Print Friendly and PDF

NAR AĞACI / Nazan Bekiroğlu 2

Bunlarada Bakarsınız

 

NAR AĞACI / Nazan Bekiroğlu

5. Kitap ARA İSTASYONLAR

Zehra hayatının ilk iki mektubunu ve kartpostalları çıkmadaki döşeğinin üzerinde okurken yanma olurdum. Bir alfabeyi çözmekle başlıyor her şey, onunla birlikte İsmail'in satırlarını okurken ilk kez kendimi bu zaman ışığı yolculukta misafir gibi değil kalıcı hissettim. İğreti değil yerliydim.

Zehra harfleri bitiştirmeye çalışırken ben kartın arkasında yazanları neredeyse ezberlemiştim. Acı bir tebessüm geçti içimden, içim doğranarak baktım bu beş satır, yedi cümleye. Davullarla, mızıkalarla, kurbanlarla, bayramlarla başlayan şey azap yüzünü göstermekte hiç gecikmemişti ve bu, kalemin görünmez yazdıklarına sinmişti.

Ah İsmail! Çektiğin meşakkati örtmeye çalışıp ateşi saklasan da dumanı tütüyor. Bunu ne Büyükhanım ne Zehra ne de Hacıbey görebilirler şimdi. Ama Kâhin Prenses Kassandıra'yım ben. Anlatmaktan çok sustuğunu, aşikâr etmekten çok gizlediğini bir ben bilirim. İlk mektubunla bu kari arasında maşrık ile mağrib kadar fark var.

Başımı Zehra'nın omuzuna bıraktım. Hiçbir şey hissetmedi. Alfabeyi bilsem bile varlığım bir nefes esintisi bile değildi.

Gülendam'ın cennet cıvıltasıyla kendime geldim. Hâlâ kucağımdaydı ve yüzüme bakıyordu. Taht-ı Süleyman'daki evde, akrabalarımın arasındaydım.

Nizam, Gülcemal vapurunun resmini bıraktı, Hilâl-i Ahmer kartpostalını eline aldı.

Arkasını çevirdi, harfler tanıdıksa da dil ona uzaktı.

"Ne yazıyor burada?" dedi.

"Hafif bir rahatsızlığım var..." diye başlayan yedi cümleyi okumaya başladım.

Mevlûd, "Sanki hepsini ezberlemişsin" dedi.

"Yeni okudum da" dedim.

Ayrılık vakti geldi sonunda.

"Kalsaydın ne olur" diye ısrar ettiler, "Taht-ı Süleyman'a götürürdük seni."

"Gelirken uğradık" dedim hüzünle. Bahçeden dedemin mezarına serpmek üzere kuru toprak alırken, birkaç saatlik görüşmenin bilişmenin ardından kadını erkeği, çoluk çocuğuyla gözyaşlarını tutamayan ve beni de gözyaşlarına boğan bu güzel ve temiz insanlara baktım muhabbetle, nasıl bir gelecek sürdürebileceğimizi düşünmeden edemedim. Ailenin birbirinden çoktan kopmuş iki damarından bu biriyle dedem dışında konuşabileceğimiz bir şey yok. Onu da benden fazla bilmiyorlar. Anladım ki aidiyet, kan bağından önce gelen bir şeydir. O da aynı toprak üzerinde ortak bir geçmişle kurulabilir. Adresler alınıp verildi yine de. Kim bilir, bağlar zaman içinde belki yeniden kurulabilir. Çünkü bu insanlara unutmayacakları bir hayal bıraktığım ve onlardan da bir eşini aldığım muhakkak. Yetmez mi?

Arabaya bindik. Gözüm arkada kaldı.

Bu dönüşe refakat edebilecek tek şey ancak böyle bir akşam olabilirdi. Yol boyunca konuşmaya takatim yoktu, dünya kelâmı duymak da istemedim. Sadece batan güneşe, ışığa, gölgeye, buğday tarlalarına ve rüzgâra tahammül edebildim. Allah'ım, ne olurdu dönüşte de gelirken "kaybettiğimiz" yolu bulamasaktı. Çünkü birazdan yıldızlar çıkacak, dağ nesimi esecekti, her yön yayla akşamı olacaktı. Ama olmadı. Yolu şaşırmadık bu kez, çok geçmeden otoyolun kalabalığına karıştık. Kapattım gözlerimi, bir daha da otelin önünde açtım. Yasemen, "Hocam geldik" diyordu, çabucak Tebriz'e varmışız bile.

Yasemen ile bahçede oturduk. "Şems-i Tebrizî" redifli bir kaside işitiliyordu biz çaylarımızı yudumlarken. Ya Rabbi!

Bu gökler mi, bu dağlar, bu göl mü Şems, Tebrizli?

Suskunduk. Yasemen. Yol arkadaşım. Şefkatle baktı yüzüme.

"Ne düşünüyorsunuz hocam?"

"Yezd" dedim, "Aradığım bir bilgi kırıntısı bile Behzat Amca'da olsa bu yola girerdim."

Aynı şefkatle bir daha baktı. "Gidelim hocam" dedi. "Buraya kadar geldik. Yarım bırakmayalım."

"Bırakmayalım." Telefona uzandım. Şahapzade'ye ve Selman Bey'e Yezd'e gitmek istediğimizi söyledim.

Ertesi sabah rehnüma yani harita önünde, şekli çıkarılmış dağlar, ırmaklar ve çöller arasında programı yapıyoruz.

Yezd'e kadar binlerce kilometre var, yol uzun ve hava çok sıcak. Bu yüzden Yasemen ve ben iki gün sonra uçakla gideceğiz; Selman Bey ve Zöhre Hanım ise yarın sabah karadan yola çıkacaklar, Yezd'de bizi karşılayacaklar. Fakat birkaç telefon konuşmasından sonra sürpriz haber gecikmiyor. Günlerden Perşembe ve Tebriz-Yezd uçağı bir daha Çarşamba gün varmış. O kadar bekleyemeyiz, onca yolu otobüsle almak da çok zahmetli. Neticede biz de arabayla gitmeye karar veriyoruz.

"Hem Isfahan ve Şiraz'ı da görürsünüz" diyor Şahapzade, "Oralarda da birer ikişer gece kalırsınız. Bu yol kesintisiz kat edilemez."

Görelim. Yol dediğin meşakkatli olmalıydı değil mi? Haydi bakalım meşakkat, hoş geldin.

Bu gece Selman Bey ve Zöhre Hanım yol hazırlıklarını tamamlayacak, güzergâhı çizecekler. Şahapzade gelmiyor. Bundan sonra artık hem rehberimiz hem şoförümüz Selman Bey.

Bir Azerbaycan lâlesini yanıma katarak dedemi değil ama roman kahramanımı aramak için çıktığım yolculukta yarın sabah İsfahan'a geçiyoruz. Tebriz'de son gecemde bu satırları yazıyorum.

Sabah Selman Bey ve Zöhre Hanım geliyor. Yola çıkıyoruz. Tebriz'de şimdiye kadar Türkiye'de gibiydik, Iran şimdi başlıyor. Konforumuz hiç eksik değil. Zöhre Hanım'ın meşrubatları arka arkaya ikram etmesi, İran fıstıklarını avuçlarımıza doldurması zaman almıyor. Hele buz gibi sular! Hani neredeyse uçaktan da rahatız.

İlk pikniğimizi de yolda yapıyoruz. Piknik, İran'da bir gelenek daha doğrusu zaruret. Çünkü yollarda alıştığımız manada dinlenme tesisleri, lokantalar yok. Herkes bir su kıyısında, küçük bir çay, çeşme, hiç yoksa bir havuz kenarında kendi dinlenmesini kendisi tanzim ediyor. Hah kaplı tahtlarıyla sazlık altı gölgelikler fazlasıyla mutlu ediyor beni; o da yoksa bir ağaç altı. Önce tavus kuşlu battaniyemiz seriliyor yere. Açık bej zemin üzerine mavili kırmızılı renklerde dokunmuş, tepeliği gibi görkemli kuyruğunu da açmış bir tavuskuşu bu. Soframızda, bir bahar dalının üzerinden bize eşlik ediyor. Sonra bagajdan termoslar, bardaklar, soğutucu çıkıyor, nevale diziliyor. Ağır bir yemeğe kimsenin hevesi yok. Çay eşliğinde kahvaltılık, ziyafetimiz oluyor. Koca palabıyıkları, yüksek kalpağı ile hep aynı pozda bize bakan Nasreddin Şah'lı mercan rengi şekerlik, tavus kuşlu battaniyeden sonra pikniklerimizin ikinci simgesi, neredeyse ikisi de hükmî şahsiyet kazanıyor. Zöhre Hanım battaniyeyi sererken de şekerliği koyarken de bana bakıp gülümsüyor muzipçe.

Çaydan yana bütün nasibimiz termosta sıcak su, poşet çay, kalın camlı su bardağı. Çay kaşığımız bile yok, çoğu kez yemek kaşığının sapıyla ya da bıçak ağzıyla idare ediyorum ama yine de tavus kuşlu battaniye üzerinde kurduğumuz sofralarda içtiğim bu çayları ömrümce içtiğim en güzel çaylar olarak hatırlayacağım.

İsfahan'a doğru yola devam ediyoruz. Hava öyle sıcak ki. Üstelik iyice güneye iniyoruz. Nasıl bir sıcak bekliyor bizi, tahmin bile edemiyorum. Zağros Dağları boyunca gittiğimiz saatler boyunca, Tebriz'den aldığımız bir CD var, onu

dinliyoruz. Şoförümüz hanendenin söylediklerini tercüme ediyor:

Duydum ki sen başkalarıyla konuşuyormuşsun İsterem ki bundan böyle men şenle sessiz danışam

"Irac-ı Bistamî" diyor Zöhre Hanım, Selman Bey nağmenin üzerine oturtulmuş bir şiir gibi tercümeye devam ediyor:

Bu büyük zümrütte varsa her aşkın uzun hatırası

Varsa her sevgili her sevdalıvarsa engin geceler gündüzler Bu derin zümrütte biz de cananla beraber varız.

Biraz susuyor. Güfteye kulak veriyor.

Ben tek başıma ölüp gideceğim.

Bütün şairlerin aslında o aynı şeyden, yalnızlıktan korktuğunu anlıyorum.

Zöhre Hanım "Irac" diyor "Bundan birkaç yıl evvel Kirman'da deprem olduğunda enkaz altında kaldı."

Bu dağlar ne kadar çok deprem saklıyor.

Nihayet İsfahan'a akşam inerken giriyoruz. Burada iki gece kalacağız. O kadar yorgunuz ki hemen otele, odalarımıza çekiliyoruz. Ertesi sabah Yasemen kapımı hafifçe çalıyor, kahvaltı için restoranlardan birine iniyoruz. Yüzlerinde yol yorgunluğu ve uykusuzluğun bile bozamadığı gençlik güzelliğiyle İranlı kızlar, Behzat minyatürlerinden çıkmışa benzeyen genç erkekler; neredeyse çocuk yaşta yeni evliler; cümbür cemaat, çoluk çocuklu, nineli dedeli varsıl aileler kahvaltı ediyorlar. Nereden gelir nereye gider bu insanlar? Sanki dedesini bir roman kahramanına dönüştüren, sonra da

onun izini sürmek için yollara düşen benden başkasının İran'da seyahat etmesi için bir sebep yokmuş gibi geliyor bana. Sanki bu dünyada sadece ben yaşıyorum. Tanrım, bu roman hali, işte yazıyorum.

Bugün ateşgâha gideceğiz. Sabah olmasına rağmen sıcak çoktan bastırmış ama altmış yıl öncede kalmış olması gereken bir saray modasına göre giyinmiş, XIX. asır Rus romanlarında anlatılan bir balodan çıkmış gibi. Bunu anlamakta zorluk çekiyorum.

Kalkıp dolaşıyorum odanın içinde, tekrar yerime dönüyorum. İlk fotoğrafı, tek olarak Sofya'yı, açıyorum bir kez daha. Tam ekran. "Zoom." Kaydır. Dur. Ekrana yaklaşıyorum.

Hemi aşkem hemi sûzem, diye başlayan dizeyi okuyor Irac.

Bunun sonunu biliyorum. Yol boyunca çoğu dizeyi ezberledim neredeyse.

Hemi derdem hemi dâğemdiyecek şimdi.

Ama demeye kalmıyor. Ben bir boşluğun içine yuvarlanır gibi fotoğrafın zamanına, Tebriz'e düşüyorum.

Yezd'den yürüyen kervan aradaki yolu kırk günde almış, Settarhan Eylül'ün son haftası Tebriz'e inmişti. Doğruca Kapalıçarşı'ya gitti, Yakut'u sordu.

Çırak "Biraz önce çıktı ağam" dedi. "Hesapları bağladı." Lâf arasına Yakut'un kendisini olur olmaz azarladığına dair epeyce şikâyet sokuşturdu. Hızını alamadı, "Onu bulacağın yer" dedi, "Biliyorsun, Rus'un Meyhanesi."

Settarhan güldü. Yakut'u, gece feneri söndüreceği yerde bulacağı vakte kadar handaki odasına geçti. Uyandığında akşam inmişti, Rus'un Meyhanesi'ne doğru yola çıktı. Yazın cehennemi sıcakları kırılmış olsa da hâlâ hatırı sayılır bir sıcak vardı ama Hüdâhafız, Yezd'deki cehenneme göre burası

ancak çarşıdaki hamamın soğukluğu kadardı. Tebriz ise bıraktığı Tebriz; İngiliz ve Rus askerleri hâlâ köşe başlarını kesmiş, adım başı geleni geçeni durduruyorlardı.

Rus sokağına giderken Dağıstan Tekkesi'nin önünden geçti Settarhan. Kapı aralıktı, kulağına bir İlâhinin ezgisi ilişti. Dervişler hep bir ağızdan yanık yanık söylüyorlardı:

Yan semaver dön semaver Sende bir hal var semaver

Settarhan dizeleri içinden tekrarlayarak kırık dökük toprak basamaklardan kestirme, Rus sokağına indi. Buraya Rus sokağı denmesi Rus ve İngiliz askerlerinin daha çok bu sokaktaki meyhanelere gelmesinden dolayıydı ama ihtiyar Aleksandr'ın kapıları İran'ın ve Azerbaycan'ın halkına da ardına kadar açıktı. Köhne meyhanenin kapısını itmesiyle koku ve dumanla karışık uğultulu bir gürültü hücum etti Settarhan'ın üzerine, ihtiyar adamın yerinden fırlaması da bir oldu. Ellerini kirli önlüğüne silerken, "Ah beyzadem" diyordu. "Özlettin kendini."

Yakut gelmemişti henüz, görünürde tanıdık kimsecikler de yoklu. Settarhan bir köşeye çekildi, ilk kadehi sessizce kafasına dikmesiyle anında onu İkincisi takip etli. Hayret! Aleksandr "Özlettin kendini" dese de Settarhan onun özlemini ancak Yakut'un peşine düştüğü vakitlerde giderirdi ve böyle arka arkaya içmek âdeti değildi.

"Oy!" dedi gülümseyerek.

Üç. "Oy ki oyy!" Azam'ın genizden gelen buğulu, esmer sesi kulaklarında çınladı.

Dört. Etrafındaki bunca insana baktı.

İngiliz ve Rus subayları uzak masalara kurulmuş, Ermeni ve Gürcüler bir araya toplanmışlardı. Az sayıda olmakla birlikte Türk ve Acemler de vardı ve Rus gençler de göze çarpmaktaydı. Kirli tahta masalardaki, kiminin gözleri kaymış kiminin ağzı çarpılmış, kimi ağlamaklı kimi kahkahalı bunca insanın hepsi de bir şeyleri unutmak için buraya sığınmışlardı ya da unuttukları bir şeyi hatırlamak için. "Yan semaver dön semaver." Gelirken işittiği mısraları mırıldanmaya başlayınca Settarhan'ın bütün perdeleri kalktı, içindeki Azam, onaylanmamış aşk suretinde azgın bir sel gibi üzerine boşandı. Demek beş'te tamamdı. Meyhanede Çay İlâhisi'nin münasebetsizliğini kestirecek kendisinden başka kimse yoktu Allah'tan ama "Sende bir hal var semaver" derken, kendi haline katıla katıla gülmeye başladı. Üzeyir Hacıbeyli'nin "Leylî ve Mecnun" operasından bir cümle geldi aklına, tam olarak öyle, hicran siteme dayanmıştı. Hani bir parça kalan iradesiyle kendisini tutmasa bu katıla katıla gülmeyi hıçkıra hıçkıra ağlamak tamamlayacaktı.

Tuttu kendisini. Ya da öyle zannetti. Çünkü az ötede alçak tahta bir masada yarısına kadar yanmış içyağından bir mumun etrafında toplanmış bir grup genç arasındaki kızlardan birinin diğerini dirseğiyle dürterek kendisini gösterdiğini fark edebildi. Sırtı dönük olan kız kısa saçlıydı. Geri döndü, Settarhan'a baktı, sonra önüne döndü.

Settarhan onların Rusça konuştuklarını işitebildi. Böyle kızlı erkekli meyhanelerde oturduklarına bakılırsa kafalarının içini bin bir türlü ihtilâlci fikirle doldurarak muhterem Çar'ı korkutan üniversiteli gençlerden olmalıydılar. İçlerinde okuldan yeni çıkmış bir "Preporçik"i üniformasından tanıyabildi. Genç subay adaylarıydı bunlar, Rus ordusunun olduğu her yer gibi Tebriz'de de adım başı insanın karşısına çıkıyordular. Çar'ın ümidi hâlâ bunlara bağlıydı fakat o ümidin bağı gevşek atılmış olmalı ki siması bir çocuğun simasından farklı olmayan, bıyıkları daha yeni terlemiş sarışın çocuk, henüz heybetlenmemiş sesiyle, bağıra bağıra:

"Ben cepheye gitmeyeceğim" diyordu, "Gitsem bile Çar için savaşmayacağım, Türklere teslim olacağım."

Masadakiler çocuğu gürültülü kahkahalar arasında alkışladılar. Şimdi bir yandan hazin bir aşk şarkısını çalıp söyleyen akordeonlu kadına gürültülü bir sesle eşlik ediyor,

bir yandan da araya soktukları hararetli bir sohbeti koyulaştırıyorlardı. Settarhan kendisini tuttuğunu, katıla katıla gülmenin ardından hıçkıra hıçkıra ağlamadığını zannetse de kızlardan o biri, bir ara o diğerini tekrar dürttü, Settarhan boz bulanık bir algı arasında, "Hem de Türk" dendiğini işitebildi. İşittiğini, bir kahkaha takip etti.

"Ağlayan bir erkek. Hem Müslüman hem de Türk." Böyle mi diyorlardı?

Settarhan Müslümanlığına da Türklüğüne de erkekliğine de yöneltilmiş bu alaylı gülüşü geri püskürtmek istedi. Sallana sallana yerinden kalktı, masaya doğruldu, tek elini dayadı. Şimdi hepsi susmuş, başlarını kaldırmış ona bakıyorlardı hayretle.

İşaret parmağını sallayarak bir iki kelime etmeye kalkıştıysa da arkasını getiremedi ki Settarhan. Hangisini inkâr edecekti? Türklüğünü mü, Müslümanlığını mı, erkek olduğunu mu? Elhamdülillah hepsine razı hepsinden nasipliydi. E, o zaman ne diye bu masaya dayanmıştı? Demek gerçekten ağlamıştı. Diline dolanmış "Yan semaver dön semaver"i bir kez daha mırıldandı ama gençlerin başı kendisinden daha dumanlı, aldıran da anlayan da olmadı. Kızlardan biri, hani saçları kulak hizasında kısa kesilmiş olan, yarı dönerek:

"Türk" dedi, "Görüyorsun çakırkeyifiz, keyfimizi bozma. Gel katıl bize. Ne kederin var bilmiyoruz ama Rusya'yı da kurtarırız seni de, hiç şüphen olmasın."

Kadehler, kahkahalar, dumanlar, şarkılar, gürültüler, bulanmış zihinler ama taze heyecanlar arasında, "Ben Settarhan" diye elini göğsünün üzerine koydu Settarhan.

Kısa saçlı kız "Ben Sofya" diye ayağa kalktı elini uzatırken. Öyle ya, bunlar böyle tanışıyordu, Settarhan da elini uzattı. Diğerleri de kendisine tanıştırıldı:

"Bu Vasili. Subay olacak yakında. Çarı koruyacak."

Vasili, şu ateşli çocuktu ve gerçekten neredeyse bir çocuktu.

Tanışma faslının ardından Sofya, Settarhan'ı kolundan çekti, yanındaki boş sandalyeye oturttu sonra da

masadakilerin hepsi gibi onun varlığını unuttu.

Yanılmamıştı Settarhan, bulduğu her taşın üzerine çıkarak nutuklar çeken, her boş duvara yazılar yazan, üçü bir araya gelince gürültülü ihtilâl şarkıları söyleyen, burada "ihtilâl" sözcüğünü haykırdığında iki adım ötede ihtilâlin kopacağına inanan gençlerdendi bunlar. Ve deminki gibi şimdi de Rusya'nın büyük ruhundan bahsederek hiç durmaksızın konuşuyordular.

Akordeonlu kadın gitmiş, az ötede, dönüp kimsenin bakmadığı geçkince bir çengi olduğu yerde kırılıp dökülmeye başlamıştı. Belini ve göbeğini açıkta bırakan cepken, ayak bileklerindeki şıngırtılı halhallar ve kollarının üst tarafını sıkan bileziklerle, gerdan kırmaları, göz süzmeleriyle bu modası geçmiş çengi, hele de kafası devrim şarkılarıyla tütsülenmiş Rusların, istiklâl sevdasına düşmüş Ermenilerin dikkatini dünyada çekemezdi.

Settarhan Rusya'nın nicedir kaynadığını bilse de ayrıntılardan haberdar değildi elbet. Lâkin bu Vasili, ne yaman şeydi böyle, en az adı Sofya olan şu kısa saçlı kız gibi. Bir çocuğun duru mavi gözleriyle bakan Vasili, kıpkırmızı dudakları titreyerek konuşuyordu, dudağının üzerinde ayva tüyleri yeni bitmişti ve ikide bir yumruğunu indirdiği tahta meyhane masası bana mısın demiyordu. Köhne masa daha ne darbelere alışıktı ve koca Çar şu çocuğun vurduğu fiskeyle mi yıkılacaktı?

Ama çocuk, Rusya'nın büyük acısından bahseden uzun, dumanlı, bulanık bir söyleve başlayınca, Settarhan onun haline acıdı.

"Çocuk" dedi, "Rusya'da yaşanmakta olan bütün acılar senin kalbinin üzerine çöreklenmiş, onun bütün acıları senden soruluyor, öyle mi?"

Vasili başını kaldırdı.

"Yok" dedi. "Eğer böyle düşünürsen yanılırsın. Sadece yaşanmakta olanlar değil, dün yaşanmış ve yarın yaşanacak olanlar da..." Cümlesini tamamlayamadı. Yumruğunu bu kez göğsünün üzerine indirdi. Taşkın bir böğürtüyle "Burada"

diye bağırdı, "Hepsi burada." Sonra ipi kopmuş bir kukla gibi, masaya, yanağının üzerine yıkıldı, kolunun üzerinde sızdı.

Settarhan'ın başı dumanlı, gözleri düşünceliydi. Duygusal, ateşli, macera heveslisi gençlerdi bunlar ona göre. Ama Rusya'nın bütün acılarını küçücük göğsünde saklayan çocuğa bakınca İran'ın vurdumduymazlığından biraz utandı. Ya kendisi? İran'ın neresindeydi acaba?

O zaman, "Siz" dedi az ötedeki Rus subaylarını göstererek, "Madem öyle İran'a ne diye geldiniz? Ne işiniz var burada?"

Sofya güldü, "Biz" dedi, "Bunun için gelmedik İran'a. Rusya'nın gittiği yere gelince. Onlar İran'dan da öteye, ta Erzurum'a, Trabzon'a kadar gittiler bile."

Acem çengi gösterisini bitirip çekilmişti. Ermeni bir Aşug'un sazından yayılan içli ezgiler onca gürültünün arasında Settarhan'ın kulağına ulaşırken Yakut geldi.

"Settarhan Ağam, hayrola?" dedi, "Sen böyle etmezdin ama keyfi tamam etmişsin. Gel birlikte devam edelim. Masamıza geçelim mi?"

"Geçelim."

Settarhan kalktı; Türkçe, Rusça, Farsça veda sözcükleri havada uçuşurken Sofya, "Türk" dedi.

"Batum'a yolun düşerse bana mutlaka uğra. Bulvarın üzerinde, opera binasının tam karşısında, kime sorsan gösterir; Sofya'nın kitapçı dükkânı. Uğra bana. Sana bir çay ikram edeyim."

şarkılarıyla tütsülenmiş Rusların, istiklâl sevdasına düşmüş Ermenilerin dikkatini dünyada çekemezdi.

Settarhan Rusya'nın nicedir kaynadığını bilse de ayrıntılardan haberdar değildi elbet. Lâkin bu Vasili, ne yaman şeydi böyle, en az adı Sofya olan şu kısa saçlı kız gibi. Bir çocuğun duru mavi gözleriyle bakan Vasili, kıpkırmızı dudakları titreyerek konuşuyordu, dudağının üzerinde ayva tüyleri yeni bitmişti ve ikide bir yumruğunu indirdiği tahta meyhane masası bana mısın demiyordu. Köhne masa daha ne

darbelere alışıktı ve koca Çar şu çocuğun vurduğu fiskeyle mi yıkılacaktı?

Ama çocuk, Rusya'nın büyük acısından bahseden uzun, dumanlı, bulanık bir söyleve başlayınca, Settarhan onun haline acıdı.

"Çocuk" dedi, "Rusya'da yaşanmakta olan bütün acılar senin kalbinin üzerine çöreklenmiş, onun bütün acıları senden soruluyor, öyle mi?"

Vasili başını kaldırdı.

"Yok" dedi. "Eğer böyle düşünürsen yanılırsın. Sadece yaşanmakta olanlar değil, dün yaşanmış ve yarın yaşanacak olanlar da..." Cümlesini tamamlayamadı. Yumruğunu bu kez göğsünün üzerine indirdi. Taşkın bir böğürtüyle "Burada" diye bağırdı, "Hepsi burada." Sonra ipi kopmuş bir kukla gibi, masaya, yanağının üzerine yıkıldı, kolunun üzerinde sızdı.

Settarhan'ın başı dumanlı, gözleri düşünceliydi. Duygusal, ateşli, macera heveslisi gençlerdi bunlar ona göre. Ama Rusya'nın bütün acılarını küçücük göğsünde saklayan çocuğa bakınca İran'ın vurdumduymazlığından biraz utandı. Ya kendisi? İran'ın neresindeydi acaba?

O zaman, "Siz" dedi az ötedeki Rus subaylarını göstererek, "Madem öyle İran'a ne diye geldiniz? Ne işiniz var burada?"

Sofya güldü, "Biz" dedi, "Bunun için gelmedik İran'a. Rusya'nın gittiği yere gelince. Onlar İran'dan da öteye, ta Erzurum'a, Trabzon'a kadar gittiler bile."

Acem çengi gösterisini bitirip çekilmişti. Ermeni bir aşug'un sazından yayılan içli ezgiler onca gürültünün arasında Settarhan'ın kulağına ulaşırken Yakut geldi.

"Settarhan Ağam, hayrola?" dedi, "Sen böyle etmezdin ama keyfi tamam etmişsin. Gel birlikte devam edelim. Masamıza geçelim mi?"

"Geçelim."

Settarhan kalktı; Türkçe, Rusça, Farsça veda sözcükleri havada uçuşurken Sofya, "Türk" dedi.

"Batum'a yolun düşerse bana mutlaka uğra. Bulvar'm üzerinde, opera binasının tam karşısında, kime sorsan gösterir; Sofya'nın kitapçı dükkânı. Uğra bana. Sana bir çay ikram edeyim."

Settarhan sallanarak Yakut'un masasına doğru yürürken geri döndü, işaret parmağını Sofya'nın burnuna doğru uzattı.

"Yok" dedi, "Yarın Taht-ı Süleyman'a gideceğim."

Taht-ı Süleyman'a varıp da evin kapısından içeri girdiğinde Settarhan'ı karşılayan Hengâme'nin üzerinde her zamankinden farklı bir neşe, dilinin altında hayli büyük bir bakla vardı. "Gel" dedi, "Seninle biraz konuşalım oğul. Babanın dedikleri, diyecekleri var." Tatlı tatlı anlattı, döküldü saçıldı, yüzünde güller açıyordu.

Settarhan duyduklarına inanamadı. Koca Mirza Han, Settarhan'm Azam'la evlenmesini mi emir buyurmuştu? Cennet buydu.

"Evet."

Peki, bundan Azam'ın haberi var mıydı?

"Henüz hayır." Ama kız kısmı. Haberi olsa ne çıkardı olmasa ne çıkardı?

"Sen hele şu Batum, Tiflis, Bakü seyahatini tamamla, dönüşte nişanınız ilân edilecek. Ama sen kendini şimdiden sözlü say. Baban öyle sayıyor çünkü."

Hengâme Hanım'ın ağrılarından şikâyeti yeniden azalmıştı ve o evde, o geceki sofra kadar şenliklisi hiç olmamıştı.

Baş başa kaldıklarında Mirza Han "Settar" diye söze girdi. Ne zaman oğluna "Settar" dese ardından bir samimiyet, bir güzellik gelirdi. Böylesi nadir zamanlarda iki samimi erkek olamasalar da aralarındaki mesafe bir nebze azalır, uzaklıklar Mirza Han'ın izin verdiği kadar daralırdı.

"Şu yolculuğu tamamla gel bakalım, seninle işlerimiz var."

Mirza Han gülmez bir adamdı. Fakat onun bıyık altından gülümsediğini başı önünde, elleri kucağında sofranın örtüsüne bakarken bile fark etti Settarhan. İçinden bir güvercin kanatlandı. Onca yolu kervanla değil araba ve trenle kat edecekti bu kez ama ne fark eder? Sonunda Azam varsa Settarhan dünyanın yedi iklim dört bucağına yürüyerek gidip o yolları yürüyerek dönebilirdi.

Gecenin arda kalan zamanında yolculuğun ayrıntıları konuşuldu, Settarhan üç gün sonra yola çıkacaktı. Önce Batum'a, sonra Tiflis'e gidecek, Bakü'ye geçecekti sonra. Mirza Han bu şehirlerdeki şubelere telgraflar çekmiş, hesapları hazır etmelerini, Settarhan'ın geleceğini bildirmişti. Bir süre Serbülend'le gidecekti Settarhan, sonrasını araba ve trenle devam edecekti. Onun için seyisi yanma alacaktı ki Serbülend geri getirilsin. Hanlara bırakıp da hayvanı ziyan etmeyi göze alamazdı.

Yolculuk sabahı Settarhan mahmuz vurup yola koyulacağı anda Azam koşarak geldi.

"Dur Settarhan" dedi. Ayaklarının üzerinde yükselerek Settarhan'a bir kâğıt uzattı.

"Burada isteklerim yazıyor." Güldü, "Ama şimdi açma. Hediyelerimi de unutma."

Settarhan kâğıdı kemerindeki keseye soktu.

"Unutmam" derken tatlı tatlı gülümsedi. Oy ki oy'du!

Batum treni gara, telâşlı ve gürültülü Moskova treniyle aynı anda girmişti. Perona ayak basar basmaz hummalı bir kalabalıkla karşılaştı Settarhan, etrafından her cinsten, her milletten ve her dilden insanın geçtiğini gördü. Coğrafyalar ve tarihler kadar siyasetin de kavşağı olan Batum, 93 Harbi'nden bu yana Rusya İmparatorluğu'nundu ama halkı hâlâ yetmiş iki millet bir aradaydı. Rusça, Türkçe, Ermenice, Megrelce, Lazca, Gürcüce, Svanca, Abhazca, Farsça ve daha bilmem nece konuşan bunca insana bakılırsa bu şehir kimindi? Gürcülerin mi OsmanlIların mı Rusların mı, çıkamadı işin içinden Settarhan. Bağıra çağıra konuşan esmer ve uzun boylu Iranlılar, AzerbaycanlIlar, göğsü fişeklikli çivit mavisi giysileri içinde yakışıklı Acarlar, hepsi de uzun etekli çerkezkaları içinde çakı gibi Çerkezler, bu toprakların en eski sahipleri olmakla övünen Gürcüler, aristokrat Ruslar ve sürekli sevkiyat halinde olan askerler ve subaylar her yandalardı. Lâkin bütün dünya gibi Batum'da da savaşın içinde bile hayat son hızla devam ediyordu ve fakat bu hareketli kalabalık birbiriyle konuşup alışveriş etse de kaynayan bir kazanda her an yekdiğerini boğazlamaya hazır görünüyordu. Settarhan Batum'a defalarca gelmişti ama her defasında yaşadığı sevinç bu kez de gecikmedi; denizi görecekti. Kalabalığı da savaşı da zihninin bir köşesine itti, rutubetli havayı içine çekti.

Onu karşılamaya gelen çırak, eşyayı yüklenirken "Otele gidelim" dedi Settarhan, "Bir araba çağır. Çok yorgunum. Bu akşam dinleneyim. Yarın sabah dükkâna gelirim."

Settarhan kemerini, heybesini başucuna koyup da yatağa uzandığında o kâğıdı bir kez daha okumak istedi. Yattığı yerde dirseğinin üzerinde doğruldu. Diğer eliyle uzandı, heybeyi aldı. Olmadı. Kalktı. Lâmbanın fitilini açtı. Dörde katlanmış küçük kâğıdı kim bilir kaçıncı kez okudu. Eğri büğrü harfleri güç belâ seçti. Kâğıdın başında "Azam Hanım'a alınacak hediyeler" yazıyordu. Bir mutluluk boğazına dayandı Settarhan'ın. "Azam Hanım" diye tekrarladı. Azam Hanım'ın listesini artık ezbere bildiği halde -seyisten ayrıldığı andan itibaren her durak yerinde okumuştu- bir daha okumaya başladı.

"Bir paket kâğıtlı sabun, kokulu." "Kâğıtlı" ve "kokulu" kelimelerinin altı çizilmişti. Demek sadece herhangi bir kalıp sabun yetmezdi, kokulu ve kâğıtlı olacaktı. Alt satıra geçti.

"Bir şişe kolonya." Bunun altı çizili bir kelimesi yoktu. Bir alt satıra geçti.

"Bir tane şal." Dudaklarını büktü Settarhan. Demek Azam Hanım şallara sarınacaktı, öyle mi?

En alt satırda ise önce yazılmış sonra üzeri çizilmiş sonra vazgeçilmiş de yeniden yazılmış bir satır duruyordu:

"Bir de sen ne istersen."

Onun da altında bir uyarı cümlesi, bir gözdağı gibi büyüyordu:

"Sakın hediyelerimi unutma."

Settarhan kâğıdı yastığın üzerine, başını da kâğıdın yanma bıraktı. Azam'ı, yarınki hesapları, ödemesini bir türlü yapmayan Gürcü müşteriyle nasıl baş edeceğini düşünerek odasına kadar gelen dalga sesleri arasında uykuya daldı.

İşlerini tamamlaması için iki gün yetti Settarhan'a. İlk günü ortağın çıkardığı hesapları, faturaları, sözleşmeleri incelemekle, siparişleri listelemekle geçirdi. Ertesi gün Gürcü tüccarla kolları koparcasına yeniden tutuştukları pazarlık ise Settarhan'm ummadığı kadar kolay geçti. Sonunda işler bitti. İyi kâr kalmıştı, keyfi yerindeydi Settarhan'm. Dükkândan çıktı, oyma saçaklı ahşap balkonlarıyla köşkleri, yalıları; önündeki kumsala kayıklar çekilmiş yazlıkları; şık faytonları, bir deri bir kemik kalmış atların çektiği arabaları, tek tük otomobilleri, havagazı lâmbalarını geçti. Bulvar'dan girerek parka doğru yollandı. Askerî araçlar, top arabaları, askerler, denizciler, sokak çalgıcıları, başlarında üçgen kırmızı eşarplarla çiçek satan fakir Rus kızları, zengin ve soylu madamlar Bulvar boyunca yayılmışlardı. Settarhan manolya ağaçları, garip tropikal bitkiler, az rastlanır çiçekler, sık yapraklı fidanlar arasından yürümeye devam ederek Aleksandrovsky bahçesine girdiğinde Petersburg'daki meşhur Bronz Atlı heykelinin bir kopyası önünde askerî bando Carmen'den parçalar çalıyordu. Banklardan birine oturan Settarhan Osmanlı tarafındaki bulutların altın ve gül rengi yansımalarını seyrederken kendini rüzgârın okşayışına bıraktı, gözlerini kapattı. Her şey iyi, hoş, lâtif ve berrak geldi ona. Şurada bir top mermisi patlasa Settarhan'ı vurmazdı. Her yerde Azam vardı çünkü ve bugün yalnızca Azam'ındı.

"Kolonya, sabun, şal. Bir de sen ne istersen."

Kolonya ve sabun. Bunlar kolaydı, şal da öyle. Ama şu "Sen ne istersen" kısmında Settarhan'm kafası iyice karışıktı.

Çarşılarda pazarlarda bir iki saat dolaştı. Hey gidi Batum! Tebriz gibi bir kapalı çarşısı yoktu ki orada her şeyi bir arada bulsundu. Yine de kolonyayı, kokulu sabunu, Azam bir tane istediği halde o üçer tane aldı. "Şal da kolay" diye düşünmüştü ya daha ilk dükkânda o kadar kolay olmadığını anladı. Halıdan, kilimden, kumaşların dilinden anlayan Settarhan, Azam'ı memnun edecek, ona yakışacak şal hangisi, işte

buna bir türlü karar veremedi. Kendisine gösterilen şallardan kiminin rengi güzel, kumaşı adiydi. Kiminin ipeği, yünü yerinde ama deseni sevimsizdi. Sonunda içine sinen birini seçebildi. Fakat şu "Sen ne istersen" hediyesi yok mu, işte bunda kafası eskisinden de karışıktı.

"Ben ne istersem? Azam için ne istersem?"

Aklından pek çok şey geçti. Hiçbirini Azam'a lâyık bulmadı, lâyık bulduklarını ise takdim edecek cesareti yoktu. Bir şeye cesaret edebilirdi gerçi ama eşsiz bir çift küpenin Batum'da ne satıldığı yeri bilebilirdi ne de gerçek değerliyi kandırılmadan bulabilirdi. Bulsa bile en güzeli yanılmadan seçebilir miydi?

Dükkândan çıktı. Yol boyunca fesleri ve ağırbaşlı giyimleri ile Osmanlı bürokratları, Ermeniler, mavi ceketli Rus jandarmaları, her yer gibi buraya da yayılan Kazak tugayının fiyakalı askerleri, yalvaran ve insanı canından bezdiren dilenciler, pahalı dükkânlara girip çıkan şık Avrupalılar arasından geçerek nereye gittiğini bilmeden yürümeye başladı. Neden sonra kiremit rengi Opera binasının önünden geçerken elini alnına vurdu.

"Olur mu?" Olurdu..

Bir kadının neyi sevebileceğini en iyi yine bir kadın bilebilirdi. Ne demişti?

"Opera sokağında Sofya'nın kitapçı dükkânı. Kime sorsan gösterir."

Sormasına gerek yoktu bile. İşte şurada tam karşısında duruyordu.

Bütün bunları size anlatmakla kalmayıp her şeyin içinde yaşayan, Settarhan'ı adım adım izleyen gölge ben, o daha karşıya geçerken dükkâna doğru ilerlemiştim bile. Kapının önünde iki küçük çınar fidanı vardı. Camekânın üzerinde Tolstoy'un, bir gazeteden kesilmiş resmi asılıydı, aynı resmi biraz önce fakir bir kunduracının camekânı üzerinde de görmüştüm. Hemen yanında iç içe geçmiş incecik satırları, okları, çıkmaları, parantezleri, eklemeleri, çıkarmaları ile örümcek ağma benzer el yazması sayfayı ise Dostoyevski'ye benzettim.

Settarhan'ı beklemeden süzüldüm dükkândan içeri. Bütün duvarlar yüksek kitap dolaplarıyla kaplıydı ve bir masanın başında oturmuş olan Sofya'yı da karşısında ayakta duran Vasili'yi de anında tanıdım. Sofya'nın masasının üzerinde çerçeveye konmuş bir fotoğraf vardı. Yaklaştım. Nizam'ın bana verdiği fotoğrafın aynısı. "Sofya" diye gülümsedim, bir tabureye ilişirken. Dedemin Rus sevgilisi. Fakat nasıl olacak bu? Kader tıpkı bugün gibi dün de ne kadar şaşırtıcı şeylere gebe.

Sofya'nın gözlerinin rengini merak etmiştim ya, uzun uzun yüzüne baktım. Yabanî kekiklerin yaz sonu rengindeydi bu gözler. Mavi ile mor arası, azıcık menevişli çokça ışıklı. Fakat onun yüzüne uzun uzun bakan tek ben değildim. Vasili de oradaydı ve hâlâ aynı dokuz yaş gözleriyle o da bu yüze bakıyordu.

Yerimden kalkarak raflara baktım. Puşkin, Gogol, Turgenyev, Tolstoy ve Dostoyevski'yi rahatlıkla tanıdım; Bellinski, Nekrasov, Gonçarov, Leskov gibi yazarların eserlerini gördüm orada. Büyük Dergi 'nin her biri 400'er sayfalık devasa nüshalarını da radarda elimle koymuş gibi buldum. Lâkin Menşevizm'i destekleyen Gürcistan'da, görünürdekinden daha fazlasının, Bulgakov'dan Çernişevski'ye Bolşevizm'in bütün yasaklı külliyatının raf altında olduğundan adım gibi emindim.

Tekrar Sofya'nın yanma döndüm. Önünde açık bir kitap vardı. Omuzu üzerinden kitaba eğildim, açık duran ilk sayfaya göz gezdirdim.

"Pierre, başının üzerinden bir kuyruklu yıldız geçerken 'Her şey o kadar güzel ki daha fazlasını istemek niye' diye düşünüyordu."

Ben bu cümleleri nerede olsa tanırdım. Harp ve Sulh'un cümleleriydi bunlar. Gözüm masa üzerindeki takvime ilişti. 5 Ekim 1916. Zihnimi yokladım. Tolstoy öleli 5, Dostoyevski öleli 35 yıl olmuştu ama Anna Dostoyevski sağdı henüz, Sofya Tolstoy da. Hani, bir trene atlasam!

O sırada Settarhan dükkândan içeri girmişti. Önce Sofya'yı gördü; kız, yine öyle muzip bir oğlan çocuğu gibi bakıyordu ve saçları hâlâ kısacıktı. Masaya yaklaştı.

"Sofya Hanım" diye seslendi.

Vasili kapıdaki bu AzerbaycanlIya baktı, meyhane gecesinin dumanlı hatırası arasından ağlayan Müslüman Türk'ü çekip çıkardı.

"Ooo!" dedi, "Sofya, bak kimler gelmiş."

"Sofya Hanım" dedi Settarhan bir kez daha. Bu ismi, "y"sinin üzerine öyle kuvvetli bir şedde giydirerek telâffuz etti ki Sofya da güldü Vasili de.

"Çay" dedi Settarhan, "Çayımı içersin, demiştin. İşte geldim."

Neden sonra sadede geldi. Bir hediye alması lâzımmış. Genç bir kıza alınacakmış bu hediye. Ama Settarhan kararsızmış. Aslında aklında bir çift küpe varmış da nasıl bir küpe olacağını bilmiyormuş. Dükkân dükkân dolaşırken aklına Sofya Hanım gelmişmiş.

Sofya "Kendini yorma Settarhan" dedi, "Gidip alırız. Kuyumcu Sarafim'de en iyisini bulursun."

Fakat gidip gelenin ardı arkası kesilecek gibi değildi. Üstelik bunlar raflardan ya da raf altından bir şey alan ya da arayan müşteriler değillerdi sadece. Settarhan bile orada beklediği kısa süre içinde buranın sadece bir kitapçı dükkânı değil Rusya'da binlercesi bulunan bir toplantı yeri olduğunu anladı.

Sonunda dükkân bir parça boşaldı; Sofya "Sen burada kal"

dedi Vasili'ye, "Ben birazdan dönerim."

Fakat o kadar da erken dönmedi.

Dışarı çıktıklarında Settarhan bir fayton çevirmek için etrafına bakınınca "Yürüyerek gidelim" dedi Sofya, "Araba bulamayız kolay kolay. Hem de biraz yürümüş oluruz. Oturmaktan yoruldum."

Soğan kubbeleriyle şehrin her yerinden görünen Moskova tarzı katedralin önünden geçerlerken Sofya, "Settarhan" dedi muzipçe gülerek, "içeriyi görmek istemez misin?"

Settarhan biraz düşündü. "Olur." Meyhaneye girmişti de kiliseye mi girmeyecekti? Kilise, nihayetinde o da Allah'ın evi.

Fakat Ortodoks kilisesinin kapısından içeri daha ilk adımı attıkları anda içyağından mumlarla karışık günlük buhurunun kokusu yüzüne çarptı Settarhan'ın. Renkli camlardan sakin sakin süzülen ışık, mum aydınlığını huzmelere bölse de kilisenin içi yarı karanlıktı ve Settarhan kasvet duygusuna kapıldı.

Simsiyah giysileri içinde rahipler sağa sola koşturuyor, çömezler seğirtiyor, bir tarafta vaftiz, bir başka köşede nikâh töreni yürütülüyordu. Settarhan şık giyimli, güzel ve genç bir kadının rahibin önünde diz çöktüğünü ve hıçkıra hıçkıra ağladığını fark etti. Hıçkıranlar, iç geçirenler, sessizce süzülerek ağlayanlar, gözyaşlarını içine akıtanlar, kendilerini boylu boyunca ikonaların önünde yere atanlar az değildi burada fakat bu kadını bu kadar ağlatan günahın ne olduğunu merak etti Settarhan, sonra kendi merakından utandı. Bakışlarını etrafa çevirdi.

Kadınların selâm duraklarında üç parmaklarını birleştirerek istavroz çıkarışlarına, ikonlar önünde gözleri açık dua

edişlerine bakarken gayriihtiyarî sağ elinin ilk üç parmağını birleştirmişti Settarhan. Böyle mi yapıyorlardı?

Sofya güldü. Hayır, olmamıştı. Settarhan'ın elini eline aldı, üç parmağını bir araya topladı, işte böyle olacaktı.

Çabucak çözdü parmaklarını Settarhan, sandı ki bu istavroz nizamı eline yapışıp kalacak. Ama Sofya'nın elinden parmaklarının ucuna geçen şu ipeksi dokunuş yok mu! Allah affetsindi ama içi ürpermişti. Ve bu, nereden çıkmıştı?

Settarhan'ın kalabalıktan başı dönmüştü, insanlardan çok kilisenin kendi kalabalığından. Azizlerin, Meryem'in, İsa'nın ikonlarından; Allah'a ve onun peygamberine giden yolun üzerinde araya giren bunca teşrifattan, bunca kuraldan; yaldız, süs, oyma ve parıltıdan. Neticede Allah tek, peygamber Isa da onun kulu ve resullerinden biriydi. Bu kadar papaza, diyakoza, rahibe gerek var mıydı sanki? Tek olan ne zaman bu kadar çoğalmıştı? Bu kadar çok tafsilât, bu kadar teferruat, bu kadar dağılıp parçalanma? Bu kilisede bu kadar aracının ortasında, Allah? Neredeydi? Huzursuzluk duydu Settarhan, biraz önce parmaklarında hissettiği ipeksi dokunuşu bile unuttu ve kendisini her zamankinden daha fazla Müslüman hissetti.

"Dışarı çıkalım" dedi Sofya'ya, "Şu kadınlardan biri bizi kovmadan."

Kadınların hepsi küçük üçgen bir örtüyü çenelerinin altında sıkı sıkı düğümlemiş olsalar da Sofya özellikle yaşlı kadınların öfkeli bakışlarına aldırmadan başı açık girmişti içeri, durakları atlamış, istavroz bile çıkarmamıştı.

Alçak duvarlardan birinin üzerine oturduklarında Settarhan muazzam katedrale bakarak "Moskova'daki katedraller de böyledir herhalde" dedi.

"Bu bir şey mi? Hele Petrograd. Adım başı katedral, kilise, manastır." Yüzünü buruşturdu, "Bu da diğer hepsi de yıkılsın, içim sızlamaz."

Settarhan onun bu ürpertici açık sözlülüğü karşısında sormakta beis görmedi: "Nasıl oldu? Yani hep böyle değildin

herhalde."

"Değildim. Ama öyle bir gün geldi ki kiliseye her gittiğimde papaz cübbesinden, diyakozdan ve onun gürültüsünden başka bir şey görmemeye başladım. Dinin tüccarlarından, pazarlıklar sürdüğü sürece gelinin ya da cenazenin bekletildiği törenlerden başka bir şey kalmamıştı ortada. Ben. İnanmıyorum. İnanırsam da hiçbir kilisenin dizginlerine gelmez benim inancım."

Sesi hafiflemişti. Sonra aniden "Acıktım" dedi, yan taraftaki yeme içme tezgâhlarını göstererek. Lahanalı, çavdarlı çörekler, ballı ve bol baharatlı içecekler, Settarhan'ın adını bilmediği türlü türlü yiyecekler; Sofya hepsinden istedi, önüne gelenin hepsini yiyip yuttu. Bir çocuğunkini andıran bu bedenin nasıl bu kadar yiyebildiğine şaşırdı Settarhan. Yine de Şark'ın kendine mahsus nezaketiyle hepsinin ücretini ödedi.

Sahil boyunca yürümeye başladıklarında deniz gümüş renkli bir ayna kadar durgun olduğu halde, kıyıları ağır ağır döven geniş ve kıvrımlı dalgalar bembeyaz köpükler arasında kırılıyor, Fransız Oteli'nde kalan Avrupalı kadınlar tenteli sandalyelerine kurulmuş denizi seyrediyorlardı. Kafkas Dağlarının güzel ve uzak, ihtişamlı ve korkutucu siluetinin önünde martıları ve bulutlarıyla liman uzanıyordu. Bir kartpostala benzetti Settarhan manzarayı ama bu kadar masum değildi hiçbir şey. Petrol gemileri savaş gemileriyle birlikte yaklaşıyor, bir kavşak limanı olan Batum, petrolü de askeri de bir arada sevk ediyordu. Karadeniz kıyısında Rus işgaline uğramış Osmanlı şehirlerine gidecek takviye kuvvetler, kendilerini götürecek gemileri bekliyordu saatlerdir. Subaylar biraz daha yaşlı sayılabilirlerdi belki fakat askerlerin hemen hepsi Vasili kadar çocuk yaştalardı. Pırıl pırıl sarı metal düğmeleri, şık şapkaları, rütbeleri, nişanları, kaputları, eldivenleri, postalları vesaireleri ile Rus ordusu ne kadar iyi giyimli, ne kadar düzenli ve bakımlıydı ilk bakışta.

"Aldatıcı parıltı" diye söylendi Sofya ayağıyla yere daireler çizerken. Ordunun, içten içe kaynadığını, kendisini sevk eden el ile arasındaki bağın nicedir çözüldüğünü bakışı keskin olanlar görebiliyordu çoktan. Ona bakılırsa bu muazzam güç kendi kaderini oluruna bırakmayacak, al baştan yeniden yazacaktı. Kansa kan, başsa baş, cansa can; dökmeye de, vermeye de, ölmeye de razılardı.

"Bak" dedi, uzakta, koyun tam karşısında petrol kuleleri, petrol yatakları, petrol tarlalarından ibaret bir hayal şehir gibi görünen bulanık bölgeyi işaret ederek Sofya. Bakü'den işlenmek ve sevk edilmek üzere tren ya da boru hattıyla gelen petrol burada kendi düzenini kurmuş, zengini ve fakiri aşılmaz bir uçurumun karşılıklı iki kıyısında bir araya getirmişti. Sofya'ya göre Batum'un varoşları aç insanlarla doluydu fakat onları bu uçuruma atanların o uçurumda boğulmaları yakındı.

"Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?" diye sordu Settarhan.

Emindi. Çünkü Batum'da da Petrograd'dan farklı değildi manzara. Rusya'nın tamamına yayılmış huzursuzluk Kafkaslara sıçramış, Batum'da ayağına adamakıllı yer etmişti. Ağzına kadar dolmuştu petrol fıçısı, encamı bir kıvılcıma bakıyordu. Bir kibrit, petrol denizini tutuşturmaya yetip artacaktı. Yolun sonu gelmişti bile. Bir darbe, yetecekti. Çünkü ok yaydan nicedir çıkmıştı ve bunun geri dönüşü yoktu.

Heyecanla başını çevirdi Sofya, gözleri kıvılcımlıydı. "Settarhan, bu kadar işçinin greve gitmesi Rusya'nın çökmesi demek. Senin anlayacağın bu düzen kendi mezar kazıcılarını da yarattı. Rotschield efendilerin gazyağı işletmeleri günlerdir boş duruyor. Tek teneke dolmadı. Son model makineler ve tesisler sessiz, gürültüsüz, kıpırtısız. Bekliyor. Fabrikalar durmuş, çarklar dönmüyor, işçilerin hiçbiri geri dönmeyi düşünmüyor, onların efendileri için korku Kafkas Dağları'nı bekliyor."

Settarhan dilinin ucuna kadar gelen soruyu saklamadı, o bu haritanın neresindeydi? Gizlisi saklısı yoktu Sofya'nın.

Batum'da Menşeviklerin gücü göz ardı edilir gibi değildi çünkü Bolşeviklerin hesaba katmadığı bir şey vardı; Gürcülerin millî hassasiyetleri çok yüksekti. Böylece Gürcü milliyetçilerini besleyen aristokrasi, onlara yaslanan Menşevikler, Ermenileri ordu edinen Çar, kimin eli kimin cebinde belli değildi yani. Anlık rüzgârlarla değişiyordu siyasetin yönü. Ve işte Bolşeviklerin propaganda kanadında yer alan Sofya, Menşeviklerden de aristokratlardan ve burjuvalardan olduğu kadar nefret ediyordu.

"Kitapçı dükkânını o yüzden mi açtın?" diye sordu Settarhan.

"Hayır" dedi Sofya. "Açmasam da olurdu. Ama kitapları seviyorum."

Settarhan onun bu ılık sonbahar gününde bile solmuş siyah paltosuna sıkı sıkı sarınmasına, boynundaki kül rengi kaşkole baktı. Bembeyaz bir yüzü, siyah saçları vardı ve ancak kar dolu bir gök ya da lavanta çiçekleri Sofya'nın gözleri ile aynı renkte olabilirdi.

"Kalk. Hadi gidelim."

"Gidelim" dedi Sofya, "Öyle ya hediye alacağız."

Daha içeri adım attıkları ilk anda Settarhan tepeden sarkıtılmış kandiller, avizeler, tezgâhların üzerine dizili şamdanlar, kocaman mumlar, fanuslu gaz lâmbaları arasında saltanatlı bir ışık dünyasıyla karşılaştı. Dükkân sahibi bir parça aydınlık uğruna hiçbir zahmetten ve masraftan kaçınmamış, on dükkânı aydınlatmaya yetecek kadar ışığı bir araya toplamıştı, ama haklıydı bu israfta. Camekânların arkasında sıralanmış, duvarlardaki gözlere dizilmiş mücevherlerden kışkırtıcı bir parıltı, sükûnetli bir ışık şelâlesi ancak böyle gür bir ışık altında ağır ağır dökülebilirdi ve burada satılan şey, güzelliği ancak ışıkla ortaya çıkabilecek türdendi.

Sofya koltuklardan birine oturmuştu. Kuyumcu Sarafim, çırağı Topal And on'a, "Oğlum koş" dedi; çok geçmeden çaylar geldi, Settarhan'a nargile Sofya'ya sigara ikram edildi. Tebriz'deki Kirkor Usta'nın zavallı dükkânını hatırladı Settarhan, burası öyle köhne değildi. Fakat çok geçmeden "Tezgâhları, vitrinleri, ışıkları farklı olsa da kuyumcuların hepsi birbirine benziyor" diye düşündü. Düşüncesinde haklıydı, Sarafim de mesleğine tutkuyla bağlıydı, üstelik aksi bir adamdı. Sahici bir müşteri dükkanındaki bütün mücevherleri tek tek gözden geçirmeye kalksa, tamamını tezgâhın üzerine yaydırsa bile bir itirazı olmazdı Sarafim'in ama kendi imalâtı olan kuyumculuk işlerine yöneltilen en ufak eleştiriyi hakaret kabul eder, anında parlardı.

Settarhan onun önce aksi yanıyla karşılaştı. Önüne sürülen bir çift elmas gül küpeyi öyle bir tavırla evirdi çevirdi ki halıların taciri, Sarafim, kırmızı altın üzerine iri taşı ortada, daha küçükleri etrafında sıralanmış şaheserini tahta bir oyuncak gibi inceleyen müşterisine içerledi, zaten şu Türkler de elmasla camı ayıramayan cahil bir sürüden başka bir şey değillerdi.

Sofya bacak bacak üzerine atmış sigarasını tüttürürken onları seyrediyordu fakat aklı da bakışları gibi daha çok Settarhan'm üzerindeydi. Andon ise bir köşede, karanlık gözlerle boşluğa bakıyordu ve çehresi Settarhan'm dikkatini çekecek kadar sarı kara bir renk almıştı.

O sırada kuyumcu Sarafim şaheserini işaret ederek, "Türk" dedi Settarhan'a, "Kendi ellerimle yaptım. Elmastır. Elması biliyorsun sen?"

Soru eki olmayan Türkçesinde bütün soruyu sesinin tonuna, cümlenin vurgusuna yüklemişti. Elmas hakkında bilgiçlik yapmaya hazırlandığında ise Sofya gidişatı tahmin ederek gülümsedi.

Settarhan "Biliyorum" diye sözünü kesti kuyumcunun. "Sertliği saflığının da nedenidir, içine ışıktan başkası girmez ve yansıttığı, aldığından fazlasıdır." Kirkor Usta'nın cümlelerini ardı ardına sıraladı. Elmas bilinen en sert maddeydi. O kadar sertti ki kendisi her şeyi kesebildiği halde hiçbir şey tarafından kesilmesi mümkün değildi. Bir elmas ancak bir başka elmas tarafından kesilebilirdi. Vesaire vesaireydi.

Sarafim gülümsedi hafifçe, aksiliğinden vazgeçti. Gönül almayı da başardı, nesi varsa döktü saçtı ortaya. Üstelik bir işgüzarlık daha yaptı, şu ikisini sevgili ya da nişanlı sandı. Settarhan şaheser gül küpelerle inci damla küpeler arasında kararsız kalınca, Sarafim, gül küpeleri işaret ederek "Tak kulağına matmazelin, bak ne kadar yakışacak nişanlına" deyiverdi. Bir aşkın temaşasında kendine yer bulmuş olmakla keyifli; şu gözler ne masum aşklar ne yasak sevdalar görmüş de bir gözünün gördüğünü diğeri bilmemişti. Burası kuyumcu dükkânıydı, bütün aşkların yolu oradan geçerdi.

Settarhan şaşırmıştı. "Biz nişanlı değiliz" diyecekti ki Sofya parmağını dudaklarının üzerine koydu. "Suss!" Böyle bir yakıştırma, böyle bir mümkün, böyle bir ihtimal. Hoş şeydi. Kalktı, aynanın önüne geçti, önce gül küpeleri taktı kulağına.

Settarhan onun kısa saçlarının altında, boynuyla yanağının birleştiği noktadaki elmas gül ışığını, o ağır salımmı seyretti. Alevden bir göz gibi içten gelen parıltıdan gözlerini alamadı. Ermeni kuyumcu sanatıyla gururlanırken ortaya yakut parçası büyüklüğünde alev dilli bir mümkün salmıştı. Bu mümkün, Sofya'nın kalbinde rağbet bulsa da Azam'la dolu bir kalpte yansımazdı elbet. Ama yine de Settarhan, neredeyse bir erkek kadar sade giyinen, kendisine bir süs kondurmayan Sofya'nın bir kadın olduğunu fark etti, istavroz nizamından çıkan parmaklarının ucundaki ürpertiyi bir kez daha hissetti.

"Yakıştı matmazele" dedi Sarafim keyifle. Kıymetli taşların güzel bir kadınının kulağına küpe olunca daha güzel göründüklerini, daha fazla parladıklarını biliyordu zaten. Gül biçimli elmas bir küpe matmazeli güzel göstermişti ama

küpenin kendisi de matmazelin kulağında olduğundan fazla güzelleşmişti. Yakışmak buydu işte. Meslek tecrübesi.

Settarhan kararını vermişti. "Gül küpeler olsun." inci küpeler denenmedi.

Sofya koltuğuna çekilmiş ikinci sigarasını yakarken, küpeleri kadife bir keseye yerleştirmekte olan kuyumcu, oltasının ucuna bir yem daha takmış, Settarhan'ın önüne atmıştı bile.

"Bende" dedi, "Mücevherden daha kıymetli şeyler de var."

Settarhan güldü. Tebriz'in ipek halılarını satamayacağına göre Sarafim'in dükkânında mücevherden daha kıymetli ne olabilirdi?

"Zaman görmüşlük daha kıymetlidir."

Settarhan bu başlangıcı Tebriz'in antikacılar çarşısından iyi bilirdi. Şimdi falan tarihten filan törenden birçok ufak tefek önüne serilecekti; kuyumcu şayet Settarhan'ın yüzünde aradığı ifadeyi bulabilirse Çar II. Nikolay'ın madalyalarından birinin bile şu tezgâhın üzerinde arz-ı endam etmesi işten değildi. Elinin tersiyle ilgilenmediğini ima eden bir işaret yaptı Settarhan.

"Ben alacağımı aldım."

Sarafim inatçı çıkmıştı.

"Bir dakika lütfen efendim."

Gizli bölmeler, kasalar, çekmeceler birbiri ardınca açıldı. Kadife keseler, deri çantalar, ahşap mahfazalar tezgâhın üzerine yayıldı. Kuyumcu, hepsinin hikâyesini gözleriyle görmüş gibi anlattı, hiçbir ayrıntıyı ihmal etmeden. Şu gerdanlık gerçekten bir grandüşesin boynunda parıldamıştı; şu hançer yüz yıl önce yaşamış Dağıstanlı bir savaşçının elinde. Bir an için bütün bu hikâyelerin gerçek olduğunu varsaydı Settarhan. Ee, peki ne olacaktı? Hiçbirisine yanaşmadı.

Kuyumcu ise yılacak gibi görünmüyordu.

"Efendim" dedi, "Yaşanmışlığın en kirli ama en kuvvetli tanığı paralardır. Bende sizin paralarınız da var. Bunlarla da

mı ilgilenmezsiniz?"

Siyah kadife bir tablanın üzerine sıralanmış bir düzine kadar madenî para tezgâhta boş kalan yere yerleştirildi. Şu Safevî parasıydı, şu Sasanîlerden kalma. Kim bilir kimlerin elinden geçmiş hangi keselere girip çıkmışlardı? Nelere mal olmuştu taşıdıkları değer? Neler satın almış neler görmüşlerdi? Üzerlerindeki resimlere dikkat buyurulsundu lütfen. Dilleri olsa da anlatsalardı.

Paralar değil ama Sarafim durmaksızın anlatıyordu. Hani neredeyse Nuşirevan'm hâzinelerine kadar gidecekti.

"Bakın efendim, bu II. Ardaşir, siz Hormuz diyorsunuz. Bu da II. Şapur, hani annesinin karnındayken taç giyen hükümdar. Şu kadı hükümdar, Buran. Şu da III. Yezdigirid, Sasanîlerin son hükümdarı; bütün son krallar gibi onun da ordusu tamamen yok edildi."

Neticede önüne sürülen iki sikkeyi almaktan kaçınamadı Settarhan, tabii iyice pazarlık yaptıktan sonra, bir de bedelini daha sonra ödemek kaydıyla. Gül küpelere küçük bir servet yatırınca yanında yeteri kadar para kalmamıştı Settarhan'ın. Bankadan çekmesi lâzımdı, ama Tebriz'den onay kim bilir kaç günde gelirdi. Senetler imzalandı. Tamamdı.

Otele gelince sikkeleri evirdi çevirdi Settarhan. Her ikisinin de ön yüzünde Sasanî kisraları sonsuzluğa bakıyordu, arka yüzlerinde ise rahipler bir ateş sunağının içinden yükselen alevi harlıyordu.

Settarhan ertesi gün Sofya'nın kitapçı dükkânına bir kez daha uğradı. Yarın sabah Tiflis'e gidiyordu, hem teşekkür hem de veda edecekti. Bu kez Vasili yoktu ve kız yine bir kitabın üzerine eğilmişti.

Vedalaşırlarken Sofya, rafların birinden zarif ciltli kalınca bir kitap çıkardı. "Al" dedi, "Bu da benim sana hediyem."

Kitabın sayfalarını çeviren Settarhan, "Rusça kitap okuyamam ben Sofya" dedi. Elinden gelse o an bütün Türkçe ve Farsça bilgisini ortaya döküp saçardı ama işte şu Rus harfleri!

"Öyle ya!" dedi Sofya kaşlarını kaldırarak, "Sen o Rusça konuşan ama okuyup yazamayanlardansın. Dükkân tabelâlarını, durak isimlerini ezberden çıkaran ama harfleri tanımayan türden."

"Öyleyim" dedi Settarhan. "Konuşmak daha kolay, arada alfabe engeli yok hiç olmazsa."

Sofya, Settarhan'a verdiği kitabı geri aldı, ilk sayfayı açtı. Parmağını bir cümlenin üzerine koydu, okumaya başladı. Sonra Settarhan'ın yüzüne baktı.

"Ne dediğimi anladın mı?"

"Evet, elbette."

"Güzel" dedi Sofya. "İşimiz çok basit. Sana alfabeyi öğreteceğim. En fazla iki günde konuştuklarını okuyup yazar hale geleceksin, iki günün var mı?"

"Söylemiştim, yarın sabah Tiflis'e geçiyorum."

"Sadece iki gün Settarhan. Koskoca bir alfabe öğreneceksin."

Settarhan "İyi, o vakit Tebriz'den para da gelmiş olur, Sarafim'e borcumu öderim" diye düşünürken Sofya alfabenin harflerini bir kâğıda teker teker, ayrı ayrı, iri iri yazdı. Bak dedi bu "A", bu "B", bu da "V".

O gün Settarhan Sofya'nın yanından on beş harf öğrenmiş olarak çıktı. Hayret! Uç dişli bir çatala benzeyen "Ş" harfinde epey takılsa da demek iki gün Rus alfabesindeki bütün harfleri öğrenmesine yetecekti.

İkinci günün akşamüstü alfabeyi tamamlamış olan Settarhan veda ederken Sofya zarif ciltli kitabı yeniden çıkardı.

"Oku bakalım bu kitabın adını."

Settarhan buyruğu yerine getirdi. Ağır ağır okudu. "Evgeni Oncgin. Aleksandr Puşkin." Baş belâsı "Ş" harfini bile tanıdı.

Dükkândan ayrılırken, "Sofya" dedi, "Bizde bir söz vardır. 'Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum' diye, İmam Ali söylemiştir. Şimdi ben senin kaç yıl kölen olacağım ki hakkını ödemiş sayılayım?"

"Hiç" anlamına gelen bir işaret yaptı Sofya gülümserken.

Settarhan çıktıktan sonra yerinden kalktı, kapı camının arkasından onun giderek uzaklaşan ince, uzun, güzel hayaline baktı, kendi kalbinin hararetinden ateşin kokusunu aldı. Sofya'nın kalbi. Settarhan'm kalbi. Vasili'nin kalbi. Gül küpelerin kalbi. Yangındı aslolan, dumanın nereden tüttüğü önemli değildi. Kendi kalbinde bir doğu masalının şehzadesine doğru akmaya başlayan ateşi dinledi. Her belâya her kazaya evet diyebilirdi. Böyle bir şehrayin alevi hangi cihetten gelse, yanmaya değerdi. Fark etmez kimin kalbinde kıpırdarsa kıpırdasındı ama yeter ki çıksındı böyle bir yangın. Kalbinin yangın haberini sardı sarmaladı, günü gelince açmak üzere bir kuytuya

kaldırdı. Değil mi ki Settarhan aşk'm "ş"sinde takılmıştı!

Geri döndüğü anda kapının çıngırağı öttü. Uç beş gürültücü genç bir yağmur fırtınasıyla arkadan itiliyor gibi içeri doldu, içlerinden biri "Sofya, Herzen'in Rus Halkı ve Sosyalizm 'i yok mu sizde?" diyordu. Vardı, olmaz mıydı?

Onegin 'in baskılarından birini koltuğunun altına sıkıştırmış Tebrizli tacirse önce Sarafim'e uğradı. Adam en güzel yüzünü takınmıştı yine. Yine çaylar içildi, nargileler tüttürüldü, hoşbeşten sonra ödeme yapıldı. Fakat kuyumcunun onu yolcu etmek için kapıya çıktığı sırada renginin birden attığı Settarhan'm gözünden kaçmadı. Andon hafif aksayarak duvar kıyısından dükkâna doğru geliyordu ve yanında tekinsiz gibi görünen bir adam daha vardı. Andon'un yüzü iyice sarı-kara bir renk almıştı. Settarhan bu rengi tanırdı, genellikle yapıp ettikleriyle yüzünün rengini birbirine uyduramamış, bedeni acemi ama ruhu ateş almışlar zümresinin yüzünde görülürdü. Kuyumcu çırağı Andon'un karanlık işler çevirmesi mümkün olabilir miydi? İki erkeğin

anlaşabileceği bir bakışla Sarafim'e dikti gözlerini Settarhan, hal diliyle sordu.

"Neler oluyor?"

Sarafim bu sessiz sorguyu anladıysa da cevapsız kalmak evlâydı. "Bir şey yok" anlamına gelen bir bakışla ve aynı dilden cevap verdi.

İkinci soru gecikmedi: "Emin misin?"

Emindi!

Settarhan otelin yolunu tuttu. Petrol lâmbasının ışığı altında Sofya'nın kitabını heceleye heceleye okumaya, harfleri pekiştirmeye başladı. Okudukça açıldı, alfabeyi sökmüştü. Ama ne Aşık Kerem'in ne de imam Ali'nin menkıbelerine benziyordu bu. Aleksandr Puşkin sürekli anlatıyordu. Bu kadar uzun anlatmalara tahammülü yoktu oysa Settarhan'm, her şey bir an önce olup bitsin istiyordu. Sıkıldı. Çok geçmeden kitabı kaldırdı. Kadife kesenin içinden Azam'ın küpelerini çıkardı, yastığın üzerine bıraktı, başını da hemen yanma yasladı. Azam'ın yavaş hareketlerle küpelerden birinin kancasını açtığını, aynanın önünde başını hafifçe yana doğru eğerek nazik bir hareketle kulağına taktığını, aynı hareketi bu kez diğer kulağı için tekrarladığını, sonra yarı dönüp muammalı bir tebessümle kendisine baktığını hayal etti. Onun sol kulağındaki küpe ağır ağır salınarak ışıldarken Settarhan uykuya daldı. Azam'ın upuzun saçlarının sıkı örgülerini çözmesine zaman kalmamıştı.

Ertesi sabah Settarhan Tiflis trenine binmek üzere gara geldiğinde Bakii ile Batum arasındaki petrol taşımacılığının büyük kısmını sağlayan neftî renkli vagonların bütün hatları doldurduğunu gördü. Ardı arkası kesilmeyen kazan dizileri gibi sıralanmış, gardan taşmışlardı ve hiç kuşkusuz Batum- Tiflis yolunda da manzara aynı olacaktı. Grevdeki petrol işçileri kıllarını kıpırdatmadığında hayat duruyordu fakat petrol de kendi dünyasını kurmuştu ve bu dünyada başka gölgeye yer yoktu, her yerden bir çare üretiyordu. Birazdan

tren geldi. Yol gözünde büyümedi Settarhan'ın ama yine de Tiflis'e kadar fersahlarca yol ve yığınla ara istasyon vardı.

Ertesi gün akşama doğru neftî renkli petrol tankerleri kadar asker sevk eden trenlerle de dolu, ana baba günü bir gara indi Settarhan. Terslerle Gürcüler arasında defalarca el değiştiren Tiflis şimdi Rus işgalindeydi. Yani Settarhan İran'dan çıktığından bu yana nereye gitse Rusya'daydı ve Rusya'nın en sıcak yeri de işte şimdi ayak bastığı Tiflis'ti, güneş ışıklarını bir kale gibi tutan ve yansıtan dağlarıyla Tiflis.

Asker ve subay kalabalığının yanı sıra ihtişamlı kalpaklar ve zarif hançerler taşıyan mağrur KafkasyalIlar, daha sade giyinen Türkler, siyah ya da koyu mavi tunikleriyle İranlılar, kasvetli kaftanları ve beyaz ya da yeşil sarıklarıyla hemen fark edilen mollalar, yırtık pırtık paçavralar içinde dağlılar, çoğu Türkler gibi giyinse de bir kısmı Avrupalılar gibi giyinen Ermeniler ve Ruslar arasında adım atmaya yer yoktu neredeyse.

Buradaki dükkâna da telgraf çekmiş, geleceğini bildirmişti Settarhan. O izdihamda çırak neden sonra Settarhan'ı bulabildi. Bir araba çevirdiler, yola koyuldular. Ermeni pazarından hemen sonra Tatar pazarını zar zor geçtiler fakat Avlabari mıntıkasında yol iyice tıkandı. İç içe geçmiş sayısız lâbirentin üzerinde Doğu geleneğine uygun olarak esnafa göre sıralanmış ve binlerce eşya üreten dükkânlar kapılarını kapatıyordu yavaş yavaş. Bunca dükkân arasında silâh mağazaları büyüleyiciydi. Hele de Zencan çakıları, çeliği bükülmez meşhur Şam hançerleri, altın ya da gümüş kakmalı Çerkez, Lezgi ve Dağıstan bıçakları yeniyetmesinden pirifânisine kadar her erkeğin aklını başından alabilirdi. Bu haklı şöhret hem güzel hem kesici, hem cazibeli hem öldürücü olmalarındandı ve sıradanları bile İstanbul'da servet edebilirdi. Settarhan kendi hançerini okşadı, o da İstanbul'da servet edecek değerdeydi.

Neden sonra otele inip odasına yerleştiğinde hemen uykuya daldı. Rüyasının bir yanında Azam bir yanında

İstanbul vardı.

Sabah uyandığında balkondaki ahşap sütunlardan birine yaslanarak henüz doğmakta olan güneşin altın rengi ışıkları arasında parıltıya boğulmuş olan Tiflis'e baktı. Kura ırmağının iki yakasına kurulmuş bir şehirdi Tiflis; her iki tarafta yükselen sarp yamaçların arasından ırmak nazlı nazlı akıyor ve şehir bir harita gibi Settarhan'ın önünde uzanıyordu. Rusların el attığı tarafta Avrupa tarzı binalar, genişletilmiş sokaklar, caddeler, elektrik, atlı tramvaylar, az sayıda otomobil, oteller, lokantalar, resmî binalar hemen dikkat çekiyordu. Hükümet binaları, tiyatro, müze, görkemli malikâneler hep bu taraftaydı. Yerli halkın oturduğu Eskişehir tarafında ise pazarlar, daracık sokaklar; yeşil, mavi, pembe, kiremit rengi Gürcü evleri, dantel saçaklı balkonlar, suya bakan çıkmalar; derme çatma fukara evleri seçiliyordu. Gece uyumak için kendi evlerine çekilen bu insanlar birazdan caddelerde ve pazarlarda bir araya gelecek, Gürcüler ve diğer KafkasyalIlar, AvrupalIlara ve Ruslara karışacaktı.

Settarhan mutlulukla silip süpürdüğü bir kahvaltıdan sonra otelin önünden bir arabaya bindi, köprüyü geçip Eskişehir'in merkezine geldi. Tabelâsında Rus harfleriyle "Cemiyet-i Hayriye Tiflis Şubesi" yazılı kocaman binayı geçti. Hayret, bu binanın üzerinde böyle bir yazı yoktu geçen sene. Demek yeni bir cemiyet açılmıştı ve Rus harflerini öğrenmemiş olsaydı Settarhan bu tabelâyı ezberden çıkaramazdı. Neyse! Azerbaycan Camii'nin hemen karşısındaki dükkân işte şuradaydı ve görünüşe bakılırsa sivil giyimli bir Rus, eğilmiş halı seçmeye çalışıyordu. Settarhan bir süre adamı seyretti, neşeliydi, Rus'un omuzu üzerinden eğildi, iki halıyı hızla çevirdi:

"Bunu" diyerek elini üçüncü halının üzerine bıraktı. Sert havlar Tiflis'in Ekim sıcağında bile elini yaktı. "Ben olsam bunu alırdım. Yani size bunu tavsiye edebilirim."

Hep o aynı elden çıkmış, dağların koyu mavi gölgelerine, gecelerin yıldızlı lâcivert göklerine, bahar bahçelerine bakan gözlerle dokunmuş mavi halılardan biriydi bu; Azam'ın

halılarından biri. Mavi dediyse Settarhan, boncukların mavisi gibi değil, limona vuran küfün, taşın, toprağın, kuruyan yaprağın mavisi gibi, soğuk ayın, bulanık ırmakların mavisi gibi mavi. Nerede görse bu mükemmel renk ve desenleri, bu kusursuz düğümleri, milim sapmayan atkı ve çözgü iskeletini tanırdı Settarhan. Azerbaycan'da hiç kimse Azam kadar güzel ve çabuk halı öremezdi. İran'ın en güzel halıları Azerbaycan'da örüldüğüne göre de İran'ın en güzel halılarını ören ve en güzel gözlere ve ellere sahip örücü de Azam'dı. Özlem, içini sızlattı Settarhan'ın. Günler olmuştu Azam'ı görmeyeli. Üstelik bu görmeyiş diğerlerine benzemiyordu. Sabırsızdı Settarhan çünkü bu ayrılıkta ümit, yolun sonunda vuslat vardı.

Yüzüne merakla bakan Rus "Siz nereden biliyorsunuz?" diye mukabele ederken çubuğunu keyifle tüttürmekte olan dükkân sahibi girdi araya.

"Bilir. Tanıştırayım. Bu halıların ve daha pek çoklarının dokunduğu atölyelerin sahibi meşhur Mirza Han'ın oğlu, Settarhan."

Rus, ne Mirza Han'ı ne de Settarhan'ı duymuştu. Elini şapkasının siperliğine götürerek soğuk bir selâm vermekle yetindi. Semaverler geldi, sigaralar sarıldı, nargileler sıralandı. Ama pazarlık kısa sürdü. Settarhan iyi bir pazarcı olduğu kadar Rus, halının sadece yüzüne bakan türden kötü bir alıcıydı. En üstte, başlangıçtan beri gözüne kestirdiği bordo madalyonlu halıda karar kıldı. Güzelliğin pahalı bir şey olduğunun farkındaydı elbet ama önünde sonunda ayak altına atılacak bir şeye bu kadar ruble ödemek işine gelmemişti. Netice de bu da güzeldi işte. Kim eğilip de düğümlerini sayacaktı?

Rus müşteri, dürülmüş halıyı omuzlayan çırağın önü sıra Fransız Oteli'ne doğru yollanırken Settarhan Allah'a sığınarak arkasından söylendi: Şu Rus, halıdan hiç arılamıyordu, insan bu kadar mı basiretsiz olur, serayla süreyyayı bu kadar mı karıştırabilirdi?

Gün boyunca hesaplar çıkarıldı, yeni siparişler, eski defterler gözden geçirildi, alacak verecekler hesaplandı, ikindiye doğru işler bitti.

"Ben yarın yolcuyum" dedi Settarhan, "Bakü'ye tren var. Gitmeden şu bizim hamamcıyı bir ziyaret edeyim."

Şifalı suların keskin kükürt kokusundan insan Tiflis'in aynı zamanda bir hamamlar şehri olduğunu anlayabilirdi. Üstelik Hamamlar semti dükkânın sadece iki sokak ötesindeydi.

Bir saray kapısına benzeyen çinili kapının önünde kendisini ikindi güneşine bırakmış şişman hamamcı Cafer, Settarhan'ı ta uzaktan tanımıştı. Yerinden kalktı, kınalı sakalını sıvazladı, göbeğini zor taşıyarak takunyalarını sürüye sürüye misafirini karşılamaya doğruldu.

"Nerelerde kaldın Settarhan?" dedi, "Neredeyse yıl oldu, görünmedin."

Settarhan adamın eline sarılırken "Ancak" dedi. "Yılda kaç şehir gezdiğimi bir bilsen."

Hamamcı Cafer hemen bir sandalye çekti, Settarhan'ı yanıma oturttu, ikramları gibi sorularını da ardı ardına sıraladı. Mirza Han ne âlemdeydi? Tebriz'de durumlar nasıldı? Rusları da İngilizleri de Allah kısa zamanda def etsindi. Settarhan ne zaman geri dönecekti, bir daha ne zaman gelecekti?

"Yarın yolcuyum" dedi Settarhan. Soruların ardı arkası kesilecek gibi görünmüyordu. Oysa içeri bir girebilse, kendisini sıcak suya bir atabilse.

"Tamam kurban, gel seni içeri geçireyim." Sağa sola emirler verildi.

Ayağa kalktığında Settarhan çini kapının sağ tarafındaki Rusça levhanın önünde durdu. Alfabeyi yeni öğrenmişti ya! "Ömrüm boyunca"yı henüz okumuştu ki Cafer tamamladı:

"Ömrüm boyunca ne Rusya'da ne Türkiye'de Tiflis hamamlarından daha güzeline rastlamadım."

Settarhan alnını kırıştırdı. "Kim söylemiş bunu?"

"Bak, altında yazıyor."

Baktı. Şu, baş belâsı "Ş" harfi de oradaydı. "Aleksandr Sergeyeviç Puşkin". Elini alnına vurdu Settarhan. Sofya'nın

Puşkin'i. Neydi şu kitabın adı? Onegin.

Kalktığı sandalyeye yeniden oturdu Settarhan. "Ne zaman söylemiş bunu Puşkin Efendi? Buraya mı gelmiş? Hem Türkiye'ye de mi gitmiş?"

Geveze hamamcı Settarhan'ı sorduğuna pişman etmedi ama yine de uzun uzun anlattı. Evet, ünlü şair buraya gelmişti, Türkiye'ye de gitmişti. Bütün bunları nereden mi biliyordu Cafer? Erzurum Yolculuğu 'nu Rusçasından okumuştu.

"Puşkin okuyan bir hamamcı" diye geçirdi içinden Settarhan. Sofya'yı bir daha görürse bunu ona mutlaka anlatacaktı. Ama ya kısmet! Bir daha Batum'a ne zaman gidebilirdi ki?

O sırada sarma tütününden bir nefes çeken Cafer, içeri seslendi: "Puşkin otağını hazırlayın."

Cafer önde Settarhan arkada, kesif bir kükürt kokusu içinde, camları buharlanmış, duvarları boncuk boncuk terlemiş, rutubetli, karanlık koridorlarda yürüdüler, gri damarlı mermeri aşınmış basamaklardan indiler, pek çok kapının önünden geçtiler; sonunda Cafer bir odayı işaret etti:

"Puşkin otağı."

Kapıyı kapatırken "Fazla kalmayasın" diye uyardı.

Puşkin otağından çıktığında Settarhan ilk anda her yanı kırılıp dökülecek, kemikleri dağılacak sandı. Fakat hayret! Kuşlar kadar hafiflemişti. Cafer'le vedalaştı, bir iki adım attı. Hah işte! Azerbaycan çaycısı tezgâhını daha iyi bir yere kuramazdı. Kapı önündeki alçacık sandalyelerden birine oturdu. Sırtını duvara verdi. Karşısında bir dağ gibi yükselen Nari Kala'yı seyretmeye başladı. Çaycının sesiyle kendine geldi. Porselen demlik, çini fincan, ayva murabbası. Demliği fincana doğru eğdi. "Koyu çay rengi"; başka adı olamazdı bu rengin. Üzerine sıcak su ilâve etti, incecik limon dilimlerinden birini usulca fincana bıraktı. Renk, koku,

sıcaklık; ilk yudumda tamamdı. Lâtif bir esinti ruhuna değdi, yumdu gözlerini Settarhan, yaşamak çok güzeldi.

Ertesi sabah Settarhan Bakü'ye doğru yola çıktı. Bakü son duraktı ve nihayet yolun sonunda Taht-ı Süleyman görünmüştü. Güzel bir Ekim günü boyunca tren, hıncahınç istasyonlardan geçe geçe yol aldı, kimi büyük kimi küçük bu istasyonların bazısında yarım saat bekledi bazısında bir türlü sıra bulup da yola devam edemedi. Akşam inerken çok büyük bir şehrin istasyonunda durduklarında Settarhan tabelânın üzerinde "Elizavetpol" ismini okudu. Rus işgalinden sonra ismi değiştirilen Gence'ydi burası; Kuzey'in Bakü'den sonra ikinci büyük şehri, Nizamînin memleketi, Hamse 'nin yurdu.

Trenin bir buçuk saat bekleyeceği duyurulunca Settarhan aşağı indi. İstasyon binasına geçip biraz meyve biraz kuruyemiş almayı, sıcak bir çay içmeyi düşünmüştü fakat etraf o kadar kalabalık, hatlar o kadar doluydu ki buradan bir buçuk saatte çıkabileceklerini aklı hiç almadı. O sırada yoğun bir uğultu, keskin bir dalgalanma fark edildi. Rus askerleri etrafı muhasaraya almış, bekleşen halkı ite kaka istasyon binasına sokuyorlardı ve Settarhan da kalabalığa kapılmış, aralarında kalmıştı. Ne olduğunu anlamamıştı bile. Kalabalık biraz sakinleştiğinde yanında duran orta yaşlarda, esnaf görünümlü bir adama döndü.

"Ağam" dedi, "Ne oluyor? Ne diye zorla içeri sokuyorlar bizi böyle?"

Adam Settarhan'a hayretle baktı. "Sen buralı değilsin herhal. Esir treni geliyor."

"Esir treni mi?"

"Esir treni ya. Sen nerelisin?"

"Tebrizliyim."

Adam dudak büktü, Settarhan'ın dünyadan habersiz biri olduğuna hükmetmişti. Kısaca anlattı.

"Osmanlı askerleridir bunlar, Kafkas cephesinde Ruslara esir düşen askerler. Trenlerle Bakı açıklarında Hazar

Denizi'ndeki yılanlı Nargin Adası'na ya da Sibirya'ya taşınırlar. Her iki durumda da Gence üzerinden geçerler, işte o tren geliyor."

"Ne yapıyorsunuz ki peronlar boşaltılıyor?"

"Biz Gence Millî Komitesi'ne yardım ediyoruz."

Settarhan böyle bir cemiyet duymamıştı.

"Cemiyet-i Hayriye ile işbirliği içinde çalışırız."

Onu da Tiflis'teki tabelâdan okumuştu.

Adam devam etti:

"Bu vagonlarda yol boyunca açlıktan, susuzluktan, havasızlıktan ya da zaten hasta veya yaralı olduklarından ölen askerler olur. Ruslar istasyonlarda onları birer boş çuval gibi vagonlardan aşağı atarlar. Gence istasyonunda da böyle olur. Gence Millî Komitesi bu işi kendisine dert edinmiştir.

Bu şehit evlâtların ölüsünün yerinden yurdundan uzakta, ortada kalmasına razı olmaz. Her esir trenini bekler. Ölüleri toplar. Onları Müslüman mezarlığına götürür, tekbirini, namazını, duasını eksik etmeden defneder."

Settarhan'ın kanı damarlarından çekilmişti. Nereden acıyacağını kestiremedi, nedenini bilmediği bir hicap duydu. İki adım attı. Bekleme salonunun kapısına askerler dışarıdan halk içeriden dayanmıştı.

Çok geçmeden esir treni gara girdi. Bir süre sonra vagonların kapıları, pencereleri açıldı ama hiç kimsenin inmesine müsaade edilmedi. Temiz havaya hasret kalmış Osmanlı askerleri, subayları yarı bellerine kadar pencerelerden sarkmışlardı. Kafileye nezaret eden Rus subayı trenden indi, istasyon komutanına vagonlardaki ölü askerlerin raporunu verdi. Dört tanelerdi ve şu, şu, şu, şu vagonlardalar dı.

Settarhan bekleme salonunun kirli, yeşilimtırak kapı camına burnunu dayadı, kollarından bacaklarından tutulup da "1-2-3" sallanan ve "Hoop!" atılan bu dört cesede baktı. Tren, kendisine ağır gelen yüklerini fırlatıp attıktan sonra, Rus askerler vagonların kapılarını esirlerin üzerine sürgülediler,

trenle araya sınır çizgisi olarak kendi bedenleriyle kurdukları bir bent çektiler. Tüfekleri ellerinde, parmakları tetikteydi. Ancak ondan sonra istasyon binasının kapıları açıldı, heyecanlı halkın dışarı çıkmasına izin verildi.

Gence Komitesi'nin mensupları ki sayıları hiç de az değildi ve aralarında Gence'nin varlıklı tüccarları, delikanlılar hatta çocuklar, yaşlı kadınlar gibi gencecik kızlar da vardı, hepsi bir anda dört cesedin başına üşüştüler. O sırada bir istim sesi duyuldu, tren buhar boşaltıyordu ve ilk kampana çalmıştı.

içlerinden biri "Tren kalkacak!" diye haykırdı, "Vagonlara vagonlara!"

O zaman ölenler kadar kalanlara da uzanan bu yardım eli, tümü tek bir bedene ve ruha dönüşmüş bu kalabalık, vagonlara doğru koşmaya başladı. Daha önceden hazırladıkları paketleri vagonlara fırlatmak, bu hummalı esir katarına ulaştırmak istiyorlardı; havlu, fanila, akşamdan hazırlanmış ekmek, çörek, Allah ne verdiyse ve en önemlisi su. Fakat Rus askerlerinin önlerini kesmesi gecikmedi. Rus üniformalı Ermenilerden oluşan jandarma ve polisler de cemiyetin gönüllülerini tartaklayarak yeniden istasyon binasına doğru sürmeye başladılar. Bağırış çağırış, itiş kakış, haykırış ve küfürler arasında kalabalık dalgalandıkça dalgalandı; yumruklar kalktı, dipçikler hazırlandı. Bu mahşer kalabalığında kimse süngüye, dipçiğe aldıracak gibi görünmüyordu fakat Rus komutanın sesi duyulunca bir anda sesler kesildi. Gencelilerden biri öne çıktı, bu, herhalde cemiyetin başkanıydı. Toz toprak, ter ve öfke içinde, nefes nefeseydi ve haksızlığa uğramışların gücüyle heybetliydi. Komutan Rusça bir şeyler söyledi, Genceli de Rusça cevap verdi. Aralarında geçen ateşli konuşmadan sonra Rus komutan razı oldu; trende yirmi sekiz vagon bulunduğunu, erzakın her vagona paylaştırılarak verilmesini emretti. Ama ellerini çabuk tutmaları gerekti çünkü tren her an hareket edebilirdi.

Kalabalığın büyük kısmı çözülen asker duvarını aşmış, vagonlara hücum etmişti bile. Pencerelerden sarkan Osmanlı askerleri kendilerine uzatılan, hiç olmazsa vagona doğru fırlatılan erzak paketlerini yakalamaya uğraşıyor, yakalanan hemen içeri almıyordu. Yere düşen paketse tekrar fırlatılıyor, bu böyle sürüp gidiyor, bir izdihamdır yaşanıyordu.

Pencereden sarkmış genç bir zabit, "Burası neresi?" diye sordu o sırada. Yüz çizgileri ince, kumral ve yakışıklı bir adamdı.

"Gence" diye bağırdı yaşlıca bir kadın, "Şehrin ahalisi Türk'tür oğul."

Bu kez "Ana, su!" diye bağırdı genç zabit.

Yaşlı kadın bakır ibrikten çinko, kırık bir tasa doldurduğu suyu pencereye doğru uzatmak istedi fakat boyu o kadar kısaydı ki mümkünü yoktu. Yanaklarından sağlık fışkıran genç bir kız durumu fark etmişti o sırada. Kimsenin kimseye yardım edecek hali, vakti yoktu. Bir an sağına soluna bakman genç kız, fazla düşünmedi, yaşlı kadını bir çocuk gibi kucaklayıp pencereye doğru kaldırdı:

"Dökme anne. Sıkı tut." Su, yerine ulaşmıştı.

Bu sahne zabiti bile gülümsetmişti. O gülümseme arasında kızla göz göze geldi.

"Adın ne?" diye bağırdı pencereye doğru kız.

Cevap geldi. "Murat."

"Peki ya senin?"

"Bulak."

Hepsi bu.

Keskin bir düdük öttü. Lokomotif hareket etmişti. Esir treninin demir tekerlekleri demir rayların üzerinde önce ağır ağır sonra hızlı hızlı dönmeye başladı. Kadınlar biraz daha koştular gürültüyle ilerleyen vagonların arkasından, derken aradaki mesafe açıldı. Sonunda tren son vagonunu da toplayarak sarsıla sarsıla istasyondan çıktı. Yükünü bırakmış alacağını almıştı.

Tren uzaklaştıktan sonra istasyona bir ölüm sessizliği çöktüyse de uzun sürmedi, erkekler taşların üzerine atılmış dört cesedin başına toplandılar hızla. Önce kolu bacağı bir yana savrulmuş bedenleri saygıyla düzelttiler. Yanlarındaki battaniyeleri yere yaydılar.

"Haydi!" dedi içlerinden biri, demin Rus komutanla konuşan genç adamdı bu, "Haydi bismillah."

Cesetlerin her birini mukaddes bir şeyi incitmekten korkarcasına saygıyla, nezaketle, şefkatle ve tekbirler eşliğinde battaniyelerin üzerine uzatıp yüzlerini kıbleye çevirdiler.

Settarhan gayriihtiyarî onlara doğru yürümüştü. Demin konuştuğu adam Settarhan'a baktı, "Haydi!" dedi, "El at sen de. Arabalara kadar taşıyalım şu garibanları." Arabalar istasyon içine alınmamış, dışarıda bekletiliyordu.

Settarhan bir battaniyenin ucuna asılırken gözü yan tarafında taşman ölünün yüzüne kaydı. Balmumu kadar sarı fakat ürkütücü derecede güzel, gencecik bir yüzdü bu. Bu kez kendi taşıdığı cesedin yüzüne baktı. Rus askerlerini bile şimdiden üşüten Kafkas cephesinden gelen bu adam elli yaşlarında görünüyordu, saçları kıralmıştı ve gençliği onu çoktan terk etmişti. Sırtında yazlık bir asker giysisi vardı ve kan içinde kalmıştı. Buraya kadar gelebildiğine bakılırsa o cehennemden ölümcül bir yarayla da olsa sağ çıkmış olmalıydı ama işte yolun devamını aşamamıştı. Kimdi? Nereliydi? Çiftinde çubuğunda, çoluk çocuğuyla, torunu torbasıyla vakit geçireceği böyle bir zamanda Anadolu'da doğmuş ve yaşamış bu zavallının böyle bir yoldan geçeceği, adını bile işitmediği Gence'de toprağa verileceği sağlığında acaba aklına hiç gelmiş miydi?

Arabaya yerleştirirken Settarhan bu kez onun yırtık poturlarına, kaymış, çözülmüş çarıklarına baktı, incitmekten korkarak battaniyeyi bu kuru bedene sarmak istedi. Bacakları birer dal kadar incelmişti ve ceketi kaymış, beli, göbeği, göğsüne kadar açılmıştı, içinde fanila yoktu. Settarhan, sağ

böğründeki yara izini gördü. Yol boyunca kanamış olmalıydı. Battaniyeyi üzerine sarmadan önce ceketinin eteklerini çekti, belini örttü, göğsünü düzeltti. Bumbuzdu. Üşümesinden korktu.

Arka arkaya dizilmiş dört araba yolun sonuna doğru ilerlerken Settarhan istasyon binasına döndü, irenlerin biri geliyor biri kalkıyordu. Çok geçmedi Bakü treninin düdüğü sessizliği yırttı.

Başını vagonun camına dayadı Settarhan. Bir cenaze katarı halinde uzaklaşan dört arabaya, arkadaki küçük cemaate son kez baktı. Settarhan vatanını milletini bilir, severdi, Peygamberi mucizeler gösterirken bile büyük bir dinin inkarcısı olanlardan değildi. Ama birden kendisini çok kutlu bir cemaatin dışında kalmış gibi hissetti.

Esir katarını, dört cesedi, onlara yardım eden Gence Millî Komitesi'ni düşünerek

kah uyuduğu kah uyandığı bir yolculuğun sonunda Settarhan sabaha karşı Bakü'ye varaı. Perona ayak basar basmaz Kafkas zoğrafyasına ye savaşa cLair o malum hummalı kalabalık ve \esjdn petrol kokusuyla karşılaştı. Tiflis tartışmasız, Kafkasya'nın merkeziydi, Tebriz Azerbaycan ın; İstanbul çok uzak bir hayal beldesi. Ama nicedir Baku'de bambaşka bir ışık parlamıştı ve petrolün alevi niç de sönecek gibi görünmüyordu, ipek Yolu'nun üzerinde bir liman şehri olan Bakü'nün safranı ve tuzu da, ipek ve halısı da meşhurdu ama

•               i  lj  T   •••••• 7 J7          • • T-k i • •      5

şu sıvah altın hepsinin onune geçmişti. Baku geniş meydanlar, yüksek binalar, ferah caddeler, geniş parklar ama en çok da kara ormanlar gibi göklere yükselen petrol kuleleri, petrol tarlaları, petrol boru hauarı demekti.

Her zamanki gibi Bakü'deki dükkâna da telgraf çekmişti Settarhan, karşılanmayı bekledi bir müddet. Fakat sağına soluna ne kadar bakındıysa da, uzun süre ayakta dikildiyse de gelen giden olmadı. Sıkılmıştı ki bir arabacı yaklaştı yanına.

"Efendi" dedi, "Araba ister misin?"'

Settarhan son kez etrafına bakındıktan sonra, "Tamam" dedi, "Gidelim."

İstasyon dışına çıktıklarında, "Nereye efendi?" diye sordu arabacı.

"Şıhalı Dadaşov'un kervansarayına." Hep orada kalırdı.

Üç kollu lâmbalarla donatılmış sokaklarda Rus askerleri hemen seçiliyor, sivil Ruslar ve Avrupalılar fark ediliyor, AzerbaycanlIlar, Ermeniler, Gürcüler ve daha bilmem kimler arasında Müslüman kadınlar çarşaflarına bürünmüş hızlı hızlı yürüyorlardı. Genç olanların peçesi örtük, yaşlı olanlarınsa yüzleri kısmen açıktı. Çeşitli alfabelerde tabelâlar, atlı tramvaylar, faytonlar, tek lük otomobiller, süslü örtüleriyle develer, atlar, katırlar, eşekler, kervanlar, sivil, asker, kadın, erkek kalabalığı içinde bir şamatadır kopuyor, Bakü'de de hayal akıp duruyordu. Settarhan az çok alışıktı bu izdihama fakat daha farklı bir heyecanın varlığı da gözünden kaçmadı.

"Ne oluyor?"

"Grev var" dedi arabacı, "Az ileride de miting var."

Çok ilerlememişlerdi ki yol tıkandı. Gürültülü patırtılı göstericilerin, Sofya ve Vasili gibi ihtilâlcilerin arasında kalmışlardı.

"Biraz dolaşarak gideceğiz" dedi arabacı, "Çare yok. Yoksa miting bitene kadar burada kalırız."

Böylece Bakü içinde uzun bir yolculuğa çıkmak zorunda kaldı Settarhan. Gideceği yer şunun şurasında Nikolayevski Caddesi'ydi ama Bakü'nün neredeyse girmediği sokağı, geçmediği caddesi kalmadı.

Kaba kumaştan rengi atmış, eprimiş bir palto giyen arabacı güler yüzlü, dişsiz, sükûnetli bir adamdı. Yol uzadıkça, bir yandan atları idare ediyor diğer yandan önlerinden geçtikleri malikâneler hakkında bilgi veriyordu. Her biri hakkında anlatacak bir hikâyesi, söyleyecek bir sözü, verecek bir dersi vardı. "Zenginin malı züğürdün çenesi..."

Settarhan bu kâşanelerin şöhretini bilirdi; çoğu yoksulluktan gelerek petrol zengini olmayı başaran AzerbaycanlI neft milyonerlerinin ardı ardına dizilmiş konaklarıydı bunlar. Ama yüzlerce müşteriyi kapısından bile içeri giremeyeceği bu malikânelere getirip bırakmış olan arabacının keskin bir bakışı vardı ve "Aha bu!" diye başlayan her cümlesi parıltılı hayatların daha çok kederli sayfalarına bağlıydı. İlâhî kazanın zenginleri de perçeminden yakaladığından teselli çıkaran bütün eksik hayatlar gibi onun da bir eşitlik felsefesi geliştirdiği besbelliydi. Büyük felâketin zenginle züğürdü eşitlediğine dair felsefesi yapılmamış eşsiz sezgisel teselli.

Atlar ahenkle adım atarken arabacı öyle şeyler anlatıyordu ki Settarhan geveze bir arabacıya rastladığını zannederken yol yolak bilen ve anlatacak hikâyeleri olan arif bir adamla karşılaştığını anladı. Yanılmıştı, onun tavrında "Zenginin malı züğürdün çenesi"nden çok, hayat karşısındaki bütün mağlubiyetlere dair bir hesaplaşma vardı. "Bize nasip olmadı ama o başardı." Ve bu zenginliğin dünyalar yerinden oynasa eksilmeyeceğinden de adı gibi emindi. Böyle bir serveti ne eksiltip yerinden edebilirdi? Hiç!

"Adın ne senin arabacı?" diye sordu Settarhan.

"Necef."

Necef; kendisini ilgiyle dinleyen, ismini merak eden bir müşteri bulmaktan memnun, anlattıkça anlatıyordu. Gorçakovskaya Caddesi'nde biraz ilerlemişlerdi ki arabacı bir malikâneyi işaret etti.

"Bak, bu da Bakü Cemiyet-i Hayriye binası, İsmailiyya."

Hayriye binasının kapısından girip çıkan düşkün insanları gösterdi:

"Bunlar Osmanlı muhacirleridir. Şehirleri Rus işgaline uğrayınca büyük kısmı Anadolu'nun batısına doğru hicret etti. Bir kısmı da buraya kadar geldi zavallıların. Cemiyet-i Hayriye hepsinin de elinden tutmuştur."

Nihayet Ş ıhalı Dadaşov'un kervansarayı göründü.

Settarhan, yükünü odasına kadar çıkaran arabacıya, "Sen biraz bekle" dedi.

"Birazdan ineceğim. Bizim dükkâna gideceğiz."

Necef, müşterisini beklerken bir sigara yaktı. Atının kulaklarını okşadı, terini sildi; bir iki tatlı söz mırıldandı, gönlünü aldı. Az sonra Settarhan göründü.

Dörder halıyı her iki omuzuna atmış hamallardan biri, hiç yükü yokmuş gibi sakin adımlarla çıkarken Settarhan Bakü'deki şubeye girmişti. Mirza Han'ın kadim ortağı geçen sene ölmüş, onun yerini oğlu almıştı fakat alçak iskemlesini duvara dayamış, çoktan yarı uykulu yarı uyanık bir tembelliğe varmış şu adamın, aradığı ortağın ta kendisi olduğunu anlayınca Settarhan pek memnun olmadı. Şu genç çırak olmasa deminki hamal dükkânı kaldırıp götürse meselâ, bunun ruhu duymazdı. Uyanan adam dün istasyona gelemediği, çırağı da gönderemediği için uzun uzun dil döktü, özürler diledi. Settarhan "Bundan yarar gelmez" diye geçirdi içinden, "Hayırsızın biri. Hesapları iyice incelemek lâzım." Üstelik pişkin adam, teslimat vakti gelen üç halıyı da dükkândan ayrılırken Settarhan'a yüklemeye kalkışmasın mı? Kalabalık bir dilenci lisanıyla yalvar yakar oluyordu:

"Beyzadem, senin araban bekliyor bak. Savaş zamanı araba bulmak çok zor. Grevler, mitingler Bakü'nün altını üstüne getirdi."

Settarhan tam tersleyecekti ki adam "Neft milyonerlerinden birine gidecek kıymetli halılar bunlar; altın ve gümüş ipliklerle işlenmiş. Servet ki ne servet. Ben dükkânı bırakamam. Çırağa da teslim edemem. Alır kaçar soysuz. Seni Allah gönderdi" dediğinde durdu. Her nedense aklına Piruz'un babasına hah teslimatına gittiğinde karşılaştığı sahne geldi. Aman Allah saklasındı. Ama sonunda razı geldi.

"Olur" dedi. "Yükle arabaya."

Tam arabaya binecekti ki adam arkasından yetişti.

"Beyzadem" dedi "Karaşehir'de Villa Petrolea'ya teslim edilecek bir hah daha var. Demem o ki madem araba ayağının altında..."

"Yükle" dedi Settarhan adamın daha fazla konuşmasına tahammül edemeyerek. Bu adamın yanından ne kadar erken ayrılsa o kadar iyiydi. Adresler alındı, isimler yazıldı.

"Sür bakalım Necef" dedi Settarhan. "Senin neft milyonerlerinden birinin sarayına gidiyoruz şimdi. Oradan da

Karaşehir'e."

Necef, yol boyunca yine hikâyeler anlatmaya başlamıştı. Tiyatro binasının önünden geçerlerken Üzeyir Hacıbeyov'un "Aslı-Kerem" operasının ismini okudu Settarhan afişte. Hayret! Aralarındaki "ile" kalkmıştı. Neft milyonerinin malikânesine geldiklerinde ise kapıyı açan uşak Settarhan'a öyle bir baktı ki, "Acaba milyonerin kendisi bu mu?" diye geçirdi içinden Necef.

Settarhan ikinci katta geniş bir salona alınmıştı.

"Bekleyin, haber vereyim" diyerek giden uşak çok geçmeden geri döndü.

"Beyefendinin İstanbul'dan konukları varmış. Biraz beklemenizi rica ederek özür diliyorlar."

İkram dolu bir tepsiyi bırakarak sessizce geri çekildi.

Settarhan koca salonda yalnız kalmıştı. Öyle hisseti ki, böyle bir malikâneye

herhalde Petersburg'da bile az rastlanırdı. Pencereler yüksek, kapılar çift kanatlı, tavan yaldızlı, oymalıydı ve duvarlardan biri baştanbaşa kitap dolaplarıyla kaplıydı. Yağlıboya tabloları, avizeleri, mobilyaları inceledi bir müddet Settarhan, halıların kıymetini kestirmeye çalıştı. Masanın üzerindeki dergilere, kitaplara göz attı. Yeni Füyüzat, ŞelâleKardaş Kömeği; İstanbul'dan gelme pek çok dergi, gazete, kitap. Bazı sayfalar kıvrılmış, araya işaretler konmuş, kimi satırların altı çizilmiş, yanma notlar alınmıştı.

Koltuğa iyice gömülüp, bacak bacak üstüne atan Settarhan, Yeni Füyüzat 'ın baş makalesini okumaya başladı. Yazar, Azerbaycan Türklerinin lisanından Arapça ve Farsça sözcüklerin ve tamlamaların atılması gerektiğini söylüyordu. Şelâle 'nin baş makalesi ise İstanbul'daki Türkçülerin faaliyetlerinden bahsediyor ve yazı sahibinin bütün Türklerin kültürel anlamda birleşmelerini gerekli gördüğü anlaşılıyordu. Bunlar hoşuna gitti Settarhan'ın ama nasıl olacaktı? Açık Söz 'ü eline aldı bu kez. Meşhur Mehmet Emin Resulzade'nin gazetesiydi bu. İlk sayfadaki yazı genç kuşağa Türk olduklarını öğretmek, kim olduklarını hatırlatmak

zamanının geldiğini kaçınılmaz bir gereklilik olarak gösteriyordu. Settarhan gazeteyi masanın üzerine bıraktı, arkasına yaslandı. Ağzına birkaç fıstık attı, bu kez Gaspıralı'nm Tercüman 'mı okumaya başladı. Gasptralı "Dil, lisan itibarıyla hep Türk dili ile söyleşirler, hep Türk'türler" diyordu. Cümlenin son kısmını ezberledi Settarhan; "Hep Türk dili ile söyleşirler, öyleyse hep Türk'türler." Kardaş Gömleği 'ni karıştırmaya başladığı sırada neft milyoneri içeri girdi, geciktiği için özürler dileyerek Settarhan'ın karşısındaki koltuğa oturdu. Tanışma faslı ve hal hatırdan sonra bir saat boyunca Tebriz'in, Tiflis'in ve Batum'un durumlarını sordu, Settarhan'ın anlattıklarını ilgiyle dinledi. Öfkelendi, kederlendi, teslimattan sonra misafirini kapıya kadar yolcu etti. Ayrılma anında:

"Cemiyet-i Hayriye binamızı ziyaret ettiniz mi?" diye sordu nazikçe, "Vaktiniz olursa uğrayın lütfen."

"Uğrarım, yarın."

Arabaya binerken düşünceliydi Settarhan. Bambaşka bir dünyanın varlığını fark etmişti ve dünya sadece halılardan ibaret değildi.

"Haydi" dedi Necef'e, "Şimdi de Karaşehir'e gidelim."

Petrolün çıkarıldığı ve trenlerle, gemilerle sevk edildiği Karaşehir, bir ormanın ağaçları gibi göklere uzanan binlerce petrol kuyusu, yüzlerce fabrika, bir o kadar imalâthane ile şehir içinde şehirdi. Araba çok ağır bir petrol kokusu arasında tıngır mıngır ilerlerken Settarhan hem Latin hem Rus harfleriyle yazılmış işletmelerin isimlerini okuyordu bir yandan. En görkemli olanlar belliydi: "Nobel", "Rotschild". Atlı polisler, kazıcılar, fıçıcılar, borucular arasından geçerek biraz daha ilerlediklerinde ise Settarhan'ın içi önce yandı sonra bulandı. Dünyanın iki yüzü bir arada yaşıyordu burada. Aras nehrinin kuzeyine geçen yüzlerce İranlının, AzerbaycanlInın da toplandığı yerdi Karaşehir. Petrolün işlenmesi ümit kapısı olmuş, binlerce işsiz buralara kadar gelmişti ama bu kara denizde yüzmek kolay değildi.

Bellerine kadar petrol denizinin içinde geçen saatlerden sonra kuyuları temizlerken sakatlanmak kaçınılmazdı örneğin, ölmek işten bile değildi. Lâkin ölümcül işler bile çoktandır tükenmişti. Ümitleri, hayalleri ölü balıklar gibi kıyıya vurunca bir milliyetleri kalmamıştı hiçbirinin ve şimdi tek ümmete mensuplardı: Dilenci.

İki taraftan uzanan eller Farsça, Türkçe, Kürtçe daha bilmem nece ama hepsi de yoksulluğun dilinde yalvarmaya başlamıştı bile. Yoksulluk, burada gençleri vaktinden evvel ihtiyarlatmış, çocukları ateşinde yakarak kavurmuştu; insanları arsızlaştırmış, feda edilmesi en zor olan duyguları, onuru ve utanmayı en evvel tahrip etmiş, sonra kökten budamıştı. Arabacı hızlandı.

"Efendi, buradan çabuk geçelim."

Ama anında duraklamak zorunda kaldı. Yaşarken ölmüşler, ölmüş de sürünenler sürüler halinde önlerini kesmişti düpedüz. Arabaya uzanan ellerin arasında çocuklardan biri Settarhan'la göz göze geldiği an yalpaladı, kıvranarak yere yuvarlandı.

Arabacı "inanma beyim" dedi, "Tiyatro yapıyor."

Yoksulluğu tanırdı Settarhan, bu evet, acımasız bir temsildi belki. Ama şu yüzün sefalet sarısı var ya, işte o hakiki. Elini kesesine atsa, mümkün değil. Hangisine yetecekti? Ortaya çıkaracağı tek akçe çığırından çıkmış şu fukaraların birbirini ezmesine sebep olurdu sadece.

Neden sonra yola devam edebildiklerinde, az ileride, eteklerini dizlerine kadar sıyırarak suya girmiş kadınları işaret elti Necef:

"Neft sızıntısı topluyorlar."

"Ne yapacaklar bu kadarcık nefti?"

"Ya yakacaklar ya satacaklar. Fukaralık işte!"

Villa Petrolea'ya yaklaştıklarında ise petrolün kara yüzü arkalarında kalmış, ışıklı yüzü başlamıştı. Avrupalı erkekler, kibar hanımlar rıhtım boyunca yürüyorlardı, petrolün kara dumanı onların ne beyaz dantellerine ne de ipek gömleklerine

bulaşmıştı. Nobellerin devasa armasını göstererek "Geldik beyzadem" dedi Necef.

Karaşehir, şehir içinde şehirdi ama Villa Petrolea evleri, okulu, tiyatrosu, kilisesi, parkı, hastanesi ile o şehrin de içinde şehirdi. Orada konfor uğruna hiçbir zahmetten ve masraftan kaçınılmamış, fidanlar ve çiçekler bile İtalya'dan ve Fransa'dan getirtilmişti.

"Cennet kurmuş kendilerine bu gâvurlar. Kum gibi para dökmekten çekinmediler beyim, kazandıkları o kadar çok ki..." diye söylenirken Necef dizginleri bıraktı, "Peh!" diye dizlerini dövdü.

Settarhan "Dizginleri ne zaman eline alacak acaba?" diye geçirdi içinden ama sesini çıkarmadı. Atlar munis, sürücü ustaydı.

Teslimat için köşklerden birinin önünde durduklarında hizmetkâr içeri davet ettiyse de Settarhan girmedi. Halıyı, ismi yazılı kişiye kapının önünde teslim etli. Rusça anlaştılar; İsveç vatandaşı ama Rus yatırımcı!

Çıkışta Settarhan Nobellerin kapı üzerindeki armasına uzun uzun baktı. Üzerinde, dört bacasından alevler fışkıran bir ateşgedenin resmi vardı.

"Nobellerin arması Surahanı tarafındaki ateşgedenin resmidir" dedi Necef. "Fabrikalarının üzerinde de aynı arma vardır."

"Bakü'de ateşgede mi var?"

"Var ya. Hemi de çok büyüktür. Avrupalılar pek meraklıdır, gidip görürler."

"Necef" dedi Settarhan, "Yarın erken gel."

"Olur ağam."

Sabah serininde, "Nereye efendi?" diyen Necef'e "Ateşgâh'a" dedi Settarhan. "Bütün Bakü'yü gösterdin bana. Bir de orayı görelim."

Cemiyet-i Hayriye ziyaretini bir başka bahara bırakmıştı.

Yanan yamaçları, dumanı tüten tepeleri geçip de Ateşgâh, görüş mesafesine girdiğinde dört bacadan püsküren alevlerin göğe doğru yükseldiğini gördü Settarhan, biraz daha yaklaştıklarında kadınlı erkekli ecnebilerin avluyu doldurduğunu fark etti. Bunlar hatırlı kişiler olmalıydı Necef e bakılırsa. Yoksa bu ateşler her zaman böyle yanmaz, bu şehrayin dilleri her zaman böylesine uzanmazdı.

Settarhan çardak altındaki ateş havuzunun yanına yarı çömeldi. Oluk oluk alev dillerine uzun uzun baktı. Hararetten neredeyse saçları tutuşacaktı. Bir ateşgâhın eteğinde geçmişti çocukluğu ama alev alev yanan bir ateş ağacını ilk kez görüyordu.

Piruz'u düşündü. Acaba burayı görmüş müydü?

Dışarı çıktığında "Yavaş sür" dedi Necef'e. Derin düşünceler içinde, pırıl pırıl bir mavilikte kararmaya başlayan gökyüzüne, ufka doğru alçalmış güneşe, batı ufkunda daha güneş batmadan yükselen pırıl pırıl yıldıza bakarak şehre vardı. Güneş çoktan batmıştı. Odasına çıktı. Yükünü topladı.

Ertesi sabah geldiği yolları gerisin geri kat etmek üzere yola koyuldu, i ren hareket ettiği anda Bakü'ye son kez baktı. Nice yıldır Bakü'de petrol çıkıyordu. Çıkmaz olaydı. Ya da çıktı, işleyenin elinde kalaydı, içi acıyla burkuldu. Kafkasya'nın en yalnız ülkesiydi Azerbaycan. Yarısı İran'da

kalmış yarısı Rusya'nın payına düşmüştü.

Dayanacağı, OsmanlI'dan başka dağ yoktu lâkin o da nicedir devriliyordu.

Settarhan gidebildiği yere kadar trenle gidecek, sonrasında arabayla, atla, kervanla devam edecekti yola, ne bulursa. Gül küpeler hâlâ kesesinde, bir an evvel Azam'a kavuşsun da.

Yarı uykulu yarı uyanık, başını kompartımanın camına yasladı, bir süre sonra sarsıntıyla uyandı. Tren dağlık ara istasyonlardan birinde durmuştu.

Settarhan kendisini derme çatma çayhanelerden birine attı. Dağ, kış soğuğunu şimdiden duyurmuştu. Elini siper edip kapının kirli camından içeri baktığında kandillerin ölgün sarı ziyasında bile, çayhanenin tıka basa dolu olduğunu gördü.

Kapıyı itti, rüzgârıyla birlikte içeri girdi. Oturacak yer bulamayınca borusu nar kesmiş kocaman kömür sobasına ellerini uzatarak ayakta dikildi. Sarı semaver, buharlar çıkararak kaynıyordu ve kocaman karnı bir orduya yetecek kadar su almışa benziyordu.

Sobanın hemen yanındaki kalabalık gruptan beş kişi kalkınca Settarhan boşalan yerlerden birine oturdu, çay bardağını ellerinin arasına aldı. Masadakilerin konuşmaları bu gürültü arasında bile ister istemez kulağına çalınınca gayriihtiyarî başını kaldırdı, her birinin yüzüne ayrı ayrı baktı. Sofya'nın bahsettiği kaynayan Rusya'nın bütün yüzleri gibiydi bu yüzler de. Kimi sekseninde ama otuzunda görünüyordu, kimi de otuzundaydı lâkin seksen gibi duruyordu. Ama hepsinin yüzünde hayat gailesinden bunalmış o aynı bakış vardı ve hepsinin tırnaklarının arası aynı mürekkebin boyasıyla kapkaraydı. El nasırı, tırnak kiri Rusya'nın bu tabakasında şaşılacak bir şey değildi fakat Settarhan onların kendi aralarında harften, mürekkepten, kâğıttan bahsettiğini işitince dikkat kesildi. Kâğıt vardı sözcüklerinin arasında ama kalem yoktu. Baskı türlerinden, harf çeşitlerinden bahsediyorlardı fakat akılları en fazla ne kadar para alacaklarındaydı. On yedi kişi. Beşi de kalkmıştı az önce, demek toplam yirmi iki kişilerdi.

O    sırada kapı açıldı. Yüzünden bezginlik akan istasyon görevlisi trenin makas kırdığını, yolcuların bir süre burada kalacaklarını sanki duyulmasından çok duyulmamasına dikkat ederek açıkladı. Bu "bir süre"nin ucu açık kalmıştı, bir saat de olabilirdi bir gün de. Settarhan'ın canı sıkıldı. Çay dolu tepsiyle dolaşan delikanlıya masadakileri işaret etti.

"Buyurun" dedi, "Çayımı için."

Çay, iki kelâmın kapısını açmazsa bu vakit geçmezdi.

Kimi konuşmaya dünden razıydı kiminin ağzını bıçak açmadı. Kimi bir başlayınca bir daha susmayan kimi sustu mu bir daha konuşmayan cinstendi. Saatler saatleri kovaladı, dışarıda sel gibi bir yağmur başlamıştı ve istasyon

görevlisinden haber yoktu. Çayların biri geldi biri gitti, isimlerini unutacaktı Settarhan her birinin ama maceraları yüreğini burktu.

Yollara düşmüş, ev ocak ne varsa arkalarında bırakmış, ta Petrograd'dan Batum'a giden matbaa işçileriydi bunlar. Sonra? Sonra deniz yoluyla Trabzon'a geçeceklerdi. Ne yapacaklardı ki orada? Trabzon'daki Rus takviye kuvvetlerinin komutanı General Schwartz çağırmıştı onları. General büyük adamdı, Trabzon'da bir gazete çıkarmıştı, işte bu yirmi iki kişi o gazetenin baskısını yapmaya gidiyordu.

"Gazete mi?" diye hayretle sordu Settarhan. "Ruslar işgal ettikleri şehirlerde bir de gazete mi çıkarıyorlar?" Demek o kadar çok kalacaklardı. "Hem iyi de bu gazeteyi kim okuyacak?"

Grubun galiba en yetkilisi, işinin en tecrübelisi alaycı bir bakış fırlattı Settarhan'dan yana.

"Türk" diye hitap etti. Türk'ü iyice üzerine basarak söylemişti. "Trabzon'u işgal eden orduda", cümlesinin Settarhan'a ait olan bu kısmını iyice tırnak içine almıştı, "Ne kadar çok yazar, ressam, arkeolog, tarihçi, bilim adamı olduğundan haberin var mı senin?"

"Yok!" Settarhan'ın bunlardan haberi yoktu.

"İsmi ne olacak gazetenizin?"

"Voenniy Listok."

Settarhan Vöenniy'in ne anlama geldiğini biliyordu ama Listok'u çıkaramadı. Sormaya fırsat kalmadan istasyon görevlisi bir daha göründü kapıda, bu kez sesi daha gür çıkıyordu, tren hazırdı.

Ayağa kalktıklarında Settarhan içlerinden birinin ayağının aksadığını ama hepsinin sırtlarında taşınamaz bir yük varmışçasına omuzlarının bir araya toplandığını fark etti. Şu iki günlük dünyada herkes çoluk çocuğunun boğazından iki lokma ekmek geçirmek derdindeydi. Bu adamların haline acıdı ama bu adamları bu hale düşürdükleri gibi Trabzon'u da Tebriz'i de işgal eden Ruslara içinden küfürler savurdu.

Şunun şurasında Batum'dan birkaç adım ötedeydi Trabzon. Dünyanın her yeri kaynarken işgal altına girmemiş çok az yer kalmıştı neredeyse haritaların üzerinde. Ama ateş düşüğü yeri yakıyordu ve Allah Trabzon'dakilere de Tebriz'dekiler gibi açışındı.

Trende ise bambaşka biri ile tanıştı. Bakü'den trene binmiş fakat bu ara istasyonda Rus trenlerinin bitip tükenmeyen bilet kargaşalarından birinin kurbanı olarak yer değiştirmiş biri. Karşı karşıya oturuyorlardı. Giyiminden onun Türk olduğunu anladı Settarhan, selâm verdi, "Aziz can" diye söze girdi. Adı

Mehdi'ydi bu güler yüzlü gencin ve o da Trabzon'a gidiyordu.

"Ne yapacaksın Trabzon'da?"

Mehdi güldü. "Demin konuştuğun adamların yıktığını yapmak için."

Çayhanede Settarhan'ı Rus matbaa işçileriyle tatlı bir sohbete dalmışken görmüştü Mehdi. O ve arkadaşları ise Bakü Cemiyet-i Hayriyesi'nin gönüllülerindendi. İşgalin başladığı günden bu yana Trabzon'daydılar. Bir ara Bakü'ye dönmüş olan Mehdi şimdi tekrar Trabzon'a gidiyordu ve işgal bitene kadar da orada hizmetten el çekmemeye kararlıydı.

Settarhan o zaman Bakü'deki neft milyonerine Cemiyet-i Hayriye binasını ziyaret edeceğine dair verdiği sözü, daha kötüsü kalbine kuvvetlice vurup aynı şiddette geri çekilen her şey gibi bu sözü de ertelediğini hatırladı. Çok utandı.

Kendime geldiğimde İsfahan'daki oteldeydim ve Irac dizenin ikinci kısmına geçmişti.

Hemi derdem hemi dâğem

Başımı yastığa bıraktım. Hiçbir felâketin neft milyonerlerini gariban arabacıyla eşitleyebileceğine inanmayan Necef'i düşündüm. O servet o malikânelerde dağ gibi dikilip dururken Necef böyle bir ihtimale gülüp geçmişti. "Ah Necef!" diye geçirdim içimden. Keşke sana

söyleyebilseydim. Senin başını anlattığın bütün bu hikâyelerin bir de sonu olduğunu, Bakü Sovyet egemenliğine girdiğinde neft milyonerlerinin hepsinin servetinin bir gecede sıfırlandığını; bu dünyadan, geldikleri gibi yoksulluk içinde gittiklerini, hatta kiminin intihar kiminin firar ettiğini, kiminin infaz edildiğini. Söyleyebilsem de inanmazdın. Neticede ben herkes gibi senin için de bir Kassandra'ydım.

Bir de, Rusça konuşmuşlardı ve ben anlamıştım. Onları da dillerin bağlandığı ana kaynağın ortak diliyle mi anlamıştım? "Hadi ama!" dedim kendi kendime sonra. Bunca şeye hayret etmiyorsun da bir konuştuklarını anlamana mı hayret ediyorsun? Fotoğrafların dünyasına girerek zaman ve mekân atladığım bu rüya nizamında artık hiçbir şeyin gayrimümkünü kalmamıştı. Bıraktım düşünmeyi. Uykuya nasıl daldığımı hatırlamıyorum.

Sabah. Zağros Dağları'nın ovaların gerisindeki saltanatlı silsileleri, daha da etkileyici olan yalnız ve ihtişamlı tepeleri arasında Şiraz yoluna düşüyoruz sonunda. Bulutların gölgesi altında aniden yükselen testere dişi ya da sünger görünümlü bu yalçın dağlar ancak minyatürlerdeki kadar gerçek ve Iran en fazla dağları demek.

Işığın, toprağın ve gölgenin tülüne bakarken sonsuzluk duygusu dört bir yanımı kuşatsa da mütevazı piknik halimize dönüyoruz yeniden. Tavus kuşlu battaniyemizi piknik alanlarına sererken ucundan tutmaya, ayaklarımı toplayarak kenarında oturmaya alışmışım. Otel değiştirerek, çanta açıp çanta toplayarak, gece konaklayıp sabah devam ederek, her şehrin "Tamam, bu yeter" dedirten anından sonra yeniden yola koyularak, dört tekerlek üzerinde olmayı artık doğal addederek alışkanlıklarımla uyuşmayan bu seyahat tarzına ben de dâhil olmuşum çoktan.

Ön koltukta, gözlüklerinin ardından bir erkân-ı harp reisi gibi harita inceleyip güzergâh çıkaran Zöhre Hanım, "Yolda Persepolis var, ona akşamüzeri girmek lâzım" diyor. Zöhre

Hanım da artık bu hikâyeye tanıklık eden yol arkadaşı, hep birlikte Behzat Amca'yı bulmaya gitmiyor muyuz?

Persepolis önümüzde uzanırken her şey altın rengi sisin ardında bir rüya renginin içinde yüzüyor. "Persepolis'e akşama inerken girmek lâzım" cümlesinin anlamını nihayet çıkarıyorum. Benim başım dönüyor. Bu kadar yüklemeyi bu kalp kaldırır mı? Perdeler açıldıkça açılıyor.

Sıcaktan soluğum tıkanarak Persepolis'in hiç bitmeyecekmiş gibi görünen sütunlarına, merdivenlerine, basamaklarına bakıyorum. Taşları arasından yabanî otlar fışkıran bu terkedilmiş şehir kendi zamanını yaşıyor. Gruptan ayrılıp basamakları yavaş yavaş tırmanıyorum. Güneş arkamdan batıyor, ben doğuya doğru yürüyorum demek ki. Yan tarafımdaki duvarların kabartmalarına, Persepolis'in ufku gözetleyen ebedî bekçilerinin üzerine düşen gölgemi seyrederek tören salonuna giriyorum.

Her şey taşlara kazınmış burada. Çok güçlü, çok gösterişli, kıvırcık saçlı, kıvırcık sakallı, esmer, kara gözlü, hepsi de birbirine benzer krallar hâlâ o taşların üzerinde düşmanlarını boğazından yakalamış toprağa çökertiyorlar. Rüzgâr saçlarını uçururken hâlâ güçlü parsları, korkutucu arslanları bir hançer darbesiyle yerle bir ediyorlar. Hâlâ dünyayı paylaşamıyor, hâlâ doymuyorlar. Badem gözlü, bal dudaklı tanrılarına adaklar adarken onlar da tanrısallaşıyorlar. Pers halkı eğlensin diye, taş kesilmiş bir anın sonsuzluğunda onlar biteviye zafer kazanıyorlar. Oysa MakedonyalI İskender'in Persepolis'i yakıp yıkacağı, sonra da rüzgâra, güneşe, yağmura, depreme yani kendi kaderine terk edeceği günler hiç uzak değil. Persepolis'in de bütün benzerleri gibi vurulması yakın çünkü o da görkeminin zirvesinde.

Şehre girer girmez sadece Şiraz'da yetişen servinazları, o tatlı endamı tanıyorum. Minyatürlerde ve şiirlerdeki küçük, narin servi bu işte. Şiraz derin sükûnetlerin şehri. Bir havuz, üç beş servinaz; burada her pencere gerçekten bir Acem bahçesine açılıyor. Hafız'ın da Sadi'nin de bu yerli olmasına

hiç şaşmamalı. Ali Şeriati, Moğol İstilâsı esnasında şairlerin gülden bülbülden bahsetmiş olmasına ateş püskürse de bu şehirde gülden bülbülden bahsetmemek mümkün değil ve ne Moğol kalmış geriye ne savaş, sadece Hafız var.

Kervansaraydan bozma bir otelde odalarımıza çekiliyoruz. Ertesi sabah uyandığımda pencereyi açıyorum. O kadar yoğun bir ışık var ki bu loş han odasından dışarı baktığımda kör olacağım sanıyorum, geçici bir karanlıkta yolumu bulamıyorum. Fakat "Hafız'ın kabri olan bahçe"ye gidecek olmak duygusu çok güzel. Yol boyunca Hafız'dan beyitler geçiyor aklımdan. Oymaya, yaldıza, ışığa, parıltıya, saltanata, renge, hayale, hülyaya teşne bu ırkın dili de ihtişamlı.

Settarhan'ın tefeülünü hatırlıyorum gülümseyerek:

Serti kirpiklerimle öldürürüm diyen yâr Aman sakın durmasın öldürürse öldürsün

Nihayet Hafız'ın havuzlu bahçesinde, dizi dizi servinazların arasından geçerek kabre varıyoruz. Yüksek sütunların taşıdığı mavi çinili bir kubbenin altındaki lâhitte yatıyor. Sağda solda mavi Iran yasemenleri.

Hafız'ın başı kalabalık. Oysa ben mermerine dokunmak, taşma başımı yaslamak istiyorum. Beklerken bahçedeki bir satıcıdan kendime küçük, zarif ciltli, çok güzel minyatürlerle bezenmiş bir Hafız Divanı alıyorum.

Zöhre Hanım "Divan-e Hafız" diyor elimdeki kitabı işaret ederek, "Bundan tefeül ederler."

"Biliyorum."

Divan 'ı rastgele açıyorum önce. Sonra sol taraftan dört sayfa geri gidiyorum. Gözüme çarpan ilk beyti işaretlemek üzere sayfanın kenarını kıvırıyorum. "Bir müsait zamanda Selman Bey'e ya da Zöhre Hanım'a tercüme ettiririm" diye düşünerek Hafız Divanı 'm da sırt çantamın iç gözüne, Behzat Amca'ya vereceğim sarı kehribar tespihin yanma atıyorum.

Kabrin etrafı bir ara tenhalaşınca yaklaşıp ak mermerin üzerine kapanıyor, alnımı kızgın taşa yaslıyorum; alev alev yanan mermer bir lahit Hafız'ınki. Ve ben orada uzun zamandan beri ilk kez ağlıyorum. Önce iki damla gözyaşının, ruhumun bana da yabancı çok derin bir muhitinden ağır ağır ve sancıyla koptuğunu, gözümün pınarına doğru ilerlediğini hissediyorum. Sonra o iki damla yaş kirpiğimin ucundan da kopuyor; duru ak mermerin üzerine düşüyor. Bana kalsa mermeri eritmesi gerek bu iki damla yaşın ama sadece çiçeklerin kıvrımları arasındaki vav'ın gözüne sızıyor. Sonra bütün yorgunluklarımı burada, bu kabrin başında bırakırcasına, yıllardır tuttuğum bütün ağlayışları, bastırdığım bütün haykırışları salıverircesine, bütün kâbuslardan uyanırcasına, sarsıla sarsıla, hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Dünyanın bütün yükü çekiliyor omuzlarımdan, bir dağın altından kalkıyorum. Sanki biri ilk kez beni böylesine koruyor. Her şeyin üzerine gölgesini salmaya alışkın kalbim, ondan ne aldığını bilmiyor ama Hafız'ın kabrine de gölgesini bırakıyor.

"Dedi: Hafız sus, bu da geçer" diye mırıldanıyor biri.

Omuz başıma bir melek esintisi dokunuyor. Sanki biri bir gül bahçesinin ortasında namaza duruyor da o kıyamdayken söğüt ağacının yaprakları eğilip omuzlarını okşuyor.

Başımı kaldırıyorum. Yasemen. Bir şey söylesem? Gerek yok. Söylemediklerimi daha iyi anlıyor.

Günün sonunda Şaban hilâli büyürken mescidlerden içli mersiyelerin yükseldiğini işitiyoruz; Hazret-i Hüseyn'in doğum gününe denk düşmüşüz. Otele dönüyoruz sonunda. Çok yorgunuz, odalarımıza çekiliyoruz. Yakıcı Iran gecesinde yakındaki bir mescidden Hazret-i Hüseyn'e ve masumelere yanan, Hazret-i Ali'yi özleyen bir mersiye yükseliyor. Pencereyi açıyorum. Çok içli, çok derin ve çok farklı, bambaşka bir dünya bu. Kolay değil, mersiyehan 1400 yıldır sıcak duran bir kanı terennüm ediyor. Hiçbir kalbin böyle acı bir terennüm karşısında korunaklı kalmasına imkân yok.

Bir otel penceresinden de olsa bu bambaşka dünyaya bu kadar yakından bakınca, onun çok çok uzağında olan Zehra geliyor aklıma. Bulunduğum yer de zaman da çok farklı ama Zehra'yı merak ediyorum.

Pencereyi kapatıp çantama uzanıyorum. Teneke kutuyu açıyorum sonra. Bütün fotoğraflara yeniden bakıyorum. Zehra'nın baba evi.

Mersiyehanın mısraları odama kadar uzanırken, Cânem Ali cânem Ali, ben kendimi eski evde, Hacıbey'le Büyükhanım'ın yanında buluyorum. Sofadayız. Bir köşeye çekiliyorum.


6. Kitap

TRABZON'DAN ÇIKTIM BAŞIM

SELÂMET

Mart sonunda soğukça bir sabahtı. Sofadaki mangalın başında Hacıbey abdeste doğrulduğunda Büyükhanım buz gibi suyu ibrikten leğene ağır ağır dökmeye başladı. Soğuk su her bir uzvunu ürperttikçe Hacıbey’in içinden hangi yakarışların geçtiğini bilirdi, aynılarını içinden geçirmeye başladı:

"Allah’ım, şu ellerimin işlediği bütün günahları affet. Şu ağzımın söylediklerini, dilimin dönüp de kelimeye çevirdiklerini, aldığım bütün yasak ve yanlış kokuları, yüzümü çevirdiğim hatalı yönleri, şu kulaklarımın duyduğu duyulmaması gereken sözleri, benim yüzümden benim başıma gelenleri, kendi ellerimle kendi boynuma sardıklarımı ve şu ayaklarımın yürüdüklerini affet."

Hacıbey, takma bacağının ucundaki ayağı da mesh ederken Büyükhanım işlemeli peşkiri uzattı. Bacağını katlamasına yardım ederek Hacıbey’i sedire oturttu, kendisi de yanma olurdu. Başını kaldırdı, kırk yıllık kocasının, gençliğinin tanığı olan ve gençliğine tanık olduğu adamın yüzüne baktı. Büyükhanım’ın gözlerinin altı da Hacıbey’inkiler gibi halkalanmıştı, yüzünde ölüm sarısı geziniyordu ve dudağı sağ taraftan uçuklamıştı.

Zayıf, ürpertili bir sesle, "Hacıbey" dedi. "Ne yapacağız?"

Dün gelmişti haber. Hacıbey günde beş nöbet bağıran tellâllardan duymuş, duymakla kalmamış valiliğin beyanatını da okumuştu. Gökler başının üzerinde dönerken midesine sancılar saplanmış, damarlarından kan çekilmişti. Bir yerlere tutunmak istemiş, cami avlusunda korkuluklara dayanmıştı. Tellâllar diyordu ki:

"Muhacirlik var, emir çıktı. Vali Cemal Azmi Bey şehir merkezini Ordu'ya taşıyor. Bu itibarla halkın şehri boşaltması, Giresun tarafına doğru acilen yola çıkması, ayağına bağ olacak eşyayı burada bırakması, ancak çok aciliyetli olanları yanma alması, hayatî ehemmiyette olanlardan başkasını yük etmemesi..."

Uzayıp gidiyordu bu duyuru ve tellâlın tokmağı her defasında sanki gergin deriye değil de Hacıbey'in kafasına iniyordu. Bitmiyordu ve hepsi de gelip aynı yere dayanıyordu: Rus ordusunun şehre girmesi an meselesiydi.

Eşya, evrak, bir şehrin hali hazırı ve hafızası, ne kadarı taşınabilirse o kadarı kayıklara, arabalara doldurularak göçe başlamışken Büyükhanım'ın kafasının içinde her şey muazzam bir uğultuyla yerinden oynamıştı. Hani o, "Herkese olur da bana olmaz" zannı, abes duygusu. "Ama niye? Nasıl oldu?" O şaşkınlıkla dizini dövmekten başka yapacak bir şey bulamamıştı ilk anda Büyükhanım. Ama dövünme zamanı değildi, aklını başına tez topladı. Düşünmenin, akletmenin zamanıydı şimdi, hayatta kalmak için ne yapacağına ne edeceğine karar vermek zamanı. Lâkin bu kadarını düşünse bile uzun zamandır ne yaptığını bilmediği gibi şimdi de ne yapacağını bilmiyordu.

Düşmekten korkar gibi Hacıbey'in koluna tutundu. "Bir felâket bir başka felâketi kovar, korkma" diye teselli ederdi annesi başlarına bir musibet geldiğinde. Yanlış çıkmıştı. Felâket felâketi çağırıyordu işte. Takılmış bir nakarat gibi aynı cümleyi tekrarladı:

"Hacıbey, ne yapacağız?"

Hacıbey'inse, açmak istemediği halde hiç kapatamadığı defterler zihninin içinde burgulandı. O "Yeter!" derken kader "Daha yok mu?" demişti. Kapanmayacak bir yaraları zaten varken her gelen bir öncekinin üstüne tüy dikmişti. Hikmetinden sual olunmazdı elbet Yezdan'ın ama belâ bu. Tam bittiği yerden yenisinin başlaması belâlığın doğasındandı. Başlamasa, zaten belâlığı kalmazdı.

Dört yıldır kolu kanadı zaten kırıktı bu evin. İsmail'lerini alıp giden Gülcemal, emaneti geri getirmemiş, hıyanetlik etmişti, İsmail'den gelen son haber, üzerinde Hilâl-i Ahmer hemşiresinin resmi olan kartpostalın arkasında kalmış, bir daha da haber çıkmamıştı kendisinden. Balkan Harbi bittikten sonra 87. Alay gibi Gönüllü Taburu'ndan da bir iki kişi dönebilmişti ancak geriye. Çelil Hikmet dâhil komutanından erine kadar geri dönmeyenlerin hepsinin ailesine şehitlik kâğıtları

dağıtılmıştı, bir tek İsmail hariç. Hacıbey hükümet dairesine, askeriyeye gitmişti defalarca. Sorup soruşturmuştu. Yok işte! Herkesin şehitlik kaydı vardı da hiç kimsenin İsmail'den haberi yoktu. Usanmamıştı Hacıbey. İstanbul'a haftalar boyunca telgraflar çekilmiş, koca rütbeli subaylar Hacıbey'i "Bugün yarın" diye bekletmiş, ancak bir yıl üzerine Hacıbey'in eline İsmail'le alâkalı bir kâğıt vermişlerdi. Onda da şöyle yazıyordu:

"Hayatı da mematı da meçhuldür."

Hacıbey sendelemişti askeriye dairesinin koridorlarında. Bir sandalyeye oturtmuşlardı onu. Elindeki askıyı sallayarak oradan geçen ve bu sahneyi kim bilir kaçıncı kez gördüğünü düşünen çaycı bir bardak su uzatmıştı.

Başını iki yana sallamıştı Hacıbey güç belâ bir yudum su içerken.

"Hayatı da mematı da meçhuldür! Öyle mi? Canını kendisi için veren tıfıl askerine devletin verebildiği belge, Meçhul Asker. He mi?"

Gerisini hatırlamıyordu bile. İsmail. Gitti de gelmeyiverdiydi.

O    günden sonra bu evde artık hiçbir şey eskisi gibi olmamış, İsmail'in boynuna dayanan bir sükût bıçağının ucunda her yeni gün eskisine eklenmişti. Her sabah evin bütün halkı kalplerini sıvayan bir balçığın ağırlığında uyanmış, renkler sadece kurşunîye dönmüş, o gün bugün bütün hayatlar öylece sönük yaşanmıştı. Zehra ise büsbütün içine kapanmıştı. Alışması yoktu bunun ama zerre miskal bir ümit! Belki sağdır! Büyükhanım onun hayatının da mematının da meçhul kalmasına razı gelmiş, Hacıbey'e "Gitme" demişti. "Bir daha hükümete de askeriyeye de gitme. Böyle kalsın. Yeter ki ölümü kesin olmasın."

Kolu kanadı kırık turnalar gibi bir evin içinde yaşayıp gideceklerdi belki. Ama aylar geçmiş, aylar yıllara evrilmiş, Balkan Harbi'nin sadece bir önsöz olmasından korkan Hacıbey korktuğuna uğramış, yetmiş iki milleti azgın kollarına alan Harb-i Umumî çıkmış, sonunda işte Ruslar gelip Trabzon'un kapılarına dayanmıştı.

İsmail gittikten sonra Büyükhanım her sabah namazdan sonra ve her gece uykuya dalmadan önce perdeyi aralayarak denize bakmayı âdet edinmiş, İsmail'in meçhul haberinden sonra bile bu âdeti kesmemişti; Gülcemal gemisi aldıklarını geri getirecekmiş gibi. Bu beklentiyle denizin üzerinde doğan ayları, asılı kalmış yıldızları, büyüyen, küçülen hilâlleri, onların devridaimlerini, gökyüzü gibi denizin de haritasını, yaklaşan fırtınaları, kesintisiz sıcakları, kesen soğukları, bitmeyen yağmurları izlemişti. Posta vapurlarını da yolcu gemilerini de bu denizin üzerinde ezber etmişti. Ne zaman gelirlerdi, kaç gün kalır ne zaman dönerlerdi, hepsini bir bir bellemişti. Fakat o sabah gördüğünü daha önce hiç görmemişti.

Önce mahalle camiinin minaresindeki kalabalığı fark etmişti. Hayret! Ezan okunmuştu çoktan, üstelik şerefedeki de sadece müezzin değildi. Denize bakmak Büyükhanım'a hiç o anki kadar korkunç gelmemişti ama bakmış ve göreceğini görmüştü. Rus armadasının ön haberi, kurşunî sabahın sisi ardında heyula gibi iki gemi. Açıkta, toplarını şehre çevirmiş, açılmış bir canavar ağzı gibi yemini yutmaya hazır, bekliyorlardı. Daha önce hiç tatmadığı bir dehşet bütün zerrelerini yakarken Büyükhanım'ın Hacıbey'i uyandırmasına, Zehra'nın, Anuş'un, Keyfiye'nin döşeğine koşmasına, Yıldırım'a seslenmesine fırsat kalmadan ilk gümbürtü işitilmişti. Zangır zangır titremişti kapılar, camlar, çerçeveler. Bir anda gökler kızıla kesmişti. Şafak vaktiydi gerçi ama bu, yangın rengiydi. Hacıbey'e "Efendi" diye haykırmıştı Büyükhanım, "Kalk! Geldiler sonunda." Hacıbey hazırlanmış, Yıldırım'ı da yanma alarak dışarı çıkmıştı. Döndüğünde ağzını bıçaklar açmıyordu.

Büyükhanım, "Demek bunu da görecekmişiz" diye düşünmüştü ilk anda. Trabzon eskiydi, İstanbul kadar Roma kadar eski. Adı her dilde aynı tamlamayla yazılan, ismi ile müsemma Karadeniz, galiba bahtı da kara deniz, gelip de şehrini kıyısında kuranlara başlangıçtan bu yana az fırtına göstermemişti. Asırlar boyunca çeşitli kavimlerin sakinleri gibi Osmanlı ahalisi de onun cilvelerini, nazlarını, kaprislerini, öfkelerini, çığırından çıkıp gelmelerini, yatağından taşıp kudurmalarını tevekkülle sineye çekmiş,

"Her haliyle güzel" deyip her haletine boyun eğmişti. Fırtınalarının sayısını, zamanını, adını, huyunu suyunu ezber etmişlerdi. Her birinin vakti zamanı vardı, göz göre göre gelirlerdi. Lâkin bu kez hepsinden beterdi. Denizden gelmişti başlarına ne geldiyse; fırtınaların en beteri.

Şu kör olası Büyük Harp'te Kafkas cephesi Trabzon'a kadar genişlemiş, Rus donanması Karadeniz kıyısında saldırmadık liman, bombalamadık iskele bırakmamıştı. Rize düşmüş,

Of un civan merdanları yirmi bir gün canlarını dişlerine takıp bedenlerini Rus ordusunun önüne siper etseler de, Sürmene, Araklı, Ar sin, Şana ne kadar dirense de azgın sel önüne geleni devirmişti. Böyle giderse şehre girmelerine şunun şurasında çok az zaman kalmıştı. Hani mazlumların feryadı yeri göğü oynatır, kâinatı yakardı?

Şimdi bütün şehir muhacirliğe çıkıyordu ve Büyükhanım "Hacıbey, ne yapacağız?" diye sorup duruyordu. Hacıbey'in, ne yapacağına dair bir kararı mı vardı ki, Büyükhanım'a akıl versindi.

O    sırada kapı açıldı, Anuş içeri girdi. Elinde Zehra'nın diktiği bez bebek, "Büyükhanım, ne yapıyorsunuz burada siz?" diyordu.

Büyükhanım Anuş'u görünce artık kendisini daha fazla tutamadı, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. "Şu yavrucak" diye içini çekti ciğeri doğranırken. "Şuncacık bîçarenin kaderi yürümek mi? Onu, yürümesin diye annesinden alıp saklamadık mı? Ne kadersiz şeymiş."

Anuş'u kucağına çekti, başını göğsüne bastırdı. O elim günü hatırladı. Dokuz ay evveldi, 1915 yılının Haziran'ı.

Haziran'ın son günleri olmasına rağmen sıcaklar henüz yakmaya başlamamış, bahçelerde güller kavrulmamış, meyveler dallarında kurumamıştı. Camiden dönen Hacıbey sağlam ayağındaki mestin üzerinden lâstiğini çıkarırken "Ha gaybana iş!" diye söylendi. Büyükhanım onun bu mahallî öfkeyi sık kullanmadığını bilirdi. Eğer bir iş "gaybana"ysa, o zaman Hacıbey yatağından taşmış, çığırından çıkmış demekti. Büyükhanım hasır alçak iskemleyi ona doğru sürdü, Keyfiye'ye seslendi.

"Koş kızım." Hacıbey'in kahvesi, nargilesi, suyu neredeydi?

"Ha gaybana iş!" diye yineledi Hacıbey, "Köftehorlar!" diye ekledi. Bu en büyük küfürdü Hacıbey'in ağzında. Hafazanallahuteâlâ, neler olup bitmişti de Hacıbey bu hale gelmişti? Büyükhanım hasır iskemleyi tutarken Hacıbey otuz yedi yıldır artık kendi bacağı gibi taşıdığı ama bir türlü de alışamadığı takma bacağın mekanizmasını gıcırtıyla gevşetti, dizini kırdı. Sağ bacağını bir savaş hastanesinde bırakmış 93 Harbi gazisi nefes nefeseydi. Suyundan bir yudum içti, hamd etti. Büyükhanım'a baktı, öfkesini ortaya zahir etli.

"O Ermeni çetecileri" dedi, "Eşkıyalık yapıyorlarsa, bu garibanların günahı ne?"

Büyükhanım öbür sandalyeye yığıldı. Yoksa doğru muydu?

Doğruydu. Sevk ve iskân Kanunu gereğince Trabzon Ermenileri de öbür sabah yola çıkıyorlardı. Gümüşhane yoluyla Zor ve Musul'a gönderileceklerdi. "Sapla samanı ayırmak, ihanet ve isyan edenle masum kalanı, orduyu arkadan vuran zalimle mazlumu birbirine karıştırmamak güçlü devletin güçlü hükümetin işi" diye geçirdi içinden Hacıbey; yine hükümete, valiye, İttihat ve Terakki'nin temsilcisine yüklendi. İstanbul hükümeti Vilâyat-ı Sitte meselesinin çözümünü kestirmeden böyle kuruyor, temizliğini böyle yapıyordu. Sultan Reşad, bu pâk ahlâklı adam, Hırka-i Saadet dairesinde temiz seccadesine temiz gözyaşlarını akıtırken tarihinin en fecaatli döneminde saltanat ettiğinin farkında mıydı acaba? Temiz gözyaşları dökmek güçlü padişah olmak için yetmiyordu demek ki.

"Ya Siranuş, komşum?" diye korkuyla sordu Büyükhanım.

Başını salladı Hacıbey evet anlamında.

"İyi ama" dedi Büyükhanım Anuş'u hatırlayarak, "Bu bir damla çocuk, onca yola nasıl dayanır?"

"Bir damla çocuğu var mı Büyükhanım?" dedi Hacıbey. "Ben yürümenin ne olduğunu unutmadım. Koca dağ gibi delikanlıların bile canı dayanmaz böyle yollara."

Öfkeyle söylenmeye devam etli. "Van'da" dedi. "Bu isyanları çıkaranları, bu haltları karıştıranları, savaşan orduyu arkadan avlayanları, aha şurada Değirmendere'de yangın çıkarıp başkaldıranları bana versinler. Ben de Fizan'a sürerim. Agop'u ben yargılayayım ama bu masumcukların günahı ne?"

Agop! İpi Siranuş Hanım'ın ayağına dolanan fitne yumağı.

Ertesi sabah kapının çıngırağı çekildi. Siranuş, bir eliyle Anuş'un elinden tutmuş, diğer elinde bir bohçayla sürünürcesine girdi içeri. Fazla söz etmedi ama ölüm sarısı sinmiş yüzünün renginden neler olup bittiği belliydi. Anuş'u çekeleyerek Büyükhanım'a yaklaştı. Onun bir şey demesine kalmadan, önce Büyükhanım'ın ayaklarına kapandı sonra olduğu yere yığıldı. Hacıbey yerinden doğrulamadan Zehra ve Keyfiye gürültüye koştular. Limon kolonyası koklattılar, paçavra yakıp dumanını burnuna tuttular. Bir iki yudum suyu kenetlenmiş çenelerinin arasından akıtabildiklerinde kadıncağız kendine gelebildi, bir gecede yirmi yaş birden yaşlanmış, o şen şakrak Siranuş gitmiş yerine canlı bir cenaze, bir heyula gelmişti. Sedire kaldırmak istediler, razı gelmedi. Birer kütüğe dönmüş bacaklarını kuru tahtanın üzerinde uzattı, sırtını duvara verdi. Ayakları çıplak, açılmış saçları dağınıktı. Hırkasının yeniyle burnunu sildi. Kaderine razı, boynunu satırın önünde eğdi.

"Büyükhanım" dedi, "Yaşın benden çok büyük, bilirim. Saygıda kusur etmedim ama seni arkadaşım gibi de sevdim, akranım gibi yakınlık gösterdim."

Büyükhanım kadının başını omuzuna, göğsüne, neresi varsa orasına yaslamış, ellerini avuçlarının arasına almıştı. Siranuş'un nabzı durmuştu sanki, Büyükhanım bileklerini ovmayı bıraksa sanki oracıkta ölüverecekti. Büyükhanım bu sakinliğe aldanmamak gerektiğini, bahtsız komşucuğu Şiran'ının her an bir yanardağ ağzı gibi yeniden infilâk edebileceğini bu bumbuz ellerin katılığından anladı. Siranuş ise hıçkırıkları arasında nefes alarak bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Belli ki kaderine razıydı ama bir isteği vardı. Büyükhanım teselliyi kesti, bilek ovmayı da bıraktı, dinledi.

Siranuş cümlelerini kesik kesik sıraladı ama aralarına tümüyle de zaman sokmadı. Yoksa sözü söze eklemeyi başarıp, aklına gelen şeyi hiç söylemeyebilirdi.

"Büyükhanım" dedi, "Biliyorsun bizi yarın götürecekler. Çıkan kanundan haberin var. Bu yollarda neler olduğunu duyuyoruz az çok. Duymasak bile tahmin etmek zor değildir. Hiçbir şey olmasa bile yol bu, yürümek bile yarı ölüm demektir." Sustu. Yutkundu. Sonra devam etti. "Musul neresidir, Zor neresidir bilmem. Adını bile işitmediğim çöllere gidecekmişiz."

Büyükhanım başı omuzlarının arasına iyice gömülmüş, yüzünde bunun böyle

olacağını bilen ama yine de yalanlamak ihtiyacını duyan zoraki bir şaşkınlıkla, "Yürüyecek misiniz?" dedi.

"Hem nereye gidecekmişsiniz?"

Siranuş onun sorusuna cevap vermedi, kendi bildiğini söylemeye devam etti.

"Kimler isyan etmişse onları yakalasınlar, kimler cinayet işlemişse onları assınlar Şark Meydam'nda. Agop'a ben mi söyledim çetelere katılmasını? Büyükhanım söyle, Allah'a reva mı? Aramyüs'le ilgili bir dedikoducuk olsun duydunuz mu siz? Senin de benim de Allah'ım olan Allah bunu sormaz mı?"

Hacıbey başını yerden kaldırmadan dinliyordu. Söyleyecek bir sözü yoktu ki söylesin. "Ya Rabbim" diye geçirdi içinden. Bu koca devletin ordusu da Sivas'tan sonra trenden inmiş, oradan Kafkas cephesine adım-adım-adım yürümüştü. Ordusunu yürüten devlet Ermenileri mi yürütmeyecekti? Kendi evlâtlarına sahip çıkamayan bu hükümet Ermenilere mi sahip çıkacaktı? Hem bunlar? Neden çöle sürülüyordu? Başka bir yer yok muydu?

Siranuş Hanım duyduklarını tahminlerine, bilmediklerini bildiklerine, korkularını hepsine kattı. Jandarma yarın sabah için hazır olmalarını ikaz etmişti. Herhalde saltanat arabalarıyla iki köy öteye gidecek değillerdi. Çok zorlu bir yol bekliyordu onları. Yükü ne kadar az olursa o kadar şansı olacaktı.

Yerinden yarı doğruldu, "Büyükhanım" dedi iki eliyle Büyükhanım'ın omuzlarına asılarak, "Seni tanırım, iyisin. Böyle iyilik görmedim ben. Allah bilir ölürken bile etrafındakiler korkmasın, üzülmesin diye, onları teselli etmeye çalışarak öleceksin, iyiliğini Allah rızası için benden de esirgeme."

Büyükhanım'ı bıraktı, kendi yakasını bağrını çekiştirdi, devam etti: "Dünyanın bütün suçlarını üzerine almaya alışkın yanınla düşünürsün sen; 'Onun hakkını yemişsem diyetini buna ödesem' dersin daima. Beni yanlış anlama ama." Yutkundu. Yanlış anlaşılacak nesi vardı? "Büyükhanım anlamıyor musun? Anuş çok küçük. O bu yola dayanamaz. Ölür. Yanımda götürmezsem yetimhaneye götüreceklerin iş, jandarma efendi öyle dedi. Yetimhanede de ölür benim yavrum. Oralarda olamaz."

Başını kaldırıp Büyükhanım'ın yüzüne öyle bir baktı ki, Büyükhanım daha evvel anlamadığından utandı. Birer kuru oduna dönmüş o ellere sarıldı, "Şiran" dedi. "Kızım, merak etme. Anuş bundan böyle benim de kızım. Bana emanettir. Merak etme."

Keyfiye'nin beti benzi solmuş, Zehra bir köşede ağlıyordu. Buna dağlar olsa dayanamazdı Siranuş mu dayanacaktı?

Ayaklandı neden sonra Siranuş, sendeleyerek kapıya doğruldu.

"Anuş" dedi, "Bu gece sizde kalsın."

Bu geceyi Anuş'a sarılarak geçirirse, yarınki gibi bir cehennem sabahına uyanamazdı, uyansa bile dayanamazdı. Sarılmadı Anuş'una, sarılırsa bir daha ayrılamazdı. Bakmadı da yüzüne, bakarsa kör olacaktı. Dört ucundan düğümlenmiş el kadar bohçayı gösterdi.

"Anuş'un bohçası."

"Bir de" diye seslendi, "Sıcak ekmek içini çok sever. Unutmayın. Bir de ağlar da susmazsa şekerli su yapın. Bir de ateşi yükselirse... Bir de hıçkırığı tutarsa..."

"Bir de..."lerin sonu yoktu anne yüreğinde. Büyükhanım güçlü görünmesi gerektiğini hissetti.

"Aman Siranuş Hanım" dedi. "Bırak bir de'leri. Gören de hiç çocuk büyütmedim zannedecek. Bana güvenmiyor musun? Kaç çocuk geçti benim elimden." O anda Siranuş Hanım'ı en çok rahatlatacak olan şeyi söyledi. "Hiç merak etme. Aklın geride kalmasın."

"Haydi" dedi, "Hazırlığını yap sen, git şimdi."

Şiran, neredeyse telef olup gidecekti. Onu bir an evvel buradan göndermek gerekti.

Hacıbey başını yerden kaldırdı o esnada. "Merak etme kızım" dedi, "Kızın bize emanet."

Sonra hiç kimseye bakmadan ortaya söylendi:

"Vallahi de bize emanet, billahi de bize emanet, ölürüm de bize emanet."

Hacıbey büyük yemin etmişti. Komşusunun gidişini engelleyemezdi ama şu masum bîçare; onu kurtarabileceğini kestirdi.

O    gece hiç uyumamıştı Büyükhanım. Uyusaydı bile kapının korkunç darbelerle vurulması üzerine tan vakti uyanacaktı. Hacıbey, takma bacağı döşeğin kenarındaki duvara dikilmiş, kalkmaya yeltenince "Sen dur" dedi Büyükhanım. Müştemilâttan Yıldırım ve Keyfiye'nin uyandığı işitildi. Yıldırım kapıya doğru koşarken, Büyükhanım atkısını başına çekti, arkalarından seğirtti. Gelen, refakat neferlerinin komutanı olduğu anlaşılan jandarma subayıydı. Kalın bıyıklı, kalın simsiyah kaşlı, tıknazca, orta boylu bu adam alışılmadık derecede esmer yüzüne bakılırsa buralı değildi ve yüzündeki bezgin ifadeden anlaşılan o ki benzerlerinin birçoğu gibi o da yıllardır evinden ocağından uzaktı. Hangi ananın evlâdıydı? Hangi rüzgâr onu buralara atmıştı?

Jandarma subayı, evin sahibini tahmin etmekte gecikmedi. Emektarı, Keyfiye'yi geçti, Büyükhanım'ın önünde dikildi.

"Bir ihbar var" dedi, "Ermeni bir çocuk saklıyormuşsunuz. Yaşı küçükse yetimhaneye gitmesi gerek. Büyükse kafileye katılması lâzım. Emir böyle. Evi arayacağız."

Büyükhanım'ın rengi atarken jandarma subayı, arkasında duran iki ere bahçeyi göstererek "Arayın" anlamında bir işaret yaptı. Onlar da subaylarıyla aynı renkten aynı kaderdendi.

Büyükhanım iki neferin peşine düştü. Önce bodrumdan başladılar; çamaşırhaneye, mutfağa, müştemilâta, eğilip

kuyuya, Masal'ın havlamalarına, hırlamalarına aldırmadan arka bahçeye baktılar.

"Kimse yok komutanım" diye haber getirdi erlerden biri selâm durarak.

Komutan "Evin içine bakın" dedi bu kez, kendisi de neferlerle birlikte eve girdi. Sofaya, iki odaya, Hacıbey'in odasındaki yüklüğün içine, dürülmüş döşeklerin yorganların arasına, aynalı dolaba, hepsine bir bir bakıldı. Bir şey yoktu. Kumandan en son, üst kata çıkan merdivene doğruldu, Zehra'nın Anuş'la koyun koyuna yattığı çıkmanın olduğu sofaya. O zaman Büyükhanım ilk basamakla subayın arasına girdi. Ne olacaksa olacak, nereden inceyse oradan kopacaktı. Yapacak tek şey kalmıştı.

"Kumandan Efendi" dedi, "Orada dur bakalım. Orası torunumun yattığı yer, gencecik kız. Sabahın köründe geldiniz. Namahrem mahalline nasıl sokarım sizi? İslâm değil misin sen?"

Subay durdu, Büyükhanım'ın yüzüne baktı. Bir şeyler olduğunu anlamış mıydı? Bilinmez, ama üstüne varmadı. Merhametli bir adamdı. Emir kuluydu neticede ama kulluğunu yerine getirmiş, emre riayet etmişti işte. Dışarıda, sabah ayazında bekleşen kafile ha bir eksik ha bir fazla olsa ne fark ederdi? Geri döndü. Eratını topladı. Masal'ın havlamaları arasında kapıdan çıktı. Küçük kafilesinin başına geçti, Gâvur Meydam'nda toplanan ana kafileye katılmak üzere yola dizildi.

Büyükhanım merdivenin başına, ilk basamağa çöktü. Kendini bıraksa bir daha kalkamayacaktı. Ama en umulmadık zamanlarda içinde hazır bulduğu kuvvet yine imdadına yetişti. Mutfağa yollandı. "Ekmek pişirmek zamanı. Sıcak ekmek içi..." diye söylendi.

"Hacıbey ne yapacağız?" diye sordu Büyükhanım bir kez daha.

"Ben" dedi Hacıbey, "O kadar yolu yürüyemem." "O kadar" derken başlangıcı belli yolun sonunu bilemediği belliydi ama arabayla çıkılsa da; motorla, kayıkla başlansa da bu tür yolların sonunun daima yürümeye dayandığını bilirdi. Aynı cümleyi ısrarla yineledi:

"Yürümek nedir bilirim ben Büyükhanım. Yürüyemem."

"İyi ama" dedi sıkıntıyla Büyükhanım "Urus gâvuru geliyor. Rum ve Ermeni çeteleri iyice azıttı, baksana evler şimdiden bayraklandı. Bu şehirde durulmaz artık.

Hem herkes gidiyor. Biz onlardan daha mı cesuruz, daha mı fazla bilgimiz var ki gitmeyelim? Hacıbey görmüyor musun, her şey olabilir."

Güngörmüş kadın bu "her şey" ihtimalinde Allah biliyor, Hacıbey'le kendisini hesaba katmamıştı. Onlar yaşadıkları kadar yaşamışlardı. Mal canın yongası ama varsın olmayıversindi. Cana gelince, Allah'a bir can borçları vardı nihayetinde. Gelecek günün ne getireceği de belli olmazdı. Ama Zehra, o bu kadar genç bu kadar güzelken. Zihninden geçenleri kovdu. Hem Anuş emanetti. Yani gitsen olmuyor kalsan hiç olmuyor. Bu hesapta aklı hiçbirini kesmedi. Hacı'sını böyle bir yürümeye zorlamak? Hayır, bu da mümkün değildi. Ama Zehra ve Anuş. Onların başına gelebilecekleri tahmin etmek, anlatılanlardan birini bile hesaba katmak? Yo, böyle bir ihtimal binde bir olsa bile hesaba katılamazdı, ihtimaller arasında böylesine yer verilerek hesap yapılamazdı. Seçmek? Şart mıydı? Şarttı.

Ama yine de "Ben de gitmem" diye bir giriş yapmak istedi Büyükhanım. Dil de gönül gibi baskındı.

Aslında söylediğine kendisi bile inanmamıştı ama "Gönderme bizi Hacıbey" diye yalvardı bir kez daha. Bu kaçıncı yalvarıştı?

"Biz de kalalım. Sana ne olursa bize de aynı olsun. Ne olacaksa birlikte olsun. Öleceksek de birlikte ölelim. Ölürüm de gitmem."

Hacıbey, "Ölmeye razıyım ben Sabire" dedi.

Yılların müderrisi ancak çok öfkelendiğinde, çok heyecanlandığında kırk yıllık karısına adıyla seslenirdi. Şimdi de Büyükhanım'a adıyla, demek ki bütün muhabbeti ve öfkesiyle sesleniyordu. Neden anlamıyordu? Ölmeye Hacıbey de razıydı ama Sabire bilmiyor muydu ki bu dünyada ölmekten daha katlanılmaz şeyler vardı. Gözünün önünde Zehra'ya bir şey olsa. Ölmekten daha zor olan bir şey. Ölmeye dayanırdı da buna dayanamazdı.

"Ben size gidin demiyorum ki" dedi, "Kaçın diyorum, kaçın." Bir an durdu. O sırada Yıldırım sofaya girmişti. Hacıbey akşamdan beri kurduğu şeyi söyledi: "Yıldırım sizinle gelsin."

"Heee" diye atıldı Yıldırım. "Ben giderim onlarla." Sol gözü, sağ gözünün bütün ferini toplamış gibi iri iri açılmıştı.

Hacıbey "Hey Allah'ım" diye geçirdi içinden, başını kaldırdı. Yıldırım'ın yüzüne baktı. Kendi söylediğine kendisi de inanamadı. Bunca zorlu yol Yıldırım'ın kıt aklıyla mı gözetilecekti? Bunca kadının, çocuğun başına kala kala Yıldırım mı erkek olarak kalmıştı?

O    gece odalarından gelen sesleri sabaha kadar kesilmedi. Hacıbey son sözü söylediğini her zannettiğinde kırk yıllık karısı konuyu yeniden açtı. Kolay olmadı ama sabah uykusuzluktan ve ağlamaktan kuytuya kaçmış gözlerle sofaya indiğinde Büyükhanım ister istemez razı olmuştu,

Hacıbey kalacak, onlar gidecekti, iki masumun başına gelebileceklere tanık tutulmaya razı olsa, o zaman İlâhî gazap başlarına çökerdi. Hacıbey'in yalnız kalması ve onların gitmesi tevekkeltü tealallah, ehvendi. Hem "Zaman sana hiç ummadığını ve biriktirmediğini getirir" buyurmamış mıydı Hazret-i Ömer Efendimiz? Belki gün doğmadan neler doğardı. Belki, belki! Belki'si yoktu, işte denizden top sesleriyle karadan ordularıyla azgın dalgalar gibi geliyorlardı.

Onlar geliyorlardı ama Hacıbey yürüyemezdi. Çünkü Hacıbey bütün ömrüne yetecek kadar çok yürümüştü. Yürümek kaderi olmuş, yürümekle sınanmış, yürümeye zorlanmış, yürümekle cezalandırılmıştı. Bu yüzden yürümeyi sevmezdi. Hicaz'a gittiğinde bile Kâbe-i Muazzama'nın etrafını tahtırevanlar üzerinde ancak tavaf edebilmiş, Safa ile Merve arasını yedi kez aynı tahtırevanlar üzerinde gidip gelmişti. Sağ bacağını bir savaş hastanesinde, yarı baygın yarı ölü, ta kasığından kesmeselerdi bile evinden dışarı camiye gitmek haricinde adım almak istemezdi.

93 Harbi'nde Doğu cephesindeydi Hacıbey. Kars'tan Erzurum'a doğru çekiliyorlardı. Adına "sevk" diyordu komutanlar ama düpedüz yürüyorlardı işte. Bu devlet şimdi olduğu gibi o zaman da askerini sevk edememiş, yürütmüştü sadece. Karda, yağmurda, çamurda, buzda, dağda, vadide, ırmak yatağında gece gündüz demeden günlerce yürümüşler, ovaları dik kayalıklar izlemiş, bir dağın tepesine tırmandıklarında onu da başka bir dağ başka bir tepe takip etmiş, silsileler silsilelere eklenmişti. Bilmeyen, bitti zannedilen yerde daha yeni başlayan, azaplı, bıktırıcı, insanın takatini tüketen, tükenmiş takatini sömüren, emen bir yürüyüştü bu. Hacıbey ayaklarının şiştiğini, zonkladığını, postallarının ayaklarını bir değil her yerden vurmaya başladığını, vuran bir kundurayla tek bir adım atmak bile yeteri kadar eziyetken günlerce aynı acıyla adım attığını hiç unutmamıştı. Bir süre sonra yaralar eti geçip kemiğe dayanmış, deri soyulup et çekilmiş, postalın sırt meşini

dağılmış ete yapışmış, Hacıbey kemik üzerine postal giymiş gibi yürümeye başlamıştı. Bu soğukta ayakları diri diri yanarken an gelip acıyı artık duymaz olmuş, bu raddeye dayanınca asıl acının yürürken değil durunca başladığını öğrenmişti. Ama zaten onlara da durmaksızın yürümeleri emredilmişti.

Kars'tan çıkalı kaç gün geçmişti, bunu kimse bilmiyordu. Kop Dağı'nın eteklerine vardıklarında mevsim sonbahar olmasına rağmen erken bastıran bir kışın tam ortasında bulmuşlardı kendilerini. Yağmur başlamış az sonra kara dönüşmüş ve Kop Dağı'nı tırmandıkları sırada kemik yığınına dönüşmüş askerlerin birer birer düşerek oldukları yere yığılıp kaldıklarını görmüştü Hacıbey dehşetle. Kendisi de sık sık dizleri titreyerek oturup kalmış, kollarını dizlerinin üzerinde kavuşturarak başını bırakmış fakat kolları az sonra kendiliğinden çözülmüştü. Bir anlık uykudan kendini atmıştı sık sık. Uyuyup kalırsa bir daha kalkamayacağını bilecek kadar bilinci yerindeydi başlangıçta. Her defasında aynı işkenceyi yeniden çekmek için dirilmiş, sol ayağının derisi yeniden yanmak için yenilenmiş; emir eri Yıldırım onu bazen arkasından itelemiş bazen önden çekelemişti. Dağın başına vardıktan sonra uçurum kıyılarında açılmış patikalardan inerken, dumanların, sisin, pusun içinde iki adımda bir kaymış, bazen düpedüz yuvarlanmış, yeniden ayağa kalkarak, buz kesmiş çamur içinde donup kalmış askerlerin yanından, onların izleri üzerinden ilerleye ilerleye, düşe kalka sürüklenirken sonunda atacak adımı kalmadığında Hacıbey boylu boyunca karın üzerine uzanmıştı. Ellerinin şiştiğini, morardığını, karardığını kendisi bile hayal meyal görebilmiş, nabzının ağırlaştığını hissetmişti. Artık yürümek istemediğini, gözlerinin kapandığını, tatlı bir sıcaklığın, derin bir uykunun bütün vücuduna yayıldığını, canının ayaklarından itibaren çekilir gibi olduğunu, sol ayağının acısı olduğu gibi dururken sağ ayağında bu acının hafiflediğini hele de sağ bacağında bütün o acıların dindiğini, hissizliğin çok güzel olduğunu Yıldırım'a mırıldanmıştı. Hepi topu, hayatta kalmak için harcanacak emekle ölüm arasında bir

seçim; artık yaşamak istemeyi bile istememişti. Yıldırım'ın dürtmesiyle bir an için gözünü açabilmiş, "Bırakın beni, siz devam edin. Ben arkanızdan gelirim" demişti. Bütün sesler uzaklaşırken bir tek Yıldırım'ın sesi kalmıştı geriye: "Uyan komutanım, Erzurum göründü."

Yolun geri kalanını önce Yıldırım'ın omuzunda sürüklenerek, sonra bir sal üzerinde çekilerek gitmişti. Ama görünen şehre varmak için bile bir üç gün daha gitmeleri gerekmişti. Onlar yaklaştıkça şehir sanki uzaklaşmış, sal üzerinde yarı baygın, canı boğazında Hacıbey, Yıldırım'ın adımlarını saymıştı. Yıldırım kimi tek nefeste bir adım atmıştı kimi on nefes alması gerekmişti adım atmak için.

Kimi çakılıp kalmış o da adım atamamıştı. Buzlanmış çamur üzerinde milyonlarca adım. Her defasında bin'i bulunca yeniden bir'den başlamış, yürümekten o zaman nefret etmişti.

Neden sonra Erzurum'a varabilmiş fakat bu kez de aç sefil, günlerce Hacıbey'i kabul edecek bir hastane aramışlardı. Hastaneler tümüyle doluydu ve her kapı yüzlerine kapanıyordu. Her yanda Hacıbey gibi yüzlercesi vardı çünkü. Nihayet yeni açılmış bir hastane onları kabul etmişti ama iş işten çoktan geçmiş, Hacıbey kendine geldiğinde sağ bacağının kasıktan kesildiğini öğrenmişti. "Kangren" demişti doktor. Oysa günlerce Hacıbey'e öyle gelmişti ki sağ bacağı yerli yerindeydi.

Hacıbey aynı yolu tekrar yürümüş de geri dönmüş gibi bir yorgunluk hissetti. Mümkün değil, bir daha yürümeyi göze alamazdı ve onun için her yol aynı yol demekti.

Büyükhanım, Zehra ve Anuş Yıldırımla birlikte yarınki muhacir kafilesine katılacak; Keyfiye ve Seher ise öbür sabah köydeki kafileyle çıkacaklardı yola. Şimdi Hacıbey, kendi ailesi karadan mı denizden mi gitsin, bunu düşünüyordu. Yıldırımla evden çıktı, etrafı gözledi, havayı kokladı. Halil

Safa ile buluşuldu, konuşuldu, tartışıldı. Halide yine hamile olduğu için Halil Safa, ittihat ve Terakki temsilcisinin bulduğu bir kayıkla ayrılacaktı şehirden fakat halası için bir kayık tedarik edememişti! Şöyleydi, böyleydi... Hacıbey eve döndüğünde kararını vermişti.

"Büyükhanım" dedi, "Denizden gitmek zor olacak, izdiham var, hem Rus gemileri muhacir kayıklarını bombardıman ediyor. Bir araba ile gidebildiğiniz yere kadar gidersiniz. Ondan sonra nerede uygun bir fırsat çıkarsa kayığa, takaya, motora, gemiye, ne bulursanız ona geçersiniz, İstanbul'a Erenköyü'ndeki yeğeninin, Saffet'in yanına gidersiniz. Ortalık ne zaman durulursa o zaman da geri dönersiniz büznillah. Bu şehir hep Rusların elinde kalacak değil ya!"

Hacıbey Yıldırım'ı çağırdı.

"Bir araba bul" dedi, "Bir de at. Tek at al. Sık sık mola vereceksiniz. Hayvan dinlenir, beslenir. İki at olursa beslemekte güçlük çekersiniz."

"Beyim" dedi Yıldırım, "Atlar ateş pahası."

"Ne kadarsa" dedi Hacıbey. Üzerinde Sultan Reşad'ın tuğrası parlayan altın lirayı Yıldırım'ın eline tutuşturdu.

"Ata dikkat et. Hastalıklı ve yaşlı olmasın."

Yıldırım "Olur" anlamında başını salladı, bir altına herhalde istediği atı istediği arabayı alabilirdi.

Öğleye doğru atla araba geldi. Bir sultanî altına mal olan araba kırık döküktü, atsa zayıf, cılız bir şeydi. Daha iyisini bir padişah altını bile alamamıştı. Büyükhanım ata ve arabaya baktığı zaman ilk kez bu işin gerçek olduğunu anladı.

Şimdiye değin hep bir yerden döner zannettiği hayal şey işte, gelip kapıya dayanmıştı.

Eli ayağına dolandı. Zaman çok azdı, büyük kafile sabah ezanı okunmadan çıkacaktı yola, ona yetişmeleri lâzımdı.

Bunca dar zamanda hangi heybeyi hangi dengi hangi azığı hazırlayabilirdi Büyükhanım? Salıydı günlerden ama o gün akşama kadar hayatında hiç yapmadığı kadar çok iş yaptı. Kurmadı bu kez, kaldırdı. Elleriyle ördüğü perdelerin arasından süzülen Mart güneşi bakır mangalı, çini sobayı, ortadaki halıyı, idare lâmbasını yıkarken, pencere önündeki sardunyaların gölgesi iyice ağartılmış tahta döşemeye düşerken, üstelik bahar "Geliyorum" derken bunların hepsini geride bırakacağını düşündü. Beti benzi sararmış, sürekli ağlayan Keyfiye'ye, Seher'e, Zehra'ya; yola iki gün sonra çıkacak olan Halide'ye, Halil Safa'ya seslendi: "Şunu şunu denk yapın." Ayırdığı eşyaları işaret etti, "Arabaya yükleyin." Yorgan, döşek, tencere, gaz ocağı, gazyağı, gaz lâmbası. Ya Rabbi, böyle giderse bütün evi arabaya yüklemesi gerekecekti. "Tamam" dedi, "Bu kadar yeter."

Bu kez kilerin kapısını açtı. Kesif bir karanfil kokusu doldu genzine. Acıyla iç geçirdi; bu haftanın cumasına aşure kaynatacaktı güya. Ah ki ahtı. O sırada Hacıbey geldi yanına.

"Ufak tefekle oyalanma Büyükhanım" dedi. "Patates al alabildiğin kadar. Un al. Bunlar dayanıklıdır. Sebzeyi, meyveyi yük etme. Bir de mavi demliği, şu kalan çayı al. Yolda şifa olur. Her an demleme, sadece gerektiğinde. Bir de kinin, ispirto, karbonat, sirke almayı ihmal etme."

Mağazalar, depolar mallarla, evler eşyalarla, tarlalar ürünle dolu olsa da taşınabilecek en uygun şey paraydı. Büyükhanım Yıldırım'a yepyeni dikiş makinesi ile büyük bakır tencerelerinden beşini verdi.

"Git, bunları sipahi pazarında sat bakalım."

"Hanımım, ne kadar isteyeyim?"

Büyükhanım acıyla gülümsedi. Bu şartlarda hiçbir malın kendi değerinde gitmediğini biliyordu, "Ne verirlerse." Ama emektar, yüküyle birlikte geri dönüp de makineyi yirmi

kuruşa, tencereleri de üçer kuruşa kadar düşürdüğü halde kimsenin alıcı olmadığını söylediğinde, bu kadarını o bile tahmin etmemişti.

Vakit yatsıyı bulduğunda hazırlık hemen hemen tamamlanmış, arabanın kasası iyice dolmuş, tentesi çekilmişti üzerine. Büyükhanım odasına girdi. Başı oymalı gül ağacından karyolasına, dolabın aynalı kapısına, diğer kapının üzerindeki gül damarına, yerdeki halının rengine baktı. Bu eve gelin gelmişti. Şu odada, şu yatağın üzerinde yüz örtüsünü açarak zümrüt küpelerini takmakta zorlanan heybetli güzelliği sevmiş, kaderine onu yazan Yaratan'a şükretmişti. Gözlerini sildi, konsolun çekmecesinden elmas yüzüğünü, inci gerdanlığını çıkardı, hepsini bir keseye koydu, beline bağladı. O sırada odaya giren Hacıbey döşeğin kenarına ilişti.

"Sabire" dedi, "Bunu da al, lâzım olur."

Viyana'dan takma bacağıyla birlikte ısmarladığı köstekli saatini Büyükhanım'a uzatıyordu.

O    gece Halide, Zehra ve Anuş çıkmanın içindeki döşekte kıvrıldılar. Keyfiye ve Seher müştemilâta çekildi. Halil Safa, Büyükhanım ve Hacıbey ise hiç uyumadılar; Yıldırım minderin üzerinde sızmıştı. İmsak vakti girince sabah namazına duran Büyükhanım dört kez secdeye vardı, dördünden de kalkamayacağını sandı. Ezan okunmadan bütün ev uyanmıştı. Kadınlar çarşaflandı. En son Anuş'u uyandırdılar. Uykulu çocuğu sıkı sıkı giydirip başını Büyükhanım'ın yün eşarbıyla sardılar. Hepsi taşlıkta toplanmıştı şimdi. Kapının dışından muhacirliğe çıkacak komşuların sesi geliyordu. Büyükhanım giderayak gövdesini okşadığı ağaçtan üç beş limon kopardı, bir tutam nane topladı, yüküne kattı. "Yol hali, belki midesi bulanan, safrası kabaran olur" diyordu. Ah Büyükhanım! Kan giren rüyanın bozulacağından haberdar, kendilerini ne hastalıkların beklediğini biliyor da yakınlık getirmiyordu.

Hacıbey seslendi, "Haydi, gecikmeyin."

Büyükhanım kapıdan çıkarken döndü, evine baktı. İki gece evvel gördüğü rüyayı hatırladı. Hatırlamasaydı keşke. Bahçesindeki nar ağacının yandığını görmüştü, alev alev. Böyle bir yolculuğun arefesinde başka bir rüya da herhalde görülemezdi. Oysa Mart'ın tam ortası; kapı yanındaki nar ağacı, damarlarına su yürümüş, ilk fırsatta tomurcuklanmaya hazırlanmıştı.

Son kez evine, bahçesine, od'una ocağına baktı Büyükhanım. Bari böyle güzel olmasaydı, hatırında böyle güzel kalmasaydı. Katlanmak daha kolay olurdu belki. Oysa evi gibi dağın da en güzel haline rastladı. Deniz bile, üzerinden geçen rüzgârla tüllenirken ona her zamankinden daha güzel geldi. Öyle bir günde gidiyorlardı ki gitmemek için en uygun olanı.

Yakıcı bir hasret hissetti kalbinin üzerinde. Dönmek? Mümkün müydü? Bilemedi ki.

"Allah'ım" dedi, "Bu ev, bu dağ, bu deniz burada böyle dururken biz gideceğiz he mi? Hacıbey'i bırakıp gideceğiz, öyle mi? Allah'ım, reva mıydı böylesi?"

Kendini tutmasa göklere kırılacaktı. Kırılmadı.

"Hiç olmazsa güzel bir havada çıkıyoruz yola" diye düşünmek istedi, "Yolculuk rahat geçer."

Bir yol hediyesi gibi kendilerine armağan edilen bu tatlı havanın uzun sürmeyeceğini biliyordu oysa. Bu limonata rüzgâr gelip geçiciydi. Mart başı. Ya Rabbi, kışın her an dön geri edebileceği böyle bir mevsimin uzayıp giden yollarından nasıl sağ çıkacak, nasıl dayanacaklardı? Dayanırsa dayanırdı insan. Dayanamazsa yıkılır giderdi.

Hacıbey bir kez daha "Haydi Büyükhanım" dedi, "Gecikmeyin."

Büyükhanım kapının dışına çıktı, adımları geri geri gidiyordu.

Zehra, omuzları bir araya toplanmış, bir elinde Anuş, diğer elinde bir bohça, arabanın önünde bekliyordu ve mavi beyaz kareli çarşafının içinde, o da Anuş kadar çocuk görünüyordu. Büyükhanım arabaya binmeden, bir şey hatırlamış gibi arka bahçeye geçti koşarak. Masal'ı bağından çözdü. Hacıbey'e yük olmasın, alıp başını

gitsin, o da kendi kaderini kendisi çizsindi. Tekrar arabanın yanına koştu, "Haydi" dedi Yıldırım'a, "Gidelim." Yıldırım dizginleri eline aldı. Halide, Halil Safa, Keyfiye, Seher ve Hacıbey arkada kaldı.

Araba, denklerin üzerinde oturmuş Büyükhanım, Anuş ve Zehra'yla bozuk taşların üzerinde tıngır mıngır ilerlemeye başladı. Neden sonra sokağın köşesini döndü, görünmez oldu. Fakat o sırada bir şey daha oldu. Mahalleden henüz çıkmışlardı ki arkalarından kesik bir havlama duyuldu.

Masal. Koşa koşa artları sıra geliyordu. Büyükhanım kovaladı, bağırdı, çağırdı, uzaklaştırmaya çalıştı; ama hayır, Masal'ın geri dönmeye hiç niyeti yoktu. Belli ki bir yola koyma değildi bu koşu, bir refakat niyetiydi, aşikâr. Zehra, "Nine" dedi, "Dünyalar yıkılsa artık Masal'ı bırakmam. O da bizimle gelsin."

Büyükhanım'ın Masal'a kanı hâlâ ısınmamıştı ama Zehra'yı üzmeye de gönlü razı olmadı. İçini çekti. Sırtında taşıyacak değildi ya, gelebildiği yere kadar gelsindi; büyük ihtimalle yollarda telef olup giderdi.

Araba, Zehra'nın yanı başında oturmuş, kulakları rüzgârda geriye doğru uçan Masal'la, tekerlekleri şimdiden inleyerek bir köşeyi daha dönüp kalabalığa karıştığı sırada sabah ezanı okunmaya başladı. Bütün sokak, bütün mahalle, bütün

Trabzon aynı yolculuğun sabahında aynı yöne akıyordu şimdi; batıya. Daha şimdiden çocukların ağlaması ihtiyarların hıçkırığına, hastaların inlemesi tekerleklerin gıcırtısına karışmaya başlamıştı. Bu göç kafilesinin tamamına yakını, varlığın en zayıf yanı olan kadınlar ve çocuklardan ibaretti; bir de ihtiyar, hasla ve sakat erkeklerden. Trabzon'un bütün delikanlıları ise iki yıldan bu yana cephelere dağılmıştı.

Bir süre hiç kimse konuşmadı. Başını Zehra'nın koluna dayamış olan Anuş bile ağzını açmadı. Büyükhanım sağ taraflarında uzanan bir gümüş tabak kadar parlak denizin yüzünde yunus sürülerini fark etti bir ara. Onların gittiği yönün tam tersi istikamette, Karadeniz üzerinden Batum'a doğru göç ediyorlardı. Yılın bu aylarında yunus sürülerini görmeye alışkındı Büyükhanım. Onlar durgun suyun üzerinde bata çıka, bir görünüp bir kaybolarak giderken başka zaman olsa pencerenin önünden ayrılmayacağı, evin bütün halkını uykudan kaldıracağı bu geçişe şöyle bir baktı sadece. Yangın gelince sıradan ayrıntılar anlamını yitirdiği gibi harikulâde de sıradanlaşıyordu zahir. Yine de Anuş'a göstermek istedi. Eğildi. Anuş uykuya dalmıştı. Uyandırmaya kıyamadı. Masal onun yanma kıvrılmış, başını ön ayaklarının üzerine bırakmış, gözlerini devirerek Büyükhanım'a bakıyordu.

Bir muhacir kafilesi günde ne kadar yol alabilir ki? O gece Pulathane'de konakladılar; herkes gibi kumsalda, göklerin ve yıldızların altında su ısıtıp tencere kaynattılar, döşek yaydılar. Herkesin iştahı açılmıştı yol yorgunluğundan. Allah şahit, Büyükhanım bir lokma yiyenin ağzına bir lokma da kendi koyardı sair zamanda ama bu kez azıklarından eksilen her lokmada aklı kaldı.

Ertesi sabah Pulathane'den sonra araba yolu bozuldu, zorlu şoseler, uçurumlu patikalar başladı. Diğer arabaları takip ederek kıyıdan değil içeriden gitmeye gayret ediyordu Yıldırım. Çünkü Rus gemilerinin ne zaman bir hayalet gibi denizde belireceği, kıyıya çevrilmiş toplarının ne zaman patlayacağı belli olmuyordu. Kayıklara rüzgâr gücü, kol kuvveti; karadan gidenlere taban kuvveti; hepsine de Allah'ın inayeti lâzımdı şimdi. Büyükhanım Trabzon'u görebileceği son yer olan Yoroz'u devirmeden önce dönüp geriye baktı. Ona öyle geldi ki şehrin üzerini kırmızı bir duman kaplamış, Trabzon yanıyordu. Taş olsaydı keşke. Nice yangına külhan olmuş Trabzon, şehzadeler kenti, Gülbahar Sultan'ın şehri bu defa başka yanıyordu.

Yoroz'u aşınca Büyükhanım'ın yüzü değişti. Önlerinde aniden yükselen gri bulutları, kıyıda huzursuzca kanat çırpan martıları, çok yükseklerde dönüp duran başka türlü kuşları görünce içi bulandı. Fırtınalar hep İstanbul tarafından eserdi, Gülcemal'i sarsan fırtına da aynı taraftan, Yoroz'dan kopagelmemiş miydi? Ya Rabbi! İşte şimdi de deniz Rize'ye doğru hızla akmaya başlamıştı. Yüzüne endişeyle bakan Zehra'ya, "Açıklara baksana" diye ufku işaret etti.

Henüz dal kıpırdamamıştı karada ama beş dakika geçti geçmedi ki ilk rüzgâr patladı. Karadeniz, derinlerde öfkeli bir ağız açılmış gibi anbean kaynamaya başladı; silkindi, kabardı, burgaçtandı, çalkalandı. Dalgalar yürüyen dağlar gibi ardı ardına gelmeye, kıyıyı dövmeye; ezelî öfkesini, acısını kumsaldan, kumdan, çakıldan çıkarırken önüne geleni savurmaya başladı. Kıyamet kopuyordu sanki, suyun öfkesi hiçbir şeye benzemiyordu. Ürperdi Büyükhanım. Fırtınanın yıllardır çetelesini tutmuş, dalganın sesini, fırtınanın dilini çözmeye alışmıştı. Meşhur takviminde "Büyük Fırtına" diye

yazmıştı iri harflerle Mart ayının karşısına. Yanına "Görülmemiş soğuk" diye eklemişti. Bugün gibi hatırında, o gün ne yaksalar ısınamamış, ne giyseler olmamıştı. Dahası tam da iki fırtına arasındaydılar. Üstelik biri erken gelmiş diğeri geç kalmıştı ve Karadeniz üzerinde karşılaşmış, birbirine karışmışlardı.

Hem bu daha başlangıçtı. Kıyıyı avucunun, gökleri kalbinin içi gibi bilen Büyükhanım göklere de denize de defalarca baktı. Havayı kokladı, engini gözledi. Denizin renginden, kokusundan, sesinden, buğusundan; kendi genzinin yanması, burnunun sızlaması, gözünün yaşarmasından Mart karının ayazını tanıdı. Bu, muhacirlik vakti büyük kazaydı.

 

arabadan iner

nerperışan, yolculuklarının Kim bilir kaçıncı gününde Büyükhanım dahil oldukları muhacir kafilesine şöyle bir Daktı. Cadı masallarının ürkütücü sahnelerinde görünen

iarma benziyordu bunlar. Sel c^lgaları gibi bu insanların bir kısmının ayağında keten


 

__________________  ________________ mıarrn Dır Kısmının ayagıı__________________

Dezi ye ipten yapılmış "seferberlik pabucu" ya da çarık vardı, 3İrçoğ.u yalınayaktı.

Bu nicranlı kafilenin en çok da köprüsüz dereler kesiyordu

önünü. Mart ayazında yarı bellerine kadar buz kesmiş sulara

girseler de karşı kıyıya kimi geçebiliyor kimi geçemiyordu.

Ama onlar sürekli yürümek zorundaydılar, kendi yakıtını

kendinden harcayarak tükenmek. Çünkü arkalarından Rus

ordusu geliyordu. Üstelik varabildikleri her kasabada

Muhacirin Komisyonu'nun göstereceği bir yer, başlarını

sokacak bir cami avlusu, boş bir ev, bir dam altı bulabilmek

için arkalarındaki kafilelere yakalanmamaları, önlerindeki

kafilelerle yarışmaları, onları geçmeleri de gerekiyordu.

Geçemiyorlardı çoğu kez ve geceyi açıkta geçirmek için

binlerce kişi bir arada yığıldıkları, yayıldıkları yerden ertesi

sabah yeniden yürümek için doğrulduklarında eksilmiş oluyorlardı.

Bir tarafta deniz, bir tarafta uçurum; Rus gemilerinden kaça kaça, Rum, Ermeni, Türk eşkıyasından korka korka, fırtınayla boğuşa boğuşa; her aşılamayan derede, her ölmekte, her cinnette bir ses daha genişleyerek; bugün muhacirlere acıyan kasabalılar yarın onlara katılarak, her gün bir yanından eksilerek ama öbür yanından artarak bu dev acı kitlesi sonunda Görele'ye ulaştı. Trabzon'dan çıkalı on beş gün olmuştu.

Görele'ye girdikleri anda Büyükhanım arabadakilere baktı.

Ya Rabbi! Bunları nasıl koruyup kollayacak, menzil-i maksuda ulaştıracaktı?

Görele'de Muhacirin Komisyonu tarafından boş bir Ermeni evine yerleştirildiklerinde gecenin sabaha yakın yarısıydı. Hiçbirisinde yorgunluktan kafalarını kaldırıp da etrafa bakacak, kaderin bu cilvesindeki hikmeti tefekkür edecek hal yoktu. Büyükhanım bile hayatında ilk kez çarşafların beyazlığını, kokusunu gözden geçirmeden tokmağını çevirdiği ilk odadaki yatağın üzerine yığıldı. Zehra'yı da Anuş'u da kollarının arasına almış, göğsüne, bağrına sığdırmış, omuzlarına sarmıştı. Gözleri kapanırken "Neydim, ne oldum?" diye düşünemeyecek kadar yorgundu ama "Ne olacağım?" kısmı var ya bu hesabın, işte o zaman kanı bir kezzap katışığıyla bütün hücrelerini yakarak akmaya başladı. Kendilerini İstanbul'a bir

alsalar, Erenköyü'nde sanki her şey daha kolay olacaktı ama bu hayal ne kadar uzaklı ve önlerinde ne kadar çok dağ ne kadar çok ırmak vardı. Çözüldü kolları, çok geçmeden uykuya daldı.

Uyandığında gün henüz açmamıştı. Karanlığın içinde önce nerede olduğunu anlamaya çalıştı; anladığında ise "Böyle bir sabaha keşke hiç uyanmasaydım" diye geçirdi içinden. Lâkin yanında derin bir uykunun koynundaki Zehra'nın ve Anuş'un soluklarını bir süre dinleyince söylediğinden utandı. Tövbe istiğfar ederek yatağın içinde doğruldu. İnsanın kendi soluğundan bile yüzü üşüyordu. Birazdan müezzinlerin sesi duyuldu. Bahçeye çıktı. Tulumba, işte şuradaydı.

Namaza durdu sabah ayazında, ayazın vurduğu yerden doğdu. Ama sabah namazının hepi topu iki rekât olan farzında bile defalarca şaşırdı, defalarca tahiyyatı tekrarladı. Sureleri birbirine karıştırdı, sehiv secdesinde bile yanıldı. Bu namazı tamlayamayacağım anlayınca başını bıraktığı secdede dakikalarca kaldı, içeriden Zehra seslenmese, "Nine!" demese bir daha kalkamayacaktı secdeden. "Büyükhanım" değil "Nine." Demek ki korkuyordu. "Geliyorum" dedi, doğrulurken. Böyle bir zamanda eğer ölünmezse ağlamaya hak olmadığını anladı. Lâkin ölmek de ağlamak da "Geliyorum" demiyor, sormuyordu ki.

Çift kişilik bir yataktı gece içinde uyudukları. Duvardaki oymalı ceviz aynayı, karşı duvarda iki kapılı ceviz dolabı, üç çekmeceli yüksek konsolu, üzerindeki karpuzlu çift lâmbayı, yerdeki taban halısını inceledi Büyükhanım kapının pervazına dayanırken. Zengin bir Ermeni ailesinin evine düşmüşlerdi belli ki. Yün yorganı Zehra'nın da Anuş'un da omuzlarına kadar çekti. Dolabın kapağını açarken menteşeler gıcırdadı, Anuş hafifçe döndü. Büyükhanım katlanmış giysilerle, yorganlarla, kumaşlarla, alt tarafta kunduralarla karşılaştı. Demek giderken onlar da ellerine hafif geleni almış, diğerlerini yük etmemişlerdi, tıpkı kendileri gibi.

Bir hırka buldu, sırtına geçirdi, konsolun üzerindeki puslu aynaya bakarak başındaki örtüyü düzeltti. Mutfağa geçti. Ortadaki sofrada küflenmiş ekmeğe, bulaşık tabaklara, dizi olmuş uzayan böceklere, karıncalara, konup kalkan sineklere baktı. Taş teknenin altındaki büzgülü basma perdeyi çekince de bir Karun hâzinesiyle karşılaştı. Kocaman bir küp dolusu kavurma, bir çuval patates, bir teneke zeytinyağı. "Ya Rabbi, kurtar bu kıyametten yarattığın kullarını, Sen ki Müşfik'sin" derken gözleri doldu. Bir tencere, bir kazan ya da benzer bir şey lâzımdı şimdi. Ama nerede? Mutfağın dili her yerde aynı, bir kadının başka bir kadının mutfağında aradığı kabı kaçağı bulabilmesi için gerekli olan izanı kurdu: "Ben olsam nereye koyardım?" Tamam, işte oradaydı. Ateş yaktı. Bundan kaç zaman evvel şimdi kendisinin durduğu yerde yemek pişiren bir kadının varlığını, onun nasıl biri olduğunu kestirmeye çalışırken un kavurdu, çorba yaptı. Patates haşladı. Ocak boşalınca kavurma ısıttı. Maya yoktu ama su ve undan hamur yoğurdu. Hepsini sofranın üzerine yerleştirdi. Bu kıyamette daha iyisi olamazdı.

İkinci gününün tek öğününde çorbaya henüz kaşık salmışlardı ki kapının vurulmasıyla, tellâlın gümbürtülü sesi aynı anda duyuldu. Rus ordusu yaklaşıyordu, Görele boşaltılacaktı. Lokmalar boğazlarına dizilirken bu evi, kendilerinden önce onu terk edenlerin acelesine katılmış bir aceleyle terk ettiler. Kurulmuş da kaldırılmamış bir sofra da onlardan geriye kaldı.

Yıldırım'ın öğrendiğine göre Görele|den sonra araba yolu yoktu, denizden gitmek gerekecekti. "Öyle yapalım" dedi Büyükhanım. Hükümet güya bir Sevkiyat Merkezi kurmuştu ama insan selinin aktığı yöne kapılarak iskeleye indiklerinde bir ana baba günüyle karşılaştılar. Can korkusu sırayı, saygıyı, edebi çoktan unutturmuş; kalabalık yekvücut, dağlanan bir cinnet bedenine dönüşmüştü. İltimas, tarafgirlik ve acımasızlıkla birleşmiş; savaş zenginlerinin yolu açılmıştı çoktan. Gemi hak getire! Kayıklar ise önce Göreleli memur aileleriyle doluyordu; gelen emir böyleydi! Şu kayıklar güya muhacir kafilelerine tahsis edilmişti ama Büyükhanım onlara da memur tabakasının ve çiçek saksılarının doldurulduğunu gördü öfkeyle. Birkaç görevliye lâf anlatmak, hesap sormak istedi fakat mümkünü yoktu. Böyle olmayacaktı, onlar bu yolda telef olurken gemisini yürüten kaptanlar yolun yarısını almışlardı bile. Enine boyuna düşünecek, doluya boşa koyup kaldıracak vakit kalmamıştı.

"Yıldırım" dedi Büyükhanım, "Biz kendi paramızla bir kayık tutalım."

"Hee hanımım" dedi Yıldırım, "Atla arabayı da bırakır fiyattan düşeriz."

Büyükhanım, Yıldırım'ın yanında kayıkçılardan birine yanaştığında insan denen varlığın en arsız, en hayâsız, en kutsalsız yanıyla karşılaştı. Adamın istediği fiyat dudak uçuklatacak cinstendi çünkü ve akbabalar beyin kırıntılarını daha kurban ölmeden didiklemeye başlamışlardı. Kayıkçı "Hanım nine, ne yapalım savaş bu, biniyorsan bin yoksa sırada bekleyen çok müşteri var" derken Büyükhanım'ın içinden şu yerdeki taşı onun kafasına indirmek geçtiyse de şeytana uymadı.

Üç beş kuruş nakit parasını yanında tutmak isteyen Büyükhanım, ödemeyi mücevher vererek yapacağını, atı ve arabayı da hesaptan düşmesini söyleyince adam razı oldu ama önce zümrüt küpeyi görmek istedi. "Al aşağı vur yukarı" sonunda anlaştılar. Ne zaman ve nerede biteceği belli olmayan bir yolculukta ayağı karadan kesmenin karşılığı buydu demek ki. İstanbul'a kadar birinci mevki vapurla yüz kez gidip yüz kez dönmeye yetebilecek bir bedel ödemişlerdi.

Arabanın kasasındaki yorgan, döşek, kap kaçak, patates

vesaireyi yüklemeye kalkıştıklarında kayıkçı, "O kadarı fazla

hanım nine!" dedi sigarasını tüttürürken,

"Deniz dalgalı. Devrilir gideriz hafazanallah."

Üç beş parça eşya alabildiler yanlarına. Bundan sonra bu kahır çıkmazında bir kuru canları, herkes ne kadarsa onlar da

o   kadarlardı.

Ve önlerinde şöhreti şimdiden tekinsizliğe bulaşmış Harşit çayı vardı.

Harşit ağzındaki girdaplardan korkan kayıkçı onları karşı yakaya bırakmayı reddetmişti. Çaresiz, dalgalarla boğuşa boğuşa bu yakada indiler kayıktan ve bütün muhacirler gibi Harşit kıyısına gelip dayandılar. Kıyamet işte o zaman koptu. Kendi bölgesindeki ırmakların bu en azgını; cılız hacmine, küçük cüssesine rağmen kendinden beklenmeyecek bir öfkenin, umulmayacak bir taşkının sahibi olanı önlerine dikilmişti ve aşılması, karşı kıyısına geçilmesi gerekti. Bu, Osmanlı coğrafyasındaki en uzun, en geniş, en derin ırmak değilse de en hızlı, en haşin, en kuvvetli, en deli akan, en yol vermez olanlardan biriydi. Irmak bile değildi, adı çaydı bu yüzden ama büyük ve azgın ırmakların bütün tehlikelerine sahipti. Şöhreti kendisini yakından tanıyan, yolu kıyısına düşenlerce malûmdu ancak. Büyükhanım çarşafının eteklerini sıkarken Harşit'e baktı. Normal zamanlarda bile onca cana kıyan çay Nisanla coşmuş, kabarmış; kış başında uysalca akan suyu şimdi yüz kat fazlasına ulaşmıştı. Dere iken ırmak olmuş, kabadayılığa kalkışmıştı. Harşit, öfkesi ağzında, yakacak can arıyordu. Böyle bir öfke, nasıl aşılacaktı?

Onu geçebilenler şanslı sayılabilirdi, çünkü Rus ordusunun burada çakılıp kalacağına dair söylentiler vardı. Fakat öyle bir dikilmişti ki karşılarına Harşit, hiç kimsesini ona kaptırmadan karşıya geçmeyi başarabilenlerin bile akıllarının bir kısmı o azgın suda kalıyor, muhacirlerin beli en fazla da bu ırmağın iki yakası arasında bükülüyordu.

Yüzlerce kişilik muhacir kafileleri şimdi birbirine eklenmiş, kıyıya birikmiş, ırmak boyunca yayılmış, ipliğe dizilmiş inciler ya da bağı kopmuş tespihler gibiydi. İnsan, yaratıldığı günden beri önüne dikilen suya her defasında nasıl baktıysa öyle cinnetle bakıyorlardı suya. Herkes arkadan gelen Rus ordusunun ayak seslerine kulak kabartmış, bir an

önce karşıya geçmenin, canını kurtarmanın derdine düşmüştü. Ama nasıl? işte bunun cevabı yoktu. Kimi cesur olanlar bu suda yüzmeyi göze alıyor, bunların bir kısmı karşıya varabiliyordu; bir kısmı ise kıyıda bekleşenlerin gözleri önünde akıntıya kapılıp gidiyordu. Geride kalanlar biraz evvel ölümü gören gözleriyle, çaresiz, aynı suya dalıyordu. Çünkü Harşit'in üzerinde o vakitler bir köprü yoklu, halk, "kelek" adı verilen bir tür kayıkla tutardı karşı kıyıyı. Lâkin üç beş kelek bu dalga dalga gelen muhacir kafilesinin hangi birine yetecekti? Yetse bile yüksek dağlardan döküle döküle, köpüre köpüre, çığırından çıkmış gelen, bir an evvel denize kavuşmak için gözü dönen bu uğultulu ilkbahar suyu içine aldığını savurup püskürtmeyecek, anaforlar kurup döne döne uçurumlarına çekmeyecek miydi?

Büyükhanım bir "Lahavle" çekti. Beklemek şimdilik en iyisi gibi görünüyordu. Rus ordusunun ne zaman geleceği belli değildi ve bu kalabalıkta karşıya geçmeleri için bir mucize gerekti. Bir kayanın sırtını mekân tuttu kendilerine. Küçük kafilesini etrafına topladı.

"Oturun" dedi. "Biraz dinlenelim. Bakalım diğer insanlar ne yapıyor, biz de onu yaparız."

Yıldırım, "Ben etrafı kolaçan edeyim" dedi. "Bakayım, ırmağın sığ bir yanı vardır belki."

Kayanın önüne adeta yığıldılar. Keleklerin başındaki izdiham anlatılır gibi değildi. Her kafadan bir ses çıkıyordu, insaniyetin de nezaketin de esamisi kalmamıştı burada. Herkes kendi canından yanıyor kendi ölümünden kaçıyordu. Üstelik savaş Görele'deki o en rezil, en hayâsız yanını buraya göndermekte de gecikmemişti.

Keleklerin başını tutan üç beş çapulcu kişi başı için fiyat açıkladı, bu da neredeyse İstanbul-Trabzon vapurunun birinci mevki ücretinin on katı kadardı. Sırasız, nizamsız, mahşerî bir hücuma mukabil ahlâksız ve kabadayı bir pazarlık başladı. Parasını verenler keleklere doldukça kayıkçı elindeki uzun sopayla kıyıyı itiyor, biraz açılıyordu. Fakat kıyıdan üç beş kişi daha kendisini keleğe atınca azgın su haddinden fazla dolmuş bu ölüm salını daha kıyıda ters çeviriyor, içindekileri döküyor, kusuyordu. Sırılsıklam erkekler, sair zamanda saçının ucunu göstermeyen ama şimdi etekleri tersine dönmüş, göğüs bağır açılmış bîçare kadınlar, avaz avaz çocuklar gayya kuyusundaymışçasına kaynaşıyorlardı.

Sonra? O girdaptan kurtulup da kıyıya çıkabilenler sıraları da paraları da yanmış, öylece kalakalıyorlardı. Yeni bir sefer başlıyordu. Bu kez ırmağın tam ortasında alabora oluyordu kelek ve içindekiler, kıyıda devrilenler kadar şanslı olmuyordu. Çoğu kez hiç kimse kurtulamıyor, azgın su Karadeniz'in en mahir yüzücüleri olan Trabzonlu erkekleri bile alıp götürüyordu. Kelek, üzerinde paraları cebe indirmiş sahibiyle kıyıya dönüyordu. Sanki biraz evvel ırmağın ortasında içindekileri azgın suya veren bu değilmiş gibi, sanki bir cennet yolculuğunu müjdelermiş gibi aynı keleğin kanlı sırtına binmek için canhıraş bir yarış daha başlıyordu. Ve bu böyle sürüp gidiyordu.

Sırtını yasladığı yerden Büyükhanım'ın gözleri bütün bu olup bitenleri, bu yüzme bilmeyip de azgın suya koşanları, keleğe binip de akıntılı suda bir başına kalanları, yavrusu kollarının arasından kayıp suya karışanları, suda bir batıp bir çıkıp sonra tümüyle yok olanları, bir zaman sonra şişmiş, morarmış bir ceset olarak yüze çıkanları, ya da bambaşka bir yerden kıyıya vuranları, ya da hiç bulunamayanları, bu

çığlıkları, bu uğultuları bir bir gördü. Ananın evlâdını unuttuğu mahşer herhalde böyle bir yerdi.

Birazdan Yıldırım geldi. "Hanımım" dedi, "Az aşağıda sığca bir yer var. Sular biraz durulsa geçilir gibi. Ama biraz beklemek lâzım. "

"Oraya gidelim" dedi Büyükhanım. "Orada bekleyelim."

Sular durulmadı. Geceyi o mahşer uğultusunda buz gibi havada geçireceklerdi. Büyük bir ateşin başında uykuya dalmaya çalışırlarken kalın, yanık bir erkek sesi duyuldu.


K a r a m r ı n i b u l m a d ı n ç e k t i n a s k e r i


e r i M i l l e t i n i s r m a d ı n U r u s u n k u m a n d a n i Y  r t u t u t a y. 1  r t u E ı d 1 S u l t a n R e Ş a d H a


Okuması yazması olmayan, mektep medrese yüzü görmemiş bu adam benzeri olmayan bir sezgiyle güvendiği dağlara yağan kara sitem ediyordu. Büyükhanım başını salladı yemenisinin ucuyla gözlerini silerken. Bütün sıkıntı zamanlarında daima tutunduğu müjde yine dilinin ucuna geldi:

"Ey sıkıntı şiddetlen, nasılsa geçeceksin."

Bir sıkıntının geçeceğine duyulan güven, ona dayanmanın tek çaresiydi. Şüphe geçmezdi içinden Büyükhanım'ın, hâşâ!

Ama? Geçecek miydi?

Ve.

Ya geçmeseydi.

Sevkiyat sabaha kadar aralıksız sürdü. Güneş epeyce yükselmişti ki Büyükhanım Görele'de pişirdiği hamurdan geri kalanı heybesinden çıkardığı sırada önlerinden, bir ineği çeken zayıf bir kadın ile parmak kadar oğlunun geçtiğini gördü. Remziye değil miydi bu? Hani Görele'den önceki konak yerinde yakın düşmüş, iki lâf etmiş, dertleşmişlerdi.

Kocası Trablus'tan dönmeyen dul bir kadındı Remziye, oğlu Hasan'dan başka kimi kimsesi yoklu. Masal'ın başını okşamıştı şefkatle, "Bu sizin mi?" diye sorarken. Sonra "Tek varlığımız bu" demişti ineğini göstererek. "O da olmazsa sağ çıkamayız bu muhacirlikten herhalde."

"Adı ne bunun?" diye sormuştu Zehra.

"Yaşmaklı" demişti dul kadın.

Büyükhanım, kemikleri sayılan zavallı ineğe bakmıştı. Boynunda kim bilir hangi yayla günlerinden kalma bir dizi mavi boncuk, boynuzları arasında püsküller; Yaşmaklı bu yangın yerine bir şenlikten arda kalanlarla düşüvermişti. Remziye uzun uzun ineğini anlatmış, daha bu yaz Yaşmaklı'yı deniz kıyısına indirdiği Aladurbiye gününü hasretle anmıştı. Aladurbiye'de yüksek köylerden ineğini, öküzünü alıp deniz kenarına inen köylü kadınlarla, genç kızlarla dolu bir bayram yerine dönerdi kumsallar. Boyunları dizi dizi boncuklarla, komar ve zifin çiçeklerinden kolyelerle, hele de kocaman nazarlıklarla süslenmiş olan hayvanların kulaklarının arası, güzel ve geniş alınları da aynalarla, ziller ve çıngıraklarla donanmış, kuyruklarına bile püsküller, fiyonklar asılmış olurdu. Bu kadar süsten ağırlaşmış mutlu hayvancıkların her birini bir kadın ya da genç kız şefkatli ve tatlı sözlerle boynundan, gözkapaklarından, alnından, sırtından, sağrısından okşayarak denize doğru sürer; o boğucu, yapış yapış Temmuz sıcağında hayvancık da gönüllü olarak bu sevk edilişe itaat ederdi. Önce ayakları bilekleri ıslanır, su dizlerine kadar çıkar, sonra karnı, sırtı suya gömülür, sonunda sadece başı dışarıda kalır, kulaklarını ve burnunu havaya dikerek öylece serinlerdi. Yıl boyunca artık ineğinin hastalanmayacağına, sütünün bol olacağına inanan kadınsa onu okşamaya devam ederken gözlerini sıvazlar, bir yandan da türküler söyleyerek yakındaki arkadaşlarına mani atardı. Bunları anlatmıştı Remziye uzun uzun ve hasretle.

Selâm veren Büyükhanım, "Nasılsın?" diye soracakken vazgeçti. Bu kaderdaşlıkta kimsenin hali diğerinden farklı olamazdı. Yine de "Gel eğlen biraz" diye seslenmeden edemedi. Suya doğru yürüyen Remziye ise ırmağın geçit verir gibi görünen yanını gözüne kestirmişti, buradan geçilebilirdi. Hiçbir şeyi beklemeye tahammülü yoktu sabırsız kadının. O tezcanlılıkla, "Oğlancığım seninle dursun" dedi Büyükhanım'a, "Ben Yaşmaklı'yı geçirir gelip onu alırım. Siz de benimle birlikte geçersiniz. Geçeriz."

Hasan'a döndü, "Bekle annem" dedi. "Sakın ha, bir yere kıpırdama. Bunların yanından ayrılma."

Remziye suda ilerlerken Büyükhanım'ın yüreği yerinden oynayacaktı. Hele şükür ki bu hazin ikilinin kimi taştan taşa atlaya atlaya, kimi boğazlarına kadar suya bata çıka, güç belâ karşı kıyıya varabildiğini gördüler. Rahat bir nefes alacaktı Büyükhanım ama alamadı. Çünkü Remziye geri dönerken karşı kıyıda üç beş kişinin; sivri bir kayaya bağlanmış, dilsiz ağızsız Yaşmaklı'yı çözüp çekeleyerek uzaklaştıklarını görmüştü. Onlar da muhacirlerdi. Bu can pazarında herkes kendi canının derdinde, bencilleşmiş, arsızlaşmıştı. Büyükhanım yerinden kalkacak, bağırıp çağıracak, elini kolunu sallayacaktı, lâkin en babayiğit tellâl gelse suyun uğultusundan sesini işittiremezdi. Ama beterin de beteri var, bunu da gördü Büyükhanım'ın gözleri. Irmağın suyu, hangi gazaplı kapının ağzı uğuldayarak açılmıştı ki köpüklenerek aniden dalgalanıp, dağlar kadar yükseldiğinde Remziye suya kapıldı. Sürüklenen zayıf beden önce birkaç kez batıp çıktı, görünüp kayboldu, sonra tamamen yok oldu.

Gözlerinden yaşlar akarken, dizlerini döverek haykırırken bile Büyükhanım, oğlancığın başını kirli çarşafının üzerine bastırmayı akıl edebildi. Ne Remziye'nin ne başkalarının suların burgacında yitip gitmesi kimsenin dikkatini çekmişti. Ölmek bile Trabzon'dan çıkalı sıradanlaşmıştı. Büyükhanım gidenden çok kalana bakmanın gerekli olduğunu çok geçmeden hissetti, dizlerini dövmeyi bıraktı, haykırmayı kesti. Oğlancığı tuttu elinden, biraz su içirdi. Bir şey söylemiş olmak, konuşturmak için, bildiği halde sordu:

"Ah oğul, adın ne senin? Başka kimsen yok mu?"

Sefaletin sarı yüzünden hiçbir cevap gelmedi, ilk zamanlar bunu, geçici bir dil tutulması zannettiler fakat ne kadar

yokladılarsa da Hasan'da hep aynı sükût. Zamanla açılırdı nasılsa. Ama ne o saat ne de daha sonra Hasan'ın ağzından tek kelime çıktı. Büyükhanım o anda bu oğlancığın da kafilesine katıldığını anladı. Ya Rabbi! Bunca can kendisine bakıyordu.

Yerinden kalktı, ırmağın kıyısına yaklaştı. En zor, en acılı, en dehşetli zamanlarda, en dar vakitlerde bile namazını terk etmemişti Büyükhanım. Trabzon'dan çıktıklarından bu yana dağ, tepe, çamur, kar, yağmur demeden sırtı rükûya, başı secdeye varmıştı. Dizlerindeki nasır izlerini hatırladı, kendisinden bunu hiç ummazdı ama Rabbine o nasır izlerini hatırlattı, içinde büyük, derin bir acılıkla, karanlık suya baktı.

"Rabbim" dedi. "Ben Musa değilim ama şu peşimize düşenler var ya, onlar firavun. Şu Harşit'i Kızıldeniz edip önümüzde ikiye ayırsana."

Irmak eskisinden de azgın, kudurup duruyordu.

Büyükhanım artık göze alamazdı, bu yolsuz yordamsız ırmağın sığ bir yerine güvenmek mümkün değildi. Ha şimdi ne olacaktı? Zehra. Anuş. Yıldırım. Bir de Hasancık. Bir de Masal. Geri çevirdi kavmini Büyükhanım. Keleklerin yanma geldi. Ölenler ölmüş, geçenler karşıya geçmiş, düne göre biraz daha tenhalaşmıştı kıyı. Ne olacaksa şimdi olmalıydı.

Yıldırım'ı bile beklemeden, "Kaç kişi alır bu kelek?" dedi adama. "Yani normal zamanlarda olduğu gibi, emniyetli olarak karşıya geçmek için? Başka kimseyi almadan, sadece bizi geçirmek için ne kadar istersin?"

Suratından meymenet okunmayan adam, çarşafından, halinden tavrından şehirli olduğunu anladığı Büyükhanım'ın varlıklı biri olduğunu tahmin ederek fiyatı hayli yüksek tuttu. Canlar satılırken pazarlığın hükmü kalmadığını artık öğrenmiş olan Büyükhanım yüzgörümlüğü zümrüt küpesinin

diğer tekini onun eline tutuştururken adam, "Hanım!" diye itiraz edecek oldu.

"Bunu kime satayım ben? Nakit paran yok mu?"

Büyükhanım "Al" dedi. "Uzun etme. Bu günler geçer elbet. Bu, senin söylediğinden çok daha fazlası eder. Oyalanma. Haydi."

Karşıya geçerlerken arkada kalan kıyıya uzun uzun baktı Büyükhanım. Bakışlarını suya çevirdi. Nehrin bir kabahati olduğuna inansa, "Yansın Harşit, yansın Harşit, yansın Harşit!" diye üç kez haykıracaktı. Ama Harşit ne yapsındı?

Harşit'i geçebilenleri zorlu bir yürüyüş bekliyordu yine. Olan para tükenmiş, yükler, azıklar erimişti çoktan. Derken bütün muhacirleri kırıp geçirmeye tifüs ve sıtma da yetişti. Kimi iki üç yorgan altında bile titrerken kimi kan ter içinde kaldı, biri kalkabildiyse onun yerine üçü beşi birden toprağa serildi. Rus ordusu yoktu artık arkalarında ama onun yerini eşkıya takımı almıştı. Gidecek bir yeri olanlar oraya varmak için gayret ediyor, olmayanlar ise ne yapacağını bilmiyordu. Kimsenin aklı başında değildi ve şimdi yaşamak, sadece ölmemeye çalışmaktan ibaret bir şeydi. Oysa yaşamaya çalışmak en büyük yorgunluktu. Ölümü beklemek bile yorgunluktu.

Ordu'yu geçmiş, ağır ağır yürüyorlardı ki Yıldırım'ın yanlarında olmadığını fark ettiler, arkada kalıyordu nicedir. Büyükhanım önce söylendi sonra durdu, beklemeye başladı. Neden sonra göründü Yıldırım ama her an düşecek gibi, sendeleyerek yürüyordu. Büyükhanım'ın durmuş kendisini beklediğini görünce adımlarını sıklaştırmaya çalıştı, birkaç adım attı. Dahası? Kalmamıştı. Olduğu yere yığıldı.

"Biraz daha Yıldırım. Ne olursun iki gözüm, Allah aşkına. Burada yığılıp kalma."

Yıldırım duymuyordu. O zaman Büyükhanım düşünmedi bile. Arkasındaki dengi devirdi, "Sırtlan kızım" dedi Zehra'ya, Hasan'ı da öbür eline verdi. Yere diz çöktü. Ateşler içinde yanan, sıtma nöbetleriyle sarsılan Yıldırım'ın kolunu kendi omuzundan aşırdı, "Hadi" dedi "Kalk." Yıldırım'ı yarı yüklendi, doğruldu; bir iki sendelediyse de bu yüke de alıştı. Zavallı adam zaten ufak tefekti, şimdiyse bir çocuk kadar kalmıştı.

Yıldırım sayıklamalarla geçirdiği gecenin sabaha karşısında Büyükhanım'ın üzerine eğildiğini, yemenisinin ucuyla terini sildiğini, ağzına acı mı acı ezilmiş bir kinin tableti akıttığını hayal meyal fark etti. Tam olarak kendinde değildi fakat hayal hakikat arasında bile durumun fevkalâdeliğini hissedebildi. Evin, yüzüne bile dikkatle bakılmaması gereken muhterem hanımefendisi yemenisiyle terini mi silmişti? Ağzına ilâç mı akıtmıştı? "Dayan Yıldırım, sen olmasan biz ne yaparız" mı demişti? Yerinden doğrulmak, Büyükhanım'ın ellerine sarılmak istedi. Yapamadı. Karanlık bir uçuruma doğru devrilirken gözünün ucundan bir damla yaş süzüldü. "Annem" diyebildi.

Kendisini buraya kadar kimin taşıdığını sormak ise iki gün sonra yürüyecek hale geldiğinde, arkadan gelen kafilelerden birine katıldıklarında bile aklına gelmedi.

Büyükhanım kim bilir kaçıncı kez batıya doğru ağır ağır yürüyen küçük kafilesine baktı. Kendisini bırakmaya, mücadeleden vazgeçmeye hakkı bile olmadığını anladı. Çaresizdi oysa. Herkes gibi o da ne yapacağını bilmiyordu ve yine herkes gibi o da iki günden bu yana ağzına tek lokma

koymamıştı. Yine de adım atmaktan vazgeçmedi. İyi biliyordu ki o sendelerse bu kafilenin tamamı düşerdi.

Yıldırım hastalığın pençesinden henüz tam kurtulamamış, hamile kadınlar gibi başını bir yere yasladığında hemencecik uyuyordu. Aksayarak yürüyen Zehra'nın sağ elinde, çekelediği Anuş vardı. Küçük kız, bir çemberle sımsıkı bağlanmış başını ara sıra kaldırıp Zehra'nın yüzüne bakıyordu. Yol bile olmayan yollarına baktı önce Büyükhanım; sonra bu minicik ayaklara. Anuş tıpış tıpış batan güneşe doğru yürüyordu ve arkasında kendisinden büyük gölgesini taşıyordu. Zavallı Anuş! Yürümek kaderinden onu kurtardıklarını sanmışlardı. Ama kader! Al baştan, ayniyle yazılmıştı.

Siranuş'u düşündü Büyükhanım. Acaba o da gördükleri, yaşadıkları karşısında cinnet getiren kadınlar kafilesine karışmış mıydı çoktan? Yoksa akla hayale sığmayacak uzunlukta bir yolu, altından kalkılamayacak ağırlıkta bir yükü sırtlanmış olduğu halde hâlâ adımlamaya mı çalışıyordu? Biri muhacir veznindendi yolculuklarının diğeri tehcir, ikisinin de kökünde acı vardı ve cümleleri, dağların sırtında ters istikamette ilerleyen birer çizgiydi. Büyükhanım adım attıkça Siranuş'un attığı her adım da geldi, yoluna eklendi. Onun kanadığı yerden kanadı, onun acıdığı yerden acıdı. Yükü birken iki oldu. Katlanılır gibi değildi. Bir zamanlar yeni sulanmış bir bahçenin kıyısında, sardunya kokuları arasında kahve içerek yârenlik ettikleri gerçek miydi? Masal'ın geldiği günü hatırladı. O gün demek ne kadar mutlulardı. Bıraktı düşünmeyi. Kara kâbusun ortasında "bir zamanlar"ı düşünmemek evlâydı. Yine de etrafına baktı, Masal görünürlerde yoktu.

Trabzon'dan çıkalı ne kadar zaman olmuştu? Harşit'ten bu yana kaç gün geçmişti? Günü, ayı karıştırmışlardı artık. Ama bir sabah baharın bütün güzelliğiyle geldiğini fark ettiler. Demek muhacirlerin yolu bundan böyle çiçekli vadilerden, mis kokulu çayırlardan geçecek, çabuk uçan toygarlar, sarı bir sandala benzeyen dirvanalar onlara eşlik edecekti. Lâkin bahar bile sıkıntısını esirgemedi. Ordu'yu henüz geçmişlerdi ki ağır bir yağmurun geriye bıraktığı çamurla karşılaştılar, tam üç gün boyunca bu ağır, yapışkan çamurun içinde adım atmaya çalıştılar. O zaman Büyükhanım anladı ki gayya ancak böyle bir şey olabilir ve ancak böyle sıvaşık bir çamur, içine aldığını geri vermeyebilir.

Çamurda yürümek öyle zahmetliydi ki bir saat, iki saat ya da bir gün önce aynı yerden geçenler ağırlıklarını atmış ya da ne düşürdüklerini fark etmeden, duyarsızlaşmış bedenleri, iyice körelmiş zihinleriyle yola devam etmiştiler. Bakır kazanlar, kalaysız tencereler, yorganlar, döşekler, adım atmayı, düştüğü yerden kalkmayı artık reddeden iskelete dönmüş öküzler, inekler.

İnsanın her şeyini düşürdüğü bu çamur deryası boyunca anneler uzunca bir süre direniyor, hiç olmazsa çocuklarını yaşatmak arzusunu koruyordular. Ama öyle bir zaman geliyordu ki zihinler bulanıyor, düşünce kararıyor ve öylece devriliyordular. Cinnetin kollarında çocuğunu kaybeden anneler böyle böyle çiziliyordu muhacirliğin resmine ya da çocuklarını saymaya kalkıştıklarında üç'ten sonra gelen sayıyı hatırlamıyordular meselâ. Hatırlasalar bile dördüncüyü yerinde bulamıyordular. Tekilliğinden koparak çoğulluğa eklendiğinde kıymetini yitiren çocuklar ise hâlâ saftılar. Kendilerine ne olduğunu anlamadan, ölümün ne olduğunu bilmeden ölüyordular. Ya da işte şu bebek gibi, çözülmüş kolların arasından kimsecikler fark etmeden düşüveriyordular. Önce Büyükhanım fark etti onu, sırtındaki dengi yere bırakarak "Oyy!" diye dövdü dizlerini, sonra eğildi, yamalı bohçayı kucağına aldı. Bebek ağlamaktan

katılma raddesindeydi ve elleri de yüzü gibi mosmor kesilmişti. Büyükhanım bebeği çarşafına sardı. Kuruca bir yere oturdu, ağzına şerbet damlatmaya çalıştı. Bebek önce büyük bir açlıkla içti şerbeti sonra içtiğini bütünüyle kustu. Hali ümitsizdi. Ancak birkaç saat yaşayabildi.

Büyükhanım'ın gönlü, birkaç saat için de olsa benimsediği bu yavrunun bedeninin sırtlanlara yem olmasına razı gelmemişti. Çamurlaşmış toprağı Yıldırım eşti. Üstünü örttüler. Başına bir taş dikildi. Zehra gözyaşlarını tutmadı ama Büyükhanım nicedir taşlaşmıştı.

Onlar bebekle uğraşırken kafile çoktan gözden kaybolmuştu bile. Oysa bir an önce kafileye varmaları gerektiğini çok iyi biliyordu Büyükhanım. Kalabalıkta kimsenin kimseye faydası yoktu, doğru, ama tenhada tehlike daha bir başkalaşıyordu. Ve ki bu bölgenin eşkıyalarına dair tevatür kafile arasında yayılmıştı çoktan. Telâş sardı Büyükhanım'ı. Onun damarlarında bumbuz bir korku gezinirken Yıldırım bile "Hanımım, buralardan bir an önce çıkmak lâzım" diyordu.

"Çabuk olalım" dedi Büyükhanım. "Ayağımızı çabuk tutarsak kafileye yetişiriz. Akşam bastıracak birazdan. Durmayın haydi. Sen Hasan'ı sırtlan Yıldırım."

Kendisi de Anuş'u sırtına aldı, dengi Zehra'ya yükledi.

Fakat çok geç kalmışlardı, biraz gitmişlerdi ki akşam bastırdı. Bir kıstağı geçtiklerinde önlerine aniden çıkan manzara Büyükhanım'ın böğrüne bir yumru gibi indi. Yanık bir köyün eteğinde bir ceset yığınının içine düşmüşlerdi ve koku dayanılır gibi değildi. Ama daha korkuncu az ilerideydi; bir meşale artığı gibi henüz yanmakta olan köy tarafındaki cesetlerin arasında dolaşan tüfekli adamlar.

Büyükhanım Anuş'la birlikte olduğu yere sindi, Zehra'ya da, sırtında Hasan'ı taşıyan Yıldırım'a da "Sinin" diye fısıldadı. Bu ölü yığını eğer onları saklarsa saklayacaktı. Gözünü uydurdu, kalbi ağzından çıkacak zannederek uğursuz adamlara bakmaya başladı.

Göğüslerinde çapraz fişeklikleri, sırtlarında eğri tüfekleri, uzun çizmeleri, kara sakalları ile eşkıyalardı bunlar. Simsiyah giysiler içindelerdi. Akbabalar gibi eğilip kalktıklarına, cesetlerin heybesini, cebini, kolunu, boynunu, dişini, belini, kemerini yokladıklarına bakılırsa daha evvel yakılmış bir köyün üstüne gelmişlerdi. Kimdi bunlar? Rum mu? Türk mü? Ermeni mi? Yo, iyilik gibi kötülüğün de dili, dini, ırkı, milleti, milliyeti yoklu. Daima siyahlar giyen tekinsiz adamlardı bunlar, hepsinin kılık kıyafeti birbirine benzerdi ve coğrafya nasıl dayatırsa öyle giyinirlerdi. Giyimleri aynı ateştendi, kuşamları aynı illetten. Onlar sadece eşkıya milletindendi.

O sırada Büyükhanım bu tekinsiz adamlarla aynı anda bir inilti işitti ve o akşam orada, bir meşale gibi yanan köyün aydınlığında gördüğü şeyi kıyamete değin unutmak istedi. Bugüne kadar gördüğü şeyler o kadar korkunçtu ki Büyükhanım, bu gözler daha korkuncunu göremez zannetmişti oysa korku gelip bir hadde dayanıyordu ama korkunçluğun sonu gelmiyordu. Eşkıyalardan biri cesetlerin arasında nasılsa sağ kalmış bir kadını fark etmişti, teni henüz sıcak fakat canı yarı bir kadın. Kırık ağız, arkadaşlarına seslenirken onun ne söylediğini, hangi dilde söylediğini duyamadı Büyükhanım, duymak da istemedi.

Gözlerini yumdu sadece, görürse unutamazdı. Ama bu sesler var ya, işte onlar beyninin her zerresine paslı bir kör bıçakla kazındı, bundan böyle unutamazdı. Kendisini tutmasa haykıracaktı. Sustu. Boğazındaki yumruk, midesindeki

bulantı, böğründeki sancı. Hepsi birbirine karıştı. Başını, önündeki cesedin soğuk bedeni üzerine bıraktı.

İmanı kuvvetliydi Büyükhanım'ın. Fakat daha çocukluk zamanında en fazla cennetin olmamasından korkar, "Ya cennet yoksa" diye içinden geçirmeden edemezdi.

Bu kez, sarıldığı cesedin bumbuzluğunda üşürken, "Rabbim" dedi, "Beni bağışla.

Dilimin söylediğinden beni hariç tut." Yutkundu boğazındaki yumruyu itmeye çalışarak, "istersen de tutma. Ama bundan sonra cennetinin yokluğu değil, beni cehenneminin yokluğu korkutur."

Tecelliden yana Cemil'di Büyükhanım'ın nasibi, Cemal'i sever gayrini görmezden gelirdi. İlk kez Kahhar ism-i şerifine sığındı. Dudaklarının arasından o güne değin Kur'ân'ı yüzünden okurken bile kalbini titreten, hiç kimselere etmediği o beddua döküldü.

"Ülâike aleyhim lâ'netullâhi vel-melâiketi ve'n-nâsi ecmaîn."

Sadece insanların laneti yetmezdi. "Allah'ın ve meleklerinin de hepsinin laneti üzerlerine olsun"du.

Dirilerin şerrinden korunmak için ölülere sarılarak sabahı ettiklerinde eşkıyalar çekilmişti çoktan. Büyükhanım yerinden kalktı. Uçuruma doğru yürüdü yalpalayarak, boşluğa uzun uzun baktı. Sanki şu uçuruma o değil de bir başkası bakıyordu.

İranlı Hafize Hanım'ı hatırladı birden, dudaklarından bir cümle döküldü:

"Şimdi bütün bunların gölge olduğuna, beni inandırsana."

Az sonra kısık bir havlama duyuldu, art arda. Büyükhanım bu sesi tanıdı. Toprağın üzerine diz çöktü. Yanma koşan Masal'ın boynuna sardı kollarını, başını hayvancığın bir deri

bir kemik kalmış göğsüne yasladı, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Yanma yaklaşan Yıldırım "Hanımım, gidelim mi?" demese kıyamete değin o halde kalacaktı.

O geceden sonra Zehra'ya -zaten suskundu- iyice bir suskunluk musallat oldu. Aksayarak biteviye adım atıyordu ama kuytuya kaçmış gözlerindeki karanlık bakışlar bir noktaya saplanmış, önünü görmez gibi gidiyordu. Büyükhanım asıl kıyametin bu sessizlikte koptuğunu kestirebilecek kadar tanıyordu torununu. Keşke biraz konuşsa, biraz şikâyet etse, biraz ağlasaydı. Bir sitem çıksaydı ağzından ama ne olur böyle taş kesilip içine kapanmasaydı, gözlerinin karanlık kuyusuna böyle kayıp kayıp dili tutulmasaydı.

Konak yerinde tepeden tırnağa çiçek açmış bir erik ağacının altına oturduklarında elini torununun alnına koydu Büyükhanım. Vah ki vah! Zehra ateşler içinde yanıyordu. Yüzü ölüm sarısına yakın yeşil bir renk almış, yaprak gibi titriyordu ve her an dalından düşecek gibi duruyordu. Heybesinin dibindeki kinin tabletlerini çıkardı Büyükhanım. Ne kadar acı olduğunu bilmez değildi ama Yıldırım'ın yardımıyla bu acı suyu bir kaşığın ucundan Zehra'nın ağzına zorla akıttı. Tülbendinin ucunu ıslattı hafifçe, karbonata batırdı. Kızcağızın dişiyle dudağının arasındaki lifleri temizledi, terini sildi.

"Hasbinallah veni'mel vekil" diye mırıldandı bütün gece Zehra'nın başucunda beklerken. "Allah'ım" dedi "Sen Rabbi'n-Rahim'sin, yüzümüze bak."

Saatler sonra Zehra biraz kendine geldi ama yüzü hâlâ bir ölünün yüzü kadar yeşildi. Yeniden uykuya daldı, çok

geçmeden ter içinde uyandı, yeniden daldı.

"Ah evlâtçığım" diye mırıldandı Büyükhanım. Zehra, gözünün önünde örselenmiş, sönüvermişti. Bir daha geri gelmeyecek ne kadar çok şeyi bırakmışlardı bu yollarda. Şimdi şu gülceğizi, her şeyin bir gün eskisi gibi olacağına nasıl inandıracaktı? Ama yo! Solmuş sararmış olsa da gençti o, ilk güneşte ilk suda kendini toplar, yeniden boy verir çiçek açardı. Ama şu titremeler olmasaydı! Can, titreyerek tutunuyordu kendisini taşıyan bedene, sarsıla sarsıla çıkmak isterken titreye titreye bedende kalıyordu. Bir daha "Hasbinallah veni'mel vekil" diye mırıldandı Büyükhanım, her şeyi Allah'a havale etti.

Zehra böyle tepeden tırnağa çiçek açmış bir erik ağacının dibinde başını kirli yastığa bırakmış, sayıklamalar arasındayken ve bu gurbet çıkmazına dair ümitler sönmeye yüz tutmuşken aradan iki gün iki gece geçti. Bir ölünün başında bekler gibi beklediler başında. Büyükhanım bir ara Yıldırım'ın gözlerini sildiğini gördü. Anuş Zehra'ya sokulmuş, Masal bir köşede kıvrılmıştı. Haşan ise gözlerini Zehra'ya dikmiş, kirpik indirmeden ona bakıyordu.

Sabaha karşı yaslandığı erik ağacının altında bir ara nasılsa dalmıştı ki Büyükhanım, kendisini attı bu kısacık uykudan. "Anne" demişti Zehra, boşluğa doğru, "Sen burada miydin?" Cılız, her an sönecek bir sesle söylemişti bunu ama yüzünde tertemiz bir gülümseme belirmişti.

Büyükhanım yaşmağının ucuyla gözlerini sildi, "Buradaydım. Hep buradaydım."

Haşan ise "Zehra" dedi boğuk bir sesle, "Sen iyileştin mi?"

Zehra "İyileştim" dedi elini hafifçe Hasan'ın saçlarında gezdirerek "İyileştim." Eli anında göğsüne düşüverdi.

Tırnaklarına baktı. Ne zaman böyle uzamış böyle yarılmışlardı?

Büyükhanım hangisine sevineceğini bilemedi, Hasan'ın konuşmasına mı, Zehra'nın iyileşmesine mi? Yükselen bahar güneşini sol yanma alarak seccadesini yaydı, şükür namazına

durdu. Onları bir elin hem vurduğunu hem tuttuğunu, hem düşürdüğünü hem esirgeyip bağışladığını Büyükhanım'dan daha iyi kim görebilirdi?

Seccadesini katladı, "Hadi bakalım" dedi. "Yolcu yolunda gerek." Küçük kafilesini topladı.

Bir gün daha yol gittiler. Üzerlerinde bunca sefaletin kiri pası, tozu toprağı; onca meşakkatin teri kanı, irini gözyaşı, ceset kokusu, yangın dumanı, çamuru, biti piresi, tifüsü kolerası vardı fakat ümit çiçek açmıştı bir kere. Büyükhanım'a öyle geldi ki sıcak bir su geçse üzerlerinden, bunca yükü sıyırıp atacaklardı sırtlarından, adım atmaları sanki daha kolay olacaktı.

Duaların kabul olduğu bir ana, göklerin açık kapılarına mı denk gelmişti ki patikanın boynunu devirdiklerinde Büyükhanım gözlerine inanamadı. Ama sahiydi işte! Yolun alt tarafında, kayaların arasındaki bir çukurda buharı kıvrıla kıvrıla yükselen kurşunî renkli suyun kükürt kokusundan ılıcayı tanıdı. Sağma soluna bakındı, cennetin kapıları açılsa ancak bu kadar sevinirdi. Fazla düşünmedi, Hasan'ın elini bıraktı. Sırtındaki dengi yere devirirken Yıldırım'a "Sen burada bekle" dedi.

Kayaları allayarak indiler buharlı suyun kıyısına. Zehra ayakta duramamış, bir kayanın üzerine oturmuştu. Büyükhanım onu usulca kuytuya çekti. "Bak şimdi nasıl şifa bulacaksın." Zehra'nın başını açtı, saçlarının örgülerini çözmeye başladı. Arada birkaç tel beyazı ve kan emici musibetleri fark etti.

"Zehra, saçlarını kesmemiz lâzım kızım."

Şimdi artık parıltısından, dalgasından eser kalmamış, keçelenmiş bu kumral saçları çilelere ayırdı, paslı bir makasla kesti, iyice kısalttı. Zehra ayaklarının ucuna dökülen bu

saçları, bu kirli yığını boş gözlerle seyretti, hiçbir şey görmüyordu sanki. Hayatın yükünü ağır yerinden yüklenmişti.

Büyükhanım iç gömleğiyle kalan Zehra'ya baktı içi kanayarak. "Senin etin temiz" derdi her zaman torununa, "Yaran hemen iyileşiyor." Oysa o elin temizliği çoktan iflâs etmiş, Zehra'nın ayağı gibi kolunda, bacağında, sırtında açılan yaralar da bir türlü kapanmamıştı. Büyükhanım, Zehra'yı gördüğü kadar kendi yüzünü, kendi bedenini de görebilseydi kendi yaralarının da kapanmadığını fark edecekti.

Elinden tutup, Zehra'yı suya doğru yürütürken Büyükhanım kıyıdaki killi çamuru tanıdı. Bir tutam aldı, parmaklarının arasında ezdi. Evet, köpürmeye yatkın duruyordu. Eteklerini topladı. "Bismillah." Bir avuç kili Zehra'nın başında ovmaya başladı. Bir, üç, beş. Kalan bir avuç saçın köpürmesi için bile altı yedi kere ovması gerekti. Yüzünü sıvazladı, gözlerini ovaladı torununun, boynunu, göğsünü, omuzlarını yıkadı. "Aman sakın gözlerini açma."

Su hem çok sıcaktı hem kükürtlüydü. Ama eğrelti otlarının koyu yeşil yaprakları arasında boy vermiş iri beyaz çiçeklerin gölgesindeki sıcak su Zehra'ya Hazret-i Eyyub'u yıkayan su gibi şifa vermişti. Bir kayanın üzerinde dinlenmeye oturduğunda yeniden doğmuş gibiydi.

Bu kez Anuş'u, Hasan'ı aceleyle soktu suya Büyükhanım. Çocuklar daha ilk adımda ayak bileklerine kadar çıkan suyun sıcaklığından öyle mutlu olmuşlardı ki haftalardır konuşmayan Haşan bile ağzı üstüne gitmeyen kuşlar gibi cıvıldaşıp durdu. En son, saçının telini aya güneşe göstermeyen Büyükhanım üzerindekileri çıkardı, taşın üzerine yaydı. Yumdu gözlerini, kendisini iç gömleğiyle sıcak suya bıraktı.

Kayalardan yukarı tırmandıklarında Yıldırım, birkaç taze yaprakla, birkaç çubuk ağaç kabuğunu Büyükhanım'a gösteriyordu.

"Hanımım, bunlar tazecik ayva yaprağı, bu da ağacının kabuğu. Az öteden topladım."

"Eee?" dedi Büyükhanım.

"Demem o ki, biz ayva yapraklarının çayını çıkarırdık. Yaprağı yoksa kabuğunu atardık sıcak suya. Çay gibi olmaz elbet ama kokusu güzeldir, insanın içini açar. Boğazını gevşetir."

Büyükhanım yoksulun bilgisinin her zaman daha geçerli, daha uzun ömürlü olduğunu düşünürken gülümsedi.

"Hadi öyleyse, ne duruyorsun o zaman? Ateş yak, su kaynat da çayımızı içelim. Sonra sen de suya gir. Şifa olur."

Çalı çırpı toplandı, iki taşın arasında kara ateş yakıldı. Eğrilip bükülmüş, minesi çatlamış, isten kararmış çinko çaydanlık ateşin üzerine kondu, iki bardakları kalmıştı geriye. Zehra Anuş'la, Büyükhanım Hasan'la aynı bardaktan yudumlamaya başladı; Yıldırım suya inmişti.

Kırmızıya yakın, berrak, sıcak bir suydu bu. Gözlerini kapatsa Büyükhanım, çay yerine yudumlasa? Hayır, o günlere selâm olsundu. Ama Trabzon'dan çıkalı ne yiyip ne içmişlerse bu, hepsinin üzerine bir kurtarmalık gibi geldi. Bir de, bir parça şekeri içine atıp ağır ağır karıştırabilseydi.

Henüz bu serap ılıcasından ayrılmamışlardı ki Zehra kalan ayva yapraklarına uzandı.

"Nine" dedi, "Bunları da kaynatsak olur mu? Çok sevdim, iyi geldi. Sanki tamamen iyileştim."

Büyükhanım onun parmaklarının arasındaki ayva yapraklarına bakarken, "Ey hayat!" diye geçirdi içinden. Gülümsedi.

Büyükhanım ve küçük kafilesi sonunda Samsun'a varabildiler. Trabzon'dan çıkan başı selâmetliklerin üzerinden üç ay geçmişti. Haziran'ın ortası, kiraz mevsimi bitmek üzereydi. Bir hafta açıkta sıra bekledikten sonra Muhacirin Komisyonu'nun gösterdiği evin odalarından birine güç belâ yerleştiler. Görele'den bu yana ilk defa bir damın altında sırtlarını döşeğe verdiklerinde ağır bir hastalıktan kalkmış gibilerdi ama aynı odada sekiz kişilik bir aile daha kalıyordu ve bu böyle gitmezdi. Çünkü Samsun'da da baş gösteren kıtlıkta eski elbiseler, kullanılmış ev eşyaları, kararmış bakır ibrikler, baltalar, teberler, kandiller, gaz lâmbaları, akla ne gelirse; hepsi altın değerindeydi. Oysa belediye tellâlları bağırıyordu biteviye: "Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin. Osmanlı lirasının değeri 108 kuruştan 100 kuruşa düşmüştür bugünden böyle." Yani para da artık pul değerindeydi.

Büyükhanım ikinci günün sabahı inci gerdanlığını Yıldırım'a verdi.

"Yıldırım" dedi "Bunu sat. Ne kadar olursa. Sonra vapurlarda yer bulmaya çalış. İlk vapurla İstanbul'a gidelim. Bir de telgraf çekebilirsen, Samsun'a sağ salim geldiğimizi bildir Hacıbey'e, onun da haberini sor."

İkindiye doğru "Hanımım" diye soluk soluğa geri geldi Yıldırım.

"Gerdanlığı sattım, biraz ucuza gitti ama bir hafta sonraki vapura bilet buldum."

"Telgraf?" dedi Büyükhanım endişeyle. " Telgraf çektin mi? Cevabı geldi mi?"

"Geldi geldi" dedi Yıldırım, yüzünde güller açarken. "Bu vakte kadar da onun cevabını bekledim. Hacıbey iyiymiş.

Merak etmeyin, diyor."

Sonra heyecanla son haberini verdi. "Hanımım, ekmek dağıtıyorlar. Hükümet dağıtıyor. Vesikayla. Kişi başına şu kadar ekmek."

Büyükhanım kendisinin ve Zehra'nın nüfus kâğıtlarını Yıldırım'ın eline tutuşturdu. "Yıldırım" dedi, "Koş ekmek al. Bulabilirsen katık bir şeyler de al."

Emektar, fırının önüne geldiğinde her kesimden her cinsten her isimden insan kalabalığıyla karşılaştı. Fırına, önündeki listeden isimleri tek tek okurken zadegândan olanlar eski hizmetkârlarıyla bir hizaya girmişti çoktan.

Üç somun ekmeği kolunun altına sıkıştırıp zeytin ve peynir aramaya çıktığında Yıldırım banknotların pek de işe yaramadığını anladı. Ufak para sıkıntısı arttıkça artmıştı Samsun'da ve esnaf, para bozmaya ancak yekûnun yarısından fazlası kadar alışveriş yapılması halinde yanaşıyordu. Çaresiz muhacirler o an için ihtiyaçları olmayan şeyleri almak zorunda kalıyorlardı bu yüzden. Yıldırım da, zeytin bulamadı ama bir parça koyun peyniri almak için bir çuval arpa almak mecburiyetinde kaldı. Biraz tedirgin, odaya döndüğünde Büyükhanım güldü. "Eh!" dedi "Olsun bakalım, üç ay üzerine peynir yiyeceğiz. Arpa da cabası." Bir yandan da ayva yapraklarını suya atmış, çilekeş çinko çaydanlıkta kaynatmaya başlamıştı.

Bir hafta sonra Samsun limanının açığında bekleyen kocaman bir vapura gitmek üzere iskeleden sandallara bindiler. Vapurun adı "Reşadiye"ydi. İsmail'i Sultan Reşad'ın annesinin adını taşıyan Gülcemal alıp götürmüştü İstanbul'a, onları Sultan Reşad'ın adını taşıyan bir vapur götürecekti. Masal'ın gemiye bindirilmesi biraz zor oldu. Sandalcının tahmin ettiği gibi geminin gövdesine tırmanan ince

merdivenin başında biletleri kontrol eden genç bir adam,

"Ben bu hayvanı gemiye almam" diye diretti.

"Yer yok. insanlar ayakta yolculuk edecek. Hayvanı mı alayım gemiye?"

Bunun üzerine Büyükhanım "Niye oğlum?" diye öyle bir nutka başladı ki sandaldakilerin hepsi uğultuyu kesip dinlemeye koyuldu; ağlaşan çocuklar bile seslerini kesmişti.

"Niye oğlum? Cennetle müjdelenmiş Kıtmir de hayvan değil mi? Adı âlemlere rahmet olarak inen Peygamber, rahatı bozulmasın diye eteğini kesmişti, kedi de hayvan değil mi? Sen İmam-ı Azam'ı bilmez misin? İşte onun, kuyudan ağzındaki pabuçla su taşıdığı köpek; Hazret-i Ömer Efendimizin yarasını tımar etmek için yollara düştüğü deve ve dahi Ebu Derda'nın ölüm döşeğinde kendisinden helâllik dilediği deve de hayvan değil mi? Bak işte, keçisiyle tavuğuyla binmiş şu âdemler gemiye. O da hayvan bu da."

Biletçi "Oy nine! Tamam tamam!" demeseydi Büyükhanım'ın nutku herhalde bir yarım saat daha sürecek, İslâm tarihi kadar Osmanlı tarihinden örneklerle de genişleyip süslenecekti. Ama artık Büyükhanım'ın nutkunun katlanılmaz tesirinden mi, Zehra'nın gözlerindeki yaşların güzelliğinden mi yoksa Yıldırım'ın "Etme delikanlı, bir parçacık hayvan, cirmi ne ki yer tutsun, bu da onun bilet parası olsun" diyerek avucuna sıkıştırdığı paranın sıcaklığından mı her ne ise, sonunda biletçi "Ben bu kelbi görmemiş olayım, kaptan da görmesin yoksa anında denize atar" diyerek başını öteye çevirdi. Masal bir kez daha atı almış Üsküdar'ı geçmişti.

Sıcak, aydınlık bir saatte yan merdiveni tırmanarak güverteye adım attıklarında önce kendilerine bir yer aradılar. Kolay olmadı ama sonunda yaygılarını açtılar, kendileri gibi İstanbul yolcusu olan diğerleriyle sırt sırta, omuz omuza İstanbul cihetine bakmaya başladılar. Çok geçmeden vapur bir kâğıt kadar düz, gökler kadar mavi deniz üzerinde ağır ağır kayarak sahilden uzaklaşmaya başladı. Büyükhanım Zehra'yı alarak kalabalığı yardı, güvertenin kenarına dayandı. Giderek uzaklaşan Samsun'a baktılar. Gemi açıldıkça görüş açıları genişledi, öyle ki geldikleri bütün o kıyılar, uçurumlar, yollar onlar ne kadar uzaklaştılarsa o kadar bir araya toplandı.

"Bak" dedi Büyükhanım Zehra'ya kıyıyı göstererek, "Şu yollardan geldik."

"Hepsini biz mi yürüdük?" dedi Zehra.

"Evet, hepsini biz yürüdük."

"Şimdi olsa yürüyemezmişim gibi."

O    sırada güverteden bir ses yükseldi. Tıpkı Harşit'in kıyısında çakılıp kaldıkları gece yükselen ses gibi; kırık, yanık, yaralı, yorgun ve pürüzlü bir sesti bu da.

Trabzon'dan çıktım başım selâmet Çavuşlu'ya vardım koptu kıyamet

Büyükhanım'ın kıyameti Harşit kıyısında ve Ordu çıkışında kopmuştu; başkalarının kıyameti Çavuşlu'da, Görele'de, Tirebolu'da, Ünye'de, Fatsa'da, sayılamayacak kadar çok yerde, her yerde, insanın kıyameti de kendisiyle birlikte yürüyordu demek ki. Ne çok acı vardı bu dünyada ve onlar dünyaya gelmeden önce de bu böyleydi, gittikten sonra da değişmeyecekti.

Zehra'yı kolundan tuttu Büyükhanım, diğerlerinin yanma dönerlerken kırık sesin sahibi başka bir mısraa geçmişti: Semle bıçak bende yürek yarası

Büyükhanım başını çevirdi, masmavi suya baktı. Buraya kadar getiren Allah sonrasında da Kerim'di; hem O, Ekreme'l- Ekrem'indi.

Sende bıçak bende yürek yarası

Böyle bir kıyamet sesinin eşliğinde, giderek uzaklaşan Samsun kıyılarına bakarken benim de içim doğranıyordu. Yorgundum. Bütün bu yolları, sırtımda taşınamayacak bir yükün ağırlığıyla ben de adım adım yürümüştüm. Benim de Harşit kıyısında, Ordu çıkışında kopmuştu kıyametim. Bir an

nerede olduğumu anlayamadım. Mersiyehan'ın Cânem Ali Cânem Ali mısralarını duyunca Hazret-i Hüseyin'in doğum gecesinde ve Şiraz'daki otelde olduğumu hatırladım.

Başımı yastığa bıraktığımda şimdi eğer uyursam bir daha uyanamam, bir daha gerçek hayata dâhil olamam sandım. Ama uyudum ve uyandım. Aklımın bir ırmağından hâlâ gürül gürül Zehra ve Büyükhanım akıyor. Fakat çok geçmeden hayat her şeyi geriye iterek kendi saltanatını kuruyor. Tek gerçek var: Yezd'e gidiyorum, Behzat Amca'ya. Yolun sonu orada ve Settarhan'ın ırmağı da Zehra'nınkiyle aynı coşkunlukta akıyor.

Yola giriyoruz; biraz sonra servinazlar tükeniyor. Bütün görünen bodur, cılız ve yabanî ağaççıklardan, çalılaşmış ılgınlardan ve kuru otlardan ibaret. Dağlar taşlaşıyor, görüntü monotonlaşıyor, yollar tenhalaşıyor. "Birazdan çöle gireceğiz" diyor Selman Bey, üzerimdeki yalnızlık duygusu elle tutulacak kadar artarken.

Çöle yaklaştığımız o kadar belli ki sanki doğa da insanlar da çölün hazırlığını yapıyor. Bundan böyle her şey güneşin ve çölün terbiyesinden geçecek. Havadaki rutubet aşırı sıcaktan buhara dönüştüğü için gökyüzünün, güneşin, toprağın ve hayatın rengi değişiyor, her şey bir sis tülünün ardında uzaklaşıyor ve hafifliyor. Kuru taş dağlar perde perde; giderek renkleri de çizgileri de inceliyor. Geriye bir tek, toprağın, kumun, taşın sarısı kalıyor.

Yanık mı yanık bir ses Hafız dan, Sadi'den gazeller okurken çöl yoluna giriyoruz; bir dağ, bir çöl, bir Allah, bir de biz varız şimdi. Arabanın camına başımı yaslamış uzaktaki dağları takip ediyorum, çok geçmeden gözlerim kapanıp yarı uykuya düşerken şoförümüz, "ahengin tasnifini" yani bestenin güftesini tercüme ediyor:

Vefasızlık yarpuzları beni yaktı

Yarpuzlar ki dilimi bilmiyorbeni ateş yaktı

Vahşîce yarpuz gülleri ümitsizlik çölündesabah oluyor

Gam seli içinde tek kalmışım

Bir müddet susuyor, sözlere kulak veriyor. Devamı gelmiyor. Zöhre Hanım, "İyi ki" diyor. "Ne dediğini bilmiyorsunuz. Yoksa keder bağlardınız. Zehir içip kendinizi

• •*1 1** ** 1** ** TT

oldururdunuz.

Dağlar artık görünmüyor, uzaklarda kum fırtınası başlamış olmalı. Turistik dünyada biri bile tek başına bir şehri talihinden memnun edebilecek onlarca kervansarayın yanından geçerek, tarihî ipek Yolu üzerinden Yezd'e doğru gidiyoruz. Yol kenarında elektrik direkleri olmasa bu zamanda değil o zamandayız sanacağım. Biraz dikkatli baksam kum üzerinde develerin uzayıp kısalan gölgelerini göreceğim, kulak kesilsem çıngırak seslerini duyacağım sanki. Tacirin bu yollardan kervanla geçtiğini düşünüyorum. Kimi ondan evvel gidiyorum şehirlere kimi onun gittiği şehirlerden geçiyorum ama aynı yol üzerinde olduğumuz kesin. Piruz bu şehirde yaşadı, Behzat Amca bu şehirde yaşıyor. Yezd bana ne hazırlıyor?

Çölün nemli sis tabakası arkasında dolunay renginde, donuk bir güneş ufka inerken varıyoruz Yezd'e. Çöl güneşi ürkütücü bir güzellikte, bambaşka bir yıldız, bilmediğimiz gezegenlerden biri gibi batıyor. Dört çölün ortasında kurulmuş Yezd şehrine vardığımız andan itibaren zaman içinde bambaşka bir zaman açılıyor önümüzde. Burada varlığın dört temel unsurunun en saf haliyle muhatabız, Yezd, kadim ve zorlu, farkındayız. Çölün zorlu terbiyesinden geçerken insanlara birlikte yaşama, birbirine dayanma âdabını

da öğreten Yezd İran'daki şehirlerin en asili. Fakat sıcak, her şeye hâkim tek duygu. Bu sıcağı bir şeye benzetiyorum. Fırın kapağı açılmış gibi? Hayır, teşbih hatalı kaçıyor. Öyle değil. Sonunda buluyorum. Binlerce devasa fön makinesi bir Ağustos günü üzerinize kuru hava püskürtür gibi!

Nihayet otele varıyoruz, kervansaraydan bozma bir otel bu da. Çok zahmetli bir yolculuktan sonra rahat ve temiz bir hanın ne demek olduğunu odama çıkınca anlıyorum ve anında uyuyorum. Sabah gözümü açtığımda duvarlarda geniş çerçevelerin içindeki eski Iran fotoğraflarını fark ediyorum. İçlerinden birine gözüm takılıyor, bir çayhane. Yasemen kapıyı tıklatıyor o sırada, kahvaltıya iniyoruz.

Kahvaltı dediysem, öyle uyumuşuz ki vakit öğleye yaklaşmış çoktan. Birazdan Selman Bey ve Zöhre Hanım geliyor. Elimizde Nizam'ın yazdığı adres, Behzat Amca'nın evine doğru yola çıkıyoruz.

Yezd'in sokaklarında sık sık adres soruyoruz. Kibar, nazik, iyilik dolu insanlar uzun uzun yol tarif ediyorlar. Selman Bey bir yandan tarif edilen adrese doğru otomobil sürüyor, bir yandan bilgi veriyor: Yezd, Zerdüştîlerin de yaşadığı şehirdir.

"Biliyorum" diyorum. Nasıl bilmem?

Kimse cümlemin üzerinde durmuyor, bunu nasıl bildiğimi sormuyor.

Sonunda adresi buluyor, sıradan bir kasaba evinin önünde duruyoruz. Kapıyı gencecik, güler yüzlü bir kadın açıyor. Nizam'ın bahsettiği gelin bu olmalı, Masume. Selman Bey meramımızı Farsça anlatıyor. Yine sımsıkı bir kucaklanışla içeri alınıyorum. Fakat korktuğum başıma geliyor. Behzat Amca yok, torunuyla Meşhed'e gitmiş.

"Ne zaman gelir?"

"Belli değil. En az bir hatta sonra."

Bildiğim halde soruyorum:

"Kocanızın cep telefon var mı?"

"Yoktur."

Hayret! Behzat Amca'yı bulmak için gelmiştim buraya, bulamadım. Ama üzerime bir ağırlık çökmüyor, duygularım ekşimiyor yersiz bir diyez nota gibi, damarlarımdan buz akmıyor. Piruz'un şehrinde zaman kayıp sayılmaz. Yezd'de bir iki gün kalacağız. Programımızı yapıyoruz, gidilecek yerleri güzergâh üzerinde sıralıyoruz.

"Sessizlik Kulesi'ne en son çıkalım" diyorum ben, "Bugün Eskişehir'i gezelim." En güzeli en arkaya bırakmak gibi bir alışkanlığım var.

Zöhre Hanım, "Sessizlik Kulesi'ni biliyor musun sen?" diye soruyor.

Biliyorum, ne diyeyim? Gülümsüyorum sadece. Masume'yle vedalaşıyoruz.

Bakü ve Tiflis gibi Yezd'in de bir "Eskişehir"i var. Lâcivert gökler altında daracık sokaklara dalıyoruz. Her şey toz, toprak, güneş ve çöl renginde, hatırladığım gibi. Ve çöl sarısı üzerine düşen en ufak bir mavi, bir parça çini, bir parça gök, bir parça havuz suyu örneğin, dünyanın en mümtaz ahengini doğuruyor. Birbiri üzerine yıkılmaması için aralarına ağaç gövdeleri çatılmış yüksek kerpiç duvarlar, çatlamasın diye ahşap takozlarla delinmiş toprak binalar, hiçbir geometrik nizama uymayan, üzeri sık sık kemerlerle kapanan, dehlizlere, tünellere dönüşerek uzayıp giden, tepesi bir demet ışık şelâlesi, gerisi loş, eğri büğrü, daracık sokaklarda ilerliyoruz şaşkın ve mutlu. Bir yer arıyorum ben. Ne aradığımı Yasemen henüz bilmiyor. Kendime bile henüz tam olarak anlatamadığım hikâyeyi Yasemen'e anlatmıyorum. Bir kapıyı tanır gibi oluyorum. Sanki o, Piruz'un kapısı. Fakat kapı kapıya benziyor bu sokaklarda. Cesaret edip de kadınlar için olan ince tokmağı çalamıyorum. Geçip gidiyoruz önünden.

Ertesi gün öğleye doğru Sessizlik Kulesi'ne çıkmak üzere şehrin biraz dışındaki tepenin eteğinde duruyoruz.

Terkedilmiş bir kule bu; yasaklandığı için İran'da Zerdüştîler de ölülerini toprağa gömüyor artık. Başımı kaldırıp da bakınca göklere baş çekmiş bu silindirik kerpiç kuleye hiç varılamazmış zannediyorum. Dudaklarımın ucunda garip bir gülümseme, gözlerimin derininde ürpertili bir hatıra beliriyor. Fazla değişmemiş, sadece akbabalar ve ölü yiyen siyah kuşlar eksik. Kıvrımlı patika epey hasar almış olsa da seçiliyor. Bu yol muydu? Evet, bu yoldu.

Tırmanmayı talim etmişiz aslında, İsfahan'daki ateşgâhtan temrinliyiz sanıyordum. Ama yo, Isfahanı ateşgâh bir mukaddimeymiş sadece. Üç kat daha sarp, on kat daha sıcak burası. Kayalara oyulmuş basamakları dura dura, nefes ala ala, en fazla üç adımda bir dinlene dinlene tırmanıyoruz. Yoksa imkânsız. Yolun sarplığından değil sadece, sıcağın nefes tıkamasından da. Ya Rabbi, neredeyse taşlar kaynayacak, öyle bir sıcak. Yezd'de rüzgâr bile alev ateş esiyor.

Nefes de bir sermayeymiş, tüketilmemesi gerek. Bir taşa oturuyorum, bir yudum su içeceğim. Ama nerede? Suyun serin tutulması en büyük derdimiz. On dakika içinde içilemeyecek kadar ısınıyor. Eski insanlar. Ya Rabbi onlar ne yapıyor, nasıl yapıyorlardı acaba? Başlangıçtan bu yana aynı olduğumuza dair teorime duyduğum inanç hâlâ sabit ama onların kendi zamanlarına ait oldukları da muhakkak. Diriler bu yolu tırmanamazken onlar ölülerini bu ateş yağmurunda, bu bitmeyen ateş sağanağının altında bu uçurum yolundan nasıl çıkarıyorlardı? Ben bunları tecrübe ettiğimi sanıyordum fakat bedensiz bir bilgiymiş bu. Oysa şimdi bedenimde yaşıyorum.

Bir süre sonra basamakların arası açılıyor, sonunda basamak diye bir şey de kalmıyor. Düpedüz kayalıkları tırmanıyoruz. Garip bir durum, "Buradan çıkmamışlardı" diye düşünürken yükseklikten başım dönüyor. Kendi kalbimin çarpıntısından korkuyor, ciğerlerim ağzımdan çıkacak sanıyorum.

Taş parçaları, topraklar yuvarlanıyor ayaklarımızın altından. Uçurum kenarlarından sarkarak yol alıyoruz düpedüz. Anlıyorum ki yolu şaşırmışız, yanlış yoldan çıkıyoruz.

Vazgeçmek, geri dönmek aklıma bile gelmiyor ama. Kendi korkusuzluğuma ben bile hayret ediyorum. Sadece sırtımdaki çanta, elimdeki bulutlu şemsiye, diğer elimdeki su şişesi, gözlüğüm, başımdaki örtü, hatta kendi bedenim bile ağır geliyor. Bu güneşte ve bu rüzgârda hepsini idare etmekte çok zorlanıyorum. Şemsiyem bir parça gölge ediyor gerçi, azımsanır nimet değil. Ama rüzgârda sürekli ters dönüyor, onu da taşımak bir külfete dönüşüyor. Fırlatıp atsam şu yardan aşağı!

Sıcak, beynimi kaynatırken nasıl ineceğimizi düşünüyorum hayal meyal. Başımdaki örtü yaktıkça yakıyor, rüzgârda uçtukça uçuyor, ağzıma burnuma dolanıyor. Bir ara bir ferahlık hissediyorum. Çok geçmeden anlıyorum ki başörtüm kaymış, sırt çantama takılmış, ardım sıra sürükleniyor. Oysa başörtüyü idare etmeyi öğrendim sanıyordum. Takmaya takatim yok. Sadece Yasemen ve ben, "Etrafta kimsecikler yok, burada kim görecek?" diyorum. Yola başım açık devam ediyorum kısa bir süre. Gerçekten kimsecikler yok mu, kimse beni görmüyor mu?

Dinlene dinlene nihayet tepeye çıktığımız zaman, bizden çok önce varmış olan rehberimiz gülerek, "Yolu şaşırdık galiba" diyor eliyle bir tarafı göstererek, "Şu taraftan gelmeliydik."

Gösterdiği tarafta hiç olmazsa kayalara oyulmuş, uçurumlu da olsa basamaklar, ayak basacak bir yer, el ile tutunacak bir yan duvar var. Ve ki dönüp, tırmandığımız yamaca bakınca tüylerim ürperiyor.

Kulenin dışında duruyoruz. Bir taşın üzerine oturuyorum. Sıcak bir rüzgâr geçiyor üzerimden, Piruz ve Settarhan'ın durduğu yeri tanıyorum. Demir kapıyı arıyor gözlerim, yerinde yeller esiyor. Kapı boşluğu yerden hayli yüksek. Zamanında basamaklarla çıkılıyordu oysa şimdi basamak diye bir şey kalmamış. Bunu da tırmanacağız. Sonunda Yasemen ile güç belâ Sessizlik Kulesi'nin içine giriyoruz.

Zemin yıpranmış, taşlar parçalanmış, dağılmış. Bir köşeye çekiliyorum, ortadaki çukura bakıyorum. Bir taş alıyorum elime, içine doğru fırlatıyorum. Asırların kavurucu güneşini emerek kurumuş taş, sekerken kuru, tok bir çınlama bırakıyor geriye. Bir daha, bir daha. Gözüm çukurun kenarındaki incecik yola takılıyor. Yasemen dışarı çıkmış. Yapayalnızım. Yapılacak tek şeyi yaparak çukurun içine iniyorum. Kızgın taşların üzerine yüzüm güneşe dönük boylu boyunca uzanıyorum. Gözlerimi kapatıyorum.

Bir kanat sesinin hatırasında irkiliyorum aniden. Dehşetli bir sahnenin resmi beliriyor gözlerimin önünde. Çünkü o gün Settarhan ve Piruz, akılları geride kalsa da Sessizlik Kulesi'nin dar ve dik patikasından aşağı inerlerken, gölge ben çoktan süzülmüştüm ağır demir kapının aralığından içeri ve dünya gözüyle kimsenin görmediklerini görmüştü şu gözlerim. Bir köşeye sinmiştim o gün de. Güneş tam tepede olduğu için insana herhalde kendi gölgesinden bile hayır gelmezdi ve benim bir gölgem bile yoktu. Ürküntü içindeydim. Ölümün her şeyi eşitlediği muhakkak, Yezd'in itibarlı zengini Bahman Mansurî o gün burada zengin fakir, âlim cahil, şah geda, herkesle aynı seviyede, aynı çukurdaydı. Orada öylece yatıyordu ve rengi daha da morarmıştı. Kulenin duvarına tünemiş siyah kuşlardan en güçlü, en cesur olanı rahipler dışarı çıkar çıkmaz geniş kanatlarını açarak ok gibi inip konmuştu göğsüne. Diğerleri siyah bir bulut gibi takip etmişlerdi onu. Havada tüyler uçuşmuş, kanat sesleri tiz

haykırışlara, kemik çatırtılarına karışmıştı. Yüzü kan içinde kalmış bir akbaba kanatlarını açıp gagasını kızgın taşın üzerinde bir o yana bir bu yana bilerken daha fazlasını görmeye tahammül edememiş, yummuştum gözlerimi.

Şimdiyse gözlerimi açıp tepedeki alev çarkına bakmaya çalışıyorum. Bir an daha bakarsam gözlerim kör olacak. Bu dünyadan gördüğüm son şey bizim güneşlerimize benzemeyen bir güneş. Allah'ım, ölüyorum.

Benim dünya bedenimle gezdiğim İran'da unutamayacağım ilk yer burası olacak, öyle hissediyorum ki muradıma ermişim. Arkasına düştüğüm hikâye ile gerçeğin kamaşmasını bana en fazla yaşatan yer olduğu için değil sadece. O hikâye olmasa da burayı unutmazdım, Sessizlik Kulesi de beni unutmasın. Öyleyse benden bir şey kalmalı burada. Beynim kaynarken sağlıklı düşünmem mümkün değil. Yine de sağ elim sol elimin orta parmağını buluyor. Bu satırları okuyorsa eğer beni bağışlasın, kim bilir hangi imza günümde genç bir kızın kendi parmağından çıkarıp benim parmağıma geçirdiği siyah oval taşlı yüzüğü çıkarıyorum. Biraz evvel ölümlü bedenimin uzandığı yere, taşların üzerine bırakıyorum.

Neden sonra aşağı iniyoruz. O kadar yorgunum ki ne açlığımı fark edebiliyorum ne susuzluğumu. Biraz kendime gelip de başımı yukarı kaldırdığımda hangi basamakta doğru yoldan saptığımı, uçurumlu yollara girdiğimi, hangi baş döndürücü yarların kenarından geçtiğimi, oysa asıl yolun daha emniyetli, az ötede olduğunu görüyorum. Uzaktan bakınca apaçık görünüyor ama içindeyken fark edememişim. Aman Allah'ım! Nerelerden geçmişim ben? Nasıl tırmanmışım? Nasıl düşmemişim? Nasıl dönmüşüm geri? Kapatmasın kimse gözlerimi ki göreyim.

Gece otele dönüyoruz. Odalarımıza çekiliyoruz. İçim eziliyor şimdiden; çok yakında ben İstanbul'a Yasemen Bakü'ye döneceğiz.

Odadaki Yezd lâciverdi porselen takımda kendime bir çay hazırlıyorum. Bir sergi salonunu gezer gibi duvarlardaki fotoğraflara bakıyorum bir bir. Şunlar Yezd'in badgirleri, rüzgâr tutan kuleleri, onları artık tanıyorum; şu, İsfahan'daki ateşgâh olmalı. Şu da sabah baktığım çayhane. Fotoğrafa doğru eğiliyorum çayımdan bir yudum alırken. Sağ taraftaki duvar çaycının, resimlerle dolu dokunulmaz köşesi. Solda kazan büyüklüğünde bir semaver var, karnından yükselen buhar fotoğrafın tam ortasından bir sis bulutu geçirmiş. Çaycı eli muslukta, objektife bakarak poz vermiş. Dahası herkes fotoğrafçının farkında. Mermer havuzun arkasındaki on kadar müdavim de önde nargile tüttürenler de, hepsi, başlarında kalpakları, papakları; geniş kemerli, uzun etekli kıyafetleri içinde objektife bakıyorlar. Fakat semaverin yanında, fotoğrafın tam merkezinde biri var ki objektife bakmayan tek kişi o. Alnının ortasında derince bir kırışık, gözleri yarı kapalı, önüne bakıyor. Kendi iç âlemine dalmış. Gözkapaklarındaki parıltı bütün fotoğrafı dolduran bir geçmiş zaman ışığı. Semaverin durduğu masanın üzerine sağ elini öylece bırakmış. Ben bu elleri tanıyorum, bu eli i parmakları, bu kuş bakışı gamzeyi. Ve ey Allah'ım! Serçe parmağında belli belirsiz bir yüzük seçiliyor. Elimdeki Yezd işi fincandan bir yudum daha alıyorum. Çayın kokusu dilime damağıma yayılırken fotoğrafa bakıyorum tekrar.

Önce semaver kazanının üzerindeki buhar, kaldığı yerden kıvrıla kıvrıla yükselmeye başlıyor. Eşya, zamanın ışıklı sularında yüzüyor, içinde hayat ve hareket olan her şey kıpırdamaya başlıyor. Hafif uğultuyu duyuyorum önce;

nargilelerin fokurtusu, havuzdaki suyun sesi, bardakların porselen tabağa dokunuşu, konuşmalar.

Ve o, gözlerini bir an için kaldırıyor. Göz göze geliyoruz ama beni görmüyor. Bu, evet o. Sesim çıksa çığlık atacağım. Onu bir kez daha buluyor bir kez daha tanıyorum. Karşıma nerede çıkacağı belli değil ama arayı fazla açmıyor.

Yerinden kalkıyor. Yürüdükçe sanki bütün dünya onunla birlikte yürüyor. Arkasından ben de süzülüyorum. Çaycının önüne birkaç kuruş bırakıyor. Dışarı çıkıyor. Serbülend'i de artık çok iyi bildiğim yeri de tanıyorum. Taht-ı Süleyman'dayız ve yaprakların dökülmüş olduğuna bakılırsa sonbahar ortasında olmalıyız.


7. Kitap GÜL KÜPELER

"Piruz geliyor" dedi Settarhan.

Bütün aile, Çiçek Hala dâhil, mükellef bir sofranın başındalardı, Hengâme Hanım, "levengi"yi kimseye emanet etmemiş, ocağın başına kendi geçmiş, içi hazırlamış, balıkları birer birer doldurmuştu. Mirza Han sengek ekmeğine uzanırken başını kaldırdı hayretle.

"Piruz da kim?"

"Yezd'deki Zerdüştî adamın oğlu."

"Ha, şu Mecusî mevtanın."

Piruz, Settarhan'a telgraf çekmiş, üniversiteden diplomasını almak için Tebriz'e geldiğini bildirmişti. Şimdi Taht-ı Süleyman'a da geçebilirdi. Gelsin miydi?

Candan yürekten "Gel" demişti Settarhan tatlı bir heyecanla. Piruz'u ne kadar özlediğini Bakü'deki ateşgedede fark etmemiş miydi zaten? Kırk yıllık dostları özler gibi.

Öyle bile değil aslında, daha farklı daha yeni.

"Burada mı kalacak?" diye sordu Mirza Han. Yemeğin sonuna doğru sofra pilavla şenlenmişti. Hengâme Hanım, Tebriz'de sade, iddiasız bir konumu olan pilavın en az on farklı çeşidini bilirdi ve bu haliyle onun sofrası daha çok Bakii sofralarına benzerdi.

Settarhan içerlemişti, kırgın kırgın baktı Mirza Han'ın yüzüne. "Onlar beni evlerinde ağırladılar" dedi. "Hem de o

matem günlerinde. Bizim âdetimizde misafire 'Aziz can, gel' dememek var mıdır?"

Mirza Han'ın, Piruz'un Zerdüştîliğinden hoşlanmadığını anlamıştı. Eklemek ihtiyacını hissetti:

"Hem bildiğin Mecusîler gibi değil Piruz."

Bu kez "Neden geliyor?" diye sordu Mirza Han.

"Beni özlemiş" diye gülümsedi Settarhan. "Bir de Taht-ı Süleyman'ı görecekmiş."

"Haa! Şu mesele. Taht-ı Süleyman!"

Sıra limon kabuğu murabbasına gelmişti. Hengâme Hanım, karpuz kabuğu, ceviz, gül yaprağı, kavun, çilek, ahududu, erik, dut hatta zeytin; evde, bahçede, tarlada, ağaçta ne varsa hepsinden murabba yapabilirdi ve yazın hazırlanan murabbalar kış boyunca çayın yanında ikram edilirdi. Ama Mirza Han çayı beklemez murabbayı daha sofrada yerdi.

Mirza Han, çoğu ağzındaki murabbanın tadı arasında kaybolup gitse de cümlelerini arka arkaya sıraladı.

Mecusîlere karşı öfkeliydi. Tamam, ahlâklı, dürüst insanlar olabilirlerdi. Ama âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed Mustafa sallallâhu aleyhi ve sellemin daha doğduğu gece, Kisra'nın ebedî ateşinin İştarâbâd şehrinde sönüp gittiğini bilmezden geldikleri müddetçe onlara karşı bu kalpten bir muhabbet geçmezdi. Yolu Taht-ı Süleyman ateşgâhının önünden her geçtiğinde düşüncelere dalmış, bu çetrefili kendince halletmişti Mirza Han. Ateş görünen, hissedilen ama dokunulamayan, bir kalıba sokulamayan varlığıyla çok eski insanların muhayyilesinde görünür dünya ile görünmez dünya arasında bir köprü kurmuş olmalıydı. Özel bir bağdı ateş bağı. Onun kuralları yakıcıydı, onunla uzlaşılmaz ancak itaat edilebilir, suyuna gidilebilirdi. Öyleyse yanan yamaçlar, yanardağ ağızları, yerden fışkıran sönmeyen ateşler eski insanları biteviye kendisine çekmişti ve ki her şeyin alev alev yandığı bu coğrafyada ateş, bilinmeyecek kadar uzak zamanlarda bir saltanatı çevresinde dallandırıp budaklandırmıştı. Oysa Mirza Han hemen öndeki küçük yeşil göle, Taht-ı Süleyman'ın küçük ama derin suyuna baktıkça hayatın kaynağının ateş değil su olduğuna bir kez daha iman ederdi. Muhammed Mustafa bu ateşin üzerine bir su gibi serinlik ve selâmetle inmemiş miydi?

Ağzını peşkirle silerek sofradan kalkan Mirza Han, Settarhan'a sıkıntıyla baktı. Söylememişti henüz ama bu hafta onun Azam'la nişanını yapacaktı.

"Ne zaman geliyor?" diye sordu.

"Tebriz'de. Yarın gün doğmadan yola çıksa ikindide burada olur."

Mirza Han'ın içi iyice bulandı. Nişanı Mecusî'nin gidişine bıraktı. Meclislerine karışsın istemezdi.

"Gelsin" dedi.

Settarhan rahatladı. "Gel" demesi zor olsa da bir kez "Gelsin" dediyse Mirza Han, misafire itibarda kusur etmez, ettirmezdi.

Düşündüğü gibi de oldu Settarhan'ın. Ertesi gün Tebriz istikametinden gelen dört atın çektiği eski bir arabadan Piruz'u alıp da ikindiye doğru eve getirdiği andan itibaren ona itibarda kusur edilmedi. Her şeyin en iyisi pişirildi, ikram edildi. Odaların en güzeli açıldı, döşeklerin en rahatı serildi. Mirza Han, bir araya geldiklerinde ne ateşten ne sudan bahsettiyse de mecbur kalmadıkça Piruz'la meclis kurmamak için sarf ettiği gayret Settarhan'ın gözünden kaçmadı. Olsun, bu kadarına da razıydı.

Hengâme yaşlı kadınlar sınıfından olduğu için Piruz'dan kaçması gerekmedi. Tam tersine her fırsatta yanma çıktı, halini hatırını sordu, başkaca bir yığın soruyu yerli yersiz ardı ardına sıraladı: Kimi kimsesi yok muydu? Tebriz'de ne arıyordu? Hangi üniversiteyi bitirmişti? Görünürde misafirini rahat ettirmeye çalışıyordu kadın ama aklı asıl, Mecusîlerin nasıl insanlar olduğunu anlamaktaydı. Ortada bariz bir fark göremediği anda merakı bıraktı, mutfağın yolunu tuttu. Kendi hünerini konuşturmaya başladı.

Piruz'a gelince. Yezd-Tebriz arasındaki onca yolu alırken başı bile ağrımamış olan Piruz'u Taht-ı Süleyman'ın havası çarptı, geldiğinin ertesi gün yataktan çıkamadı. Alev ateş yanıyordu. "Hava değişimi" dedi Hengâme anında teşhis koyarak, "Hekime

gerek yok. Ben iyi ederim." Şifalı bitkilerden demlenen çayları acı ilâçlar, onu da üç kat yorgan altında terletmeler ve daha bir sürü şeyler takip etti. Sonunda Hengâme haklı çıktı. Ertesi sabah Piruz sapasağlam ayağa dikildi. Sabah çorbasını içerken yüzünde mutlu bir gülümsemeyle Hengâme'nin elini öperken kadın onun sapsarı saçlarına mavi gözlerine ilk kez görmüş gibi bakıyordu. Bu Mecusî handiyse iyi çocuktu.

Sabah, çorbasını bitirdiklerinde "Bugün artık Taht-ı Süleyman'a gidelim" dedi Settarhan.

"Gidelim."

Avluya çıktıklarında "Ama" dedi, "Önce sana atölyelerimizi gezdireyim."

Settarhan üç gündür Azam'ı görmüyordu. Piruz geldi geleli sofralar harem ve enderun için ayrı ayrı kurulmaya başlamış, Azam avluda, havuz başında oturmamaya, olur olmaz ortalıkta görünmemeye dikkat etmişti. Şimdi Piruz'a halı tezgâhlarını, atölyeleri göstermek isterken Settarhan'm asıl gayesi Azam'ı görmekti.

Evde, hareme yabancı bir erkeğin gözü bile değemezdi. Ama siparişlerini başka ağızlara emanet etmek istemeyen, halısının gidişatını kendi gözleriyle görmek isteyen müşterilere açık bir muafiyet alanıydı atölye. Kızlar, bu tür iş ziyaretlerine, kaprislere, siparişlerini yarı yolda değiştirenlere kısacası erkek ziyaretçilere alışkınlardı.

Firdevs Usta hah tezgâhlarının arasında kedi gibi sessizce dolaşıyordu. Ayak seslerini işitmek mümkün değildi ama elindeki sopanın kızların ellerine inmesi an meselesiydi. Bu tezgâhların her gün dinlemeye alışık olduğu artık ezberlenmiş emirlerini yağdırıyordu bu sabah da.

"Kirkiti o kadar sert vurma, sırayı ezeceksin!"

"Atkı ipini germe, halının belini bükeceksin."

"Kızlar! Kimse kimsenin halısından hav kesmesin. Hele kimse kimsenin yerine düğüm atmasın."

O    sırada hizmetkârlardan biri Settarhan'ın bir misafiriyle geldiğini haber verdi. Kızlar kendilerine henüz çekidüzen vermişlerdi ki o ikisi içeri girdi. Ama ne giriş! Atölye ışığa boğulmuştu sanki. Settarhan için Züleyha olmaya çoktan razıydı kızların hepsi lâkin bu defa şu ikisinden hangisi Yusuf'tur, işte bunu içlerinden hiçbiri kestiremedi. Bakışları düğümlerde olsa bile akılları Settarhan'dan Piruz'a, Piruz'dan Settarhan'a gitti geldi. Hele şu yabancı, ne olur kaldırıp başını bir kez nazar etseydi. Ama onun halılara dikilmiş gözü, dokuyan ellere kaymıyordu bile.

Settarhan gururla baktı Piruz'a. Tokmak sesi, makas şıkırtısı, yün kokusu, hav tozu; atölye buydu işte. Buydu dünyanın en güzel halılarının evvel dünyası. Bir başka kapı açıldı, aynı. Bir başka kapının ardında ise Azam vardı. Sırtı kapıya dönük, düğüm atmakla meşgul, elleri hızla gidip geliyordu. Duvara yaslandı Settarhan, kalbi yerinden neredeyse çıkacakken Piruz'u unutmuştu.

Neden sonra, "Sana getirdiğim hah bu tezgâhta dokundu" diyebildi. Sesi kuyuların dibinden yankılanıyor gibi

boğulmuştu ve Settarhan'a öyle geldi ki sanki Piruz, orada bulunan diğer kızlar, arkalarından gelen Firdevs Usta her şeyi, onun Azam'a duyduğu aşkı anlamış ve hepsi de gözlerini dikmiş kendisine bakıyorlardı. Piruz'a baktı usulca.

Oysa Piruz, Settarhan'ın yüzüne değil bambaşka bir yere bakıyordu.

Piruz onun ellerini gördü önce, başparmağının elinin ayasıyla birleştiği yerdeki kara ben'i. Halının çözgülerini ayırıyor, elini bileğine kadar, gergin iplerin arasından geçirdikten sonra hızla geri çekerek çabucak düğüm atıyordu. İpten bir perdenin ardında bileklerine kadar kaybolan, sonra göz açıp kapayıncaya kadar Yed-i Beyza gibi yeniden ortaya çıkarak parıldayan bu eller mavi yeleli bir atın toynaklarını işliyordu. Ön sağ ayağını kaldırmış atların, bordüründe dizi dizi uzayıp gittiği bir taban halisiydi ördüğü ve Azam, ayak seslerini işittiğinde başını yarı geri çevirip kapıya doğru bakmıştı.

Azam başını kaldırıp geri baktığında Piruz bir yüz gördü bu defa. Sonra bir çift gözün derinliğini, aydınlığını, karanlığını, küstahlığını, itaatini, asiliğini, asaletini, şefkatini, zalimliğini, merhametini, efendiliğini ve köleliğini. Çocukluğunu ve kadınlığını. Kalbine kızgın bir demir çubuk saplanmış gibi sarsıldı. Bu gözleri daha görmeden onların ördüklerini görmüş, bu gözlerin nasıl kör olmadığını merak etmişti. Yezd'deki son gece "Bu halıyı böyle ören gözler kör olmaz mı?" diye sorduğunda Settarhan'ın verdiği cevabı hatırladı. Haklıydı Settarhan cevabında, yerden göğe kadar haklıydı. Bu gözler kör değildi ama bir kez daha böyle bakarsa Piruz'u kör edebilirdi.

Bu körlüğe sorgusuz sualsiz düşüverdi Piruz. Kendisine bir şey olduğunu, bir şeyin ona isabet ettiğini anladığında

üzerinden an bile geçmemişti. Ama sanki asırlardan beri hep öyleydi. Aşkın sebebi yok zamanı var. An geldi.

Hah tezgâhının başında dikilip kaldı Piruz. Bir başka bakışla baktı Azam'a. Masum değildi bu bakış, o gözle baktı. Kaçırmadı bakışlarını. Alıcı gözle baktı.

Aşk bir cürmün başlangıcı, ihlâller mukaddimesi, hak iddiası. Hepsini göze aldı.

Görmemesi gerekeni görmüştü Piruz. Şimdi kör olacaktı.

Azam'sa başını kaldırdı ve omuz hizasında dikilerek büyülenmiş gibi kendisine bakan Piruz'a baktı önce; sonra da "Onu buraya neden getirdin?" der gibi, aynı büyünün içinde kendisini seyreden Settarhan'a. Başında gölge salan bu iki ağaca ayrı ayrı bir daha baktı. Bu bakışla her ikisine de, "Şimdi ve bundan sonra olacaklardan ben sorumlu değilim" diyordu.

Settarhan ve Piruz Yezd'de çöl ile gök gibi bulmuşlardı birbirlerini; aralarında bir yağmur eksikti hani. Yağmur geldi ama yağmurdan çok ateş gibiydi.

Azam'ın, dünyalar yıkmak için bir şey yapmasına gerek yoktu, sadece var olması, sadece kaldırıp başını bakması yeterliydi. Ama bu kez yıktığı dünyalardan birinin altında kendisi de kaldı. Yaktığı ateşte kendisi de yandı. Harem tarafında günlerdir Mecusî misafirin iyiliği güzelliği, gelmişi geçmişi, memleketi ailesi hakkında bin bir türlü tevatür dolaşıyordu. Ateşperestti! Gözleri karardı Azam'ın. Bir ateş topu düşmüştü ortaya. Yangın çıkacaktı.

Bakışlarını hemencecik halısına indirdi. Fakat o anda mavi yeleli atın adımlarını bağlayan iki düğümü yanlış attı. İki ilme yolunu şaştı, sarhoş bir atın adımları gibi bu ayaklar birbirine dolaştı. Buncacık kusuru hah bittikten sonra bile kimseler fark edemez, bir tek Azam bilebilirdi. Ama halıların dilinden hiç anlamayan Piruz fark etmişti. Aralarındaki ilk sır

sarhoş atın adımlarından ibaret kaldı. Yanlış atılmış bir ilme onları birbirine bağladı. Öyle kavîydi ki bu düğüm bundan böyle biri "Gel!" dese öbürü anında koşacaktı. Biri "Gel!" demese öbürü çağıracaktı.

Aşkın zamanı yok anı var, kelâmı yok ama ışığı var. Settarhan bu atölyeye dolan ışığı, ikisi arasında gidip gelen yalımı anında fark etti.

Yakınlık getirmedi ama "Gidelim" dedi sıkıntıyla.

Keşke bu atölyeyi de harem bilse, Piruz'u buraya hiç getirmeseydi. Bu güzelliği o görmüştü de Piruz mu görmeyecekti? Biraz önce Piruz'un kalbine saplanan kızgın demir Settarhan'ın kalbinin içinde çevrildi, istikameti tersineydi. Güvenini kıskançlığının önüne koymak isledi. Piruz, en acı kederin gölgesinde bir payvandla Settarhan'a bağlanmıştı, elbet arkadan hançerlemezdi kendisini.

Kızgın demirin çevrilmesi durdu bir parça. Ama yakıcı bir azap Settarhan'ın içinde kaldı. O azabın mantığı yok ihtimali vardı sadece ve kendisini güven duygusu üzerinden ölçtürmek de kahrolası âdetiydi kıskançlığın. Örttü üzerini Settarhan. Ama içine bir kördüğüm atıldı. Kıskançlık, olanlardan ziyade olabileceklere dair bir duygu. Şimdiye değin Settarhan Azam'ı, ihtimalleri hesaba katmadan sevmişti. Şimdi ihtimaller üzerinden mi hesap yapması gerekecekti?

Taht-ı Süleyman yoluna girdiklerinde ilk kez misafirini yalnız bıraktı Settarhan, Serbülend'i mahmuzladı. Neden sonra yaptığından utandı, Piruz'un yanında, onun hızına uyarak yol aldı.

Azam'sa kendisini limonluğa atmıştı. Nefes nefeseydi. Başını "Hay Allah!" dercesine yanlamasına, göğsüne eğdi. Boşluğa dikti gözlerini. Şimdi. Bu. Hiç umulmadık şey.

Neydi? Ve hayret, bu mucize gelip Azam'ı mı bulmuştu? İçi dışı ışıklar içindeydi.

Çok geçmedi. Mucizenin eteklerine sarılmış hakikatler gözünün önünden bir bir geçti. Kendisine hiç sorulmamıştı, fikri alınmamış, onayı istenmemişti ama bu hafta Settarhan'la nişanlarının ilân edileceğini sağır sultanlar bile duymuştu. Böyle bir ihaneti, ailenin namusuna sürülmüş addedilecek bu koca kara lekeyi, böylesi bir yoldan çıkmayı bu Mirza Han yüz yıl geçse de unutmaz, asla affetmezdi. Bütün bunlar silik soluk birer düşünce, rüyalarda görülen hayaller gibi geçti aklından Azam'ın. Bilgi olarak varlardı ama etkileri sıfırdı. Azam'ın aklında da kalbi gibi Piruz'dan başkasına yer kalmamıştı ve hiçbir şeyi ondan daha fazla düşünmesinin de imkânı yoktu. Piruz'u düşünmeden onu hissetmeden geçen her an Azam'a bundan böyle haramdı.

Düşünülmesi gereken en önemli şeyler bile bu mümkünsüzlükler faslında eridi gitti. Kendisi yüzünden bütün ailenin başı önüne eğilecekti, herkes onu kınayacaktı, Mirza Han Azam'ı öldürecekti; umurunda değildi. Çünkü elinde değildi, çünkü başka türlüsü mümkün değildi. Kendi ışığını kendi elleriyle söndürmesini ondan kimse beklemesindi, en fazla o ışıkta boğularak ölmeye razıydı. Bundan sonra Piruz nereye Azam orayaydı; olsundu olacak olan.

Bir mücadele geçmedi ki Azam'ın kalbinden. İki doğru, iki dünya, kalp ile akıl, duygu ile mantık arasında bir çıkar yol aramadı. Hangisini seçse aklının diğerinde kalacağı bir yol ayrımında bulmadı kendini. Aşkın yolu, mezhebi, meşrebi belliydi. Bıraktı kendini aşkın oluruna. Ne kadarsa o kadardı. Başkaldırdı.

Başını Taht-ı Süleyman'ın göklerine çevirdi. Gölgesi yere düşmeyen incecik, tül gibi bulutlara bakarak "Ey Hüdâ" dedi.

"Bilirim ki kader yazılmış, defteri dürülmüş kaldırılmış, mürekkebi de kurumuştur. Ama her an yaratma halinde olan da Şensin. Öyleyse Sen yazılmış kaderleri bile geri çevirirsin. Benim kaderim işte az önce geldi, karşıma dikildi. Çevirme benim kaderimi geri. Onu bana çok görme."

Atölyeye döndü. Tezgâhının başına geçti. Son hızla ilmelere sarıldı. Ördüğü halı sol tarafından çekmeye başladı. Kimse fark etmedi, henüz erken bir eğriydi bu haddizatında ama akşamüzeri atölyeye uğrayan Settarhan'ın gözünden kaçmayacaktı.

Taht-ı Süleyman'a, Azam'ın göklerini kaplasa da gölgesi yere düşmeyen tül bulutlarının altında vardı Settarhan'la Piruz. Sağda solda dini bütün birkaç Müslüman lâflıyordu, birkaçı da yarı yıkık ateş tapınağının gölgesine uzanmıştı. Dokunulacak kadar maddî bir sessizlik hâkimdi Taht-ı Süleyman'ın üzerinde. Ara sıra ağaçların yapraklarını, duvarları bürümüş yabanî otları hışırdatan bir rüzgâr, gölün suyunu tüllendirip geçse de geriye yeniden o dokunulası sessizlik kalıyordu ve Settarhan ve Piruz, ikisi de aynı rüzgârın önünde, aynı cümleyle fakat farklı şeyleri

düşünüyordu.

"Biraz evvel ne oldu?"

Biraz evvel hiçbir şey olmamış gibi davranmayı yeğlediler.

Piruz kendi evini gezer gibi sekiyordu yıkık taşların üzerinde. Settarhan'a ev sahipliği yapıyor, onun hiç bilmediği ayrıntıları anlatıyordu. Settarhan o vakte kadar kim bilir kaç kez gördüğü, gölgelerinde eğleşip sütunlarının altında dinlendiği Taht-ı Süleyman'ı bu kez Piruz'un gözüyle görünce

bilmenin görmekten çok farklı bir şey olduğunu anlasa da onun bilgiçliğinden canı sıkıldı. Bundan sonra Piruz ne yapsa, ne söylese Settarhan'a batacaktı besbelli. Vesveseler hücum ediyordu üzerine çünkü; Piruz'un heyecanı sadece şu ateşgedenin varlığından mıydı yoksa o bambaşka bir ateşte mi yanmıştı?

Piruz heyecanlı bir sesle anlatıyordu oysa: Sasanî Kralı Piruz'un da yolu geçmişti buralardan Büyük Kürus'un da. Hatta bu saltanatı yerle bir eden, Avesta'nın asıl metnini bile ateşe atan İskender de buralardan geçmişti. Ama hani? Şimdi isimleri bile kalmamıştı geriye, taşlara kazınmış yazılar olmasaydı varlıklarından kimsenin haberi bile olmazdı. Bir zamanlar rüzgârlar gibi esmiş ama şimdi yerinde yeller esen saltanattan geriye kalan şu harabelerin, şu taşların dili olsa da konuşsalar dı.

Settarhan anlatılanları duymuyordu bile. Anlatan da aslında kendi anlattıklarını duymuyordu. Ama anlatıyordu yoksa bu sessizlik ikisini de boğacaktı.

Settarhan daha fazla dinleyemedi, Piruz'un yanından ayrıldı sessizce. Taht-ı Süleyman'a adını veren muazzam kaidenin üzerine tırmandı; Hazret-i Süleyman'ın efsanevî tahtına benzetildiği için bu yer Müslüman halk tarafından bu isimle anılmış, öylece de kalmıştı. Başlığını çıkardı, alnını, saçlarını rüzgâra verdi Settarhan. Etrafına, bu geniş, ölü ıssızlığa baktı. Gözlerini kapadı. Burayı, yaşamla dolu olduğu zamanlardaki haliyle gözünün önüne getirmek istedi. Dağılmış taşları üst üste koydu. Dökülmüş kerpiçleri istifledi. Yıkık kubbeleri, kemerleri, kuleleri bir bir yükseltti. Sekiz kapılı ateş tapınağının içinden, kubbesindeki dört bacadan, avludaki ana sunaktan, kenarlardaki hücrelerin damlarından ve yerden ateş püskürmeye başladı. Püsküren alevlerin

gölgesi hemen öndeki krater gölüne düşüverdi. Su alev almış yanıyor, suyun içinden yangın fışkırıyordu, irkilerek açtı gözlerini Settarhan. Mecusî olan her nesneden, ateşin kelimesinden, Yezd'den, çölden, Piruz'a benzeyen, ona dokunan, onun gözünün, dilinin, bilgisinin değdiği, dokunduğu, bulaştığı her şeyden, içinde Piruz'un yaşadığı dünyadan, halta Taht-ı Süleyman'dan nefret etmişti.

Süleyman'ın tahtından indi. Tapınağın yıkık kerpiç duvarlarının gölgesine çekilmiş olan Piruz'un yanma gitti. Aynı duvara yaslandılar, yan yana. Yabanî incir ağacının kuru rüzgârla dağılan acı kokusu genizlerini yaktı. Şurası ateşgâhtı, şurası ateş sunağı. Zaman, bütün perdeleri indirmiş, tapınağın vakt ü zamanında en girilmez olan yeri de bütün benzerleri gibi gözler önüne serilmişti. Bu aşikâr edilmiş mahremiyetin çaresizliğinde büyük bir acılık vardı aslında.

Piruz "Göklerde yakıldığı için" dedi, "Sönmeyen ebedî ateş burada yakılırdı."

O    zaman Settarhan hırçın bir sesle dedi ki:

"En sönmez zannettiğiniz anda Mekke'den esen bir rüzgârla ebediyen sönmedi mi Kisra'nızın ateşi? Bütün ateşlerin ruhunu kendinde toplayan ateş-i behramınızın yakıldığı mahalden bak şimdi duman bile tütmüyor!"

Piruz sustu. Yezd'de saatlerce birbirlerini anlamak, hiç olmazsa kadim bir başlangıçta aynı kaynaktan çıkan bütün ırmakları fark etmek adına ateşten, Zerdüşt'ten, Zerdüştîlikten bahsettikleri, Settarhan'ın kabul ya da redlerini bir taşkınlık yapmadan sıraladığı, Piruz'a İslâm olan her şeyi sevdirdiği geceyi hatırladı. Yezd'deki Settarhan değildi bu. Onun şimdi dinine sarılmaktan çok kendisini itmek için fırsat kolladığını anladı. Bu öfke dini için değil kendisi içindi.

"Settarhan" dedi, yabanî güz çiçeklerinin yorgunluğuna dalgınca bakarken, "Bana dinin için değil kendin için saldırıyorsun. Ama neden?"

Sustu Settarhan. Hiçbir şey söylemedi.

Sükûtun ikrardan geldiğini biliyordu Piruz. Ama neden? Oysa Settarhan bir cesaret verse, yüzünü bir gösterse, Piruz ona kalbini açacak, yol göstermesini yordam vermesini dileyecekti. Onu incitecek, ailesinin onurunu zedeleyecek bir şey Piruz'un aklından bile geçmezdi. Olmaz gibi görünse de bu işin bir oluru mutlaka bulunacaktı. "Bu dünyada çaresiz dert yoktur oğlum" derdi babası Bahman Mansurî, "Yeter ki karşılığında feda edebileceklerin olsun."

Piruz, Settarhan'a şu bir iki saat evvel hah tezgâhının başında kendisine olan şeyden sonra feda edemeyeceği hiçbir şeyin kalmadığını ve Settarhan'dan başka bir kapı çalmayacağını söyleyecekti. Yeter ki bir köprü kurmasına cesaret verse. Ama yok. Yeni bir köprü kurmak şöyle dursun aralarında kurulmuş bütün kavî köprüler de tufan getiren yağmurlara kapılmış gibi yıkılıp gitmişti.

Ama neden?

Aralarına giren yağmuru düşündü Piruz, kanı damarlarından çekildi.

Bu güzelliği o gördüyse bu niye görmesindi?

Kanı damarlarından bir daha çekildi. Benzi sarardı. Settarhan da mı Azam'a? Acaba?

Öyle olsa bile? Fark etmezdi. Çünkü fark edeceğini düşünemez, buna ihtimal veremezdi. Çünkü kalbin zamanı yoktu. Öncelik sonralık, sıra saygı, hak hukuk dinlemezdi o. Artık ok yaydan çıkmış, aşkın hükmü okunmuştu. Bu hükümde hiçbir fermanın geçerliği olamazdı. Bundan sonra sönsündü Kisra'nın ateşi, Piruz, kalbine mi söz geçirecekti?

Sessizce çıktılar ateşgâhın, zamanında kimselerin giremediği kutsal yerinden dışarı, kıyamet kopmuştu.

Gölün kıyısında bir taşın üzerine oturdu Settarhan. Dibi görünmeyen koyu yeşil, ürkütücü suyun bulanıklığına baktı. Piruz da az ötede bir taşın üzerine oturmuştu. Settarhan bir sigara sarmak için heybesini açtı. Batum'da, kuyumcu Sarafim'den aldığı iki Sasanî parası hâlâ heybesinin dibindeydi. Paralardan birini parmaklarının arasında evirdi çevirdi, suya fırlattı.

"Su çok derin görünüyor" dedi Piruz suya fırlatılanın aslında kendisi olduğunu çok iyi anlayarak.

"Öyledir. Aldığını bir daha geri vermez."

Piruz eğildi biraz, elini suya daldırdı.

"Dikkat et düşmeyesin" dedi Settarhan. "De bakalım hele, yüzme bilir misin bari?"

"Hayır, bilmem."

Yezd'de, çölün ortasında, suyun tek damlasının bile değerli olduğu bir cehennemde yüzmeyi nereden öğrenecekti?

Göle baktı Settarhan, onun ürperen suyuna. Küçücüktü, neredeyse büyükçe bir havuz kadar küçük. Fakat çok derindi. Düşenin bir daha geri dönüşü olmazdı. Bu yüzden en gözüpek gençler bile bir delilik yapıp bu suya girmeyi akıllarından geçirmezlerdi. Çünkü bilirlerdi ki Taht-ı Süleyman gölünün şakası yoktur. Bunca şey anlatmıştı Piruz Settarhan'a Taht-ı Süleyman hakkında, bunların hiçbirini Settarhan bilmiyordu ama işte şu küçümen gölün suyunun derinliği ve tehlikesi var ya, bunu da Piruz bilmiyordu.

Settarhan içinden "Şimdi, şu saniye ayağı takılsa da şu suya düşse, Piruz'u kurtarmak için bir şey yapar mıyım?" diye geçirdi. Cevabını bulup da veremedi.

Ertesi sabah Piruz sessiz sedasız Tebriz'e döndü. Ancak bir hafta dayanabildi. Tekrar Taht-ı Süleyman'a geldi. Alacağı cevabı bile bile önce Settarhan'ın sonra Mirza Han'ın huzuruna çıktı, meramını, niyetinin halisliğini dile getirdi. Eğer müsaade ederlerse Azam'ı onlardan âdetleri, gelenekleri ne ise ona göre isteyecekti. Ne isterlerse yapmaya razıydı bundan böyle. Arada engeller vardı evet, ama o engelleri aşmanın bir yolu mutlaka bulunacaktı. Annesini, amcalarını, dayılarını çağırmasına izin var mıydı?

Kendi ailesinden kopacak itirazın yaygarasını ise Piruz henüz hesaba bile katmamıştı.

"Eğer evimde olmasaydın" dedi Mirza Han, "Seni şu an kendi ellerimle ekmek doğrar gibi doğramıştım. Git ve bir

daha gözüme görünme."

Settarhan'sa dudaklarının arasından ıslık gibi çıkan tek cümle sarf etti:

"Sana güvenmiştim."

Piruz gitti ama ertesi gün Azam da gitti.

Kolay olmamıştı bu gidiş fakat dört bir yan taş duvar olsa

önlerinde kimse duramazdı. Aralarında nasıl bir irtibat kurulduğunu, nasıl anlaştıklarını, nasıl haberleşip kaçtıklarını, onlara kimin yardım ettiğini -biri yardım etmese bu iş asla başarılamazdı-, bütün bu ayrıntıları evdeki hizmetkârlardan başka hiç kimse merak edip de dedikodusunu yapmadı. Düşünülecek çok daha vahim şeyler vardı; Mirza Han da, Settarhan da olup biteni henüz duymamıştı.

Settarhan eve girdiğinde, "Ağa efendi, koşun" diye haykırdı örgücü kızlardan biri atölyeyi işaret ederken, başındaki örtü kaymıştı ve bu, görülmüş hal değildi.

Atölyeye koştuğunda Azam'ın sekisini boş buldu Settarhan. Pervazından mavi yeleli atlar geçen yarısına kadar dokunmuş halı ise boydan boya yarılmıştı. Açılan gedikten çözgü ipleri de atkılar da uç vermiş sırıtıyordu ve boydan boya yarılmış olsa da halı çarmıha gerilmiş gibi tezgâha bağlı kalmıştı. Dehşetli kılıç darbesi taban pervazından geçen süvarilerden en tekinsizini de atıyla birlikte ikiye bölmüştü fakat at, hâlâ şaşkın ve sarsak, adım atıyordu.

Settarhan ürperdi. Damarlarından önce ateş ırmakları akmaya başladı sonra geri çekilen ateş yatağına dünyanın bütün buzullarından çözülen bir deniz doldu. Bu evin çatısı altında böyle sık dokunmuş bir halıyı tek darbede boydan boya yaracak kılıç da hak da cesaret de ancak Mirza Han'daydı. "Hüdâhafız" diye geçirdi içinden Settarhan. Bir yerlerde kıyamet kopmuş da o mu duymamıştı? Yakınlık getirmek istemedi gerçi ama kıyametin hangi yandan koptuğunu kestirmek zor değildi. Azam'dan yana kopmuşsa eğer bu daha küçük kıyametti ve eğer gerçekten Azam tarafında bir kıyamet kopmuşsa, Settarhan'ın göklerinde de yıldızlar dökülmeyi, gökkubbe dürülmeyi bekliyor demekti. Fırtına. Geliyordu. Settarhan'ı önüne katacağı da muhakkaktı.

Korkudan dili tutulmuş kızlara baktı Settarhan. "Azam nerede?" diye sorduysa da böyle bir soruya cevap verebilecek cesarette biri çıkmadı aralarından. Üsteledi, kükredi, tehdit etti. Sonunda kızlardan biri, iki kelimeyi güç belâ bir araya gelirdi, "Gitti" diyebildi.

"Nereye?"

Cevap gelmedi. Settarhan o zaman başka türlü sorması

gerektiğini sezdi:

"Kiminle?"

Cevap almak için üç kez yinelemesi ve kızlardan birinin boğazına pençesini geçirmesi lâzım geldi.

"O sizin Mecusî misafirle."

Settarhan hareme, annesinin yanına koştuğunda Hengâme başını çatmış, bir yandan dizlerini dövüyor bir yandan beddualarını ardı ardına sıralıyordu:

"Ateşin sönsün, yollarda ayak izlerine küller dökülesice, adın batsın, isimsiz kalasın."

Beli benzi solmuş, gözleri ağlamaktan şişmiş kadın, Firdevs Usta'nın kolları arasında yeni bir baygınlığın kuytusuna düşmeden evvel, oğlunun ölüm sarısı sinmiş yüzüne baktı.

"Mirza Han seni çağırıyor" diyebildi.

Settarhan babasının yanma girmeden önce öfkesini dindirmek, hiç değilse içine bastırmak için gayret sarf etti. Öfkede bile Mirza Han'ın önüne geçilmezdi. Neden sonra içeri geçtiğinde Mirza Han, "Otur" dedi Settarhan'a. Kelimeleri ateş, cümleleri alevdi.

"Elhamdülillahirabbilâlemin" diye başladı Mirza Han,

"Biz, kadınları asla günaha bulaşmayan bir sülâleye mensubuz." Bir nefes durdu, Alemlerin Rabbi'ne olan hamdını yineledi. Gözleri bebeğinden akma kadar öfke kesmişti. Settarhan bu gözleri, bu bakışları iyi tanırdı, sonu hiç iyi gelmezdi ama o da oracıkta bu bakışlara katılmak istedi.

Mirza Han, ailesinin gelmiş geçmiş bütün kadınlarına karşı minnet ve şükran içindeydi şimdi. Bir erkeğin en kıymetli ve en tehlikeli varlığı ailesinin kadınlarıydı çünkü erkeğin namusu o kadınlara emanetti.

Babası konuştu, Settarhan ses çıkarmadan dinledi. Mirza Han'ın kelimeleri birbiri içinde açılan, açıldıkça yayılan

cümleler halinde devam elti. Üstelik bu cümlelerin her biri yangın dili bir yüklemin sırtına bindirilmiş, oracıkta düğümlenmişti. Sonunda Mirza Han ipin ucunu açtı, sadede geldi.

Azam, bu ailenin başını önüne eğmiş, yüzünü kara etmişti. Üstelik o eğik baş bu ailenin sadece bugününü değil dününü ve yarınını da rehin almıştı. Mezarlarda ailenin büyük büyük babalarının kurumuş kafataslarının göz çukurlarından kanlı yaşlar aklığını ve o yaşların mahşere değin kurumayacağını sanki şu an, şimdi görüyormuş gibi anlatıyordu Mirza Han. Ruhları huzur bulmayacaktı bu ailenin hiçbir ölü ferdinin. Üstelik ailenin geçmişi gibi geleceğinin de başı öne eğilmişti. Henüz analarının rahmine, babalarının zürriyetine düşmemiş olan bebekler bile bu alınyazısının hesabını işte şimdi, şu an yaşayanlardan, "onunla" -Azam artık isminden değil bir "o" zamirinden ibaret kalmıştı- zamandaş olanlardan sormazlar mıydı?

Sesinde, gelmiş ve gelecek bütün sülâlesinin sesi, Mirza Han kendi sorusuna o yekpare cevabı verdi:

Sorarlardı!

Koca Mirza Han. Hanlık damarları kabarmış, damarlarındaki kanın asaletini korumak için kudurmuş denizler gibi taşmıştı. Bu, Mirza Han'ın kendi kendisine karşı var olma kıvamıydı. Sırtını halı minderlere yaslarken -o minderleri de Azam dokumuştu- Settarhan'a öyle geldi ki Mirza Han'ın gözlerinden bir anlık bir şüphe, bir bulutluk telâş geçti. Ama o bir anlık bulutun dağılması zor olmadı. "Ona" -Azam'a yani- duyduğu muhabbet şimdi her zamankinden daha fazlaydı aslında Mirza Han'ın. O kadar fazlaydı ki bu muhabbet, ondan boşalan yer sadeleştirilmiş bir duyguyla doldurulamazdı, mutedil bir yağmurla yıkanacak gibi değildi bu kir. Ancak bir tufan, bir kasırga lâzımdı. Yapılacak olan şeyin tarifesi asırlardan beri değişmemişti ve feda edilecek olan "o" şey -yani Azam- o kadar feda edilmezdi ki onunla kıyasıya tartılabilecek yegâne yine onun kendisiydi. Ve ki onunla tartılabilecek tek duygu onur duygusuydu. Hem de bir kişinin değil bütün bir sülâlenin onuru! Bir ailenin reisinin kalbinde muhabbetle onur karşı karşıya durduğunda, o reis, onur duygusuna verdiği değeri ancak ondan daha büyük bir muhabbeti feda ederek gösterebilirdi. Çünkü sülâleler bu iklimde onur duygusu üzerinde yükselir, asırlar içinde ancak o duygunun sırtında yol alabilirdi. Çünkü muhabbet şahsî, onur ise çoğul bir şeydi. Muhabbetinden kendi sorumluydu insanın, onur ise bütün bir sülâle içindi. Zordu "onun" feda edilmesi ama onun feda edilmemesi daha zordu.

Mirza Han akkor kesmiş gözlerini bambaşka bir dünyaya açmış, kan donduran bir soğukkanlılıkla konuşuyordu şimdi.

"Kan isteyen törelerimiz yoktur bizim, biz töreye insanımızı kurban etmeyiz. Ama namusumuz vardır. Onun için yaşar, gerekirse onun uğrunda ölürüz. Yaşarken de ölürken de bir değil her kişiyiz. Ve her kişinin onuru söz konusu olduğunda gerekirse bir kişiyi feda ederiz."

Öyleyse bu düşen alm yerden kaldırmaları lâzımdı. Eğer böyle olmazsa sülâlesi Mirza Han'ı ayıplamaz mıydı? Ve mademki sülâle, o sülâlenin her bir ferdinde yazılıydı ve mademki her bir fert bütün sülâlenin bütün yazısız kanunlarıyla yasalıydı, bu karayı aklamak da Settarhan'ın vazifesiydi.

Mirza Han gözlerini Settarhan'a diktiğinde bir cevap beklemiyordu. Sadece, "Artık git ve zaman kaybetme"

diyordu, "Bu lekeyi temizle." Yerinden kalktı, sağlam adımlarla hareme yönelirken kapıdan yarı geri döndü:

"Allah şahit" dedi, Yaradan'ı tanık gösterdi. "O alçağın ateşperest olmasına da itirazım var. Ama en evvel sözüm

odur ki, sözlü kızı ayartan, onu yoldan çıkaran,

Azerbaycan'ın Müslüman Şahı aa olsa ölüm fermanını yine böyle verirdim."

Az evvel Mirza Han'ın sırlını yasladığı minderlere baktı Settarhan. Fer şakaklarından akıyor, burnunun ucundan damlıyordu ve atölyedeki halının önünde bütün damarlarında dolaşmaya başlayan kezzap şimdi, kalbindeki bir kesikten içeri sızıyordu. Babasıyla aynı çatı altında nefes aldığını unutsa o da şu halı yastıkları birer hançer darbesiyle parçalayacak, camları çerçeveleri indirecekti tekmil yerinden. Yetmeyecek, kendisini de duvara çarpa çarpa telef edecekti. Kendisini heba etmeden bu acı öfke dinmezdi çünkü. Üstelik öfkesinin sebebi babasının kestirebileceğinden çok daha derindi.

Kapıda dikilmiş olan Mirza Han, suspus olmuş hizmetkârlardan birine, "Kaldırın şu yastıkları!" diye emir verdi. "Onun" elinin değdiği, gözünün gördüğü hiçbir şeyi bundan böyle gözü görmesindi.

Settarhan, anında kaldırılan yastıklara baktı. Kolaydı belki, yastıklar atılır, halılar kaldırılırdı. Babası bilmiyordu nasıl dokunduklarını ama Settarhan, yolunu şaşırmış atların ilmelerine tanıktı. Onlar da yok edilebilirdi hatta. Ama Azam'ın girdiği kalp, Settarhan'ın kalbi? Onu kaldırıp atacak bir yer var mıydı?

Elini şakağına dayadı, ayaklarının ucuna bakmaya başladı. Mirza Han'ın içinde taşan o deniz, Settarhan'ın içinde de köpürüp duruyordu. Bir yanıyla o da babasının var olma kıvamına bağlıydı, işte o yanı, Azam'ın da Piruz'un da şu anda boğazlarına çökebilir, dünyayı onlara dar edebilirdi. Fakat bir diğer yanı daha vardı Settarhan'ın, her insan gibi. İnsan da zaten hangi yanı kuvvetliyse o kadardı. İşte o yanı Settarhan'a, "Kimse kimseyi yoldan çıkarmadı. Yağmur çölü, akan ırmaklar denizi nasıl bulursa birbirlerini öylece buldular. Hem sor bakalım, Azam'ın seninle sözlü olduğundan haberi var mı?" diyordu. Ve bu ses diğerinden daha güçlü çıkıyordu. Kimselere eli kalkmazdı Settarhan'ın, mizacında böyle bir yan baskın değildi.

"Baba" diye seslenirken yerinden kalktı, kapı aralığında dikilmiş olan Mirza Han'a yaklaştı. "Ben bu işi yapamam" diyemedi, dahası bu işin yapılmasını istemediğinden bile emin değildi.

Sadece, "Niye ben?" diyebildi.

"Başka kim olabilir?" dedi Mirza Han sol kaşını kaldırarak, "Sen değilsen başka kim olabilir? Fukara Sehend mi, ablaların mı?"

Durdu bir an, ekledi. "Yoksa ben mi?"

^jraZjdaha böyle bakarsa Settarhan, toz olup olduğu yere

Ortadan ikiye bölünmüştü Settarhan. Kendisinden istenen şey, bunu hiç düşünmemişti, düşünmediği için de eyleyemezdi. Ama bu zillete dayanmak, işte bu da mümkün değildi. Kim yaparsa yapsın ama böyle bir şeyi Settarhan yerine getiremezdi. Ne olup bitene göz yumarak zillet altında yaşamak ne de o ikisini birden ortadan kaldırmak; bunların ikisi de Settarhan'a göre değildi bütünüyle. Fakat bir üçüncü yol da yoktu, isli, yağlı bir kara katran bütün vücudunu yaktı, bütün yolların tıkalı olduğunu fark etmek içini bulandırdı. Öyleyse Settarhan taş kesilse daha iyiydi. Zaman dursaydı, Settarhan ortada donup kalsaydı, heykel olsaydı. Bir şey yapmak, etmek, eylemek, adım atmak zorunda kalmasaydı.

"Allah'ım" dedi, "Bana bir yol göster. Benim tek başıma karar veremeyeceğim denli karışık bu iş. Ben bu ipin ucunu tek başıma getiremem. Senin benden ne istediğini bir bilebilsem; Seni hangi adımım benden razı kılar bir

kestirebilsem. Ona göre hareket etsem. Ey Hüdâ-yı Alemin, bana bir işaret gönder."

Hiçbir işaret gelmedi.

O    gece bir rüya gördü Settarhan. Ona kalsa sabaha değin uyumamıştı ama görülecek rüya, uyanıklığına kadar sızmıştı. Rüyasında evlerinin cümle kapısı önünde duruyordu. Yalnızdı. Bayram günleri giydiği yakası ve kol ağızları işlemeli beyaz ipek gömlek sırtındaydı. Sanki evdeki büyük bir törene hazırlanıyordu ama içinde bir gönülsüzlük de vardı. Adım atamıyor, kapıdan içeri giremiyordu bir türlü. Oysa biliyordu, bütün ev hele babası, onu bekliyorlardı. Böyle iki arada bir derede, adım atmakla atmamak arasında kararsız, dünyanın yükünü omuzlarına almış beklerken aniden ayağının altındaki yer sarsılmaya başlıyor ve arkadaki dağ, evin üzerine, evin ana duvarı da Settarhan'ın üzerine yıkılıyordu. Settarhan kendisini ter içinde uykusundan atmış, yatakta yarı doğrulmuştu. Sabaha kadar dalıp dalıp uyanmış, kalbi ile aklı birbiriyle mücadele edip durmuştu. Ama ne kalbi aklını ikna edebilmişti ne de aklı kalbini. Aşikârdı gördüğü rüyanın manası ama ona şimdi bu rüyanın işareti lâzımdı.

Sabah çorbasına oturmadı bile, bir solukta Çiçek Hala'nın kapısını çaldı. Tokmağın sesini dinledi. Bir daha çaldı.

Kapı açıldı sonunda, Çiçek Hala asık bir yüzle Settarhan'ı içeri buyur etti. Olup biteni duymuştu demek ki. Hiçbir kelâm etmeden Settarhan'ın yüzüne baktı uzun uzun. Yaşlı kadın bu sararmış çehreden kötü bir düşle bölünmüş gecenin hayırlı bir sabahı olamayacağını okudu. Nice düşler teslim edilmişti kendisine; sahiplerinin bile farkında olmadığı gizli

emeller, işlenmiş işlenmemiş günahlar, kapalı açık arzular. Yakın geleceğe ilişkin felâketler okumuştu rüyaları daha dinlemeden onların sahiplerinin yüzünden. Ama böyle bir yüzü daha evvel o bile hiç görmemişti.

Settarhan, "Çiçek Hala, bir rüya gördüm" diye başladı. "Bizim evin önünde duruyordum. Atmam gereken bir adım vardı ama atamıyordum. Oysa herkes beni bekliyordu."

Çiçek Hala'ya kalsa bu düşü dinlemek istemezdi. Gel gör ki Settarhan anlatmaya çoktan başlamıştı bile. Ne bir bardak su anlatmasını bölebildi ne çay ne de şerbetler. Sanki bir an önce anlatmasa, gördüğü içinde kalacak, ağzında acıyan o dehşet gerçek olacaktı.

Yaşlı kadının yüzü kederle gölgelendi. Bu rüyanın başlangıcından sonunu tahmin etmek zor değildi. Bundan yıllar yıllar evvel büyük bir kapının önünde benzer bir rüya görmüş, o kapının önünde kalakalmıştı Çiçek Hanım da. Kendisini, bütün bir ailenin hükümleri, ahlâkı, namusu adına satır önünde bulduğunda onun da doğruları ailesinin doğrularıyla çelişmişti. Gönül işte sevmiş, sevilmişti de. Oysa kendisine hiç sorulmadan, zamanında verilmiş bir sözün kurbanı olarak gelmişti o günlere. Gücü olsa, dizlerinde atılacak bir adımın dermanını bulsa, yüz geri o rüyadan çıkıp giderdi Çiçek Kız. Ama yoktu. Ne atacak adımı, ne elinden tutanı, ne halden anlayanı vardı. Sevdiceği bile kendisini o rüyadan çekip çıkaramamıştı. Çiçek Hatun, halinden kimselere bahsedememişti. Bahis için zemin gerekli zira. Yoktu. Sesini çıkarmamış, kaderinin bir yanma razı olmuştu sadece, öbür yanını ise reddetmiş, hiç evlenmemişti. Ve şimdi Settarhan omuzuna yüklenmiş rüyasıyla gelmiş kendisinden yorum mu istiyordu?

Hâlâ rüyasını anlatmakta olan Settarhan "Çiçek Hala" diye devam etti, "Birden ayağımın dibinde yer sarsılmaya başladı. Şu Sehend Dağı geldi, bizim evin üzerine yıkıldı."

"Ev de senin üzerine yıkıldı, he mi?" diye tamamladı Çiçek Hala, çubuğundan derin bir nefes çekerken. El çırptı, en acısından iki kahve hazırlanmasını emretti. Yerinden kalktı, sanki onunla birlikte heybetli bir dağ yürüdü. Settarhan'ın önünde durdu, ellerini onun iki omuzuna bıraktı. Settarhan bu ellerin ağırlığı altında ayaklarından itibaren olduğu yere batacağını sandı. Güçlükle doğruldu.

Ellerini çekti Çiçek Hala. "Otur" dedi, "Otur da halleşelim."

Bir çubuk da Settarhan'a uzattı.

Kadın da olsa ailenin bir büyüğünün, hem de yaşını başını almış, erkek taifesine karışmış olan birinin karşısında çubuk tüttürmek! inanılır gibi değildi. Fakat hal de o alışıldık hallerden değildi. Üsteledi Çiçek Hala. Settarhan çubuğu aldı, yaktı.

O    gün orada Settarhan, Çiçek Hala'ya kalbindeki her türlü tereddüdü sayfa sayfa açtı, birbiriyle çekişen iki yanını gösterdi; aklının kalbini, kalbinin aklını ikna edemediğini, göklerden de bir işaret gelmediğini söyledi. Ama asıl sayfayı çevirdiğinde, "Ben Azam'ı çok seviyorum" dediğinde Çiçek Hala gözlerini gözerine dikti:

"Biliyorum Settarhan" dedi.

Berber Isfendiyar şahdamarına dayanan usturaya aldırmamasından anlamıştı Settarhan'ın âşık olduğunu,

Kirkor Usta geriye bıraktığı firuzenin renginin alev almasından; Çiçek Hala ise bakışlarından. Ama bu bakışlarda aşktan daha tehlikeli bir şey vardı, aşkla bağdaşmayan bir şey. Yaşlı kadın bir erkek sesi kadar kalın sesiyle dedi ki:

"Settarhan, âşığım diyorsun. Bu nasıl aşktır ki iki yanın bir araya gelip de bütününle hakkını gelmiş ve geçmiş herkese helâl etmiyorsun? Bu nasıl aşktır ki kan davası güdüyorsun, her şeyi affetmiyorsun? Aşık kendisini yakacak cehennem ateşinin önünde önce bir süre ısınır, bilmiyor musun?"

Settarhan bir yanıyla korktu bu uluorta sözlerden. Kendisine buyurulan şeyden ve kendisinin de yapmaktan korktuğu şeyi yapmamaktan değil; hakkını Piruz'a helâl etmekten, Azam'ı affetmekten korktuğu için korktu. Korku dağları beklerken düğüm düğüm üstüne. Ukde der ukde. İçine bir düğüm daha atıldı. Kördüğüm oldu açılmadı.

Çiçek Hala Settarhan'a baktı. Zamanında bir masalın kaybetmeye mahkûm kahramanı ama biraz da o kaybın tam sebebi gibi, fukara sevdiceği gözünü karartıp da dağları delmeye, hiç olmazsa o yolda ölmeye kalkışamadığında, Çiçek'ini o masalın mutsuz sonundan çekip çıkaramadığında hep bir mucize olmasını bekleyip durmuştu o da. Olmamıştı. Mucizeler öyle çok sık görünen şeyler değildi. Ama. Birilerinin mucizesi olmak da lâzımdı. Söze başladı:

"Bazen en büyük hakikatlerin bilgisinin en büyük günahlarla yan yana durduğunu unutma Settarhan. Aşkın nizamı parçalanınca her şey göze abes görünmeye başlar. İnsan içinden yenilenmeyince dışından eskir..."

Sonra sigarasından derin bir nefes çekti, kendi cümlelerine kendisi de güldü. Settarhan'ın âşıkane sözlere, hikmetlere, Hafız'dan okunan gazellere, teşbihlere, hünerlere değil nasihate ihtiyacı vardı. O da sade ve açık tek cümleye sığardı.

"Bırak" dedi. "Gitsinler. Yollarına çıkma. Bir taş koyulacaksa da yollarına, o taş sen olma."

"Settarhan" diye ekledi, "Kargış dağ uyandırır, kargış alma."

Settarhan bu ezilmiş saltanata hürmetle baktı. Onun, zamanında kendi başkaldıramamışlığınm acısını şimdi Azam'ın başkaldırışına göz yummakla mı çıkarmaya çalıştığını ise hiç düşünmedi bile, içindeki kördüğüm sanki açıldı, evin arkasındaki dağ, üstünden kalktı. Settarhan'ı Mirza Han'a bağlayan yollardan dışarı bir yol buldu, bu sülâleden sıyrıldı. Yapmayacaktı. Çünkü yapamazdı. Yaparsa kendisi de yaşayamazdı. Ona şimdi sadece adım atmak kalmıştı.

Kapıdan çıkarken, hizmetkârın tam o sırada içeri buyur etmekte olduğu Sehend'in kırık bakışlarıyla karşılaştı. Durmadı.

Attı adımını Settarhan. Muhabbeti, vicdanı, insaniyeti, iyiliği, adını koyamadığı o bir tek kendisine ait şahsiyeti, bütün sülâlesinden kopup da sadece kendisinden ibaret olan o yanı daha ağır gelmişti. Aramadı, peşlerine düşüp de bir köşede kıstırmadı o ikisini. Azam'ı saçlarından sürükleyerek ardı sıra çekmedi. En fazla nefret ettiği anda dahi onun inkâr edemediği güzelliğinin karşısında öfkesini şehvetle bilemedi. Kendisine de ait olan geçmişe ihanet etmedi.

Ama artık buralarda durulmazdı, şimdi ona bir hicret lâzımdı. Mâh-ı Muharrem'di. Her yan Kerbelâ. Varsın olsun, Hüseyin olmak Yezid olmaktan yeğdi.

Eve döndü. Mirza Han Enderun’daydı. Yanına uğramadı. Settarhan bu kadardı. Babası Mirza Han, bu kadarına razıysa, kervan yola devam edebilirdi. Değilse? Ne olacağını kim bilirdi?

Serbülend'in ve iki yedek atın hazırlanmasını emretti.

Hareme geçti. Annesinin ellerine sarıldı.

"Ben gidiyorum anne" dedi.

Settarhan'ı kapıya kadar yüzünde asılı o sapsarı kederle ve gözlerindeki her zamanki kırık tebessümle Sehend ağabeyi geçirdi. Fakat o kırık tebessümde, şimdiden birikmiş hasretten daha galip, derin mi derin bir memnuniyet var gibiydi.

Tebriz'de doğruca Kapalıçarşı'ya gitmişti Settarhan. Halılar, Rus ve İngiliz subayları arasında her zamanki hayatını yaşamaya çalışmıştı. Arkasına bakmadan çıkmıştı Tahtı Süleyman'dan, Mirza Han'dan da bir haber çıkmamıştı. Ama her şey yerli yerinde duruyordu işte, belli ki bu iş yakasını kolayına bırakmayacaktı, içinde iyileşmeyen bir sancıyla bir yanı öbür yanına bir türlü uymamış, aşkla uyuyup nefretle uyanmıştı günler boyunca, sonra nefretle uyuyup aşkla uyanmış, tek bir şey olamamanın kahrını çekmişti. Kimi gün bütünüyle af ve merhamet kimi gün tepeden tırnağa öfke ve nefretle dolmuştu. Tek bir şey olsaydı oysa, kendisine emredilen ya da içinden gelen bir sesin buyurduğu bir şey. Yeter ki biri olurken aklı diğerinde kalmasaydı, ona kendisini bütünüyle bıraksaydı. Aklını ikna ederken kalbinde kavrulmasaydı, kalbini ikna ederken aklından yakalanmasaydı. Ama her biri diğerine diş geçiren iki büyük heyulâ arasında paramparçaydı sadece.

Aradan hayli zaman geçti. Kış başı, Tebriz'de karın ağır ağır savrulduğu bir akşamüzeri, Kapalıçarşı'nın bütün kapıları kapandıktan sonra Settarhan ne yapacağını ne edeceğini bilmeden sokaklarda dolaşmaya başladı. Bir yerlere sığması mümkün değildi ve gidecek bir yer de yok gibi görünüyordu. Yüzünü kar pembesi göklere doğru çevirdi. Kar taneleri elmacık kemiklerinin, şakaklarının üzerinde erirken duyduğu

sesle kendine geldi; Tebriz'in sonsuz sayıdaki âşık kahvelerinden birinin önündeydi.

Bu ses hazindi. Büyüsüne kapılmamak, kılavuzluğunu kabullenmemek sıradan insanlar için bile mümkün değilken kalbi yaralı, ruhu öfkeli Settarhan için bu, çağrı değil azimetti. Üstelik ses sanki kendi halinden tevatür etmedeydi. Kapıya yanaştı Settarhan. Buz tutmuş, servilenmiş camdan içeri baktı. Bir şey göremedi. Kapıyı araladı, hah bir perdeden ibaret olan ikinci kapının kenarından içeri süzüldü. Dumanlı hava yüzüne çarparken ses yakınlaştı. Peykeler doluydu. Fazla göze çarpmadan ateşe, ocağa yakın boş bir yere ilişti Settarhan. Bir semaver söyledi, bir de nargile. Dinlemeye başladı. Şu âşık tarzı, bambaşkaydı.

A

Aşık, iki kaşının arasında dünyanın bütün düğümleri önce bağlanmış sonra açılmış, görmüş geçirmiş, kavrulmuş yanmış, ancak ondan sonra ayakta kalmışlar gibi fütursuzca kendi âlemine dalmış vakur bir adamdı. Ayakta değil oturarak söylüyordu. Sırtını peykenin havları dökülmüş halı minderine iyice yaslamış, sağ dizini dikerek sazını kucak boşluğuna almıştı. Başı hafifçe kalbine doğru eğik, gözleri tümüyle kapalı, bedeniyle orada lâkin ruhuyla çok uzaktaydı. Nefes alır gibi tellerin üzerinde gezinmeye başladı. Zaif bedeni dumanların arkasında varla yok arası, dokunsan dağılacak gibi görünse de çalıp söyledikleri kurşun kadar ağırdı. Hançer gibi delici, kılıç gibi keskin, hazin bir "yanık hava"ydı bu.

İlk nağmeler İran'ın bitip tükenmek bilmez ovaları gibi geldi, yüce dağların göklere baş çeken zirveleri ardından sökün etti. Sonsuzca uzayan bir döşeme üzerinde bir nağme tam unutuldu denilen yerde, aynı dağın farklı zirvelerde kendini tekrarlaması gibi yepyeni bir yorumla tekrarlandı.

Bu, nağmeden başka bir şeydi. Öldürüyor, hiç değilse yaralıyor, sakal bırakıyordu. Onu bir kez dinleyenin kendisini bir daha aynı kişi olarak bulması mümkün değildi çünkü âşık, insanın ruhunu çekip çıkarıyordu. Ama ruhun kendisine ne olduğunu, neyle karşılaştığını anlaması mümkün olmuyor, geriye sadece bu dünyadan geçmiş yanık bir adamın resmi kalıyordu. Ve tıpkı Hafız'ın Farsçası gibi bu tavırda, bu nağmede de sadece İslâm'ın serin rüzgârı ve Azerbaycan'ın Türklüğü değil, Zerdüştîlerin ateşi, Persepolis'in Dara'sı da vardı.

Sırtında kirli, yakasız bir gömlek, ayağında bol bir pantolon, yüzü kemikli, gözleri kuytu, saçları yarı dökülmüş, yaşı olmayan bu adama ilgiyle baktı Settarhan. Bitip tükenmek bilmeyen bir nağmede yolu nasıl da açıyor, yeryüzü kelimeleriyle konuşsa da bu dünyadan olmayan bir sesle bu dünyadan olmayan bir hikâyeyi nasıl da anlatıyordu? Nağmeyi nağmeye ekleyerek yükseldiği dorukta atmosferi delip çıkıyor, bambaşka bir boyuta geçiyor, oradan sesleniyordu. Acıları artık bu evrenin hesaplarını aşmış, tümüyle öte dünyaya havale edilmişti ve bu yüzden bir daha yanması mümkün değildi. Dünya yansa o alev almazdı artık,

o   denli yanmış, bütünüyle kavrulmuştu çünkü. Ama bu dumanı da üzerinden atamazdı. Settarhan merak etti, nasıl dayanmış nasıl ayakta kalmıştı?

Çok geçmeden Kerem ile Aslı'nın hikâyesini anlatacak bir başka âşık geldi, yüksekçe bir yere oturdu, çalıp söylemeye başladı. Ayağını uzatan, öksüren, lâubalilik yapan bulunmazdı zaten bu meclislerde fakat bu defa nefes alınsa duyulacaktı sanki, herkes kulak kesilmişti. Geceler boyunca sürerdi Kerem ile Aslı'nın hikâyesi. Settarhan sözlere kulak verince, âşığın faslı geçtiğini, divanını, destanını söylediğini,

döşemesini kurduğunu, asıl hikâyeye çoktan geldiğini anladı. Kaç gecede anlatılırdı Ermeni keşişin kızı Karasultan'ı seven Ahmet Mirza'nın hikâyesi? Adının değiştiğine, Kerem'leştiğine bakılırsa, aşk çoktan başlamış; Ahmet Mirza, kimliğinden geçmişti.

Kıvrak anlatıyordu âşık. Anlatırken kendinden geçiyor, kâh

A

Kerem'e kâh Aslı'ya dönüşüyordu. Aşık, ilhamının baş kaynağı Urumiye Gölü ve Aras nehri ile uçsuz bucaksız ovalar ve yüce dağlar olsa da, hikâyesini her akşam dinleyenlerin tavrına göre yeniden biçimlendirirdi. Olaylar sabitti gerçi, Kerem ile Aslı daima ayrılırlar, Kerem kendi âh'ının alevinde tutuşurdu. Fakat bazen dinleyicilerin çoğu öyle ihtiyar, öyle kanları ve kalpleri donmuş, öyle kendinden geçmiş adamlar olurlardı ki Kerem ile Aslı'nın o geceki bölümünü bir ahlâk risalesine dönüştürerek anlatıverirdi, yoksa bu pirifânilerin umurlarında olmazdı aşk. Aynı hikâye gençlerin, gençliklerini unutmamışların, aşktan gayrini kîl ü kâ! bellemiş yaşsızların çoğunlukta olduğu meclislerde ise ateşten gömleğe dönerdi.

Bu gece de hem söylüyor hem de nabza göre vereceği şerbetin kıvamını kestirmek için dinleyenlerini gözden geçiriyordu âşık. Çok geçmeden bir çift gözle göz göze geldi; ateşe yakın olurmuş, durgun su gibi kederli, yanardağ ağzı gibi tutuşmuş Settarhan'ın gözleriyle. Yaman bir sevdaya düşmüş bir adamla karşılaştığını anladı. Yoksa beyzade içini böyle çekmez, gözlerini dikip de ateşe öyle bakmazdı. Çok geçmeden âşık gözlerini kapadı, Kerem'in, derdini babasına açtığı mısraları söylemeye başladı:

O    gece âşık söyledi Settarhan dinledi. Meclistekilerin payına da bu yakıcı ateşten saçılan alazlarla mest olmak düştü. Kerem'in akıbetini hikâyenin sona ereceği gece

anlatacaktı âşık. Ama beyzade, kesik âh'lanna bakılırsa, Kerem'in âh'ını çoktan tecrübe etmişti. O bir yandan açarken diğer yandan kapanmış olmalıydı Aslı'nın düğmeleri ve sevgilinin göğsü üstünde iki düğme arasında kaldığı muhakkaktı.

Jrumiyeli âşık, beyzadenin halinden onun bir kararda mayacağını, bir yerlere sığmayacağını, birazdan da adan çıkıp gideceğini anladı. Sözü kesmeden, çaylara icaz meden önce, "Sözüm sana" der gibi Kerem'in ;ınmasına geçiverdi:

ağalar hangi derde yanayım rdim Aslımı gören olmadı yaneler gibi yandım tutuştum idim alevimi alan olmadı

/e âşıklar arasında hiç âdet olmadığı halde bir Karabağ estesi ile bitirdi.

Cış ortasında şaşılası bir bahar başını kaldırmış, göz rmış, geçici bir parıltıyla olsa da güneş açmıştı. Settarhan ^aman han odasından çıkmıştı, çamurlu yolları ne zaman nlamış, ne zaman çarşıya varmıştı? İçindeki sesler Ldisini boğmaya azmetmiş olmalıydı ki gündüz vakti unu kaybetmeye başlamıştı çoktan. Hele bugün bütün ün kayıptı. Dün sabah annesinden bir mektup almıştı Lkü. Eğri büğrü yazıya bakılırsa Sehend ağabeyinin oğlu Ekber'e yazdırılmıştı bu mektup. Böyle bir mektubun naşı başka kime emanet edilip yazdırılabilirdi? Her biri meleyle söylenmiş olsa da ilk kelimesinden son imesine öfke ve nefret dolu bir mektuptu bu; baştan sona

ayet, baştan sona beddua, baştan sona sitem dolu bir ktup.

Baban kendisini eve kapadı, hiçbir yere çıkamaz oldu. A il, hiç babanı düşünmez misin sen? Bizim bile kadın imizle başımız öne eğilmişken koca Mirza Han ne yapsın? anlar arkamızdan gülüp konuşuyor. Üstelik o hayâsızları ıt-ı Süleyman gölünün başında görenler olmuş bir esinde, sabahın çok erken bir vaktinde. Ne zillet! Hâlâ nediler mi? Bu nasıl iştir, ne cesaret ne edepsizliktir?" Mektup böyle uzayıp gidiyordu. Bakırcıların tokmak [erini duyunca Settarhan kazancılar çarşısına yaklaştığını adı. Başını kaldırınca bir çayhane gördü. Çaycı, havanın iansız güzelliğinden istifade, dışarı birkaç kerevet atmıştı, iık havuz kapalıydı lâkin güneş şu birkaç saatlik anatında, değdiği yeri okşuyordu tatlı tatlı. Settarhan bir dak su, bir fincan kahve içmek, bir sigara tüttürmek, mm ağrısını dindirmek istedi, çayhaneye doğru ilerledi, beş adam nargile keyfindelerdi.

Selamünaleyküm" dedi ortaya Settarhan. Selâmına, alçak ıltılar halinde karşılık geldi. Bu mukabelede, bu farzda bir itsizlik, bir eksiklik, bir lâubalilik sezen Settarhan üstünde madı ama kerevetlerin en uzaktakini seçti. Çizmelerini arıp halının üzerine bağdaş kurdu. Papağını geri itmiş, ını yastığa henüz dayamıştı ki çırak yanında bitti.

Kahve" dedi sigarasını sararken, "Acı olsun." Gözlerini »adı, yüzünü kış güneşine çevirdi.

İralarındaki mesafe o kadar az mıydı yoksa adamlar ?rek isteyerek mi seslerini o kadar yükseltmişlerdi? Biraz elki selâmın eksik yanı, soğuk dağı söze döküliiverdi, di, Settarhan'ın suratına çarptı; babasının o kadar şikâyet

ği, kükrediği; annesininse o kadar sitem ettiği şey tarhan'ın karşısına dikildi.

birkaç mısra çalınmıştı kulağına Settarhan'ın, tebessüm [esi iki mısra. Kim bilir hangi aşkın hangi yangınıyla ’em'e benzer bir âşıkın ağzından fışkıran, herkesin bildiği iar.

bahçelerde mor meni terem ettin sen beni ra sen İslâm ol giz ra men olanı Ermeni

Vma böyle dememişlerdi ki! işte şurada oturan şu adamlar; mısraları ezmiş, çarpıtmış, öznesini de nesnesini de ;iştirip ağızlarını yaya yaya, sırıta sırıta demişlerdi ki:

ra sen Mecusı ol ay giz ra ben olam Müslüman

lk anda "Yanlış mı duydum acaba?" diye geçirdi içinden tarhan. Bir iki saniye bekledi. Gerçeği kavramaya çalıştı. ıa yo, doğru duymuştu. Peki, bu haber Tebriz'e nasıl mıştı? Ne önemi var? Demek Tebriz'e kadar varmıştı ve ıek doğruydu Settarhan'ın bundan sonra başını yerden dıramayacağı.

Şaşını kaldırdı. Yastıklara dayanarak kaykılmış üç adam, arını atmış, menzile vardığı anda çıkaracağı gürültüyü deyerek Settarhan'a bakıyorlardı. Üçünün de ağızının Larında aynı zalim gülüş, aynı salyalı keyif asılı kalmıştı.

ıgisi? Ses hangisinin boğazından çıkmış, kelimeler Lgisinin ağzından dökülmüştü? Hangi dudaklar telafuz lişti bu zehir zembereği? Hangi dil bu lâfzı döndürmüş,

Lgi diş hangi damak bu sesleri fitreştirmişti? Düşünmeye ek yoktu ki, üçü de aynı anda söylemişti. Üçü aynı anda lemese bile biri söylemiş ikisi dinlemişti. Öyleyse üçü de ıktı bu cümleye. İçinde, kendisini Mirza Han'a bağlayan o tırılmış ırmak kabardı, önüne geleni seline kattı, Settarhan li hançerine attı. Aklı başındaydı ama kan beynine amıştı. Kerevetten atlamasıyla aradaki mesafeyi iki mda alması, kendisine en yakın olan adamın boğazına İması bir oldu. Bir eliyle adamın boğazını sıkarken öbür rle hançerini kaldırdı.

sTe zaman gelmişti? Aniden mi belirmişti? Yoksa hep oradaydı kimse onurark mı etmemişti? Kimdi? Bunları düşünemedi Dile tarhan. Sadece mengene gibi bir elin kendisini sol bileninden :aladığım, yalnızca Dileğini değil ruhunu dabüktüğüniınissetti.

Bu mengene açılmaz, bu efbükülmez değildi belki ama bileğinden damarlarına doğru akan şey Settarhan'ın bütün vücuduna usulca yayılıverdi; bir ürperti sadece bedenini değil ruhunu da ele geçirdi.

Başını kaldırdı, bir çift gözle göz göze geldi; bir çift alev nazarla, rengi olmayan bir kartal bakışıyla. Göğsü fişekli cübbesinin içinde yaşı olmayan bir adam Settarhan'a fazla değil sadece bir an baktı, başının üzerinde heybetli bir kalpak vardı.

"Oğul" dedi, "Er kişiye başı açık, ayağı çıplak görünmek uygun düşmez."

Settarhan'ın eli düştü. Ayağının çıplak, başının açık olduğunu ancak o zaman fark edebildi. Bağdaş kurduğu yerden olduğu gibi fırlamış, geri yatırdığı papağı o arbedede başından yuvarlanmıştı. Elini adamın boğazından çekti, nefes nefeseydi.

Bir çift kartal gözü, korku içindeki üç adama döndü bu kez.

"Başkalarının ayıplarını araştıracak kadar temiz kim var içinizde, densizler?" dedi. Cevap beklemedi. Yoluna devam etmeden, önce yanındaki gençlerden birine baktı, sonra Settarhan'ın yerde tozlar içinde yatan papağına. Genç, papağı yerden aldı, tozunu silkeledi Settarhan'ın eline tutuşturuverdi. Gülümsemişti sessizce.

Onlar uzaklaşırken Settarhan da üç adam da aynı esintinin arkasından bakakalmışlardı.

Uzakta siyah bulutlar aralandı. Bir yıldırım dağın üzerine düştü. Kış güneşi bu kadardı. Çaycı çıraklarını azarladı.

"Haydi, kar geliyor, toplayın her şeyi, kerevetleri içeri alın. Bir şey kırmayın, ben de sizin kemiklerinizi kırarım."

Settarhan çizmelerini giydi; Tebriz'e geldiğinden bu yana sık sık yaptığı gibi Dağıstan Tekkesi'nin önünden geçerek Rus sokağına girdi, meyhaneci Aleksandr'ın kapısını itti.

Aleksandr'ın meyhanesine girdiğinde kirli önlük onu yine temennalar arasında karşıladı. Beyzade bugün gecikmişti yoksa izzet ikramda bir kusur mu etmişlerdi? Eğer öyleyse hemen telâfi edilebilirdi. Ne emrederlerdi?

"Canım sıkkın, sus!" dedi Settarhan. Kirli önlük sustu, içinden "Ne zaman canın sıkkın değil ki senin?" diye geçirirken yer gösterdi, tepsi donatmakla iktifa etti. Acem çengi gösterisine devam ediyor, Sofya ve Vasili'nin masasında ise üç beş Acem bağıra çağıra pazarlık ediyorlardı. Kadehlerin ilkini kafasına diktiği an Settarhan buraya da sığamadığım fark etti. İkinci ve üçüncü kadehi ayakta devirdi, dördüncüyü kapı ağzında. Beşinciyi beklemeden dışarı fırladı. Çaycı haklı çıkmış, kar başlamıştı. Settarhan arka sokağa geçti. Uç Rus subayı yaklaştı yanına, az ötede iki

• • •

Ingiliz devriyesi kimlik sordu. Oyle ya Tebriz'in, bütün İran'ın, onun hem ayrılmaz parçası hem gayrı yani cüz-i lâ- yenfekk'i Azerbaycan'ın güvenliği onlardan sorulurdu.

"İşte kimliğim. Ben Settarhan, Mirza Han'ın oğlu, beyzadeyim. Azam'ı Piruz'a bıraktım. Öcümü alamadım. Ailem gibi kendi başımı da öne eğdim. Hem elim kalkmadı onlara hem kaldıramadığım elin altında kaldım."

Devriyelerden biri güldü. Bunun keyfi tamamdı ve gidebilirdi. Ama bu havada sokaklarda fazla dolaşmasındı, öyle ya, gökler kızarmış, kar bastırmıştı. Tebriz halkı çoktan evlerine çekilmişti bile. Bu saatlerde dışarıda olmak için ya İngiliz ya Rus askeri olmak gerekirdi ya da Ermeni çetecisi veya Türk milisi. Settarhan hiçbiri değildi. O sadece ne yapacağını bilemeyen, ortadan ikiye bölünmüş, iki yarısı yekdiğerini yiyen iki Settarhan'dı. Bu da karlı bir gecede savaşın ortasındaki Tebriz sokaklarında dolaşmak için yeterli bir sebepti.

Biraz daha dolaştı. Soğuk hava meyhane esrikliğini üzerinden atmıştı. Kar iyice artmış, şu kadarcık zamanda yığılmıştı bile. Gökyüzü iyice kızıllaşmış, evler sokaklar başkalaşmıştı. Patır patır dökülen karın sesi, kokusu doldurmuştu Tebriz sokaklarını ve incecik bir tabaka bütün kirlerin üzerine bir sütre çekmişti. Sanki başka bir zaman başka bir mekândı. Hep böyle kalsaydı, hiç kendine gelmeseydi Settarhan. Hiç Taht-ı Süleyman olmasaydı. Azam olmasaydı. Piruz olmasaydı. Mirza Han hiç olmasaydı. Settarhan hiç mi hiç olmasaydı.

Dağıstan Tekkesi sokağının başına gelmişti Settarhan. Tebriz'in sokaklarından hiç eksilmeyen iki kocaman köpeğin tekkenin kapısındaki odun yığınlarının arasına sığınarak birbirlerine sokulduğunu gördü. O sırada kapı açıldı, iki derviş göründü. Biri, kalın bir çuvalla köpeklerin yattığı izbenin etrafını çevirdi, üzerini örttü. Diğeri de ıslanmış lavaş parçalarını bir kabın içinde köpeklerin önüne sürdü.

"Derviiiş" diye seslendi Settarhan sokağın başından. Yüzünde, önüne çıkan ilk yamaca taşmak isteyen zalim bir yanardağ gülüşü belirmişti. "Niye onlara yemek veriyorsun ki? Rezzaku'l-Alem olan Allah onların da rızkını vermez mi?"

Derviş çuvalı bağlamaya devam elti, başını kaldırmadan.

"Allah veriyor onların rızkını zaten" dedi. "Ben sadece sebebim, vesileyim."

Settarhan iki adım attı kapıya doğru. Kendi sonucunun sebebini de çıkarsaydı ya Allah karşısına! "Bir işaret Allah'ım" diye geçirmişti içinden defalarca, "Bir işaret." Oysa göklerden bir işaret taşı inmemiş, kararsızlığına bir karar eklenmemişti.

Sert bir rüzgâr esti. Çok soğuktu. Dervişlerden diğeri Settarhan'a döndü eliyle kapıyı göstererek.

"Buyur" dedi, "Kapıda kalma."

Settarhan güldü. Allah'ın bildiğini kuldan saklamadı.

"Ben" dedi, "Meyhaneden geliyorum."

Derviş "Buyur" dedi bir daha, "Kapıda kalma."

Settarhan durdu. Bir daha güldü. "Ben" dedi "Nakşî değilim."

"Buyur" dedi derviş, "Kapıda kalma."

Settarhan tekkenin kapısını itti. İçeri girdi.

Müritler halka biçiminde oturmuşlardı. Ortada beyaz harmanisine bürünmüş heybetli bir şeyh, zaman'ın yaratılmış olduğundan, öyleyse onun da sadece bu dünyaya ait bir mahluk olduğundan bahsediyordu. Settarhan bir süre halkanın dışında, ayakta dikildi. Başlar bir an için ona doğru çevrildi. Dağıstanlı Nakşî Şeyhi bakışlarını bu yeni gelenin

üzerinde biraz gezdirdikten sonra hikmetinden sual etmeyen talebelerinin sükûnetli bekleyişi arasında kaldığı yerden devam etti. O zaman Settarhan daha bugün, çayhanede gözleri gözlerine dikilen, bileği bileğini büken bir çift kartal bakışını tanıdı. Dağıstanlı Nakşî Şeyhi. Demek oydu. Dizlerini kırdı, olduğu yere çöktü.

Onu herkes bilirdi. Kim bilir neden, Tebriz'e yerleşmişti. Bakışlarında şunun şurasında elli altmış yıl kadar önce Dağıstan halkının Rus işgaline karşı koymasını sağlayan disiplinin ve doğru seçilmiş gayeye duyulan ölümcül bağlılığın ateşi vardı. Helâl varlığına göz diken Rusya karşısında akıncılığı ve savaşçılığı farz edinen "Abrek" ruhu; imanı cihatla birleştirmiş, bu ruh bütün Kafkasya halklarını ortak bir ülkü etrafında birleştirerek Rusya'nın önüne iki deniz arasında uzanan bir dağ seti çekmişti. Bu yüzden Sibirya cehennemleriyse Kafkasya aralı olmuştu Rusların; cennet, kapılarını açmamıştı.

Şeyh- zaman meselesini açıklamaya devam ederken bir ara tekrar başını kaldırdı, bu kez semaverin başındaki müride nazar etti.

Mürit usulca yaklaştı Settarhan'a, yanına diz çöktü, kulağına eğildi.

"Dağıstanlı Şeyh Efendi bu gece semaveri senin kaynatmanı istiyor."

Settarhan şaşırmıştı. Tekkeyle, dergâhla hiç işi olmamıştı şimdiye kadar. Bundan sonra olacağa da pek benzemiyordu. Fakat emrin ulu dergâhtan geldiğinin farkında, "Neden?" diyebildi.

"Onu bilmem" diye gülümsedi mürit. "Bana sadece emri makamından alıp muhatabına iletmek düşer. Burada 'Neden?'

diye sorulmaz."

Settarhan bugünkü arbedede papağını yerden kaldırıp tozunu silkeleyen gülümsemeyi tanıdı.

"Peki" dedi, "Ne yapacağım semaver başında?"

"Çay."

"Çay mı?

"Haydi" dedi mürit, "Semaver kaynadı."

Dağıstanlı Nakşî Şeyhi, bakışlarını bir kez daha kaldırdı, insanın kalbini, geçmişini, hani neredeyse geleceğini de gören gözlerle bakarak, "Settarhan" diye seslendi.

"Bu gece şifaları sen dağıt."

"Başım üzere" diyebildi Settarhan.

"Adımı nereden biliyor?" diye sormak aklından bile geçmedi. Ama işte, kırk yıllık aşinası gibi ona adıyla seslenmiş ve bağrı yanan semaveri işaret etmişti.

Yerinden usulca kalktı; usul erkan bilmezdi Settarhan ama bir edepsizlik etmekten korktu. Dervişin peşinde, ortada kaynamakta olan koca semaverin yanma gitti.

Derviş, "Semaverin bağrı ateş, çayı saki'nin kanıdır" diye başladı.

Saki, Settarhan oluyordu demek ki çünkü çayları yani şifaları bu gece o dağıtacaktı ve demek ki kanı öyle uluorta akıyordu. Çay şifa, semaver şifa-sazdı bu mecliste. Lâkin semaverin göbeğindeki kor ateşe, köz kömüre bakılırsa o da Settarhan gibi için için yanmakta fakat göz göre göre kaynamaktaydı.

Usulca kulağına eğilerek, "Derviş" dedi Settarhan, "Ben çay demlemeyi bilmem. Dağıtılmasına da elimin kıvamı uymaz."

Derviş hiç duymamış gibi buzdan, taştan, tahtadan, sesi ve duyguları olmayan ne varsa onların hepsinden yapılmış bir heykel gibi, tane tane anlatmaya başladı:

"Semaverin suyuna dikkat et, iyi çay iyi sudan olur. Her çay aynı türlü demlenmez, cinsine göre tutar kararını. Ama her zaman geçerli bir usul istersen, çaydanlığa kuru çay koy önce. Üzerine kaynar su kat semaverin çeşmesinden, döndüre döndüre. Sonra semaverin üstüne koy demliği. Vakte riayet

et. Suyu, kaynamadan önce demliğe alma. Ateşe doğrudan temas ettirme. Ateşle demliğin arasında buharlık bir mesafe kalsın. Semaver usul usul yanarken su kaynasın. Buhar çıksın ki çay demini alsın, kıvama gelsin. Porselen demliği önceden ısıt. Demliğin sapı ısınmadan demleme. Demin zamanını kaçırıp çayı acılaştırma. Çay geceye yaraşır, geceyi kaçırma. Bütün bu işlere abdestsiz besmelesiz başlama. Çay doldururken Allah' demeyi unutma. Semaverde susan ateşi harlamayı, eksilen suyu tamamlamayı unutma. Ama deme dokunma. Üstüne su alma. Demlikte kararınca tut çayını ki yarı yolda kalmayasın. Bittiğinde de yeni çay demle."

Nicedir kaynayan semaveri işaret etti, "Hadi başla" der gibi Settarhan'a baktı.

"Bir de" diye ekledi, en önemlisi bu zeyideydi, "Hoca Ahmet Yesevi Hazretleri'nin çaya nazarı, duası vardır. Hazret, Allah kıyamete kadar buna revaç versin, diyerek çay nimetini işaret etmiştir. Bu yüzden bizim meclislerimizde semaverin baş üstünde yeri vardır. O nazarı anmadan, o duayı mırıldanmadan demliği semaverin üzerine oturtma."

Bir dörtlük mırıldandı:

K i m s e l e r i n a k l

z e r


Bütün bu bilgilerden sonra Settarhan, "Peki" dedi,

"Demliğe ilâve etliğim suyun miktarını asıl ayarlayacağım?"

"İşte o..." dedi derviş. "O tamamen sana kalmış. Ona sen karar vereceksin. Ve çayın miktarına en uygun su miktarını kestirebildiğinde sen de çayda demlenmişsin demektir."

Demliğin üzerine su çekerken bir an tereddüt etti Settarhan. Derviş, gözlerini dikmiş gülümseyerek kendisine bakıyordu. Bunun bir miktarı, ayarı, nisbeti, ölçüsü var mıydı? Bu kadar çok kelimesi olan şeyi zikretmekten vazgeçti. Elini tamamen sezgilerine bıraktı. Dervişin dediği gibi. Suyu akıtmaya başladı. Bir süre sonra içinden bir ses "Dur" dedi.

Bardaklar tepsiye dizilmişti evvelden. Önce demi döktü Settarhan. Bir parmak sadece. Sonra her birini semaverin musluğuna tuttu, kaynar su ilâve etti. Tepsiyi önce Şeyh'e sonra sırasıyla müritlere, ehl-i sohbete gezdirdi. Bardaklarda

kaşık yoktu. Bu mecliste sessizliği bozacak bir kaşık sesi duyulmamalıydı çünkü. Şekerler bile kadehlerden sessizce alındı.

Settarhan şifaları dağıtırken dervişler "Çay İlâhisi"ne başlamışlardı. Uzun, içli bir İlâhiydi bu. Settarhan ta geçen sene bu sokaktan geçerken duyduğu, meyhanede Sofya ile Vasili'ye söylemeye kalkıştığı mısraları tanıdı. Hâlâ ezberindeydi.

Ya n se m av er  n se m av er Se nd e bi r ha l va r se m av er İkinci İlâhiye başladıklarında Settarhan da çay tepsisini ikinci kez dolaştırmaya başlamıştı. Az önce dervişin ilk dörtlüğünü mırıldandığı İlâhiydi bu, devamını dikkatle dinledi: L e z z e t i c e n n e t Ş r a b ı § a d e d e r i Ç e n h a r a b ı


G ö n ü l d e h i k m e t k i t a b ı D 0 1 a r b u Ç a y s  h b e t 1 n e L e z z e ti n i i Ç e n b il i r D ü c i h a n d a n 9 e Ç e n b il i r T il r l il m e r c a n s a Ç a n b il i r G e li n b u

Ç a y


s o h b e ti n e

 Settarhan bu sohbetin, bu cezbenin, bu zikrin, bu meclisin, bu semanın ortasındaki semavere bakınca çaydan gelen neşvenin meyhane ehlinin neşvesinden geri kalmadığını, onların mey içerken hissettiğini bunların çay içerken hissettiğini düşündü. Teşbih hatalı kaçtı diye geçirdi içinden utanarak. Bu meclis teşbih edilemeyecek kadar tertemizdi.

O gece Settarhan ipini koparmış başıboş sandallar gibi uğradığı limandan demir atamadan ayrıldı. Her yere uğrayan ama hiçbir yerde kalmayan Settarhan burada da kalmadı. Karanlıkta sese yönelen körler gibi yönelmedi bu sese. Yolu bu yol değildi, bu kapıdan nasibi yoktu belli. Yangınına su serpilmemişti. Ama o gece Dağıstanlı Nakşı Şeyhi'nden insan denen varlığın aslında yurdunu özleyerek hasret çektiğini, asıl acısının hatırlamaktan ama tam çıkaramamaktan, tanımaktan ama kavuşamamaktan bazen ise karşılaşıp da tanıyamamaktan ileri geldiğini ve daha pek çok şeyi dinlemiş bir de çaya daha farklı bir nazarla, daha bir hürmetle bakmayı öğrenmişti. Himmetin envai çok, başı gözü üstüneydi. Kapının dışında gümüş tabakasını çıkardı. Kalın çuvalın kuytusunda birbirine sokulmuş mışıl mışıl uyuyan köpeklere bakarken sırtını yıkık duvara vererek çömeldi, kocaman bir

sigara sardı. Sonra kalktı. Tebriz'in taş evlerinden tüten bacalar gibi dumanını savura savura karanlığa karıştı.

Hana vardı, giysileriyle döşeğin üzerine attı kendisini. Uyku? Uzak şeydi. Tavanın kapkara merteklerini saymaktan vazgeçerek tekkedeki Çay İlâhîsi'ni ezberden okumaya başladı. Diğer dörtlükler hatırındaydı ama bir türlü ilk dörtlüğün mısralarını zihninde yakalayamadı. Hayret! Hepsi var da bir tek o uçup gitmişti aklından. Sanki bir el silgi geçirmişti üzerinden. Dikildi döşeğinin içinde. Ya Allah, Ya Hafiz! Aklında kala kala bir "ezel" bir de "ülfet" kelimeleri kalmıştı.

Çok geçmeden mısraları düşünmeyi bıraktı. Sabah çayhanede gırtlağına dayandığı adamın hayali bütün hayalleri, bu arada Nakşi Şeyhi'nin hayalini bile ezip geçerek karşısına dikildi, diğer ikisi de yanı başındaydı. Bu başbaşalıkta Settarhan'ın Mirza Han yarısı azgın selin dalgaları gibi açığa çıktı, bütün ruhunu kuşattı. Bir öfke, ama bu kez bambaşka bir öfke, Piruz ve Azam'a karşı sadece gittikleri ve giderken Settarhan'dan alıp götürdükleri için değil; geride bıraktıkları için de büyüyen bir öfkeydi bu. Gidişlerine katlanmaktan çok daha zor bir şeye duyulan öfke. Kaybettiğinden çok, kendisine kalana duyulan bir öfke. Gidişleri sadece kendileri ve Settarhan arasındaydı. Ama bıraktıkları öyle bir şeydi ki Settarhan ve cümle âlem arasında imzalanmış sessiz mukaveleyi bozmuş, yaşamak için uyulması gereken yazısız kurallarının önüne set çekmişlerdi. Ve kendileri bir köşeye çekilerek Settarhan'a "Biz gidiyoruz, haydi sen şimdi yaşa" demişlerdi. Bundan böyle Tebriz'de de Taht-ı Süleyman'da da başı yerden kalkmayacaktı Settarhan'ın. Ve bu, böyle olmayacaktı.

Sabah uyandığında ilk kez bir yanı öbür yanını ikna etmişti. Tek bir şey olduğunu, tek sesten ibaret kaldığını hissetti. Kalktı, bankaya gitti. Yıllardır biriktirdiği bütün parayı çekti. Tekrar odaya döndü, banknotları kemerinin içine dikti.

Sonra hancıya haber yolladı. "Atlarımı hazır etsin. Taht-ı Süleyman'a dönüyorum ben."

Hancıdan haber geldi: "Bu karda mı?"

"Evet, bu karda."

Sehend Dağı'nın ilk üç zirvesini aşması zor olmadı Settarhan'ın. Dördüncüde beli biraz büküldü. Beşincide omuzları düştü. Altıncıda hancının "Bu karda mı?" demesinin anlamını kavrar gibi olduysa da pabuç bırakmadı, içindeki öfkenin ateşiyle Kaf Dağı olsa aşardı. Yedinciden sonra iklim değişti. Kar, Taht-ı Süleyman'a henüz uğramamıştı ve tatlı bir kış güneşi vardı.

Eve gitmedi Settarhan. Taht-ı Süleyman'ın ateş tapınağını gören bir han odasına yerleşti. Mademki "Taht-ı Süleyman'a gelmişler" diye yazmıştı annesi mektubunda, eğer buradalarsa mutlaka bir daha geleceklerdi. Settarhan'ın işi bundan sonra o kapıyı gözlemekti. Gerekirse yirmi dört saat gözünü hiç kırpmadan aynı yıkık kapıya bakacaktı. Eğer onlar gelmezse Settarhan Yezd'e gidecekti.

Geldiler. Yeşil gölün başındaki iki gölgeyi fark etti Settarhan, işte oradalardı. Handan çıktı, Taht-ı Süleyman'ın cümle kapısından geçti. Sessizce yaklaştı, rengi sapsarıydı. Kimsecikler yoktu etrafta, adımlarının sessizliğinden kendisi de utandı. Ama artık ok yaydan çıkmıştı. Yayından fırlamış ok nasıl geri dönemezse Settarhan da o kadar hesapsız

kitapsızdı ve suyun başındaki iki gölgeye doğru hızla yaklaşıyordu.

Eğer sadece birer gölge olarak kalsalar Settarhan öz varlığına söz geçirebilir, kendisini emin bir ele emanet ederek farklı bir yandan yekpareleşebilirdi belki. Fakat yıkıntıların arasından ilerleyerek onlara biraz daha yakından bakınca gördüklerinin hiç de birer gölge olmadığını anladı. Azam, çarşafının üzerine keçe bir şal atmıştı ve peçesi ardına kadar açıktı. Piruz az ötede bir çınar fidanı gibi ayaktaydı ve gölün sularına bakıyordu. Bir ara Azam başını kaldırdı, Piruz'un yüzüne bakarak bir şeyler söyledi, elini uzattı. Ateş, kendisini söndürecek suya, onu kendi adımlarıyla dipsiz bir gölün yanma getiren şeye doğru sessizce ilerledi.

İçinde "Söyle" diye başlayan bir soru, üç beş kelâm gezindi Settarhan'ın. "Ezel meclisinde benim kavlim seninleyken sen başkasıyla mı kavilleştin? Ben elimi sana uzatırken sen elini başkasına mı verdin? Herkes kendi kalbinin içini bilir; ben aşkın hatırıyla geldim sana, sen hayâsızlıkla gittin. Öyleyse Azam hainsin."

Piruz'un eli Azam'a uzanırken bir kez daha gölün bulanık sularına baktı Settarhan. "Sen. Sen de aramızdaki beyaz mendil bağına, ellerinle bağladığın payvanda bir kılıç darbesi indirdin. Sen Piruz, sen de hainsin."

Dahası Settarhan'ın hayalinde ikisi birleşmiş, tek kişi olmuşlardı. Kimi kimden kıskandığının, hangisinden daha çok nefret ettiğinin farkına varamadı, bir adım daha attı. Ortada bir vurgun olduğu muhakkaktı da hangi yandan vurulduğunu düşünmedi.

Şimdi Piruz, Azam'ın hemen yanındaki taşın üzerine oturmuş suya bakıyordu ve ikisinin de sırtı hâlâ Settarhan'a dönüktü. Gölün her mevsim ılık olan yeşil suyunun üzerinden

kıvrıla kıvrıla hafif bir buhar tülü yükseliyordu. Azam eğildi, elini suya soktu. Settarhan onun bileğine kadar suyun içinde gezinen elini, sonra avucuna aldığı suyu parmaklarının arasından akıtışım, başörtüsünün bir daha kaymasını, o, başörtüsünü düzeltirken ıslanan alnını; sonra Piruz'u, o ikisinin suya düşen yansımasını seyretti bir süre. Her defasında gittiği yerden geri dönmeyi başarmıştı Settarhan ama anladı ki şimdi artık geri dönüş yoktur. Şimdi üzerlerine atılsa, şu ateş kadehinin alev dilini, Piruz'u, altına alsa, kör bir hançerle doğrasa. Settarhan öfkenin böylesini hiç kimseye karşı hissetmemişti.

Şahsı adına hissettiği, nefsinde büyüttüğü öfke mi yoksa yedi mahalle dokuz sülâlenin şu omuzlarına yüklediği borç mu? Onu buraya getirenin hangisi olduğunu zikretmedi, ikisi birbirine karışmıştı çoktan. Neticede Settarhan aşkın kazasına uğramıştı lâkin kaza büyük olsa da Mecnun değildi, cinnete düşmemişti; Dağıstanlı Nakşî Şeyhi'nin dergâhında sükûnete erecek kıvamda da değildi Settarhan. Bir nefret kalmıştı ona bu kazadan geriye. O kadar büyüktü ki aşktan geri kalan boşluk orayı ancak nefretin cüssesi doldurabilirdi. Nefret, aşkla boy ölçüşebilecek yegâne duyguydu ve ne kadar güzeldi. Nefret etmese, Settarhan oracıkta ölecekti ve nefreti de ancak aşk yok edebilirdi.

Buradan geri dönüşü kalmamıştı artık. Onlar böyle var oldukça, böyle yaşadıkça, yaşamak Settarhan'a haramdı. Hiçbir şey çıkaramazdı onu düştüğü kuyudan. Ne Çiçek Hala'nın görülmemiş rüyaları ne Aleksandr'ın meyhanesi ne de Dağıstanlı Nakşî Şeyhi.

Tek hamle. Settarhan'ın bundan sonra çarşıda, pazarda, çayhanede, meyhanede, mahallede, mesirede, Muharrem'de, Aşura'da, Taziye'de, Mersiye'de, Mescid'de başı dik durması için yetecekti. Tek hamle, sadece Settarhan'a değil, gelmiş geçmiş yedi ceddine, gelip gelecek bütün sülâlesine yetişecek bir baş sağlığı için kâfi gelecekti.

Bir dokunsa. Ondan sonra hiçbir şey olmamış gibi gerisin geri eski hayatına dönecekti. Alm açık, başı dik, bütün kayıplardan arınmış, yaşayıp gidecekti. Bir yıldız konduracaklardı alnının ortasına üstelik, başına bir Şah tacı takacaklardı. Çarşıda pazarda onu gösterecekti insanlar birbirine takdirle.

Bir adım daha attı Settarhan; o ikisi diz dize, göz gözelerdi ve aralarında fısıltılı bir nağme gidip geliyordu. İyice yaklaştı, omuz hizalarına gelmişti ki gölün bulanık yeşil suyuna gözü takıldı. Suyun üzerine kendi gölgesi düşmüştü ve iki gölgenin tam arasındaydı. Üç gölgeydiler şimdi. Azam'ın gölgesini bir kenara ayırdı Settarhan. Ona ilk kez görüyormuş gibi baktı.

Bu muydu? Bütün bir sülâlenin geçmişi gibi geleceğini de rehin alan, bir anda yok eden kuvvet bu ufak cüssede, şu çelimsiz bedende mi mevuttu? Ondan mı soruluyordu bin sülâlenin yüz bin erkeğin namusu? Ve o, başına geleceğin farkında olduğu için mi kocaman açılmış gözlerini kendi gölgesinden kaldırmış, Settarhan'la Piruz'un gölgeleri arasından çıkmış, omuzunun üzerinden yarı geri dönerek yemyeşil suyun derinliğine baktığı kadar fütursuz, bir kuyu kadar siyah gözleriyle Settarhan'ın gözlerine bakıyordu?

"Settarhan" dedi sadece Azam, "Kimse bana bir şey söylemedi, bir şey sormadı. Nişanlanacağımızı, seninle aramızda bir söz kesildiğini bile bilmiyordum." Bir an durdu, ekledi, "Bilsem de fark etmezdi. Başka türlüsü mümkün değildi."

Piruz'un gölgesini ayırdı bu defa Settarhan, onu çıkardı aralarından.

"Settarhan" dedi Piruz, ayağa kalkmıştı, "Ya benim kadar âşık değilsin, ya benim kadar cesur değilsin. Tek hamle, korkma. Sana 'Dur' diyecek değilim. Ben aşk için öleyim ki sen de aşka inanmış olarak ölesin."

Bir an, Settarhan'ın içinden Piruz'u elinin tersiyle bir tarafa itmek, bir taş parçası gibi fırlatıp atmak; ondan sonra da her şeye razı olarak, her şeyi göze alarak, her şeyi unutarak, ne yaptıysa affederek, ne yaptıysa af dilenerek, yani yeniden ve son defa serapa aşka dönüşerek Azam'ın önüne dikilmek ve ona "Gel benimle, İstanbul'a gidelim, her şeyi arkamızda bırakalım, gelir misin?" demek geçti. O sırada çarşafının üst kısmı başından bir daha kaydı Azam'ın. Aldığından fazlasını geri veren elmas bir an parladı, gül küpeler hâlâ o kulaklardaydı.

Settarhan'ı dilim dilim doğrasalar kanı akmazdı bile. Eylemine nicedir aradığı gerekçeyi bulmuşların haz dolu gücüyle, haksızlığa uğradığını bilenlerin mutlu alacaklılığıyla baktı gölün yeşil, bulanık sularına. Beyni kafatasını çatlatıp gözlerinden, kulaklarından, burnundan, ağzından boşalacak sandı. Kanının, beynine hücum ettiğini anladı.

Bir adım attı, yeşil su titredi gibi geldi Settarhan'a. Bir adım daha, Taht-ı Süleyman titredi. Bir adım daha atsa gökler titreyecekti.

Su ise "Aldığımı geri vermem ben" diyordu.

Serbülend'i mahmuzladı Settarhan. Bundan böyle buralarda, Iran toprağında olamayacağını biliyor ama nereye gittiğini bilmiyordu. Kendisini Sehend Dağı'nın eteklerinde buldu. Bir kervan bekleyememiş, bir araba tutamamış, yanma yedek at bile almamıştı. Daracık yollardan, uçurumlu patikalardan tırmanmaya başlarken Taht-ı Süleyman'da bütün geçmişini bıraktığını anladı. Kurbanının gözlerine bir kez olsun bu kadar yakından bakan ruh, kendisini bu yakınlıktan yara almaksızın kurtaramazken o hem de iki çift göze defalarca bakmıştı. Yollar önünde uzadıkça uzadı.

Birkaç saattir öyle hissediyordu ki Settarhan sanki dünyayı terk etmiş ama öbür dünyaya geçmeyi de becerememişti. Arada kalmış ruhlar, yörüngesinden çıkmış seyyareler gibiydi. Sanki Demavend Dağı'nın zirvesinde gerilmiş bir yaydan İlâhi bir boşluğa fırlatılan temreni kırık bir ok, yükselmiş yükselmiş gök katlarının sonuncusunu da aşarak bu dünyaya ait olmayan bir boşluğa geçmiş, bir daha da yere düşmemiş, sonsuza değin böyle uçmaya mahkûm kalmış gibi. Ne menzili vardı artık ne de maksudu. Geçmişi de yoktu geleceği de. Şimdi şu uçurumun kenarında dursa, arkasında bıraktığı cennete de önünde uzanan cehenneme baktığı kadar uzun uzun baksa, yumruğunu göklere doğru sıksa, içindeki nefesi ciğerlerini patlatarak boşaltsa, haykırsa; Kabil olacaktı o zaman. Ama onun birkaç saattir yazgısı bile yoktu. Bedeninden çıkmış bu ruha birisi dokunsun da yeniden kaderine dönsün istedi. Hiçbir şey değişmedi. Yeniden kaderine eklenmesi için çok büyük bir şey olması lâzımdı ama Settarhan'ın lügatinde henüz öyle bir kelime yoktu.

Derbentleri geçe geçe Sehend Dağı'nın yedi zirvesinden en zorlu olanına, testere dişi gibi patlamış, başkaldırmış olanına geldiği zaman akşam yaklaşmıştı. Serbülend, onca yolu durmaksızın tepmişti ve biraz daha mahmuzlansa ağzından köpükler saça saça çatlayacaktı. Taht-ı Süleyman'dan bu yana

ilk kez durdu Settarhan, rüzgâr uğuldayarak yüzünü kamçı gibi kesiyordu ve çok soğuktu. Buraya kadar üşümemişti öfkenin ateşiyle, şimdiyse donuyordu. Çok geçmeden yüzünde karın ilk tanelerini hissetti. Bu, üstelik "Ardımda daha büyüğü var, geliyor" diyen türdendi.

Geceye kalmıştı Settarhan. Uğrusu, uğursuzu çoktu bu dağların, daha fazla ileri gidemeyeceğini, burada konaklaması gerektiğini anladı. İyi de nasıl? Heybesinden çinko ibriğini, çayını, şekerini çıkardı, iki taş arasında büyük bir ateş yakacak, çay kaynatacak, bir parça ısınacaktı. Ama? Heybesinin dibini yokladı, titreyen elleriyle ters çevirdi, silkeledi. Damarlarının içinden itibaren ürperdi. Yanında ateş yoktu. Rüzgâr buz gibi eserken kar taneleri irileşti, tipi çok yakınlardaydı. Böyle giderse bu yolun sonuna varamayacağından, bu gecenin sabahına çıkamayacağından korkan Settarhan uçuruma baktı. Çok üşüyordu. Rüzgâra siper duran bir kayanın önünde Serbülend'in yanma, kuytuya sindi. Dizlerini karnına, başını omuzlarının arasına çekti. Çeneleri birbirine vuruyor, ellerine hâkim olamıyordu. Tırnakları morarmaya başlamıştı şimdiden. Elleri, ayakları, ağzı, yanakları, gözkapakları, vücudunun her zerresi ağırlaşmış, yere doğru çekilirken bütün kanının da omuzlarından aşağı doğru boşaldığını, birazdan canının parmak uçlarından salkım salkım çıkacağını zannetti. Bir parçacık sıcaktan başka hiçbir isteği kalmamıştı. Bir parçacık sıcak olsun; şu elleri, ayakları, yüzü, sırtı, göğsü ısınsın, damarlarında kan böyle buz gibi değil ılık ılık aksın; nefesi ciğerlerine bumbuz dolmasın. Sıcak, bir daha kavuşamayacağı bir hayal gibi göründü gözüne. "Benim sonum da böyle olacakmış demek" diye içinden geçirdiği o anda can Settarhan'a tatlı geldi.

Can o kadar tadıydı ve Settarhan'ın atladığı eşiğin arkasında hesaplar o kadar farklıydı ki şayet şu geceden kurtulabilir, sabaha varabilirse, güneşi görebilirse tekrar, ruhunun da bedeninin de "taşıyamam" zannettiği her şeyi taşıyabileceğini anladı. Hiç utanmadı. Önünde yeni bir yazgının uzanabileceği düşüncesi bir ümit olarak karşısına dikildiğinde, insanın özünde bir koridor açılmışsa eğer, ruhun da bedenin de kendisini ne kadar çabuk onarabildiğine hayret etti sadece. Bu, hiç ummadığı bir duyguydu. Haklı mıydı Piruz "Benim kadar âşık değilsin" derken? Yeşil gölün başında olanları bir daha düşünmemek üzere zihninin en gerisine itmek isledi. Böyle de yaşanabilirdi. Tebrizli âşıkların hikâyelerindeydi yazgının seri bir dönemecinden sonra çöle düşmek, âh olup tutuşmak, küle dönmek, elin eylediğini, dilin söylediğini unutamamak, bir hayalı bütünüyle feda etmek. Oysa hayat çok kabadayıydı ve insan bunun bir adım sonrasının cinnet ya da ölmek olduğunu fark ettiği anda "Dur" diyordu kendisine, "Dur ve her şeyi unut. Sana yapılanı da senin yaptığını da unut." Yaşama dönmek için ölümün kıyısına gelmesi gerekmişti.

Artık düşünmeye takati kalmamıştı Settarhan'ın. Gözleri kapanıyordu. Bırakmaması lâzımdı oysa kendisini çünkü bırakırsa bir daha geri dönemezdi, bir bunu biliyordu. Ama mecali kalmamıştı, kendisini bıraktı. Gözlerini kapadı.

Serbülend'in hafifçe kişnemesi, huzursuzca toynak vurması üzerine gözlerini araladı güçlükle, yarı doğrularak etrafına bakındı. Kar hafiflemişti. Çok geçmedi, az ilerideki bir kayanın arkasında çoğalan ateş aydınlığını fark etti. "Doğru mu görüyorum?" diye şüphe etti bakışı bulanmış gözlerinden. Biraz bekledi. Doğru, gökyüzü karardıkça ateşin ışığı artıyordu. Son bir gayret, Serbülend'in boynuna tutunarak ayağa kalktı. "Sus, sakın ses çıkarma" diyecekti Serbülend'e ama dişine, diline, dudağına, birbirine vuran çenelerine hâkim olamadı, litreye titreye kayaya yaklaştı.

Küçük, kavî bir çadırın önünde, yedi sekiz kişi kocaman bir ateşin başına toplanmışlardı. Ateşe özlemle baktı Settarhan; şimdi, şu saniye kendisini o ateşin içine atsalar hiç yanmaz, hiç şikâyet etmezdi ihtimal. Simsiyah giyinmişlerdi. Sırtlarındaki tüfeklerin, bellerindeki dizi dizi ve göğüslerindeki çapraz fişekliklerin parıltısına bakılırsa, dağların gündüz sakini olan tacirlerin, kervancıların hiç bilmediği geceye ait adamlardı bunlar. Çeteciler; Settarhan'ın şimdiye değin dâhil olduğunun tamamen dışındaki bir dünyanın sakinleri. Genç olanlar da, yaşlı ama dinç olanlar da vardı aralarında fakat yüzlerinde hiçbir mana yoklu. Hepsi, bakışlarında aynı ifadesizlikle ateşe bakıyordu sadece. Haklarında anlatılan onca hikâyeyi, hikâye gibi dinlemişti şimdiye değin Settarhan. Sanki hiç yoklardı, gerçek olmayan masalların kahramanlarıydı. Ama işte karşılaşma zamanı gelmişti demek ki ve donmak üzereyken bile Settarhan en önemli sorunun gelip karşısına dikildiğini hissetti: Bunlar hangi çetecilerdi? Kimlerdi?

Haritaların da tarihin de kayıtlara geçemeyecek bir hızda değiştiği zamanlarda yaşıyorlardı. Doğunun bu parçası kıyama kalkmış, tümüyle ayaklanmıştı ve onun insanları göğüslerinde çapraz fişeklikleri, tüfekleri, kılıçları ve mızraklarıyla, birer cephanelik gibi öle öldüre yürüyordu nicedir. Sınırdan sızarak İran'a geçen Van Ermenileri de, Rusya'dan Van'a geçenler de, yolların kesişim noktası olan Azerbaycan'da karşılaşıyor, çeteler Hoy'da, Urumiye'de, Tebriz'de çoğalıyordu. Diğer yandan bu dağlar Azerbaycan ve Kafkasya mukavemet birlikleriyle, karşı çetecilerle, dağa

çıkan Türklerle de kaynıyordu. Kılıklarından kim olduklarını çıkarmak mümkün değildi. Çünkü Türk'ü de Ermeni'si de aynı siyah giysileri giyiyordu daima, coğrafyanın ve şartların dayattığı giysiyi. Kulak kabarttı Settarhan, rüzgârın uğultusunda boğulan kelimeleri anlamaya çalıştıysa da olmadı. Kayalıkları siper edinerek biraz daha yaklaşmaya gayret etti, bir daha kulak kabarttı. Bu defa kelimeleri tanıdı, bir sevinç indi kalbine, aynı anadili konuşuyorlardı. Ama onların kelimeleri sanki daha ince, sesleri daha kısaydı. Aynı dilin bambaşka bir coğrafyasında bükülmüştü bu sesler. Bu, Anadolu'nun Türkçesiydi ve bunlar da Iran tarafına geçen Ermeni çetelerini takip etmek üzere Sehend Dağı'na kadar çıkan Türk çeteciler olmalıydı.

Çayhanelerde onlara ilişkin anlatılan yarı gerçek yarı masal, göz yaşartıcı, ürkütücü hikâyeleri hatırladı Settarhan. Açlıktan, susuzluktan, yorgunluktan, soğuktan bitkin, sabaha çıkamamaktan korkulu, her türlü ihtimali hesaba katarak bir iki adım attı, gizlemedi artık kendisini. Tanışlık verecek, geceyi aralarında geçirmeyi dileyecekti. Ki. Birden ensesine dayanmış bumbuz namluyu o soğukta bile hissetti. Donmak üzere olan bedenini bir yanardağ ateşi bastı, ellerini gayriihtiyarî iki yana açtı. Yavaş yavaş geri dönmesini emreden sese itaat etti. Bıçak yese kanı damlamaz solgunlukta bir yüzün üzerinde ölüm kadar soğuk bir çift gözle göz göze geldi, adamın sağ yanağındaki derin yanık izini görebildi. Dizlerinin bağının korkudan mı, yorgunluktan mı, soğuktan mı çözüldüğünü bilemeden "Etmeyin ağalar, ben de Türk'üm" diyebildi. Olduğu yere yığıldığını ise, ancak uyandığında hatırladı.

Sehend Dağı'nın tepesinde ancak ertesi sabah kendine gelebildiğinde Settarhan, kocaman bir ateşin yanında bir battaniyenin üzerinde yatıyordu, içlerinden biri bir tas çorbayı ona doğru uzatıyor ve gülümsemese bile iyi niyetle

bakıyordu. Kendisini çok yabancı, çok farklı bir dünyanın eşiğinde fakat yine de emniyette hissetti Settarhan.

İyiydi. Ölmekten korkmuştu. Öyleyse hâlâ bir yazgısı vardı, yoksa korkmazdı. Kaderi, kadersiz kaldığını zannettiği anda Settarhan'a kavı bir merhaba sunmuştu. Uyandığı anda bu merhabaya mukabele ettiği gibi, Azerbaycan topraklarında sadece kendisinin yaşamadığını, hayattaki en önemli hadisenin de Taht-ı Süleyman gölünün başında yaşananlar olmadığını anladı. Gülümsedi. Gözünün ucundan bir damla yaş içini silip süpürerek süzülürken etrafındaki adamlara baktı.

Hepsinin bir yarası vardı ve her biri ayrı yerden kanamıştı. Kimi gözünün önünde çocuğunun ipe çekildiğini görmüştü; kimi karısının, kız kardeşinin, kızının başına gelen daha fazlasını; kimi anasının babasının diz çöktürülüp yalvartıldığım. Görmekti hepsinin ortak anısı ve kan hepsine o ortak yürek acısından pompalanıyordu. Katlanılmaz acıları vardı bir, bir de kendileri. Böyle bir acıyı ancak daha güçlü bir acı susturabilirdi, onun da yolu ancak dağlardan geçerdi. Soğuk da, açlık da, yorgunluk da kurşun gibi onlara işlemez değildi ama şu yürek ve şu gözlerin gördükleri, şu kulakların işittikleri var ya, bir parça unutmak uğruna daha fazla acıtacak her belâya dünden razılardı. Ancak kan temizlerdi böylesi hatıraları, bu ateş ancak yaktığı yerden söndürülebilirdi. Kanın ancak kanla yıkandığı bir dünyanın nizamında, gözünün önünde ciğerinin parçası doğrananlar için "Önce kim başlattı?" anlamı kalmayan bir soruydu artık. Ateşin düştüğü yeri yaktığı malûm mesel olduğundan, hiçbirinin olayların evvelini, sonrasını, sebebini, sonucunu düşünecek hali yoktu; hiç kimse kendisini bir başkasının yerine koymuyordu bu yüzden ve hiçbiri kendilerini bu dağa

çıkaranlarla aynı dağda durduklarını fark etmiyordu. Bunlar, tartısı dünya terazisine sığmaz yaralar, halli mahşer gününe kalmış hesaplardı.

Kendi yarasının üzerinden bir bulut geçirdi Settarhan. Nereye gideceğini, ne yapacağını soran Fazıl Reis'e, onun sağ yanağındaki derin yanık izine, ölüm kadar soğuk gözlerine bakarak "Batum'a" dedi. Kendi sergüzeştini anlatmamıştı, kimse de ona bir şey sormamıştı zaten. Ama Fazıl Reis; tuzu kuru bir beyzadeyi bu mevsimde, hem de tek atla Sehend Dağı'nın yedi zirvesinden en yükseğine fırlatıp atan acıyı tahmin edebilirdi. Ayrılırlarken, "Settarhan" dedi.

"Bu dağlar senin dağların ama günler o günler değil dikkat et. Yolunu kaybetmeyesin."

Settarhan güldü, "Aldırma. Yollarda işaret ağaçlarım var benim."

"Ağaçlara fazla güvenme" dedi Fazıl Reis. "Ağaç ağaca benzer, devrilir, eğrilir. Sen yine de dikkatini taşa kayaya bağla."

Sınırdan geçerken pasaportunu kontrol eden yarı sarhoş Rus subayların yüzüne endişeyle baktı Settarhan. Zannetti ki hepsi isim isim kendisini arıyorlardı. Oysa birkaç damga, ezberlenmiş birkaç soru, hepsi bu. Bir adım attı, Rusya'daydı. Her şey arkada kalmıştı. Tebriz'i, Taht-ı Süleyman'ı, Azerbaycan'ı, bütün İran'ı bir daha görür mü görmez mi, bunu kendisi de bilmiyordu. Bir yazgısı vardı yeniden ama bu başka türlü bir yazgıydı. Artık ne Mirza Han'ın varisiydi ne de beyzadeliği burada geçer akçeydi. Ellerini ceplerine soktu, Taht-ı Süleyman'ın sularına fırlattığı Sasanî akçesinin İkincisi sağ cebindeydi. Parayı iki parmağının arasında evirdi çevirdi, arka yüzdeki ateşgâhın alevlerine baktı. Onu da yolun kenarına (ırlattı. Sırtını bir hendeğin sırtına yaslayarak

oturdu, ayaklarını uzattı, bir çubuk yaktı. Daha iyisi Iran Şahı'ndaydı. Çok geçmeden yerinden kalktı.

"Haydi kızım" diye fısıldadı Serbülend'in kulağına. "Batum'a."

Sehend Dağı'nın yedi zirvesini aşıp da Batum'a ayak bastığında yedi vadiyi aşıp Kaf Dağı'nın zirvesine ulaşan Simurg kadar tamamlanmıştı. Kalbine dolan nefret de, o aşkın kendisi de, cürüm de indirildikleri gibi kalbinin üzerinden kaldırılmıştı sanki. İzi kalırdı elbet hepsinin ama neticede sadece birer izdiler. Nefret de gitmiş, yerine sadece sükûnet gelmişti. Ancak küçük aşkların sığdığı kalplere inen türden bir sükûnet. Hayret! Ölümün hafif bir esintisiyle yerle bir olan küçücük bir aşk mıymış onunki? Boşverdi, Batum'a baktı. Yol boyunca perdesi kalkık pencerelerden insanların yüzünü seçebildi, Büyük Katedral'den yükselen İlâhileri, çanların boşlukta yayılan titreşimli seslerini işitti.

Bir hana indi önce, en ucuzundan. Odasına çıktı. Rüyasız ve deliksiz bir uykuyu ölü gibi uyudu. Ertesi sabah Opera sokağında Sofya'nın kitapçı dükkânının yolunu tuttu.

İki küçük çınar fidanının arasından geçerek kapıyı itti. Sofya orada her zamanki gibi, tezgâhın başında bir kitabın üzerine eğilmiş, okuyordu.

"Ben geldim" dedi Settarhan. "Bir daha da İran'a dönmeyeceğim."

Sofya, "Tamam" dedi başını okuduğu sayfadan kaldırarak, Settarhan ona sanki "Bugün hava yağmurlu" demişti. "Benim de zaten bir yardımcıya ihtiyacım var."

"Vasili yok mu?" diye sordu Settarhan.

"Vasili orduda. Çar'ın ordusunda bir Bolşevik o. Batum'da ama buraya artık eskisi gibi sık uğramıyor. Yine de ara sıra görüyorum yüzünü."

"Hani, ölürüm de Çar'ın ordusunda savaşmam, diyordu?"

Sofya güldü. "Söylemiştim, bu ordu Çar'ın ordusu olarak kalmayacak Settarhan."

Settarhan'ın durumundan konuştular sakin sakin, yine yağmurdan, havadan, sudan bahseder gibi. "Yatacak yer gösteremem" dedi Sofya, "iki sokak ötede İranlı bir adamın pansiyonu var. Orada kalırsın. Fazla günlük de veremem. Ama kısa zamanda kendini toparlarsın."

"Sofya" dedi Settarhan, "Paraya ihtiyacım yok benim." Belindeki kemeri çıkardı, içine dikilmiş bir servet değerindeki banknotları göstererek tezgâhın üzerine attı.

"Şunları Rus parasına çevirelim hele. Benim sadece..." Durdu, cümlenin sonunu Sofya tamamladı:

"Bana ihtiyacın var."

Yalan değildi Settarhan'ın Sofya'ya ihtiyacı olduğu ve galiba şu kısa saçlı Bolşevik kız uzun süre de tek dayanağı olarak kalacaktı. Settarhan'ın en iyi anladığı şey halıydı fakat uzun süre hah da halıcı da görmek istemiyordu.

Kendime geldiğimde Yezd'deki otelde, çayhane fotoğrafının önünde ayaktaydım hâlâ. Dilimde damağında şimdi, şu an yudumladığım çayın tadı vardı ve kulpundan kavradığım Yezd porseleni lâcivert beyaz fincan hâlâ elimi yakacak kadar sıcaktı. Çok yorgundum. Hemen uyumuşum.

İstanbul'a dönüyoruz. Otelde son gecemiz. Hazırlık zamanı. Hepi topu üç beş parça eşyamı çantaya dolduruyorum. Teneke hazine sandığımı sırt çantama atmadan evvel açıp içindekilere bir kez daha bakıyorum. Şu, İsmail'in gönderdiği kartpostal. Üzerinde Hamidiye Etfal Hastanesi'nde bir Hilâl-i Ahmer hemşiresinin fotoğrafı vardı

hani. Şair Nigâr Hanım'ın öldüğü hastane de burasıydı, hatırlamaz mıyım?

Kartpostalın arkasını çevirip İsmail'in artık ezberlediğim cümlelerini okuyorum tekrar, iyiymiş, doktor biraz istirahat tavsiye etmiş. Başkaca da bir şeyciği yokmuş. Kimse merak

etmesinmiş.

O kadar.

Ah İsmail. Neredesin? Hayatın da mematın da meçhul ama sen neredesin? Herkesin ırmağı gürül gürül akıyor da bir senin ırmağın mı kurudu annem?

Kartın önünü çeviriyorum. Uzun uzun bakıyorum resme, içimde o kamaşma, o kaynama; birazdan zaman yarılacak, hissediyorum. Fakat bir şey daha hissediyorum. Sanki bu karta sadece ben değil başka biri de bakıyor. Daha doğrusu aynı anda bakıyoruz.

Evet, Zehra ve ben kartın yüzünde aynı hastanenin ismini okuyoruz; Hamidiye Etfal.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar