Evrenin Dansı
Mevlânâ’yı Vuslata Ulaştıran Raks
Semâ
Mevlânâ’nın kendi eserlerinde ve
Eflâkî’nin Menâkıbu’l-Ârifinin de, onun, düzenlenen semâlara iştirak
ettiği haber verilmektedir. Ancak Mevlânâ’nın eserlerini ve o devirde yazılmış
kitapları okumayanlar veya onlardan habersiz olanlar, ona semâ’yı
yakıştırmazlar. Bir kısım insanlar da müziğe ve semâ’ya yöneldiği için onu
reformcu olarak kabul etmektedirler. Halbuki Mevlânâ, kendisini Kur’ân’ın kulu
ve kölesi, Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in ayak bastığı yer
saymış, Kutlu Peygamber’in yolundan asla çıkmamıştır.
Mevlânâ’nın ortaya koyduğu bütün
külliyât, Allah’ın, sevgilinin ve aşkın çevresindeki daimî bir deverandır;
ifade edilemeyeni sözle ifade etme çabasıdır. Mevlânâ, kelimelerin
içindekilerini anlatmak için yetersiz olduklarının farkındaydı. Onun için bu
barikatı aşacak bir vasıtanın varlığı gerekliydi ki, bu da semâ ve müzik
olmuştur.
Şems’in Bulunmadığı Semâ Helal
Değildir
Semboller bahçesinin aşk demeti
olan semâ’yı, Mevlânâ’ya ilk Şems tattırır. Ancak semâ’yı sürdüren Mevlânâ
olur. Nitekim semâ,
Mevlânâ’nın gönlünde, Şems’le bir
anlam ve zenginlik kazanır. Hatta Şems’in bulunmadığı semâ, ona göre, helal
bile değildir. Mevlânâ, semâ’yı, ancak Şems’le birlikte düşünür. Şems’siz bir
semâ onun için anlamsızdır ve amaçsızdır. Semâ, Sevgili ve Can içindir.
Mevlânâ’yı, semâ’nın cazibe ve çekim alanına çeken, Sevgili’dir.
Semâ, madde denizinden çıkıp,
vecde gelerek mutlak fânilik içinde, sonsuz âlemin zevkine ulaşmaktır. Semâ’da
Sevgili’ye kavuşmanın doyumsuz hayalleri vardır. Bu vuslatın anlatılamaz
zevkini tadan âşık, artık zaman ve mekanın fizikî şartlarına bağlı değildir.
İşte bu Allah aşkıyla oluşan cezbe hali, “ikiz ruhlar” olan Mevlânâ ve Şems’i
kendi varlıklarından koparmış, görünmeyen âlemin sonsuzluğuna daldırmıştır.
Semâ: Tefekkür, Tezekkür ve Vuslat
Feleklerin her zerresinin güneş
etrafında ilâhî bir vecdle dönüşü gibi, Mevlânâ ve Şems de benliklerinden ve
bedenlerinden sıyrılıp semâ’ya dahil olmuşlar; yalnız Allah’ı zikredip O’nu
tefekkür etmişlerdir.
Tefekkür ve tezekkür hâlesiyle
ulaşılan buluşma ve vuslat, semâ için var olmanın anlamını aksettirir. Sevgili,
gönüllerdeki aşka talip ve bunun sonucunda buluşmaya aday ise, aradığını
semâ’nın halkasında bulacaktır.
Müzik, Gönlün Oynaşı; Semâ, Aşkın
Vecdi
Âşıkı, maşukuyla birleştiren
semâ’yı, müzik ile birlikte ele almak gerekir. Zirâ semâ, müzik ile birlikte
icra edilir ve müzik, semânın ayrılmaz bir parçasıdır. Mevlânâ, coşkun aşkını,
müzik ve semâ ile anlatır. Müzik, aşkla dolup taşan gönlün oynaşı, semâ bu
aşkın vecdi ve fiiliyata geçmiş şeklidir. Şiirse aşkın dili, gönül kandilinin
yakıtıdır. Bu üç unsur, yani müzik, şiir ve semâ bir oldu mu, bir aşk
çağlayanı olu(şu)r.
Semâ esnasında kudümler,
katılanların nabzını ritmik bir şekilde yavaş yavaş hızlandırır. Ondan sonra
semâ nabzın atışıyla kudüme vurulan darbelerin sesi aynîleşir. Semâ edenler,
kendilerinden geçerler, varlıklarından sıyrılırlar. Onlar için dönüşlerde
yönler kaybolur ve yok olur. Bunun sonucunda insan, mekân âleminden mekânsızlık
âlemine ulaşır; artık en, boy ve vecdin anlatıl(a)maz kıvamını elde eder ve o
anın lezzetini doya doya tadar.
Semâ’daki dönme ve devir ile
müziğin nağmeleri birbirine karışır, her ani dönüşte (çark atışta), dile
getirilen “Allah” lafzı bütün varlığıyla gönlü bir ağ gibi sarmalar, kuşatır.
Derviş erir, saflaşır, şeffaflaşır; Nurların Nur’una yükselen bir nur hâlesine
dönüşür. İcra edilen mûsikî melodilerinin gönlü harekete geçiren etkisi,
bedenin dönme refleksleriyle, o da gönülden fışkıran ve tekrar gönülden dökülen
zikir ve fikir coşkusuyla birleşir, hemhal olur, kaynar ve kaynaşır. Bu aşk ve
zevk anaforuna kapılan semâzen benliğinden geçer, hâle hâle semâlara
kanatlanır. Müziğin cezbesi, semâ’yı öylesine etkili bir vecd atmosferi
içerisine çeker ki, semâzen gönlündeki kandilleri tutuşturur, ışık ışık yanar
ve her tarafına nurlar saçarak döne döne aşkın alana doğru yönelir, semâları
aydınlatır.
Müziğin coşkusu, semâ’yı aşk ve vecde
ulaştırır, gönüllerden kelimelere dökülen zikrullah kapalı sırlı kapıları
açar, akan ilâhî feyz çoşar, taşar, yanar, yakar; bütün cemâllerin bulunduğu
yerin manevî burçlarından yükselen görülmez, basamaksız merdivenlerle semâlara
yükselen âşık, mekansızlık âleminin güzelliklerinden kaybolur ve orada semâ’ya
devam eder. Semâzenin özünü oluşturan tevhid de semâ’ya başlar. Böylesi bir
deverân, bitmeyen senfonin sona ermeyen semâ’sıdır.
Semâ, öyle bir aşklar/âşıklar
meclisidir ki, orada şiir ve söz, gerçek manayı ve ebedî sırrı ifade gücünde
değildir. Gaye, ancak rebâbın dilinde, kudümün sesinde, neyin ahenginde ve
mutriblerin maharetinde duyulabilir.
Şu halde, semâ’ya hayat ve hareket
veren de müziktir. “Büyük insan” olarak kabul edilen âlem ve onun en küçük
parçası olan atomun hareketlerini sembolize eden semâ, “küçük âlem” olarak da
bilinen insanın görünen âlemden, mekânsızlık mekânına taşıyan bir ruh
sıçramasıdır.
Görünmeyen Âlemin Kapılarını Açan
Raks
Semâ, aşkla, şevkle ve heyecanla yapıldığında
mânâ âleminin giriş kapıları açılır. Rabb katında değer kazanır. Canla ve
gönülle katılınan semâ’lar, can sahiplerini yerinden oynattığı gibi, cansız
zerreleri bile tazyike getirir. O zerreler ki, bütün kainatı raksın içine dahil
eder. Aşkın lezzetinden ve hazzından kaybolan can için, bütün âlemleri yaratan
Hallâk’ı temaşâ etmek nihaî amaçtır, gayedir, hedeftir.
Celâleddin Rumî’de ilâhî aşkla
dile gelen coşkun gazeller, harekete geçen semâ raksları, dinamik bir ruhun
kendiliğinden bir yansımasıdır. Mevlânâ’yı vecde ulaştıran, bu âlemden alıp
ötelerin ötesi âleme götüren semâ’dır. Bundan dolayı semâ, Mevlânâ için
yemekten ve içmekten daha önemlidir. Nitekim o, semâ’ya başlandığı zaman her
şeyi unuturdu.
Bu anlamda Mevlânâ yolunun en
gözde özelliklerinden biri olan semâ, bütün kainatı kucaklayan kutsal bir âyin
ve zikirdir. Mevlânâ, semâ’nın usûl ve kaidelerini belirleyip belli bir düzene
koymuş ve kurumsallaştırmıştır. Mevlânâ’nın içinde bulunduğu semâ, nihayetinde
zikirdir ve içinde Âşıkların Sultanı’na dua ve selam vardır. Dolayısıyla semâ
danstan öte bir şey, bir tür kulluktur, yakarıştır. Onda müzik, raks ve zikir
mükemmel bir şekilde harmanlanmıştır.
Mevlânâ’nın gözünde hakikî semâ
eri, zikir meclisinde sarhoş olandır. Bütün benliğinden sıyrılamayanın semâ’da
yeri yoktur. Semâ, ruhanî ve nuranî bir zevk halinin tasviridir. Semâ coşkunluğunu
yaşayan sûfi, sarhoş olmaya ve görünmeyen âlemin kapılarını aralamaya ve
üzerine kapanan perdeleri açmaya namzettir.
Varlığını, benliğini, hâsılı,
dünyevî yüklerini boşaltan ve atan kişi, semâ’da varlık gösterebilir, ona dahil
olabilir ve mertebe kat edebilir. Aksi taktirde, şehvet ve ihtiraslarının
bendesi olanın bu meydanda hissettirebileceği bir vasıf yoktur. Hak erleri ve
erenleri, semâ’da nefislerini ve ruhlarını tımar ederler ve onarırlar. Bu hale
ulaşma, gönül âşıklarının ızdırabını dindirir, ruhlarını dingin bir ahvâl
içinde sükunete kavuşturur.
Semâ’nın hikmeti “küçük âlem”
denilen insanla sınırlandırılamayacak kadar geniş ve kapsamlıdır. Bu zikir ve
tefekkür halesi/şulesi aynı zamanda “büyük insan” denilen kainatı da
simgelemektedir.
Semâ, Mevlânâ için, varlığından,
benliğinden, hâsılı tüm zahirî kayıt ve takıntılardan azâd olma halidir. Zira
o, her ne zaman semâ’nın coşkunluğuna dalsa, hakikât âleminin sâkinleri
arasında, fâniliğini unutup kaybolmaktadır.
Semâ, Mevlânâ’nın nezdinde,
toplumdan uzaklaşıp sadece kendi benliğiyle baş başa kalma hali değildir.
Semâ’da, vaaz, dua, nasihat ve yakarış birbirinin içerisine girift bir halde
karışıp harmanlanır.
Nihayetinde bunların tümü, Hakk’a
ubudiyetin birer yansımalarıdır. Ubudiyette aşk, heyecan ve ihlas vardır.
Semâ’da da aynı duygu ve lezzetler mevcuttur. Semâ meydanı, âşıkların ve gönül
erbâbının meydanıdır. Bu mütevazi alanda, madde, beden ve cisim ölçülerini
kaybeder. Tek kıstas ve kriter vardır ki, o da hâlis kalp ve ruh güzelliğidir/safiyetidir.
Nihayetinde hakikat ve gönül
meydanı olan semâ, görünen ve görünmeyen âlemlerin arasında bir bağdır. O, her
iki âlemin de neşesidir, heyecanıdır, gıdasıdır, güç ve kudretidir.
Zâhir ve bâtın arasındaki setleri
yıkan ve setreleri kaldıran Mevlânâ yolunun belirgin enstrümanları, def, neyin
ve semâ yapan semâzenlerin hareketlerinin belirli ve özel mistik anlamları
vardır. Bu çerçevede, Mevlânâ, dönme fikrini öne çıkarmıştır. Mevlevî semâsının
ilham verdiği şekilde dönen menziller ve gezegenler, değirmen taşı ve çarkına
ait mükemmel bir sembolizmi yansıtmaktadır.
Mevlânâ’nın tefekkür dünyasında,
semâ, kâinatın gerçek dansıdır. Yine onun için semâ, atomların ve gezegenlerin
baş döndürücü dönüşünü yansıtan ayindir. Mevlânâ’nın semâ’sı, atomun ve evrenin
yapısını birlikte sembolleştirir. Onda bir çok fizik ve fizikötesi hakikatler karşılığını
bulmaktadır. Semâ, bir anlamda âlemin fizikî yapısını simgeler; bununla
birlikte bir bütün olarak âlemin fizikî yapısıyla, onun en küçük parçası olan
atomların arasındaki denge, uyum ve benzerliğini sergiler. Böylece Mevlânâ
semâ’sı, âlemin ve atomun yapısını aynı anda ve birbiriyle paralel olarak
yansıtmaktadır. Vecd ve cezbe halinde Mevlânâ, âlemin ve atomun hakikatine
vâkıf olduktan sonra, buna uygun olarak semâ’ya başlamış ve bu yapıyı da
semâ’ya uyarlamış ve uygulamıştır.
Aşkın (ilahî) raksla birlikte
zerreler/atomlar, aynı hedefe doğru bir hareket içine girerler. Böylece ferdî
akış mecrasından alınırlar. Güneşin çekim gücüyle şekillenmiş ve canlanmış yeni
bir birliğin/ tevhidin merkezi çemberinde dairevî halkaya müdahil olurlar. Çünkü
fenomenler çelişkili görünseler de, hayat akışları farklı olarak gerçekleşir.
İlahî aşk, her dâim ana merkezdedir; var edilmiş her varlık, kozmik sistemin
sınırlarını aşamaz ve çiğneyemez.
Gökler âleminin bir sembolü olan
Mevlevî semâ’sında; ortada bir semâzenbaşı, onun çevresinde dairesel olarak
dönen semâzenler bulunmaktadır. Merkezdeki semâzenbaşı, hem güneşi hem de
atomun çekirdeğini (nötron ve protonları) simgelemekte, onun etrafındakiler
dönen gezegenleri ( ve atom çekirdeği etrafında dönen elektronları) sembolize
etmektedir.
Hasılı, Mevlânâ ve Şems’in gönül
dünyasında semâ, âşıkı halk içinde Hakk’a/Sevgili’ye ulaştıran ve O’nda
Vahdet’i buldurup, Tevhid’i yaşatan bir deverândır. O Sevgili’ye ulaşmayı arzu
edeni ve O’na iştiyak duyanı, maddî kayıt ve takıntılardan azâd edip, Tevhid
girdabında kaybettiren/yok ettiren bir yakarıştır, bir çırpınıştır.
Kaynak:
Doç. Dr. Bayram Ali ÇETİNKAYA, Yitik Bilgi ve Hikmet, (Kimliğini / Sahibini
Arayan Medeniyet) Kasım 2007-Ankara
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar