Melez Bilinç/
ARAP DÜNYASININ UYANIŞI
BURADA SUNULAN metinlerin çoğu,
Arap-İslam dünyasını tepeden tırnağa sarsan olaylar öncesinde yazılmıştır. Beni
bu yazılan güncelleştirmeye iten de, Tunus ve Mısır'da estikten sonra başka
Arap ülkelerine dalga dalga yayılan başkaldm ve özgürlük rüzgârı oldu. Ama
"Yeşil Hareket"in —yani, İran'daki Haziran 2009 seçimlerini izleyen
heyecan verici protestoların— tanığı olduğumdan, bu ülkelerdeki siyasi
rejimlerin ve sivil toplumların iki paralel dünya oluş turduklarının; bu
dünyaların da, birbirleriyle buluşamadıklan gibi, aksine ters yönde
evrildiklerinin ayırdma varmıştım. Bir taraf ne kadar büzüşür ve kendini
yekpare bir bütün gibi sunarsa, öteki taraf da —sivil toplumlan kastediyorum— o
kadar çeşitlenmekte, açılmakta, karmaşıklaşmakta, —Gilles Deleuze'ün önem
verdiği kavramı kullanırsak— "rizomatik" hale gelmektedir.
Zaten birbirlerinden çok farklı
olan bu ülkeleri karşılaştırmaya başlandığı vakit, hep bir ilk tespite vanlır.
Çoğunda, nüfusun %60 ila 70'i otuz yaşın altındadır. Dolayısıyla çok genç
ülkelerdir bunlar; gençliğin ise, otoriter rejimlerin aklının almadığı ve artık
öğrenemeyeceği haklı sebepleri bulunmaktadır. Bu gençliğin ne işi vardır, ne de
beklentisi; Amerikalı bir uzmanın pek isabetli bir biçimde Muhaberat devletleri
diye adlandırdığı, başka bir deyişle gizli servislerin devlet içinde devlet
oldukları ve onlan idare edip her tür protesto hareketini bastırmak için
kullananlardan başka hiç kimseye hesap vermedikleri polis devletlerinde bu
gençliğin iktidara en ufak bir katılımı da yoktur. Her ne kadar bu ülkelerdeki
gençlik nispeten eğitimli ise ve çok sayıda iletişim ağıyla temas halinde olup
21. yüzyılı yaşıyor ise de, tabi oldukları devletler hâlâ 20. yüzyıldaki
diktatörlük rejimlerinin kemikleşmiş izlerini taşıyarak ayak sürümektedir
(bunların tek adam rejimleri mi, dinsel rejimler mi, yoksa hanedan
cumhuriyetleri mi olduğunun pek önemi yoktur); köhne dikleri için, aradaki
bölmeleri kıramamakta ve benzerini hiç görmemiş oldukları durumlara kolay uyum
sağlayamamaktadırlar; mümkün olduğunu düşünsek bile, reforma uğratılmaları da
zorlaşmıştır.
Ferhad Hüsrevhâver demokratik
hareketlerin üç ülkede üç zamanda tezahür ettiklerini göstermiştir: 20042005'te
Mısır'daki Ki faye (Yeter) hareketi; 2009'da İran'da seçimlerdeki usulsüzlüğe karşı
Yeşil Hareket; 2011 'de Tunus'taki "Yasemin Devrimi". Bunlar
arasındaki ortak noktaların en önemlileri, seküler olmaları, yurttaş
saygınlığıyla ilgili talepler, ilkel Batıaleyhtarlığım reddetmeleri, cinsi
yetlerarası eşitliğin daha güçlü bir biçimde kabulü, yeni orta sınıfların su
yüzüne çıkışı, başlarında siyasi bir önder bulunmayışı ve yeni iletişim
teknolojileridir.1 Bütün bu etkenler doğru ve anlamlı olsalar da, bunların
Batılı bakışla yorumlanmasında sorunlar çıkmaktadır. Olivier Roy'nın isabetle
belirttiği gibi, Tunus'ta ve Mısır' da olup bitenler "otuz yıl önceki İran
İslam Devrimi'nin şifre anahtarıyla" yorumlanamayacaktır. "Mısır'daki
gösterilere katılanların tam da İran'da Ahmedinejad'a karşı gösteri yapanlar
olması"2 üzerinde ısrarla durmakta da haklıdır. Bir bakıma İranlılar bu
demokratik hareketlerden önce davranmışlardır. Yeni tipte bir devrimin harcını
karmak için gerekli bütün malzeme bir araya gelmiştir burada: sosyal medyadaki
ağların kullanımı, başlarında bir önder bulunmayışı, çoğulcu ve demokratik
potansiyel. Amerikan medya organlarının bu hareketi cyberrevolution
(siberdevrim) diye nitelemelerine ve Franck Louvier'nin "Sosyal ağların
seferber edici gücünü dünyaya kanıtlamış olan Amerikan seçimlerinden sonra ...
uluslararası bir izleyici kitlesine ulaşan Twitter gibi mikroblog sitelerinin
gücünü gezegenimize hissettiren de İran krizi olmuştur,"3 demesine neden
olan budur.
1. "Les debats de l’Obs", Le Nouvel Observateur,
1016 Şubat 2011.
2. "Revolution postislamiste", Le Monde, 14 Şubat 2011.
3. "Internet et son potentiel democratique", Le
Monde, 21 Ağustos 2009.
Şimdi geriye dönüp, o dönemde
İran'da olup biten olayların Batı basınında, hatta Arap basınında nasıl
aktarıldığına baktığımda, bir tarafta abartılı hayranlığa, öbür taraftaysa temiz
yürekli tepkiye şaşıyorum. Rasgele birkaç örnek. Ünlü İngiliz yazar Martin Amis
sözü şunu demeye kadar vardırmaktadır: "İran yeryüzündeki en saygıdeğer
uygarlıklardan biridir; onun yanında Çinli, yeniyetme gibi, Amerikalı ise çocuk
gibi kalır." Mezri Haddad,
"İran krizi ya da teokratik efsanenin sonu"ndan bahseder ve nasıl 1979'da İslam Cum
huriyeti'nin kurulması dünyanın her tarafında İslamcı hareketleri coşturduysa,
yıkılmasının da geride mahv ve perişanlıktan başka bir şey bırakmayan bu
ideolojiyi gerileteceği sonucuna varır. Suudi gazeteci Türki elHamad işi Farslan Fransızlarla karşılaştırmaya
kadar vardırır ve aynen Fransızların art arda 1789,1848,1871 (Komün)
devrimlerini, sonra da Mayıs 1968'i yapmaları gibi, İranlıların da tüm 20.
yüzyıl boyunca haklarını talep etmekten vazgeçmediklerini ekler: 1906'daki
Meşrutiyet hareketi, 1952'de Musaddık'ın başbakanlık görevine dönmesi için
yapılan halk ayaklanması, 1979'daki İslam Devrimi ve nihayet Temmuz 2009'daki
kitlesel protestolar.
Bütün bunları da, ne kadar meşru
olurlarsa olsunlar, başkaldırıların hedeflerine hep ulaşmadıklarını ve o
dönemde ifrata varan bir iyimserlikle kendinden geçen basının zor kullanımını
hafife aldığını belirtmek için söylüyoruz — iki uzun yıldan sonra, bugün bile
hâlâ, küllerin altında yatan korlar belki daha da yakıcı biçimde harlanmak için
uygun zamanı beklemektedir. Bastırma yöntemlerinin haşinliği çoğu zaman önceden
kestirilemez; adeta bu rejimler, yanıltıcı iblisler tarafından ayartılmakta ve
tarihin onlara vermiş olduğu bütün dersleri sistemli bir biçimde unutmaktadır.
Suriye'deki duruma bakmak kâfidir: Tanklarla ezilen öfkeli bir halkın boyun
eğmeyen cesaretidir bu. Bununla birlikte ilgili devletlerin tutumları arasında
önemli farklar da vardır. Mısır ordusunun ılımlılığı ve ihti yatlılığı ile
Suriye ordusunun gözü dönmüşlüğünü, ya da kendi halkını ağır silahlarla
katleden Muammer Kaddafi'nin histerik tepkilerini karşılaştırmak yeter. O zaman
bir soru belirmektedir: İktidarı halktan ayıran bu uçurum nasıl bir şeydir?
Emst Bloch, dikkat çekici kitabı
Erbschaft dieser Zeit'ta. (Bugünün Mirası, 1935), Hitler'in 1933'te iktidarı
alması arifesindeki Almanya'nın "çağıyla hemzaman olmayan" (Ungleichzeitigkeit) durumundan bahseder.
Zira Fransa ile İngiltere'nin aksine, Almanya 1918'den önce hiç burjuva devrimi
yaşamamıştır; bundan dolayı "eski bir bilinçten ve ekonomik varlıktan
kalma, aşılmamış kalıntılar" ın8 sıkıntısını çekmektedir. 21. yüzyılın
başındaki Arap ve İslam ülkelerinde, 1930'ların Almanyası ile, çağıyla hemzaman
olmama dışında, kültürel ve tarihsel açıdan hiçbir benzerlik olmadığı doğrudur.
Çağıyla hemzaman olmama olgusu şimdiki zamanı reddediş olduğu ölçüde öznel
olarak çağıyla hemzaman değildir, halk devletin diktasına boyun eğmeyi düpedüz
reddetmektedir; bu devlet de günümüz dünyasının hızlandırılmış ritmine ayak
uyduramayan bir iktidarın arkaik katmanlarını arz ettiği ölçüde, nesnel olarak
da çağıyla hemzaman değildir. Başka bir deyişle, bu zıtlaşma aynı zamanda bir
geçmişin, hatta "güncellenmemiş" bir siyasi düzenin ve "tıkanmış
bir geleceğin", yani zamana aykırı bir iktidarın ezici baskısı altında ot
gibi yaşamaktan başka hiçbir gelecek beklentisi olmayan bir toplumun
belirtisidir. Göstericileri başkaldırmaya ve tarihsel gecikmeyi telafi etmeye
iten de, iktidarın güncellenmemesi ile halkın tıkanmış geleceği arasında
sıkışıp kalmış alandır. Öte yandan geleceğe doğru bu hayati hamle, ancak, boşa
dönen miadı dolmuş bir makinenin gücüyle tutulan enerjilerin serbest
bırakılmasıyla gerçekleşebilir. Bu gayrimeşru dayatmalara isyan ederken yeni
bir ayar yapılmak istenmektedir, yerleşik iktidarların ezici vesayetinden azat
olmak, tekrar çağdaş olmak, tarihin dönüm noktalarını belirleyen değişimlerin
hep daha çabuk olan ritmine ayak uydurmak istenmektedir; başka bir deyişle, insanı
soluksuz bırakan o kabuktan çıkarak özgürlüğün havasını teneffüs etmek,
yüzyıllardır maruz kalman o sürekli aşağılanmadan kurtulmak ve ülkesinin solmuş
halesine nihayet biraz parıltı katmak...
Yeryüzündeki sosyal ağlar
sayesinde birbirleriyle bağlantı halinde olan bu gençliğin üzerine gelip
eklenen bir olgu daha var. Bu göstericiler "Gutenberg galaksisi"
neslinden olan bizim gibi midirler? Yoksa algılarda ve tepkilerde değişikliğe
yol açan yeni sanal teknolojiler nedeniyle dönüşüme mi uğramışlardır? Öncelikle
aktarım devrimi için ağlar yaratılması gerektiğini söyleyelim (İran'daki ve
Arap ülkelerindeki gösterilerde ağların çok önemli bir rol oynadıkları
bilinmektedir); her ağ da, diğer yandan, rizomatik ilişkilerle tercümesini
bulan bir birbiriyle bağlantıda olma durumu gerektirir. İnternetin ortaya
çıkışından hayli önce, Felix Guattari'yle birlikte yazdığı Kapitalizm ve
Şizofreni kitabında, bunun felsefi temelini bizzat Gilles Deleuze dile
getirmiştir. Ona göre rizom, bağlantı ve heterojenlik ilkesidir; belli bir yere
kök salan ağaçtan farklı olan rizom, her nokta herhangi bir başka noktayla
bağlantı kurabildiği için, sonsuz bir ağın oluşmasına imkân verir. Kopsa da,
kırılsa da, yeniden uç verir ve başka yönlere yayılır. Ne başı bellidir, ne de
sonu; durmaksızın doğa değiştirir, dolayısıyla başkalaşımların kaynağıdır. Bir
yandan katmanlara ayrılmış ve mekânı belirginleştirilmiş olmasına rağmen, yine
de mekânların dışına çıkan hatlarla hareket eder; bu hatlar sayesinde yeni
temas bağlan, başka iletişim ağlan oluşturarak ilerler. Hükümetler, gergin
tavırları ve felç edici ağırlık lanyla ağaç şekilli sistemler halinde kalırken,
toplumlar ise çeşitlenir, gitgide daha fazla göçebeleşir ve yeni dönüşümler
doğurma potansiyelini yok etmeksizin, birbirini tutmayan çok sayıda unsuru uç
uca getirir. Tahran, Tunus ya da Kahire sokaklarındaki göstericilerin çoğunun
gerçek anlamda liderleri olmaması da bundandır: Hiyerarşik bir emir-komuta
zincirinden komut almadan kendi kendilerine örgütlenmektedirler.
Benim İran'dan hatırladığım, şu
gençlerin nasıl bir kolaylık ve ustalıkla sanal dünyaya girdiklerini; ele avuca
sığmazlığa, birden ortaya çıkmanın büyüsüne, incelikli biçimlerin başkalaşımına
yatkınlıklarını görünce içine düştüğüm şaşkınlıktı. Her İranlı tek bir kişiydi
ama muazzam dal budak salmış bir ağ içinde diğerleriyle bağlantı halindeydi;
sokaktaki her kişi hem fotoğrafçı hem birey'di, adeta başlı başına bir
muhabirdi; öyle ki, mesajım ânında gönderirken, ötekilerle uyum içinde kendi
kişisel görüşünü ifade ediyordu;
bu "kişisellik" de
oradaki herkesin bütünleyici benliği olabiliyordu. İktidarın dileklerinin aksi
yönde giden epey tuhaf bir olay vuku buluyordu. Hükümetin iddia ettiği gibi
yabancı medya tarafından kullanılmaktan ziyade, olayların can evinde çekilmiş
görüntüleri dünyanın üzerine boca eden ve olaylara kendi yorumunu katarak
Batılı medyayı ustalıkla kullananlar, bilakis göstericilerdi. Reformcuları
—tıpkı Suriye'de olduğu gibi— kitle halinde tutuklayarak hareketin kafasını
koparma karan aldığı zaman iktidarın elinden kaçan da tam bu oldu. Siyasi
alanda sesi çıkarılan zararsız hale getirirken, iktidar, sistemi temelinden
sarsan denetim-dışı tüm ajitasyonlardan ilelebet kurtulacağını zannediyordu.
Oysa ilk başta hiç böyle bir şey olmadı, çünkü kendi kendini üreten ağlar
işlerine herhangi bir komut almadan devam ediyorlardı; özerklerdi ve
başlangıçtaki dinamizmin ivmesiyle kendi başlarına iş görüyorlardı. Tunus'taki,
Mısır'daki ya da Suriye'deki gösterilerin hepsinde aşağı yukan aynı olgularla
karşı karşıya geliyoruz; gerçi karşımızdaki toplumun kendiliği ya da aşiret
toplumu olması ölçüsünde kimi yerde daha belirgin, kimi yerde de daha zor ayırt
ediliyorlar. Her halükârda bu olgular, kabaca söylersek hareketin başında bir
lider bulunmadığını gösteriyor; bütün siyasi aileleri ve duyarlılıklan kapsayan
bir gökkuşağı oluşturuyor; özgürlük, insan haklan, habeas corpus (birey
dokunulmazlığı) özlemi çeken bir çoğulculuk görüntüsü veriyor ve —adeta başarı
sızlıkaşağılanmahınç kısırdöngüsünü kırmak ister gibi— sonuç olarak şuna ya da
buna karşı hınç duyulmamasıyla ayrışıyor. Bu da zaten ileriye doğru muazzam bir
adımdır.
Bunun kadar önemli bir olay daha
var: Heterojenleşme, yani bir başka oluş, bir başkalaşma, bir başkalığı
ağırlama süreci, ya da, Gu attari'nin deyişiyle, "sürekli bir tekrar
tekilleşme süreci". Michel Serres bu fikri şu sözleriyle gayet iyi
özetlemektedir: "Yirmiotuz yıldır, Yunanlıların yazmayı ve ispatlamayı
öğrenmelerinden sonra görülen paideia'nın (eğitimin) tan vaktiyle
kıyaslanabilecek; matbaanın doğuşuna ve kitap hükümdarlığının ortaya çıkışma
tanık olan Rönesans'ı andıran bir dönem yaşıyoruz. Hiçbir şeyle karşılaş
tınlamaz bir dönem, çünkü bu teknikler dönüştükçe beden başkalaşıyor; doğum ve
ölüm, acı ve şifa, meslekler, mekân, mesken, dün yadaolma biçimi
değişiyor."
Tam bir altüst oluş yaşayan bu
ülkelerin geleceği hususunda ise, tahminlerde bulunmak zordur ve büyük
temkinsizlik olur; hele ki devrimlerin sözlerini her zaman tutmadıkları da
düşünülürse. Her devrim, diyordu Jose Ortega y Gasset, bir tepkiyle karşılaşır,
sonra da bir restorasyon geçirir. 1978 sonbaharında Şah rejiminin çöküşü
arifesinde Tahran'da Michel Foucault'yla görüşmelerimizi hatırlıyorum.
Coşkusuna rağmen, basireti, hatta şüpheciliği elden bırakmadığını fark
etmiştim. Enfes kibarlığı ve yapmacıksız tevazuu bizi çok etkiliyordu; tek tek
herkesin dediklerini büyük bir dikkatle dinliyordu; bir gün, bize döndü ve
derin bir kuşkuyu hafif çıtlatan muzip bir tebessümle, mealen şunu söyledi:
"Şu aynı yerde, bir yıl sonra yine bir araya geldiğimizi ve birbirimize,
'Humeyni'den nasıl kurtulacağız?' diye sorduğumuzu görür gibiyim."
"Siyasi maneviyat" a kendini kaptırmasına rağmen, daima kuşku duyduğu
ve kendi kesinliklerine bile güvenmediği izlenimini vermişti bana.
Tunus'un siyasi geleceği hususunda
hayli iyimserim, ama müstakbel Mısır rejiminin hangi türde olacağını
kestiremiyorum; umarım iyimserlerin tahminleri doğru çıkar, en iyi örgütlenmiş
ve en güçlü siyasi parti olan İhvan (Müslüman Kardeşler) oyunun kurallarına
uyup Türk modelini seçer ve teokratik devlete meyletmekten kaçınır. Suriye'nin
geleceği de önceden kestirilememektedir; İran ise sırrına nüfuz edilemeyen bir
muamma gibi duruyor. İran rejimi bölgedeki diğer diktatörlüklerden çok
farklıdır. Ülkedeki dinsel muhayyile içinde derin temelleri vardır. Aşın
propaganda ve kullanıla kullanıla yıpranmış sloganları her yerde inatla
tekrarlayan geriletici mitosların ortalığı sarması nedeniyle din kutsallığından
geniş ölçüde uzaklaşmış olmasına rağmen, halkın kuşkusuz en az gelişmiş kesimi,
bazen düpedüz mesihçi olan ve otuz iki yıldır her gün üzerine boca edilen
mistikdinsel telkinlere hâlâ safdilce kulak vermektedir. Ama bu hususta da,
dünya olaylarından haberdar olup bu kültürel ve siyasi durgunluktan çıkarak
yüksek rakımların temiz havasını teneffüs etmeye uğraşan eğitimli kadmların ve
gençlerin sayısının gitgide arttığı göz önüne alındığında, her şey o kadar
basit değildir. Hakkında ne denirse densin İran toplumu dünyanın en karmaşık
toplumlarmdan biri olmaya devam etmektedir; baş döndürücü çelişkilerle doludur:
Bu toplumda en inatçı batıl inançları, en akla hayale gelmez mesihçi fikirleri,
en sert zihinsel bağımsızlığı, en eşitlikçi dini, neredeyse "anarşizan
özgürlükçü" ve bazen düpedüz ser bestmeşrep davranışları, son olarak da
New Age'in en fantazi düşkünü maneviyatlarına yakın cüretkâr inanışları yan
yana bulmak mümkündür. Ama sistemin zayıf noktası şu an için hâlâ ekonomidir.
Elbette cezalar verip halkı fetvalarla dürte dürte çeşitli bölüklere
ayırabilirsiniz, ama inatçı ve dikkafalı olup başka kurallara uyan ekonomik
olguları eğip bükemezsiniz; dinsel buyrukların en sertinin bile bu kurallara
hiçbir etkisi olmamaktadır. Bütün bu gördüklerimiz, ekonomik yaptırımların,
dörtnala enflasyonun, hiç denetlenemeyen işsizliğin, çok düşük büyüme de hesaba
katıldığında, uzun vadede son sözü söyleyeceğini gösteriyor. Şimdi bu kitabın
içeriğine geçiyorum.
Burada sunduğum metinlerin hepsi
güncel konularda değil. Tam tersine. Diğer kitaplarımda geliştirilmiş olan
şahsi takıntılarımdan türeyen metinler bunlar. Birkaç örnek: Bilgilerimizin
dokusunda yama tutmaz delikler gibi duran tarihsel gedikleri nasıl
kapatabiliriz? Bu "ikiaradabirderedelik" durumunu dünya düzeniyle
nasıl bütünleştirebiliriz? Küresel bir uygarlıkta nasıl bir rol oynayabiliriz?
Felsefeyi ve sanatı Batı tarihi ve yörüngesi dışında nasıl düşünebiliriz?
Eskiden üzerinde çalışmış olduğum kavramlardan birkaçını sayacak olursam,
"geleneğin ideolojikleşmesi", "tarihte tatil" ya da
"kültürel şizofreni" gibi kavramlar, yazılarıma hep başka biçimlerle
tekrar giriyorlar; belki de son tahlilde sadece benim kuşağımı ve ülkemi değil,
aynı zamanda Batıdışı uygarlıkların alınyazı sını ilgilendiren bazı temel
konular üstüne nüanslı çeşitlemeler bunlar. Geçen yüzyılın sonunda, düşüncemin
dünyada olup bitene doğru çark ettiği ve kafamı meşgul eden meseleleri yeryüzü
düzeyine taşıyarak çoğul kimliklerle, karışım bölgesiyle, sanallaştırmayla,
melez bilinçle ilgilendiğim doğrudur; kısaca, bir çiçek dürbününü andıran
dünyamızı belirginleştiren ve kendi "dünyada olmamız" hakkında
vaktiyle beslediğimiz fikirle hiçbir benzerliği bulunmayan her şey ilgimi
çekiyordu. Zihniyetlerin bir günde evrim geçirmediğini biliyoruz. Bizzat bu
sorulan sormuş olmam bile, bunların zaten havada dolandıklarım ve kuluçka
dönemlerinin son bulmuş olduğunu göstermektedir. Bir yıl dolmadan böyle olayların
vuku bulacağına, herkes tarafından izleneceğine ve bunun bütün Ortadoğu'da
zincirleme bir biçimde tekrarlanacağına kim inanırdı?
İslam dünyasında Batı
hegemonyasının bilincine, Muhammed Arkun'un dediğine göre, iki dönemde vanlır:
"Yenilenme" (Nahda) ve "Devrimler Çağı" (Tavra). İlk evre
19. yüzyıl sonundan 1950'ye kadar sürmüştür. İkinci evre ise belki hâlâ
sürmektedir, fakat İran İslam Devrimi'yle doruğuna ermiştir. Özel sohbetlerinde
Arkun, her ne kadar gerçekleşme ihtimali konusunda hayli kuşkulu da olsa,
üçüncü bir evreden dem vuruyordu: "Uyanış" (Sahva). Belki de doğru
tahmin etmiştir, belki o Uyanış evresine ve onun yol açtığı ferasete şimdiden
varmışızdır. Ne yazık artık aramızda değil ki basiretini bir kez daha takdir
edelim. Vaktiyle durgun ve kemikleşmiş gibi telakki edilen toplumlarda böyle
isyanlarla karşı karşıya olmamız, Arapİslam dünyasının güncel durumu hakkında
yeterince bilgi vermektedir. Bu ülkeler, asırlardır süren bir hareketsizlikten,
evrensel bir hilafet yanılsaması çığırından en son çıkanlardır. Güneydoğu Asya
ülkeleri bunu onlardan hayli önce, tezahüratsız bir biçimde yapmışlardır. Onlar
bizim gibi geçmiş zaferlerin harabeleri üzerinde ağlaşmamıştır. VietnamlIların
Amerikalılara karşı ne kadar az hınç duyduklarını görünce şaşırmıştım.
"Biz o defteri kapadık," diyorlardı sürekli. "Amerikalılar bize
yatırım için gelsin, onlara hiç garezimiz yok." İşin püf noktası, dünyayı
altüst eden dönüşümlerle uyum içinde olmaktır ya da, Octavio Paz’ın deyişiyle,
dansa ayak uydurmak ve o günün ritmine uymaktır. Zamanla halklar gençleşir,
gayrimeşru iktidarlar da emecek taze kan bulamayınca yıkılırlar.
KUTSALIN GEÇİRDİĞİ BAŞKALAŞIMLAR
YÜZYILLARDAN BERİ onu bastıran
kargaşalara rağmen insan ruhunda derinlemesine yer etmiş olan kutsal olgusu, en
beklenmedik biçimlere bürünerek ortaya çıkadurur. 12. yüzyılda da ilahi aşk
olgusunun tahlilini en ileriye vardıranlardan bir Fars mutasavvıfın çehresine
bürünmekteydi. Ontoloji, dil ve antropolojinin oluşturduğu üç düzeyin
yapısındaki eklemler, bu mutasavvıfta şaşılacak ölçüde eşbiçimlidir, organik
bir biçimde uyuşur ve gönül gözüyle müstesna tutarlılıkta bir keşfin (vision)
üzerindeki perdeyi kaldırırlar.
Ruzbihân Bakıllîi Şirazî İran'da
Şiraz yakınlarında küçük bir kasaba olan Fasâ'da 1128 yılında doğmuş ve (ay
takvimine göre) seksen dört yaşında vefat etmiştir. Bu müstesna mutasavvıfın
tipik bir Fars ismi vardır; rûz "gün" ve bi "mutlu"
unsurları, "günü kolaylaştırılan, işi rast getirilen" anlamına gelen bir
kelime oluşturur. Ruzbihân, tasavvufi tecrübelerini ve baş döndürücü
keşiflerini dile getirdiği, aralarında Keşfü'lEsrâr'ın (Sırların Keşfi) da
bulunduğu hatırı sayılır eserler bırakmıştır. Bütün kitapları, vecdi bir
coşkunluğun sesini duyurduğu şahsi bir dille yazılmıştır ki söz konusu
coşkunluk bu kitapların okumasını her zaman kolaylaştırmaz. Diğer ünlü
eserleri, AbherulAşıkîn ve Şerhi Şathiyat'tır
Ruzbihân, kelimenin tam anlamıyla gönül gözüyle görenlerdendir.
Çocukluğundan beri yaşamış olduğu bu tasavvufi vuslat tecrübesinde öyle bir
tahayyül gücü vardır ki varlıkları ve her bir şeyi güzelliğin çehrelerine
dönüştürür. Keşfü'lEsrar'da. şöyle yazar: "Rûhâniyûriu (ruhun
meleklerini), rabbâniyûn'u (hâkimiyetin meleklerini), kudsîyûriu (kutsallığın
meleklerini), celâlîyûri u (haşmetin meleklerini), cemâ lîyûriu (güzelliğin
meleklerini) gördüm." Celâl ile
cemâl'in, "haşmet" ile "güzellik"in, Rudolf Otto'nun ünlü
kitabı D as Heilige'de (Kutsal) sözünü ettiği paradoksal tecrübeye, yani
tremendum ile fascinans'a, hem çeken hem iten duygusal tecrübe gücüne atıfta
bulunduğunu söylemeye gerek yok. Ruzbihân kutsalın bütün karşıtla malı
veçhelerini yoğun bir biçimde yaşar, bunu ruhunun en derininde tecrübe eder:
Peygamber'i, Cebrail Aleyhisselâm'ı görür, Hızır'la karşılaşır ve aynı İbn
Arabi gibi onun müridi olur; zira Hızır, onun varlığı ile ilahi karşılığı
arasındaki bağın, yaşam kaynağının simgesidir. "Hızır'ı gördüm. Bana bir
elma verdi ve bir ısırık aldım. 'Hepsini ye,' dedi bana, o zaman ağzım gayriihtiyari
açıldı ve bütün o nur ummanı doldurdu içimi: İçmediğim tek bir damlası
kalmadı."
İmgelerin çokluğu, keşiflerdeki
taşkınlık, heyecanların coşkunluğu, gitgide daha gür ve yoğun seyredalış
halleriyle iç içe geçtiğinde, kendini zihinsel kavramlardan ziyade görkemli,
barok ve parıltılı imgelerle ifade eden bir düşünme tarzı uyandırır. Bu keşif,
duyuların çehre değiştirmesinin bizzat özüdür, gören kişiye her şeyi gönül
gözüyle inceden inceye yoklama olanağı verir. Ruzbihân imgelerle düşündüğü için
de, dili son derece muğlak, müphem ve simgeseldir. Bu algının organı, etkin
hayal gücüdür onda; Henry Corbin'in ruhların bedenlendiği ve bedenlerin
ruhlaştığı âlemü'lmisâl'i tasvir etmek için yarattığı terimle, imaginal düzeyde
ortaya çıkar ancak. Dolayısıyla imaginal, "bir ilkömeğin timsalleştirilme
düzeyi"dir. Zaten Arapça misâl kökü
üzerine kurulan kavramlar buna harikulade elverişlidir: temsil ilkömeğin
timsalleştirilmesini, temessül sözcüğü ise duyumsanabilirin simgeye dönüşme
fiilini tanımlar. Du yumsanabiliri simgeye dönüştürmek ve simgeyi onu ortaya
çıkarmış olan seyre dalış fiiline döndürmek, yorumbilgisi çemberini açan ve
kapatan iki hareketi özetler. Ruzbihân da bu sihirli çemberin içinde, imgelerle
düşünür ve varlığı bir "iltibâs"
(amphibolie) gibi, aynı anda hem olan hem de olmayan gibi algılar.
Ruzbihân'ın bütün eserleri
iltibâs konusu üzerine, aynı anda hem olup hem olmayan üzerine, tanrısalın
erişilmez aşkınlığı ile teces süm etmiş biçimlerin insanbiçimciliği arasında
asılı kalanlar üzerine bir dizi çeşitlemedir. İltibâs varoluşun kendi
paradoksuna bağlı olan temel bir muğlaklığı harekete geçirir. Nasıl ki her
tecelli bir yandan varlığı gösterirken onu gizleyen boyutu da içinde taşırsa,
dil de varlığın bu ikircikli halini tercüme eder. Dolayısıyla her paradoksun,
görünmeyeni aynı anda hem açığa vuran hem gizleyen iki anlamı vardır — tıpkı
üzerinde yansıyan imgeyi gösterirken bizzat bu imgenin ötesinde durana da
gönderme yapan ayna gibi... Ruzbihân, hayranlık halısına bir oturunca nasıl
"görünmez sevgililerin" (’arâisü'lgayb) tezahür edişine tanık
olduğunu, tanrısal haşmeti nasıl güzelliğinin nurlu veçhesi altında seyre
daldığını ve o güzelliği nasıl "kırmızı bir gül görünümünde, ama kırmızı
güllerin döküldüğü, sınırını görmediğim cihan içinde bir cihan gibi"
algıladığını anlatır. "O sırada içime Hz. Peygamber'in şu sözü doğdu:
Kırmızı gül ilahi güzelliğin (mehabetin) bir parçasıdır."
O halde iltibâs, münasebetlerin
bütünüyle yön değiştirdiği o çiftanlamlılığın birleşme noktası olan bir çehre
değişikliğini farz eder: Aşka bağlı kalan kişi halihazırda bütün şeyleri aşkın
çehre değiştirici bakışıyla görür ve ilahi aşkın halesini taşıyan bu bakışla
insan yüzünü tekrar keşfeder; öyle ki Âşık ile Maşuk ve aralarındaki bağ, aynı
"renge" bürünür (hemreng olur). İltibâs, "lafza sadıklar"ın
soyut tektanrıcılığı (ta’tîl ) ile "şirk koşanlar"ın insanbiçimciliği
(teşbîh) arasına yerleşir. Ne gerçekliğini aştığı suretiyle birleşiktir,
ne de dünyayla arasındaki
tanrıgörünümlü bağdan kopmuştur. Bir vardır, bir yoktur. Kendini bir gösterir,
bir gizlenir; aşka sadık kişinin Mecnun gibi Tanrı'nın aynası, yani Tanrı'yı en
güzel biçimlerde gören "sâhibi nazar"
haline gelmesi de işte bu çiftgörünümlülü ğün bağrına yerleşince vuku
bulur.
Ruzbihân aynı zamanda şeyhi
şattâh, yani "şathiye yazanların şeyhi" diye tanınır. Şathiye sözcüğü
"taşkınlık", "vecd halinde söylenen söz" diye tercüme
edilmiştir; Louis Massignon bunu "tanrı duygulu deyişler" diye
tercüme etmeyi önermişti. 10. yüzyılın ünlü Fars mutasavvıfı Ebu Nasr Sarrac
Tusi, vecd halindeki mutasavvıfların kullandıkları tuhaf deyişlerin
dinleyenleri derinden şaşırttığını, zira paradoksal sözlerin dile gelişinin
daracık kıyılar arasından akan coşkun bir ırmağa benzediğini, mutasavvıfın
taşmadan ve hitap ettiği kişiyi sersemletmeden iletişim kuramadığını söyler.
"Nur dalgaları taşıp dile gelir; dil de, içlerinde bunun gerçek anlamının
derinliğine vâkıf olanlar haricinde, dinleyicilerin kulağına rezil şathiyat
gibi gelen sözler sıralamaya başlar."
Ruzbihân'a göre sufıle rin lisanında şathiye, "gönüllerinin en
derinlerini" (esrârı dil) coşturan hareketlerden doğar. Vecd esnasında
ruhları harekete geçmiş olur, derunlan kaynamaya başlar, dilleri çözülür. Bu
şaşırtıcı sözler aynı anda iki anlama gelir; o sözleri telaffuz eden kişi, dinleyiciler
tarafından ayıplanıp kınanma riskiyle karşı karşıyadır. Böylelikle melametî
olur, yani "kınanan kişi" haline gelir. Ezelinin, "kıdemli"
nin kendini cismani ve "olumsal, önemsiz" (hadas) içinde dışavur duğu
her yerde karşımıza çıkar şathiye. Abherü'lAşıkîn'deki şathiye, hem ilahi hem
beşeri aşkın paradoksu haline gelir. Aynen ilahi güzelliğin şathiye kılığında
görünmesi gibi, ifade edilemeyen de, dile gelmeyen de, ne kadar ilhamla doluysa
o kadar coşturan paradokslar biçiminde tezahür eder. Bunun içindir ki Corbin
şathiye'yi "ilham eseri paradoks"
diye tercüme etmeyi önerir.
Mutasavvıfın kendisi, yalnızca
öznesi tanrısal varlık olan önermeleri nedeniyle değil, bu tavır onu
fıkıhçıların ve lafza sadıkların zahiri (exoterique) dinine cüretkârca meydan
okumaya ve sofu dindarlarla resmi dinin temsilcilerinin şaşkınlıktan afallamış
gözleri önünde kutsallığa hakaret eden bir kâfir yerine konulmaya ittiği için
de, şahsen bir paradoks, bir şathiye haline gelir. Nasıl ki iltibâs'a dayalı
görüş mutasavvıfı kurulu düzene uygun düşünenleri sarsacak çarpıcı sözler sarf
etmeye sürüklerse, bu durumun tecessüm ettiği insan da müminler sürüsünün
ortasında bir uyuz keçi, bir melametî, ya da, erdiği selamet halini ötekilerden
gizlemek için, yeri geldiğinde kendisini yargılayıcılar ve sofular nezdinde
resmen kınanma riskiyle karşı karşıya bırakabilecek rezaletler çıkarmaktan bile
kaçınmayan —Hafız’ın deyişiyle— bir rind, "ilham sahibi bir serbestmeş
rep" haline gelir. Bu açıdan Ruzbihân, muhtemelen tüm zamanların en coşkun
mistiklerinden biri olan 14. yüzyılın ünlü Fars şairi Şiraz lı Hafız'ın
habercisi gibi telakki edilebilir. Üstelik, Hafız’ın Türk yorumcularından
(şârih) biri , onu "Ruzbihânîye tarikatı"nın bir nevi üyesi haline
getirecek bir isnâd’ın ipucunu verir bize.9
Bütün samimiyetimle söylerim ve
memnunum söylediğimden
Olunca Aşkın kölesi, azat da
oldum her iki âlemden.
Bu özgürlük Hafız'ı, bizim
dönemimizde Taliban'ın ve en radikal İslamcıların ideolojileri haline gelecek
olan şu hoşgörüsüz ve fanatik düşünce biçimlerinin en zorlu ve en gözü pek
eleştirmenlerinden biri haline getirir. Hafız'a göre hakikat, bizim iyilik ve
kötülük kategorilerimize sığdırılamayacak, bizleri vaizlerin kof öğütleriyle
yetindirmeyecek derecede paradoksaldır; yargılayıcıların yavan yasaklarına
indirgenmeyecek derecede isyankârdır. Hafız’ın bütün bunların ardında ortaya
çıkardığı, "kendine hayranlık" (hod perestî) diye nitelediği
darkafalı bir zihniyet ve "ikiyüzlülük tuzağı" diye kınadığı çapsız
bir etik değildir sadece; özellikle kendi arzularımızı gerçeklik sanmamızdan
ibaret kısır bir yanılsamadır aynı zamanda.
Yargılamayasın rindleri, sen ki
övünürsün saflığınla Başkalarının kabahatleri yüklenmeyecek sırtına asla Ben ha
faziletli olmuşum ha günahkâr, ne umurun,
Herkes biçecek kendi ektiğini,
sen kendinle uğraş.
O Dost'u özler her insan,
ayyaşı da ayığı da,
O Dost'un mekânıdır her yer,
camii de havrası da.
Ruzbihân'ın üç konusu ve bunların
ontolojik, söylemsel ve antropolojik diye tanımlayabileceğimiz üç düzeyi modem
zamanlara oturtulursa, hangi başkalaşımlara maruz kalırlar? Varlık bize hâlâ il
tibâs gibi mi gösterir kendini? Söylemlerimiz hâlâ Sufılerin ilhamlı
paradokslarını mı iletir? Biz de, İran mutasavvıflarının anladığı anlamda
melametînin ve rind’ın paradoksal statüsünü mü cisimleştiri riz? Martin Buber
şöyle diyor bize: "Güneş tutulması güneş ile gözlerimiz arasında vuku
bulan bir şeydir; güneşin kendisinde değil." Başka türlü söylersek, kutsal mefhumu, en
azından inananlar için, karanlıkları örten perdelerin ardında el değmemiş kalır.
Fakat bu perdeler nelerdir ve bizim dünyayı kavrama tarzımızı nasıl
koşullandırırlar? Ruzbihân, her şeyin yerli yerinde olduğu harikulade biçimde
hiyerarşikleştirilmiş bir dünyada yaşamaktaydı: Tanrı, melekler, meleksi
idrakler, imaginal'in dünyası ve nihayet, Kuran'a göre "emaneti
yüklenen" ve Tanrı'nın aynası olarak bütün tanrısal adlan ve sıfatlan
kendinde toplayıp bağdaştıran insan. Ama bu kadar harikulade biçimde
eklemlenmiş, bir Mısır piramidi gibi hiç değişmeden kalmış olan o dünya, modernliğin
istikrarsızlık yaratan darbeleriyle çökmüştür. Freud modem insanın hakikat
algısını tepeden tırnağa allak bullak eden üç temel darbeye maruz kalmış
olduğunu bildirir bize. İlki, artık
sabit olmadığı için, kâh Hegel'le birlikte ta rihseltinsel bir süreç olarak,
kâh Darvvin'le birlikte doğal ve biyolojik süreç olarak, kâh Marx'la birlikte
sosyoekonomik bir süreç olarak hareket eden dünyanın merkezinin artık kendisi
olmadığını öğrenmesini sağlayan "kozmogonik darbe"dir. İnsanın ufku,
Ruzbi hân'a göre tanrısal mesajların boca edildiği semavi kürelere Cebrail
Aleyhisselâm gibi dikey bir biçimde açılmak yerine, çizgisel bir sürecin yatay
düzlemine çarpmaktadır. Kopemik Devrimi insanı yuvasından kovmuş ise,
"biyolojik darbe"nin sonuçları daha da trav matik olmuştur.
Şeceresinin peygamberlere ve mitolojik zamanların tanrılarına dayanmadığı,
insanımsı maymunların soyundan geldiği ve de dünyanın temelinin artık akim
doğal ışığı değil, en uygun olanın hayatta kaldığı bir ayıklamayla iş gören kör
bir tabiat olduğu, kafasına dank etmiştir insanın. En sonunda "psikolojik
darbe" ile de "benliğinin artık kendi evinin efendisi
olmadığı"nın, bilinçdışı ve
akıldışı kuvvetlerden müteşekkil bir okyanusun üzerinde gezindiğinin ve
"tarih" diye adlandırma alışkanlığında olduğu şeyin, ilkel ve
birbiriyle uzlaşmaz içgüdülerin çarpıştığı fecaat sahnesinden ibaret olduğunun
ayırdma varmıştır.
La lumiere vient de
l'Occident'da. (Işık Batı'dan Gelir) şöyle yazmıştım: "İçinde yaşadığımız
kaos dünyası, adeta birbirine bağımlı üç eşanlı olgunun birleştiği nokta gibi
görünüyor bana: büyübozu mu, klasik aklın yıkılması ve
sanallaştırma." Büyübozumu ile
kastım, vaktiyle dünyayı halelendiren ve onu sihirli kılan kozmogonik
simgelerin tasfiye edilmesi ve bunların tedrici geri çekilişiyle gökyüzünün
türdeş ve ruhsuz kalmasıydı. Ama insan erişilmez bir şeyler öngörmeksizin, onun
özlemini çekmeksizin yaşayamaz. Bu yüzden de geçmiş mitosların yıkıntıları
üzerine kurulan ve yeni ama bu defa çok kişiselleşmiş bir manevi âlem
şekillendiren, dünyanın tekrar büyülü kılınması diye nitelenebilecek tersine
bir olguya da tanık olmaktayız. Aydınlanma kazanımlarının mahvolması ve
hegemonya kuran söylemlerin ortadan kalkışı ise, diğer yandan, bilincin
bastırılmış bütün düzeylerine değer kazandırmıştır; öyle ki söylemlerin
birbirini izlediği düzenin yerini, Cilalı Taş Devri'nden bilişime kadar
tarihsel bilincin tüm düzeylerinin eşzamanlılığı almıştır. Bu iki olguya
paralel olarak, aktarımlardaki devrim de hayli tuhaf bir olgu olan
sanallaştırmayı yaratmıştır; bu olguda, muhayyilemizin yanında, tam aynısı
olmasa da en azından dış görünüm itibariyle şeylerin eski halindeki
mitselşiirsel dünyaya benzeyen bir sanal dünya ortaya çıkmaktadır. Bu
parçalanma, mantıksal sonucu olan bir başka gerçekliği açığa vurmaktadır: Kelimenin
en geniş anlamıyla birbi rinebağlanabilirlik, yani bütün alanlarda ağların
yaratılması. Kültürler düzeyinde bu birbirinebağlanabilirlik, bütün kültürlerin
bir biriyle iç içe geçerek karma ve melez bir bilince neden olduğu bir tür
mozaik görünümüyle (Deleuze'cü anlamda) rizomatik ilişkileri öne çıkarır. Bilgi
düzeyinde yorum yelpazesiyle kendini gösterir; büyük metafizik hakikatler
değersizleştirildiği ölçüde ise, bizzat varlık, çeşitli yorumlardan oluşan
sonsuz süreç haline gelir. Kimlikler düzeyine, yamalı bohça diye adlandırdığım
çoğul kimliklerle tercüme olur; öyle ki, modem insanın genişlemiş bilincine
hiçbir kültür tek başına cevap verememektedir. Medya düzeyinde ise, sa
nallaştırmaya ve şu meşhur Web'e yer açmıştır.
Bu dünyanın röntgenini çekmek için
didinip durduğumuz vakit, ruhun kargacık burgacık yazılarla dolu parşömen
kâğıdında aslında hiçbir şeyin yok olmadığının farkına varınz. Eşzamanlılık
artarda lığın yerini almıştır. Kutsalın geçirdiği başkalaşımlar geleneklerin,
bireylerin, kültürlerin keyfince çeşitlenir ve her kişi bir "sınır
geçirici" haline gelir. Hepimiz hacılaşmışızdır, fakat bu hac yolculuğu
özel bir güzergâhla sınırlı değildir. Arayışı korumuşuzdur, fakat aradığımız
artık sadece Kutsal Kâse değildir; üstelik bu arayış insanların manevi
müdahalelerine göre değişikliğe uğrar: Kâh Budizmde ki ruhun sınırsız göçler
çemberi olan samsâra, kâh Vedânta'daki dünyanın kozmik yanılsaması olan mâyâ,
kâh semazenlerin vecd içindeki dansları kılığına bürünür. Bir başka deyişle,
kültürlerin melezleşmesiyle büyüyen tercih yelpazemiz, zaman ve mekânın
ötesinde serüvene çıkmak için yorumbilgisinin dar çemberini kırar. Bu
yolculuklar her birimizi çok bireyselleşmiş ve çok özel bir Homo vi ator
(seyyah insan) haline getirir. Ruzbihân ve Hafız için kurtuluşa ermiş insan
ülküsünü melametî ya da rind temsil ediyorken ve bu hayal de ilahi aşk
çehresine bürünmüş bir aşktan ilham alıyorken, halihazırda bu ülküye en yakın
olacak insan kimdir? Aslında böyle bir ülkü yoktur artık. Kuşkusuz âlimlerimiz,
parlak entelektüellerimiz, akla hayale gelebilecek her alanda mükemmel
araştırmacılan mız, dogmatik ideologlarımız vardır, fakat bilgelerimiz,
özellikle de bu çapta mistiklerimiz yoktur. Olsa olsa gurular vardır; ateşli,
bazen de fanatik ve "meczup" yandaşlar vardır; muayyen bir hakikat
arayan insanlar, insanın manevi boyutunu böylesine küstahça ihmal eden bir
uygarlık nazarında eleştirel olup daha iyi bir dünya arayanlar vardır.
Bununla birlikte "zamanın
ruhu" diye bir şey de vardır. Erich Neumann, "Sanat ve Zaman" başlıklı bir makalesinde, belirli bir dönemde
bütün varlıkların, özellikle de yaratıcıların, aynı ruhla harekete geçip
belirli bir yöne doğru hareket ettiklerini ileri sürer; Neumann yolların bu
birleşmesine "zamanın ruhu" (Zeitgeist) adını verir. Zamanın bu ruhu
yeryüzü kültürümüzdeki derin bir kırıktır aynı zamanda. Neumann dünyanın
"Kaos ile İlkömek arasında" (zwischen Chaos und Urbild) bir
ikiaradabirderedelik dönemi yaşadığını düşünür: yok olan bir dünya ile onun
küllerinden doğması gereken bir başka dünya. 19. yüzyıl sonunun Cezanne, Van
Gogh, Picasso gibi büyük yaratıcıları kahraman bireylerdi, kaosun karanlık
güçlerinden yola çıkarak dünyayı tekrar yaratmaya çağrılı olduklarından,
arayışları iblise karşı bir kavgaydı, neredeyse Promet heusvari bir görevdi.
Ama 20. yüzyıl sonu ve 21. yüzyıl başından itibaren, ne dev ne keşif sahibi
olan yeni bir insan tipine tanık olunmaktadır: ikiaradabirderedelik sınırında
pişen kumarbazlar, başka bir deyişle de yaptakçılar (bricoleur).
Yaptakçılıkta, gerçeküstücülerin
"nesnel tesadüf' adını verdiklerine benzer bir unsur vardır. Sanat
eserleriyle, farklı meditasyon uygulamalarıyla, Şark öğretilerinin çeşitli
unsurlarıyla oynayan yap takçı, yeni varoluşsal zeminlere biçim verir. Önünde
büyük bir tercih yelpazesi vardır: Bir kültürel sahadan bir diğerine kayabilir,
başka tarihsel belleklerden beslenebilir, buraları kaynak alıp zenginleşir ve
kendince bunun sentezini yapabilir. Yaptakçı seçer ve şu her tarafa saçılmış
mevcudiyetlerden parçalan adeta bir ressam maharetiyle düzenler.
Haletiruhiyesinin renkleriyle resmeder onlan; kendi şahsileştirilmiş mekânını
düzenler. Yaptakçılık en üstün düzenleme sanatı olarak kalır; yaptakçı ise bunu
çok güzel kullanmayı bilir.
İngilizHint ve Latin Amerika
romanlarında, NewAge'i benimseyenler arasında, yeni değer borsalan arayışıyla
bir manevi iklimden diğerine seyahat eden o yeni ruh göçebeleri arasında, bunun
örnekleri bulunmaktadır. Yaptakçı kendisiyle hem ait olduğu gelenek, hem de
taşıyıcısı olduğu kültürel dönüşümler arasına mesafe koyan iki yönlü bir
bakışla donanmıştır. İki tarafla bu mesafelilik onu parçalara ayrılmış bir
varlık haline getirir, ama bu parçaların çok sayıda eklemlenmesini pek yerinde
bir biçimde idare etmeyi başarır. Onu kıskıvrak tutan katı kaidelerden azat olduğunu
hisseder; köhneleşmiş dogmaların prangasından kurtulunca da güzel yarınlar
şarkısını terennüm eden denizkızlarının tuzağına düşmeyecek derecede
bilinçlenir. Şeylerin bu durumunun zorunlu olarak onun bilgi yelpazesini
büyütmüş olduğuna kimsenin itirazı olamaz; fakat aynı zamanda yolunu
şaşırttığını ve öğreniminin önüne engeller serpiştirdiğini de kimse inkâr
edemez. Alışılmadık tutumu, tıpkı melame tî gibi, çelişik, hatta bazen rezil ve
infial uyandırıcı görünebilir, ama her şeyden önce, tahayyül edilebilir tüm
sınırlardan geçiren bir rehber olarak kalmaktadır. Temel ilkömeklerle
halelenmiş bir dünyada yaşayan rind'in aksine, yaptakçı, henüz tabiatını
bilmediği fakat öncü işaretlerini hissettiği bir hakikatin su yüzüne muhtemel
çıkışı ile kaos arasında sıkışmıştır. Tefekküre daldığı, varlığını aştığı
olursa, bu içekapanış geleneksel etiğin kuralları uyarınca değil, adeta
yoksunlaşma yoluyla gerçekleşir. Eğer bir tasavvufu varsa, bu tasavvuf
negatiftir. Tamama ermişliğin ve iç huzurunun o nice nadir nefasetinin tadına,
eleme yoluyla varır. Özgür insanın modem versiyonu diye tanımlanabileceği ise
kesindir.
ÖTEKİNİN İSYANI
ÇARPICI FORMÜLLER bulabilen ve
artık kazanç hanesine yazıldığını zannettiğimiz olguların endişe verici
veçhelerini alışılmadık bir biçimde açığa vurabilen Jean Baudrillard’ın
düşüncesinin ince farkları olan çeşitli yönlerini kavramak hiç kolay değil.
Ayrıca Baudril lard, büyük Fransız ahlakçılarının hepsinde bulunan
iğneleyiciliği ve inceden söz dokundurma özelliğini çok iyi kullanır; sezgilerini
tahlille ispatlamaktan ziyade telkin yoluyla iletir. Görüntülimge, si mülasyon
ve sanallaştırma üzerine çalışmalarımda, sık sık onun düşüncesiyle hesaplaşmam
gerekti; kısa ve özlü, bazen de ezber bozucu formüllerinin ardında, hiç akla
gelmemiş ufuklar açan cüretkâr kavramların ağırlığını anlamaya çalıştım.
Son on beş yılda iki kez
eserlerine müracaat etmem gerekti. 1980-90 arasında Avrupa'yla ABD arasında
mekik dokurken, bu iki kıtanın mukayesesine kaptırmıştım kendimi. Bu konuda
basmakalıplardan yana noksanlık çekilmiyordu. Amerikan aleyhtarlığının epey bir
geçmişi vardı; Georges Duhamel'in Scenes de la viefuture'ü (Gelecek Yaşamdan
Sahneler, 1930) türün klasiğiydi hâlâ. O sıralarda Baudrillard'rın Amerika
üzerine şaşırtıcı çalışmasını tekrar tekrar okudum. Konusuna, artık ağızlara
sakız olmuş ucuz basmakalıplar üzerinden değil, imge algısı üzerinden girişme
tarzıydı beni büyüleyen. Temel bir olguyu öne çıkarıyordu: Avrupalıların ve
Amerikalıların gerçekliğe, imgeye ve simülasyona bakışları farklıydı. "Onlar
(Amerikalılar) gerçeği düşüncelerden üretiyorlar, bizse gerçeği düşüncelere ya
da ideolojiye dönüştürüyoruz." Niye
peki? "Çünkü Amerika'da yeni olan ilk düzey (ilkel ve vahşi) ile üçüncü
tipin (mutlak simulakrumun) çarpışmasıdır," diyordu Baudrillard.
"İkinci derece yoktur. Her zaman ikinci düzeye, kendine geri dönmeye,
kendini yansıtmaya, mutsuz bir bilince ayrıcalık tanıyan bizler için
kavranılması güç bir durum bu."
Amerika ikinci dereceyi böyle
kaçırmıştır. Baudrillard'ın bu konuda verdiği tüm örnekler aynı yöndedir.
"Amerika dev bir hologram; şu anlamda ki, öğelerin her biri bütün ile
ilgili tam bilgi içeriyor."3 Amerika, dünyanın sadece reklama bağlı bir
biçimde varolmasını sağlayan bir simülasyondur. Bu uyarılar Amerikan kültürünün
o kendine özgü yeteneğini vurgulamayı hedeflemektedir: Woo dy Allen'ın
Kahire'nin Mor Gülü filminde olduğu gibi, görüntünün perdeyi yırtıp çıkarak
özerk bir varoluş sürdürdüğü, böylelikle de bir aşıngerçeklik yarattığı bir
simülasyon dünyası üretme gücünü. Böylelikle Amerikan yaşam tarzı kurgusaldır,
"çünkü o, imgeselin gerçeklikte aşılmasıdır." Böyle bir dünyada görüntünün mesnedi (support)
yoktur artık; video aşaması ayna aşamasının yerini aldığından, görüntü artık
sadece kendine atıfta bulunur; öyle ki simülasyon kendi kendinin reklamı, yaşam
da sinema haline gelir. 18. yüzyılın ütopyasının gerçekleşmiş göründüğü bu saf
simülasyon karşısında, Avrupa mutsuz bilincin donup kalmış zamanında, veyahut
19. yüzyılın gerçekleştirilemez çelişkilerinin zamanında yaşamaktadır.
İmgenin bir bakıma ruhun
anlaşılabilir biçimi olduğu, yaratıcı muhayyile sayesinde düşündürme gücünü bir
yerlerde hâlâ koruduğu bir kültür içinde yetişmiş olduğumdan bu olguya daha da
duyar lıydım. Ruhun bedenleştiği, bedenlerin de ruhlaştığı bir dönüşüm alanı
haline geliyordu imge. Onun bu ikiaradabirderede durumu, yüzyıllardır
mutasavvıflarımızın ve filozoflarımızın bakışını beslemiş olan bütün keşif
hikâyelerinin anlatımını mümkün kılıyordu. Dolayısıyla, bakışı dünyanın
büyüsüyle değişime uğramış keşif ehlinin, şeyleri, büyübozumuna uğramış
Gutenberg galaksisinde evrilen görsel insanla aynı tarzda görmediğini
söylüyordum kendime. Zira görüntünün değersizleşmesi, Walter Benjamin'in dediği
gibi aura'nın, halenin yitmesiyle eşdeğer değil midir? Eşsiz sanat eserindeki
tekilliğin yerine kopyaların teknik çoğaltılabilirliği konma makta mıdır?
Dolayısıyla bakışın niteliği görüntünün sonucu iken, görüntü de kendi tarafında
bir mesnede bağlıdır. Bu mesnet aynadan başka bir şey değildir. Ama
Baudrillard'ı okursak, görüntüayna ilişkileri zorunlu olarak bakışın kapsamına
göre değişmektedir: Aynanın arka-mekânına, yani kendi üzerindeki örtüyü
kaldırsa bile saklı kalabilenin muğlaklığına açık da olabilir bu bakış;
görüntüay na diyalektik çelişkisiyle sınırlı da kalabilir; çerçevesinden çıkıp
medyanın katlanarak gelişmesindeki gibi özerk bir görüntüler orjisi içinde
infilak da edebilir. İlk şıkta, hâlâ kozmogonik haleleriyle taçlanmış bir
görüntüler ontolojimiz olur (Yusuf İşagpur); ikinci şıkta mutsuz bilincin
diyalektik ilişkileri, üçüncü durumda da bir simulakrumumuz, hatta bir
simülasyonumuz olur. Başka deyişle, ya bir üst gerçeklik, ya bir diyalektik
gerçeklik, ya da bir aşırı gerçeklikle karşı karşıya kalırız.
Benim geleneksel kültürüm ilk
kategoriye, Avrupa İkincisine, Amerika ise üçüncüsüne aitti. Ama içinden
geldiğim İranİslam dünyası çaresiz olarak imgelerin değersizleşmesine maruz
kalıyor ve bilmeden bütün bu dönüşümlerin kurbanı haline geliyordu; öyle ki, bu
dünyada yaşayan insan, o dönüşümler karşısında az çok edilgen kalıyordu.
Fikirden yola çıkıp gerçeklik üretmesi güç olduğu gibi, üstüne üstlük bizzat
modem gerçeklik hakkında isabetli bir tasavvur sahibi de olamıyordu. Onun
sorunu ne aşıngerçeklikti ne de mutsuz bilinç; vaktiyle dünyaya bakışını
aydınlatan suretler ontolojisinden de istifade etmiyordu. Dolayısıyla kendini
bir no man’s land'de bulunca, seçenek olarak önünde ya düpedüz boyun eğme, ya
Güneydoğu Asya'da olduğu gibi zorlu bir çıraklık dönemi, ya da İslam dünyasında
olduğu gibi isyan ve başkaldırı kalıyordu. Baud rillard'ın pek yerinde olarak
"başkalığın ani müdahalesi" diye adlandırdığı budur.
Baudrillard'la ikinci karşılaşmam
daha yakın bir zamanda oldu. La lumiere vient de l'Occident'ı yazmaya
başladığım zaman, sanallaştırmayı incelemek zorunda kalmıştım. Fakat Paul
Virilio’ya, özellikle de sanallaştırmanın feci etkilerini durmadan kınamış olan
Baudrillard'a atıfta bulunmadan bu konudan nasıl söz edilebilir?
Çok geniş anlamıyla
sanallaştırmanın, ya medya organları düzeyinde, ya da tüm zamanlardaki mistiklerde
ve gayb âlemini görenlerde karşılaşılan ruh düzeyinde yorumlanabildiğinin
farkına vardım. Mistikler "melekleri" yani mütecessim suretleri,
kurgudan ya da hayalden ayırt etmeye özen gösterdikleri özel bir mekâna
konumlandırmışlardır daima. Dönüşümün gerçekleştiği bu mekâna bütün eski
geleneklerde rastlanır. İslam'ın —özellikle de bu alanda en zenginlerden biri
olan İran'ın— mitsel şiirsel düşüncesinde, kâh "ilkör neksuretler
dünyası", kâh "sekizinci iklim", kâh "aradünyaların harikulade
alanları" diye tasvir edilen imaginal dünya, uzun uzadıya tartışılmıştır.
Kısacası, bütün simgesel coğrafyası, onu tecrübe etmiş olanlar, ya da
bütünleyici benlikleri, hatta melekleriyle orada karşılaşmak için serüvene
girişmiş bazı hacılar tarafından aydınlatılmıştır. Peki ama bu dünya,
kurgusaldan, simülasyonda tezahür ettiği haliyle muhayyileden ve görüntülerin
infilakından nasıl ayırt edilir? Bu son veçheye dünyanın hayaletleştirilmesi
adını verdim; Baudrillard'ın eleştirilerinin şimşekleri de bence sanallaştırmanın
bu olumsuz tarafına yöneliktir. Bununla birlikte bu iki sanallaştırma biçimi
arasındaki benzerlikler şaşırtıcıdır.
İki sanallaştırma biçimi
arasındaki, yani keşiflerin ve mitosların imaginal dünyası ile sibermekânda
kendini gösteren dijitalleşme, aktarımlardaki devrimin sanal dünyası arasındaki
ilinti kurulursa, aynı varlık düzeyinde çakışamayan iki paralel dünyayla karşı
karşıya olduğumuzun farkına varırız. Buna rağmen özellikleri şaşırtıcı
benzerlikler arz eder. Her ikisi için de Möbius etkisi tam gaz işlemektedir;
her ikisi de bir halden diğerine dönüşüm biçimidir. İki tarafta da bir başka
yerle, Michel Serres'in deyişiyle bir "buradışı" ile temas
halindeyizdir. Her ikisi de yersiz yurtsuzdur: Biri (sanal dünya) yeri
saptanamayan bir sibermekânda yer almaktadır; diğeri ise, yerleşmiş olmasa da
tüm ince koordinatların sihirli merkezi olduğundan yerleşimsel olan bir
lâmekârida. Her ikisinde de, bir tarafı duyumsanabilir diğeri ise keşfe dayalı
güncelleştirme biçimleriyle karşı karşıyayızdır. Orada da burada da, biri ağ
içinde yenilik peşinde seyrederken, diğeri —Homo viator— yokluğun sessizliği
içinde hiçleşmek için varlık merdiveninde yükselmeye çalışan göçebelerle,
göçmenlerle karşı karşıyayızdır.
Bu zahiri benzerlikler günümüz
insanının elle tutulamayana, anlığın büyüsüne, heterojenleşmeye ne kadar müsait
olduğunu göstermektedir. Bize yeni dijital teknolojilerden gelen bütün bu
yatkınlıklar, daha yirmiotuz yıl önce tamamen imkânsız göreceğimiz varlık
biçimlerine değer vermeye davet etmektedir bizi. Şimşek hızıyla stratosferi
kateden veri aktarımıyla, bir anlamda dünya yeniden büyüsüne kavuşmaktadır.
Eski insanların hayal ettiği heryerdelik, internetle, elektronik posta ve
telekonferansla gerçeğe dönüşmektedir.
Baudrillard düşüncesinin 11 Eylül
2001 sonrasında isabetliliği ortaya çıkan başka bir yönü ise terörizmdir.
Baudrillard’ın uzun zamandır öngörmüş olduğu gibi, Ötekinin isyanı aniden
şiddetle baskın yapmıştır. Hedef ayırt etmeden saldıran terörizm 11 Eylül'den
beri epey düşünürün kafasını meşgul etmektedir. Philosophy in a Time of Terror
adlı kitabında Giovanna Borrodori en revaçta iki filozofla iki ayrı diyalog
başlatır: Alman Jürgen Habermas ve Fransız Jacques Derrida. Bu yazarların 21. yüzyıl başına damgasını
vuran bu köklü olgu hakkında aynı görüşte olmadıkları doğrudur; bununla
birlikte ikisi de söz konusu olguda, uygarlığımızdaki bir huzursuzluğun vahim
arazlarını teşhis etmektedir. Habermas'a göre bu araz iletişimsel bir patoloji
biçimine bürünür, çünkü şiddet sarmalı da tam olarak bir iletişim çarpıklaşmasıyla
başlar; bu çarpıklaşma da, karşılıklı bir güvensizlik nedeniyle, iletişimde tam
çöküşe varır. Derrida'da, bir organizmanın adeta intihar edercesine kendi
mahvına yöneldiği ve kendi bağışıklığına karşı bağışıklaşarak bağışıklık
sistemini tahrip etmeye koyulduğu bir kendinebağışıklaşma sürecine tercüme
edilir. Baudrillard’ın getirdiği bakış ise farklıdır ve bu olgunun izini
görüntü metafiziği üzerinden, her tür mesnet ve her tür ontolojik platformdan
yoksun görüntünün metafiziği üzerinden sürdüğü için de bence daha
etkileyicidir. Derrida gibi Baudrillard da, mustarip olduğumuz aksiliklerin
bizzat modernliğin arazları olduğunu düşünmektedir. Freni patlamış bu
modernliğin baş özelliği, gerçeklik fazlasından mustarip bir dünya için
"yanılsamanın öldürülmesi"dir.
Dünyada negatif yoktur artık; başka deyişle Öteki, Aynının lehine
tamamen tasfiye edilmiştir. "Fotoğraf görüntüsü ya da sinema görüntüsü
hâlâ negatifle (ve yansıtıcıyla) geçer, oysa dijital ve sentetik olan
televizyon görüntüsü ve video görüntüsü, negatifsiz ... ya da göndermesiz
görüntülerdir. Sanal'dırlar; sanal, her tür negatifliğe son verir... Bu yüzden,
bir gerçeğe ya da bir hayale göndermesiz kendi kendilerini doğuran görüntülerin
bulaşıcı salgınının kendisi de sanal bir biçimde sınırsızdır ve bu sınırsız
doğurganlık felaket olarak bilgi'yi üretir."
Aslında uygarlığımızın yazgısında
felaket vardır ve bu felaketin önüne geçilemeyen sonuçlarından biri de,
yanılsamaların, başkalığın ve negatifliğin son bulmasıdır. Cisimlerin gölgeleri
yansımıyor dur artık, aksine "gölgelerin cisimleri yansıyordur, ki onlar
da gölgenin gölgesinden ibarettirler."
Böylelikle tüm yanılsamaların, Ötekinin, İyiliğin, Kötülüğün sonuna
tanık olmaktayızdır; her şey ortadan kalkıp Aynının ya da televizyon gerçeğinin
içinde dağıldığı vakit ise, aniden Ötekinin hayaletinin beliriverdiği görülür.
Baudrillard bu amaçla Borges'in, Aynının zorbalığının baskısına uğramış olduğu
için intikamını daha da acı alan bastırılmış başkalığı anlattığı
"Aynalardaki Hayvanat" öyküsünü zikreder: "Yine de bir
gün," der Borges, "onlar (aynadakiler) bu sihirli uyuşukluktan
silkinecek ... biçimler, uyanmaya başlayıp bizden azar azar farklılaşacak, bizi
gitgide daha az taklit edecekler. Camdan ve madenden yapılma engelleri kıracak
ve bu kez yenilmeyecekler." Baskın
yapan ve artık aynamız olmayacağını bize bildirerek karşı saldırıya geçen
Ötekinin isyanından çıkarılacak kıssadan hisse bundan daha endişe verici
şekilde ortaya konulamazdı.
Bütün bunlar 11 Eylül'den önce
dile getirilmişti. Bu metinleri tekrar okuduğum vakit beni en çok şaşırtan ise,
içerdikleri kehanet edasıydı. Başkalığın baskınının tarihte bu kadar seyirlik
bir biçimde yerine getirilmiş olması ve milyonlarca televizyon izleyicisinin
gözleri önünde naklen gerçekleşen dünya çapında bir olay olmuş olması tüylerimi
diken diken ediyor. Ama bu olay aynı zamanda da, gidişatın hakikaten bilincine
varılmazsa, Nietzsche'nin öngördüğü gibi îyi'nin ve Kötü'nün ötesine geçemeyeceğimizi,
"İyi'nin ve Kötü’nün berisinde" (diesseits von Gut und Böse) bütün değerlerin yeniden değerlendirilmesine
ve aşılmasına ulaşamayıp çözülme ve belirsizliğe düşeceğimizi de
göstermektedir.
Küresel uygarlığımızın varlık
nedenini sorgulayan Ötekinin isyanıyla birlikte, Derrida'nın kendine bağışıklık
tezi büyük ölçüde devreye girmiştir; bunun bir tedavisi varsa da, o tedavi,
bütün düzeylerde bir bilinçlenme gerektirmektedir; hem Batı cenahında, hem de
sayıklamayı andıran yanılsamalar namına onu yok etmek isteyenler cenahında.
BÜYÜK ENGİZİSYONCU
DOSTOYEVSKİ'NİN Karamazof
Kardeşler'indeki Büyük Engizis yoncu efsanesi, Suç ve Ceza'da Raskolnikov
şahsiyetiyle eserleşti rilmiş olan bir ret ve nihilizm hareketini, Dostoyevski
külliyatının en endişe verici kahramanı Stavrogin'le doruk noktasına çıkarır.
Stavrogin hem Tanrı'yı hem dünyayı, hem imanı hem ateizmi inkâr ederken,
yadsımanın yadsınmasına varan bir tür negatif diyalektik olan Rus nihilizminin
zirve simgesidir. Büyük Engizisyoncu bu sürecin can alıcı bir ânını temsil
eder.
Olay 16. yüzyılda Ispanya'da, her
gün insanların ad majorem Dei gloriam
ateşe atıldığı o korkunç Engizisyon döneminde geçer. Böyle bir baskı
atmosferinde İsa, sonsuz bağışlayıcılığıyla, ıstıraplarına tanıklık etmek için
insanlar arasına döner. Kendini fark ettirmeksizin, usulca belirir, fakat karşı
konulmaz bir imanın cezbesine kapılan herkes onu tanır. İnsanlar onun geçtiği
yola yığılırlar; uçsuz bucaksız merhametinin manyetik alanına kapılırlar adeta.
Gözlerinden nur, ilim ve kudret yayılmaktadır. Derhal hastalar ve sakatlar
mucize ve şifa talebiyle ona koşarlar. Uzun zamandır kör olan bir yaşlı adam
tekrar görmeye başlar; yedi yaşında bir kız çocuğu beyaz tabutundan çıkar,
oturur ve gülümseyerek etrafına bakınır. Kalabalığın kapıldığı büyük heyecan
doruk noktasına varmıştır. O esnada meydandan Büyük Engizisyoncu, yani Kardinal
geçmektedir. Kalabalığın önünde durur ve her şeyi dikkatle seyreder. Hiçbir
şeyi kaçırmıyordun Parmağıyla İsa'yı işaret eder ve muhafızlarına onu hemen
yakalama emri verir. Karşı çıkmaya kimsenin cesaret edemeyeceği bir gücü
vardır. Bir ölüm sessizliği ortasında muhafızlar bu münafığı yakalayıp
götürürler. Onu Engizisyon Mahkemesi'nin eski binasındaki dar bir tonozlu
hücreye kapatırlar. Sonra gece olur; insanı soluksuz bırakan sıcak bir gecedir.
Karanlıkta hücre kapısı açılır ve elinde bir meşaleyle Büyük Engizisyoncu
belirir. Yaklaşır, meşaleyi masanın üzerine koyar ve ona şöyle der: "Demek
sensin! Sensin, öyle mi?” Cevap
almayınca, ekler: "Ama ne söyleyebilirsin, söyleyeceklerini çok iyi
biliyorum. Zaten bundan önce söylediklerine başka bir şey katmaya hakkın yok.
Neden bize engel olmak istiyorsun? ... Kim olursan ol, hemen yarın hüküm
giydirip en azılı zındık olmak suçuyla yakacağım seni."
Belki de dünya edebiyatının en
allak bullak edici bölümlerinden olan uzun bir monolog izler bunu.
Engizisyoncu, çölde İsa'nın ruhuna onu doğru yoldan çıkarmak için musallat olan
üç iğvayı reddetmiş olmasını kınamaktadır. Oysa o üç teklif, tam da insan
mutluluğunun üç anahtarıdır.
İncil'e göre ilk iğva, taşlan
ekmek yapma çağrısıydı, fakat İsa reddetmiştir, zira ekmekle satın alman
itaatin pek bir değeri olmadığını düşünmektedir; yalnız ekmekle yaşanmaz, ona
Ruh da lazımdır. Ekmek mucizesine rıza göstermiş olsaydın, der ona Büyük
Engizisyoncu, insanların ezeli endişelerini de dindirmiş olacaktın.
İsa'nın reddettiği ikinci iğva
mucize olmuştur. Burada da, insanların daima daha fazla mucize istediklerini
anlamamıştır. "Üfürükçüler, büyücüler, kocakanlar önünde dize gelir. Yüz
kere asi, dinsiz ya da din sapığı olsa da yapar bunu. Halk, 'Çarmıhtan inersen
Sen olduğuna iman getiririz!' diye haykırışıp Seni alaya alırken çarmıhtan
inmedin. İnsanların imanını mucizeye bağlamak istemedin; özgür, açık bir iman
peşindeydin... .Ama bunda bile insanlara hak ettiklerinden daha büyük değer
vermiştin; yaradılıştan isyancı oldukları halde sadece köledir onlar."
Engizisyoncu İsa'yı insanlara çok
sert davranmış olduğu, onların sırtına çok ağır bir yük yüklemiş olduğu için
kınamaktadır, zira insan zayıf ve korkaktır. Özgürlük için şehit düşenler olsa
da, fanilerin çoğu kolaylığı, oyunları ve kör itaati sever... "Senin
eserine başka şekil vererek temelini mucize, sır ve otoriteye dayandırdık ...,
hatta günahlarını hoşgörüyle karşılayarak yüklerini hafifletmekle onlara
sevgimizi göstermedik mi?"
İsa'nın karşı koyduğu üçüncü iğva
ise Sezar'ın kılıcı olmuştur. Bunu reddeden İsa, insanlığın en büyük hayali
olan, önünde eğiline cek kadirimutlak bir efendinin tahta geçişini
gerçekleştiremez. "Böylece Sezar kılıcı bizim elimize geçti," der
Engizisyoncu, "sonra da Seni reddederek ötekinin peşinden gittik. ..
.Tabii çalıştıracağız onları; işten artakalan zamanlarını çocuk oyunlarına
benzeyen şarkılar, korolar, masum rakslarla dolduracağız. ... Yeni doğmuş
milyarlık mutlu bir kuşağın yanında iyilikle kötülüğü bilmek uğursuzluğuna
uğramış yüz bin bahtsız bulunacak."
Anlatının sonunda, Diriliş gününe
meydan okuyan Engizisyoncu, Tanrı'nın önüne çekinmeden dikileceğini gururla
vurgular: "Ben de çölde kaldım, çekirgelerle, bitki kökleriyle beslendim
... ama sonunda ayıldım, deliliğe hizmet etmek istemedim. Döndüm ve Senin
eserini düzelten kitleye katıldım. Gururlu olanlardan ayrılarak mutluluklarını
sağlamak için alçakgönüllülerin yanına döndüm.”
Bu iyi bilinen metni zikretmiş
olmam, hem din düzeyinde hem de özgürlük ve özgür irade düzeyinde hepimizi
ilgilendiren yol gösterici fikirleri değerlendirmek içindir. Burada İsa, ona
boyun eğdirmek isteyen güçlerin önüne tek başına dikilen öznenin, özgür insanın
prototipi olarak temsil edilmektedir. Kolay çözümleri, kullaştı rıcı hâkimiyeti,
mucize reçeteleri reddeden gem vurulamaz bir varlıktır. Özgür irade seçer,
dolayısıyla sorumludur; sorumlu olan her kimse de, olanakların, iyilikle
kötülük arasında seçim yapmanın yükünü taşır. Üç iğvaya karşı koyan İsa, bizzat
varoluş koşullarına ters düşmektedir. Sevgili kulun, münzevinin yolunu
seçmiştir; Max Scheler'in deyişiyle, "acımasız gerçekliğin ezeli ve ebedi
protesta nılprotestocusu" haline gelir.
Bu Büyük Engizisyoncu
efsanesinden yola çıkarak, üç soru sormayı deneyebiliriz: Nasıl olmaktadır da,
insanı tabiatın dayatmalarından azat ettiği varsayılan bir manevi yol,
cismaniye, yani siyasete bel bağlayarak, tam aksi yönde bir sonuca varmaktadır?
Seçme özgürlüğü, ya da özgür irade, en aşkını bile olsa her tür vesayetin
yadsınmasını neden içinde taşımaktadır? İslami kültür sahasında yaşayan
bizlerin bu gidişat karşısındaki tavrımız nedir?
1.Engizisyoncu'nun İsa'da
kınadığı, özgürlük saplantısıdır; katıksız ve tavizsiz bir özgürlük adına, şu
dünyanın güçleriyle anlaşmaya varmayı kategorik bir şekilde reddetmesidir. Ama
bu köklü reddi şu dünyada hayata geçirmek imkânsızdır. Her manevi yaşam ancak
bir sistem içinde tecessüm ettiği, yasaya girdiği ölçüde, tam aksi yönde bir
sonucu benimseyerek ayakta kalabilmektedir. Şayet Hıristiyanlık bir kurum haline
gelmişse; kardinaller, piskoposlar ve yüksek rütbeli papazların oluşturduğu
hiyerarşik kortejle bir Kili se'ye dönüşmüşse; ilk başlardaki dizginsiz
özgürlüğün yerini Engizisyoncu almışsa; doktrinin, insandaki temel zayıflığa
uydurulamayacak derecede erişilmez olmasındandır. Bu anlamda da Engizisyoncu,
İsa'daki tefrik noksanlığını, sorumluluğunu başkasının üstüne yıkmaktan gayri
derdi olmayan insan psikolojisi hakkındaki bilgisizliğini kınamaktadır.
Yerleşikleştiği ve ilk zamanlardaki ruh sö nükleştiği ölçüde, gelenek sonunda
kolektif bir sorumluluk paylaşımı haline gelir, her yere el atar ve vaktiyle
özgürlük adına tabiatın dayatmalarına başkaldırmışken, özgürlüğü azar azar
soluksuz bırakır. Özgürleşen ruh insanı azat eder; fakat gelenek tekrar tabiat
haline geldiğinde, insanı daha büyük bir kulluğa düşürür. Özgürlük diyalektiği
de buradan çıkar: Özgürlük ya Hegel'in bakış açısıyla tinin mucizevi serüvenine
dönüşür, ya da özgürlüğün kendi aleyhine döndüğü ve akim tekrar mitoloji haline
geldiği akıl diyalektiğindeki trajik çıkmaza.
Yeryüzü üzerinde hayata
geçebilmek için her dinin en başta dile getirdiği ilkeleri tehlikeye atması
gerekir. Başka deyişle, İsa'nın dininin kendini Yasa ve Kurum haline getirmesi
için Deccal'in hükümdarlığının yerleşmesi gerekir. Engizisyoncu'nun yaptığı tam
da budur: İsa'nın çölde reddetmiş olduğu üç iğvaya olumlu karşılık verir.
Hıristiyanlık tarihi, bir ölçüde, üç iğvanm tedrici gerçekleşmesinin tarihidir:
Taşların ekmeğe dönüştürülmesi eşitlikçi öğretileri, bin bir türlü harikalar vaat
eden rehberlerin aldatıcı ütopya mucizelerini ve son olarak da totaliter
hükümdarlığa varmış olan acımasız terbiye mekanizmalarının kurulmasını
doğurmuştur.
Şimdi, şayet bu metaforu İslami
kültür sahasına taşırsak, funda mentalizmle birlikte İslam'ın da bu
diyalektiğin tuzağına düştüğünü tespit ederiz. Bu sinsi olgunun veçhelerinden
biri, vaktiyle geleneğin ideolojikleştirilmesi diye adlandırdığım şeydir. Bir
din tarih arenasına çıkıp toplumsal yaşamın kamusal ve özel tüm alanlarını
kuşattığı vakit, büyü bozumuna uğrar ve sekülerleşir. Neden mi? Çünkü
sekülerleşmiş dünyamızda ideolojiler, büyülü bir dünyadaki kurucu
mitoslarınkiyle aynı toptanlaştırma işlevini üstlenirler. İkisinin arasına
büyük bir fay hattı girer, ki bu da büyü bozumudur. Şia' mn başına gelen de bu
olmuştur. Kuran'ın batini anlamını merkez alan Şia, kendini fıkhın, hukuk
ilminin pratik sorunlarına gitgide daha fazla hasreden, yasaya uygunluğu
gözeten, felsefe ve tasavvufla alakalı her şeye gitgide şüpheyle bakan bir din
yaratmıştır.
Fıkıhçılara karşı kavgasının ilk
başlarında, Şia önce mutasavvıfların ve mazlumların tarafında tavır alır; daha
sonra Safeviler döneminde resmi din haline geldiğinde ise, urefa'ya (ariflere)
karşı vak tiylefukaha'ya (fıkıhçılara) karşı gösterdiği tavrı benimser.
Fıkıh'ın kıymete binmesi, kuşkusuz Şiiliğin devlet dini haline geldiği döneme
dayanmaktadır. İsmailiye fırkası 10. yüzyılla 12. yüzyıl arasında, Mısır'da
Fatımi hanedanının zaferi sırasında, bu paradoksla yüzleşmek zorunda kalmıştır;
İran'da ise, Şia bununla 16. yüzyılda, yani Şah İsmail Fars ülkesinin ulusal
birliğini sağlayıp Şiiliği devletin resmi dini haline getirdiği vakit karşı
karşıya gelmiştir.
Şiilik cismani iktidar, yani bir
nevi Engizisyoncu'nun hükümdarlığı haline gelerek kendi kendinden saklanmak
zorunda kalmıştır, der Henry Corbin. Dolayısıyla "İmam’ın sürgünlerini
yurtlarından süren" bir resmi Şiilik oluşmuştur. Şayet Şiilik ahiret
beklentisi olan bir mezhep ise, halihazırda da Büyük Gizlilik (Gaybetü’lKüb râ)
döneminde olunduğuna göre, bir devletin kurulması, zamanımızın sonunda Tanrı'nın
adaletini yeryüzünde kurmak için zuhur edecek olan On İkinci İmam’ın, Mehdi'nin
görevini vaktinden önce yerine getirmeye kalkışmak olmaz mı?
Fakat Şiiliğin İran'a
yerleşmesinden epey önce, ileri görüşlü bir İsmailiye düşünürü, engizisyon
tehlikesini daha 11. yüzyılda sezmiştir. Ünlü Nâsırı Hüsrev fukaha'ya karşı
iddianamesinde şöyle demiştir: "Eğer bunlar ilahiyatçı ise, o zaman Şeytan
da ilâhiyatçı mn feriştahıdır", sonra ilave eder: "Şu sözde âlimler
mahlukatm ilmine sahip olanlara iman düşmanı muamelesi yaptılar,... Horasan'
da, Kutsal Ruh'un ürünü olan ezeli Din'in ilmi ile felsefeye dayanan mahlukat
ilmini bir araya getirecek kimse kalmadı; zira o sözde âlimlerin gözünde
felsefe, hayvanat derekesine düşmüştür, halbuki bu kimselerin yanlışıyla, asıl
îslam dini bir horgörü konusu haline geldi. O sözde âlimler felsefenin iman
düşmanı olduğunu ileri sürdüler, onların yüzünden de bu ülkede artık ne din
kaldı, ne felsefe."
2. Öznenin özgürlüğü niçin ancak
insanın her tür manevi ve cis mani iktidardan azat olmasıyla serpilip
gelişebilmektedir? Kuşkusuz Hıristiyanlık böyle bir bilinçlenmeye yatkın
kılıyordu Hıristiya nı. Alttan alta bunun gelişimini sağlayan anahtar fikirleri
özetlersek, bunlar, creatio ex nihilo (yoktan var etme) doktrinidir; Tanrı'nın
insanda ete kemiğe bürünmesini tarihin nirengi noktası olarak zorunlu kılan
tarihsel süreç fikridir; ruhözne öznelliğidir; bir kişiTan n’nın özgür
iradesiyle bağıntılı iradenin önceliğidir; daha sonra da yaratıcı rolünü
üstlenip kendini mutlak Benlik ve güç istenci olarak vurgulayan bireysel
iradedir. Hıristiyan ilahiyatının, Kilise Babaları sayesinde Hıristiyanlığın en
başından beri Yunan felsefesinin kalıplarına dökülmüş olduğunu unutmayalım.
Modem zamanlarla birlikte de
Reform ve Protestanlık, kilise yetkililerini sorgu suale tabi tutacaktır. Her
ne kadar ilk zamanlarında Hıristiyanlık, söz ettiğimiz Engizisyoncu efsanesinin
de salık verdiği gibi kesinkes itaatin dini olmuşsa bile, modem zamanlarla
birlikte, bizzat Kilise'nin otoritesine itiraz edilmiştir. Hıristiyanlık
hedeflerinin laikleşmesiyle kendi kendini yürürlükten kaldırmak zorunda
kalmıştır. Bu laikleşmeyi Batı'da gerçekleştiren etken Protestanlık olmuştur.
Dini kul ile Tanrı arasında şahsi bir mesele haline getiren Protestanlık,
ayrıcalıklı bir papaz sınıfına olan ihtiyacı ortadan kaldırmış, bu fırsatı
bulmuşken de dinin siyasete müdahalesine son vermiştir. Alman felsefesinin
hayata geçireceği de bu reformdur.
Toptanlaştırıcı bir sistem
biçimini alarak, vaktiyle dinin üstlendiği rolü, büyübozumuna uğramış bir
dünyada oynamayı deneyecektir. Felsefe böylece insanın temel ve varoluşsal
sorularını geleneksel inanç yolundan başka yollarla cevaplamayı başarır.
Kamusal alandaki efsaneleri
defeden insana özgürce düşündüğü alanı açan bu yeni anlayışı ilk Kant'ta
görürüz; Saf Aklın Eleştirisi' ne yazdığı ikinci önsözde de bunu şahane bir
biçimde özetlemektedir: "Yüzyılımız her şeyden önce eleştiri yüzyılıdır ve
her şeyi eleştiriye tabi tutmak gerekir. Genellikle din kutsallığım, yasama ise
haşmetini dayanak göstererek eleştirinin elinden kurtulmak ister, ama o zaman
da haklı kuşkular uyandırırlar, aklın sadece kendi özgür ve herkese açık
sınavından geçenlere tanıdığı o samimi itibarı elde edemezler."
Öznenin kök saldığı, özgürlüğün
serpildiği laik alan, ancak hem dinin kutsallığından hem de ondan doğan
yasalardan bağımsız olduğu takdirde yansız ve özgür bir alan olabilir.
Özgürlük, ancak bizi köleleştiren bu iki mercinin ikisinden de azat olduğumuz
zaman elde edilebilir. Kant da o uzun eleştiri çalışmasına dünyayı bu iki
özgürlükten yola çıkarak inşa etmek için girişmiştir. Fakat eleştirinin uzun
bir geçmişi vardır. Richard Simon, daha Eski Ahit’in Eleştirel Tarihi'nde
(1678), Spinoza ile birlikte, eleştirinin kurallarının imandan bağımsız
olduğunu söyleyecekti. Zira modernlik Hıristiyanlık dediğimiz dinin
eleştirisinden doğmuştur; îslam da yeryü zündeki diğer dinler de bunu
yaşamamışlardır. Pierre Bayie ile birlikte, akıl ile vahyin ayrılması artık
tamamlanmış bir iştir. Bayie, anıtsal eseri Tarihsel ve Eleştirel Sözlük'te
(1697), Ansiklopedi'nin tüm filozoflarının kullanacakları araçları sunar. Çünkü
Bayie ile birlikte eleştiri artık kendini sadece filolojik, estetik ve tarihsel
alanlarla sınırlı tutmaz; lehte ve aleyhte unsurları tartan, hem savcı hem
avukat olan ve tarafların üzerinde bir yere konumlanıp dini akıldan ayırarak
ilk sınır çizgisini çeken, bu yolla da sonradan aşacağı daha sert ikinci bir
bölünme çizgisini —Devlet'le sınırını— çizen bir aklın yaratıcı faaliyetini
içerir. Devlet'le sınır ancak laikleşmenin hayata geçişi tamamlandığında nihai
bir biçimde sağlanmış olur; ancak o zaman, akıl rahat rahat eleştiri makamına
yerleşebilir. Bu nedenle laiklik siyaset eleştirisinden önce gelmelidir, tersi
değil.
Modernlik, sadece
Engizisyoncu'nun bize sözünü ettiği hiçlik ruhunun üç iğvasına karşı bir
özgürleşme hareketi olarak sunmaz kendini; Engizisyoncu'nun —yani, dinin— hüküm
sürmesini adeta haklı gösteren kurucu bir vahiy efsanesine karşı da bir
özgürleşmedir. însan bu iki merciye karşı özgürleşirken bizzat kendine döner.
Dünyayı aklın kategorileri ışığında inşa etmekle kalmaz, aynı zamanda
özerkleşir ve tüm değerleri kuran kaynak haline gelir. "Genel bir biçimde,
nesneleri değil de, böyle bir bilgi peşinen mümkünse, nesneleri tanıma
tarzımızı ele alan her bilgiyi aşkın diye adlandırırım," der Kant. Bu
bilgiye, Kant "kendi Kopemik devrimim" der: Bilgilerimizi nesnelere
uydurmaktan ziyade, nesneleri bilgimize uydurmak gerekmektedir. Ama bu Kopemik
devrimi biraz önce gördüğümüz gibi laik mekânda bir altüst oluşu icap
ettirmektedir, zira hak ve bilgi sahibi bir özne olarak insanın özü, ancak
böyle bir mekân üzerinde temellenebilir. O andan itibaren, dini manevi bir yasa
olarak içselleştirerek, hatta onu özelleştirip üzerindeki yıldızlı göğü seyre
dalarak, modem zamanların tan vaktinde modem insan demokratik kurumlar
yaratmaya kadir özgür bir varlık olarak temayüz eder.
Nasıl ki felsefenin bu ilk ânı,
Kant, Hegel ve Schelling'inki gibi büyük düşünce sistemleriyle yükselip bilginin,
hukukun, dilin, dinin, siyasetin ve estetiğin tüm alanlarını kapsamışsa;
Kierkegaard, Nietzsche ve Heidegger tarafından başlatılan ikinci ânı da önceki
dönemlerin hazırlamış olduğu her şeyi sabırsızlıkla ama sistemli bir biçimde
yapıbozuma uğratmaya girişmiştir. Nietzsche ile birlikte, metafiziğin ve
Platonculuğun altüst oluşu gerçekleşmiştir. Bu yapı bozum hareketinin Fransız
düşüncesinde Foucault, Deleuze, Derri da gibi birçok mirasçısı olacaktır. Bu
ikinci dönemin büyük peygamberleri avaz avaz Tanrı’nın ve insanın ölümünü,
tarihin sonunu ve metafiziğin bittiğini ilan ederler. Nitekim Husserl, Avrupa
bilincindeki bunalımla bariz olarak ortaya çıkan Lebenswelt'in (yaşam
dünyasının) bastırıldığını ilan eder; Heidegger bize Varlık tarihinde unutulmuş
olanı göstererek metafiziği yıkar; Adomo ve Horkhei mer, araçlaştırılan
aptallaşmış bir akim nasıl anlamdan yoksun biçimsel bir zarf haline geldiğini
ispatlar. "Kutsallıktan arındırma" dan, "mitolojiden arındırma"dan
söz edilir. Bu düşünürlerin ayırt edici özelliği olan felaket tellallığı, daha
önce fiiliyata geçmiş olan bir anormalliği gözler önüne serer: Kökendeki
logos'la bağını yitirdiği için akıl araçlaşır; simgeler körelir, zira onları
kültürel kaidelerde billurlaştıran değerler çökmektedir; tekniğin hâkimiyeti
teftişe dönüşür, zira Varlık sürekli geri çekilerek gizlenir. Nasıl ki karşı
çıkmakta zorlanan hakiki özgürlük ölür, yadsıma gücü tükenirse, üretim de
akıldışı bir hale gelir, medyatik imge infilakında özne ortadan kaybolur.
Böylece postmodemliğin jelatinimsi kütlesi içinde her şey askıda kalır. Tarihin
bu sonu, "orji sonrası"dır, der Baudrillard. Orjiden sonra ne
yapılır? Mış gibi (simülasyon) yapılır.
3. Öncelikle, kendi ontolojik
sorunumuzla yeni peygamberlerin bize ilan ettikleri boşluk ve simülasyon çağı
arasında yakınlıklar aramaktan kaçınalım. Bizim sorunumuz öznenin yapıbozumu ya
da yok oluşu değildir, bilakis muhtemel ortaya çıkışıdır. Bizim sorunumuz
Heidegger'inki değil, Kant'ın hedeflediğidir, yani laiklik ve eleştiridir.
Yapıbozum Nietzschesonrasına aittir, oysa zikrettiğim sorunsal Kantöncesine
aittir. Geleneğin kazanımlarını kâr hanesine yazıp dışakestirim (extrapolation)
yoluyla eleştiri diye adlandırdığımı yapma yönünde kuvvetli bir eğilim vardır:
Sanayisonrası bir kültürün çelişkilerini aydınlatmaya yönelik bir eleştirinin
sanayi öncesi bir topluma uygulanması için uğraşır dururlar. Marcuse'nin ortaya
attığı 1960'ların "tekboyutlu insan"ı, negatifin iktidar noksanlığı
üzerine, Eros'un yüceliğinden uzaklaşması, teknik üzerine söyledikleri, Batılı
toplumlar için muhtemelen isabetliydi; fakat bizzat gerileme ve negatiflik
içinde böyle bir karmaşıklık düzeyine ulaşmamış olan İran toplumu gibi
toplumlar için isabetli değildi. Bu tehlikeli dışakestirimler hiçbir şeyi
aydınlatmadıkları yetmiyormuş gibi, epistemolojileri de bulandırırlar; daha
güçlü bir eğilimle de, gecikmeleri ve taassubu haklı göstermek için bahaneler
yaratırlar.
Günümüzde Batı demokrasisi ve
modernliğini eleştiren çok sayıda kitap vardır. Demokrasi eleştirisi,
"boşluk korkusu"ndan mumyalaşmaya kadar uzanan bir yelpaze üzerinde
tüm olumsuz tonlara bürünür. Az ya da çok âlimane bütün bu fikir yürütmeler
aslında bizi alakadar etmemektedir, zira henüz oraya varmamışızdır. Ne
düşlerimizi gerçekleştirmişizdir, ne de büyük ülkülerimiz için gerekli
çalışmalara girişmişizdir. Her şeyin taslak halinde olduğu; varlığın tözü
boşaltılmadığı gibi, yükseldiği, tutkular ve heyecanlarla dolup taştığı bir
dünyaya aitiz; başta kültür olmak üzere henüz hiçbir şey dışavurulmamıştır
burada. Batı'da, insanın içiboşluğu ve içerik noksanlığından her tarafta
simülasyonlar halinde kendini tekrarlayan mamulatın köhneleşmesi vardır;
Doğu'da ise, kuramların boşluğu ve her yerde onu yiyip bitiren bir kolektif
hafıza tarafından, yani bir varlık artışı tarafından, köşeye kıstırılan Homo
magus (büyülü insan) vardır.
Periferiden bakıldığında, en
temel haklarından mahrum olan halkların gözünde bütün o âlimane ve kılı kırk
yaran eleştiriler, su retihaktan görünen bir laf salatasıdır. Kesin olan ise,
orada can sıkıntısı ve büyübozumu olan şeyin burada gerçekleştirilemez bir
hayal haline gelmesidir. Özgürlük ve ondan doğan demokrasi, içinde konumlanılan
kültürel bağlama göre anlam değişikliğine uğrar. Belki bu akıl yürütme daha da
ileri götürülüp şöyle denebilir: Bunlar için gerekli çalışmalara giriştiğimizde
bile yeni zamanların sözcülerinin onca belagatle kınadıkları o aynı varoluşsal
sefaletle karşı karşıya kalacaksak, demokrasi, özgür özne, laiklik neye yarar.
"Demokratik melankoli"nin bu düzeyine henüz varmamışızdır; hatta hak
sahibi özneler bile olamamışızdır ki, özsüzleştirilen benliklerin çil yavrusu
gibi dağılması içinde onun muhtemel kayboluşundan yakınalım. Hâlâ kolektif bir
saplantının tasallutu altında yaşadığımıza göre, burada laik alan tam anlamıyla
yer bile edinememiştir.
İki merci karşısında —modernliğin
ve özerk öznenin temayüzünün yolunu açmış olan dinin kutsallığı ve yasamanın
haşmeti karşısında— özgürleşme, bizde çifte yanılsama'ya. tercüme olur. Bir
yandan, modernliğin etrafından dolanıldığı, onu parantez içine alıp il
kömekteki altın çağın dikey noktasına kavuşulduğu zannedilir; öte yandan, bunu
yaparken, vaktiyle yitirilmiş kimliğin sahiciliğinin tekrar parçası olunduğu
zannedilir. Oysa işlemlerin ne biri ne diğeri başarılmakta ve ikircikliğin ya da
ikiarada birderedeliğirı bulanık sularında kalınmaktadır. Bu çifte yanılsama,
kendi üzerine kapanmadan kaynaklanır; bu öyle bir kimlik katılaşmasıdır ki,
boyun tutulması gibi bir kimlik tutulmasından da söz edilebilir. Oysa geçmişi
ne kadar zaferlerle dolu olursa olsun, İslami uygarlığın artık kendi tarihinin
yörüngesinde dönmediğini bilmekteyiz. Toplumsal ritmin küreselleştiğine tanık
olmaktayız. Ulusal ekonomi bile çokuluslu şirketlerin ahtapot gibi kollarıyla
ördüğü ağ içinde kaybolmaktadır. İster Tunus'ta olun, ister Pekin'de ya da
Delhi'de, yeni teknolojilerin hızlı düzenine ayak uydurarak yaşıyorsunuz. Bugün
sözcüğün tam anlamıyla Doğulu kültürler olduğunu düşünmüyorum. Bunların
toplumsal ekolojileri modernliğin art arda gelen tahribatına maruz kalmıştır;
halihazırda da davranışlara, örf ve âdetlere sığınmakta, "varoluşsal
zeminlere" adeta iltica etmektedirler. 1979'da İran'da bu cins bir altüst
oluşun vuku bulma nedenlerinden biri, tepeden inme modernleşme
patavatsızlıklarının insanların tüm ruhsal ekosistemini istikrarsızlaştırmış
olmasıydı: O zorlu ritme ayak uydurarak dans edilemiyordu artık; bunun
sonucunda da bir gerileme ve bir karşıreform olup sözcüğün gerçek anlamında bir
devrim olmayan kolektif bir zıvanadan çıkış yaşandı. Baba kovuldu ve onun yerine
kolektif bilinçaltmdan fırlayan Ata yerleştirildi. Böylece Şeh nâme'deki altüst
edilmiş Oidipus efsanesi tekrarlanmaktaydı: Bir kez daha, kahraman Rüstem, oğlu
Sohrab'ı öldürüyor, yaşlı büyücü de Krallar Kralı’ın ilelebet kovuyordu.
Çifte yanılsama bu kimlik
katılaşmasının kaçınılmaz sonucudur ve tercümesini bilinçdışı bir Batılılaşma
ile kültürel bir şizofrenide bulur. Batılı değerler defedilmek istenirken,
gayriihtiyari Batılılaşı lır ve Batı'nın yan ürünleri benimsenir; olduğu gibi
kalmak istenirken gerçeklikten kopulur ve narsisizmin halüsinasyon evresine
yapışılıp kalınır. Zihinsel ve psikolojik tıkanmalara yol açıp sayıklamayı
andırır bir çarpıklık dünyası yansıtan da bu iki varlık parçasının birbirine
uymazlığıdır. Böylece bilişsel bir mesele koyar ortaya. Varlığın iki yarısı
aynı anda iki farklı zamansallık içinde, iki farklı dalga boyunda yaşadığı
için, bunları yamalamadan birleştiremeyiz. İki farklı kaynaktan iki görüntü
dizisi alan bir alıcı tahayyül edin. Sonunda ekran üzerinde görüntüler üst üste
binecek ve görüntünün netliğini bozacaktır. Bizim gerçekliği algılayışımızda
vuku bulan da aşağı yukarı budur işte; çünkü hâlâ şeylere eski bakışa bağımlı
olan —içsel varlığımızı kastediyorum—, analoji yoluyla, sempati yoluyla düşünen
bir varlık parçası vardır; halbuki zihin modem zamanların episteme'sinden bize
gelen yeni fikirleri tüketmektedir. Dünyanın büyüsü kaybolmuş olduğundan,
simgeleri çözmemiz im kânsızlaşmıştır, zira "yazı ile şeyler birbirine
benzemez olmuşlardır artık". Foucault'nun bize dediğine göre, benzerlik
itibarını yitirmiş olduğu için göz aldatma, kozmik yanılsama ve iki taraflı
tiyatro oyunlarının belirdiği bir dünyada yaşayan Don Kişot'tan pek farkımız
yoktur. Aynı Don Kişot gibi biz de "analoji içinde yabancılaşmışadır".
Birbirlerinin çehrelerini karşılıklı olarak bozan iki bilgi biçiminin kavuşma
noktasmdayızdır. Bilincimizin fikirler hususunda gecikmesi vardır; onları
dünyaya getiren sürece içsel olarak maruz kalmaksızın vekilleri aracılığıyla
edinmişizdir yeni fikirleri. Temsil ettiğimiz dünya, felsefi altyapısı
itibarıyla Hegelsonrasina aittir, fakat içeriği itibarıyla da Galileoöncesi'ne
aittir. Bu ikisinin karşılaştıkları noktada ise melezleşmelere ve her türden
çarpıklaşmalara tanık olmaktayız.
İki taraflı bir tuzağa yakalanmış
olduğumuzdan, kendimizi bu çifte yanılsamadan kurtarmayı başaramadığımız
müddetçe, laiklik meselesi, kamusal ve özel alanların ayrımı meselesi, kutsal
ve dünyevinin ayrımı meselesi, özellikle de kendi kaderini tayin edebilen özgür
bir özneyurttaşın ortaya çıkması meselesi hiçbir zaman çözüme ulaşmayacaktır.
Aynı cehennemi başarısızlıkaşağılanmahırıç döngüsünü kurulu bir saat düzeniyle
hep günün koşullarına uyarlayınca da, aynı başarısızlıklara uğramak pahasına
aynı hataları tekrarlamaya mahkûm olacağızdır. Bizi felç eden tabuları
yıkabilecek, öylece donup kalmış kimliğimizdeki köhneleşme sebebiyle hakiki bir
cenaze alayına dönmüş olan bir geçmişten bizi kurtarabilecek bir kültürel
psikoterapi söz konusudur netice itibarıyla.
Bu şizofreninin bilincine varmak,
bizi o çifte yanılsamadan kurtarabildiği gibi, duyarlılık yelpazesini de
genişletir. Zira ayağımızın iki dünyaya da basması, bize ikiyaşayışlı bir konum
sağlar; hatta zihin açıklığıyla ve komplekse kapılmadan kabul edildiğinde
olumlu bir şey, ayrıcalıklı bir durum olan ikili bir bilgi düzeni verir; çünkü
böylelikle bilgilenmede iki alet takımımız, iki tür aydınlatmamız olur. Belki
üçüncü bir yol önerilebilir ki o da, bu iki katman arasındaki uçurumu zihin
açıklığıyla kabul ettiğimiz; iki tarafa da indirgenmekten kaçındığımız; kendi
içimizde gürültü patırtı çıkararak, farklılaşmış, tekilleştirilmiş, bazen de
birbiriyle bağdaşmaz alanlar hazırladığımız; son olarak da, farklı bilme
tarzları olduğunun, mo demliğin kapısını açan anahtarın da bizi filozofmutasavvıflanmı
zın gönül gözüyle anlattıklarına eriştirmediğinin ayırdına vardığımız
evcilleştirilmiş şizofreni'dir. Böylece bu çifte düzen, ya da vaktiyle Batılı
İbn Rüşdcülerin söyleyişiyle bu "çifte doğru", üst üste konulabilen
ama birbirinin yerine geçemeyen iki büyüklük haline gelir. Bunların ortak
ölçüleri olmadığı kabul edilmediği içindir ki, günümüzde, tıpkı Cebrail
Aleyhisselam'ın kavga ideolojilerinin azgın militanı haline getirilmesinde
olduğu gibi, tarihin kutsal metin yazımına (hierohistoire) indirgendiği ipe
sapa gelmez karışımlara teşne olunmaktadır. Ancak bu çifte tehlikeye karşı
kendimizi korumaya aldığımız takdirde, hem yurttaşı, hem de meleğin hayaliyle
çehresi değişmiş bir dünya görebilen keşif ehlini beraber kurtarmayı
başarabiliriz.
BATIDIŞINDA NASIL FELSEFE YAPILABİLİR?
TARİHTE VUKU BULAN ve belirli bir
din tarafından belirlenmeksizin dünyanın temelini araştırmayı hedefleyen
aralıksız düşünce sorgulaması olarak kavranan felsefe, düşüncenin özerk
disiplini olarak felsefe, tam bir Batı olgusudur. Felsefe, evrenin doğuşunu
anlatan kurucu efsanelerin yerini Sokratesöncesi düşünürlerin logosu aldığı
zaman, Yunan düşüncesinin tan vaktinde doğar (ortaçağ felsefesini hesaba
katmıyor ve özellikle modem dönemi dikkate alıyorum). Batıdışı "felsefeler"in
bütünüyse, derinlemesine etkilenmiş oldukları dinsel geleneklere sıkı sıkıya
bağlı kalırlar: Dinsel gelenekten esinlenir, doğrularını buradan devşirir ve
her biri kendi olanakları ölçüsünde bunu akılcı bir yapıya oturtmayı denerler.
Hindu geleneğinin farklı "öğretileri" (dershaneleri), konulan
çeşitlilik arz etmesine karşın, yine de en büyük amaç olan yenidendoğuş(lar)
döngüsünden kurtulmayı hedeflerler. Nitekim Nyâya Okulu (mantık okulu), akıl
yürütmenin on dört kategorisini öğrenen insanın ıstıraptan kurtulduğunu ve
selamete erdiğini öğretir bize. Hepsi bizi ıstıraptan kurtarmaya can atan diğer
okullarda da aynı şey söz konusudur; amaç, sonunda Ruh'un madde karşısında
mutlak yalnızlaşmasına (sâmkhya) veya tüm ruhsalzihinsel işlemlerin ortadan
kaldırılmasıyla (yoga) Mutlağın bilgisine, ya da o ünlü "Bu sensin (ad
vaita vedârıta)" metafizik denkleminde billurlaşan Kendiolmayan ile
Kendi'yi birbirinden ayırt etme bilgisine ulaşmaktır. Budizm de bir istisna
teşkil etmez; dindirilemeyen varolma susuzluğunu her ne pahasına gidermek
isterken, insanın sınırsız ruhgöçü döngüsünden kurtulup özgürleşmesinin yolunu
gösterir ve Tanrı'sız bir mistisizmi ifade ederek nirvâna1’nın huşu (numineux)
özelliğini ve tanımlanamaz paradoksunu daha da belirginleştirir. Başka deyişle,
bütün bu dünya anlayışlarının en büyük amacı, insanın selametini bir
kurtarıcıya bağlamaya devam etmektedir.
İslam dünyasının yazgısı
Hindistan'dan ve Uzakdoğu'dan farklı olmuştur, çünkü Yunan metinlerinin önce
Süryaniceye, sonra da Arapçaya tercümesi sayesinde Yunan düşüncesinin etkisini
görmüştür. Meşşâiyyuriun klasik
felsefesi, Aristoteles'e sımsıkı bağlı kalmıştır. Bu bakımdan İbn Rüşd, benzeri
hâlâ görülmemiş bir örnektir; sıkı bir Aristotelesçidir; Fars İbn Sina ise,
Aristotelesçiliği elden bırakmazken, yine de düşüncenin mitselşiirsel boyutunun
cazibesine kapılmıştır ve o meşhur "Doğu felsefesi" buradan
çıkmıştır. İbn Rüşdcülük meyvelerini aslında Batı'da verecek ve 13. yüzyılda
Paris Üniversitesi'ndeki sanat hocalarından geçerek Batı İbn Rüşdcülüğüne özgü
"çifte doğru" kuramına, yani imanla bilginin, dinle felsefenin
ayrılmasına varacaktır. Fakat felsefenin manzarası İran İslâmî'nin alanına
geçildiği anda hepten değişiverir, çünkü o ilk Aristotelesçiliğe bir yandan
"Fars Platoncuları" akımı (İşra kiyyun) hatta Sühreverdi'nin ilahi esin kaynağı
felsefesi, diğer yandan da İbn Arabi'nin nazari tasavvufu eklenecektir; bütün
bu akımların sentezi de 17. yüzyılda İran'da Molla Sadra'nın göz kamaştırıcı
keşiflerinin anıtsal yapısını ortaya çıkaracaktır. Sadra'nın ifade ettiği
töziçi hareket sayesinde, varlığın hali, uçuruma düşüşünden en sonunda Vücudı
Mutlak'a erişmek için dirilişler kateden yolculuğuna kadar, ruhun dikey
tırmanışındaki başkalaşımları haline gelir. Burada felsefe böylelikle bir nevi
ruh mistiği haline gelir ve se külerleşmenin tam aksi yönde ilerler: İmanla
bilgi, dinle felsefe arasındaki ayrılmaların uzağında kalır. İran'da yoğrulduğu
haliyle İslami felsefenin son sentezi, tıpkı Hint ya da Budizm felsefesi gibi,
insanın selametini bir kurtarıcıya bağlama özelliğini korur.
Sokratesöncesi düşünürlerden
Heidegger'e kadar uzanan felsefenin, düşünce tarihinde, Batıdışında bir muadili
var mıdır? Cevap olumsuz. Başka varlık iklimlerinde yaşayıp dünyadaki ve
düşüncedeki büyük altüst oluşları çoğu zaman gıyaben yaşamış olan bizler, nasıl
düşünüyoruz? İstesek de istemesek de, dünyayı kateden ve nefs müdafaasına
girerek bir parçası olduğumuz tüm felsefi ve toplumsal söylemlerden
etkilenmişizdir ve bunlar bize sirayet etmiştir. İran'da tüm alanlarda mükemmel
araştırmacılarımız, şairlerimiz, yazarlarımız, âlimlerimiz ve geleneksel
felsefeyle olduğu kadar farklı Batı felsefe okullarıyla da ilgilenen
filozoflarımız vardır. Din adamlarının iktidan alıp Batı kültürünün etkisini
İslami kimliğimizin sözde saflığını bozabilecek açık bir saldın olarak kmamalarından
beri, Batı düşüncesine olan ilgi sürekli artmıştır. Bu konudaki tartışmalar
gırla gitmektedir ve bu sinsi sızmaları korkuluk gibi kullanarak dinsel
bütünlüğümüzü tehdit eden tehlikelere karşı bizi tetikte olmaya çağıran çok
sayıda muhafazakâr çıkmaktadır. Fakat stratosferi ışık hızıyla kateden bu yeni
fikirlere ne kadar direnmek istenirse istensin, nafile olmaktadır ve yeni
bilgilere meraklı olan gençlik, İslam fıkhının didinmelerinden ziyade postmodemliğin
anlaşılmaz paradokslarıyla daha fazla ilgilenir görünmektedir — Derrida, De
leuze ve Foucault çok revaçtadır; elbette Heidegger ile Habermas da. Fakat ne
denirse densin tamamen başka bir tarihsel bağlamın ortaya çıkardığı fikirlerle
bizim kafalanmızda olup biten arasında nasıl bağ kurulabilir? İslami kültürün
yoğrulmasına bu kadar büyük katkılarda bulunmuş olmaktan gurur duyan, kafası
binyıllık uygarlığıyla dolu Farslar değiliz artık; aksine bize dışarıdan gelen
çeşit çeşit akımların akmına uğradık: fikirler, modalar, davranışlar, laiklik,
insan haklan, bireysel özgürlük, bireyin dokunulmazlığı (habe as corpus). Nasıl
ki dünyaya bakışımız artık tekboyutlu değilse, kimliğimiz de artık homojen
değil. Bunun tam bilincinde olmadan, "Batılılaştık"; kişiliğimiz o
kadar çokbiçimli ve o kadar karmaşık bir hale geldi ki, gerçekleştirilmesi,
özellikle de anlaşılması imkânsız bir bütünlük içinde birçok düzeyde —birbirine
karıştırmaksızın— yaşamaya mahkûmuz. Negatif Diyalektikte, "diyalektik,
özdeşlik yokluğunun kesin bilincidir," diyen Adomo bireyin herhangi bir
kolektif düzen içinde her türlü düzleşmesini reddetmek gerektiğini ve ne
yaparsak yapalım çelişkileri Hegel usulü bir diyalektik alıkoyarakaşma
(Aufhebung) hareketiyle asla aşamayacağımızı bilmemiz gerektiğini ima
etmektedir; aksine, eski katmanlar daima etkin kalmakta ve en beklenmedik
anlarda tekrar su yüzüne çıkmaktadır.
Cari Gustav Jung yaşamöyküsünü
anlatırken bilincin müteakip evrelerinin
sahnelendiği bir rüyayı zikreder. İki katlı bir evde bulunmaktadır. Üst katta,
görkemli rokoko mobilyalar ve değerli tablolar bulunan oturma odası vardır.
Bunun kendi evi olmasına şaşırıp, giriş katına iner. Evin bu kısmının daha eski
bir havası vardır, 15. ya da belki 16. yüzyıldan kalmadır. Halihazırda evin
tümünü görmek istemektedir ve mahzene götüren bir merdiven keşfeder. Harikulade
bir kubbesi olan Roma devrinden kalma çok eski bir odaya varır. Döşeme
taşlarıyla kaplı zemini incelerken aniden bir halkayla karşılaşır. Halkayı
çeker, zemin taşı kalkar ve çok alçak bir mağaraya açılan daracık bir merdiven
belirir. Orada kemikler, vazo kırıkları görür; netice itibariyle, en ilkelinden
bir uygarlığın kalıntılarıdır bunlar. Aniden, yan dağılmış iki insan kafatası
görür. Sonra uyanır. Jung'un bu rüyasında manidar olan, o ünlü kolektif
bilinçaltı kuramını ve ilkömeklerin "mitolojik" işlevini başlığa
çıkarmasıdır. Ama beni bu anlatıda özellikle ilgilendiren, bilincin müteakip
evreleridir; onun deyişiyle "ruhun yapısal diyagramı"dır. Zira
genellikle düşünülenin aksine, Jung'un rüyasında atıfta bulunduğu kalıntıların
miadı dolmamış, tarihte nihai olarak unutulup gitmemişlerdir; ölü içerikler ya
da "yaşamın aşınmış biçimleri" de değillerdir, aksine insanın ruhsal
dünyasının aynlmaz parçalandır ve her ne kadar aşırı modem uygarlıklanmızda
uykuda ve gayet zararsız görünseler de, koşullar elverdiğinde uyanabilir ve
volkan gibi püskürebilirler.
Arkaik bilinç düzeyine gerileme,
1930'larm Avrupa'sında nas yonalsosyalizm biçiminde olduğu gibi, insanlıkdışı
felaketlere yol açabilir. Binbir Gece Masalları'nda, sihirli lambanın içinde
kaldıkları müddetçe denetim altında olan, ama dalgınlıkla serbest
bırakıldıklarında büyüyerek devleşip sonunda kurtarıcılarını yerle bir eden
cinler misali, homo magus bilinçaltmdan çıkmıştır. Bastırılmaların ve simgesel
yansıtmalardaki geri çekilmelerin Batı'daki kadar yoğun bir ölçekte yaşanmadığı
Batıdışı uygarlıklarda, daha eski olan o katmanlar etkin ve dinamik kalırlar;
mitosların tekrar bünyeye katılma işlevini tamamen yitirmediği geleneksel
kültürlerin simgesel eklemlenmeleri sayesinde de kendilerini yaygın biçimde
ifade ederler.
"Yüzyıllardır aynı şiirleri
okuyorsunuz ..., bunları ezberliyorsunuz, yüksek sesle okuyorsunuz, ha bire
bunlara atıfta bulunuyorsunuz. Her durum için önceden tasarlanmış bir atasözünüz
ya da atadan kalma taptaze dizeleriniz, her insani sefalet durumu için de
mucizevi bir çareniz var. Netice itibariyle şaşkınlığa yol açan, kesinlikleri
çökerten hiçbir şey, varlığın temellerini sarsan hiçbir şey yok. Ama bu zahiri
sağlamlık bir karakter istikrarı mı, yoksa bir taşlaşma mı? Fikirlerdeki bu
usanç verici devamlılık, bir bilgelik mi, yoksa ayinleştirilmiş bir can
sıkıntısı mı? ... Gün boyunca ilahi Komedya' yı ezberden okuyan, dinsel
bunaltılarına orada hazır cevaplar bulan, dünyanın sırlarındaki yüceliği oradan
çıkaran bir İtalyan düşünün ... Veya neden olmasın? Bir Villon'un 'nerede o
eski karlar'ıyla inlemekten başka şey bilmeyen bir Fransız; ya da aradan geçen
zamanda başka şeylerin olduğunu ve Shakespeare adında bir devin çıkıp Hıristiyanlığın
sabırlı bir biçimde inceden inceye şekillendirmiş olduğu bütün kesinlikleri
sarstığını hesaba katmaksızın, Canterbury Hikâyeleri'nin onca pratik ve onca
muzip zekâsıyla yetinip giden bir İngiliz." İran'da on yıldan fazla yaşamış bir Fransız
kadına söylettiğim bu sitem dolu sözler, her İranlınm içinde bulunduğu iki
yanlı durumu izah etmektedir. İranlı ne gerçekten geleneksel ne de adamakıllı
modemdir, böyle bir ikiaradabirderedelik içinde yaşamaktadır. Bu dünya hem
vardır hem yoktur. Bir daha asla ile henüz değil arasındadır; ilk biçimini asla
tekrar bulamayacak olan ile henüz zamanını doldurmamış olan arasındadır ve
düşülen bu kuyuda yaşamaktayızdır.
Benim kırk yıldan fazladır
dikkatle incelemeye çalıştığım da, bu özel durumdur. Sınırlarını bütünüyle
çıkarabildim mi bilmiyorum; söyleyeceklerimin kendi dünyama olduğu kadar
varoluşsal durumuma da dokunduğunu çok iyi bilerek, onu kendi çelişkilerimden
yola çıkarak tahlil ettim en azından. Ama bu ikiaradabirderedelik durumu sadece
özel bir kültürel alanla mı sınırlıdır? Yoksa küreselleşme, sanallaştırma ve
yeni küresel uygarlık nedeniyle, her birimizin nasibi haline mi gelmiştir? Her
iki tarafta da kendine özgü ve birbirine indirgenemez özelliklerin olduğunu
söylemeye gerek bile yok elbette.
Kültürel şizofreni
"Her şeyden önce," der
Gaston Bachelard, "sorunları yerli yerine koymayı bilmek gerekir. Ve ne
denirse densin, bilimsel yaşamda sorunlar kendiliklerinden yerli yerine
oturmaz. Hakiki bilimsel kafanın göstergesi de, sorunu anlama gücüdür. Bilimsel
bir kafa için her bilgi bir sorunun cevabıdır. Soru olmasaydı, bilimsel bir
cevap da olmazdı. Hiçbir şey kendiliğinden olmaz. Hiçbir şey verili değildir.
Her şey kuruludur." Bilimsel bir
kafaya sahip olmak aynı zamanda eleştirel ve nesnel bir kafaya da sahip
olmaktır; bizi ilgilendirdiği kadarıyla Bachelard'ın sözlerini de muhtemelen bu
yönde yorumlamak gerekir. Zaten sorunu bu anlama gücü İranlı aydınlar
tarafından nadiren hesaba katılmıştır; bu da kötü niyetten değil,
yapamamalarından böyle olmuştur. Kendilerini geriye çekip soruna mesafeli
bakamıyorlardı. Zira ülkemizin gençliğine rağmen, köklü bir uygarlığın
torunları olan bizler çok eski kafalıyızdır. Bachelard olsa, önyargılarıyla
yaşıt, derdi bizim için. Düşünmek manen gençleşmektir; "bir geçmişi
yalanlaması gereken ani bir dönüşümü kabul etmek"tir aynı zamanda. Bir dönüşümü kabul etmek,
kendini açmaktır; bizi tehlikeli maceralardan ve gaspa uğramaktan koruyan
yumuşacık kozamızdan çıkmaktır. Kaldı ki bu uyumsuzluk sadece bizim dünyamıza
vergi bir şey olarak da kalmamaktadır. Bunun 19. yüzyılda, derin kimliği
hususunda kaygı duyan Rus insanı aklın ılık evrenselliği karşısına kendi
ruhunun cömertliğini ve sıcaklığını çıkardığı vakit belirdiğini görmüştük; iki
yönlü kimliğinin tüm davranış ve bilgi düzeylerinde nasıl hayret verici
karşıtlıklar yarattığını biliyoruz. Berdyayev'in "Dostoyevski'nin
metafizik histerisi" diye işaret ettiği şey budur tam olarak. Bu tarihsel
sapmalara son derece duyarlı olan Octavio Paz, Latin Amerika'nın entelektüel
olarak elden düşme mallarla yaşadığını düşünmektedir: "18. yüzyıldan beri
müziğe ayak uyduramaz olduk; kimi zaman da, ‘ınodemist' dönemde olduğu gibi,
günün modası olan tek ayak üstünde dönüşlerin peşine takılmayı denedik ... Uyum
sağlamadaki yeteneksizliğimiz, dosdoğru söylenirse, eşsiz eserler, müstesna
diye nitelenmeyi hak eden eserler üretti. Düşünce, siyaset, kamu ahlakı ve
toplumsal yaşam gibi alanlarda ise merkezden uzaklığımızın zararlı olduğu
ortaya çıktı." Peki ama niçin?
Çünkü, diye ekler Paz, Latin Amerika Ansiklopediyi ve eleştirel çağı
kaçırmıştır: "Büyük kopma budur işte: Modem çağın başladığı yerde, bizim
de ayrılığımız başlar."
Bu çok değerli Meksikalı şair ve
düşünürün söyledikleri, aramızda dil ve din hususunda temel farklar olmasına
rağmen biz Fars lan da ilgilendirmektedir. Latin Amerika Batı'ya göre merkezden
uzak iken, adeta yoksul akraba konumunda iken, biz başka bir takımyıldızda
olabiliriz. Ama Paz’ın sözünü ettiği ünlü ayrılık konusunda aramızda şaşırtıcı
benzerlikler var. Düşünce alanında ise (bazen dolambaçlı bir biçimde müstesna
eserlerin üretildiği edebiyattan ve sanattan; İran sinemasından, Londra'da
Sotheby's'teki fiyatları el yakan fotoğraf ve resimlerden söz etmiyorum) müziğe
ayak uydurmak gerekir, tarihteki olaylara ayak uydurmak gerekir; aksi takdirde
uyumsuzluk anlayış çarpıklıklarına, sonunda da yanlış bir bilince yol açar.
Uzun yıllar boyunca bu anlayış çarpıklıklarını hem siyasi söylem düzeyinde hem
epistemolojik kırılmaların oluşturduğu kişisel düzeyde öne çıkarma gibi nankör bir
uğraşa canla başla giriştim. Siyasi söylem hususunda, İran devrimi çok tuhaf
bir olguyu açığa çıkarmıştır; belki de —modem dönemde— ilk kez bir din şiddetle
zıvanadan çıkıp tarihe gürültülü bir giriş yaptığı, geri dönüşsüz bir
ideolojikleşme sürecinin altından kolaylıkla kalkabildiği, sonra bağıra çağıra
talep edegeldiği halde dünyanın kutsallaştırılması yerine, o dinin simgesel
içeriğini boşalttığı, en sonunda da devrimci jakobenliğin en akıldışı
biçimlerini benimsediği için, bu olgunun hesaplanamayan sonuçları tam olarak
değerlendirilememekteydi.
Bireysel düzeyde, başka yoklama
yöntemlerine müracaat etmek, kırılmaları bilinçte aramak, kısacası mutsuz
bilincimizin ıstıraplı tarihini anlatmak gerekir. Batıdışı uygarlıklar,
sanatsal ve manevi alanlardaki inanılmaz olgunluklarına rağmen, Batı
düşüncesindeki depremsel dönüşümleri yaşamamıştır. Ne Rönesans'ı yaşamışlardır,
ne Reform'u, ne klasik çağı, ne de modem zamanların muazzam dönüşümlerini. Bu
yaşlı uygarlıklar 19. yüzyılın ortasına doğru modem zamanların kendileri için
meçhul o canavarıyla yüz yüze gelme durumunda kaldıkları vakit, canavar
gelişmesinin doruk noktasına varmıştı bile. Foucault'nun dikkate değer kitabı
Kelimeler ve Şeylerde dediğine göre, Analoji’nin yerini Düzen almıştı, onun
yerini de sırası geldiğinde Tarih almıştır. Eski dünya uygarlıklarının,
halihazırda önlerinde, bilimsel kafanın hükümran olduğu ve tarihsel boyutun,
yani tarihselliğin, ahirete yönelik bakışa hükmettiği tam bir beşeri ve kesin
bilimler donatımı vardı. Bu yeni bilgilerin arz ettiği manzarayı tanımak için
ellerindeki tek silah, analojinin, sempatinin, insanla dünya arasında sihirli
uygunlukların değişmez ilkeler olduğu klasiköncesi episteme tipindeydi. Bundan
sonra, bütün yanlış anlamaların, bütün yanılmacalarm önü açıktı. İki varlık
anlayışı birbirine artık uymuyordu; aksine, derinleştirilmiş bir şifre çözme
çalışması, tarihsel olarak birbirinden kopmuş kültürel alanlara yerinde bir
düzenleme icap ettiren fay hattı bulunuyordu ikisinin arasında. Başka deyişle,
bu eski dünyalar tam olarak büyübozu muna uğramamıştı: Gökyüzü hâlâ simgelerle
kaplıydı ve ciddi bir biçimde hasara uğramış olmalarına karşın kültürel
kaideler hâlâ dimdik ayaktaydı.
Evcilleştirilmiş şizofreni
Zihinsel sıkışmaları çözmek, çoğu
zaman bilinçdışı bir hareketle inşa edilmiş karma kavramları yapıbozuma
uğratmak, birbirine karışmış sicilleri, yani söylem türlerini ayrıştırmak, bir
nevi kültürel psikanalize girişmektir. Bilinçdışı Batılılaşma diye adlandırmış
olduğum bir süreç tarafından bizden habersiz hazırlanmış olanı bilinçli
kılmaktır. "Biz periferi insanları, farklı bilgi blokları arasındaki
çelişkilerin zamanında yaşıyoruz. Birbirlerini iten ve karşılıklı olarak
biçimsizleştiren bağdaşmaz dünyalar arasındaki çatlağa düşmüşüz. Zihin
açıklığıyla ve hınç duymadan üstlenildiğinde bu ikiyanlılık bizi
zenginleştirebilir, bilgi sicillerini geliştirebilir ve duyarlılık yelpazesini
genişletebilir; oysa bilginin eleştirel alanından dışlandığında, aynı
ikiyanlılık duraklamalara neden olmakta, bakışı sakatlamakta ve tıpkı kırık bir
aynada olduğu gibi, dünya gerçekliğini ve tinsel imgeleri
biçimsizleştirmektedir," diye yazmıştım Yaralı Bilinç' te. Bu ikiyanlılığı zihin açıklığıyla kabullenmek
için hıncın kısırdöngüsünden nasıl çıkılır peki? Şahsiyet katılaşmasına
varabilir bu: Kendi üzerine kapanan varlık, açılmayı inatla reddeder; bütün
insanlık tarihini parantez içine alarak kendi gerici fantazmalarından başka
hiçbir yerde vuku bulmamış olan bir altın çağa kavuşmak isteyen Taliban
militanları ya da Selefiler gibi dışarıya kapalı bir zihinsel gettoda yaşar.
Bir tür ideolojik indirgemeye de varabilir; öyle ki kendi tasavvurumuzdaki
dünya söylemsel biçimiyle modemdir, fakat içeriğiyle arkaiktir. Nihayet, üçüncü
ihtimal de halihazırdaki dünyaların bağdaşmazlığının bilincine varmaktan ve
bunları birbirine karıştırmak yerine her kavramı kendi tarihsel bağlamına
yerleştirdikten sonra kesişen aynalar oyununa girişmekten ibarettir.
Kolektif hafızanın sihirli
dünyası kendini siyasi kuramların laik dünyasıyla aynı dilde ifade etmez; ümmet’ın
itaatkâr kulu, sitenin yasalarına saygı gösteren sorumlu yurttaşın çağdaş
muadili değildir. Dolayısıyla, "her sicilin kendi dili, her varlık
tarzının kendi ortaya çıkışı, her bilginin kendi yorum anahtarı vardır." Çok sayıda bilgi sicilini elde
bulundurmalıyızdır. Mevlana Celaleddin Rumi (13. yüzyıl) ya da Hafız (14.
yüzyıl) gibi klasik şairlerimizi okurken, manevi tefsire müracaat ederken başka
bir bilgi aygıtından, bir Descartes'ın ya da bir Kant'ın düşüncesine nüfuz
edebilmek içinse başka bir bilgi aygıtından yararlanırız, ki bu başlı başına
bir eleştiri, tahlil ve mitten arındırma çalışmasıdır. Bu heterojen dünyaları
yüklenen insanda bir şifre çözme anahtarı, uygun bir kavramsal araç takımı
olmalıdır. Şizofrenimizi ve çelişkilerimizi ancak bu araçları bilerek
kullandığımız takdirde evcilleştirebilir; çok eski zamanların usaresiyle dolu o
farklı duyarlılıkların görkemli yelpazesini nihayet belirgin olarak
gösterebilir; bundan da önemlisi, tarihsel açıdan çağdaş olmayan karşıt
dünyaları aynı anda huzurla yaşayabiliriz. Bundan yararlanabilen ve atadan
kalma kompleksleri ile tabularından kurtulmuş olanlar için yadsınamaz bir
avantajdır bu. Fakat biraz zihinsel akrobasi alanına giren bu yönteme müracaat
edebilmek için, kendi kültürel yörüngemizden çıkabilmek, kendi metafizik
koordinatlarımızla aramıza mesafe koyabilmek, bakışlardaki çakışmaları da modem
kimliğimiz vasıtasıyla yoklamak gerekmektedir.
İran'da geleneksel felsefenin en
büyük temsilcilerinden biri olan dostum Şeyh Seyyid Celaleddin Aştyânî'ye, bir
gün, neden eleştirel bir yaklaşımla İslami felsefenin bir tarihini yazmadığını
sormuştum. Bana şöyle cevap vermişti: "Bunu yapamam, zira tam da bu
felsefenin canlı örneğiyim ben." Bilgece ve birçok sonuç çıkarılabilecek
bir cevap, niçin peki? Çünkü mitselşiirsel düşünce kendi kendini açıklayamaz.
Kendi ışığıyla yaşadığından, ne kendi kendine mesafe koyabilir ne de kendini
nesneleştirebilir. Tarihin alanına girdiği günden itibaren onu istese de
istemese de tarihin hareketi içine sürükleyen şu karşı konulmaz gücü
sorgularken kendini de sor gulayabilmelidir. İşte bunun için her sorgulama
çabası, kültürel bağlamlar ve bu bağlamların ayrılığı sorununu ortaya çıkarır
peşinen; her ayrılık da, daha önce ima ettiğim çok sayıda bilgi anahtarı
haricinde, yanlış özdeşleştirmelerle yapıştırılmış parçalan birbirinden
ayırmayı hedefleyen bir fikir sökümü gerektirir. Fakat her varlık tarzını kendi
bağlamına oturtmak için modem bir anlayış gereklidir
(çünkü bir tek modern kimliğimiz eleştirel
yetiyle donatılmıştır); paradoksal bir biçimde "arkaik" bilinç
düzeylerini açığa çıkarabilmesi ve onlara bir varoluş alanı, bir değer borsası
verebilmesinden; birçok değişik işlevi görebilecek şekilde eklemlenmelerini
kolaylaştırmasından; başka deyişle de farklı ontolojik düzeylerde yaşayan ve
Jung'un rüyasındaki o eski ruh katmanları gibi aynı tarihsel çağda olmayan
dünyaları birbirlerine bağlayabilmesindendir bu. Zira o eski tortulaşmalar,
zamanı, mekânı, ölümü ve insanın nihai amacını başka başka algılamaktadır;
varoluşsal açıdan yüklü, derin yankılar uyandıran heyecanlarla doludurlar, ama
kamusal alanı kuşatıp modem bilincimizi tahtından indirseler, gerçeklikle
bağlarını öyle bir kesip atmış olurlar ki, nevrotikleşir ve kendilerine ancak
bir meczuplar tımarhanesinde yer bulabilirler.
Bütün bilinç hallerinin eşzamanlılığı
Jung’un meşhur rüyasına dönelim;
bilincin birbirini izleyen katmanlarını gösteriyordu, açığa vurduğu dünyalarda
derine inildikçe bilinçdışının karanlıklarına dalınmış olunuyordu. Bütün bu
düzeylerin, ruh jeolojisinde tortulaşmanın üst üste tabakaları olarak tezahür
eden katmanlar eşzamanlılığının yatay düzlemine yatırılmış gibi bir arada
varolduğunu farz edelim. Dünyamızda halihazırda olup biten biraz budur. Bunun
içindir ki bu kadar, "melezleşme"den, "karma bilinç"ten,
"sınır aşanlar"dan, New Age'den, yenipaganlık tan, bütüncül bilimden,
şark öğretilerinden, Varna'dan, yogadan, Budizmden ve bunlara benzer bir sürü
şeyden bahsedilmektedir. Tam olarak ne olup bitmiştir? Modernliğin eleştirisi
sonunda aklili ğin dayandığı öncülleri yok etmiştir ve bütün oluş safhalarını
kate den modernlik, döngüsünü tamamlamıştır; öyle ki, bastırılmış olan,
bilinçdışının kulislerine sürülen her şey, bütün eski bilme tarzları,
toparlanıp tekrar su yüzüne çıkmıştır. Yerlerine zamanın ruhuna daha uygunlan
konmuş olan bütün eski katmanlar şimdi küllerinden yeniden doğmaktadır.
Eşzamanlılık artardalığm yerini almaktadır; cilalı taş çağından bilişime tüm
geçmiş kültürler söz hakkı talep etmektedir ve ortaya çıkışları, bir arada
varolma sorunlarını da gündeme getirmektedir.
Dünyadaki bu yeni topografyanın
ayırt edici özelliklerinden biri, parçalara ayrılmış olmasıdır. Sözcüğün
geleneksel anlamıyla varlığın yerini almış olup fikirlerde, toplumsal
olaylarda, davranış tarzlarında bir bakıma çimento hizmeti gören mefhum,
parçalara ayrılmış ağdır, ya da çok geniş anlamda birbirine bağlanabilirliktir.
Hintli düşünür Homi Bhabha küçük aralıklı karşılaşma alanlarında, ikiarada birderede
(inbetween spaces) yaşadığımızı düşünmektedir; bu yerler yeni kimlik
göstergeleri, yeni işbirliği alanları sağlamaktadır. Fakat ikiarada birderedelik,
"sabit kimlikler arasında, kültürel karmalaşma olanağı yaratan küçük
aralıklı bir geçiştir" aynı zamanda.10 Amerikalı çok kültürcüler için, Los
Angeles'da yaşamak zaten başlı başına, farklı bilgi bölgelerinin iç içe geçiş
tecrübesidir. Her mahalle başta Latin Amerikalı, Asyalı ve Anglo-Sakson olmak
üzere çok çeşitli kültürel mekânları barındırır; içinde yaşayanlar, dilsel,
kültürel ve kavramsal gerçekliklerin sınır çizgilerini geçtiklerinde çeşitli
varolma tarzlarıyla sürekli karşı karşıya kalırlar. Bu geçişlerin bütünü de
Peter McLaren'in "kültürel muhayyile" diye adlandırdığı, karma anlamlara,
giderek de melez bir bilince (mestiza consciousness)u yol açan çok sayıda
referans kodlarının sonucu olan bir kültürel eklemlenme alanı yaratır. Hintli
feminist Talpade Mohantry'ye göre ise, melez bilinç sınırlara dair bir
bilinçtir, hatta çoğu zaman birbirine karşıt fikirlerin anlaşılmasını
gerektirdiği ve karşı tutuma bürünmeden bu bilgileri müzakere etme ihtiyacını
ortaya koyduğu için aynı zamanda çoğul bir bilinçtir. Adeta şimdiye kadar
sadece periferi insanlarını ilgilendiren sorun tüm yeryüzüne yayılmıştır, çoğul
kimlikler de dünyada olma tarzımız ya da ortak alınyazımız haline gelmiştir.
İRAN'DA HEIDEGGER
HEIDEGGER İRAN'DA özellikle
1970'li yıllarda çok moda olmuştu. Ünlü İslamcı Heideggerciler grubu ilk o
dönemde ortaya çıkmıştı; bu grup, devrimden sonra ülkenin kültürel sahnesinden
yok olmadığı gibi, bilakis İslam Cumhuriyeti'nin yardımıyla daha da güç
kazanmıştır.
Varlığını koruyan ve çok gerici
bir maskeye bürünen bu düşünce akımını anlamak için, tuhaf bir şahsiyet olan
kurucusu Ahmed Ferdid (19121994) hakkında etraflı bilgi sahibi olmak gerekir.
Fer did’i kişisel olarak tanıdım. Dostumuz Hüseyin Cihanbeglu’nun evinde
düzenli olarak toplanırdık ve o akşamlara, ortamı canlandıran kişi nedeniyle
Ferdidiye adı verilmişti. O dönemde zihinleri bölen tüm çatışmaların; yani,
modernlikle gelenek, mutlakıyetçilikle demokrasi, liberalizmle komünizm
arasındaki çatışmaların doğal ortamda tecrübe edildiği bir laboratüvardı o
akşamlar. Ferdid sürekli olarak Freiburglu ustanın aşırı tutumlarına atıfta
bulunur, onun fikirlerini kendi özel amaçları için fütursuzca kullanır ve
bunlardan baş döndürücü sonuçlar çıkarırdı. Bu çalkantılı teatral ve çoğu zaman
maskaralık derecesinde gülünç akşamlardan tüm hatırladığım, takışmalar, sözlü
çatışmalar, çark edişlerdir. İnsanı hem zenginleştiren hem de bunaltan
akşamlardı bunlar. Ferdid doğuştan provokatördü; insanı afallatan deha
şimşekleri ve baş döndürücü sezgileri vardı. Sok rates geleneğine sadık
kalarak, düşüncesinin çarpıtılması korkusuyla tek bir satır yazmaya tenezzül
etmeyen bir tür şamanfilozoftu. Tutarlı bir serimlemede bulunamadığından, daha
bir fikre kendini kaptırır kaptırmaz başka fikirler de fışkırır ve söylemini
yolundan saptırarak bazen sonunda haince imalara varırdı. Fikir kıvılcımları,
hatta yangınları taslak halinde bırakılmış kavramlarla, ölü doğmuş fikirler ve
hınçla karılmış bir magma tabakası altında havasız kalıp sönüyordu; her şeyin
temeli de Batı'nın bütün entelektüel tarihini, Varlığın esirgenmesi ve
unutulması (Seinsvergessenheit) gibi He idegger'in bazı temel kavramlarına
getirdiği şahsi tefsir ışığında yorumlamak için duyduğu muazzam arzuydu.
Varlığın tarihinin azalmakta olan
bir hakikatin "tarihkâr" aşamaları olması, ya da Varlığın geri
çekilip unutuluyor olması, tarihteki her hareketi, insanın her ilerlemesini,
Aydınlanma’nın her kazanı mını olumsuzun inanılmaz çalışması gibi, hatta
nihilizmin maskesi gibi gören Ferdid'in mistik zihnine cuk oturuyordu. Zira
herhangi bir devirde herhangi bir hakikat üzerindeki perdeyi kaldırarak
gerileyen bir ilkenin gizlenmesi ve varlık-olmayan'ın karanlıklarına gark olup
giden bir dünyanın yok olması, Ferdid'in akkara zihniyetiyle çok iyi uyuşuyordu.
Bu ontolojik bakışı kendine eksen alan Ferdid, Batı felsefesinin tarihini kendi
tarzında yorumluyor; bakışını desteklemek ve ona İslam tasavvufunda öncü
örnekler bulmak amacıyla da, Sufiliğin İbn Arabi gibi büyük kaynaklarından
beslenip Ha fız’ın o paradoksal şiirlerinden ilham alıyordu. Biz de böylelikle
tarihsel bölünmeleri, epistemolojik kopmaları bir çırpıda elinin tersiyle silen
hayret verici karışımlara tanık oluyorduk; tasavvufla felsefe kavuşup birbirine
sirayet ediyor, Allah bilir ne tuhaf bir karışıma yol açıyorlardı. Düşünme
tarzında iki tür kifayetsizlik vardı: Birincisi, Ferdid ortak yanları olmayan
dilsel ve felsefi mefhumları birbirleriyle özdeşleştirdiği için (Raymond
Aron'un L'Opium des intellectuels'de [Aydınların Afyonu] işaret ettiği)
"zincirleme özdeşleştirmeler”; bir de dışakestirim yoluyla eleştiri.
Yurtsuzlaşmış, Batı nazarında ayrı düşmüş olan kendi dünyasının şifreçözümünde
ise bambaşka bir bağlama ait kavramsal araçları uyguluyordu. Mesela
Heidegger'in teknik üzerine eleştirileri, Batı düşüncesinin oluşumuna
değinirken Sokratesöncesi filozofların plryils'inden yola çıkarak art arda
ricatlarıyla Nietzsche'deki güç istencine varır, bu arada Platoncu ideadan,
ortaçağın skolastik tözlüğünden, Descar tesçı öznellik ve Hegel diyalektiğinden
de söz ederdi. Bütün bu gelişim Ferdid'in beslendiği, bütünüyle farklı bir
episteme alanına giren geleneğin yörüngesi dışında kalmaktaydı.
Ferdid ve takipçisi olan
hakikaten vasat çömezleri, bu temel ayrımlara kulak asmıyorlardı. Ferdid'i asıl
büyüleyen, metafiziğin sonuydu ve Heidegger'in Der Spiegel adlı haftalık
dergiye verdiği söyleşide, beklenmedik şekilde, bizi ancak bir Tanrı’nın
kurtarabileceğini (nur ein Gott kann uns retten) beyan etmesiydi. Ferdid'in
gözünde, modem Fars dünyasındaki bütün edebi ve sanatsal üretim, Batı
metafiziğinin atığı ve yanürünüydü. Dolayısıyla mademki metafiziğin sonuna
ulaşılmıştı ve yeni bir tanrısallığın elikulağında tezahürü bekleniyordu, bu
tanrısallık sonunda kendini açığa vurduğu vakit dünyanın çehresi ne olacaktı? O
zaman, diyordu Ferdid tumturaklı bir havada, Varlığın "ertesi
günü"nün (pes ferda) nihai noktası, kaçınılmaz bir biçimde "evvelki
günü"nün (perîrûz), yani başlangıcının ilk noktasına kavuşacaktır. Bunun
sonucunda da halka tamamlanmış olacak ve Varlığın insanın selametini bir
kurtarıcıya bağlayan mesajının içerdiği mesihçilik tamamına erecek, hatta Ha
kikati’nin ilk ortaya çıkışına dönecektir.
Heideggerci Ferdid'de iki unsuru
birlikte buluruz: Düşüncenin mitolojikleştirilmesi ve ahiretle ilgili bir
vaadin mesihçi içeriği. Ferdid gibi, üstelik İranlı da olan iflah olmaz bir
akkaracı için bulunmaz nimettir bu; zira böylelikle, Alman filozofun büyütücü
yorum bilgisi sayesinde, dünya kadar eski bir mesihçi bakışı "modemleş
tirebilmektedir". Zira mesihçilik fikrinin Mehdi figürüyle İran kolektif
hafızasında derinlemesine yer etmiş olduğunu unutmayalım. Heidegger'in
bakışındaki düşünceyi mitolojikleştirme tehlikesini Adomo daha o zamandan
algılamıştı. Şöyle demişti: "Bilebildiğimiz kadarıyla düşünmenin tarihi,
Aydmlanma’nın diyalektiğidir. Bunun içindir ki Heidegger, kararlı bir biçimde,
gençliğinde cazibesine kapılmış olabileceği gibi bu safhaların herhangi birinde
durmaz, fakat Wells'vari bir zaman makinesinin yardımıyla, her şeyin her şey
olabildiği ve her anlama gelebildiği arkaizmin uçurumuna atlar. Mitosa el
uzatır; fakat kendi mitosu da 20. yüzyıla ait bir mitos olarak kalmaktadır;
maskesi tarih tarafından düşürülen yanılsamadır ve içinde her tür bilince
varılan gerçekliğin aklileştirilmiş çehresiyle mitosun katiyetle
bağdaştırılamaz özelliği bu yanılsamayı gün gibi aşikâr kılar."
Bekleyiş zamanından ilham alan
Ferdid, Varlık döngüsünün "ertesi günü" ile kendi "evvelki
gününü" çakıştırarak, bir bakıma bu beklenen tanrısallığın gelişini
öngörür. Bu kavramı hem Şii düşüncesinde hem de İran'daki eski Zerdüşt dininde
buluruz. Gelip bizi kurtarabilecek bir Tanrı'dan söz eden Heidegger'in
düşüncesini Ferdid koşulsuz benimser, zira bir döngünün son bulması eninde
sonunda dünyanın çehre değiştirmesi değil midir? İran düşüncesinin kendini
Şiiliğin mesihçi ikliminde bu kadar evinde hissetmiş olması hiç sürpriz
değildir. Dünyanın nihai çehre değiştirmesine varan Zerdüştçü kozmolojideki on
iki binyıl döngüsü onu buna hazırlamıştı. Kuşkusuz biçimler değişecekti, kuşkusuz
dinsel çerçeve İbra himî dinlerin döngüsüne kayacaktı, ama —insanın bu dünyada
sürgünde olduğu fikrinin onca kök salmış olduğu— İran bilincinde, dünyanın
çehre değiştirmesinin büyük bir yoğunlukla yaşanan derin mesajı el değmemiş bir
halde kalmıştır; Ferdid de bu konuda bir istisna değildir ve Heidegger'de,
kendi metafizik saplantısına modem bir felsefi gerekçe bulmuştur.
Devrimden sonra işler tepeden
tırnağa değişti. Ferdid, usta bir oportünist olarak yön değiştirdi ve
kudurganlık derecesinde meczup bir devrimci haline geldi. Belki de onun
düşüncesinde ertesi gün daha şimdiden Varlığın evvelki günüyle birleşmişti;
belki de onca sabırsızlıkla beklediği tanrısallık, Yüce Rehber'in kutsal
çehresine bürünmüştü. Ve nasıl ki ustasının gözünde, Alman Vbl£'unun (halkının)
yenileştirici Geist'inin (ruhunun) tecessümü Führer idiyse, Ferdid için de
kurtarıcı, aynen, yeni bir düzen kurmaya gelen ra hipkral çehresine
bürünüyordu. Devrimle birlikte Ferdid bir peygambere, yeni çağın keramet sahibi
ulularından birine dönüştü; yeni manevi düzenden aldığı manyetik çekicilik
sayesinde bütün dindar gençlik için karizmatik bir figür haline geldi. Bu ender
görülen olayın sihrine kapılmış, kelimenin klasik anlamıyla artık bir sınıf
mücadelesi değil de benzersiz bir mesihçi ütopyanın kuruluşu olan o büyük
sarsıntıyla büyülenmişti gençlik. Bu nesil kendini dünyaya bağlayacak modem bir
kaçış yolu arıyordu, Ferdid de ona bunu temin edecekti.
Devrimin zaferinden sonra Tahran
Üniversitesi'nde verdiği, benim de katıldığım ilk konferansta, bu yeni ruh
halini belli etmişti. Özellikle tüylerimi diken diken eden bir cümlesini açık
seçik hatırlıyor ve hafızadan zikrediyorum: "İnsan hakları, yani
Aydınlanma' mn kazanımları, altbilincin (nefsü'lemmâre) üstbilince, yani huzura
kavuşmuş ruha (nefsü’lmutmainne) uyguladığı bir siyasi sansürdür."
Salondan çıkarken ona dediklerimi çok iyi hatırlıyorum: "Bütün laik
aydınların ölüm fermanını çıkardınız." Ve onu son görüşüm oldu bu. Kendine
bilgefilozof diyen bir insanın alelacele infazları desteklemiş ve terör
hükümdarlığına kendince zemin hazırlamış olmasını anlayamazdım. Buraya
vardıktan sonra, caniyane, tehlikeli ve taassup dolu bir hale gelen bu
düşüncenin, siyasi arenaya baskın yapan kutsalın şiddetini haklı göstermek için
modem bir söylem arayan radikal gençler güruhunu çekebilmiş olması pek
şaşırtıcı değildir. Ferdid'in saf insanları, yolunu şaşırmış devrimcileri, Batı
kültürü görgüsünden yoksun olanları, ülkeyi kıyameti andıran bir savaş
meydanına çeviren bu yeni mesihçi dünya anlayışıyla keskinleşmiş ideologları
etkileyebilmiş olması da hiç şaşırtıcı değildir. Bu Heidegger'vari Ferdidciliğe
her çeşidinden İslamcılar safları sıklaştırarak üşüştüğü gibi, huzura ermiş
yüce ruhun kurban edilmesiyle sansür doruk noktasına vardığı gibi, Aydınlanma ve
insan haklarıyla ilgili her şey şeytani sapkınlık derekesine atıldığı gibi, bu
çağrıya icabet eden saygıdeğer ve ciddi aydınlar da çıkmıştır. Böy lece geçen
yıllar içinde, onun etrafında neredeyse mafyavari bir şebeke oluşmuştur. Devlet
organlarına, medyaya, basma sızan bir şebeke, "sapma gösteren
liberallerin" peşinde olup onları ihbar etmekten, çirkefte süründürmekten,
itibarlarını lekelemek ve hatta onları mahvetmekten başka derdi olmayan koca
bir sansürcü ve en gizisyoncu korteji ortaya çıkarmıştır. Günümüzde geçerli
olan aydın ihbarları büyük ölçüde onların eseridir.
Başlarda Ferdidci filozof, Batı
sanatından bahsederken şöyle akıl yürütür: Batı'nm sanatı şeytani bir sanattır,
zira benlik, kibir ve nefs gibi biçimlerle hakikati perdeler. Buna karşılık,
gelecek sanat rahmani bir sanattır. Çağ sempati, diyalog ve doğrudan gönül
gözüyle seyredalış çağıdır. Fakat din sürgüne gidip de Tanrısallık kendini geri
çektiği zaman, o zaman sanatçılar, özellikle de şairler, Ahit
leşme'yi tekrar kurmak (tecdidi
ahd), kutsalı diriltmek için çabalayıp dururlar. Bu yenilenme İslam
Cumhuriyeti'nin kurulmasıdır. Kendi payıma şu sonucu çıkarıyordum bundan:
"Filozofumuzun yüce usavurumunun tamamı, hakikatin Heideggerci yorumuna
dayanmaktadır. Netice itibariyle, 20. yüzyılda yaşamış bir Alman filozofunun,
Batı felsefesinin 'tarihsel evreleri' üzerine eğilmesi, Batı felsefesini
Varlığın Örtülmesi anlamında yorumlaması, bu felsefenin zaman içindeki farklı
söylemlerini kendi tarzında açığa vurması gerekiyormuş ki, bu dünyanın karşı
kutbunda yer alan bir İranlı bunu Fransızca çeviriler sayesinde öğrenip, kendi
sorunu bile olmayan bir sorunun kendini ilgilendirdiğine hükmetsin; ve üstelik,
bu yetmiyormuş gibi, Alman'ın peygambervari açıklamalarında İslami yenilenmenin
manevi hakikatinin ortaya çıktığına inansın."2
Ferdid'in mesihçi şifre
anahtarıyla çözdüğü, çömezlerinin de neredeyse peygamberimsi bir şahsiyet
haline getirerek ilahlaştırdıkla rı Heidegger, bizimki gibi ülkelerin o kadar
ihtiyaç duyduğu eleştirel anlayışı ve bütün Aydınlanma geleneğini içeriden
kemiren bir hastalıktır. Ferdid'in Heidegger'i bu şekilde yorumlayabilmiş
olması, Adomo'nun da dediği gibi, mitsel boyutu gereği Heidegger düşüncesinin
buna çanak tutmasındandır. Başka deyişle, muazzam meziyetlerine rağmen bence
Heidegger düşüncesi bu tür karışımlara, daha eleştirel ve daha sakin olan Kant
düşüncesinden daha çok mahal vermektedir. Eleştirel düşüncenin nice zorluklarla
adım atabildiği bizimki gibi gelenekler için, Kant felsefesi diğer düşünürlerin
felsefelerine nazaran zihinsel açıdan daha "sağlıklı"dır. Öncelikle
Kant’ın sayıklamamıza engel olmasındandır bu; sonra da, bilginin sınırlarım
göstermesindendir. Akıl bazı sınırların ötesine fantaz malara gömülmeden, yani
çözülmez çatışkılara varmadan geçemez. İyi ki de bu böyledir, zira hakikaten
düşünmek ve serinkanlı kalmak istediğimiz zaman bu sınırlar içinde kalmak
evladır.
BATIDIŞINDA SANAT NASIL DÜŞÜNÜLEBİLİR?
BATIDIŞINDAKİ ENTELEKTÜELLER
neden sanatla bu kadar az ilgilenirler? Daha doğrusu şöyle soralım: Neden estetik
sorun onların entelektüel meşgalelerinin yörüngesinde yer almaz? Kuşkusuz kayda
değer istisnalar bulunur: Sanat eleştirmenleri var; resim, fotoğraf, özellikle
de sinema üzerine fikir beyan edenler var. Ama başlı başına bir alan ya da
insan bilimlerinin modem istilasını dengelemeyi hedefleyen bir bilgi dalı
olarak sanat üzerine eğilenler nadiren çıkar. Batı sanatı söz konusu olduğunda
da bu böyledir, kendi ülkelerindeki geleneksel sanat söz konusu olduğunda da.
İslam sanatı üzerine Türk, Arap ya da İranlılar tarafından yazılmış kitaplara
ender rastlanır. Niçin? Öncelikle estetik alan hiçbir zaman özerk bilgi haliyle
bağımsız bir disiplin olmamıştır; hiçbir zaman dinden ve gelenekten ayrılmamış,
daima bölünmez bir bütünün parçası olmuştur. 18. yüzyıl sonunda Avrupa'da
romantik devrimi doğurmuş olan o iki yönlü manevi buhran, yani JeanMarie
Schaeffer'e göre "insan
gerçekliğinin dinsel temellerindeki buhran ile felsefenin aşkın temellerindeki
buhran", Batıdışmda hiç yaşanmamıştır.
Dolayısıyla Batıdışı dünya bu iki
buhrandan muaf kalmıştır; hatta daha sonra Batı'yla temasa geçtiğinde de, geniş
anlamıyla geleneğin her yerde mevcut hâkimiyeti yüzünden bilgi koşullarına
yaklaşamadığından, bundan ancak kısmen etkilenmiştir. Bu büyük uygarlıkların
çoğunda din ve felsefe birbirlerine bağlı kalarak tanrı salın aşkınlığına
erişimi sağlamış, bu kapsayıcı görüşün estetik billurlaşma alanı olarak
tasarlanan sanat ise asla özel bir mertebe talep etmemiş, yine bu
toptanlaştırıcı görüşün ona tahsis ettiği makamdan başkasına da mazhar
olamamıştır. Uzun zaman boyunca Batı dışında entelektüeller, şair de olsalar,
ilahiyatçı, filozof veya zanaat kâr da olsalar, edilgen bir biçimde geleneği
seyre dalmışlardır. Kaldı ki İtalyan Rönesansı'nda tezahür ettiği haliyle
sanatçı statüsü; yani özgün bir eseri, tartışılmaz biçimde kişiliğinin
damgasını taşıyan bir şaheseri yaratan deha statüsü, bu diyarlarda hiç
olmamıştır. Hangi sanat alanına ait olursa olsun, zanaatkâr, ilhamının etkisi
altında aynı modelleri tekrar yaratmaktaydı; ezelden beridir yoğrulmuş ve
kolektif hafızanın ortak potasından beslenen kültürel kaideler hiç
sarsılmıyordu.
Toptanlaştırıcı bir bakış
Dünyaya geleneksel bakış hakkında
söylediklerimizi iyi açıklayabilmek için, somut bir örneği, Batı ortaçağım ele
alalım. Erwin Pa nofsky, mimari ile skolastik düşünce arasındaki bağları
belirleyen yapısal benzeşiklikleri ve bunların nasıl "alışkanlık
oluşturucu güç" ten (habitforming force) doğduklarını gayet güzel
gösterir. Şöyle devam eder: "Her ne kadar alışkanlık oluşturucu bir gücü
diğerlerinden ayırıp bunun aktarım kanallarını tahayyül etmek —hadi imkânsız
demeyelim ama— zor ise de, 113040 yıllarından 1270 civarına kadar olan dönem ve
Paris'in çevresindeki yüz elli kilometrelik bölge bu konuda bir istisna teşkil
eder." En azından Batı sanatı için
müstesna olan, Papaz Suger de Saint-Denis'nin muazzam bir rol oynadığı gotik
sanatın doğuşuna tanık olunan bu dönemde, aktarım kanalları kentsel bir
ortamdaki tüm meslekleri kapsar: kitapçı, yayıncı, ciltçi, tezhipçi, ressam,
cevahir yontucusu, kuyumcu ve nihayet mimar. Bu zanaatkârlar ve bu meslekler
arasında öyle temaslar ve etkileşimler vardır ki, hepsi sanatın, felsefenin ve
ilahiyatın iç içe geçtiği Hıristiyan dünya görüşünü teşkil eden aynı zihinsel
alışkanlıklar tarafından etkilenmiş ve seferber edilmiş, skolastiğe özgü bir
varlık iklimini yansıtmıştır. Gottfried
Semper'e göre gotik sanat "skolastik felsefenin düpedüz taşa
tercümesi" haline gelir; Pierre Bourdieu ise şöyle yazar: "Kültür
aktarımının bir okulun tekelinde olduğu bir toplumda, insan eserlerini (ve
tabii ki davranışlarıyla düşüncelerini) birleştiren derin yakınlıklar,
ilkelerini, bilinçli bir biçimde aktarma işlevini üstlenen skolastik kurumda
bulur; bunlar bir ölçüde bilinçdışı bir biçimde de ... kendi kültürlerini,
hatta habi tas'larını oluşturan bu bilinçdışı (ya da derinlemesine gömülü
kalmış) şemalar sistemiyle mücehhez bireyler üretirler." Emile Ma le'yle sonuca bağlarsak, ortaçağın büyük sanatı kolektif bir eserdir;
zira, her ne denirse densin, sanat Kilise'nin düşüncesini ifade etmektedir;
Kilise ise, üstün insanların katkısı bulunan kültürel kaideleri cisimleştirdiği
göz önünde bulundurulursa, her şeyden önce gelenektir. Dolayısıyla bireysellik,
bizzat kolektifliğin bağrında, alışkanlıklar oluşturan güçten beslenen
kültürüyle kendini açığa vurur. Panofsky yine bu ilke gereğince Papaz Suger'i
Rönesans insanıyla karşılaştırır — Rönesans'ın büyük dehasındaki kendini
olumlamanın merkezcil olduğunu düşünür: "Kendini çevreleyen dünyayı öyle
bir tüketir ki benliği etrafındaki her şeyi yutar"; halbuki Suger'de ki
merkezkaç'tır, çünkü o "benliğini çevresindeki dünyaya öyle bir yansıtır
ki çevresi bütün benliğini yutar."
Üstelik bu alışkanlık oluşturucu
gücü, ya da Foucault'nun terminolojisini kullanırsak bu episteme'yi, bütün
geleneksel uygarlıklarda buluruz. Bir şiirsel geleneğin organik
eklemlenmelerini göstermek için, ben de 14. yüzyıl Fars şairi Şirazlı Hafız'ın
sanatında, "İran sanatında gerçekleştirilmiş bütün büyük işlerin özünün:
bayılana kadar narin maşrapalar işleyen kuyumcuların ustalığının, cami
kubbelerini göğün mavisine dönüştüren minecilerin simya sanatının, maddenin
donuk kalbinden yola çıkıp ışığın altınını kurtaran minyatür ressamlarının
parıltılı düşünün, merkezdeki güneşten yayılan çok sayıda düzeyin bir arada
işlenmesiyle tam da cennet bahçesindeki büyüleyici çokluğu doğuran halıların
görkemli çiçeklenmesini tasarlayan zanaatkârların seyredalışının"
bulunduğunu yazmıştım. "Hafız'ın şiirlerinin uyandırdığı sayısız
mütekabiliyetler bunlardır," demiştim.
Doruğuna varmış bir uygarlığın ruhunu bir nevi belirleyen tüm yapısal
benzeşikliklerin, tüm eşbiçimliliklerin bu büyük şairin sanatında bulunduğunu
söylemek istiyordum. Değişim rüzgârı dayanaklarını sarsmadıkça, yarıklar ve
çatlaklar yapısının kaidesini içeriden bozmadıkça, bu ruh sağlam kalır.
Fakat modernlik ile modem insan
bilimlerinin yeryüzündeki tüm uygarlıkları istila etmelerinden beri, sanat da
özerk bir disiplin olarak girişini yapmıştır. Bunun içindir ki dünyanın dört
bir yanındaki üniversitelerde bir güzel sanatlar fakültesi; plastik sanatların,
özellikle de ilkçağdaki YunanRoma sanatından 20. yüzyıldaki avan gardlara kadar
Batı sanatı tarihinin öğretildiği akademiler bulunur. Yoluna çıkan tüm atadan
kalma dirençleri silip süpüren önüne geçilmez dinamizmi bundandır; çok sayıda
şaşırtıcı başkalaşımı ve en sonunda kaçınılmaz biçimde parçalanması, bütün
biçimlerin dağılması ve tüm kültürel kaidelerin çöküşü de bundandır.
Bizim toplumlarımız bile,
toptanlaştıncı bir bakışın bütün bilgi ve sanat alanlarını doğurgan bir ürperti
gibi katettiği, sözcüğün eski anlamıyla geleneksel toplumlar değillerdir artık.
Aksine, 18. yüzyılın sonunda Kant'ın şiddetli eleştirisiyle zorlanan şair ve
filozofların, bilgi açmazından çıkıp umutsuzca aradıkları Mutlağın en yüksek
bilgisine erişmek için sanata müracaat ettikleri vakit karşılaştıkları
çatlaklar, her yerde görülmektedir. "Görüyoruz ki," der Schaeffer,
"sanatın kutsallaştırılması sanatları bir telafi işleviyle
donatıyor."
Batılı olmayan ülkelerde,
özellikle de İslam dünyasında günümüzde saptanan, din ile insan bilimleri
arasındaki kopmadır. Anıştırmada bulunduğumuz iki temel buhranın, şu sıralar
işi başından aşkın olan düşünürlerimizin henüz ana meselesi olmadığı doğrudur.
Diğer yandan, bu uygarlıkların çoğu hâlâ kutsallık halesiyle çevrilidir; başka
deyişle, kutsallıklarından bütünüyle arındırılmamışlardır: İran'da İslami
devrimin başlangıcında ortalığı kasıp kavuran dindar ve laik düşünürler
arasındaki kavganın günümüzde hissedilir şekilde yatıştığı doğrudur. Ama bu
yatışmanın nedeni —her tür kişisel özgürlüğü ve her tür siyasi reform hevesini
engellemek pahasına— dinin araçlaştırılmış olması, dinin gitgide daha fazla
ideolojik ve akkaracı düşünce biçimlerini benimsemiş olmasıdır. Baskıcı ve
dizginlenemez bir kutsallığa doymuş olan bu toplumlar tam da diğer yönde bir
etki aramaktadır: Her tür dinsel vesayetten azat olmak, hâkim düşünce biçimini
kutsallığından arındırmak, kamusal alana musallat olan bin yıllık iblisleri
defetmek. Bunun sonucu olarak onların değişmez kaygısı, romantik hareketi
teşvik eden eğilimlerin karşı kutbunda durur. Eleştiricilik çıkmazıyla
karşılaşan romantizm vecde dayalı bir sanat anlayışına erişmek amacıyla Aydın
lanma’nın ilkelerini kısadevreye uğratmak istemişken, bizim düşünürlerimiz, felsefenin
güçsüz söylemini sanatı kutsallaştırarak telafi etmekten ziyade, laik bir
toplumda yaşama kaygısmdadırlar. Bu yüzden düşünürlerimizin en büyük sorununun
eninde sonunda Ay dınlanma'nın sorunuyla aynı olduğu söylenebilir; şu farkla
ki, her ne kadar gençliğin zihninde laiklik iyiden iyiye kök salmışsa ve dev
rimsonrası üçüncü kuşak, toplumun demokratikleşmesine yönelik özgürleştirici
hareketi büyük ölçüde öngörmüşse de, imanla aklın birbirinden ayrılması henüz
resmi olarak tamamına ermemiştir.
Sorunu etraflıca anlamak için,
18. yüzyıl sonunda ve 19. yüzyıl başında geliştiği haliyle spekülatif felsefe
üzerine eğilmeliyiz; bunu yaparken de JeanMarie Schaeffer'in eserlerinden
esinlendim. Kullanıla kullanıla bayatlamış olan bu teorinin nesiyle dünyanın başka
kısımlarında hâlâ etkili olabildiğini ve bu yerlerdeki düşünürlerin, artık
kendi tarihleri haline de gelmiş olan Batı sanatı tarihini ne şekilde
tasarlayıp yorumladıklarını göreceğiz.
Spekülatif sanat teorisi
Alman romantizmi ve daha sonra
idealizmin filozofları tarafından geliştirildiği haliyle spekülatif sanat
teorisi, çok çabuk Avrupa'nın her tarafına yayılmış, hatta modemizmi
etkilemiştir. Avrupalı romantik hareketlerin çoğu, sanatın özü üzerine
fikirlerini Almanlar dan, özellikle de Schlegel Kardeşler ile Schelling'den
alırlar: Avrupa'nın tamamı için Madam de Stael, İngiltere için Coleridge,
Fransa için Victor Cousin ve İtalya için Manzoni. Baudelaire bile bunun dışında kalmaz, zira
"melekelerin kraliçesi", yani yaratıcı muhayyile teorisi Poe'ya, yani
onun "The Poetic Principle" (1850, Şiirin İlkesi) metnine ve
Catherine Crowe'un The Nightside of Nature’ına (1848, Tabiatın Karanlık Yüzü)
çok şey borçludur. Bu iki yazar da Coleridge'ın tezlerinden etkilenmişti;
Coleridge ise A. W. Schlegel, Schelling ve Fichte'den esinlenmişti; bunlar da
Kant'ın ünlü "üretken muhayyile"sini (produktive Einbildungskraft),
Mutlağa çıkabilmeyi sağlayan bir şiirsel meleke olarak yorumlamışlardı.10
Dolayısıyla Novalis ve Schlegel'den Heidegger'e uzanan, bu arada Höl derlin,
Schelling, Hegel, Schopenhauer ve Nietzsche'den geçen manevi bir soy zinciri ve
vecde dayalı bir sanat anlayışı vardır. Spekülatif sanat teorisinin tipik
olarak Almanlara vergi bir saplantı olduğu ve özellikle 20. yüzyıl başındaki
avangardlarda yansımaları olacağı söylenebilir; zira Kandinsky'de, Maleviç'te,
Klee'de ve Mondrian' da bunun yankıları bulunur. Schaeffer bu hususta kati
konuşur: "Sanatlar üzerine söylemin günümüzdeki krizi aldatıcı bir işaret
değildir: Spekülatif teorinin kullanılacak hali kalmamıştır. Sanatlar üzerine
söylemi içine tıktığımız hücreden çıkarmanın zamanıdır; bunu başarmak için de
her şeyden önce onun bizi hangi yola sokmuş olduğunu ve neleri bilmezden
gelmemize yol açtığını anlamamız gerekmektedir."
Oysa modem zamanların tüm dönüşümlerine
rağmen bu fikirler iki yüzyıl boyunca ayakta kalmıştır. İlkgençliğimde,
Novalis'in Geceye Övgüler'ini ve romanı Heinrich von Ofterdingen'deki
"mavi çiçek" arayışını okurken hissettiğim anlatılmaz keyfi
hatırlıyorum. Onun "sihirli idealizmi" ile, muhayyilesinden çıkan
ışıl ışıl hayallerle kendimden geçiyordum: "Bir şey ne kadar şiirsel ise o
kadar doğrudur (jepoetischer, je wahrer)." Böylelikle dünyadan el etek
çekmesi sayesinde yeni anlamlar kazanan şair çehre değiştiriyor, şiir artık
mutlak bir hakikat halesine bürünüyordu. Mistik anlama çok yakın olan bu
şiirsel anlam beni hemen bizim Fars şairlerine doğru
itiyordu; aynı temaları
buluyordum onlarda: Muhayyile dünyası umulmadık kapılar açmaz mı? O dönemde
kendime, şiirin daha yüksek bir makamı olması gerektiğini, Novalis'in deyişiyle
temsil edilemeyeni, hatta görünmezi temsil etmesi, hissedilmezi hissetmesi
gerektiğini söylüyordum; bizim gördüğümüzden, hissettiğimizden ve tecrübe
ettiğimizden daha derin olmalıydı. Gündelik yerçekimi yasalarına meydan okuyan
başka türden özlü bir hakikat söz konusuydu demek ki. Attar, Mevlana ve Hafız
gibi şairlerimizin bana ilettiği tüm baş döndürücü ihsası o olağanüstü Alman
şairinde yoğunlaştırılmış bir halde buluyordum. Bu dünyanın ancak soluk
yansıması olduğu üstün bir düzen vardı; varlık merdiveninde çıktıkça da onun
gizli püf noktalarına nüfuz ediliyordu; ucu bucağı kestirilemeyen yüksekliklere
tırmandıkça kendini gösteren seyrelmiş mekânlara erişiliyordu.
O halde sanat, vaktiyle
kâhinlerin, büyük mistiklerin, philosop hia perennis (ebedi felsefe)
ozanlarının üstlendiği role mi sahip olmalıydı? Başta Schlegel ve Novalis olmak
üzere romantiklerin bu kaçış ihtiyacını hissetmiş olmalarının nedeni de,
Aydınlanma'nın doruğu olan eleştirel felsefenin onlara bu yolu kapamış
olmasıdır. Sanata ve şu kaçınılmaz "Sanat nedir?" sorusuna müracaat
da bundandır. Ulaşılmaz hakikatleri bize ifşa edebilen kurtarıcı bir yol
değişikliği değil midir bu? Bizi varlığın dipsiz temeline yöneltmek pahasına
kendimizden geçiren aşkın bir tecrübe değil midir? Bütün bu sorular ve bundan
doğan tüm tezler öyle veya böyle sanatın kutsallaştırılmasını gerektirir.
Bizzat Paul Valery de, "Şiirin Gerekliliği" üzerine konferansında,
"bir nevi tapınmanın, yepyeni bir dinin doğmasına ve sanat heyecanlarının
evrensel değerini çok yoğun duymamızın bize esinlediği ya da ilettiği neredeyse
mistik bir haletiru hiyenin hüküm sürmesine ramak kaldığını
hissettiğimiz"12 büyü-bozumuna uğramış bir dönemin ruhundan söz etmemiş
midir?
Dolayısıyla, bir ibadet, bir din
mertebesine yükseltilen sanatın kutsallaştırılması, ancak sahici olmayan, ama
yabancılaştırıcı olabilen başka bilgiler karşısında sahici bir varlık bilgisi
de icap ettiriyordu. Ama bu teori aynı zamanda ona felsefi bir meşruluk
sağlayacak ibret verici bir söylemle beraber gitmeliydi. Ontolojik temelli bir
tez ile, felsefi büyübozumunun mutlak bilgiye erişimimizi engelleyerek bizi
mahrum bıraktığı, varlığın o özünü gün ışığına çıkaracak metodolojik yaklaşımı
bir arada yürüten spekülatif sanat teorisi buradan çıkmıştır. Fakat bu teori
aynı zamanda spekülatiftir de, zira her seferinde kendini haklı gösteren
metafizik temelle uyum içinde farklı biçimlere bürünür. Bir yandan sanata
spekülatif bir bilgi atfederken, muhayyilenin onun manevi kapsamına elle tutulur
bir biçim verdiğini kabul ederken, yine de felsefi düşünceyi onun karşısına
"en hakiki gerçeklik" (wahrhaftigste Realitat) olarak çıkaran Hegel'
le beraber sistemlidir kimi zaman. Kimi zaman da Schopenhauer ile birlikte
İrade'nin nesnelleşmeleri ya da sanatın ve felsefenin erişebileceği Fikirler
haline gelir; Nietzsche ile soykütüğüne bağlanır, Heidegger ile
varoluşsallaşır. Schopenhauer denizinde yüzen genç Nietzsche'de Dionysos'vari
sanat kozmik yanılsamanın perdesini yırtıp bizi İrade içgüdüsünden kurtarırken,
Heidegger'de şiir bizi sahici olmayan yaşamın elinden alır ve Varlığın
diktasına boyun eğdirir. "Bütün bu çehreleri birleştirenin," der
Schaeffer, "kutsallığını yitirmemiş, yabancılaşmamış sahici bir yaşam
özlemi olduğu apaçık görülmektedir."
Bütün bu temaların ardında,
düşünceyle ulaşılamayan bir başka yer, anahtarı büyük harfle Sanat'ın elinde
olan bir terra incognita özlemi ile irfanın eşsiz yolunun bıkmak bilmeyen
araştırmacılarının, mistiklerinin, kâhinlerinin özlemi birleşir. Bunun içindir
ki romantiklerin, idealist filozofların mistik tezleri, bir Nietzsche'nin baş
döndürücü paradoksları, bir Heidegger’deki varlığın unutuluşu saplantısı, bu
fikirlerin kutsalın gölgesinde kalarak tazeliklerini tamamen yitirmediği
dünyalardaki düşünürlerde bunca yakın yankılar bulur. Zira temel önemde bir
olguyu unutmayalım: Tıpkı Alman idealizminin felsefesi gibi romantik hareket
de, Heidegger düşüncesi de, temelden muhafazakâr, hatta bazı açılardan gerici
olmuştur. Eninde sonunda Aydınlanma'nın laik ilkelerini yıkmaya, dünyaya
büyüsünü tekrar kazandırmaya, onu şiirselleştirmeye ve bozulmuş birliğini
tekrar kurmaya uğraşmışlardır. Kökenlere duyulan bu özlemin ardında, bir ahiret
tasavvuru (eschatologie) ve bakışta bir çehre değişikliği belirmektedir. "Derinlemesine
felsefi ve ilahiyatla ilgili saplantıdır bu — Friedrich Schlegel, Novalis,
Hölderlin, Schelling ve Hegel tarafından da böyle yaşanmıştır."
Bu büyüleyici teori karşısında ne
yapmalı o zaman? Her ne kadar kullanıla kullanıla canı çıkmış da olsa, sırf
tarihte ona şahsiyetleriyle vücut vermiş büyük filozofların muazzam ağırlığıyla
bile, teori etkisini hâlâ korumaktadır. 19. yüzyıl başındaki avangardlara kadar
uzandığı ölçüde teori iş görür: Doğası ne olursa olsun sanatsal faaliyet,
aslında sanatın özü üzerindeki perdeyi kaldırır. Maleviç figüratif olmayan
sanatçılara resmin özünün yol gösterdiğini iddia ediyordu; bu özün, tıpkı kendi
söz dağarcığına ve dilbilgisine malik olan dil gibi kendi kendine gönderme
yapan unsurlarında bulunduğunu (Kandinsky), dilin bu özerkliğinin "gerçek
Gerçekliği" açığa vurmada sanata yardım ettiğini, onun deyişiyle
sanatçının "doğanın teni altındaki öze, içeriğe" dokunduğunu ileri
sürüyordu... Özün keşfedilmesi zaman içinde bir evrime tabi olmuştur; bunun
sonucunda, izlenimcilikten soyut sanata giden, bu arada kübizmden geçen bir
ilerleme vardır; başka deyişle sanat tarihi sürekli ilerleme halindedir; bu
evrim de nihayetinde bir ahiret tasavvuruna, hatta sanatla toplum arasında
mutlak senteze varmalıdır. Mondrian 191920 arasında şöyle yazar: "Saf
plastik bakış yeni bir toplum kurmalıdır; tıpkı sanatta Yeni Bir Plastik kurmuş
olduğu gibi."15 Bütün bunların denmesinin nedeni, spekülatif sanat
teorisinin uzantıları ve muazzam etkilerinden kaçımlamayacak olmasıdır; sanatla
ilgilenen herkes, tarih araştırmaları düzeyinde de olsa bundan tasarruf edemez.
Dolayısıyla Batıdışı uygarlıklar bu teorinin yoğrulmasına katkıda bulunmamış ve
tarihte ortaya çıkışının tanıklan olmamış da olsalar, ister istemez bundan
etkilenmişlerdir.
Çakışan dünyaların sınırında
Geleneksel sanat hususunda,
Hegel'in genel olarak sanatın ölümü hususunda söylediklerini tekrarlasak yanlış
olmaz: "Heykeller canlı ruhları tarafından terk edilmiş cesetler şimdi;
ilahiler, içinden imanı çekilmiş sözcükler haline geldi. Tanrıların sofrasında
artık manevi gıda da, içecek de yok; oyunlarıyla şenliklerinden sonra bilinç de
artık kendi özüyle bir olduğu zamanki mesut tecrübeyi bulamıyor ... Bu yüzden
kader o eserleri bize sunduğu vakit, bize onların dünyalarını, çiçeklendiklerini
gören kültürel yaşamın baharını, olgunlaştıklarını gören yaz mevsimini değil;
sadece gerçekliklerinin örtülü anısını veriyor... Onlarda yaşamıyoruz, onları
içimizde tasavvur ediyoruz sadece."16 Hegel için sanat, Tin'in gelişiminin
sonraki bir safhasında felsefe tarafından aşılmak üzere Mutlağın ifşasında
geçişi sağlayan bir andan ibaretken; ait olduğumuz dünyada diyalektik bilgi
meşalesi felsefenin eline geçtiğine göre sanatın artık tarihi bir misyonu
yokken; geleneksel sanat, daha yerini alacak başka bir şey çıkamadan gerçekten
ölüp gitmiştir. Bunun ayırdma varmak için bugün İran'da inşa edilmiş olan
sayısız çirkin camiyi görmek yeter. Bu yeni camileri Selçukluların,
Timuroğullanmn yaratıcı dönemleriyle ya da İsfahan'daki Safevi anıtlarıyla
karşılaştırırsak, bu kadar bilinçsiz bir cüretle dikilenlerin, vaktiyle olmuş
olanın acayip mi acayip karikatürleri olduğunu anlarız. Onları düzgün bir
şekilde kopyalamayı bile becerememektedirler; ne o eski eserler elden
geldiğince taklit edilebilmekte, ne de o anıtlara özelliklerini veren zarif
orantılara uyulabilmektedir. Artık yenilik yapılamadığı gibi, geçmişin bu
görkemli eserlerine ruhunu veren imaginal bakış da çöllerin kumunda kaybolup
gitmiştir. Adeta estetik hafızamızdan ilelebet koparılmışızdır; artık onu küllerinden
tekrar yaşama döndüremeyeceğizdir; aramızdaki ilişki tamamen yabancılaşmıştır.
"Öyle karikatürler vardır ki asıllarına portrelerden fazla
benzerler," diyordu Bergson; bu basiret dolu tespitin söz ettiğim yerlerde
hüküm süren ruh halini gayet iyi tercüme ettiğine inanıyorum. İranlı
ların uzun tarihleri boyunca icra
ettikleri bütün sanatlar içinde şiirin hâlâ direnip hafızasını nesilden nesle
aktardığı doğrudur; İranlılar şiire sadakatte kusur etmemeye çalışmışlardır.
Ama günümüz sanatına tekrar nasıl bir değer tayini yapılabilir?
Öncelikle geçmişteki sanatımızın
büyüklüğüne rağmen, halihazırda yüzleşmekte olduğumuzun bütün anlamlarda ve
bütün alanlarda sağa sola yama yapmanın sonucu olduğunu kabul etmek
gerekmektedir. Yama dediğimiz, şeylerdeki pürüzleri kaplayan ince bir kat
verniktir, zamanın aşındırdığı çatlak yüzeyleri cafcaflı bir dekorla örter;
yavanlıkları ve her tarafı sarmış zevksizliği gizleyen sahte parıltılı bir
yüzeydir. Her yerde geleneğin parçalanmasına, yakışık almayan paçavralarına,
paramparça pılı pırtısına, kısacası kendi gölgesi haline gelmiş bir uygarlığa
maruz kalmaktayız. Batı'ya karşı çıkaracak özgün bir şeyimiz olmadığından,
davetsiz misafir olduğumuz modernliğin tedrisatından geçmemiz gerekmektedir.
Artık eski minyatür ressamları gibi resim yapamayız; ideal uyumu anasının
kamında öğrenmiş eski mimarlar gibi yapılar inşa edemeyiz; bizim
yarattıklarımız ancak modernliğin prizmasından geçerek
"güncelleşebilir". Üstelik çoğu zaman bilinçsiz bir biçimde bunların
birikmiş izlerini taşımaktayız; istesek de istemesek de bunların
mirasçılarıyız. Sallantıda olan kimliğimizin yanında bir yerde, dünyayı
algılayışımızın ardında, Batı sanatı tarihinin, özellikle de şu son yüz yılının
bütün dağılmış ve bozulmuş biçimlerinin gölgeleri belirmektedir. Batı'yla aynı
vasıfta bir sanat tarihimiz olmamıştır, dolayısıyla onun tarihini sahiplenmek
ve biz de sonuçta dünya tarihinin bir parçası olduğumuza göre onu kendi
tarihimiz gibi benimsemek gerekmektedir. Bütün hazır fikirleri tepeden tırnağa
sarsan, bütün kuralları seve seve altüst eden o hayret verici tarihin
karşısında tek seçeneğimiz var: O altüst oluşların ışığında dünyamızdan geriye
ne kalmış olduğunu tekrar değerlendirmek, hâlâ kalan bir şeyler varsa da onları
tam kabuk bağlamamış yaraların içinden çıkarmak, hatta bu dünyada onlara kök
salabilecekleri yeni bir yer bulmak. Tanrılar kutsal sunakları terk etmiş
olsalar da, haysiyetine yakışan bir toplantı yerinde vücuda bürünmeyi arzulayan
ruh, harabelerin üzerinde bir yerlerde geziniyor olmalıdır. Fakat hangi biçimi
alırsa alsın bu ruh, kendini ancak modem bir dilde, sanat tarihindeki tüm
dönüşümleri görmüş geçirmiş bir dilde ifade edebilir. Üstelik çokkültürlü ve
çeşitli kısımlara ayrılmış dünyamızın halihazırdaki şekillenmesi bu konuda bize
kolaylıkla yardımcı olur.
Bununla birlikte iki yönlü bir
merkez kaymasına tanık olmaktayız. Bir yandan, Batı'nın estetik değerlerini
kuran merkez parçalanmaktadır; günümüzde, 20. yüzyıl başında kübizmin ve
avangardla rın doğuşunda olduğu gibi şu veya bu hâkim ekole bakarak hizaya
girmek imkânsızdır. Diğer yandan, periferiden gelip başlı başına yeni
duyarlılıklarla dolu bir yelpaze getirerek merkeze yerleşen yeni yaratıcılık
odaklarının belirdiği görülmektedir. Başka ortamlardan çıkan, başka hayallerle
beslenen bu yaratıcılık ürünleri, modem dille güncelleşerek—ve bu çok önemli,
zira ancak modernleşerek kendilerini dışa açabilirler— Batı'nın kültürel
sahasında muadilleri bulunmayan eşsiz bir hayal ve keşif yelpazesini açığa
vururlar. "Yerli" olduğu söylenen kültürlerin özgül hatlarını aşar ve
çakışan dünyaların sınırında ortaya çıktığı için insanın özel bir tecrübesine
tanıklık eden nadir bir varoluşsal boyutu gösterirler. Modernliğin prizmasından
geçip tercüme edilerek, Batı'nın belki de unutturmuş olduğu bastırılmış
dünyaların tam yüzeylerini tekrar günışığına çıkarırlar.
Birbiriyle çakışan bütün
kültürlerin oluşturduğu bu mozaik şekillenmesinde, insanlık tarihinde benzeri
görülmemiş melezleşme bölgeleri yansır. Dünya kültürü —en bariz şekilde miadı
dolmuşlar da dahil olmak üzere— yeryüzündeki tüm kültürlerin tortul izlerinin
çağların dipsiz derinliklerinden tekrar yüzeye çıktıkları, böylelikle de zaman
ve mekân içinde aksak bakışların ilham kaynağı haline geldikleri, içine her
şeyin tıkıldığı bir bohçaya dönüşür. Periferideki yazarlar ve sanatçılar bazen
varlığından hiç haberdar olunmayan zenginlikleri bariz kılarlar. Onların
diyarında "kurmaca tarihe mükemmelen karıştığı" için Latin Amerikalı
yazarların kendilerini büyülü gerçekçilikleri içinde rahat hissetmeleri, ya da
İngiliz Hintli yazarların kendilerini sınırsız dünyalara ışınlayabilmeleri, tam
da verimli buluşmaların bu belirsiz bölgelerine vücut vermelerinden, bu
bölgelerin de tüm başkalaşımların kavşağı olmasındandır. İçinden çıkılmaz bir
bohça haline gelen, sadece kültür değildir; bizzat sanat da, aşama aşama
ilerlemek isterken, sonunda geçmişi hepten siler. "Bütün avangardların
işlediği ütopya budur," der Jean
Clair, "model geçmişte
değildir artık, gelecektedir ..., estetik paradigma artık eski bir uygulamanın
taklidinde değildir, bir 'aşma'nın yola şiddetle bıraktığı
izlerdedir." Böylece, diye ekler
Jean Philip pe Domecq, aşa aşa, seleflerden kopmalar yaşaya yaşaya, sanatsal
niyetler öyle kısıtlanır ki, adeta sanat, yalnızca ne olması gerektiğiyle uğraşır,
böylelikle de "sanat-üzerine-Sanat"
haline gelerek sonunda, doğası ne olursa olsun yaklaşımın eser yerine
geçtiği bir yönteme varır; "eser, artık sadece yaklaşımın işaret
mecrasıdır."
Lascaux'dan günümüze
zamandizinsel sırayla geçmişin şaheserlerini sunma amaçlı üç dakikalık bir kısa
metrajlı film tahayyül etsek,20 birbiri ardına bağlanan eserler... ve aniden,
bu geçişte bir kopmayla, 20. yüzyılda bir Picasso görürdük; sonra 20. yüzyılı
kapsayan son on beş saniyede de artık birbiriyle hiçbir akrabalığı olmayan
birtakım imgeler belirirdi: "Kandinsky'nin bir soyutlaması, Ma leviç'in
siyah karesi, Mondrian'ın kafesi, Klee'nin kafesi, Mirö'nun bir taşbaskısı,
Duchamp'ın pisuvan, Matisse'in yapıştırma kâğıtları, De Kooning'in bir kadını,
Pollock'un bir dripping'i ..., Warhol'un bir Campbell's Soup kutusu, Morris'in
bir sütunu, Jeff Koons'un bir Mickey'si, vb."21 Başka bir deyişle, bir
dizi yırtılma sonunda hızlanarak birbirinden kopuş. Oysa sanatın ve ilettiği
fikirlerin bu bölünmesi parçalanmaya, varoluş kuantumlarının baş döndürücü
saçılmasına, yüzergezer kimliklerin dağılmasına, içinde yaşadığımız ve
bütünlüğü bozulmuş biçimlerin girdabında her şeyin tel tel dağıldığı kaos
dünyasına da tekabül etmektedir; öyle ki, sanatı, gitgide daha cüretkâr
yaklaşımların doğaçlaması haricinde hiçbir değer kıstası belirlemez olmaktadır;
Duchamp'ın readymade'i, mümkün tüm icatları üreten matris haline gelmiştir
adeta.
Dünyalarımızdaki düşünürler
şeylerin bu yeni düzenini hem edebiyat hem de sanat düzeyinde
yorumlayabilmelidirler; yani, yaygın söyleyişle zamanın ruhunu ve sanatın eski
durumunu bir şekilde bilmeleri gerektiği gibi, kendi sanatlarının bu
parçalanmış dünyaya sokulması’ın da tasarlamalıdırlar; kaos hali ve yürürlükte
hiçbir ku raim olmaması nedeniyle dünyadaki tüm sanatçılara muazzam manevra
alanı sunan bir dünyadır bu. Yol açabileceği rahatsız edici muğlaklık ya da
şaşırtıcı heterojenlik ne olursa olsun, bu sokulma, kültürel karşılaşmaların
karmakarışık labirentinde henüz keşfine çıkılmamış ve bazen tehlike arz eden
patikaları açığa vurur. Bu labirent, istesek de istemesek de, zamanımızın iki
cephesini teşkil eder.
15. YÜZYILDA YOLCULUĞUM
DOĞU ÜLKELERİNDEKİ geleneksel
sanat ile Batı sanatını karşı karşıya getiren "kopma" ve bunun son
yüzyıldaki çılgın hızlanışı nereden gelmektedir? Yirmi yıl kadar önceydi,
Kristof Kolomb'un Amerika kıtasını keşfinin 500. yıldönümü vesilesiyle
Washington'daki National Gallery of Art'taki sergiyi ziyaret ediyordum.
Serginin başlığı "1492 Civarında: Keşifler Çağında Sanat" idi. 15.
yüzyıl sonuna doğru gezegenimiz üzerindeki tüm çağdaş kültürleri bir araya
getiriyordu. Doğrusu orada temsil edilen nesnelerin bolluğu, zenginliği ve
aşırılığından şaşkına dönmüştüm: Uzakdoğu'da Japonya' daki Muromachi'ler (1333-1573)
ve Çin'deki Ming'ler (1368-1644) çağından, Osmanlı İmparatorluğu ve İran ile
Afganistan'ın doğusunda Timuroğulları dönemindeki (1387-1502) İslam'a; Afrika
kıtasından Meksika ve Peru'daki Amerika yerlilerinin sanatına, en sonunda da
İtalyan Quattrocento'suna uzanıyordu. Harikulade bir biçimde hazırlanmış
salonlarda gezinirken, adeta gezegenimizdeki tüm uygarlıkların üzerinden kuş
uçuşu bir geçiş yapıyor ve sanki serpilip gelişmelerine bir tek ben tanık
oluyor, kendimi kimi göz kamaştırıcı güzellikte olan zengin kültürlerin
etkisine bırakıyordum. Batı müstesna tutulursa, tüm bu görkemli uygarlıkların,
kendilerine özgü kimi yanları olmakla birlikte aynı mitselşiirsel görüşten
beslendikleri izlenimini edinmiştim.
Ashikaga adı da verilen Muromachi
hükümdarlığı sırasında, Kyo to'daki Bakufu mahallelerinde yeni bir ulusal
kültür gelişme göstermiş, daha sonra da toplumun tüm düzeylerine yayılmış. Zen
Budiz mi bu gelişmede sadece dinsel bir rol oynamakla kalmamış, özellikle Song
(9601279), Yuan (1280-1368) ve Ming (1368-1644) hanedanları dönemindeki Çin
sanatının diriltici kaynaklarından beslenen resimde, kültürel bir rolü de
olmuştu. Mimari, nö tiyatrosu, şiir, çay ikramı seremonisi, çiçek kompozisyonu,
bahçecilik gibi Japon kimliğine silinmez damgalarını vurmuş olan tüm sanatlar
bu çok önemli dönemde serpilmişler.
Sergilenen eserler arasında beni
en çok büyüleyen, Nachi'deki Amitâbhâ Buda’nın, yani "sonsuz (amita) nurlu
(âbhâ) Buda"nın imgesi olmuştu. Bu dönemin (15. yüzyıl sonu) en bilinen
resimlerinin, Zen haricindeki mezheplerle ilintiler arz eden Buda ikonaları
olduğunu vurgulamak gerekir. Ch'an (Zen'in Japoncası) Budizminin, "yeni
üslubu" başlatan tekrenkli mürekkep resmi üzerinde muazzam bir etkisi
olduğu doğrudur; fakat Budizmin eski mezhepleri gelişip büyümeyi
sürdürmüşlerdi, zira bin yılı aşkın bir zamanda tasarlanmış ibret verici
binlerce imgeden oluşan bir repertuarları vardı. En kayda değer model de tam
olarak karşımda durandı; yani yamago chi raigâ, Amida Buda, bir bodhisattva :
Ölmekte olan kişinin ruhunu, semavi bir melek gibi sonsuz mutluluğun efendisi
Sukhâva tî'nin Saf Toprağı'ndaki cennete götürmek için aşağı inen, tanrılığın
merhamet dolu bir görünüşü. Eşi benzeri olmayan bu güzellik toprağına kavuşan
herkes, şu sefil dünyaya bir daha hiç gelmeyecektir. Bodhisattva ile doğrudan temas
içinde, önce nura, sonra da kurtuluşa mazhar olunur; böylece "yeniden
doğuş döngüsünde" (samsâra) doğup ölmekten azat olunur. Ayrıca bu ikona,
Kumano'nun manevi mirasının bir parçası olan bir hikâyeyi de göstermektedir.
Kumano bölgesindeki bir yaşlı kadının dindarca bir dileği vardır: Şu dünyadan
gitmeden önce Hama'daki Miyaöji Tapınağı'na hac ziyareti yapmak. Sunağa vardığı
vakit, sıradağların ardındaki ışıl ışıl bir bulut kümesi içinden beliriveren
Amida Buda’nın göz kamaştıncı görüntüsüyle ödüllendirilmiştir; böylece, ölmeden
önce nura nail olmuştur.1
Japonya'dan Çin'e geçince, farklı
bir dünyaya adım attım. Çin resminin altın çağı Ming'lerden epey önce, Song
Hanedanı'yla başlar. "T'ang dönemi sanatçılarını ve Beş Hanedan'ın büyük
üstatlarını takip eden Song dönemi ressamları, resim sanatını hiçbir zaman
ulaşılamamış bir incelik ve kusursuzluk derecesine taşıyacaklardır," der
François Cheng. Bu resmin ifade etmeye
uğraştığı, bir ha letiruhiye'dir; çünkü uzun bir meditasyonun sonucudur. Bu
yolu açmış olan kişinin, Ch'an Budizmini coşkuyla benimsemiş olan ressam ve
şair Wang Wei (699759) olması şaşırtıcı değildir. Ama daha 7. yüzyılda, Song'lar dönemindeki
büyük ressamların çoğu, tüm mekânın "Evrensel Boşluğun" (sûrıyata)
bir nevi yankısı ya da yansıması haline geldiği yolu, Ch'an Budizmini benimser;
Buda'yı Tao' yla, Tao'yu da Ch'an'la, yani Budizmin dhyâna'sı (tefekkürü) ile
seve seve özdeşleştiren o Çinli ustaların zihninde böylece büyük bir sentez
gerçekleşir. Yaratıcılık düzeyine
tercüme edildiğinde bu anlayış, bilenin bizzat bilgisinin konusu haline
gelmesine yol açar; sanatçı, görselleştirdiği imgeyle özdeşleşir ve her şey
bütünün içinde olduğundan, basit bir çiçek koca bir ormanı, bir toz zerresi
haşmetli bir dağı açığa vurur; tabiatla bu yakın ruh birliği hali de, ani ve
anlık bir nurlanma sayesinde kendiliğinden tamamına erer. Böylelikle içinden
imgelerin fışkırdığı Boşluk da sanatçının içinde etkide bulunur: Tefekkürüyle
ruhundaki bulutları dağıtır ve kalbini parlatarak onu Büyük Boşluk’taki biçimlerin
başkalaşımını yansıtabilecek saflıkta bir aynaya çevirir.
Bu sergide incelediğim imgeler
Song'ların imgeleri değildi; daha sonraki bir dönem olan, Ming'lerin hüküm
sürdüğü 15. yüzyılın ürünleriydi. Eşyanın aynı şekilde algılanmasını mı
beklemeliydim öyleyse? Shen Chou'nun (1427-1509) eseri olan, alabildiğine
karmaşık bir manzara rulosuna rast geldim. Tam olarak nasıl biriydi acaba?
François Cheng'in açıkladığına göre 15. yüzyıl sonuna doğru, gayet müreffeh bir
ticaret merkezi olan Chiangsu eyaletinde bir okul doğmuş ve Yuan'ların edebi
resim geleneğiyle tekrar bağ kurmak istemiştir. Bu okula ününü kazandıran iki
ressam olmuştur: Shen Chou ve müridi Wen Chengming (1470-1559). Shen Chou geçmişin tüm büyük ustalarını,
özellikle de Yuan Hanedanı dönemindeki ustaları kopyalayan müstesna bir
ressamdı. Söylendiğine göre kopyalarının bazıları nitelik olarak asıllarından
üstündü. Üzerinde göz gezdirdiğim rulonun adı "Asil Lou Dağı" idi.
Benzersiz karmaşıklıktaki bu eserde dikkat merkezi kaçınılmaz olarak rulonun orta
eksenine yerleştirilmiş olan ve bu konumuyla harikulade tecridi daha da
vurgulanan bir yazı erbabı ya da bilgenin minnacık çehresine yönelir. Sarmaş
dolaş, büzülüp kıvrılmış, karmakarışık fırça darbeleriyle gerilmiş biçimler,
tüm manzara alanını neredeyse olağanüstü biçimlerden oluşmuş bir girdapla
doldururlar; bu biçimlerin göze tek soluklanma olanağı tanıdığı yer, bir yandan
kayalar arasında çağlayan bir dereyi seyrederken, yine de unsurların bu hiddet
dolu baskını içinde tek hareketsiz unsur olarak kalan o sarsılmaz varlığın
bulunduğu yerdir.
Biraz başım dönerek, vaktiyle
Hint kültürüyle de uğraşmış olduğum için daha iyi tanıdığım Hindistan'a
yöneldim. Ama orada karşıma çıkan, sanat, mimari, heykelcilik ve resim
açısından en parlak ve en verimli dönemlerden biri ve Hint kültürünün altın
çağı olan Gup ta dönemi (320480) değildi. Bu dönemde Buda sanatı bile önceden
görmediği bir gelişme yaşamıştır; Ajanta ve Ellora mağaralarındaki freskler ve
Mathura ile Samath'ta, Buda'nın ilk kez "Yasa Çarkı" m (Dharmachakra)
döndürdüğü Benares yakınında bulunan Ceylanlı Park'taki hayranlık verici Buda
heykelleri bunun tanıklarıdır. "Hindistan'ın Shakespeare'i" olarak
gösterilen Kalidâsa'nın dehasının ürünlerine tanık olan bilimsel ve sanatsal
yeniliklerle dolu bir dönemdir aynı zamanda. Büyük hükümdar II. Chandragupta
(375-413) "zamanının en büyük entelektüel ışıklan olan ünlü 'Dokuz
Mücevher'i etrafında toplamıştır; duyarlılık, yöntem, derin bilgi ve kendini
denetlemenin bir sentezi olan bilinçli bir incelikteki Gup ta'lara
özelliklerini veren yaşam tarzı ve sanat da orada doğar. Ku mâragupta'nın
(41455) barış dolu hükümdarlığı sırasında [bu yaşam tarzı ve bu sanat] bütün
imparatorluğa yayılır ve nasıl ki Versay 17. ve 18. yüzyıllarda tüm Avrupa
saraylarına model olacak idiyse, onun da bağlantılı tüm saraylarda sözü geçer.
Hindistan hiçbir zaman bu kadar mutlu, bu kadar zengin, bu kadar ince zevkli
olmamıştır."
Hindistan'ın güneyinden gelen
muhteşem tunç heykeller karşısında hayranlıkla bakakaldım. Büyük Fars epik
şairi Firdevsî'nin (9311020) yazdığı Şehnâme'nin minyatürlerinde olduğu gibi,
bu ülkeye büyük ölçüde yerleşmiş olan îslamiyetin etkisini de seziyordum.
Timuroğullan ve Safeviler dönemindeki Fars minyatürlerinin ihtişamıyla hiçbir
şekilde karşılaştırılamayacak olan, bu tür eserlerin daha ziyade silik bir Hint
versiyonuydu bunlar. Fars etkisi kendini daha sonra, Babür İmparatorluğu
döneminde, yüzyıllar boyunca Fars dili imparatorluğun resmi ve edebi dili
olunca hissettirecekti — ta ki yerini Britanya'nın başa getirdiği racaların
yönetimi altında İngilizce alıncaya kadar.
Büyüleyici güzellikte bir Pârvatî
heykeli başımı döndürmüştü. Bundaki karşı konulmaz nefsaniliği, Efendi Şiva'nın
dişi karşılığı olan tanrıçadaki "yaratıcı gücü" (shakti) anlamaya
çalıştım. Bu nefsanilik ve manevilik karışımı Hindistan'ın tipik bir
özelliğidir ve tanrısallık konusunda bu tür erotik yaklaşımlara alışık olmayan
İb rahimî dinlerin müminlerinin bazen kafalarını karıştırabilir. Dağların kızı
olan Pârvatî, şehvetli endamıyla, imrenilerek arzulanan güzellik tanrıçasıdır.
Sadece mevcudiyeti bile Şiva'da yoğun bir sahip olma arzusu doğurur;
heykelcinin yakalayıp temsil etmek istediği hatlar tam da bunlardır zaten:
Kışkırtıcı bir şekilde kalçasını bir yana atmış çevik bir figürle cisimleştirir
onun suretini; vücudunun kıvrımlı, şehvet uyandırıcı ve baygın tüm kavislerini
saran neredeyse şeffaf bir entari giydirir; kafasına kocaman takılar iliştirir
ve tanrıçanın tüm varlığını, yanma yaklaşan herkesi çarpacak büyüleyici bir
erotizmle canlandırır. Oysa bununla birlikte, Hintli olmayanlara ne kadar
şaşırtıcı da gelse, bu heykel zengin yananlanılar yüklü bir
"tefekkür" (dhyâna) aracıdır. Demek ki temiz kalpli müritler, tanrı
çanın şehvaniliğini yücelterek, tapan ile tapılanın birbirinden ayrılmaz bir kaynaşmayla
birleştikleri vecde dayalı samâdhi tecrübesi içinde, o hayalin doğaüstü
güzelliğine ulaşmaktadırlar. Çin ve Japonya'da olduğu gibi Hindistan'da da,
sanat eseri, tefekküre ve vecde dayalı sanat yaklaşımına mesnet olur.
15. yüzyıl sonuna doğru Osmanlı
İmparatorluğu tam bir büyüme içindedir, Konstantinopolis Sultan II. Mehmet
tarafından fethedilmiştir, fakat Yakındoğu'da onunla hegemonya rekabeti içinde
olan başka imparatorluklar vardır. Mısır ve Suriye Memlukların deneti mindedir,
Türk soyundan gelen Akkoyunlular Bağdat'ta hüküm sürmektedir, başta Tebriz
olmak üzere İran'ın batısına da hâkimdir; Ti muroğulları ise, Rene Gousset'nin "Dış
İran" adını verdiği Maveraünnehir bölgesine yerleşmişlerdir. Ayrıca
Afganistan'a da hâkimdirler; Herat'taki sarayları ise bölgenin en ihtişamlı
olanlarındandır. Ti muroğulları sanatların tartışılmaz hamileri haline
gelirler; Semer kand ve Herat'ta görkemli anıtlar dikerek mimariyi teşvik
etmekle kalmayıp, büyük minyatür ve hat okulları kurarlar. Fars minyatür sanatının
doruğuna erişmesi, Herat'ta, Sultan Hüseyin Baykara'nın (1468-1506)
hükümdarlığı döneminde olur. Enfes bir incelikteki bu dönem, daima büyük usta
Kemaleddin Behzâd'ın (yaklaşık 14561506) ismiyle anılır. Behzâd, Sultan
Baykara'nın himayesinde He rat okulunun en yetenekli ressamı olur; Timuroğullan
hanedanı yıkılınca Tebriz'e göçer ve yeni hamisi Şah İsmail Safevi'nin
kanatları altında saray atölyelerinin yönetimini üstlenir. Behzâd, Herat'ı
Tebriz'e bağlayan köprüdür bir bakıma; minyatür sanatının 16. yüzyılda
Safeviler döneminde son kez doruğuna kavuşmasında da onun katkısı yadsınamaz.
Sergilenen nesneler bana bölük
pörçük geliyordu: Kuran ciltleri, müstesna silahlar, bazı göz kamaştırıcı
nesneler, değerli taş kakmalı altın Safevi kupaları ve şişeleri, Osmanlı İznik
çinileri... fakat mesela Timur dönemi minyatür sanatı üzerine neredeyse hiçbir
şey yoktu. Biraz hayal kırıklığına uğramış olarak, Kolomb öncesi Amerika'nın
yerli uygarlıklarına yöneldim.
1978'de Tahran'da bir sergi
düzenleyecektim, onun için vaktiyle Güney Amerika kıtasının tamamını gezmiştim.
Meksika'yı, Maya uygarlığının beşiği Yucatân'ı, 7. yüzyılda gelişmiş olan
Palenque'yi, Guatemala'yı, Kolombiya'yı, nihayet Peru'da Cuzco kentini ve iki
bin metrenin üzerindeki nefes kesici İnka arkeolojik yerleşim alanı Macchu
Picchu'yu, yani Aztek, Maya ve İnka uygarlıklarını gezip görmüştüm. Beni için
için tedirgin eden bir şey vardı; görmüş olduklarımı özetlerken, Asya'nın
birçok alanda Avrupa'dan ne kadar ileride olduğunun farkına varmıştım. Etkin
bir bürokrasinin yönetimi altındaki Çin, büyük bir imparatorluğun ilk örneğini
bizzat oluşturuyordu — Çin İmparatorluğu'yla mukayese edildiğinde, kendilerine
bol keseden fiyakalı unvanlar bahşeden Avrupa'daki küçük krallıklar gülünç
görünüyordu. Aslına bakılırsa, Avrupalı hiçbir güç Çin'le, ya da kısa süre önce
Bizans İmparatorluğu'nun son kalıntılarını ezip Avrupa'ya ayak basmış olan
Osmanlı İmparatorluğu'yla boy ölçüşemezdi. UzakDoğu porselenleri Avrupa'da
neredeyse mucizevi nesne muamelesi görüyordu; basılan kitaplar Çin'de ve
Kore’de Gutenberg'in icadından hayli önce dolaşımdaydı; deniz teknolojisi
alanında ise aradaki mesafe hayret vericiydi.
Ming Hanedanı dönemindeki Çin
donanması Portekizli ya da İspanyol rakipleri karşısında teknolojik olarak öyle
ileri bir noktadaydı ki, Çinlilerin dünyayı onlardan önce sömürgeleştirmemiş
olması şaşkınlık vericidir. Ünlü Çin amirali Zheng He Müslümandı; atası Seyyid
Şemseddin Ömer'in, Yuan Hanedanı sırasında Moğol Çin İmparatorluğu'nun
idaresinde görevli bir Fars olduğu söylenir. Zheng He muazzam bir donanmayla
Hint Okyanusu'nda yedi sefere çıkmıştır. İmparator Yongle döneminde çıkılan ilk
sefere (14051407), yirmi yedi bin sekiz yüz yetmiş adam taşıyan üç yüz on yedi
gemi katılmıştı. Cava'da durmuş, Malakka Boğazı'ndan geçip Hint limanlarına
uğramış ve Malabar sahilindeki Kalıkut Kralı'nın sarayına kadar gitmişlerdi.
Bunun peşinden daha da uzağa seferler düzenlenecek ve bu defa Afrika kıyısında
Aden'e ve Basra Körfezi'nde Hürmüz Adası'na ulaşılacaktı. Çin gemilerinin
boylarıyla Portekiz ya da İspanya gemilerinin boylarını karşılaştırırsanız,
hayrete düşersiniz. Kolomb'un Santa Maria'sının yüz yirmi beş kademlik bir
uzunluğu ve iki yüz seksen tonilatoluk bir kapasitesi vardı. Vasco da Gama'nın
gemilerinin hiçbiri üç yüz tonilatoyu geçmiyordu. Buna karşılık Zheng He'nin
komutasındaki donanmada her geminin uzunluğu üç yüz kademdi ve iki bin beş yüz
tonilato kapasitesi vardı. Bir asır sonra II. Felipe'nin İngiltere karşısında
büyük yankı uyandırıp şöhretlenen yenilmez armadası, Zheng He'nin ilk
seferindeki donanmasının yansı kadardı.
Bütün bunlar, Çinlilerin dünyaya hâkim olma diye bir niyetlerinin hiç
olmadığını düşündürmektedir. Bu seferlerin amacı bir bakıma imparatorluğun
haşmetini göstermekti; demir atılan bölgelerdeki prenslere ve kralcıklara
törenle hediyeler dağıtılıyordu; sonra da etkilemek ve kendi kültürlerinin
incelik bakımından üstünlüğünü kabul ettirmek için, hepsi bir sonraki seferle
geri gönderilmek üzere Ming İmparatorluğu'nun merkezine davet ediliyordu.
Dolayısıyla niçin, bu kadar çok
alanda ileride olmalarına rağmen, Çinliler ve diğer Batıdışı uygarlıklar,
onlara Batı gibi doğa bilimlerine erişme olanağı verecek niteliksel sıçramayı
yapmamışlardır? Bu hususta, Çin modelinin büyük hayranı Joseph Needham açık
konuşmaktadır: "Modem bilimin yalnızca Batı Avrupa'da Ga lileo döneminde
ve geç Rönesans esnasında gelişmiş olduğunu söylediğimizde, bugün elimizdeki
haliyle doğa bilimlerinin temel taş larının (yani matematiksel varsayımın
doğaya uygulanması, deneysel yöntemin tam anlaşılması, birincil ve ikincil
niteliklerin ayırt edilmesi, uzamın geometrikleştirilmesi ve mekanik bir
gerçeklik modelinin kabulü) sadece burada gelişmiş olduğunu söylemek
istiyoruz."
15. yüzyılda Asya'nın Batı
karşısındaki bu üstünlüğüne rağmen Needham'ın gönderme yaptığı olguların
Batıdışında vuku bulmadığı açıktır. Bu olguların yayılmaya, keşifler çağma,
sonra da sömürgeciliğe yol açmış olduklarını gayet iyi bilmekteyiz; tabiatın
büyüsünü bozduklarını, kapalı dünyadan sonsuz evrene geçişi kolaylaştırdıklarını
da bilmekteyiz; Yahudi-Hıristiyan inancından mutlak bir iktidar, Needham'ın
deyişiyle tanrısal logos'un idaresi altında evrensel bir hükümdarlık
çıkardıkları da belki doğrudur. Her halükârda, bu olgular eninde sonunda modem
bilimi doğurmuştur ve bu olay sadece Batı dediğimiz kültür sahasında vuku
bulmuştur.
Sonraki serpilmeye elverişli bir
zemin hazırlayan İtalyan Quattro cenfo'sunun gösterdiği ve aydınlattığı da tam
olarak budur.
Gezime, Avrupa'ya on beş yaşında
ilk varışımdan beri beni hep büyülemiş olan İtalyan Rönesansı'yla devam ettim.
Batı'ya ayrılan kısım birçok eksene göre düzenlenmişti: ruhun krallığı, mekânın
aklileştirilmesi, her şeyin ölçüsü olarak insan figürü, son olarak da Batı
sanatı tarihinin bu benzersiz yenilenmesinin ruhunu cisimleştiren iki amblem
sima: Leonardo da Vinci ve Albrecht Dürer. Fakat bu iki dehaya yanaşmadan, önce
Hieronymus Bosch'un Aziz Antonius'urı Baştan Çıkarılışı’ın seyretme kararı
aldım.
Ortada bir pano ve azizin
yaşamından farklı kesitlerin sergilendiği iki açılıp kapanır kanadı olan bu üç
kanatlı resmin önünde uzun süre hayallere daldım. Adeta bilinçaltı çok eski
zamanlardan beri biriktirmiş olduğu tüm iblislerini aniden defediyormuşçasına
beni aşan bu olağanüstü fantazmalan anlamaya çalıştım. Erich Neumann, Bosch'un,
bir yandan ortaçağın eski kaidelerine inatla tutunurken yeni bir çağın gelişini
ilan eden en parıltılı ressamlardan biri olduğunu söyler. Onun fırçası altında
dünya tepeden tırnağa değişmektedir. Cinler perilerle dolan dünya,
gnostikleşir; her nesne baştan çıkarıcı olur; münzevi ortaçağ bilincinin
paranoyak umutsuzluğu içinde de yeni bir gerçekliği tecrübe eder: İblisler ve
şeytani figürlerin istilasına uğramış bir "yeryüzü cenneti" gibi,
iblisçe ışık saçan ilk yeryüzü örneğinin püskürmesini. Orada Şeytan'ın zaferi ve her yere dolup
Hıristiyan ibadet ve inanışlarını taklit etmeye girişen iblisler görülür.
Bunlar Şeytan’ın Aziz Antonius'un ruhuna telkin ettiği fantazmalardır; tipik
bir biçimde ortaçağ fantazmalandır bunlar; zira dönemin psikoloji teorisinde,
düşler "tahayyül etme gücünü" (virtus imaginativa) ve bunun içindeki
hayalleri denetleyen aklilik gücünü bastırabilirler; öyle ki bu hayaller akli
biçimlere bürünür ve sensus communis't (ortak duyuya) boyun eğerler; o da
onları enikonu gerçekmiş gibi gösterir.
Bosch kesişen iki dünyanın ortasında
bulunur: Ortaçağ dünyası ile yeni
zamanların elikulağında gelişi arasında; üzerimizde uyguladığı karşı konulmaz
çekimin de bundan olduğunu düşünüyorum. Tarihe bakış o sırada henüz
sekülerleşme miştir, Kıyamet kitabında öngörüldüğü şekliyle zamanın sonuna ve
şer güçleri yok edildikten sonra yeryüzü üzerinde Tanrı Krallığı'nın nihai
zaferine hararetle inanılmaktadır. Çoğu kişi insanlığın Hıristiyanlığı kabul
etmesi gerektiğine de inanmaktadır; Ispanya tahtındaki Femando ile îsabella'ya
yazdığı mektupta, "Hindistan"a yaptığı yolculuğun misyonunun
putataparlıkla ve sapkın mezheplerle savaşıp Yüce Tanrı'nın kutsal dinini
yerleştirmek olduğunu söyleyen Kolomb'un ateşliliği de bundandır.
Kuzey Avrupa dışında hiçbir yerde
böyle kıyameti çağrıştıran duygularla karşılaşılmaz. Zamanın sonu, bu dönemin
en parlak hümanistlerinden biri olan Albrecht Dürer'in bile kafasını kurcalar.
Bir oyma ağaç dizisinde, olabilecek en şahsi şekilde yaradılışın kıya metimsi
hayalini ve dünyanın yok oluşu kâbusunu gösterir. Hayırla şer arasındaki bu
kavganın belki de en anlamlı tezahürlerinden biri, Aziz Antonius'urı Baştan
Çıkarılışı'nda görülür.
Güneye, İtalya'ya, dünyada en çok
sevdiğim kişiye, Leonardo da Vinci'ye döndüm. Yeniyetmelik çağımda,
Leonardo'nun Milano' daki Santa Maria delle Grazie Manastırı'nm yemekhane
duvarlarına yapmış olduğu Hz. İsa’nın Havarileriyle Son Yemeği’ne hayran
kalmıştım; sonra, Louvre'da Mona Lisa'yı, Kayalıklar Madonnası'nı, Vaftizci
Yahya'yı ve Meryem Ana, Çocuk Isa ve Azize Anna'yı seyre dalmıştım. Çok şey
anlamamıştım, ama o çocuksu bakış hafızama kazınmıştı. Leonardo'nun Ginevra de
Benci'nin Portresi (Washing ton) ve Kakım Mantolu Kadın (Krakov) gibi resimleri
dışında efsane olmuş büyük tabloları yoktu, fakat krokilerine, çizimlerine,
araştırmalarına hayran olmuştum; Leda'nın başı, kadının anatomisi, idrar
yoluüreme sistemi, insan cenininin temsili, insanı bir daire ve bir kare içine
yerleştiren, Romalı mimar Vitruvius tarzında çizilmiş insan bedeninin orantıları,
optik ve kürelerin ardındaki ışık ve gölge dereceleri, Leonardo'nun Cesare
Borgia'nın hizmetinde olduğu sırada Imola'nm havadan çizilmiş planı, bitkibilim
—Beytüllahim
yıldızı ve diğerleri—, çiçekler,
bir havuza dökülmeden önce karşılaştığı engeller boyunca suyun yarattığı
girdaplarla ilgili incelemeleri, savaş aletleri üzerine araştırmalar ve
krokiler —toplar, saldın arabaları, bir şatonun avlusuna taş yağdıran dört
havan topu—, bir tufanın hırçın dalgaları tarafından yutulan bir kentin
krokileri. Doymak bilmeyen tecessüsü nice birbirinden kopuk konuya aynı coşku
ve cüretkârlıkla saldınyordu. Nasıl oluyordu da bir insan hem bitki bilime, hem
de savaş sanatına, optiğe, hidrolojiye, mekaniğe, jeolojiye, anatomiye ilgi
duyuyor ve hepsinin sonunda da aşılmaz bir ressam olarak kalabiliyordu?
Paul Valery'nin isabetli
saptamalarını hatırlıyordum: "Leonar do'da bana en harikulade görünen ve
onu hem filozoflara karşı çıka np hem de onlarla birleştiren —ressam hakkında
da filozoflar hakkında da söylediğim her şeyden daha tuhaf ve daha derin bir
biçimde— işte budur. Leonardo ressamdır: Onun felsefesi resimdir, diyorum.
Aslında bunu kendi diyor; ve resimden, tıpkı felsefeden söz eder gibi söz
ediyor: Yani her şeyi ona bağlıyor... Ona her şeye meraklı bir zihnin ulaşmak
için çabaladığı en son amaç gibi bakıyor ... Resim yapmak, Leonardo için, tüm
bilgileri ve neredeyse tüm teknikleri gerektiren bir ameliyedir: geometri,
dinamik, jeoloji, fizyoloji. Resmi yapılacak bir çarpışma için, hava
çevrintilerinin ve kalkan tozların araştırılması gerekir; üstelik bunu temsil
edebilmek için de ne beklediğini bilen gözlerle gözlemlemek ve bunun yasala rına
iyice vâkıf olmak gerekir."
Tıpkı Shakespeare'in çok az
Latince ve ondan da az Yunanca bilmesi gibi, Leonardo'nun kendini uomo senza
lettere (okumamış adam) diye nitelemesi de tesadüf değildir. Nesneleri
titizlikle gözlemleyerek her şeyi kendi başına öğrenmek istiyordu, meraklı bir
insanı ilgilendirebilecek her konuda kişisel bir fikri olsun istiyordu; okuma
onun için ikincil bir bilgi kaynağıydı. Bundan ötürü resmi, aynen felsefe, şiir
ve insan araştırmalan gibi serbest bir sanat olarak telakki ediyordu. Leonardo,
tüm sanatlara girizgâhını Andrea del Verrocchio’nun atölyesindeki çıraklığında
yapmıştı; birçok sanatla uğraşılan o yerde, "her şeyi öğrendi, her şeyi
anladı ve her şeyi aşmak ister oldu."
İzlenimlerini kayda geçirmesine rağmen hiç
yayımlamadı; solak olduğu için de ancak aynadan okunabilecek şekilde soldan
sağa yazma alışkanlığını edindi. Resim yapmak onun için ne demekti peki? Resim
yapmak öğrenmekti, öğrenmek için ise başkaları tarafından yazılmış kitapları
papağan gibi taklit ederek değil de, kendi kendine öğrenmek gerekiyordu; gizli
anlamını kavramak amacıyla, herhangi bir kuşun dolambaçlı uçuşunu, herhangi bir
cesedin teşrihini, herhangi bir bitkinin filizlenmesini, ifade edilmesi
imkânsız herhangi bir bakıştaki muğlak gizemi olguların ötesinde belirleyen
yasaları kavramak amacıyla doğanın sırlarını bıkmadan usanmadan keşfe çalışmak.
Quattrocerıto'n\m büyük keşiflerinin —Filippo Brunelleschi'nin (1377-1446),
sonra Masaccio'nun (140128), sonra da Piero della Francesca'nın (yaklaşık 1416-92)
resimlerinde vurgulanan çizgisel ve merkezi perspektifin— mirasçısı olan
Leonardo, üçüncü bir perspektif biçimi getirerek bu arayışa katkıda bulundu ve
her zaman olduğu gibi alışıldık yollardan gitmeyerek yenilik yaptı:
"Değerlerin zayıflamasını, renklerin hafiflemesini, mavileşmesini"
icap ettiren havadan perspektif. Daha sonra, 1500'e doğru, Leonardo sfumato’yu
icat etti. Bu teknik, esasen çevre çizgisini silikleştirmekten ibarettir;
yumuşayan ve hafifleyen renklerin biçimlerin yitip gitmesine ve erimesine izin
verir, tahmine kalmış bir şeyi askıda bırakır. İnce renk katmanlarını üst üste
koyarak, "aydınlık kuşaklardan karanlık kuşaklara doğru bir ton geçişiyle,
görmediğimizi bize telkin etmeyi becerir: Bizzat havanın nefes alışını."14
Masaccio tarafından gerçekleştirilmiş Quattrocento eserlerinde donakalmışlar
gibi, buruk ve sert bir şey vardır; oysa ne sabırsızdı ne de bilgi noksanlığı
çekiyordu; aynı şekilde, çizim ve perspektif konusunda Mantegna'nın
bildiklerinden fazlasını bilmek de imkânsızdır, "yine de, doğa
tasvirlerindeki azamete ve kudrete rağmen, çehreleri canlı varlıklardan ziyade
heykellere benzer." Bazı
sanatçıların bu derde bir çare arayışına girdikleri doğrudur. Botti celli
saçların ve giysi kıvrımlarının dalgalanmasını hissedilir şekilde vurgulayarak
bir esneklik arayışına girmiştir; ama sonunda Leonardo'nun sfumato tekniği,
esere nefes aldırarak, bir gizeme büründürüp ona havanın elle tutulmayan
akışkanlığını vererek çözümü bulmuştur.
Leonardo büyük hümanist Leon Battista
Alberti'nin (1404-72) açıklamış olduğu insan kavramının da mirasçısıydı. 143341
yıllan arasında kaleme aldığı Della famiglia (Aile Üzerine) adlı eserinde,
Alberti, tüm Evren'in ölçüsü olarak insan karşısında Rönesans'ın ilk takınacağı
tutumu tanımlamaktaydı. Yunan ve Roma klasiklerinden alıntılar yaparak,
Stoacıların insanı tüm şeylerin gözlemcisi ve idarecisi gibi telakki
ettiklerini gösteriyordu. Hrisippos yeryüzündeki her şeyin insanın kullanımına
yönelik olduğunu düşünmekteydi; sofist Protagoras da aynı şeyi söylüyordu. İnsan bedeninin nasıl tüm biçimlerin
ölçümünde esas alman çerçeveyi temin ettiğini ve bu biçimin nasıl kopmaz
şekilde mekânın aklileştirilmesine, geometriye ve kentsel çevre mimarisine
bağlı olduğunu gösteriyordu. Dolayısıyla çizgisel perspektifin icadı ile insan
bedeni orantılarının 15. yüzyılda kentsel çevreye bakışı dönüştürmede
belirleyici etkenler olmuş olması şaşırtıcı değildir.
Rönesans'ta insan modelini
belirleyen ideal biçimler, Romalı mimar Vitruvius’un tahayyül etmiş olduğu
ilahi orantılardan esinlenmişti. Leonardo'nun bu orantıları isabetle kâğıda
döktüğü bir resim amblem haline gelmiştir; onun gözünde mikrokozmosla mak
rokozmos arasında benzerlik vardır, zira —kendi deyişiyle— tabiat dev bir
canlıdır. Ama burada da, bir yandan Vitruvius'un İnsanı (yapılışı 1490) adlı
ünlü çiziminde tespit edildiği gibi bu fikri benimserken, daha sonra bundan
uzaklaşmış, insan biçiminin peşinen matematiksel bir tasarımına mesafeli
yaklaşarak ideal orantı ilkelerini ikinci plana atmıştır. Zira Leonardo düşüncelerini, Platon'dan
ziyade, Euklides, Arkhimedes ve Aristoteles'in kuramlarına borçluydu.
"Matematikçi olmayan beni okumasın,"
diye buyuruyordu. Yenilikçi yaklaşımıyla, zamanına hükmeden savların
ötesine gitmiştir. Bizzat yaşamın hareketini, tabiata can veren ritmi kavramaya
uğraşmış; insanı diğer hayvanlarla karşılaştırmış ve baş döndürücü bir sezgiyle
bazı anatomik biçimler arasındaki benzerliklerin altını çizmiştir. Adeta
Darwin'in kuramını müjdeleyen bir cüretkârlıkla, "Şebek, maymun ve
benzerleri ile neredeyse aynı tür içinde yer alan insanın
betimlemesi" başlığını atmıştır.
Leonardo'nun düşüncesinin tüm hareketi mekanik biçimlerden organizmanın
karmaşık yapılarına geçer: Dikkatini jeolojiye yönelterek kayalardaki deniz
fosillerini gözlemlemiş ve yeryüzünün, insanın, bitkilerin ve ışığın sürekli
değişim halinde oldukları sonucuna varmıştır — bu da defterlerini dolduran,
suyun hareketiyle ilgili diyagramların işgal ettiği önemli yeri açıklamaktadır.
Doğa yasalarını anlama hususundaki
bu açlığı, hakikaten kendi kendini yetiştirmiş biri olan Leonardo'nun kuramsal bir yetişme sürecinden
hiç geçmemiş olmasına bağlıydı. Onun yaklaşımı gözlem ve deneyime dayanıyordu;
muhtemelen bir ansiklopedi yazmak istemişti ve muazzam bir taslak halinde kalan
bir proje olmuştu bu. Ama bilginin tüm alanlarındaki serüveniyle insanlık
tarihinde eşsiz bir vaka olarak kalan Leonardo'nun her şeyden önce bir sanatçı
olduğunu özellikle vurgulamak gerekir; bunun içindir ki, Claude Weill'in
deyişiyle, "Rönesans'ın insana dönüşmüş hali"dir o.
Bu bölümü bitirirken tatlı bir
anekdot: Leonardo tüm Avrupa' da öyle bir şöhrete erişmişti ki, onu hizmetinde
görmek isteyen krallar ve prensler birbirlerine girmişti. Giorgio Vasari bunu
şöyle teyit eder: "Bu insanüstü sanatçının eserleri ününü öyle büyütmüştü
ki, tüm sanatseverler, başka bir deyişle bütün şehir, memleketlerine bir
yadigâr bırakmasını arzuluyorlardı ve Leonardo'nun eserlerinde teşhis edilen
deha, lütuf ve sağduyu toplamından kentin istifade etmesinin sağlanması için,
ona şehri süsleyip övünç kaynağı olacak büyük ve kayda değer bir iş verilmesini
istiyorlardı." Santa Martia delle
Grazie Manastırı'ndaki Hz. İsa'nın Havarileriyle Son Yemeği tablosu karşısında
Fransa Kralı XII. Louis'nin hayranlığa kapıldığını bilmekteyiz; Floransa Sancak
Beyi Soderini tarafından Leonar do'nun mümkün olduğu kadar çabuk dönüp yarım
bıraktığı işleri bitirmesi istenince, Milano'da kalması için XII. Louis'nin
direttiğini de bilmekteyiz. Leonardo'yla tanışma fikri Kral'ı öyle coşturmuştur
ki, kendi eliyle kesin bir emir yazmıştır: "Çok sevgili ve büyük dostlar,
Floransa kentinizde ressam olan üstat Leonardo da Vinci'yi zorunluluk sebebiyle
alıkoyduk ve bize kendi elinden çıkma bazı eserler yapması niyetindeyiz; Tanrı'nın
yardımıyla Milano'da kısa süre kalmasını düşünüyoruz." Hiddetten çılgına dönen Soderini'nin Fransa
Kralı'nm emrine boyun eğmekten başka yolu yoktur; ayrıca Michelangelo hemen
Roma'ya dönmezse onu savaşla tehdit etmiş olan Papa'yla kavgasını da
hatırlamıştır. Sonunda XII. Louis'nin damadı ve halefi I. François, Leonardo'yu
Fransa'nın Amboise bölgesindeki ClosLuce'ye yerleştirmiş, ona rahat bir mesken
ve ödenek sunmuş; üstat ölünce de, söylendiğine göre efsanevi bir meblağ
ödeyerek, mirasçısı Andrea Salai'den eserlerini satın almıştır. Leonardo' nun
Mona Lisa gibi büyük şaheserlerinin Fransa'da kalması, keşif yeteneği olan bir
prensin bu cömertliği sayesinde olmuştur.
Ama bu sergide Leonardo'yla yan
yana getirilen bir ressam daha vardı: Alman Albrecht Dürer. Gördüklerimden birkaç
örnek: Kâğıt üzerine kömürkalem çizimleri, Saçları Örgülü Kadın (Berlin), Genç
Bir Adamın Portresi (Viyana), Katarina'nın Portresi (Floransa), insan
orantıları üzerine araştırmalar, Adem ve Havva, Şövalye, Ölüm ve Şeytan (1513),
Melancolia I gibi kazıkalemiyle gravürler, süsen çiçeği gibi araştırmalar,
kâğıt üzerine bir suluboya, bir ahşap oyma, Gergedan... Bu iki sanatçı arasında
bazı benzerlikler vardır, Martin
Kemp bu hususta çok ısrar
eder. Leonardo ve Dürer Rönesans'ın en
üstün bilgin sanatçılarıdır. Eserleri, o döneme özelliğini veren bilgi
arayışının mükemmel örnekleridir. Dürer'in notları, Leonardo'nun bazı
krokilerine ve araştırmalarına erişmiş olduğunu ve elbette bunlardan
etkilendiğini göstermektedir. İki ustanın geniş bir yelpazeye yayılan, perspektif
biliminden insan anatomisinin, manzarala rın, bitkisel ve hayvansal yaşamın
incelenmesine kadar giden ortak ilgi alanları vardı. Her ikisinin de dostlan
arasında çok değerli âlimler ve matematikçiler vardı. İkisi de resim sanatının
serbest sanatlar mertebesine çıkarılması gerektiğini düşünmekteydi; ikisi de
sanatçının kendi işkoluyla ilgili teorik temeller hakkında geniş bilgi edinmesi
gerektiğini ileri sürmekteydi. İkisinden de sanatçıların kullanımına yönelik
kitaplar kalmıştır; fakat Leonardo'nun aksine Dürer, bunlan yayımlamıştı.
Araştırma yöntemi hususunda
ortaya çıkan benzerliklere rağmen, bakışları temelden farklıydı. Dürer Tanrı’nın
yarattıklarındaki inanılmaz çeşitliliğin büyüsüne kapılmıştı. Sanatçının
rolünü, tabiatın sonsuz çeşitlilikteki olgularının her birinde Tanrı
mevcudiyetini gösterebilecek ayrıcalıklı bir tercümanın rolü gibi görüyordu.
Buna karşılık Leonardo'nun zihin yapısı, çeşitliliğin altında duran birliği
bıkıp usanmadan keşfetmeye çalışıyordu. Görünümler yüzeyinin altına nüfuz ederek,
fiziki âlemin temel yasalarının üzerindeki perdeyi kaldırmaya uğraşıyordu.
Tabiattaki ilk sebepleri kavrarsa insanın bu kavrayıştan yararlanarak dünyayı
istediği gibi tekrar yaratabileceğini düşünüyordu. Şahane bir ustalıkla ele
aldığı dinsel konulara rağmen, Leonardo hayli açık görüşlü biriydi; Giovanni Pi
co della Mirandola (1463-94) veya Floransa'daki Platoncu Okul'un hocası
Marsilio Ficino (1433-99) gibi çağdaşlarının onca ilgilendiği mistisizmi,
büyüyü, gizli ilimleri pek umursamazdı.
Gezimin sonunda, Uzakdoğu'dan
Latin Amerika'ya uzanırken bütün gördüklerimi özetlemeye çalıştım. 15. yüzyıl
denen bu zarafet çağında, dünyada hâlâ büyük çeşitlilik vardı, yeryüzündeki
insanlar farklı tarihler içinde yaşamaktaydılar; bu uygarlıkların çoğunun
sanatında, Japon veya Çin resmi de olsa, İran minyatürleri, Afrika maskeleri ya
da Meksika tanrıları da olsa, bakışı çevreleyen bir gizem vardı. Mitoslar ve
efsanelerle çevrili, duyuüstü algılar ve başka âlemlerin varlığına açık bir
dünyada yaşanmaktaydı. Dünyanın sadece bir köşesinde bakış kökten değişmişti;
kutsal âlemle dünyevi âlem arasındaki geçiş çökmüştü; mitostan tarihe, simgeden
alegoriye geçilmişti. Vinci'de de Dürer'de de maddi dünya yeni bir değer
kazanıyordu; mekân geometrikleşiyor, perspektif baş köşeye kuruluyor, insan
bedeni yaşama hakkını talep ediyor, gür tabiatımız da sırlarını vermeye
başlıyordu. Jacob Burckhardt, ünlü çalışması İtalya'da Rönesans Uygarlığı'nda,
Avrupa bilincinde vuku bulan ve sayısız sonuçlara yol açacak kırılmayı nadir
görülür bir basiretle gösterir: "Ortaçağda insan bilincinin iki yüzü, yani
dış dünyaya dönük olanla insanın bizzat içine dönük olan yüzü, adeta bir
rüyada, ya da üzeri tek bir örtüyle kaplı yanuyanık bir rüya mahmurluğunda
kalmışlardı. Bu örtü, imanla, yanılsamayla ve çocuksu önyargılarla dokunmuştu
ve onun ardından bakıldığında, dünya ve tarih tuhaf renklere bürünmüş
görünüyordu. İnsan kendini bir Irk'ın, bir Halk'ın, bir Parti'nin, bir
Lonca'nın ya da toplumsal bir kategorinin üyesi gibi kabul ediyordu. Bu örtü İtalya'da
dağıldı ve Devlet ile genel olarak bu dünyanın tüm işlerinin nesnel bir şekilde
ele alındığı bir algıya yol açtı; ama diğer yanda da, öznellik tüm gücüyle
yükseldi: İnsan manevi bir birey haline geldi ve kendini böyle kabul
etti."
Bu saptama, Batı dışındaki
uygarlıklarda geleneğin bütününü tehlikeye atmadan temayüz edemeyecek olanı
göstermektedir; bir piramit gibi sağlam olan o eklemli bütünün içinde muhtemel
bir boşluktan kaçınma amacıyla Asyalı kültürlerin aldıkları tüm tedbirler,
atadan kalma dirençler, frenler, kültürel yasaklar bu yüzdendir. Zira
Burckhardt'ın bize bahsettiği o kırılma, gitgide daha hızlı bir ritimle devam
edecek sürecin sadece başlangıcıdır. Her ne kadar 15. yüzyılda bu dünyaların
her biri kendi tarihinin göndergesel yörüngesinde yaşayarak henüz birbirinden
ayrı da olsa; her ne kadar bunlar arasındaki alışveriş, filanca bilgelik ya da
falanca ticari mahreç arayışıyla bir dünyadan diğerine serüvene çıkan hacılar
ya da seyyahlar üzerinden utangaçça yapılıyorduysa da; o dünyaların anıtsal
yapılarının bugün ancak nostaljik bir hatıranın silik görüntüleri olduğunu
kabul etmek gerekir.
Tarihte kendi türünde eşsiz bir
fırtına koparmış olan bu kırılma da sınırlarına varmıştır. Artık anlamı
kalmamıştır adeta. Paris'te Yusuf İşagpur'la Burckhardt'ın bu sözünü
yorumlarken, görmüş geçirmiş bir havada bana bu kırılmanın bile aşılmış
olduğunu söylediğini hatırlıyorum. Peki nasıl ve hangi sırrına erişilmez
stratejiyle olmuştur bu? Şayet İslam dünyasını bunca şiddetle sarsan
çalkantıları ve bunların sonucunda ortaya çıkan kültürel gerilemeyi göz önüne
alırsak; bu örtünün, dağılıp havada buharlaşmış olmadığı gibi, ağırlaşıp bir
yük haline geldiğini; adeta sorulan her soru, bu yekpare bütüne atılan her
çelme, amansız bir Tanrı’nın gazabına yol açmamak için ne pahasına olursa olsun
kaçınılması gereken bir saygısızlıkmış gibi, sonunda dışarıdan gelen her
teveccühe ayak direyen bir prangaya dönüştüğünü söylememiz fazla abartmak
olmaz. Bununla birlikte, şiddet tohumlan saçmak için modernliğin bütün ölümcül
aygıtlarından fütursuzca yararlanan geleneğin bu katılaşmasına paralel olarak,
daha ince, ama en az onun kadar inatçı başka örtülerin ortaya çıktığı
görülmektedir. Tabir caizse bu örtüler, vaktiyle mitosların ve simgelerin
dilinin taşıyıcısı olan o eski bilgeliklerin hiç değilse hâlâ silinmemiş
izlerini bulmak için, cesur, bazen de ümitsiz girişimlerdir.
Mesela, HollandalI bilgin Wouter
J. Hanegraaf m şahane bir incelemesini yaptığı "New Age" denen
maneviyat biçimini alalım. Bu maneviyatçı akımlar üzerine muazzam sayıdaki
İngiliz-Amerikan malzemesini inceleyen yazar, bunların beş ana eksen etrafında
döndüğünü belirtir: channeling ya da başka gerçeklik kürelerine yönelik aktanm
kanallan kurma eğilimi, yani netice itibanyla ilhamı ya da vahyi ifade etme
tarzı; healing ve personal growth, yani manevi tedavi ve bireysel olgunluk
sağlayabilen alternatif terapilere müracaat; New Age scierıce, yani
Naturphilosophie'nin bir nevi yeni versiyonu olan, bütüncül bir bilim
anlayışının peşine takılma; tektanrı lı dinler tarafından haşince bastınlmış
tapınmalara ve sapkın mezheplere tekrar saygınlık kazandırmak ve onları modem
dünyamızda tekrar canlandırmak için bir çaba olan neopaganism, ki bu anlayış
diğer yandan ekolojiyle aynı davayı gütmektedir; ve son olarak, ast
rolojik açıdan Kova çağı da olan,
başka bir deyişle söylersek binyıl cı bir dünya anlayışı olan, bilinen
anlamıyla New Age. Bütün bu fikirler ayrıca, HollandalI âlimin kitabının
altbaşlığının telkin eder göründüğü,
"laik bir düşüncenin aynası üzerinde batini dünya"nın yansımalarıdır.
Her ne kadar günümüzde bu yırtık
örtü elden geldiğince onarılmaya çalışılıyorsa da, bunu deneyen insanların
kafaları ortaçağda olduğu gibi önyargılarla dolu değil; dolayısıyla neyle karşı
karşıya olduklarını bilip bu temel gediği tıkama yollarına vâkıflar. Modem
insan aşılmaz ikilemlere sıkışıp kalmamıştır. Önünde bir tercihler yelpazesi
açılmaktadır ve manevi manzaraların oluşturduğu çiçek dürbünü onu bir Homo
viator (Seyyah İnsan) haline getirmiştir. Hac yolculuğu herhangi bir güzergâhla
sınırlı olmayan bir hacı haline gelmiştir; arayışı muhafaza etmiştir, ama bunu
sadece Kutsal Kâse arayışıyla kısıtlı tutmamıştır. Bu arayış kullanılan manevi
malzemeye göre çeşitlilik gösterir; kâh samsâra (Budizm), kâh mâyâ (Vedânta),
kâh zazerı ve meditasyon teknikleri biçimine bürünür. Tercih yelpazesi yorum bilgisinin
dar çemberini kırarak zamanın ve mekânın ötelerindeki yolculuklarda kaybolur.
Zira bu kırığı yapıştırmaya uğraşan insan da bir yaptakçıdır. Onarım çabası onu
bir deli gömleğinin içinde tutan katı kaidelerden azat etmiştir. Aynen
kültürler düzeyinde olduğu gibi, kavramların muhtelif karışımlarına da tanık
olmaktadır; yansıtmalar (channeling, healing, neopaganism, vb.) düzleminde,
mandalaların, ikonaların, yin ve yang’ın, yantra' lar ve mantra'l&rın
birbirine geçtiği alaşımlar imal eder. Bu birleştirme sanatı modem insanın
doymuş bilinçdışından doğar ve tekrar büyülendirilmiş bir dünyada tekinsiz
başkalaşımlarla birleşir. Bu tekrar büyülendirme ise sekülerleşmeyle
ilintilidir. Dünya simgesel olarak ıssızlaşmasa, insanın mitselşiirsel bakışı
mitolojikliğini yitirmese ve bilinç çatlamasa (örtü sıynlmasa), birbiriyle
bağdaşan ve melezleşen imgelerin bu yeni pantheoriunun böyle bir ölçekte tekrar
doğduğunu görmezdik.
Bu yeni bilincin 15. yüzyılda
olduğunu bir tahayyül edelim; neler olup biterdi? Belki de bu farklı kültür
düzeylerinden, onları inkâr edip dışlamadan, putataparlık ya da sapkın mezhep
derekesine düşürmeden, bilakis onların gizli mesajının dalga boyuna ayak
uydurarak, söylediklerine kulak vererek geçerlerdi. Ama bunun menzilini anlamak
için, onları şu veya bu varlık haline, şu veya bu isabet düzeyine, şu veya bu
bilgi düzlemine uydurabilecek epistemolojik araçlara sahip olmak gerekirdi;
zira bizim güncel bakışımız ile Saf Toprak'taki Amitâbhâ Buda’nın, Çin
resimlerindeki ch'arı’ın ve Tibet tanka'larının arasında, sadece tarihsel
kırılmalar yoktur, ontolojik yer değiştirmeler de vardır; günümüz insanı da, bu
kırılmaları aşabilmek için kavramsal araçlara, hem bu hayallere özelliğini
veren güçlü coşkuyu hem de bunları nesnelleştiren düşünsel bilinci tanımaya
elverişli bir okuma şifresine ihtiyaç duymaktadır; sanki hem bir şeyin boş
bıraktığı yere, hem de o yerin içerdiği yitik dünyaya yapılan bir girizgâh
gibi...
Fakat bu serüven bir Batılı için
bir Doğuluya nazaran biraz daha kolaydır. Neden? Çünkü Batılı için
"örtü" yırtılalı hayli zaman olmuşken, Doğulu için örtü henüz tam
sıyrılmamıştır ve onun görevi Batılımnkinin aksi yöndedir: Geçerliliği kalmamış
bir dünyanın tortusu olan izlenimlerden kurtulmak ve kendine rağmen olumsuz
izlerini taşıdığı bu çatlağın bilincine varma zeminini hazırlamak. Çare
bulabilmek ve hâlâ vücut verdiği bir maneviyatı tekrar canlan dırabilmek için,
aslında bu maneviyata nasıl bir yer açacağını, ya da onu yeni dünya düzeniyle
nasıl bütünleştireceğini kendi de bilmeksizin, bilincine varmalıdır bu
çatlağın. Kendi tarzında vücut verdiği şu son beş asrın tarihini bu şekilde
kendine mal etmeksizin, içindeki eski katmanlarla bu kadar didişen o modem
kimliğin tedrisatından geçmeksizin, asla zamanının insanı olamayacaktır.
TAHRAN AMBLEM NİTELİĞİNDE BİR KENT MİDİR?
BEN NE KENTBİLİMCİYİM, ne
mimarım, ne de sanat tarihçisi; hatta sosyolog bile değilim. Aslında, eskiden
Hint kültürü ve karşılaştırmalı din tarihiyle uğraşmış olan biraz filozof bir
serbest düşünürüm. Bununla birlikte eski şehirlere, hem Batı'daki hem de
Doğu'daki anlamıyla büyük kentlerin simgesel anlamına ilgi duydum; insanlık
tarihinin saygın anıtlarını gözler önüne seren tarih dolu kentlere...
Delphoi'ye, Benares'e, Angkor Vat'a, Yasak Kent'e, Kyoto'ya, Luk sor'a, Macchu
Picchu'ya ve Yucatân’da Palenque'deki Maya piramitlerine hayran kaldım.
İsfahan, İstanbul, Floransa, Roma ve Tole do gibi "amblem niteliğinde
kentleri" sevdim. Ortaçağda Hıristiyanlığın entelektüel merkezi, Walter
Benjamin'e göre 19. yüzyılın da başkenti Paris'in oluşturmuş olduğu o şaşırtıcı
mikrokozmosu anlamayı bile denedim. Fransa'da yayımlanan oldukça eski bir
makalemde, birbirlerine ne kadar zıt olduklarını ortaya koymak için İsfahan'la
Paris'i karşılaştırma cüretini de gösterdim. İkinci İmparatorluk döneminde
Haussmann'ın Paris'i, Baudelaire'in güzel deyişiyle "cıvıl cıvıl bir kent,
hayallerle dolu bir kent" iken, İsfahan ise düş alanında askıda kalan
imaginal bir hayal olarak kalır.
Doğduğum şehre, Tahran'a gelince,
hatıralarımda ne kadar eskiye gidersem gideyim, biçimle içerikte yaratılmış
başarılı bir geçişim olmadığı gibi, çarpılmayla oluşan tüm çatlakların
sırıttığı dağınık mekânlarda yaşadığımı hayal meyal hatırlıyorum. Hiçbir şey
olması gereken yerde değildi, zira zahmetle yerleşen çarpık bir modernliğin
yanında eski dünya kalıntılarının sırıttığı bir geçiş halinde yaşıyorduk. Tuhaf
eşyalar, birbiriyle bağdaşmaz "âlemler" uç uca getiriliyordu orada;
bunlar hasbelkader yan yana ya da üst üste konunca da birbirlerine
yakışmıyordu; öyle ki, daima bir no man’s land'de yaşar gibi hissediyordum
kendimi. Miadını doldurmuş çağların ortadan kalktığını, şeklüşemaili belirsiz
dönemlerin henüz taslak halinde doğduğunu gördüm. Ahenk içinde birbirine ekleneme
den baş döndürücü bir ritimle birbirlerini izleyen çağların abartılmasına tanık
oldum. Her şey bana yamuk geliyordu, her şey hakikaten yamuktu. Bununla
birlikte mekânın ve ona vücut veren şehrin ortaya öyle tesadüfen çıkmadığını
öğrendim. Bu başkalaşımların ardında onları görselleştirerek aksettiren bir
ruhun ve hayata geçiren bir anlayışın olduğunu öğrendim. Bildiğim bir şey
vardı: Mesken yani inşa edilmiş mekân ile, şehir ile zihinsel mekân arasında,
muhtelif denklikler vardı; bunların birinde değişikliğe gitmek, ister istemez
diğerini bozuyordu; eninde sonunda bir şehrin yaşam alanını ve ruhunu
şekillendirip yapılandıran da zihinsel mekândı. Düşünce patladığı zaman,
ağırlık merkezini yitirerek yönünü şaşırdığı zaman, en akıl almazına varıncaya
kadar bütün sapmalara tanık olunur. Maalesef günümüzde Güney'in megapollerinde
ortaya çıktığı görülen de budur: Sadece havayı kirletmekle kalmayıp ruhumuzu da
zehirleyen, ahtapot gibi kollarıyla etrafımızı saran canavar şehirler. Zira
çirkinlik sadece herhangi bir kirlenme değildir, estetik duygumuza hakiki bir
tecavüzdür de.
Mimari her zaman kolektif bir
hayale, bir ütopyaya, bir fantaz magoriye bağlı olmuştur. Haussmann’ın
Parisi'ni îkinci İmparator luk'un ideolojisi olmadan anlamak imkânsızdır —
tıpkı Habsburg lar monarşisini ve en yüce değerleri hukuk (Recht) ve kültür
olup, yeniklasik Parlamento (Reichsrat), gotik belediye binası (Rathaus),
Rönesans tarzındaki üniversite ve barok tiyatro (Burgtheater) gibi farklı
üsluptaki dört yapı aracılığıyla belirlenen burjuvazinin hâkim rolünü hesaba
katmaksızın Viyana'daki Ringstrasse'nin anıtsal mimarisini kavramanın zor
olduğu gibi... Safeviler'in İsfahan'ı gibi bir kentin şehirciliği, Fars
sanatının tezahürlerini her zaman etkilemiş olan CennetBahçe ilkömeği hesaba katılmaksızın
kavrana maz. Dolayısıyla mekânla ilgili her içerik zaten bir oluş kipini, özel
bir dünya anlayışını da içinde taşır. Les Illusions de l'identite’dt (Kimlik
Yanılsamaları) şöyle yazmıştım: "Benares'ten İsfahan'a, Paris'e, sonra da
Los Angeles'a geçince, sadece farklı mekânlar ka tedilmez, birbirine hiç
benzemeyen dünyaların etkilerine de maruz kalınır. Kâh Benares'te olduğu gibi
samsâra nm (ruhların sonsuz göç döngüsü) sinematografik gösterimindeymişçesine
akıp giden yaşamın tüm evrelerinin eşzamanlılığına tanık olunur; kâh İsfahan'da
olduğu gibi turkuvaz mavisi kubbelerin adeta havada uçtuğu bir ruh haline
yükselinir; kâh Paris'teki gibi Tin'in odysseia'sına ve onun zaman içinde
birbirini izleyen tecessümlerine tanık olunur; kâh Los Angeles'taki gibi
aynının ve onun sayısız metastazının sıkıcı yataylığmda sınırsızlığa
yayılmır."1 İnsan birbirinden bu kadar farklı mekânlar tasarlayabiliyorsa,
dünyada mevcudiyet konusunda böyle bir çeşitliliğe kadirse, bunun nedeni bütün
bu mekânların onun tabiatının tamamlayıcı parçalan olmaları, ruhunun
topografyasından farklı manzaralan temsil etmeleri ve muzaffer modernliğin
hücumuna uğrayıp bastınldıklarında bile dolambaçlı yollardan tekrar ortaya
çıkabilip bastırılmış varoluşlarını cırtlak ve karikatü rümsü bir şekilde
duyurabilmeleridir. Bugünün İslami İranı'ndaki o orantısız, çirkin ve biçimsiz
binalan, sanki eski modellerin taklidi mümkünmüş gibi camilerin her tür orantı
duygusu dışındaki gudubet yapılarını görmek yeterlidir. Ya da kötü kabuk
bağlamış yaralar ve yamalanmış parçalar gibi görünen sözde modem panltılı
cepheler, çürüyüp ayrışmakta olan bir dünyayı, hazin ve bazen dokunaklı bir
Waste Land'ı (Çorak Ülke) gösterir bize.
Sahiciliğini koruyan her şehir,
üzerine sürekli bir şeyler yazılıp silinmiş, tarihinin sayfalarına gömülü
izlerden oluşan bir parşömendir aynı zamanda. Dolayısıyla Freud'un Uygarlığın
Huzursuz luğu'nda psykhe'nin katmanlanyla Roma kentinin arkeolojik katmanlarını
karşılaştırması tesadüf değildir. Zira Roma hakiki bir parşömendir; antik Roma
sitesinin kalıntı ve harabelerinin yanı başında ortaçağ yapılan, büyük Rönesans
eserleri ve görkemli barok saraylar, ayrıca daha modem binalar bulunur. Her şey
karmakarışıktır: En eski olan en turfandasıyla birleşir; yücelik sıradanlıkla
yan yanadır; farklı çağlar benzersiz bir organik büyümeyle birbiri içine ge
çer. Fakat şehir aynı zamanda
dünyanın ve tarihin cisimleşmiş bir imgesi haline de gelebilmektedir. Paris
örneğini alalım. Bence hiçbir şehir, nadir görülen bir özellik olan bu liber
mundi'yi, yani taşlarla örülü elyazmasmı, şifresinin çözülmesiyle bizi Batı'nın
bizzat ruhuna vâkıf kılan anımsamalar manzarasını Paris gibi sunamaz. Rumen
sinemacı Paul Barba Negra'da Paris'e çok etkileyici bir bakış vardır: Bu şehrin
tarihsel yönelimini, Seine'in aşağısında doğudan batıya, yani Notre Dame'dan
Etoile Meydam'na giden ve tinin göçünün art arda safhalarının bulunduğu bir
hareket gibi açıklar. SaintLouis Adası üzerindeki gotik katedral doğan ışığın
şafağı, taştan düşünü dünyanın eksiksiz kozmolojik bilimiyle bütünleştiren
mükemmel bir mikrokozmos iken —en azından ortaçağ insanı için—, hükümdarların
ikametgâhı olan Louvre, dünyevi iktidarın kutsanma yeridir; çünkü eksiksiz
kozmik bilimin yerini orada pa pazkralm mutlak hükümdarlığı alır. Şehrin batı
tarafında Concorde Meydam'na, Capet hanedanı hükümdarlarının ilahi hukukunun
Devrim sunağında kurban edildiği yere çıkılır; biraz daha batıda bulunan Zafer
Takı, İmparatorluğun saçtığı ışıkların, hatta yeni ideolojinin Yeryüzü'nün dört
bir köşesine yayılmasının çıkış yeri olarak açılmıştır. Bununla birlikte
Hegelci hareketin Paris'te en manidarından mimari serüvenleri de olacaktır;
tinin kalkıştığı ameliyatların mekânda ve zamanda bunca dolu bir tiyatrosu da
başka hiçbir yerde görülmez.
Tahran'a dönelim. Bu şehir,
Baudelaire gibi bir modernlik kâşifinin gözünde, dehşetin bile
büyüleyicileştiği "eski başkentlerin kırışık hatlarını" açığa
vurduğundaki Paris gibi, bir fantazmagori midir? Yoksa, Gogol ile
Dostoyevski'nin rüyalarında tasavvur ettikleri o düşsü, hatta hayaletimsi
SaintPetersburg mudur? Kuşkusuz hayır! Tahran, başlı başına bir mikrokozmos
olan İsfahan'ın aksine, hiçbir zaman amblem niteliğinde bir şehir olmamış,
tarih dolu bir şehrin itibarlı statüsüne hiç ulaşamamıştır. Tahran, İstanbul
gibi, Roma ya da diğer çok eski şehirler gibi, üzerine sürekli bir şeyler
yazılıp silinmiş kentlerden midir? Ne yazık ki henüz değil! Zira aslını
söylemek gerekirse, her ne kadar yakınındaki antik yerleşim yeri Rey’in geçmişi
11 ya da 12. yüzyıla dayansa ve ona muayyen bir hale katsa da, Tahran'ın sadece
iki asırlık bir tarihi vardır.
18. yüzyılın sonunda Kaçar Hanedanı'nın kurucusu Ağa Muhammed
Han'ın kararıyla Fars İmparatorluğu'nun başkenti olduktan sonra, hükümdarlar
tarafından sürekli güzelleştirilmesine rağmen Tahran, Safevi döneminde doruğuna
varmış bir anlayışın gerilemesini haber veren mimarisiyle bir inci kabuklusu
gibi içine kapalı, oldukça şirin, oldukça samimi bir kasaba gibi kalmıştır.
Pehlevi hanedanının yönetimindeyse gerçek bir modem gelişme yaşamıştır; kuzey
güney ve doğubatı yönünde kenarı ağaçlı düz çizgi halinde büyük caddeler
şehirdeki şark ruhunu tepeden tırnağa dönüştürmüştür. Bu yeni şekillenme,
Batılılaşmış zengin kesimin oturduğu kentin modem kuzeyiyle insanların hâlâ
miadı dolmuş bir dönemin şöyle böyle muhafaza edilmiş kalıntıları ve çarşı
etrafında yaşadığı güneyi arasında sosyolojik bir bölünmeye yol açmıştır.
Kamusal mekânın meydanlar ve ufak parklar etrafında yaratılmasıyla, kentsel
manzara köklü bir biçimde değişikliğe uğramıştır. Bir üniversite, idari
merkezler, bir merkez bankası, bir ulusal müze inşa edilmiş ve yeni bir
imparatorluk üslubu belirmiştir: YeniAhemeniş üslubu. Üstelik bu muazzam
girişime çok sayıda yabancı mimarla birlikte, çoğu Paris'te Güzel Sanatlar
Okulu'nda yetişmiş Ermeniler ve İranlılar da katılmıştır. Ama tüm bu
gerçekleştirilenler, önemli olmalarına rağmen, zamanla sönükleşen geçici
çabalar olmaktan öteye gidememiş ve şehir, metropol statüsünü ancak eski
rejimin son şahı Muhammed Rıza Pehlevi'nin hükümdarlığı döneminde elde
etmiştir. Nihayet devrimden sonra ölçüsüzce büyümüş, hem enine hem boyuna
genişlemiş, kırsal bölgelerden kaçan ezici kitlenin istilasına uğramış ve
sonunda berduşlaşmış bir megapole, ne bir özelliği ne de bir kimliği olan
hasmane bir lâmekâna (norılieu) dönüşmüştür. OysaTahran'a muhteşem bir yerleşim
alanı nasip olmuştu. Şehri kuzeyinden çevreleyen Elbnız Dağlan'rın göz
kamaştırıcı harikuladeliğini kastediyorum; asgari bir zevk sahibi herkes, böyle
bir yerleşim alanında birazcık olsun zekice ve düşünülmüş her kentsel
gelişmenin ancak tabiat tarafından bu kadar cömertçe bağışlanmış olan bu
müstesna nimet değerlendirilerek sağlanacağına inanırdı. Oysa hiç böyle
olmamıştır: Bunu görünmez kılmak için her şey yapılmış ve neredeyse haşin bir
hırçınlıkla yok edilmiştir.
Şimdi izin verirseniz size bu
şehri, çocukken görmüş olduğum ve bugün yaşlılığın eşiğinde görmekte olduğum
haliyle tasvir edeceğim. Dolayısıyla altmış seneden fazla bir süreye yayılan
bir tarih söz konusu. 1940'larda başlıyor. Elli yıl civarı hükümdarlık ettikten
sonra 19. yüzyıl sonunda katledilen Nasreddin Şah Kaçar döneminde
Darü'lHilafeti Nâsırî diye adlandırılan Tahran, bir serap gibi ortadan yok
olmuştu. Ailece şehrin kuzey mahallesinde, 1930'ların başında Ermeni mimar
Vartan Hovanesyan'ın inşa etmiş olduğu Art Deco bir evde oturuyorduk. Bu ev
artık bize ait değil, ama tam bir virane halinde olsa da hâlâ yerinde duruyor.
1940'ların Tahran'ı hâlâ küçük bir şehirdi, faytonlarla (doroşke) gidilip
gelinirdi. Modem mahalle altı veya yedi ana caddeye yayılıyordu; bütün
yenilikler, sinemalar, kahvehaneler, oteller ve elçilikler buradaydı. Şehrin
güneyine girildiğinde bütünüyle farklı bir dünyaya yanaşılırdı. Modernlikle
geleneğin kendi mekânları vardı, birbirlerinden görünmez hatlarla
ayrılmışlardı. Modem mahallelerin görenekleri çok kibardı, İstanbul Caddesi'nde
—şehrin kıpırtılı merkezinde— karşılaşan beyefendiler, çok hoşuma giden bir
hareketle şapkalarını çıkarıp eğilerek selamlaşırlardı. Kadınlar örtünmezdi ve
bazıları nadir görülür zarafetteydi. Bu Tahran ile bugün gördüğümü
karşılaştırdığımda, zamanı ters yönde katetmiş olduğum, gökdelenler ve devasa
otoyollarla tarihi açıdan teşhis edilemeyen bir ahalinin kesiştiği, yeri tespit
edilemeyen anonim bir dönemde bulunduğum izlenimine kapılıyorum: Ne geçmişin
geleneksel İran'ı bu, ne de çocukluğumda yaşadığım modernliğin eşiği.
1940'lara dönelim. O dönemde
duygusal açıdan büyük bir emniyet duygusu vardı; iklimin ve mevsimlik yer
değiştirmelerin ritmine intibak ediliyordu. Kışın şehirde kalınıyordu. Yazın
ise yaylalara, dağların yakınına gidiliyordu. Orada güzel bahçelere kapanıyordu
insanlar. Zamana karşı bir sığınak gibiydi, mükemmel büyüleyicilikte bir
dünyanın içine kapanıp yaşıyorduk. 1940'ların Tahran'ı, benim yaşadığım
haliyle, medeni ve daha o zamandan çokkültürlü bir şehirdi. Oturduğumuz sokakta
bütün azınlıklardan insanlar yan yana yaşıyordu. Karşımızdaki Kaçar üslubunda
yapılmış köşkte, Yahudi bir aile oturuyordu; muhtemelen bizim hepimizden daha
fazla İranlı idiler. Sokağın dibinde büyük toprak sahibi Müslüman bir aile
vardı. Sokağın batısında, hepimizin çok saydığı, Zerdüşt dinine mensup bir
hekimin muayenehanesi bulunuyordu. Karşıda, sık sık evimize gelen kusursuz bir
zanaatkârın, Ermeni marangoz Aram'ın dükkânı vardı; sokağın Saadi Bulvan'na çıkan
ucunda da, şarkı söyler gibi konuşmalarına hayran olduğum göçmen bir Yunan
ailesi yaşıyordu. Bütün bu insanlara bir de, ömrümde tanımış olduğum en fedakâr
insan olan şoförümüz Süryani Thomas'ı ekleyelim. Epey dar bir alanda yıllar
boyunca uyum içinde yaşadık, ne nefret ne ırkçılık gördük, herkes birbirine
sempatiyle yaklaşırdı; komşumu çeşitliliğiyle ve muayyen bir mesafeyle sevmeyi
böyle öğrendim.
Hayatımda iki büyük tarihi olaya
tanık oldum. İlki, İkinci Dünya Savaşı sırasında 1941'de ülkemin müttefik
güçler tarafından işgaliydi; altı ya da yedi yaşındaydım ve bu olayı belirgin
bir biçimde hatırlıyorum. Kırk sene sonra, olgun yaşta, başka bir işgal
yaşadım, ama bu işgal daha ziyade içeriden gelen bir istilaydı: Zincirinden
boşanan nasipsizler sürüsü, yoluna çıkıp ona herhangi bir direniş göstermeye
cüret eden herkesi süpürüp atarak şehri ele geçirdi; öyle ki, şehrin eski
sakinleri evlerine kapanıp, kendi ülkelerinde sürgün haline geldiler. Fakat
bizim için en manidarı, daha kısa sürmesine rağmen, ilk işgal oldu, çünkü bize
bilinmeyen bir dünyanın ufuklarını açıyordu ve Azerbaycan'da kukla bir devlet
yaratan Sovyetler dışındaki işgalciler çabuk gittiler. Kitlesel ölçekte Batı
dünyasıyla ilk temasımız buydu. Rusların, İngilizlerin ve Amerikalıların geldiğini
gördük ve her şey bir günde altüst oldu. Ülkenin dönüşümü son derece çabuk
oldu, ilk kez bu kadar kitlesel bir Batılılaşma dozuna maruz kalıyorduk. En
büyük yenilik, her ne kadar sinema sayesinde onları tanıdığımızı zannetsek de,
Amerikalılardı. Hollywood'un üzerimizdeki muazzam etkisini küçümsemeyelim.
Hepimiz Amerikan düş fabrikalarının bize yansıttığı görüntülerle beslenerek
yetişmiştik. Kuşkusuz mimesis olgusu tüm düzeylerde rol oynuyordu ve haberimiz
olmadan Amerikanlaşmıştık. Geçmişleri ve sömürgeci güçlerinden ötürü
güvenmediğimiz İngilizler ağırbaşlılıkla kenarda, biraz gölgede kalıyorlardı.
Ruslar kışlalarından nadiren çıkıyordu; hem o kadar yoksun, o kadar hüzünlü bir
halleri vardı ki, adeta tüm insanlık adına onlar azap çekiyordu. Buna karşılık
Amerikalılar, her yerde mevcut olmakla kalmayıp, her çeşit tüketim mallarını da
beraberlerinde getiriyorlardı: Bereket boynuzuydu,* Ali Baba'nın ma ğarasıydı
onlar. Bizimle hasbihal ediyor, çikolata ve çiklet ikram ediyorlardı. Herkes
İngilizce konuşmaya çalışıyordu. Bu işte en başarılı üç toplumsal kategori
şunlardı: fahişeler, barmenler ve ayakkabı boyacıları. Amerikalılar aynı
zamanda bir gadget** kültürü de sunuyorlardı: hasırdan yapılma sömürgeci
şapkaları, MacArthur stilinde güneş gözlükleri, tozluklar, kusursuz kalitede
çizmeler. Fabrikadaki makinanın yaptığı her şey büyülüyordu bizi; sanayinin
zanaatkârlığa zaferi gibi görüyorduk bunu. Zanaatkârlığın yitirdiği haleye
gözümüzde tekrar bürünmesi için ülkenin sanayileşmesini, Tah ran'ın 1960 ve
70'lerde uluslararası bir metropole dönüşmesini beklemek gerekecekti.
1950'lerde öğrenimim için
Avrupa'da bulunuyordum, fakat 1960 ve 70'leri her alanda ileriye doğru büyük
sıçrama dönemi olarak yaşadım. Tarihi anıt bakımından Tahran her zaman yoksul
bir kent olmuştur. Modem altyapısı ise 1960'lardan itibaren gelişmiş; büyük
oteller, hastaneler, opera, bankalar ve çok sayıda idari ve ticari merkez inşa
edilmiştir. 1969'da Fermanfermayan firması tarafından şehrin yirmi beş yıllık
bir dönem için sınırlarını belirlemek ve semtleri farklı ticaret ve yaşam
bölgelerine göre düzenlemek için bir kentleşme planı hazırlandı. Amaç, vahşi
bir büyümeden kaçınmaktı. Devrimden sonra, her şey kökünden değişti. Adeta bir
deprem, tektonik kabukların yerinden oynaması gibiydi bu: Çevreden ve kırsal
bölgelerden kente göç o kadar dev boyutlarda oldu ki, kentte adeta bir
berduşlaşmaya tanık olundu. Toplumsal dayatmalardan yakasını az çok kurtarmış
yeni bir kuşağın ortaya çıkmasıyla, zamanla bu durumun elle tutulur biçimde
hafiflediği ve büyük bir otoyol şebekesinin inşasına başlandığı, şehrin güney
mahallelerinin yenilenmesine, eski mezbahaların yerine Bahman gibi büyük kültür
merkezlerinin yaratılmasına, ya da kamusal hizmetlerin iyileştirilmesine
girişildi ği doğrudur. Ama bütün bunlar Tahran'ı ne hakikaten friendly
(dostane) bir kent, ne de hakiki bir metropol haline getirmiştir. Bu sınıflandırması
güç ve hafızasız şehirde yaşayan herkes, kendi kendine nerede olduğunu sormadan
edemez: Bir kentte midir yoksa yönünü tayin etmek için haşmetli dağlardan başka
bir şey bulunmayan hasmane bir lâmekârida mıdır? Korkunç bir trafik
sıkışıklığının olduğu bu şehirde nasıl hareket etmelidir? Kirli hava, şehrin
boğucu ortamı, kâh şehitleri yücelten kâh tüm düşmanların özel dereceleri —
Büyük Şeytan'dan küçüklerine— olduğu bir iblisler geçidi yaratarak bıkmadan
usanmadan Batı'ya söven sloganlarla bina duvarlarını kaplayan o resimlerin her
yerde karşımıza çıkan çirkinliği nasıl solunur? İnsan sürekli olarak ölüm,
kendini feda etme ve hınç görüntülerinin bombardımanına maruz kalır; Devlet'in
resmi dininin kural ve buyruklarını mide bulandıracak kadar kafalara kakıp
duran medya organlarının kesintisiz yayınlarıyla iyice sersemleşir. Come lius
Castoriadis'in bürokratik Rusya hakkında dedikleri aklıma geliyor:
"Neredeyse sınırsız zulüm ve adaletsizlik içinde yaşayan insan toplumları
olduğunu önceden biliyorduk. Hiçbir güzellik üretmeyen bir insan toplumuysa
henüz görülmemişti. Çirkinlik denemesinden başka bir şey üretmeyen bir toplum
henüz görülmemişti. Bürokratik Rusya sayesinde bunu da gördük."2 Güzel
olanın hor görülmesi ve duyulan coşturan şeylerin reddedilmesi, atadan kalma
örflerdeki ağırlığın muayyen bir felsefi koyvermecilikle dengelendiği
geleneksel İslami cemaatlerin hayli katı sofuluğundan ziyade, totaliter
rejimlerin çirkinliğine bağlıdır. Çirkinliği başlı başına bir kategoriye dönüştürüp
ona neredeyse ontolojik bir itibar edindiren de tam olarak bu "modem"
ve totaliter veçhesidir.
Bu şehre has özelliğin
belirlenmesinde bir başka etken de dışarı ile içeri arasındaki çatışmadır. En
azından sokaklarda dolanma alışkanlığında olanlar için dışansı ne kadar hasmane
ise, içerideki yasadışı yaşam o kadar yoğundur ve dışandaki ağır zühd ortamına
pamuk ipliğiyle bağlıdır. Gösteriş için rüküş giyinen ve tutucu olmayan tutumu
sayesinde izin dahilindeki tüm sınırlan ihlal eden asi gençlik ise sokakların
her yerinde, az çok normal bir sosyal yaşantı sürdürebileceği ender
kafelerdedir. Ama bu da onun yaşantısının sadece bir veçhesidir, çünkü gençlik
de yasadışı yaşayıp bir yeraltı ya
şamı sürdürmekte, kendi sosyal
çemberini ve kendi bireysel çevresini kurmaktadır. Tahran yaşamı denen o uçsuz
bucaksız çöldeki tüm bu farklı özel vahalar’ın yan yana gelişi, heterojen olup
farklı çağlarda evrilen dünyaların oluşturduğu bir mozaik görüntüsü
çıkarmaktadır ortaya. Bu berduşlaşmış şehrin insana kendini gurbette
hissettiren cilasının altında, tüm tarihsel düzeylerin bir arada varolduğu
ikinci bir gizli yaşamın yoğun uğultusu duyulmaktadır; bu karışık dünyaya nüfuz
edemeyenler için görünmez olan ışıltılı bir yamalı bohça yansımaktadır. Emst
Bloch Erbschaft dieser Zeit'ta, Hit ler'in 1933'te iktidarı almasından hemen
önce Almanya'nın "çağıyla hemzaman olmayan" durumundan bahseder; aynı
anda hem "güncellenmemiş" bir geçmişe hem de "tıkanmış bir
geleceğe" tanıklık eder. Bütünüyle
farklı bir tarihsel bağlamda, o kadar belirgin olmasa bile, İran'da görülen de
bir çeşit çağıyla hemzaman olmamaktır; en koyusundan en alacalısına renkleri ve
yansımaları derece derece gösteren bu durum, yukarıda da belirtmiş olduğum
gibi, tinin tüm tarihsel düzlemlerinden oluşmuş bir gökkuşağını açığa
vurmaktadır. Sonunda şeylerin bu durumu, kültürlerin iç içe geçip karıştığı,
bağlantı ağının akla hayale gelebilecek bütün kimlikleri birbirine bağladığı,
insanların gerçek zamanlı olarak iletişim kurduğu ve internet sayesinde dünya
hafızasına erişebildiği küreselleşmiş bir dünyanın düzeni haline gelmiştir.
İran gençliğinin resmi ideolojiye kulak tıkayan büyük bölümü birçok eğilim
arasında gidip gelmektedir: ya ânın tadını çıkarıp yarını dert etmeyerek
uyuşturucuya, alkole ve tensel zevklere sığınmak, yani çok yönlü bir hazcılığı
uygulamak; ya da New Age tarzında, ama ister istemez köklerini ülkenin manevi
geleneğinden alan mistisizme müracaat etmek, ki bu da Hafız ve Mevlana gibi
şairlerin kitaplarının çok satıp yeniden çok revaçta olmalarını açıklamaktadır.
İran, paradoksal bir biçimde, felsefe kitaplarının romanlardan çok sattığı bir
ülkedir.
Aktarımlardaki devrim bir başka
olguya yol açmıştır: elektronik bir infilaka ve büyük bir kafa karışıklığına.
Tüm güncel konular, özellikle de küreselleşme ve insanları dünyayla temasa
geçiren şebekeler şebekesi (Web), ülkedeki yurttaşları çekmektedir. Geleneksel
din artık onların bireysel gereksinimlerine cevap vermiyordur adeta;
kendilerince, bireysel bir biçimde yollarını anyorlardır. İran toplumunda vuku
bulan sarsıntılar çok karmaşıktır, az ve öz birkaç formüle de indirgenemez.
İran devrimi başka bir düzeyde de kolektif hafızamızın infilakına yol açmış,
atalarımızdan kalma hafızamızda asırlardır biriken yüceltilmiş fantazmaların
hepsini ulus ölçeğinde bir catharsis'le dışarı çıkarmıştır.
Nihayet son önemli nokta:
Toplumun derinlerinden temayüz eden, davranışlardaki laikleşme. Vaktiyle,
dinsel devrimden önce, gençlerin davranışlarında bir dönüşüm olacağını haber
veren işaretler varken —mesela sokaklarda ve üniversitelerde siyah başörtüsü
takan genç kızların, iki günlük sakalıyla dolaşan delikanlıların çoğaldığı
görülüyor, böylelikle de göstergebilimsel davranış okuması daha o zamandan
kafalarda özlü bir dönüşüm yaşandığını ortaya çıkarıyordu— günümüzde ise tam
tersi olup bitmektedir. İslami düzenin meşru gördüğü sınırların epey ötesine
geçildiğini anlamak için genç kızlan ve erkekleri gözlemlemek yeterli: Artık
söz konusu olan sadece bir tavır değişikliği değildir; bedenin tüm
artakalanının gizlediğini yüzde yoğunlaştıran aşın kadın makyajıyla olsun,
erkeklerin gevşek ve neredeyse kadınsı tavırlanyla olsun, davranışlarda gerçek
bir başkaldırı yaşanmaktadır. Bütün bu işaretler hiç muğlaklığa yer bırakmadan
Tahran'ın çok büyük bir dönüşümün eşiğinde olduğunu, bu renksiz ve kasvetli
kentin hava deliklerinde eskisinden çok farklı yeni bir dünyanın kaynaştığını
ve bu yeraltı güçlerinin yukarıya çıktıkları gün, beklentilerin tamamen tersyüz
olacağını —şimdiye kadar zaten olmamışsa— söylemektedir: "İslami"
olduğu söylenen toplumun derinlerinden taptaze su yüzüne çıkan laikliktir bu.
Kaynak: Daryush Shayegan, Melez Bilinç, Fransızca Basımı: La conscience
metisse Albin Michel, Ağustos 2013, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar