Jacques Tati: Ultra-Modernizme Ultra Hiciv
İma C. Özkan | 04 Ocak
2013 | Kategori : Sinema |
Okunma:3.218
İma
C. Özkan, erginleşmemiş
yetişkinlerin cilalı dev salonlarında, yaydıkları oyuncakları döke-saça
zıplayan uzun bacaklı, fötr şapkalı yaramaz bir dahi çocuk olan Jacques
Tati’yi ve sinemasını anlattı.
***
Sinemaya
düşkün herkesin Tati olarak bildiği Jacques
Tatischeff, geçtiğimiz yüzyılın başlarında dünyaya gelmiş bir Fransız
aktör, yazar ve yönetmen. Henüz 6-7 yaşlarındayken ilk büyük Dünya Savaşı’nı
gören Tati; etkileri bakımından belki de en kapsamlı savaş olan 2. Dünya Savaşı
patlak verdiğinde ise tam 32 yaşındaydı. Tüm gençlik yılları boyunca,
kendisinin de ikamet ettiği kıtanın, yüz milyona yakın askeri personelin
istihdam edildiği ve yaklaşık yetmiş milyon insanın ölümüyle
sonuçlanan bu savaşa mâruz kalışına tanıklık etmişti. Amerika’nın da dâhil
olduğu “müttefikler” içinde yer alan Fransa, bu savaştan galip çıkmıştı
çıkmasına fakat, nihayetinde tüm kıta kısmî bir moloz yığınına da dönmüştü.
Derken savaşın bitimiyle birlikte, Amerika’dan başlamak üzere bir “yeniden
inşa” rüzgârıdır esmeye başladı. Avrupa’ya yaklaştıkça bir fırtınaya
evrilen rüzgâr, ivecen adımlarla ortalığı kasıp kavurdu. ‘Geleceğin
kenti’bir mimari konsept olması yanısıra, yeni hayat biçimine dair kroki
olarak çarçabuk çiziliyordu. Cam ve çelik konstrüksüyonlu yüksek modern
binalar, çok şeritli yollar, soğuk ve yapay mobilyalar, tapınç nesnesine
dönüşmüş envai tür makineler ile yepyeni düz hatlı fütüristik kentler tez
zamanda inşa edilmeye başlandı. Velâkin tırtıldan kelebekliğe evrilme
hevesindeki Avrupa, kanatlarına öyle teknolojik ağırlıklar eklemişti ki, uçmak
bir yana, yepyeni parodik bir hantallığın sahibi oluvermişti.
“Avenir!
Avenir!” demiyor
muydu Michelet; “Gelecek! Gelecek!”yani. Ve o bildik önermesi:“Her
çağ kendi halefini düşler!” Walter Benjamin’in “Pasajlar” adlı
yapıtına baktığımızda başlangıçta bu cümleyle karşılaşmamız tesadüfî
sayılmamalı. Elbette tarihin tekerrürden ibaret olduğunu söyleyecek
değilim. Fakat, “XIX. Yüzyıl’ın Başkenti Paris” başlıklı
bölümde yer alan satırları okuduğumda sahiden bir an içimden bu cümlenin
geçtiğini inkar edemem. Bugünkü modern alışveriş merkezlerinin ilk nüveleri
olan kentsel pasajların nasıl da pıtırak gibi çoğaldığından bahsediyor Benjamin.
O dönem lüks malların ticaret merkezleri olan bu pasajlar, Paris halkının
gözbebeği halini alır bir anda. Yepyeni, ışıl ışıl pasajlar, düpedüz Eyfel’den
çok daha çekici hâle gelmiş olmalı ki, ilk kez havagazı ile
ışıklandırılan bu pasajlar “Resimli Paris Rehberi”nde şöyle
tanıtılıyormuş: “Endüstriyel lüksün yeni bir buluşu olan bu pasajlar,
bina kitlelerinin arasından uzanan, üstleri cam kaplı, mermer duvarlı
geçitlerdir; sahipleri bu türden spekülasyonlar için bir araya gelmişlerdir. Işığı
yukardan alan bu geçitlerin iki yanında en şık dükkânlar uzanır; bu nedenle
böyle bir pasaj, küçük bir kent, dahası küçük bir dünyadır.”
Bundan bir
yüzyıl sonra, bütün Avrupa ile birlikte pasajlarını da çoktan eskiten Paris,
değişen sınıf ilişkilerine münasip olarak silbaştan bir metamorfozun konusu
olmuştu yeniden. İşte Tati,obsesif bir biçimde Amerikan tarzı
tüketiciliğin ‘modern’ tabir edilen toplumlar üzerinde
yarattığı yüksek basınca, o yıllarda kimsenin bakmadığı gibi bakabilen bir
sinemacı olarak tam da burada karşımıza çıkacaktır. Muhakkak, her çağ kendi
halefini düşleyecekti. Bu kaçınılmazdı da belki. Ancak Tati’nin sormaya cüret
ettiği sorular çok değerliydi: Düşlediğimiz ‘yarın’da insana ne kadar
yer var? İnsan olarak kalmanın ilişki, mekân ve zaman bakımından bileşenleri
nasıl bir tahribata uğruyor? Böylesi bir tahribat mevcutken; gördüğümüze düş
mü, yoksa kâbus mu demeliyiz? Tati yaşadığı tarihsel an’ı
eleştirirken, alelumum muhafazakâr bir görme süzgecinden
geçirmeyecekti onu. Tam tersine; bu ultra-modern terakkiciliğe, yine son
derecede modern bir üslupla çomak sokuyordu. Durum tam olarak ne trajikti, ne
komik. Her ikisi birdendi galiba. O nedenle Tati, benzersiz bir sinemanın
peşine düştü. Zaman zaman izlenmesi hayli güç, fakat nüfuz edildiğinde soğuk
duş etkisi yapacak hiciv. Tati zannederim, Charlie Chaplin’den
sonra, gelmiş geçmiş en büyük heccavlardan da biri idi. Her ikisi de “modern
zamanlar”a, aynı zaman diliminden bakmayı, gördüklerini büyüteç de küçülteç
te kullanmadan göstermeyi denediler. Ağlanacak hallere gülünebilmesi bundandı.
Ne yazık ki
yaşadığı dönemde sinema izleyicisi onu daha çok, başarılı bir komedyen olarak
değerlendirdi. Belki de sırf bu sakat algı nedeniyle, her bakımdan
filmografisinin “opus magnum”u olan filmi Play Time,
bir gişe fiyaskosuyla karşılaşacak ve Tati’yi büyük borç yükü
altına bırakacaktı. Oysa, herkesin tanıyıp çok sevdiği Mr. Hulot karakterini
yaratma ve canlandırma konusundaki göz kamaştırıcı başarısı, bana kalırsa onun
asıl mizahına konu olan eleştirel ana izlek yanında yalnızca işlek bir
patikadan ibaretti. Çünkü o, ilerleyen yıllarda Hulotkarakterini
yavaş yavaş hikâyelerinin merkezinden alıp, kıyısına doğru çekmeye çalışırken,
son derece bilinçli görünüyor. Mizahının merkezine her seferinde tanıdık bir
komedyeni sabitlemek, zaten Tati’nin sinema evrenine kattığı
parıltının acayipliğine ters düşerdi. Bilakis o karakterin dünyanın haline dair
mizahı görünür kılan bir mizansen şeklinde işgördüğünü anlamak ona yetti.Hulot,
artık elinde seyirciye neyi izlemesi gerektiğini gösteren işaret okları
taşımayacaktı. Madem durum ortada idi. O halde izleyen sahnenin istediği
bölümüne çevirsindi bakışlarını.
Savaşın
bitmesi üzerinden fazla bir zaman geçmeden, Tati Paris’te ilk üç filmini
üreteceği Cady Film şirketini kurdu. Jour de
Fête/Bayram Günü, Les Vacances de Monsieur Hulot/Mr. Hulot’nun
Tatili ve Mon Oncle/Amcam (-aslında “Dayım”) bu şirketin
bünyesinde çekildiler. Daha sonraları türlü sebeplerden ötürü, şirketten elini
çekecekti.
1967’de
gösterime giren Play Time’ın ortaya çıkması tam dokuz yıl sürdü. Bu
hem, filmin finansal bakımdan çok büyük yatırım gerektirmesindendi, hem de
Tati’nin sinema anlayışındaki o zamanlar akılalmaz bulunan yenilikleri uygulama
arzusunundan. Nitekim bu her bakımdan şaşırtıcı filmi överken François
Truffaut “başka bir gezegenden gelmiş film” tabirini
kullanacaktı.
Ardından
çektiği son film olan Trafic ile İsveç Televizyonu için
tamamladığı son yapım Parade de dâhil olmak üzere diyaloglara
fazla yüz vermeyen filmler çekti. Bunun yanısıra, Tati yakın-plan
çekimlerin de adamı değildi. Herhangi karakterin ya da objenin fazla
yakınına koymadı kamerayı. Orta ve uzak-planlar vasıtasıyla, kişileri diğer
kalabalıklar ve durumlar içinde yer alırken çerçevelemeyi yeğledi. Onun derdi,
yer imi koymaktan ziyade, perspektifi tanımlamaktır çünkü. Sinemada seslerin
kullanımı hususunda da hayli radikal ve cüretkârdır Tati. İnsan sesi ve her
türlü ses kaynağından çıkan sesleri doğal haliyle, oldukça yüksek volümlerle ve
fütursuzca kullanmaktan hiç çekinmez. Işıklandırmaya gelince; bu Tati için
kendi alt-metinlerini beslediği bir yeraltı nehridir bana kalırsa. Gözü
rahatsız etmeksizin, renkler yoluyla durum tesbitlerini gösteren gizli cümleler
fışkırtabilir sözgelimi.
Jacques Tati 1982 yılında bu dünyadan
ayrıldığında, ardında tamamlanmamış birkaç da film taslağı ve senaryosu
bırakmıştı. Yetmişbeş yıllık ömrüne hepi-topu altı uzun metrajlı film sığdıran
Tati; hani aşırı verimli(?) yönetmen taifesi gözönüne alındığında, bu sayı ile
hayli mütevazı/verimsiz bulunabilir. Fakat onun filmlerindeki benzersiz fikrî
özeni görenler içinse aynı sayı, cidden oldukça kabarık bile sayılacaktır.
1977’de Fransız Film Enstitüsü tarafından, sinemaya
katkısından ötürü ömür boyu başarı ödülü sayılabilecek Cesar ile
mükâfatlandırılan Tati, Play Time ile 2012’de İngiliz
Film Enstitüsü tarafından belirlenen “Tüm Zamanların En Büyük
50 Filmi” listesinde yer alacaktı.
Bilhassa
savaş sonrası batı toplumunun basit zevkleri üzerinde karmaşık teknolojinin
oynadığı abartılı rolü alaya alan bu parlak görsel hiciv ustasının adı, şimdi
sinema dışında, mimarlık eğitimi alan genç insanlar için de eşsiz bir öğretici
olarak anılıyor. Dönüp dolaşıp hep aynı noktaya geldiğimiz möbiüs şeridine
benziyor Tati’nin kamerasından hayatlarımız. Nasıl kaçabiliriz ki; üzerinden
yarım yüzyıl geçse de işte anlatılan bizim hikayemiz: Göbekli
kapitalistler, özgürlüğü sahiplik kodlarına eklemleyen çoğu küçük mülk
sahipleri, sıkıcı entelektüeller, moda dergilerindeki mood’a kilitlenmiş
kadınlar ve Dünya’nın Güneş’ten ziyade kendi etraflarında döndüğüne vehmeden
siyasi ve ekonomik sınıfların efradı! Bunlarız biz! Tati ise bu erginleşmemiş
yetişkinlerin cilalı dev salonlarında, yaydıkları oyuncakları döke-saça
zıplayan uzun bacaklı, fötr şapkalı yaramaz bir dahi çocuk!
Erişim:
http://www.edebifikir.com/kategori/sinema
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar