Hangi Bilgi?
Yirminci
Yüzyıl’a herkes kendine göre bir ad takıyor. Kimileri de bu yüzyılın «bilgi
çağı» olduğunu söylüyorlar. Ancak, bu adlandırma. hemen bir parantez açıp,
«bilgi» derken gerçekte neyin kastedildiğini açık seçik ortaya koymamızı
gerektiriyor. Çağımızı bilgi çağı diye adlandıranlar, bununla, kitle iletişim
araçlarının geliştiğini, yaygınlaştığını, bunun sonucu olarak da, gittikçe
daha çok sayıda insanın daha çok şeyden hâberdar olduğunu
söylemek istiyorlar. Ne var ki, biraz düşünce, birşeylerden haberdar olmalaz, birşeyleri bilmenin
aynı şey olmadığını kolaylıkla anlayabiliriz. Haberdar olmakla bilmek arasında
bir nitelik farkı olduğunu bilmeyenler sadece düz gazete okuyucuları,
televizyon seyircileri mi?
Gariplerin Kitabı’nda (lan Dallas, Gariblerin Kitabı. Çev.: İsmet Özel, Yeryüzü Yayınları, İstanbul 1979.), sadece sıradan insanların değil, «halkın eğitim görmesinden sorumlu olanların», hem de bunların «en yüksek düzeyde, en iyi olanlarının» bizzat kendilerinin «baştan aşağı cahil» oldukları söylenir. Bu «en iyiler»in sahip oldukları *bilgi»lerin anlaşılır, «iyi düzenlenmiş» türden bilgiler olması sonucu değiştirmez. «Zihin etkinlikleri onlara nasıl yürüyeceklerini, nasıl oturacaklarını, bir odada nasıl hareket edeceklerini, bir bardak suyu nasıl içeceklerini öğretmez.» Halkın öğrenim görmesinden sorumlu olanların —üstelik en iyilerinin— durumu bu olunca, gazetelerle, radyolarla, televizyonlarla ve daha kim bilir nelerle «haber bombardımanına tutulan, Japonların en yeni teknolojik harikalarından Brezilya’daki karnavallara kadar her şeyden «haberdar edilen» halkın nasıl içler acısı bir halde olduğu tahmin edilebilir.
Bitişikte oturan komşumuzun bile adını bilmeyen bizler, haritada dahi gösteremeyceğimiz ülkelerin yüzde kaç oranında enflasyonla mücadele etmek zorunda olduklarından ayrıntılarıyla haberdarız.
[açlarıda]
Ve
bunun böyle olması, bazılarının işlerini kolaylaştırıyor. Kitle haberleşme
araçlarının bizi bir dünyadan haberdar ettikleri doğru; ama bu dünya, bizim yaşadığımız
dünya değil, haberdar olduğumuz bir dünya. Bu dünyanın bizi gerçekten ilgilendirip
ilgilendirmediğini, daha doğrusu ilgilendirmesi gerekip gerekmediğini anlamak
çok kolay. Okuduğumuz gazetenin herhangi bir nüshasını kabaca tarayacak
olursanız, verilen haberlerden «haberdar olup olmamanın» yaşadığınız reel
hayatla dolaylı ya da dolaysız hemen hiç bir ilişkisi olmadığını göreceksiniz.
Şüphesiz, kendinizi biraz zorlarsanız en ilgisiz bir haberi bile kendi
hayatınız içinde anlamlı gibi görünen bir yere pekala yerleştirebilirsiniz. Ama
göreceksiniz ki, bunu bütün
haberler için yapmanız mümkün. Demek ki, bütün haberler sizi ancak zihnî bir
dolayımdan geçtikten sonra ilgilendirebiliyor.
Nitekim,
profesyonel gazeteciler (veya daha genel bir ifadeyle «İletişimciler», hedef
kitlelerinde istedikleri zihnî değişiklikleri sağlayabilmek için bu «mekanizma»nın
inceliklerinden faydalanmasını çok iyi bilirler. Bir başka vesileyle
söylediğimiz gibi, gazetelerde değişik sayfalara serpiştirilen küçük küçük
haberler, yorumlar, fotoğraflar arasında okuyucu açısından bir «tesadüfî»lik
varmış gibi görünse bile, düzenleyiciler açısından
durum hiç de böyle değildir. Bunu anlamak için kimi tek bir haberin
derinlemesine çözümlenmesi, perde arkasının araştırılması işe yarabileceği
gibi kimi zaman da, bir gazetenin bütününü hesaba katmak
gerekebilir. Hatta bazen
de, gazeteler, farklı günlere yaydıkları bir programla hedef kitleyi etkilemek
isteyebilirler: Bugün verilen bir haber, ilk bakışta ilgisizmiş gibi görünse
bile, dün verilen başka bir haberin tamamlayıcısı da olabilir.
İşte bu yüzden biz okuyucular bakımından “tesadüfi”olan pek çok şey,
İletişimciler bakımından olsa olsa bir meslekî beceri ve ahlak meselesidir.
Kaynak: Nabi AVCI, Enformatik Cehalet,
İkinci Baskı: Ocak 1999 İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar