NAR AĞACI / Nazan Bekiroğlu 2
NAR AĞACI / Nazan Bekiroğlu 5. Kitap ARA İSTASYONLAR Zehra hayatının ilk iki mektubunu ve
kartpostalları çıkmadaki döşeğinin üzerinde okurken yanma olurdum. Bir alfabeyi
çözmekle başlıyor her şey, onunla birlikte İsmail'in satırlarını okurken ilk
kez kendimi bu zaman ışığı yolculukta misafir gibi değil kalıcı hissettim.
İğreti değil yerliydim. Zehra harfleri bitiştirmeye
çalışırken ben kartın arkasında yazanları neredeyse ezberlemiştim. Acı bir
tebessüm geçti içimden, içim doğranarak baktım bu beş satır, yedi cümleye.
Davullarla, mızıkalarla, kurbanlarla, bayramlarla başlayan şey azap yüzünü göstermekte
hiç gecikmemişti ve bu, kalemin görünmez yazdıklarına sinmişti. Ah İsmail! Çektiğin meşakkati
örtmeye çalışıp ateşi saklasan da dumanı tütüyor. Bunu ne Büyükhanım ne Zehra
ne de Hacıbey görebilirler şimdi. Ama Kâhin Prenses Kassandıra'yım ben. Anlatmaktan
çok sustuğunu, aşikâr etmekten çok gizlediğini bir ben bilirim. İlk mektubunla
bu kari arasında maşrık ile mağrib kadar fark var. Başımı Zehra'nın omuzuna bıraktım.
Hiçbir şey hissetmedi. Alfabeyi bilsem bile varlığım bir nefes esintisi bile
değildi. Gülendam'ın cennet cıvıltasıyla
kendime geldim. Hâlâ kucağımdaydı ve yüzüme bakıyordu. Taht-ı Süleyman'daki
evde, akrabalarımın arasındaydım. Nizam, Gülcemal vapurunun resmini bıraktı, Hilâl-i
Ahmer kartpostalını eline aldı. Arkasını çevirdi, harfler tanıdıksa da dil ona uzaktı. "Ne yazıyor burada?" dedi. "Hafif bir rahatsızlığım
var..." diye başlayan yedi cümleyi okumaya başladım. Mevlûd, "Sanki hepsini
ezberlemişsin" dedi. "Yeni okudum da" dedim. Ayrılık vakti geldi sonunda. "Kalsaydın ne olur" diye ısrar
ettiler, "Taht-ı Süleyman'a götürürdük seni." "Gelirken uğradık" dedim
hüzünle. Bahçeden dedemin mezarına serpmek üzere kuru toprak alırken, birkaç
saatlik görüşmenin bilişmenin ardından kadını erkeği, çoluk çocuğuyla
gözyaşlarını tutamayan ve beni de gözyaşlarına boğan bu güzel ve temiz
insanlara baktım muhabbetle, nasıl bir gelecek sürdürebileceğimizi düşünmeden
edemedim. Ailenin birbirinden çoktan kopmuş iki damarından bu biriyle dedem
dışında konuşabileceğimiz bir şey yok. Onu da benden fazla bilmiyorlar. Anladım
ki aidiyet, kan bağından önce gelen bir şeydir. O da aynı toprak üzerinde ortak
bir geçmişle kurulabilir. Adresler alınıp verildi yine de. Kim bilir, bağlar
zaman içinde belki yeniden kurulabilir. Çünkü bu insanlara unutmayacakları bir
hayal bıraktığım ve onlardan da bir eşini aldığım muhakkak. Yetmez mi? Arabaya bindik. Gözüm arkada kaldı. Bu dönüşe refakat edebilecek tek şey
ancak böyle bir akşam olabilirdi. Yol boyunca konuşmaya takatim yoktu, dünya
kelâmı duymak da istemedim. Sadece batan güneşe, ışığa, gölgeye, buğday
tarlalarına ve rüzgâra tahammül edebildim. Allah'ım, ne olurdu dönüşte de
gelirken "kaybettiğimiz" yolu bulamasaktı. Çünkü birazdan yıldızlar
çıkacak, dağ nesimi esecekti, her yön yayla akşamı olacaktı. Ama olmadı. Yolu
şaşırmadık bu kez, çok geçmeden otoyolun kalabalığına karıştık. Kapattım
gözlerimi, bir daha da otelin önünde açtım. Yasemen, "Hocam geldik"
diyordu, çabucak Tebriz'e varmışız bile. Yasemen ile bahçede oturduk.
"Şems-i Tebrizî" redifli bir kaside işitiliyordu biz çaylarımızı
yudumlarken. Ya Rabbi! Bu gökler mi, bu dağlar, bu göl mü Şems, Tebrizli? Suskunduk. Yasemen. Yol arkadaşım.
Şefkatle baktı yüzüme. "Ne düşünüyorsunuz hocam?" "Yezd" dedim,
"Aradığım bir bilgi kırıntısı bile Behzat Amca'da olsa bu yola girerdim." Aynı şefkatle bir daha baktı.
"Gidelim hocam" dedi. "Buraya kadar geldik. Yarım
bırakmayalım." "Bırakmayalım." Telefona
uzandım. Şahapzade'ye ve Selman Bey'e Yezd'e gitmek istediğimizi söyledim. Ertesi sabah rehnüma yani harita
önünde, şekli çıkarılmış dağlar, ırmaklar ve çöller arasında programı
yapıyoruz. Yezd'e kadar binlerce kilometre var, yol uzun ve hava
çok sıcak. Bu yüzden Yasemen ve ben iki gün sonra uçakla gideceğiz; Selman Bey
ve Zöhre Hanım ise yarın sabah karadan yola çıkacaklar, Yezd'de bizi
karşılayacaklar. Fakat birkaç telefon konuşmasından sonra sürpriz haber
gecikmiyor. Günlerden Perşembe ve Tebriz-Yezd uçağı bir daha Çarşamba gün
varmış. O kadar bekleyemeyiz, onca yolu otobüsle almak da çok zahmetli.
Neticede biz de arabayla gitmeye karar veriyoruz. "Hem Isfahan ve Şiraz'ı da
görürsünüz" diyor Şahapzade, "Oralarda da birer ikişer gece
kalırsınız. Bu yol kesintisiz kat edilemez." Görelim. Yol dediğin meşakkatli
olmalıydı değil mi? Haydi bakalım meşakkat, hoş geldin. Bu gece Selman Bey ve Zöhre Hanım
yol hazırlıklarını tamamlayacak, güzergâhı çizecekler. Şahapzade gelmiyor.
Bundan sonra artık hem rehberimiz hem şoförümüz Selman Bey. Bir Azerbaycan lâlesini yanıma
katarak dedemi değil ama roman kahramanımı aramak için çıktığım yolculukta
yarın sabah İsfahan'a geçiyoruz. Tebriz'de son gecemde bu satırları yazıyorum. Sabah Selman Bey ve Zöhre Hanım
geliyor. Yola çıkıyoruz. Tebriz'de şimdiye kadar Türkiye'de gibiydik, Iran
şimdi başlıyor. Konforumuz hiç eksik değil. Zöhre Hanım'ın meşrubatları arka
arkaya ikram etmesi, İran fıstıklarını avuçlarımıza doldurması zaman almıyor.
Hele buz gibi sular! Hani neredeyse uçaktan da rahatız. İlk pikniğimizi de yolda yapıyoruz.
Piknik, İran'da bir gelenek daha doğrusu zaruret. Çünkü yollarda alıştığımız
manada dinlenme tesisleri, lokantalar yok. Herkes bir su kıyısında, küçük bir
çay, çeşme, hiç yoksa bir havuz kenarında kendi dinlenmesini kendisi tanzim
ediyor. Hah kaplı tahtlarıyla sazlık altı gölgelikler fazlasıyla mutlu ediyor
beni; o da yoksa bir ağaç altı. Önce tavus kuşlu battaniyemiz seriliyor yere.
Açık bej zemin üzerine mavili kırmızılı renklerde dokunmuş, tepeliği gibi
görkemli kuyruğunu da açmış bir tavuskuşu bu. Soframızda, bir bahar dalının
üzerinden bize eşlik ediyor. Sonra bagajdan termoslar, bardaklar, soğutucu
çıkıyor, nevale diziliyor. Ağır bir yemeğe kimsenin hevesi yok. Çay eşliğinde
kahvaltılık, ziyafetimiz oluyor. Koca palabıyıkları, yüksek kalpağı ile hep
aynı pozda bize bakan Nasreddin Şah'lı mercan rengi şekerlik, tavus kuşlu
battaniyeden sonra pikniklerimizin ikinci simgesi, neredeyse ikisi de hükmî
şahsiyet kazanıyor. Zöhre Hanım battaniyeyi sererken de şekerliği koyarken de
bana bakıp gülümsüyor muzipçe. Çaydan yana bütün nasibimiz termosta
sıcak su, poşet çay, kalın camlı su bardağı. Çay kaşığımız bile yok, çoğu kez
yemek kaşığının sapıyla ya da bıçak ağzıyla idare ediyorum ama yine de tavus
kuşlu battaniye üzerinde kurduğumuz sofralarda içtiğim bu çayları ömrümce
içtiğim en güzel çaylar olarak hatırlayacağım. İsfahan'a doğru yola devam ediyoruz.
Hava öyle sıcak ki. Üstelik iyice güneye iniyoruz. Nasıl bir sıcak bekliyor
bizi, tahmin bile edemiyorum. Zağros Dağları boyunca gittiğimiz saatler
boyunca, Tebriz'den aldığımız bir CD var, onu dinliyoruz. Şoförümüz hanendenin söylediklerini
tercüme ediyor: Duydum ki sen başkalarıyla
konuşuyormuşsun İsterem ki bundan böyle men şenle sessiz danışam "Irac-ı Bistamî" diyor
Zöhre Hanım, Selman Bey nağmenin üzerine oturtulmuş bir şiir gibi tercümeye
devam ediyor: Bu büyük zümrütte varsa her aşkın
uzun hatırası Varsa her sevgili her sevdalı, varsa engin geceler gündüzler Bu derin zümrütte biz de cananla beraber
varız. Biraz susuyor. Güfteye kulak
veriyor. Ben tek başıma ölüp gideceğim. Bütün şairlerin aslında o aynı
şeyden, yalnızlıktan korktuğunu anlıyorum. Zöhre Hanım "Irac" diyor
"Bundan birkaç yıl evvel Kirman'da deprem olduğunda enkaz altında
kaldı." Bu dağlar ne kadar çok deprem
saklıyor. Nihayet İsfahan'a akşam inerken
giriyoruz. Burada iki gece kalacağız. O kadar yorgunuz ki hemen otele,
odalarımıza çekiliyoruz. Ertesi sabah Yasemen kapımı hafifçe çalıyor, kahvaltı
için restoranlardan birine iniyoruz. Yüzlerinde yol yorgunluğu ve uykusuzluğun
bile bozamadığı gençlik güzelliğiyle İranlı kızlar, Behzat minyatürlerinden
çıkmışa benzeyen genç erkekler; neredeyse çocuk yaşta yeni evliler; cümbür
cemaat, çoluk çocuklu, nineli dedeli varsıl aileler kahvaltı ediyorlar. Nereden
gelir nereye gider bu insanlar? Sanki dedesini bir roman kahramanına
dönüştüren, sonra da onun izini sürmek için yollara düşen benden başkasının
İran'da seyahat etmesi için bir sebep yokmuş gibi geliyor bana. Sanki bu
dünyada sadece ben yaşıyorum. Tanrım, bu roman hali, işte yazıyorum. Bugün ateşgâha gideceğiz. Sabah
olmasına rağmen sıcak çoktan bastırmış ama altmış yıl öncede kalmış olması
gereken bir saray modasına göre giyinmiş, XIX. asır Rus romanlarında anlatılan
bir balodan çıkmış gibi. Bunu anlamakta zorluk çekiyorum. Kalkıp dolaşıyorum odanın içinde,
tekrar yerime dönüyorum. İlk fotoğrafı, tek olarak Sofya'yı, açıyorum bir kez
daha. Tam ekran. "Zoom." Kaydır. Dur. Ekrana yaklaşıyorum. Hemi aşkem hemi
sûzem, diye
başlayan dizeyi okuyor Irac. Bunun sonunu biliyorum. Yol boyunca
çoğu dizeyi ezberledim neredeyse. Hemi derdem hemi dâğem, diyecek şimdi. Ama demeye kalmıyor. Ben bir
boşluğun içine yuvarlanır gibi fotoğrafın zamanına, Tebriz'e düşüyorum. Yezd'den yürüyen kervan aradaki yolu
kırk günde almış, Settarhan Eylül'ün son haftası Tebriz'e inmişti. Doğruca
Kapalıçarşı'ya gitti, Yakut'u sordu. Çırak "Biraz önce çıktı
ağam" dedi. "Hesapları bağladı." Lâf arasına Yakut'un kendisini
olur olmaz azarladığına dair epeyce şikâyet sokuşturdu. Hızını alamadı,
"Onu bulacağın yer" dedi, "Biliyorsun, Rus'un Meyhanesi." Settarhan güldü. Yakut'u, gece
feneri söndüreceği yerde bulacağı vakte kadar handaki odasına geçti.
Uyandığında akşam inmişti, Rus'un Meyhanesi'ne doğru yola çıktı. Yazın
cehennemi sıcakları kırılmış olsa da hâlâ hatırı sayılır bir sıcak vardı ama
Hüdâhafız, Yezd'deki cehenneme göre burası ancak çarşıdaki hamamın soğukluğu kadardı. Tebriz ise
bıraktığı Tebriz; İngiliz ve Rus askerleri hâlâ köşe başlarını kesmiş, adım
başı geleni geçeni durduruyorlardı. Rus sokağına giderken Dağıstan
Tekkesi'nin önünden geçti Settarhan. Kapı aralıktı, kulağına bir İlâhinin
ezgisi ilişti. Dervişler hep bir ağızdan yanık yanık söylüyorlardı: Yan semaver dön semaver Sende bir
hal var semaver Settarhan dizeleri içinden
tekrarlayarak kırık dökük toprak basamaklardan kestirme, Rus sokağına indi.
Buraya Rus sokağı denmesi Rus ve İngiliz askerlerinin daha çok bu sokaktaki
meyhanelere gelmesinden dolayıydı ama ihtiyar Aleksandr'ın kapıları İran'ın ve
Azerbaycan'ın halkına da ardına kadar açıktı. Köhne meyhanenin kapısını
itmesiyle koku ve dumanla karışık uğultulu bir gürültü hücum etti Settarhan'ın
üzerine, ihtiyar adamın yerinden fırlaması da bir oldu. Ellerini kirli önlüğüne
silerken, "Ah beyzadem" diyordu. "Özlettin kendini." Yakut gelmemişti henüz, görünürde
tanıdık kimsecikler de yoklu. Settarhan bir köşeye çekildi, ilk kadehi sessizce
kafasına dikmesiyle anında onu İkincisi takip etli. Hayret! Aleksandr
"Özlettin kendini" dese de Settarhan onun özlemini ancak Yakut'un
peşine düştüğü vakitlerde giderirdi ve böyle arka arkaya içmek âdeti değildi. "Oy!" dedi gülümseyerek. Üç. "Oy ki oyy!" Azam'ın
genizden gelen buğulu, esmer sesi kulaklarında çınladı. Dört. Etrafındaki bunca insana
baktı. İngiliz ve Rus subayları uzak
masalara kurulmuş, Ermeni ve Gürcüler bir araya toplanmışlardı. Az sayıda
olmakla birlikte Türk ve Acemler de vardı ve Rus gençler de göze çarpmaktaydı.
Kirli tahta masalardaki, kiminin gözleri kaymış kiminin ağzı çarpılmış, kimi
ağlamaklı kimi kahkahalı bunca insanın hepsi de bir şeyleri unutmak için buraya
sığınmışlardı ya da unuttukları bir şeyi hatırlamak için. "Yan semaver dön
semaver." Gelirken işittiği mısraları mırıldanmaya başlayınca Settarhan'ın
bütün perdeleri kalktı, içindeki Azam, onaylanmamış aşk suretinde azgın bir sel
gibi üzerine boşandı. Demek beş'te tamamdı. Meyhanede Çay İlâhisi'nin
münasebetsizliğini kestirecek kendisinden başka kimse yoktu Allah'tan ama
"Sende bir hal var semaver" derken, kendi haline katıla katıla
gülmeye başladı. Üzeyir Hacıbeyli'nin "Leylî ve Mecnun" operasından
bir cümle geldi aklına, tam olarak öyle, hicran siteme dayanmıştı. Hani bir
parça kalan iradesiyle kendisini tutmasa bu katıla katıla gülmeyi hıçkıra
hıçkıra ağlamak tamamlayacaktı. Tuttu kendisini. Ya da öyle
zannetti. Çünkü az ötede alçak tahta bir masada yarısına kadar yanmış
içyağından bir mumun etrafında toplanmış bir grup genç arasındaki kızlardan
birinin diğerini dirseğiyle dürterek kendisini gösterdiğini fark edebildi.
Sırtı dönük olan kız kısa saçlıydı. Geri döndü, Settarhan'a baktı, sonra önüne
döndü. Settarhan onların Rusça
konuştuklarını işitebildi. Böyle kızlı erkekli meyhanelerde oturduklarına
bakılırsa kafalarının içini bin bir türlü ihtilâlci fikirle doldurarak muhterem
Çar'ı korkutan üniversiteli gençlerden olmalıydılar. İçlerinde okuldan yeni
çıkmış bir "Preporçik"i üniformasından tanıyabildi. Genç subay
adaylarıydı bunlar, Rus ordusunun olduğu her yer gibi Tebriz'de de adım başı
insanın karşısına çıkıyordular. Çar'ın ümidi hâlâ bunlara bağlıydı fakat o
ümidin bağı gevşek atılmış olmalı ki siması bir çocuğun simasından farklı
olmayan, bıyıkları daha yeni terlemiş sarışın çocuk, henüz heybetlenmemiş
sesiyle, bağıra bağıra: "Ben cepheye gitmeyeceğim"
diyordu, "Gitsem bile Çar için savaşmayacağım, Türklere teslim
olacağım." Masadakiler çocuğu gürültülü
kahkahalar arasında alkışladılar. Şimdi bir yandan hazin bir aşk şarkısını
çalıp söyleyen akordeonlu kadına gürültülü bir sesle eşlik ediyor, bir yandan da araya soktukları hararetli bir sohbeti
koyulaştırıyorlardı. Settarhan kendisini tuttuğunu, katıla katıla gülmenin
ardından hıçkıra hıçkıra ağlamadığını zannetse de kızlardan o biri, bir ara o
diğerini tekrar dürttü, Settarhan boz bulanık bir algı arasında, "Hem de
Türk" dendiğini işitebildi. İşittiğini, bir kahkaha takip etti. "Ağlayan bir erkek. Hem
Müslüman hem de Türk." Böyle mi diyorlardı? Settarhan Müslümanlığına da
Türklüğüne de erkekliğine de yöneltilmiş bu alaylı gülüşü geri püskürtmek
istedi. Sallana sallana yerinden kalktı, masaya doğruldu, tek elini dayadı.
Şimdi hepsi susmuş, başlarını kaldırmış ona bakıyorlardı hayretle. İşaret parmağını sallayarak bir iki
kelime etmeye kalkıştıysa da arkasını getiremedi ki Settarhan. Hangisini inkâr
edecekti? Türklüğünü mü, Müslümanlığını mı, erkek olduğunu mu? Elhamdülillah
hepsine razı hepsinden nasipliydi. E, o zaman ne diye bu masaya dayanmıştı?
Demek gerçekten ağlamıştı. Diline dolanmış "Yan semaver dön semaver"i
bir kez daha mırıldandı ama gençlerin başı kendisinden daha dumanlı, aldıran da
anlayan da olmadı. Kızlardan biri, hani saçları kulak hizasında kısa kesilmiş
olan, yarı dönerek: "Türk" dedi,
"Görüyorsun çakırkeyifiz, keyfimizi bozma. Gel katıl bize. Ne kederin var
bilmiyoruz ama Rusya'yı da kurtarırız seni de, hiç şüphen olmasın." Kadehler, kahkahalar, dumanlar,
şarkılar, gürültüler, bulanmış zihinler ama taze heyecanlar arasında, "Ben
Settarhan" diye elini göğsünün üzerine koydu Settarhan. Kısa saçlı kız "Ben Sofya"
diye ayağa kalktı elini uzatırken. Öyle ya, bunlar böyle tanışıyordu, Settarhan
da elini uzattı. Diğerleri de kendisine tanıştırıldı: "Bu Vasili. Subay olacak
yakında. Çarı koruyacak." Vasili, şu ateşli çocuktu ve
gerçekten neredeyse bir çocuktu. Tanışma faslının ardından Sofya,
Settarhan'ı kolundan çekti, yanındaki boş sandalyeye oturttu sonra da masadakilerin hepsi gibi onun varlığını unuttu. Yanılmamıştı Settarhan, bulduğu her
taşın üzerine çıkarak nutuklar çeken, her boş duvara yazılar yazan, üçü bir
araya gelince gürültülü ihtilâl şarkıları söyleyen, burada "ihtilâl"
sözcüğünü haykırdığında iki adım ötede ihtilâlin kopacağına inanan gençlerdendi
bunlar. Ve deminki gibi şimdi de Rusya'nın büyük ruhundan bahsederek hiç
durmaksızın konuşuyordular. Akordeonlu kadın gitmiş, az ötede,
dönüp kimsenin bakmadığı geçkince bir çengi olduğu yerde kırılıp dökülmeye
başlamıştı. Belini ve göbeğini açıkta bırakan cepken, ayak bileklerindeki
şıngırtılı halhallar ve kollarının üst tarafını sıkan bileziklerle, gerdan
kırmaları, göz süzmeleriyle bu modası geçmiş çengi, hele de kafası devrim
şarkılarıyla tütsülenmiş Rusların, istiklâl sevdasına düşmüş Ermenilerin
dikkatini dünyada çekemezdi. Settarhan Rusya'nın nicedir
kaynadığını bilse de ayrıntılardan haberdar değildi elbet. Lâkin bu Vasili, ne
yaman şeydi böyle, en az adı Sofya olan şu kısa saçlı kız gibi. Bir çocuğun
duru mavi gözleriyle bakan Vasili, kıpkırmızı dudakları titreyerek konuşuyordu,
dudağının üzerinde ayva tüyleri yeni bitmişti ve ikide bir yumruğunu indirdiği
tahta meyhane masası bana mısın demiyordu. Köhne masa daha ne darbelere
alışıktı ve koca Çar şu çocuğun vurduğu fiskeyle mi yıkılacaktı? Ama çocuk, Rusya'nın büyük acısından
bahseden uzun, dumanlı, bulanık bir söyleve başlayınca, Settarhan onun haline
acıdı. "Çocuk" dedi,
"Rusya'da yaşanmakta olan bütün acılar senin kalbinin üzerine çöreklenmiş,
onun bütün acıları senden soruluyor, öyle mi?" Vasili başını kaldırdı. "Yok" dedi. "Eğer
böyle düşünürsen yanılırsın. Sadece yaşanmakta olanlar değil, dün yaşanmış ve
yarın yaşanacak olanlar da..." Cümlesini tamamlayamadı. Yumruğunu bu kez
göğsünün üzerine indirdi. Taşkın bir böğürtüyle "Burada" diye bağırdı, "Hepsi burada." Sonra ipi
kopmuş bir kukla gibi, masaya, yanağının üzerine yıkıldı, kolunun üzerinde
sızdı. Settarhan'ın başı dumanlı, gözleri
düşünceliydi. Duygusal, ateşli, macera heveslisi gençlerdi bunlar ona göre. Ama
Rusya'nın bütün acılarını küçücük göğsünde saklayan çocuğa bakınca İran'ın
vurdumduymazlığından biraz utandı. Ya kendisi? İran'ın neresindeydi acaba? O zaman, "Siz" dedi az
ötedeki Rus subaylarını göstererek, "Madem öyle İran'a ne diye geldiniz?
Ne işiniz var burada?" Sofya güldü, "Biz" dedi,
"Bunun için gelmedik İran'a. Rusya'nın gittiği yere gelince. Onlar
İran'dan da öteye, ta Erzurum'a, Trabzon'a kadar gittiler bile." Acem çengi gösterisini bitirip
çekilmişti. Ermeni bir Aşug'un sazından yayılan içli ezgiler onca gürültünün
arasında Settarhan'ın kulağına ulaşırken Yakut geldi. "Settarhan Ağam, hayrola?"
dedi, "Sen böyle etmezdin ama keyfi tamam etmişsin. Gel birlikte devam
edelim. Masamıza geçelim mi?" "Geçelim." Settarhan kalktı; Türkçe, Rusça,
Farsça veda sözcükleri havada uçuşurken Sofya, "Türk" dedi. "Batum'a yolun düşerse bana
mutlaka uğra. Bulvarın üzerinde, opera binasının tam karşısında, kime sorsan
gösterir; Sofya'nın kitapçı dükkânı. Uğra bana. Sana bir çay ikram
edeyim." şarkılarıyla tütsülenmiş Rusların, istiklâl sevdasına
düşmüş Ermenilerin dikkatini dünyada çekemezdi. Settarhan Rusya'nın nicedir
kaynadığını bilse de ayrıntılardan haberdar değildi elbet. Lâkin bu Vasili, ne
yaman şeydi böyle, en az adı Sofya olan şu kısa saçlı kız gibi. Bir çocuğun
duru mavi gözleriyle bakan Vasili, kıpkırmızı dudakları titreyerek konuşuyordu,
dudağının üzerinde ayva tüyleri yeni bitmişti ve ikide bir yumruğunu indirdiği
tahta meyhane masası bana mısın demiyordu. Köhne masa daha ne darbelere alışıktı ve koca Çar şu çocuğun vurduğu
fiskeyle mi yıkılacaktı? Ama çocuk, Rusya'nın büyük acısından
bahseden uzun, dumanlı, bulanık bir söyleve başlayınca, Settarhan onun haline
acıdı. "Çocuk" dedi,
"Rusya'da yaşanmakta olan bütün acılar senin kalbinin üzerine çöreklenmiş,
onun bütün acıları senden soruluyor, öyle mi?" Vasili başını kaldırdı. "Yok" dedi. "Eğer
böyle düşünürsen yanılırsın. Sadece yaşanmakta olanlar değil, dün yaşanmış ve
yarın yaşanacak olanlar da..." Cümlesini tamamlayamadı. Yumruğunu bu kez
göğsünün üzerine indirdi. Taşkın bir böğürtüyle "Burada" diye
bağırdı, "Hepsi burada." Sonra ipi kopmuş bir kukla gibi, masaya,
yanağının üzerine yıkıldı, kolunun üzerinde sızdı. Settarhan'ın başı dumanlı, gözleri
düşünceliydi. Duygusal, ateşli, macera heveslisi gençlerdi bunlar ona göre. Ama
Rusya'nın bütün acılarını küçücük göğsünde saklayan çocuğa bakınca İran'ın
vurdumduymazlığından biraz utandı. Ya kendisi? İran'ın neresindeydi acaba? O zaman, "Siz" dedi az
ötedeki Rus subaylarını göstererek, "Madem öyle İran'a ne diye geldiniz?
Ne işiniz var burada?" Sofya güldü, "Biz" dedi,
"Bunun için gelmedik İran'a. Rusya'nın gittiği yere gelince. Onlar
İran'dan da öteye, ta Erzurum'a, Trabzon'a kadar gittiler bile." Acem çengi gösterisini bitirip
çekilmişti. Ermeni bir aşug'un sazından yayılan içli ezgiler onca gürültünün
arasında Settarhan'ın kulağına ulaşırken Yakut geldi. "Settarhan Ağam, hayrola?"
dedi, "Sen böyle etmezdin ama keyfi tamam etmişsin. Gel birlikte devam
edelim. Masamıza geçelim mi?" "Geçelim." Settarhan kalktı; Türkçe, Rusça,
Farsça veda sözcükleri havada uçuşurken Sofya, "Türk" dedi. "Batum'a yolun düşerse bana
mutlaka uğra. Bulvar'm üzerinde, opera binasının tam karşısında, kime sorsan
gösterir; Sofya'nın kitapçı dükkânı. Uğra bana. Sana bir çay ikram
edeyim." Settarhan sallanarak Yakut'un masasına
doğru yürürken geri döndü, işaret parmağını Sofya'nın burnuna doğru uzattı. "Yok" dedi, "Yarın
Taht-ı Süleyman'a gideceğim." Taht-ı Süleyman'a varıp da evin
kapısından içeri girdiğinde Settarhan'ı karşılayan Hengâme'nin üzerinde her
zamankinden farklı bir neşe, dilinin altında hayli büyük bir bakla vardı.
"Gel" dedi, "Seninle biraz konuşalım oğul. Babanın dedikleri,
diyecekleri var." Tatlı tatlı anlattı, döküldü saçıldı, yüzünde güller
açıyordu. Settarhan duyduklarına inanamadı.
Koca Mirza Han, Settarhan'm Azam'la evlenmesini mi emir buyurmuştu? Cennet
buydu. "Evet." Peki, bundan Azam'ın haberi var
mıydı? "Henüz hayır." Ama kız
kısmı. Haberi olsa ne çıkardı olmasa ne çıkardı? "Sen hele şu Batum, Tiflis,
Bakü seyahatini tamamla, dönüşte nişanınız ilân edilecek. Ama sen kendini
şimdiden sözlü say. Baban öyle sayıyor çünkü." Hengâme Hanım'ın ağrılarından
şikâyeti yeniden azalmıştı ve o evde, o geceki sofra kadar şenliklisi hiç
olmamıştı. Baş başa kaldıklarında Mirza Han
"Settar" diye söze girdi. Ne zaman oğluna "Settar" dese
ardından bir samimiyet, bir güzellik gelirdi. Böylesi nadir zamanlarda iki
samimi erkek olamasalar da aralarındaki mesafe bir nebze azalır, uzaklıklar
Mirza Han'ın izin verdiği kadar daralırdı. "Şu yolculuğu tamamla gel
bakalım, seninle işlerimiz var." Mirza Han gülmez bir adamdı. Fakat
onun bıyık altından gülümsediğini başı önünde, elleri kucağında sofranın
örtüsüne bakarken bile fark etti Settarhan. İçinden bir güvercin kanatlandı.
Onca yolu kervanla değil araba ve trenle kat edecekti bu kez ama ne fark eder?
Sonunda Azam varsa Settarhan dünyanın yedi iklim dört bucağına yürüyerek gidip
o yolları yürüyerek dönebilirdi. Gecenin arda kalan zamanında
yolculuğun ayrıntıları konuşuldu, Settarhan üç gün sonra yola çıkacaktı. Önce
Batum'a, sonra Tiflis'e gidecek, Bakü'ye geçecekti sonra. Mirza Han bu
şehirlerdeki şubelere telgraflar çekmiş, hesapları hazır etmelerini,
Settarhan'ın geleceğini bildirmişti. Bir süre Serbülend'le gidecekti Settarhan,
sonrasını araba ve trenle devam edecekti. Onun için seyisi yanma alacaktı ki
Serbülend geri getirilsin. Hanlara bırakıp da hayvanı ziyan etmeyi göze
alamazdı. Yolculuk sabahı Settarhan mahmuz
vurup yola koyulacağı anda Azam koşarak geldi. "Dur Settarhan" dedi.
Ayaklarının üzerinde yükselerek Settarhan'a bir kâğıt uzattı. "Burada isteklerim
yazıyor." Güldü, "Ama şimdi açma. Hediyelerimi de unutma." Settarhan kâğıdı kemerindeki keseye
soktu. "Unutmam" derken tatlı
tatlı gülümsedi. Oy ki oy'du! Batum treni gara, telâşlı ve
gürültülü Moskova treniyle aynı anda girmişti. Perona ayak basar basmaz hummalı
bir kalabalıkla karşılaştı Settarhan, etrafından her cinsten, her milletten ve
her dilden insanın geçtiğini gördü. Coğrafyalar ve tarihler kadar siyasetin de
kavşağı olan Batum, 93 Harbi'nden bu yana Rusya İmparatorluğu'nundu ama halkı
hâlâ yetmiş iki millet bir aradaydı. Rusça, Türkçe, Ermenice, Megrelce, Lazca,
Gürcüce, Svanca, Abhazca, Farsça ve daha bilmem nece konuşan bunca insana
bakılırsa bu şehir kimindi? Gürcülerin mi OsmanlIların mı Rusların mı, çıkamadı
işin içinden Settarhan. Bağıra çağıra konuşan esmer ve uzun boylu Iranlılar,
AzerbaycanlIlar, göğsü fişeklikli çivit mavisi giysileri içinde yakışıklı
Acarlar, hepsi de uzun etekli çerkezkaları içinde çakı gibi Çerkezler, bu
toprakların en eski sahipleri olmakla övünen Gürcüler, aristokrat Ruslar ve
sürekli sevkiyat halinde olan askerler ve subaylar her yandalardı. Lâkin bütün
dünya gibi Batum'da da savaşın içinde bile hayat son hızla devam ediyordu ve
fakat bu hareketli kalabalık birbiriyle konuşup alışveriş etse de kaynayan bir
kazanda her an yekdiğerini boğazlamaya hazır görünüyordu. Settarhan Batum'a
defalarca gelmişti ama her defasında yaşadığı sevinç bu kez de gecikmedi;
denizi görecekti. Kalabalığı da savaşı da zihninin bir köşesine itti, rutubetli
havayı içine çekti. Onu karşılamaya gelen çırak, eşyayı
yüklenirken "Otele gidelim" dedi Settarhan, "Bir araba çağır.
Çok yorgunum. Bu akşam dinleneyim. Yarın sabah dükkâna gelirim." Settarhan kemerini, heybesini
başucuna koyup da yatağa uzandığında o kâğıdı bir kez daha okumak istedi.
Yattığı yerde dirseğinin üzerinde doğruldu. Diğer eliyle uzandı, heybeyi aldı.
Olmadı. Kalktı. Lâmbanın fitilini açtı. Dörde katlanmış küçük kâğıdı kim bilir
kaçıncı kez okudu. Eğri büğrü harfleri güç belâ seçti. Kâğıdın başında
"Azam Hanım'a alınacak hediyeler" yazıyordu. Bir mutluluk boğazına
dayandı Settarhan'ın. "Azam Hanım" diye tekrarladı. Azam Hanım'ın
listesini artık ezbere bildiği halde -seyisten ayrıldığı andan itibaren her
durak yerinde okumuştu- bir daha okumaya başladı. "Bir paket kâğıtlı sabun,
kokulu." "Kâğıtlı" ve "kokulu" kelimelerinin altı
çizilmişti. Demek sadece herhangi bir kalıp sabun yetmezdi, kokulu ve kâğıtlı
olacaktı. Alt satıra geçti. "Bir şişe kolonya." Bunun
altı çizili bir kelimesi yoktu. Bir alt satıra geçti. "Bir tane şal."
Dudaklarını büktü Settarhan. Demek Azam Hanım şallara sarınacaktı, öyle mi? En alt satırda ise önce yazılmış
sonra üzeri çizilmiş sonra vazgeçilmiş de yeniden yazılmış bir satır duruyordu: "Bir de sen ne istersen." Onun da altında bir uyarı cümlesi,
bir gözdağı gibi büyüyordu: "Sakın hediyelerimi
unutma." Settarhan kâğıdı yastığın üzerine,
başını da kâğıdın yanma bıraktı. Azam'ı, yarınki hesapları, ödemesini bir türlü
yapmayan Gürcü müşteriyle nasıl baş edeceğini düşünerek odasına kadar gelen
dalga sesleri arasında uykuya daldı. İşlerini tamamlaması için iki gün
yetti Settarhan'a. İlk günü ortağın çıkardığı hesapları, faturaları,
sözleşmeleri incelemekle, siparişleri listelemekle geçirdi. Ertesi gün Gürcü
tüccarla kolları koparcasına yeniden tutuştukları pazarlık ise Settarhan'm
ummadığı kadar kolay geçti. Sonunda işler bitti. İyi kâr kalmıştı, keyfi
yerindeydi Settarhan'm. Dükkândan çıktı, oyma saçaklı ahşap balkonlarıyla
köşkleri, yalıları; önündeki kumsala kayıklar çekilmiş yazlıkları; şık
faytonları, bir deri bir kemik kalmış atların çektiği arabaları, tek tük
otomobilleri, havagazı lâmbalarını geçti. Bulvar'dan girerek parka doğru
yollandı. Askerî araçlar, top arabaları, askerler, denizciler, sokak
çalgıcıları, başlarında üçgen kırmızı eşarplarla çiçek satan fakir Rus kızları,
zengin ve soylu madamlar Bulvar boyunca yayılmışlardı. Settarhan manolya
ağaçları, garip tropikal bitkiler, az rastlanır çiçekler, sık yapraklı fidanlar
arasından yürümeye devam ederek Aleksandrovsky bahçesine girdiğinde
Petersburg'daki meşhur Bronz Atlı heykelinin bir kopyası önünde askerî bando
Carmen'den parçalar çalıyordu. Banklardan birine oturan Settarhan Osmanlı
tarafındaki bulutların altın ve gül rengi yansımalarını seyrederken kendini
rüzgârın okşayışına bıraktı, gözlerini kapattı. Her şey iyi, hoş, lâtif ve
berrak geldi ona. Şurada bir top mermisi patlasa Settarhan'ı vurmazdı. Her
yerde Azam vardı çünkü ve bugün yalnızca Azam'ındı. "Kolonya, sabun, şal. Bir de
sen ne istersen." Kolonya ve sabun. Bunlar kolaydı,
şal da öyle. Ama şu "Sen ne istersen" kısmında Settarhan'm kafası
iyice karışıktı. Çarşılarda pazarlarda bir iki saat
dolaştı. Hey gidi Batum! Tebriz gibi bir kapalı çarşısı yoktu ki orada her şeyi
bir arada bulsundu. Yine de kolonyayı, kokulu sabunu, Azam bir tane istediği
halde o üçer tane aldı. "Şal da kolay" diye düşünmüştü ya daha ilk
dükkânda o kadar kolay olmadığını anladı. Halıdan, kilimden, kumaşların
dilinden anlayan Settarhan, Azam'ı memnun edecek, ona yakışacak şal hangisi,
işte buna bir türlü karar veremedi. Kendisine gösterilen
şallardan kiminin rengi güzel, kumaşı adiydi. Kiminin ipeği, yünü yerinde ama
deseni sevimsizdi. Sonunda içine sinen birini seçebildi. Fakat şu "Sen ne
istersen" hediyesi yok mu, işte bunda kafası eskisinden de karışıktı. "Ben ne istersem? Azam için ne
istersem?" Aklından pek çok şey geçti.
Hiçbirini Azam'a lâyık bulmadı, lâyık bulduklarını ise takdim edecek cesareti
yoktu. Bir şeye cesaret edebilirdi gerçi ama eşsiz bir çift küpenin Batum'da ne
satıldığı yeri bilebilirdi ne de gerçek değerliyi kandırılmadan bulabilirdi.
Bulsa bile en güzeli yanılmadan seçebilir miydi? Dükkândan çıktı. Yol boyunca fesleri
ve ağırbaşlı giyimleri ile Osmanlı bürokratları, Ermeniler, mavi ceketli Rus
jandarmaları, her yer gibi buraya da yayılan Kazak tugayının fiyakalı
askerleri, yalvaran ve insanı canından bezdiren dilenciler, pahalı dükkânlara
girip çıkan şık Avrupalılar arasından geçerek nereye gittiğini bilmeden
yürümeye başladı. Neden sonra kiremit rengi Opera binasının önünden geçerken
elini alnına vurdu. "Olur mu?" Olurdu.. Bir kadının neyi sevebileceğini en
iyi yine bir kadın bilebilirdi. Ne demişti? "Opera sokağında Sofya'nın
kitapçı dükkânı. Kime sorsan gösterir." Sormasına gerek yoktu bile. İşte
şurada tam karşısında duruyordu. Bütün bunları size anlatmakla
kalmayıp her şeyin içinde yaşayan, Settarhan'ı adım adım izleyen gölge ben, o
daha karşıya geçerken dükkâna doğru ilerlemiştim bile. Kapının önünde iki küçük
çınar fidanı vardı. Camekânın üzerinde Tolstoy'un, bir gazeteden kesilmiş resmi
asılıydı, aynı resmi biraz önce fakir bir kunduracının camekânı üzerinde de
görmüştüm. Hemen yanında iç içe geçmiş incecik satırları, okları, çıkmaları,
parantezleri, eklemeleri, çıkarmaları ile örümcek ağma benzer el yazması
sayfayı ise Dostoyevski'ye benzettim. Settarhan'ı beklemeden süzüldüm
dükkândan içeri. Bütün duvarlar yüksek kitap dolaplarıyla kaplıydı ve bir
masanın başında oturmuş olan Sofya'yı da karşısında ayakta duran Vasili'yi de
anında tanıdım. Sofya'nın masasının üzerinde çerçeveye konmuş bir fotoğraf
vardı. Yaklaştım. Nizam'ın bana verdiği fotoğrafın aynısı. "Sofya"
diye gülümsedim, bir tabureye ilişirken. Dedemin Rus sevgilisi. Fakat nasıl
olacak bu? Kader tıpkı bugün gibi dün de ne kadar şaşırtıcı şeylere gebe. Sofya'nın gözlerinin rengini merak
etmiştim ya, uzun uzun yüzüne baktım. Yabanî kekiklerin yaz sonu rengindeydi bu
gözler. Mavi ile mor arası, azıcık menevişli çokça ışıklı. Fakat onun yüzüne
uzun uzun bakan tek ben değildim. Vasili de oradaydı ve hâlâ aynı dokuz yaş
gözleriyle o da bu yüze bakıyordu. Yerimden kalkarak raflara baktım.
Puşkin, Gogol, Turgenyev, Tolstoy ve Dostoyevski'yi rahatlıkla tanıdım;
Bellinski, Nekrasov, Gonçarov, Leskov gibi yazarların eserlerini gördüm orada.
Büyük Dergi 'nin her biri 400'er sayfalık devasa nüshalarını da radarda elimle
koymuş gibi buldum. Lâkin Menşevizm'i destekleyen Gürcistan'da, görünürdekinden
daha fazlasının, Bulgakov'dan Çernişevski'ye Bolşevizm'in bütün yasaklı
külliyatının raf altında olduğundan adım gibi emindim. Tekrar Sofya'nın yanma döndüm.
Önünde açık bir kitap vardı. Omuzu üzerinden kitaba eğildim, açık duran ilk
sayfaya göz gezdirdim. "Pierre, başının üzerinden bir
kuyruklu yıldız geçerken 'Her şey o kadar güzel ki daha fazlasını istemek niye'
diye düşünüyordu." Ben bu cümleleri nerede olsa
tanırdım. Harp ve Sulh'un cümleleriydi bunlar. Gözüm masa üzerindeki takvime
ilişti. 5 Ekim 1916. Zihnimi yokladım. Tolstoy öleli 5, Dostoyevski öleli 35
yıl olmuştu ama Anna Dostoyevski sağdı henüz, Sofya Tolstoy da. Hani, bir trene
atlasam! O sırada Settarhan dükkândan içeri
girmişti. Önce Sofya'yı gördü; kız, yine öyle muzip bir oğlan çocuğu gibi
bakıyordu ve saçları hâlâ kısacıktı. Masaya yaklaştı. "Sofya Hanım" diye
seslendi. Vasili kapıdaki bu AzerbaycanlIya
baktı, meyhane gecesinin dumanlı hatırası arasından ağlayan Müslüman Türk'ü
çekip çıkardı. "Ooo!" dedi, "Sofya,
bak kimler gelmiş." "Sofya Hanım" dedi
Settarhan bir kez daha. Bu ismi, "y"sinin üzerine öyle kuvvetli bir
şedde giydirerek telâffuz etti ki Sofya da güldü Vasili de. "Çay" dedi Settarhan,
"Çayımı içersin, demiştin. İşte geldim." Neden sonra sadede geldi. Bir hediye
alması lâzımmış. Genç bir kıza alınacakmış bu hediye. Ama Settarhan
kararsızmış. Aslında aklında bir çift küpe varmış da nasıl bir küpe olacağını
bilmiyormuş. Dükkân dükkân dolaşırken aklına Sofya Hanım gelmişmiş. Sofya "Kendini yorma
Settarhan" dedi, "Gidip alırız. Kuyumcu Sarafim'de en iyisini
bulursun." Fakat gidip gelenin ardı arkası
kesilecek gibi değildi. Üstelik bunlar raflardan ya da raf altından bir şey
alan ya da arayan müşteriler değillerdi sadece. Settarhan bile orada beklediği
kısa süre içinde buranın sadece bir kitapçı dükkânı değil Rusya'da binlercesi
bulunan bir toplantı yeri olduğunu anladı. Sonunda dükkân bir parça boşaldı;
Sofya "Sen burada kal" dedi Vasili'ye, "Ben birazdan dönerim." Fakat o kadar da erken dönmedi. Dışarı çıktıklarında Settarhan bir
fayton çevirmek için etrafına bakınınca "Yürüyerek gidelim" dedi
Sofya, "Araba bulamayız kolay kolay. Hem de biraz yürümüş oluruz.
Oturmaktan yoruldum." Soğan kubbeleriyle şehrin her
yerinden görünen Moskova tarzı katedralin önünden geçerlerken Sofya,
"Settarhan" dedi muzipçe gülerek, "içeriyi görmek istemez
misin?" Settarhan biraz düşündü.
"Olur." Meyhaneye girmişti de kiliseye mi girmeyecekti? Kilise,
nihayetinde o da Allah'ın evi. Fakat Ortodoks kilisesinin
kapısından içeri daha ilk adımı attıkları anda içyağından mumlarla karışık
günlük buhurunun kokusu yüzüne çarptı Settarhan'ın. Renkli camlardan sakin
sakin süzülen ışık, mum aydınlığını huzmelere bölse de kilisenin içi yarı
karanlıktı ve Settarhan kasvet duygusuna kapıldı. Simsiyah giysileri içinde rahipler
sağa sola koşturuyor, çömezler seğirtiyor, bir tarafta vaftiz, bir başka köşede
nikâh töreni yürütülüyordu. Settarhan şık giyimli, güzel ve genç bir kadının
rahibin önünde diz çöktüğünü ve hıçkıra hıçkıra ağladığını fark etti.
Hıçkıranlar, iç geçirenler, sessizce süzülerek ağlayanlar, gözyaşlarını içine
akıtanlar, kendilerini boylu boyunca ikonaların önünde yere atanlar az değildi
burada fakat bu kadını bu kadar ağlatan günahın ne olduğunu merak etti
Settarhan, sonra kendi merakından utandı. Bakışlarını etrafa çevirdi. Kadınların selâm duraklarında üç
parmaklarını birleştirerek istavroz çıkarışlarına, ikonlar önünde gözleri açık
dua edişlerine bakarken gayriihtiyarî sağ elinin ilk üç
parmağını birleştirmişti Settarhan. Böyle mi yapıyorlardı? Sofya güldü. Hayır, olmamıştı.
Settarhan'ın elini eline aldı, üç parmağını bir araya topladı, işte böyle
olacaktı. Çabucak çözdü parmaklarını
Settarhan, sandı ki bu istavroz nizamı eline yapışıp kalacak. Ama Sofya'nın
elinden parmaklarının ucuna geçen şu ipeksi dokunuş yok mu! Allah affetsindi
ama içi ürpermişti. Ve bu, nereden çıkmıştı? Settarhan'ın kalabalıktan başı dönmüştü,
insanlardan çok kilisenin kendi kalabalığından. Azizlerin, Meryem'in, İsa'nın
ikonlarından; Allah'a ve onun peygamberine giden yolun üzerinde araya giren
bunca teşrifattan, bunca kuraldan; yaldız, süs, oyma ve parıltıdan. Neticede
Allah tek, peygamber Isa da onun kulu ve resullerinden biriydi. Bu kadar
papaza, diyakoza, rahibe gerek var mıydı sanki? Tek olan ne zaman bu kadar
çoğalmıştı? Bu kadar çok tafsilât, bu kadar teferruat, bu kadar dağılıp
parçalanma? Bu kilisede bu kadar aracının ortasında, Allah? Neredeydi?
Huzursuzluk duydu Settarhan, biraz önce parmaklarında hissettiği ipeksi
dokunuşu bile unuttu ve kendisini her zamankinden daha fazla Müslüman hissetti. "Dışarı çıkalım" dedi
Sofya'ya, "Şu kadınlardan biri bizi kovmadan." Kadınların hepsi küçük üçgen bir
örtüyü çenelerinin altında sıkı sıkı düğümlemiş olsalar da Sofya özellikle
yaşlı kadınların öfkeli bakışlarına aldırmadan başı açık girmişti içeri,
durakları atlamış, istavroz bile çıkarmamıştı. Alçak duvarlardan birinin üzerine
oturduklarında Settarhan muazzam katedrale bakarak "Moskova'daki
katedraller de böyledir herhalde" dedi. "Bu bir şey mi? Hele Petrograd.
Adım başı katedral, kilise, manastır." Yüzünü buruşturdu, "Bu da
diğer hepsi de yıkılsın, içim sızlamaz." Settarhan onun bu ürpertici açık
sözlülüğü karşısında sormakta beis görmedi: "Nasıl oldu? Yani hep böyle
değildin herhalde." "Değildim. Ama öyle bir gün
geldi ki kiliseye her gittiğimde papaz cübbesinden, diyakozdan ve onun
gürültüsünden başka bir şey görmemeye başladım. Dinin tüccarlarından,
pazarlıklar sürdüğü sürece gelinin ya da cenazenin bekletildiği törenlerden
başka bir şey kalmamıştı ortada. Ben. İnanmıyorum. İnanırsam da hiçbir
kilisenin dizginlerine gelmez benim inancım." Sesi hafiflemişti. Sonra aniden
"Acıktım" dedi, yan taraftaki yeme içme tezgâhlarını göstererek.
Lahanalı, çavdarlı çörekler, ballı ve bol baharatlı içecekler, Settarhan'ın
adını bilmediği türlü türlü yiyecekler; Sofya hepsinden istedi, önüne gelenin
hepsini yiyip yuttu. Bir çocuğunkini andıran bu bedenin nasıl bu kadar
yiyebildiğine şaşırdı Settarhan. Yine de Şark'ın kendine mahsus nezaketiyle
hepsinin ücretini ödedi. Sahil boyunca yürümeye
başladıklarında deniz gümüş renkli bir ayna kadar durgun olduğu halde, kıyıları
ağır ağır döven geniş ve kıvrımlı dalgalar bembeyaz köpükler arasında
kırılıyor, Fransız Oteli'nde kalan Avrupalı kadınlar tenteli sandalyelerine
kurulmuş denizi seyrediyorlardı. Kafkas Dağlarının güzel ve uzak, ihtişamlı ve
korkutucu siluetinin önünde martıları ve bulutlarıyla liman uzanıyordu. Bir
kartpostala benzetti Settarhan manzarayı ama bu kadar masum değildi hiçbir şey.
Petrol gemileri savaş gemileriyle birlikte yaklaşıyor, bir kavşak limanı olan
Batum, petrolü de askeri de bir arada sevk ediyordu. Karadeniz kıyısında Rus
işgaline uğramış Osmanlı şehirlerine gidecek takviye kuvvetler, kendilerini
götürecek gemileri bekliyordu saatlerdir. Subaylar biraz daha yaşlı
sayılabilirlerdi belki fakat askerlerin hemen hepsi Vasili kadar çocuk
yaştalardı. Pırıl pırıl sarı metal düğmeleri, şık şapkaları, rütbeleri,
nişanları, kaputları, eldivenleri, postalları vesaireleri ile Rus ordusu ne
kadar iyi giyimli, ne kadar düzenli ve bakımlıydı ilk bakışta. "Aldatıcı parıltı" diye
söylendi Sofya ayağıyla yere daireler çizerken. Ordunun, içten içe kaynadığını,
kendisini sevk eden el ile arasındaki bağın nicedir çözüldüğünü bakışı keskin
olanlar görebiliyordu çoktan. Ona bakılırsa bu muazzam güç kendi kaderini
oluruna bırakmayacak, al baştan yeniden yazacaktı. Kansa kan, başsa baş, cansa
can; dökmeye de, vermeye de, ölmeye de razılardı. "Bak" dedi, uzakta, koyun
tam karşısında petrol kuleleri, petrol yatakları, petrol tarlalarından ibaret
bir hayal şehir gibi görünen bulanık bölgeyi işaret ederek Sofya. Bakü'den
işlenmek ve sevk edilmek üzere tren ya da boru hattıyla gelen petrol burada
kendi düzenini kurmuş, zengini ve fakiri aşılmaz bir uçurumun karşılıklı iki
kıyısında bir araya getirmişti. Sofya'ya göre Batum'un varoşları aç insanlarla
doluydu fakat onları bu uçuruma atanların o uçurumda boğulmaları yakındı. "Nasıl bu kadar emin
olabiliyorsun?" diye sordu Settarhan. Emindi. Çünkü Batum'da da
Petrograd'dan farklı değildi manzara. Rusya'nın tamamına yayılmış huzursuzluk
Kafkaslara sıçramış, Batum'da ayağına adamakıllı yer etmişti. Ağzına kadar
dolmuştu petrol fıçısı, encamı bir kıvılcıma bakıyordu. Bir kibrit, petrol
denizini tutuşturmaya yetip artacaktı. Yolun sonu gelmişti bile. Bir darbe,
yetecekti. Çünkü ok yaydan nicedir çıkmıştı ve bunun geri dönüşü yoktu. Heyecanla başını çevirdi Sofya,
gözleri kıvılcımlıydı. "Settarhan, bu kadar işçinin greve gitmesi
Rusya'nın çökmesi demek. Senin anlayacağın bu düzen kendi mezar kazıcılarını da
yarattı. Rotschield efendilerin gazyağı işletmeleri günlerdir boş duruyor. Tek
teneke dolmadı. Son model makineler ve tesisler sessiz, gürültüsüz, kıpırtısız.
Bekliyor. Fabrikalar durmuş, çarklar dönmüyor, işçilerin hiçbiri geri dönmeyi
düşünmüyor, onların efendileri için korku Kafkas Dağları'nı bekliyor." Settarhan dilinin ucuna kadar gelen
soruyu saklamadı, o bu haritanın neresindeydi? Gizlisi saklısı yoktu Sofya'nın. Batum'da Menşeviklerin gücü göz ardı
edilir gibi değildi çünkü Bolşeviklerin hesaba katmadığı bir şey vardı;
Gürcülerin millî hassasiyetleri çok yüksekti. Böylece Gürcü milliyetçilerini
besleyen aristokrasi, onlara yaslanan Menşevikler, Ermenileri ordu edinen Çar,
kimin eli kimin cebinde belli değildi yani. Anlık rüzgârlarla değişiyordu
siyasetin yönü. Ve işte Bolşeviklerin propaganda kanadında yer alan Sofya,
Menşeviklerden de aristokratlardan ve burjuvalardan olduğu kadar nefret
ediyordu. "Kitapçı dükkânını o yüzden mi
açtın?" diye sordu Settarhan. "Hayır" dedi Sofya.
"Açmasam da olurdu. Ama kitapları seviyorum." Settarhan onun bu ılık sonbahar
gününde bile solmuş siyah paltosuna sıkı sıkı sarınmasına, boynundaki kül rengi
kaşkole baktı. Bembeyaz bir yüzü, siyah saçları vardı ve ancak kar dolu bir gök
ya da lavanta çiçekleri Sofya'nın gözleri ile aynı renkte olabilirdi. "Kalk. Hadi gidelim." "Gidelim" dedi Sofya,
"Öyle ya hediye alacağız." Daha içeri adım attıkları ilk anda
Settarhan tepeden sarkıtılmış kandiller, avizeler, tezgâhların üzerine dizili
şamdanlar, kocaman mumlar, fanuslu gaz lâmbaları arasında saltanatlı bir ışık
dünyasıyla karşılaştı. Dükkân sahibi bir parça aydınlık uğruna hiçbir zahmetten
ve masraftan kaçınmamış, on dükkânı aydınlatmaya yetecek kadar ışığı bir araya
toplamıştı, ama haklıydı bu israfta. Camekânların arkasında sıralanmış,
duvarlardaki gözlere dizilmiş mücevherlerden kışkırtıcı bir parıltı, sükûnetli
bir ışık şelâlesi ancak böyle gür bir ışık altında ağır ağır dökülebilirdi ve
burada satılan şey, güzelliği ancak ışıkla ortaya çıkabilecek türdendi. Sofya koltuklardan birine oturmuştu.
Kuyumcu Sarafim, çırağı Topal And on'a, "Oğlum koş" dedi; çok
geçmeden çaylar geldi, Settarhan'a nargile Sofya'ya sigara ikram edildi.
Tebriz'deki Kirkor Usta'nın zavallı dükkânını hatırladı Settarhan, burası öyle
köhne değildi. Fakat çok geçmeden "Tezgâhları, vitrinleri, ışıkları farklı
olsa da kuyumcuların hepsi birbirine benziyor" diye düşündü. Düşüncesinde
haklıydı, Sarafim de mesleğine tutkuyla bağlıydı, üstelik aksi bir adamdı.
Sahici bir müşteri dükkanındaki bütün mücevherleri tek tek gözden geçirmeye
kalksa, tamamını tezgâhın üzerine yaydırsa bile bir itirazı olmazdı Sarafim'in
ama kendi imalâtı olan kuyumculuk işlerine yöneltilen en ufak eleştiriyi
hakaret kabul eder, anında parlardı. Settarhan onun önce aksi yanıyla
karşılaştı. Önüne sürülen bir çift elmas gül küpeyi öyle bir tavırla evirdi
çevirdi ki halıların taciri, Sarafim, kırmızı altın üzerine iri taşı ortada,
daha küçükleri etrafında sıralanmış şaheserini tahta bir oyuncak gibi inceleyen
müşterisine içerledi, zaten şu Türkler de elmasla camı ayıramayan cahil bir
sürüden başka bir şey değillerdi. Sofya bacak bacak üzerine atmış
sigarasını tüttürürken onları seyrediyordu fakat aklı da bakışları gibi daha
çok Settarhan'm üzerindeydi. Andon ise bir köşede, karanlık gözlerle boşluğa
bakıyordu ve çehresi Settarhan'm dikkatini çekecek kadar sarı kara bir renk
almıştı. O sırada kuyumcu Sarafim şaheserini
işaret ederek, "Türk" dedi Settarhan'a, "Kendi ellerimle yaptım.
Elmastır. Elması biliyorsun sen?" Soru eki olmayan Türkçesinde bütün
soruyu sesinin tonuna, cümlenin vurgusuna yüklemişti. Elmas hakkında bilgiçlik
yapmaya hazırlandığında ise Sofya gidişatı tahmin ederek gülümsedi. Settarhan "Biliyorum" diye
sözünü kesti kuyumcunun. "Sertliği saflığının da nedenidir, içine ışıktan
başkası girmez ve yansıttığı, aldığından fazlasıdır." Kirkor Usta'nın
cümlelerini ardı ardına sıraladı. Elmas bilinen en sert maddeydi. O kadar
sertti ki kendisi her şeyi kesebildiği halde hiçbir şey tarafından kesilmesi
mümkün değildi. Bir elmas ancak bir başka elmas tarafından kesilebilirdi.
Vesaire vesaireydi. Sarafim gülümsedi hafifçe,
aksiliğinden vazgeçti. Gönül almayı da başardı, nesi varsa döktü saçtı ortaya.
Üstelik bir işgüzarlık daha yaptı, şu ikisini sevgili ya da nişanlı sandı. Settarhan
şaheser gül küpelerle inci damla küpeler arasında kararsız kalınca, Sarafim,
gül küpeleri işaret ederek "Tak kulağına matmazelin, bak ne kadar
yakışacak nişanlına" deyiverdi. Bir aşkın temaşasında kendine yer bulmuş
olmakla keyifli; şu gözler ne masum aşklar ne yasak sevdalar görmüş de bir
gözünün gördüğünü diğeri bilmemişti. Burası kuyumcu dükkânıydı, bütün aşkların
yolu oradan geçerdi. Settarhan şaşırmıştı. "Biz
nişanlı değiliz" diyecekti ki Sofya parmağını dudaklarının üzerine koydu.
"Suss!" Böyle bir yakıştırma, böyle bir mümkün, böyle bir ihtimal.
Hoş şeydi. Kalktı, aynanın önüne geçti, önce gül küpeleri taktı kulağına. Settarhan onun kısa saçlarının
altında, boynuyla yanağının birleştiği noktadaki elmas gül ışığını, o ağır
salımmı seyretti. Alevden bir göz gibi içten gelen parıltıdan gözlerini
alamadı. Ermeni kuyumcu sanatıyla gururlanırken ortaya yakut parçası
büyüklüğünde alev dilli bir mümkün salmıştı. Bu mümkün, Sofya'nın kalbinde
rağbet bulsa da Azam'la dolu bir kalpte yansımazdı elbet. Ama yine de
Settarhan, neredeyse bir erkek kadar sade giyinen, kendisine bir süs
kondurmayan Sofya'nın bir kadın olduğunu fark etti, istavroz nizamından çıkan
parmaklarının ucundaki ürpertiyi bir kez daha hissetti. "Yakıştı matmazele" dedi
Sarafim keyifle. Kıymetli taşların güzel bir kadınının kulağına küpe olunca
daha güzel göründüklerini, daha fazla parladıklarını biliyordu zaten. Gül
biçimli elmas bir küpe matmazeli güzel göstermişti ama küpenin kendisi de matmazelin kulağında olduğundan
fazla güzelleşmişti. Yakışmak buydu işte. Meslek tecrübesi. Settarhan kararını vermişti.
"Gül küpeler olsun." inci küpeler denenmedi. Sofya koltuğuna çekilmiş ikinci
sigarasını yakarken, küpeleri kadife bir keseye yerleştirmekte olan kuyumcu,
oltasının ucuna bir yem daha takmış, Settarhan'ın önüne atmıştı bile. "Bende" dedi,
"Mücevherden daha kıymetli şeyler de var." Settarhan güldü. Tebriz'in ipek
halılarını satamayacağına göre Sarafim'in dükkânında mücevherden daha kıymetli
ne olabilirdi? "Zaman görmüşlük daha
kıymetlidir." Settarhan bu başlangıcı Tebriz'in
antikacılar çarşısından iyi bilirdi. Şimdi falan tarihten filan törenden birçok
ufak tefek önüne serilecekti; kuyumcu şayet Settarhan'ın yüzünde aradığı
ifadeyi bulabilirse Çar II. Nikolay'ın madalyalarından birinin bile şu tezgâhın
üzerinde arz-ı endam etmesi işten değildi. Elinin tersiyle ilgilenmediğini ima
eden bir işaret yaptı Settarhan. "Ben alacağımı aldım." Sarafim inatçı çıkmıştı. "Bir dakika lütfen
efendim." Gizli bölmeler, kasalar, çekmeceler
birbiri ardınca açıldı. Kadife keseler, deri çantalar, ahşap mahfazalar
tezgâhın üzerine yayıldı. Kuyumcu, hepsinin hikâyesini gözleriyle görmüş gibi
anlattı, hiçbir ayrıntıyı ihmal etmeden. Şu gerdanlık gerçekten bir grandüşesin
boynunda parıldamıştı; şu hançer yüz yıl önce yaşamış Dağıstanlı bir savaşçının
elinde. Bir an için bütün bu hikâyelerin gerçek olduğunu varsaydı Settarhan.
Ee, peki ne olacaktı? Hiçbirisine yanaşmadı. Kuyumcu ise yılacak gibi
görünmüyordu. "Efendim" dedi,
"Yaşanmışlığın en kirli ama en kuvvetli tanığı paralardır. Bende sizin
paralarınız da var. Bunlarla da mı ilgilenmezsiniz?" Siyah kadife bir tablanın üzerine
sıralanmış bir düzine kadar madenî para tezgâhta boş kalan yere yerleştirildi.
Şu Safevî parasıydı, şu Sasanîlerden kalma. Kim bilir kimlerin elinden geçmiş
hangi keselere girip çıkmışlardı? Nelere mal olmuştu taşıdıkları değer? Neler
satın almış neler görmüşlerdi? Üzerlerindeki resimlere dikkat buyurulsundu
lütfen. Dilleri olsa da anlatsalardı. Paralar değil ama Sarafim
durmaksızın anlatıyordu. Hani neredeyse Nuşirevan'm hâzinelerine kadar
gidecekti. "Bakın efendim, bu II. Ardaşir,
siz Hormuz diyorsunuz. Bu da II. Şapur, hani annesinin karnındayken taç giyen
hükümdar. Şu kadı hükümdar, Buran. Şu da III. Yezdigirid, Sasanîlerin son
hükümdarı; bütün son krallar gibi onun da ordusu tamamen yok edildi." Neticede önüne sürülen iki sikkeyi
almaktan kaçınamadı Settarhan, tabii iyice pazarlık yaptıktan sonra, bir de
bedelini daha sonra ödemek kaydıyla. Gül küpelere küçük bir servet yatırınca
yanında yeteri kadar para kalmamıştı Settarhan'ın. Bankadan çekmesi lâzımdı,
ama Tebriz'den onay kim bilir kaç günde gelirdi. Senetler imzalandı. Tamamdı. Otele gelince sikkeleri evirdi
çevirdi Settarhan. Her ikisinin de ön yüzünde Sasanî kisraları sonsuzluğa
bakıyordu, arka yüzlerinde ise rahipler bir ateş sunağının içinden yükselen
alevi harlıyordu. Settarhan ertesi gün Sofya'nın
kitapçı dükkânına bir kez daha uğradı. Yarın sabah Tiflis'e gidiyordu, hem
teşekkür hem de veda edecekti. Bu kez Vasili yoktu ve kız yine bir kitabın
üzerine eğilmişti. Vedalaşırlarken Sofya, rafların
birinden zarif ciltli kalınca bir kitap çıkardı. "Al" dedi, "Bu
da benim sana hediyem." Kitabın sayfalarını çeviren
Settarhan, "Rusça kitap okuyamam ben Sofya" dedi. Elinden gelse o an
bütün Türkçe ve Farsça bilgisini ortaya döküp saçardı ama işte şu Rus harfleri! "Öyle ya!" dedi Sofya
kaşlarını kaldırarak, "Sen o Rusça konuşan ama okuyup yazamayanlardansın.
Dükkân tabelâlarını, durak isimlerini ezberden çıkaran ama harfleri tanımayan
türden." "Öyleyim" dedi Settarhan.
"Konuşmak daha kolay, arada alfabe engeli yok hiç olmazsa." Sofya, Settarhan'a verdiği kitabı
geri aldı, ilk sayfayı açtı. Parmağını bir cümlenin üzerine koydu, okumaya
başladı. Sonra Settarhan'ın yüzüne baktı. "Ne dediğimi anladın mı?" "Evet, elbette." "Güzel" dedi Sofya.
"İşimiz çok basit. Sana alfabeyi öğreteceğim. En fazla iki günde
konuştuklarını okuyup yazar hale geleceksin, iki günün var mı?" "Söylemiştim, yarın sabah
Tiflis'e geçiyorum." "Sadece iki gün Settarhan.
Koskoca bir alfabe öğreneceksin." Settarhan "İyi, o vakit
Tebriz'den para da gelmiş olur, Sarafim'e borcumu öderim" diye düşünürken
Sofya alfabenin harflerini bir kâğıda teker teker, ayrı ayrı, iri iri yazdı.
Bak dedi bu "A", bu "B", bu da "V". O gün Settarhan Sofya'nın yanından
on beş harf öğrenmiş olarak çıktı. Hayret! Uç dişli bir çatala benzeyen
"Ş" harfinde epey takılsa da demek iki gün Rus alfabesindeki bütün
harfleri öğrenmesine yetecekti. İkinci günün akşamüstü alfabeyi
tamamlamış olan Settarhan veda ederken Sofya zarif ciltli kitabı yeniden
çıkardı. "Oku bakalım bu kitabın
adını." Settarhan buyruğu yerine getirdi.
Ağır ağır okudu. "Evgeni Oncgin. Aleksandr Puşkin." Baş belâsı
"Ş" harfini bile tanıdı. Dükkândan ayrılırken,
"Sofya" dedi, "Bizde bir söz vardır. 'Bana bir harf öğretenin
kırk yıl kölesi olurum' diye, İmam Ali söylemiştir. Şimdi ben senin kaç yıl
kölen olacağım ki hakkını ödemiş sayılayım?" "Hiç" anlamına gelen bir
işaret yaptı Sofya gülümserken. Settarhan çıktıktan sonra yerinden
kalktı, kapı camının arkasından onun giderek uzaklaşan ince, uzun, güzel
hayaline baktı, kendi kalbinin hararetinden ateşin kokusunu aldı. Sofya'nın
kalbi. Settarhan'm kalbi. Vasili'nin kalbi. Gül küpelerin kalbi. Yangındı aslolan,
dumanın nereden tüttüğü önemli değildi. Kendi kalbinde bir doğu masalının
şehzadesine doğru akmaya başlayan ateşi dinledi. Her belâya her kazaya evet
diyebilirdi. Böyle bir şehrayin alevi hangi cihetten gelse, yanmaya değerdi.
Fark etmez kimin kalbinde kıpırdarsa kıpırdasındı ama yeter ki çıksındı böyle
bir yangın. Kalbinin yangın haberini sardı sarmaladı, günü gelince açmak üzere
bir kuytuya kaldırdı. Değil mi ki Settarhan aşk'm
"ş"sinde takılmıştı! Geri döndüğü anda kapının çıngırağı öttü. Uç beş
gürültücü genç bir yağmur fırtınasıyla arkadan itiliyor gibi içeri doldu,
içlerinden biri "Sofya, Herzen'in Rus Halkı ve Sosyalizm 'i yok mu
sizde?" diyordu. Vardı, olmaz mıydı? Onegin 'in baskılarından birini
koltuğunun altına sıkıştırmış Tebrizli tacirse önce Sarafim'e uğradı. Adam en
güzel yüzünü takınmıştı yine. Yine çaylar içildi, nargileler tüttürüldü,
hoşbeşten sonra ödeme yapıldı. Fakat kuyumcunun onu yolcu etmek için kapıya
çıktığı sırada renginin birden attığı Settarhan'm gözünden kaçmadı. Andon hafif
aksayarak duvar kıyısından dükkâna doğru geliyordu ve yanında tekinsiz gibi
görünen bir adam daha vardı. Andon'un yüzü iyice sarı-kara bir renk almıştı.
Settarhan bu rengi tanırdı, genellikle yapıp ettikleriyle yüzünün rengini
birbirine uyduramamış, bedeni acemi ama ruhu ateş almışlar zümresinin yüzünde
görülürdü. Kuyumcu çırağı Andon'un karanlık işler çevirmesi mümkün olabilir
miydi? İki erkeğin anlaşabileceği bir bakışla Sarafim'e dikti gözlerini
Settarhan, hal diliyle sordu. "Neler oluyor?" Sarafim bu sessiz sorguyu anladıysa
da cevapsız kalmak evlâydı. "Bir şey yok" anlamına gelen bir bakışla
ve aynı dilden cevap verdi. İkinci soru gecikmedi: "Emin
misin?" Emindi! Settarhan otelin yolunu tuttu.
Petrol lâmbasının ışığı altında Sofya'nın kitabını heceleye heceleye okumaya,
harfleri pekiştirmeye başladı. Okudukça açıldı, alfabeyi sökmüştü. Ama ne Aşık
Kerem'in ne de imam Ali'nin menkıbelerine benziyordu bu. Aleksandr Puşkin
sürekli anlatıyordu. Bu kadar uzun anlatmalara tahammülü yoktu oysa
Settarhan'm, her şey bir an önce olup bitsin istiyordu. Sıkıldı. Çok geçmeden
kitabı kaldırdı. Kadife kesenin içinden Azam'ın küpelerini çıkardı, yastığın
üzerine bıraktı, başını da hemen yanma yasladı. Azam'ın yavaş hareketlerle
küpelerden birinin kancasını açtığını, aynanın önünde başını hafifçe yana doğru
eğerek nazik bir hareketle kulağına taktığını, aynı hareketi bu kez diğer
kulağı için tekrarladığını, sonra yarı dönüp muammalı bir tebessümle kendisine
baktığını hayal etti. Onun sol kulağındaki küpe ağır ağır salınarak ışıldarken
Settarhan uykuya daldı. Azam'ın upuzun saçlarının sıkı örgülerini çözmesine
zaman kalmamıştı. Ertesi sabah Settarhan Tiflis
trenine binmek üzere gara geldiğinde Bakii ile Batum arasındaki petrol
taşımacılığının büyük kısmını sağlayan neftî renkli vagonların bütün hatları
doldurduğunu gördü. Ardı arkası kesilmeyen kazan dizileri gibi sıralanmış,
gardan taşmışlardı ve hiç kuşkusuz Batum- Tiflis yolunda da manzara aynı
olacaktı. Grevdeki petrol işçileri kıllarını kıpırdatmadığında hayat duruyordu
fakat petrol de kendi dünyasını kurmuştu ve bu dünyada başka gölgeye yer yoktu,
her yerden bir çare üretiyordu. Birazdan tren geldi. Yol gözünde büyümedi Settarhan'ın ama yine
de Tiflis'e kadar fersahlarca yol ve yığınla ara istasyon vardı. Ertesi gün akşama doğru neftî renkli
petrol tankerleri kadar asker sevk eden trenlerle de dolu, ana baba günü bir
gara indi Settarhan. Terslerle Gürcüler arasında defalarca el değiştiren Tiflis
şimdi Rus işgalindeydi. Yani Settarhan İran'dan çıktığından bu yana nereye
gitse Rusya'daydı ve Rusya'nın en sıcak yeri de işte şimdi ayak bastığı
Tiflis'ti, güneş ışıklarını bir kale gibi tutan ve yansıtan dağlarıyla Tiflis. Asker ve subay kalabalığının yanı
sıra ihtişamlı kalpaklar ve zarif hançerler taşıyan mağrur KafkasyalIlar, daha
sade giyinen Türkler, siyah ya da koyu mavi tunikleriyle İranlılar, kasvetli
kaftanları ve beyaz ya da yeşil sarıklarıyla hemen fark edilen mollalar, yırtık
pırtık paçavralar içinde dağlılar, çoğu Türkler gibi giyinse de bir kısmı
Avrupalılar gibi giyinen Ermeniler ve Ruslar arasında adım atmaya yer yoktu
neredeyse. Buradaki dükkâna da telgraf çekmiş,
geleceğini bildirmişti Settarhan. O izdihamda çırak neden sonra Settarhan'ı
bulabildi. Bir araba çevirdiler, yola koyuldular. Ermeni pazarından hemen sonra
Tatar pazarını zar zor geçtiler fakat Avlabari mıntıkasında yol iyice tıkandı.
İç içe geçmiş sayısız lâbirentin üzerinde Doğu geleneğine uygun olarak esnafa
göre sıralanmış ve binlerce eşya üreten dükkânlar kapılarını kapatıyordu yavaş
yavaş. Bunca dükkân arasında silâh mağazaları büyüleyiciydi. Hele de Zencan
çakıları, çeliği bükülmez meşhur Şam hançerleri, altın ya da gümüş kakmalı
Çerkez, Lezgi ve Dağıstan bıçakları yeniyetmesinden pirifânisine kadar her
erkeğin aklını başından alabilirdi. Bu haklı şöhret hem güzel hem kesici, hem
cazibeli hem öldürücü olmalarındandı ve sıradanları bile İstanbul'da servet
edebilirdi. Settarhan kendi hançerini okşadı, o da İstanbul'da servet edecek
değerdeydi. Neden sonra otele inip odasına yerleştiğinde hemen
uykuya daldı. Rüyasının bir yanında Azam bir yanında İstanbul vardı. Sabah uyandığında balkondaki ahşap
sütunlardan birine yaslanarak henüz doğmakta olan güneşin altın rengi ışıkları
arasında parıltıya boğulmuş olan Tiflis'e baktı. Kura ırmağının iki yakasına
kurulmuş bir şehirdi Tiflis; her iki tarafta yükselen sarp yamaçların arasından
ırmak nazlı nazlı akıyor ve şehir bir harita gibi Settarhan'ın önünde
uzanıyordu. Rusların el attığı tarafta Avrupa tarzı binalar, genişletilmiş
sokaklar, caddeler, elektrik, atlı tramvaylar, az sayıda otomobil, oteller,
lokantalar, resmî binalar hemen dikkat çekiyordu. Hükümet binaları, tiyatro,
müze, görkemli malikâneler hep bu taraftaydı. Yerli halkın oturduğu Eskişehir
tarafında ise pazarlar, daracık sokaklar; yeşil, mavi, pembe, kiremit rengi
Gürcü evleri, dantel saçaklı balkonlar, suya bakan çıkmalar; derme çatma fukara
evleri seçiliyordu. Gece uyumak için kendi evlerine çekilen bu insanlar
birazdan caddelerde ve pazarlarda bir araya gelecek, Gürcüler ve diğer
KafkasyalIlar, AvrupalIlara ve Ruslara karışacaktı. Settarhan mutlulukla silip süpürdüğü
bir kahvaltıdan sonra otelin önünden bir arabaya bindi, köprüyü geçip
Eskişehir'in merkezine geldi. Tabelâsında Rus harfleriyle "Cemiyet-i
Hayriye Tiflis Şubesi" yazılı kocaman binayı geçti. Hayret, bu binanın
üzerinde böyle bir yazı yoktu geçen sene. Demek yeni bir cemiyet açılmıştı ve
Rus harflerini öğrenmemiş olsaydı Settarhan bu tabelâyı ezberden çıkaramazdı.
Neyse! Azerbaycan Camii'nin hemen karşısındaki dükkân işte şuradaydı ve
görünüşe bakılırsa sivil giyimli bir Rus, eğilmiş halı seçmeye çalışıyordu.
Settarhan bir süre adamı seyretti, neşeliydi, Rus'un omuzu üzerinden eğildi,
iki halıyı hızla çevirdi: "Bunu" diyerek elini üçüncü
halının üzerine bıraktı. Sert havlar Tiflis'in Ekim sıcağında bile elini yaktı.
"Ben olsam bunu alırdım. Yani size bunu tavsiye edebilirim." Hep o aynı elden çıkmış, dağların
koyu mavi gölgelerine, gecelerin yıldızlı lâcivert göklerine, bahar bahçelerine
bakan gözlerle dokunmuş mavi halılardan biriydi bu; Azam'ın halılarından biri. Mavi dediyse Settarhan, boncukların
mavisi gibi değil, limona vuran küfün, taşın, toprağın, kuruyan yaprağın mavisi
gibi, soğuk ayın, bulanık ırmakların mavisi gibi mavi. Nerede görse bu mükemmel
renk ve desenleri, bu kusursuz düğümleri, milim sapmayan atkı ve çözgü
iskeletini tanırdı Settarhan. Azerbaycan'da hiç kimse Azam kadar güzel ve çabuk
halı öremezdi. İran'ın en güzel halıları Azerbaycan'da örüldüğüne göre de
İran'ın en güzel halılarını ören ve en güzel gözlere ve ellere sahip örücü de
Azam'dı. Özlem, içini sızlattı Settarhan'ın. Günler olmuştu Azam'ı görmeyeli.
Üstelik bu görmeyiş diğerlerine benzemiyordu. Sabırsızdı Settarhan çünkü bu
ayrılıkta ümit, yolun sonunda vuslat vardı. Yüzüne merakla bakan Rus "Siz
nereden biliyorsunuz?" diye mukabele ederken çubuğunu keyifle tüttürmekte
olan dükkân sahibi girdi araya. "Bilir. Tanıştırayım. Bu
halıların ve daha pek çoklarının dokunduğu atölyelerin sahibi meşhur Mirza
Han'ın oğlu, Settarhan." Rus, ne Mirza Han'ı ne de
Settarhan'ı duymuştu. Elini şapkasının siperliğine götürerek soğuk bir selâm
vermekle yetindi. Semaverler geldi, sigaralar sarıldı, nargileler sıralandı.
Ama pazarlık kısa sürdü. Settarhan iyi bir pazarcı olduğu kadar Rus, halının
sadece yüzüne bakan türden kötü bir alıcıydı. En üstte, başlangıçtan beri
gözüne kestirdiği bordo madalyonlu halıda karar kıldı. Güzelliğin pahalı bir
şey olduğunun farkındaydı elbet ama önünde sonunda ayak altına atılacak bir
şeye bu kadar ruble ödemek işine gelmemişti. Netice de bu da güzeldi işte. Kim
eğilip de düğümlerini sayacaktı? Rus müşteri, dürülmüş halıyı
omuzlayan çırağın önü sıra Fransız Oteli'ne doğru yollanırken Settarhan Allah'a
sığınarak arkasından söylendi: Şu Rus, halıdan hiç arılamıyordu, insan bu kadar
mı basiretsiz olur, serayla süreyyayı bu kadar mı karıştırabilirdi? Gün boyunca hesaplar çıkarıldı, yeni
siparişler, eski defterler gözden geçirildi, alacak verecekler hesaplandı,
ikindiye doğru işler bitti. "Ben yarın yolcuyum" dedi
Settarhan, "Bakü'ye tren var. Gitmeden şu bizim hamamcıyı bir ziyaret
edeyim." Şifalı suların keskin kükürt
kokusundan insan Tiflis'in aynı zamanda bir hamamlar şehri olduğunu
anlayabilirdi. Üstelik Hamamlar semti dükkânın sadece iki sokak ötesindeydi. Bir saray kapısına benzeyen çinili
kapının önünde kendisini ikindi güneşine bırakmış şişman hamamcı Cafer,
Settarhan'ı ta uzaktan tanımıştı. Yerinden kalktı, kınalı sakalını sıvazladı,
göbeğini zor taşıyarak takunyalarını sürüye sürüye misafirini karşılamaya
doğruldu. "Nerelerde kaldın
Settarhan?" dedi, "Neredeyse yıl oldu, görünmedin." Settarhan adamın eline sarılırken
"Ancak" dedi. "Yılda kaç şehir gezdiğimi bir bilsen." Hamamcı Cafer hemen bir sandalye
çekti, Settarhan'ı yanıma oturttu, ikramları gibi sorularını da ardı ardına
sıraladı. Mirza Han ne âlemdeydi? Tebriz'de durumlar nasıldı? Rusları da
İngilizleri de Allah kısa zamanda def etsindi. Settarhan ne zaman geri
dönecekti, bir daha ne zaman gelecekti? "Yarın yolcuyum" dedi Settarhan.
Soruların ardı arkası kesilecek gibi görünmüyordu. Oysa içeri bir girebilse,
kendisini sıcak suya bir atabilse. "Tamam kurban, gel seni içeri
geçireyim." Sağa sola emirler verildi. Ayağa kalktığında Settarhan çini
kapının sağ tarafındaki Rusça levhanın önünde durdu. Alfabeyi yeni öğrenmişti
ya! "Ömrüm boyunca"yı henüz okumuştu ki Cafer tamamladı: "Ömrüm boyunca ne Rusya'da ne
Türkiye'de Tiflis hamamlarından daha güzeline rastlamadım." Settarhan alnını kırıştırdı.
"Kim söylemiş bunu?" "Bak, altında yazıyor." Baktı. Şu, baş belâsı "Ş"
harfi de oradaydı. "Aleksandr Sergeyeviç Puşkin". Elini alnına vurdu
Settarhan. Sofya'nın Puşkin'i. Neydi şu kitabın adı? Onegin. Kalktığı sandalyeye yeniden oturdu
Settarhan. "Ne zaman söylemiş bunu Puşkin Efendi? Buraya mı gelmiş? Hem
Türkiye'ye de mi gitmiş?" Geveze hamamcı Settarhan'ı sorduğuna
pişman etmedi ama yine de uzun uzun anlattı. Evet, ünlü şair buraya gelmişti,
Türkiye'ye de gitmişti. Bütün bunları nereden mi biliyordu Cafer? Erzurum Yolculuğu 'nu
Rusçasından okumuştu. "Puşkin okuyan bir
hamamcı" diye geçirdi içinden Settarhan. Sofya'yı bir daha görürse bunu
ona mutlaka anlatacaktı. Ama ya kısmet! Bir daha Batum'a ne zaman gidebilirdi
ki? O sırada sarma tütününden bir nefes
çeken Cafer, içeri seslendi: "Puşkin otağını hazırlayın." Cafer önde Settarhan arkada, kesif
bir kükürt kokusu içinde, camları buharlanmış, duvarları boncuk boncuk
terlemiş, rutubetli, karanlık koridorlarda yürüdüler, gri damarlı mermeri
aşınmış basamaklardan indiler, pek çok kapının önünden geçtiler; sonunda Cafer
bir odayı işaret etti: "Puşkin otağı." Kapıyı kapatırken "Fazla
kalmayasın" diye uyardı. Puşkin otağından çıktığında
Settarhan ilk anda her yanı kırılıp dökülecek, kemikleri dağılacak sandı. Fakat
hayret! Kuşlar kadar hafiflemişti. Cafer'le vedalaştı, bir iki adım attı. Hah
işte! Azerbaycan çaycısı tezgâhını daha iyi bir yere kuramazdı. Kapı önündeki
alçacık sandalyelerden birine oturdu. Sırtını duvara verdi. Karşısında bir dağ
gibi yükselen Nari Kala'yı seyretmeye başladı. Çaycının sesiyle kendine geldi.
Porselen demlik, çini fincan, ayva murabbası. Demliği fincana doğru eğdi.
"Koyu çay rengi"; başka adı olamazdı bu rengin. Üzerine sıcak su
ilâve etti, incecik limon dilimlerinden birini usulca fincana bıraktı. Renk,
koku, sıcaklık; ilk yudumda tamamdı. Lâtif bir esinti ruhuna
değdi, yumdu gözlerini Settarhan, yaşamak çok güzeldi. Ertesi sabah Settarhan Bakü'ye doğru
yola çıktı. Bakü son duraktı ve nihayet yolun sonunda Taht-ı Süleyman
görünmüştü. Güzel bir Ekim günü boyunca tren, hıncahınç istasyonlardan geçe
geçe yol aldı, kimi büyük kimi küçük bu istasyonların bazısında yarım saat
bekledi bazısında bir türlü sıra bulup da yola devam edemedi. Akşam inerken çok
büyük bir şehrin istasyonunda durduklarında Settarhan tabelânın üzerinde "Elizavetpol"
ismini okudu. Rus işgalinden sonra ismi değiştirilen Gence'ydi burası; Kuzey'in
Bakü'den sonra ikinci büyük şehri, Nizamînin memleketi, Hamse 'nin yurdu. Trenin bir buçuk saat bekleyeceği
duyurulunca Settarhan aşağı indi. İstasyon binasına geçip biraz meyve biraz
kuruyemiş almayı, sıcak bir çay içmeyi düşünmüştü fakat etraf o kadar
kalabalık, hatlar o kadar doluydu ki buradan bir buçuk saatte çıkabileceklerini
aklı hiç almadı. O sırada yoğun bir uğultu, keskin bir dalgalanma fark edildi.
Rus askerleri etrafı muhasaraya almış, bekleşen halkı ite kaka istasyon
binasına sokuyorlardı ve Settarhan da kalabalığa kapılmış, aralarında kalmıştı.
Ne olduğunu anlamamıştı bile. Kalabalık biraz sakinleştiğinde yanında duran
orta yaşlarda, esnaf görünümlü bir adama döndü. "Ağam" dedi, "Ne
oluyor? Ne diye zorla içeri sokuyorlar bizi böyle?" Adam Settarhan'a hayretle baktı.
"Sen buralı değilsin herhal. Esir treni geliyor." "Esir treni mi?" "Esir treni ya. Sen
nerelisin?" "Tebrizliyim." Adam dudak büktü, Settarhan'ın
dünyadan habersiz biri olduğuna hükmetmişti. Kısaca anlattı. "Osmanlı askerleridir bunlar,
Kafkas cephesinde Ruslara esir düşen askerler. Trenlerle Bakı açıklarında Hazar Denizi'ndeki yılanlı Nargin Adası'na ya da Sibirya'ya taşınırlar.
Her iki durumda da Gence üzerinden geçerler, işte o tren geliyor." "Ne yapıyorsunuz ki peronlar
boşaltılıyor?" "Biz Gence Millî Komitesi'ne
yardım ediyoruz." Settarhan böyle bir cemiyet
duymamıştı. "Cemiyet-i Hayriye ile
işbirliği içinde çalışırız." Onu da Tiflis'teki tabelâdan
okumuştu. Adam devam etti: "Bu vagonlarda yol boyunca
açlıktan, susuzluktan, havasızlıktan ya da zaten hasta veya yaralı
olduklarından ölen askerler olur. Ruslar istasyonlarda onları birer boş çuval
gibi vagonlardan aşağı atarlar. Gence istasyonunda da böyle olur. Gence Millî
Komitesi bu işi kendisine dert edinmiştir. Bu şehit evlâtların ölüsünün yerinden yurdundan
uzakta, ortada kalmasına razı olmaz. Her esir trenini bekler. Ölüleri toplar.
Onları Müslüman mezarlığına götürür, tekbirini, namazını, duasını eksik etmeden
defneder." Settarhan'ın kanı damarlarından
çekilmişti. Nereden acıyacağını kestiremedi, nedenini bilmediği bir hicap
duydu. İki adım attı. Bekleme salonunun kapısına askerler dışarıdan halk
içeriden dayanmıştı. Çok geçmeden esir treni gara girdi.
Bir süre sonra vagonların kapıları, pencereleri açıldı ama hiç kimsenin
inmesine müsaade edilmedi. Temiz havaya hasret kalmış Osmanlı askerleri,
subayları yarı bellerine kadar pencerelerden sarkmışlardı. Kafileye nezaret
eden Rus subayı trenden indi, istasyon komutanına vagonlardaki ölü askerlerin
raporunu verdi. Dört tanelerdi ve şu, şu, şu, şu vagonlardalar dı. Settarhan bekleme salonunun kirli,
yeşilimtırak kapı camına burnunu dayadı, kollarından bacaklarından tutulup da
"1-2-3" sallanan ve "Hoop!" atılan bu dört cesede baktı.
Tren, kendisine ağır gelen yüklerini fırlatıp attıktan sonra, Rus askerler
vagonların kapılarını esirlerin üzerine sürgülediler, trenle araya sınır çizgisi olarak kendi bedenleriyle
kurdukları bir bent çektiler. Tüfekleri ellerinde, parmakları tetikteydi. Ancak
ondan sonra istasyon binasının kapıları açıldı, heyecanlı halkın dışarı
çıkmasına izin verildi. Gence Komitesi'nin mensupları ki
sayıları hiç de az değildi ve aralarında Gence'nin varlıklı tüccarları,
delikanlılar hatta çocuklar, yaşlı kadınlar gibi gencecik kızlar da vardı,
hepsi bir anda dört cesedin başına üşüştüler. O sırada bir istim sesi duyuldu,
tren buhar boşaltıyordu ve ilk kampana çalmıştı. içlerinden biri "Tren
kalkacak!" diye haykırdı, "Vagonlara vagonlara!" O zaman ölenler kadar kalanlara da
uzanan bu yardım eli, tümü tek bir bedene ve ruha dönüşmüş bu kalabalık,
vagonlara doğru koşmaya başladı. Daha önceden hazırladıkları paketleri
vagonlara fırlatmak, bu hummalı esir katarına ulaştırmak istiyorlardı; havlu,
fanila, akşamdan hazırlanmış ekmek, çörek, Allah ne verdiyse ve en önemlisi su.
Fakat Rus askerlerinin önlerini kesmesi gecikmedi. Rus üniformalı Ermenilerden
oluşan jandarma ve polisler de cemiyetin gönüllülerini tartaklayarak yeniden
istasyon binasına doğru sürmeye başladılar. Bağırış çağırış, itiş kakış,
haykırış ve küfürler arasında kalabalık dalgalandıkça dalgalandı; yumruklar
kalktı, dipçikler hazırlandı. Bu mahşer kalabalığında kimse süngüye, dipçiğe
aldıracak gibi görünmüyordu fakat Rus komutanın sesi duyulunca bir anda sesler
kesildi. Gencelilerden biri öne çıktı, bu, herhalde cemiyetin başkanıydı. Toz
toprak, ter ve öfke içinde, nefes nefeseydi ve haksızlığa uğramışların gücüyle
heybetliydi. Komutan Rusça bir şeyler söyledi, Genceli de Rusça cevap verdi.
Aralarında geçen ateşli konuşmadan sonra Rus komutan razı oldu; trende yirmi
sekiz vagon bulunduğunu, erzakın her vagona paylaştırılarak verilmesini
emretti. Ama ellerini çabuk tutmaları gerekti çünkü tren her an hareket
edebilirdi. Kalabalığın büyük kısmı çözülen
asker duvarını aşmış, vagonlara hücum etmişti bile. Pencerelerden sarkan
Osmanlı askerleri kendilerine uzatılan, hiç olmazsa vagona doğru fırlatılan
erzak paketlerini yakalamaya uğraşıyor, yakalanan hemen içeri almıyordu. Yere
düşen paketse tekrar fırlatılıyor, bu böyle sürüp gidiyor, bir izdihamdır
yaşanıyordu. Pencereden sarkmış genç bir zabit,
"Burası neresi?" diye sordu o sırada. Yüz çizgileri ince, kumral ve
yakışıklı bir adamdı. "Gence" diye bağırdı
yaşlıca bir kadın, "Şehrin ahalisi Türk'tür oğul." Bu kez "Ana, su!" diye
bağırdı genç zabit. Yaşlı kadın bakır ibrikten çinko,
kırık bir tasa doldurduğu suyu pencereye doğru uzatmak istedi fakat boyu o
kadar kısaydı ki mümkünü yoktu. Yanaklarından sağlık fışkıran genç bir kız
durumu fark etmişti o sırada. Kimsenin kimseye yardım edecek hali, vakti yoktu.
Bir an sağına soluna bakman genç kız, fazla düşünmedi, yaşlı kadını bir çocuk
gibi kucaklayıp pencereye doğru kaldırdı: "Dökme anne. Sıkı tut."
Su, yerine ulaşmıştı. Bu sahne zabiti bile gülümsetmişti.
O gülümseme arasında kızla göz göze geldi. "Adın ne?" diye bağırdı
pencereye doğru kız. Cevap geldi. "Murat." "Peki ya senin?" "Bulak." Hepsi bu. Keskin bir düdük öttü. Lokomotif
hareket etmişti. Esir treninin demir tekerlekleri demir rayların üzerinde önce
ağır ağır sonra hızlı hızlı dönmeye başladı. Kadınlar biraz daha koştular
gürültüyle ilerleyen vagonların arkasından, derken aradaki mesafe açıldı.
Sonunda tren son vagonunu da toplayarak sarsıla sarsıla istasyondan çıktı.
Yükünü bırakmış alacağını almıştı. Tren uzaklaştıktan sonra istasyona
bir ölüm sessizliği çöktüyse de uzun sürmedi, erkekler taşların üzerine atılmış
dört cesedin başına toplandılar hızla. Önce kolu bacağı bir yana savrulmuş
bedenleri saygıyla düzelttiler. Yanlarındaki battaniyeleri yere yaydılar. "Haydi!" dedi içlerinden
biri, demin Rus komutanla konuşan genç adamdı bu, "Haydi bismillah." Cesetlerin her birini mukaddes bir
şeyi incitmekten korkarcasına saygıyla, nezaketle, şefkatle ve tekbirler
eşliğinde battaniyelerin üzerine uzatıp yüzlerini kıbleye çevirdiler. Settarhan gayriihtiyarî onlara doğru
yürümüştü. Demin konuştuğu adam Settarhan'a baktı, "Haydi!" dedi,
"El at sen de. Arabalara kadar taşıyalım şu garibanları." Arabalar
istasyon içine alınmamış, dışarıda bekletiliyordu. Settarhan bir battaniyenin ucuna
asılırken gözü yan tarafında taşman ölünün yüzüne kaydı. Balmumu kadar sarı
fakat ürkütücü derecede güzel, gencecik bir yüzdü bu. Bu kez kendi taşıdığı
cesedin yüzüne baktı. Rus askerlerini bile şimdiden üşüten Kafkas cephesinden
gelen bu adam elli yaşlarında görünüyordu, saçları kıralmıştı ve gençliği onu
çoktan terk etmişti. Sırtında yazlık bir asker giysisi vardı ve kan içinde
kalmıştı. Buraya kadar gelebildiğine bakılırsa o cehennemden ölümcül bir
yarayla da olsa sağ çıkmış olmalıydı ama işte yolun devamını aşamamıştı. Kimdi?
Nereliydi? Çiftinde çubuğunda, çoluk çocuğuyla, torunu torbasıyla vakit
geçireceği böyle bir zamanda Anadolu'da doğmuş ve yaşamış bu zavallının böyle
bir yoldan geçeceği, adını bile işitmediği Gence'de toprağa verileceği
sağlığında acaba aklına hiç gelmiş miydi? Arabaya yerleştirirken Settarhan bu
kez onun yırtık poturlarına, kaymış, çözülmüş çarıklarına baktı, incitmekten
korkarak battaniyeyi bu kuru bedene sarmak istedi. Bacakları birer dal kadar
incelmişti ve ceketi kaymış, beli, göbeği, göğsüne kadar açılmıştı, içinde
fanila yoktu. Settarhan, sağ böğründeki yara izini gördü. Yol boyunca kanamış
olmalıydı. Battaniyeyi üzerine sarmadan önce ceketinin eteklerini çekti, belini
örttü, göğsünü düzeltti. Bumbuzdu. Üşümesinden korktu. Arka arkaya dizilmiş dört araba
yolun sonuna doğru ilerlerken Settarhan istasyon binasına döndü, irenlerin biri
geliyor biri kalkıyordu. Çok geçmedi Bakü treninin düdüğü sessizliği yırttı. Başını vagonun camına dayadı
Settarhan. Bir cenaze katarı halinde uzaklaşan dört arabaya, arkadaki küçük
cemaate son kez baktı. Settarhan vatanını milletini bilir, severdi, Peygamberi
mucizeler gösterirken bile büyük bir dinin inkarcısı olanlardan değildi. Ama
birden kendisini çok kutlu bir cemaatin dışında kalmış gibi hissetti. Esir katarını, dört cesedi, onlara
yardım eden Gence Millî Komitesi'ni düşünerek kah uyuduğu kah uyandığı bir yolculuğun sonunda
Settarhan sabaha karşı Bakü'ye varaı. Perona ayak basar basmaz Kafkas
zoğrafyasına ye savaşa cLair o malum hummalı kalabalık
ve \esjdn petrol kokusuyla karşılaştı. Tiflis tartışmasız,
Kafkasya'nın merkeziydi, Tebriz Azerbaycan ın; İstanbul çok uzak bir hayal
beldesi. Ama nicedir Baku'de bambaşka bir ışık parlamıştı ve petrolün alevi niç
de sönecek gibi görünmüyordu, ipek Yolu'nun üzerinde bir liman şehri olan
Bakü'nün safranı ve tuzu da, ipek ve halısı da meşhurdu ama • i lj T •••••• 7
J7 • • T-k i • • 5 şu sıvah altın hepsinin onune geçmişti. Baku geniş
meydanlar, yüksek binalar, ferah caddeler, geniş parklar ama en çok da kara
ormanlar gibi göklere yükselen petrol kuleleri, petrol tarlaları, petrol boru
hauarı demekti. Her zamanki gibi Bakü'deki dükkâna
da telgraf çekmişti Settarhan, karşılanmayı bekledi bir müddet. Fakat sağına
soluna ne kadar bakındıysa da, uzun süre ayakta dikildiyse de gelen giden
olmadı. Sıkılmıştı ki bir arabacı yaklaştı yanına. "Efendi" dedi, "Araba
ister misin?"' Settarhan son kez etrafına
bakındıktan sonra, "Tamam" dedi, "Gidelim." İstasyon dışına çıktıklarında,
"Nereye efendi?" diye sordu arabacı. "Şıhalı Dadaşov'un
kervansarayına." Hep orada kalırdı. Üç kollu lâmbalarla donatılmış
sokaklarda Rus askerleri hemen seçiliyor, sivil Ruslar ve Avrupalılar fark
ediliyor, AzerbaycanlIlar, Ermeniler, Gürcüler ve daha bilmem kimler arasında
Müslüman kadınlar çarşaflarına bürünmüş hızlı hızlı yürüyorlardı. Genç
olanların peçesi örtük, yaşlı olanlarınsa yüzleri kısmen açıktı. Çeşitli
alfabelerde tabelâlar, atlı tramvaylar, faytonlar, tek lük otomobiller, süslü
örtüleriyle develer, atlar, katırlar, eşekler, kervanlar, sivil, asker, kadın,
erkek kalabalığı içinde bir şamatadır kopuyor, Bakü'de de hayal akıp duruyordu.
Settarhan az çok alışıktı bu izdihama fakat daha farklı bir heyecanın varlığı
da gözünden kaçmadı. "Ne oluyor?" "Grev var" dedi arabacı,
"Az ileride de miting var." Çok ilerlememişlerdi ki yol tıkandı.
Gürültülü patırtılı göstericilerin, Sofya ve Vasili gibi ihtilâlcilerin
arasında kalmışlardı. "Biraz dolaşarak
gideceğiz" dedi arabacı, "Çare yok. Yoksa miting bitene kadar burada
kalırız." Böylece Bakü içinde uzun bir
yolculuğa çıkmak zorunda kaldı Settarhan. Gideceği yer şunun şurasında
Nikolayevski Caddesi'ydi ama Bakü'nün neredeyse girmediği sokağı, geçmediği
caddesi kalmadı. Kaba kumaştan rengi atmış, eprimiş
bir palto giyen arabacı güler yüzlü, dişsiz, sükûnetli bir adamdı. Yol
uzadıkça, bir yandan atları idare ediyor diğer yandan önlerinden geçtikleri
malikâneler hakkında bilgi veriyordu. Her biri hakkında anlatacak bir hikâyesi,
söyleyecek bir sözü, verecek bir dersi vardı. "Zenginin malı züğürdün
çenesi..." Settarhan bu kâşanelerin şöhretini
bilirdi; çoğu yoksulluktan gelerek petrol zengini olmayı başaran AzerbaycanlI
neft milyonerlerinin ardı ardına dizilmiş konaklarıydı bunlar. Ama yüzlerce
müşteriyi kapısından bile içeri giremeyeceği bu malikânelere getirip bırakmış
olan arabacının keskin bir bakışı vardı ve "Aha bu!" diye başlayan
her cümlesi parıltılı hayatların daha çok kederli sayfalarına bağlıydı. İlâhî
kazanın zenginleri de perçeminden yakaladığından teselli çıkaran bütün eksik
hayatlar gibi onun da bir eşitlik felsefesi geliştirdiği besbelliydi. Büyük
felâketin zenginle züğürdü eşitlediğine dair felsefesi yapılmamış eşsiz
sezgisel teselli. Atlar ahenkle adım atarken arabacı
öyle şeyler anlatıyordu ki Settarhan geveze bir arabacıya rastladığını
zannederken yol yolak bilen ve anlatacak hikâyeleri olan arif bir adamla
karşılaştığını anladı. Yanılmıştı, onun tavrında "Zenginin malı züğürdün
çenesi"nden çok, hayat karşısındaki bütün mağlubiyetlere dair bir
hesaplaşma vardı. "Bize nasip olmadı ama o başardı." Ve bu
zenginliğin dünyalar yerinden oynasa eksilmeyeceğinden de adı gibi emindi. Böyle
bir serveti ne eksiltip yerinden edebilirdi? Hiç! "Adın ne senin arabacı?"
diye sordu Settarhan. "Necef." Necef; kendisini ilgiyle dinleyen,
ismini merak eden bir müşteri bulmaktan memnun, anlattıkça anlatıyordu.
Gorçakovskaya Caddesi'nde biraz ilerlemişlerdi ki arabacı bir malikâneyi işaret
etti. "Bak, bu da Bakü Cemiyet-i
Hayriye binası, İsmailiyya." Hayriye binasının kapısından girip
çıkan düşkün insanları gösterdi: "Bunlar Osmanlı muhacirleridir.
Şehirleri Rus işgaline uğrayınca büyük kısmı Anadolu'nun batısına doğru hicret
etti. Bir kısmı da buraya kadar geldi zavallıların. Cemiyet-i Hayriye hepsinin
de elinden tutmuştur." Nihayet Ş ıhalı Dadaşov'un
kervansarayı göründü. Settarhan, yükünü odasına kadar çıkaran arabacıya,
"Sen biraz bekle" dedi. "Birazdan ineceğim. Bizim
dükkâna gideceğiz." Necef, müşterisini beklerken bir
sigara yaktı. Atının kulaklarını okşadı, terini sildi; bir iki tatlı söz
mırıldandı, gönlünü aldı. Az sonra Settarhan göründü. Dörder halıyı her iki omuzuna atmış
hamallardan biri, hiç yükü yokmuş gibi sakin adımlarla çıkarken Settarhan
Bakü'deki şubeye girmişti. Mirza Han'ın kadim ortağı geçen sene ölmüş, onun
yerini oğlu almıştı fakat alçak iskemlesini duvara dayamış, çoktan yarı uykulu
yarı uyanık bir tembelliğe varmış şu adamın, aradığı ortağın ta kendisi
olduğunu anlayınca Settarhan pek memnun olmadı. Şu genç çırak olmasa deminki
hamal dükkânı kaldırıp götürse meselâ, bunun ruhu duymazdı. Uyanan adam dün
istasyona gelemediği, çırağı da gönderemediği için uzun uzun dil döktü, özürler
diledi. Settarhan "Bundan yarar gelmez" diye geçirdi içinden,
"Hayırsızın biri. Hesapları iyice incelemek lâzım." Üstelik pişkin
adam, teslimat vakti gelen üç halıyı da dükkândan ayrılırken Settarhan'a
yüklemeye kalkışmasın mı? Kalabalık bir dilenci lisanıyla yalvar yakar
oluyordu: "Beyzadem, senin araban
bekliyor bak. Savaş zamanı araba bulmak çok zor. Grevler, mitingler Bakü'nün
altını üstüne getirdi." Settarhan tam tersleyecekti ki adam
"Neft milyonerlerinden birine gidecek kıymetli halılar bunlar; altın ve
gümüş ipliklerle işlenmiş. Servet ki ne servet. Ben dükkânı bırakamam. Çırağa
da teslim edemem. Alır kaçar soysuz. Seni Allah gönderdi" dediğinde durdu.
Her nedense aklına Piruz'un babasına hah teslimatına gittiğinde karşılaştığı
sahne geldi. Aman Allah saklasındı. Ama sonunda razı geldi. "Olur" dedi. "Yükle
arabaya." Tam arabaya binecekti ki adam
arkasından yetişti. "Beyzadem" dedi
"Karaşehir'de Villa Petrolea'ya teslim edilecek bir hah daha var. Demem o
ki madem araba ayağının altında..." "Yükle" dedi Settarhan
adamın daha fazla konuşmasına tahammül edemeyerek. Bu adamın yanından ne kadar
erken ayrılsa o kadar iyiydi. Adresler alındı, isimler yazıldı. "Sür bakalım Necef" dedi
Settarhan. "Senin neft milyonerlerinden birinin sarayına gidiyoruz şimdi.
Oradan da Karaşehir'e." Necef, yol boyunca yine hikâyeler
anlatmaya başlamıştı. Tiyatro binasının önünden geçerlerken Üzeyir Hacıbeyov'un
"Aslı-Kerem" operasının ismini okudu Settarhan afişte. Hayret!
Aralarındaki "ile" kalkmıştı. Neft milyonerinin malikânesine
geldiklerinde ise kapıyı açan uşak Settarhan'a öyle bir baktı ki, "Acaba
milyonerin kendisi bu mu?" diye geçirdi içinden Necef. Settarhan ikinci katta geniş bir
salona alınmıştı. "Bekleyin, haber vereyim"
diyerek giden uşak çok geçmeden geri döndü. "Beyefendinin İstanbul'dan
konukları varmış. Biraz beklemenizi rica ederek özür diliyorlar." İkram dolu bir tepsiyi bırakarak
sessizce geri çekildi. Settarhan koca salonda yalnız
kalmıştı. Öyle hisseti ki, böyle bir malikâneye herhalde Petersburg'da bile az rastlanırdı. Pencereler
yüksek, kapılar çift kanatlı, tavan yaldızlı, oymalıydı ve duvarlardan biri
baştanbaşa kitap dolaplarıyla kaplıydı. Yağlıboya tabloları, avizeleri,
mobilyaları inceledi bir müddet Settarhan, halıların kıymetini kestirmeye
çalıştı. Masanın üzerindeki dergilere, kitaplara göz attı. Yeni Füyüzat, Şelâle, Kardaş Kömeği; İstanbul'dan
gelme pek çok dergi, gazete, kitap. Bazı sayfalar kıvrılmış, araya işaretler
konmuş, kimi satırların altı çizilmiş, yanma notlar alınmıştı. Koltuğa iyice gömülüp, bacak bacak
üstüne atan Settarhan, Yeni
Füyüzat 'ın baş makalesini okumaya başladı. Yazar,
Azerbaycan Türklerinin lisanından Arapça ve Farsça sözcüklerin ve tamlamaların
atılması gerektiğini söylüyordu. Şelâle 'nin baş makalesi ise İstanbul'daki
Türkçülerin faaliyetlerinden bahsediyor ve yazı sahibinin bütün Türklerin
kültürel anlamda birleşmelerini gerekli gördüğü anlaşılıyordu. Bunlar hoşuna
gitti Settarhan'ın ama nasıl olacaktı? Açık Söz 'ü eline aldı bu kez. Meşhur Mehmet Emin
Resulzade'nin gazetesiydi bu. İlk sayfadaki yazı genç kuşağa Türk olduklarını
öğretmek, kim olduklarını hatırlatmak zamanının geldiğini kaçınılmaz bir gereklilik olarak
gösteriyordu. Settarhan gazeteyi masanın üzerine bıraktı, arkasına yaslandı.
Ağzına birkaç fıstık attı, bu kez Gaspıralı'nm Tercüman 'mı okumaya başladı.
Gasptralı "Dil, lisan itibarıyla hep Türk dili ile söyleşirler, hep
Türk'türler" diyordu. Cümlenin son kısmını ezberledi Settarhan; "Hep
Türk dili ile söyleşirler, öyleyse hep Türk'türler." Kardaş Gömleği 'ni
karıştırmaya başladığı sırada neft milyoneri içeri girdi, geciktiği için
özürler dileyerek Settarhan'ın karşısındaki koltuğa oturdu. Tanışma faslı ve
hal hatırdan sonra bir saat boyunca Tebriz'in, Tiflis'in ve Batum'un
durumlarını sordu, Settarhan'ın anlattıklarını ilgiyle dinledi. Öfkelendi,
kederlendi, teslimattan sonra misafirini kapıya kadar yolcu etti. Ayrılma
anında: "Cemiyet-i Hayriye binamızı
ziyaret ettiniz mi?" diye sordu nazikçe, "Vaktiniz olursa uğrayın
lütfen." "Uğrarım, yarın." Arabaya binerken düşünceliydi
Settarhan. Bambaşka bir dünyanın varlığını fark etmişti ve dünya sadece
halılardan ibaret değildi. "Haydi" dedi Necef'e,
"Şimdi de Karaşehir'e gidelim." Petrolün çıkarıldığı ve trenlerle,
gemilerle sevk edildiği Karaşehir, bir ormanın ağaçları gibi göklere uzanan
binlerce petrol kuyusu, yüzlerce fabrika, bir o kadar imalâthane ile şehir
içinde şehirdi. Araba çok ağır bir petrol kokusu arasında tıngır mıngır
ilerlerken Settarhan hem Latin hem Rus harfleriyle yazılmış işletmelerin
isimlerini okuyordu bir yandan. En görkemli olanlar belliydi:
"Nobel", "Rotschild". Atlı polisler, kazıcılar, fıçıcılar,
borucular arasından geçerek biraz daha ilerlediklerinde ise Settarhan'ın içi
önce yandı sonra bulandı. Dünyanın iki yüzü bir arada yaşıyordu burada. Aras
nehrinin kuzeyine geçen yüzlerce İranlının, AzerbaycanlInın da toplandığı yerdi
Karaşehir. Petrolün işlenmesi ümit kapısı olmuş, binlerce işsiz buralara kadar
gelmişti ama bu kara denizde yüzmek kolay değildi. Bellerine kadar petrol denizinin içinde geçen
saatlerden sonra kuyuları temizlerken sakatlanmak kaçınılmazdı örneğin, ölmek
işten bile değildi. Lâkin ölümcül işler bile çoktandır tükenmişti. Ümitleri,
hayalleri ölü balıklar gibi kıyıya vurunca bir milliyetleri kalmamıştı
hiçbirinin ve şimdi tek ümmete mensuplardı: Dilenci. İki taraftan uzanan eller Farsça,
Türkçe, Kürtçe daha bilmem nece ama hepsi de yoksulluğun dilinde yalvarmaya
başlamıştı bile. Yoksulluk, burada gençleri vaktinden evvel ihtiyarlatmış,
çocukları ateşinde yakarak kavurmuştu; insanları arsızlaştırmış, feda edilmesi
en zor olan duyguları, onuru ve utanmayı en evvel tahrip etmiş, sonra kökten
budamıştı. Arabacı hızlandı. "Efendi, buradan çabuk
geçelim." Ama anında duraklamak zorunda kaldı.
Yaşarken ölmüşler, ölmüş de sürünenler sürüler halinde önlerini kesmişti
düpedüz. Arabaya uzanan ellerin arasında çocuklardan biri Settarhan'la göz göze
geldiği an yalpaladı, kıvranarak yere yuvarlandı. Arabacı "inanma beyim"
dedi, "Tiyatro yapıyor." Yoksulluğu tanırdı Settarhan, bu
evet, acımasız bir temsildi belki. Ama şu yüzün sefalet sarısı var ya, işte o
hakiki. Elini kesesine atsa, mümkün değil. Hangisine yetecekti? Ortaya
çıkaracağı tek akçe çığırından çıkmış şu fukaraların birbirini ezmesine sebep
olurdu sadece. Neden sonra yola devam
edebildiklerinde, az ileride, eteklerini dizlerine kadar sıyırarak suya girmiş
kadınları işaret elti Necef: "Neft sızıntısı
topluyorlar." "Ne yapacaklar bu kadarcık
nefti?" "Ya yakacaklar ya satacaklar.
Fukaralık işte!" Villa Petrolea'ya yaklaştıklarında
ise petrolün kara yüzü arkalarında kalmış, ışıklı yüzü başlamıştı. Avrupalı
erkekler, kibar hanımlar rıhtım boyunca yürüyorlardı, petrolün kara dumanı
onların ne beyaz dantellerine ne de ipek gömleklerine bulaşmıştı. Nobellerin devasa armasını göstererek
"Geldik beyzadem" dedi Necef. Karaşehir, şehir içinde şehirdi ama
Villa Petrolea evleri, okulu, tiyatrosu, kilisesi, parkı, hastanesi ile o
şehrin de içinde şehirdi. Orada konfor uğruna hiçbir zahmetten ve masraftan
kaçınılmamış, fidanlar ve çiçekler bile İtalya'dan ve Fransa'dan getirtilmişti. "Cennet kurmuş kendilerine bu
gâvurlar. Kum gibi para dökmekten çekinmediler beyim, kazandıkları o kadar çok
ki..." diye söylenirken Necef dizginleri bıraktı, "Peh!" diye
dizlerini dövdü. Settarhan "Dizginleri ne zaman
eline alacak acaba?" diye geçirdi içinden ama sesini çıkarmadı. Atlar
munis, sürücü ustaydı. Teslimat için köşklerden birinin
önünde durduklarında hizmetkâr içeri davet ettiyse de Settarhan girmedi.
Halıyı, ismi yazılı kişiye kapının önünde teslim etli. Rusça anlaştılar; İsveç
vatandaşı ama Rus yatırımcı! Çıkışta Settarhan Nobellerin kapı
üzerindeki armasına uzun uzun baktı. Üzerinde, dört bacasından alevler fışkıran
bir ateşgedenin resmi vardı. "Nobellerin arması Surahanı
tarafındaki ateşgedenin resmidir" dedi Necef. "Fabrikalarının
üzerinde de aynı arma vardır." "Bakü'de ateşgede mi var?" "Var ya. Hemi de çok büyüktür.
Avrupalılar pek meraklıdır, gidip görürler." "Necef" dedi Settarhan,
"Yarın erken gel." "Olur ağam." Sabah serininde, "Nereye
efendi?" diyen Necef'e "Ateşgâh'a" dedi Settarhan. "Bütün
Bakü'yü gösterdin bana. Bir de orayı görelim." Cemiyet-i Hayriye ziyaretini bir
başka bahara bırakmıştı. Yanan yamaçları, dumanı tüten tepeleri geçip de
Ateşgâh, görüş mesafesine girdiğinde dört bacadan püsküren alevlerin göğe doğru
yükseldiğini gördü Settarhan, biraz daha yaklaştıklarında kadınlı erkekli
ecnebilerin avluyu doldurduğunu fark etti. Bunlar hatırlı kişiler olmalıydı
Necef e bakılırsa. Yoksa bu ateşler her zaman böyle yanmaz, bu şehrayin dilleri
her zaman böylesine uzanmazdı. Settarhan çardak altındaki ateş
havuzunun yanına yarı çömeldi. Oluk oluk alev dillerine uzun uzun baktı.
Hararetten neredeyse saçları tutuşacaktı. Bir ateşgâhın eteğinde geçmişti
çocukluğu ama alev alev yanan bir ateş ağacını ilk kez görüyordu. Piruz'u düşündü. Acaba burayı görmüş
müydü? Dışarı çıktığında "Yavaş
sür" dedi Necef'e. Derin düşünceler içinde, pırıl pırıl bir mavilikte
kararmaya başlayan gökyüzüne, ufka doğru alçalmış güneşe, batı ufkunda daha
güneş batmadan yükselen pırıl pırıl yıldıza bakarak şehre vardı. Güneş çoktan
batmıştı. Odasına çıktı. Yükünü topladı. Ertesi sabah geldiği yolları gerisin
geri kat etmek üzere yola koyuldu, i ren hareket ettiği anda Bakü'ye son kez
baktı. Nice yıldır Bakü'de petrol çıkıyordu. Çıkmaz olaydı. Ya da çıktı,
işleyenin elinde kalaydı, içi acıyla burkuldu. Kafkasya'nın en yalnız ülkesiydi
Azerbaycan. Yarısı İran'da kalmış yarısı Rusya'nın payına düşmüştü. Dayanacağı, OsmanlI'dan başka dağ yoktu lâkin o da
nicedir devriliyordu. Settarhan gidebildiği yere kadar
trenle gidecek, sonrasında arabayla, atla, kervanla devam edecekti yola, ne
bulursa. Gül küpeler hâlâ kesesinde, bir an evvel Azam'a kavuşsun da. Yarı uykulu yarı uyanık, başını kompartımanın camına
yasladı, bir süre sonra sarsıntıyla uyandı. Tren dağlık ara istasyonlardan
birinde durmuştu. Settarhan kendisini derme çatma
çayhanelerden birine attı. Dağ, kış soğuğunu şimdiden duyurmuştu. Elini siper
edip kapının kirli camından içeri baktığında kandillerin ölgün sarı ziyasında
bile, çayhanenin tıka basa dolu olduğunu gördü. Kapıyı itti, rüzgârıyla birlikte içeri girdi. Oturacak
yer bulamayınca borusu nar kesmiş kocaman kömür sobasına ellerini uzatarak
ayakta dikildi. Sarı semaver, buharlar çıkararak kaynıyordu ve kocaman karnı
bir orduya yetecek kadar su almışa benziyordu. Sobanın hemen yanındaki kalabalık
gruptan beş kişi kalkınca Settarhan boşalan yerlerden birine oturdu, çay
bardağını ellerinin arasına aldı. Masadakilerin konuşmaları bu gürültü arasında
bile ister istemez kulağına çalınınca gayriihtiyarî başını kaldırdı, her
birinin yüzüne ayrı ayrı baktı. Sofya'nın bahsettiği kaynayan Rusya'nın bütün
yüzleri gibiydi bu yüzler de. Kimi sekseninde ama otuzunda görünüyordu, kimi de
otuzundaydı lâkin seksen gibi duruyordu. Ama hepsinin yüzünde hayat gailesinden
bunalmış o aynı bakış vardı ve hepsinin tırnaklarının arası aynı mürekkebin
boyasıyla kapkaraydı. El nasırı, tırnak kiri Rusya'nın bu tabakasında şaşılacak
bir şey değildi fakat Settarhan onların kendi aralarında harften, mürekkepten,
kâğıttan bahsettiğini işitince dikkat kesildi. Kâğıt vardı sözcüklerinin
arasında ama kalem yoktu. Baskı türlerinden, harf çeşitlerinden bahsediyorlardı
fakat akılları en fazla ne kadar para alacaklarındaydı. On yedi kişi. Beşi de
kalkmıştı az önce, demek toplam yirmi iki kişilerdi. O sırada kapı
açıldı. Yüzünden bezginlik akan istasyon görevlisi trenin makas kırdığını,
yolcuların bir süre burada kalacaklarını sanki duyulmasından çok duyulmamasına
dikkat ederek açıkladı. Bu "bir süre"nin ucu açık kalmıştı, bir saat
de olabilirdi bir gün de. Settarhan'ın canı sıkıldı. Çay dolu tepsiyle dolaşan
delikanlıya masadakileri işaret etti. "Buyurun" dedi,
"Çayımı için." Çay, iki kelâmın kapısını açmazsa bu
vakit geçmezdi. Kimi konuşmaya dünden razıydı
kiminin ağzını bıçak açmadı. Kimi bir başlayınca bir daha susmayan kimi sustu
mu bir daha konuşmayan cinstendi. Saatler saatleri kovaladı, dışarıda sel gibi
bir yağmur başlamıştı ve istasyon görevlisinden haber yoktu. Çayların biri geldi biri
gitti, isimlerini unutacaktı Settarhan her birinin ama maceraları yüreğini
burktu. Yollara düşmüş, ev ocak ne varsa
arkalarında bırakmış, ta Petrograd'dan Batum'a giden matbaa işçileriydi bunlar.
Sonra? Sonra deniz yoluyla Trabzon'a geçeceklerdi. Ne yapacaklardı ki orada?
Trabzon'daki Rus takviye kuvvetlerinin komutanı General Schwartz çağırmıştı
onları. General büyük adamdı, Trabzon'da bir gazete çıkarmıştı, işte bu yirmi
iki kişi o gazetenin baskısını yapmaya gidiyordu. "Gazete mi?" diye hayretle
sordu Settarhan. "Ruslar işgal ettikleri şehirlerde bir de gazete mi
çıkarıyorlar?" Demek o kadar çok kalacaklardı. "Hem iyi de bu
gazeteyi kim okuyacak?" Grubun galiba en yetkilisi, işinin
en tecrübelisi alaycı bir bakış fırlattı Settarhan'dan yana. "Türk" diye hitap etti.
Türk'ü iyice üzerine basarak söylemişti. "Trabzon'u işgal eden
orduda", cümlesinin Settarhan'a ait olan bu kısmını iyice tırnak içine
almıştı, "Ne kadar çok yazar, ressam, arkeolog, tarihçi, bilim adamı
olduğundan haberin var mı senin?" "Yok!" Settarhan'ın
bunlardan haberi yoktu. "İsmi ne olacak
gazetenizin?" "Voenniy Listok." Settarhan Vöenniy'in ne anlama
geldiğini biliyordu ama Listok'u çıkaramadı. Sormaya fırsat kalmadan istasyon
görevlisi bir daha göründü kapıda, bu kez sesi daha gür çıkıyordu, tren
hazırdı. Ayağa kalktıklarında Settarhan
içlerinden birinin ayağının aksadığını ama hepsinin sırtlarında taşınamaz bir
yük varmışçasına omuzlarının bir araya toplandığını fark etti. Şu iki günlük
dünyada herkes çoluk çocuğunun boğazından iki lokma ekmek geçirmek derdindeydi.
Bu adamların haline acıdı ama bu adamları bu hale düşürdükleri gibi Trabzon'u
da Tebriz'i de işgal eden Ruslara içinden küfürler savurdu. Şunun şurasında Batum'dan birkaç adım ötedeydi
Trabzon. Dünyanın her yeri kaynarken işgal altına girmemiş çok az yer kalmıştı
neredeyse haritaların üzerinde. Ama ateş düşüğü yeri yakıyordu ve Allah
Trabzon'dakilere de Tebriz'dekiler gibi açışındı. Trende ise bambaşka biri ile
tanıştı. Bakü'den trene binmiş fakat bu ara istasyonda Rus trenlerinin bitip
tükenmeyen bilet kargaşalarından birinin kurbanı olarak yer değiştirmiş biri.
Karşı karşıya oturuyorlardı. Giyiminden onun Türk olduğunu anladı Settarhan,
selâm verdi, "Aziz can" diye söze girdi. Adı Mehdi'ydi bu güler yüzlü gencin ve o da Trabzon'a
gidiyordu. "Ne yapacaksın
Trabzon'da?" Mehdi güldü. "Demin konuştuğun
adamların yıktığını yapmak için." Çayhanede Settarhan'ı Rus matbaa
işçileriyle tatlı bir sohbete dalmışken görmüştü Mehdi. O ve arkadaşları ise
Bakü Cemiyet-i Hayriyesi'nin gönüllülerindendi. İşgalin başladığı günden bu
yana Trabzon'daydılar. Bir ara Bakü'ye dönmüş olan Mehdi şimdi tekrar Trabzon'a
gidiyordu ve işgal bitene kadar da orada hizmetten el çekmemeye kararlıydı. Settarhan o zaman Bakü'deki neft
milyonerine Cemiyet-i Hayriye binasını ziyaret edeceğine dair verdiği sözü,
daha kötüsü kalbine kuvvetlice vurup aynı şiddette geri çekilen her şey gibi bu
sözü de ertelediğini hatırladı. Çok utandı. Kendime geldiğimde İsfahan'daki
oteldeydim ve Irac dizenin ikinci kısmına geçmişti. Hemi derdem hemi dâğem Başımı yastığa bıraktım. Hiçbir
felâketin neft milyonerlerini gariban arabacıyla eşitleyebileceğine inanmayan
Necef'i düşündüm. O servet o malikânelerde dağ gibi dikilip dururken Necef
böyle bir ihtimale gülüp geçmişti. "Ah Necef!" diye geçirdim içimden.
Keşke sana söyleyebilseydim. Senin başını anlattığın bütün bu
hikâyelerin bir de sonu olduğunu, Bakü Sovyet egemenliğine girdiğinde neft
milyonerlerinin hepsinin servetinin bir gecede sıfırlandığını; bu dünyadan,
geldikleri gibi yoksulluk içinde gittiklerini, hatta kiminin intihar kiminin
firar ettiğini, kiminin infaz edildiğini. Söyleyebilsem de inanmazdın. Neticede
ben herkes gibi senin için de bir Kassandra'ydım. Bir de, Rusça konuşmuşlardı ve ben
anlamıştım. Onları da dillerin bağlandığı ana kaynağın ortak diliyle mi anlamıştım?
"Hadi ama!" dedim kendi kendime sonra. Bunca şeye hayret etmiyorsun
da bir konuştuklarını anlamana mı hayret ediyorsun? Fotoğrafların dünyasına
girerek zaman ve mekân atladığım bu rüya nizamında artık hiçbir şeyin
gayrimümkünü kalmamıştı. Bıraktım düşünmeyi. Uykuya nasıl daldığımı
hatırlamıyorum. Sabah. Zağros Dağları'nın ovaların
gerisindeki saltanatlı silsileleri, daha da etkileyici olan yalnız ve ihtişamlı
tepeleri arasında Şiraz yoluna düşüyoruz sonunda. Bulutların gölgesi altında
aniden yükselen testere dişi ya da sünger görünümlü bu yalçın dağlar ancak
minyatürlerdeki kadar gerçek ve Iran en fazla dağları demek. Işığın, toprağın ve gölgenin tülüne bakarken sonsuzluk
duygusu dört bir yanımı kuşatsa da mütevazı piknik halimize dönüyoruz yeniden.
Tavus kuşlu battaniyemizi piknik alanlarına sererken ucundan tutmaya,
ayaklarımı toplayarak kenarında oturmaya alışmışım. Otel değiştirerek, çanta
açıp çanta toplayarak, gece konaklayıp sabah devam ederek, her şehrin
"Tamam, bu yeter" dedirten anından sonra yeniden yola koyularak, dört
tekerlek üzerinde olmayı artık doğal addederek alışkanlıklarımla uyuşmayan bu
seyahat tarzına ben de dâhil olmuşum çoktan. Ön koltukta, gözlüklerinin ardından
bir erkân-ı harp reisi gibi harita inceleyip güzergâh çıkaran Zöhre Hanım,
"Yolda Persepolis var, ona akşamüzeri girmek lâzım" diyor. Zöhre Hanım da artık bu hikâyeye tanıklık eden yol arkadaşı,
hep birlikte Behzat Amca'yı bulmaya gitmiyor muyuz? Persepolis önümüzde uzanırken her
şey altın rengi sisin ardında bir rüya renginin içinde yüzüyor.
"Persepolis'e akşama inerken girmek lâzım" cümlesinin anlamını
nihayet çıkarıyorum. Benim başım dönüyor. Bu kadar yüklemeyi bu kalp kaldırır
mı? Perdeler açıldıkça açılıyor. Sıcaktan soluğum tıkanarak
Persepolis'in hiç bitmeyecekmiş gibi görünen sütunlarına, merdivenlerine,
basamaklarına bakıyorum. Taşları arasından yabanî otlar fışkıran bu terkedilmiş
şehir kendi zamanını yaşıyor. Gruptan ayrılıp basamakları yavaş yavaş
tırmanıyorum. Güneş arkamdan batıyor, ben doğuya doğru yürüyorum demek ki. Yan
tarafımdaki duvarların kabartmalarına, Persepolis'in ufku gözetleyen ebedî
bekçilerinin üzerine düşen gölgemi seyrederek tören salonuna giriyorum. Her şey taşlara kazınmış burada. Çok
güçlü, çok gösterişli, kıvırcık saçlı, kıvırcık sakallı, esmer, kara gözlü,
hepsi de birbirine benzer krallar hâlâ o taşların üzerinde düşmanlarını
boğazından yakalamış toprağa çökertiyorlar. Rüzgâr saçlarını uçururken hâlâ
güçlü parsları, korkutucu arslanları bir hançer darbesiyle yerle bir ediyorlar.
Hâlâ dünyayı paylaşamıyor, hâlâ doymuyorlar. Badem gözlü, bal dudaklı
tanrılarına adaklar adarken onlar da tanrısallaşıyorlar. Pers halkı eğlensin
diye, taş kesilmiş bir anın sonsuzluğunda onlar biteviye zafer kazanıyorlar.
Oysa MakedonyalI İskender'in Persepolis'i yakıp yıkacağı, sonra da rüzgâra,
güneşe, yağmura, depreme yani kendi kaderine terk edeceği günler hiç uzak
değil. Persepolis'in de bütün benzerleri gibi vurulması yakın çünkü o da
görkeminin zirvesinde. Şehre girer girmez sadece Şiraz'da
yetişen servinazları, o tatlı endamı tanıyorum. Minyatürlerde ve şiirlerdeki
küçük, narin servi bu işte. Şiraz derin sükûnetlerin şehri. Bir havuz, üç beş
servinaz; burada her pencere gerçekten bir Acem bahçesine açılıyor. Hafız'ın da
Sadi'nin de bu yerli olmasına hiç şaşmamalı. Ali Şeriati, Moğol İstilâsı esnasında
şairlerin gülden bülbülden bahsetmiş olmasına ateş püskürse de bu şehirde
gülden bülbülden bahsetmemek mümkün değil ve ne Moğol kalmış geriye ne savaş,
sadece Hafız var. Kervansaraydan bozma bir otelde
odalarımıza çekiliyoruz. Ertesi sabah uyandığımda pencereyi açıyorum. O kadar
yoğun bir ışık var ki bu loş han odasından dışarı baktığımda kör olacağım
sanıyorum, geçici bir karanlıkta yolumu bulamıyorum. Fakat "Hafız'ın kabri
olan bahçe"ye gidecek olmak duygusu çok güzel. Yol boyunca Hafız'dan
beyitler geçiyor aklımdan. Oymaya, yaldıza, ışığa, parıltıya, saltanata, renge,
hayale, hülyaya teşne bu ırkın dili de ihtişamlı. Settarhan'ın tefeülünü hatırlıyorum
gülümseyerek: Serti kirpiklerimle öldürürüm
diyen yâr Aman sakın durmasın öldürürse öldürsün Nihayet Hafız'ın havuzlu bahçesinde,
dizi dizi servinazların arasından geçerek kabre varıyoruz. Yüksek sütunların
taşıdığı mavi çinili bir kubbenin altındaki lâhitte yatıyor. Sağda solda mavi
Iran yasemenleri. Hafız'ın başı kalabalık. Oysa ben
mermerine dokunmak, taşma başımı yaslamak istiyorum. Beklerken bahçedeki bir
satıcıdan kendime küçük, zarif ciltli, çok güzel minyatürlerle bezenmiş
bir Hafız Divanı alıyorum. Zöhre Hanım "Divan-e Hafız" diyor elimdeki
kitabı işaret ederek, "Bundan tefeül ederler." "Biliyorum." Divan 'ı rastgele açıyorum önce.
Sonra sol taraftan dört sayfa geri gidiyorum. Gözüme çarpan ilk beyti
işaretlemek üzere sayfanın kenarını kıvırıyorum. "Bir müsait zamanda
Selman Bey'e ya da Zöhre Hanım'a tercüme ettiririm" diye düşünerek Hafız Divanı 'm da sırt
çantamın iç gözüne, Behzat Amca'ya vereceğim sarı kehribar tespihin yanma
atıyorum. Kabrin etrafı bir ara tenhalaşınca
yaklaşıp ak mermerin üzerine kapanıyor, alnımı kızgın taşa yaslıyorum; alev
alev yanan mermer bir lahit Hafız'ınki. Ve ben orada uzun zamandan beri ilk kez
ağlıyorum. Önce iki damla gözyaşının, ruhumun bana da yabancı çok derin bir
muhitinden ağır ağır ve sancıyla koptuğunu, gözümün pınarına doğru ilerlediğini
hissediyorum. Sonra o iki damla yaş kirpiğimin ucundan da kopuyor; duru ak mermerin
üzerine düşüyor. Bana kalsa mermeri eritmesi gerek bu iki damla yaşın ama
sadece çiçeklerin kıvrımları arasındaki vav'ın gözüne sızıyor. Sonra bütün
yorgunluklarımı burada, bu kabrin başında bırakırcasına, yıllardır tuttuğum
bütün ağlayışları, bastırdığım bütün haykırışları salıverircesine, bütün
kâbuslardan uyanırcasına, sarsıla sarsıla, hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Dünyanın
bütün yükü çekiliyor omuzlarımdan, bir dağın altından kalkıyorum. Sanki biri
ilk kez beni böylesine koruyor. Her şeyin üzerine gölgesini salmaya alışkın
kalbim, ondan ne aldığını bilmiyor ama Hafız'ın kabrine de gölgesini bırakıyor. "Dedi: Hafız sus, bu da
geçer" diye mırıldanıyor biri. Omuz başıma bir melek esintisi
dokunuyor. Sanki biri bir gül bahçesinin ortasında namaza duruyor da o
kıyamdayken söğüt ağacının yaprakları eğilip omuzlarını okşuyor. Başımı kaldırıyorum. Yasemen. Bir
şey söylesem? Gerek yok. Söylemediklerimi daha iyi anlıyor. Günün sonunda Şaban hilâli büyürken
mescidlerden içli mersiyelerin yükseldiğini işitiyoruz; Hazret-i Hüseyn'in
doğum gününe denk düşmüşüz. Otele dönüyoruz sonunda. Çok yorgunuz, odalarımıza
çekiliyoruz. Yakıcı Iran gecesinde yakındaki bir mescidden Hazret-i Hüseyn'e ve
masumelere yanan, Hazret-i Ali'yi özleyen bir mersiye yükseliyor. Pencereyi açıyorum.
Çok içli, çok derin ve çok farklı, bambaşka bir dünya bu. Kolay değil,
mersiyehan 1400 yıldır sıcak duran bir kanı terennüm ediyor. Hiçbir kalbin
böyle acı bir terennüm karşısında korunaklı kalmasına imkân yok. Bir otel penceresinden de olsa bu
bambaşka dünyaya bu kadar yakından bakınca, onun çok çok uzağında olan Zehra
geliyor aklıma. Bulunduğum yer de zaman da çok farklı ama Zehra'yı merak
ediyorum. Pencereyi kapatıp çantama
uzanıyorum. Teneke kutuyu açıyorum sonra. Bütün fotoğraflara yeniden bakıyorum.
Zehra'nın baba evi. Mersiyehanın mısraları odama kadar
uzanırken, Cânem Ali cânem Ali,
ben kendimi eski evde, Hacıbey'le Büyükhanım'ın yanında buluyorum. Sofadayız.
Bir köşeye çekiliyorum. 6. Kitap TRABZON'DAN ÇIKTIM BAŞIM SELÂMET Mart sonunda soğukça bir sabahtı.
Sofadaki mangalın başında Hacıbey abdeste doğrulduğunda Büyükhanım buz gibi
suyu ibrikten leğene ağır ağır dökmeye başladı. Soğuk su her bir uzvunu
ürperttikçe Hacıbey’in içinden hangi yakarışların geçtiğini bilirdi, aynılarını
içinden geçirmeye başladı: "Allah’ım, şu ellerimin
işlediği bütün günahları affet. Şu ağzımın söylediklerini, dilimin dönüp de
kelimeye çevirdiklerini, aldığım bütün yasak ve yanlış kokuları, yüzümü
çevirdiğim hatalı yönleri, şu kulaklarımın duyduğu duyulmaması gereken sözleri,
benim yüzümden benim başıma gelenleri, kendi ellerimle kendi boynuma
sardıklarımı ve şu ayaklarımın yürüdüklerini affet." Hacıbey, takma bacağının ucundaki
ayağı da mesh ederken Büyükhanım işlemeli peşkiri uzattı. Bacağını katlamasına
yardım ederek Hacıbey’i sedire oturttu, kendisi de yanma olurdu. Başını
kaldırdı, kırk yıllık kocasının, gençliğinin tanığı olan ve gençliğine tanık
olduğu adamın yüzüne baktı. Büyükhanım’ın gözlerinin altı da Hacıbey’inkiler
gibi halkalanmıştı, yüzünde ölüm sarısı geziniyordu ve dudağı sağ taraftan
uçuklamıştı. Zayıf, ürpertili bir sesle,
"Hacıbey" dedi. "Ne yapacağız?" Dün gelmişti haber. Hacıbey günde
beş nöbet bağıran tellâllardan duymuş, duymakla kalmamış valiliğin beyanatını
da okumuştu. Gökler başının üzerinde dönerken midesine sancılar saplanmış,
damarlarından kan çekilmişti. Bir yerlere tutunmak istemiş, cami avlusunda
korkuluklara dayanmıştı. Tellâllar diyordu ki: "Muhacirlik var, emir çıktı.
Vali Cemal Azmi Bey şehir merkezini Ordu'ya taşıyor. Bu itibarla halkın şehri
boşaltması, Giresun tarafına doğru acilen yola çıkması, ayağına bağ olacak
eşyayı burada bırakması, ancak çok aciliyetli olanları yanma alması, hayatî
ehemmiyette olanlardan başkasını yük etmemesi..." Uzayıp gidiyordu bu duyuru ve
tellâlın tokmağı her defasında sanki gergin deriye değil de Hacıbey'in kafasına
iniyordu. Bitmiyordu ve hepsi de gelip aynı yere dayanıyordu: Rus ordusunun
şehre girmesi an meselesiydi. Eşya, evrak, bir şehrin hali hazırı
ve hafızası, ne kadarı taşınabilirse o kadarı kayıklara, arabalara doldurularak
göçe başlamışken Büyükhanım'ın kafasının içinde her şey muazzam bir uğultuyla
yerinden oynamıştı. Hani o, "Herkese olur da bana olmaz" zannı, abes
duygusu. "Ama niye? Nasıl oldu?" O şaşkınlıkla dizini dövmekten başka
yapacak bir şey bulamamıştı ilk anda Büyükhanım. Ama dövünme zamanı değildi,
aklını başına tez topladı. Düşünmenin, akletmenin zamanıydı şimdi, hayatta
kalmak için ne yapacağına ne edeceğine karar vermek zamanı. Lâkin bu kadarını
düşünse bile uzun zamandır ne yaptığını bilmediği gibi şimdi de ne yapacağını
bilmiyordu. Düşmekten korkar gibi Hacıbey'in
koluna tutundu. "Bir felâket bir başka felâketi kovar, korkma" diye
teselli ederdi annesi başlarına bir musibet geldiğinde. Yanlış çıkmıştı. Felâket
felâketi çağırıyordu işte. Takılmış bir nakarat gibi aynı cümleyi tekrarladı: "Hacıbey, ne yapacağız?" Hacıbey'inse, açmak istemediği halde
hiç kapatamadığı defterler zihninin içinde burgulandı. O "Yeter!"
derken kader "Daha yok mu?" demişti. Kapanmayacak bir yaraları zaten
varken her gelen bir öncekinin üstüne tüy dikmişti. Hikmetinden sual olunmazdı
elbet Yezdan'ın ama belâ bu. Tam bittiği yerden yenisinin başlaması belâlığın
doğasındandı. Başlamasa, zaten belâlığı kalmazdı. Dört yıldır kolu kanadı zaten
kırıktı bu evin. İsmail'lerini alıp giden Gülcemal, emaneti geri getirmemiş,
hıyanetlik etmişti, İsmail'den gelen son haber, üzerinde Hilâl-i Ahmer
hemşiresinin resmi olan kartpostalın arkasında kalmış, bir daha da haber
çıkmamıştı kendisinden. Balkan Harbi bittikten sonra 87. Alay gibi Gönüllü
Taburu'ndan da bir iki kişi dönebilmişti ancak geriye. Çelil Hikmet dâhil
komutanından erine kadar geri dönmeyenlerin hepsinin ailesine şehitlik
kâğıtları dağıtılmıştı, bir tek İsmail hariç. Hacıbey hükümet
dairesine, askeriyeye gitmişti defalarca. Sorup soruşturmuştu. Yok işte!
Herkesin şehitlik kaydı vardı da hiç kimsenin İsmail'den haberi yoktu.
Usanmamıştı Hacıbey. İstanbul'a haftalar boyunca telgraflar çekilmiş, koca
rütbeli subaylar Hacıbey'i "Bugün yarın" diye bekletmiş, ancak bir
yıl üzerine Hacıbey'in eline İsmail'le alâkalı bir kâğıt vermişlerdi. Onda da
şöyle yazıyordu: "Hayatı da mematı da
meçhuldür." Hacıbey sendelemişti askeriye
dairesinin koridorlarında. Bir sandalyeye oturtmuşlardı onu. Elindeki askıyı
sallayarak oradan geçen ve bu sahneyi kim bilir kaçıncı kez gördüğünü düşünen
çaycı bir bardak su uzatmıştı. Başını iki yana sallamıştı Hacıbey
güç belâ bir yudum su içerken. "Hayatı da mematı da meçhuldür!
Öyle mi? Canını kendisi için veren tıfıl askerine devletin verebildiği belge,
Meçhul Asker. He mi?" Gerisini hatırlamıyordu bile.
İsmail. Gitti de gelmeyiverdiydi. O günden sonra bu
evde artık hiçbir şey eskisi gibi olmamış, İsmail'in boynuna dayanan bir sükût
bıçağının ucunda her yeni gün eskisine eklenmişti. Her sabah evin bütün halkı
kalplerini sıvayan bir balçığın ağırlığında uyanmış, renkler sadece kurşunîye
dönmüş, o gün bugün bütün hayatlar öylece sönük yaşanmıştı. Zehra ise büsbütün
içine kapanmıştı. Alışması yoktu bunun ama zerre miskal bir ümit! Belki sağdır!
Büyükhanım onun hayatının da mematının da meçhul kalmasına razı gelmiş,
Hacıbey'e "Gitme" demişti. "Bir daha hükümete de askeriyeye de
gitme. Böyle kalsın. Yeter ki ölümü kesin olmasın." Kolu kanadı kırık turnalar gibi bir
evin içinde yaşayıp gideceklerdi belki. Ama aylar geçmiş, aylar yıllara
evrilmiş, Balkan Harbi'nin sadece bir önsöz olmasından korkan Hacıbey
korktuğuna uğramış, yetmiş iki milleti azgın kollarına alan Harb-i Umumî
çıkmış, sonunda işte Ruslar gelip Trabzon'un kapılarına dayanmıştı. İsmail gittikten sonra Büyükhanım
her sabah namazdan sonra ve her gece uykuya dalmadan önce perdeyi aralayarak
denize bakmayı âdet edinmiş, İsmail'in meçhul haberinden sonra bile bu âdeti
kesmemişti; Gülcemal gemisi aldıklarını geri getirecekmiş gibi. Bu beklentiyle
denizin üzerinde doğan ayları, asılı kalmış yıldızları, büyüyen, küçülen
hilâlleri, onların devridaimlerini, gökyüzü gibi denizin de haritasını,
yaklaşan fırtınaları, kesintisiz sıcakları, kesen soğukları, bitmeyen
yağmurları izlemişti. Posta vapurlarını da yolcu gemilerini de bu denizin
üzerinde ezber etmişti. Ne zaman gelirlerdi, kaç gün kalır ne zaman dönerlerdi,
hepsini bir bir bellemişti. Fakat o sabah gördüğünü daha önce hiç görmemişti. Önce mahalle camiinin minaresindeki
kalabalığı fark etmişti. Hayret! Ezan okunmuştu çoktan, üstelik şerefedeki de
sadece müezzin değildi. Denize bakmak Büyükhanım'a hiç o anki kadar korkunç gelmemişti
ama bakmış ve göreceğini görmüştü. Rus armadasının ön haberi, kurşunî sabahın
sisi ardında heyula gibi iki gemi. Açıkta, toplarını şehre çevirmiş, açılmış
bir canavar ağzı gibi yemini yutmaya hazır, bekliyorlardı. Daha önce hiç
tatmadığı bir dehşet bütün zerrelerini yakarken Büyükhanım'ın Hacıbey'i
uyandırmasına, Zehra'nın, Anuş'un, Keyfiye'nin döşeğine koşmasına, Yıldırım'a
seslenmesine fırsat kalmadan ilk gümbürtü işitilmişti. Zangır zangır titremişti
kapılar, camlar, çerçeveler. Bir anda gökler kızıla kesmişti. Şafak vaktiydi
gerçi ama bu, yangın rengiydi. Hacıbey'e "Efendi" diye haykırmıştı
Büyükhanım, "Kalk! Geldiler sonunda." Hacıbey hazırlanmış, Yıldırım'ı
da yanma alarak dışarı çıkmıştı. Döndüğünde ağzını bıçaklar açmıyordu. Büyükhanım, "Demek bunu da
görecekmişiz" diye düşünmüştü ilk anda. Trabzon eskiydi, İstanbul kadar
Roma kadar eski. Adı her dilde aynı tamlamayla yazılan, ismi ile müsemma
Karadeniz, galiba bahtı da kara deniz, gelip de şehrini kıyısında kuranlara
başlangıçtan bu yana az fırtına göstermemişti. Asırlar boyunca çeşitli
kavimlerin sakinleri gibi Osmanlı ahalisi de onun cilvelerini, nazlarını,
kaprislerini, öfkelerini, çığırından çıkıp gelmelerini, yatağından taşıp
kudurmalarını tevekkülle sineye çekmiş, "Her haliyle güzel" deyip her haletine boyun
eğmişti. Fırtınalarının sayısını, zamanını, adını, huyunu suyunu ezber
etmişlerdi. Her birinin vakti zamanı vardı, göz göre göre gelirlerdi. Lâkin bu
kez hepsinden beterdi. Denizden gelmişti başlarına ne geldiyse; fırtınaların en
beteri. Şu kör olası Büyük Harp'te Kafkas
cephesi Trabzon'a kadar genişlemiş, Rus donanması Karadeniz kıyısında
saldırmadık liman, bombalamadık iskele bırakmamıştı. Rize düşmüş, Of un civan merdanları yirmi bir gün canlarını
dişlerine takıp bedenlerini Rus ordusunun önüne siper etseler de, Sürmene,
Araklı, Ar sin, Şana ne kadar dirense de azgın sel önüne geleni devirmişti.
Böyle giderse şehre girmelerine şunun şurasında çok az zaman kalmıştı. Hani
mazlumların feryadı yeri göğü oynatır, kâinatı yakardı? Şimdi bütün şehir muhacirliğe
çıkıyordu ve Büyükhanım "Hacıbey, ne yapacağız?" diye sorup
duruyordu. Hacıbey'in, ne yapacağına dair bir kararı mı vardı ki, Büyükhanım'a
akıl versindi. O sırada kapı
açıldı, Anuş içeri girdi. Elinde Zehra'nın diktiği bez bebek, "Büyükhanım,
ne yapıyorsunuz burada siz?" diyordu. Büyükhanım Anuş'u görünce artık
kendisini daha fazla tutamadı, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. "Şu
yavrucak" diye içini çekti ciğeri doğranırken. "Şuncacık bîçarenin
kaderi yürümek mi? Onu, yürümesin diye annesinden alıp saklamadık mı? Ne
kadersiz şeymiş." Anuş'u kucağına çekti, başını
göğsüne bastırdı. O elim günü hatırladı. Dokuz ay evveldi, 1915 yılının
Haziran'ı. Haziran'ın son günleri olmasına
rağmen sıcaklar henüz yakmaya başlamamış, bahçelerde güller kavrulmamış,
meyveler dallarında kurumamıştı. Camiden dönen Hacıbey sağlam ayağındaki mestin
üzerinden lâstiğini çıkarırken "Ha gaybana iş!" diye söylendi.
Büyükhanım onun bu mahallî öfkeyi sık kullanmadığını bilirdi. Eğer bir iş
"gaybana"ysa, o zaman Hacıbey yatağından taşmış, çığırından çıkmış
demekti. Büyükhanım hasır alçak iskemleyi ona doğru sürdü, Keyfiye'ye seslendi. "Koş kızım." Hacıbey'in
kahvesi, nargilesi, suyu neredeydi? "Ha gaybana iş!" diye
yineledi Hacıbey, "Köftehorlar!" diye ekledi. Bu en büyük küfürdü
Hacıbey'in ağzında. Hafazanallahuteâlâ, neler olup bitmişti de Hacıbey bu hale
gelmişti? Büyükhanım hasır iskemleyi tutarken Hacıbey otuz yedi yıldır artık
kendi bacağı gibi taşıdığı ama bir türlü de alışamadığı takma bacağın
mekanizmasını gıcırtıyla gevşetti, dizini kırdı. Sağ bacağını bir savaş
hastanesinde bırakmış 93 Harbi gazisi nefes nefeseydi. Suyundan bir yudum içti,
hamd etti. Büyükhanım'a baktı, öfkesini ortaya zahir etli. "O Ermeni çetecileri"
dedi, "Eşkıyalık yapıyorlarsa, bu garibanların günahı ne?" Büyükhanım öbür sandalyeye yığıldı.
Yoksa doğru muydu? Doğruydu. Sevk ve iskân Kanunu
gereğince Trabzon Ermenileri de öbür sabah yola çıkıyorlardı. Gümüşhane yoluyla
Zor ve Musul'a gönderileceklerdi. "Sapla samanı ayırmak, ihanet ve isyan
edenle masum kalanı, orduyu arkadan vuran zalimle mazlumu birbirine
karıştırmamak güçlü devletin güçlü hükümetin işi" diye geçirdi içinden
Hacıbey; yine hükümete, valiye, İttihat ve Terakki'nin temsilcisine yüklendi.
İstanbul hükümeti Vilâyat-ı Sitte meselesinin çözümünü kestirmeden böyle
kuruyor, temizliğini böyle yapıyordu. Sultan Reşad, bu pâk ahlâklı adam,
Hırka-i Saadet dairesinde temiz seccadesine temiz gözyaşlarını akıtırken
tarihinin en fecaatli döneminde saltanat ettiğinin farkında mıydı acaba? Temiz
gözyaşları dökmek güçlü padişah olmak için yetmiyordu demek ki. "Ya Siranuş, komşum?" diye
korkuyla sordu Büyükhanım. Başını salladı Hacıbey evet
anlamında. "İyi ama" dedi Büyükhanım
Anuş'u hatırlayarak, "Bu bir damla çocuk, onca yola nasıl dayanır?" "Bir damla çocuğu var mı
Büyükhanım?" dedi Hacıbey. "Ben yürümenin ne olduğunu unutmadım. Koca
dağ gibi delikanlıların bile canı dayanmaz böyle yollara." Öfkeyle söylenmeye devam etli.
"Van'da" dedi. "Bu isyanları çıkaranları, bu haltları
karıştıranları, savaşan orduyu arkadan avlayanları, aha şurada Değirmendere'de
yangın çıkarıp başkaldıranları bana versinler. Ben de Fizan'a sürerim. Agop'u
ben yargılayayım ama bu masumcukların günahı ne?" Agop! İpi Siranuş Hanım'ın ayağına
dolanan fitne yumağı. Ertesi sabah kapının çıngırağı
çekildi. Siranuş, bir eliyle Anuş'un elinden tutmuş, diğer elinde bir bohçayla
sürünürcesine girdi içeri. Fazla söz etmedi ama ölüm sarısı sinmiş yüzünün
renginden neler olup bittiği belliydi. Anuş'u çekeleyerek Büyükhanım'a
yaklaştı. Onun bir şey demesine kalmadan, önce Büyükhanım'ın ayaklarına kapandı
sonra olduğu yere yığıldı. Hacıbey yerinden doğrulamadan Zehra ve Keyfiye
gürültüye koştular. Limon kolonyası koklattılar, paçavra yakıp dumanını burnuna
tuttular. Bir iki yudum suyu kenetlenmiş çenelerinin arasından
akıtabildiklerinde kadıncağız kendine gelebildi, bir gecede yirmi yaş birden
yaşlanmış, o şen şakrak Siranuş gitmiş yerine canlı bir cenaze, bir heyula
gelmişti. Sedire kaldırmak istediler, razı gelmedi. Birer kütüğe dönmüş
bacaklarını kuru tahtanın üzerinde uzattı, sırtını duvara verdi. Ayakları
çıplak, açılmış saçları dağınıktı. Hırkasının yeniyle burnunu sildi. Kaderine razı,
boynunu satırın önünde eğdi. "Büyükhanım" dedi,
"Yaşın benden çok büyük, bilirim. Saygıda kusur etmedim ama seni arkadaşım
gibi de sevdim, akranım gibi yakınlık gösterdim." Büyükhanım kadının başını omuzuna,
göğsüne, neresi varsa orasına yaslamış, ellerini avuçlarının arasına almıştı.
Siranuş'un nabzı durmuştu sanki, Büyükhanım bileklerini ovmayı bıraksa sanki
oracıkta ölüverecekti. Büyükhanım bu sakinliğe aldanmamak gerektiğini, bahtsız
komşucuğu Şiran'ının her an bir yanardağ ağzı gibi yeniden infilâk
edebileceğini bu bumbuz ellerin katılığından anladı. Siranuş ise hıçkırıkları
arasında nefes alarak bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Belli ki kaderine
razıydı ama bir isteği vardı. Büyükhanım teselliyi kesti, bilek ovmayı da
bıraktı, dinledi. Siranuş cümlelerini kesik kesik
sıraladı ama aralarına tümüyle de zaman sokmadı. Yoksa sözü söze eklemeyi
başarıp, aklına gelen şeyi hiç söylemeyebilirdi. "Büyükhanım" dedi,
"Biliyorsun bizi yarın götürecekler. Çıkan kanundan haberin var. Bu
yollarda neler olduğunu duyuyoruz az çok. Duymasak bile tahmin etmek zor
değildir. Hiçbir şey olmasa bile yol bu, yürümek bile yarı ölüm demektir."
Sustu. Yutkundu. Sonra devam etti. "Musul neresidir, Zor neresidir bilmem.
Adını bile işitmediğim çöllere gidecekmişiz." Büyükhanım başı omuzlarının arasına
iyice gömülmüş, yüzünde bunun böyle olacağını bilen ama yine de yalanlamak ihtiyacını
duyan zoraki bir şaşkınlıkla, "Yürüyecek misiniz?" dedi. "Hem nereye
gidecekmişsiniz?" Siranuş onun sorusuna cevap vermedi,
kendi bildiğini söylemeye devam etti. "Kimler isyan etmişse onları
yakalasınlar, kimler cinayet işlemişse onları assınlar Şark Meydam'nda. Agop'a
ben mi söyledim çetelere katılmasını? Büyükhanım söyle, Allah'a reva mı?
Aramyüs'le ilgili bir dedikoducuk olsun duydunuz mu siz? Senin de benim de
Allah'ım olan Allah bunu sormaz mı?" Hacıbey başını yerden kaldırmadan
dinliyordu. Söyleyecek bir sözü yoktu ki söylesin. "Ya Rabbim" diye
geçirdi içinden. Bu koca devletin ordusu da Sivas'tan sonra trenden inmiş,
oradan Kafkas cephesine adım-adım-adım yürümüştü. Ordusunu yürüten devlet
Ermenileri mi yürütmeyecekti? Kendi evlâtlarına sahip çıkamayan bu hükümet
Ermenilere mi sahip çıkacaktı? Hem bunlar? Neden çöle sürülüyordu? Başka bir
yer yok muydu? Siranuş Hanım duyduklarını
tahminlerine, bilmediklerini bildiklerine, korkularını hepsine kattı. Jandarma
yarın sabah için hazır olmalarını ikaz etmişti. Herhalde saltanat arabalarıyla
iki köy öteye gidecek değillerdi. Çok zorlu bir yol bekliyordu onları. Yükü ne
kadar az olursa o kadar şansı olacaktı. Yerinden yarı doğruldu,
"Büyükhanım" dedi iki eliyle Büyükhanım'ın omuzlarına asılarak,
"Seni tanırım, iyisin. Böyle iyilik görmedim ben. Allah bilir ölürken bile
etrafındakiler korkmasın, üzülmesin diye, onları teselli etmeye çalışarak öleceksin,
iyiliğini Allah rızası için benden de esirgeme." Büyükhanım'ı bıraktı, kendi yakasını
bağrını çekiştirdi, devam etti: "Dünyanın bütün suçlarını üzerine almaya
alışkın yanınla düşünürsün sen; 'Onun hakkını yemişsem diyetini buna ödesem'
dersin daima. Beni yanlış anlama ama." Yutkundu. Yanlış anlaşılacak nesi
vardı? "Büyükhanım anlamıyor musun? Anuş çok küçük. O bu yola dayanamaz.
Ölür. Yanımda götürmezsem yetimhaneye götüreceklerin iş, jandarma efendi öyle
dedi. Yetimhanede de ölür benim yavrum. Oralarda olamaz." Başını kaldırıp Büyükhanım'ın yüzüne
öyle bir baktı ki, Büyükhanım daha evvel anlamadığından utandı. Birer kuru
oduna dönmüş o ellere sarıldı, "Şiran" dedi. "Kızım, merak etme.
Anuş bundan böyle benim de kızım. Bana emanettir. Merak etme." Keyfiye'nin beti benzi solmuş, Zehra
bir köşede ağlıyordu. Buna dağlar olsa dayanamazdı Siranuş mu dayanacaktı? Ayaklandı neden sonra Siranuş,
sendeleyerek kapıya doğruldu. "Anuş" dedi, "Bu gece
sizde kalsın." Bu geceyi Anuş'a sarılarak
geçirirse, yarınki gibi bir cehennem sabahına uyanamazdı, uyansa bile
dayanamazdı. Sarılmadı Anuş'una, sarılırsa bir daha ayrılamazdı. Bakmadı da
yüzüne, bakarsa kör olacaktı. Dört ucundan düğümlenmiş el kadar bohçayı
gösterdi. "Anuş'un bohçası." "Bir de" diye seslendi,
"Sıcak ekmek içini çok sever. Unutmayın. Bir de ağlar da susmazsa şekerli
su yapın. Bir de ateşi yükselirse... Bir de hıçkırığı tutarsa..." "Bir de..."lerin sonu
yoktu anne yüreğinde. Büyükhanım güçlü görünmesi gerektiğini hissetti. "Aman Siranuş Hanım" dedi.
"Bırak bir de'leri. Gören de hiç çocuk büyütmedim zannedecek. Bana
güvenmiyor musun? Kaç çocuk geçti benim elimden." O anda Siranuş Hanım'ı
en çok rahatlatacak olan şeyi söyledi. "Hiç merak etme. Aklın geride
kalmasın." "Haydi" dedi,
"Hazırlığını yap sen, git şimdi." Şiran, neredeyse telef olup
gidecekti. Onu bir an evvel buradan göndermek gerekti. Hacıbey başını yerden kaldırdı o
esnada. "Merak etme kızım" dedi, "Kızın bize emanet." Sonra hiç kimseye bakmadan ortaya
söylendi: "Vallahi de bize emanet,
billahi de bize emanet, ölürüm de bize emanet." Hacıbey büyük yemin etmişti.
Komşusunun gidişini engelleyemezdi ama şu masum bîçare; onu kurtarabileceğini
kestirdi. O gece hiç
uyumamıştı Büyükhanım. Uyusaydı bile kapının korkunç darbelerle vurulması
üzerine tan vakti uyanacaktı. Hacıbey, takma bacağı döşeğin kenarındaki duvara
dikilmiş, kalkmaya yeltenince "Sen dur" dedi Büyükhanım.
Müştemilâttan Yıldırım ve Keyfiye'nin uyandığı işitildi. Yıldırım kapıya doğru
koşarken, Büyükhanım atkısını başına çekti, arkalarından seğirtti. Gelen,
refakat neferlerinin komutanı olduğu anlaşılan jandarma subayıydı. Kalın
bıyıklı, kalın simsiyah kaşlı, tıknazca, orta boylu bu adam alışılmadık
derecede esmer yüzüne bakılırsa buralı değildi ve yüzündeki bezgin ifadeden
anlaşılan o ki benzerlerinin birçoğu gibi o da yıllardır evinden ocağından
uzaktı. Hangi ananın evlâdıydı? Hangi rüzgâr onu buralara atmıştı? Jandarma subayı, evin sahibini
tahmin etmekte gecikmedi. Emektarı, Keyfiye'yi geçti, Büyükhanım'ın önünde
dikildi. "Bir ihbar var" dedi,
"Ermeni bir çocuk saklıyormuşsunuz. Yaşı küçükse yetimhaneye gitmesi
gerek. Büyükse kafileye katılması lâzım. Emir böyle. Evi arayacağız." Büyükhanım'ın rengi atarken jandarma
subayı, arkasında duran iki ere bahçeyi göstererek "Arayın" anlamında
bir işaret yaptı. Onlar da subaylarıyla aynı renkten aynı kaderdendi. Büyükhanım iki neferin peşine düştü.
Önce bodrumdan başladılar; çamaşırhaneye, mutfağa, müştemilâta, eğilip kuyuya, Masal'ın havlamalarına, hırlamalarına
aldırmadan arka bahçeye baktılar. "Kimse yok komutanım" diye
haber getirdi erlerden biri selâm durarak. Komutan "Evin içine bakın"
dedi bu kez, kendisi de neferlerle birlikte eve girdi. Sofaya, iki odaya,
Hacıbey'in odasındaki yüklüğün içine, dürülmüş döşeklerin yorganların arasına,
aynalı dolaba, hepsine bir bir bakıldı. Bir şey yoktu. Kumandan en son, üst
kata çıkan merdivene doğruldu, Zehra'nın Anuş'la koyun koyuna yattığı çıkmanın
olduğu sofaya. O zaman Büyükhanım ilk basamakla subayın arasına girdi. Ne
olacaksa olacak, nereden inceyse oradan kopacaktı. Yapacak tek şey kalmıştı. "Kumandan Efendi" dedi,
"Orada dur bakalım. Orası torunumun yattığı yer, gencecik kız. Sabahın
köründe geldiniz. Namahrem mahalline nasıl sokarım sizi? İslâm değil misin
sen?" Subay durdu, Büyükhanım'ın yüzüne
baktı. Bir şeyler olduğunu anlamış mıydı? Bilinmez, ama üstüne varmadı.
Merhametli bir adamdı. Emir kuluydu neticede ama kulluğunu yerine getirmiş,
emre riayet etmişti işte. Dışarıda, sabah ayazında bekleşen kafile ha bir eksik
ha bir fazla olsa ne fark ederdi? Geri döndü. Eratını topladı. Masal'ın
havlamaları arasında kapıdan çıktı. Küçük kafilesinin başına geçti, Gâvur
Meydam'nda toplanan ana kafileye katılmak üzere yola dizildi. Büyükhanım merdivenin başına, ilk
basamağa çöktü. Kendini bıraksa bir daha kalkamayacaktı. Ama en umulmadık
zamanlarda içinde hazır bulduğu kuvvet yine imdadına yetişti. Mutfağa yollandı.
"Ekmek pişirmek zamanı. Sıcak ekmek içi..." diye söylendi. "Hacıbey ne yapacağız?"
diye sordu Büyükhanım bir kez daha. "Ben" dedi Hacıbey,
"O kadar yolu yürüyemem." "O kadar" derken başlangıcı belli
yolun sonunu bilemediği belliydi ama arabayla çıkılsa da; motorla, kayıkla
başlansa da bu tür yolların sonunun daima yürümeye dayandığını bilirdi. Aynı
cümleyi ısrarla yineledi: "Yürümek nedir bilirim ben Büyükhanım.
Yürüyemem." "İyi ama" dedi sıkıntıyla
Büyükhanım "Urus gâvuru geliyor. Rum ve Ermeni çeteleri iyice azıttı,
baksana evler şimdiden bayraklandı. Bu şehirde durulmaz artık. Hem herkes gidiyor. Biz onlardan daha mı cesuruz, daha
mı fazla bilgimiz var ki gitmeyelim? Hacıbey görmüyor musun, her şey
olabilir." Güngörmüş kadın bu "her
şey" ihtimalinde Allah biliyor, Hacıbey'le kendisini hesaba katmamıştı.
Onlar yaşadıkları kadar yaşamışlardı. Mal canın yongası ama varsın
olmayıversindi. Cana gelince, Allah'a bir can borçları vardı nihayetinde.
Gelecek günün ne getireceği de belli olmazdı. Ama Zehra, o bu kadar genç bu
kadar güzelken. Zihninden geçenleri kovdu. Hem Anuş emanetti. Yani gitsen
olmuyor kalsan hiç olmuyor. Bu hesapta aklı hiçbirini kesmedi. Hacı'sını böyle
bir yürümeye zorlamak? Hayır, bu da mümkün değildi. Ama Zehra ve Anuş. Onların
başına gelebilecekleri tahmin etmek, anlatılanlardan birini bile hesaba katmak?
Yo, böyle bir ihtimal binde bir olsa bile hesaba katılamazdı, ihtimaller
arasında böylesine yer verilerek hesap yapılamazdı. Seçmek? Şart mıydı? Şarttı. Ama yine de "Ben de
gitmem" diye bir giriş yapmak istedi Büyükhanım. Dil de gönül gibi
baskındı. Aslında söylediğine kendisi bile
inanmamıştı ama "Gönderme bizi Hacıbey" diye yalvardı bir kez daha.
Bu kaçıncı yalvarıştı? "Biz de kalalım. Sana ne olursa
bize de aynı olsun. Ne olacaksa birlikte olsun. Öleceksek de birlikte ölelim.
Ölürüm de gitmem." Hacıbey, "Ölmeye razıyım ben
Sabire" dedi. Yılların müderrisi ancak çok
öfkelendiğinde, çok heyecanlandığında kırk yıllık karısına adıyla seslenirdi.
Şimdi de Büyükhanım'a adıyla, demek ki bütün muhabbeti ve öfkesiyle
sesleniyordu. Neden anlamıyordu? Ölmeye Hacıbey de razıydı ama Sabire bilmiyor
muydu ki bu dünyada ölmekten daha katlanılmaz şeyler vardı. Gözünün önünde
Zehra'ya bir şey olsa. Ölmekten daha zor olan bir şey. Ölmeye dayanırdı da buna
dayanamazdı. "Ben size gidin demiyorum
ki" dedi, "Kaçın diyorum, kaçın." Bir an durdu. O sırada
Yıldırım sofaya girmişti. Hacıbey akşamdan beri kurduğu şeyi söyledi:
"Yıldırım sizinle gelsin." "Heee" diye atıldı
Yıldırım. "Ben giderim onlarla." Sol gözü, sağ gözünün bütün ferini
toplamış gibi iri iri açılmıştı. Hacıbey "Hey Allah'ım"
diye geçirdi içinden, başını kaldırdı. Yıldırım'ın yüzüne baktı. Kendi
söylediğine kendisi de inanamadı. Bunca zorlu yol Yıldırım'ın kıt aklıyla mı
gözetilecekti? Bunca kadının, çocuğun başına kala kala Yıldırım mı erkek olarak
kalmıştı? O gece odalarından
gelen sesleri sabaha kadar kesilmedi. Hacıbey son sözü söylediğini her
zannettiğinde kırk yıllık karısı konuyu yeniden açtı. Kolay olmadı ama sabah
uykusuzluktan ve ağlamaktan kuytuya kaçmış gözlerle sofaya indiğinde Büyükhanım
ister istemez razı olmuştu, Hacıbey kalacak, onlar gidecekti, iki masumun başına
gelebileceklere tanık tutulmaya razı olsa, o zaman İlâhî gazap başlarına
çökerdi. Hacıbey'in yalnız kalması ve onların gitmesi tevekkeltü tealallah,
ehvendi. Hem "Zaman sana hiç ummadığını ve biriktirmediğini getirir"
buyurmamış mıydı Hazret-i Ömer Efendimiz? Belki gün doğmadan neler doğardı.
Belki, belki! Belki'si yoktu, işte denizden top sesleriyle karadan ordularıyla
azgın dalgalar gibi geliyorlardı. Onlar geliyorlardı ama Hacıbey yürüyemezdi.
Çünkü Hacıbey bütün ömrüne yetecek kadar çok yürümüştü. Yürümek kaderi olmuş,
yürümekle sınanmış, yürümeye zorlanmış, yürümekle cezalandırılmıştı. Bu yüzden
yürümeyi sevmezdi. Hicaz'a gittiğinde bile Kâbe-i Muazzama'nın etrafını
tahtırevanlar üzerinde ancak tavaf edebilmiş, Safa ile Merve arasını yedi kez
aynı tahtırevanlar üzerinde gidip gelmişti. Sağ bacağını bir savaş
hastanesinde, yarı baygın yarı ölü, ta kasığından kesmeselerdi bile evinden
dışarı camiye gitmek haricinde adım almak istemezdi. 93 Harbi'nde Doğu cephesindeydi
Hacıbey. Kars'tan Erzurum'a doğru çekiliyorlardı. Adına "sevk"
diyordu komutanlar ama düpedüz yürüyorlardı işte. Bu devlet şimdi olduğu gibi o
zaman da askerini sevk edememiş, yürütmüştü sadece. Karda, yağmurda, çamurda,
buzda, dağda, vadide, ırmak yatağında gece gündüz demeden günlerce yürümüşler,
ovaları dik kayalıklar izlemiş, bir dağın tepesine tırmandıklarında onu da
başka bir dağ başka bir tepe takip etmiş, silsileler silsilelere eklenmişti.
Bilmeyen, bitti zannedilen yerde daha yeni başlayan, azaplı, bıktırıcı, insanın
takatini tüketen, tükenmiş takatini sömüren, emen bir yürüyüştü bu. Hacıbey
ayaklarının şiştiğini, zonkladığını, postallarının ayaklarını bir değil her
yerden vurmaya başladığını, vuran bir kundurayla tek bir adım atmak bile yeteri
kadar eziyetken günlerce aynı acıyla adım attığını hiç unutmamıştı. Bir süre
sonra yaralar eti geçip kemiğe dayanmış, deri soyulup et çekilmiş, postalın
sırt meşini dağılmış ete yapışmış, Hacıbey kemik üzerine postal
giymiş gibi yürümeye başlamıştı. Bu soğukta ayakları diri diri yanarken an
gelip acıyı artık duymaz olmuş, bu raddeye dayanınca asıl acının yürürken değil
durunca başladığını öğrenmişti. Ama zaten onlara da durmaksızın yürümeleri
emredilmişti. Kars'tan çıkalı kaç gün geçmişti,
bunu kimse bilmiyordu. Kop Dağı'nın eteklerine vardıklarında mevsim sonbahar
olmasına rağmen erken bastıran bir kışın tam ortasında bulmuşlardı kendilerini.
Yağmur başlamış az sonra kara dönüşmüş ve Kop Dağı'nı tırmandıkları sırada
kemik yığınına dönüşmüş askerlerin birer birer düşerek oldukları yere yığılıp
kaldıklarını görmüştü Hacıbey dehşetle. Kendisi de sık sık dizleri titreyerek
oturup kalmış, kollarını dizlerinin üzerinde kavuşturarak başını bırakmış fakat
kolları az sonra kendiliğinden çözülmüştü. Bir anlık uykudan kendini atmıştı
sık sık. Uyuyup kalırsa bir daha kalkamayacağını bilecek kadar bilinci
yerindeydi başlangıçta. Her defasında aynı işkenceyi yeniden çekmek için
dirilmiş, sol ayağının derisi yeniden yanmak için yenilenmiş; emir eri Yıldırım
onu bazen arkasından itelemiş bazen önden çekelemişti. Dağın başına vardıktan
sonra uçurum kıyılarında açılmış patikalardan inerken, dumanların, sisin, pusun
içinde iki adımda bir kaymış, bazen düpedüz yuvarlanmış, yeniden ayağa
kalkarak, buz kesmiş çamur içinde donup kalmış askerlerin yanından, onların
izleri üzerinden ilerleye ilerleye, düşe kalka sürüklenirken sonunda atacak
adımı kalmadığında Hacıbey boylu boyunca karın üzerine uzanmıştı. Ellerinin
şiştiğini, morardığını, karardığını kendisi bile hayal meyal görebilmiş,
nabzının ağırlaştığını hissetmişti. Artık yürümek istemediğini, gözlerinin
kapandığını, tatlı bir sıcaklığın, derin bir uykunun bütün vücuduna
yayıldığını, canının ayaklarından itibaren çekilir gibi olduğunu, sol ayağının acısı
olduğu gibi dururken sağ ayağında bu acının hafiflediğini hele de sağ bacağında
bütün o acıların dindiğini, hissizliğin çok güzel olduğunu Yıldırım'a
mırıldanmıştı. Hepi topu, hayatta kalmak için harcanacak emekle ölüm arasında
bir seçim; artık yaşamak istemeyi bile istememişti.
Yıldırım'ın dürtmesiyle bir an için gözünü açabilmiş, "Bırakın beni, siz
devam edin. Ben arkanızdan gelirim" demişti. Bütün sesler uzaklaşırken bir
tek Yıldırım'ın sesi kalmıştı geriye: "Uyan komutanım, Erzurum
göründü." Yolun geri kalanını önce Yıldırım'ın
omuzunda sürüklenerek, sonra bir sal üzerinde çekilerek gitmişti. Ama görünen
şehre varmak için bile bir üç gün daha gitmeleri gerekmişti. Onlar yaklaştıkça
şehir sanki uzaklaşmış, sal üzerinde yarı baygın, canı boğazında Hacıbey,
Yıldırım'ın adımlarını saymıştı. Yıldırım kimi tek nefeste bir adım atmıştı
kimi on nefes alması gerekmişti adım atmak için. Kimi çakılıp kalmış o da adım atamamıştı. Buzlanmış
çamur üzerinde milyonlarca adım. Her defasında bin'i bulunca yeniden bir'den
başlamış, yürümekten o zaman nefret etmişti. Neden sonra Erzurum'a varabilmiş
fakat bu kez de aç sefil, günlerce Hacıbey'i kabul edecek bir hastane
aramışlardı. Hastaneler tümüyle doluydu ve her kapı yüzlerine kapanıyordu. Her
yanda Hacıbey gibi yüzlercesi vardı çünkü. Nihayet yeni açılmış bir hastane
onları kabul etmişti ama iş işten çoktan geçmiş, Hacıbey kendine geldiğinde sağ
bacağının kasıktan kesildiğini öğrenmişti. "Kangren" demişti doktor.
Oysa günlerce Hacıbey'e öyle gelmişti ki sağ bacağı yerli yerindeydi. Hacıbey aynı yolu tekrar yürümüş de
geri dönmüş gibi bir yorgunluk hissetti. Mümkün değil, bir daha yürümeyi göze
alamazdı ve onun için her yol aynı yol demekti. Büyükhanım, Zehra ve Anuş Yıldırımla
birlikte yarınki muhacir kafilesine katılacak; Keyfiye ve Seher ise öbür sabah
köydeki kafileyle çıkacaklardı yola. Şimdi Hacıbey, kendi ailesi karadan mı
denizden mi gitsin, bunu düşünüyordu. Yıldırımla evden çıktı, etrafı gözledi,
havayı kokladı. Halil Safa ile buluşuldu, konuşuldu, tartışıldı. Halide yine
hamile olduğu için Halil Safa, ittihat ve Terakki temsilcisinin bulduğu bir
kayıkla ayrılacaktı şehirden fakat halası için bir kayık tedarik edememişti!
Şöyleydi, böyleydi... Hacıbey eve döndüğünde kararını vermişti. "Büyükhanım" dedi,
"Denizden gitmek zor olacak, izdiham var, hem Rus gemileri muhacir
kayıklarını bombardıman ediyor. Bir araba ile gidebildiğiniz yere kadar
gidersiniz. Ondan sonra nerede uygun bir fırsat çıkarsa kayığa, takaya, motora,
gemiye, ne bulursanız ona geçersiniz, İstanbul'a Erenköyü'ndeki yeğeninin,
Saffet'in yanına gidersiniz. Ortalık ne zaman durulursa o zaman da geri
dönersiniz büznillah. Bu şehir hep Rusların elinde kalacak değil ya!" Hacıbey Yıldırım'ı çağırdı. "Bir araba bul" dedi,
"Bir de at. Tek at al. Sık sık mola vereceksiniz. Hayvan dinlenir,
beslenir. İki at olursa beslemekte güçlük çekersiniz." "Beyim" dedi Yıldırım,
"Atlar ateş pahası." "Ne kadarsa" dedi Hacıbey. Üzerinde Sultan
Reşad'ın tuğrası parlayan altın lirayı Yıldırım'ın eline tutuşturdu. "Ata dikkat et. Hastalıklı ve
yaşlı olmasın." Yıldırım "Olur" anlamında
başını salladı, bir altına herhalde istediği atı istediği arabayı alabilirdi. Öğleye doğru atla araba geldi. Bir
sultanî altına mal olan araba kırık döküktü, atsa zayıf, cılız bir şeydi. Daha
iyisini bir padişah altını bile alamamıştı. Büyükhanım ata ve arabaya baktığı
zaman ilk kez bu işin gerçek olduğunu anladı. Şimdiye değin hep bir yerden döner zannettiği hayal
şey işte, gelip kapıya dayanmıştı. Eli ayağına dolandı. Zaman çok azdı,
büyük kafile sabah ezanı okunmadan çıkacaktı yola, ona yetişmeleri lâzımdı. Bunca dar zamanda hangi heybeyi hangi dengi hangi
azığı hazırlayabilirdi Büyükhanım? Salıydı günlerden ama o gün akşama kadar
hayatında hiç yapmadığı kadar çok iş yaptı. Kurmadı bu kez, kaldırdı. Elleriyle
ördüğü perdelerin arasından süzülen Mart güneşi bakır mangalı, çini sobayı,
ortadaki halıyı, idare lâmbasını yıkarken, pencere önündeki sardunyaların
gölgesi iyice ağartılmış tahta döşemeye düşerken, üstelik bahar "Geliyorum"
derken bunların hepsini geride bırakacağını düşündü. Beti benzi sararmış,
sürekli ağlayan Keyfiye'ye, Seher'e, Zehra'ya; yola iki gün sonra çıkacak olan
Halide'ye, Halil Safa'ya seslendi: "Şunu şunu denk yapın." Ayırdığı
eşyaları işaret etti, "Arabaya yükleyin." Yorgan, döşek, tencere, gaz
ocağı, gazyağı, gaz lâmbası. Ya Rabbi, böyle giderse bütün evi arabaya
yüklemesi gerekecekti. "Tamam" dedi, "Bu kadar yeter." Bu kez kilerin kapısını açtı. Kesif
bir karanfil kokusu doldu genzine. Acıyla iç geçirdi; bu haftanın cumasına
aşure kaynatacaktı güya. Ah ki ahtı. O sırada Hacıbey geldi yanına. "Ufak tefekle oyalanma
Büyükhanım" dedi. "Patates al alabildiğin kadar. Un al. Bunlar
dayanıklıdır. Sebzeyi, meyveyi yük etme. Bir de mavi demliği, şu kalan çayı al.
Yolda şifa olur. Her an demleme, sadece gerektiğinde. Bir de kinin, ispirto,
karbonat, sirke almayı ihmal etme." Mağazalar, depolar mallarla, evler
eşyalarla, tarlalar ürünle dolu olsa da taşınabilecek en uygun şey paraydı.
Büyükhanım Yıldırım'a yepyeni dikiş makinesi ile büyük bakır tencerelerinden
beşini verdi. "Git, bunları sipahi pazarında
sat bakalım." "Hanımım, ne kadar
isteyeyim?" Büyükhanım acıyla gülümsedi. Bu
şartlarda hiçbir malın kendi değerinde gitmediğini biliyordu, "Ne
verirlerse." Ama emektar, yüküyle birlikte geri dönüp de makineyi yirmi kuruşa, tencereleri de üçer kuruşa kadar düşürdüğü
halde kimsenin alıcı olmadığını söylediğinde, bu kadarını o bile tahmin
etmemişti. Vakit yatsıyı bulduğunda hazırlık
hemen hemen tamamlanmış, arabanın kasası iyice dolmuş, tentesi çekilmişti
üzerine. Büyükhanım odasına girdi. Başı oymalı gül ağacından karyolasına,
dolabın aynalı kapısına, diğer kapının üzerindeki gül damarına, yerdeki halının
rengine baktı. Bu eve gelin gelmişti. Şu odada, şu yatağın üzerinde yüz örtüsünü
açarak zümrüt küpelerini takmakta zorlanan heybetli güzelliği sevmiş, kaderine
onu yazan Yaratan'a şükretmişti. Gözlerini sildi, konsolun çekmecesinden elmas
yüzüğünü, inci gerdanlığını çıkardı, hepsini bir keseye koydu, beline bağladı.
O sırada odaya giren Hacıbey döşeğin kenarına ilişti. "Sabire" dedi, "Bunu
da al, lâzım olur." Viyana'dan takma bacağıyla birlikte
ısmarladığı köstekli saatini Büyükhanım'a uzatıyordu. O gece Halide,
Zehra ve Anuş çıkmanın içindeki döşekte kıvrıldılar. Keyfiye ve Seher
müştemilâta çekildi. Halil Safa, Büyükhanım ve Hacıbey ise hiç uyumadılar;
Yıldırım minderin üzerinde sızmıştı. İmsak vakti girince sabah namazına duran
Büyükhanım dört kez secdeye vardı, dördünden de kalkamayacağını sandı. Ezan
okunmadan bütün ev uyanmıştı. Kadınlar çarşaflandı. En son Anuş'u uyandırdılar.
Uykulu çocuğu sıkı sıkı giydirip başını Büyükhanım'ın yün eşarbıyla sardılar.
Hepsi taşlıkta toplanmıştı şimdi. Kapının dışından muhacirliğe çıkacak
komşuların sesi geliyordu. Büyükhanım giderayak gövdesini okşadığı ağaçtan üç
beş limon kopardı, bir tutam nane topladı, yüküne kattı. "Yol hali, belki
midesi bulanan, safrası kabaran olur" diyordu. Ah Büyükhanım! Kan giren
rüyanın bozulacağından haberdar, kendilerini ne hastalıkların beklediğini
biliyor da yakınlık getirmiyordu. Hacıbey seslendi, "Haydi,
gecikmeyin." Büyükhanım kapıdan çıkarken döndü,
evine baktı. İki gece evvel gördüğü rüyayı hatırladı. Hatırlamasaydı keşke.
Bahçesindeki nar ağacının yandığını görmüştü, alev alev. Böyle bir yolculuğun
arefesinde başka bir rüya da herhalde görülemezdi. Oysa Mart'ın tam ortası;
kapı yanındaki nar ağacı, damarlarına su yürümüş, ilk fırsatta tomurcuklanmaya
hazırlanmıştı. Son kez evine, bahçesine, od'una
ocağına baktı Büyükhanım. Bari böyle güzel olmasaydı, hatırında böyle güzel
kalmasaydı. Katlanmak daha kolay olurdu belki. Oysa evi gibi dağın da en güzel
haline rastladı. Deniz bile, üzerinden geçen rüzgârla tüllenirken ona her
zamankinden daha güzel geldi. Öyle bir günde gidiyorlardı ki gitmemek için en
uygun olanı. Yakıcı bir hasret hissetti kalbinin
üzerinde. Dönmek? Mümkün müydü? Bilemedi ki. "Allah'ım" dedi, "Bu
ev, bu dağ, bu deniz burada böyle dururken biz gideceğiz he mi? Hacıbey'i
bırakıp gideceğiz, öyle mi? Allah'ım, reva mıydı böylesi?" Kendini tutmasa göklere kırılacaktı.
Kırılmadı. "Hiç olmazsa güzel bir havada
çıkıyoruz yola" diye düşünmek istedi, "Yolculuk rahat geçer." Bir yol hediyesi gibi kendilerine
armağan edilen bu tatlı havanın uzun sürmeyeceğini biliyordu oysa. Bu limonata
rüzgâr gelip geçiciydi. Mart başı. Ya Rabbi, kışın her an dön geri edebileceği
böyle bir mevsimin uzayıp giden yollarından nasıl sağ çıkacak, nasıl
dayanacaklardı? Dayanırsa dayanırdı insan. Dayanamazsa yıkılır giderdi. Hacıbey bir kez daha "Haydi
Büyükhanım" dedi, "Gecikmeyin." Büyükhanım kapının dışına çıktı,
adımları geri geri gidiyordu. Zehra, omuzları bir araya toplanmış,
bir elinde Anuş, diğer elinde bir bohça, arabanın önünde bekliyordu ve mavi
beyaz kareli çarşafının içinde, o da Anuş kadar çocuk görünüyordu. Büyükhanım
arabaya binmeden, bir şey hatırlamış gibi arka bahçeye geçti koşarak. Masal'ı
bağından çözdü. Hacıbey'e yük olmasın, alıp başını gitsin, o da kendi kaderini kendisi çizsindi. Tekrar
arabanın yanına koştu, "Haydi" dedi Yıldırım'a, "Gidelim."
Yıldırım dizginleri eline aldı. Halide, Halil Safa, Keyfiye, Seher ve Hacıbey
arkada kaldı. Araba, denklerin üzerinde oturmuş
Büyükhanım, Anuş ve Zehra'yla bozuk taşların üzerinde tıngır mıngır ilerlemeye
başladı. Neden sonra sokağın köşesini döndü, görünmez oldu. Fakat o sırada bir
şey daha oldu. Mahalleden henüz çıkmışlardı ki arkalarından kesik bir havlama
duyuldu. Masal. Koşa koşa artları sıra geliyordu. Büyükhanım
kovaladı, bağırdı, çağırdı, uzaklaştırmaya çalıştı; ama hayır, Masal'ın geri
dönmeye hiç niyeti yoktu. Belli ki bir yola koyma değildi bu koşu, bir refakat
niyetiydi, aşikâr. Zehra, "Nine" dedi, "Dünyalar yıkılsa artık
Masal'ı bırakmam. O da bizimle gelsin." Büyükhanım'ın Masal'a kanı hâlâ
ısınmamıştı ama Zehra'yı üzmeye de gönlü razı olmadı. İçini çekti. Sırtında
taşıyacak değildi ya, gelebildiği yere kadar gelsindi; büyük ihtimalle yollarda
telef olup giderdi. Araba, Zehra'nın yanı başında
oturmuş, kulakları rüzgârda geriye doğru uçan Masal'la, tekerlekleri şimdiden
inleyerek bir köşeyi daha dönüp kalabalığa karıştığı sırada sabah ezanı
okunmaya başladı. Bütün sokak, bütün mahalle, bütün Trabzon aynı yolculuğun sabahında aynı yöne akıyordu
şimdi; batıya. Daha şimdiden çocukların ağlaması ihtiyarların hıçkırığına,
hastaların inlemesi tekerleklerin gıcırtısına karışmaya başlamıştı. Bu göç
kafilesinin tamamına yakını, varlığın en zayıf yanı olan kadınlar ve
çocuklardan ibaretti; bir de ihtiyar, hasla ve sakat erkeklerden. Trabzon'un
bütün delikanlıları ise iki yıldan bu yana cephelere dağılmıştı. Bir süre hiç kimse konuşmadı. Başını
Zehra'nın koluna dayamış olan Anuş bile ağzını açmadı. Büyükhanım sağ
taraflarında uzanan bir gümüş tabak kadar parlak denizin yüzünde yunus
sürülerini fark etti bir ara. Onların gittiği yönün tam tersi istikamette,
Karadeniz üzerinden Batum'a doğru göç ediyorlardı. Yılın bu aylarında yunus
sürülerini görmeye alışkındı Büyükhanım. Onlar durgun suyun üzerinde bata çıka,
bir görünüp bir kaybolarak giderken başka zaman olsa pencerenin önünden
ayrılmayacağı, evin bütün halkını uykudan kaldıracağı bu geçişe şöyle bir baktı
sadece. Yangın gelince sıradan ayrıntılar anlamını yitirdiği gibi harikulâde de
sıradanlaşıyordu zahir. Yine de Anuş'a göstermek istedi. Eğildi. Anuş uykuya
dalmıştı. Uyandırmaya kıyamadı. Masal onun yanma kıvrılmış, başını ön
ayaklarının üzerine bırakmış, gözlerini devirerek Büyükhanım'a bakıyordu. Bir muhacir kafilesi günde ne kadar
yol alabilir ki? O gece Pulathane'de konakladılar; herkes gibi kumsalda,
göklerin ve yıldızların altında su ısıtıp tencere kaynattılar, döşek yaydılar.
Herkesin iştahı açılmıştı yol yorgunluğundan. Allah şahit, Büyükhanım bir lokma
yiyenin ağzına bir lokma da kendi koyardı sair zamanda ama bu kez azıklarından
eksilen her lokmada aklı kaldı. Ertesi sabah Pulathane'den sonra
araba yolu bozuldu, zorlu şoseler, uçurumlu patikalar başladı. Diğer arabaları
takip ederek kıyıdan değil içeriden gitmeye gayret ediyordu Yıldırım. Çünkü Rus
gemilerinin ne zaman bir hayalet gibi denizde belireceği, kıyıya çevrilmiş
toplarının ne zaman patlayacağı belli olmuyordu. Kayıklara rüzgâr gücü, kol
kuvveti; karadan gidenlere taban kuvveti; hepsine de Allah'ın inayeti lâzımdı
şimdi. Büyükhanım Trabzon'u görebileceği son yer olan Yoroz'u devirmeden önce
dönüp geriye baktı. Ona öyle geldi ki şehrin üzerini kırmızı bir duman
kaplamış, Trabzon yanıyordu. Taş olsaydı keşke. Nice yangına külhan olmuş
Trabzon, şehzadeler kenti, Gülbahar Sultan'ın şehri bu defa başka yanıyordu. Yoroz'u aşınca Büyükhanım'ın yüzü
değişti. Önlerinde aniden yükselen gri bulutları, kıyıda huzursuzca kanat
çırpan martıları, çok yükseklerde dönüp duran başka türlü kuşları görünce içi
bulandı. Fırtınalar hep İstanbul tarafından eserdi, Gülcemal'i sarsan fırtına
da aynı taraftan, Yoroz'dan kopagelmemiş miydi? Ya Rabbi! İşte şimdi de deniz
Rize'ye doğru hızla akmaya başlamıştı. Yüzüne endişeyle bakan Zehra'ya,
"Açıklara baksana" diye ufku işaret etti. Henüz dal kıpırdamamıştı karada ama
beş dakika geçti geçmedi ki ilk rüzgâr patladı. Karadeniz, derinlerde öfkeli
bir ağız açılmış gibi anbean kaynamaya başladı; silkindi, kabardı, burgaçtandı,
çalkalandı. Dalgalar yürüyen dağlar gibi ardı ardına gelmeye, kıyıyı dövmeye;
ezelî öfkesini, acısını kumsaldan, kumdan, çakıldan çıkarırken önüne geleni
savurmaya başladı. Kıyamet kopuyordu sanki, suyun öfkesi hiçbir şeye
benzemiyordu. Ürperdi Büyükhanım. Fırtınanın yıllardır çetelesini tutmuş,
dalganın sesini, fırtınanın dilini çözmeye alışmıştı. Meşhur takviminde
"Büyük Fırtına" diye yazmıştı iri harflerle Mart ayının karşısına. Yanına
"Görülmemiş soğuk" diye eklemişti. Bugün gibi hatırında, o gün ne
yaksalar ısınamamış, ne giyseler olmamıştı. Dahası tam da iki fırtına
arasındaydılar. Üstelik biri erken gelmiş diğeri geç kalmıştı ve Karadeniz
üzerinde karşılaşmış, birbirine karışmışlardı. Hem bu daha başlangıçtı. Kıyıyı
avucunun, gökleri kalbinin içi gibi bilen Büyükhanım göklere de denize de
defalarca baktı. Havayı kokladı, engini gözledi. Denizin renginden, kokusundan,
sesinden, buğusundan; kendi genzinin yanması, burnunun sızlaması, gözünün
yaşarmasından Mart karının ayazını tanıdı. Bu, muhacirlik vakti büyük kazaydı. arabadan iner nerperışan, yolculuklarının Kim bilir kaçıncı gününde
Büyükhanım dahil oldukları muhacir kafilesine şöyle bir Daktı. Cadı
masallarının ürkütücü sahnelerinde görünen iarma benziyordu bunlar. Sel c^lgaları gibi bu
insanların bir kısmının ayağında keten __________________
________________ mıarrn Dır Kısmının ayagıı__________________ Dezi ye ipten yapılmış "seferberlik pabucu"
ya da çarık vardı, 3İrçoğ.u yalınayaktı. Bu nicranlı kafilenin en çok da
köprüsüz dereler kesiyordu önünü. Mart ayazında yarı bellerine kadar buz kesmiş
sulara girseler de karşı kıyıya kimi geçebiliyor kimi
geçemiyordu. Ama onlar sürekli yürümek zorundaydılar, kendi
yakıtını kendinden harcayarak tükenmek. Çünkü arkalarından Rus ordusu geliyordu. Üstelik varabildikleri her kasabada Muhacirin Komisyonu'nun göstereceği bir yer, başlarını sokacak bir cami avlusu, boş bir ev, bir dam altı
bulabilmek için arkalarındaki kafilelere yakalanmamaları,
önlerindeki kafilelerle yarışmaları, onları geçmeleri de
gerekiyordu. Geçemiyorlardı çoğu kez ve geceyi açıkta geçirmek için binlerce kişi bir arada yığıldıkları, yayıldıkları
yerden ertesi sabah yeniden yürümek için doğrulduklarında eksilmiş
oluyorlardı. Bir tarafta deniz, bir tarafta
uçurum; Rus gemilerinden kaça kaça, Rum, Ermeni, Türk eşkıyasından korka korka,
fırtınayla boğuşa boğuşa; her aşılamayan derede, her ölmekte, her cinnette bir
ses daha genişleyerek; bugün muhacirlere acıyan kasabalılar yarın onlara
katılarak, her gün bir yanından eksilerek ama öbür yanından artarak bu dev acı
kitlesi sonunda Görele'ye ulaştı. Trabzon'dan çıkalı on beş gün olmuştu. Görele'ye girdikleri anda Büyükhanım
arabadakilere baktı. Ya Rabbi! Bunları nasıl koruyup
kollayacak, menzil-i maksuda ulaştıracaktı? Görele'de Muhacirin Komisyonu
tarafından boş bir Ermeni evine yerleştirildiklerinde gecenin sabaha yakın
yarısıydı. Hiçbirisinde yorgunluktan kafalarını kaldırıp da etrafa bakacak,
kaderin bu cilvesindeki hikmeti tefekkür edecek hal yoktu. Büyükhanım bile
hayatında ilk kez çarşafların beyazlığını, kokusunu gözden geçirmeden tokmağını
çevirdiği ilk odadaki yatağın üzerine yığıldı. Zehra'yı da Anuş'u da kollarının
arasına almış, göğsüne, bağrına sığdırmış, omuzlarına sarmıştı. Gözleri
kapanırken "Neydim, ne oldum?" diye düşünemeyecek kadar yorgundu ama
"Ne olacağım?" kısmı var ya bu hesabın, işte o zaman kanı bir kezzap
katışığıyla bütün hücrelerini yakarak akmaya başladı. Kendilerini İstanbul'a
bir alsalar, Erenköyü'nde sanki her şey daha kolay
olacaktı ama bu hayal ne kadar uzaklı ve önlerinde ne kadar çok dağ ne kadar
çok ırmak vardı. Çözüldü kolları, çok geçmeden uykuya daldı. Uyandığında gün henüz açmamıştı.
Karanlığın içinde önce nerede olduğunu anlamaya çalıştı; anladığında ise
"Böyle bir sabaha keşke hiç uyanmasaydım" diye geçirdi içinden. Lâkin
yanında derin bir uykunun koynundaki Zehra'nın ve Anuş'un soluklarını bir süre
dinleyince söylediğinden utandı. Tövbe istiğfar ederek yatağın içinde doğruldu.
İnsanın kendi soluğundan bile yüzü üşüyordu. Birazdan müezzinlerin sesi
duyuldu. Bahçeye çıktı. Tulumba, işte şuradaydı. Namaza durdu sabah ayazında, ayazın
vurduğu yerden doğdu. Ama sabah namazının hepi topu iki rekât olan farzında
bile defalarca şaşırdı, defalarca tahiyyatı tekrarladı. Sureleri birbirine
karıştırdı, sehiv secdesinde bile yanıldı. Bu namazı tamlayamayacağım anlayınca
başını bıraktığı secdede dakikalarca kaldı, içeriden Zehra seslenmese,
"Nine!" demese bir daha kalkamayacaktı secdeden.
"Büyükhanım" değil "Nine." Demek ki korkuyordu.
"Geliyorum" dedi, doğrulurken. Böyle bir zamanda eğer ölünmezse ağlamaya
hak olmadığını anladı. Lâkin ölmek de ağlamak da "Geliyorum" demiyor,
sormuyordu ki. Çift kişilik bir yataktı gece içinde
uyudukları. Duvardaki oymalı ceviz aynayı, karşı duvarda iki kapılı ceviz
dolabı, üç çekmeceli yüksek konsolu, üzerindeki karpuzlu çift lâmbayı, yerdeki
taban halısını inceledi Büyükhanım kapının pervazına dayanırken. Zengin bir
Ermeni ailesinin evine düşmüşlerdi belli ki. Yün yorganı Zehra'nın da Anuş'un
da omuzlarına kadar çekti. Dolabın kapağını açarken menteşeler gıcırdadı, Anuş
hafifçe döndü. Büyükhanım katlanmış giysilerle, yorganlarla, kumaşlarla, alt
tarafta kunduralarla karşılaştı. Demek giderken onlar da ellerine hafif geleni
almış, diğerlerini yük etmemişlerdi, tıpkı kendileri gibi. Bir hırka buldu, sırtına geçirdi,
konsolun üzerindeki puslu aynaya bakarak başındaki örtüyü düzeltti. Mutfağa
geçti. Ortadaki sofrada küflenmiş ekmeğe, bulaşık tabaklara, dizi olmuş uzayan
böceklere, karıncalara, konup kalkan sineklere baktı. Taş teknenin altındaki
büzgülü basma perdeyi çekince de bir Karun hâzinesiyle karşılaştı. Kocaman bir
küp dolusu kavurma, bir çuval patates, bir teneke zeytinyağı. "Ya Rabbi,
kurtar bu kıyametten yarattığın kullarını, Sen ki Müşfik'sin" derken
gözleri doldu. Bir tencere, bir kazan ya da benzer bir şey lâzımdı şimdi. Ama
nerede? Mutfağın dili her yerde aynı, bir kadının başka bir kadının mutfağında
aradığı kabı kaçağı bulabilmesi için gerekli olan izanı kurdu: "Ben olsam
nereye koyardım?" Tamam, işte oradaydı. Ateş yaktı. Bundan kaç zaman evvel
şimdi kendisinin durduğu yerde yemek pişiren bir kadının varlığını, onun nasıl
biri olduğunu kestirmeye çalışırken un kavurdu, çorba yaptı. Patates haşladı.
Ocak boşalınca kavurma ısıttı. Maya yoktu ama su ve undan hamur yoğurdu.
Hepsini sofranın üzerine yerleştirdi. Bu kıyamette daha iyisi olamazdı. İkinci gününün tek öğününde çorbaya
henüz kaşık salmışlardı ki kapının vurulmasıyla, tellâlın gümbürtülü sesi aynı
anda duyuldu. Rus ordusu yaklaşıyordu, Görele boşaltılacaktı. Lokmalar
boğazlarına dizilirken bu evi, kendilerinden önce onu terk edenlerin acelesine
katılmış bir aceleyle terk ettiler. Kurulmuş da kaldırılmamış bir sofra da
onlardan geriye kaldı. Yıldırım'ın öğrendiğine göre
Görele|den sonra araba yolu yoktu, denizden gitmek gerekecekti. "Öyle
yapalım" dedi Büyükhanım. Hükümet güya bir Sevkiyat Merkezi kurmuştu ama
insan selinin aktığı yöne kapılarak iskeleye indiklerinde bir ana baba günüyle
karşılaştılar. Can korkusu sırayı, saygıyı, edebi çoktan unutturmuş; kalabalık
yekvücut, dağlanan bir cinnet bedenine dönüşmüştü. İltimas, tarafgirlik ve
acımasızlıkla birleşmiş; savaş zenginlerinin yolu açılmıştı çoktan. Gemi hak
getire! Kayıklar ise önce Göreleli memur aileleriyle doluyordu; gelen emir
böyleydi! Şu kayıklar güya muhacir kafilelerine tahsis edilmişti ama Büyükhanım
onlara da memur tabakasının ve çiçek saksılarının doldurulduğunu gördü öfkeyle.
Birkaç görevliye lâf anlatmak, hesap sormak istedi fakat mümkünü yoktu. Böyle
olmayacaktı, onlar bu yolda telef olurken gemisini yürüten kaptanlar yolun
yarısını almışlardı bile. Enine boyuna düşünecek, doluya boşa koyup kaldıracak
vakit kalmamıştı. "Yıldırım" dedi
Büyükhanım, "Biz kendi paramızla bir kayık tutalım." "Hee hanımım" dedi
Yıldırım, "Atla arabayı da bırakır fiyattan düşeriz." Büyükhanım, Yıldırım'ın yanında
kayıkçılardan birine yanaştığında insan denen varlığın en arsız, en hayâsız, en
kutsalsız yanıyla karşılaştı. Adamın istediği fiyat dudak uçuklatacak cinstendi
çünkü ve akbabalar beyin kırıntılarını daha kurban ölmeden didiklemeye
başlamışlardı. Kayıkçı "Hanım nine, ne yapalım savaş bu, biniyorsan bin
yoksa sırada bekleyen çok müşteri var" derken Büyükhanım'ın içinden şu
yerdeki taşı onun kafasına indirmek geçtiyse de şeytana uymadı. Üç beş kuruş nakit parasını yanında
tutmak isteyen Büyükhanım, ödemeyi mücevher vererek yapacağını, atı ve arabayı
da hesaptan düşmesini söyleyince adam razı oldu ama önce zümrüt küpeyi görmek
istedi. "Al aşağı vur yukarı" sonunda anlaştılar. Ne zaman ve nerede
biteceği belli olmayan bir yolculukta ayağı karadan kesmenin karşılığı buydu
demek ki. İstanbul'a kadar birinci mevki vapurla yüz kez gidip yüz kez dönmeye
yetebilecek bir bedel ödemişlerdi. Arabanın kasasındaki yorgan, döşek,
kap kaçak, patates vesaireyi yüklemeye kalkıştıklarında kayıkçı, "O
kadarı fazla hanım nine!" dedi sigarasını tüttürürken, "Deniz dalgalı. Devrilir gideriz
hafazanallah." Üç beş parça eşya alabildiler
yanlarına. Bundan sonra bu kahır çıkmazında bir kuru canları, herkes ne kadarsa
onlar da o kadarlardı. Ve önlerinde şöhreti şimdiden tekinsizliğe
bulaşmış Harşit çayı vardı. Harşit ağzındaki girdaplardan korkan
kayıkçı onları karşı yakaya bırakmayı reddetmişti. Çaresiz, dalgalarla boğuşa
boğuşa bu yakada indiler kayıktan ve bütün muhacirler gibi Harşit kıyısına
gelip dayandılar. Kıyamet işte o zaman koptu. Kendi bölgesindeki ırmakların bu
en azgını; cılız hacmine, küçük cüssesine rağmen kendinden beklenmeyecek bir
öfkenin, umulmayacak bir taşkının sahibi olanı önlerine dikilmişti ve aşılması,
karşı kıyısına geçilmesi gerekti. Bu, Osmanlı coğrafyasındaki en uzun, en
geniş, en derin ırmak değilse de en hızlı, en haşin, en kuvvetli, en deli akan,
en yol vermez olanlardan biriydi. Irmak bile değildi, adı çaydı bu yüzden ama
büyük ve azgın ırmakların bütün tehlikelerine sahipti. Şöhreti kendisini
yakından tanıyan, yolu kıyısına düşenlerce malûmdu ancak. Büyükhanım çarşafının
eteklerini sıkarken Harşit'e baktı. Normal zamanlarda bile onca cana kıyan çay
Nisanla coşmuş, kabarmış; kış başında uysalca akan suyu şimdi yüz kat fazlasına
ulaşmıştı. Dere iken ırmak olmuş, kabadayılığa kalkışmıştı. Harşit, öfkesi
ağzında, yakacak can arıyordu. Böyle bir öfke, nasıl aşılacaktı? Onu geçebilenler şanslı
sayılabilirdi, çünkü Rus ordusunun burada çakılıp kalacağına dair söylentiler
vardı. Fakat öyle bir dikilmişti ki karşılarına Harşit, hiç kimsesini ona
kaptırmadan karşıya geçmeyi başarabilenlerin bile akıllarının bir kısmı o azgın
suda kalıyor, muhacirlerin beli en fazla da bu ırmağın iki yakası arasında
bükülüyordu. Yüzlerce kişilik muhacir kafileleri
şimdi birbirine eklenmiş, kıyıya birikmiş, ırmak boyunca yayılmış, ipliğe
dizilmiş inciler ya da bağı kopmuş tespihler gibiydi. İnsan, yaratıldığı günden
beri önüne dikilen suya her defasında nasıl baktıysa öyle cinnetle bakıyorlardı
suya. Herkes arkadan gelen Rus ordusunun ayak seslerine kulak kabartmış, bir an önce karşıya geçmenin, canını kurtarmanın derdine
düşmüştü. Ama nasıl? işte bunun cevabı yoktu. Kimi cesur olanlar bu suda
yüzmeyi göze alıyor, bunların bir kısmı karşıya varabiliyordu; bir kısmı ise
kıyıda bekleşenlerin gözleri önünde akıntıya kapılıp gidiyordu. Geride kalanlar
biraz evvel ölümü gören gözleriyle, çaresiz, aynı suya dalıyordu. Çünkü
Harşit'in üzerinde o vakitler bir köprü yoklu, halk, "kelek" adı
verilen bir tür kayıkla tutardı karşı kıyıyı. Lâkin üç beş kelek bu dalga dalga
gelen muhacir kafilesinin hangi birine yetecekti? Yetse bile yüksek dağlardan
döküle döküle, köpüre köpüre, çığırından çıkmış gelen, bir an evvel denize
kavuşmak için gözü dönen bu uğultulu ilkbahar suyu içine aldığını savurup
püskürtmeyecek, anaforlar kurup döne döne uçurumlarına çekmeyecek miydi? Büyükhanım bir "Lahavle"
çekti. Beklemek şimdilik en iyisi gibi görünüyordu. Rus ordusunun ne zaman
geleceği belli değildi ve bu kalabalıkta karşıya geçmeleri için bir mucize gerekti.
Bir kayanın sırtını mekân tuttu kendilerine. Küçük kafilesini etrafına topladı. "Oturun" dedi. "Biraz
dinlenelim. Bakalım diğer insanlar ne yapıyor, biz de onu yaparız." Yıldırım, "Ben etrafı kolaçan
edeyim" dedi. "Bakayım, ırmağın sığ bir yanı vardır belki." Kayanın önüne adeta yığıldılar.
Keleklerin başındaki izdiham anlatılır gibi değildi. Her kafadan bir ses
çıkıyordu, insaniyetin de nezaketin de esamisi kalmamıştı burada. Herkes kendi
canından yanıyor kendi ölümünden kaçıyordu. Üstelik savaş Görele'deki o en
rezil, en hayâsız yanını buraya göndermekte de gecikmemişti. Keleklerin başını tutan üç beş
çapulcu kişi başı için fiyat açıkladı, bu da neredeyse İstanbul-Trabzon
vapurunun birinci mevki ücretinin on katı kadardı. Sırasız, nizamsız, mahşerî
bir hücuma mukabil ahlâksız ve kabadayı bir pazarlık başladı. Parasını verenler
keleklere doldukça kayıkçı elindeki uzun sopayla kıyıyı itiyor, biraz
açılıyordu. Fakat kıyıdan üç beş kişi daha kendisini keleğe atınca azgın su
haddinden fazla dolmuş bu ölüm salını daha kıyıda ters çeviriyor, içindekileri
döküyor, kusuyordu. Sırılsıklam erkekler, sair zamanda saçının ucunu
göstermeyen ama şimdi etekleri tersine dönmüş, göğüs bağır açılmış bîçare
kadınlar, avaz avaz çocuklar gayya kuyusundaymışçasına kaynaşıyorlardı. Sonra? O girdaptan kurtulup da kıyıya çıkabilenler
sıraları da paraları da yanmış, öylece kalakalıyorlardı. Yeni bir sefer
başlıyordu. Bu kez ırmağın tam ortasında alabora oluyordu kelek ve içindekiler,
kıyıda devrilenler kadar şanslı olmuyordu. Çoğu kez hiç kimse kurtulamıyor,
azgın su Karadeniz'in en mahir yüzücüleri olan Trabzonlu erkekleri bile alıp
götürüyordu. Kelek, üzerinde paraları cebe indirmiş sahibiyle kıyıya dönüyordu.
Sanki biraz evvel ırmağın ortasında içindekileri azgın suya veren bu değilmiş
gibi, sanki bir cennet yolculuğunu müjdelermiş gibi aynı keleğin kanlı sırtına
binmek için canhıraş bir yarış daha başlıyordu. Ve bu böyle sürüp gidiyordu. Sırtını yasladığı yerden
Büyükhanım'ın gözleri bütün bu olup bitenleri, bu yüzme bilmeyip de azgın suya
koşanları, keleğe binip de akıntılı suda bir başına kalanları, yavrusu
kollarının arasından kayıp suya karışanları, suda bir batıp bir çıkıp sonra
tümüyle yok olanları, bir zaman sonra şişmiş, morarmış bir ceset olarak yüze
çıkanları, ya da bambaşka bir yerden kıyıya vuranları, ya da hiç
bulunamayanları, bu çığlıkları, bu uğultuları bir bir gördü. Ananın
evlâdını unuttuğu mahşer herhalde böyle bir yerdi. Birazdan Yıldırım geldi.
"Hanımım" dedi, "Az aşağıda sığca bir yer var. Sular biraz durulsa
geçilir gibi. Ama biraz beklemek lâzım. " "Oraya gidelim" dedi
Büyükhanım. "Orada bekleyelim." Sular durulmadı. Geceyi o mahşer
uğultusunda buz gibi havada geçireceklerdi. Büyük bir ateşin başında uykuya
dalmaya çalışırlarken kalın, yanık bir erkek sesi duyuldu. K a r a m r ı n i b u l m a d ı n ç e k t i n a s k e r i e r i M i l l e t i n i s o r m a d ı n U r u s 1 u n k u m a n d a n i Y r t u t u t a y. 1 y r t u E y 9 ı d 1 S u l t a n R e Ş a d H a Okuması yazması olmayan, mektep
medrese yüzü görmemiş bu adam benzeri olmayan bir sezgiyle güvendiği dağlara
yağan kara sitem ediyordu. Büyükhanım başını salladı yemenisinin ucuyla
gözlerini silerken. Bütün sıkıntı zamanlarında daima tutunduğu müjde yine dilinin
ucuna geldi: "Ey sıkıntı şiddetlen, nasılsa
geçeceksin." Bir sıkıntının geçeceğine duyulan
güven, ona dayanmanın tek çaresiydi. Şüphe geçmezdi içinden Büyükhanım'ın,
hâşâ! Ama? Geçecek miydi? Ve. Ya geçmeseydi. Sevkiyat sabaha kadar aralıksız
sürdü. Güneş epeyce yükselmişti ki Büyükhanım Görele'de pişirdiği hamurdan geri
kalanı heybesinden çıkardığı sırada önlerinden, bir ineği çeken zayıf bir kadın
ile parmak kadar oğlunun geçtiğini gördü. Remziye değil miydi bu? Hani
Görele'den önceki konak yerinde yakın düşmüş, iki lâf etmiş, dertleşmişlerdi. Kocası Trablus'tan dönmeyen dul bir
kadındı Remziye, oğlu Hasan'dan başka kimi kimsesi yoklu. Masal'ın başını
okşamıştı şefkatle, "Bu sizin mi?" diye sorarken. Sonra "Tek
varlığımız bu" demişti ineğini göstererek. "O da olmazsa sağ
çıkamayız bu muhacirlikten herhalde." "Adı ne bunun?" diye
sormuştu Zehra. "Yaşmaklı" demişti dul
kadın. Büyükhanım, kemikleri sayılan
zavallı ineğe bakmıştı. Boynunda kim bilir hangi yayla günlerinden kalma bir
dizi mavi boncuk, boynuzları arasında püsküller; Yaşmaklı bu yangın yerine bir
şenlikten arda kalanlarla düşüvermişti. Remziye uzun uzun ineğini anlatmış,
daha bu yaz Yaşmaklı'yı deniz kıyısına indirdiği Aladurbiye gününü hasretle
anmıştı. Aladurbiye'de yüksek köylerden ineğini, öküzünü alıp deniz kenarına
inen köylü kadınlarla, genç kızlarla dolu bir bayram yerine dönerdi kumsallar.
Boyunları dizi dizi boncuklarla, komar ve zifin çiçeklerinden kolyelerle, hele
de kocaman nazarlıklarla süslenmiş olan hayvanların kulaklarının arası, güzel
ve geniş alınları da aynalarla, ziller ve çıngıraklarla donanmış, kuyruklarına
bile püsküller, fiyonklar asılmış olurdu. Bu kadar süsten ağırlaşmış mutlu
hayvancıkların her birini bir kadın ya da genç kız şefkatli ve tatlı sözlerle
boynundan, gözkapaklarından, alnından, sırtından, sağrısından okşayarak denize
doğru sürer; o boğucu, yapış yapış Temmuz sıcağında hayvancık da gönüllü olarak
bu sevk edilişe itaat ederdi. Önce ayakları bilekleri ıslanır, su dizlerine
kadar çıkar, sonra karnı, sırtı suya gömülür, sonunda sadece başı dışarıda
kalır, kulaklarını ve burnunu havaya dikerek öylece serinlerdi. Yıl boyunca
artık ineğinin hastalanmayacağına, sütünün bol olacağına inanan kadınsa onu
okşamaya devam ederken gözlerini sıvazlar, bir yandan da türküler söyleyerek
yakındaki arkadaşlarına mani atardı. Bunları anlatmıştı Remziye uzun uzun ve
hasretle. Selâm veren Büyükhanım,
"Nasılsın?" diye soracakken vazgeçti. Bu kaderdaşlıkta kimsenin hali
diğerinden farklı olamazdı. Yine de "Gel eğlen biraz" diye seslenmeden
edemedi. Suya doğru yürüyen Remziye ise ırmağın geçit verir gibi görünen yanını
gözüne kestirmişti, buradan geçilebilirdi. Hiçbir şeyi beklemeye tahammülü
yoktu sabırsız kadının. O tezcanlılıkla, "Oğlancığım seninle dursun"
dedi Büyükhanım'a, "Ben Yaşmaklı'yı geçirir gelip onu alırım. Siz de
benimle birlikte geçersiniz. Geçeriz." Hasan'a döndü, "Bekle
annem" dedi. "Sakın ha, bir yere kıpırdama. Bunların yanından
ayrılma." Remziye suda ilerlerken
Büyükhanım'ın yüreği yerinden oynayacaktı. Hele şükür ki bu hazin ikilinin kimi
taştan taşa atlaya atlaya, kimi boğazlarına kadar suya bata çıka, güç belâ
karşı kıyıya varabildiğini gördüler. Rahat bir nefes alacaktı Büyükhanım ama
alamadı. Çünkü Remziye geri dönerken karşı kıyıda üç beş kişinin; sivri bir kayaya
bağlanmış, dilsiz ağızsız Yaşmaklı'yı çözüp çekeleyerek uzaklaştıklarını
görmüştü. Onlar da muhacirlerdi. Bu can pazarında herkes kendi canının
derdinde, bencilleşmiş, arsızlaşmıştı. Büyükhanım yerinden kalkacak, bağırıp
çağıracak, elini kolunu sallayacaktı, lâkin en babayiğit tellâl gelse suyun
uğultusundan sesini işittiremezdi. Ama beterin de beteri var, bunu da gördü
Büyükhanım'ın gözleri. Irmağın suyu, hangi gazaplı kapının ağzı uğuldayarak
açılmıştı ki köpüklenerek aniden dalgalanıp, dağlar kadar yükseldiğinde Remziye
suya kapıldı. Sürüklenen zayıf beden önce birkaç kez batıp çıktı, görünüp
kayboldu, sonra tamamen yok oldu. Gözlerinden yaşlar akarken,
dizlerini döverek haykırırken bile Büyükhanım, oğlancığın başını kirli
çarşafının üzerine bastırmayı akıl edebildi. Ne Remziye'nin ne başkalarının
suların burgacında yitip gitmesi kimsenin dikkatini çekmişti. Ölmek bile
Trabzon'dan çıkalı sıradanlaşmıştı. Büyükhanım gidenden çok kalana bakmanın
gerekli olduğunu çok geçmeden hissetti, dizlerini dövmeyi bıraktı, haykırmayı
kesti. Oğlancığı tuttu elinden, biraz su içirdi. Bir şey söylemiş olmak,
konuşturmak için, bildiği halde sordu: "Ah oğul, adın ne senin? Başka
kimsen yok mu?" Sefaletin sarı yüzünden hiçbir cevap
gelmedi, ilk zamanlar bunu, geçici bir dil tutulması zannettiler fakat ne kadar yokladılarsa da Hasan'da hep aynı sükût. Zamanla
açılırdı nasılsa. Ama ne o saat ne de daha sonra Hasan'ın ağzından tek kelime
çıktı. Büyükhanım o anda bu oğlancığın da kafilesine katıldığını anladı. Ya
Rabbi! Bunca can kendisine bakıyordu. Yerinden kalktı, ırmağın kıyısına
yaklaştı. En zor, en acılı, en dehşetli zamanlarda, en dar vakitlerde bile
namazını terk etmemişti Büyükhanım. Trabzon'dan çıktıklarından bu yana dağ,
tepe, çamur, kar, yağmur demeden sırtı rükûya, başı secdeye varmıştı.
Dizlerindeki nasır izlerini hatırladı, kendisinden bunu hiç ummazdı ama Rabbine
o nasır izlerini hatırlattı, içinde büyük, derin bir acılıkla, karanlık suya
baktı. "Rabbim" dedi. "Ben
Musa değilim ama şu peşimize düşenler var ya, onlar firavun. Şu Harşit'i
Kızıldeniz edip önümüzde ikiye ayırsana." Irmak eskisinden de azgın, kudurup
duruyordu. Büyükhanım artık göze alamazdı, bu
yolsuz yordamsız ırmağın sığ bir yerine güvenmek mümkün değildi. Ha şimdi ne
olacaktı? Zehra. Anuş. Yıldırım. Bir de Hasancık. Bir de Masal. Geri çevirdi
kavmini Büyükhanım. Keleklerin yanma geldi. Ölenler ölmüş, geçenler karşıya
geçmiş, düne göre biraz daha tenhalaşmıştı kıyı. Ne olacaksa şimdi olmalıydı. Yıldırım'ı bile beklemeden,
"Kaç kişi alır bu kelek?" dedi adama. "Yani normal zamanlarda
olduğu gibi, emniyetli olarak karşıya geçmek için? Başka kimseyi almadan,
sadece bizi geçirmek için ne kadar istersin?" Suratından meymenet okunmayan adam,
çarşafından, halinden tavrından şehirli olduğunu anladığı Büyükhanım'ın
varlıklı biri olduğunu tahmin ederek fiyatı hayli yüksek tuttu. Canlar
satılırken pazarlığın hükmü kalmadığını artık öğrenmiş olan Büyükhanım yüzgörümlüğü
zümrüt küpesinin diğer tekini onun eline tutuştururken adam,
"Hanım!" diye itiraz edecek oldu. "Bunu kime satayım ben? Nakit
paran yok mu?" Büyükhanım "Al" dedi.
"Uzun etme. Bu günler geçer elbet. Bu, senin söylediğinden çok daha
fazlası eder. Oyalanma. Haydi." Karşıya geçerlerken arkada kalan
kıyıya uzun uzun baktı Büyükhanım. Bakışlarını suya çevirdi. Nehrin bir
kabahati olduğuna inansa, "Yansın Harşit, yansın Harşit, yansın
Harşit!" diye üç kez haykıracaktı. Ama Harşit ne yapsındı? Harşit'i geçebilenleri zorlu bir
yürüyüş bekliyordu yine. Olan para tükenmiş, yükler, azıklar erimişti çoktan.
Derken bütün muhacirleri kırıp geçirmeye tifüs ve sıtma da yetişti. Kimi iki üç
yorgan altında bile titrerken kimi kan ter içinde kaldı, biri kalkabildiyse onun
yerine üçü beşi birden toprağa serildi. Rus ordusu yoktu artık arkalarında ama
onun yerini eşkıya takımı almıştı. Gidecek bir yeri olanlar oraya varmak için
gayret ediyor, olmayanlar ise ne yapacağını bilmiyordu. Kimsenin aklı başında
değildi ve şimdi yaşamak, sadece ölmemeye çalışmaktan ibaret bir şeydi. Oysa
yaşamaya çalışmak en büyük yorgunluktu. Ölümü beklemek bile yorgunluktu. Ordu'yu geçmiş, ağır ağır
yürüyorlardı ki Yıldırım'ın yanlarında olmadığını fark ettiler, arkada
kalıyordu nicedir. Büyükhanım önce söylendi sonra durdu, beklemeye başladı.
Neden sonra göründü Yıldırım ama her an düşecek gibi, sendeleyerek yürüyordu.
Büyükhanım'ın durmuş kendisini beklediğini görünce adımlarını sıklaştırmaya
çalıştı, birkaç adım attı. Dahası? Kalmamıştı. Olduğu yere yığıldı. "Biraz daha Yıldırım. Ne
olursun iki gözüm, Allah aşkına. Burada yığılıp kalma." Yıldırım duymuyordu. O zaman
Büyükhanım düşünmedi bile. Arkasındaki dengi devirdi, "Sırtlan kızım"
dedi Zehra'ya, Hasan'ı da öbür eline verdi. Yere diz çöktü. Ateşler içinde
yanan, sıtma nöbetleriyle sarsılan Yıldırım'ın kolunu kendi omuzundan aşırdı,
"Hadi" dedi "Kalk." Yıldırım'ı yarı yüklendi, doğruldu; bir
iki sendelediyse de bu yüke de alıştı. Zavallı adam zaten ufak tefekti,
şimdiyse bir çocuk kadar kalmıştı. Yıldırım sayıklamalarla geçirdiği
gecenin sabaha karşısında Büyükhanım'ın üzerine eğildiğini, yemenisinin ucuyla
terini sildiğini, ağzına acı mı acı ezilmiş bir kinin tableti akıttığını hayal
meyal fark etti. Tam olarak kendinde değildi fakat hayal hakikat arasında bile
durumun fevkalâdeliğini hissedebildi. Evin, yüzüne bile dikkatle bakılmaması
gereken muhterem hanımefendisi yemenisiyle terini mi silmişti? Ağzına ilâç mı
akıtmıştı? "Dayan Yıldırım, sen olmasan biz ne yaparız" mı demişti?
Yerinden doğrulmak, Büyükhanım'ın ellerine sarılmak istedi. Yapamadı. Karanlık
bir uçuruma doğru devrilirken gözünün ucundan bir damla yaş süzüldü.
"Annem" diyebildi. Kendisini buraya kadar kimin taşıdığını sormak ise iki
gün sonra yürüyecek hale geldiğinde, arkadan gelen kafilelerden birine
katıldıklarında bile aklına gelmedi. Büyükhanım kim bilir kaçıncı kez
batıya doğru ağır ağır yürüyen küçük kafilesine baktı. Kendisini bırakmaya,
mücadeleden vazgeçmeye hakkı bile olmadığını anladı. Çaresizdi oysa. Herkes
gibi o da ne yapacağını bilmiyordu ve yine herkes gibi o da iki günden bu yana
ağzına tek lokma koymamıştı. Yine de adım atmaktan vazgeçmedi. İyi
biliyordu ki o sendelerse bu kafilenin tamamı düşerdi. Yıldırım hastalığın pençesinden
henüz tam kurtulamamış, hamile kadınlar gibi başını bir yere yasladığında
hemencecik uyuyordu. Aksayarak yürüyen Zehra'nın sağ elinde, çekelediği Anuş
vardı. Küçük kız, bir çemberle sımsıkı bağlanmış başını ara sıra kaldırıp
Zehra'nın yüzüne bakıyordu. Yol bile olmayan yollarına baktı önce Büyükhanım;
sonra bu minicik ayaklara. Anuş tıpış tıpış batan güneşe doğru yürüyordu ve
arkasında kendisinden büyük gölgesini taşıyordu. Zavallı Anuş! Yürümek
kaderinden onu kurtardıklarını sanmışlardı. Ama kader! Al baştan, ayniyle
yazılmıştı. Siranuş'u düşündü Büyükhanım. Acaba
o da gördükleri, yaşadıkları karşısında cinnet getiren kadınlar kafilesine
karışmış mıydı çoktan? Yoksa akla hayale sığmayacak uzunlukta bir yolu,
altından kalkılamayacak ağırlıkta bir yükü sırtlanmış olduğu halde hâlâ
adımlamaya mı çalışıyordu? Biri muhacir veznindendi yolculuklarının diğeri
tehcir, ikisinin de kökünde acı vardı ve cümleleri, dağların sırtında ters
istikamette ilerleyen birer çizgiydi. Büyükhanım adım attıkça Siranuş'un attığı
her adım da geldi, yoluna eklendi. Onun kanadığı yerden kanadı, onun acıdığı
yerden acıdı. Yükü birken iki oldu. Katlanılır gibi değildi. Bir zamanlar yeni
sulanmış bir bahçenin kıyısında, sardunya kokuları arasında kahve içerek
yârenlik ettikleri gerçek miydi? Masal'ın geldiği günü hatırladı. O gün demek
ne kadar mutlulardı. Bıraktı düşünmeyi. Kara kâbusun ortasında "bir
zamanlar"ı düşünmemek evlâydı. Yine de etrafına baktı, Masal görünürlerde
yoktu. Trabzon'dan çıkalı ne kadar zaman
olmuştu? Harşit'ten bu yana kaç gün geçmişti? Günü, ayı karıştırmışlardı artık.
Ama bir sabah baharın bütün güzelliğiyle geldiğini fark ettiler. Demek
muhacirlerin yolu bundan böyle çiçekli vadilerden, mis kokulu çayırlardan
geçecek, çabuk uçan toygarlar, sarı bir sandala benzeyen dirvanalar onlara
eşlik edecekti. Lâkin bahar bile sıkıntısını esirgemedi. Ordu'yu henüz
geçmişlerdi ki ağır bir yağmurun geriye bıraktığı çamurla karşılaştılar, tam üç
gün boyunca bu ağır, yapışkan çamurun içinde adım atmaya çalıştılar. O zaman
Büyükhanım anladı ki gayya ancak böyle bir şey olabilir ve ancak böyle sıvaşık
bir çamur, içine aldığını geri vermeyebilir. Çamurda yürümek öyle zahmetliydi ki
bir saat, iki saat ya da bir gün önce aynı yerden geçenler ağırlıklarını atmış
ya da ne düşürdüklerini fark etmeden, duyarsızlaşmış bedenleri, iyice körelmiş
zihinleriyle yola devam etmiştiler. Bakır kazanlar, kalaysız tencereler,
yorganlar, döşekler, adım atmayı, düştüğü yerden kalkmayı artık reddeden
iskelete dönmüş öküzler, inekler. İnsanın her şeyini düşürdüğü bu
çamur deryası boyunca anneler uzunca bir süre direniyor, hiç olmazsa
çocuklarını yaşatmak arzusunu koruyordular. Ama öyle bir zaman geliyordu ki
zihinler bulanıyor, düşünce kararıyor ve öylece devriliyordular. Cinnetin
kollarında çocuğunu kaybeden anneler böyle böyle çiziliyordu muhacirliğin
resmine ya da çocuklarını saymaya kalkıştıklarında üç'ten sonra gelen sayıyı
hatırlamıyordular meselâ. Hatırlasalar bile dördüncüyü yerinde bulamıyordular.
Tekilliğinden koparak çoğulluğa eklendiğinde kıymetini yitiren çocuklar ise
hâlâ saftılar. Kendilerine ne olduğunu anlamadan, ölümün ne olduğunu bilmeden
ölüyordular. Ya da işte şu bebek gibi, çözülmüş kolların arasından kimsecikler
fark etmeden düşüveriyordular. Önce Büyükhanım fark etti onu, sırtındaki dengi
yere bırakarak "Oyy!" diye dövdü dizlerini, sonra eğildi, yamalı
bohçayı kucağına aldı. Bebek ağlamaktan katılma raddesindeydi ve elleri de yüzü gibi mosmor
kesilmişti. Büyükhanım bebeği çarşafına sardı. Kuruca bir yere oturdu, ağzına
şerbet damlatmaya çalıştı. Bebek önce büyük bir açlıkla içti şerbeti sonra
içtiğini bütünüyle kustu. Hali ümitsizdi. Ancak birkaç saat yaşayabildi. Büyükhanım'ın gönlü, birkaç saat
için de olsa benimsediği bu yavrunun bedeninin sırtlanlara yem olmasına razı
gelmemişti. Çamurlaşmış toprağı Yıldırım eşti. Üstünü örttüler. Başına bir taş
dikildi. Zehra gözyaşlarını tutmadı ama Büyükhanım nicedir taşlaşmıştı. Onlar bebekle uğraşırken kafile
çoktan gözden kaybolmuştu bile. Oysa bir an önce kafileye varmaları gerektiğini
çok iyi biliyordu Büyükhanım. Kalabalıkta kimsenin kimseye faydası yoktu,
doğru, ama tenhada tehlike daha bir başkalaşıyordu. Ve ki bu bölgenin
eşkıyalarına dair tevatür kafile arasında yayılmıştı çoktan. Telâş sardı
Büyükhanım'ı. Onun damarlarında bumbuz bir korku gezinirken Yıldırım bile
"Hanımım, buralardan bir an önce çıkmak lâzım" diyordu. "Çabuk olalım" dedi
Büyükhanım. "Ayağımızı çabuk tutarsak kafileye yetişiriz. Akşam bastıracak
birazdan. Durmayın haydi. Sen Hasan'ı sırtlan Yıldırım." Kendisi de Anuş'u sırtına aldı,
dengi Zehra'ya yükledi. Fakat çok geç kalmışlardı, biraz
gitmişlerdi ki akşam bastırdı. Bir kıstağı geçtiklerinde önlerine aniden çıkan
manzara Büyükhanım'ın böğrüne bir yumru gibi indi. Yanık bir köyün eteğinde bir
ceset yığınının içine düşmüşlerdi ve koku dayanılır gibi değildi. Ama daha
korkuncu az ilerideydi; bir meşale artığı gibi henüz yanmakta olan köy
tarafındaki cesetlerin arasında dolaşan tüfekli adamlar. Büyükhanım Anuş'la birlikte olduğu
yere sindi, Zehra'ya da, sırtında Hasan'ı taşıyan Yıldırım'a da
"Sinin" diye fısıldadı. Bu ölü yığını eğer onları saklarsa
saklayacaktı. Gözünü uydurdu, kalbi ağzından çıkacak zannederek uğursuz
adamlara bakmaya başladı. Göğüslerinde çapraz fişeklikleri,
sırtlarında eğri tüfekleri, uzun çizmeleri, kara sakalları ile eşkıyalardı
bunlar. Simsiyah giysiler içindelerdi. Akbabalar gibi eğilip kalktıklarına,
cesetlerin heybesini, cebini, kolunu, boynunu, dişini, belini, kemerini
yokladıklarına bakılırsa daha evvel yakılmış bir köyün üstüne gelmişlerdi.
Kimdi bunlar? Rum mu? Türk mü? Ermeni mi? Yo, iyilik gibi kötülüğün de dili,
dini, ırkı, milleti, milliyeti yoklu. Daima siyahlar giyen tekinsiz adamlardı
bunlar, hepsinin kılık kıyafeti birbirine benzerdi ve coğrafya nasıl dayatırsa
öyle giyinirlerdi. Giyimleri aynı ateştendi, kuşamları aynı illetten. Onlar
sadece eşkıya milletindendi. O sırada Büyükhanım bu tekinsiz
adamlarla aynı anda bir inilti işitti ve o akşam orada, bir meşale gibi yanan
köyün aydınlığında gördüğü şeyi kıyamete değin unutmak istedi. Bugüne kadar
gördüğü şeyler o kadar korkunçtu ki Büyükhanım, bu gözler daha korkuncunu
göremez zannetmişti oysa korku gelip bir hadde dayanıyordu ama korkunçluğun
sonu gelmiyordu. Eşkıyalardan biri cesetlerin arasında nasılsa sağ kalmış bir
kadını fark etmişti, teni henüz sıcak fakat canı yarı bir kadın. Kırık ağız,
arkadaşlarına seslenirken onun ne söylediğini, hangi dilde söylediğini duyamadı
Büyükhanım, duymak da istemedi. Gözlerini yumdu sadece, görürse
unutamazdı. Ama bu sesler var ya, işte onlar beyninin her zerresine paslı bir
kör bıçakla kazındı, bundan böyle unutamazdı. Kendisini tutmasa haykıracaktı.
Sustu. Boğazındaki yumruk, midesindeki bulantı, böğründeki sancı. Hepsi birbirine karıştı.
Başını, önündeki cesedin soğuk bedeni üzerine bıraktı. İmanı kuvvetliydi Büyükhanım'ın.
Fakat daha çocukluk zamanında en fazla cennetin olmamasından korkar, "Ya
cennet yoksa" diye içinden geçirmeden edemezdi. Bu kez, sarıldığı cesedin
bumbuzluğunda üşürken, "Rabbim" dedi, "Beni bağışla. Dilimin söylediğinden beni hariç tut." Yutkundu
boğazındaki yumruyu itmeye çalışarak, "istersen de tutma. Ama bundan sonra
cennetinin yokluğu değil, beni cehenneminin yokluğu korkutur." Tecelliden yana Cemil'di
Büyükhanım'ın nasibi, Cemal'i sever gayrini görmezden gelirdi. İlk kez Kahhar
ism-i şerifine sığındı. Dudaklarının arasından o güne değin Kur'ân'ı yüzünden
okurken bile kalbini titreten, hiç kimselere etmediği o beddua döküldü. "Ülâike aleyhim lâ'netullâhi
vel-melâiketi ve'n-nâsi ecmaîn." Sadece insanların laneti yetmezdi.
"Allah'ın ve meleklerinin de hepsinin laneti üzerlerine olsun"du. Dirilerin şerrinden korunmak için
ölülere sarılarak sabahı ettiklerinde eşkıyalar çekilmişti çoktan. Büyükhanım
yerinden kalktı. Uçuruma doğru yürüdü yalpalayarak, boşluğa uzun uzun baktı.
Sanki şu uçuruma o değil de bir başkası bakıyordu. İranlı Hafize Hanım'ı hatırladı birden,
dudaklarından bir cümle döküldü: "Şimdi bütün bunların gölge
olduğuna, beni inandırsana." Az sonra kısık bir havlama duyuldu,
art arda. Büyükhanım bu sesi tanıdı. Toprağın üzerine diz çöktü. Yanma koşan
Masal'ın boynuna sardı kollarını, başını hayvancığın bir deri bir kemik kalmış göğsüne yasladı, hıçkıra hıçkıra
ağlamaya başladı. Yanma yaklaşan Yıldırım
"Hanımım, gidelim mi?" demese kıyamete değin o halde kalacaktı. O geceden sonra Zehra'ya -zaten
suskundu- iyice bir suskunluk musallat oldu. Aksayarak biteviye adım atıyordu
ama kuytuya kaçmış gözlerindeki karanlık bakışlar bir noktaya saplanmış, önünü
görmez gibi gidiyordu. Büyükhanım asıl kıyametin bu sessizlikte koptuğunu
kestirebilecek kadar tanıyordu torununu. Keşke biraz konuşsa, biraz şikâyet etse,
biraz ağlasaydı. Bir sitem çıksaydı ağzından ama ne olur böyle taş kesilip
içine kapanmasaydı, gözlerinin karanlık kuyusuna böyle kayıp kayıp dili
tutulmasaydı. Konak yerinde tepeden tırnağa çiçek
açmış bir erik ağacının altına oturduklarında elini torununun alnına koydu
Büyükhanım. Vah ki vah! Zehra ateşler içinde yanıyordu. Yüzü ölüm sarısına
yakın yeşil bir renk almış, yaprak gibi titriyordu ve her an dalından düşecek
gibi duruyordu. Heybesinin dibindeki kinin tabletlerini çıkardı Büyükhanım. Ne
kadar acı olduğunu bilmez değildi ama Yıldırım'ın yardımıyla bu acı suyu bir
kaşığın ucundan Zehra'nın ağzına zorla akıttı. Tülbendinin ucunu ıslattı
hafifçe, karbonata batırdı. Kızcağızın dişiyle dudağının arasındaki lifleri
temizledi, terini sildi. "Hasbinallah veni'mel
vekil" diye mırıldandı bütün gece Zehra'nın başucunda beklerken.
"Allah'ım" dedi "Sen Rabbi'n-Rahim'sin, yüzümüze bak." Saatler sonra Zehra biraz kendine
geldi ama yüzü hâlâ bir ölünün yüzü kadar yeşildi. Yeniden uykuya daldı, çok geçmeden ter içinde uyandı, yeniden daldı. "Ah evlâtçığım" diye
mırıldandı Büyükhanım. Zehra, gözünün önünde örselenmiş, sönüvermişti. Bir daha
geri gelmeyecek ne kadar çok şeyi bırakmışlardı bu yollarda. Şimdi şu
gülceğizi, her şeyin bir gün eskisi gibi olacağına nasıl inandıracaktı? Ama yo!
Solmuş sararmış olsa da gençti o, ilk güneşte ilk suda kendini toplar, yeniden
boy verir çiçek açardı. Ama şu titremeler olmasaydı! Can, titreyerek
tutunuyordu kendisini taşıyan bedene, sarsıla sarsıla çıkmak isterken titreye
titreye bedende kalıyordu. Bir daha "Hasbinallah veni'mel vekil" diye
mırıldandı Büyükhanım, her şeyi Allah'a havale etti. Zehra böyle tepeden tırnağa çiçek
açmış bir erik ağacının dibinde başını kirli yastığa bırakmış, sayıklamalar
arasındayken ve bu gurbet çıkmazına dair ümitler sönmeye yüz tutmuşken aradan
iki gün iki gece geçti. Bir ölünün başında bekler gibi beklediler başında.
Büyükhanım bir ara Yıldırım'ın gözlerini sildiğini gördü. Anuş Zehra'ya
sokulmuş, Masal bir köşede kıvrılmıştı. Haşan ise gözlerini Zehra'ya dikmiş,
kirpik indirmeden ona bakıyordu. Sabaha karşı yaslandığı erik
ağacının altında bir ara nasılsa dalmıştı ki Büyükhanım, kendisini attı bu
kısacık uykudan. "Anne" demişti Zehra, boşluğa doğru, "Sen
burada miydin?" Cılız, her an sönecek bir sesle söylemişti bunu ama
yüzünde tertemiz bir gülümseme belirmişti. Büyükhanım yaşmağının ucuyla
gözlerini sildi, "Buradaydım. Hep buradaydım." Haşan ise "Zehra" dedi
boğuk bir sesle, "Sen iyileştin mi?" Zehra "İyileştim" dedi
elini hafifçe Hasan'ın saçlarında gezdirerek "İyileştim." Eli anında
göğsüne düşüverdi. Tırnaklarına baktı. Ne zaman böyle
uzamış böyle yarılmışlardı? Büyükhanım hangisine sevineceğini
bilemedi, Hasan'ın konuşmasına mı, Zehra'nın iyileşmesine mi? Yükselen bahar
güneşini sol yanma alarak seccadesini yaydı, şükür namazına durdu. Onları bir elin hem vurduğunu hem tuttuğunu,
hem düşürdüğünü hem esirgeyip bağışladığını Büyükhanım'dan daha iyi kim
görebilirdi? Seccadesini katladı, "Hadi
bakalım" dedi. "Yolcu yolunda gerek." Küçük kafilesini topladı. Bir gün daha yol gittiler.
Üzerlerinde bunca sefaletin kiri pası, tozu toprağı; onca meşakkatin teri kanı,
irini gözyaşı, ceset kokusu, yangın dumanı, çamuru, biti piresi, tifüsü
kolerası vardı fakat ümit çiçek açmıştı bir kere. Büyükhanım'a öyle geldi ki
sıcak bir su geçse üzerlerinden, bunca yükü sıyırıp atacaklardı sırtlarından,
adım atmaları sanki daha kolay olacaktı. Duaların kabul olduğu bir ana,
göklerin açık kapılarına mı denk gelmişti ki patikanın boynunu devirdiklerinde
Büyükhanım gözlerine inanamadı. Ama sahiydi işte! Yolun alt tarafında,
kayaların arasındaki bir çukurda buharı kıvrıla kıvrıla yükselen kurşunî renkli
suyun kükürt kokusundan ılıcayı tanıdı. Sağma soluna bakındı, cennetin kapıları
açılsa ancak bu kadar sevinirdi. Fazla düşünmedi, Hasan'ın elini bıraktı.
Sırtındaki dengi yere devirirken Yıldırım'a "Sen burada bekle" dedi. Kayaları allayarak indiler buharlı
suyun kıyısına. Zehra ayakta duramamış, bir kayanın üzerine oturmuştu.
Büyükhanım onu usulca kuytuya çekti. "Bak şimdi nasıl şifa
bulacaksın." Zehra'nın başını açtı, saçlarının örgülerini çözmeye başladı.
Arada birkaç tel beyazı ve kan emici musibetleri fark etti. "Zehra, saçlarını kesmemiz
lâzım kızım." Şimdi artık parıltısından,
dalgasından eser kalmamış, keçelenmiş bu kumral saçları çilelere ayırdı, paslı
bir makasla kesti, iyice kısalttı. Zehra ayaklarının ucuna dökülen bu saçları, bu kirli yığını boş gözlerle seyretti, hiçbir
şey görmüyordu sanki. Hayatın yükünü ağır yerinden yüklenmişti. Büyükhanım iç gömleğiyle kalan
Zehra'ya baktı içi kanayarak. "Senin etin temiz" derdi her zaman
torununa, "Yaran hemen iyileşiyor." Oysa o elin temizliği çoktan
iflâs etmiş, Zehra'nın ayağı gibi kolunda, bacağında, sırtında açılan yaralar
da bir türlü kapanmamıştı. Büyükhanım, Zehra'yı gördüğü kadar kendi yüzünü,
kendi bedenini de görebilseydi kendi yaralarının da kapanmadığını fark
edecekti. Elinden tutup, Zehra'yı suya doğru
yürütürken Büyükhanım kıyıdaki killi çamuru tanıdı. Bir tutam aldı,
parmaklarının arasında ezdi. Evet, köpürmeye yatkın duruyordu. Eteklerini
topladı. "Bismillah." Bir avuç kili Zehra'nın başında ovmaya başladı.
Bir, üç, beş. Kalan bir avuç saçın köpürmesi için bile altı yedi kere ovması
gerekti. Yüzünü sıvazladı, gözlerini ovaladı torununun, boynunu, göğsünü,
omuzlarını yıkadı. "Aman sakın gözlerini açma." Su hem çok sıcaktı hem kükürtlüydü. Ama eğrelti
otlarının koyu yeşil yaprakları arasında boy vermiş iri beyaz çiçeklerin
gölgesindeki sıcak su Zehra'ya Hazret-i Eyyub'u yıkayan su gibi şifa vermişti.
Bir kayanın üzerinde dinlenmeye oturduğunda yeniden doğmuş gibiydi. Bu kez Anuş'u, Hasan'ı aceleyle soktu suya Büyükhanım.
Çocuklar daha ilk adımda ayak bileklerine kadar çıkan suyun sıcaklığından öyle
mutlu olmuşlardı ki haftalardır konuşmayan Haşan bile ağzı üstüne gitmeyen
kuşlar gibi cıvıldaşıp durdu. En son, saçının telini aya güneşe göstermeyen
Büyükhanım üzerindekileri çıkardı, taşın üzerine yaydı. Yumdu gözlerini,
kendisini iç gömleğiyle sıcak suya bıraktı. Kayalardan yukarı tırmandıklarında
Yıldırım, birkaç taze yaprakla, birkaç çubuk ağaç kabuğunu Büyükhanım'a
gösteriyordu. "Hanımım, bunlar tazecik ayva
yaprağı, bu da ağacının kabuğu. Az öteden topladım." "Eee?" dedi Büyükhanım. "Demem o ki, biz ayva
yapraklarının çayını çıkarırdık. Yaprağı yoksa kabuğunu atardık sıcak suya. Çay
gibi olmaz elbet ama kokusu güzeldir, insanın içini açar. Boğazını
gevşetir." Büyükhanım yoksulun bilgisinin her
zaman daha geçerli, daha uzun ömürlü olduğunu düşünürken gülümsedi. "Hadi öyleyse, ne duruyorsun o
zaman? Ateş yak, su kaynat da çayımızı içelim. Sonra sen de suya gir. Şifa
olur." Çalı çırpı toplandı, iki taşın
arasında kara ateş yakıldı. Eğrilip bükülmüş, minesi çatlamış, isten kararmış
çinko çaydanlık ateşin üzerine kondu, iki bardakları kalmıştı geriye. Zehra
Anuş'la, Büyükhanım Hasan'la aynı bardaktan yudumlamaya başladı; Yıldırım suya
inmişti. Kırmızıya yakın, berrak, sıcak bir
suydu bu. Gözlerini kapatsa Büyükhanım, çay yerine yudumlasa? Hayır, o günlere
selâm olsundu. Ama Trabzon'dan çıkalı ne yiyip ne içmişlerse bu, hepsinin
üzerine bir kurtarmalık gibi geldi. Bir de, bir parça şekeri içine atıp ağır
ağır karıştırabilseydi. Henüz bu serap ılıcasından
ayrılmamışlardı ki Zehra kalan ayva yapraklarına uzandı. "Nine" dedi, "Bunları
da kaynatsak olur mu? Çok sevdim, iyi geldi. Sanki tamamen iyileştim." Büyükhanım onun parmaklarının
arasındaki ayva yapraklarına bakarken, "Ey hayat!" diye geçirdi içinden.
Gülümsedi. Büyükhanım ve küçük kafilesi sonunda
Samsun'a varabildiler. Trabzon'dan çıkan başı selâmetliklerin üzerinden üç ay
geçmişti. Haziran'ın ortası, kiraz mevsimi bitmek üzereydi. Bir hafta açıkta
sıra bekledikten sonra Muhacirin Komisyonu'nun gösterdiği evin odalarından
birine güç belâ yerleştiler. Görele'den bu yana ilk defa bir damın altında
sırtlarını döşeğe verdiklerinde ağır bir hastalıktan kalkmış gibilerdi ama aynı
odada sekiz kişilik bir aile daha kalıyordu ve bu böyle gitmezdi. Çünkü
Samsun'da da baş gösteren kıtlıkta eski elbiseler, kullanılmış ev eşyaları,
kararmış bakır ibrikler, baltalar, teberler, kandiller, gaz lâmbaları, akla ne
gelirse; hepsi altın değerindeydi. Oysa belediye tellâlları bağırıyordu
biteviye: "Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin. Osmanlı lirasının değeri 108
kuruştan 100 kuruşa düşmüştür bugünden böyle." Yani para da artık pul
değerindeydi. Büyükhanım ikinci günün sabahı inci
gerdanlığını Yıldırım'a verdi. "Yıldırım" dedi "Bunu
sat. Ne kadar olursa. Sonra vapurlarda yer bulmaya çalış. İlk vapurla
İstanbul'a gidelim. Bir de telgraf çekebilirsen, Samsun'a sağ salim geldiğimizi
bildir Hacıbey'e, onun da haberini sor." İkindiye doğru "Hanımım"
diye soluk soluğa geri geldi Yıldırım. "Gerdanlığı sattım, biraz ucuza
gitti ama bir hafta sonraki vapura bilet buldum." "Telgraf?" dedi Büyükhanım
endişeyle. " Telgraf çektin mi? Cevabı geldi mi?" "Geldi geldi" dedi
Yıldırım, yüzünde güller açarken. "Bu vakte kadar da onun cevabını
bekledim. Hacıbey iyiymiş. Merak etmeyin, diyor." Sonra heyecanla son haberini verdi.
"Hanımım, ekmek dağıtıyorlar. Hükümet dağıtıyor. Vesikayla. Kişi başına şu
kadar ekmek." Büyükhanım kendisinin ve Zehra'nın
nüfus kâğıtlarını Yıldırım'ın eline tutuşturdu. "Yıldırım" dedi,
"Koş ekmek al. Bulabilirsen katık bir şeyler de al." Emektar, fırının önüne geldiğinde
her kesimden her cinsten her isimden insan kalabalığıyla karşılaştı. Fırına,
önündeki listeden isimleri tek tek okurken zadegândan olanlar eski
hizmetkârlarıyla bir hizaya girmişti çoktan. Üç somun ekmeği kolunun altına
sıkıştırıp zeytin ve peynir aramaya çıktığında Yıldırım banknotların pek de işe
yaramadığını anladı. Ufak para sıkıntısı arttıkça artmıştı Samsun'da ve esnaf,
para bozmaya ancak yekûnun yarısından fazlası kadar alışveriş yapılması halinde
yanaşıyordu. Çaresiz muhacirler o an için ihtiyaçları olmayan şeyleri almak
zorunda kalıyorlardı bu yüzden. Yıldırım da, zeytin bulamadı ama bir parça
koyun peyniri almak için bir çuval arpa almak mecburiyetinde kaldı. Biraz
tedirgin, odaya döndüğünde Büyükhanım güldü. "Eh!" dedi "Olsun
bakalım, üç ay üzerine peynir yiyeceğiz. Arpa da cabası." Bir yandan da
ayva yapraklarını suya atmış, çilekeş çinko çaydanlıkta kaynatmaya başlamıştı. Bir hafta sonra Samsun limanının
açığında bekleyen kocaman bir vapura gitmek üzere iskeleden sandallara
bindiler. Vapurun adı "Reşadiye"ydi. İsmail'i Sultan Reşad'ın
annesinin adını taşıyan Gülcemal alıp götürmüştü İstanbul'a, onları Sultan
Reşad'ın adını taşıyan bir vapur götürecekti. Masal'ın gemiye bindirilmesi
biraz zor oldu. Sandalcının tahmin ettiği gibi geminin gövdesine tırmanan ince merdivenin başında biletleri kontrol eden genç bir
adam, "Ben bu hayvanı gemiye almam" diye diretti. "Yer yok. insanlar ayakta
yolculuk edecek. Hayvanı mı alayım gemiye?" Bunun üzerine Büyükhanım "Niye
oğlum?" diye öyle bir nutka başladı ki sandaldakilerin hepsi uğultuyu
kesip dinlemeye koyuldu; ağlaşan çocuklar bile seslerini kesmişti. "Niye oğlum? Cennetle
müjdelenmiş Kıtmir de hayvan değil mi? Adı âlemlere rahmet olarak inen
Peygamber, rahatı bozulmasın diye eteğini kesmişti, kedi de hayvan değil mi?
Sen İmam-ı Azam'ı bilmez misin? İşte onun, kuyudan ağzındaki pabuçla su
taşıdığı köpek; Hazret-i Ömer Efendimizin yarasını tımar etmek için yollara
düştüğü deve ve dahi Ebu Derda'nın ölüm döşeğinde kendisinden helâllik dilediği
deve de hayvan değil mi? Bak işte, keçisiyle tavuğuyla binmiş şu âdemler
gemiye. O da hayvan bu da." Biletçi "Oy nine! Tamam
tamam!" demeseydi Büyükhanım'ın nutku herhalde bir yarım saat daha
sürecek, İslâm tarihi kadar Osmanlı tarihinden örneklerle de genişleyip
süslenecekti. Ama artık Büyükhanım'ın nutkunun katlanılmaz tesirinden mi,
Zehra'nın gözlerindeki yaşların güzelliğinden mi yoksa Yıldırım'ın "Etme
delikanlı, bir parçacık hayvan, cirmi ne ki yer tutsun, bu da onun bilet parası
olsun" diyerek avucuna sıkıştırdığı paranın sıcaklığından mı her ne ise,
sonunda biletçi "Ben bu kelbi görmemiş olayım, kaptan da görmesin yoksa
anında denize atar" diyerek başını öteye çevirdi. Masal bir kez daha atı
almış Üsküdar'ı geçmişti. Sıcak, aydınlık bir saatte yan
merdiveni tırmanarak güverteye adım attıklarında önce kendilerine bir yer
aradılar. Kolay olmadı ama sonunda yaygılarını açtılar, kendileri gibi İstanbul
yolcusu olan diğerleriyle sırt sırta, omuz omuza İstanbul cihetine bakmaya
başladılar. Çok geçmeden vapur bir kâğıt kadar düz, gökler kadar mavi deniz
üzerinde ağır ağır kayarak sahilden uzaklaşmaya başladı. Büyükhanım Zehra'yı
alarak kalabalığı yardı, güvertenin kenarına dayandı. Giderek uzaklaşan
Samsun'a baktılar. Gemi açıldıkça görüş açıları genişledi, öyle ki geldikleri
bütün o kıyılar, uçurumlar, yollar onlar ne kadar uzaklaştılarsa o kadar bir
araya toplandı. "Bak" dedi Büyükhanım
Zehra'ya kıyıyı göstererek, "Şu yollardan geldik." "Hepsini biz mi yürüdük?"
dedi Zehra. "Evet, hepsini biz
yürüdük." "Şimdi olsa yürüyemezmişim
gibi." O sırada
güverteden bir ses yükseldi. Tıpkı Harşit'in kıyısında çakılıp kaldıkları gece
yükselen ses gibi; kırık, yanık, yaralı, yorgun ve pürüzlü bir sesti bu da. Trabzon'dan çıktım başım selâmet
Çavuşlu'ya vardım koptu kıyamet Büyükhanım'ın kıyameti Harşit
kıyısında ve Ordu çıkışında kopmuştu; başkalarının kıyameti Çavuşlu'da,
Görele'de, Tirebolu'da, Ünye'de, Fatsa'da, sayılamayacak kadar çok yerde, her
yerde, insanın kıyameti de kendisiyle birlikte yürüyordu demek ki. Ne çok acı
vardı bu dünyada ve onlar dünyaya gelmeden önce de bu böyleydi, gittikten sonra
da değişmeyecekti. Zehra'yı kolundan tuttu Büyükhanım,
diğerlerinin yanma dönerlerken kırık sesin sahibi başka bir mısraa geçmişti:
Semle bıçak bende yürek yarası Büyükhanım başını çevirdi, masmavi
suya baktı. Buraya kadar getiren Allah sonrasında da Kerim'di; hem O, Ekreme'l-
Ekrem'indi. Sende bıçak bende yürek yarası Böyle bir kıyamet sesinin eşliğinde,
giderek uzaklaşan Samsun kıyılarına bakarken benim de içim doğranıyordu.
Yorgundum. Bütün bu yolları, sırtımda taşınamayacak bir yükün ağırlığıyla ben
de adım adım yürümüştüm. Benim de Harşit kıyısında, Ordu çıkışında kopmuştu
kıyametim. Bir an nerede olduğumu anlayamadım. Mersiyehan'ın Cânem Ali Cânem Ali mısralarını
duyunca Hazret-i Hüseyin'in doğum gecesinde ve Şiraz'daki otelde olduğumu
hatırladım. Başımı yastığa bıraktığımda şimdi
eğer uyursam bir daha uyanamam, bir daha gerçek hayata dâhil olamam sandım. Ama
uyudum ve uyandım. Aklımın bir ırmağından hâlâ gürül gürül Zehra ve Büyükhanım
akıyor. Fakat çok geçmeden hayat her şeyi geriye iterek kendi saltanatını
kuruyor. Tek gerçek var: Yezd'e gidiyorum, Behzat Amca'ya. Yolun sonu orada ve
Settarhan'ın ırmağı da Zehra'nınkiyle aynı coşkunlukta akıyor. Yola giriyoruz; biraz sonra
servinazlar tükeniyor. Bütün görünen bodur, cılız ve yabanî ağaççıklardan,
çalılaşmış ılgınlardan ve kuru otlardan ibaret. Dağlar taşlaşıyor, görüntü
monotonlaşıyor, yollar tenhalaşıyor. "Birazdan çöle gireceğiz" diyor
Selman Bey, üzerimdeki yalnızlık duygusu elle tutulacak kadar artarken. Çöle yaklaştığımız o kadar belli ki
sanki doğa da insanlar da çölün hazırlığını yapıyor. Bundan böyle her şey
güneşin ve çölün terbiyesinden geçecek. Havadaki rutubet aşırı sıcaktan buhara
dönüştüğü için gökyüzünün, güneşin, toprağın ve hayatın rengi değişiyor, her
şey bir sis tülünün ardında uzaklaşıyor ve hafifliyor. Kuru taş dağlar perde
perde; giderek renkleri de çizgileri de inceliyor. Geriye bir tek, toprağın,
kumun, taşın sarısı kalıyor. Yanık mı yanık bir ses Hafız dan,
Sadi'den gazeller okurken çöl yoluna giriyoruz; bir dağ, bir çöl, bir Allah,
bir de biz varız şimdi. Arabanın camına başımı yaslamış uzaktaki dağları takip
ediyorum, çok geçmeden gözlerim kapanıp yarı uykuya düşerken şoförümüz,
"ahengin tasnifini" yani bestenin güftesini tercüme ediyor: Vefasızlık
yarpuzları beni yaktı Yarpuzlar ki
dilimi bilmiyor; beni ateş yaktı Vahşîce yarpuz
gülleri ümitsizlik çölünde, sabah
oluyor Gam seli içinde
tek kalmışım Bir müddet susuyor, sözlere kulak
veriyor. Devamı gelmiyor. Zöhre Hanım, "İyi ki" diyor. "Ne
dediğini bilmiyorsunuz. Yoksa keder bağlardınız. Zehir içip kendinizi • •*1 1** ** 1** ** TT oldururdunuz. Dağlar artık görünmüyor, uzaklarda
kum fırtınası başlamış olmalı. Turistik dünyada biri bile tek başına bir şehri
talihinden memnun edebilecek onlarca kervansarayın yanından geçerek, tarihî
ipek Yolu üzerinden Yezd'e doğru gidiyoruz. Yol kenarında elektrik direkleri
olmasa bu zamanda değil o zamandayız sanacağım. Biraz dikkatli baksam kum
üzerinde develerin uzayıp kısalan gölgelerini göreceğim, kulak kesilsem
çıngırak seslerini duyacağım sanki. Tacirin bu yollardan kervanla geçtiğini
düşünüyorum. Kimi ondan evvel gidiyorum şehirlere kimi onun gittiği şehirlerden
geçiyorum ama aynı yol üzerinde olduğumuz kesin. Piruz bu şehirde yaşadı,
Behzat Amca bu şehirde yaşıyor. Yezd bana ne hazırlıyor? Çölün nemli sis tabakası arkasında
dolunay renginde, donuk bir güneş ufka inerken varıyoruz Yezd'e. Çöl güneşi
ürkütücü bir güzellikte, bambaşka bir yıldız, bilmediğimiz gezegenlerden biri
gibi batıyor. Dört çölün ortasında kurulmuş Yezd şehrine vardığımız andan
itibaren zaman içinde bambaşka bir zaman açılıyor önümüzde. Burada varlığın
dört temel unsurunun en saf haliyle muhatabız, Yezd, kadim ve zorlu,
farkındayız. Çölün zorlu terbiyesinden geçerken insanlara birlikte yaşama,
birbirine dayanma âdabını da öğreten Yezd İran'daki şehirlerin en asili. Fakat
sıcak, her şeye hâkim tek duygu. Bu sıcağı bir şeye benzetiyorum. Fırın kapağı
açılmış gibi? Hayır, teşbih hatalı kaçıyor. Öyle değil. Sonunda buluyorum.
Binlerce devasa fön makinesi bir Ağustos günü üzerinize kuru hava püskürtür
gibi! Nihayet otele varıyoruz,
kervansaraydan bozma bir otel bu da. Çok zahmetli bir yolculuktan sonra rahat
ve temiz bir hanın ne demek olduğunu odama çıkınca anlıyorum ve anında
uyuyorum. Sabah gözümü açtığımda duvarlarda geniş çerçevelerin içindeki eski
Iran fotoğraflarını fark ediyorum. İçlerinden birine gözüm takılıyor, bir
çayhane. Yasemen kapıyı tıklatıyor o sırada, kahvaltıya iniyoruz. Kahvaltı dediysem, öyle uyumuşuz ki vakit öğleye
yaklaşmış çoktan. Birazdan Selman Bey ve Zöhre Hanım geliyor. Elimizde Nizam'ın
yazdığı adres, Behzat Amca'nın evine doğru yola çıkıyoruz. Yezd'in sokaklarında sık sık adres
soruyoruz. Kibar, nazik, iyilik dolu insanlar uzun uzun yol tarif ediyorlar.
Selman Bey bir yandan tarif edilen adrese doğru otomobil sürüyor, bir yandan
bilgi veriyor: Yezd, Zerdüştîlerin de yaşadığı şehirdir. "Biliyorum" diyorum. Nasıl
bilmem? Kimse cümlemin üzerinde durmuyor,
bunu nasıl bildiğimi sormuyor. Sonunda adresi buluyor, sıradan bir
kasaba evinin önünde duruyoruz. Kapıyı gencecik, güler yüzlü bir kadın açıyor.
Nizam'ın bahsettiği gelin bu olmalı, Masume. Selman Bey meramımızı Farsça
anlatıyor. Yine sımsıkı bir kucaklanışla içeri alınıyorum. Fakat korktuğum
başıma geliyor. Behzat Amca yok, torunuyla Meşhed'e gitmiş. "Ne zaman gelir?" "Belli değil. En az bir hatta
sonra." Bildiğim halde soruyorum: "Kocanızın cep telefon var
mı?" "Yoktur." Hayret! Behzat Amca'yı bulmak için
gelmiştim buraya, bulamadım. Ama üzerime bir ağırlık çökmüyor, duygularım
ekşimiyor yersiz bir diyez nota gibi, damarlarımdan buz akmıyor. Piruz'un
şehrinde zaman kayıp sayılmaz. Yezd'de bir iki gün kalacağız. Programımızı
yapıyoruz, gidilecek yerleri güzergâh üzerinde sıralıyoruz. "Sessizlik Kulesi'ne en son
çıkalım" diyorum ben, "Bugün Eskişehir'i gezelim." En güzeli en
arkaya bırakmak gibi bir alışkanlığım var. Zöhre Hanım, "Sessizlik
Kulesi'ni biliyor musun sen?" diye soruyor. Biliyorum, ne diyeyim? Gülümsüyorum
sadece. Masume'yle vedalaşıyoruz. Bakü ve Tiflis gibi Yezd'in de bir
"Eskişehir"i var. Lâcivert gökler altında daracık sokaklara
dalıyoruz. Her şey toz, toprak, güneş ve çöl renginde, hatırladığım gibi. Ve
çöl sarısı üzerine düşen en ufak bir mavi, bir parça çini, bir parça gök, bir
parça havuz suyu örneğin, dünyanın en mümtaz ahengini doğuruyor. Birbiri
üzerine yıkılmaması için aralarına ağaç gövdeleri çatılmış yüksek kerpiç
duvarlar, çatlamasın diye ahşap takozlarla delinmiş toprak binalar, hiçbir
geometrik nizama uymayan, üzeri sık sık kemerlerle kapanan, dehlizlere,
tünellere dönüşerek uzayıp giden, tepesi bir demet ışık şelâlesi, gerisi loş,
eğri büğrü, daracık sokaklarda ilerliyoruz şaşkın ve mutlu. Bir yer arıyorum
ben. Ne aradığımı Yasemen henüz bilmiyor. Kendime bile henüz tam olarak
anlatamadığım hikâyeyi Yasemen'e anlatmıyorum. Bir kapıyı tanır gibi oluyorum.
Sanki o, Piruz'un kapısı. Fakat kapı kapıya benziyor bu sokaklarda. Cesaret
edip de kadınlar için olan ince tokmağı çalamıyorum. Geçip gidiyoruz önünden. Ertesi gün öğleye doğru Sessizlik
Kulesi'ne çıkmak üzere şehrin biraz dışındaki tepenin eteğinde duruyoruz. Terkedilmiş bir kule bu; yasaklandığı için İran'da
Zerdüştîler de ölülerini toprağa gömüyor artık. Başımı kaldırıp da bakınca
göklere baş çekmiş bu silindirik kerpiç kuleye hiç varılamazmış zannediyorum.
Dudaklarımın ucunda garip bir gülümseme, gözlerimin derininde ürpertili bir
hatıra beliriyor. Fazla değişmemiş, sadece akbabalar ve ölü yiyen siyah kuşlar
eksik. Kıvrımlı patika epey hasar almış olsa da seçiliyor. Bu yol muydu? Evet,
bu yoldu. Tırmanmayı talim etmişiz aslında,
İsfahan'daki ateşgâhtan temrinliyiz sanıyordum. Ama yo, Isfahanı ateşgâh bir
mukaddimeymiş sadece. Üç kat daha sarp, on kat daha sıcak burası. Kayalara
oyulmuş basamakları dura dura, nefes ala ala, en fazla üç adımda bir dinlene
dinlene tırmanıyoruz. Yoksa imkânsız. Yolun sarplığından değil sadece, sıcağın
nefes tıkamasından da. Ya Rabbi, neredeyse taşlar kaynayacak, öyle bir sıcak.
Yezd'de rüzgâr bile alev ateş esiyor. Nefes de bir sermayeymiş,
tüketilmemesi gerek. Bir taşa oturuyorum, bir yudum su içeceğim. Ama nerede?
Suyun serin tutulması en büyük derdimiz. On dakika içinde içilemeyecek kadar ısınıyor.
Eski insanlar. Ya Rabbi onlar ne yapıyor, nasıl yapıyorlardı acaba?
Başlangıçtan bu yana aynı olduğumuza dair teorime duyduğum inanç hâlâ sabit ama
onların kendi zamanlarına ait oldukları da muhakkak. Diriler bu yolu
tırmanamazken onlar ölülerini bu ateş yağmurunda, bu bitmeyen ateş sağanağının
altında bu uçurum yolundan nasıl çıkarıyorlardı? Ben bunları tecrübe ettiğimi
sanıyordum fakat bedensiz bir bilgiymiş bu. Oysa şimdi bedenimde yaşıyorum. Bir süre sonra basamakların arası
açılıyor, sonunda basamak diye bir şey de kalmıyor. Düpedüz kayalıkları
tırmanıyoruz. Garip bir durum, "Buradan çıkmamışlardı" diye
düşünürken yükseklikten başım dönüyor. Kendi kalbimin çarpıntısından korkuyor,
ciğerlerim ağzımdan çıkacak sanıyorum. Taş parçaları, topraklar yuvarlanıyor
ayaklarımızın altından. Uçurum kenarlarından sarkarak yol alıyoruz düpedüz.
Anlıyorum ki yolu şaşırmışız, yanlış yoldan çıkıyoruz. Vazgeçmek, geri dönmek aklıma bile
gelmiyor ama. Kendi korkusuzluğuma ben bile hayret ediyorum. Sadece sırtımdaki
çanta, elimdeki bulutlu şemsiye, diğer elimdeki su şişesi, gözlüğüm, başımdaki
örtü, hatta kendi bedenim bile ağır geliyor. Bu güneşte ve bu rüzgârda hepsini
idare etmekte çok zorlanıyorum. Şemsiyem bir parça gölge ediyor gerçi,
azımsanır nimet değil. Ama rüzgârda sürekli ters dönüyor, onu da taşımak bir
külfete dönüşüyor. Fırlatıp atsam şu yardan aşağı! Sıcak, beynimi kaynatırken nasıl
ineceğimizi düşünüyorum hayal meyal. Başımdaki örtü yaktıkça yakıyor, rüzgârda
uçtukça uçuyor, ağzıma burnuma dolanıyor. Bir ara bir ferahlık hissediyorum.
Çok geçmeden anlıyorum ki başörtüm kaymış, sırt çantama takılmış, ardım sıra
sürükleniyor. Oysa başörtüyü idare etmeyi öğrendim sanıyordum. Takmaya takatim
yok. Sadece Yasemen ve ben, "Etrafta kimsecikler yok, burada kim görecek?"
diyorum. Yola başım açık devam ediyorum kısa bir süre. Gerçekten kimsecikler
yok mu, kimse beni görmüyor mu? Dinlene dinlene nihayet tepeye
çıktığımız zaman, bizden çok önce varmış olan rehberimiz gülerek, "Yolu
şaşırdık galiba" diyor eliyle bir tarafı göstererek, "Şu taraftan
gelmeliydik." Gösterdiği tarafta hiç olmazsa
kayalara oyulmuş, uçurumlu da olsa basamaklar, ayak basacak bir yer, el ile
tutunacak bir yan duvar var. Ve ki dönüp, tırmandığımız yamaca bakınca tüylerim
ürperiyor. Kulenin dışında duruyoruz. Bir taşın
üzerine oturuyorum. Sıcak bir rüzgâr geçiyor üzerimden, Piruz ve Settarhan'ın
durduğu yeri tanıyorum. Demir kapıyı arıyor gözlerim, yerinde yeller esiyor.
Kapı boşluğu yerden hayli yüksek. Zamanında basamaklarla çıkılıyordu oysa şimdi
basamak diye bir şey kalmamış. Bunu da tırmanacağız. Sonunda Yasemen ile güç
belâ Sessizlik Kulesi'nin içine giriyoruz. Zemin yıpranmış, taşlar parçalanmış,
dağılmış. Bir köşeye çekiliyorum, ortadaki çukura bakıyorum. Bir taş alıyorum
elime, içine doğru fırlatıyorum. Asırların kavurucu güneşini emerek kurumuş
taş, sekerken kuru, tok bir çınlama bırakıyor geriye. Bir daha, bir daha. Gözüm
çukurun kenarındaki incecik yola takılıyor. Yasemen dışarı çıkmış.
Yapayalnızım. Yapılacak tek şeyi yaparak çukurun içine iniyorum. Kızgın
taşların üzerine yüzüm güneşe dönük boylu boyunca uzanıyorum. Gözlerimi
kapatıyorum. Bir kanat sesinin hatırasında
irkiliyorum aniden. Dehşetli bir sahnenin resmi beliriyor gözlerimin önünde.
Çünkü o gün Settarhan ve Piruz, akılları geride kalsa da Sessizlik Kulesi'nin
dar ve dik patikasından aşağı inerlerken, gölge ben çoktan süzülmüştüm ağır
demir kapının aralığından içeri ve dünya gözüyle kimsenin görmediklerini
görmüştü şu gözlerim. Bir köşeye sinmiştim o gün de. Güneş tam tepede olduğu
için insana herhalde kendi gölgesinden bile hayır gelmezdi ve benim bir gölgem
bile yoktu. Ürküntü içindeydim. Ölümün her şeyi eşitlediği muhakkak, Yezd'in
itibarlı zengini Bahman Mansurî o gün burada zengin fakir, âlim cahil, şah
geda, herkesle aynı seviyede, aynı çukurdaydı. Orada öylece yatıyordu ve rengi
daha da morarmıştı. Kulenin duvarına tünemiş siyah kuşlardan en güçlü, en cesur
olanı rahipler dışarı çıkar çıkmaz geniş kanatlarını açarak ok gibi inip
konmuştu göğsüne. Diğerleri siyah bir bulut gibi takip etmişlerdi onu. Havada
tüyler uçuşmuş, kanat sesleri tiz haykırışlara, kemik çatırtılarına karışmıştı. Yüzü kan
içinde kalmış bir akbaba kanatlarını açıp gagasını kızgın taşın üzerinde bir o
yana bir bu yana bilerken daha fazlasını görmeye tahammül edememiş, yummuştum
gözlerimi. Şimdiyse gözlerimi açıp tepedeki
alev çarkına bakmaya çalışıyorum. Bir an daha bakarsam gözlerim kör olacak. Bu
dünyadan gördüğüm son şey bizim güneşlerimize benzemeyen bir güneş. Allah'ım,
ölüyorum. Benim dünya bedenimle gezdiğim
İran'da unutamayacağım ilk yer burası olacak, öyle hissediyorum ki muradıma
ermişim. Arkasına düştüğüm hikâye ile gerçeğin kamaşmasını bana en fazla
yaşatan yer olduğu için değil sadece. O hikâye olmasa da burayı unutmazdım,
Sessizlik Kulesi de beni unutmasın. Öyleyse benden bir şey kalmalı burada.
Beynim kaynarken sağlıklı düşünmem mümkün değil. Yine de sağ elim sol elimin
orta parmağını buluyor. Bu satırları okuyorsa eğer beni bağışlasın, kim bilir
hangi imza günümde genç bir kızın kendi parmağından çıkarıp benim parmağıma
geçirdiği siyah oval taşlı yüzüğü çıkarıyorum. Biraz evvel ölümlü bedenimin
uzandığı yere, taşların üzerine bırakıyorum. Neden sonra aşağı iniyoruz. O kadar
yorgunum ki ne açlığımı fark edebiliyorum ne susuzluğumu. Biraz kendime gelip
de başımı yukarı kaldırdığımda hangi basamakta doğru yoldan saptığımı, uçurumlu
yollara girdiğimi, hangi baş döndürücü yarların kenarından geçtiğimi, oysa asıl
yolun daha emniyetli, az ötede olduğunu görüyorum. Uzaktan bakınca apaçık görünüyor
ama içindeyken fark edememişim. Aman Allah'ım! Nerelerden geçmişim ben? Nasıl
tırmanmışım? Nasıl düşmemişim? Nasıl dönmüşüm geri? Kapatmasın kimse gözlerimi
ki göreyim. Gece otele dönüyoruz. Odalarımıza
çekiliyoruz. İçim eziliyor şimdiden; çok yakında ben İstanbul'a Yasemen Bakü'ye
döneceğiz. Odadaki Yezd lâciverdi porselen
takımda kendime bir çay hazırlıyorum. Bir sergi salonunu gezer gibi
duvarlardaki fotoğraflara bakıyorum bir bir. Şunlar Yezd'in badgirleri, rüzgâr
tutan kuleleri, onları artık tanıyorum; şu, İsfahan'daki ateşgâh olmalı. Şu da
sabah baktığım çayhane. Fotoğrafa doğru eğiliyorum çayımdan bir yudum alırken.
Sağ taraftaki duvar çaycının, resimlerle dolu dokunulmaz köşesi. Solda kazan
büyüklüğünde bir semaver var, karnından yükselen buhar fotoğrafın tam
ortasından bir sis bulutu geçirmiş. Çaycı eli muslukta, objektife bakarak poz
vermiş. Dahası herkes fotoğrafçının farkında. Mermer havuzun arkasındaki on
kadar müdavim de önde nargile tüttürenler de, hepsi, başlarında kalpakları,
papakları; geniş kemerli, uzun etekli kıyafetleri içinde objektife bakıyorlar.
Fakat semaverin yanında, fotoğrafın tam merkezinde biri var ki objektife
bakmayan tek kişi o. Alnının ortasında derince bir kırışık, gözleri yarı
kapalı, önüne bakıyor. Kendi iç âlemine dalmış. Gözkapaklarındaki parıltı bütün
fotoğrafı dolduran bir geçmiş zaman ışığı. Semaverin durduğu masanın üzerine
sağ elini öylece bırakmış. Ben bu elleri tanıyorum, bu eli i parmakları, bu kuş
bakışı gamzeyi. Ve ey Allah'ım! Serçe parmağında belli belirsiz bir yüzük
seçiliyor. Elimdeki Yezd işi fincandan bir yudum daha alıyorum. Çayın kokusu
dilime damağıma yayılırken fotoğrafa bakıyorum tekrar. Önce semaver kazanının üzerindeki
buhar, kaldığı yerden kıvrıla kıvrıla yükselmeye başlıyor. Eşya, zamanın ışıklı
sularında yüzüyor, içinde hayat ve hareket olan her şey kıpırdamaya başlıyor.
Hafif uğultuyu duyuyorum önce; nargilelerin fokurtusu, havuzdaki suyun sesi,
bardakların porselen tabağa dokunuşu, konuşmalar. Ve o, gözlerini bir an için
kaldırıyor. Göz göze geliyoruz ama beni görmüyor. Bu, evet o. Sesim çıksa
çığlık atacağım. Onu bir kez daha buluyor bir kez daha tanıyorum. Karşıma
nerede çıkacağı belli değil ama arayı fazla açmıyor. Yerinden kalkıyor. Yürüdükçe sanki
bütün dünya onunla birlikte yürüyor. Arkasından ben de süzülüyorum. Çaycının
önüne birkaç kuruş bırakıyor. Dışarı çıkıyor. Serbülend'i de artık çok iyi
bildiğim yeri de tanıyorum. Taht-ı Süleyman'dayız ve yaprakların dökülmüş
olduğuna bakılırsa sonbahar ortasında olmalıyız. 7. Kitap GÜL KÜPELER "Piruz geliyor" dedi
Settarhan. Bütün aile, Çiçek Hala dâhil,
mükellef bir sofranın başındalardı, Hengâme Hanım, "levengi"yi
kimseye emanet etmemiş, ocağın başına kendi geçmiş, içi hazırlamış, balıkları
birer birer doldurmuştu. Mirza Han sengek ekmeğine uzanırken başını kaldırdı
hayretle. "Piruz da kim?" "Yezd'deki Zerdüştî adamın
oğlu." "Ha, şu Mecusî mevtanın." Piruz, Settarhan'a telgraf çekmiş,
üniversiteden diplomasını almak için Tebriz'e geldiğini bildirmişti. Şimdi
Taht-ı Süleyman'a da geçebilirdi. Gelsin miydi? Candan yürekten "Gel"
demişti Settarhan tatlı bir heyecanla. Piruz'u ne kadar özlediğini Bakü'deki
ateşgedede fark etmemiş miydi zaten? Kırk yıllık dostları özler gibi. Öyle bile değil aslında, daha farklı daha yeni. "Burada mı kalacak?" diye
sordu Mirza Han. Yemeğin sonuna doğru sofra pilavla şenlenmişti. Hengâme Hanım,
Tebriz'de sade, iddiasız bir konumu olan pilavın en az on farklı çeşidini
bilirdi ve bu haliyle onun sofrası daha çok Bakii sofralarına benzerdi. Settarhan içerlemişti, kırgın kırgın
baktı Mirza Han'ın yüzüne. "Onlar beni evlerinde ağırladılar" dedi.
"Hem de o matem günlerinde. Bizim âdetimizde misafire 'Aziz can,
gel' dememek var mıdır?" Mirza Han'ın, Piruz'un
Zerdüştîliğinden hoşlanmadığını anlamıştı. Eklemek ihtiyacını hissetti: "Hem bildiğin Mecusîler gibi
değil Piruz." Bu kez "Neden geliyor?"
diye sordu Mirza Han. "Beni özlemiş" diye
gülümsedi Settarhan. "Bir de Taht-ı Süleyman'ı görecekmiş." "Haa! Şu mesele. Taht-ı
Süleyman!" Sıra limon kabuğu murabbasına
gelmişti. Hengâme Hanım, karpuz kabuğu, ceviz, gül yaprağı, kavun, çilek,
ahududu, erik, dut hatta zeytin; evde, bahçede, tarlada, ağaçta ne varsa
hepsinden murabba yapabilirdi ve yazın hazırlanan murabbalar kış boyunca çayın
yanında ikram edilirdi. Ama Mirza Han çayı beklemez murabbayı daha sofrada
yerdi. Mirza Han, çoğu ağzındaki murabbanın
tadı arasında kaybolup gitse de cümlelerini arka arkaya sıraladı. Mecusîlere karşı öfkeliydi. Tamam, ahlâklı, dürüst
insanlar olabilirlerdi. Ama âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed Mustafa
sallallâhu aleyhi ve sellemin daha doğduğu gece, Kisra'nın ebedî ateşinin
İştarâbâd şehrinde sönüp gittiğini bilmezden geldikleri müddetçe onlara karşı
bu kalpten bir muhabbet geçmezdi. Yolu Taht-ı Süleyman ateşgâhının önünden her
geçtiğinde düşüncelere dalmış, bu çetrefili kendince halletmişti Mirza Han.
Ateş görünen, hissedilen ama dokunulamayan, bir kalıba sokulamayan varlığıyla
çok eski insanların muhayyilesinde görünür dünya ile görünmez dünya arasında
bir köprü kurmuş olmalıydı. Özel bir bağdı ateş bağı. Onun kuralları yakıcıydı,
onunla uzlaşılmaz ancak itaat edilebilir, suyuna gidilebilirdi. Öyleyse yanan
yamaçlar, yanardağ ağızları, yerden fışkıran sönmeyen ateşler eski insanları
biteviye kendisine çekmişti ve ki her şeyin alev alev yandığı bu coğrafyada
ateş, bilinmeyecek kadar uzak zamanlarda bir saltanatı çevresinde dallandırıp
budaklandırmıştı. Oysa Mirza Han hemen öndeki küçük yeşil göle, Taht-ı
Süleyman'ın küçük ama derin suyuna baktıkça hayatın kaynağının ateş değil su
olduğuna bir kez daha iman ederdi. Muhammed Mustafa bu ateşin üzerine bir su
gibi serinlik ve selâmetle inmemiş miydi? Ağzını peşkirle silerek sofradan
kalkan Mirza Han, Settarhan'a sıkıntıyla baktı. Söylememişti henüz ama bu hafta
onun Azam'la nişanını yapacaktı. "Ne zaman geliyor?" diye
sordu. "Tebriz'de. Yarın gün doğmadan
yola çıksa ikindide burada olur." Mirza Han'ın içi iyice bulandı.
Nişanı Mecusî'nin gidişine bıraktı. Meclislerine karışsın istemezdi. "Gelsin" dedi. Settarhan rahatladı. "Gel"
demesi zor olsa da bir kez "Gelsin" dediyse Mirza Han, misafire
itibarda kusur etmez, ettirmezdi. Düşündüğü gibi de oldu Settarhan'ın.
Ertesi gün Tebriz istikametinden gelen dört atın çektiği eski bir arabadan
Piruz'u alıp da ikindiye doğru eve getirdiği andan itibaren ona itibarda kusur
edilmedi. Her şeyin en iyisi pişirildi, ikram edildi. Odaların en güzeli
açıldı, döşeklerin en rahatı serildi. Mirza Han, bir araya geldiklerinde ne
ateşten ne sudan bahsettiyse de mecbur kalmadıkça Piruz'la meclis kurmamak için
sarf ettiği gayret Settarhan'ın gözünden kaçmadı. Olsun, bu kadarına da
razıydı. Hengâme yaşlı kadınlar sınıfından
olduğu için Piruz'dan kaçması gerekmedi. Tam tersine her fırsatta yanma çıktı,
halini hatırını sordu, başkaca bir yığın soruyu yerli yersiz ardı ardına
sıraladı: Kimi kimsesi yok muydu? Tebriz'de ne arıyordu? Hangi üniversiteyi
bitirmişti? Görünürde misafirini rahat ettirmeye çalışıyordu kadın ama aklı
asıl, Mecusîlerin nasıl insanlar olduğunu anlamaktaydı. Ortada bariz bir fark
göremediği anda merakı bıraktı, mutfağın yolunu tuttu. Kendi hünerini
konuşturmaya başladı. Piruz'a gelince. Yezd-Tebriz
arasındaki onca yolu alırken başı bile ağrımamış olan Piruz'u Taht-ı
Süleyman'ın havası çarptı, geldiğinin ertesi gün yataktan çıkamadı. Alev ateş
yanıyordu. "Hava değişimi" dedi Hengâme anında teşhis koyarak,
"Hekime gerek yok. Ben iyi ederim." Şifalı bitkilerden
demlenen çayları acı ilâçlar, onu da üç kat yorgan altında terletmeler ve daha
bir sürü şeyler takip etti. Sonunda Hengâme haklı çıktı. Ertesi sabah Piruz
sapasağlam ayağa dikildi. Sabah çorbasını içerken yüzünde mutlu bir
gülümsemeyle Hengâme'nin elini öperken kadın onun sapsarı saçlarına mavi
gözlerine ilk kez görmüş gibi bakıyordu. Bu Mecusî handiyse iyi çocuktu. Sabah, çorbasını bitirdiklerinde
"Bugün artık Taht-ı Süleyman'a gidelim" dedi Settarhan. "Gidelim." Avluya çıktıklarında "Ama"
dedi, "Önce sana atölyelerimizi gezdireyim." Settarhan üç gündür Azam'ı
görmüyordu. Piruz geldi geleli sofralar harem ve enderun için ayrı ayrı
kurulmaya başlamış, Azam avluda, havuz başında oturmamaya, olur olmaz ortalıkta
görünmemeye dikkat etmişti. Şimdi Piruz'a halı tezgâhlarını, atölyeleri göstermek
isterken Settarhan'm asıl gayesi Azam'ı görmekti. Evde, hareme yabancı bir erkeğin
gözü bile değemezdi. Ama siparişlerini başka ağızlara emanet etmek istemeyen,
halısının gidişatını kendi gözleriyle görmek isteyen müşterilere açık bir
muafiyet alanıydı atölye. Kızlar, bu tür iş ziyaretlerine, kaprislere,
siparişlerini yarı yolda değiştirenlere kısacası erkek ziyaretçilere
alışkınlardı. Firdevs Usta hah tezgâhlarının
arasında kedi gibi sessizce dolaşıyordu. Ayak seslerini işitmek mümkün değildi
ama elindeki sopanın kızların ellerine inmesi an meselesiydi. Bu tezgâhların
her gün dinlemeye alışık olduğu artık ezberlenmiş emirlerini yağdırıyordu bu
sabah da. "Kirkiti o kadar sert vurma,
sırayı ezeceksin!" "Atkı ipini germe, halının
belini bükeceksin." "Kızlar! Kimse kimsenin
halısından hav kesmesin. Hele kimse kimsenin yerine düğüm atmasın." O sırada
hizmetkârlardan biri Settarhan'ın bir misafiriyle geldiğini haber verdi. Kızlar
kendilerine henüz çekidüzen vermişlerdi ki o ikisi içeri girdi. Ama ne giriş!
Atölye ışığa boğulmuştu sanki. Settarhan için Züleyha olmaya çoktan razıydı
kızların hepsi lâkin bu defa şu ikisinden hangisi Yusuf'tur, işte bunu
içlerinden hiçbiri kestiremedi. Bakışları düğümlerde olsa bile akılları
Settarhan'dan Piruz'a, Piruz'dan Settarhan'a gitti geldi. Hele şu yabancı, ne
olur kaldırıp başını bir kez nazar etseydi. Ama onun halılara dikilmiş gözü,
dokuyan ellere kaymıyordu bile. Settarhan gururla baktı Piruz'a.
Tokmak sesi, makas şıkırtısı, yün kokusu, hav tozu; atölye buydu işte. Buydu
dünyanın en güzel halılarının evvel dünyası. Bir başka kapı açıldı, aynı. Bir
başka kapının ardında ise Azam vardı. Sırtı kapıya dönük, düğüm atmakla meşgul,
elleri hızla gidip geliyordu. Duvara yaslandı Settarhan, kalbi yerinden
neredeyse çıkacakken Piruz'u unutmuştu. Neden sonra, "Sana getirdiğim
hah bu tezgâhta dokundu" diyebildi. Sesi kuyuların dibinden yankılanıyor
gibi boğulmuştu ve Settarhan'a öyle geldi ki sanki Piruz,
orada bulunan diğer kızlar, arkalarından gelen Firdevs Usta her şeyi, onun Azam'a
duyduğu aşkı anlamış ve hepsi de gözlerini dikmiş kendisine bakıyorlardı.
Piruz'a baktı usulca. Oysa Piruz, Settarhan'ın yüzüne
değil bambaşka bir yere bakıyordu. Piruz onun ellerini gördü önce,
başparmağının elinin ayasıyla birleştiği yerdeki kara ben'i. Halının
çözgülerini ayırıyor, elini bileğine kadar, gergin iplerin arasından
geçirdikten sonra hızla geri çekerek çabucak düğüm atıyordu. İpten bir perdenin
ardında bileklerine kadar kaybolan, sonra göz açıp kapayıncaya kadar Yed-i
Beyza gibi yeniden ortaya çıkarak parıldayan bu eller mavi yeleli bir atın
toynaklarını işliyordu. Ön sağ ayağını kaldırmış atların, bordüründe dizi dizi
uzayıp gittiği bir taban halisiydi ördüğü ve Azam, ayak seslerini işittiğinde
başını yarı geri çevirip kapıya doğru bakmıştı. Azam başını kaldırıp geri baktığında
Piruz bir yüz gördü bu defa. Sonra bir çift gözün derinliğini, aydınlığını,
karanlığını, küstahlığını, itaatini, asiliğini, asaletini, şefkatini,
zalimliğini, merhametini, efendiliğini ve köleliğini. Çocukluğunu ve
kadınlığını. Kalbine kızgın bir demir çubuk saplanmış gibi sarsıldı. Bu gözleri
daha görmeden onların ördüklerini görmüş, bu gözlerin nasıl kör olmadığını
merak etmişti. Yezd'deki son gece "Bu halıyı böyle ören gözler kör olmaz
mı?" diye sorduğunda Settarhan'ın verdiği cevabı hatırladı. Haklıydı
Settarhan cevabında, yerden göğe kadar haklıydı. Bu gözler kör değildi ama bir
kez daha böyle bakarsa Piruz'u kör edebilirdi. Bu körlüğe sorgusuz sualsiz
düşüverdi Piruz. Kendisine bir şey olduğunu, bir şeyin ona isabet ettiğini
anladığında üzerinden an bile geçmemişti. Ama sanki asırlardan
beri hep öyleydi. Aşkın sebebi yok zamanı var. An geldi. Hah tezgâhının başında dikilip kaldı
Piruz. Bir başka bakışla baktı Azam'a. Masum değildi bu bakış, o gözle baktı.
Kaçırmadı bakışlarını. Alıcı gözle baktı. Aşk bir cürmün başlangıcı, ihlâller
mukaddimesi, hak iddiası. Hepsini göze aldı. Görmemesi gerekeni görmüştü Piruz.
Şimdi kör olacaktı. Azam'sa başını kaldırdı ve omuz
hizasında dikilerek büyülenmiş gibi kendisine bakan Piruz'a baktı önce; sonra
da "Onu buraya neden getirdin?" der gibi, aynı büyünün içinde
kendisini seyreden Settarhan'a. Başında gölge salan bu iki ağaca ayrı ayrı bir
daha baktı. Bu bakışla her ikisine de, "Şimdi ve bundan sonra olacaklardan
ben sorumlu değilim" diyordu. Settarhan ve Piruz Yezd'de çöl ile
gök gibi bulmuşlardı birbirlerini; aralarında bir yağmur eksikti hani. Yağmur
geldi ama yağmurdan çok ateş gibiydi. Azam'ın, dünyalar yıkmak için bir
şey yapmasına gerek yoktu, sadece var olması, sadece kaldırıp başını bakması
yeterliydi. Ama bu kez yıktığı dünyalardan birinin altında kendisi de kaldı.
Yaktığı ateşte kendisi de yandı. Harem tarafında günlerdir Mecusî misafirin
iyiliği güzelliği, gelmişi geçmişi, memleketi ailesi hakkında bin bir türlü tevatür
dolaşıyordu. Ateşperestti! Gözleri karardı Azam'ın. Bir ateş topu düşmüştü
ortaya. Yangın çıkacaktı. Bakışlarını hemencecik halısına
indirdi. Fakat o anda mavi yeleli atın adımlarını bağlayan iki düğümü yanlış
attı. İki ilme yolunu şaştı, sarhoş bir atın adımları gibi bu ayaklar birbirine
dolaştı. Buncacık kusuru hah bittikten sonra bile kimseler fark edemez, bir tek
Azam bilebilirdi. Ama halıların dilinden hiç anlamayan Piruz fark etmişti.
Aralarındaki ilk sır sarhoş atın adımlarından ibaret kaldı. Yanlış atılmış
bir ilme onları birbirine bağladı. Öyle kavîydi ki bu düğüm bundan böyle biri
"Gel!" dese öbürü anında koşacaktı. Biri "Gel!" demese
öbürü çağıracaktı. Aşkın zamanı yok anı var, kelâmı yok
ama ışığı var. Settarhan bu atölyeye dolan ışığı, ikisi arasında gidip gelen
yalımı anında fark etti. Yakınlık getirmedi ama
"Gidelim" dedi sıkıntıyla. Keşke bu atölyeyi de harem bilse,
Piruz'u buraya hiç getirmeseydi. Bu güzelliği o görmüştü de Piruz mu
görmeyecekti? Biraz önce Piruz'un kalbine saplanan kızgın demir Settarhan'ın
kalbinin içinde çevrildi, istikameti tersineydi. Güvenini kıskançlığının önüne
koymak isledi. Piruz, en acı kederin gölgesinde bir payvandla Settarhan'a
bağlanmıştı, elbet arkadan hançerlemezdi kendisini. Kızgın demirin çevrilmesi durdu bir
parça. Ama yakıcı bir azap Settarhan'ın içinde kaldı. O azabın mantığı yok
ihtimali vardı sadece ve kendisini güven duygusu üzerinden ölçtürmek de
kahrolası âdetiydi kıskançlığın. Örttü üzerini Settarhan. Ama içine bir
kördüğüm atıldı. Kıskançlık, olanlardan ziyade olabileceklere dair bir duygu.
Şimdiye değin Settarhan Azam'ı, ihtimalleri hesaba katmadan sevmişti. Şimdi
ihtimaller üzerinden mi hesap yapması gerekecekti? Taht-ı Süleyman yoluna girdiklerinde
ilk kez misafirini yalnız bıraktı Settarhan, Serbülend'i mahmuzladı. Neden
sonra yaptığından utandı, Piruz'un yanında, onun hızına uyarak yol aldı. Azam'sa kendisini limonluğa atmıştı.
Nefes nefeseydi. Başını "Hay Allah!" dercesine yanlamasına, göğsüne
eğdi. Boşluğa dikti gözlerini. Şimdi. Bu. Hiç umulmadık şey. Neydi? Ve hayret, bu mucize gelip Azam'ı mı bulmuştu?
İçi dışı ışıklar içindeydi. Çok geçmedi. Mucizenin eteklerine
sarılmış hakikatler gözünün önünden bir bir geçti. Kendisine hiç sorulmamıştı,
fikri alınmamış, onayı istenmemişti ama bu hafta Settarhan'la nişanlarının ilân
edileceğini sağır sultanlar bile duymuştu. Böyle bir ihaneti, ailenin namusuna
sürülmüş addedilecek bu koca kara lekeyi, böylesi bir yoldan çıkmayı bu Mirza
Han yüz yıl geçse de unutmaz, asla affetmezdi. Bütün bunlar silik soluk birer
düşünce, rüyalarda görülen hayaller gibi geçti aklından Azam'ın. Bilgi olarak
varlardı ama etkileri sıfırdı. Azam'ın aklında da kalbi gibi Piruz'dan
başkasına yer kalmamıştı ve hiçbir şeyi ondan daha fazla düşünmesinin de imkânı
yoktu. Piruz'u düşünmeden onu hissetmeden geçen her an Azam'a bundan böyle
haramdı. Düşünülmesi gereken en önemli şeyler
bile bu mümkünsüzlükler faslında eridi gitti. Kendisi yüzünden bütün ailenin
başı önüne eğilecekti, herkes onu kınayacaktı, Mirza Han Azam'ı öldürecekti;
umurunda değildi. Çünkü elinde değildi, çünkü başka türlüsü mümkün değildi.
Kendi ışığını kendi elleriyle söndürmesini ondan kimse beklemesindi, en fazla o
ışıkta boğularak ölmeye razıydı. Bundan sonra Piruz nereye Azam orayaydı;
olsundu olacak olan. Bir mücadele geçmedi ki Azam'ın
kalbinden. İki doğru, iki dünya, kalp ile akıl, duygu ile mantık arasında bir
çıkar yol aramadı. Hangisini seçse aklının diğerinde kalacağı bir yol ayrımında
bulmadı kendini. Aşkın yolu, mezhebi, meşrebi belliydi. Bıraktı kendini aşkın
oluruna. Ne kadarsa o kadardı. Başkaldırdı. Başını Taht-ı Süleyman'ın göklerine
çevirdi. Gölgesi yere düşmeyen incecik, tül gibi bulutlara bakarak "Ey
Hüdâ" dedi. "Bilirim ki kader yazılmış,
defteri dürülmüş kaldırılmış, mürekkebi de kurumuştur. Ama her an yaratma
halinde olan da Şensin. Öyleyse Sen yazılmış kaderleri bile geri çevirirsin. Benim
kaderim işte az önce geldi, karşıma dikildi. Çevirme benim kaderimi geri. Onu
bana çok görme." Atölyeye döndü. Tezgâhının başına
geçti. Son hızla ilmelere sarıldı. Ördüğü halı sol tarafından çekmeye başladı.
Kimse fark etmedi, henüz erken bir eğriydi bu haddizatında ama akşamüzeri
atölyeye uğrayan Settarhan'ın gözünden kaçmayacaktı. Taht-ı Süleyman'a, Azam'ın göklerini
kaplasa da gölgesi yere düşmeyen tül bulutlarının altında vardı Settarhan'la
Piruz. Sağda solda dini bütün birkaç Müslüman lâflıyordu, birkaçı da yarı yıkık
ateş tapınağının gölgesine uzanmıştı. Dokunulacak kadar maddî bir sessizlik
hâkimdi Taht-ı Süleyman'ın üzerinde. Ara sıra ağaçların yapraklarını, duvarları
bürümüş yabanî otları hışırdatan bir rüzgâr, gölün suyunu tüllendirip geçse de
geriye yeniden o dokunulası sessizlik kalıyordu ve Settarhan ve Piruz, ikisi de
aynı rüzgârın önünde, aynı cümleyle fakat farklı şeyleri düşünüyordu. "Biraz evvel ne oldu?" Biraz evvel hiçbir şey olmamış gibi
davranmayı yeğlediler. Piruz kendi evini gezer gibi
sekiyordu yıkık taşların üzerinde. Settarhan'a ev sahipliği yapıyor, onun hiç
bilmediği ayrıntıları anlatıyordu. Settarhan o vakte kadar kim bilir kaç kez
gördüğü, gölgelerinde eğleşip sütunlarının altında dinlendiği Taht-ı Süleyman'ı
bu kez Piruz'un gözüyle görünce bilmenin görmekten çok farklı bir şey olduğunu anlasa
da onun bilgiçliğinden canı sıkıldı. Bundan sonra Piruz ne yapsa, ne söylese
Settarhan'a batacaktı besbelli. Vesveseler hücum ediyordu üzerine çünkü;
Piruz'un heyecanı sadece şu ateşgedenin varlığından mıydı yoksa o bambaşka bir
ateşte mi yanmıştı? Piruz heyecanlı bir sesle
anlatıyordu oysa: Sasanî Kralı Piruz'un da yolu geçmişti buralardan Büyük
Kürus'un da. Hatta bu saltanatı yerle bir eden, Avesta'nın asıl metnini bile
ateşe atan İskender de buralardan geçmişti. Ama hani? Şimdi isimleri bile
kalmamıştı geriye, taşlara kazınmış yazılar olmasaydı varlıklarından kimsenin
haberi bile olmazdı. Bir zamanlar rüzgârlar gibi esmiş ama şimdi yerinde yeller
esen saltanattan geriye kalan şu harabelerin, şu taşların dili olsa da
konuşsalar dı. Settarhan anlatılanları duymuyordu
bile. Anlatan da aslında kendi anlattıklarını duymuyordu. Ama anlatıyordu yoksa
bu sessizlik ikisini de boğacaktı. Settarhan daha fazla dinleyemedi,
Piruz'un yanından ayrıldı sessizce. Taht-ı Süleyman'a adını veren muazzam
kaidenin üzerine tırmandı; Hazret-i Süleyman'ın efsanevî tahtına benzetildiği
için bu yer Müslüman halk tarafından bu isimle anılmış, öylece de kalmıştı.
Başlığını çıkardı, alnını, saçlarını rüzgâra verdi Settarhan. Etrafına, bu
geniş, ölü ıssızlığa baktı. Gözlerini kapadı. Burayı, yaşamla dolu olduğu
zamanlardaki haliyle gözünün önüne getirmek istedi. Dağılmış taşları üst üste
koydu. Dökülmüş kerpiçleri istifledi. Yıkık kubbeleri, kemerleri, kuleleri bir
bir yükseltti. Sekiz kapılı ateş tapınağının içinden, kubbesindeki dört
bacadan, avludaki ana sunaktan, kenarlardaki hücrelerin damlarından ve yerden
ateş püskürmeye başladı. Püsküren alevlerin gölgesi hemen öndeki krater gölüne düşüverdi. Su alev
almış yanıyor, suyun içinden yangın fışkırıyordu, irkilerek açtı gözlerini
Settarhan. Mecusî olan her nesneden, ateşin kelimesinden, Yezd'den, çölden,
Piruz'a benzeyen, ona dokunan, onun gözünün, dilinin, bilgisinin değdiği,
dokunduğu, bulaştığı her şeyden, içinde Piruz'un yaşadığı dünyadan, halta
Taht-ı Süleyman'dan nefret etmişti. Süleyman'ın tahtından indi.
Tapınağın yıkık kerpiç duvarlarının gölgesine çekilmiş olan Piruz'un yanma
gitti. Aynı duvara yaslandılar, yan yana. Yabanî incir ağacının kuru rüzgârla
dağılan acı kokusu genizlerini yaktı. Şurası ateşgâhtı, şurası ateş sunağı.
Zaman, bütün perdeleri indirmiş, tapınağın vakt ü zamanında en girilmez olan
yeri de bütün benzerleri gibi gözler önüne serilmişti. Bu aşikâr edilmiş
mahremiyetin çaresizliğinde büyük bir acılık vardı aslında. Piruz "Göklerde yakıldığı
için" dedi, "Sönmeyen ebedî ateş burada yakılırdı." O zaman Settarhan
hırçın bir sesle dedi ki: "En sönmez zannettiğiniz anda
Mekke'den esen bir rüzgârla ebediyen sönmedi mi Kisra'nızın ateşi? Bütün
ateşlerin ruhunu kendinde toplayan ateş-i behramınızın yakıldığı mahalden bak
şimdi duman bile tütmüyor!" Piruz sustu. Yezd'de saatlerce
birbirlerini anlamak, hiç olmazsa kadim bir başlangıçta aynı kaynaktan çıkan
bütün ırmakları fark etmek adına ateşten, Zerdüşt'ten, Zerdüştîlikten
bahsettikleri, Settarhan'ın kabul ya da redlerini bir taşkınlık yapmadan
sıraladığı, Piruz'a İslâm olan her şeyi sevdirdiği geceyi hatırladı. Yezd'deki
Settarhan değildi bu. Onun şimdi dinine sarılmaktan çok kendisini itmek için
fırsat kolladığını anladı. Bu öfke dini için değil kendisi içindi. "Settarhan" dedi, yabanî
güz çiçeklerinin yorgunluğuna dalgınca bakarken, "Bana dinin için değil
kendin için saldırıyorsun. Ama neden?" Sustu Settarhan. Hiçbir şey
söylemedi. Sükûtun ikrardan geldiğini biliyordu
Piruz. Ama neden? Oysa Settarhan bir cesaret verse, yüzünü bir gösterse, Piruz
ona kalbini açacak, yol göstermesini yordam vermesini dileyecekti. Onu
incitecek, ailesinin onurunu zedeleyecek bir şey Piruz'un aklından bile
geçmezdi. Olmaz gibi görünse de bu işin bir oluru mutlaka bulunacaktı. "Bu
dünyada çaresiz dert yoktur oğlum" derdi babası Bahman Mansurî,
"Yeter ki karşılığında feda edebileceklerin olsun." Piruz, Settarhan'a şu bir iki saat
evvel hah tezgâhının başında kendisine olan şeyden sonra feda edemeyeceği
hiçbir şeyin kalmadığını ve Settarhan'dan başka bir kapı çalmayacağını
söyleyecekti. Yeter ki bir köprü kurmasına cesaret verse. Ama yok. Yeni bir
köprü kurmak şöyle dursun aralarında kurulmuş bütün kavî köprüler de tufan
getiren yağmurlara kapılmış gibi yıkılıp gitmişti. Ama neden? Aralarına giren yağmuru düşündü
Piruz, kanı damarlarından çekildi. Bu güzelliği o gördüyse bu niye
görmesindi? Kanı damarlarından bir daha çekildi.
Benzi sarardı. Settarhan da mı Azam'a? Acaba? Öyle olsa bile? Fark etmezdi. Çünkü
fark edeceğini düşünemez, buna ihtimal veremezdi. Çünkü kalbin zamanı yoktu.
Öncelik sonralık, sıra saygı, hak hukuk dinlemezdi o. Artık ok yaydan çıkmış,
aşkın hükmü okunmuştu. Bu hükümde hiçbir fermanın geçerliği olamazdı. Bundan
sonra sönsündü Kisra'nın ateşi, Piruz, kalbine mi söz geçirecekti? Sessizce çıktılar ateşgâhın,
zamanında kimselerin giremediği kutsal yerinden dışarı, kıyamet kopmuştu. Gölün kıyısında bir taşın üzerine
oturdu Settarhan. Dibi görünmeyen koyu yeşil, ürkütücü suyun bulanıklığına
baktı. Piruz da az ötede bir taşın üzerine oturmuştu. Settarhan bir sigara
sarmak için heybesini açtı. Batum'da, kuyumcu Sarafim'den aldığı iki Sasanî
parası hâlâ heybesinin dibindeydi. Paralardan birini parmaklarının arasında
evirdi çevirdi, suya fırlattı. "Su çok derin görünüyor"
dedi Piruz suya fırlatılanın aslında kendisi olduğunu çok iyi anlayarak. "Öyledir. Aldığını bir daha
geri vermez." Piruz eğildi biraz, elini suya
daldırdı. "Dikkat et düşmeyesin"
dedi Settarhan. "De bakalım hele, yüzme bilir misin bari?" "Hayır, bilmem." Yezd'de, çölün ortasında, suyun tek
damlasının bile değerli olduğu bir cehennemde yüzmeyi nereden öğrenecekti? Göle baktı Settarhan, onun ürperen
suyuna. Küçücüktü, neredeyse büyükçe bir havuz kadar küçük. Fakat çok derindi.
Düşenin bir daha geri dönüşü olmazdı. Bu yüzden en gözüpek gençler bile bir
delilik yapıp bu suya girmeyi akıllarından geçirmezlerdi. Çünkü bilirlerdi ki
Taht-ı Süleyman gölünün şakası yoktur. Bunca şey anlatmıştı Piruz Settarhan'a
Taht-ı Süleyman hakkında, bunların hiçbirini Settarhan bilmiyordu ama işte şu
küçümen gölün suyunun derinliği ve tehlikesi var ya, bunu da Piruz bilmiyordu. Settarhan içinden "Şimdi, şu
saniye ayağı takılsa da şu suya düşse, Piruz'u kurtarmak için bir şey yapar
mıyım?" diye geçirdi. Cevabını bulup da veremedi. Ertesi sabah Piruz sessiz sedasız
Tebriz'e döndü. Ancak bir hafta dayanabildi. Tekrar Taht-ı Süleyman'a geldi.
Alacağı cevabı bile bile önce Settarhan'ın sonra Mirza Han'ın huzuruna çıktı,
meramını, niyetinin halisliğini dile getirdi. Eğer müsaade ederlerse Azam'ı
onlardan âdetleri, gelenekleri ne ise ona göre isteyecekti. Ne isterlerse
yapmaya razıydı bundan böyle. Arada engeller vardı evet, ama o engelleri
aşmanın bir yolu mutlaka bulunacaktı. Annesini, amcalarını, dayılarını
çağırmasına izin var mıydı? Kendi ailesinden kopacak itirazın
yaygarasını ise Piruz henüz hesaba bile katmamıştı. "Eğer evimde olmasaydın"
dedi Mirza Han, "Seni şu an kendi ellerimle ekmek doğrar gibi doğramıştım.
Git ve bir daha gözüme görünme." Settarhan'sa dudaklarının arasından
ıslık gibi çıkan tek cümle sarf etti: "Sana güvenmiştim." Piruz gitti ama ertesi gün Azam da
gitti. Kolay olmamıştı bu gidiş fakat dört
bir yan taş duvar olsa önlerinde kimse duramazdı. Aralarında nasıl bir
irtibat kurulduğunu, nasıl anlaştıklarını, nasıl haberleşip kaçtıklarını,
onlara kimin yardım ettiğini -biri yardım etmese bu iş asla başarılamazdı-,
bütün bu ayrıntıları evdeki hizmetkârlardan başka hiç kimse merak edip de
dedikodusunu yapmadı. Düşünülecek çok daha vahim şeyler vardı; Mirza Han da,
Settarhan da olup biteni henüz duymamıştı. Settarhan eve girdiğinde, "Ağa
efendi, koşun" diye haykırdı örgücü kızlardan biri atölyeyi işaret
ederken, başındaki örtü kaymıştı ve bu, görülmüş hal değildi. Atölyeye koştuğunda Azam'ın sekisini
boş buldu Settarhan. Pervazından mavi yeleli atlar geçen yarısına kadar dokunmuş
halı ise boydan boya yarılmıştı. Açılan gedikten çözgü ipleri de atkılar da uç
vermiş sırıtıyordu ve boydan boya yarılmış olsa da halı çarmıha gerilmiş gibi
tezgâha bağlı kalmıştı. Dehşetli kılıç darbesi taban pervazından geçen
süvarilerden en tekinsizini de atıyla birlikte ikiye bölmüştü fakat at, hâlâ
şaşkın ve sarsak, adım atıyordu. Settarhan ürperdi. Damarlarından
önce ateş ırmakları akmaya başladı sonra geri çekilen ateş yatağına dünyanın
bütün buzullarından çözülen bir deniz doldu. Bu evin çatısı altında böyle sık
dokunmuş bir halıyı tek darbede boydan boya yaracak kılıç da hak da cesaret de
ancak Mirza Han'daydı. "Hüdâhafız" diye geçirdi içinden Settarhan.
Bir yerlerde kıyamet kopmuş da o mu duymamıştı? Yakınlık getirmek istemedi
gerçi ama kıyametin hangi yandan koptuğunu kestirmek zor değildi. Azam'dan yana
kopmuşsa eğer bu daha küçük kıyametti ve eğer gerçekten Azam tarafında bir
kıyamet kopmuşsa, Settarhan'ın göklerinde de yıldızlar dökülmeyi, gökkubbe
dürülmeyi bekliyor demekti. Fırtına. Geliyordu. Settarhan'ı önüne katacağı da
muhakkaktı. Korkudan dili tutulmuş kızlara baktı
Settarhan. "Azam nerede?" diye sorduysa da böyle bir soruya cevap
verebilecek cesarette biri çıkmadı aralarından. Üsteledi, kükredi, tehdit etti.
Sonunda kızlardan biri, iki kelimeyi güç belâ bir araya gelirdi,
"Gitti" diyebildi. "Nereye?" Cevap gelmedi. Settarhan o zaman
başka türlü sorması gerektiğini sezdi: "Kiminle?" Cevap almak için üç kez yinelemesi
ve kızlardan birinin boğazına pençesini geçirmesi lâzım geldi. "O sizin Mecusî
misafirle." Settarhan hareme, annesinin yanına
koştuğunda Hengâme başını çatmış, bir yandan dizlerini dövüyor bir yandan
beddualarını ardı ardına sıralıyordu: "Ateşin sönsün, yollarda ayak
izlerine küller dökülesice, adın batsın, isimsiz kalasın." Beli benzi solmuş, gözleri
ağlamaktan şişmiş kadın, Firdevs Usta'nın kolları arasında yeni bir baygınlığın
kuytusuna düşmeden evvel, oğlunun ölüm sarısı sinmiş yüzüne baktı. "Mirza Han seni çağırıyor"
diyebildi. Settarhan babasının yanma girmeden
önce öfkesini dindirmek, hiç değilse içine bastırmak için gayret sarf etti.
Öfkede bile Mirza Han'ın önüne geçilmezdi. Neden sonra içeri geçtiğinde Mirza
Han, "Otur" dedi Settarhan'a. Kelimeleri ateş, cümleleri alevdi. "Elhamdülillahirabbilâlemin"
diye başladı Mirza Han, "Biz, kadınları asla günaha bulaşmayan bir
sülâleye mensubuz." Bir nefes durdu, Alemlerin Rabbi'ne olan hamdını
yineledi. Gözleri bebeğinden akma kadar öfke kesmişti. Settarhan bu gözleri, bu
bakışları iyi tanırdı, sonu hiç iyi gelmezdi ama o da oracıkta bu bakışlara
katılmak istedi. Mirza Han, ailesinin gelmiş geçmiş
bütün kadınlarına karşı minnet ve şükran içindeydi şimdi. Bir erkeğin en
kıymetli ve en tehlikeli varlığı ailesinin kadınlarıydı çünkü erkeğin namusu o
kadınlara emanetti. Babası konuştu, Settarhan ses
çıkarmadan dinledi. Mirza Han'ın kelimeleri birbiri içinde açılan, açıldıkça
yayılan cümleler halinde devam elti. Üstelik bu cümlelerin her
biri yangın dili bir yüklemin sırtına bindirilmiş, oracıkta düğümlenmişti.
Sonunda Mirza Han ipin ucunu açtı, sadede geldi. Azam, bu ailenin başını önüne eğmiş,
yüzünü kara etmişti. Üstelik o eğik baş bu ailenin sadece bugününü değil dününü
ve yarınını da rehin almıştı. Mezarlarda ailenin büyük büyük babalarının
kurumuş kafataslarının göz çukurlarından kanlı yaşlar aklığını ve o yaşların
mahşere değin kurumayacağını sanki şu an, şimdi görüyormuş gibi anlatıyordu
Mirza Han. Ruhları huzur bulmayacaktı bu ailenin hiçbir ölü ferdinin. Üstelik
ailenin geçmişi gibi geleceğinin de başı öne eğilmişti. Henüz analarının
rahmine, babalarının zürriyetine düşmemiş olan bebekler bile bu alınyazısının
hesabını işte şimdi, şu an yaşayanlardan, "onunla" -Azam artık
isminden değil bir "o" zamirinden ibaret kalmıştı- zamandaş
olanlardan sormazlar mıydı? Sesinde, gelmiş ve gelecek bütün
sülâlesinin sesi, Mirza Han kendi sorusuna o yekpare cevabı verdi: Sorarlardı! Koca Mirza Han. Hanlık damarları
kabarmış, damarlarındaki kanın asaletini korumak için kudurmuş denizler gibi
taşmıştı. Bu, Mirza Han'ın kendi kendisine karşı var olma kıvamıydı. Sırtını
halı minderlere yaslarken -o minderleri de Azam dokumuştu- Settarhan'a öyle geldi
ki Mirza Han'ın gözlerinden bir anlık bir şüphe, bir bulutluk telâş geçti. Ama
o bir anlık bulutun dağılması zor olmadı. "Ona" -Azam'a yani- duyduğu
muhabbet şimdi her zamankinden daha fazlaydı aslında Mirza Han'ın. O kadar
fazlaydı ki bu muhabbet, ondan boşalan yer sadeleştirilmiş bir duyguyla
doldurulamazdı, mutedil bir yağmurla yıkanacak gibi değildi bu kir. Ancak bir
tufan, bir kasırga lâzımdı. Yapılacak olan şeyin tarifesi asırlardan beri
değişmemişti ve feda edilecek olan "o" şey -yani Azam- o kadar feda
edilmezdi ki onunla kıyasıya tartılabilecek yegâne yine onun kendisiydi. Ve ki
onunla tartılabilecek tek duygu onur duygusuydu. Hem de bir kişinin değil bütün
bir sülâlenin onuru! Bir ailenin reisinin kalbinde muhabbetle onur karşı
karşıya durduğunda, o reis, onur duygusuna verdiği değeri ancak ondan daha
büyük bir muhabbeti feda ederek gösterebilirdi. Çünkü sülâleler bu iklimde onur
duygusu üzerinde yükselir, asırlar içinde ancak o duygunun sırtında yol
alabilirdi. Çünkü muhabbet şahsî, onur ise çoğul bir şeydi. Muhabbetinden kendi
sorumluydu insanın, onur ise bütün bir sülâle içindi. Zordu "onun"
feda edilmesi ama onun feda edilmemesi daha zordu. Mirza Han akkor kesmiş gözlerini
bambaşka bir dünyaya açmış, kan donduran bir soğukkanlılıkla konuşuyordu şimdi. "Kan isteyen törelerimiz yoktur
bizim, biz töreye insanımızı kurban etmeyiz. Ama namusumuz vardır. Onun için
yaşar, gerekirse onun uğrunda ölürüz. Yaşarken de ölürken de bir değil her
kişiyiz. Ve her kişinin onuru söz konusu olduğunda gerekirse bir kişiyi feda
ederiz." Öyleyse bu düşen alm yerden
kaldırmaları lâzımdı. Eğer böyle olmazsa sülâlesi Mirza Han'ı ayıplamaz mıydı?
Ve mademki sülâle, o sülâlenin her bir ferdinde yazılıydı ve mademki her bir
fert bütün sülâlenin bütün yazısız kanunlarıyla yasalıydı, bu karayı aklamak da
Settarhan'ın vazifesiydi. Mirza Han gözlerini Settarhan'a diktiğinde bir cevap
beklemiyordu. Sadece, "Artık git ve zaman kaybetme" diyordu, "Bu lekeyi temizle." Yerinden
kalktı, sağlam adımlarla hareme yönelirken kapıdan yarı geri döndü: "Allah şahit" dedi,
Yaradan'ı tanık gösterdi. "O alçağın ateşperest olmasına da itirazım var.
Ama en evvel sözüm odur ki, sözlü kızı ayartan, onu yoldan çıkaran, Azerbaycan'ın Müslüman Şahı aa olsa ölüm fermanını
yine böyle verirdim." Az evvel Mirza Han'ın sırlını
yasladığı minderlere baktı Settarhan. Fer şakaklarından akıyor, burnunun
ucundan damlıyordu ve atölyedeki halının önünde bütün damarlarında dolaşmaya
başlayan kezzap şimdi, kalbindeki bir kesikten içeri sızıyordu. Babasıyla aynı
çatı altında nefes aldığını unutsa o da şu halı yastıkları birer hançer
darbesiyle parçalayacak, camları çerçeveleri indirecekti tekmil yerinden.
Yetmeyecek, kendisini de duvara çarpa çarpa telef edecekti. Kendisini heba
etmeden bu acı öfke dinmezdi çünkü. Üstelik öfkesinin sebebi babasının
kestirebileceğinden çok daha derindi. Kapıda dikilmiş olan Mirza Han,
suspus olmuş hizmetkârlardan birine, "Kaldırın şu yastıkları!" diye
emir verdi. "Onun" elinin değdiği, gözünün gördüğü hiçbir şeyi bundan
böyle gözü görmesindi. Settarhan, anında kaldırılan
yastıklara baktı. Kolaydı belki, yastıklar atılır, halılar kaldırılırdı. Babası
bilmiyordu nasıl dokunduklarını ama Settarhan, yolunu şaşırmış atların
ilmelerine tanıktı. Onlar da yok edilebilirdi hatta. Ama Azam'ın girdiği kalp,
Settarhan'ın kalbi? Onu kaldırıp atacak bir yer var mıydı? Elini şakağına dayadı, ayaklarının
ucuna bakmaya başladı. Mirza Han'ın içinde taşan o deniz, Settarhan'ın içinde
de köpürüp duruyordu. Bir yanıyla o da babasının var olma kıvamına bağlıydı,
işte o yanı, Azam'ın da Piruz'un da şu anda boğazlarına çökebilir, dünyayı
onlara dar edebilirdi. Fakat bir diğer yanı daha vardı Settarhan'ın, her insan
gibi. İnsan da zaten hangi yanı kuvvetliyse o kadardı. İşte o yanı Settarhan'a,
"Kimse kimseyi yoldan çıkarmadı. Yağmur çölü, akan ırmaklar denizi nasıl
bulursa birbirlerini öylece buldular. Hem sor bakalım, Azam'ın seninle sözlü
olduğundan haberi var mı?" diyordu. Ve bu ses diğerinden daha güçlü
çıkıyordu. Kimselere eli kalkmazdı Settarhan'ın, mizacında böyle bir yan baskın
değildi. "Baba" diye seslenirken
yerinden kalktı, kapı aralığında dikilmiş olan Mirza Han'a yaklaştı. "Ben
bu işi yapamam" diyemedi, dahası bu işin yapılmasını istemediğinden bile
emin değildi. Sadece, "Niye ben?"
diyebildi. "Başka kim olabilir?" dedi
Mirza Han sol kaşını kaldırarak, "Sen değilsen başka kim olabilir? Fukara
Sehend mi, ablaların mı?" Durdu bir an, ekledi. "Yoksa
ben mi?" ^jraZjdaha böyle bakarsa Settarhan,
toz olup olduğu yere Ortadan ikiye bölünmüştü Settarhan.
Kendisinden istenen şey, bunu hiç düşünmemişti, düşünmediği için de
eyleyemezdi. Ama bu zillete dayanmak, işte bu da mümkün değildi. Kim yaparsa
yapsın ama böyle bir şeyi Settarhan yerine getiremezdi. Ne olup bitene göz
yumarak zillet altında yaşamak ne de o ikisini birden ortadan kaldırmak;
bunların ikisi de Settarhan'a göre değildi bütünüyle. Fakat bir üçüncü yol da
yoktu, isli, yağlı bir kara katran bütün vücudunu yaktı, bütün yolların tıkalı
olduğunu fark etmek içini bulandırdı. Öyleyse Settarhan taş kesilse daha
iyiydi. Zaman dursaydı, Settarhan ortada donup kalsaydı, heykel olsaydı. Bir
şey yapmak, etmek, eylemek, adım atmak zorunda kalmasaydı. "Allah'ım" dedi,
"Bana bir yol göster. Benim tek başıma karar veremeyeceğim denli karışık
bu iş. Ben bu ipin ucunu tek başıma getiremem. Senin benden ne istediğini bir
bilebilsem; Seni hangi adımım benden razı kılar bir kestirebilsem. Ona göre hareket etsem. Ey Hüdâ-yı
Alemin, bana bir işaret gönder." Hiçbir işaret gelmedi. O gece bir rüya
gördü Settarhan. Ona kalsa sabaha değin uyumamıştı ama görülecek rüya,
uyanıklığına kadar sızmıştı. Rüyasında evlerinin cümle kapısı önünde duruyordu.
Yalnızdı. Bayram günleri giydiği yakası ve kol ağızları işlemeli beyaz ipek
gömlek sırtındaydı. Sanki evdeki büyük bir törene hazırlanıyordu ama içinde bir
gönülsüzlük de vardı. Adım atamıyor, kapıdan içeri giremiyordu bir türlü. Oysa
biliyordu, bütün ev hele babası, onu bekliyorlardı. Böyle iki arada bir derede,
adım atmakla atmamak arasında kararsız, dünyanın yükünü omuzlarına almış
beklerken aniden ayağının altındaki yer sarsılmaya başlıyor ve arkadaki dağ,
evin üzerine, evin ana duvarı da Settarhan'ın üzerine yıkılıyordu. Settarhan
kendisini ter içinde uykusundan atmış, yatakta yarı doğrulmuştu. Sabaha kadar
dalıp dalıp uyanmış, kalbi ile aklı birbiriyle mücadele edip durmuştu. Ama ne
kalbi aklını ikna edebilmişti ne de aklı kalbini. Aşikârdı gördüğü rüyanın
manası ama ona şimdi bu rüyanın işareti lâzımdı. Sabah çorbasına oturmadı bile, bir
solukta Çiçek Hala'nın kapısını çaldı. Tokmağın sesini dinledi. Bir daha çaldı. Kapı açıldı sonunda, Çiçek Hala asık
bir yüzle Settarhan'ı içeri buyur etti. Olup biteni duymuştu demek ki. Hiçbir
kelâm etmeden Settarhan'ın yüzüne baktı uzun uzun. Yaşlı kadın bu sararmış
çehreden kötü bir düşle bölünmüş gecenin hayırlı bir sabahı olamayacağını
okudu. Nice düşler teslim edilmişti kendisine; sahiplerinin bile farkında
olmadığı gizli emeller, işlenmiş işlenmemiş günahlar, kapalı açık
arzular. Yakın geleceğe ilişkin felâketler okumuştu rüyaları daha dinlemeden
onların sahiplerinin yüzünden. Ama böyle bir yüzü daha evvel o bile hiç
görmemişti. Settarhan, "Çiçek Hala, bir
rüya gördüm" diye başladı. "Bizim evin önünde duruyordum. Atmam
gereken bir adım vardı ama atamıyordum. Oysa herkes beni bekliyordu." Çiçek Hala'ya kalsa bu düşü dinlemek
istemezdi. Gel gör ki Settarhan anlatmaya çoktan başlamıştı bile. Ne bir bardak
su anlatmasını bölebildi ne çay ne de şerbetler. Sanki bir an önce anlatmasa,
gördüğü içinde kalacak, ağzında acıyan o dehşet gerçek olacaktı. Yaşlı kadının yüzü kederle
gölgelendi. Bu rüyanın başlangıcından sonunu tahmin etmek zor değildi. Bundan
yıllar yıllar evvel büyük bir kapının önünde benzer bir rüya görmüş, o kapının
önünde kalakalmıştı Çiçek Hanım da. Kendisini, bütün bir ailenin hükümleri,
ahlâkı, namusu adına satır önünde bulduğunda onun da doğruları ailesinin
doğrularıyla çelişmişti. Gönül işte sevmiş, sevilmişti de. Oysa kendisine hiç
sorulmadan, zamanında verilmiş bir sözün kurbanı olarak gelmişti o günlere.
Gücü olsa, dizlerinde atılacak bir adımın dermanını bulsa, yüz geri o rüyadan
çıkıp giderdi Çiçek Kız. Ama yoktu. Ne atacak adımı, ne elinden tutanı, ne
halden anlayanı vardı. Sevdiceği bile kendisini o rüyadan çekip çıkaramamıştı.
Çiçek Hatun, halinden kimselere bahsedememişti. Bahis için zemin gerekli zira.
Yoktu. Sesini çıkarmamış, kaderinin bir yanma razı olmuştu sadece, öbür yanını
ise reddetmiş, hiç evlenmemişti. Ve şimdi Settarhan omuzuna yüklenmiş rüyasıyla
gelmiş kendisinden yorum mu istiyordu? Hâlâ rüyasını anlatmakta olan
Settarhan "Çiçek Hala" diye devam etti, "Birden ayağımın dibinde
yer sarsılmaya başladı. Şu Sehend Dağı geldi, bizim evin üzerine yıkıldı." "Ev de senin üzerine yıkıldı,
he mi?" diye tamamladı Çiçek Hala, çubuğundan derin bir nefes çekerken. El
çırptı, en acısından iki kahve hazırlanmasını emretti. Yerinden kalktı, sanki
onunla birlikte heybetli bir dağ yürüdü. Settarhan'ın önünde durdu, ellerini
onun iki omuzuna bıraktı. Settarhan bu ellerin ağırlığı altında ayaklarından
itibaren olduğu yere batacağını sandı. Güçlükle doğruldu. Ellerini çekti Çiçek Hala.
"Otur" dedi, "Otur da halleşelim." Bir çubuk da Settarhan'a uzattı. Kadın da olsa ailenin bir büyüğünün,
hem de yaşını başını almış, erkek taifesine karışmış olan birinin karşısında
çubuk tüttürmek! inanılır gibi değildi. Fakat hal de o alışıldık hallerden
değildi. Üsteledi Çiçek Hala. Settarhan çubuğu aldı, yaktı. O gün orada
Settarhan, Çiçek Hala'ya kalbindeki her türlü tereddüdü sayfa sayfa açtı,
birbiriyle çekişen iki yanını gösterdi; aklının kalbini, kalbinin aklını ikna
edemediğini, göklerden de bir işaret gelmediğini söyledi. Ama asıl sayfayı
çevirdiğinde, "Ben Azam'ı çok seviyorum" dediğinde Çiçek Hala
gözlerini gözerine dikti: "Biliyorum Settarhan" dedi. Berber Isfendiyar şahdamarına dayanan usturaya
aldırmamasından anlamıştı Settarhan'ın âşık olduğunu, Kirkor Usta geriye bıraktığı firuzenin renginin alev
almasından; Çiçek Hala ise bakışlarından. Ama bu bakışlarda aşktan daha
tehlikeli bir şey vardı, aşkla bağdaşmayan bir şey. Yaşlı kadın bir erkek sesi
kadar kalın sesiyle dedi ki: "Settarhan, âşığım diyorsun. Bu
nasıl aşktır ki iki yanın bir araya gelip de bütününle hakkını gelmiş ve geçmiş
herkese helâl etmiyorsun? Bu nasıl aşktır ki kan davası güdüyorsun, her şeyi
affetmiyorsun? Aşık kendisini yakacak cehennem ateşinin önünde önce bir süre
ısınır, bilmiyor musun?" Settarhan bir yanıyla korktu bu
uluorta sözlerden. Kendisine buyurulan şeyden ve kendisinin de yapmaktan
korktuğu şeyi yapmamaktan değil; hakkını Piruz'a helâl etmekten, Azam'ı
affetmekten korktuğu için korktu. Korku dağları beklerken düğüm düğüm üstüne.
Ukde der ukde. İçine bir düğüm daha atıldı. Kördüğüm oldu açılmadı. Çiçek Hala Settarhan'a baktı.
Zamanında bir masalın kaybetmeye mahkûm kahramanı ama biraz da o kaybın tam
sebebi gibi, fukara sevdiceği gözünü karartıp da dağları delmeye, hiç olmazsa o
yolda ölmeye kalkışamadığında, Çiçek'ini o masalın mutsuz sonundan çekip
çıkaramadığında hep bir mucize olmasını bekleyip durmuştu o da. Olmamıştı.
Mucizeler öyle çok sık görünen şeyler değildi. Ama. Birilerinin mucizesi olmak
da lâzımdı. Söze başladı: "Bazen en büyük hakikatlerin
bilgisinin en büyük günahlarla yan yana durduğunu unutma Settarhan. Aşkın
nizamı parçalanınca her şey göze abes görünmeye başlar. İnsan içinden
yenilenmeyince dışından eskir..." Sonra sigarasından derin bir nefes
çekti, kendi cümlelerine kendisi de güldü. Settarhan'ın âşıkane sözlere,
hikmetlere, Hafız'dan okunan gazellere, teşbihlere, hünerlere değil nasihate
ihtiyacı vardı. O da sade ve açık tek cümleye sığardı. "Bırak" dedi.
"Gitsinler. Yollarına çıkma. Bir taş koyulacaksa da yollarına, o taş sen
olma." "Settarhan" diye ekledi,
"Kargış dağ uyandırır, kargış alma." Settarhan bu ezilmiş saltanata
hürmetle baktı. Onun, zamanında kendi başkaldıramamışlığınm acısını şimdi
Azam'ın başkaldırışına göz yummakla mı çıkarmaya çalıştığını ise hiç düşünmedi
bile, içindeki kördüğüm sanki açıldı, evin arkasındaki dağ, üstünden kalktı.
Settarhan'ı Mirza Han'a bağlayan yollardan dışarı bir yol buldu, bu sülâleden
sıyrıldı. Yapmayacaktı. Çünkü yapamazdı. Yaparsa kendisi de yaşayamazdı. Ona
şimdi sadece adım atmak kalmıştı. Kapıdan çıkarken, hizmetkârın tam o
sırada içeri buyur etmekte olduğu Sehend'in kırık bakışlarıyla karşılaştı.
Durmadı. Attı adımını Settarhan. Muhabbeti,
vicdanı, insaniyeti, iyiliği, adını koyamadığı o bir tek kendisine ait
şahsiyeti, bütün sülâlesinden kopup da sadece kendisinden ibaret olan o yanı
daha ağır gelmişti. Aramadı, peşlerine düşüp de bir köşede kıstırmadı o
ikisini. Azam'ı saçlarından sürükleyerek ardı sıra çekmedi. En fazla nefret
ettiği anda dahi onun inkâr edemediği güzelliğinin karşısında öfkesini şehvetle
bilemedi. Kendisine de ait olan geçmişe ihanet etmedi. Ama artık buralarda durulmazdı,
şimdi ona bir hicret lâzımdı. Mâh-ı Muharrem'di. Her yan Kerbelâ. Varsın olsun,
Hüseyin olmak Yezid olmaktan yeğdi. Eve döndü. Mirza Han Enderun’daydı.
Yanına uğramadı. Settarhan bu kadardı. Babası Mirza Han, bu kadarına razıysa,
kervan yola devam edebilirdi. Değilse? Ne olacağını kim bilirdi? Serbülend'in ve iki yedek atın
hazırlanmasını emretti. Hareme geçti. Annesinin ellerine
sarıldı. "Ben gidiyorum anne" dedi. Settarhan'ı kapıya kadar yüzünde
asılı o sapsarı kederle ve gözlerindeki her zamanki kırık tebessümle Sehend
ağabeyi geçirdi. Fakat o kırık tebessümde, şimdiden birikmiş hasretten daha
galip, derin mi derin bir memnuniyet var gibiydi. Tebriz'de doğruca Kapalıçarşı'ya
gitmişti Settarhan. Halılar, Rus ve İngiliz subayları arasında her zamanki
hayatını yaşamaya çalışmıştı. Arkasına bakmadan çıkmıştı Tahtı Süleyman'dan,
Mirza Han'dan da bir haber çıkmamıştı. Ama her şey yerli yerinde duruyordu
işte, belli ki bu iş yakasını kolayına bırakmayacaktı, içinde iyileşmeyen bir
sancıyla bir yanı öbür yanına bir türlü uymamış, aşkla uyuyup nefretle
uyanmıştı günler boyunca, sonra nefretle uyuyup aşkla uyanmış, tek bir şey
olamamanın kahrını çekmişti. Kimi gün bütünüyle af ve merhamet kimi gün tepeden
tırnağa öfke ve nefretle dolmuştu. Tek bir şey olsaydı oysa, kendisine
emredilen ya da içinden gelen bir sesin buyurduğu bir şey. Yeter ki biri
olurken aklı diğerinde kalmasaydı, ona kendisini bütünüyle bıraksaydı. Aklını
ikna ederken kalbinde kavrulmasaydı, kalbini ikna ederken aklından
yakalanmasaydı. Ama her biri diğerine diş geçiren iki büyük heyulâ arasında
paramparçaydı sadece. Aradan hayli zaman geçti. Kış başı,
Tebriz'de karın ağır ağır savrulduğu bir akşamüzeri, Kapalıçarşı'nın bütün
kapıları kapandıktan sonra Settarhan ne yapacağını ne edeceğini bilmeden
sokaklarda dolaşmaya başladı. Bir yerlere sığması mümkün değildi ve gidecek bir
yer de yok gibi görünüyordu. Yüzünü kar pembesi göklere doğru çevirdi. Kar
taneleri elmacık kemiklerinin, şakaklarının üzerinde erirken duyduğu sesle kendine geldi; Tebriz'in sonsuz sayıdaki âşık
kahvelerinden birinin önündeydi. Bu ses hazindi. Büyüsüne kapılmamak,
kılavuzluğunu kabullenmemek sıradan insanlar için bile mümkün değilken kalbi
yaralı, ruhu öfkeli Settarhan için bu, çağrı değil azimetti. Üstelik ses sanki
kendi halinden tevatür etmedeydi. Kapıya yanaştı Settarhan. Buz tutmuş,
servilenmiş camdan içeri baktı. Bir şey göremedi. Kapıyı araladı, hah bir
perdeden ibaret olan ikinci kapının kenarından içeri süzüldü. Dumanlı hava yüzüne
çarparken ses yakınlaştı. Peykeler doluydu. Fazla göze çarpmadan ateşe, ocağa
yakın boş bir yere ilişti Settarhan. Bir semaver söyledi, bir de nargile.
Dinlemeye başladı. Şu âşık tarzı, bambaşkaydı. A Aşık, iki kaşının arasında dünyanın
bütün düğümleri önce bağlanmış sonra açılmış, görmüş geçirmiş, kavrulmuş
yanmış, ancak ondan sonra ayakta kalmışlar gibi fütursuzca kendi âlemine dalmış
vakur bir adamdı. Ayakta değil oturarak söylüyordu. Sırtını peykenin havları
dökülmüş halı minderine iyice yaslamış, sağ dizini dikerek sazını kucak
boşluğuna almıştı. Başı hafifçe kalbine doğru eğik, gözleri tümüyle kapalı,
bedeniyle orada lâkin ruhuyla çok uzaktaydı. Nefes alır gibi tellerin üzerinde
gezinmeye başladı. Zaif bedeni dumanların arkasında varla yok arası, dokunsan
dağılacak gibi görünse de çalıp söyledikleri kurşun kadar ağırdı. Hançer gibi
delici, kılıç gibi keskin, hazin bir "yanık hava"ydı bu. İlk nağmeler İran'ın bitip tükenmek
bilmez ovaları gibi geldi, yüce dağların göklere baş çeken zirveleri ardından sökün
etti. Sonsuzca uzayan bir döşeme üzerinde bir nağme tam unutuldu denilen yerde,
aynı dağın farklı zirvelerde kendini tekrarlaması gibi yepyeni bir yorumla
tekrarlandı. Bu, nağmeden başka bir şeydi.
Öldürüyor, hiç değilse yaralıyor, sakal bırakıyordu. Onu bir kez dinleyenin
kendisini bir daha aynı kişi olarak bulması mümkün değildi çünkü âşık, insanın
ruhunu çekip çıkarıyordu. Ama ruhun kendisine ne olduğunu, neyle karşılaştığını
anlaması mümkün olmuyor, geriye sadece bu dünyadan geçmiş yanık bir adamın
resmi kalıyordu. Ve tıpkı Hafız'ın Farsçası gibi bu tavırda, bu nağmede de
sadece İslâm'ın serin rüzgârı ve Azerbaycan'ın Türklüğü değil, Zerdüştîlerin
ateşi, Persepolis'in Dara'sı da vardı. Sırtında kirli, yakasız bir gömlek,
ayağında bol bir pantolon, yüzü kemikli, gözleri kuytu, saçları yarı dökülmüş,
yaşı olmayan bu adama ilgiyle baktı Settarhan. Bitip tükenmek bilmeyen bir
nağmede yolu nasıl da açıyor, yeryüzü kelimeleriyle konuşsa da bu dünyadan
olmayan bir sesle bu dünyadan olmayan bir hikâyeyi nasıl da anlatıyordu?
Nağmeyi nağmeye ekleyerek yükseldiği dorukta atmosferi delip çıkıyor, bambaşka
bir boyuta geçiyor, oradan sesleniyordu. Acıları artık bu evrenin hesaplarını
aşmış, tümüyle öte dünyaya havale edilmişti ve bu yüzden bir daha yanması mümkün
değildi. Dünya yansa o alev almazdı artık, o denli yanmış, bütünüyle kavrulmuştu
çünkü. Ama bu dumanı da üzerinden atamazdı. Settarhan merak etti, nasıl
dayanmış nasıl ayakta kalmıştı? Çok geçmeden Kerem ile Aslı'nın
hikâyesini anlatacak bir başka âşık geldi, yüksekçe bir yere oturdu, çalıp
söylemeye başladı. Ayağını uzatan, öksüren, lâubalilik yapan bulunmazdı zaten
bu meclislerde fakat bu defa nefes alınsa duyulacaktı sanki, herkes kulak
kesilmişti. Geceler boyunca sürerdi Kerem ile Aslı'nın hikâyesi. Settarhan
sözlere kulak verince, âşığın faslı geçtiğini, divanını, destanını söylediğini, döşemesini kurduğunu, asıl hikâyeye çoktan geldiğini
anladı. Kaç gecede anlatılırdı Ermeni keşişin kızı Karasultan'ı seven Ahmet
Mirza'nın hikâyesi? Adının değiştiğine, Kerem'leştiğine bakılırsa, aşk çoktan
başlamış; Ahmet Mirza, kimliğinden geçmişti. Kıvrak anlatıyordu âşık. Anlatırken
kendinden geçiyor, kâh A Kerem'e kâh Aslı'ya dönüşüyordu. Aşık, ilhamının baş
kaynağı Urumiye Gölü ve Aras nehri ile uçsuz bucaksız ovalar ve yüce dağlar
olsa da, hikâyesini her akşam dinleyenlerin tavrına göre yeniden
biçimlendirirdi. Olaylar sabitti gerçi, Kerem ile Aslı daima ayrılırlar, Kerem
kendi âh'ının alevinde tutuşurdu. Fakat bazen dinleyicilerin çoğu öyle ihtiyar,
öyle kanları ve kalpleri donmuş, öyle kendinden geçmiş adamlar olurlardı ki
Kerem ile Aslı'nın o geceki bölümünü bir ahlâk risalesine dönüştürerek
anlatıverirdi, yoksa bu pirifânilerin umurlarında olmazdı aşk. Aynı hikâye
gençlerin, gençliklerini unutmamışların, aşktan gayrini kîl ü kâ! bellemiş
yaşsızların çoğunlukta olduğu meclislerde ise ateşten gömleğe dönerdi. Bu gece de hem söylüyor hem de nabza
göre vereceği şerbetin kıvamını kestirmek için dinleyenlerini gözden
geçiriyordu âşık. Çok geçmeden bir çift gözle göz göze geldi; ateşe yakın
olurmuş, durgun su gibi kederli, yanardağ ağzı gibi tutuşmuş Settarhan'ın
gözleriyle. Yaman bir sevdaya düşmüş bir adamla karşılaştığını anladı. Yoksa
beyzade içini böyle çekmez, gözlerini dikip de ateşe öyle bakmazdı. Çok
geçmeden âşık gözlerini kapadı, Kerem'in, derdini babasına açtığı mısraları
söylemeye başladı: O gece âşık
söyledi Settarhan dinledi. Meclistekilerin payına da bu yakıcı ateşten saçılan
alazlarla mest olmak düştü. Kerem'in akıbetini hikâyenin sona ereceği gece anlatacaktı âşık. Ama beyzade, kesik âh'lanna
bakılırsa, Kerem'in âh'ını çoktan tecrübe etmişti. O bir yandan açarken diğer
yandan kapanmış olmalıydı Aslı'nın düğmeleri ve sevgilinin göğsü üstünde iki
düğme arasında kaldığı muhakkaktı. Jrumiyeli âşık, beyzadenin halinden onun bir kararda
mayacağını, bir yerlere sığmayacağını, birazdan da adan çıkıp gideceğini
anladı. Sözü kesmeden, çaylara icaz meden önce, "Sözüm sana" der gibi
Kerem'in ;ınmasına geçiverdi: / ağalar
hangi derde yanayım rdim Aslımı gören olmadı yaneler gibi yandım tutuştum idim
alevimi alan olmadı /e âşıklar arasında hiç âdet olmadığı halde bir
Karabağ estesi ile bitirdi. Cış ortasında şaşılası bir bahar başını kaldırmış, göz
rmış, geçici bir parıltıyla olsa da güneş açmıştı. Settarhan ^aman han
odasından çıkmıştı, çamurlu yolları ne zaman nlamış, ne zaman çarşıya varmıştı?
İçindeki sesler Ldisini boğmaya azmetmiş olmalıydı ki gündüz vakti unu
kaybetmeye başlamıştı çoktan. Hele bugün bütün ün kayıptı. Dün sabah annesinden
bir mektup almıştı Lkü. Eğri büğrü yazıya bakılırsa Sehend ağabeyinin oğlu
Ekber'e yazdırılmıştı bu mektup. Böyle bir mektubun naşı başka kime emanet
edilip yazdırılabilirdi? Her biri meleyle söylenmiş olsa da ilk kelimesinden
son imesine öfke ve nefret dolu bir mektuptu bu; baştan sona ayet, baştan sona beddua, baştan sona sitem dolu bir
ktup. Baban kendisini eve kapadı, hiçbir yere çıkamaz oldu.
A il, hiç babanı düşünmez misin sen? Bizim bile kadın imizle başımız öne
eğilmişken koca Mirza Han ne yapsın? anlar arkamızdan gülüp konuşuyor. Üstelik
o hayâsızları ıt-ı Süleyman gölünün başında görenler olmuş bir esinde, sabahın
çok erken bir vaktinde. Ne zillet! Hâlâ nediler mi? Bu nasıl iştir, ne cesaret
ne edepsizliktir?" Mektup böyle uzayıp gidiyordu. Bakırcıların tokmak
[erini duyunca Settarhan kazancılar çarşısına yaklaştığını adı. Başını
kaldırınca bir çayhane gördü. Çaycı, havanın iansız güzelliğinden istifade, dışarı
birkaç kerevet atmıştı, iık havuz kapalıydı lâkin güneş şu birkaç saatlik
anatında, değdiği yeri okşuyordu tatlı tatlı. Settarhan bir dak su, bir fincan
kahve içmek, bir sigara tüttürmek, mm ağrısını dindirmek istedi, çayhaneye
doğru ilerledi, beş adam nargile keyfindelerdi. Selamünaleyküm" dedi ortaya Settarhan. Selâmına,
alçak ıltılar halinde karşılık geldi. Bu mukabelede, bu farzda bir itsizlik,
bir eksiklik, bir lâubalilik sezen Settarhan üstünde madı ama kerevetlerin en
uzaktakini seçti. Çizmelerini arıp halının üzerine bağdaş kurdu. Papağını geri
itmiş, ını yastığa henüz dayamıştı ki çırak yanında bitti. Kahve" dedi sigarasını sararken, "Acı
olsun." Gözlerini »adı, yüzünü kış güneşine çevirdi. İralarındaki mesafe o kadar az mıydı yoksa adamlar
?rek isteyerek mi seslerini o kadar yükseltmişlerdi? Biraz elki selâmın eksik
yanı, soğuk dağı söze döküliiverdi, di, Settarhan'ın suratına çarptı; babasının
o kadar şikâyet ği, kükrediği; annesininse o kadar sitem ettiği şey
tarhan'ın karşısına dikildi. birkaç mısra çalınmıştı kulağına Settarhan'ın,
tebessüm [esi iki mısra. Kim bilir hangi aşkın hangi yangınıyla ’em'e benzer
bir âşıkın ağzından fışkıran, herkesin bildiği iar. bahçelerde mor meni terem ettin
sen beni ra sen İslâm ol giz ra men olanı
Ermeni Vma böyle dememişlerdi ki! işte şurada oturan şu
adamlar; mısraları ezmiş, çarpıtmış, öznesini de nesnesini de ;iştirip
ağızlarını yaya yaya, sırıta sırıta demişlerdi ki: ra sen Mecusı ol
ay giz ra ben olam Müslüman lk anda "Yanlış mı duydum acaba?" diye
geçirdi içinden tarhan. Bir iki saniye bekledi. Gerçeği kavramaya çalıştı. ıa
yo, doğru duymuştu. Peki, bu haber Tebriz'e nasıl mıştı? Ne önemi var? Demek
Tebriz'e kadar varmıştı ve ıek doğruydu Settarhan'ın bundan sonra başını yerden
dıramayacağı. Şaşını kaldırdı. Yastıklara dayanarak kaykılmış üç
adam, arını atmış, menzile vardığı anda çıkaracağı gürültüyü deyerek
Settarhan'a bakıyorlardı. Üçünün de ağızının Larında aynı zalim gülüş, aynı
salyalı keyif asılı kalmıştı. ıgisi? Ses hangisinin boğazından çıkmış, kelimeler
Lgisinin ağzından dökülmüştü? Hangi dudaklar telafuz lişti bu zehir zembereği?
Hangi dil bu lâfzı döndürmüş, Lgi diş hangi damak bu sesleri fitreştirmişti?
Düşünmeye ek yoktu ki, üçü de aynı anda söylemişti. Üçü aynı anda lemese bile
biri söylemiş ikisi dinlemişti. Öyleyse üçü de ıktı bu cümleye. İçinde,
kendisini Mirza Han'a bağlayan o tırılmış ırmak kabardı, önüne geleni seline
kattı, Settarhan li hançerine attı. Aklı başındaydı ama kan beynine amıştı.
Kerevetten atlamasıyla aradaki mesafeyi iki mda alması, kendisine en yakın olan
adamın boğazına İması bir oldu. Bir eliyle adamın boğazını sıkarken öbür rle
hançerini kaldırdı. sTe zaman gelmişti? Aniden mi belirmişti? Yoksa hep
oradaydı kimse onurark mı etmemişti? Kimdi? Bunları düşünemedi Dile tarhan. Sadece
mengene gibi bir elin kendisini sol bileninden :aladığım, yalnızca Dileğini
değil ruhunu dabüktüğüniınissetti. Bu mengene açılmaz, bu efbükülmez
değildi belki ama bileğinden damarlarına doğru akan şey Settarhan'ın bütün
vücuduna usulca yayılıverdi; bir ürperti sadece bedenini değil ruhunu da ele
geçirdi. Başını kaldırdı, bir çift gözle göz
göze geldi; bir çift alev nazarla, rengi olmayan bir kartal bakışıyla. Göğsü
fişekli cübbesinin içinde yaşı olmayan bir adam Settarhan'a fazla değil sadece
bir an baktı, başının üzerinde heybetli bir kalpak vardı. "Oğul" dedi, "Er
kişiye başı açık, ayağı çıplak görünmek uygun düşmez." Settarhan'ın eli düştü. Ayağının
çıplak, başının açık olduğunu ancak o zaman fark edebildi. Bağdaş kurduğu
yerden olduğu gibi fırlamış, geri yatırdığı papağı o arbedede başından
yuvarlanmıştı. Elini adamın boğazından çekti, nefes nefeseydi. Bir çift kartal gözü, korku içindeki
üç adama döndü bu kez. "Başkalarının ayıplarını
araştıracak kadar temiz kim var içinizde, densizler?" dedi. Cevap
beklemedi. Yoluna devam etmeden, önce yanındaki gençlerden birine baktı, sonra
Settarhan'ın yerde tozlar içinde yatan papağına. Genç, papağı yerden aldı,
tozunu silkeledi Settarhan'ın eline tutuşturuverdi. Gülümsemişti sessizce. Onlar uzaklaşırken Settarhan da üç
adam da aynı esintinin arkasından bakakalmışlardı. Uzakta siyah bulutlar aralandı. Bir
yıldırım dağın üzerine düştü. Kış güneşi bu kadardı. Çaycı çıraklarını
azarladı. "Haydi, kar geliyor, toplayın
her şeyi, kerevetleri içeri alın. Bir şey kırmayın, ben de sizin kemiklerinizi
kırarım." Settarhan çizmelerini giydi;
Tebriz'e geldiğinden bu yana sık sık yaptığı gibi Dağıstan Tekkesi'nin önünden
geçerek Rus sokağına girdi, meyhaneci Aleksandr'ın kapısını itti. Aleksandr'ın meyhanesine girdiğinde
kirli önlük onu yine temennalar arasında karşıladı. Beyzade bugün gecikmişti
yoksa izzet ikramda bir kusur mu etmişlerdi? Eğer öyleyse hemen telâfi
edilebilirdi. Ne emrederlerdi? "Canım sıkkın, sus!" dedi
Settarhan. Kirli önlük sustu, içinden "Ne zaman canın sıkkın değil ki
senin?" diye geçirirken yer gösterdi, tepsi donatmakla iktifa etti. Acem
çengi gösterisine devam ediyor, Sofya ve Vasili'nin masasında ise üç beş Acem
bağıra çağıra pazarlık ediyorlardı. Kadehlerin ilkini kafasına diktiği an
Settarhan buraya da sığamadığım fark etti. İkinci ve üçüncü kadehi ayakta
devirdi, dördüncüyü kapı ağzında. Beşinciyi beklemeden dışarı fırladı. Çaycı
haklı çıkmış, kar başlamıştı. Settarhan arka sokağa geçti. Uç Rus subayı
yaklaştı yanına, az ötede iki • • • Ingiliz devriyesi kimlik sordu. Oyle ya Tebriz'in,
bütün İran'ın, onun hem ayrılmaz parçası hem gayrı yani cüz-i lâ- yenfekk'i
Azerbaycan'ın güvenliği onlardan sorulurdu. "İşte kimliğim. Ben Settarhan, Mirza Han'ın oğlu,
beyzadeyim. Azam'ı Piruz'a bıraktım. Öcümü alamadım. Ailem gibi kendi başımı da
öne eğdim. Hem elim kalkmadı onlara hem kaldıramadığım elin altında
kaldım." Devriyelerden biri güldü. Bunun
keyfi tamamdı ve gidebilirdi. Ama bu havada sokaklarda fazla dolaşmasındı, öyle
ya, gökler kızarmış, kar bastırmıştı. Tebriz halkı çoktan evlerine çekilmişti
bile. Bu saatlerde dışarıda olmak için ya İngiliz ya Rus askeri olmak gerekirdi
ya da Ermeni çetecisi veya Türk milisi. Settarhan hiçbiri değildi. O sadece ne
yapacağını bilemeyen, ortadan ikiye bölünmüş, iki yarısı yekdiğerini yiyen iki
Settarhan'dı. Bu da karlı bir gecede savaşın ortasındaki Tebriz sokaklarında
dolaşmak için yeterli bir sebepti. Biraz daha dolaştı. Soğuk hava
meyhane esrikliğini üzerinden atmıştı. Kar iyice artmış, şu kadarcık zamanda
yığılmıştı bile. Gökyüzü iyice kızıllaşmış, evler sokaklar başkalaşmıştı. Patır
patır dökülen karın sesi, kokusu doldurmuştu Tebriz sokaklarını ve incecik bir
tabaka bütün kirlerin üzerine bir sütre çekmişti. Sanki başka bir zaman başka
bir mekândı. Hep böyle kalsaydı, hiç kendine gelmeseydi Settarhan. Hiç Taht-ı
Süleyman olmasaydı. Azam olmasaydı. Piruz olmasaydı. Mirza Han hiç olmasaydı.
Settarhan hiç mi hiç olmasaydı. Dağıstan Tekkesi sokağının başına
gelmişti Settarhan. Tebriz'in sokaklarından hiç eksilmeyen iki kocaman köpeğin
tekkenin kapısındaki odun yığınlarının arasına sığınarak birbirlerine
sokulduğunu gördü. O sırada kapı açıldı, iki derviş göründü. Biri, kalın bir
çuvalla köpeklerin yattığı izbenin etrafını çevirdi, üzerini örttü. Diğeri de
ıslanmış lavaş parçalarını bir kabın içinde köpeklerin önüne sürdü. "Derviiiş" diye seslendi
Settarhan sokağın başından. Yüzünde, önüne çıkan ilk yamaca taşmak isteyen
zalim bir yanardağ gülüşü belirmişti. "Niye onlara yemek veriyorsun ki?
Rezzaku'l-Alem olan Allah onların da rızkını vermez mi?" Derviş çuvalı bağlamaya devam elti,
başını kaldırmadan. "Allah veriyor onların rızkını
zaten" dedi. "Ben sadece sebebim, vesileyim." Settarhan iki adım attı kapıya
doğru. Kendi sonucunun sebebini de çıkarsaydı ya Allah karşısına! "Bir
işaret Allah'ım" diye geçirmişti içinden defalarca, "Bir
işaret." Oysa göklerden bir işaret taşı inmemiş, kararsızlığına bir karar
eklenmemişti. Sert bir rüzgâr esti. Çok soğuktu.
Dervişlerden diğeri Settarhan'a döndü eliyle kapıyı göstererek. "Buyur" dedi, "Kapıda
kalma." Settarhan güldü. Allah'ın bildiğini
kuldan saklamadı. "Ben" dedi,
"Meyhaneden geliyorum." Derviş "Buyur" dedi bir
daha, "Kapıda kalma." Settarhan durdu. Bir daha güldü.
"Ben" dedi "Nakşî değilim." "Buyur" dedi derviş,
"Kapıda kalma." Settarhan tekkenin kapısını itti.
İçeri girdi. Müritler halka biçiminde
oturmuşlardı. Ortada beyaz harmanisine bürünmüş heybetli bir şeyh, zaman'ın
yaratılmış olduğundan, öyleyse onun da sadece bu dünyaya ait bir mahluk
olduğundan bahsediyordu. Settarhan bir süre halkanın dışında, ayakta dikildi.
Başlar bir an için ona doğru çevrildi. Dağıstanlı Nakşî Şeyhi bakışlarını bu
yeni gelenin üzerinde biraz gezdirdikten sonra hikmetinden sual
etmeyen talebelerinin sükûnetli bekleyişi arasında kaldığı yerden devam etti. O
zaman Settarhan daha bugün, çayhanede gözleri gözlerine dikilen, bileği
bileğini büken bir çift kartal bakışını tanıdı. Dağıstanlı Nakşî Şeyhi. Demek
oydu. Dizlerini kırdı, olduğu yere çöktü. Onu herkes bilirdi. Kim bilir neden,
Tebriz'e yerleşmişti. Bakışlarında şunun şurasında elli altmış yıl kadar önce
Dağıstan halkının Rus işgaline karşı koymasını sağlayan disiplinin ve doğru
seçilmiş gayeye duyulan ölümcül bağlılığın ateşi vardı. Helâl varlığına göz
diken Rusya karşısında akıncılığı ve savaşçılığı farz edinen "Abrek"
ruhu; imanı cihatla birleştirmiş, bu ruh bütün Kafkasya halklarını ortak bir
ülkü etrafında birleştirerek Rusya'nın önüne iki deniz arasında uzanan bir dağ
seti çekmişti. Bu yüzden Sibirya cehennemleriyse Kafkasya aralı olmuştu
Rusların; cennet, kapılarını açmamıştı. Şeyh- zaman meselesini açıklamaya
devam ederken bir ara tekrar başını kaldırdı, bu kez semaverin başındaki müride
nazar etti. Mürit usulca yaklaştı Settarhan'a,
yanına diz çöktü, kulağına eğildi. "Dağıstanlı Şeyh Efendi bu gece
semaveri senin kaynatmanı istiyor." Settarhan şaşırmıştı. Tekkeyle,
dergâhla hiç işi olmamıştı şimdiye kadar. Bundan sonra olacağa da pek
benzemiyordu. Fakat emrin ulu dergâhtan geldiğinin farkında, "Neden?"
diyebildi. "Onu bilmem" diye
gülümsedi mürit. "Bana sadece emri makamından alıp muhatabına iletmek
düşer. Burada 'Neden?' diye sorulmaz." Settarhan bugünkü arbedede papağını
yerden kaldırıp tozunu silkeleyen gülümsemeyi tanıdı. "Peki" dedi, "Ne
yapacağım semaver başında?" "Çay." "Çay mı? "Haydi" dedi mürit,
"Semaver kaynadı." Dağıstanlı Nakşî Şeyhi, bakışlarını
bir kez daha kaldırdı, insanın kalbini, geçmişini, hani neredeyse geleceğini de
gören gözlerle bakarak, "Settarhan" diye seslendi. "Bu gece şifaları sen
dağıt." "Başım üzere" diyebildi
Settarhan. "Adımı nereden biliyor?"
diye sormak aklından bile geçmedi. Ama işte, kırk yıllık aşinası gibi ona
adıyla seslenmiş ve bağrı yanan semaveri işaret etmişti. Yerinden usulca kalktı; usul erkan
bilmezdi Settarhan ama bir edepsizlik etmekten korktu. Dervişin peşinde, ortada
kaynamakta olan koca semaverin yanma gitti. Derviş, "Semaverin bağrı ateş,
çayı saki'nin kanıdır" diye başladı. Saki, Settarhan oluyordu demek ki
çünkü çayları yani şifaları bu gece o dağıtacaktı ve demek ki kanı öyle uluorta
akıyordu. Çay şifa, semaver şifa-sazdı bu mecliste. Lâkin semaverin göbeğindeki
kor ateşe, köz kömüre bakılırsa o da Settarhan gibi için için yanmakta fakat
göz göre göre kaynamaktaydı. Usulca kulağına eğilerek,
"Derviş" dedi Settarhan, "Ben çay demlemeyi bilmem. Dağıtılmasına
da elimin kıvamı uymaz." Derviş hiç duymamış gibi buzdan,
taştan, tahtadan, sesi ve duyguları olmayan ne varsa onların hepsinden yapılmış
bir heykel gibi, tane tane anlatmaya başladı: "Semaverin suyuna dikkat et,
iyi çay iyi sudan olur. Her çay aynı türlü demlenmez, cinsine göre tutar
kararını. Ama her zaman geçerli bir usul istersen, çaydanlığa kuru çay koy
önce. Üzerine kaynar su kat semaverin çeşmesinden, döndüre döndüre. Sonra
semaverin üstüne koy demliği. Vakte riayet et. Suyu, kaynamadan önce demliğe alma. Ateşe doğrudan
temas ettirme. Ateşle demliğin arasında buharlık bir mesafe kalsın. Semaver
usul usul yanarken su kaynasın. Buhar çıksın ki çay demini alsın, kıvama
gelsin. Porselen demliği önceden ısıt. Demliğin sapı ısınmadan demleme. Demin zamanını
kaçırıp çayı acılaştırma. Çay geceye yaraşır, geceyi kaçırma. Bütün bu işlere
abdestsiz besmelesiz başlama. Çay doldururken Allah' demeyi unutma. Semaverde
susan ateşi harlamayı, eksilen suyu tamamlamayı unutma. Ama deme dokunma.
Üstüne su alma. Demlikte kararınca tut çayını ki yarı yolda kalmayasın.
Bittiğinde de yeni çay demle." Nicedir kaynayan semaveri işaret
etti, "Hadi başla" der gibi Settarhan'a baktı. "Bir de" diye ekledi, en
önemlisi bu zeyideydi, "Hoca Ahmet Yesevi Hazretleri'nin çaya nazarı,
duası vardır. Hazret, Allah kıyamete kadar buna revaç versin, diyerek çay
nimetini işaret etmiştir. Bu yüzden bizim meclislerimizde semaverin baş üstünde
yeri vardır. O nazarı anmadan, o duayı mırıldanmadan demliği semaverin üzerine
oturtma." Bir dörtlük mırıldandı: K i m s e l e r i n a k l z e r Bütün bu bilgilerden sonra
Settarhan, "Peki" dedi, "Demliğe ilâve etliğim suyun miktarını asıl
ayarlayacağım?" "İşte o..." dedi derviş.
"O tamamen sana kalmış. Ona sen karar vereceksin. Ve çayın miktarına en
uygun su miktarını kestirebildiğinde sen de çayda demlenmişsin demektir." Demliğin üzerine su çekerken bir an
tereddüt etti Settarhan. Derviş, gözlerini dikmiş gülümseyerek kendisine
bakıyordu. Bunun bir miktarı, ayarı, nisbeti, ölçüsü var mıydı? Bu kadar çok
kelimesi olan şeyi zikretmekten vazgeçti. Elini tamamen sezgilerine bıraktı.
Dervişin dediği gibi. Suyu akıtmaya başladı. Bir süre sonra içinden bir ses "Dur"
dedi. Bardaklar tepsiye dizilmişti
evvelden. Önce demi döktü Settarhan. Bir parmak sadece. Sonra her birini
semaverin musluğuna tuttu, kaynar su ilâve etti. Tepsiyi önce Şeyh'e sonra
sırasıyla müritlere, ehl-i sohbete gezdirdi. Bardaklarda kaşık yoktu. Bu mecliste sessizliği bozacak bir kaşık
sesi duyulmamalıydı çünkü. Şekerler bile kadehlerden sessizce alındı. Settarhan şifaları dağıtırken
dervişler "Çay İlâhisi"ne başlamışlardı. Uzun, içli bir İlâhiydi bu.
Settarhan ta geçen sene bu sokaktan geçerken duyduğu, meyhanede Sofya ile
Vasili'ye söylemeye kalkıştığı mısraları tanıdı. Hâlâ ezberindeydi. Ya n se m av er dö n se m av er Se nd e bi r ha l va r se m av er İkinci
İlâhiye başladıklarında Settarhan da çay tepsisini ikinci kez dolaştırmaya
başlamıştı. Az önce dervişin ilk dörtlüğünü mırıldandığı İlâhiydi bu, devamını
dikkatle dinledi: L e z z e t i c e n n e t Ş a r a b ı § a d e d e r i Ç e n h a r a b ı G ö n ü l d e h i k m e t k i t a b ı D 0 1 a r b u Ç a y s h
b e t 1 n e L e z
z e ti n i i Ç e n b il i r D ü c i h a n d a n 9 e Ç e n b il
i r T il r l il m e r c a n s a Ç a n b il i r G e li n b u Ç a y s o h b e ti n e Settarhan bu sohbetin, bu cezbenin,
bu zikrin, bu meclisin, bu semanın ortasındaki semavere bakınca çaydan gelen
neşvenin meyhane ehlinin neşvesinden geri kalmadığını, onların mey içerken
hissettiğini bunların çay içerken hissettiğini düşündü. Teşbih hatalı kaçtı
diye geçirdi içinden utanarak. Bu meclis teşbih edilemeyecek kadar tertemizdi. O gece Settarhan ipini koparmış
başıboş sandallar gibi uğradığı limandan demir atamadan ayrıldı. Her yere
uğrayan ama hiçbir yerde kalmayan Settarhan burada da kalmadı. Karanlıkta sese
yönelen körler gibi yönelmedi bu sese. Yolu bu yol değildi, bu kapıdan nasibi
yoktu belli. Yangınına su serpilmemişti. Ama o gece Dağıstanlı Nakşı Şeyhi'nden
insan denen varlığın aslında yurdunu özleyerek hasret çektiğini, asıl acısının
hatırlamaktan ama tam çıkaramamaktan, tanımaktan ama kavuşamamaktan bazen ise
karşılaşıp da tanıyamamaktan ileri geldiğini ve daha pek çok şeyi dinlemiş bir
de çaya daha farklı bir nazarla, daha bir hürmetle bakmayı öğrenmişti. Himmetin
envai çok, başı gözü üstüneydi. Kapının dışında gümüş tabakasını çıkardı. Kalın
çuvalın kuytusunda birbirine sokulmuş mışıl mışıl uyuyan köpeklere bakarken
sırtını yıkık duvara vererek çömeldi, kocaman bir sigara sardı. Sonra kalktı. Tebriz'in taş evlerinden
tüten bacalar gibi dumanını savura savura karanlığa karıştı. Hana vardı, giysileriyle döşeğin
üzerine attı kendisini. Uyku? Uzak şeydi. Tavanın kapkara merteklerini
saymaktan vazgeçerek tekkedeki Çay İlâhîsi'ni ezberden okumaya başladı. Diğer
dörtlükler hatırındaydı ama bir türlü ilk dörtlüğün mısralarını zihninde
yakalayamadı. Hayret! Hepsi var da bir tek o uçup gitmişti aklından. Sanki bir
el silgi geçirmişti üzerinden. Dikildi döşeğinin içinde. Ya Allah, Ya Hafiz!
Aklında kala kala bir "ezel" bir de "ülfet" kelimeleri kalmıştı. Çok geçmeden mısraları düşünmeyi
bıraktı. Sabah çayhanede gırtlağına dayandığı adamın hayali bütün hayalleri, bu
arada Nakşi Şeyhi'nin hayalini bile ezip geçerek karşısına dikildi, diğer ikisi
de yanı başındaydı. Bu başbaşalıkta Settarhan'ın Mirza Han yarısı azgın selin
dalgaları gibi açığa çıktı, bütün ruhunu kuşattı. Bir öfke, ama bu kez bambaşka
bir öfke, Piruz ve Azam'a karşı sadece gittikleri ve giderken Settarhan'dan
alıp götürdükleri için değil; geride bıraktıkları için de büyüyen bir öfkeydi bu.
Gidişlerine katlanmaktan çok daha zor bir şeye duyulan öfke. Kaybettiğinden
çok, kendisine kalana duyulan bir öfke. Gidişleri sadece kendileri ve Settarhan
arasındaydı. Ama bıraktıkları öyle bir şeydi ki Settarhan ve cümle âlem
arasında imzalanmış sessiz mukaveleyi bozmuş, yaşamak için uyulması gereken
yazısız kurallarının önüne set çekmişlerdi. Ve kendileri bir köşeye çekilerek
Settarhan'a "Biz gidiyoruz, haydi sen şimdi yaşa" demişlerdi. Bundan
böyle Tebriz'de de Taht-ı Süleyman'da da başı yerden kalkmayacaktı
Settarhan'ın. Ve bu, böyle olmayacaktı. Sabah uyandığında ilk kez bir yanı
öbür yanını ikna etmişti. Tek bir şey olduğunu, tek sesten ibaret kaldığını
hissetti. Kalktı, bankaya gitti. Yıllardır biriktirdiği bütün parayı çekti.
Tekrar odaya döndü, banknotları kemerinin içine dikti. Sonra hancıya haber yolladı.
"Atlarımı hazır etsin. Taht-ı Süleyman'a dönüyorum ben." Hancıdan haber geldi: "Bu karda
mı?" "Evet, bu karda." Sehend Dağı'nın ilk üç zirvesini
aşması zor olmadı Settarhan'ın. Dördüncüde beli biraz büküldü. Beşincide
omuzları düştü. Altıncıda hancının "Bu karda mı?" demesinin anlamını
kavrar gibi olduysa da pabuç bırakmadı, içindeki öfkenin ateşiyle Kaf Dağı olsa
aşardı. Yedinciden sonra iklim değişti. Kar, Taht-ı Süleyman'a henüz uğramamıştı
ve tatlı bir kış güneşi vardı. Eve gitmedi Settarhan. Taht-ı
Süleyman'ın ateş tapınağını gören bir han odasına yerleşti. Mademki
"Taht-ı Süleyman'a gelmişler" diye yazmıştı annesi mektubunda, eğer
buradalarsa mutlaka bir daha geleceklerdi. Settarhan'ın işi bundan sonra o
kapıyı gözlemekti. Gerekirse yirmi dört saat gözünü hiç kırpmadan aynı yıkık
kapıya bakacaktı. Eğer onlar gelmezse Settarhan Yezd'e gidecekti. Geldiler. Yeşil gölün başındaki iki
gölgeyi fark etti Settarhan, işte oradalardı. Handan çıktı, Taht-ı Süleyman'ın
cümle kapısından geçti. Sessizce yaklaştı, rengi sapsarıydı. Kimsecikler yoktu
etrafta, adımlarının sessizliğinden kendisi de utandı. Ama artık ok yaydan
çıkmıştı. Yayından fırlamış ok nasıl geri dönemezse Settarhan da o kadar
hesapsız kitapsızdı ve suyun başındaki iki gölgeye doğru hızla
yaklaşıyordu. Eğer sadece birer gölge olarak
kalsalar Settarhan öz varlığına söz geçirebilir, kendisini emin bir ele emanet
ederek farklı bir yandan yekpareleşebilirdi belki. Fakat yıkıntıların arasından
ilerleyerek onlara biraz daha yakından bakınca gördüklerinin hiç de birer gölge
olmadığını anladı. Azam, çarşafının üzerine keçe bir şal atmıştı ve peçesi
ardına kadar açıktı. Piruz az ötede bir çınar fidanı gibi ayaktaydı ve gölün
sularına bakıyordu. Bir ara Azam başını kaldırdı, Piruz'un yüzüne bakarak bir
şeyler söyledi, elini uzattı. Ateş, kendisini söndürecek suya, onu kendi
adımlarıyla dipsiz bir gölün yanma getiren şeye doğru sessizce ilerledi. İçinde "Söyle" diye
başlayan bir soru, üç beş kelâm gezindi Settarhan'ın. "Ezel meclisinde
benim kavlim seninleyken sen başkasıyla mı kavilleştin? Ben elimi sana
uzatırken sen elini başkasına mı verdin? Herkes kendi kalbinin içini bilir; ben
aşkın hatırıyla geldim sana, sen hayâsızlıkla gittin. Öyleyse Azam hainsin." Piruz'un eli Azam'a uzanırken bir
kez daha gölün bulanık sularına baktı Settarhan. "Sen. Sen de aramızdaki
beyaz mendil bağına, ellerinle bağladığın payvanda bir kılıç darbesi indirdin.
Sen Piruz, sen de hainsin." Dahası Settarhan'ın hayalinde ikisi
birleşmiş, tek kişi olmuşlardı. Kimi kimden kıskandığının, hangisinden daha çok
nefret ettiğinin farkına varamadı, bir adım daha attı. Ortada bir vurgun olduğu
muhakkaktı da hangi yandan vurulduğunu düşünmedi. Şimdi Piruz, Azam'ın hemen yanındaki
taşın üzerine oturmuş suya bakıyordu ve ikisinin de sırtı hâlâ Settarhan'a
dönüktü. Gölün her mevsim ılık olan yeşil suyunun üzerinden kıvrıla kıvrıla hafif bir buhar tülü yükseliyordu.
Azam eğildi, elini suya soktu. Settarhan onun bileğine kadar suyun içinde gezinen
elini, sonra avucuna aldığı suyu parmaklarının arasından akıtışım, başörtüsünün
bir daha kaymasını, o, başörtüsünü düzeltirken ıslanan alnını; sonra Piruz'u, o
ikisinin suya düşen yansımasını seyretti bir süre. Her defasında gittiği yerden
geri dönmeyi başarmıştı Settarhan ama anladı ki şimdi artık geri dönüş yoktur.
Şimdi üzerlerine atılsa, şu ateş kadehinin alev dilini, Piruz'u, altına alsa,
kör bir hançerle doğrasa. Settarhan öfkenin böylesini hiç kimseye karşı
hissetmemişti. Şahsı adına hissettiği, nefsinde
büyüttüğü öfke mi yoksa yedi mahalle dokuz sülâlenin şu omuzlarına yüklediği
borç mu? Onu buraya getirenin hangisi olduğunu zikretmedi, ikisi birbirine
karışmıştı çoktan. Neticede Settarhan aşkın kazasına uğramıştı lâkin kaza büyük
olsa da Mecnun değildi, cinnete düşmemişti; Dağıstanlı Nakşî Şeyhi'nin
dergâhında sükûnete erecek kıvamda da değildi Settarhan. Bir nefret kalmıştı
ona bu kazadan geriye. O kadar büyüktü ki aşktan geri kalan boşluk orayı ancak
nefretin cüssesi doldurabilirdi. Nefret, aşkla boy ölçüşebilecek yegâne
duyguydu ve ne kadar güzeldi. Nefret etmese, Settarhan oracıkta ölecekti ve
nefreti de ancak aşk yok edebilirdi. Buradan geri dönüşü kalmamıştı
artık. Onlar böyle var oldukça, böyle yaşadıkça, yaşamak Settarhan'a haramdı.
Hiçbir şey çıkaramazdı onu düştüğü kuyudan. Ne Çiçek Hala'nın görülmemiş
rüyaları ne Aleksandr'ın meyhanesi ne de Dağıstanlı Nakşî Şeyhi. Tek hamle. Settarhan'ın bundan sonra
çarşıda, pazarda, çayhanede, meyhanede, mahallede, mesirede, Muharrem'de,
Aşura'da, Taziye'de, Mersiye'de, Mescid'de başı dik durması için yetecekti. Tek
hamle, sadece Settarhan'a değil, gelmiş geçmiş yedi ceddine, gelip gelecek
bütün sülâlesine yetişecek bir baş sağlığı için kâfi gelecekti. Bir dokunsa. Ondan sonra hiçbir şey
olmamış gibi gerisin geri eski hayatına dönecekti. Alm açık, başı dik, bütün
kayıplardan arınmış, yaşayıp gidecekti. Bir yıldız konduracaklardı alnının
ortasına üstelik, başına bir Şah tacı takacaklardı. Çarşıda pazarda onu
gösterecekti insanlar birbirine takdirle. Bir adım daha attı Settarhan; o
ikisi diz dize, göz gözelerdi ve aralarında fısıltılı bir nağme gidip
geliyordu. İyice yaklaştı, omuz hizalarına gelmişti ki gölün bulanık yeşil
suyuna gözü takıldı. Suyun üzerine kendi gölgesi düşmüştü ve iki gölgenin tam arasındaydı.
Üç gölgeydiler şimdi. Azam'ın gölgesini bir kenara ayırdı Settarhan. Ona ilk
kez görüyormuş gibi baktı. Bu muydu? Bütün bir sülâlenin
geçmişi gibi geleceğini de rehin alan, bir anda yok eden kuvvet bu ufak
cüssede, şu çelimsiz bedende mi mevuttu? Ondan mı soruluyordu bin sülâlenin yüz
bin erkeğin namusu? Ve o, başına geleceğin farkında olduğu için mi kocaman
açılmış gözlerini kendi gölgesinden kaldırmış, Settarhan'la Piruz'un gölgeleri
arasından çıkmış, omuzunun üzerinden yarı geri dönerek yemyeşil suyun
derinliğine baktığı kadar fütursuz, bir kuyu kadar siyah gözleriyle
Settarhan'ın gözlerine bakıyordu? "Settarhan" dedi sadece
Azam, "Kimse bana bir şey söylemedi, bir şey sormadı. Nişanlanacağımızı,
seninle aramızda bir söz kesildiğini bile bilmiyordum." Bir an durdu,
ekledi, "Bilsem de fark etmezdi. Başka türlüsü mümkün değildi." Piruz'un gölgesini ayırdı bu defa
Settarhan, onu çıkardı aralarından. "Settarhan" dedi Piruz,
ayağa kalkmıştı, "Ya benim kadar âşık değilsin, ya benim kadar cesur
değilsin. Tek hamle, korkma. Sana 'Dur' diyecek değilim. Ben aşk için öleyim ki
sen de aşka inanmış olarak ölesin." Bir an, Settarhan'ın içinden Piruz'u
elinin tersiyle bir tarafa itmek, bir taş parçası gibi fırlatıp atmak; ondan
sonra da her şeye razı olarak, her şeyi göze alarak, her şeyi unutarak, ne
yaptıysa affederek, ne yaptıysa af dilenerek, yani yeniden ve son defa serapa
aşka dönüşerek Azam'ın önüne dikilmek ve ona "Gel benimle, İstanbul'a
gidelim, her şeyi arkamızda bırakalım, gelir misin?" demek geçti. O sırada
çarşafının üst kısmı başından bir daha kaydı Azam'ın. Aldığından fazlasını geri
veren elmas bir an parladı, gül küpeler hâlâ o kulaklardaydı. Settarhan'ı dilim dilim doğrasalar
kanı akmazdı bile. Eylemine nicedir aradığı gerekçeyi bulmuşların haz dolu
gücüyle, haksızlığa uğradığını bilenlerin mutlu alacaklılığıyla baktı gölün
yeşil, bulanık sularına. Beyni kafatasını çatlatıp gözlerinden, kulaklarından,
burnundan, ağzından boşalacak sandı. Kanının, beynine hücum ettiğini anladı. Bir adım attı, yeşil su titredi gibi
geldi Settarhan'a. Bir adım daha, Taht-ı Süleyman titredi. Bir adım daha atsa
gökler titreyecekti. Su ise "Aldığımı geri vermem
ben" diyordu. Serbülend'i mahmuzladı Settarhan.
Bundan böyle buralarda, Iran toprağında olamayacağını biliyor ama nereye
gittiğini bilmiyordu. Kendisini Sehend Dağı'nın eteklerinde buldu. Bir kervan
bekleyememiş, bir araba tutamamış, yanma yedek at bile almamıştı. Daracık
yollardan, uçurumlu patikalardan tırmanmaya başlarken Taht-ı Süleyman'da bütün
geçmişini bıraktığını anladı. Kurbanının gözlerine bir kez olsun bu kadar
yakından bakan ruh, kendisini bu yakınlıktan yara almaksızın kurtaramazken o
hem de iki çift göze defalarca bakmıştı. Yollar önünde uzadıkça uzadı. Birkaç saattir öyle hissediyordu ki
Settarhan sanki dünyayı terk etmiş ama öbür dünyaya geçmeyi de becerememişti.
Arada kalmış ruhlar, yörüngesinden çıkmış seyyareler gibiydi. Sanki Demavend
Dağı'nın zirvesinde gerilmiş bir yaydan İlâhi bir boşluğa fırlatılan temreni
kırık bir ok, yükselmiş yükselmiş gök katlarının sonuncusunu da aşarak bu
dünyaya ait olmayan bir boşluğa geçmiş, bir daha da yere düşmemiş, sonsuza
değin böyle uçmaya mahkûm kalmış gibi. Ne menzili vardı artık ne de maksudu.
Geçmişi de yoktu geleceği de. Şimdi şu uçurumun kenarında dursa, arkasında
bıraktığı cennete de önünde uzanan cehenneme baktığı kadar uzun uzun baksa,
yumruğunu göklere doğru sıksa, içindeki nefesi ciğerlerini patlatarak boşaltsa,
haykırsa; Kabil olacaktı o zaman. Ama onun birkaç saattir yazgısı bile yoktu.
Bedeninden çıkmış bu ruha birisi dokunsun da yeniden kaderine dönsün istedi.
Hiçbir şey değişmedi. Yeniden kaderine eklenmesi için çok büyük bir şey olması
lâzımdı ama Settarhan'ın lügatinde henüz öyle bir kelime yoktu. Derbentleri geçe geçe Sehend
Dağı'nın yedi zirvesinden en zorlu olanına, testere dişi gibi patlamış,
başkaldırmış olanına geldiği zaman akşam yaklaşmıştı. Serbülend, onca yolu
durmaksızın tepmişti ve biraz daha mahmuzlansa ağzından köpükler saça saça
çatlayacaktı. Taht-ı Süleyman'dan bu yana ilk kez durdu Settarhan, rüzgâr uğuldayarak yüzünü
kamçı gibi kesiyordu ve çok soğuktu. Buraya kadar üşümemişti öfkenin ateşiyle,
şimdiyse donuyordu. Çok geçmeden yüzünde karın ilk tanelerini hissetti. Bu,
üstelik "Ardımda daha büyüğü var, geliyor" diyen türdendi. Geceye kalmıştı Settarhan. Uğrusu, uğursuzu çoktu bu
dağların, daha fazla ileri gidemeyeceğini, burada konaklaması gerektiğini
anladı. İyi de nasıl? Heybesinden çinko ibriğini, çayını, şekerini çıkardı, iki
taş arasında büyük bir ateş yakacak, çay kaynatacak, bir parça ısınacaktı. Ama?
Heybesinin dibini yokladı, titreyen elleriyle ters çevirdi, silkeledi.
Damarlarının içinden itibaren ürperdi. Yanında ateş yoktu. Rüzgâr buz gibi
eserken kar taneleri irileşti, tipi çok yakınlardaydı. Böyle giderse bu yolun sonuna
varamayacağından, bu gecenin sabahına çıkamayacağından korkan Settarhan uçuruma
baktı. Çok üşüyordu. Rüzgâra siper duran bir kayanın önünde Serbülend'in yanma,
kuytuya sindi. Dizlerini karnına, başını omuzlarının arasına çekti. Çeneleri
birbirine vuruyor, ellerine hâkim olamıyordu. Tırnakları morarmaya başlamıştı
şimdiden. Elleri, ayakları, ağzı, yanakları, gözkapakları, vücudunun her
zerresi ağırlaşmış, yere doğru çekilirken bütün kanının da omuzlarından aşağı
doğru boşaldığını, birazdan canının parmak uçlarından salkım salkım çıkacağını
zannetti. Bir parçacık sıcaktan başka hiçbir isteği kalmamıştı. Bir parçacık
sıcak olsun; şu elleri, ayakları, yüzü, sırtı, göğsü ısınsın, damarlarında kan
böyle buz gibi değil ılık ılık aksın; nefesi ciğerlerine bumbuz dolmasın.
Sıcak, bir daha kavuşamayacağı bir hayal gibi göründü gözüne. "Benim sonum
da böyle olacakmış demek" diye içinden geçirdiği o anda can Settarhan'a
tatlı geldi. Can o kadar tadıydı ve Settarhan'ın
atladığı eşiğin arkasında hesaplar o kadar farklıydı ki şayet şu geceden
kurtulabilir, sabaha varabilirse, güneşi görebilirse tekrar, ruhunun da
bedeninin de "taşıyamam" zannettiği her şeyi taşıyabileceğini anladı.
Hiç utanmadı. Önünde yeni bir yazgının uzanabileceği düşüncesi bir ümit olarak
karşısına dikildiğinde, insanın özünde bir koridor açılmışsa eğer, ruhun da
bedenin de kendisini ne kadar çabuk onarabildiğine hayret etti sadece. Bu, hiç
ummadığı bir duyguydu. Haklı mıydı Piruz "Benim kadar âşık değilsin"
derken? Yeşil gölün başında olanları bir daha düşünmemek üzere zihninin en
gerisine itmek isledi. Böyle de yaşanabilirdi. Tebrizli âşıkların
hikâyelerindeydi yazgının seri bir dönemecinden sonra çöle düşmek, âh olup
tutuşmak, küle dönmek, elin eylediğini, dilin söylediğini unutamamak, bir
hayalı bütünüyle feda etmek. Oysa hayat çok kabadayıydı ve insan bunun bir adım
sonrasının cinnet ya da ölmek olduğunu fark ettiği anda "Dur" diyordu
kendisine, "Dur ve her şeyi unut. Sana yapılanı da senin yaptığını da
unut." Yaşama dönmek için ölümün kıyısına gelmesi gerekmişti. Artık düşünmeye takati kalmamıştı
Settarhan'ın. Gözleri kapanıyordu. Bırakmaması lâzımdı oysa kendisini çünkü
bırakırsa bir daha geri dönemezdi, bir bunu biliyordu. Ama mecali kalmamıştı,
kendisini bıraktı. Gözlerini kapadı. Serbülend'in hafifçe kişnemesi,
huzursuzca toynak vurması üzerine gözlerini araladı güçlükle, yarı doğrularak
etrafına bakındı. Kar hafiflemişti. Çok geçmedi, az ilerideki bir kayanın
arkasında çoğalan ateş aydınlığını fark etti. "Doğru mu görüyorum?"
diye şüphe etti bakışı bulanmış gözlerinden. Biraz bekledi. Doğru, gökyüzü
karardıkça ateşin ışığı artıyordu. Son bir gayret, Serbülend'in boynuna
tutunarak ayağa kalktı. "Sus, sakın ses çıkarma" diyecekti
Serbülend'e ama dişine, diline, dudağına, birbirine vuran çenelerine hâkim
olamadı, litreye titreye kayaya yaklaştı. Küçük, kavî bir çadırın önünde, yedi
sekiz kişi kocaman bir ateşin başına toplanmışlardı. Ateşe özlemle baktı
Settarhan; şimdi, şu saniye kendisini o ateşin içine atsalar hiç yanmaz, hiç
şikâyet etmezdi ihtimal. Simsiyah giyinmişlerdi. Sırtlarındaki tüfeklerin,
bellerindeki dizi dizi ve göğüslerindeki çapraz fişekliklerin parıltısına
bakılırsa, dağların gündüz sakini olan tacirlerin, kervancıların hiç bilmediği
geceye ait adamlardı bunlar. Çeteciler; Settarhan'ın şimdiye değin dâhil
olduğunun tamamen dışındaki bir dünyanın sakinleri. Genç olanlar da, yaşlı ama
dinç olanlar da vardı aralarında fakat yüzlerinde hiçbir mana yoklu. Hepsi,
bakışlarında aynı ifadesizlikle ateşe bakıyordu sadece. Haklarında anlatılan
onca hikâyeyi, hikâye gibi dinlemişti şimdiye değin Settarhan. Sanki hiç
yoklardı, gerçek olmayan masalların kahramanlarıydı. Ama işte karşılaşma zamanı
gelmişti demek ki ve donmak üzereyken bile Settarhan en önemli sorunun gelip
karşısına dikildiğini hissetti: Bunlar hangi çetecilerdi? Kimlerdi? Haritaların da tarihin de kayıtlara
geçemeyecek bir hızda değiştiği zamanlarda yaşıyorlardı. Doğunun bu parçası
kıyama kalkmış, tümüyle ayaklanmıştı ve onun insanları göğüslerinde çapraz
fişeklikleri, tüfekleri, kılıçları ve mızraklarıyla, birer cephanelik gibi öle
öldüre yürüyordu nicedir. Sınırdan sızarak İran'a geçen Van Ermenileri de,
Rusya'dan Van'a geçenler de, yolların kesişim noktası olan Azerbaycan'da
karşılaşıyor, çeteler Hoy'da, Urumiye'de, Tebriz'de çoğalıyordu. Diğer yandan
bu dağlar Azerbaycan ve Kafkasya mukavemet birlikleriyle, karşı çetecilerle,
dağa çıkan Türklerle de kaynıyordu. Kılıklarından kim
olduklarını çıkarmak mümkün değildi. Çünkü Türk'ü de Ermeni'si de aynı siyah
giysileri giyiyordu daima, coğrafyanın ve şartların dayattığı giysiyi. Kulak
kabarttı Settarhan, rüzgârın uğultusunda boğulan kelimeleri anlamaya çalıştıysa
da olmadı. Kayalıkları siper edinerek biraz daha yaklaşmaya gayret etti, bir
daha kulak kabarttı. Bu defa kelimeleri tanıdı, bir sevinç indi kalbine, aynı
anadili konuşuyorlardı. Ama onların kelimeleri sanki daha ince, sesleri daha
kısaydı. Aynı dilin bambaşka bir coğrafyasında bükülmüştü bu sesler. Bu,
Anadolu'nun Türkçesiydi ve bunlar da Iran tarafına geçen Ermeni çetelerini takip
etmek üzere Sehend Dağı'na kadar çıkan Türk çeteciler olmalıydı. Çayhanelerde onlara ilişkin
anlatılan yarı gerçek yarı masal, göz yaşartıcı, ürkütücü hikâyeleri hatırladı
Settarhan. Açlıktan, susuzluktan, yorgunluktan, soğuktan bitkin, sabaha çıkamamaktan
korkulu, her türlü ihtimali hesaba katarak bir iki adım attı, gizlemedi artık
kendisini. Tanışlık verecek, geceyi aralarında geçirmeyi dileyecekti. Ki.
Birden ensesine dayanmış bumbuz namluyu o soğukta bile hissetti. Donmak üzere
olan bedenini bir yanardağ ateşi bastı, ellerini gayriihtiyarî iki yana açtı.
Yavaş yavaş geri dönmesini emreden sese itaat etti. Bıçak yese kanı damlamaz
solgunlukta bir yüzün üzerinde ölüm kadar soğuk bir çift gözle göz göze geldi,
adamın sağ yanağındaki derin yanık izini görebildi. Dizlerinin bağının korkudan
mı, yorgunluktan mı, soğuktan mı çözüldüğünü bilemeden "Etmeyin ağalar,
ben de Türk'üm" diyebildi. Olduğu yere yığıldığını ise, ancak uyandığında
hatırladı. Sehend Dağı'nın tepesinde ancak
ertesi sabah kendine gelebildiğinde Settarhan, kocaman bir ateşin yanında bir
battaniyenin üzerinde yatıyordu, içlerinden biri bir tas çorbayı ona doğru
uzatıyor ve gülümsemese bile iyi niyetle bakıyordu. Kendisini çok yabancı, çok farklı bir
dünyanın eşiğinde fakat yine de emniyette hissetti Settarhan. İyiydi. Ölmekten korkmuştu. Öyleyse
hâlâ bir yazgısı vardı, yoksa korkmazdı. Kaderi, kadersiz kaldığını zannettiği
anda Settarhan'a kavı bir merhaba sunmuştu. Uyandığı anda bu merhabaya mukabele
ettiği gibi, Azerbaycan topraklarında sadece kendisinin yaşamadığını, hayattaki
en önemli hadisenin de Taht-ı Süleyman gölünün başında yaşananlar olmadığını
anladı. Gülümsedi. Gözünün ucundan bir damla yaş içini silip süpürerek
süzülürken etrafındaki adamlara baktı. Hepsinin bir yarası vardı ve her
biri ayrı yerden kanamıştı. Kimi gözünün önünde çocuğunun ipe çekildiğini
görmüştü; kimi karısının, kız kardeşinin, kızının başına gelen daha fazlasını;
kimi anasının babasının diz çöktürülüp yalvartıldığım. Görmekti hepsinin ortak
anısı ve kan hepsine o ortak yürek acısından pompalanıyordu. Katlanılmaz
acıları vardı bir, bir de kendileri. Böyle bir acıyı ancak daha güçlü bir acı
susturabilirdi, onun da yolu ancak dağlardan geçerdi. Soğuk da, açlık da,
yorgunluk da kurşun gibi onlara işlemez değildi ama şu yürek ve şu gözlerin
gördükleri, şu kulakların işittikleri var ya, bir parça unutmak uğruna daha
fazla acıtacak her belâya dünden razılardı. Ancak kan temizlerdi böylesi
hatıraları, bu ateş ancak yaktığı yerden söndürülebilirdi. Kanın ancak kanla
yıkandığı bir dünyanın nizamında, gözünün önünde ciğerinin parçası doğrananlar
için "Önce kim başlattı?" anlamı kalmayan bir soruydu artık. Ateşin
düştüğü yeri yaktığı malûm mesel olduğundan, hiçbirinin olayların evvelini,
sonrasını, sebebini, sonucunu düşünecek hali yoktu; hiç kimse kendisini bir
başkasının yerine koymuyordu bu yüzden ve hiçbiri kendilerini bu dağa çıkaranlarla aynı dağda durduklarını fark etmiyordu.
Bunlar, tartısı dünya terazisine sığmaz yaralar, halli mahşer gününe kalmış
hesaplardı. Kendi yarasının üzerinden bir bulut
geçirdi Settarhan. Nereye gideceğini, ne yapacağını soran Fazıl Reis'e, onun
sağ yanağındaki derin yanık izine, ölüm kadar soğuk gözlerine bakarak
"Batum'a" dedi. Kendi sergüzeştini anlatmamıştı, kimse de ona bir şey
sormamıştı zaten. Ama Fazıl Reis; tuzu kuru bir beyzadeyi bu mevsimde, hem de
tek atla Sehend Dağı'nın yedi zirvesinden en yükseğine fırlatıp atan acıyı
tahmin edebilirdi. Ayrılırlarken, "Settarhan" dedi. "Bu dağlar senin dağların ama
günler o günler değil dikkat et. Yolunu kaybetmeyesin." Settarhan güldü, "Aldırma.
Yollarda işaret ağaçlarım var benim." "Ağaçlara fazla güvenme"
dedi Fazıl Reis. "Ağaç ağaca benzer, devrilir, eğrilir. Sen yine de
dikkatini taşa kayaya bağla." Sınırdan geçerken pasaportunu
kontrol eden yarı sarhoş Rus subayların yüzüne endişeyle baktı Settarhan.
Zannetti ki hepsi isim isim kendisini arıyorlardı. Oysa birkaç damga,
ezberlenmiş birkaç soru, hepsi bu. Bir adım attı, Rusya'daydı. Her şey arkada
kalmıştı. Tebriz'i, Taht-ı Süleyman'ı, Azerbaycan'ı, bütün İran'ı bir daha
görür mü görmez mi, bunu kendisi de bilmiyordu. Bir yazgısı vardı yeniden ama
bu başka türlü bir yazgıydı. Artık ne Mirza Han'ın varisiydi ne de beyzadeliği
burada geçer akçeydi. Ellerini ceplerine soktu, Taht-ı Süleyman'ın sularına
fırlattığı Sasanî akçesinin İkincisi sağ cebindeydi. Parayı iki parmağının
arasında evirdi çevirdi, arka yüzdeki ateşgâhın alevlerine baktı. Onu da yolun
kenarına (ırlattı. Sırtını bir hendeğin sırtına yaslayarak oturdu, ayaklarını uzattı, bir çubuk yaktı. Daha iyisi
Iran Şahı'ndaydı. Çok geçmeden yerinden kalktı. "Haydi kızım" diye
fısıldadı Serbülend'in kulağına. "Batum'a." Sehend Dağı'nın yedi zirvesini aşıp
da Batum'a ayak bastığında yedi vadiyi aşıp Kaf Dağı'nın zirvesine ulaşan
Simurg kadar tamamlanmıştı. Kalbine dolan nefret de, o aşkın kendisi de, cürüm
de indirildikleri gibi kalbinin üzerinden kaldırılmıştı sanki. İzi kalırdı
elbet hepsinin ama neticede sadece birer izdiler. Nefret de gitmiş, yerine
sadece sükûnet gelmişti. Ancak küçük aşkların sığdığı kalplere inen türden bir
sükûnet. Hayret! Ölümün hafif bir esintisiyle yerle bir olan küçücük bir aşk
mıymış onunki? Boşverdi, Batum'a baktı. Yol boyunca perdesi kalkık
pencerelerden insanların yüzünü seçebildi, Büyük Katedral'den yükselen
İlâhileri, çanların boşlukta yayılan titreşimli seslerini işitti. Bir hana indi önce, en ucuzundan.
Odasına çıktı. Rüyasız ve deliksiz bir uykuyu ölü gibi uyudu. Ertesi sabah
Opera sokağında Sofya'nın kitapçı dükkânının yolunu tuttu. İki küçük çınar fidanının arasından geçerek kapıyı
itti. Sofya orada her zamanki gibi, tezgâhın başında bir kitabın üzerine
eğilmiş, okuyordu. "Ben geldim" dedi
Settarhan. "Bir daha da İran'a dönmeyeceğim." Sofya, "Tamam" dedi başını
okuduğu sayfadan kaldırarak, Settarhan ona sanki "Bugün hava
yağmurlu" demişti. "Benim de zaten bir yardımcıya ihtiyacım
var." "Vasili yok mu?" diye
sordu Settarhan. "Vasili orduda. Çar'ın
ordusunda bir Bolşevik o. Batum'da ama buraya artık eskisi gibi sık uğramıyor.
Yine de ara sıra görüyorum yüzünü." "Hani, ölürüm de Çar'ın
ordusunda savaşmam, diyordu?" Sofya güldü. "Söylemiştim, bu
ordu Çar'ın ordusu olarak kalmayacak Settarhan." Settarhan'ın durumundan konuştular
sakin sakin, yine yağmurdan, havadan, sudan bahseder gibi. "Yatacak yer
gösteremem" dedi Sofya, "iki sokak ötede İranlı bir adamın pansiyonu
var. Orada kalırsın. Fazla günlük de veremem. Ama kısa zamanda kendini
toparlarsın." "Sofya" dedi Settarhan,
"Paraya ihtiyacım yok benim." Belindeki kemeri çıkardı, içine dikilmiş
bir servet değerindeki banknotları göstererek tezgâhın üzerine attı. "Şunları Rus parasına çevirelim
hele. Benim sadece..." Durdu, cümlenin sonunu Sofya tamamladı: "Bana ihtiyacın var." Yalan değildi Settarhan'ın Sofya'ya
ihtiyacı olduğu ve galiba şu kısa saçlı Bolşevik kız uzun süre de tek dayanağı
olarak kalacaktı. Settarhan'ın en iyi anladığı şey halıydı fakat uzun süre hah
da halıcı da görmek istemiyordu. Kendime geldiğimde Yezd'deki otelde,
çayhane fotoğrafının önünde ayaktaydım hâlâ. Dilimde damağında şimdi, şu an
yudumladığım çayın tadı vardı ve kulpundan kavradığım Yezd porseleni lâcivert
beyaz fincan hâlâ elimi yakacak kadar sıcaktı. Çok yorgundum. Hemen uyumuşum. İstanbul'a dönüyoruz. Otelde son
gecemiz. Hazırlık zamanı. Hepi topu üç beş parça eşyamı çantaya dolduruyorum.
Teneke hazine sandığımı sırt çantama atmadan evvel açıp içindekilere bir kez
daha bakıyorum. Şu, İsmail'in gönderdiği kartpostal. Üzerinde Hamidiye Etfal
Hastanesi'nde bir Hilâl-i Ahmer hemşiresinin fotoğrafı vardı hani. Şair Nigâr Hanım'ın öldüğü hastane de burasıydı,
hatırlamaz mıyım? Kartpostalın arkasını çevirip
İsmail'in artık ezberlediğim cümlelerini okuyorum tekrar, iyiymiş, doktor biraz
istirahat tavsiye etmiş. Başkaca da bir şeyciği yokmuş. Kimse merak etmesinmiş. O kadar. Ah İsmail. Neredesin? Hayatın da
mematın da meçhul ama sen neredesin? Herkesin ırmağı gürül gürül akıyor da bir
senin ırmağın mı kurudu annem? Kartın önünü çeviriyorum. Uzun uzun
bakıyorum resme, içimde o kamaşma, o kaynama; birazdan zaman yarılacak,
hissediyorum. Fakat bir şey daha hissediyorum. Sanki bu karta sadece ben değil
başka biri de bakıyor. Daha doğrusu aynı anda bakıyoruz. Evet, Zehra ve ben kartın yüzünde
aynı hastanenin ismini okuyoruz; Hamidiye Etfal.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar