulül edip veya yanı başında durup sorulan
sorulara cevap verdiğini söylenmektedirler. Aslında bu konuyu daha farklı
kişilerle, daha farklı boyutlarda ele almak gerekir. Çünkü yanlış yorumlanması ve
istismar edilmesi mümkün; özellikle konu cinlerle irtibatlı olursa. Nitekim bu
konuda karşımıza çıkan diğer bir yol da, davet edilen varlığın kişiliği ve
kimliği ile ilgili yorumlar. Hipnoz sırasında kişi yarı ölü veya iradesine sözü
geçmez haldei olduğuna göre, onun yerine konuşan kimdir? Acıyı duymayan, iğne
batırılmasına karşı bir şey hissetmeyen kişi, nasıl konuşmaktadır? Bütün bunlar
merak konusudur.
Davet ederiz. Biri gelir, bu
gelen bizimle alay etmek isteyen bir cin midir, yoksa bir ölünün ruhu mu, hatta
bir melek mi? Yoksa hiçbir şey gelmiyor da, telkinle zihinde birtakım
görüntüler mi oluşuyor? Gelen melek olamaz. Onların vazifeleri bellidir. Allah
Teâlâ, melekler hakkında; "Allah'ın kendilerine emrettiği şeylere asla
isyan etmezler. Kendilerine ne emredilirse, onu yaparlar "(112)
buyurmaktadır. Bunun dışına çıkmazlar, çıkamazlar. Yani gelen kesinlikle melek
değildir. Yoksa gelen bir ölünün ruhu mudur? Ruhlar, berzah aleminden
istedikleri gibi çıkıp gezemezler.
Kur'anı Kerim'de; "Halidîna
fiyha ebadâ: Orada ebedi kalıcıdırlar " ifadesi, Cennet ve Cehennem için
toplam olarak 69 kere geçmektedir.
Hipnoz seanslarında davet
edilince, daha çok kafirlerin ruhlarının gelmekte oldukları görülüyor. Halbuki
kafirlerin ruhları berzahta hapis olduğu için gelemezler. Berzahtan veya
Cehennem'den çıkış kesinlikle mümkün değildir.
B,ir ayette şöyle
buyurulmaktadır: "Onlar, orada şöyle bağrışırlar: 'Ey Rabbimiz! Bizi
buradan çıkar. Yapmış olduğumuzdan bambaşka iyi amellerde bulunacağız.' Size
iyice düşünecek kimsenin düşünebileceği, öğüt kabul edebileceği kadar ömür
vermedik mi? Size, (azap ile) korkutan (peygamber) de gelmişti. Şimdi tadın o
azabı! Artık zalimler için hiç bir yardımcı yoktur." (113)
Bir diğer âyette de; "Onlar,
ateşin (cehennemin) karşısında durdurulup da, 'Ah, biz, ne olurdu dünyaya bir
geri döndürül seydik. Rabbimizin âyetlerini yalan saymasaydık' dedikleri zaman,
onları bir görseydin...!" buyurulmaktadır.(n4)
Sûrenin devamını da okursak,
gayet net olarak Cehennem'den çıkamayacakları bildirilmektedir. Hatta bu, Enam
Sûresi'nin, 21'den 32. ayetine kadar olan kısmı da sanki, Cin ve Mülk
sûrelerinde olduğu gibi, adeta ruhçula ra hitap etmektedir. Müslümanlar ise
belli, mübârek günlerde ve özel izinlerle çıkabilirler, ama istediklerini
yapabilme konusunda gerekli hürriyete sahipler mi, veya izinleri var mı acaba?
Velîlere gelince... Onların,
bazılarıyla, bütün peygamberlere, istedikleri zaman çıkmaları serbesttir.
Onlar, böyle bir şeye katılırlar mı? Katılmalarına izin var mıdır? Acaba,
gelenler kim? Melek değil, insan ruhu değil. Başka ne olabilir?
Hipnoz seanslarına gelebilecek,
akıl sahibi, geriye bir tek varlık kalıyor: Cinler... Gelenler cin olabilirler
mi? Mümkündür. Onların gelip konuşmasına hiçbir engel yok. Cinler melekler gibi
masum da değildirler. Yalan söyleyebilirler. Yalan söylemeyi de çok severler.
Allahü Teâlâ, Kur'anı Kerim'de, ilk müslüman olan cinlerden naklen, şöyle
buyuruyor:
"Hakikat şudur ki, bizim
avanak cahilimiz Allah 'a karşı meğer pek aşırı yalanlar söylüyormuş. Gerçek
biz de, insan olsun, cin olsun, Allah 'a karşı hiçbiri asla yalan söylemez
sanmıştık. "(115)
Ruhçular, "Kesinlikle hayır,
gelen cin değildir. Cinler çok geri varlıklardır. " diyorlar. Gelen
peygamber veya veli ruhu değil, melek değil. Günahkar müslüman veya kâfir ruhu
gelemez. O zaman bir müslüman için iki ihtimal vardır: Gelen, ya cindir ya da
gelen kimse yoktur. Uyutulan telkinle şartlandırıldığı için birilerini
gördüğünü zannediyor.
Deneylerle ortaya çıkıyor ki,
uyutulan, şartlandırılan kişi, kendisinin bilmesi imkansız olan bilgileri de
nakletmektedir. Mesela, uyutulan medyum, arkadaşının babasının bir sırrını
naklediyor. Bunu bilmesi mümkün değil. Demek ki birilerinden öğreniyor,
karşısında birileri var. Gelen, melek veya insan ruhu olmadığına göre cindir.
İşte bütün bunlardan sonra,
rahatlıkla hipnoz seanslarında gelenlerin cinler olduklarını iddia edebiliriz.
4) Hipnoz ve Yoga'nın Zararları
Yoga ve hipnoz konusunda yazılan
kitapların pekçoğu ilmi olmaktan ziyade, ruhçuların propagandasını yapan
kitaplardır. Teknik öğretmekten ziyade, itikat aşılarlar. "Hipnozun Gerçek
Yüzü, Parapsikoloji Dersleri, Şuuraltı Gücünü Geliştirme Tekniği, Olağanüstü
Parapsişik Araştırmalar,
Ruhun Kurtuluşunda Hinduizm,
Pratik Astral Seyahat Teknikleri, Ruh ve Ruhlar Alemi, Ruh Fotoğrafçılığı,
İçimizdeki Gizli Güçler, Altıncı Duyunuzu Geliştiriniz, Budanın Öğretisi,
İnsanın Bilinmeyen Psikolojisi, Zihinsel Telkin ve Ruhsal Tedavi, 30 Derste
Ruhsal Güçleri Geliştirme ve Spiritüalizm... " gibi kitaplar, bu
sanatların tekniklerini öğretiyor görünüp, ruh çuluğun propagandasını yaparlar.
Hipnoz da günümüzde olduğundan
fazla gösterilerek ve yanlış yollara çekilerek abartılmaktadır. Ama ruhun
varlığını anlamak için iyi bir delildir. Hipnozu doktor olmayan yapmamalıdır.
Eğer doktor değilse, her uyutucu, farkında olmadan yanlış telkinde bulunabilir.
Verilecek yanlış bir telkin, uyutulan kişinin bütün hayatını zehir edebilir.
Bütün bunlara rağmen hipnoz,
"Batıcı”, gibi, bazı ilim adamlarının Batı'dan tercüme ettikleri
kitaplarda yok diye, tek cümleyle, "Bilimsel değildir"
deyiverecekleri kadar basit birşey de değildir. Materyalistlerin inkar
ettikleri birçok metafizik olaylar, hipnozla açıkça ispat edilebilir.
Meraklılarına tavsiyemiz ise,
hipnoz, yoga ve benzerlerinin dersinde boğulmak yerine tasavvuf okyanusuna
yelken açmalarıdır. Veliler hatta velilik yolunda ilerleyen orta halli bir
derviş, ruhçuların hayalinden geçirdikleri bütün hedeflerini, hatta ruhçuların
hayal bile edemeyecekleri harikalara mazhar olabilir. Ama riya, gösteriş olur diye
dışa vurmazlar. Zaten birçoğu da kendisindeki gücün farkında değildir. Farkında
olması da gerekmez. Farkında olanlar da gizlerler. O sanat, öğrenmiyor. Takva
ehli olmaya gayret ediyor. Hedef Allah rızasıdır.
Veliler, üstün hallerden hiç mi
bahsetmiyor, hiç mi ke râmet göstermiyorlar? Elbette bahsederler, kerâmet göste
renlerıLle olscr vardır.
5) Doktor Gözüyle Hipnoz ve Reenkarnasyon
Doktor gözüyle reenkarnasyon
nedir, nelere sebep olmaktadır ve hipnoz, reenkarnasyon inancına delil olarak
gösterilebilir mi? Bu konuyu Psikiyatri Uzmanı Dr. İlhan Yargıç' tan öğrenelim.
Konu ile ilgili yazı, Aksiyon dergisinin 115. sayısında yayınlandı. Biz de o
yazıdan bazı bölümleri aynen alıyoruz.
"Hipnoz, düşünce ve
hayallerin gerçek gibi algılanması işlemidir. Üç faktör hipnoz olabilirliği
etkiler. Bunlar; doğuştan gelen ve biyolojik olduğu sanılan bir yatkınlık,
kişilik özellikleri ve motivasyondur. İnsanların büyük çoğunluğu bu faktörlere
bağlı olarak en hafiften en derine kadar değişen derecelerde hipnoz olabilirler.
En derin hipnoz hali somnanbulizm'dir (hipnoz altında uyur gezerlik). Hipnoz
sırasında dikkatin belli birşeye yoğunlaşması sayesinde hipnoz olan kişi (suje)
farklı bir bilinç durumuna girer ve verilen telkinleri aynıyla alabilir hale
gelir. Hipnoz altındaki kişi, istediği ya da en azından reddetmediği, temel
inançlar ile çelişmeyen telkinler alabilir. Telkin doğrudan ya da dolaylı
olarak verilebilir. Hipnozitörün cümleleri içindeki imalar dahi telkin etkisi
taşır. Verilen telkin ''süje"nin bilinç dışı, daha önce yaşadığı, okuduğu
ya da seyrettiği şeylerden oluşan birikimine göre şekillenir. Dolayısıyla
hipnoz altındaki süje'ye 'geçmiş hayatına döndüüğü' ya da 'doğumdan öncesine'
gittiğinin söylenmesi de reenkarnasyon telkinidir ve zaten bu beklenti ile hipnoz
olan ya da en azından buna karşı gelmeyen süje bilinç dışına, fantezilerine ya
da hayal dünyasının ürünü olarak bu doğrultuda bazı şeyler yaşamakta olduğunu
hisseder. Ve bu yaşantıyı beş duyu organı ile gerçekmişcesine algılayabilir.
Hipnoz altında, hiç bir
yönlendirme olmaksızın ya da uyanıkken, kendiliğinden ortaya çıkan kimlik
değişiklikleri yani kişinin kendisini farklı birisi olarak tanıtması,
'dissosyetif bozukluk' adı verilen psikiyatrik rahatsızlığın belirtisidir. Bu
hastalığın en şiddetli biçimine çoğul kişilik (dissosyetif kimlik bozukluğu)
denilir. Ve hasta farklı zamanlarda farklı kimliklere bürünür, bu kimlikler
birbirinden habersizdir. Dolaysıyla hipnozu reenkar nasyona delil olarak
göstermek, hiç bir bilimsel temeli olmayan bir aldatmacadan ibarettir. Üstelik
bazı psikolojik problemlere bağlı belirtilerin farklı yorumlanarak tedavisiz
kalmasına sebep olmaktadır. "(
Bu konuda en yetkililerden ve en
çok çalışıp çabalayanlardan biri de Kerem Doksat. Kerem bey, kökten hipnozcu.
Çünkü aynı zamanda babasının birikimlerini de taşıyor. Babası, değerli bilim
adamı, merhum Prof. Recep Doksat. Bu konunun uzmanlarından ve en çok bilgi
birikimine sahip ve doğru düşünüp, doğru inananlardan biri.
Kerem Doksat, bir makalesinde,
"Çoğu insanın korktuğu bir deyim hipnoz. Ya uyuduğum zaman olmadık şeyler
söylersem, başıma kötü bir şey gelirse ya da uyanamazsam gibi, içinde bir çok
kaygıyı barındıran, bir korkuya yol açan hipnoz, aslında tıbbın bir dalı haline
geldi. Bir takım insanların elinde adeta oyuncak olan hipnoz, ancak uzmanları
tarafından uygulandığı zaman, faydalı olabiliyor. Özellikle de psikiyatri
dalında..." diyerek, hipnoza bir tanım getirip, metot ve hedef tayin
ederken, ruhçuların ve reenkarnasyoncuların onu kötüye kullandıklarından da
dert yanıp, bunun meydana getireceği zararlardan bahsediyor. En zararlı kısmın
da dine zarar veren ve aydınların hurafelere, bidatlara kızıp kendilerini
tercih ettiği kimseler veya bu konudaki kaliteli (doktorluk, doçentlik,
profesörlük gibi, titr sahibi) kimselerin bir araya gelip kurdukları dernekler
olduğunu söylüyor. Bu konuya duyduğu alerjiyi, "Öbür dünyadan mesajlar
aldığını söyleyen, kerâmeti kendinden menkul kişiler" diyerek, dile ge
tiriyor.om Aslında hiç de haksız değil. Çünkü, Hz. Mevla na'dan mesaj aldığını
ifade edip, katmer güller açtıranlardan ve bu safsataları kapı kapı dolaşıp
dağıtanlardan veya telefon rehberini önlerine koyup, tespit ettikleri önemli ad
reslerebilgi formları, kitap ve broşür postalayanlardan tu
tun da, evlerde seanslar yapıp
"Beyti Dost" diye bir cinden mesaj alanlara ve kendilerini
"Sosyete Mesihi" ilan edenlere kadar, bir sürü, bu dünya ile öbür
dünya arasında sürekli importexport seferleri yaparak, turlar düzenleyenler(!)
ve bir de utanmadan buna inanmamızı isteyenler var.
"Yalancı Hatıralar"
başlığı altında ele alınan bölümde bunlardan başka, Dr. İlhan Yargıç'm ifade
ettiklerinin yanı sıra, çok önemli bir noktaya parmak basıyor: "Sözüm ona
bir kısım çağdaş tarikatlar, bazen toplu intiharlar (geçtiğimiz yıllarda Amerika'da
olduğu gibi), katiller vs. gibi, birer toplumsal çılgınlık örneği
sergileyebiliyorlar. " diyor ve daha önemli bir konuyu dile getiriyor:
"Bu gibi kişiler, ekiminezi (zamanda geri gitme) tecrübeleri sırasında,
süje'yi doğumundan önceki tarihlere götürerek, hatırladıklarını anlatmalarını
istemektedirler. Süje ler de, hemen bu isteğe karşılık verirler ve bir şeyler
anlatırlar. İşte bu noktada vurgulamak istediğim çok önemli bir nokta var!
Hipnotizörüne güvenerek transa giren ve hipnotizabilitesi de yeterince güçlü
olan süjeler, ahlâk dışı olmadıkça, onun emirlerine ve telkinlerine tamamen
itaat ederler. İşte, böyle bir şahsa, sözgelişi, 1812 yılının 12 Haziran günü
öğleyin saat 12 'de ne yaptığını anlatmasını ısrarla söylerseniz, sizi mutlaka
kırmayacak ve hayali bir hikaye uydurarak cevap verecektir. Buna
"pseudologia phantastica" (kişinin, doğruluğuna kendisin de inandığı
yalancı hatıralar) denir; bu yalancı hatıra, o kişinin beynindeki hafıza
devrelerine yerleşeceği için, tekrarlanan seanslarda da aynı bilgi alınacaktır.
Tamamen kişinin şuur dışı fantazyaları, dürtüleri ve kompleksleri doğrultusunda
üretilen, bu hikayelerin doğruluklarının tespiti çoğu zaman imkansız olmakla
birlikte, seansı seyreden ve arayış içinde olan, inanmaya hazır şahıslar
üzerinde büyük tesirler yapmaktadır... "
Kerem Doksat, sonra kendisinin
yaptığı seanslarda, "doğru ve ispatlanabilir bir tek vakaya
rastlamadığını, bilmediği bir dili konuşabilen veya hafta sonu maçlarının
neticelerini doğru olarak söyleyebilen, bir tek kişiye rastlamadığını"
belirtiyor.018)
Demek ki, ruhçularm veya
reenkarnasyoncuların iddiaları, mesaj aldıklarını iddia ettikleri rehber
varlıklar vs. hepsi bir sürü hikaye veya cinlerin yazdırdığı metinlerden
ibaret. Yeri gelmişken bir cümle de ruh çağırma konusunda söyleyelim ki, bu tür
seanslarda gelen ve falan kişinin ruhu olduğunu söyleyen sadece bir sahtekâr
cinden veya hayatı boyunca insanları kandırıp şaşırtmaya yemin etmiş olan,
şeytandan başkası değildir. Durum böyle olunca, kendisini çağırıp inanmak
isteyenlerle, şeytanların ve cinlerin dalga geçmesinden de daha normal bir şey
olamaz.
Hipnoz, karşısındakinin
duyularını aldatarak suni bir uykuya sokma halidir.
Onuncu Bölüm
Rüyalar ve ötesi
A Rüyalar ve Kısımları •
İnsanlar sürekli rüya gören
varlıklardır. Reenkarnas yona uğradığını ve benzeri hallerle karşılaştığını
söyleyen kişilerin pekçoğu aslında gördükleri rüyaları hatırlamakta ve rüya ile
hakikati birbirine karıştırmaktadırlar. Ancak, rüya konusu çok derin bir konu.
Burada ona fazla girmeyeceğiz. Şu kadar var ki, yeterli bilgiye de ulaşmanızı
sağlamaya gayret edeceğiz. Rüyalar insanoğlunun ayrılmaz bir parçası, ruhun
önemli bir yanı ve özel bir fonksiyonu. Bu yüzden rüyaları iyi tanımlamak, kaç
çeşit olduğunu iyi bilmek lazım. Buna göre, önce rüyalar kendi içinde kaça
ayrılır ve hangisi anlamlı, hangisi anlamsız, hangisi doğru, hangisi yanlış
bilmek lazım.
1) Sadık Rüya:
Doğruya ve gerçeğe ışık tutan
veya aynen gösterildiği gibi çıkan rüya ki, buna, rahmani rüya, yani Allah
tarafından gösterilen rüya da denir. Sadık rüyalar iki türlüdür. Bir kısmı
Allah tarafından, bir kısmı da melek tarafından gösterilir. Bu türlü rüyalarda
genellikle Allahü Teâlâ tarafından kullarına yapılan ihtar ve ikazlarla
müjdeler vardır. Allah tarafından gösterilen rüyalar, gayet açıktır ve tabire
ihtiyacı yoktur. Melek tarafından gösterilen rüyalar ise tabire muhtaçtır.
2) Kazip Rüya:
Yalancı rüya. Hiç bir anlamı
olmayan, korku veya ümitten doğan, tesiri altında kaldığımız olaylardan dolayı
gördüğümüz rüyadır ki, buna şeytani rüya da denir. Bunda da genellikle şeytanın
karışmasından dolayı korkunç ve çirkin haller, kabuslar vardır ve dine imana
aykırı haller bulunur, insanı korkuya ve ümitsizliğe sevk eder.
3) Edğasü Ahlâm (Karışık Rüyalar):
Bu da hiç bir anlamı olmayan,
yediğimiz içtiğimiz şeylerin tesiriyle veya kafamıza takılıp, bizi sürekli
meşgul eden, gündüz uğraştığımız işlerin uzantısı olan karışık rüyalardır.
Bilim adamlarına göre, insan
sürekli rüya gören bir varlıktır. Hatta, konunun uzmanı olan bilim adamlarına
göre, insan uyanıkken, çarşıda, pazarda gezerken bile, farkına varsa da varmasa
da rüya görür.
Peygamber Efendimiz (sav)'in de
ifade ettikleri gibi, insan uyuyunca, ona eşlik eden rüya melekleri, ruhunu
alıp gezdirir. Uykuya, "yarı ölüm" denmesinin sebebi de bu olsa gerektir.
Ruh, cesetle irtibatlı, bir telsiz telefon gibidir. Kaplama alanı içinden
çıkmadığı, yani cesede bağlı kaldığı sürece gördüğü olayları hafızaya kaydedip
yazdırır. İşte rüya budur. Sonra insan bunları, ya net olarak hatırlar, ya da
yeri ve zamanı geldikçe, gezdikçe, gördükçe hatırlar. Hatırlayınca da önceden
gelip görmüş veya tanışmış olduğunu zanneder. Tanışma konusuyla ilgili bir
diğer husus ise, yine bir hadisi şerife göre, insanlar dünyaya gelmeden önce
yaratılan ruhları, ruhlar aleminde beraber olarak bulunur ve tanışırlar. Orada
tanışıp, birbirlerini sevip anlaşanlar, dünyaya geldikleri zaman da
birbirlerini severler ve anlaşırlar. Aynı şekilde bunun tersi de geçerli. Yani
orada birbirlerini sevmeyenler, burada da anlaşamıyorlar ve birbirlerini
sevmiyorlar ve mizaçları uyuşmuyor. Ancak, görüldüğü gibi konu, yeniden dünyaya
gelmekle hiç mi hiç ilgili değil. Bu olayı, reenkarnasyon gibi bir safsataya
bağlamak, hiç kimseye bir şey kazandırmadığı gibi, insanı başıboş, sorumsuz bir
varlık yapma gayretinden başka da bir şey değildir.
B Misal Alemi ve Rüyaların iç Yüzü
"Fütuhatı Mekkiye"
sahibi Muhyiddini Arabi ve "İnsanı Kâmil" denilen meşhur bir kitabın
sahibi Seyyid Abdülkerim gibi meşhur evliyalar; kürei arzın yedi tabakasından
ve Kafdağı arkasındaki Arzı Beyza'dan (Beyaz Yer) ve Fütuhatı Mekkiye'de,
Meşmeşiye dedikleri acayiplerden bahsedip, gördük diyorlar. Acaba bunların
dedikleri doğru mudur? Doğru ise; halbuki, bu yerlerin yerde yerleri yoktur.
Hem coğrafya ve fen onların bu dediklerini kabul edemiyor. Eğer doğru olmazsa,
bunlar nasıl veli olabilirler? Böyle hilafı vaki ve hilafı hak söyleyen nasıl
ehli hakikat olabilir?
"Onlar hak ve hakikat
ehlidirler; hem ehli velayet ve şuhud durlar. (Yani onlar, herkesin
göremeyeceği bazı şeylere şahit olmuş kimselerdir.) Gördüklerini doğru
görmüşler, fakat ihatasız (tam olarak anlaşılmayan ve dar) olan şuhud halinde
ve rüya gibi gördüklerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı
için, kısmen yanlıştır. Rüyadaki adam kendi rüyasını tabir edemediği gibi, o
kısım ehli keşif ve şuhud dahi gördüklerini o halde iken kendileri tabir
edemezler. Onları tabir edecek, 'asfiya' denilen peygamberlik varisleri olan
muhakkikler, yani bu konularda derin bilgi ve ilim sahibi araştırmacı
kimselerdir. Elbette o kısım şuhud ehli de, asfiya (takva sahibi âlim) makamına
çıktıkları zaman, Kitab ve Sünnet'in irşadıyla yanlışlarını anlarlar, tashih
ederler; hem etmişler. Şu hakikati izah edecek şu temsili hikayeyi dinle. Şöyle
ki:
Bir zaman ehli kalp iki çoban varmış.
Kendileri ağaç kâsesine süt sağıp yanlarına bırakırlar. Kaval tabir ettikleri
düdüklerini, o süt kâsesi üzerine uzattılar. Birisi, uykum geldi deyip, yatar.
Uykuda bir zaman kalır. Ötekisi yatana dikkat eder, bakar ki; sinek gibi bir
şey, yatanın burnundan çıkıp, süt kasesine bakıyor ve sonra kaval içine girer,
öbür ucundan çıkar gider, bir geven altındaki deliğe girip kaybolur. Bir zaman
sonra yine o şey döner, yine kavaldan geçer, yatanın burnuna girer; o da
uyanır. Der ki: 'Ey arkadaş! Acayip bir rüya gördüm.' Diğeri der: 'Allah hayır
etsin, nedir?' Der ki: 'Sütten bir deniz gördüm. Üstünde ilginç bir köprü
uzanmış. O köprünün üstü kapalı, pencereli idi. Ben o köprüden geçtim. Bir
meşelik gördüm ki, başları hep sivri. Onun altında bir mağara gördüm, içine
girdim, altın dolu bir hazine gördüm. Acaba tabiri nedir?'
Uyanıkarkadaşı dedi: 'Gördüğün
süt denizi, şu ağaç çanaktır. O köprü de, şu kavalımızdır. O başı sivri meşelik
de şu gevendir. O mağara da, şu küçük deliktir. İşte kazmayı getir, sana hazine
yi de göstereceğim.’ (Diğeri) Kazmayı getirir. O gevenin altını kazarlar,
ikisini de dünyada mes’ud edecek altınları bulurlar.
İşte yatan adamın gördüğü
doğrudur, doğru görmüş, fakat rüyada iken ihatasız olduğu için, tabirde hakkı
olmadığından, âlemi maddî ile âlemi maneviyi birbirinden fark etmediğinden,
hükmü kısmen yanlıştır ki, 'Ben hakikî maddî bir deniz gördüm.’ der. Fakat
uyanık adam, âlemi misal ile âlemi maddîyi fark ettiği için tabirde hakkı
vardır ki, dedi: 'Gördüğün doğrudur, fakat hakikî deniz değil; belki şu süt
kâsemiz senin hayaline deniz gibi olmuş, kaval da köprü gibi olmuş ve hakeza...
’ Demek oluyor ki; âlemi maddî ile âlemi ruhanîyi birbirinden fark etmek lâzım
gelir. Birbirine karıştırılsa, hükümleri yanlış görünür. Meselâ: Senin dar bir
odan var; fakat dört duvarını kapayacak dört büyük âyine konulmuş. Sen içine
girdiğin vakit, o dar odayı bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer, odamı geniş
bir meydan kadar görüyorum desen doğru dersin. Eğer odam bir meydan kadar
geniştir diye hükmetsen, yanlış dersin. Çünkü misal âlemini, h{ikiki âlenrle
karıştırırsın.
İşte, kürei arzın (yer
yuvarlağının) yedi tabakasına dair bazı ehli keşfin, Kitab ve Sünnetin
ölçüsüyle tartmadan beyan et
tiği tasvirler, yalnız coğrafya
noktai nazarındaki maddî vaziyetten ibaret değildir. Meselâ, demişler: 'Bir
tabakai arz, cinn ve ifritlerindir. Binler sene genişliği var.' Halbuki biriki
senede devredilen küremizde, o acayip tabakalar yerleşemez. Fakat âlemi mana ve
âlemi misalde ve filemi berzah ve ervahta, küremizi bir çamın çekirdeği
hükmünde farz etsek, ondan temessül ve teşekkül eden misalî şeceresi, o
çekirdeğe nispeten koca bir çam ağacı kadar olduğundan, bir kısım ehli şuhud,
seyri ruhanîlerinde, arz'ın tabakalarından bazılarını âlemi misalde pekçok
geniş görüyorlar; binler sene bir mesafe tuttuklarını görüyorlar. Gördükleri
doğrudur; fakat âlemi misal, şeklen filemi maddîye benzediği için, iki filemi
karışık görüyorlar; öyle tabir ediyorlar. Uyandıkları vakit, ölçüsüz olduğu
için, şahit olduklarını aynen yazdıklarından hilafı hakikat telakki ediliyor.
Nasıl küçük bir aynada büyük bir saray ile büyük bir bahçenin misali vücutları
onda yerleşir. Öyle de madde aleminin bir senelik mesafesinde, binler sene
genişliğinde misalî vücutlar ve manevi hakikatler yerleşir.
Onbirinci Bölüm
Hissi Kable’lVuku (Olmadan önce
Hissetme)
ten hususlardan biri de
"hissi kable'lvuku "dur. Hissi kablel vuku, olayları önceden bilme
veya hissetme demektir. Bazen hiç gitmediğimiz bir yere gittiğimiz zaman daha
önce oraya gidip gördüğümüzü zannederiz. Oysa oraya gitmek şöyle dursun adını
bile bilmeyiz. Yine, yeni tanışhğımız bir kişiyle de daha önceden tanıştığımız
hissi uyanır.
Bu konu pekçok kişinin başına
gelebilir. Nitekim hayvanların depremi hissetmesi, romatizmalı hastaların
yağmurun yağacağı zamanı hissetmeleri de bir çeşit hissi kable'lvuku'dur.
Vücutlarının bu işe duyarlı hale gelmesiyle olan bir hadisedir. Bu sebeple
hissi kablel vuku reen karnasyona delil olmaz. Çünkü bunlar daha çok, kaderin
kaza planında ortaya çıkması ve gerçekleşmesinden önce ilgilendiren kişi
tarafından hissedilmesidir. Nitekim şehitler de öldürülmeden önce şehid
olacaklarını bilirler. Bu konuda Peygamberimiz (s.a.v.)’in şöyle buyurduğu
bildirilmektedir: Râşid İbnu Sa ’ d, ashaba mensup birinden naklen anlatıyor:
"Bir zât Rasûlullah 'a gelip: 'Ey Allah'ın Rasûlü, niye şehid dışında
kalan mü'minler kabirde imtihan edilirler (sorguya çekilirler)?' diye sordu.
Rasûlullah şu cevabı verdi: 'Şehidin ölüm anında tepesinin üstünde kılıç
parıltısını hissetmesi imtihan olarak ona kâfidir.' "12°)
Hissi kable'lvuku, Cenabı Hakk'ın
insanlara verdiği ruhî özelliklerden biridir. Eğer insan yaratılışını tam
olarak koruyabilse, daha pekçok özelliklere sahip olduğunu görecekti. Şimdi
fazlaca girmek istemediğimiz, ancak ileride gerekirse bu konuda da bir kitap
yazmak istediğimiz "Bastı ZaınanTayyi Mekan" konusuyla da ilgili olan
ruhi fonksiyonların geliştirilmesi konusunda ruhçular insanları aldatmaktadır.
Gerçekten egzersizler yapılarak, bazı ruhsal fonksiyonlar geliştirilebilir.
Bundan kitabımız içinde bahsettik. Ancak bunların insanın gayret ve çalışmaları
ile olacağından yeni elde edeceği şeyler olacaktır. Yeni doğan ve müstakil bir
insan olarak yaşayan, herkesin geliştirdiği diğer kabiliyetleri gibi. Yani
demek istiyoruz ki, bu güne kadar yeni doğan çocukların arasından bir Hezarfen
Ahmet Çelebi çıkıp, ben uçma işlemlerinde kaldığım yerden devam edeceğim,
çekilin önümden, demediği gibi; yine doğar doğmaz telde yürümeye kalkan bir
çocuk da yoktur. Yine bir velinin veya bir peygamberin ruhunun bir çocukla
dünyaya gelerek kerâmetler ve mucizeler gösterdiğine rastlanmış değildir. Ama
deniyor ki, bazı insanlar olacak bazı şeyleri önceden hissediyorlarmış; doğru.
Ancak hisler her zaman tam doğru olmayabilir. "Daha önce yaşamadıysa
nereden biliyor?" diyorlar. Bu da yanlış. Bunun bilinmesi için daha önce
yaşamaya gerek yok. Ben de birini düşünüyorum ve belki de telepatik bir kısım
şeyler oluyor, olmuyor, bilemem; ya telefon çalıyor, ya da andığım, hayal
ettiğim kişi ile görüşüyorum, hissettiğim bir olayı da yaşıyorum. Yani insanda
bu tür özellikler doğuştan var. Zaten reenkarnasyonu veya reddettikleri
tenasühü bir bütün olarak ele aldığınızda, izah edilemeyen yüzlerce konu ortaya
çıkıyor. Bunların içerisinden biri de hissi kable'lvukudur. Bu hepimizde azçok
olur. Ama bunlara ya tevafuk deniliyor, yani kader ve kaza noktasında denk
düşme, ya da ke râmet. Herkes kerâmet göstermeye müsait olmadığından
"tevafuk" diye de adlandırabileceğimiz böyle anlardan pekçok örnekler
vardır. Bunlardan bazılarını Bediüzza man başından geçen bir örnekle takdim
etmek istiyoruz.
"Ramazanı Şerif ten birgün
evvel, gizli zındık düşmanlarım tarafından verildiğine kuvvetli ihtimal
verdiğimiz doktorun tasdikiyle bir zehrin hastalığıyla ateşim kırk dereceyi
geçmeye başlamış iken, Kastamonu 'da adliye savcıları ve taharrî komiserleri,
kaldığım yeri araştırmaya geldiler. Ben, o dakikadan sonra, başıma gelen
dehşetli taarruzu, bir hissi kablel vuku ile anlayarak ve 'Şiddetli zehirli
hastalığım dahi ölüme gidiyor.' diye İsparta vilâyetinde kıymetli kardeşlerimin
kucaklarında teslimi ruh edip o mübârek toprakta defnolmamı, kalben niyaz
ettim. HizbülEkber'ülKur'ân'ı açtım. Birden bu âyeti kerime; 'Rab b'inin hükmü
gelinceye kadar sabret. Zira sen bizim gözümüz önündesin. Kalkarken de Rabb'ini
hamd ile tesbih et.'02\) ayetinin işaret ettiği manayla verdiği teselliyi
tamamıyla gördüm. "022) Nitekim Bediüzzaman bu olaydan bir müddet sonra
vefat etmiştir.
Görüldüğü gibi, yüce Allah,
herkese verdiği hislerle, bir takım olayları olmadan önce hissettirmektedir.
Özellikle İslam'ın veya dünyanın geleceği ile alakalı bazı olayları ise, bu
mevzuda dertli ve endişeli yaşayan, hizmet ehli ve hatta bizzat Cenabı Hak
tarafından, bir ikram olarak vazifeli kılınmış kimselere göstermektedir. Bu
konunun reen karnasyonla veya tenasühle her hangi bir ilgisi yoktur. Çünkü bu
tür şeyler, insanın yapısında bulunan hislerin gelişmesi ile alakalı, ruha ait
fonksiyonlardır ve kişinin ilgi alanı ile de yakından alakalıdır. Öte yandan,
tekrar doğuş bir ceza değildir, diyerek, insanların hayvan şeklinde
doğacaklarına sıcak bakmayan veya hayvanı tekamüle müsait görmedikleri için
tenasühü inkar eden reenkarnas yon inancına göre de zıttır. Çünkü hissi kable'lvuku
hayvanlarda da vardır. Depremleri, yağmurları, yangınları ve diğer bazı
felaketleri olmadan önce hissetmektedirler. Ama insanlar için, bu konu çok da
genel değildir. Çünkü herkes bu duygularını tam olarak kendisine verildiği
gibi, temiz ve saf olarak koruyamamaktadırlar.
Kısaca özetleyecek olursak,
kişinin daha önce hiç görmediği şeylerle karşılaştığında onları görmüş hissi
uyanması veya önceden tanışmadığı kişileri tanıyormuş duygusuna kapılması, ya
ruhlar alemindeki ilk yaratılıştan, ya sürekli görüp unuttuğu rüyalardan ya da
hissi kable'lvuku dan kaynaklanmaktadır. Daha önceki hayatına ait olma telkini
yapılarak yanıltılan reenkarnasyondan değil. Zaten böyle bir şeyin olmadığı
kanaati de, buraya kadar verdiğimiz bilgilerden ve yaptığımız tahlillerden
kesinleşmiş olmalıdır.
Onikinci Bölüm
Medyumluk
Ruhlarla iletişim kurduğunu ve
onlarla görüşüp konuştuğunu iddia eden kişilere, medyum deniliyor. Aslında
bunların ne kadar doğru olduğu da tartışılabilir bir konudur. Kimse çok rahat
olarak ruhlarla görüştüğünü iddia edemez. Bu, cinlerin aldatmasından başka bir
şey değildir. Çünkü, ruhlar sanıldığı kadar serbest değildir. Serbest olmayan
ruhlar da böyle, isteyen herkesle istediği gibi görüşemez. Batı'da veya birkaç
seneden beri bizde de bu türlü iddialarda bulunan kimselerin pek çoğu ruhen
rahatsız ve tutarsız kimselerdir. Bunun ötesinde, bu işin altında bir de para
kazanma sevdası vardır. Bir diğer husus ise, bu işe inanan insanların, cinleri
kullanarak, kendi düşüncelerini, ruhlarla görüştüklerini iddia ederek,
başkalarına refere etmeleri söz konusudur. Aslında en büyük yalancılar
medyumlar ve onların diğer uzantıları olan falcılardır. Çünkü gaybı yani
bilinmeyeni taşlamaktadırlar. Bu tür insanlar için Peygamber Efendimiz'in
diliyle, denecek tek şey var: "Küllü müneccimün kezzab: Bütün müneccimler
(falcılar) yalancıdır."
Mesela, Hz. Peygamber (s.a.v.)
zamanında böyle bir medyumdan bahsedilir. Deccal olabilme kabiliyetindedir.
Fakat Hz. Peygamber (s.a.v.)'in içinde bulunduğu asır, kendi özelliklerinden dolayı
buna mani oluşu, o havanın ona imkan vermeyişi, çıkışına engel olmuştur. Adı,
İbnu Sayyad'dır. Bir Yahudi çocuğu... Müslüman olmuş, müslü manlar arasında
görünmüş. Efendimiz (sav)'in, daha çocukken onunla karşılaştığını, başta Buhari
ve Müslim olarak, hadis kitaplarında nakledildiğini görüyoruz. İbnu Ömer (r.a)
anlatıyor:
"Ömer İbnu 'lHattab (r.a)
sahabeden bir grup içerisinde Ra sülullah (s.a.v.) ile birlikte İbnu Sayyâd'a
doğru gittiler. Onu, Beni Megâle Şatosu'nun yanında çocuklarla oynar buldular.
O sıralarda buluğ çağına yaklaşmış durumdaydı. Hz. Peygamber (s.a.v.) İbnu
Sayyâd'ın sırtına eliyle vuruncaya kadar (onların geldiğini) hissetmedi. Hz.
Peygamber (s.a.v.), omuzuna vurup:
'Benim Allah'ın Rasûlü olduğuma
şehadet ediyor musun?' diye sordu. İbnu Sayyad ona bakıp:
'Şehadet ederim ki, sen ümmilerin
peygamberisin!' dedi. İbnu Sayyad da Rasûlullah 'a:
'Sen, benim Allah ’ın Rasûlü
olduğuma şehadet eder misin?' dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) onu reddetti ve:
'Ben Allah 'a ve O'nun elçilerine
iman ettim!' buyurdu ve sonra sordu:
'Peki, ne görüyorsun?'
'Bana bir doğru sözlü (sadık),
bir de yalancı (kıizib) gelmektedir.' diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.v.):
'Sana bu iş karıştırıldı! [Sıdkı
kizb; kizbi sıdk ile (doğruyu yalanla, yalanı doğruyla) karıştırıyorsun]'
buyurdular. Sonra da Hz. Peygamber (s.a.v.) ona:
'Ben senin için (içimde) bir şey
sakladım (bil bakalım!)' dedi. İbnu Sayyad:
'O dumandır!' diye cevap verdi.
Hz. Peygamber (s.a.v.): "Sus, sen kendi kadrini hiçbir vakit aşamayacaksın!"
buyurdular. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a):
'Ey Allah'ın Rasûlü! Bana müsaade
buyurun şunun boynunu vurayım!' dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.)'de: 'Eğer (Deccal)
bu ise, sen ona musallat edilecek değilsin, eğer bu Deccal değilse
onu öldürmekte sana bir hayır
yok!' buyurdular. "023) Tirmizî, "Ben senin için (içimde) bir şey
sakladım (bil bakalım!)" sözünden sonra şu ibareyi ilave etti: "Onun
için (içinde) '(Habi bim) o halde semanın apaçık bir duman getireceği günü
gözet le'024) ayetini gizlemişti. "025)
Sahabei Kiram'dan Hz. Cabir, Hz.
Ömer, Ebu Said el Hudri gibi kimseler, buna "Deccal" nazarıyla
baktılar. O sırada da şeytanla, cinle münasebeti olan, bizim mekanlarımızın
buudlarının dışına kafasını çıkararak, aldığı haberleri söyleyen bir çocuk vardı.
Binaenaleyh reenkarnasyo nun gerçekliğine delil saydıkları bu türlü çocuklar,
işte böyle cinlerşeytanlar tarafından oyuncak haline getirilmiş olabilirler.
Elbette ki, bu çeşit meseleler reenkarnasyona kaynak teşkil etmediği gibi,
gerçek bir delil de sayılmaz.
II. Kısım
İMAN ESASLARI AÇISINDAN
REENKARNASYON
A Kur'anı Kerim'in Ana Prensipleri Açısından
Reenkarnasyon, ne kadar hoşgörü
ile bakılsa ve müsbet düşünülse bile, bir kısım kimseler tarafından ulu orta
anlatılıp, yaygınlaştırılmaya çalışılması ve üstelik bir de çoğu sosyalist ve
ateist kimselerin bunu yapması oldukça düşündürücüdür. Buna bir de bazı inançlı
kimselerin gafletinden istifade edilerek, kullanılması eklenince, diğer pekçok
korkunç şüphelerle beraber, kasten yapıldığını ve İslam dinini ve onun iman
esaslarını hedef aldığını, düşünmeden edemiyorsunuz. Bu yüzden saf ve cahilane
bir inanç, bir düşünce diyemiyoruz. Bu konuda başarılı olmaları ise, sözünü
ettiğimiz iman ve inanç esaslarını iyi bilip bilmemeye bağlıdır, denilebilir.
Onların bu kötü niyetlerini boşa çıkarmanın tek yolu, bilerek inanmaya ve
inandığımız hususları yaşayarak korumaya bağlıdır.
Konuyu iman esasları açısından
incelemeye almadan önce, Kur'anı Kerim'de, ana prensipler olarak bulunan, dört
esasa göre ele almak istiyoruz. Bunlar Tevhit, Nübüvvet, Haşir ve Adalet'tir.
Kuranı Kerim'de konu edilen bu
dört ana esas, kendi aralarında çeşitli sınıflandırmalara ayrılır. Ayrıca bu
konuya bir de muamelat ilave edilir. Ancak muamelat konusu
bizim konumuzun dışında kaldığı
için onunla ilgili hususlara burada girmeyeceğiz.
1) Tevhid inancı Açısından
Tevhid, bilindiği gibi, Allah'ın
varlığına ve birliğine, eşi ve benzeri olmadığına, hiçbir şeye muhtaç
olmadığına inanmak ve iman etmektir. Bunun ötesinde Cenabı Hakk'ın gücü,
kuvveti, kudreti ve rahmeti sonsuz, bağışlaması sınırsızdır.
Tenasühçüler, kişinin tekamülünü
söz konusu ederken, tevhid inancına zarar veriyorlar ve üstelik, Müslüman
olduklarını söyleyerek, bu kısacık ömrün insanın tekamülüne yetmeyeceğini iddia
ederek, Allah'a zulüm isnat etme babında da şirke giriyorlar. Konuyu bu yönüyle
tahlil etmek, insanın affına ve mağfiretine vesile olacak, ibadet ve duaları
görmemek, ayrı bir nankörlük olmakla beraber, böyle bir şeyi ne Hristiyanlık,
ne Musevilik, ne de İslam'da bulmak mümkün değildir.
Ayrıca, "Kur'an ve sair
semavi kitapların, günahların affedileceğine dair beyanları, affedilmek için
ruhların ıstıraplı ve uzun seyahatlerini fuzuli ve manasız göstermektedir.
Rahmeti sonsuz olana yakışan da budur. Buda, bir sükunet ve atalet olan 'Nir
vana'sını bu meşakkatli yolculuktan daha huzur verici bulmuş olacak ki,
Brahmanizm mustariplerini daha huzurlu bulduğu bu ufka davet etmektedir.
Bizde ise, affedilmeyecek günah
yoktur. Ve Allah (cc), tövbe eden herkesin günahını bağışlayacağını vaat
etmektedir. Bu hususta, günahının azlığına çokluğuna bakılmadığı gibi, son
dakikalara kadar ferdin günah içinde bulunmasına da bakılmayacak tır. Bütün
hayatı isyanla geçmiş bir mücrim, bir tek saatlik nezih hayatiyle, Allah’ın
rahmetine mazhar olabilir...
Keza, tenasüh (tekrar doğuş),
devri daim (beden beden dolaşma), yücelebilmek için uzun ve yorucu seyahat,
Cenabı Hakk'ın hususi iltifat ve rahmetine zıttır. Zira, o istediği zaman era
cif/pislik içinden aldığı en pes bayağı şeyleri dahi som altın haline getirir
ve en kıymetli yapar. Bu da O'nun hususi ihsanıdır.
Her vücut için bir ruh yaratmak
Allah’ın sonsuz yaratma kudretinin bir ifadesidir. Eğer muhal farz Allah bir
grup ruhu yaratıp, bunları bütün cesetlere sokup çıkartıyorsa bu durum
O ’nun
kudretine halel getirmez mi?" 026)
Yukarıdaki ifadelerden de açıkça
anlaşılacağı gibi, tenasüh inancı yoluyla tevhid inancı, havaya uçuruluyor ve
katiyen zarar görüyor. Kur'an'ın dörtte birinden fazlasında yer alan tevhid
inancı zarar gördükten sonra, bu inancı Kur'an ile telif edebilenler, neye
dayanıyor veya hangi Kur' an' dan söz ediyorlar? Acaba bizim bilmediğimiz başka
bir kitaptan mı bahsediyorlar? İşte bunu anlamak mümkün değil.
2) Nübüvvet Açısından
Nübüvvet, peygamberlik demektir.
Kur'anı Kerim'de tevhid konusundan sonra en çok yer alan konulardan biri de
nübüvvettir. Peygamberler ve peygamberlerin başından geçenler, tevhid
mücadeleleri, çektikleri, sabırları ve özellikleri ile kafirleri, müşrikleri
inandırmak için Allah'ın onlara verdiği ve bunun için kullandıkları mucizeleri
oldukça geniş kapsamlı bir yer tutarak verilir.
Ruhçular ise, peygamberleri
gereksiz görüyor ve onlara ya birer "medyum" ya da "rehber
varlık" gözüyle bakıyor.
Bu sebeple peygamberlik inancı,
iddia edilen, rehber varlıklarla inkar edilip, ortadan kaldırılmak isteniyor.
Yani adeta herkes peygamber olabilir denilmek isteniyor. Çünkü tekamül eden
ruhlar en ileri seviyede insanlara yol gösteren, hatta mesaj veren rehber
varlıklara veya öteki ifadesiyle medyumlara dönüşüyor, yüce ruhlardan aldıkları
bilgileri, insanlardan kontak kurdukları kimselere ak
tarıyorlar. Aslında bu yüce
ruhlar da belki onların (haşa) Allah'ın yerine koydukları "İlahları”
anlamına da gelebilir. Ancak, biz bu kadar katı düşünmek ve olaya böylesine
açık bir şirk ve putperestlik olarak değil, sadece bir yanıl mışlık olarak
bakmak istiyoruz. Ancak onlar kendilerini daha iyi bilir. Kur'an ifadesiyle;
"İnsan, ne kadar mazeret ileri sürse de (yorumlar yapıp lafı dolaştırsa,
işi evirip çevirse de), kendi nefsini (ve onun duygu ve düşüncelerini, kendine
neler fısıldadığını, boyunu posunu nasıl gördüğünü, neye inandığını) daha iyi
bilir." (127)
Yine reenkarnasyon inancına göre,
peygamberlerin kanalıyla bize ulaştırılan ve iman esaslarımızdan birini teşkil
eden "Kitaplara İman" da inkar ediliyor veya bir önemi kalmıyor ve
"vahiy meleği" olarak inandığımız Cebrail'in de bir rehber varlık,
yani gide gele olgunlaşmış insan veya hayvandan başka bir şey olmadığı ortaya
çıkıyor(!?)
a NübüvvetPeygamberlik
Ortaya atılan bu yanlışlıkları
düzeltmek ve onların fikirlerinin batıl olduğunu göstermek için nübüvvet
konusunu başlı başına ele almak gerekiyor. Konuya kısaca, ana hatlarıyla ve
iman ve İslam esasları açısından bir göz atalım.
İddiaları: Rehber varlıkların
medyumların yoluyla ortaya çıktığı ve tebliğler yoluyla medyumu ve hazır
olanları eğittiğidir. Rehber varlıklar reenkarnasyon yoluyla olgunlaşmış
insanlardır.
Burada medyumlar, rehber
varlıklarla irtibat kuruyor ve onları çağırıp insanları eğitiyor. Rehber
varlıkların kim olduğu sorusuna ise, verilecek cevap gayet açıkça ortaya
çıkıyor; daha önce dünyaya gide gele olgunlaşmış, bir insan veya başka' bir
varlık. .. Yani bir katil veya hırsız... Bir timsah, bir kertenkele, bir inek
veya öküz veyahut da di
ğer büyük günahları işlemeye
doymuş ya da artık yorulup bırakmış kişinin ruhu da olabilir.
Şimdi burada, bütün
peygamberlerin, peygamberlikleri inkar edilerek, böyle bir iftiraya maruz
bırakılıyorlar. Bununla beraber, insanlara rehberlik edebilecek kapasitede olan
diğer hatırlı kişilerin, yani Abdülkadir Geylani, Şahı Nakşibendi, Ahmet
Bedevi, Ahmet Rufai, İmam Şazeli, İmam Rabbani, İmam Gazali, Mevlana, Yunus vs.
gibi, büyük velilerin ve muhterem zatların, âriflerin ve salih kişilerin de
böyle kimselerden olduğu iddia ediliyor ki, bu durum oldukça aşağılayıcı ve
inanılması güç bir husustur.
b Peygamber Olabilmek İçin
Yukarıdaki iddialarından
peygamberleri inkar ettikleri açıkça anlaşılıyor. Onlar için peygamber diye bir
şey yok, olgunlaşmış ruhlar, yani "Rehber Varlıklar" var. Bunu da
yetiştiren, aslında gördüklerimize bakarsak da insandan çok şeytana benzeyen ve
onun oyuncağı olmuş medyumlar.
Halbuki, bir kişinin çalışmakla
peygamber olması mümkün değildir. Hele hele geçmişi karanlık, kirli kişilerin
peygamber olması ise asla mümkün değildir. Bütün peygamberler soysop bakımından
en temiz ve özel olarak korunmuş kimselerdir. Hepsi yüce Allah'ın özel olarak
himaye ettiği, seçip çıkardığı "Altın Halka "ya mensup kişilerdir.
Ana ve babaları yönünden günaha bulaşmamış, herhangi bir soy karışıklığına
meydan verecek yanlış ilişkilere girmemiş, temiz ve asil kişilerden
seçilmişlerdir. Hz. Meryem, kucağında yeni doğmuş sabi bir çocukla (İsa a.s.)
ile geldiği zaman, kavmi ona ilk olarak; "Ey Harun 'un kız kardeşi! Senin
bababan kötü bir adam değildi, annen de yoldan çıkmış bir kadın değildi.
"128) diyerek, güya onu kınamışlardı...
Peygamberlik, çalışmaya bağlı
olarak, verilen bir makam ve rütbe değildir. Yüce Allah'ın takdiri ile olan bir
şeydir. Onu da kime vereceğine yine o karar verir. Peygamberlerin, özellikle
masum, zeki, akıllı, doğru ve güvenilir kişilerden olması gerekir ki, verilen
görevi hakkıyla yerine getirebilsinler. Bu hususu da peygamberlerin vacip/
zorunlu, yani "olmazsa olmaz" olan sıfatlarında buluyoruz ki, o sıfatlar
da kısaca şunlardır:
1
Sıdk: Doğru olmak, yalan söylememek. Ne pahasına olursa olsun doğruluktan ve
sadakatten ayrılmamak, asla yalana ve yalan yerine geçecek aldatmalara
başvurmamak, aldatmamak. Doğru ve dürüst olmak. Bütün peygamberler buna riayet etmişlerdir.
Çektikleri eza ve cefalar da zaten bu yüzdendir.
2
Emanet: Emanete riayet etmek, hıyanet etmemek ve güvenilir olmak. Kendisine
emanet edilen gerek ilahi, gerek insani en küçükten, en büyüğe, en değerliden,
en hafife kadar bütün emanetleri korumak ve sahibine teslim etmek. Herkesin ve
Allah'ın güvenini kazanmak.
3
Tebliğ: Aleyhine bile olsa, hiçbir şey gizlemeden, Allah'tan aldığı mesajları,
emir ve yasakları, insanlara açıklamak. Vahye göre hareket etmek ve davranış
biçimini vahyin ışığında sürdürmek.
4
Fetanet: Zeki ve ileri görüşlü olmak. Ahmak ve akılsız insanlardan peygamber
olmaz. Sonradan yetişen, tedavi olan kimselerden de peygamber olması söz konusu
değildir. Zaten aklı olmayan dinden de, dinin emir ve yasaklarından da sorumlu
değildir.
5
İsmet: Masum olmak. Hiç bir şekilde günah işlememek. Peygamberlerin hepsi masum
kişilerdir. Onların hata veya günah gibi görünen bazı halleri, sadece
ümmetlerine ve diğer insanlara ders verilmesi, ibret alınması içindir. Onların
hatasını tartacak terazi bizde yoktur. Onlara günah işlediler, diyemeyiz.
Ayrıca onların bu türlü hallerinin izah için "Ebrarın hasenatı
(peygamberler dışındaki iyi
ve salih kimselerin yaptığı
hayırlı işler ve ibadetler), mu karrebunun seyyiatıdır (Allah'a en yakın olan kişilerin
ve peygamberlerin günah ve kusurlarıdır).”
Peygamber olmak, bu sıfatlardan
ve bu niteliklerden de anlaşılacağı gibi, çok özel bir insan olmayı
gerektiriyor. Bu sebeple peygamberler, doğuşlarından önce, hatta daha önce
ezeli kader ile takdir ve tesbit edilir ve doğduğu andan itibaren peygamberlik
halleri kendisinde görülür. Yoksa sonradan onların eğitilerek
peygamberleştirilmeleri söz konusu değildir. Buna da Hz. İsa'nın doğar doğmaz
konuşması, Hz. Musa'nın Firavun'un sarayında güven altında büyütülmesi açık
delildir ki, o zaman doğan bütün erkek çocuklar öldürülüyordu. Öte yandan, Hz.
Muhammed (s.a.v.)'in, doğduğu andan itibaren yeryüzünde pek çok değişikliklerin
olması da ayrı bir delil. Bunlar çoktur ancak bir kaçını ele alalım. Mesela:
Sava Gölünün kuruması, kurumuş olan Semave Gölü' nün sularla dolması; İran'da
bulunan Mecusilerin bin yıldan beri yanmakta olan ve taptıkları ateşin sönmesi.
Yine İran'da, Kzsra'nın sarayının sütunlarının yıkılması. Daha önce gökyüzünden
haber almaya uğraşan cinlerin ve onları kullanan kahinlerin işlerine son
verilmesi, gök kapılarının kapatılması vs. gibi... bazı olağanüstü olayların
gerçekleşmesi, Efendimiz'in de doğmadan önce peygamber olduğunu göstermektedir.
Hatta Peygamberimiz (sav)'in bu hususu; "Babanız Adem, daha çamurun içinde
insan olmaya uğraşırken_ ben peygamber olmuştum bile, ancak bunda fahir/gurur
yoktur." "Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur. "
buyurarak, açıklığa kavuşturmuştur.
Bütün bunların ötesinde, bir adam
bu sıfatların hepsine sahip olsa da artık peygamberlik bittiği için, onun
peygamber olması veya peygamber kabul edilmesi mümkün değildir. O olsa olsa,
bir yalancı peygamber olabilir. Çünkü yüce Allah, Kur'anı Kerim'de, Hz.
Muhammed (s.a.v.)'in; "Allah'ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusu
"029) olduğunu
haber vermektedir. O zaman bundan
sonrası, en hafif deyimiyle, yalancılık ve şarlatanlıktan başka bir şey
değildir. Öyleyse, hiç kimse böyle bir iddiaya ve yalana kalkışmamalıdır...
Yine deniliyor ki: "Dinsel
metinlerde (yani İlahi kitaplarda) konuşan melekler rehber varlıklardır (yani
melek diye bir şey yok, yetişmiş insan vardır). Rasûllere vahiy getiren, ilham
yoluyla emir ve bilgi veren varlıklar, yüksek rehber varlıklardır. ..
"030)
Görüldüğü gibi,
"Peygamberler, Kitaplar ve Ahiret"ten sonra, burada çok açık olarak
"Melekler" de inkar ediliyor. Halbuki bilinen ve inanılan o ki; diğer
peygamberlerin bir kısmı ile sevgili peygamberimiz bazı kere yüce Allah'tan
direkt olarak vahiy almışlar, bazıları da vahiy meleği Cebrail (as) aracılığı
ile vahiy almışlardır. Özellikle sevgili Peygamberimiz, Hz. Muhammed (s.a.v.),
vahyin çoğunu Hz. Cebrail aracılığı ile almış ve gelen ayet ve sureleri
yazdırıp saklayarak, her yıl Hz. Cebrail ile karşılıklı okuyup kontrol
etmişlerdir. Kur'an tamamlanınca da aynı yıl Ramazan ayında bu işlem iki kere
yapılıp, "mukabele" yoluyla tamamen sağlaması yapılıp, durum
pekiştirilmiştir.
Kur'anı Kerim'de, Hz. Cebrail'den
özellikle bahsedilir ve ona düşmanlık edenlerin bulunacağına mucize olarak
işaret edilir ve bu düşmanların karşısına bizzat yüce Allah çıkarak şöyle
buyurur:
"Kim Allah 'a, meleklerine,
Cebrail 'e ve Mikail ’e düşman olursa, (bilsin ki,) muhakkak Allah, kafirlerin
düşmanıdır. "03D
Bu ayet gösteriyor ki, vahiy
meleğini inkar etmek, Allah'a düşman olmak ve düşmanlığını üzerine çekmektir.
İşte reenkarnasyoncular, bunu göze alarak Hz. Cebrail'e "Rehber
Varlık" diyebiliyorlar. Yine ondan vahiy alan peygamberlere de aynı
yakıştırmayı yapabiliyorlar. Bu ne ce
saret! Eskiler, "Cahil cesur
olur." derlerdi. Demek ki, doğruymuş...! İnsanın böyle bir iddiada
bulunabilmesi için hiçbir şey bilmemesi lazım. Yoksa, birazcık iman ve izan
sahibi bir kimse, kalkıp da böyle bir iddiada bulunamaz.
Akla gelen bir başka husus ise,
belki daha doğrudur ki
o da,
böyle herkesin bilmediği şeylerle dikkat çekip, bu işi bir ticaret metaı haline
getirmek ve para kazanmak. Ancak, böylesine ciddi bir işi, buna alet etmek,
dünyada alınabilecek hiçbir ücretle ve kazanılabilecek hiç bir maddi menfaat
ile telif edilir gibi değildir. Bir başka husus ise, bazılarının bizzat
ağzından duyup dinlediğimizdir ki, o da, dinden uzak bir kısım aydın ve sosyete
tabir edilen az bir kesimi böyle dümen suyuna giderek, İslam'a yaklaştırmak.
Fakat bu da kabul edilir gibi değildir, çünkü, "Hak bir davaya batıl
metotlarla gidilmez, gidilse de varılmaz. " Böyle bir insan, inandığı
şeylere zarar vermek ve onları inkar etmekle kimi, neye, ne kadar inandırabilir
ki...?
3) Haşir inancı Açısından
Haşir ve ahiret, yani yeniden
yaratılıp diriltilme ve be kâ alemindeki hayata kavuşma. Bu olay birinci surla
kıyametin kopması, ikinci surla ruhların cesetlere gelip birleşmesi ve üçücü
surla mahşer yerinde toplanması emriyle başlayacak. Kur' an ve Sünnet böyle
olduğunu söylüyor. Biz de böyle olacağına inanıyoruz.
İlk iki soru şu ayetle
açıklanıyor: ”Sûra üfürülür ve Allah 'ın dilediklerinden başka göklerde kim
var, yerde kim varsa düşüp ölür. Sonra bir daha sûra üflenir ve onlar
kabirlerinden kalkıp bakışırlar." 132)
İşte bu şaşkın bakışlarla etrafı
süzen ve nereye gideceğini, ne yapacağını bilmeyen insanlar ve sair canlılar,
üçüncü sûr ile bir yere davet edildiklerinin bilincine varır
ve bulundukları yerden hareket
ederek çağrılan yere gelip toplanırlar. İşte buraya ölülerin diriltilip
toplandığı yer anlamına gelen, "mahşer yeri" denir ki, o da
"Haşr " kökünden gelir. Haşr ise, diriltme, toplama, kovalama, takip
etme anlamlarına gelmektedir.
Haşir akidesi açısından, her
ferdin hesabı, kendi hayatının girinti ve çıkıntılarına göre olacaktır. Buna
göre binlerce cesede girmiş çıkmış bir
ruh, hangi şahsiyetle haşro lacak ve hangi durumuna göre ceza veya mükafat
görecektir? Bu sorulara reenkarnasyon inancında cevap bulmak mümkün değildir.
Reenkarnasyona göre, kader ve
âhiret inancı, Cennet ve Cehennem de dahil olmak üzere yara alıyor. "Kul
kendi kaderini kendisi yaratır" diyerek kaderi, "Cennet de Cehennem
de dünyadadır; herkes yaptığının cezasını mutlaka burada çekecektir"
diyerek de ahireti inkar ediyorlar. Burada belki kısmen cezalar var, ancak bu
onların mümkün görmediği ruhun tekamülü açısından, kısmi bir cezalandırmadır.
Ancak, burada sadece ceza değil, dinin kurallarına uyup, ahlâki esaslara göre
yaşayan insanlara mükafat da vardır ve onlar dürüst yaşamalarının karşılığını
da tam olarak görmemektedirler. Bazen de haksızlıklara ve zulümlere maruz
kalmaktadırlar ki, bu da esas ceza ve mükafatın başka bir âleme bırakıldığının
açık delilidir.
4) Adalet Açısından
İslam'da suç ve ceza ferdidir.
Kimse, kimsenin günahını çekmez, herkes kendi günahının cezasını kendisi çeker.
Tenasüh açısından olaya
baktığımız zaman, ruh, bir bedende iyi, bir bedende kötü. Bazen insan, bazen
hayvan, bazen çöpçü, bazen sultan. Kim, hangi bedenle ceza çekecek, hangisiyle
mükâfat görecek Ben hakkımı kimden, nasıl alacağım. Olgunlaşmış kişiye ceza verilmeyeceğine
göre, hak sahipleri hakkını kimden alacak? Yoksa, bu inançta yapanın yaptıkları
yanına kâr mı kalıyor? Öyleyse bu zulüm değil mi?
Bu konuda Kur'anı Kerim'de şöyle
buyurulmaktadır: "Kim bir kötülük işlerse, onunla benzeri bir şekilde
cezalandırılır. Ve o, Allah 'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı
bulamayacaktır. "033) "Hiçbir günahkar, başka birinin günahını
yüklenip cezasını çekmez. "034)
Kimse, kimsenin günahını çekemez;
isterse bunu gönüllü olarak yapacağını iddia ederek, bazı beyinsizlerin dediği
gibi, "Senin günahların bana yazılsın, vebalin benim olsun, ben
çekerim..." desin. Bunları Kur'an, kafir olarak nitelendiriyor, sahibi
kafir olmasa bile, bu sözün onu küfre götüreceği şu ayetle açıkça anlatılıyor:
"Küfre sapanlar, iman
etmekte olanlara dedi ki: 'Siz bizim yolumuzu izleyin, hatalarınızı biz
yüklenelim.' Oysa kendileri, onların hatalarından hiçbir şey yüklenecek
değiller. Gerçekten onlar, elbette yalancılardır. Şüphesiz onlar, hem kendi
yüklerini hem de kendi yükleriyle birlikte başka yükleri de (saptırdıklarının
yüklerini) yüklenecekler ve kıyamet günü, düzüp uydurmakta olduklarına karşı
sorguya çekileceklerdir." 035)
Birinci Bölüm
İman Esaslarına Kısa Bir Bakış
A Allah'a iman
Allah'a iman, iman esaslarının
ilki ve en önemlisidir. Çünkü Allah'a imanı tam ve sağlam olmayan, kendisine
çeşitli tanrılar uydurur ve işte böyle gerçekten inandığı sandığı bir kısım
şeyleri inkar eder. Oysa pekâlâ onlar da kendilerine göre samimi olarak
inanmaktadırlar. Sorsanız size bundan başka şey söylemeyeceklerdir. Ancak,
şeytan onları aldatmış ve bir kısım amellerini, fikirlerini ve görüşlerini
süsleyip kendilerine güzel göstermiş ve güçlü oldukları telkin ve tembihlerinde
bulunarak, çok önemli bir yoldan saptırmış ve gerçeği gizlemelerini, yani küfre
düşmelerini sağlamıştır.
Allah'a iman konusunda tevhit
esastır. Bu konuya yukarıda temas ettik. Ancak, ruhçuluk ve tenasühe
inananların anladığı anlamda bir Allah inancı İslam prensipleri içerisinde yok.
Bunu konuyu anlattığımız pekçok yerde vurgulamaya çalıştık. Özellikle, kul
kendi kaderini kendi yaratır anlamındaki, "Tekrar doğuş insanın kendi
elindedir, artık istemiyorum deyinceye kadar dünyaya gelir gider." sözleri
Allah'ın iradesini de ortadan kaldırıyor. Aynı şekilde, açıktan cesaret edemedikleri
bir inkar şekli de Allah'ın isimleri ile olan bölümde söyledikleri sözler de
bir çeşit inkardır.
Reenkarnasyonun baş savunucuları
ve mucitleri olan ruhçuların; "Allah o kadar yücedir ki, ufak işlerle
ilgilenmez." demeleri de, yine hayra yorulacak sözler olmadığı gibi,
onların gizlemeye çalıştıkları küfürlerini de ortaya çıkarıyor. En azından
bizim inandığımız ve Kur'an'da isim ve sıfatları ile tanıdığımız Allah'a
inanmıyorlar. Oysa aynı konuda Allah (c.c) ise şöyle buyuruyor:
"Gaybın anahtarları O'nun
katındadır, O'ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde olanların
hepsini O bilir; O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki
bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve her şey) apaçık bir
kitaptadır." 036)
B Meleklere İman
Meleklere iman, diğer iman
esasları ile birlikte mütalaa edilir. Meleklere iman olmadan diğer iman
esaslarına da tam bir iman olmaz. Melekleri inkar etmek küfürdür. Çünkü, Kur'anı
Kerim'de, nerede Allah'a imandan bahsedilse, orada meleklere ve diğer iman
esaslarına da yer verilmiştir. Nitekim, şöyle mealini vereceğimiz iki ayette
şöyle bu yurulmaktadır:
"Peygamber ve müminler, O'na
Rabb'inden indirilene inandı. Hepsi Allah 'a, meleklerine, kitaplarına ve
peygamberlerine inandı. "037) Ve; "Kim Allah 'ı, meleklerini,
kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse, şüphesiz derin bir
sapıklığa sapmıştır. "038) Bu sebeple her müslüman, Allah'a inandığı gibi,
Onun inanılmasını isteyip, bildirdiği her şeye de inanır.
Ayrıca, Kur'anı Kerim ve hadisi
şeriflerde, meleklerin varlığının yanında bazı özelliklerinden de bahsedilir.
Bunlardan bazılarını şöyle özetlemek mümkündür:
Melekler, nurdan yaratılmış, .
şerefli varlıklardır. İnsanlar ve cinler gibi değillerdir. Yemezler, içmezler,
Allah'a isyan etmezler. Erkeklik ve dişilikleri yoktur, cinsel yoldan üreyip
çoğalmazlar. Melekler, aynı zaman da, Allah'ın emrine itaat eden, keyfiyetini
bilemediğimiz şekilde ikişer, üçer, dörder kanatları olan, şeytandan ve
cinlerden daha hızlı hareket eden, insanların yanında ve yakınında bulunup
onların amellerini, söz ve fiillerini yazan (Kiramen Ka tib'in), peygamberlere
vahiy getiren, insanların ruhlarını bedenlerinden alan, kabirde insanları
sorguya çeken (MünkerNekir) ve insanları koruyan (Hafaza) görev ve niteliklere
sahip varlıklardır.
Bunların haricinde hepimizin
bildiği, dört büyük melek vardır ki, bunlar; Cebrail (vahiy meleği), Azrail
(ölüm meleği), Mikail (doğatabiat olaylarını idare eden melek) ve İsrafil (sûru
üfleyecek olan) melektir.
Ruhçular, bu dört melekten
diğerlerine ne diyorlar, bilmiyoruz fakat, Cebrail hakkında, "Rehber
Varlık" iddiasında bulunuyorlar. Bu da onu ve bütün getirdiklerini inkar
anlamına gelmekte, onu sıradan bir varlık yerine koyma demektir. O zaman, kim
olsa vahiy getirebilir demek oluyor ki, bu da, "Rehber Varlık"
iddiası konusunda, açıkladığımız gibi, küfür ve dalalettir. İlgili konuya
müracaat ediniz.
c Kitaplara iman
Kitaplar, iman esaslarımızın
temelini oluşturan bilgiler ve belgelerdir. Onları yok saymak, iman esaslarını
da değiştirme, tahrif ve tadil etme anlamına gelmektedir. Bu da Kur'an'ı, İncil
ve Tevrat'ın; İslam'ı, Hristiyanlık ve Museviliğin durumuna düşürme demektir.
Bizler müslümanlar olarak, Allah'ın ve Rasûlü'nün emrine göre, İslam' dan önce
gelmiş bütün . peygamberlere inandığımız gibi, bazı peygamberlere' geldiği
bildirilen İlahi kitaplara da, Allah'tan geldiği şekliyle inanırız. Bir şeye
daha net olarak inanırız ki, yüce Allah, insanlara gönderdiği mesajların
çoğunu, peygamberlere, vahiy meleği Cebrail yoluyla göndermiştir. Bunun yanında
yine, seçkin kişiler olan peygamberlerine,
diğer bazı yollarla da vahiy
göndermiş ve hatta bazı peygamberlerle de konuşarak emir ve yasaklarını
bildirmiştir.
Bu yüzden İslam inancında
kitapların önemli bir yeri vardır. Bildiğimiz dört büyük kitap, Hz. Davut'a
indirilen Zebur, Hz. İsa'ya indirilen İncil, Hz. Musa'ya indirilen Tevrat ve
Hz. Muhammed'e indirilen Kur'anı Kerim'dir. Bunlardan başka bir de sayfalar
halinde gelen kitaplar vardır ki, onlar da, 10 sayfa Hz. âdem'e, 50 Sayfa Hz.
Şit'e, 30 Sayfa Hz. İdris'e, 10 Sayfa da Hz. İbrahim'e indirilmiştir. Bu hususu
anlatan âyeti kerimede ise şöyle buyurulmaktadır:
"İnsanlar bir tek ümmet idi.
Allah, peygamberleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi. İnsanların ayrılığa_
düşecekleri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte hak
kitaplar gönderdi." 039)
Ruhçular, bu konuda da açık bir
sapıklık içerisinde ve İncil ve Tevrat'a musallat oldukları gibi, bizim
kitabımız Kur'anı Kerim'e de musallat olmaktadırlar. Onun ayetlerini
istedikleri gibi tevil etmekte ve hatta, reenkarnasyonu bir İslam inancıymış
gibi lanse etmeye çalışmaktadırlar. Oysa, Kur'an'ı, "medyum Muhammed'e
indirilen bir kitap" olarak değerlendirdiklerini de daha önce arz
etmiştik. Yani, rehber varlıklar yoluyla indirildiği anlamına gelen,
yorumlarından yola çıkarak bu yargıya varmıştık. Gerçi, hiç buna da gerek yok,
çünkü onlar kendilerine de vahiy geldiğini iddia etmekten ve bunun adını da
"Çağdaş Vahiyler, Ruhsal Tebliğler" koymaktan çekinmiyorlar. Hatta,
benim elimde bile, bir kapıcıya postalanmış böyle bir demet (haşa) vahiy var.
Bunlara "vahiy " değil; hayal mahsulü, uydurma şeyler anlamına gelen
"vâhi" demek daha doğru olur.
D Peygamberlere iman
Peygamberlere iman, diğer iman
esasları ile birlikte inandığımız, önemli bir iman esasıdır. Peygamberlerin
varlığını, gizli veya açık, yorumlu veya yorumsuz inkar etmek küfürdür.
Eğer, dikkat ettiyseniz, ruhçular
(reenkarnasyon ailesinin isim anne ve babaları), peygamberleri inkar ediyorlar,
medyumları onların yerine koyuyorlardı. Yani demek istiyorlar ki: "Aslında
peygamber diye bir kimse yok, onlar, ya tekrar tekrar doğarak olgunlaşmış
kimseler, ya da rehber varlıklarla temasa geçebilen medyumlardır. "
Bu konuyu "nübüvvetpeygamberlik"
konusunda yeteri kadar anlattık. Ancak, şu kadar söyleyelim ki, Peygamberlerin
ilki olan Hazreti Adem'den, bizim Peygamberimiz Hazreti Muhammed (sav)'e kadar,
bütün peygamberlere inanmak farzdır. İman, ancak böyle bütünleşir. Bu
peygamberlerden herhangi birini inkar etmek veya peygamber olduğu kesin olarak
bilinen kimselere peygamber değil demekle, peygamber olduğuna kesin delil
bulunmayan kimseleri peygamber ilan etmek küfürdür.
Özellikle, "Hatem'ünNebi:
Peygamberlerin Sonuncusu" olan, Hazreti Muhammed (sav)'den sonra, peygamber
geleceğini iddia etmek veya kendisinin veya bir başkasının peygamber olduğunu
iddia etmek, apaçık küfürdür. Buna, ister peygamber anlamına gelen Rasûl, elçi,
mesajcı, nebi vs. gibi, isimler verilmiş olsun, isterse aynı anlamı ve görevi
yükleyerek, vahiy getiren veya mesaj alan anlamlarına gelen, rehber varlık veya
medyum denilmiş olsun veyahut da açıktan nebilik iddia edilsin, hiçbir şey fark
etmez. Çünkü peygamberlik kurumu kapatılmış ve o kapıya Hazreti Muhammed mührü
vurulmuştur.
E Kadere İman
Kadere iman konusunu da diğer
iman esaslarından ayırma1< mümkün değildir. Zira, iman esaslarının her biri
diğerini ispat eder ve birbiri ile bağlıdır. Birini kopardığınız zaman hepsi
dağılır gider. "Ben, Allah'a inanıyorum ama
şuna inanmıyorum." diyemezsiniz.
Ya hepsine birden inanırsınız, ya da hepsini birden inkar edersiniz. Zira iman
esasları birbirini destekleyen ve birbirine dayanan, tuğlalardan örülmüş bir
kemer veya bir kubbe gibidir. Onlardan hangi çekseniz, o bina yıkılır. Bu
yüzden hiçbirini aradan çıkarmadan hepsine birden inanmak ve iman etmek
gerekir.
Reenkarnasyon konusuyla yara alan
veya iyi bilinmediğinden dolayı, inkar edilen bir husus da kader konusu idi.
Bilmemekten dolayı yapılıyorsa, bunun belki de kısmen bağışlanabileceğini
söylemek mümkün, ancak kasıt varsa, bu apaçık inkar demektir ki, iman
hakikatlerinden birini inkar, hepsini inkar gibidir. Ki, bu da küfürdür. Bu
konuda hiçbir çıkış yolu yok. Meğer ki, tevbekâr ola ve yeniden iman ede. Çok
defa iyi bilinmeden inanıldığına ve bu yüzden de bazı şeyleri karıştırdıklarına
inandığımız kader konusunu kısmen aşağıda inceleyecek ve doğrusunu akılda
kalacak şekilde pratik olarak anlatmaya çalışacağız.
1) Kader Nedir?
Kader, yüce Allah'ın İlim, İrade
ve Tekvin sıfatlarıyla ilgili olup, kainatın ve içindeki mahlukatın
yaratılmasında yapılan ve yürürlükte olan plan program demektir. Bu plan ve
programın ansız ve şuursuz varlıklarla olan yönüne cebri kader denir.
İnsanlarla ilgili yönüne ise, yine yaratılış ve şekle sokma da, bir çeşit cebri
kaderle alakalıdır. Kulun fiilleri, eylemleri açısında olan kadere ise, kulun
iradesi hesaba katılarak yazıldığından, ona da iradeye bağlı kader diyoruz.
Kaderin insana bakan yönüyle olan
tanımı ise: Yüce Allah 'ın, ezeli ve ebedi ilmiyle, insanın ne yapacağını
önceden bilip takdir etmesidir. Kaza ise, yerine ve zamanına uygun olarak,
Allah'ın ilmi doğrultusunda bu takdirin yerine gelmesidir. Yalnız
unutulmamalıdır ki, Allah'ın bilmesi, bizim bir şeyi yapmamızı veya yapmamamızı
gerektirmez. Bu
konu ilimle alakalıdır. Burada
bilmek, onun öyle olacağını anlatması bakımından önemlidir.
Çünkü, "Gaybın anahtarları
O'nun katındadır. O'ndan başka kimse onları bilmez. O, karada ve denizde olan
her şeyi bilir. Düşen bir yaprak, yerin karanlıklarında kalan bir tane (tohum)
ve yaşkuru hiçbir şey yok ki, onu bilmiş olmasın. Ve onlar Ki tabı
Mübin'de/Levhi Mahfuz'da kayıtlı olmasınlar. "04°) Yani bu, insan ne
yaparsa yapsın, Allah'ın ilminin ve bilgisinin dışına çıkamaz demektir. Nerede
kaldı kendi başına yüz kere, bin kere gidip gelerek, öbür dünya ile bu dünya
arasında mekik dokusun...!
Ancak, şunu da iyi bilmek gerekir
ki; kaderin önceden yazılması, Allah'ın sonsuz ilminin bir neticesidir. Kulun
yapmak istediği bir şeyi engellemek, yapmak istemediği bir şeyi zorlayarak yaptırmak
için değildir. Bu yönüyle insan, tamamen hür bir iradeye sahiptir. Yapmak
istediği bir şeyi yapar, istemediğini de yapmaz. Bu konudaki sorumluluk ise,
tamamen kendisine aittir. İyilik yaparsa mükafatını, kötülük yaparsa da
cezasını görür.
Herkes, kendi kaderini yaşar ve
kendi eceliyle ölür. Daha önce yaşamış kimselerin ruhu, girdiği bedenlerin
işlediği kötülüklerden, yaptığı günahlardan nasıl sorumlu tutulabilir? Sorumlu
tutulamayacağına göre, hak sahibi hakkını kimden alacak? Eğer, adam iyileşip cennetlik
olmuşsa, bu durumda hak sahipleri ne yapacak? "Hakkını alır"
deniyorsa, kimden ve nasıl alacak? Ödenmeyen borçlar, tahsil edilemeyen
alacaklar, Allah'ın adaletine sığar mı? "Boynuzsuz koyunların, boynuzuyla
kendisini döven, boynuzlu ko yunlardan" bile hak talep edeceği bir yerde,
insanın hakları nasıl ihmal edilir...?
Bu konuda, A. Şahin şöyle diyor:
"Budünya imtihan için
açılmıştır. İmtihan da gaybe iman esası üzerinde cereyan etmektedir. Yaptığı
kötülüklerin cezasını aşağı bir mahluk suretinde, yaşayan bir ruh, ikinci bur
cesede girme fırsatı bulunca, hem mesele gaybilikten çıkacak, hem de görüp
tattığı ıstıraplardan ötürü, sürekli beden değiştirme işini sona erdirebileceği
bir yola girecektir ki, bu da tenasüh düşüncesinin kendi kendini nakzetmesi,
kendi kendini yıkması demektir.
Her ferdin mutlak saadete namzet
olabilmesi için böyle çok İs tıraplı bir ruhlar göçüne lüzum görüldüğü
takdirde, Allah 'ın zalimlere ceza, iyi kimselere mükafat vadi abes olacaktır.
Bu da Zatı Ulûhiyet hakkında muhaldir, batıldır." 04ü
2) Cüz'i ve Külli irade
Önce şu hususların bilinmesinde
yarar var:
İki çeşit irade vardır. Biri
külli, diğeri cüz 'i. Külli irade Allah'a, cüz'i irade kula ait. Cüz'i irade
ister, külli irade yaratır. Bunu bir telefon santraline veya elektrik trafosuna
benzetebiliriz. Evimizdeki elektrik, düğmesine veya ahizenin tuşlarına basıp
biriyle görüşüp görüşmemeye karar vermek bize ait. Elektriği göndermek trafoya
veya çevirdiğimiz numarayı bağlamak santrale kalmıştır. Yani, kul ister, Allah
yaratır veya yaratmaz. O, ona kalmıştır.
Allah (cc), iradesiyle yaptığı
işlerde kimseye hesap vermez, kimseye hesap vermek gibi bir mecburiyete sahip
değildir. Ama O, herkese hesap sorar. Kul, yaptığı işlerin hesabını O'na vermek
mecburiyetindedir.
3) irade ve Sorumluluk
İrademizin olması, bize
sorumluluk yüklemek içindir. İnsan, hayvanlar gibi de yaratılabilirdi.
Hayvanların beyni var ama düşünerek iş yapma gücüne, yani iradeye sahip değil.
Bu yüzden de sorumlu değiller. İnsan ise, tam aksine, olayları ve yapacağı
işleri muhakeme etme ve istediğini seçme hakkına sahip. Sahip olduğu irade ile
o, iyiyi kö
tüden, doğruyu yanlıştan ayırma
kabiliyetine sahiptir. Bu yüzden de yaptığı işlerde sorumluluk sahibidir.
Ancak, insandaki bu irade sınırsız değildir. Sınırsız irade, yani yapmak
istediği şeylerin tamamını yapmada sonsuz yetki sahibi değildir. Böyle sınırsız
bir iradeye külli irade denir ve bu sadece Allah'a aittir. Kulun iradesi ise,
cüz'i iradedir. Cüz'i irade sahibi insan;'yapmak istediği birşey için, onu tercih
etmekle külli iradeye müracaatta bulunuyor demektir. Külli irade sahibi Allah
da, onun isteği doğrultusunda harekete geçiyor ve kulun isteğini yerine
getiriyor. Bu istek, ister iyi olsun, ister kötü, ister hayır olsun, isterse
şer. Neticesine katlanmak şartıyla, kula bu seçme özgürlüğü verilmiştir.
Nitekim şu âyette, bu husus açıkça anlatılmaktadır:
"Başınıza gelen her musibet,
sizin kendi ellerinizin yaptıkları işler yüzündendir. Allah çoğunu da affeder.
Yoksa siz, yer yüzünde O'nu âciz bırakamazsınız. Ve sizin, Allah 'tan başka ne
bir dostunuz, ne de bir yardımcınız vardır." 042)
Başımıza gelecek olan ve bizi
ilgilendiren her şeyin ise, önceden bilinip yazıldığında asla şüphe olmadığını
da şu ayette buluyoruz :
"Gerek yerde ve gerek kendi
nefislerinizde başınıza gelen hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan
önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Bu, şüphesiz Allah 'a çok kolaydır."
043)
Ayrıca şu iki ayet de, bu türlü
iddialara çok açık bir cevap niteliğindedir: .
"Nerede olursanız olun ölüm
size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik
dokunsa, 'Bu Allah 'tan' derler; başlarına bir kötülük gelince de 'Bu senden'
derler. 'Hepsi Allah 'tandır' de! Bu adamlara ne oluyor ki, bir türlü laf
anlamıyorlar! Sana gelen iyilik Allah 'tandır. Başına gelen kötülük ise
nefsindendir. Seni insanlara elçi gönderdik; buna şahit olarak da Allah
yeter." 044)
Bu iki ayette hayır ve şer, kaza
ve kader anlatılmaktadır. İnsanlardan bir kısmı, öncelikle de, olgunlaşmak için
tekrar doğmak gerektiğini iddia edenler ve bu kısa ömrün insana bir zulüm
olduğunu, söyleyenler dahil, kendilerine gelen iyiliği, kemali ve olgunlaşmayı
kendi gayretleri olarak görür ve Firavun'ca, Kârunca, "Ben bunu kendi
ilmim ve gayretimle elde ettim." derler. İnananlar ise, iyilik ve hayır
namına sahip oldukları her şeyi, başlarına gelenin hepsini 'Allah'tan'
bilirler. Diğer tipler ise, başlarına gelen felaket ve kötülükleri, bela ve
musibetleri, sırtına yükleyecek biri lerini arar, kendilerini kınamaktan ve
hatalarını kabul etmekten çekinirler. Halbuki, kul ister, Allah yaratır. İnsan
hak eder, Allah verir. Bu yüzden de tekrar dünyaya dönüp hatasını düzeltme ve
olgunlaşma isteği reddedilir. Çünkü hata kendisinindir.
Hal böyle iken, "Kul kendi
kaderini kendi yaratır, istediği kadar da bu dünya ile öbür dünya arasında
seyahat eder" demek, çok düşüncesizce söylenmiş bir söz ve acele verilmiş
bir hükümdür. Burada herhalde, şehirler arası seyahatten bahsedilmiyor(!)
4) Kur'an’da Kaza ve Kader
Kaza ve kader konusunda Kur'anı
Kerim'de pekçok ayet var. Ancak, hepsini alacak değiliz. Konumuzla ilgili olan;
"Biz her şeyi bir kadere/bir plana ve (programa) göre yarattık. "045)
ayeti, kaderin yaratıcısının bizzat Allah olduğunu göstermesi bakımından zaten
yeterlidir ve her müslüman da buna böyle inanır.
Ayrıca, tekrar doğma ve bu konuda
bağımsız davranma iddiası, oldukça saçma ve askıda kalan bir iddiadır. Çünkü,
yüce Allah, değil insan gibi, günahları ve sevapları bakımından önemli bir yere
sahip olan insan, az yukarı
da mealini verdiğimiz (6/59)
ayetinde, yerin karanlıklarında kalan bir tohumun ve sararıp düşmeye mahkum
olan bir yaprağın kaderini bile ezelde tesbit ettiğini ve düşeceği zamanı, onun
kaderinde belirttiğini ifade buyuruyor.
Binaenaleyh, "Allah 'ın izni
olmadıkça, hiç kimsenin ölmesi mümkün değildir. Ölüm belli bir süreye
bağlanmıştır. "046) Yine Allah'ın izni olmadan, hiç kimsenin yeniden
dünyaya geri dönmesi ve bu dünyada dirilmesi ise, asla mümkün değildir.
Bilindiği gibi, ölmek daha kolay. Beynine bir kurşun sıkar veya kendini bir
yerden atar ölürsün. Ama öyle değil işte...! Bunun pekçok örnekleri var ki,
ölmek de, yaşamak da kesinlikle ilmi ilahi ve izni ilahi ile gerçekleşiyor. Ne
var ki, kul bunun vaktini, saatini bilmediğinden ve nasıl öleceği konusunda da
bilgisi olmadığından böyle bir hükümle hareket etme hakkına sahip değildir.
Kendi başına ölüm olmadığı gibi,
yine kendi başına dirilip yeni bir bedenle veya bir başkasının bedeniyle
dünyaya geliş de yoktur. Allah indinde herşey bir plan ve programa göredir. Hem
de ezelde takdir edilmiştir. Hayat da, ölüm de bu takdire göredir :
"Her milletin bir eceli
vardır. Buna göre ecelleri geldiği zaman, ne bir saat geri kalırlar, ne de öne
geçerler. "047) Milletlerin bile ecelini elinde tutan ve takdir eden bir
güç ve kudret sahibi, herhalde ve elbette, fertlerin eceline de çok rahatlıkla
hükmeder.
5) imtihan ve "işte Hayatınız!.."
Burada şöyle bir soru akla
gelebilir ve gelmektedir:
"Madem Allah bizim ne
yapacağımızı, nereye gideceğimizi biliyor. O halde bizi niye yarattı. Bizim uğraşmamızın
ne faydası var?"
Yüce Allah bizi yarattı, çünkü
hayatı tatmamızı istedi. Bu dünyada denemek, tecrübe etmek ve yaptıklarımızı
bize göstererek, bizi sonra cezalandıracak veya mükafatlan dıracaktır. Hiç
yaratmadan bize ceza veya mükafat vermiş olsaydı, o zaman da, "Bunu neye
göre verdin?" diye biz itiraz ederdik. Veya bize verilip bir başkasına
verilmeyene o itiraz eder, "benim ne suçum var?" derdi. O zaman yüce
Allah'ın, "Sen yaşasaydın, böyle yapacaktın...!" demesi de adalet
olmazdı. Çünkü yaşanmamış ve yapılmamış. Normalde herkes birşeyi yapabilir veya
hiç kimse de yapma yabilirdi. Bunun en iyi ispatı, hayat hakkı vererek, yapıp
yapmayacağını ona göstermektir. Kaldı ki, bizi yalnız ve başıboş bırakmamış.
Kitap ve peygamber gönderip bizi ikaz etmiş. Bize hayır yollarını, ibadet ve
itaat şekillerini göstermiş.
Nereye gideceğimizi ve ne
yapacağımızı, nasıl davranacağımızı ise, elbette Allah biliyor ama biz
bilmiyoruz. O da merhametinin ve adaletinin gereği olarak, bunu bize göstermek
için bizi yarattı. İstediğine hayat verip yaşatıyor ve ne yaptığını tespit edip
saklıyor, istemediğini de yaratmıyor, yaratsa da yaşatmıyor. Ama bu konuda da
bizim soru sorma ve Ona itiraz etme hakkımız yok. Kıyamet gününde hesaba
çekerken de, hiç itiraza yer kalmayacak şekilde; "İşte hayatınız, karar
sizin...!" diyecek ve iyiliklerimizi de, kötülüklerimizi de bize gösterip
onaylatacak. Nitekim, Kur'anı Kerim'de bu hususa şöyle işaret ediliyor:
"Her insanın boynuna kendi
kaderini (amelini ve yaptıklarını) doladık. Kıyamet günü de onun için, önünde
açık bulacağı bir kitap (amel defteri) çıkartırız : İşte kitabını oku! Bugün
hesaba çekici olarak senin nefsin, sana yeter." 048)
F Ahirete İman
1) Ahiret Nedir?
Ahiret, kelime olarak, âhir'den
gelmekte ve son, sonuncu, sonraki gibi anlamlar taşımaktadır. Terim/deyim
olarak ise, kıyamet koptuktan sonra başlayan ve bu dünyadan sonra gelecek olan,
ebedi/sonsuz hayata verilen isimdir.
Ahiret, mahşer, hesap, cezamükafat,
cennet ve cehennem kavramlarını da içine alır. Çünkü bunlar bu dünyadan sonra
olacak olan ve Kur'an'da bildirilen haberlerdendir.
Nasıl ki, her gecenin bir
gündüzü, her kışın bir baharı vardır, elbette bu dünyanın da bir sonu vardır.
Bu sona kıyamet diyoruz. Her şeyinde binlerce hikmet bulunan ve son derece adaletli
ve merhametli olan Allah, elbette bu dünyada yapılan haksızlıkları giderecek,
hayata doymadan göçüp gidenlere, bir ebedî saadet sunacaktır. İnsanın midesinin
ihtiyacını düşünüp ona göre nimetler yaratanın, ebedî hayatı arzu eden ruhunun
ihtiyacını düşünmemesi söz konusu olamaz.
Ahirete inanmak farzdır. İnkar
etmek küfürdür. Yani inkar eden dinden çıkar.
2) Ahirete inanmanın önemi
Ahirete iman, iman esaslarının
beşincisidir. Ancak, bu sıralama itibariyle böyledir. Yoksa önemsizliğinden
değil. Aksine, Allah'a imandan sonra yerini alan, oldukça önemli bir husustur.
Gerek Kur'an'da, gerekse Peygamberimizin hadislerinde daima ikinci sırayı
almıştır ki, "Allah'a ve âhirete inanan kişi...” diye, ifade edilerek,
Allah'a imanın da tamamlayıcısı olmuştur. Çünkü âhirete inanmayan kişi, Allah'a
ve O'nun peygamberlerine de inanmaz, peygamberlerin getirdiği diğer inanç ve
ibadet esaslarına da.
Bu yüzden onu inkar etmek, diğer
iman esaslarını da inkar etmek demektir. Zaten iman esaslarının hepsi
birbiriyle bağlıdır. Tıpkı bir tespihin taneleri gibi. Allah'a iman o tespihin
ipi ise, diğerleri de taneleridir. Birini çıkarmak için ipi kesmek icap eder. O
zaman da hepsi dağılır gider. İşte iman esaslarından birinin inkarı da
böyledir. Bu hususta biri diğerinden az önemli değildir.
Bir müminin hayatında en önemli
yeri ahirete iman teşkil eder. Ahirete imanın olmadığı yerde huzur ve
mutluluktan söz edilmediği gibi, sorumluluk anlayışından; günah ve sevaptan da
söz edilemez. Sorumluluk taşımayan insanlardan meydana gelmiş bir cemiyette
ise, adalet, insanlık ve ahlâk gibi kavramlara yer yoktur. Böyle bir ortamda,
ahlâk ve maneviyat tamamen yıkılır, cemiyette sadece güçlülerin yaşamasına
zemin hazırlanmış olur. Zayıflar ezilir ve yok olur gider. Böylece köleler ve
efendiler devri yeniden başlar. İnsanlık eski çağlara geri döner, yeni yeni
firavunlar ortaya çıkar. Zulüm ve haksızlık artar, hayat zehirzemberek bir hale
gelir, yaşamanın tadı da anlamı da kalmaz.
3) Ahirete iman insanı Kontrol Eder
İnsan, görünen kuvvetlerden çok
görülmeyen, bilinmeyen kuvvetlerden korkar; tanınıp bilinmeden ve neticede
deşifre olmaktan, küçük düşmekten, rezil olmaktan çekinir. Çünkü bu, onun
yaratılışında vardır. Böyle gizli duygular, insanı daha çok etkiler ve kontrol
altına alır.
İşte bu yüzdendir ki, imanı zayıf
veya hepten kaybolmuş kimseler, emniyet güçleriyle, sevip saydığı kimselerin
olmadığı, aleyhine şahitlik yapabilecek kimselerin görmediği yerlerde her türlü
kötülüğü ve günahı işleyebilir.
İşte, yine bu sebepledir ki,
âhirete iman, fert ve aile hayatının temel taşı, cemiyetin de temel direğidir.
Bu direk yıkılırsa, ne fert, ne aile, ne de cemiyet ayakta kalabilir.
Fert de bunalım ve buhranlara
düşer, aile de tepetaklak yıkılır gider. Cemiyet ise, sadece güçlü ve kuvvetli
kimselerin zulüm ve zorbalıklarının üzerine kurdukları hakimiyetin altında
kalıp ezilir, zulüm ve haksızlık uçurumlarından baş aşağı yuvarlanıp gider.
4) Ahiretin varlığı Kesin ve Zaruridir
Reenkarnasyon inancına göre de,
görünüşte bir âhiret
inancı vardır. Ancak, cennet ve cehennemin
burada yani bu dünyada olduğunu iddia ederek, ruhlar ızdırap çekmekle veyahut
insan ruhunun, hayvan bedenlerine girmesiyle gerekli cezaya çarptırıldığını, bu
yüzden tekrar Ce hennem'e atılmasına gerek kalmadığını söylerler.
Bu görüş, âhirete imanla
çelişkilidir. Çünkü âhiret, bu dünyadan sonra gelecek sonsuz hayata denir. Onun
bir parçası olan cennet ve cehennem hayatının da dünyada olması imkansızdır. Bu
ancak mecaz olarak kullanılabilir.
Ahiret, bu dünya hayatının son
bulup, kıyametin kopmasından sonra gelecek olan, yeni bir âlemde dirilerek
sonsuz hayata geçiş olduğuna göre, ceza veya mükafatın burada çekilen
sıkıntılarla bitmesi söz konusu değildir. Bu sebeple, esas ceza veya mükafat
ertelenmiş, ebedî âleme bırakılmıştır. Bu dünyada çekilenler ise, belki de
gerçek azaba veya tattığımız mutluluklar, gerçek mutluluğa sadece kısa bir
işarettir.
5) insan Dünyaya Bir Kere Gelir
Âhireti anlatan Kur'an
âyetlerinin tamamını, bu dünyaya tekrar geliş ve yeniden doğuş, olarak
yorumlayan ruh çular veya reenkarnasyoncular, sureti Hakk'tan görünüp, Kur'an'ı
yanlış inançlarına alet ederek, insanları saptırmaya çalışıyorlar. Tıpkı içi
kâfir, dışı mü'min olanlar gibi. Bunlara Kur'an "münafık" diyor.
Münafık, gizli kâfir demektir. Aynı zamanda Allah'a yalan isnat etmiş oluyorlar
ki, öyle
leri hakkında yüce Allah;
"Allah 'a yalan isnat edenden daha zalim kim vardır? " buyuruyor. Ve, "Allah, zalimler güruhuna
hidayet etmez " Onun için onlar, bu yanlışlarında ısrar eder, saparlar ve
sapıtırlar. Üstelik bunu da bile yaparlar.
İnsan dünyaya bir kere gelir,
imtihan bir kere yapılır, defter bir kere tutulur, hayat bir kere yaşanır. Ölüp
kabre girince artık geri dönmek yoktur. Belki tekrar geri gelmek isteyenler
olacaktır, ama yüce Allah, onlara Kur'an yoluyla, Cehennem'de gürültü yapanlara
dediği gibi diyecek: "Kesin sesinizi saygısızlar, konuşmayın orada!
"15°) Ve isteklerini yerine getirmeyecek. Dünyaya geri gelme temennisi ise
daha dünyada iken başlayacak. Çünkü ölüm anında insan gideceği yeri görür ve
bilir. "Nihayet onlardan birine ölüm gelince, neticede gideceği yeri
bildiği için, çaresizlikle yalvarışa geçer: 'Ey Rabbim! der, lütfen beni
dünyaya geri gönder; ta ki, boşa geçirdiğim dünyada iyi iş ve hareketler
yapayım.' Hayır! Onun söylediği bu söz boş laftan ibarettir. Onların gerisinde
ise, yeniden dirilecek güne kadar süren bir berzah vardır. "15U
6) Berzah ve Ruhların Bulunduğu Yurtlar
"Onların gerisinde ise,
yeniden dirilecek güne kadar süren bir berzah vardır." 152)
Bu ayeti kerimede geçen
"berzah", kabirle ahiret arasında geçen zaman, kabirle dünya
arasındaki engeldir. Buna da her müslüman inanır ve inanmalıdır. Çünkü berzah
hayatı, müminlerin iman esaslarını beslemekte ve Kur'an ve Sünnet'le teyit
edilmektedir. Berzah hayatı ve kabir azabından bahseden bazı hadisi şerifler
şöyledir:
Hâni Mevlâ Osmân İbnu Affân (r.a)
anlatıyor: "Hz. Osman (r.a), bir kabrin üzerinde durunca sakalı
ıslanıncaya kadar ağlardı. Kendisine: "Cenneti ve Cehennemi hatırladığın
vakit ağlamıyorsun, fakat kabri hatırlayınca ağlıyorsun!" dediler. Bunun
üzerine: "Çünkü Rasûlullah (s.a.v.) ' in şöyle söylediğini işittim:
"Kabir, ahiret menzillerinin
ilkidir. Kişi ondan kurtulabilirse, ondan sonrakiler daha kolaydır. Ondan
kurtulamazsa ondan sonrakiler bundan daha zordur, daha şiddetlidir." Hz.
Osman devamla Rasûlullah (s.a.v.)'in şu sözünü de nakletti:
"(Ahiret âleminden gördüğüm)
manzaraların hiçbiri kabir kadar korkutucu ve ürkütücü değildi!" Rezin şu
ziyadeyi kaydetti: "Hâni der ki: 'Hz. Osman (r.a)'ın şu beyti okuduğunu
işittim:
"Eğer ondan necat buldunsa,
büyük musibetten kurtuldun, Aksi halde senin kurtulacağını hayal etmem."
053)
Hz. Aişe (r. anhâ)'nın
anlattığına göre, bir Yahudi kadın, yanına girdi. Kabir azabından bahsederek:
"Seni kabir azabından Allah korusun!" dedi. Aişe de Rasûlullah
(s.a.v.)'e kabir azabından sordu. Hz. Peygamber (s.a.v.): "Evet, kabir
azabı haktır. Onlar kabirde azap çekerler, onların azabını hayvanlar
işitir!" buyurdu. Hz. Aişe der ki: "Bundan sonra Hz. Peygamber'i
namaz kılıp da, namazında kabir azabından istiaze etmediğini (Allah ’a
sığınmadığını hiç görmedim. "054) Peygamberimiz (s.a.v.)'in bu konuda
sürekli yaptığı dualarından biri şöyledir:
Hz. Enes (r.a) anlatıyor:
"Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle isti âze ederlerdi: "Allah 'ım!
Acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, düşkünlük derecesine varan
ihtiyarlıktan, cimrilikten sana sığınırım. Keza, kabir azabından sana
sığınırım. Hayat ve ölüm fitnesinden sana sığınırım." 055)
Bir başka hadiste ise, bizzat
nübüvvet gözüyle şahid olduğu kabir azabından ve onun dehşetinden bahseder:
Zeyd İbnu Sâbit (r.a) anlatıyor:
"RasUlullah (s.a.v.), bizimle birlikte, Benî Neccâr'a ait bir bahçede
bulunduğu sırada bindiği katır, onu aniden saptırdı, neredeyse (sırtından yere)
atacaktı. Karşısında beş veya altı kabir vardı. Hz. Peygamber (s.a.v.): 'Bu
kabirlerin sahiplerini bilen var mı?' buyurdular. Bir adam: 'Ben biliyorum!'
deyince, Hz. Peygamber: 'Ne zaman öldüler?' dedi. Adam: 'Şirk devrinde!'
deyince Hz. Peygamber (s.a.v.); 'Bu ümmet kabirde fitneye maruz kılınacak. Eğer
birbirinizi defnetmemenizden korkmasaydım şahsen işitmekte olduğum kabir
azabını size de işittirmesi için Allah'a dua ederdim" buyurdular ve sonra
şunları söylediler: "Kabir azabından Allah'a sığının!" Oradakiler:
"Kabir azabından Allah'a sığınırız!" dediler. Hz. Peygamber (s.a.v.):
"Cehennem azabından da Allah 'a sığının!" dedi. "Cehennem
azabından Allah 'a sığınırız" dediler. "Fitnelerin açık ve kapalı
olanından Allah'a sığının!" dedi. "Açık ve kapalı her çeşit fitneden
Allah 'a sığınırız!" dediler. "Deccal'ın fitnesinden Allah'a
sığının!" buyurdu. "Deccal'ın fitnesinden Allah'a sığınırız!"
dediler."056)
Bir başka hadisi şerifte ise Mülk
Sûresi'nin kabir azabına karşı okunması tavsiye ediliyor. Bu sebeple olsa
gerektir ki, bizde bir Müslüman öldükten sonra bir hafta yani 7 gün arkasından
bu sureyi okumak adet edinilmiştir:.
Tirmizî de, İbnu Abbâs'tan gelen
bir diğer rivayette, İbnu Abbas (r.a) Rasûlullah (s.a.v.)'in şöyle dediğini
belirtir: "Bu sûre (kabir azabına, veya kabir azabına sebep olan günahlara
karşı) engeldir, bu sûre kurtuluş sebebidir, kişiyi kabir azabından
kurtarır." Rezîn şunu ilâve etmiştir: "İbnu Şihab demiştir ki:
"Humeyd İbnu Abdirrahmân 'ın bana haber verdiğine göre, Rasülullah şöyle
buyurmuştur: "Mülk Sûresi, kabirde, arkadaşı yerine mücadele eder (ve onu
azaptan korur)." 057)
Hadislerde açıkta belirtildiğine
göre, "Berzah" hayatı ve "kabir azabı" vardır ve gerçektir.
Bu konu hakkında tartışmak yersizdir. İslam alimleri de rüyaların berzah
hayatını ispat ettiğini söylemişlerdir. Kişinin ruhunun rüya yoluyla
sevinmesini veya üzülüp azap çekmesini buna delil saymışlardır.
Ayrıca bu konu ile alakalı olarak
İbn Kayyım ElCevziy ye, kitabında geniş malumat vermekte ve şöyle demektedir:
"Ruhlar, birbirinden büyük
dört yurtta bulunurlar:
Birinci Yurt: Anne karnı.
Sıkışma, daralma, gam ve üç karanlık yeri burasıdır.
İkinci Yurt: Dünya. Doğup
geliştiği, hayırşer gibi, mutluluk ve mutsuzluk sebeplerinin kazanıldığı
yurttur.
Üçüncü Yurt: Berzah'tır. Dünyadan
daha geniştir. Dünya yurdu anne karnından ne kadargenişse, burası da o ölçüde
dünyadan geniştir.
Dördüncü Yurt: Karar yurdudur. Ya
Cennet'tir, ya da Cehennem...1"058) Bu yurtların hepsi birer uğrak
yeridir. Ancak karar yurdu hariç. Bundan da anlaşılıyor ' ki, bu yurtların
birinden diğerine, yani bir öncekine dönüş yoktur. Kimse dünyadan anne karnına,
kabirden de dünyaya dönemez.
7) Hayat Tabakaları
Hayat, sadece bizim bildiğimiz
kadar olmadığı gibi, yaşadığımızdan ibaret de değildir. Hayatın beş tabakası ve
mertebesi vardır. Yani beş çeşit hayatla ruhlar yaşamaya devam eder.
1
Bizim hayatımızdır. Bu hayat, pekçok bağlarla bağlı ve şartlarla sınırlıdır.
Do.ğupbüyüme, yemeiçme ve giyimkuşam
gibi şartlan vardır. Bir yere gitmek için ya bütün yolu kat etmek,
158 El Cevziyye, Kitabu'rRuh, s. 155.
ya da vasıtaya binmek mecburiyeti
vardır. Yine bu hayata bağlı olarak insan, yanar, donar, hastalanır, yaşlanır,
acıkır, susar vs...
2
Hz. Hızır ve İlyas (a.s.)'ın hayatıdır. Bunlar, kısmen serbesttir. Bir anda
birkaç yerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeri/insani ihtiyaçlara bağlı
değillerdir. İsterlerse yerler, içerler, fakat mecbur değillerdir. Evliyalar da
buna benzer bir hayat tarzına sahiptirler.
3
Hz. jdris ve Hz. İsa'nın hayat tarzlarıdır. Bunlar da melekler gibi bir çeşit
nurani hayata sahiptirler. Beşeri istek ve ihtiyaçları duymazlar.
Misali/temsili yani herhangi bir şekle bağlı olmayan, latif bir bedene ve
parlak yıldızlar gibi bir cesede sahiptirler. Dünyada bulundukları cisimleriyle
gökyüzünde bulunurlar.
4
Şehitlerin hayat tabakasıdır. Kur'anı Kerim'de, diri oldukları
bildirilmektedir. Şehitler, kendilerini ölmüş olarak bilmiyorlar. Daha iyi bir
yere gittiklerini sanıyorlar. Dünya hayatına benzer, fakat daha güzel ve daha
rahat bir berzah hayatı yaşarlar. Ölüm acısını hissetmezler.
5
Bu hayat tabakası ise, kabir ehlinin hayat tarzıdır.
Evet. Ölüm bir yer değiştirmedir.
Ruhun boşalması, vazifeden terhistir. İdam, yokluk ve kaybolup gitmek değildir.
Bunlar, bazen temessül ederek, yani misali bedene girerek, bir yerde belirme ve
tezahür etme/aniden ortaya çıkma yoluyla, oldukları gibi görünürler. Bizlerle
ilişkileri vardır. Bazı şeyleri bize haber verirler. Ziyaret edenleri görürler.
Ancak, tamamen serbest değillerdir.059)
İşte tenasühçülerin, ruhçuların
veya başka bir deyişle reenkarnasyona inananların zannettikleri gibi, tekrar
tekrar dünyaya gelip gitme yok. Belki sadece, ruhların çeşitli sebeplerle
misali bedenlerine girip görünmeleri vardır. Kendisine başka birinin ruhunun
girdiğini sananlar ise, ya cinlerin baskısı ve tesiri altındadırlar, ya da
rüyalarında görüp unuttukları şeyleri tekrar hatırlamaktan doğan bir
yanılgı içerisindeler. Yahut da
bunlar, bir kısım menfaatler peşinde koşan, kötü niyetli kimselerdir.
8) "Yeşil Kanatlı Kuşlar"
Bir hadisi şerifte, bazı
kişilerin ruhlarının, "Yeşil kanatlı kuşların kanatları altında dünyaya
gelip gezdikleri" rivayet edilmektedir. Ancak, dikkat edilirse, kuş
şeklinde değil ve tekrar yaşamak için de değil. Sadece Allah'ın kendilerine
izin verdiği bir kısım ruhların ailelerini ziyareti veya başka bir maksatla
gelişleri şeklindedir. Yine bu hususa ekleyebileceğimiz başka bir husus daha
vardır ki, o da reen karnasyonla alakalı değil. O da bazı savaşlarda, mesela,
Kurtuluş Savaşı sırasında ve Çanakkale Savaşı'nda ve yine 93 Rus Harbi diye
bilinen savaşta, askerlere yardıma gelen bir kısım şahısların varlığını
kaydeden, özellikle yabancı tarihçiler vardır. Bunlar da ya meleklerdir ki,
örnekleri Bedir ve Hendek savaşlarında vardır. Kur'anı Kerim'de bu husus
anlatılır. Ya da yine yukarıda adı geçen ruhlar gibi bazı özel izinli
ruhlardır. Buna da Fil Sûresi'nde, Ebabil Kuşları örneği ile rastlıyoruz. Ama
bunların hepsi görevleri bittikten sonra geriye dönmüş, hiçbiri bu dünyada
yaşamak için kalmamışlardır.
Bütün bunlardan da anlaşılıyor
ki, insan bir kere yaşıyor ve bir kere ölüyor. Bir başka bedenle insan veya
hayvan olarak geri dönmek yok. Burada buna göre yaşamalı ve hayatı fırsat bilip
en iyi şekilde değerlendirmeliyiz. Çünkü sevgili Peygamberimiz'in de
buyurdukları gibi, "Esas hayat ve yaşanacak yer, âhiret hayatıdır. "
Onun da en güzeli Cennet hayatıdır. Çünkü ebedî bir hayat, mutlu ve huzurlu bir
yerde geçirilmezse, insan için en büyük hüsran olur.
Bir kısım inlsar ve yorumlarla
bundan kurtulmaya çalışmanın ve imkansız temennilerle, boş kuruntularla kendini
aldatmanın yararı yoktur. Olan ve olacak bir gerçeği inkar etmek veya yok
saymak, onun olmamasını gerektirmez.
İkinci Bölüm
Reenkarnasyon Şu Açılardan da
İmkansızdır
A suç ve Ceza Açısından
İslam'da suç ve ceza ferdidir.
Kimse, kimsenin günahını çekmez, herkes kendi günahının cezasını kendisi çeker.
Tenasüh açısından olaya
baktığımız zaman, ruh, bir bedende iyi, bir bedende kötü. Bazen insan, bazen
hayvan... vs. Kim, hangi bedenle ceza çekecek, hangisiyle mükafat görecek. Ben
hakkımı kimden, nasıl alacağım. Olgunlaşmış kişiye ceza verilmeyeceğine göre,
hak sahipleri hakkını kimden alacak? Yoksa, bu inançta yapanın yaptıkları
yanına kâr mı kalıyor. Öyleyse bu zulüm değil mi?
Bu konuda Kur'anı Kerim'de şöyle
buyurulmaktadır:
"Kim bir günah (kötülük) işlerse,
onunla benzeri bir şekilde cezalandırılır. Ve o, Allah 'tan başka ne bir dost,
ne de bir yardımcı bulamayacaktır. "06O) "Hiçbir günahkar, başka
birinin günahını yüklenip, cezasını çekmez. "061)
B Kader ve Sorumluluk Açısından
Herkes, kendi kaderini yaşar ve
kendi eceliyle ölür. Daha önce yaşamış kimselerin ruhu, girdiği bedenlerin
işlediği kötülüklerden, yaptığı günahlardan nasıl sorumlu tutulabilir? Sorumlu
tutulamayacağına göre, hak sahibi hakkını kimden alacak? Eğer, adam iyileşip
cennetlik olmuşsa, bu durumda hak sahipleri ne yapacak? "Hakkını
alır" deniyorsa, kimden ve nasıl alacak? Ödenmeyen borçlar, tahsil
edilemeyen alacaklar, Allah'ın adaletine sığar mı?
c Ahiret ve Hesap Açısından
İnsan, öldükten sonra diriltilip
hayatının hesabını verecek. Daha sonra da Cennet'e veya Cehennem'e gidecek. Bir
çok bedene girip çıkmış ruh, hangi bedeniyle hesaba çekilecek, hangi bedeniyle
ceza, hangi bedeniyle mükafat görecek? Ceza yoksa, adalet de yok demektir ki,
bir ismi de "Adil" olan yüce Allah'ı, böyle bir şeyle itham etmek
küfürdür. Elbette Allah'ın bağışlaması vardır, ancak bu, O'nun yasalarına,
kurallarına göre yaşayıp, aczini bilip O'na sığınanlar içindir. Kendi başına
hareket edip, kendi kaderini kendisi tayin edenler için değildir.
D İlâhi Adalet ve Evrensel Yasalar Açısından
Gelmiş geçmiş yüzlerce peygamber,
binlerce veli, yüz binlerce âlim, ârif, dâhi ve kâşifler var. Yeni dünyaya
gelen insanlara bunların ruhlarının da girmesi gerekmez miydi? Bunlar belki bir
yönde akıllarını, beyinlerini kullanıp, kendilerini geliştirmiş olabilirler,
ancak yüce Allah'ın istediği anlamda bir tekamül, çok az insana nasip olmuştur.
Hiç olmazsa, insanlığın yarısının, doğar doğmaz olmasa bile, bir çocuğun birkaç
yaşına bastıktan sonra, daha önceden edindiği bilgi ve tecrübeleriyle harikalar
göstermesi, yeni keşif ve icatlarda bulunması gerekmez miydi?
Şimdjye kadar böyle birşey
duyulmuş ve görülmüş değil! ..
Böyle ortaya çıkardıkları, bir
iki basit olayın ise, ne hiç biri ispat edilebilmiş, ne de devamı gelmiştir.
Halbuki bunun, evrensel bir yasa olduğundan, söz ediliyordu. Kaldı ki, bunlar
da ya cinlerin, şeytanların o hasta kişilerin ruhlarına musallat olmasından ya
da yalandan öteye geçmez. Ortada itibar edecek bir tek gerçek vaka yok. Zaten
bu tür iddialarda bulunanlar ya Süryani, ya Yezidi, ya Nusayri ya da ne olduğu
belli olmayan, hiç bir kutsal değer tanımayan ve gerçek bir dini inanca sahip
olmayan kişilerdir. Aklı başında, ilimirfan sahibi, inançlarına bağlı hiçbir
kimse, şimdiye kadar böyle bir iddiada bulunmuş değildir. Eğer bu iş, iddia
edildiği gibi evrensel bir ilahi yasa olsaydı, pekçok âlim, aklı başında ve
dindar kişilerin de bu türlü hallerde bulunmaları gerekmez miydi?
E İmtihan ve Tecrübe Açısından
Bu dünya, imtihan için yaratılmış
bir yer, bir eğitimöğ retim yurdu, bir bekleme salonudur. İnsan burada imtihan
olmakta, hayır ve şer yoluyla denenmektedir. İmtihan soruları ve gerekli
bilgiler, peygamberler ve kitaplar yoluyla bildirilmiş olsa da, çoğunun iç
yüzünü bilemediğimiz esaslarla, görünüp bilinmeyen kurallarla, gaybi esaslarla
yapılmaktadır.
Daha önce dünyaya gelip gitmiş
ruhlar, kabrin öbür tarafına geçtikleri için, herşeyi görüp bilmiş
olacaklarından artık onlar için imtihan olmanın bir esprisi kalmayacaktır. O
zaman beden değiştirmenin de bir önemi kalmayacak ve bitecektir. Oysa ruhçulara
ve tenasühçülere göre, beden değiştirme işi kıyamete kadar devam edecek bir
olaydır. Bu da iddialarına zıttır. Pekçok yerde olduğu gibi, burada da yine
kendi tezlerini, kendileri çürütmektedirler.
F ilâhi Rahmet ve Merhamet Açısından
Yüce Rabbimiz, son derece
şefkatli, merhametli ve bağışlayıcıdır. Günah ve kötülük içerisinde bulunan
kimseleri, başka bedenlerde yaratıp, ıstırap çektirerek, horlayarak ceza
vererek olgunlaştıracağı yerde, tövbe etmesi için süre tanır. Yine de imana,
insafa gelip tevbe etmezse, kendi affını istemeyeni zorla affetmesi söz konusu
değildir. Kaldı ki, Efendimiz (sav), "Kalbinde hardal tanesi kadar iman
bulunan kişi kurtulacaktır. " buyuruyor. Buna rağmen inanmamışsa ne denebilir
ki...? Cennet hak olduğu kadar cehennem de layık olanlar için haktır. Herkesi
tekrar tekrar yaratıp, ille de olgunlaştıracak olsaydı, ne cehenneme lüzum
görürdü, ne de imtihan ederdi. Dahası, ne peygamber gönderirdi, ne kitap.
Böylece, insanları uyarmaya da hiç gerek kalmazdı. Çünkü nasıl olsa, herkes
Cennet'e gidinceye kadar defalarca dünyaya gelip gidecek ve Cennet'e ehil hale
gelecekti...
G İnsan Şeref ve onuru Açısından
Cenabı Hakk, insanı mahlûkatın en
şereflisi olarak yaratmıştır. Bunu, İsrâ Sûresi'nin 70. âyetinde;
"Andolsun! Biz insanı şerefti kıldık. Ve yarattıklarımızın çoğundan üstün
kıldık" buyurarak, anlatır. İnsanın, âdi bir hayvanın veya bir sürüngenin
bedeninde cezalandırılmış olarak dünyaya gönderilmesi, onun şeref ve haysiyetine
yakışır mı? İnsanlığını kaybetmiş, inkar ve isyanla yüce Allah'a baş kaldırmış
bir insanın ise, tekrar dünyaya gönderilmesi ceza mıdır, mükafat mı...? Peki o
zaman, günah denilen şey nedir, haram nedir, helal nedir, ne önemi var?
Cehennem'e ne gerek vardı da yüce Allah yarattı ve Kur'an'da, bir kısım
emirlere uymayıp, yasakları çiğneyenleri, Cehennem'e atıp cezalandıracağından
bahsediyor?
Başka bir deyişle, zalimler,
kafirler, hırsızlar, katiller, yalancılar, dolandırıcılar, üçkağıtçılar vs.
sürekli suç işleyip duracaklar, insan olmanın şeref ve onuruna yakışır bir
şekilde yaşamayıp, kötülük işleyecekler, rezillik yapacaklar ve _aj.hayet
sonunda; "Öf be! Bıktım artık bu işlerden, bir kere daha dünyaya geri
gelip her şeyi bırakacağım" diyecek ve sonunda olgunlaşıp, cennete gidecek
öyle mi? Yok öyle şey! Bu fırsat insana bir kere verilir!..
H Dünya ve Ahiret Dengesi Açısından
Bu dünya gelip geçici bir yerdir.
Ebedi kalmak için yaratılmış değildir. Belki, biraz dinlenilecek bir han, öbür
tarafa gidinceye kadar oturduğumuz bir bekleme salonudur. İnsan bir yolcu
olarak, çeşitli duraklara uğrar ve muvakkaten kalır, sonra orayı terk edip
gider. Ana rahminde ebediyen kalmayan insan, dünyada da kalmayacaktır. Dünyada
kalmadığı gibi, hiç kalkmamak üzere kabirde de yatıp kalmayacaktır. Aksine bir
ebediyet yolcusu olan insan, ruhlar aleminden anne rahmine, oradan dünyaya,
dünyadan kabir alemine/berzaha yaptığı bu yolculuğu, mahşer yerinde hesabını
verdikten sonra, ebediyete intikal ederek; ya Cennet'le, ya da Cehennem'le noktalayacaktır.
Dar yerleri sevmeyen, sıkıntıya
gelemeyen insan için, dünya ana rahminden, berzah da dünyadan geniş olduğu
gibi, Cennet ve Cehennem de Berzah'tan daha geniştir. Bir yerden diğerine dönüş
yoktur...
I Modern Bilimler ve Akıl Açısından
1) Akıl ve Bilim ile Çatışan Reenkarnasyon İlkeleri
a Şu anda dünyada milyarlarca insan
yaşamaktadır. Bu insanların en azından bir kısmının geçmiş hayatına ve o
hayatın hususiyetlerine dair birşeyler hatırlaması gerekirdi. Ancak hiç kimse
bu tür şeyler hatırlayamamaktadır.
b Reenkarnasyoncuların kendilerine delil olarak
gösterdikleri ve güya hipnoz yapılan bazı insanların hipnoz anında geçmiş
hayatlarına dair sözleri niçin bütün insanlar için geçerli değildir?
c Psikiyatrinin bir rüknü olan ve bazı tedavilerin
bir parçası olarak kullanılan hipnoz, hipnoz yapan insanın telkinlerine bağlı
olup ancak bu sayede hipnoz yapılabildiğine göre, bu telkinler sonucu ve
tamamen şuursuzca hipnoz altında söylenilen sözler nasıl ilmi bir delil gibi,
kabul edilebilir?
d Bütün psikiyatristler zaman zaman hipnozu
kullandıklarına göre, dünyada bütün hipnoz yapan psikologların yaptıkları
binlerce hipnoz seansı sonunda, en azından reenkarnasyona dair emareler
görmeleri ve bu konuda ittifak etmeleri gerekmez miydi?
e Reenkarnasyonun bir diğer iddiasına göre bazı
insanlar ikinci hayatlarında hayvan veya bitki olabildiklerine göre, eskiden
insan olup ikinci hayatlarında hayvan ya da bitki olan dünyada mevcut bulunan
trilyonlarca hayvan ya da bitkide en azından bazı insan davranış ve
hususiyetlerinin bulunması gerekmez miydi?
f Niçin bütün psikiyatristler hipnoz
seanslarında söylenen sözleri tenasühçüler gibi reenkarnasyona bir delil gibi
görmemekte, aksine bu iddiaları ittifak halinde reddetmekte ve bu insanları
psikolojik hasta olarak görmektedirler?
g Bu konuda araştırma yapmış bilim adamlarına
göre reankarnasyon inanışının oluşmasındaki en büyük etkenlerden biri, kişinin
yaşadığı kültür ortamıdır. Bunu doğrular şekilde niçin sadece Hindistan gibi
tenasühün dini bir inanış olarak görüldüğü ve yüzlerce yıllık tenasüh kültürüne
sahip Hindular arasında reankarnasyon inanışı diğer ülkelerle
karşılaştırılamayacak kadar yaygın ve çoktur?
2) Bilimsel Çelişkiler
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi
reenkarnasyon inancına delil olarak büyük oranda hipnoz gösterilmektedir. Ancak
bütün psikiyakristler, hipnozun asla böyle bir fonksiyonunun 'Olmadığı üzerinde
hemfikirdirler. Hipnoz esas itibariyle, hipnoz yapanın telkinleri sayesinde
yapılabilmektedir: Dolayısı ile telkinler sonucu yönlendirilen suje hayalindeki
tabloları günyüzüne çıkarmakta, reenkarnas yoncularda bunları sujenin geçmiş
hayattaki yaşantıları olarak lanse etmeye çalışmaktadırlar. Son yıllarda
özellikle televizyonlarda yapılan hipnoz gösterileri ile adeta re enkarnasyon
şovları yapılmakta ve izleyenler aldatılmakta. İsterseniz örnek olarak, yakın
zamanda ünlü bir sinema sanatçısının televizyonda hipnoz edilerek güya geçmiş
yaşantısına götürülmesini ele alıp ne denli büyük bir göz boyamanın yapıldığını
görelim.
Hipnoz yapılan (suje) sanatçı
önce hipnoz olabilmesi için rahatlatılır ve hipnoz yapanın telkinleri ile
yönlendirilir. Adeta suje belli bir yer, zaman ve mekâna zihnen götürülür.
Mesela bu seansta suje hipnoz olduktan sonra dünya haritasına bakması ve
kendisini Rusya'da hissetmesi telkin edildi. Burada suje kendisini bir köylü
kadın olarak gördüğünü, 18. yüzyılda yaşadığını, İngilizce bildiğini ve
ayaklarının kötürüm olduğunu söyleyerek geçmiş hayatında nasıl biri olduğunu ve
nasıl bir hayat yaşadığını anlattı. Ancak, hipnoz yapan, en azından bu
bilgilerin doğruluğunu kontrol için bir takım şeylerden hiç şüphelenmedi.
Mesela, 18. yüzyılda, Rusya'nın kırsal alanlarından bir köyde yaşayan bir
kadının İngilizce bilmesi biraz garip değil midir? Bu kadına geçmiş hayatını
yaşadığını iddia ettiği zaman ve mekanın koordinatları ile ilgili niçin hiçbir
soru sorulmamıştır? Çok basit fakat her insanın yaşadığı döneme ait olarak
bilebileceği, mesela o andaki ülkenin devlet başkanı veya yaşadığı köyün,
şehrin adı niçin hiç sorulmamaktadır? Suje ayaklarının kötürüm olduğunu
söyledikten sonra, ayaklarını nasıl algıladığı sorulmuş, ünlü bayan sanatçı da
ayaklarının çok güzel ve bir mankeninki kadar güzel olduğunu söylemişti. Ancak
tıp biliminde de sabit olduğu üzere kötürüm olan birisinin bacak kalınlığı en
fazla bir insanın kol kalınlığı kadar olabilir.
Görüldüğü gibi geçmiş hayat diye
anlatılan şeyler çok büyük çelişkilerle doludur. Daha da acısı bir hipnoz
anında bu tür şeyler anlatan insanları psikiyatristlerin ileri derecede
psikolojik hasta olarak görmeleri ve acilen psikiyatrik tedavi görmeleri
gerektiğini söylemeleri.
Hipnoz anında geçmiş hayatlarını
anlatan bu insanlarla ilgili olarak görüştüğümüz psikiyatristler, bu tür
insanlarla ilgili olarak çok çarpıcı şeyler söylemekteler. Şu ana kadar belki
de bu alanda yapılmış en kıymetli ilmi çalışma olan ve Vedat Şar, İlhan Yargıç
ile Hamdi Tutkun adlı Türk psikiyatristler tarafından yazılan bir makale
geçtiğimiz günlerde dünyanın en itibarlı psikoloji dergisi "The American
Journal of Psychiatry" adlı dergide yayınlandı. Bu makale ile ilgili Dr.
Hamdi Tutkun, bu insanları psikolojik olarak şöyle tanımlıyor:
"Hipnoz altında geçmişte
yaşamış(!) olduğu hayatlarını hatırladığını söyleyen, hatta bu yaşamlarındaki
kimliklerini televizyonda çıkıp ifade eden kişilerin benzerlerini biz klinik
psikiyatride belirli bir sıklıkla görüyoruz. Bu durum dissosyetif bozukluğu
olan kişilerde kendiliğinden gözlemlenebileceği gibi, hipnoz altında da
gözlenebilir. Geçmişte yaşadığını beyan eden kimlikler, aslında o kişinin
farklı bir kimlik durumunu, psikolojideki adı ile 'Altered ego state'i ifade
eder. Böyle insanlarda aynı anda birden fazla kimlik ya da kişilik durumu
olabilir. Bu kimlikler gün içinde değişik zamanlarda ortaya çıkıp
konuşabilirler. Bu durumu hastalar, reenkarnasyon yaşantısı, içinde bir cin
olduğu, ölen bir insanın ruhunun kendi bedeninde yaşadığı şeklinde
hissedebilirler. Bu durum 'çoğul kişilik' ya da 'dissosyetif kimlik bozukluğu'
olarak bilinir. Ortaya çıkış nedenleri, teşhis ve tedavi süreçleri oldukça iyi
bilinmektedir. Yaptığımız çalışmada bu kişilerin önemli bir kısmında
reenkarnasyon yaşadığını iddia eden, (inancı olsun ya da olmasın) vaka görüldü.
Bu kişiler, genellikle bu durumu benimsemekten çok bundan rahatsız olmakta ve
bu bunun açıklanmasını istemektedirler. Bu kişiler, tedavi sürecinde sözü
edilen geçmiş yaşam öykülerini anlatan, kimlik durumları ile entegre olup
tedavi edilebilmektedir.
Tedavinin başarısı aynı zamanda
reenkarnasyonun varlığı adına ortaya atılan delillerin aslında
iyileştirilebilecek bir bozukluk olduğunun kesin delilidir." 062)
3) Lütfen şu Hazin Tabloya Dikkat
Edin!..
Reenkarnasyon inancı yalanlara,
uydurmalara ve aklın, ilmin, bilimin kabul edemeyeceği ve gerçek hayatla ters
düştüğü gibi, İslam prensipleri ile de taban tabana zıt olmasının yanında
insanları hasta ediyor. Hasta ettiği insanlar, zaman içerisinde çeşitli
bunalımlara düşüp, başucuna reenkarnasyon inancını anlatan bir kitap koyarak
intihar ediyor. Veya hoşlarına gitmeyen insanları emirlerine itaat eden cinlere
boğdurabiliyorlar ve daha neler....
Üç Türk psikiyatrist tarafından
gerçekleştirilen yukarıda özetini verdiğimiz yazıda, araştırmanın sonucu olarak
elde edilen istatistiklere göre vahim tablolar ortaya çıkıyor.
Dissosyetif Kimlik Bozukluğu Olan
Hastalarda Rastlanılan Şikayetlerin Sıklığı
Şikayetin Türü Yüzde(%)
içine cin ya da şeytan girdiğini
zannetme 45.7
Zihinsel telepati 34.3
Cinlerle irtibat kurma 31.4
İçine başka bir ruhun girdiğini
zannetme 25
Reenkarnasyon 22.9
Doğaüstü yaşantılar 45.7
Vahimdir, çünkü dissosyetif
bozukluğu olan hastaların önemli bir bölümünde (% 22.9) reenkarnasyon
yaşadığına dair şikayetler var.
Dr. Hamdi Tutkun'un yukarıda da
belirttiği gibi, bir hastanın reenkarnasyon yaşadığını iddia etmesi için ille
de dini inançlarının zayıf olması gerekmiyor. Çok dindar insanlar da bu türlü
şikayetlerde bulunabilmekteler. Şikayet diyoruz, çünkü reenkarnasyon yaşadığı
iddiası ile doktora başvuran hastalar, bu durumun anormal bir durum olduğunun
farkındalar ve bir an önce tedavi edilmesini istiyorlar! (163)
4) Tekamül ve Dünya Nüfusu
Reenkarnasyoncuların iddia
ettikleri tekamül, sadece günahkârlara mahsus değil, aksine herkes için
geçerlidir. Bunu bazıları için geçerli, bazıları için de geçersiz saymak,
Allah'ın adaletine sığmaz. Çünkü kainatta işleyen bütün. kanunlar, herkes için
geçerlidir. Bunu iddia edenler. ise, bazıları önceki hayatını hatırlar,
bazıları da hatırlamaz gibi şeyler söylüyorlar ki, bu tamamen saçmalıktır.
Çünkü bir şey varsa herkes için geçerlidir, yoksa zaten yoktur.
Ayrıca, Atenizm'le 4000,
Budizm'le yaklaşık 3000 yıllık bir maziye sahip olan, böyle bir inancın,
kaynaklarının oldukça sağlam olması veya tezlerinin oldukça mantıklı olması
gerekir. Bunda ikisi de yok. Mesela insanın tekamül etmesılçin bir hayvan veya
başka birşey olmasına gerek
yok. Hem hayvanlar ne kadar
tekamül edelerse etsinler, yine de hayvan olarak kalacaklardır. Yani tarihin
hiç bir devrinde, terbiye ile eşeğin at olduğu görülmemiştir. Ölen bir insanın
ruhunun bitkilere de geçtiğini iddia ediyorlardı ki, bunun da tekamülle bir
ilgisi yoktur. Çünkü ot, nerede, hangi bahçede ve hangi saksıda biterse bitsin,
neticede yine ottur. Kim yerse yesin, ne kadar tekamül ederse etsin, neticede
olacağı yine bir kısmı et, bir kısmı süt, bir kısmı da b...ktur.
Tenasüh inancına göre, ortada
Allah'ın yarattığı bir grup ruh var ve bunlar bedenden bedene dolaşıp
olgunlaşmayı bekliyorlar. Oysa bundaki mantıksızlık, ilkokul çocuklarının bile
anlayabileceği kadar açıktır. Bir kere ruh tekâmül etmez! Tekamül eden ve derece
derece yükselip olgunlaşan nefistir.
Tasavvufçular nefsin
mertebelerini şöyle sıralamaktadırlar: Nefsi emmare, nefsi levvame, nefsi
mutmainne, nefsi razıye, nefsi marzıye, nefsi mülheme, nefsi zekiye.064)
İnsandaki bütün fonksiyonlar da olduğu gibi, onun varlığı da yine ruhla
kaimdir. Ama ruhun olgunlaşma ilebir ilgisinin olmadığı belli başlı bir
gerçektir. Bu da bütün tasavvuf erbabınca bilinen bir kuraldır. Çünkü Allah
ruhu en güzel şekle göre dizayn etmiş ve en güzel biçimde yaratmıştır. Bunu da "Biz
insanı ahseni takvim üzere yarattık"^) ayeti ifade etmektedir. Ruhsuz bir
insan düşünülemeyeceğine göre, aslında burada kastedilen manaya göre; ruhuyla,
cismiyle ve ruhun canlılık ve hayatiyet kazandırdığı bütün fonksiyonları ile
insanın en güzel şekilde yaratılması söz konusudur. Bir de sürekli artan dünya
nüfusu problemi var. Eğer onların iddia ettikleri gibi, bir grup ruh olsaydı ve
tekâmül etmek için yüzyıllardır uğraşmış olsaydılar, bu güne kadar hepsinin
tekâmül edip bu dünyadan göçüp gitmeleri gerekirdi. Oysa dünya nüfusu gittikçe
artmaktadır. Resmi sayımlara göre 5.5 milyon veya 6 milyar. Bu da en az 10 yıl
önceki sayımlara göre. Eğer bugüne kadar hiç kimse tekamül etmemişse ve o
ruhlar hala ıstırap çekiyorlarsa, bundan sonra hiç tekamül edemezler. Zaten,
böyle bir mantıksızlığa da kimse inanacak değildir. Bu iddiaların ortaya
atıldığı zaman olsa olsa dünyada 500 bin veya 500 milyon insan olsun diyelim.
Şimdi yaklaşık 7 milyar insan var, hayvanlar ve bitkileri de saymıyoruz.
Onların tezi doğru olsaydı, şimdi dünyada ya birkaç deli veya birkaç aptal
hayvanla birkaç ağaç veya ot kalacaktı. Ama hayır! Çünkü bu aynı zamanda insana
da hayvana da yapılan bir hakarettir. Allah insanı insan, hayvanı da hayvan
olarak yaratmıştır. İnsanı dünyanın ve mahlukatın sultanı olsun diye, diğer
mahlukatı da insana hizmet etsin, dünyayı güzelleştirsin diye yaratmıştır ve
çark bu şekilde dönmeye devam etmektedir.
Çünkü, olgunlaşan ruhlar, rehber
varlık olarak gökyüzüne çekiliyor. Yine diğer bir kısmı da "tekâmül devresini
bitirdiği için doğup doğmamak kendi isteğine kalmış" deniliyordu. O
zamandan bu zamana kadar hiç kimse olgunlaşmadı mı? Yani insanlar, bu kadar
ahmak, bu kadar akılsız, iradesiz ve bu kadar kabiliyetsiz varlıklar mı?
Bunların bütün hüneri günah işlemek, yaratıcısına isyan etmek mi? Sonra niye
Allah bir grup ruh yaratsın? Başka ruhlar yaratmaya gücü yetmiyor mu? Kainatı
yoktan vareden sonsuz kudrete sahip olan yüce Allah hakkında bunu nasıl düşünebiliriz...
?
5) Din ve Bilim Adamlarından Reenkarnasyona Tepkiler
Bu konuda pekçok tepki ve zıt
görüşlerin olduğunu ve hatta kabul edenlerin belki birkaç tane denebilecek
kadar az oldt.ığunusöylemek yerinde olur. Onların da bu fikre inandıklarını
sanmıyorum, ancak belli maksatlar için kabul eder göründüklerini, edindiğim
değişik bilgi ve satır arası ifadelerinden anlıyorum. Televizyon programlarında
açıkça reddeden değerli hocam, Prof. Dr. Hüseyin Hate mi'den tutun da değerli
bilim adamı Doç. Dr. Kerem Dok sat'a kadar, pekçok bilim ve din adamı konuyu
kendi dillerince reddettiler ve bilimsel gerçeklerle çeliştiğini açıkladılar.
Özellikle hipnoz yoluyla diş tedavisi yapan ve televizyonlarda bu konuda pekçok
seanslar düzenleyen iyi bir hipnoz uzmanı olan Dr. Mehmet Ayvacı, bu konuda
oldukça hassas. Çünkü aynı zamanda çok iyi bir din kültürüne sahip olan Ayvacı,
izleme ve dinleme imkanı bulduğum televizyon ve radyo programlarında,
saptırılan ayetler konusuna da değinerek, reenkarnasyonun ne ilimle ne de dinle
bağdaştırılabilecek bir yanının olmadığını ifade etti.
Bu konuda, kendi fikirlerine
başvurduğumuz hemen ilk kişi diyebileceğimiz Fethullah Gülen Hoca'nın,
"Asrın Getirdiği Tereddütler" isimli kitabından zaten yeteri kadar
alıntı yaptık ve "Tenasüh " fikrinin din ve ilim tarafından telif edilemeyeceğine
kaynak gösterdik.
Diğer bazı hocalarımız da
şunlardır. Ancak takdir edersiniz ki, burada herkesin görüşüne yer vermek
mümkün değil. Sadece bazı şahsiyetlere yer vermemi siz de hoş karşılarsınız.
a Mehmet Kırkıncı Hocaefendi
Bu konuda kitap yazanlardan biri
ülkemizin mümtaz şahsiyetlerinden, muhterem Mehmet Kırkıncı'dır. "Ruh
Nedir? " isimli kitabında tenasühün bir safsata olduğunu ortaya koyarak,
bu fikrin bugün yaygınlaştırılmaya çalışılmasının ardında sinsi fikirler ve
kasıt bulunduğunu ifade ederek şöyle diyor:
"Görülüyor ki, Eski Yunan,
Hint, Mısır ve Mezopotamya 'da rastlanan bu itikat, daha sonra kuvvet ve
tesirini kaybetmiş, semavi dinlerin ve bilhassa İslam dininin yayılıp
gelişmesiyle fikir dünyasından büsbütün silinip gitmiştir. Fakat asrımızda, bu safsatayı
yeniden sergilemek isteyen bazı kasıtlı simalara rast lanmaktadır. Bunların
başında Fransız Charles Fourrier ve Pi
erre Lerou gelmektedir. Bunların
her ikisi de katı birer sosyalisttir. İdeolojileri icabı, ruha
inanmamaktadırlar. Buna rağmen, bu materyalistler, semavi dinlerdeki ahiret
inancını zedelemek kastıyla, tenasüh fikrine sarılmakta ve böylece sapık
ideolojilerine malzeme hazırlamak istemektedirler.
Bugün de, bu hurafeye rağbet
gösterip onu yaymak, propaganda etmek isteyenler, maddeci tezgahtarlardan
başkaları değildir." 066)
b Prof. Dr. Süleyman Ateş
Aksiyon dergisinin 115.
sayısında, kendisinin şimdiye kadar bazı mihraklar tarafından reenkarnasyona
inandığını ortaya atıp dedikodu yapanlara, "Bunu söyleyenlerin başlarına
benim kadar taş düşsün!" diye beddua eden Prof. Dr. Süleyman Ateş Hoca,
"Söylediklerimin, yazdıklarımın bir kısmını alıp, kendilerine göre
yorumluyorlar, ondan sonra da reen karnasyonu savunduğumu veya tefsirimin
reenkarnasyonu desteklediğini söylüyorlar. Bütün bir hayatı Kur'an'a hizmet
etmekle geçen birisi olarak, benim reenkarnasyonu desteklemem mümkün müdür?
" diye sorarak, "Reenkarnasyonu kabul etmek, haşri reddetmektir.
Böyle birşey mümkün değildir" diyor.
c Prof. Dr. Mehmet Aydın
Yine aynı sayıda, Dokuz Eylül
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mehmet Aydın, klami Himlerin
tarih boyunca reenkarnasyona bakış açısını değerlendirirken, "İslami
ilimler içerisinde yer alan ve imani meseleleri akli ve nakli yollardan ele
alan Kelam ilmi, yüzyıllar boyunca sadece var olanı değil, muhtemel olanı da
ele almış, üzerinde kafa yormuş ve tenasüh inancını kesin bir dille
reddetmiştir. Öyle ki, tarih içinde bir çok kültür ile alış verişte bulunan ve
onların İslam bünyesine uygun yönlerini özümleyen dinimiz, reenkarnasyonu hep
şüpheyle karşılamış ve reddetmiştir." diyor.
d Rene Guenon (Abdülvahid Yahya)
"Reeenkarnasyon basit bir
saçmalıktan başka birşey değildir. Fakat çağımızda büyük bir çoğunluğun
zihinsel olarak bozulmasında en çok payı olan görüşlerden biridir." diyor
ve reenkar nasyonu, "ne bir dini inanç ve ne de gerçek bir ezoterik bilgi
yerine koyup, bunu savunan okultistlerle teozofistlerin görüşlerinin de
kritiğini yapmaya bile gerek yoktur. Reenkarnasyon kala kala basit bir felsefi
kavram olması şıkkı kalmaktadır ve gerçekte de bundan başka birşey değildir.
Hatta tam anlamıyla, aşırı seviyede birfelsefi kavrayıştır. Değil mi ki, o da
tam anlamıyla saçmadır. Filozoflarda pekçok saçmalıklar vardır, fakat onlar,
hiç olmazsa bu saçmalıkları, genelde, sadece hipotezler olarak sunarlar. "
diyerek, bu konudaki kanaatlarını özetledikten sonra, ruhçuların bunu kesin bir
kanunmuş gibi, "evrensel yasa " veya mutlak, inkar edilmez bir
gerçekmiş gibi sunmalarının, büyük bir hata olduğunu ve onların bu tutumunun
kendilerini filozoflardan daha tehlikeli bir hale soktuğunu söylüyor.
Guenon, reenkarnasyoncuların ve
temelinde bulunan ruhçuların hemen bütün görüşlerini tenkit edip, iddialarını
çürütüyor ve "öldükten sonra kişi geri gelmiş olsaydı, neden çok
eskilerden beri yapılagelen cenaze işlemleri, yani yıkama, kefenleme, gömme ve
arkasından yapılan diğer bütün işlemleri içine alan törenin, hiçbir varoluş
nedeni kalmazdı..." diyor. Ayrıca "Reenkarnasyoncu Saçmalıklar"
başlığı altında ele aldığı tenkitler bölümünde, reenkarnasyon düşüncesinin
tenkide bile değmeyecek kadar gülünç olduğunu söyleyerek, bu fikri ortaya atıp
inandıklarını iddia edenleri, birer "megaloman " hasta olarak
görüyor.067)
e İmamı Rabbani ve Reenkarnasyon
İmamı Rabbani Hazretleri, bundan
yaklaşık 400 yıl önce, Hicri 971 de Hindistan'da doğmuş ve 1034 yılında vefat
etmiştir. Yani, M. 15631625 yılları arasında yaşamıştır. Aynı zamanda hicri
ikinci bin'in de müceddidi olan İmamı Rabbani, altın halkadan parlak ve büyük
bir kişiliğe sahiptir.
Hindistanlı olması, o zaman da
varolan tenasüh veya değiştirilmiş şekliyle reenkarnasyon inancı hakkındaki ka
naatlarını ifade etmesine yol açmış, bu inancı reddetmiştir. Bu konudaki
değerlendirmesi şöyledir:
"Bazı dinsizler var ki,
batıl olarak şeyhlik mesleğine dayanarak, tenasühün cevazına hükmederler.
Zannederler ki: Nefis olgunlaşıp cennete ehil hale gelme sınırına ulaşmadıkça,
bedenlerde döner durur. Bu manadan olarak derler ki: 'Nefis, kemal haddini
bulduğu zaman, bedenlerde dolaşmaktan kurtulur. Hatta bedenlerle alakası
kalmaz. Zira onun yaratılmasında gaye kemalidir. Onun kemali ki, müyesser oldu,
maksat dahi hasıl olmuş olur.'
Bu söz apaçık küfürdür; tevatür
(sağlam kaynaklar) ile dinde sabit olan iman esaslarını inkardır. Her nefis ki,
kemal haddine ulaştı, o zaman cehennem kimin için olacak? Ve kim azap görecek?
Onların bu sözü, aynı zamanda cesetlerin diriltilmesini, yani ölümden sonra
dirilmeyi inkardır. Zira onların fasit (bozuk) kanaatine göre nefsin cesede
ihtiyacı kalmamıştır ki, cesetle dirile. Zira o ancak tekamül edip
olgunlaşmasına bir alettir."
Halbuki, ahirette dünyevi
zevkleri, bedeni arzuları tatma ve hatta evlilikten alınan zevkler ve çocuk
sahibi olma gibi hususlar var ve bunlar da ancak ruhun cesetle beraber
haşrolması ile mümkündür. Hatta hadisi şerifte, buna bir özendirme mahiyetinde;
"Cennet'te insanlar, bütün zevk ve lezzetleri tadacak, 30 veya 33
yaşlarında, gençlik çağında olacak " müjdesi veriliyor.
Aynca Peygamberimiz'in
latifelerinden biri de bu yöndedir. Rivayet edüir ki, Efendimiz bir gün sokakta
ashabından bazı kimselerle gezerken yaşlı bir kadına uğrar ve selamdan sonra;
"Yaşlı kadınlar cennete girmeyecek." der. Kadıncağız bunun üzerine
ağlamaya başlar. Ashab'tan biri; "Ya Rasûlallah! Kadın ağlıyor, bir şeyler
söyleyip teselli buyurun" der. Bunun üzerine Efendimiz; "Doğru
söylüyorum, yaşlı olarak cennete girmeyecek, ancak tam bir genç kız olarak
girecek. " buyurur. Bunun yanında acılar da aynı şekilde çekilirse ancak
denge sağlanır ve bu durum Allah'ın adetine daha uygundur. Bu da ancak, ruhun
cesetle birlikte yaratılmasıyla mümkündür. Aksi halde azabın da rahmetin de bir
anlamı kalmazdı. Bu da Allah'ın rahmetine ve adaletine uygun düşmez.
Son Söz Olarak
Tenasüh veya reenkarnasyon
konusundaki dini hüküm ise, gerek başka bir bedende gerekse aynı bedende geri
gelmenin mümkün olmadığı şeklindedir. Çünkü, yeniden doğuş, bir bakıma âhireti
ve kaderi inkar etmek, Allah'ın güç ve kudretini hafife almaktır. Yüce Allah,
bir grup ruhu yarattığına göre, milyarlarca veya daha iaz la, dilediği kadar
ruhlar da yaratabilir. Yıldızları, galaksileri, gezegenleri, uçsuzbucaksız
evreni yarattığına göre âhireti, Cennet'i ve Cehennem'i de yaratabilir ve
yaratmıştır da. Böylece isyancıları ve inkarcıları da cezalandırır, bundan aciz
olmadığı gibi, kimseye de birşey borçlu değildir ve hesap da vermez.
Bir tek hücreden insanı yaratan,
onun istek ve ihtiyaçlarını yerine getiren, en büyük ihtiyacı olan ebedi hayatı
da ona lütfeder. İnsanı, en ince ayrıntılarına kadar hayatından hesaba çeker.
Bunların herhangi birini inkar etmek küfürdür, insanı dinden çıkarır.
"Allah kainatı yarattı ve gelişmeyi herkesin kendine bıraktı" diyen
ruhçular, bilerek veya bilmeyerekküfre düşüyor, inkar bataklığına
saplanıyorlar. Buna Kur'an ayetlerini yanlış yorumlamalarını da eklersek, suç
dosyaları bir hayli kabaracaktır.
Bu sebeple, tenasühçülerin ve
ruhçuların iddia ettikleri şeylere inanmak da küfür ve dalalettir. En hafif
şekliyle dalalet, yani sapıklıktır. Böylesine yanlış ve saptırmalarla dolu bir
şeyi, İslam inanç ve anlayışı ile bağdaştırmak ve izah etmek mümkün değildir.
Zaten bunu, "Ehli Sünnet” âlimlerinin hiç biri kabul etmez. Ne fıkıhçısı,
ne tefsircisi, ne hadisçisi ve ne de kelamcısı...
Elinizde bulunan mütevazi
çalışmanın başından beri belki birkaç defa aynı terimlerin değişik yorumları
ile karşılaştınız. Ancak çeşitlilik ve aynı konuda birçok kişinin birleşmesi,
ele alınan konunun doğruluk veya yanlışlık derecesi hakkında varılan sağlam
kanaata götürmesi bakımından önemlidir. Bu yüzden inançları sağlam ve güvenilir
kişilerin kanatlarını ve yaptığı çalışmaları sizlere nakletmeye çalıştım.
Görüldüğü gibi,
"reenkarnasyon" veya "tekrar doğma" diye birşey yok. Din
ile telif edilmesi mümkün değil, Kur'an buna delil değil. Aksine bu İslam'a
vurulmak istenen bir darbenin uzantısı, Kur'an'a yamanmaya çalışan tutarsız bir
inanç. Bunun ötesinde psikolojik bir bozukluk ve bir ruhi sapma. Bu insanlara
psikiyatristler tedaviye muhtaç hasta gözüyle bakmaktadırlar.
Görüşlerini alıp yorumladıkları
ilim ve din adamları rahatsız, bilim adamları rahatsız, hipnozcular rahatsız ve
sakat bir anlayışa hipnozun alet edildiğini söylemekteler. Özellikle hipnoz
edilerek, hipnoz edenin istediği gibi düşünüp konuşan ve "yalancı
hatıralar" uyduran ve hasta ettikleri kişiler için, Kerem Doksat Hoca'nın
görüşleri çok dikkate değer şeyler.
Bu sebepledir ki, ister dindar,
ister değil, ister inanan, isterse inanmayan olsun, hiçbir insanın bu türlü
sapık zihniyetlerle hasta hale getirilmesi ve duygu sömürüsü yapılarak
aldatılması insanca bir davranış değildir. Zaten yeteri kadar kafası karışık
olan insanları çıkmaza sokmanın bir anlamı yok. İnsana ve kendine saygısı olan
herkesten, daima doğruya ve güzele çağırması beklenir. Bilerek yanlış birşeyi
başkalarına telkin etmek hıyanettir, bilmeyerek yapılıyorsa bu da yanlıştır.
İnsan bilmediği bir konuyu bilmediğini itiraf etmeli veya en azından açık kapı
bırakmalı. Hele inanç gibi, insanın hem dünyasını hem ahiretini ilgilendiren
bir konuda konuşmak ve iddialarda bulunmak ise, kesin bilgiyi gerektirir. Çünkü
yanıltılan insan, rakamlarla ifade edilemeyen, sonsuz bir hayatı kazanma veya
kaybetme meselesiyle karşı karşıya kalıyor. Bu yüzden onları yanıltmak korkunç
bir cinayettir ve ebedi cezalandırmayı gerektirir. Kendisi ceza görmeyi göze
alsa bile, başkalarını saptırıp peşinden sürüklemeye kimsenin hakkı yoktur...
Kaynaklar
Aksiyon Dergisi, Sayı 115, Şubat,
1997
ARIKDAL, Ergün, Metapsişik
Terimler Sözlüğü, Ruh ve Madde Yayınlan, İstanbul, 1984.
ATEŞ, Prof. Dr. Süleyman, Yüce
Kur'an ’m Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar, İstanbul, 1988.
BERNARD, Jean Lois, Les Archives
de L ’insolite (Olağandışının Arşivleri), Paris, 1971.
BURSEVİ, İsmail Hakkı, Ruhu'lBeyan
Muhtasarı, Damla Yayınevi, İstanbul, 1995.
CASTELLAN, Yvonne, Le Spiritisme
(Ruhçuluk), Paris, 1970.
CAVENDISH, Richard, Encyclopedia
of The Unexplained (Açıklanama yanın Ansiklopedisi), Londra, 1974.
ElCEVZİ, İbn Kayyim, ElCevzi,
Kitabu'r Ruh, İz Yayıncılık, İstanbul, 1993.
ESSUYUTİ, Celaleddin, Kabir
Hayatı, Kahraman Yayınlan, İstanbul, 1994
ESED, Muhammed, Kur'an Mesajı, IIII,
İşaret Yayınlan, İstanbul, 1996.
EVOLA, Julius, Çağdaş Ruhçuluğun
Maske ve Yüzleri, İnsan Yayınlan, İstanbul, 1996
EYÜBOGLU, Kamil, Zaman Gazetesi,
1213 Nisan 1993.
GUENON, Rene, RUHÇU YANILGI, İz
Yayıncılık, İstanbul, 1996
KIRKINCI Mehmet, Ruh Nedir? Zafer
Yayınlan, İstanbul, 1993.
KONYALIOGULU, E. Aksoylu, C., KaderKarma ve Tekrar Doğuş, Ruh
ve Madde Yay., 2. Baskı, İstanbul, 1990.
MEDRANO, Raphael, Dictionnaire
Des Sciences Occultes, De Uecci, Paris, 1986.
MUTLU, İsmail, ÖlümCenazeKabir,
Mutlu Yayınevi, 7. Baskı, İstanbul, 1995
NURSİ, Bediüzzaman Said, Risalei
Nur Külliyatı, 2 Cilt. Nesil Yayınlan, İstanbul, 1996
SAGLAM, Bahaeddin, Kur'anı Kerim
ve Açıklamalı Meali, Tebliğ Yayınları, İstanbul, 1993.
Sent Antuan Dostu Dergisi, Mayıs Haziran 1997 Yıl 8 Sayı 57 Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, 1IV,
Risale Yayınları, İstanbul, 1990.
ŞAHİN, M. Abdülfettah, Asrın
Getirdiği Tereddütler1, T.Ö.V. Yayınları, İzmir, 1991
ŞAHİN, M. Abdülfettah, İnancın
Gölgesinde1, Nil Yayınları, 3. Baskı, İzmir, 1992
ŞEYBE, Abdül Kadir, Çağdaş Dünya
Dinleri ve Mezhepleri, Beyan Yayınları, İstanbul, 1995
ŞİBLİ, İmam, Cinlerin Esrarı,
Tere. Muhammed Ferşad, Ferşat Yayınevi, İstanbul, Tarihsiz.
YAZIR, Muhammed Hamdi, Hak Dini
Kur'an Dili, Azim Dağıtım, İstanbul, 1992
Yeni Ansiklopedi, Timaş
Yayınları, İstanbul, 1991.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar