Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] ELLİ SEKİZİNCİ KISMI

Bunlarada Bakarsınız

 



Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

FASIL İÇİNDE VASIL

Kuşku Günü Orucu

Tirmizi, Ammar b. Yasir’in şöyle dediğini aktarır: ‘Kuşkuya kapıl­dığı günde oruç tutan kimse, hiç kuşkusuz, Ebu’l-Kasım’a karşı gelmiş­tir.’ Tirmizi, bu hadisin hasen-sahih hadis olduğunu söylemiştir. Bil­ginlerin çoğunluğu, kuşku gününü Ramazan’ın bir parçası olarak tut­manın haramhğmda görüş birliğine varmışken onun gönüllü oruç diye tutulup tutulamayacağı hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bir kısmı bunu mekruh' sayarken bir kısmı caiz saymıştır. Bana göre Ammar’ın hadisi, nas olmadığı gibi aynı zamanda Peygamber’e ulaşan bir hadis de değildir. Aksine bu hadis, Ammar’ın kendi görüşü olabile­ceği gibi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen bir. rivayet de olabilir. Bir kısmı ise, şöyle düşünmüştür: Bir insan bu günü Ramazan orucu diye tutar, son­ra da Ramazan günü olduğunu kesin olarak öğrenirse, oruç tutmuş olur.

VASIL

Bâtınî Yorum

Bir tercihte bulunmaksızın, iki şey (veya durum) arasında kalmak anlamına gelen kuşku, Hakkın görmesi ve duyması (gücü) olan kulun durumuna benzer. Hakk birinin ise; onun Hakk olduğu söylenir. Duy­manın kula nispet edilmesini dikkate alan kimse ise, onun kul olduğu­nu söyler. Burada, değerlendirmelerden birini diğerine üstün kılacak bir durum da yoktur ve bu nedenle her ikisi de anlamsız Hakk gelir. On­lar düştüğünde ise, asıl hükmü üzerinde kalır. Asıl ise kulun ve Rabbin varlığıdır. Bu ise, bir açıdan, dini ve teorik balcımdan asildir.

Bu asıldan önce dikkate alınan -ki bu asıl onun ayrıntısıdıraslın aslı ise, kulun hakikatinde Rabbin varlığıdır. Bu da bir açıdan keşf ve şeriat kaynaklı asılların aslıdır. Bu konuda sana göre güçlenen inancına göre hareket etmelisin! Senin meşrebin her neyse, onun sınırında dur ki, o konuyla ilgili doğru yorum açık seçik şekilde ortaya çıksın. Böyle bir durumda ise, keşf ve vecd ehli olursun.

FASIL İÇİNDE VASIL

Gönüllü Oruçta İftarın Hükmü

Bazı bilginler, gönüllü oruca başlayıp bir mazeret nedeniyle oru­cunu bozan kimsenin kaza etmek zorunda olmadığıyla ilgili bir görüş birliğinden söz etmiştir. Bir mazeret olmaksızın kasıtla orucu bozanın durumu hakkında ise görüş ayrılığına düşülmüştür. Bir kısmına göre kaza etmek gerekirken bir kısmına göre ise kaza etmesi gerekmez.

VASIL

Bâtınî Yorum

İnsan gönüllü kulluğu yerine getireceği bir ibadete başladığında, kendisini kulluğa mecbur etmiştir. Çünkü bu mecbur edişte kul kendi aslma dönmüştür. Öyleyse onun bu esnadaki durumu, zorunlu kulluk­tur. Bu kez farzda kendisine gereken şey gönüllü ibadette de kendisine gerekir. Hakkın bu ibadette kulu serbest bırakmasını dikkate alan kim­se, bu fiilde kulun hükmünün ondan kalkmayacağını söyler. Çünkü o, seçimi zorunluluk yerine yerleştirmesi bakımından Hakk ile didişmeye sevk etmiş, zorunlu ibadete gönüllü ibadet muamelesi yapmıştır. Diler­se gönüllü olarak kaza eder, dilerse kaza etmez.

Bu meselenin bâtmî yorumu hakkmda söz uzar. Bu kitapta bu öl­çüde açıklama yeterlidir. Çünkü yükümlülük, ister zorunlu ister gönül­lü olsun, kulun varlığını ispat eder.

FASIL İÇİNDE VASIL

Unutarak Oruç Bozan Nafile Oruçlu

Bilginler, bu kişi hakkmda görüş ayrılığına düşmüştür. Bir grup kaza etmesi gerektiğini ileri sürmüşken başka bir grup ise kaza etmesi gerekmediğini ileri sürmüştür. Bana göre ise, bu konuda hadis bulun­duğu için kaza etmesi gerekir.

VASIL

Bâtınî Yorum

Unutan, bir şeyi seçtikten sonra seçtiği şeyi yapmayı bırakan kimse demektir. Unutma heva ve hevesle ilgilenmekten kaynaklanırsa, kaza etmek gerekir; unutmanın nedeni İlâhî bir isim veya hal veya makam ile ilgilenmek ise, kaza etmek gerekir. Burada kaza, gönüllü yaptığı şe­ye göre onun üzerinde hüküm vermek demektir.

Aşure Günü Orucu

Bilginler hangi günün yasaklandığı hakkında görüş ayrılığına düş­müştür. Bir kısmına göre onuncu gündür ki, bu doğru görüştür. Ben de bu görüşteyim. Bir görüşe göre ise, dokuzuncu göndür.

VASIL

Bâtınî Yorum

Burada, el-Evvel ve el-Ahir isminin hükümleri vardır. Kendi zatı­nın birliğinde yerleştirilen kimse, onuncu günü tutar. Çünkü on, ba­samaklı sayıların ilkidir. el-Ahir isminin makamına yerleştirilen kimse ise, tek sayıların sonuncusu olan dokuzuncu gün oruç tutar. Aşure orucu teşvik edilmiş bir oruçtur. Farz olup olmadığı hakkında görüş ayrılığı bir yana, Ramazan orucundan daha önce farz kılınmıştı. Bu ^nedenle Aşure orucu vaciplik konumu kazandığı gibi hükmü de vacip orucun hükmüdür. Aşure orucunu tutan kimse, bir yandan farz (iba­detlerin sonucu olan) yakınlık ile nafile yakınlığı gerçekleşir. Aynı za­manda, bu makam sahibi de iki müşahede sahibi ve tecelli haline gelir. Bu ikisini, Aşure günü orucunu tutan kimse olması bakımından onları zevk yoluyla bilen kişi bilebilir.

VASIL

Aşure Günü Orucunun Fazileti

Müslim, Ebu Katade’nin Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Aşure günü orucu hakkında şöyle dediğini aktarır: ‘Aşure’nin bir önceki senenin kefareti


olacağını Allah Teâlâ’dan Umarım.’ Aşure gününün gücündeki hareket, her birinde kendisine yakışan oruç ibadet yerine getirildiğinde, bütün se­nenin günlerine denk olmuştur. Aşure günü, önceki sene tutulan bü­tün oruçları yüklenmiştir. Bu nedenle (bu günü tutabilen kimse) fazi­letli gece ve günler içinde yapılan hiçbir hata nedeniyle cezalandırıl­maz. Bununla birlikte Ramazan olduğu kadar Arife günü, kadir gecesi ve Cuma günü bu günden daha faziletlidir.

,, (Kendisinden faziletli günler karşısında) Aşure günü, kendisinden daha üstün bir insana namaz kıldıran imama benzer. Örnek olarak, üs,'tünlüğü kesin olan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme namaz kıldırışında (sahabeden) İbn Avf 1 verebiliriz. Böyle bir imam, (imamlık yaptığı insan) üstün ol­sa bile, cemaatin unutmasını yüklenir. Öyleyse Aşure günü orucunun bütün senenin günlerinde işlenmiş günahları taşıması yadırganamaz. İşi müşahede ettiğinde veya keşf sahibi olduğunda, söylediğimizin doğruluğunu görürsün.

Şari (Peygamber’in) ve arifin ‘Allah Teâlâ’dan umarım.’ demesi, Allah Teâlâ’ya duyulan hüsnü zandan kaynaklanır. Bu ifade, Allah Teâlâ karşısında söylenen bir saygı ifadesidir. Bununla beraber o, Allah Teâlâ’nın günahı örteceği hak­kında bir bilgiye de sahiptir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Umulur ki Allah Teâlâ, onlarm tövbelerini kabul eder.,13S Ayette geciktirme ifadesi gelse bile, Allah Teâlâ kul­larında neyi uygulayacağını bilir. Bu nitelik, yaratılmışa daha layıktır, çünkü o, Allah Teâlâ onu bildirmese bile gerçek anlamda kula aittir. Allah Teâlâ bildirdiğinde ise, Allah Teâlâ karşısındaki saygının gereği olarak asıl üzerinde kalır. Dikkat ediniz! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kesin olarak öleceği halde, Allah Teâlâ onun hakkında şöyle der: ‘Sen de ölümlüsün, onlar da ölümlüdür,’139 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Baki mezarlığına geldiğinde, (Allah Teâlâ dilerse şeklinde bir) is­tisnada bulunarak, kabirler üzerinde durmuş, onlara selam vermiş ve şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ izin verirse, biz de size katılacağız.’ Peygamber burada kesin olan bir konuda istisnada bulunmuştur. İstisnanın iman­da veya ölümde olması birdir, çünkü her ikisi de Peygamber için ke­sindir. Öyleyse bu ifadeyi kullanmak, Allah Teâlâ’ya karşı bir saygıdır. Çünkü Allah Teâlâ ona şöyle emretmiştir: ‘Allah Teâlâ dilemedikçe' demeden yarın bir şeyi yapacağım deme.’140 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, (bir şeyi yapmak anlamı taşıyan) ‘katılacağız’ sözünü kullanınca, Allah Teâlâ emrine uymak üzere istisna (di­lerse) ifadesini kullandı.

Geceden Niyetlenmeksizin Bu Orucu Tutmak

Biıhari, Seleme b. Ekva’nm şöyle dediğini aktarır: (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Eşlem (kabilesinden) birine insanlara şöyle nida etmesini emretti: ‘Kim yemek yemişse, günün kalanını tamamlasın. Yememiş olan ise, oruç tutsun. Çünkü bugün Aşure günüdür.’ Öyleyse Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem (Aşure orucuna) geceden niyetlenmemiş bir insanın durumu ile Ramazan’ın ilk günü geceden oruca niyetlenmeyen ve yiyenin durumuyla bir saydı. O günün Ramazan günü olduğunu öğrenen bu kişiye yemek yememesi ve kaza etmesi emredilmiştir. Hadis, güvenilir bir hadistir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Günün kalan kısmını tamamlasın.’ Onu ‘oruçlu’ diye isimlendirmedi.

Ebu Davud’un Abdurrahman b. Seleme’den, Seleme’nin de amca­sından aktardığı şu hadis de Buhari’nin hadisini destekler: ‘Eşlem (ka­bilesi) Peygambere geldiğinde, Peygamber onlara şöyle sormuş: ‘Bu gününüzü oruçlu geçirdiniz herhalde?’ Onlar ‘hayır’ diye cevap verince, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Öyleyse günün kalan kısmını tamamlayın ve kaza edi­niz’ demiştir. Bilginler bu hadisi güvenilir hadise katmamıştır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Böylelikle, kendisinde fazileti kullara yükselen Allah Teâlâ’nın sırrı bulunan bu günün saygınlığını dikkate almıştır. Burada, oruçlu olunmasa bile, yemek ve içmekten uzak durmanın fazileti de or­taya çıkar. Bu ise, sûfılerin sözlerinde işaret ettiği açlıktır. Ben de bu konuda şu dizeleri söyledim:

Aç kalırım, oruç tutmam

Çünkü nefsim orucun sevabında benimle didişir

Onun bu küçük ücreti olmasaydı, derdi ki

Orucu tutmak ve yerine getirmek farzdır.

Çünkü kul Allah Teâlâ’nın kuludur, asla olamaz!

Gerçekte bir kimsenin hedefi!


Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu orucu kaza etmeyi emrettiğine göre, günü ka­çırıldığında (kaza edilen) belirli adağa değil Ramazan’a benzetmesi güçlenir. Adale orucu, sahibi geceden niyetlenmediğinde günün kalan kısmını tutmuş olsa bile, kaza edilmez. Peygamber ise, bize onu tut­mayı emretmiş ve teşvik etmiştir. Aynı zamanda Peygamber bize Ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristiyanlara aykırı davranmayı da emretti. Bu­rada ayları davranmanın konusu, Allah Teâlâ’nın kendilerine izin vermediği konularda onların yaptıkları, değiştirdikleri ve yasa haline getirdikleri hususlarla ilgilidir. Biz Peygamberlerinin onlar adına yasa yaptığı şey­ler ile kendilerinin yasa yaptıklarını ayırt edemeyiz. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, onlara karşı çıkmayı bize emretti. Bunun istisnası ise, biz­zat Peygamberimizin onların şeriadarından onayladığı ve kesin bir şe­kilde bize bildirdiği hususlardır. Böyle hükümlere örnek olarak, dul zâninin recmedilmesini ve unuttuktan sonra hatırlayanın namazını kılmasını örnek olarak verebiliriz. Aşure orucu belirlendiğinde, onu da öğrenmiş olduk.

Allah Teâlâ Peygamberleri hakkında şöyle der: ‘Onlar Allah Teâlâ’nın hidayet et­tiği ve rehberliklerine uyulan kimselerdir.’'41 Başka bir ayette ise ‘Nuh’a vasiyet ettiği şeyi sizin için (de) uygun gördü142 buyurur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise şöyle buyurur: ‘Biz Musa’ya sizden daha yalanız.’ ‘Biz’ derken, ken­disini ve ümmetini kast etmiştir. Böylelikle Yahudilerden Musa’ya daha yakın olduk, çünkü onlar, Musa’nm getirdiği her şeye iman etmemiş­tir. İnansalardı, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e ve getirdiği kitaba da inanırlardı. Bize ise, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme ve kendisine indirilene inanmamız emredil­di. Sonra, Hakk da bunu bizden bildirmiştir Ki O’nun haberi doğrudur. Öyleyse Muhammed ümmeti içinde kitabın bir kısmına inanıp bir kıs­mına inanmayan kimse bulunamaz. Bu da, (Haktan Müslümanlara dönük) ilâhî bir inayettir. Çünkü Allah Teâlâ, bizim böyle bir durumdan ko­runduğumuzu bildirmiştir ki, bu da bizim adımıza bir müjdedir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Peygamber kendisine indirilene inandı, müminler de inandı, hepsi Allah Teâlâ’ya, peygamberlerine, kitaplarına inandı. Peygamberlerden hiç bi­rini ayırt etmeyiz.’143

Musa’nm getirdiği hükümlerden birisi, Aşure günüdür. Biz de ona inandık ve Peygamberin emriyle tıpkı Musa’nın farz olarak tutması gi­bi bir farz olarak onu tuttuk, halbuki o bizde bir farz değildi. Sonra, bize Ramazan’ı farz kıldı ve Aşure gününde serbest bırakıldık. Bu ne­denle biz, önceliklilik yoluyla onu tutar ve farz ve nafile sevabını Mu­sa’nın inananlarına ilave bir derece olarak birleştiririz. Peygamber, bize Yahudilere karşı çıkmayı emrettiği gibi, Aşure’den önceki dokuzuncu ve on birinci gün de oruç tutmayı emretmiş ve şöyle demiştir: ‘Aşure gününü oruç tutunuz ve bu konuda Yahudilere muhalefet ediniz. On­dan önce ve sonra da birer gün oruç tutunuz.’ Halbuki Peygamber, Musa’ya karşı çıkın demedi, çünkü Allah Teâlâ bizi Peygamberlere karşı çık­maktan korudu. Bunun yerine Allah Teâlâ, onların bazı hükümlerini bizden düşürdüğü gibi bizim adımıza hüküm yaptığı bazı şeyleri de (sonra­dan) düşürdü. Biz bütün şeriatlardaki hükmü kalkmış ve kalan her şeyi inanırız. Bir şeye inanmak, yapmayla ilgili bir emir olmadığı sürece, onu yapmayı gerektirmez. Yahudilerden farklı davranmamız bu ölçüy­le sınırlıdır.

Bu nedenle bilginlerimiz, Aşure’nin Muharrem’in dokuzuncu gü­nü olduğunu zannetti. Halbuki onun onuncu gün olduğu görüşümüzü desteldeyen hususları aktardık. Bu rivayet, Ebu Ahmed b. Ali elCürcanî’nin İbn Huyey’den, onun Davud b. Ali’den, onun babasından, onun dedesinden aktardığı hadistir. Hadiste Peygamber şöyle der: ‘Ge­lecek seneye ulaşırsam, bir gün öncesinde ve sonrasında oruç tutaca­ğım.’ İkinci hadisi ise Müslim, Hakem el-A’rac’tan aktarır. Şöyle der: ‘Örtüsünü zemzeme daldırmış iken İbn Abbas’a gittim ve kendisine şöyle dedim: ‘Aşure günü orucu hakkında beni bilgilendir!’ O da şöyle dedi: ‘Ey Adam! Muharrem hilalini görünce sekiz gün say, dokuzuncu günü oruçlu geçir.’ Ben de ‘Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem böyle mi tutardı?’ diye sordum. İbn Abbas ‘Evet’ diye cevap verdi. Yani gelecek seneye kadar yaşasaydı, böyle tutacaktı. Söylediğimiz hususu, Müslim’in İbn Abbas’tan aktardığı şu hadis de destekler: ‘Peygamber Aşure günü oruç tutup tutmayı emrettiğinde, kendisine şöyle denilmişti: ‘Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi! Bu gün Yahudi ve Hristiyanların saygı gösterdiği bir gündür.’ Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Gelecek yıl geldiğinde, Allah Teâlâ izin verirse, dokuzuncu gün de tutarız’ demiştir. Sonra şöyle demiştir: ‘Gelecek yıl gelmeden Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem vefat etmişti.’ Dolayısıyla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem -şayet tutsaydıdokuzuncu günü Aşure olarak tutmayacak­tı. Aşure gününün ise Muharrem’in onuncu günü olduğu kesinleşmiş­tir. Öyleyse bu kanıtlar ortadayken dokuzuncu gün Aşure’dir denile­mez.   .

Dokuzuncu ve onuncu gün orucunun hikmetini, bu bölümde elEvvel ve el-Ahir isimlerinde açıkladık. Aynı şekilde, Aşure’den sonra gelen günün orucu hakkında da benzer şeyleri söyledik. Böylece bu konuda yaptığımız açıklamalardaki uygunluk öğrenilir. On birinci gün Aşure orucuna katıldığı gibi el-Ahir ismi de el-Evvel' ismine katılır. Çünkü on basamaklı sayıların, on bir ise bileşik sayıların ilkidir. Başka bir ifadeyle ondan sonraki ilk bileşik sayı on birdir. Şari’nin Aşure’nin öncesi ve sonrasındaki günü oruçla geçirmeyle ilgili emrindeki hikme­tine balcınız! Böylece Yahudiler ‘Aşure orucu bizim adımıza belirlen­miştir’ diyemez. Çünkü farzlarda böyle şeyler nahoş karşılanır. Fakat insan sürekli yaptığı bir amelde ise, bir engelleme olmadıkça, bunun bir önemi yoktur. İnsan (Ramazan gelmezden devam ettiği) bir oruç olmadıkça, Ramazan’ı kaşıdı olarak bir veya iki gün öne almamız bize yasaklanmıştır. Ramazan orucu başka bir oruca bitişmesin diye, Ra­mazan bayramı orucunun yasaklanması da hikmetin gereğidir. Böylece Allah Teâlâ, farzı nafile ibadetten ayırır. Cuma gününün yorumu ise daha farklıdır. Allah Teâlâ izin verirse, onun orucundan bu bölüm içinde daha sonra söz edeceğiz.                                                                                           ,

FASIL İÇİNDE VASIL

Arife Günü Orucu

Bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Arife günü orucu hakkında şöyle dediği aktarılır: ‘Allah Teâlâ’nın (bu orucu) geçen senenin ve bir sonraki sene­nin günahlarına kefaret yapacağını umarım.’ Hadisi Müslim, Ebu Katade’den aktarmıştır. Bu günü tutan kimse, ‘Allah Teâlâ senin geçmiş ve ge­lecek günahlarını bağışlamak ister’144 ayetinde peygambere ihsan edilen iyilikten büyüle bir pay elde eder. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bütün ömrünü hüküm bakımından Arife gününü oruçlu geçiren kimse gibi geçirmiştir.

Şari, marifet -ki bilgi (ilim) demektirisminin üstünlüğü nedeniyle bu güne (aynı kökten türetilmiş) Arife adını vermiştir. Marifet, Pey­gamberimizin vahyinin kendisiyle indiği Arap dilinde tek bir meful alır. Dolayısıyla o, birlik özelliğine sahiptir. Bu yönüyle marifet, Allah Teâlâ’nın kendisiyle bilgiyi isimlendirdiği değerli bir isimdir. Marifet, ehadiyeti (mutlak birlik) bilmektir. İlim ise, bazen mutlak birlik ile il­gili olabileceği gibi -marifetten farklı olarakbazen onunla ilgili olma­yabilir. Kuşkusuz ki, iki lafız, kendisi için konuldukları anlama göre farklılaşmıştır. Bu bağlamda, dil bilginlerinin aktardığı gibi, ilim bazen dilde işlevi bakımından marifetin yerini alabilir. Dilciler bu konuda ‘Siz onları bilmezsiniz, Allah Teâlâ onları bilir145 ayetinden kanıt getirmiştir. Ayetin tevili, ‘siz onları tanıyamazsınız’ (marifet) demektir. Böylelikle ilim ke­limesi vekalet yoluyla tek bir meful almıştır. Marifet ise, ancak mutlak birlikte etki sahibidir. Dilciler, bizim bildiğimiz şeyden habersizdir. Çünkü ilim de mutlak birliği konu edinir. Zaten marifet de bu sayede ilmin isimlerinden biri olabilmiştir. İlim bu noktada asildir, çünkü o Allah Teâlâ’nın bir niteliğidir. Marifet ise, Allah Teâlâ’nın bir niteliği değildir. Marife­ti ve ilmi tek bir tanım birleştirse bile, bize göre şeriatta Allah Teâlâ’nın bu ke­limeden gelen bir ismi de yoktur. Fakat marifet, daha önce belirttiği­miz gibi, ilmin isimlerinden biridir. Arif ise, bize göre, mutlak birliği bilenlerin ismidir.

İlmin de tıpkı marifet gibi mutlak birliği konu-edindiğini söyledik. Bu sayede de ilmi marifet diye isimlendirdik. Söz gelişi ‘Zeyd’i ayakta dururken bildim’ dediğimde, burada Zeyd’in kendisini anlatmak iste­mediğimiz gibi onun bizzat ayakta duruşunu da söylemek istemeyiz. Anlatmak istediğimiz, ayakta durmanın Zeyd ile ilişkisidir. Bu ise, be­lirli tek bir nispet olduğu gibi, tek bir konudur. Zeyd’in kendisini yal­nız olarak marifet ile bildiğimiz gibi ayakta durmayı da marifet vasıta­sıyla bildik. Bu durumda ‘Zeyd’i ârif oldum’ ve ‘Ayakta durmayı ârif oldum’ deriz. Nahivciler buna dikkat etmemişlerdir. Onlar, ayakta durmanın Zeyd ile ilişkisine yönelen ilmin Zeyd ve ayakta durmaya ili­şen bilgiyle aynı olduğunu zannetmiştir ki, bu bir yanılgıdır. Çünkü daha önce Zeyd ve ayakta durmak insan tarafından biliniyor olmasay­dı, bilinmeyen bir şeyin bilinmeyen biriyle ilişkilendirilmesi doğru ol­mazdı. Böyle bir durumda insan, nispet ettiği şeyin doğru olup olma­dığım bilemez. Bu tarz bir bilgi, anlamların ölçülerini bilenlere (man­tıkçılara) göre ‘tasavvur’ diye isimlendirilir. Başka bir ifadeyle bu bilgi, terimleri bilmektir. Tasdik ise, bileşikleri (önerme) bilmektir. Tasdik, bir şey ile diğerinden haber vermek üzere bir terimi başka, bir terime yüklemek demektir. Nahivcilere göre ‘Mübteda ve haber’ olan bu iki şey, başkalarına göre ‘mevzu ve mahmuldür (yüklem).’            1

Tekrar konumuza dönersek, şöyle deriz:. Arife gününün değerini isminden öğrendik. Çünkü marifet, mutlak birlikle ilişkili olarak tespit edilmiş bir kelimedir. ‘Kuşkusuz Allah Teâlâ bir ilahtır.’ Mutlak birlik, bütün nitelikleri içinde Bir’in en değerli niteliğidir. Bu bağlamda mutlak bir­lik, bütün varlıklara yayılmıştır. Mutlak birlik bütün varlıklara yayılmış olmasaydı, Hakkın mutlak birliğinin bilinmesi mümkün olmazdı. Her­kes Hakkı kendisinden bilir. Hakkın mutlak birliğine bir şeyin kendi­sinden başka bir delil yoktur. ‘Nefsini bilen Rabbini bilir.’ Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem böyle buyurmuştur: ‘Ebu’l-Utahiyye şöyle demiştir:

Her şeyde bir ayet vardır O’nun bir olduğunu gösterir

Bir şeydeki ayet, söz konusu şeyin mutlak birliğidir. Bu birlik, bir şeyin kendi benzerlerinden ayrışmasını sağlayan özelliktir. Öyleyse mutlak birlik, kadim veya zaman içinde yaratılmış, var olan ve (göreli) olmayan her şeye yayılmıştır. Söz konusu birlik her şeye son derece açık bir şekilde yayılmış ve işlemiş olduğu için, kimse bu yayılışın far­kına varamaz. Bu durum, keşf ve iman sahiplerine göre, hayatın du­rumuna benzer. Çünkü hayat da her şeye yayılmıştır. Burada her şey, hayvanlar gibi canlılığı gözüken şeyler olabileceği gibi bitki ve donuk şeyler gibi canlılığının gizli kaldığı şeyler de olabilir. Öyleyse Allah Teâlâ tar­tışmasız hayat sahibidir. Allah Teâlâ’dan başka her şey, Allah Teâlâ’nın hamdini tes­pih eder. Ancak O’nun övgüsünü bilen kimse tespih edebilir. Bilgin olmanın şartı ise, hayat sahibi olmaktır. Öyleyse her şeyin canlı olması zorunludur.

Mutlak birlik marifetin konusudur ve mutlak birlik ise, zatında Allah Teâlâ’ya özgüdür. Bu nedenle Arife’nin dışındaki günlere göre Arife günü oruç tutmayı üstün tuttuk. Arife’de olsak bile, orucun bize değil, Allah Teâlâ’ya ait olduğunu anladık. Bu nedenle, Arife’yi görmek için, iftarını orucuna üstün tuttuk. Anla!

Öyleyse oruç gerçekte Allah Teâlâ’ya ait olduğu gibi mutlak birlik de ger­çekte Allah Teâlâ’ya aittir. Böylelikle oruç ile Arife günü arasında karşılıklı iliş­ki ortaya çıkmıştır. Çünkü her birisi benzersizdir. Çünkü Arife’nin orucu kendisinden sonraki günlerde olduğu gibi kendisinden önceki günlerde de etkindir. Diğer günler için böyle bir özellik yoktur. Çünkü Arife, zamansal bir şeydir, bu nedenle de öncelik ve sonralık özelliğiyle sınırlanmıştır. Kastedilen şey, İşin başında ve sonunda emir Allah Teâlâ’ya ait olsa bile’ herhangi birini özelleştirmeden mümkünleri genel olarak ya­ratmasında olduğu gibi, Arife gününün de genel etkiye sahip olması­dır. Burada önce ve sonra edatları, tamlama olmaksızın mebni olarak gelmiştir, çünkü Allah Teâlâ önce ve sonra ile sınırlanmaz. Arife gününe ait olan bu özellik, diğer zamanlarda bulunmaz. Bu nedenle Arife kendi cinsi içinden ayrışmıştır.

Gerçi Arife günü orucundan amel bakımından daha güçlü bir ta­kım ameller vardır fakat bunlar zamanla ilgili değillerdir. Başka bir ifa­deyle bu ameller, zamanın kendisine ait değildir. Aşure gününün en bariz özelliği, kendisinden önceki seneye kefaret olmasıdır. Bu nedenle Aşure günü, gerçekleşen şeyle ilgilidir. Arife günü ise, hem gerçekleşen ile hem de gerçekleşmemiş olanla ilgilidir. Öyleyse Aşure kaldırırken Arife hem kaldırır hem uzaklaştırır. Böylelikle Arife, kaldırmayla uzak­laştırmayı kendinde birleştirmiş, bu özelliğiyle Hakka uygun olmuştur. Hakk da var olanı korumayla ilgili olduğu gibi yok olanla da yaratma ilişkisine sahiptir. Böylelikle Arife günüyle İlâhî isimler arasındaki iliş­kiler çoğalmış, onun orucu Arife’den başka günlerdeki oruçtan daha üstün olmuştur. Bununla birlikte belirttiğimiz nedenle Arife gününün orucu iftarından daha üstündür. Zâhir hükümde ise, uymaya ve peşin­den gitmeye aittir. Allah Teâlâ uyma hakkmda şöyle der: ‘Bana uyun ki, Allah Teâlâ sizi sevsin.’146 Örnek alma hakkmda ise şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın peygamberinde sizin için güzel örnek vardır.’147 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Arafat’ta bu gün iftar yapmıştır.         v          •

Arife gününün orucunda adetler değişmiştir, bunun yegâne nede­ni, ondaki güçlük ve genel olarak dua karşısındaki zayıflıktır. Bu günde yapılan dua, hacıdan istenilen şeydir. Çünkü ‘Duaların en faziledisi, Arife günü duasıdır.’ Bunun bir benzeri, Ramazan’da yolculuk yaptığı için orucunu tutmayan kimsedir. İki rivayeti birleştirmek isteyen bazı bilginler, hacınm o günde orucunu bozabileceği, buna karşın hacı ol­mayanların ise oruç tutacağı görüşünü tercih etmiştir. Nitekim bölü­mün başmda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bu günde oruç tuttuğuyla ilgili güve­nilir hadisi aktarmış, oruç tutarken güçlük çekecek olana (hacı adayma)

merhamet ederek Arafat’ta iken oruç tutmadığını belirtmiştik. Şekilci bilginler de böyle zannetmiştir. Gerçek, bizim söylediğimiz gibidir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendi başına oruç tutup ümmetine ise Arafat’ta kendi tuttuğu orucu tutmayı yasaklayabilirdi. Benzer bir şey şeriatta gerçekleşmiştir. Örnek olarak hibe evlenmesini verebiliriz. Bu evlilik, tarzı Peygamber’e özgüdür ve herhangi bir görüş ayrılığı olmaksızın ümmete yasaklanmıştır. Başka bir örnek ise günleri birleştirerek oruç tutmaktır (visal orucu). Bu oruç caiz olsa bile, mekruhtur.

Müslim, Ümmü’l-Fazl’dan şöyle aktarır: ‘İnsanlar Arife günü Pey­gamber’in orucu hakkında tartışmaya girmiş, bir kısmı ‘Peygamber oruçluydu’ bir kısmı ise ‘değildi’ demiştir. Bunun üzerine ben Pey­gamber’e bir bardak süt gönderdim. Peygamber, devesinin üzerindey­ken sütü aldı ve içti.’ Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.’148 Bize göre burada rahmet, Arafat’ta iken in­sanlara Arife günü oruç tutmamanın sünnet olduğunu bildirmektir. Şekilci bilginlere göre ise, burada rahmet (insanlar adına) bağışlanmayı istemek demektir. Bizim kanıtımız ‘(Hacdaki) uygulamaları benden öğrenin’ anlamındaki hadistir. Arife günü Arafat’ta oruç tutmamak da bu uygulamalardan biridir. Emir, benimsemeyi dışlayan bir ifadeden yoksun geldiğinde, benimsemeyle sınırlı kalmaz.

Arafat’ta Arife orucu tutmayı yasaklayan hadise gelirsek, bu hadi­sin rivayet zincirinde Mehdî b. Harb el-Hecerî vardır ki, tanınmayan biridir. Nesaî hadisi Mehdi kanalıyla Ebu Hureyre’den aktarır. Ebu Hureyre şöyle demiştir: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Arife günü Arafat’ta oruç tutmayı yasakladı.’ Tirmizi’nin Ukbe b. Amir’den aktardığı hadiste de şöyle denilir: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘Arife ve kurban günü ve teşrik günleri (kurban bayramının üç günü), bizim için, ehl-i İslam için bayram günleridir.’ Bu günler, yeme ve içme günleridir. Ebu İsa, adeta belirttiğimiz hususa işaret ederek şöyle der: ‘Ukbe’nin hadisi, hasensahih hadistir.’ Tirmizi, (Bâtınî yorumuyla) bilginin ve bilenin maka­mına işaret eder, çünkü marifet makamı, orucu vermez. Arif, orucun kimin için tutulacağını bilemez. Onun bayram günü -İti bayram günü mutluluk günleridirbu makama ulaşma günüdür. Şari mutluluk ve sevincin zâhire ve bâtına yayılmasını istemiştir. Başka bir ifadeyle mutr luluk, orucu tutmayarak düşünen nefse (nefs-i natıka) yayılırken yiye-

rek ve içerek de hayvani nefse yayılır. Böylelikle ârif, iki muduluğu bir­leştirir.

Hadiste orucun yasaklanmasından söz edilmemiştir, fakat Şari, Arife orucunu yasaklanmış oruca ve mekruh oruca bitiştirmiştir. Ya­saklanmış (haram) oruç, kurban bayramında oruç tutmak iken mekruh oruç teşrik günlerinde tutmaktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, görünüşte o günde yemeyi ve içmeyi üstün saymış, fakat orucu yasaklamaya değinmemişdr. Allah Teâlâ izin verirse, daha sonra zikredeceğim başka bir hadiste ise kurban bayramı gününde oruç tutmayı bize yasaklamıştır. Bu hadisin rivayet zincirinde bana göre kuşku vardır, çünkü Tirmizi (hadis hakkındaki yargısını belirtirken) ‘Ukbe’nin hadisi’ demiş, her zaman yaptı­ğı gibi ‘bu hadis’ dememiştir. Öyleyse hadisin rivayet zinciri hakkında iyice araştırma yapmamız gerekir. Allah Teâlâ izin verirse, bu incelemeyi ya­pacağım. Sonra, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hadiste ‘ehl-i İslam’ demiş, ‘ehl-i iman’ dememiştir. Bu da, burada zâhirin dikkate alındığına delildir. Bu nedenle şöyle dedik: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, muduluğu bayram günlerinde yemek ve içmeyle gerçekleşen hayvanı nefsi dikkate almıştır. Bunu bilmesin!

FASIL İÇİNDE VASIL

Şevval Ayından Altı Gün Oruç Tutmak

Bu orucun vaktine dair görüş ayrılıklarından söz etmiştik. Konuy­la ilgili rivayet bence kuşku taşımaktadır, çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sayıyı, yani altıyı (sittün) dişi (sittetün şeklinde) söylememiş ve şöyle demiş­tir: ‘Onun ardından Şevval’den altı gün tutar (sitten).’ Peygamber bir Arap idi, Şevval ise kelime olarak erildir (sayının dişi gelmesi gerekir). Oruç ise, ancak gün içinde tutulur ve o da gündüzdür. Öyleyse sayının dişi getirilmesi gerekirdi. Rivayet zinciri güvenilir olsa bile, hadisin metninin sorunlu olmasının nedeni budur. Bana göre, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in burada ‘visal (iftar etmeden diğer günün orucunu da tutmak)’ orucunu kastetmiş olması daha kabule şayandır. Böylelikle gündüz orucunu gece orucuyla birleştirir. Gece, ise, gündüzden öncedir, çünkü gündüz geceden çıkartılmıştır. Ya da bu ifade, istisnai bir şive olabilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, içinde öyle bir şive kullanan birinin bulunduğu bir mecliste cümleyi böyle kurmuş olabilir.

Bu altı günde güç yetirebilenlerin visal orucu tutması, lafzm zahi­rine daha uygun görünmektedir. Visal orucu yasaklanmamıştır, insan­lar bu konuda bir güçlük çekmesin ve sıkıntıya düşmesinler diye, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem insanlara şefkat ve merhamet etmiştir. Haram olsaydı Pey­gamber onlarla birlikte visal orucu tutmazdı. Bir rivayette Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediği aktarılır: ‘Bu din çetindir, sen ona yumuşaklıkla gir.’ Başka bir hadiste ise şöyle der: ‘Kim bu dine galip gelmek isterse, din ona galip gelir.’ Müslim, Enes b. Malik’ten şöyle aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Ramazan ayının sonunda visal orucu tutardı, insanlar da visal orucu tutmaya başlamış, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bunu duyunca, şöyle demiş­tir: ‘Bizim için ay uzatılmış olsaydı, biz de derin gidenlerin derinlikle­rini geride bırakacak şekilde visal orucu tutardık. Bütününü visal oru­cuyla geçirebilen kimse, her gün sahur vaktine kadar visal orucu tut­sun.’ Böylelikle gece, hatta tüm gece oruca girer. Seherin sınırı ise, oruç bozmaya ait olur. Batış sınırı ise, visal orucu tutmayan kimse hakkında gündüze aittir. (Buhari’nin) Es-Sahih’te Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediği aktarılır: ‘Herhangi biriniz visal orucu tutmak isterse, sa­hur vaktine kadar tutsun.’ Hadisi Buhari, Ebu Said’den aktarır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bu konuda insanlara merhameti amaçladığı hakkındaki sözümüzü destekleyen bir husus, Müslim’in Aişe’den ak­tardığı şu hadistir. Aişe şöyle der: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendilerine merha­met ettiği için visal orucu tutmalarını yasaklamıştı. Sahabe ‘Fakat sen tutuyorsun’ dediklerinde şöyle demiştir. ‘Ben size benzemem. Ben ge­celerken Rabbim beni yedirir ve içirir.’ Aynı halin bulunmadığını söy­lediği bu topluluğun durumu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e gösterilmiştir. Dolayı­sıyla, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu sözüyle visal orucunun ümmetine değil ken­dine özgü olduğunu söylemek istememiştir. Çünkü biz, visal orucu tu­tarken gecelediğimizde (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in söylediğini) kendimizden tecrübe ettik. Bizi de visal gecesinde gecelerken Rabbimiz yedirdi ve içirdi. Böylelikle, yemek arzulamayacak kadar güçlendik. Rabbimizin bize yedirdiği yemeğin kokusu bizden duyuluyor ve insanların yeme­ğin güzel kokusuna şaşırıp ‘Yediğiniz şeydeki bu güzel koku nereden gelmektedir? Böyle bir koku görmedik?’ diye soruyorlardı. Bazı kimse­ler bu sorunun cevabını veriyor, bir kısmı susuyordu. Hadiste belirti­len durum Peygamber’e özgü olsaydı, biz ona ulaşamazdık. Bu nedenle bizim de visal orucu tutmamız ve iftar açmamız geçerli oldu ve iki se­vabı birleştirdiğimiz gibi iki sevinç de bizim adımıza gerçekleşmiş ol­du.

Visal orucunun hikmeti, Hakkın ‘Oruç bana aittir’ demiş olmasın­da saklıdır. Allah Teâlâ orucu ‘benzeri olmayan bir ibadet’ yaptı. İnsan oru­cunu bozarak İki günü ayrıştırdığında, visal orucu tutmamış sayılır. Buna karşın orucunu açmadığında visal orucu tutmuş demektir. Bu davranışıyla bayram gününü Hakka ait sayılan oruca birleştirmeye işa­ret eder. Bu durumda Hakkın oruçtan bir tür tenzihi olduğu gibi, oruç tutmayla kulun bir tür tenzih ettiğini kendisine açıklar. Bu ise, ârifler için güzel bir işaret olduğu gibi gerçekte de böyledir. Kulun da kendi­ne özgü bir tenzihi vardır. Bilhassa yaptığı iş, Hakkı tenzih etmek ol­duğunda böyledir. Kulun tenzih ameli kendisine döner, çünkü Hakkın tenzihi, birisinin tenzih yapmasına bağlı değildir: Hakk özü gereği mü­nezzehtir, yoksa biz onu tenzih ediyor değiliz. Bu nedenle, tenzihimiz bize döner. Bizden başkası ise, onu haram sayar. Öyleyse bu altı günde visal orucu tutmayı başaran kimse, daha gerçek ve daha yerinde bir davranış yapmış demektir.

Arapça’da erkekleri gösteren harfin düştüğüne delil olan bir riva­yet bulunabilirse, hadis o şiveye göre yorumlanır. Şöyle bir rivayet bize ulaşmıştır: ‘Büyük (kübbar) bir tuzak tertiplediler1149 anlamındaki ayet in­dirildiğinde, orada bulunanlardan kimse bu şiveyi anlamadığı gibi an­lamını da kimse bilememiştir. Onlar bu haldeyken, kimsenin tanımadı­ğı bir bedevi çıkagelmiş ve Peygamber’in huzuruna girmiş, kendisine selam vererek şöyle demiştir: ‘Ey Muhammed! Ben kavmimin büyük­lerinden bir adamım (kübbar)!’ Böylelikle orada bulunanlar, bu sözün o bedevinin ve kavminin şivesiyle indirilmiş olduğunu anlamış, sözün anlamını öğrenmişlerdir. Öyleyse, bazı bedevilerin şivesinde erkek sa­yıyı gösteren sayılarda harfin düşmesi yadsınamaz. Bunun böyle olma­sı, bizim müşahede ettiğimiz gerçeklere bir zarar vermez. Bu durumda (her şeyi) bilen Şari, bu sözde hem bu şivenin sahibi hakkında hem de şivesi olmayan kimse hakkında her iki durumu birden kastetmiş sayılır.

Şari bu günlerin sayısını altı yapmıştır, daha az veya daha çok yapmamış ve onun ‘dehr (yıl) orucu’ olduğunu bildirmiştir, Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kim iyilik getirirse, onun için ön katı vardır.’150 Allah Teâlâ’yı bilenlerin çoğunluğu bu görüştedir. Bunda belirli bir sınır vardır. Bu ise, Ramazan’ın gün sayısının otuz gün olmasıdır. Eksik olursa, bu dereceden eksik kalır. Bize göre bu altıyı tutmak, Dehr orucundan iftarla oruç tutmanın yasaklandığı günlerin orucunu telafi eder. Bunlar, altı gün­dür: Ramazan bayramı, kurban bayramı, üç teşrik günü ve Şaban ayı­nın on altıncı günü. Bu altı gün ile oruç tutmanın yasaklandığı günler telafi edilir.

Bu günlerin sayısının başka bir sayı değil de altı olması meselesi­nin itimada şayan başka bir yorumu ise şudur: Allah Teâlâ gölderi, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattı. Bu ^yaratmanın gayesi bizzat biz insanlarız. Böylelikle bu altı günde, bir rivayette belirtildiği gibi, bizden dolayı yaratılmış şeyleri izhar etmiştir. Allah Teâlâ, bu günlerde bizim için bulunmuştur (âlemi yaratmıştır). Bunun karşılığında ise, kendisine ait bir şeyle -oruçnitelenmememizi sağlamak için, bu altı günün orucunu belirlemiştir. Halbuki o bize ait bir şeyle nitelenmiştir ki, o da yaratmadır.

Bu nedenle, müminlerin emiri Harun er-Reşid’in oğlu Ahmed esSebtî her hafta altı gün oruç tutar, bu günlerde ibadede ilgilenirdi. Cumartesi günü olduğunda ise, haftanın kalan kısmında yediği şeyleri kazanmak için çalışırdı. Bu nedenle de sebtî (cumartesici) diye isim­lendirildi. Namazdan sonra Cuma günü kendisiyle tavafta karşılaştım. Onu tanımıyordum, fakat onu ve tavaf esnasındaki halini yadırgamıştım. Ne o birini sıkıştırıyor ne de biri onu sıkıştırıyordu. İki adamın arasından geçiyor, fakat onların arasını açmıyordu. Bunun üzerine kendi kendime ‘bu adam kesinlikle bedenleşmiş bir ruhtur.’ Kendisini tuttum ve selam verdim, selamımı aldı.’ Beraber yürüdük, aramızda bir takım konuşmalar geçti. Bu konuşmalardan birinde kendisine şöyle dedim: ‘Mesleğini yapmayı niçin Cumartesine tahsis ettin?’ Yanıt ver­di: ‘Çünkü Allah Teâlâ bizi Pazar günü yaratmaya başladı, Cuma günü bitir­di. Ben de bu günleri Allah Teâlâ’ya ibadete ayırdım. O günlerde kendime ait bir hazzın bulunduğu işlerle ilgilenmiyorum. Cumartesi günü geldi­ğinde ise, nefsime ait işi yapıyorum; Diğer günlerde gerek duyduğum kazancı bu günde kazanmaya başladım. Bütün haftalar böyle geçer.

Çünkü Allah Teâlâ Cumartesi günü yaratılan şeye bakar, istirahat eder ve ayaklarından birini diğerinin üstüne koyarak ‘Ben Hükümdarım5 der. Çünkü artık mülkü ortaya çıkmıştır. Bu nedenle o gün ‘sebt5 günü diye isimlendirildi. Sebt, istirahat etmek demektir. Bu nedenle Allah Teâlâ, yarat­tığı işlerde kendisine bir yorgunluk ilişmediğini söylemiştir. Burada söz konusu olan dinlenme, bizdeki gibi yorgunluktan dinlenmek de­ğildir.’      . .

Adamın zekâsı ve niyeti hakkında şaştım kaldım. Bunun üzerine kendisine ‘Senin zamanında vaktin kutbu kimdir?’ diye sordum. O da ‘Benim’ diye cevap verdi. Sonra benimle vedalaştı ve yanımdan ayrıldı. İnsanların oturduğu yere geldiğimde, orada bulunan dostlarımdan Sebte’li birisi -Ki kendisine Nübeyl b. Hazer b. Hazrun es-Sebtî deni­lirdibana şöyle dedi: ‘Mekke’de tanımadığımız bir adam gördüm. Ta­vaf esnasında seninle konuşuyor ve sohbet ediyordu. Kimdi o? Nere­den gelmişti? Ben de hikâyeyi kendisine anlattım. Orada bulunanlar bu olaya şaşırdı.

İşte, altı günün gerçek ve doğru yorumu budur. Rivayet geçerli ise, geceleri dikkate aldığı için -gündüzden farklı olarak çünkü geceler gaybın kanıdandırŞari dişiliği belirten harfi düşürmüştür. Gayb, Hakka özgüdür. ‘Kendilerinden razı olduğu peygamberlerin dışında kimse O’nun gaybını öğrenemez.’ Aynı şekilde, Allah Teâlâ’nın eşyadaki hik­metini de sadece Allah Teâlâ ehli bilebilir. Düşünce ve kıyastan hareket eden­ler ise, hikmeti tesadüfen bulabilirler. Bu ise, onlarda bir bilgi haline gelmez. Allah Teâlâ’yı bilenler ise, bunun bu işle kastedilen şey olduğunu bi­lirler. Bu yorumla söz konusu şey onlar adına bir bilgi haline gelir ve tesadüfen olmaksızın ona yönelirler. Çünkü bazı insanlar, bu gibi ko­nularda Allah Teâlâ ehlinin sözünü duyduklarında onun ihtimal dahilinde olduğunu ileri sürerler. Bu gibi sözleri kendi durumlarıyla ve bilgideki dereceleriyle karşılaştırarak kesin saymazlar. Allah Teâlâ bu durumdaki kim­seler hakkında şöyle der: ‘Bu onların bilgiden ulaştıkları derecedir.’151 Bu­nu bilmelisin! Allah Teâlâ doğruya ulaştırandır!

Ayın Başındaki Üç Gün

Müslim, Muaze’nin şöyle dediğini aktarır: Aişe’ye sordum: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem her aydan üç gün oruç tutar mıydı?’ Aişe ‘Evet tutardı’ diye cevap verdi. Ben de ‘Aym hangi günlerini tutardı?’ diye sorduğumda, ‘Ayın hangi günlerinde olacağını önemsemezdi’ diye yanıt verdi.

Bilmelisin ki, insana gelen her ay bir konuktur ve Hakkın katından kendisine gelmiştir. Konuğa Hakk ettiği şeyi vermek insanın borcudur ki, Hakk ettiği şey ziyafet diye isimlendirilir. Konuğun hakkı ise üç gün­dür. Bu nedenle Şari teşvik edilen şeriatta her aym üç gününü tutmayı belirlemiş, bizi ise aym başına teşvik etmiştir ve şöyle dedik: ‘insan bu günde kendisinden meydana gelen üç dikkatsizlik nedeniyle oruç tutar. Şeriat, konuğa hemen yemek yedirmeyi belirtmiş ve şöyle demiştir: ‘Üç yerin dışmda acele etmek şeytandır. Bunlardan birisi olarak da ko­nuğu yedirmeyi zikretmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem her aym başından üç gün oruç tutardı.’ Hadisi Nesai, İbn Mesud’dan aktarmıştır. Oruç .Hakkın bir niteliğidir ve bütün ameller içinden orucu kendisine ayırmıştır. Oruç bu yaratılışa özgü bir ameldir. Bir melek oruç tutamaz. Öyleyse Hakkı bir yalcın melek oruçla ilgili bir müşahedede göremeyeceği gibi Hakk da kendisine hiçbir zaman oruçla ilgili bir müşahedede tecelli et­mez. Çünkü oruç Hakkın niteliklerinden biridir ve Hakka döner. Bu dönme, ya kendisini karşılayışında kulu överek olabileceği gibi kulun kendisini karşılayışındaki durumuna göre onu kınayıcı da olabilir.

‘Allah Teâlâ’nın üç yüz ahlâkı vardır.’ Böyle demektedir, bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem. Üç, üç yüzün yüzde biridir. Çünkü üç yüzün onda biri otuzdur. Otuz ise bir aydır. Otuzun üçte biri ise üçtür. Böylece üç, üç yüzün yüzde biridir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kim bir iyilik getirirse, onun için on katı sevap vardır.’152 Böylelikle Allah Teâlâ bu üçü otuz olarak ka­bul eder ve onu otuz ile ödüllendirir. Çünkü Allah Teâlâ ‘on katıyla’ demiş­tir. Böylelikle üç gün oruç tutan kimse, adeta otuz gün tutmuş gibidir. Bu nedenle üç yüz ile ödüllendirilmiştir. Çünkü otuz bir karşılık olarak değil, amel olarak kabul edilmiştir. Çünkü o iyilik gibidir ve iyilik ise bir ameldir. Burada İki benzer, nefsin, niteliklerinde ortak olan şeyler-


dir. Şari’nin hikmetine balanız! Her ayda üç gün oruç tutmak için bizi nasıl da teşvik ederken ne kadar latif ve ne kadar hoştur! Buna karşın Şari, insanların genelinin dikkatini ödülün kendisine çekmemiştir. Çünkü ödülün gerçekleşmesi beldenen bir sebebi bilinmeksizin ansızın geldiğinde, sıradan insanların nefsinde daha tatlı olur. Oruç İlâhî bir özelliktir. Onun karşılığı da kendi cinsinden olmuştur. Bu ise, daha önce de Hakka ait bir nitelik olan oruçluluk ile nitelendiği gibi, bu orucu tutan insanın kendisiyle niteleneceği üç yüz huydur. Bu tarzda oruç tutmayan sıradan bir insanın karşılığı, sadece yememiş ve içmemiş olması halamından ödül alır ve kendisine şöyle denilir: ‘Ey yemeyen kimse ye! Ey İçmemiş olan kimse iç!’ Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ön­ceki günlerin karşılığında afiyetle yiyin ve için.’153 Başka bir ifadeyle, yü­kümlülük döneminde yiyemediğiniz oruçluluk günlerine karşılık olarak yiyiniz. Bu üç günü ya da herhangi bir günü tutan Allah Teâlâ ehli, belirtti­ğimiz hususun farkındadır: Belirttiğimiz husus, İlâhî bir nitelikle nite­lenen bu nitelikteki bir insanın ödülünün ‘Kimin yükünde bulunursa, onun cezasıdır’154 ifadesinin olduğudur.

Bu nitelik meleğe ait bir amel olmadığı için bu tecellide oruçluyla beraber bulunamaz ve dolayısıyla melek bu tecelligâhı kendinden kay­naklanan bir tecrübeyle bilemez. Allah Teâlâ’yı bilen kâmil insanlardan oldu­ğunda bir insan, hangi makamda bulunursa bulunsun meleğin kendisi­ni gördüğü bütün mertebelerde Allah Teâlâ’yı müşahede edebilir. Bununla beraber bu durum insanın Allah Teâlâ katında melekten daha üstün olduğu­nu göstermez. Öyleyse insan yaratılış bakımından en yeddn olan iken melek ise mertebe (menzil) halamından en yeddn olandır. Nitekim, kendisinin bana gösterildiği ve konuyu sorduğum bir vakıada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bana aynen böyle demişti. Fakat insan zevk bakımından melekten daha kapsayıcıdır, çünkü insan toplayıcı varlıktır. Bazı insan­lar, ruhaninin dilediği herhangi bir surette şekillenebileceğiyle ilgili bu meselede yanılgıya düşmüş, gözlerdeki sürmelemenin sürmenin kendisi gibi olduğunu bilememişlerdir. İnsan-ı kâmil ise -hayvan insan değil­en yetkin yaratılıştır. Bunun nedeni, İlâhî hakikatlerin ve âlemin hakikatierinin kendisine göre meydana geldiği haldkatierdir. İnsan-ı kâmil, Allah Teâlâ’nın kendisini surete göre yarattığı varlıktır. Bu yönüyle insan-ı kâmil, kuşatıcılığı nedeniyle bütünüyle Haktır. Bu balamdan kemal sa­hibi olduğunda Hakk onun tecelligâhı haline gelir. Böylelikle her gözle

Hakla görür ve her surette Hakla müşahede eder. Bu durum, onun Allah Teâlâ katında en üstün varlık olduğunu göstermez. Çünkü bu durum onun kuşatıcılığından kaynaklanır. Herhangi bir şeyle ilgili olarak onun kendisinden daha üstün olduğu söylenemez. Üstünlük, il^i başka şey arasında gerçekleşebilir. Başka ise yoktur! Kuşkusuz melek, insanın bir parçasıdır ve parça bütündendir. Bütünün parça hakkında sahip ol­duğu şey parça bütünden sahip değildir. İki benzer, benzer oldukları iki şeyde birbirinden üstün olamazlar. Üstün olsalardı, benzer olmaz­lardı.

Bu konuda, sırlı bir vakıda ortaya çıkan bir kasidemiz vardır. Bana ‘kapının tuttuğu’diye seslenilmişti:

. Suretimi göstereyim diye seni evimde tuttum Nezih tecelligâhsmız, kendim de münezzehim

Senin gözlerin benim gibi kâmili görmedi Benim gözlerim de senin gibi insan görmedi

İmkânda senden daha kâmili olmadı                                                   

Şeriattan buna delil de ortaya koyarız

Sizden başka hangi kemal olabilir?

Her ne ise o, hangi şekilde olacaktır ki

Adem suretinde yaratıklarıma göründüm Şeriatlarda bunu inanç olarak yerleştirdim

Suretimle bana bakana tecelli ettiğimde onu isimlendirdim İnsan bile olsa ‘Hakk’ olarak.

Onun hakkında dilediğini söyle

Yaratılmış olsa bile, hakikat bakımından bunu kabul edecektir

İmkânda sizden daha kâmili olabilseydi Var olduğunda, eksiklik bende bulunurdu.

Çünkü sen benim mertebemin suretine özgüsün Ondan daha kâmili olamaz

Varlığıma benze, karşılıklılık gerçekleşir Zatınızı ölçün, seni mizan olarak yerleştirdim

Sende yerleştirdiğim şeyleri yazılı olarak bulursun.                          

Kimseyi senden daha güzel kokulu yaratmadım.

Bir tecelligâh bizim adımıza zuhur etti, ben de suretimi gördüm Sende bütün oluşu bir remiz ve açıklama olarak gördüm

Sizin mutluluğunuzu görünce ben de sevindim İhsan olarak ortaya çıkınca sözümü ilan ettim

Sen benim zatım değilsin! Hayır! Ben de sizin zatınız değilim. Benim bir hakikatim olsa bile, şimdi onu izhar etmem

Sırrını ilan eden kimse bizi üzer Onu büsbütün gizleyen bizi rahatlatır

Benim sırrımı gizleyen ve kıskanan kimse Benim nezdimde rahatlık ve güven bulacaktır

Siz benim gözüm olursanız ben de size el olurum Gizli ve açıkta sizi hal olarak izhar ederim          '

Kalbimi tecelliye durak yaptım

Senin atma severek onu bir meydan yaptım. .

Onu her türlü asaletle doldurdum

Senin davan için atlı ve deve süvarisi olarak dolaşır.

İsimlerle sana geldim, onun bütünlüğü öne geçti                          

Onun güzel isimlerinden haberdar ve ihsan sahibi olarak.

Onları sizin yokluğunuzla zenginlik ister bir konuma yerleştirdim Onları tufan olarak gönderdim.

Ey kulum! Sizin zatınızın isimlerinden size verdim Renkli ve çeşitli elbiseler.


Sen benimle benim için olursan, sen olursun. Deme ki:

Ben şenim! Bilakis yaratıklar içinde rahman olarak bulun.

Allah Teâlâ sana yardım etsin, her ayın üç gününde oruç tutmayla ilgili işaret ettiğimiz hususları iyice öğren! Bu oruçlar bizim için belirttiği­miz anlama sahiptir. Sıradan insanlar için bu oruç ise, o ayın olduğu kadar sene söz konusu olduğunda da senin zekâtını karşılar. Bir senede bu orucun süresi toplam otuz altı gündür. Bu yönüyle otuz altı, to­humlulardaki öşür gibidir. Çünkü sıradan insanlar beslenme ihtiyacın­daki nefsle birliktedir. Bu nefs ise, hayvanı değil, nebatî nefstir. Çünkü hayvan, canlı olması bakımından beslenmeyi talep etmez, onu sadece bidci olması bakımından talep eder. Öyleyse hakikatleri birbirine karış­tırma! Bu nedenle oruç esnasında engellenmeleri yönünden oruçlular kendisiyle gelişecelderi şeylerle kullanmakla ödüllendirileceklerdir ki, o da besindir. Allah Teâlâ da onlara gündüz yemeğinin karşılığı olarak sahur ile merhamet etmiştir. Sahur yaptığında oruçlunun besininden bir şey ek­silmez. Allah Teâlâ da sahur yemeğini teşvik etmiş ve onu besin diye isim­lendirmiştir. Bu sayede nebatî nefs için Allah Teâlâ’dan talep edebileceği bir hakkı olmaz. Kul sahura kalkmazsa, nefsin kuldan hakkını isteme hakkı doğduğu gibi aynı zamanda nefse hakkını vermeyi emreden Allah Teâlâ da kuldan hakkını ister. Çünkü yükümlü, her Hakk sahibine hakkını vermek zorundadır.

Müslümanlar ile Ehl-i ldtabı sahur yemeğiyle ayırt ettik. Bizim sa­hur yemeği hakkındaki bâtınî yorumumuz da sıradan insanların ko­nuyla ilgili bâtınî yorumlarıyla bir değildir. Bu nedenle bizim orucu­muz, bu bakımdan onların orucundan farklıdır. Biz ise, nebatî nefsin bizden ve onlardan talep ettiği şeylerde ise kendileriyle ortağız. Onlar ise düşünen nefsin -ki akıldırbizden talep ettiği hakkı Hakk sahibine ulaştırmada bize ortak değillerdir. ‘Nefsinin senin üzerinde bir hakkı vardır.’ Bu ise, Allah Teâlâ’nın haklarından sonra senin üzerindeki en güçlü haktır. Hasmın içindedir. Herhangi bir yaratığın başka birisi üzerinde bir hakkı olduğunda, Allah Teâlâ’nın da o yaratık üzerinde bir hakkı vardır. Nefsini koru! Yarın olup ceza ve tecelli günü gerçekleştiğinde, fırkalar arasındaki fark ve üstünlükler ortaya çıkacaktır. İlâhî niteliklerle haşredilecek bir nefs ile bundan mahrum kalmış bir nefs arasında ne kadar da fark vardır! Kıyamet günü nefsin himmetini, dünyada kendi­sini yönlendirdiğin şeye yönelt! Bu şey, bu doğal yaratılışın peşinden koştuğu ihtiyacın üzerindeki şeyleri aramaktır. Böyle bir durumda bu nefs ile diğer hayvanlar arasında herhangi bir fark kalmaz. İşte hayvan insan budur.

Genellikle hayvanların büyük kısmı, yeterli şeye ulaştığında, arak yeni bir şeye arzu duymaz. İnsan ise öyle değildir. İnsan daima şimdiki zamanda ve gelecekte üzüntülü ve tasalıdır. Toplar ve doymaz, çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İnsan endişeli yaratılmıştır, kendisine bir sıkıntı te­mas ettiğinde korkar. Namaz kılanlar öyle değildir. Onlar namazlarında sürekli kimselerdir.’155 Onlar, insanların üzerinde yaratılmış olduğu bu nitelikten geri kalanlardır. Çünkü namaz kılan (musalli), yarışta birin­cinin ardından gelen kimsedir. İşte ‘namaz kılanlar hariç’ ayetinin bu­radaki bâtını yorumu budur. Hatta bu yorum ayetin tefsiri de sayılabi­lir, çünkü bu da caizdir. Fakat bu yorumu işaret (sûfilerin bâtınî yo­rumu) saymak daha güvenlidir. Bu konumda bulunan sıradan insanla­rın nefsleri ise, burada üzüntü kendilerinden kalkmış olduğu gibi orada da kalleşin diye -ki Allah Teâlâ ehli de böyledirdünya ve ahirette perdelenmişlerdir. Onlar bugün burada yaraülmış oldukları gibi yarın ahirette de böyle olacaklardır.

Ahirette bedenler diriltilmeyecek olsaydı, zahider ve âriflerin nefsleri ahirette yitirme üzüntüsünü yaşarlardı. Duyusal cenneder ol­masaydı da, sadece manevi cennederle yetinilseydi, büyük sıkıntı yaşar­lardı. Allah Teâlâ ise ahirette maddi ve manevi cenneder yaratmış, maddi cennetlerde kendilerine nefslerinin arzuladığı şeyleri mubah kılmış, ih­tiyaç üzüntülerini kendilerinden kaldırmıştır. Onların arzuları Hakkın iradesine benzer: Bir şeyin meydana gelmesini istedilderinde, o şey meydana gelecektir. Muüular, açılana elemi ortadan kalktığı için ye­mek yemeyecek, susuzluk elemi ortadan kalktığı için de susamayacaklardır. Burada kendilerini yükümlü tuttuğu yönden Allah Teâlâ ile ilgilendik­lerinde, onlar işleri kendilerine belirlenmiş teraziyle yaparlar. Onlar, ‘terazinin hafif tartmasından veya bozulmasından’ korkarlar. Allah Teâlâ bu­na karşılık onların maddi cennederle ilgilenmelerini sağlayacaktır. Bu, onların doğal bedenlerine karşılık ‘uygun bir ödüldür.’ Allah Teâlâ şöy­le buyurur: ‘Cennettekiler bu gün meşguliyet içinde meyve yerler. Onlar ve eşleri sıralanmış divanlar üzerinde gölgelenir.’156

Bu maddi surette ârif olanlar ile olmayanlar birdir. Arifler, ârif olmayanlara ilave olarak manevi cennetleri elde ederler. ‘İki cennet yak­laştırılır.’ Bunlar, ârifler içindir. ‘Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız?’ Rabbimiz! Senin nimetlerinden hiç birini yalanlamayız! Maddi şeylerle bu tarz ilgileniş, sıradan insanları ve şekilci âlimleri dün­ya ve ahirette (manevi işlerle ilgilenmekten) uzak tutmuştur. Allah Teâlâ ehli ise, nebatî ve hayvani nefsleri bakımından onlarla beraber maddi işlerle ilgilenir. Buna karşın onlar, bu diğer yönden ise Allah Teâlâ ile beraberdirler. Beslenme ihtiyacı bu dünya hayatında kendilerini (Allah Teâlâ ve manevi iş­lerle ilgilenmekten) perdelemediği gibi aynı şekilde ahirette de duyulur cennet nimederi ahiret hayatına yaraşır isimleriyle nitelenişte Allah Teâlâ’dan perdelemeyecektir. Halbuki, açlık ve susuzluk sıkıntısını ortadan kal­dırmak ve acı verici türlü acıları gidermek için beslenme ihtiyacının in­sanın üzerindeki etkisi son derece güçlüdür. Ahiret yaratılışına özgü de İlâhî isimler vardır. Bugün o isimleri kimse bilmez. Çünkü İlâhî isimle­ri mazharları izhar ettirir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Şimdi bilmedi­ğim övgülerle Allah Teâlâ’ya hamd ederim.’ Çünkü mazhar ve mertebe, isim­leri belirler, çünkü mazhar isimlerin sonucudur.

Fakat burada zikrettiğimiz ve kendisinde hüsranın bulunmadığı nimet ise, kıyamet günü değil, cennette gerçekleşecektir. Çünkü kıya­met günü, herkes için ‘pişmanlık ’ günüdür. Bu bağlamda mutlu şöyle der: ‘Yazık bize! Keşke daha çoğunu yapsaydım.’ Bedbaht ise şöyle der: ‘İhmal ettiğim işler nedeniyle yazık bana!’ Bu nedenle de ‘hasret (pişmanlık) günü’ diye isimlendirildi. Çünkü kıyamet günü böyle bir pişmanlığı ortaya çıkartır. Hasret kelimesi, ‘hasertü es-sevbe anni (elbi­seyi kendimden çıkardım) ifadesinden gelir. Böylelikle altındaki ortaya çıkar.

Pişmanlık ise, bu en yüksek makamda insanın komşusunu ve ar­kadaşını görmesidir. Halbuki bu derecenin elde edilmesinin yeri olan dünya hayatında onları göremez. İyi bir insan bile olsa, ihmal ettiği şeylere karşı bir pişmanlık kendini kaplar. Ahiret ve dünyada en uygu­nunu belirleyen Allah Teâlâ’ya hamd olsun!

Her Ayın Uç Gününü Ayın Ortasındaki Uç Gün (Eyyam-ı Bîz) Saymak

Nesai, Cabir b. Abdullah’ın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini akta­rır: ‘Her ay üç gün oruç tutmak, bir yıl oruç tutmaktır.’ ‘Eyyam-ı bîz’, ayın on üç, on dört ve on beşinci geceleridir. Bu geceler (Bâtınî yo­rumda) Hakkın yaratılmışlarda zuhur etmesidir. Başka bir ifadeyle bu, dolunay gecelerinde güneşin ayda gözlerimize gözükmesidir. Bunlar ‘bîz geceleridir’ ve günleri de bîz günleri diye isimlendirilir. Çünkü ge­ce başından sonuna kadar bu gecelerde sürekli aydınlıktır. Allah Teâlâ, bu günlerin gecelerini gecenin karanlığını gidermek ve güneşin ay vasıta­sıyla yetkin bir şekilde doğmasını sağlamak için gün yapmıştır. Bu günler, daha önce her şeyin kendisinde gizlendiği gayb iken şehadet haline gelmiş, gecenin karanlığıyla kendisinde örtülü olan her şey artık zuhur eder Hakk gelmiştir. Gündüz gecenin oğlu olsa bile, onun düş­manlarından biridir, çünkü gün her zaman geceden kaçar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Eş ve çocuklarınızdan size düşmanlar vardır, onlardan sa­kının:’157

Sakınıyorum da sakınıyorum                                 .

Keşke kaçman bir yarar sağlayaydı

Öyleyse gündüz, kovucu (engelleyici) bir oğuldur. Sürekli babası­nı kovar ve gücü yettiği ölçüde gece ve gündüz babasmı kovalar.

Güneşin ay aynasında gözükmesi, Hakkın halkta (yaratılmış) zu­hur etmesidir. Çünkü en-Nur, Allah Teâlâ’nın isimlerinden biridir. Böylelikle, en-Nur ismiyle ayın zuhurunda görünür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ ayı onlarm içinde bir nur yaptı.’158 Ay, güneşin ışığının yansıdığı yerdir. ‘Güneşi de kandil yaptı.’ Çünkü nur, Haktır ve Hakk nur olarak aydınlanan bütün şeylere yardım eder. Sirac da, kendisindeki aydınlı­ğın sürekliliğini sağlayan yağdan yardım gören bir ışıktır. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘güneşi lamba’ yaptı.


Aynı şekilde Allah Teâlâ peygamberini de ‘aydınlatıcı bir kandil’ yaptı, çünkü kullarını Allah Teâlâ’ya çağırışında ilâhı vahyin nuruyla kendisine yar­dım eder. Çağrılan kişi, bu çağrıya olumlu karşılık vermelidir. Burada Allah Teâlâ’ya çağrı (bir şeye olduğunu ifade eden anlamında) ‘-e (Allah Teâlâ’ya)’ diye ifade edilmiştir, ‘-e’ (-e hali), bitim ifade eder ve amaca ulaşıldığını gösteren bir harftir. Bu bakımdan ‘e’, çağrılan kimsenin kendisinden Allah Teâlâ’ya bir gayretinin olmasını içerir. Çünkü karanlıkta yürürse, yolda­ki tehlike bölgelerini göremez. Bu tehlikeler ise, kul ile, Peygamber’in kendisine çağırdığı Allah Teâlâ’ya ulaşma arasında engel haline gelirler. Bunla­ra örnek olarak, kulun kendisine düştüğü bir çukur veya yuvarlandığı bir kuyuyu veya yüzünü (ve başmı) çarpıp onu amacından yüz çevirten veya Allah Teâlâ’ya ulaştıran yoldan uzaklaştıracak bir duvar veya ağacı verebi­liriz. Kul, ayırt etme gücüne sahip olmadığı için bu yoldan uzaklaşır. Bütün bunlar, aklıyla elde ettiği bilgiyle Allah Teâlâ’ya yaklaşmak isteyen in­sanı saptıran kuşkulardır. Bunlara karşı, kendisini amacından alıkoyan ve kendisini davet eden Allah Teâlâ’ya ulaşmaktan mahrum bırakan şeyleri uzaklaştıracak bir keşfe gerek duyar.

Allah Teâlâ, şeriatını da ‘aydınlatıcı bir kandil’ yapmıştır. Bu kandil vası­tasıyla çağrılan kişiye kendisini ona çağıran yola ulaştıran yol belirgin­leşir. Bu bağlamda Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey Peygamber! Biz seni şahit ve O’nun izniyle müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik,’159 O’nun izniyle, O’nun emriyle demektir. Başka bir ifadeyle bu görev senin nef­sinden kaynaklanmadığı gibi aklından veya düşüncenden de kaynak­lanmaz. ‘Aydınlatıcı bir kandil olarak (gönderdik)"60 Yani onun vasıtasıy­la çağrılan kişiye kendisini ulaşmaktan alıkoyan şeyleri öğrenir ve böy­lelikle basiretle ondan sakınır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ben ve bana uyanlar basiretle Allah Teâlâ’ya çağırırız.’161 Böylelikle, Allah Teâlâ’nın kendisini nite­lediği ‘aydınlatıcı bir kandil’ olmak özelliğinden bize de bir pay ayırdı. Öyleyse Peygamber, aklın değil, Allah Teâlâ’nın yardım ettiği bir nurdur.

Hakk’ın isimlerinden birisi de ed-Dehr ismidir. Nitekim güvenilir bir rivayette bu durum şöyle belirtilmiştir: ‘Dehre sövmeyiniz, çünkü Allah Teâlâ ed-Dehr’dir.’ Hadis, ‘dehr’ diye isimlendirilmesi bakımından za­manı tenzih etmiştir. Çünkü dehr, Allah Teâlâ’nın isimlerinden biridir. edDehr, ortak anlamlı isimlerden birine dönüşmüştür. Nitekim harfler de, yani alfabe harfleri de bu bakımdan tenzih edilir. Başka bir ifadeyle harfler ile (günlük kelimeler olduğu gibi) Allah Teâlâ’nın kelamı da yazılır ve bu nedenle onlara saygı gösteririz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın kelamını duyuncaya kadar onu komşu edin:162 Aynı zamanda Şari, yanı­mızda Mushaf olduğu halde kâfirlerin toprağına yolculuk etmemizi ya­saklamıştır. Dinleyen kişi, bir takım ses ve harflerden başka bir şey duymaz. Allah Teâlâ bu sesi kendi kelamı yapağında, bizim de onu tenzih etmemiz, ona saygı göstermemiz ve onu yüceltmemiz zorunlu oldu.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bize şöyle bildirmiştir: ‘Biz günleri oruç tutmak, ed-Dehr (olan Allah Teâlâ’ya ait) orucudur.’ Bu bir işarettir. ‘O sizin orucunuz.değildir.’ Burada orucu (Allah Teâlâ’nın bir ismi olan) ed-Dehr’e tamlama yapmıştır ki, bu ifade ‘Oruç benimdir’ ifadesiyle aynı anlama gelir. Bu günlerde oruç tutan insan olduğu halde, peygamber onu Dehr’in (Hakk) orucu yaptı. Bu durumda Dehr, ayda zuhur edişinde güneşe benzerken ay oruç tutan insana benzer. Ayın ışığı ise, insana tamlama yapılmış oruca benzer. Çünkü orucun gerçekleştiği yer insandır ve in­san ed-Dehr’in tecelli ettiği yerdir. Öyleyse söz konusu oruç, yaratılmı­şın suretindeki Hakkın orucudur. Nitekim (kutsi bir hadiste Allah Teâlâ na­mazla ilgili olarak) ‘Allah Teâlâ kulunun övgüsünü işitti’ der. Burada sözü söyleyen Allah Teâlâ iken duymak, kulun sözüyle ilgilidir. Bu yönüyle söz, yaratılmışta gerçekleşen Halden konuşmasıdır. Öyleyse söz, bu du­rumda kulun değil, Allah Teâlâ’nın sözüdür. Gerçekte duyma, harflerin akış yeri olan kulun dilinde Allah Teâlâ’nın sözüyle ilgilidir.

Binaenaleyh kendisine karşı samimi davranan kişi, bâtını yorumu­nu açıkladığımız tarza uygun bir niyetle, her ayın başından birkaç gü­nü oruçla geçirmelidir. Aynı zamanda, ayın ortasındaki üç günü de bu yoruma göre tutmalıdır. Bu (yorumla tutulan) oruç, Hakka vekil ola­rak tutulan oruçtur. Böyle bir oruç karşılığındaki ödülün ise, kendine yaraşan değil, Hakka yaraşan şekildedir. Her şey ise O’na aittir. Dola­yısıyla, bir şeyin O’nun yerini alıp ödülü haline gelmesi mümkün de­ğildir. Bu bilince sahip bu oruçlunun durumu da böyledir. Çünkü o, Hakka yaraşır bir niyetle benzeri olmayan bir ibadeti yerine getirmek­tedir ve ed-Dehr isminin tecelli ettiği yerdir. Öyleyse bu durumda her şey kula aittir. Nitekim ed-Dehr ismi de her şeyin bir zarfıdır. Bu du­rumda kulun yegâne, ödülü, kendisinin vekili olarak oruç tuttuğu Hak­tır, çünkü O’nun tecelli ettiği yer olmuştur. Bu nedenle (orucun ödü­lünden söz eden kutsi bir hadiste Hakk) ‘O'nu ben ödüllendireceğim’ demiştir. Bunun anlamı, onun mükâfatı ben olacağım demektir. Çün­kü kul, gerçek bir müşahedeye sahip olarak orucunu tutmuştur.

Kuşkusuz ayın ortasındaki üç gün orucunu nasıl tutacağını ve bu oruçlara başladığında nasıl bir bilince sahip olman gerektiğini sana açıklamış oldum. Bu, Allah Teâlâ’dan (bilgi) alışında kulun yetkinliğidir. Ni­tekim bu günlerde ay, ışığını güneşten (bâtınî yorumuyla) yaratıklara (gözüken) ez-Zâhir isminden alışında ayın yetkinlik halidir. Çünkü öte yandan ayın (ya da yaratılmışın) el-Bâtın isminden elde ettiği başka bir yetkinliği daha vardır. Bu yetkinlik ise, gizlenme gecesinde gerçekleşir. Bu gecede ay, kendisine herhangi bir yardım gelmeksizin yaratıklara döner. Hatta ay, özünden kaynaklanan saf özelliğinin bir gereği olarak, bir gizlilik içindedir. Bu durum, dince emredilen ‘ayın gizlilik’ döne­minde oruç tutmayla ilgili belirttiğimiz husustur. Daha önce bundan söz etmiştik.

Artık, aklını anlayış gözüne açtığımız hususlara vermelisin! Bun­lar, senin farkında olmadığın bir yönden, Allah Teâlâ’nın sana dönük inayeti­dir. Ebu Hamid el-Gazalî’ye de görünmüş olan şeytan kaynaldı kuşku­lar, sana açıklamış olduğumuz bu sırlı bilgiden perdelemesin! Şekilci bilginler bunları aktarmış ve Allah Teâlâ’nın peygamberine yönelik söylediği ‘De ki, Rabbim! Benim bilgimi artır163 emrinden habersiz kalmışlardır. Burada, amelimi veya halimi veya bilgiden başka bir şeyi artır deme­miştir. Allah Teâlâ’nın peygamberine Allah Teâlâ’dan perdelenmeyi ve O’ndan uzak­laşmayı veya kemal derecesinden eksiklik niteliğini talep etmesini em­rettiğini görebilir misin? Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir hadiste (Rahman) ‘Eliyle (göğsüme) vurdu’ ve bunun sonucunda ‘Gelmiş ve geçmişlerin bilgisi­ne sahip oldum’ demiştir. Niçin burada Peygamber ameli veya hali zikretmemiştir?

Şekilci bilginler, adını da zikrettikleri bir adamın rüyasında Ebu Hamid Gazalî’yi gördüğünü ve kendisine durumunu sorduğunu akta­rırlar. Bu soru üzerine Gazali şöyle demiştir: ‘Bu sırlı ilim olmasaydı, daha çok hayır elde ederdik.’ Şekilci bilginler bu rüyadaki ‘sırlı bilgi’yi Gazali’nin yöneldiği (tasavvuf) yolu diye tabir etmiştir. Şeytan da alla­yıp pulladığı bu tabir vasıtasıyla, şekilci bilginlerin bu (tasavvuf) bilgi­sinden yüz çevirip (bu bilgi sayesinde ulaşabilecekleri) yüksek derece­lerden mahrum kalmalarını hedeflemiştir. (Tabir üzerinde durmamızın nedeni) rüyanın şeytan kaynaklı değil, melek kaynaklı olması duru­munda geçerlidir. Rüyanın kaynağı Allah Teâlâ ise, bu durumda gören kişi ya güzel bir yerde bulunmuyordur. Görülen ise, ölmüştür ve bu ne­denle o duyu âleminde değil, Allah Teâlâ’nın nezdindedir.

Ebu Hamid ve benzerlerinin ibadetlerin sırları hakkında insanları teşvik ettiği ilim, insanın ölümden sonra kendisinde bulunacağı bu ye­re yabancı değildir. Bilakis o ilim, bu mertebeye aittir. Binaenaleyh o mertebeye (Allah Teâlâ’nın nezdi) yabancı olan yegâne ilim, bu dünya haya­tında bilginin ilgilendiği boşanma, evlenme, alış verişler, ekin, kısaca bu dünya hayatıyla ilgili olup da kesin olarak ahiretle ilişkisi olmayan hususlardır. Çünkü insan ölümle bunlardan ayrılır. Bütün bu ilimler, ahiret hayatına yabancıdır. Ayrıca geometri, astronomi ve sadece bu dünya hayatında yararlı olan diğer ilimler de böyledir. Bununla birlikte bu ilimler niyet ve amaç halamından insana sevap kazandırır. Öyleyse bunlardan insana dönen yarar, bilginin kendisi değil, insanın niyet ve maksadından ibarettir, çünkü bilinenine bağlıdır. Burada söz konusu olan bilinenin hükmü ise, ahirette değil, dünya hayatındadır.

Öyleyse Ebu Hamid rüyada adeta şöyle demiştir: ‘Ahirete yabancı olan bu ilimlerle ilgilenmek yerine, burayla ilgili ve bu yerin gereği olan bilgiyle ilgilenmiş olsaydık, daha çok yarar elde etmiş olurduk. Dünya hayatıyla ilgili ilimlerle ilgilendiğimiz ölçüde, burayla ilgili ilim­lerden mahrum kaldık.’ Öyleyse rüyayı gören kimsenin söylediği olma­sa da rüyasının (gerçek) tevili budur. (Rüyayı gören kimsenin tabirini benimseyen kimseler) İyice düşünselerdi, Ebu Hamid’in ‘yabancı ilim’ sözünü daha iyi anlarlardı. Ebu Hamid bu sözüyle ibadeüerin sırları ve ahiret hayatıyla ilgili hususları kastetmiş olsaydı, (bu ilimler oraya) ‘ya­bancı’ diye nitelenmezdi, çünkü bu ilimlerin yeri orasıdır. Yabancılık, vatandan uzaklık ve ayrılıştır. Öyleyse söylediğimiz husus kesinleşmiş­tir.

Artık sen de Allah Teâlâ ve ahiret ile ilgili bu ilmin peşinden gitmekten perdelenme! Şeriat ilimlerini ise, bilhassa öğrenilmesi farz kılınan ko­nulardan, gerek duyduğun ölçüde öğren! ‘Sürekli olarak dünya ve ahirette ‘benim ilmimi artır’ diye dua et!

Salı ve Perşembe Orucu

Nesai, Üsame b. Zeyd’in şöyle dediğini aktarır: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle dedim: ‘Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi’! Neredeyse hiç bırakmayacak şekilde oruç tutuyor, bazen de bir daha tutmayacak şekilde ara veriyor­sun. Bunun iki istisnası var: Pazartesi ve Perşembe. Bu iki günü mut­laka tutuyorsun.’ Şöyle cevap verdi: ‘Bu iki günde ameller âlemlerin rabbine sunulur. Amelimin ben oruçlu iken Allah Teâlâ’ya sunulmasını iste­rim.’

Bilmelisin Ki, gün isimleri sayı isimlerinden gelmiştir. Birincisi, (Pazar anlamında) Ahad’dır (birinci). Sonuncusu ise, (Perşembe anla­mında) Hamiştir (beşinci). Altıncı güne ‘urûbe’, Arapça’da ise Cuma ismi verilmiş, yedinci güne ise Sebt günü adı verilmiştir. Bu iki gün ise, sayıyla değil, durumla isimlendirilmiştir. Kur'an-ı Kerîm ‘beş akan yıldızHM diye beşe yemin etmiştir. Bunlar, yönelme ve yüz çevirme özelliğine sahip yıldızlardır. Bu yemine, güneşi ve ayı katmamıştır. Güneş ve ay, kayan şeylerden olsalar bile ‘hunnes’ değillerdir. Aynı şe­kilde Cuma ve Cumartesi de böyledir. Bunlar da günlerden olsalar bile, isimleri sayı isimlerinden değildir.

Öyleyse burada Pazartesi ve Perşembe gününe özgü oruçları zik­redelim. Daha sonra da Cuma, Cumartesi ve Pazar gününe özgü oruç­ları kitabın ilgili bölümlerinde zikredeceğiz. Pazartesi günü Adem’e, Perşembe günü ise Musa’ya aittir. Böylelikle Âdem ile Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Muhammed’i ‘cevamiü’l-kelim verilmekle’ isimlerdeki toplayıcılık bir­leştirmiştir. isimler kelim’dendir (hakikarierdendir). Böylelikle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bu ortaklık nedeniyle Âdem’e özgü olan Pazartesi günü oruç tutmuştur. Musa’ya gelirsek, Musa ile Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i birleştiren özellik yumuşaklıktır. Yumuşaklık, merhametin gerektirdiği bir duy­gudur. Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i âlemlere rahmet olsun diye gönderdi. Musa’nın yumuşaklıkla ilişkisine gelirsek, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem İsra gecesin­de bütün peygamberlerle bir araya gelmiş, Allah Teâlâ bize elli vakit namazı farz yaptığında Musa’dan başka hiçbir peygamber ümmetine merha­metli olmasını tavsiye etmemiş ve bu konuda dikkatini çekmemiştir.


Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem geriye dönerken, Musa’dan başka hiçbir peygamber kendisine ‘Allah Teâlâ senin ümmetine neyi farz kıldı’ diye sormamıştır. Böy­lelikle sâdece Musa bize özen göstermiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem (Musa’nın sorusuna) ‘Elli vakit namaz’ deyince, Musa kendisine şöyle demiş: ‘Bu konuda tekrar Rabbine müracaat et!’ Hadisin devamında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Böylece Rabbim ile Musa arasında gidip gelmeye devam ettim. En sonunda namazı beş vakit, sevabını ise elli vakit yap­mıştır.’ Böylelikle Allah Teâlâ, yükümlülüğü azaltmış, sevabı ise başlangıçtaki gibi bırakmıştır.

Allah Teâlâ, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile Musa’yı bize karşı merhametli olmak özelliğinde birleştirince, Musa’ya ait Perşembe günü orucunu tutmuş­tur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Pazartesi orucunda Adem ile kendisinin sahip ol­duğu bilgiyi hatırlarken Perşembe günü orucunda ise Musa ile âlemle­re rahmet olarak gönderilmiş olmasını hatırlardı. Bu iki peygamber, dünya hayatını terk etmiş olup beslenmeyi gerektirecek bedensel bir yaşam içinde olmadıkları için, bir şey yiyemeyecek ve içemeyecek bir durumdadır. Onlar, iki yaratılış arasında beslenmenin bulunmadığı ara bir bölgededir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise, belirttiğimiz hususlarda kendisiyle b.u iki peygamber arasında ortaklık gerçekleşince, onlara uyarak yemek ve içmeyi bırakarak kendileriyle bir araya geldiği bu iki günü oruçla geçirmek istemiştir. Bunun amacı, kendisini bu iki günde o peygam­berlerle bir araya getirecek şekilde boşalmak istemesidir. Yine bu ne­denle peygamber, (bu günlerde) sadece beslenmeden uzak durmakla yetinmemiş, bu terk davranışı meşru bir amel olsun diye onu oruca çe­virmiştir. Bu sayede Peygamber, Hakka özgü olan bir nitelilde nite­lenmiştir ki o da oruçtur. Bu amaçla peygamber, bu iki günde ameli âlemlerin Rabbine sunulsun diye Pazartesi ve Perşembeyi oruçla ge­çirmiştir. Oruç Hakka ait bir nitelik olduğu için, bu günlerde Peygam­ber Hakka ait bir nitelilde nitelenmiştir.

Oruç kullarla ilişkilendirildiğinde, bir bozulduk -ki onu kabul edi­cidirkendisine girebileceği gibi aynı zamanda iyi de olabilir. Bu ne­denle, başka bir ismine değil, âlemlerin Rabbine sunulmuştur. Rab, (bozulmuş şeyi) ıslah eden ve düzelten demektir, insan farkında değil­ken, oruca girmiş bir bozukluk söz konusuysa, Rab onu düzeltir. Bu düzeltme hükmü, özel olarak (alem kelimesinin kökü olan) alamet ile ilgilidir. Alamet, âlemin Allah Teâlâ’ya delil olmasıdır. Bu nedenle Peygamber şöyle buyurmuştur: ‘Âlemlerin rabbine.’ Burada alem kelimesi, belirti demektir ve (onda bir bozukluk bulunabilir). Alametin bozukluğu, te­orik düşüncede kuşkunun kendisine ilişmesiyle ilgilidir. Diğer ameller dururken, sadece orucu Allah Teâlâ ile ilişkilendirip (ardından da) kulu onunla nitelemekten daha büyük bir kuşku olamaz. Sunum gerçekleşip kuşku ortadan kalktığında, aklın taşıdığı kuşku İlâhî keşf sayesinde or­tadan kalkar. Burada (amellerin) sunum ve arz, orucun hangi kısmının Allah Teâlâ’ya ve hangi kısmının kula ait olduğunun ortaya çıkması ve gö­rünmesi demektir. İşte, alametin ıslah edici olmasının anlamı budur.

Hadiste geçen ifadeyi ‘âlemlerin mürebbisi’ şeklinde de okuyabilir­sin ki onları gıdalandıran demektir. Oruçlunun gıdası, Hakkın oruç ve­silesiyle verdiği bu iki güne özgü ilimlerdir. Bu ilimler, isimler hakkındaki ilmi ve ‘on iki pmar’ı bilmektir. Bunları bilmek, Allah Teâlâ’dan başka her şeyi bilmenin sebebidir. Bu ilim, her şeyin kendisiyle hayat buldu­ğu hayatı bilmektir. Bir diğeri, kahır özelliğiyle bitkiler ve donuklar arasmda türeyen şeyleri bilmektir. Çünkü on iki pınar, asayla taşa vur­mak suretiyle ortaya çıkmıştır. Bu vurmayla, taştan ‘on iki pınar’ ortaya çıkmıştır. Bu ifadeyle, vurma sebebiyle nefs terbiyesinden ilimlerin ve zevk ilimlerinin ortaya çıkması kastedilir. Zevk ilimlerinin çıkması, su­yun tadılan bir şey olmasından kaynaklanır. Suyun tadı içerken değişir. Buradan ise, donuk diye isimlendirilen şeyin hayatla nasıl vasıflandığı öğrenilir. Nitekim doğru sözlü (Peygamber) ‘Allah Teâlâ’nın övgüsünü tespih ettiğini’ bildirmiştir. Çünkü Hakk, bu tespih eylemini, ‘ondan’ sözüyle taşa izafe etmiştir. Keşf ve imanı olmayan kimse, donukta hayatın bile bulunduğunu kabul etmezken onun tespih edebileceğini nasıl kabul edebilir ki? Gafil kalmaktan Allah Teâlâ’ya sığınırız.

, Oruçlu, bu keşf sayesinde hayatın bitkilere nasıl izafe edildiğini de öğrenir. Çünkü taşa asayla vurulmuştu ve asa bitki âlemindendir. Onun vurulmasıyla ise ortaya çıkan şey ortaya çıkmıştır. Keşfi olmayan kimse, canlılığı büyüme (nümüvv) anlamında yorumlamadıkça, bitki­lerin canlı olduğunu bilemez. Perşembe günü oruç tutan kişi, Musa’nın (a.s.) kendisine yardımından dolayı ‘on iki pınar’ ilmini, keşf ve müşa­hede üzere bilir. Bu ilim, âlemin maslahadarıyla ilgili ilimdir. ‘Herkes’ bu kaynaklardan ‘kendi meşrebini bilmiştir.’ On iki pınarı bilen kimse ise, on iki burcun hikmetini de bildiği gibi aynı zamanda sayı isimlerin nerde sonlandığını da bilir. Bu sayı, on ikidir. Bunun yanı sıra, Allah Teâlâ’nın velisi olması halamından insanı bilir.

Taş üstünde hüküm sahibi olan bir ağaca bakınız!

Perdeler ardından vuran kişiye bakınız

Burada Allah Teâlâ üzerinde perde ve örtü olan şey Musa (a.s.) iken bir bedevi için de Allah Teâlâ’nın kelamı üzerinde perde olan şey Muhammed idi (a.s.).

Pazartesi günü orucuyla kul, ilâhî isimlerin bilgisini elde etmek için, müşahede ve huzur yaygısında Hakk ve halkı (yaratılmıştık) bir araya getirir. Perşembe günü orucuyla ise, nefsini korumayla saptırıcı kuşkuların kendisinden içeri girdiği dört yönü koçumayı bir araya geti­rir. Çünkü bu yönler, ayette belirtildiği gibi, şeytanın (insana giriş) yollarıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sonra onlara önlerinden geleceğim:165 Şeytanın insanlara önlerinden gelmesi, Allah Teâlâ’nın kendisine ‘yönelik’ em­rinden kaynaklanır. ‘Arkalarından da.’166 Bu ise, ‘onları kendine çek’ em­rinden kaynaklanır. ‘Sağlarından.’167 Bu ise, ‘onlara ortak ol’ emrinden kaynaklanır. ‘Sollarından:168 Bu ise, ‘onlara vaatte bulun’ emrinden kay­naklanır. Bu ifade, kulun ortada bulunması demektir. Çünkü kul saye­sinde bu dört yön birbirinden ayrışır ve toplam, bu mertebede beş olur. Böylelikle kul, özelliklerinden birisi beş olduğu için, (Arapça’da beşinci demek olan) Perşembe günü orucuna tutunur. Onun bu gün­deki arkadaşı ise Musa’dır. O, öfkeli ve katı biridir ve öfkesi nedeniyle şeytan ondan uzaklaşır. Perşembe günü oruç tutan insan, belirttiğimiz bilinçle bu dört yön üzerinde kendisini gözedeyen şeytandan ve geldiğini var saydığımızdaşeytanın getirdiği şeyleri kabul etmekten kendini korumuş demektir. Kulun nefsi, arzuladığı şeyi yapmada şey­tana yardımcı olan beşinci unsurdur. Musa ise bütün bu kapıların bek­çisidir ve oruçlu insan içeride güvenli ve rahat bir şekilde kalır. Bu gü­vene kavuşan kul, bu günü oruçlu geçiren kişidir. Pazartesi günü oru­cunda aynı şey Adem hakkında denilmedi.

Pazartesi orucunu ise, bâtınî yorumda ‘Hakla ve halkı birleştir­mek’ saydık. Bunun amacı, farkında olmaksızın bu oruca bir bozulduk bulaşmasını engellemektir. Çünkü bu günün sahibi olan Âdem, farkın­da olmaksızın Şeytanın kendisini yanıltmasını kabul etmiştir. Şeytanı kendisinden uzaklaştıramamış olan kimsenin, onu başkasından uzaklaş­tırması daha güçtür. Bu nedenle Pazartesi, oruçluluk niteliğindeki or­taklık nedeniyle, Hakk ve halka yorumlanmıştır. Bu mertebede Adem dikkate alınmamıştır.

Beş hunnes ise, Musa’ya ait Perşembe ile ilişkilendirilmiştir, çünkü yürüyüş ve geri dönmeleri itibarıyla geri dönüş ve yürüme de onlara aittir. Bu yönüyle beş hunnes, kendilerini bir arada tutan beşin gücü nedeniyle başkalarına halcim ve etkindirler. Çünkü beş kendisini oldu­ğu kadar yirmiyi de korur. Beşin dışında, böyle bir yeri ve gücü olan başka bir sayı yoktur. Kendini olduğu gibi başkasını da koruyabilen bir şey, bu niteliğe sahip olmayanlara göre, akılların peşinde olduğu kuş­kulara karşı daha güçlüdür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onları korumak kendisine ağır gelmez.’169 Başka bir ayette şöyle buyurur: ‘O her şeyi ko­ruyucudur.’170

Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.

Elli sekizinci kısım sona erdi, onu elli dokuzuncu kısım takip ede­cektir.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar