Nun Masalları / Nazan Bekiroğlu
HAT VE RASAT
Kaç zamandır yazmak istiyordu. Şimdiye kadar hiç kimsenin söylemediği
şeyleri, hiç kimsenin söylemediği bir biçimde söylemek, yazmak istiyordu.
Yazmak istiyordu da, kamış kalemi, âherlenmiş kâğıdı eline alır almaz içinde
bir yer bumbuz kesiliyor, aslında sımsıcak olan o şey, bir türlü kâğıda
akamadan yok olup gidiyordu.
Bütün gün, bütün gece ve bir bütün gün
daha rasathanenin pencerelerinden semayı gözlemişlerdi. Zâtülhalâkların,
lübnelerin, rub’ulann doldurduğu salonlarda, irili ufaklı odalarda tam on beş
rasıt çalışıyorlardı. Kim bilir kaç yıldan beri onu bekliyorlardı, İstanbul
semalarından geçmesini ve her şeyi aydınlatmasını. Zâtüssukbeteyninden ansızın
onu görmüştü. Kocaman kuyruğundan etrafa ışıklar saçarak, doğudan batıya doğru
ağır ağır
yürüyordu. Önce onu görmüştü, sonra da onun ışığında kendisini ve her şeyi.
Artık baş rasıdın buyrukları, kâtibin iğreti tebessümü eskisi gibi sinirlerini
bozmuyor, tam tersine hoşuna
bile gidiyordu. Kendi kendine, ne garip, demişti, demek bütün bir varlığı
ve bu arada kendimi onun ışığında görebilmem gerekliymiş. Baş çizimci, ne
buyurdunuz efendim, diye sorunca da, hiç, diye gülümsemişti, hiç ama her şey
aynı anda.
Eve döndüğü zaman,
köhnemiş basamakları çifter çifter çıktı. Karısı komşuda, çocukları sokakta
olmalıydı. Kapının önünden bağırarak yoğurtçular, şıracılar geçti. Güneş ufkun
üzerinden batmaya hazırlanıyordu. Aylardan mayıs, yıllardan bin yüz yetmiş altı
hicrî.
Tamam, dedi kendi kendisine, onu gördüm. Onun ışığında bütün dünyam
aydınlandı. Şimdi artık yazabilirim. Çünkü nasıl yazacağımı, hangi biçimde yazacağımı,
şimdiye kadar Osmanlı âlimleri ve edipleri hiç kullanmamış olsa da hangi şekli
tutturacağımı biliyorum. İçim sımsıcak. İçim kıpır kıpır. İçim lâle tarlası.
İçim faslı gül. Bu defa, kâğıdın üzerine düşmeden donuveren damlacıklara
dönmeden içim, yazabileceğim.
Çok müstesna bir kâğıt olmalı diye geçirdi içinden. Köşe minderine oturdu.
Santurlar dört bir yandan, denize çıkmalı odanın gizli köşelerinden içine doğru
vurmaya başladılar. Pencere önündeki suda oynaşan ışık tavana yansıdı. Bu, hem
ay ışığıydı, hem de güneş. Bir yanda gurup vardı, bir yanda dolunay. Başka
türlü olamazdı zaten, diye düşündü. Çok müstesna bir zaman bu. Rahlesinin
önünde diz çöktü. Bir kâğıt çekti. Mühresini eline aldı. Duvarlardan, yıllar
evvel yazdığı levhalar bakıp bakıp gülümsediler. Her birinde
gerçekleştiremediği o şeyi, bu gece gerçekleştireceğini bilerek içi içine
sığmıyordu. Bu gece, dedi, nihayet yazacağım. Hiç kimsenin bilmediği şeyleri
anlatacağım. Mühreyi kâğıt üzerinde gezdiriyordu. Sonra, dedi, onu,
yazdıklarımı diğer insanlara okuyacağım. Kimbilir belki padişahımız efendimize
de okurum. O zaman, içimden geçenleri yazabilince, başarabilince ruhuma kanat
takmayı, var olacağım. Paylaştıkça çoğalacak, bölüştükçe varlığımın anlamını
çözeceğim. Sağ dizini dikerek oturdu. Kamış kalemi eline aldı. Santurlar odanın
dört bir yanından hâlâ vuruyorlardı.
Denizin hışırtısı sabaha
kadar durmadı. Ve o, sabaha kadar, hiç durmaksızın yazdı. Ay’la güneş hâlâ aynı
yerde, biri doğmak biri batmak üzere, aynı yerde ama yalnızca kendi âlemlerinde
asılı kalmışlardı. Yalnızca kamış kalem cızırdıyor, yalnızca santurlar vuruyor,
yalnızca gözlerinden yaşlar sızıyordu onun. Her harf, geçmiş yıllarda kalmış
hattatlığının tecrübesiyle, içinde tuttuğu nefesin salıverilme ânında surete
giriyor, onun ışığında gördüğü kendisini de sanki levhalara hat çeker gibi
özenle biçimliyordu. Bir ara gülümsedi. Kim bilir, dedi, belki yıllar, çok uzun
yıllar sonra bir başka yazıcı, hem ay hem güneş ışığına boğulmuş bir başka
odada, şu an benim içimden geçenleri yazmaya kalkışır. Sabaha kadar hiç
durmadı. Ve ömründe ilk kez, kendini
bildiğinden bu yana ilk kez, akşamı da, yatsıyı da, sabahı da duymadı.
Duymadığı için de namazlarını kılmadı.
Evvelâ, gelirken kapı önünde gördüğü filbahri çiçeğini anlattı. Sonra, her
sene baharın ilk gülünü nasıl beklediğini, o gülü ilk gördüğünde çok büyük bir
şeyler olmasını nasıl umduğunu. Sonra, sonra hanımelleriyle gönlünün nasıl
kanatlandığını. Sarayın has bahçesindeki nazlı, mağrur ve cimri, tek soğana tek
lâle, lâle tarhlarını. Şakayık güllerini, karanfilleri. Bütün bunlar içinde bir
has bahçeye dönüştü. Ömrünün ve baharın ve İstanbul’un has bahçesi bir defter
doldurdu.
Arkadan onu insan kılan
acılarını anlattı. Kendi çektiklerini ve başkalarının çektiklerini. Teker
teker. Ölüm fermanı yazarken harflere nefes tutulmuyordu. Kendisinden, bir ölüm
fermanı yazmasını istedikleri gün saraydaki hattatlığından nasıl ayrıldığını.
Çocuğunu mahalle mektebine getirip götüren kalfanın ani ölümüyle o vakitler
neden o kadar çok sarsılmış olduğunu araştırdı. Varlıklarında bunca yok
iken, yokluklarında bunca var olan tanıdıklarını hatırladı teker teker.
Böyle bir yığın acıyı bulup çıkardı ömründen. Bir defter de bunlarla doldu.
Sonra düşlerini
anlatmaya koyuldu, masallarını. İnsan olmaya çalışan bir peri kızı tanımıştı.
Onu yazdı. Peri kızına, insanlık zordur, demişlerdi de
o inat ederek, denemek isterim, demişti. İnsanlığın gereklerini
yerine getiremezsem, o zaman süslü kanatlarıma, ışıklı dünyama dönerim yeniden.
Peri kızı ilk gece, bir bedeni var olmuş olmanın sızılarını duymuş, ısınmak
için odun toplamış, lâkin onları yavrusu hasta bir kadınla paylaşmıştı. Ertesi
akşam, açlıktan ayakta duramayan bir ihtiyara, çalılıklardan topladığı aluç
tanelerinin tamamını vermişti. Son gün, durmadan ve bağırarak tartışan bir
karıkocanın penceresi önünde durmuştu. Karıkoca çok gençtiler ve gerçeğin ne
olduğunu tartışıyorlardı. Kadın, gerçek gönüldedir ve gözle görülmez, diyordu.
Erkek ise, gerçek gözle görülür ve bedenleri doyurmaya yarar, diyordu. Az ötede
Türkmen işi bir halının üzerinde henüz sekiz aylık bir bebek ağlıyordu.
Hem acıkmıştı hem de seslerden korkmuştu. Onlara dönerek, gerçek bu değil
mi, diye seslenmişti peri kızı. Ve insan olmaya hak kazanmıştı.
Yazdıkça yazıyordu hattatrasıt. Sağ bileğinde ince bir sızı duydu. Hokkada
mürekkep azalmıştı. Son deftere aşkını yazdı, bütün aşklarını. Sonra bütün
sevinçlerini, kederlerini, erdemlerini, erdemsizliklerini. Yazdıklarını son bir
kez gözden geçirdi. Oraya, minderin üzerine kıvrıldı, uyuyakaldı. Birazdan odanın
kapısı aralandı. Yüzü çizgileriyle güzel bir kadın, karısı, yün bir battaniyeyi
kocasının üzerine usulca serdi. Her ikisinin de yüzünde mutlu bir gülümseme
vardı.
Padişahımız efendimize bir dilekçe
yazmalıyım, diye düşündü hattatrasıt uyanır uyanmaz. Divanı Hümayun’un
toplanacağı gündü, Bâbı Hümayun’un önüne gitti. Kapıcılar başlarında kocaman
sorguçlarıyla bekliyorlardı. Büyük bir kalabalık vardı. Birden kalabalık iki
yana açıldı. Padişah kır bir atın üzerinde göründü. Dilekçelerini vermek
isteyenler yanına koştular.
Bunların bir kısmı başlarının üzerinde
yanan bir meşale tutarak, eğer adaleti yerine getirmezse kıyamette bu meşale
gibi yanacağını ima etmek istiyorlardı. Hattatrasıt, hiç zorluk çekmeden
nedense, padişaha yanaştı. Bu, onu ikinci görüşüydü. Gözlerinin, sararmış bir
yüzdeki siyah gözlerinin ta içine bakarak, bu defterlerde hiç kimsenin daha
evvel görmediği ve bilmediği şeyler var, dedi ve uzaklaştı.
/V
Padişah, o gece, Sarayı Amire’nin,
duvarları mavi çinilerle döşeli loş odalarından birinde, billûr kandillerden
dökülen sarı bir ışığın altında sabaha kadar defterleri okudu. Haremin bir
başka odasında, kadife tenli bir sıcak iklim güzeli, ipek döşekler üzerinde
padişahı boş yere bekledi durdu. Ertesi sabah padişah emir buyurdu, hattatrasıdı
saraya getirdiler. Huzura aldılar. Padişah, sıcak, sımsıcak nazarlarla
hattatrasıdın gözlerinin ta içine baktı, yeşim taşlı bir yüzüğün parladığı sağ
elini uzatarak yanına gelmesini işaret etti. Defterleri bir defa da ona okuttu.
Hattatrasıdın sesi sıcak, sımsıcak, seller, ırmaklar, yağmurlar gibi, ağzından
dökülüyor, tek zerresi kaybolmadan, padişahın gözlerinden gönlüne akıyordu.
Sonunda padişah tebessümlü bakışlarla ondan ne istediğini sordu. Hattatrasıt,
bütün halkınıza okumak isterdim, dedi. Padişah, bunu, dedi, gerçekten istiyor
musun. Yazdıklarını, bütün bu defterleri diğer insanlarla paylaşmayı? Onlarla
paylaşmayı, böylece var ve çok olmayı mı ümit ediyorsun? Evet, diye cevapladı
hattatrasıt. Padişah, seni ben anladım, yetmez mi, diye yavaşça karşılık verdi.
Bir ben gibi anlayan daha çıkmaz sanırım. Hattatrasıt inatla ve gururla
cevapladı. Hayır, sesi çok netti, bunlar onlar için yazıldı, bir kişi yetmez.
Ben olsam bile mi, dedi padişah. Padişahın gözlerinin, her gün bir parça alınan
zehrin etkisiyle artık iyice sararmış bir çehrede canlı ve sıcak kalmış
gözlerinin içine bakarak, sen olsan bile yetmez padişahım, diye cevapladı
hattatrasıt. Padişah, elini tekrar kaldırarak, onun sağ omzunu okşadı ve peki,
diye fısıldadı, peki.
/V
Sarayı Amire ile Ayasofya ve
Sultanahmet’in arası tıklım tıklım doluydu. Kadınlar, çocuklar, genç ve
yakışıklı delikanlılar, servi harmanlığını
siyah ve ipek çarşafların bile örtemediği genç kızlar, kocamanlar, veliler,
pirler, yeniçeriler, dervişler, medrese öğrencileri, ulemanın ve üdebanın ak
sakallıları, eli sazlı halk ozanları, hepsi hepsi oradaydılar. Hattâ Haremin
gün yüzü görmemiş cariyeleri bile bir küme halinde gelmişlerdi. Işıklı ve hoş
kokulu bir bahar günüydü, mayısın onyedisi. Hattatrasıt, padişahtan geri aldığı
defterleri koltuğunun altında, daha evvel Bâbı Hümayun’un önüne yerleştirilmiş
yüksek bir kaidenin üzerine çıktı. Gelirken, Sûrı sultaninin yakın
pencerelerinden birinin arkasında, loşlukta, siyah bir sakalın çerçevelediği
sarı, sapsarı bir çehrenin, sıcak siyah gözlerin kendisini dostane izlediğini
fark etmişti.
Ey Osmanlı, diye ağzını
açmak istedi. Aslında, siz, şimdiye kadar kendinizi, kendinizi aradan
çıkarabildiğiniz nisbette ifadeye yeltendiniz, diyecekti. Oysa şimdi ben, size
salt kendimi göstereceğim, bunu şimdiye kadar hiç görmediniz, diye devam
edecekti. Fakat boğazından sadece bir hırıltı yükseldi. Sesim
benim değil, diye
düşündü. Daha yüksek bir tonda başlamak için geniş bir soluk aldı, daha yüksek
bir hırıltı yükseldi boğazından. En ön sıradaki güzel ve genç kızlar, kaytan
bıyıklı Rumelili delikanlılar sessizce gülüştüler. Ağzını bir daha açıp kapadı
hattatrasıt, karanlık, pek karanlık bir şey söyledi. Kalabalık şimdi hep bir
ağızdan ve açıkça gülüyordu. Edipler sinirlenmişti, koca şairler öfkeyle
kıpırdandılar. Bu ne terbiyesizliktir, diye söylendi içlerinden ak saçlı ak
sakallı birisi. Bir kısım dervişler ağlamaya ve dövünmeye başlayarak, biz böyle
çile, hücremizde dahi görmedik, dediler. Yeniçeriler ellerini palalarına
atarak, bizi bu yüzden mi kışlalarımızdan çağırdılar, diye homurdandılar,
küffar kapıda. Haremin gün yüzü görmemiş güzelleri, işveyle başlarını
sallayarak, bizim Sümbül Ağa’nın anlattığı cin peri masalları bile bununkinden
daha güzel, diye gülüştüler. En arka sıralardan itibaren birer ikişer çözülmeye
başladı kalabalık. Sonunda hattatrasıt, koca meydanda yalnız kaldığını fark
etti. Hâlâ defterlerini okumaya çalışıyordu.
Oysa, dedi hüzünle kendi kendine, bütün
gece
sabaha kadar defterimi padişaha okurken, sesim ne kadar güzeldi. Sesim ne
kadar güzeldi ve her şey ne kadar güzeldi.
Sonunda defterlerini koltuğunun altına
sıkıştırdı. Vakit öğleye yaklaşıyordu. Taş kaideden indi. Surda açılmış kafesli
pencerenin önünden geçerken, kendisini hâlâ izleyen gözleri bir kez daha hissetti.
Başını kaldırıp bakmadı, şansını yitirmişti. Sengi ibretin önünden geçti. Taşın
çatlaklarından koyu, kirli bir kan akıyordu. Rasathaneye gitmesi gerektiğini
fark etti. Biraz evvel, kalabalığın ön sıralarındaki baş rasıdın ve
arkadaşlarının sinirli sinirli uzaklaştıklarını görmüştü. Yol ayrımına
geldiğinde rasathaneye değil, eve doğruldu. Basamakları yerinden oynayan
merdivenlerden yukarı çıktı. Rahlesini, yazı takımını önüne çekti. Rastgele bir
kâğıda uzandı. Kamış kalemini, Sürre alayıyla Mekke’ye gidip gelmiş koyu renkli
mürekkebin içine daldırdı. Sesini, padişahtan başka hiç kimseciklere
duyuramayan hattat rasıt bir adamın başından geçenleri yazmaya başladı.
Kelimeler, içinden sıcak, sımsıcak, insan kanı
kadar, gül mevsimi kadar, seller, yağmurlar kadar sımsıcak, mühresiz
kâğıdın üzerine dökülmeye başladılar. Gözlerinden sicim gibi yaşlar
dökülüyordu.
KAYIP PADİŞAH
I
Mevsim birdenbire
değişti. Çok uzun ve sıcak bir yazın ardından birdenbire güz geldi. Padişah,
mavi gölgeli dairesinde yavaşça yerinden doğruldu. Boğaz’ın gri ve soğuk suları
üzerinde kanat çırpan kuşlara bakarak, hoş geldiniz yağmur kuşları, diye
mırıldandı, içimin hasretine hoş geldiniz. Siyah gözlerinin derininde bir yer
serinleyerek gülümsüyordu.
/V
Sarayı Amire’den uzakta, iki katlı evinin çıkmasında hat tatrasıt, bir
başka kıyıdan aynı suya bakıyordu. Kendisini padişahtan başka kimseciklerin
anlamadığı hattatrasıt bir adamın öyküsünü yazdıktan sonra, evinden bir daha
hiç çıkmamıştı. Günlerce rasathaneden haberciler gönderilmiş, eğer hemen zâ
tüssukbeteyninin başına dönmezse ve böyle, bir rasıdın haysiyetiyle
bağdaşmayacak münasebetsizlikte işlerle uğraşmayı hemen bırakmazsa, istifa
etmiş sayılacağı kendisine defalarca hatırlatılmıştı. Ama o, kapıdan dışarı
adım atamadığı gibi pencerenin önünde dikilip kalmıştı. Biliyorum, diyordu, o
da şu anda tıpkı benim gibi, bir başka pencereden ama aynı suya bakıyor. Onu
şimdi görüyor ve seviyorum ve duyuyorum. Her akşam karaağalar, meşalelerle,
soğuk taşlıklardaki camı isli kandilleri yakıyorlar ve padişahı onu
çağırıyordu. Padişahımı buldum, diye düşündü. Daha ne isterim, ne
isteyebilirim?
Yağmur kuşları suların
üzerinde çığlıklar atarak uçmaya başlayınca, gitmeliyim, diye düşündü. Artık
zamanı geldi. Hattat rasıt bir adamın öyküsünü koltuğunun altına sıkıştırarak
loş bir kayıkhane önünden bir sandala atladı. Kayıkçı, aylar önceki garip
törende hazır bulunanlardandı. Dilinin ucuna gelenleri söyleyip söylememekte
tereddüt etti.
/V
Vazgeçerek küreklere
asıldı. Sarayı Amire’nin bütün kapıları hattatın önünde alışılmadık bir
kolaylıkla açılıyordu. Kimse, hiç kimse
kimliğini sormuyordu. Padişah dairesinin önüne gelince, hiç kıpırdamayan
kapıcıların durgun bakışları önünde kapıyı yavaşça iterek içeriye süzüldü.
Padişah Boğaz’ın sularına bakıyordu. Başını çevirmeden, geldin mi, diye sordu
usulca, geleceğini biliyordum. Hattat geldim, dedi, bekle 18 diğini biliyordum.
Padişahın önünde diz çöktü. Ellerini kavradı ve öptü. Gerçeği gördüm dedi,
gerçeği tanıyorum artık. Padişah tebessümlü ve derin gözlerle sağ yanını işaret
etti. Gel, dedi, otur. Demek gerçeği tanıyorsun artık, diye devam etti. O
nedir? Hattat yavaşça yerden doğruldu. Başını padişahın yüzüne doğru kaldırdı.
Çehresi ne kadar sarıydı. Gözleri ne kadar sıcak ve derin. Benim gerçeğim
sensin, diye fısıldadı, benim gerçeğim sensin ve padişahım, beni bir tek sen
anlarsın. Sen beni
/V
tam anlarsın. Hiç boşluk kalmadan. Aşina mısın Hünkârım.
Padişah gülümsedi. Yeter mi, dedi. Yeter, diye cevapladı hattat. Beni anla,
bana vâkıf ol, beni oku. Sesim sana ulaşsın, sende çoğalayım, sende
yankılanayım, sana ilişeyim, sana değeyim. Gör beni. Bil ve sev. Daha ne
isterim, ne olsun daha? Padişah, sen, dedi, evet, ne istersin daha? Ama bana
yeter mi? Hattat sustu, anlamıştı. Sesi yine çok güzelleşmiş, bakışlarına garip
bir parlaklık gelmişti. Padişaha uzun uzun, kendisini ne kadar iyi anladığını,
tıpkı bir bütünün iki yarısı gibi birbirlerini tamamladıklarına ve
tamamlayacaklarına dair inancının tam olduğunu anlattı. Seller, sular gibi
konuşuyordu. Padişahın bakışlarında suskunluk vardı. Akşam iniyordu.
Kapı yavaşça aralandı. Kara, kapkara bir ağa, kandilleri yakmak için
gelmişti. Hattat tam o anda uzun cümlelerinin sonunu getirmiş ve müsaade buyur
tanışın olayım, vâkıfın olayım sultanım, diyordu. Aç gönlünün örtülerini,
göster bahçelerini bana hünkârım, diyordu. Karaağanın billûr kandillere uzanan
zavallı ve aciz eli bir an titredi. Köşkün çini duvarları sarı ve titrek bir
ışıkla aydınlandığı anda kapı tekrar aralandı. Üç cariye akşam yemeğini
getirmişti. Üçünün de yüzleri açıktı ve en arkadaki bir rüyaya benziyordu.
Hattat, mahremiyetine tam emniyet edilmiş olmanın bilgisi ve ağırlığı altında,
Allah'ım, diye mırıldandı duyulur duyulmaz bir sesle. Allah’ım beni utandırma.
Bana onu, padişahımı taşıma gücü ver. Onun muhtevasına en uygun karşılık
olayım. Ne bir eksik ne bir fazla kalayım. O esnada cariyelerin en arkadan
geleni, o, rüyaya benzeyeni de, hattatı görmüştü, bu güzelliği. İpek
kirpiklerinin gölgelediği gözlerinden bir ışık yükseldi ve bütün odayı kapladı.
Hattat kayıtsız kalamadı, gözleri kamaşmıştı. Sonrasında, ikisi de başlarını
öne eğdiler.
Sofrada sudan başka her şey vardı. Hattat çok susamıştı fakat istemeye
utanıyordu. O gece hiç uyumadılar. Hattat sürekli anlatıyordu. Sabah ezanları
okununca aynı ibriklerden aynı gümüş leğenlere dökülen aynı suyla abdest
aldılar, aynı ipek seccade üzerinde namaza durdular. Namazdan sonra hattat
dayanamadı. Hünkârım, dedi, susadım çok susadım. Padişah, biliyorum, diye
cevapladı, biliyorum. Ben de çok susadım. Kapı aralandı, cariye gülkurusu saten
giysiler içinde ve yine bir rüya gibi içeri süzüldü. Elinde altın bir tepsi
vardı ve iki bardak buğulu, serin su. Padişahtan sonra hattatın önünde eğildi.
Hattat neredeyse susuzluğunu unutuyordu. Cariye çekilip de aynı anda başladıkları
suyu ayna anda bitirince padişah, şimdi, dedi, söyle bana, biraz evvel namazda,
biraz evvel su içerken aynı şeyleri mi yaşadık? Bu kadar aynı şeyleri
paylaşabileceğimize inanıyor musun? Hattat, şüphen mi var Hünkârım, dedi.
İçinde bir yerde kendisinden habersiz bir gül fidanı yeşeriyordu.
Günün ilk ışıkları dökülmeye başlayınca kapı aralandı. Aynı karaağa
kandilleri söndürmek için gelmişti. Padişaha endişeyle karışık bir suskunluk
içinde bakıyordu. Çocukluk saatlerinde ömürlerinin çizgileri kesişmişti. Ondan
beri padişahın her ânına, her duygusuna vâkıftı. Bir gölge gibi onu görüyor ve
biliyordu. Oysa padişahı onu hiç görmemiş ve bilmemişti. Padişah, hattatın mor
gölgelerle silikleşen yüzüne bakıyor ve beni sen bilemezsin, diyordu. Hattat
ise inandırıcı olmasına çalıştığı bir sesle, göster kendini bana Hünkârım, diye
yalvarıyordu. Onu taşıyacak kabiliyet bende var. Göster, okut defterlerini
bana. Sesinde dayanılmaz bir güzellik ve kalıcılık vardı. Yalnızlık hükmüyle
eğitilmişe başkaldırı teklif ediyordu. Padişah bu sesin büyüsüne daha fazla
dayanamadı ve sonunda peki, dedi, peki. Bütün defterlerimi sana yarın akşam
göstereceğim. Bütün bir gece, sabaha kadar.
Ona bulutlarını anlatacaktı. Her akşamüzeri Boğaz sularına gölgelerini
dökerek geçen pembe bulutlan. Daha küçücük bir şehzade iken, kafes arkasında
Habeşî bir çocukla oynadıkları oyunları. Cenneti nasıl bulutların arkasında
düşlediklerini, bulutlara bakarken kaç kez çıldırmanın eşiğine geldiğini fark
ettiğini. Sonra hattata, sen diyecekti, bu bulutların ait olduğu ülkeyi biliyor
musun? Biliyorsan göster bana, hasretim dinsin. Çocukluğunda yine, koca sarayın
kaç kez ağladığına gizli gizli şahit olduğunu da anlatacaktı. Kaç kez soğuk
sabahlara, taş duvarların ve esmer koridorların, zamansız salâlarla açıldığını.
Acılı saraydan sessiz sedasız, irili ufaklı tabutların sürü sürü çıktığını kaç
kez gördüğünü. Nur yüzlü ve ak sakallı ihtiyarlar tarafından gasledilirken, her
nasıl olduysa, bir köşeden seyrediverdiği mini mini ve mosmor kesilmiş
bedenleri. O ihtiyarlardan birinin gözlerinde beliren iki damla yaşı.
Kardeşinin göğsündeki siyah benin yerinde kocaman bir kan pıhtısı belirdiğini
ve berrak suyun o kan pıhtısını alıp götürdüğünü. O günden sonra bütün
taşlardan, duvarlardan kirli ve hiç kurumayan bir kanın sızdığını gördüğünü. O
sızıntının hiç durmak bilmediğini ve bunu bir tek kendisi gördüğü için bütün
rüyalarının kâbusa dönüştüğünü. Hattat onu anlayacaktı. Çünkü buna kabiliyeti
vardı.
Rüyalarını ah. hep dilsiz cellâtlar ikiye bölmüştü, nazlarını, mahmur
uykularını. Kimi zaman kendisini kan ve ter içinde kâbuslarından atarken,
kandilleri yakmak ya da söndürmek için orada bulunan Habeşî bir çocuğun kederli
ve sevecen gözlerini fark ederdi. O gözlerde kan ve kine eğilmişi koruyan,
gözeten bir bakış olurdu. O bakışı anlatacaktı hattata ve bana o bakışın bir
eşini ver, diyecekti. Sonra kâbuslardan rüya iklimlerine dönüşen sanrılarını
sıralayacaktı. Terkedilmiş bir hamamın gölgeli sularında yıkanan kumral ve uzun
saçlı bir peri kızının güzelliğini, onu ilk kez gördüğü o gün, gözlerine bir
türlü inanamamış olduğunu sadece uzaktan görebildiğini ama garip bir biçimde
berrak kahkahalarını duyduğunu ve onun benzerine gerçek hayatta asla
rastlamadığını. Ve gerçek hayatın içinden bir kadına o duygunun bir eşini asla
duymadığını.
Sonra yıldızlarına sıra
gelecekti. Yıldızlarına, onların lacivert sema üzerinde doğudan batıya doğru
baş döndürücü bir süratle akışlarını anlatmaya. Onların birbirine göre
durumlarını, bunların kendisine neler söylediğini anlayabilmek için ne kadar
çok çalıştığını hattata söyleyecekti. Sonra bir gün bu yıldızların kendisini,
kaza ölümüne karşı dikkatli olması için nasıl uyardıklarını ve bunun üzerine
yıldız bilgisinin yanı sıra bir de tıp ilmine merak sardığını. Bunu halkı hiç
anlayamamıştı ve hoş görmemişti. Ama hattat onu anlayacaktı.
Vücudunu zehre karşı korumanın yollarını araştırırken her gün küçücük bir
parça zehir alarak bir nevi dayanıklılık oluşturduğunu. İşte, diyecekti, gül
pembesi tenim bu yüzden böyle sarıdır. Her sabah aynada gördüğü bu çehrenin
kendisini de acılandırdığını hattattan gizlemeyecekti. Hiçbir şeyi. Hattatın
benzi gül rengi idi. Sakalına tek tük kırlar düşmüştü, gözleri ise birer mavi
ayna. Sonra Arz odasının iç kubbe kenarına işlenivermiş bir gül buketinin
renginin tıpkı kendi çehresi gibi günden güne nasıl soluverdiğini fark
ettiğini, kalemkârlara, onu onarmaları için asla müsaade etmediğini. Ona gül
buketini gösterecekti.
Daha başka gösterecekleri de vardı. Frenk elçisinin gönderdiği porselen
saatin sarkacında dans eden küçük balerini, harem taşlıklarında eriyerek yanan
koca kandillerin gözlerini. Acıyı gösterecekti, azabı, korkuyu. Hüznü, ölümü ve
başkaldırısızlı ğı. Kementleri, palaları ve cellâtları. Ve İncili beşikleri,
İncili beşikte uyuyan gül goncası şehzadelerini. Hiçbirine kıymayacağını
anlatacaktı ve bunu bir gün tarihlerin mutlaka yazacağına dair inancının sonsuz
olduğunu. Târihlerin bunu mutlaka yazacağı çok uzun zamanlar sonra, dış
görünüşü kendisininkine benzemese de esasen kendisine benzeyen, hiç olmazsa,
hiç olmazsa bir tek kişinin onu anlayacağını ümit ettiğini, buna samimiyetle
inandığını. Yalnızlığı gösterecekti hattata. Kalabalık arasındaki yalnızı.
Ölümü sevebilmenin eğitimini. Iztırabı gösterecekti. Gözyaşı ve kanı. Ter ve
aşkı sonra. Aşkı ve güzelliği. Kalıcı olmayan geçici ve anlık aşkı. Hattattan
bir tek şey isteyecekti. Kalıcı olanı.
II
Hattat eve geldiği zaman, karısı kendisini endişeli bakışlarla süzdü.
Nerede olduğunu sormadı ve biraz uyuması için üzerini örttü. Kocasının yüzünde
o güne dek görmediği bir ışık dolaşıyordu fakat huzursuz bir uykuyu
yüklenmişti. Hattatın, rüyasında, bedeni ikiye bölünmüştü ve bir yarısı
diğerini kovalıyordu. Birden kendisini bir gül fidanının dibinde buluyor ve
nihayet bedeninin parçalan birleşiyordu. Uykudan sıçrayarak uyandı ve hayrolsun
dedi, hayırlar olsun. Sonra her şeyi unutarak hafifçe gülümsedi. Bu akşam
hünkârıma gideceğim. Ülkemin padişahı, kalelerimin fatihi, bu defa bana kendi
kapılarını açacak, kendi burçlarını gösterecek. Kendi güzelliğinde onun, yok
olacağım. Farklı bedenlerde aynı bir ruha dönüşeceğiz. Hünkârım bana
defterlerini gösterecek. Sultanım, padişahım. Kalıcı ve saf olanım.
Akşam iniyordu ve
santurlar yine dört bir yandan vurmaya başlamışlardı. Hattatrasıt yerinden
doğruldu. Kaç zamandır rasathaneye gitmediği için baş çizimcinin çarpık
tebessümüyle ardından neler söylemiş, baş rasıdınsa gürleyen sesiyle nasıl
bağırmış çağırmış olabileceğini düşünerek tekrar kendi kendine gülümsedi. Aynı
kayıkhaneden aynı kayıkçıyla karşıya geçti. Sakalını gül yağıyla ovmuştu ve
sarığının kıvrımları arasında pembe bir gonca vardı. Kayıkçı ona bir garip
/V
bakıyordu. Sarayı
Amire’nin koca kapıları bu defa sımsıkı kendi üzerine kapalıydı ve hiçbir
yerden ışık sızmıyordu. Hattat içeri nasıl
girebileceğini düşünerek ürperdi. Dışarıda kalacak olma korkusu gönlüne
dayanılmaz bir ağırlık veriyordu. Birden yan kapılardan biri yavaşça
aralanıverdi. O, bir rüyaya benzeyen cariye, gülkurusu ipek hışırtıları
arasından elmas bir gecenin parıltılarıyla bakıyordu. Buyurun diye fısıldadı,
beni Hünkâr gönderdi. Hattat, sarayda bu gibi işlere kadınların bakmadığını
biliyordu, şaşırmıştı. Bir şey söylemek için başını çevirdi.
Pınarlarında birer damla
yaş parlayan bu gözlerin gecesi karşısında dili tutuldu, ne söyleyeceğini unuttu.
Elini yavaşça kaldırdı. Helâlin den başka hiç kimseye değmemiş bu eli,
o iki damla yaşı silmek niyetiyle
uzattı. Cariye, bir beyaz kuşa benzeyen bol yüzüklü elini hattatın esmer eline
sıkıca sararak, sarayın bilinmez dehlizlerinden bilinmez odalarına doğru
çekiverdi.
O gece sabaha kadar t tatrasıt, gönlünün macerasından, ruhunun
yangınından cariyeye bahsetmek istedikçe; söylemek, anlatmak, sesini duyurmak
istedikçe, kız onu susturdu. Sabah
ezanları okunurken
yavaşça, Hünkâr seni bekliyor, diye fısıldadı. Sesinde garip bir üstünlük
duygusu vardı. Hattatrasıt, benim padişahım sensin, diye ağladı, padişahım ve
gerçeğim.
/V
Sarayı Amire’nin iç avludaki köşklerinden birinde padişah, karaağalardan
biri billur kandillerdeki ışığı söndürürken ve yağmur kuşları kanatları değecek
kadar yakın suyun üzerinden uçuyorken, Boğaz’ın gölgelerine bakıyordu.
Bulutlar, görüntülerini serperek suyun üzerinden geçiyorlardı. Karaağa alçak
bir yer masasının üzerinde istiflenmiş, meşin kaplı defterlere biraz hüzünle,
dahası garip bir sevinçle baktı. Padişah yavaşça başını çevirdi. Onu ilk defa
görmüştü. Al, dedi usulca, hepsi senin olsun. Sonra su getir dedi, havlu getir.
Yavaşça namaza doğruldu.
İRİ KARA BİR LEKE
Bütün bir geceyi ruhunu
göstermek üzere kendisini bekleyen padişah yerine gece rengi gözleri olan
cariye ile geçiren hattat, sabahın ilk
ışıkları mavi camlardan odaya süzülürken acıyla gülümsedi. Baktıkça, cariye
içinde yenileniyor ve hattat her defasında onu yeniden görüyormuş duygusuna
kapılıyordu. Adın ne, diye sordu, kız fısıltıyı andıran bir sesle, kulunuz,
diye cevapladı. Bu sesteki eda hattatı yaralamıştı. Kimin kul, kimin sultan
olduğunun artık farkında, buruk bir tebessümün arkasına sığındı. Kendinden
nefretin azabına zor tahammül edilebileceğini biliyordu. Yerinden doğruldu.
Duvardaki aynanın derinliğinde kendisini gördü. Güzeldi. Çok güzeldi. Hayret
edilecek kadar güzelleşmişti. Beni böyle güzelleştiren nedir, diye düşündü.
Cariye şimdi açıkça gülümsüyordu ve yanakları pembeleşmişti.
Hattat, eve gitmeliyim, diye geçirdi
içinden. Yazacağım çok şey var. Ve yazdıklarımı mutlaka sana okumalıyım. Eve
gelince yorgun bedenindeki revnakle basamakları yine ikişer ikişer çıktı
İçindeki gül fidanının kökleri çok derinlere doğru uzanıyordu Aşkı yazacağım,
diyordu. Aşkı ve gençliği ve güzelliği. Her zamanki köşesinde rahlesini önüne
çekti.
Santurlar, dedi birazdan
çalmaya başlarlar nasılsa ve suyun ışığı odamın tavanını taçlandırır. Ne
santurlar çaldı, ne su ve ışık tavanı taçlandırdı. Ama o yazıyordu. Dudağında
mağrur bir tebessümle, aşkı ve gençliği zapt etmiş olmanın kibriyle yazıyordu
ve yazarken hiç ağlamıyordu. Ne yazdığının o da farkında değildi. Kapı
aralandı. Yüzü çizgileriyle güzel karısı, elinde porselen bir kâse içinde hoş
kokulu bir çayla içeri girdi. Kâsenin parlak mavisi hattatı derinliğine çekti.
Çayın kokusu bütün odayı sarmıştı. Uzak iklimlerinin portakal çiçekleri,
hattata cariyeyi hatırlatıyordu. Karısı, ne kadar güzelsin ama neden bu kadar
güzelsin, dedi. Hattat cevap vermedi. İçindeki bir şeyi yakalamaya çalışarak
sürekli yazıyordu. Yazdıklarını bir araya getirip birbirine tutturarak
yastığının altına koydu ve oracıkta uyuyuverdi. Karısı yün bir battaniyeyi
hattatın üzerine örterken kocasının yüzündeki ışığın aydınlığında, yastığın
altından kayan yazılara baktı. Siyah, simsiyah ve kocaman bir leke kâğıt
tomarının bütün yüzünü kaplamıştı.
İrkilerek aynaya doğru ilerledi. Gözlerini korkuyla kaldırdı. Başörtüsünü
hafifçe sıyırdı. Siyah saçlarının arasında beyazlar parlıyordu. Gözlerinin
altında, yanaklarında ve alnında çizgiler belirmişti. Birden kendisini, daha
evvel hiç görmediği ve hattat rasıt olduğu söylenen bir adamın odasında onun
helâli olarak bu luverdiği ilk geceyi hatırladı. İkimiz de ne kadar güzeldik,
diye düşündü. İkimiz de ne kadar güzeldik. Bir zamanlar hattatın birer mavi
aynaya benzeyen gözlerinin derinliğinde, çektiği hattın yankısını gördüğünü
düşündü. Ve her akşam rasathane dönüşünde görmeyi o kadar çok arzu ettiği halde
kocasının gözlerinde bir türlü göremediği kendi kadınlık pırıltısını. Çok zaman
doğudan batıya doğru akan bir yıldız olmayı arzuladığını, doğudan batıya doğru
akmak ve kocasının dünyasında ne varsa hepsine tek başına yetebilmek istediğini
hatırladı. Aynanın derinliğinde şimdi bütün çizgilerinden sıyrılmış ve adamakıllı
güzelleşmiş bir çehre kendisine gülümsüyordu. Şaşılacak derecede kendisine
benzettiği bu çehre aynı zamanda şaşılacak derecede de kendisinden görünüyordu.
Kucağında bir bebek vardı. Yanı başında da saçları derinden kırpılmış küçük bir
efendi. Aynadan yayılan ışığin etkisiyle gözlerini hafifçe kırpıştırdı. Tâm
orta yere bir bulut yerleşmişti. Gönlünü gördü. Gönlünde hattat vardı. Hattatı
gördü aynada. Hattatın gönlünü gördü. Hattatın gönlünde cariye vardı. Yavaşça
geri çekildi. Mavi renkli porselen kâseye portakal çiçeği kokulu berrak çaydan
biraz daha doldurdu ve uyumak olan bocasının yanına, yere diz çöktü. Elini
yavaşça kumral sakallarında gezdirerek onu uyandırdı. Hattat, çayı hiçbir şey
söylemeden yudumladı ve tekrar rahlesinin başına oturdu. Kamış kaleminin
gıcırtısı garip bir şekilde sessiz ve üstelik ışıksız olan odayı tek başına
buyruğu altına alıyordu. Hattat ışıksızlığa aldırmadan yazıyordu. İçinde bir
noktada çok güzel bir şeyin var olduğundan emin olduğunu düşünerek sürekli
yazıyor ve kendi kendisine içindeki o çok güzel şeyi bulup çıkarması
gerektiğini tekrarlıyordu. Mavi renkli bir güzellik tahayyül ediyordu içinde.
Yazdıkça içinde o noktaya yaklaşıyordu. Ama yazdıkça kalemini yumuşacık,
incecik kâğıt üzerinde sürükledikçe, harflerin ucunu özensizce ama alışılmış
güzelliğiyle çektikçe, tuttukça nefesini, cariyenin hayaliyle sürüklendikçe
kâğıt üzerinde, siyah bir nok tanın içinde büyüdüğünü, çoğaldığını, arttığını
fark ediyordu ve kendisine nasıl olup da bunu daha evvel fark edemediği için
içerliyordu. Yazdıkça yazdıkça, karısının biraz evvel kâğıtların
üzerindegördüğü ama kendisinin fark edemediği o siyah nokta içinden çıktı,
bembeyaz kâğıtların üzerine sessizce dökülüverdi, yerleşti ve hattat onu gördü.
Kâğıtlar acı çekiyordu ve karısı yanı başında dimdik ve sessiz duruyordu.
Hattat, karısının ayaklarına kapandı ve beni affet beni affet, diye ağladı.
Kadın, hattatın birer alev gibi yanan gözlerini, ateş gibi yanan yanaklarına
dökülen gözyaşlarını yer yer nasırlaşmış elleriyle sildi. Hattatı gönlünün
üzerine bastırarak, affım senin, dedi. Bu, büyük oğlum için.
Akşam olduğu zaman kapı çalındı. Kapının önünde garip giyimli bir ulak
vardı. Ne kapıcılara, ne sıradan habercilere tam benziyordu. İnci rengi
satenler içinde garip bir şekilde cazibeliydi ve teni insanı ürpertecek kadar
güzel bir esmerliğe sahipti. Saçları kumraldı, gözleri birer derin kuyu.
Hattat, ne istiyorsun, dedi, söyle bana sen kimsin? Ulak elinde ipek, işlemeli
bir kese tutuyordu. Al, dedi. Bunu sana sultanım gönderdi. Hattat, hangi
sultan, diye soracak oldu, içi acıyla burkuldu. Gönlümün sultanı, gerçeğim o
benim, diye mırıldandı. Yavaşça keseyi açtı. İçinden, cariyenin inci rengi
saten mendili çıktı. Kenarları iğne oyasıyla işlenmiş ve bir köşesine bir buket
gül
Hattatın içine o güne kadar duymadığı
güzellikte bir koku doldu. Mendili yanağına değdirdi ve kendinden geçti. Ulak,
haydi, dedi, haydi gidelim, sultanım seni bekliyor. Akşam inmişti. Hattat
sırtına içi kürklü bir yelek geçirerek biraz ötede bekleyen gösterişli kayığın kadife
minderlerine gömüldü. Kuytu pencerelerde sarı ve solgun ışıklar her an
sönecekmiş gibi duruyordu ve hattat, kandillerin birer hayal gibi gezindiğini
gördüğünü zannediyordu. Kapıcılar hattata her zamanki aşinalıkla baktılar.
Ulak,
buradan efendim, dedi. Hareme Meyyit kapısından geçtiler. Bir başka ağır
kapı aralandı, cariye orada bekliyordu. Hattat, sultanım, diye mırıldandı.
Sabah ezanları okunurken cariyeye, sana, yazdıklarımı getirmeliyim, dedi.
Senin için ve senden evvel. Bütün yazdıklarımı okumalısın. Sana okumalıyım, tek
başıma taşıyamayacağımı biliyorum artık. Aynı kapılardan, aynı koridorlardan
geçti. Bir su sesi duyuldu, aynı kayıkla eve döndü. Karısı sabah namazını
kılıyordu.
Hattat yazı takımının başına geçti. Aşkını yazıyordu yine. Çok güzel
olduğunu çok kuvvetle hissettiği aşkını ve o denli büyük acılarını yazdıkça
içindeki o siyah nokta da büyüyordu ve kâğıtlara dökülüyordu. Kâğıtlar ve kamış
kalem yine sessizce ağlıyorlardı.
Kapı yavaşça aralandı, karısı içeri girdi. Sessizce hattatın yanına çöktü.
Yazın ne kadar güzel, dedi ve sen yine ne kadar güzelsin. Kâğıdın üzerinde daha
evvelden tanıdığı, kocaman kara lekeyi görüyordu. Kocaman ve umarsız lekeyi.
Hattat başını önüne eğdi.
Beni, dedi, bir defa daha affet. Benim kalbim isteyici, ben erkeğim, beni
bir defa daha affet. Karısı başını hafifçe önüne eğerek hattatın kumral
saçlarını, güzel alnına dökülmüş, terden ıslanmış perçemlerini sevgiyle okşadı.
Al, dedi, affım senin, bu da küçük oğlum için. Hattat yine oracıkta uyudu. Kadın
ocağın ateşini tazeledi. Kocasının üzerini örttü. Yavaşça pencereye yaklaştı.
Dışarısı hâlâ karanlıktı. Sessizce kar yağıyordu ve kadın, heybetle yükselen
sarayın dilsiz duvarlarına bakıyordu.
Akşamüzeri kapı tekrar çalındı. Gelen aynı ulaktı. Hattata yine ipek bir
kese uzattı. Hattat keseyi aldı ve açtı. İçinden, gözleri geceye benzeyen
cariyenin gece kadar siyah saçlarından kesilmiş ve elmaslı tokayla tutturulmuş
bir tutam saç çıktı. Yeni açmış gül kokusu hattatın bütün ruhunu sardı. Avucunu
sımsıkı vumdu ve her şeyi unuttu. Ulak, gidelim, dedi, sultanım sizi bekliyor.
Aynı kapının arkasında cariyeyle karşılaştıkları vakit, hattat onu yine ilk
defa görüyormuş duygusuna kapıldı. 0 kadar güzel ve her defasında o kadar yeni
olmasının sırrını bir türlü çözemeden, bu, dedi kendi kendisine, bu aşk işte.
Bu sadece aşk. Cariye hattatı elinden çekti.
Sabah olup da hattat eve döndüğü zaman iki
katlı evinin çıkmasında zayıf ve sarı bir aydınlık gördü. Lâmbanın buzlu
fanusundan sızan ışık pencerenin pervazında toplanan kara dökülüyordu. Kar hiç
durmaksızın yağıyordu. Çılgın bir dalga evin kayıkhanesinde patladı. Bir deniz
kuşu yavrularının üzerinde çığlıklar attı. Hattat merdiveni çıkınca aynanın
önünde karısını gördü. Sırtında nikâhlandıkları gece, onu ilk gördüğü gece
giydiği üçetek vardı. Başında aynı zümrütlü hotoz. Ve daha evvel hiç görmediği
bir kızı, odasında helâli olarak bulduğu ânın ilk duygusuyla, karısının ne
kadar güzel olduğunu düşündü. Saten üçeteğin yakası ve kol ağızları içten gelen
bir ışıkla aydınlanıyordu ve karısının boynunda o gece
kendisinin yüz görümlüğü olarak taktığı üç
sıra inci parlıyordu. Hattat yaklaştı. Aynanın derinliğinde, bu kadar
olağanüstü bir biçimde güzelleşmiş karısının yanında beliren kendi hayaline
baktı. Yüzünde çizgiler belirmiş, gözlerinin mavi aynası kirlenmişti. Bir
defacık daha, diyecek oldu, karısı, eliyle hattatın aynada görünen kalbini
işaret ediyordu. Hattat bir çığlık kopardı. Kalbinde kocaman, kocaman ve
simsiyah bir leke, şimdiye kadar karısının ve kendisinin kâğıtları ve hatları
üzerinde gördükleri ama bu kadar çirkin olduğunu hiç fark etmediği o siyah leke
görünüyordu. Hattat, bir defacık daha, diye konuşmaya çalıştı. Ancak boğazından
yine, kocaman bir ışık salkımı altında kendisini gördüğünü zannettiği zamanki
gibi karanlık bir hırıltı yükseldi. Sesi yine kendisinin değildi. Karısı,
anlıyorum seni, diyordu ve elini ona doğru uzatıyordu.
Cariyenin beyaz bir kuşa benzeyen bol
yuzuklu elinden daha fazla güzelleşmiş olan bu ela» kansı„m kata »ardı »e
incecik bir sızıyla durmaksızın kanıyordu. A al, dedi, al bu da
benim için. Yavaşça eteklerini topladı, uzaklaştı,
mor bir sümbül kokusu bırakarak merdiven başlangıcında, hiç arkasına
bakmadan yok oldu gitti.
Hattat akşama kadar
oracıkta çöktüğü yerden hiç kalkmadı. Rüzgâr uğulduyordu, kar dinmek
bilmiyordu. Dalgalar odanın içinde şaha kalkmışlardı. O güne kadar hiç
duymadığı kadar acıklı bir nağme, santurların tokmaklarından odanın dört bir
yanında vurmaya başladı.
Hattatın gönlünde evvelâ doğudan batıya doğru saltanatla ve kocaman kuyruğu
ışıltılar saçarak geçen o yıldızın hayali canlandı. Her şeyin ne kadar çabuk
geliştiğini, bütün bunların bir rüya olması gerektiğini ve • sonra o yıldızın
ışığında gördüğü kendisini düşündü. O zaman, onun ışığında gördüğü kendisini
fark ettiği zaman, kapıldığı tamlık duygusuyla, içinde beliren artık bundan
sonra daha başka bir şey aramayacağına dair kuvvetli inancı da hayretle
hatırladı. Oysa şimdi, o zamanki benliğinden ne kadar farklı tecrübelerle
yüklüydü. Sonra çok garip, çok ince bir sızıyla, o kadar nefret ettiğini
zannettiği rasathaneyi ve oradaki arkadaşlarını özlediğini fark etti. Baş
rasıdın kükreyişini, baş çizim cinin çarpık tebessümünü, zatüssukbeteynini,
zatülhalâklarını ve rubu'larını özlemiş olması gözlerini yaşarttı. Ardından çok
daha kesin bir pişmanlık ve utançla padişahı düşündü. Onun sararmış çehresinde
ve derin gözlerinde gördüğü sevgiyi ve şefkati düşününce içindeki sızı arttı.
İhanetinin ve sadakatsizliğin dehşetini şimdi açıkça görebiliyordu. O benim
talih yıldı zımdı. diye mırıldandı. Sonra cariye geldi gözlerinin önüne. Bütün
güzelliğine rağmen cariyenin ona ruhunu vermemiş olduğunu ve kendi ruhunu da
istememiş olduğunu, hattâ adını Me söylememiş olduğunu ilk kez fark etti ve
derin bir hayret uydu. Akşam olmuştu ve ulak gelmemişti işte.
Sonra karısı geçti gözlerinin önünden, çocukları. Büyük bir sızıyla
karısının yüzündeki her çizginin ve saçlarındaki her beyaz telin öyküsünü
tekrarladı. Karısının yüzündeki her çizginin, saçındaki h r beyazın öyküsünü
biliyor olması içini bir başka türlü yaktı. Hattat çok fazla acı çekiyordu. Çok
fazla acı çekiyordu ve yapabilecek hiçbir şey olmadığını bilmesi acısını
arttırıyordu. Başını ellerinin arasına aldı. Defterlerim var hiç olmazsa, dedi.
Bedelini çok ağır ödemiş olmama rağmen defterlerim var. Defterlerimde ben
varım. Hep defterlerime döneceğim ve defterlerime döndükçe çoğalacak, büyüyecek
ve var olacağım.'Bu da bana yeter.
Aniden yerinden fırladı.
Dolaplardan, raflardan, yastığının altından ciltli ciltsiz bir yığın defteri,
kâğıt tomarını buldu çıkardı. Şunda çiçeklerimi anlattım, diyordu kendi
kendisine. Şunda beni insan kılan acılarımı. Şunda mevsimlerimi, şunda
erdemlerimi ve erdemsizliklerimi. Acılarımı ve aşklarımı, kan, ter ve
gözyaşlanmı. Ve onları çok güzel anlattım. Bugüne kadar hiç, hiç kimsenin
anlatamadığı kadar güzel anlattım. Yüzü yine ter içinde kalmıştı ve kumral
perçemleri yine alnına yapışmıştı. Hepsini tekrar okumaya, kendi güzelliğimi
görmeye ihtiyacım var. Ağlamaya başlamıştı. Ben ağlamalıyım ve diyordu, biri
bana ne kadar güzel ağlıyorsun, gözyaşların ne kadar güzel demeli. Sonra o
birisinin, ağladığı zaman ona, ne güzel ağlıyorsun ve gözyaşların ne kadar
güzel hattat,
diyebilecek birisinin
kendi zamanında hiç var olamayacağı düşüncesi, korkunç, şimdiye kadar çektiği
bütün acıların hepsinden çok daha korkunç bir biçimde kalbini deldi.
Defterlerinin ilkine uzandı. Sahifeleri sağdan sola doğru çılgın gibi çevirmeye
başladı. Birini, diğerini, üçünü, beşini. Hıçkırıkları kahkahalarına karışıyor,
bir yığın kâğıt yerlerde sürünüyordu. Ve hattat defterlerinin bomboş olduğunu
görüyor, bembeyaz kâğıtlardaki simsiyah bir lekeye bakarak, hıçkırıklarıyla
kahkahaları arasında, oysa benim ne güzelliklerim vardı, diyordu. Ne
hüzünlerim. Oysa benim ne öykülerim vardı.
ÂYİNE1 MÜCELLÂDA NİHANIZ
Hattat seni terk etmeliyim.
Hattat seni terk etmeliyim.
İstisnasız bütün benliğimi reddettiğim için hattat seni terk etmeliyim.
Sen gül renkli ve gül
kokulu cariyen ve onun, gözleri birer derin kuyuya benzeyen ulağıyla
uğraşadur, hiç kimseleri
terk edemediğim için ben, seni evvelâ inkâr ediyor, sonra o boşlukta,
o kocaman boşlukta inkâr edilmişin
terki gibi garip bir komedyanın bütün küçüklüğünü yüklenerek seni terk
ediyorum.
Seni sadece ben mi vehmetmişim hattat? Öyleyse, eğer seni sadece ben
vehmetmişsem de, vehimlerimin bütün akıl almaz yangınları arasında bu defa seni
yine terk ediyorum. Çünkü biliyorum ki bana bu kadar acı çektiren kimliğimi bir
gömlek gibi sırtımdan soyunmam ancak bu şekilde mümkün olacak. Evvelâ
saatlerdir başında oturduğum şu tahta masayı, şu perdeden sızan soğuk kuzey
ışığını, şu dışarıda patlayan rüzgârı ve kar
fırtınasını. Şu önümde sadece bir cümle yazabildiğim sarı saman kâğıdını.
Sonra matbaayı ve editörü terk etmeliyim. En baştan itibaren bütün öykülerimi ve
onlarda mevcut beni anlayan ve anlamayan bütün kahramanlarımı. Senden evvel ve
sonra hatırladığım ve unuttuğum bütün kahramanlarımı. Sonra teker teker
gözlerimi ve gönlümü, ellerimi ve hafızamı, ruhumu ve bedenimi. Eğer
başarabilirsem, sırtımdan seni bir gömlek gibi soymayı başarabilirsem,
gömleğini kenara bırakarak yepyeni bir kimlikle yoluna devam eden zavallı bir
yaratık gibi yoluma devam etmeyi başarabilirsem, bütün acılarımdan kurtulacağım
zannediyorum.
Hattat, ben bu masanın
başına son öykümü yazmak için oturmuştum. Oturmuştum ve editör her ne kadar,
Puşkin hakkında hafif bir yazı yaz. bitir artık hattat mı rasıt mıdır nedir o
adamın hikâyesini, dediyse de ben son öykümü yazacaktım. Yazacaktım ama ne
yazacaktım? Önümde sadece bir ilk cümle lâkin o da bir evvelkinin son cümlesi.
Neden bir evvelkinin son cümlesi bir sonrasının ilk cümlesi olmasındı? Hattat,
diyecektim, boş defterlerine bakarak, hıçkırıkları ile kahkahaları arasında,
oysa benim ne hikâyelerim vardı diyordu, oysa benim ne güzelliklerim vardı ve
ne hüzünlerim. Editör Puşkin hakkında hafif bir yazı istiyor. Vasata hitap
etsinmiş. Dışarıda kar fırtınaları patlarken gecelerimizden, önümde Puşkin.
Nereden çıktı şimdi bu Puşkin? Bana ne Puşkin'den? Benim içimde kopan
fırtınalardan Puşkin’in ne haberi var? İçimdeki denizden kaç dalga geçtiğini
kim saydı? Bütün kalelerimin neden her defasında böyle savunmasız düştüğünün
sebebini kim merak etti? Her çıkışımda kalelerimden, biraz daha nasıl olup da
bu kadar küçülebildiğimin nedenini kim anladı? Mutlak olanda var olmak için
yaptığım her şey. yazdığım her yazı, var olmak ve toplanmak için attığım her
imza biraz daha dağılmama ve küçülmeme yol açtı. Sırtımda alev gömlek, hattat
içim yanıyor. Oysa hattat dışarıda kar yağıyor. Darmadağınık odamın bütün kapılarından,
bütün pencerelerinden, bütün aralıklarından; gri, soğuk ve sinsi bir duman
içeri yayılıyor. Yapış yapış. Hattat kaç kez hayatı, kaç kez aşkı ve kaç kez
ölümü aramak için sefere çıktım? Kaçında geri döndüm? Ben senin ru
hunun bütün çağrışımlarına ve tezahürlerine vâkıfken riah hakkın varken
benim üzerimde, bir mukadder meçhulde ı5' şecekken yollarımız, ne kadar yalnız
olduğumu ve ne kadar acı çektiğimi bilmedin bile. Hattat çok yalnızım ve çok
acı çekiyorum. Ama neden bu kadar acı çekiyorum? Hattat bilmiyorsun, bütün o
yalnızlığı yaşayan öykü kahramanlarıma nisbetle kendi yalnızlığımın boyutları
beni bile ürkütüyor.
Ne kadar isterdim, ne kadar isterdim bir akşamüzeri müjdeci bir ses kapımı
çalsaydı ve gözlerimi kamaştıran bir kuyruklu yıldız suretinde nefesimin artık
kesildiği bir an içinde saltanatıyla odamı aydınlatsaydı. Ona saatlerce
içimdeki ülkeden bahsede bilseydim ve o, ışığıyla bana içimdeki ülkenin de
içindeki cevher ülkeyi anlatsaydı. Ona içimdeki ülkenin, aslından ödünç alınmış
bütün bulutlarını ve akşamlarını gösterebilseydim ve sonra ona şimdi bana bütün
bunları yorumla ve bana gerçeği, kalıcı ve mutlak olanı aydınlığında göster
diyebilseydim. Ne kadar isterdim bir akşamüzeri bir müjdeci sesin kapımı
çalmasını ve kocaman kuyruğundan ışıltılar saçarak gerçeği odama bırakmasını.
Bunca emanetini, bunca yangının gömleği ile sırtlandığım halde, bütün
gölgelerini olmayan gözlerimle buğular, sisler ardından gördüğümü vehmettiğim
halde, o asıl ülkeye hiç ulaşamadım. Ben yaklaştıkça, o ödünç ve büyülü bir tüy
bırakarak arkasında, eskisinden daha fazla uzaklaştı. Çünkü bende sadece onu
uzaklaştırmak için kabiliyet vardı. Çünkü ben sürekli dağılıyor ve
parçalanıyordum. Bir türlü birleşecek ve görecek kabiliyetim olmuyordu.
Ya sen hattat? O kadar
içimdeki ülkeden gelme olduğun halde, bana fazla değil sadece bulutlarımın
esrarını söyleyecek güçte bile olamadın hiç. Oysa içimdeki âlemin bütün
unsurlarını ödünç aldığım o asıl ülke hakkında benden fazla bir şey bilmeni
istedim hep. Ve bunun böyle olduğunu da zannettim. Bu yüzden değil mi arka
arkaya hep seni yazdım ve sen beni hiç bırakma ın. Bu vefa ne kadar çok şey
vaat ediyordu. Seni o ülkenin lr Parçası zannediyordum. İçimde o kadar
güzeldin.
Birlikte ne
yolculuklara çıkıyorduk.
Oysa bir düşünsene, bir düşünsene sen ve ben hiçbir şeyiz. Bu yüzden seni terk
ediyorum hattat. Seni terk ediyorum.
Şüphesiz, sonuçsuz hattâ akıldışı bir terk olacak bu. Bu terki evvelâ ben
yazacağım. Puşkin bekleyecek. Dışarıda kar fırtınaları. Tahta masaya vazoda
solan gül öyküsünü anlata dursun, editör bekleyecek. Beklesin bütün gazete
yazıları. Beklesin bütün bekleyecek olanlar. Bu terk edişin örneğini gelmiş,
geçmiş ve gelecek bütün zamanlar bir daha yazmayacaklar.
Seni neden terk etmek istediğimin sebebini ve hiçliğini zaman çözecektir
umarım. Bildiğim tek şey hattat ben’im, ben hattat'ım. Bütün güzelliklerimi
yüklemeye çalıştığım, kendimden, kalıcı bir şey, eskimeyen ve tükenmeyen bir
şey, sürekli güzelleşen bir şey. bir ışık, bir tanrı yaratmaya çalıştığım halde
ortaya sadece eti, kemiği, zaafları ve günahlarıyla bir insan çıktı. Seni
gözümde münezzeh kılan salt zamanımdan ve mekânımdan uzak yaşamındı.
Kapımda sabırsızca kişneyen atlar var. Su içine gölge bırakan bir ışığa
ayarlanmışken menzilleri, şimdi o atlar kocaman ve simsiyah bir boşluğa uçmaya
hazırlanıyorlar. Kendi ruhumdan, kendi özümden çıkardığım hattat, yüzünde geniş
ve tekinsiz bir tebessümle kapımda bekliyorsun. O kadar padişahla aydınlanmaya
müsait ve müstahakken dünyamız, sen yanlış seçimlerle cariyelere yöneldin. Ben
içimin padişahını seninle aydınlatma azmiyle oturmuşken kâğıt başına, padişahın
ışığıyla kamaşmaya hazırlarken gözlerimi, porselen kâseler durdukları yerde
çatladılar. Aynalar paramparça oldu. Aynalarda hattat, senin görüntün
kirlendikçe ben kendi görüntümün kirlendiğini gördüm. Ne büyük ıztıraptı Yâ
Rabbi. Nerelerde oyalandığımı, nerelerde asılı kaldığımı bana nasıl gösterdin.
Senin benden razılığın mı söz konusu? Söyle, söyle şimdi hattat. Gözlerinin
maviliği kirlenmiş aynasını gözlerime dik ve gözlerimin derinliğinde gördüğün
kirliliğin, çokça kirliliğin ürpertilerine dayanabilirsen cevapla beni. Sen
benden razı olmadığını iddia ederken, benim senden razılığını nasıl söz konusu
olabilir? Senden; benliğimin bütün zerreleri, bütün hücreleriyle çılgın bir
koşu, başkaldırısız bir yöneliş ve teslimiyet içinde, tekliği ve birliği ve
varlığı ve mutlakı birlikte bulacağımız1 umduğum o hikâyeyi yazmayı kurmuşken
gönlümde, bana çirkin benliğimi, çirkin bir bedenimin de var olmuş olduğunu
gösterdiğin için nefret ediyorum. Bana, görünürdeki cicilerin arkasında sırıtan
bir iskeletin binbir tezahürünü gösterdiğin, yarama binbir kez tuz bastığın
için hattat, seni terk edeceğim. Terk edecek başka kimsem olmadığı için, seni,
yalnız seni terk edeceğim.
Akşam iniyor hattat. Sen
bu akşamları iyi bilirsin. Sana kaç kez gül kokulu, hanımeli renkli akşamlar
hazırladım. Kendini tekrarlayıp duruyor, dediler, desinler. Böyle bir sancıyı
yaşamaya mahkûm kim kendini tekrarlamaz ki? Yağmur başladı. Kaç kez
yağmurlarına filbahri kokularını karıştırdım. Kaç kez ben şu masamın başında,
sen rahlenin başında sabahlara dek yazdık. Kaç kez ölümüne bir seçimin eşiğine
geldik ve sen kaç kez padişahı seçmedin. Oysa ben, oysa ben hattat, yirminci
asrın son çeyreğinde, anlattıklarının ve yaşadıklarının doğruluğuna en başta
kendisi inanmamakla birlikte, asıl anlatılacak doğruyu bir türlü görememek gibi
bir azabın mahkûmu ben ama neden, ama neden, yüz bin defa ama neden, Tantal'ın
çektiği azap bunun yanında az kalıyordu her defasında padişahı arıyordum.
Padişahlar hep yalan çıkıyorlardı. Padişahlar hep padişah kılığına girmiş
cariyeler oluyorlardı, yalan padişah çıkıyorlardı. Bir gece rengi gözleri
vardı, bir de gül rengi tenleri onların. Daha korkuncu, en korkuncu her
defasında sen; ben sana, padişaha gidelim, dedikçe, bana başkaldırıyordun. Bana
başkaldırıyordun ve defterlerimiz her defasında baştan sona kadar boşalıyor,
baştan sona kadar kocaman simsiyah lekelere boğuluyordu. Hiç kimse benim
defterlerimi okumuyordu. Onları okumaya kalkanlar hep umarsızca kendi
defterlerini uzatıyorlardı ve onların defterleri elimi, gözümü değdirdiğim anda
yok oluyordu, bomboş oluyordu. Şimdi anlıyor musun, bana ne kadar acı
çektirdiğini ve seni neden terk edeceğimi? Senden, varlığımdan bir ışık
yaratamadığım için. Senden, kendi varlığımdan ancak bir acûze, ancak bir yığın
ve darmadağınık cazibe merkezleri arasında bölünen ve hepsi de
birbirinden farklı, hepsi de birbirinden çirkin hattatlar çıkarabileceğim
için. Dahası bütün o hattatlar, bizi de yaz, bizi de yaz, tek ve mutlak olanı
bırak, varlığın binbir türlü çeşitlemesini yaz, diye kâbuslarla uykularımı
böldükleri için. Nefret ediyorum ve seni mutlaka terk edeceğim. anlıyor musun
seni neden terk etmeliyim? Sen benim buraya nereden Hattat şimdi ve evet nasıl,
seninle beraber ikimiz birlikte, Şimdi beni anlıyor musun? Editör, bitir artık
bu hikâyeleri, diyor, okuyucu sıkıldı artık. Okuyucuyu bırak, bana bak, içimde
kaç tane daha hattat var. Oysa seninle aynı gecede, aynı bahar yağmurları
camımıza gül dalı aşılı serviler çizerken, sen rahle başında, ben şu masanın
başında ama aynı gecede yazmaya başladığımızda, bir zorlu yolun sonuna
geldiğimi sanıyordum. Sanıyordum ki ikimiz de padişahı bulacağız. Sanıyordum ki
ikimiz de padişah olacağız. Oysa ne karanlık şeyler söyledik. Ne karanlık
hırıltılar yükseldi boğazımızdan. Ne çok güldüler bize. Seni kimsecikler
duymadı, duyacak olana sen söylemedin. Beni kimseler anlamadı. Ne mahcup bir
üniversiteli genç çaldı kapımı bir akşamüzeri, ne anlat ben dinliyorum, diyen bir
ses geldi kulağıma uzaklardan. Ne de dinle sana anlatıyorum, diyen. Sadece
editörün sesiydi kalabalıklar üzerinde yükselen. Yeter, diyordu, yeter yirminci
asırda böyle bir hikâye. Yeter, diyordu, yeter, kalabalıklar gülüyor üzerimize.
Evet yeter! Editör için deail. kalabalıklar için hiç değil. Ama hazırladım, sen
bana cariye ler sundun. Yeter!
Ben sana padişahlar geldiğimizi biliyor musun? Hattat bu öykünün sonunda
sana gitme kal, diye yalvarmak için kendime izin vermemeliyim. Hattat seni terk
etmeliyim. Hattat bu yük sana yabancı değil. Seni bu yüzden terk etmeliyim.
İçimizde hep hüzün filizlendi ve içimizde hap ağlamaya ilişkin bir şeyler
vardı. Hep yanlış kalelerin burçlarına bayrak çekmeyi düşledik. Tükenmemek için
gerekli olan tılsımı bir türlü bulamadık. Çıktığımız yolculuklar hep yanlıştı
ve bunu neden sonra fark ettik:
/Yolculuk/
/Baharın ilk kuşları/
Ne çok sıkıntı çektik ömrümüz ilerledikçe, üstelik ölümlüydük.
Onca güzeldik, onca güzelliğin nereye gittiğini düşünüp acı çekiyorduk.
Kuşkusuz bir daha dönmemek için gittiklerinden olacak bunca güzeldiler. Dahası
bir zamanlar olduğumuz ‘ben’ de onlarla beraber gittiği için.
Baş döndürücü bir hız içinde sürüklenerek biteviye çirkinleşiyor, biteviye
olmamız gerekenden başka bir şeye dönüşüyorduk. Yok oluyorduk. Ya onca
güzelliğimize ne oluyordu? Yoksa onca güzelliğimiz de sadece bir aldatmacadan
mı ibaretti? Kuşkusuz onları görmemizi sağlayan ışıktı aşk. Onun ışığında bütün
ırmaklarımız yataklarına dönüyordu.
Onun ışığında bütün
acılarımız güzelleşiyor ve bütün acılarımız bizi güzelleştiriyordu ve biz
yalnızlığımızdan azizeler yaratıyorduk. Başımızın üzerinde nurdan hâleler yoktu
ama çarmıhımızı sırtımızda taşımadığımızı kim iddia edebilirdi?
Her gün ne kadar çok çirkinlik gördük. Gözlerimizi
ve kulaklarımızı ne kadar kapamaya çalıştı isek de her birinin yansımasıyla
sadece, kalbimizi siyah bir leke sahiplendi. İstidadımız güzele olduğu halde,
kalbimizde o kocaman kara lekeyi taşırken güzel olduğumuzdan herhangi birine
bahsedecek güce sahip olduğumuzu nasıl iddia edebilirdik?
Oysa biz hattat, mavi
ırmaklar içinde doğmuştuk. Ağaç kovuklarından mavi ışıkların yükseldiği bir
gece. Çobanlar ateş etrafında kır türküleri söylüyorlardı. Gökte mavi bir
yıldız, ‘ruhu besleyen’, ufka çok yakın bir yerde tabiatın sırrını fısıldayacak
kadar yakın gibi görünüyordu. Kalbimizde o siyah leke yokken daha, hayatı ve
ölümü ve hattâ aşkı tanıdığımızı iddia ediyorduk. Kan ve ter içinde
sırılsıklam, yaş içinde, atlarımızı mermer sunak kalıntılarının buz gibi sularında
serinletiyorduk. Saçlarımızı arkadan tek örgü yapıp berrak su kıyısına
eğildiğimiz zaman, ne kadar güzeliz, diyorduk.
Su kıyısında öyküsünü bildiğimiz nergisler.
Su kıyısında kendi görüntümüze âşık olabilecek kadar her şey yerli
yerindeydi ve ırmaklar yaratıldıkları gün daha takip ettikleri seyr üzre
yataklarında akıyorlardı.
Ne kadar kolaydı gökte yıldız damlalarının birdenbire ve teker teker
kopması. Karanlık ne kadar kolaydı. Ne kadar kolaydı içimizden havalanan
güllerin sönüvermesi. Hep tökezledik yollarda. Bütün dallar elimizde kaldı.
Gökkuşağına bakarken içimizin her zerresi, bütün kapılar hep aynı renk te
sadece gri idi. Hep tökezledik yollarda. Taşlar ayaklarıma ve çıplak dallar
yüzümüzü kan içinde bıraktı.
Çok yorgunduk, çok yorgunduk ve dinlenmek için bize serin bir su uzatacak
kimsemiz hiç olmadı. Sadece başımızın üstündeki ürkütücü siyahlıktaki sonsuzluk
içinde asılı duran bir bedr’ı hilâl halimizden anladı. Ve onun, durgun su içine
düşmüş görüntüsü.
Çok yorgun olduğumuz gibi çok da
yalnızdık.
Hep kendi halimize
ağladık. Issız adada yol alırken, atımızı son gücümüzle mahmuzlarken biz,
sonsuz karanlıkta taş kulelerin arkasında bulutlar yarıldı. Bulutların
yarıldığı yerden senin ve benim için sadece o berdi hilâl ağladı. Ve onun
durgun su içine düşmüş görüntüsü. Biz o hilâli ve onun en az kendisi kadar
olağanüstü güzel görüntüsünü gönlümüzde tcişımaya taliptik. Lâkin çok geçmedi
ve biz ahde vefasızlıkla karşılaştık. Kalbimizde siyah bir leke belirdi.
Kalbimizde beliren o siyah leke bedri hilâlimizde de belirdi. Sadakatsizlik ve
vefasızlıkla her karşılaşmamızda, sadakatsizlik ve vefasızlığı ve ihaneti her
öğrenmemizde, kalbimizdeki siyah leke biraz daha büyüdü ve bedri hilâlimizin
ışığı, ışığı bedri hilâlimizin, vefasızlığı her gördükçe gözlerimiz, biraz daha
söndü. Gün geldi başımızın üzerinde asılı duran ve bize en zor günlerde bile,
en karanlık gecelerde bile güzelliği ikaz eden bedri hilâlimiz, kapkaranlık bir
salkıma dönüştü, dönüşmekten öte, karanlığın kendisi oldu. Su kıyısında
karacalar ve ceylânlar ne çok ağladılar.
/Yolculuk sonu/
Yer o yer ama ne ben aynı ben’im ne sen aynı sen’sin. Üstelik sen ve ben,
ben ve sen de değiliz.
Gerçek o kadar
yakınımızda duruyorken, gerçeği o kadar berrak görmenin adım başı yakınıma
düştüğünü zannederken. Gerçek bulutların arkasında, gerçek baharın ilk
çiçeğinin açımında, gerçek rüzgârda ve yağmurda zannediyorken. 0 kadar
yakınımızdayken gerçek. O kadar yakınımızda zannederken gerçeği. Sen ve ben,
bir gün buluşacağımıza ve birbirimizden razılık dileyeceğimize dair hâlâ
inancım var. Sen âherlenmiş kâğıtlara kamış kaleminle, ben sarı saman
kâğıtlarıma çirkin bir tükenmez kalemle, gerçeği olduğundan bambaşka biçimlerde
göstermeye talip, binbir türlü bir imaj sağanağının altında ezildik.
Ezildik, ufalandık ve en
fazla yaklaştığımızı zannettiğimiz o yerde, bir de baktık ki uzaktayız, en
uzakta. Tuttuğumuz yol, bizi gerçeğe götürmesi için tuttuğumuz yol, bizi
gerçekten uzaklaştırıyordu ve gerçek adına yalanların
önünde menzil alıyordu. Gerçek ne hattat? Aynanın önünde gerçek hangisi?
Gerçek sen misin, yoksa ben miyim? Elime kendi elimle dokunabildiğim için
sadece, senin gerçek olmadığını kim iddia edebilir?
Fakat hattat senin sesini duymadım. Sesini duymak isterdim. İsterdim ki bir
akşamüzeri, martılar kar çiçekleri arasında çığlık atarken seninle de bir deniz
kıyısında karşılaşalım. Ağla ve ben senin sesini duyayım.
Hattat sen ağlıyorsun. Hattat sen ağlıyorsun ve gözyaş ların ne kadar
güzel. Ne kadar sıcak gözyaşların hattat ve sen ne kadar güzel ağlıyorsun.
Hattat biliyorsun değil mi hiçbir şey gözyaşından daha temizleyici ve arıtıcı
değildir. Leydi Makbet kelebek ellerini muhayyel ve sonsuz musluklarda değil,
gözyaş larında yıkamalıydı.
Hattat görüyorsun artık
gerçekle düşün arasında bir yerde, denizle gökyüzü arasında bir yerde, ölmekle
var olmanın arasında bir yerde, hâlâ sayıklıyorum. Hattat bil beni. Kan ve ter
ve gözyaşı içinde; alevler, hummalar ve sancılar arasındayım. Ne aşkı, ne ölümü
ve ne hayatı tanıyorum. Benden razı ol hattat, seni terk etmeyeyim. Zamanı çoktan
yitirdim. Belki günlerden beri, belki biriki ânın derinliğinde sadece, önünde
oturduğum şu masa başında verdiğim sözü tutmayayım, müsaade etme, mani
ol bana. Seni terk etmeyeyim, seni terk
etmeyeyim. Bedr i hilâlimizin içinde kocaman kuyruğu gözlerimizi kamaştıracak
kadar parlak ışıklar saçarak o doğsun. Ve arkasına takılarak bir servisîmîn
içinden dolu dizgin geçelim.
Suyun ışığı odamızı taçlandırsın. Santurlar dört bir yandan vurmaya
başlasınlar. Bana bir tek sen kaldın. Anlat hattat, 'yağmurun karşılıklı
yağdığını’ anlat. Ama hattat güzelliğin alışıldık bir şeye dönüşmesine müsaade
etmeyelim.
Şimdi hattat istersen
benim zamanıma sen gel ve istersen beni kendi zamanına çek. Zamansızlığın
ortasında mutlak olanı bulalım, hiç eskimeyecek ve kalıcı olacak olanı. Şimdi
hattat affet beni. Bu kez de, bir kez de sen beni affet, beni bağışla. Şimdi
artık sonsuzluğun ve gerçeğin ve mutlak
olanın çok sancılı ve
uzun bir yol neticesinde bulunabileceğini biliyorum. Hattâ sonsuzluğun belki
sadece aramak olduğunun, sadece arandığı zaman var olduğunun farkındayım.
Bıkmadan ve usanmadan bütün kapıları çalmakla bir gün çok güzel bir şeye
dönüşebileceğimizi biliyorum. Şimdi gel hattat. Bunca asır ve bunca farka
rağmen birlikte arayalım. Kalemleri kıralım. Bir daha tek bir satır yazmayalım
ve sadece arayalım. Çünkü hattat aramanın ve bulmanın yolunu öğreneceğimize
dair inancım var:
/Yol/
Şimdi hattat bana sevgini söyle.
Bana aşkını söyle.
Söyle ki yaradılışının özünde zaten ezeli aşk bulur
narı şu alemi birlikte kucaklayalım. Çünkü
o, tek
i kişinin kucaklamasıyla yetinemeyecek kadar geniş ve derin. Tek kişinin tek
başına
bilemeyeceği kadar
karanlık ue aydınlık.
Bana sevgini söyle.
Bana aşkını söyle.
Senin aşkında, senin aynanda evvelâ kendimi göreyim.
Kendi güzelliğime hayran olayım. Ne kadar
güzel yaratılmış olduğumun farkına varayım.
Ben ağlayayım ve sen bana, ne kadar güzel ağlıyorsun, gözyaşların ne kadar
güzel, de. Bana sonsuzluğa dair bir şey söyle.
De ki varlığıma, de ki varlığına, de ki mutlak olana açılan yollara inancım
pekişsin. De ki varlığından haberdar olayım. Güzel başını tahta bir rahleye
dayayarak sen de ağla. Var olmuş olduğundan ve dahi var olmuş olacağından emin
olayım. Binbir türlü çeşitlemesine dalarak âlemin evvelâ, binbir merhalesinden,
binbir vadisinden geçerek; var ol
mayanın, gözle
görülmeyenin mutlak
güzelliğinde bulalım kendimizi
Ve öyle bir an gelsin ki
varlarla yetinmeyerek artık, yoklukları seçelim. Aynalarda görünmez olalım.
Şimdi hattat, şimdi bana aşkını
söylemelisin.
45
Şimdi bana sevgini söylemelisin.
AHTERSUHTE, HÛ ve LÂLE
I
Hep öyle oluyordu. Genç kalfa, gecenin tam orta yerinde biri usulca
dokunmuş gibi uyanıyor, yanında yatan Habeşî kalfayı uyandırmaktan ürkerek gaz
lâmbasının fitilini ateşliyor ve usulca merdivenleri tırmanıyordu. Çıkmanın
penceresinden karşıya doğru bakınca, simsiyah bir gökyüzü içinde ufka asılmış
gibi duran kocaman ve göz kamaştırıcı bir yıldızın suya yakamoz bıraktığını
görüyordu. Ve hemen ardından, titreyerek yatağına koşuyordu. Suya yakamoz
bırakan kocaman bir yıldız gördüğünden Habeşî kalfaya söz edince, kadın
öfkelenerek ona yıldızların suya yakamoz bırakamayacak kadar küçük olduklarını,
o gördüğünün mutlaka ay olması gerektiğini, ayetelkürsî okuyarak sağ yanına
yatmasını ve bir daha da kendisini böyle münasebetsizliklerle rahatsız
etmemesini söyledi. Ama bu, ne ertesi ve daha ertesi gece o birisinin onu
uyandırmış gibi olmasına ne de karşıya doğru baktığında kocaman ve suya yakamoz
bırakan yıldızı görmesine ve kaçmasına mani oldu.
Dördüncü gece kaçmadan
ve kıpırdamadan karşıya doğru bakmaya devam etti. 0 zaman, yani görmek için
bakmaya karar verip de Sarayı
/V
Amire sisler içinde
yüzen bir masal adası gibi ağır ağır karşısındaki ilk kez beliriverdiği zaman
evvelâ korktu, sonra hayretler içinde kaldı.
Bunu, dedi kendi kendisine, daha evvel fark etmemiş olmam ne garip.
Daha garibi, kocaman
sarayın sarı ve ölü ışıklarla aydınlık pencerelerinin kendisine birer
birer açıldığını görmesi oldu. Önceleri inanamadı. Ama dikkatle ba kınca
bunun pek de rüya olmaması :gerektiğini anladı. Odalardan birinde genç bir
Enderun ağası gördü, İçinden şiirsiz geçilemeyecek kadar derin gözleri vardı ve
cennetmekân Sultan Mehmed’in kütüphanesinde S bir yandan gülsuyuna batırılmış
bir atlas parçası ile kitapların tozunu alıyor, cilt yapıyor, işi bitince de
bir köşeye çekilerek, sultanın çok çok uzun zamanlar evvel gözlerinin değdiği
bir nüshadan Homeros okuyordu.
Genç kalfa, Enderun ağasını gördüğü o
geceden sonra, gündüzleri de onu düşünür oldu. Denize bakan mutfakta bulaşık
yıkarken, nar şerbeti, demirhindi, gül şerbeti çıkarırken, bir yandan da sol
tarafındaki pencereden şimdi kendisine bir şey göstermeyen saraya bakıyordu.
Habeşî kalfa, birer zümrüt kadar parlak ışıklar saçmaya başlayan gözlerindeki
dalgınlığı fark edince, bu kızda bir şeyler olduğuna kanaat getiriyordu. Akşam
inmeye dönünce genç kalfa, evdeki bütün mumları, şamdanları, kandilleri,
lâmbaları
hazırlıyor, onları merdiven başlarına, duvar hücrelerine ve aynaların
önüne, mavi vazoların yanına yerleştiriyordu. O günlerde uzaktan gelen bir
misafir Selânik şehrini anlattı. Orada geceleri gündüze çeviren bir Frenk
icadının aydınlığından ve bunun ihtişamından hayranlıkla bahsetti. Geceleri
gündüze çeviren bir ziya, diye tekrarladı içinden kalfa. Gündüze çevrilecek
olduktan sonra geceler daha neye yarar ki?
Gündüz, sarayın
pencereleri ona hiçbir şey göstermiyordu ama gece olup da artık birisi dokunmuş
gibi olmayı bile beklemeden uyanıp yukarı çıkınca genç kalfa, bir daha güneş gö
rününceye kadar pencerenin önünden hiç ayrılamıyordu. Her defasında pencereler
kendisine açılıyor ve o, sarı bir ışık içinde ağır ağır yüzen bambaşka bir
öykünün içine giriyordu. Bir gece, dünyalar güzeli bir hanım sultanın
ağladığını gördü. Kendisinden kırk altı yaş büyük bir sancak beyine verilmişti
ve uzak vilayetlerden birine gönderilmesinin hazırlığı yapılıyordu. Bir başka
odada ağlayan bir kız
vardı ve ertesi gün hareket edecek olan hanım sultana kırık dökük bir
yazıyla mektup yazıyor, vallahü lazim sen gidersen ben ölürüm, beni de al,
götür beraberinde sultanım, diyordu. Bir başka gece kızların, kethüda kadın
gözetiminde İlâhiler okuduğunu gördü. Daha garibi bunu duydu. Üstelik şermsâr
etme Hûda’ya rûzi mahşerde beni İlâhisi söylenirken, kendisi de alçacık bir
sesle onlara katıldı.
Ama genç kalfa en çok Enderun ağasını gördüğü zaman kalbi yerinden çıkacak
gibi oluyor, o gecelerin sabahında, namazın arkasından kimseciklere duyurmadan
odasına dönünce, aşkı ”k kez tanımış olduğunu kendi kendisine acıyla
tekrarlıyordu.
Her gece bir başka
pencereden genç ağanın odasını seyrettikçe, Allah’ım, diyordu, ne feci, onu
böyle sadece uzaktan seyretmeye mecbur elmam ne feci. Üstelik o beni hiç
görmedi. Gönlünde yer tutan bütün bu duyguların nereden geldiğini, nereye
gideceğini ve ne olacağını bir türlü anlayamıyordu.
Enderun ağasını görmek arzusunun dayanılmaz bir noktaya ulaştığı bir gün,
derdini Habeşî kalfaya açtı. Yaşlı kadın onun hiç iyi olmadığına karar vererek,
bir daha geceleyin kendisini uyandıran dokunuşun çağrısına kulak asmaması, asla
yerinden kalkmaması gerektiğini, yeminlerle verdiği bir yığın örnek içinde
defalarca tekrarladı. Ama genç kalfa gözyaşları ve çırpınmalar arasında
yalvardıktan sonra, Habeşî kalfayı. Selâmlık alayını seyretmek için karşıya
geçmeye razı edebildi. Çünkü o kadar kalabalık bir alay arasında genç ağayı
mutlaka görebileceğini ümit ediyordu. Çok rüzgârlı bir gündü, Üsküdar’dan
kayığa binerek karşıya geçtiler. Ama bütün o yolları dolduran halkı yarıp en
kenara yaklaştıkları halde genç kalfa, gelip geçenler arasında ne i Enderun ağasını
görebildi ne de ona benzer birisini.
O gece genç kalfa gecenin orta yerinde uyanıp karşı kıyıya bakınca,
uzaktaki karanlığın içinde suya yakamoz bırakan yıldızı gördü yine. Sonra
sarayın bütün pencerelerinden sulara ve göklere munis bir ışık döküldüğünü,
ışıksız hiçbir pencere kalmadığını. Bu, dedi kendi kendisine, daha evvel hiç
olmamıştı. Bütün koridorlarda, dehlizlerde, odalarda, salonlarda, irili ufaklı
dairelerde durmadan gidip gelen büyük bir kalabalık vardı. Valide sultanın,
gözdelerin, ikballerin, şehzadelerin, harem ağalarının, yaşlı genç, kadın erkek
saraylıların hıçkırıkları kulağına kadar geldi. Yeryüzünün halifesi,
padişahımız efendimiz rahmeti rahmana kavuştu, diye bağırdı saray
koridorlarında kısık ve bir kadın sesi kadar ince sesli harem ağaları. Hayret,
diye düşündü genç kalfa, demek onlar da ölülerinin arkasından tıpkı bizim gibi
ağlıyorlar. Padişahın cesedi için Hırkai Saadet dairesi içinde, hasırlarını
kaldırarak bir yer hazırlandı. Sandal ve öd kokuları ile Kur’an okuyan saray
hafızlarının sesi, genç kalfanın odasının içine kadar geldi. Bumbuz bir rüzgâr
esti. Genç kalfa, kütüphanede Enderun ağasını gördü. Bu gece çok şaşırtıcı bir
biçimde yaşlı görünüyordu ve hiç kıpırdamadan, ağlamadan ve konuşmadan, sadece
billur bir fanusun altında yanan mumun ışığına bakıyordu.
Ertesi günlerde eski
padişahın bütün ailesi ve yakınları Beyazıt sarayına gönderildi. Daha
/V
ertesi günlerde ise
Sarayı Amire’nin bütün pencerelerinden, İstanbul halkının o güne kadar hiç
alışık olmadığı tiz ve değişik perdelerden sesler yükseldi. Sarayın genç
kızlarından bir orkestra kurması ve onları eğitmesi için İtalya'dan bir müzik
hocası getirtildi. Yeni padişah yeni bir de saray yaptırmaya karar vermişti.
Avrupa saraylarından daha güzel olacağı müjdelenen bu saray, halkın gönlüne bir
ferahlık saldı. Çünkü saltanatın eski ihtişamını kaybetmemiş olduğu hususunda
teminat taşıyordu. Beşiktaş kıyısında suya eğilmiş bir köşede başlayan inşaat
göz açıp kapayıncaya kadar bitti. Bütün o kalabalık saray halkı, yine çok kısa
bir zaman içinde, mermerden oyulmuş beyaz bir dantele benzeyen yeni saraya
taşındı.
/V
Sa rayı Amire’de artık yaşlanmış ve gözden düşmüş birkaç cariye ile bir de
kütüphanenin taşınması henüz tamamlanmadığı için genç Enderun ağası kaldı.
Aysız ve çok karanlık bir geceydi. Genç
kalfa
her zamanki gibi olduğu
yerden karşıya bakarken, şimdiye kadar hiç üşümediği kadar üşüdüğünü fark etti.
O sırada birdenbire tonlarca altın ve gümüş kullanılarak Beşiktaş’ta yapılmış
olan ve beyaz bir dantele benzeyen yeni sarayın bütün odalarından,
salonlarından, koridor, bahçe, balkon ve teraslarından, billûr korkuluklu
merdivenlerle üst katlara bağlanan bayramlaşma salonlarından, çiğ ve gözleri
kör edecek kadar kuvvetli, salkım saçak bir ışık ok gibi yükseldi. Bu ışık önce
yarım küre biçiminde bir fanus şeklinde sadece yeni sarayın üzerini kapladı.
Sonra fanusunu parçalayarak havaya ve suya yayıldı. Genç kalfa evvelâ gözleri
kamaştığı için bir şey göremez oldu. Bir süre sonra gözlerini açtığında bütün
Boğaziçi’nin gündüz gibi aydınlandığını, bütün İstanbulluların, bu arada ev
halkının hattâ balıklar ve martıların bile uyandığını gördü. Bütün
İstanbullular, kenti bir anda temmuz öğlesine çeviren bu aydınlık karşısında
önce kısa bir an sessiz kaldılar. Sonra akıl almaz bir sevinç uğultusu içinde
bütün mumlarını, şamdanlarını, billur şişeli, adi camlı, karpuzlu ve kar puzsuz
petrol lâmbalarını, isli, yağlı kandillerini, hepsini hepsini Boğaz'ın sularına
fırlattılar ve büyük bir hayranlıkla fen
/V
çağının bu eşsiz yeniliğini Devleti Aliyye’ye ilk getiren kişi olan
padişahı alkışlamaya başladılar. Bu sevinç sarhoşluğu o kadar büyüdü ki beyaz
bir dantele benzeyen yeni sarayın berrak bir su gibi akı veren, pencere
önlerine dökülen sarı ışıklarının solarak artık görünmez olduğunu, kocaman
açılmış gözlerini kırpmadan karşıya bakan genç kalfadan başka hiç kimse fark
etmedi.
Sabah yakın olmalıydı. Ok gibi yükselen salkım saçak ziyayı, görevliler
büyük bir ciddiyetle kapadılar. Yorucu ama çok mutlu dahası gelecek üzerine
umutlar yeşerten bir gece geçiren saray halkı ve bütün İstanbullular ışığın
rüyası ile süslenen bir uykuya daldılar. Bir tek genç kalfa bulunduğu yerden
hiç kıpırdamadan karşı kıyıya bakmaya devam ediyordu. Birazdan suya yakamoz
bırakan yıldızın arkasından kocaman ve masmavi bir ay doğdu. Genç kalfa,
hayret, dedi kendi kendisine, Boğaziçi’nin üzerinde ay hiç buradan doğmazdı.
Doğmaması gereken bir yerden doğan mavi ayın ışığı usulca bütün suyun üzerini
kapladı ve bu kez suya yakamoz bırakan kocaman yıldızın ışığı bir anda soldu ve
görünmez oldu. O tarihten sonra meşin kaplı, ağır ve tozlu lügatler bunu
‘ahtersuhte’ diye yazdılar.
Kocaman ve suya yakamoz
bırakan yıldızın görünmez olması ile birlikte, genç kalfanın, eski sarayın
pencerelerinde gördüğü her şey de birdenbire yok oldu. Ne kadar dikkatle
baktıysa da sarayın pencerelerinde karanlıktan başka
/V
hiçbir şey göremedi. Sa rayı Amire, yine sisler ardında yüzen bir masal
adası haline girdi ve her şey eski haline dönüverdi. Genç kalfa bir müddet
kendisini zorlayarak baktı, sonra her şey gibi Enderun ağasını da göremez
olduğunu fark edince o kadar keskin bir çığlık kopardı ki gecenin sevinç
yorgunluğu üzerine yeni uykuya varmış bulunan bütün bir
ev halkı, hanımefendi,
beyefendi ve Habeşî kalfa hattâ küçük anım ve küçük bey uykularından sıçrayarak
uyandılar, yukarı koştula . Genç kalfa pencere önünde kaskatı
kesilmişti. Bir daha hiç konuşamadı ve hiç ağlamadı.
Artık genç kalfaya hiçbir iş yaptırılmıyordu. Bütün gün sabahtan akşama ve
akşamdan sabaha kadar sadece pencerenin önünde oturuyordu. Gözlerinin altı
mosmor kesilmişti ve hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ağlasa açılır, diyordu
eve gelip gidenler, veya konuşabilse rahatlar. Habeşî kalfa evin hanımından
rica etti, açılır belki, diyerek genç kalfaya Hafız Divanı, Bostan ve Gülistan,
Mesnevi nin büyük bir bölümü, Leylî vü Mecnun, hattâ Kabusname, Çarhname,
Tazarruname okundu. Hiçbir şey değişmedi. Sadece pencere önünde oturuyor ve
karşıya bakıyordu.
Ev halkı ne yapılacağı konusunda çaresiz kalınca, yine Habeşî kalfanın ısrarıyla
iki sokak arkada oturan remilciye haber salındı. İhtiyar remilci ayın hiç
görünmediği üç karanlık gece üst üste eve geldi. Kum üzerine, birtakım nokta ve
çizgilerden ibaret şekiller çizdi. Başını ümitsizlikle iki yana salladıktan
sonra, kendisi de hayretlere düşerek, genç kalfanın şimdiye kadar hiç
rastlamadığı biçimde ‘bedahter’ yani yıldızı düşük kimse olduğunu, bu durumun
düzelebilmesi için ancak bir tek çare bulunduğunu söyledi ve büyükbabasının da
büyükbabasından ailesine miras kalan bir halk ilâcının reçetesini verdi. Lâlei
rumi ya da İstanbul lâlesi adıyla tanınan bir tür lâlenin sarı renklisinin
kaynatılmasıyla elde edilecek şurubun bir yığın işlem gördükten sonra sadece
bir kez içirilmesinin, kalfanın bütün sıkıntılarını alıp götüreceğini ve onu
eski haline döndürebilecek kadar güçlü bir ilâç olacağını söyledi. Ancak bu
lâlenin iki asırdan beri İstanbul’da görünmez olduğunu, artık tohumunun bile
yok olmuş olduğunu kuvvetle zannettiğini ümitsizlikle sözlerine ekledikten
sonra çıktı gitti.
Evin beyi Kapalıçarşı ve Mısır Çarşısı esnafına, bütün ak rlara,
ıtriyatçılara, çiçek encümenine, öyle şeylere pek de inanmadığı halde bütün
falcılara adamlar gönderdi. Hiçbirisinden hayırlı bir haber gelmedi. Hattâ
tanıdıkları vasıtasıyla sarayın has bahçesindeki bahçıvanlardan sordurdu.
Saraydan, böyle bir lâlenin adını hiç duymadıkları dahası lâlenin devri geçtiği
için artık hiçbir türünü de yetiştirmedikleri haberi geldi. Sadece, kâhyanın,
olur ya, diyerek uğrayıverdiği, pek bilge görünüşlü, pek okumuş olduğu
anlaşılan ak saçlı ak sakallı bir sahaf, evet, dedi, böyle bir lâleyi
duymuştum, tohumu elbet bende olmaz ama şuralarda bir yerlerde mecmuada
resimleri olacak. Yerinden usulca kalktı, tozlu raflardan birisinin arkasından
mor kadife cildi yer yer yıpranmış bir mecmua aldı, acıklı öyküsünü işittiği
kalfaya acil şifalar dileyerek kâhyaya verdi. Sonra tekrar, okumakta olduğu
Marlfetname nin başına döndü.
Ev halkı bu eski mecmuayı teker teker ve merakla gözden geçirdi. Son olarak
da Habeşî kalfa, ne olur ne olmaz, diyerek hâlâ hiç konuşmaksızın çıkmanın
önünde oturmakta olan genç kalfanın kucağına bıraktı. Genç kalfa, altları iyice
çukurlaşmış gözleriyle, mor kadife üzerine yaldız tek şemseli lâle mecmuasına
baktı ve sahifelerini ağır ağır çevirmeye başladı. Kenarları ebrulu suyla
çevrilmiş her sahifenin ortasında incecik bir kâğıt üzerine neredeyse saydam
sayılabilecek bir boya ile lâle resimleri nakşedilmişti. Ve her sahifenin üst
sağ köşesine kırmızı mürekkep ve nesih hatla isimleri yazılıydı. Necmi ikbal, reşki
elmas, sırrı gülzar, simendam. Bütün bu lâlei rumilerin, kâğıda karışacakmış
gibi eriyen ve incelen ama bir biçimde de acı vermeye yetenekli görünen mızrak
gibi sivri yapraklarına baktıkça, kalfa, bunları nakkaşların mı böyle
gördüklerini yoksa gerçekten mi öyle olduklarını merak etti. Ama her bir lâlei
rumi hakkında sahife altında yine kırmızı mürekkep ve nesih hatla düşülmüş çok
detaylı renk, şekil, boy izahatından anladı ki onlar gerçekte öyle imişler:
'Rengi nar çiçeğine mâil aldır. Yaprakları bâdâmi, tığları sülsâni’. Bu
olağandışı çiçeğin resimlerini baştan sona kadar kendisinin de
anlamlandıramadığı çok kuvvetli bir cazibenin etkisi altında inceleyen genç ve
adı artık meczuba çıkmış kalfa, bir e İstanbul’da iki asırdan beri teki bile
görülmeyen bu lâlei ru
lerden sadece bir tanesini görebilmek için çılgın bir arzu duyduğunu
hayretle fark etti. Dahası günlerdir süren bu iç sıkıntısı, bu suskunluk ve bu
ağlayamamanın, remilcinin bahsettiği gibi lâlei rumi ile yapılacak o şuruba
gerek bile kalmaksızın, tekini gördüğü anda geçip gideceğini anladı.
II
Lâlei rumilerden bir
tekini görmek emeli kalfanın içinde büyürken, çıkmanın sağ tarafında uzanan
mezarlığın genç bekçisi, bütün gününü ve gecesini pencere önünde geçiren bu
ince ve mavi hayale inanılmaz bir biçimde âşık oldu. Bütün gün mezarlar
arasında dolaşırken, otları ayıklar, taşları parlatır, toprağı tazeler ve
çiçeklere su verirken, gözü ister istemez o ince hayale kayıyordu. Öyle bir gün
geldi ki mezarlık bekçisi artık hiçbir iş yapamaz oldu. Sonunda dayanamadı, bir
Cuma namazının arkasından aynı odayı paylaştığı türbedara açıldı, kızı istetti.
Hanımefendi ve beyefendi en iyi kararı verebilmek için uzun uzun düşündüler, bu
teklifi kalfaya ilettiler. Hiçbir söz çıkmadı kızın ağzından, duyduğu bile belli
değildi. Birkaç kişiye danıştılar ve 57 sonunda, meczuptur,
cevap alamadık, zorla evlendirilmesi doğru olmaz, cevabını gönderdiler.
Bekçi nasıl olup da bunca büyük aşkının kalfaya malûm olmamış olduğunu bir
türlü anlamlandıramıyordu. Oysa kendisini görseydi, içindeki ışığı da görecek
ve bunu reddedemeyecekti.
Bunun üzerine genç mezarlık bekçisi halini böyle aracılarla ev halkına
anlatmaktansa, doğrudan karşısına dikilip genç kalfaya anlatmanın daha hayırlı
netice vereceğini düşündü. Ama bu kararı verdiği an bunu gerçekleştirebilecek
kadar gücünün var olmadığını ve hiç var olmayacağını fark etti. Nasıl olup da
sözün cenderesine girmeden kendisini ona anlatabileceğini günlerce içi
parçalanarak düşündükten sonra, onun için, dedi kendi kendine, bir gül yetiştirebilirsem
ve kendisine göstermeyi başarabilirsem, ona duyduğum aşkı mutlaka anlayacaktır.
İçindekileri Yaradan'ına
havale ederek, her sabah, yetiştirmeye kalkıştığı gül fidanı için
özenle toprağı sulamaya, çapaia maya başladı. Bir bakışı yetecek bana,
diyordu. Ya olacağım, ya öleceğim. Mezarlığın bir köşesinde türbedarla
paylaştığı odada bir ayna asılıydı ve bekçi her sabah o aynaya bakarak, beni be
ğense Allah'ım, görse ve beğense beni ne olur, diyordu. Sadece bir kez bana
baktığını görmek, bir kez beni beğendiğini bilmek. Ne istediğini anlamaya
çalıştı günlerce. Günlerce ona aşkını ve düşlerini anlatıp anlatamayacağını
sordu kendi kendisine. Binlerce kez tahayyülü bile kalbinin durmasına yetecek
düşlerin kapısından geri döndü. Sonra bu onmaz aşkının ne kadar beşeri olduğunu
fark ederek hayret etti ve Yâ Rabbi, Yâ Rabbi, dedi acıyla, Yâ Rabbi! Sonrası
gelmedi. O böyle kendi içinde uzun ve çok karışık yolculuklara çıktıkça, yaşlı
türbedar, senin gidişin hayra alâmet değil oğul, diyor ve bu uzun dalışları
tehlikeli bulduğu için huzursuz oluyordu. Ama türbedar ne derse desin, bu
yangın sönmüyordu.
Genç mezarlık bekçisi içindekileri tek
başına taşıyamadığını fark ettiği an, evvelâ bütün sahafları dolaşarak gelmiş
geçmiş bütün şairlerin
divanlarını, şiir mecmualarını
birer birer aldı, okudu. Kendi duygularını kendisinden evvel yazmış birisiyle
karşılaştığı zaman biraz rahatlıyordu. Şiirler yetmedi, risalelere başladı.
Risalei Harik okuduğu bir gece, içindeki yangının burada anlatılan İstanbul
yangınlarından daha büyük olduğuna ciddiyetle inandı ve onu orada, o pencerenin
önünde, öyle bir hayalet gibi ve incelmiş gördükçe kalbinin parçalandığını fark
etti. Sonunda, şefkatin aşktan büyük olduğuna karar verdi ve bir akşam oturdu
ilk defa kendisi bir şiir yazdı. Sanki bir yerlerde eksik bir parça yerine
oturmuş gibi çok kuvvetli bir rahatlama duydu. Ama türbedarın görmemesi için
yastığının altına sakladığı kendi şiirini ikinci okuyuşunda bu rahatlama
duygusu azaldı. Üçüncü okuyuşunda tamamen tükendi. İçindeki yangın şimdi
eskisinden daha büyüktü. Ney üflemeye başladı bu kez. Her gece nün söndükten
ağarmaya kadar bağdaş kurarak ve gözlerim yumarak ney üfledi. Bir süre bununla
yetinebileceğini sanarak mutlu oldu. Ama ney onu götürüyor ve girilmesi gereken
asıl büyülü kapının önünde bırakıyordu. Ona içerisi lâzımdı.
Böyle de olmuyordu. İçindeki yangının eskisinden çok daha büyük devam
ettiğini fark etti yine. Türbedar ona, giderek azan bu ferdiyetinden
sıyrılabilmesi için bir tarikate katılması gerektiğini, ilk zamanlar başarılı
olamadığını fark ederse ümitsizliğe ka pılmamasını ve bütün o kalabalığın
içinde kocaman bir vücudun bir uzvu haline gelmek için, kalbini sadece O’na
çevirmeyi arzu etmesini söyledi. Ve çok kısa bir zaman sonra bütün acılarından
sıyrılacağına inandığını da sözlerine ekledi. Bekçi de öyle yaptı ve türbedarla
birlikte dergâha devam ederek zikre başladı. Fakat duyduğu aşk bu cinsten hiç
değildi. Kendisini büyük bir şefkatle kucaklamaya çalışan şeyhinden ve
dervişlerden, daha acısı, iyi yürekli türbedardan o kadar utandı ki, daha ilk
hafta zikre devam etmemeye karar verdi.
Odasını paylaştığı
türbedarla karşılaşmamak için artık karanlık bastıktan sonra nereye gittiğini
bilmeden uzun yürüyüşlere çıkıyordu. Saatlerce süren bu yürüyüşler esnasında
bir tek insanın bedenine hapsolmuş olmaktan dolayı büyük bir acı çektiğini fark
ediyor, çok yere ve çok zamana dağılabilmiş olsaydım, diyordu, bu aşk beni
böyle boğmayacaktı. Sabah olup da türbedarın odadan çıktığını tahmin ettiği bir
saatte, mezarlığa döndüğü zamansa yaptığı tek iş, bir köşede özenle
yetiştirmeye çalıştığı gül fidanının başına koşmak oluyordu. Bunun dışında
yaptığı hiçbir şey kalmamıştı ve bir zamanlar çok güzel bir bahçeye benzeyen
mezarlık artık bir harabeye dönmüştü. Artık ne kadınlar geliyorlardı güneşli
havalarda, ne de çocuklar salıncaklarda sallanarak, altın beşiğe kim biner
tekerlemesini söylüyorlardı. Ne evlendiği gece ölen genç gelinin mezarında her
mevsim çiçek yetiştirmek için verdiği sözü tutabiliyordu, ne daha yirminci
yaşına bile girmeden, bir gece ağzından kan boşalarak aniden ölüveren şahbaz
delikanlının mezarına her zaman su vermek için verdiği sözü. Ve ne de bir kısmı
sahipsiz diğer mezarlar için, buradaki vazifesine ilk başladığı gün daha, kendi
kendisine verdiği sözü. Bundan çok da büyük ıztırap duyuyordu.
ve killi suyu alarak
fesli, kavuklu, bahar dallı, yemenili mezar taşlarını ovmaya başlasa, insan
boyu kadar yükselmiş otları ve dikenleri ayıklamaya kalkışsa/gözü pencere
önündeki ince hayalete ilişiyor ve kendisini bir anda dikenli bir gül fidanının
başında buluyordu.
Artık hiç kimse sevgili ölüsünün bu bakımsız mezarlığa gömülmesini de
istemiyordu. Herkes ondan bahsediyor, medreselerde derdi dile düşen, nefsini
gemleyemeyen ve vazifesini ihmal eden genç bir mezarlık bekçisinin öyküsü ibret
dersi olarak okutuluyor, müderrisler öfkeden rahlelerini yumrukluyorlardı.
Türbe dar onunla karşılaşmamak için artık sabahlara kadar dergâhta kalmaya
başlamıştı.
Genç mezarlık bekçisi, açması için bütün emeğini harcadığı gül fidanını
yetiştirirken öyle bir hale geldi ki ancak çok uzun bir zaman sonra birisinin
bütün bunları anlayabileceğini düşünerek teselli buldu. Ve oturup, hep rüzgâr
olan gecelerde, uzak zamanlarda yaşayan ve kendisini anlayacağını umduğu o
birisine mektuplar yazmaya başladı. En üstüne kâğıdın, tam orta yere hû’yu
yerleştiriyor, sonra ‘huzura’ dönüyordu. Daima tek yüzüne yazdığı parşömenleri,
derkenarlarla, hiç boş yer kalmayacak
şekilde dolduruyor ve
her mektubun sonuna bazen bir mim harfi bazen de maruf kerhi’yi koymayı hiç
ihmal etmiyordu. Bildiği tek şey, kendisini anlayacağını ve koruyacağını
şimdiden bildiği, bir başka zamanın ve mekânın tanıdık ve bildik gönlüne
yazarken ancak biraz ferahladığı ve boğulma duygusundan kurtulduğu idi. Sonra
onun bir gün, ne kadar büyük bir yangın içinde kendisini yazmaya koyulacağını
bilerek, ilk kez, acısı kendisininkinden büyük bir başkasının var olabileceğini
düşündü ve hüzünlendi. Ne kadar çok acı çekecek, diyordu, kendi kendisine.
Kimbilir belki onun acısı benimkinden de büyük olacak. Mektuplar birikir
olmuştu, ama mektuplarımı nasıl gönderebilirim, diye düşününce içi burkuldu.
Onu da beduh’a havale ederim diye mırıldandı. Beduh, o her mektubu sahibine
götürmüyor mu? Kendisininkileri de götüreceğine dair sonsuz bir inançla durmadan
yazıyordu.
Tâm bir yıl sonra, azaplarla bölünen bir uykudan gözünü açtığı zaman genç
mezarlık bekçisi, özenle yetiştirdiği gül fidanının ilk çiçeğini verdiğini
gördü. Yanına gelince irkilerek geri çekildi. Sarı yaprakları birer mızrak ucu
gibi sivrilen garip, çok garip, o güne kadar hiç görmediği kadar garip bir
çiçekti bu. Mezarlık bekçisi bir müddet baktı ve sonra yüzünü elleriyle
kapayarak ömründe ilk kez hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bununla da
yetinmedi, fidanı önce tekmeledi sonra hırsla kopardığı çiçeği ayaklarının
altına attı, ezdi ufaladı.
Mezarlık bekçisinin genç kalfaya aşkını göstermek için özenle yetiştirdiği
gül fidanının çok garip ve sarı renkli bir çiçek verdiği sabahın akşamında kar
yağdı. Mahallenin yaşlıları ve türbedar son bir kez konuşmak için yanına
geldikleri mezarlık bekçisini elinde bir yığın kâğıtla gül fidanının dibinde
oturur vaziyette buldular. Hiç konuşmuyordu. Mevsimi olmadığı halde gül
fidanının çiçek verdiğini fark etti yaşlılardan birisi. Yaklaşarak, yerde,
artık hiçbir şeye benzemeyen, sadece sarı rengi seçilebilen yapraklara baktı.
Bir başkası eğildi ve yerdeki
Kâğıtlardan birisini aldı. Mektup, kerimetüşşiyema, diye başlıyordu,
kardeşim, ve genç mezarlık bekçisi titrek harfleriyle, mektubumu beduh’a havale
ettim, onun size ulaştıracağından bir an bile kuşku duymuyorum, diyordu. Size,
o mavi gölgeye duyduğum aşkı anlatıyorum, siz de birilerine anlatın. Zira
anlatmazsam bu aşk beni boğacak.
0 YAKAMOZ O YILDIZ
1
Adı meczuba çıkan genç kalfa, bir kez daha suya yakamoz bırakan bir yıldız
görürsem ufkun üzerinde, diye mırıldandı kendi kendisine, bundan hiç kimseye
bahsetmeyeceğim, ama hiç kimseye, asla.
Genç mezarlık bekçisi ise günlerce aşkının yapısını çözmeye uğraştı. İçini
yakan, yüreğini sızlatan bütün o ayrıntıların ne olduğunu anlamak istedi. Neden
onu görmek ve onun tarafından görülmek istediğinin o çok karanlıklardaki
nedenini aydınlatmak. Kendi içinde ilerlemeye çalıştı günlerce, kendi içinde
ilerlemesi gereken yolun bu olup olmadığını hesaba katarak.
Önce güzelliğinin onun
tarafından görülmesini ve onaylanmasını arzu ettiğini fark etti. Şaşırdı, çok
basit buldu. Sonra, güzelliğim, dedi böyle sonlu olmasaydı, onun tarafından
görülmesini ve onaylanmasını böyle acıyla ve böyle cinnetle arzu etmeyecektim.
Güzelliğim böyle sonlu olmasaydı, onda gerçekleşmeyecek, dahası onda sonsuzluk
duygusuna böyle kuvvetle kapılmayacaktım. Sonra, ama neden o, diye düşündü?
Neden o da bir başkası değil? Sustu, daha fazla ilerleyemedi kendi içinde.
Tekrar başa dönmüştü. Aşkının yapısını çözmeye gücü olmadığını fark etmesi
acısını arttırıyordu. Salt aşkının ışığında en basit ayrıntıların harikulâdeye
dönüştüğünü fark ediyor ve hayretler içinde kalıyordu. Bir fincan çay. En basit
en basit en basit ayrıntıların böyle
birdenbire harikulâdeye dönüşümü, hây dedi hây.
Aşkının ağırlığından bir türlü kurtulmayan ve yapısını çözmeyi de
başaramayacağını anlayan genç mezarlık bekçisi, bu kez aşkının tezatlarını
çözmek için uğraşmaya başladı. Aşkın zıtlıklarını çözebilirsem diye
düşünüyordu, beni bir yandan var eden, bir yandan da yok eden tehlikeli
oluşlarımı. Var olmak için yok olmaya neden rıza göstermem gerektiğini. Ya da
daha güç olanı, yok olmamak için var olmamaya razı olmam gerektiğini. Hiç
olmazsa bunları çözebilsem, hiç olmazsa. Çözemedi.
Bir tek şey biliyordu; Sesini hiç duymadığı, gözlerinin rengini bile
bilmediği bir hayalin boşlukta kapladığı hacmi fark ediyordu. Bu, başlangıç mı
bitiş mi, yolun neresindeyim, diye geçirirken içinden. Yüreğini asıl sızlatanın
ne olduğunu fark etti. Onu ve onunla birlikte, diye düşündü. Bütün bu acılarım
yaşayamadıklarımdan ve yaşatamadıklarımdan ileri geliyor. Kendisine acıyordu ve
bundan zevk alıyordu. Başkalarının da kendisine acıması gerektiğini düşünmeye
başladı. Ben varım ve 'ben’den ibaretim. Benim salt benden ibaret olduğumu
gördükleri zaman, işte o zaman beni mutlaka anlayacaklar ve ben kurtulacağım.
Yaşaya bilsem, diyordu, ya da anlatabilsem, bir dinleyen olsa beni, bir
bölüşen, bu kadar acı çekmezdim kuşkusuz. Artık uzak zamanların ve uzak
mekânların kendisine dostça açıldığını bildiği dost yüreğine yazmakla da
yetinemiyordu. Tek taraflı bu gidiş ona yetmez olmuştu. Ondan hiçbir cevap
gelmedikten sonra, onun yüreğinin ve gözlerinin rengini göremedikten sonra,
onun gönderdiklerini almadıktan sonra, yalnızca benim anlattıklarım ne
AHfArminıA6 dUŞUnÜyordu Bir kez yazabilseydi bana.
Bunla f ?0 S°nra ne kadar isteVici ve ne kadar yetinemez o uğunuA ar ederek o
çok uzak zamanların ve mekânların dost yüreği karşısında, türbedar ve şeyhi
karşısında duyduğuna benzer bir utanca hem de defalarca kapıldı. Ama bu utanç,
ne içindeki yangını yok etmeye yetiyordu, ne de bir çılgın gibi diğer
insanların artık kendisini görmeleri hususunda içinde ısrar eden o noktanın yok
olmasına.
Sadece duymakla
yetinemiyorum, ama hiçbir şeyi de çözemiyorum, diyordu. Bütün o divanları,
risaleleri, hattâ hamseleri, cönkleri ve hattâ menkıbe mecmularını yeniden
okudu ve yine bir şey bulamadı. En uygun yolun başkalarının yazdıklarından
değil de kendi sezgilerinden geçtiğini fark ederek, medreselerdeki hocaların
rahlelerini neden yumrukladıklarını daha iyi anladı. Öfkeyle fırlattı bütün o
risaleleri. Yâ Rabbim dedi. Yâ Rabbim, gökçek Tanrım, ben olarak var ettiğin
müddetçe beni, bir parçası olduğum bütünden nasıl böyle kopuyorum? Onlar olarak
var olursam, ben olmaktan çıkıyorum. Her ikisi de olmuyor. Yâ Rabbim, bana her
ikisinin arasını, bana artık acısı olmayanı ver. Çok acı çektim, biliyorsun
Tanrım. Sen ki içime vâkıfsın, sen ki beni yaratansın. Durdu biraz, gözleri
yanıyordu. Sırılsıklam perçemleri alnına yapışmıştı. Yok, dedi, Rabbim bana her
ikisini ver.
Ne ikisinin arası, ne her ikisi, asla olamayacağını biliyordu.
Bu kaçınılmazlığı fark edince, bir akşam, yağmurlar İstanbul’un ışıklarını
baştan başa bölerken ve duyduklarını değil de hayal ettiklerini, kendi
aşklarını değil de başkalarının aşklarını anlatan şairler ve hiçbir şiir için
hiçbir şey feda edemeyen şairler, bir parça yaşanmışlık uğruna kale
yıkıklarında ışıklar gördüklerini vehmetmeye çalışıyorlarken, oturup tekrar
şiirler yazmaya başladı. Kendisini en iyi şiirle anlatabileceğinin farkında,
kimbilir açmcı kez fırlattığı kalemini yerden aldı. Ucunu kesti, hokkaya a
irdi. Aylar önce ilk kez bir şiir yazdığında duyduğu hafifliği
duydu yeniden. Bu kez,
yazdığını ikinci defa okumadı, bir diğerine geçti. Onu bir diğeri, onu da bir
diğeri izledi. Yazdıkları biriktikçe içindeki şeylerin tükenmesini bekliyor ama
her defasında yazdığı bittiği halde içindekinin bitmediğini fark ediyordu.
Hayret, diyordu, şiir bitiyor ama içimdeki şiir bitmiyor. Günlerce yazdı genç
mezarlık bekçisi, zayıf bir mumun ışığında.
Karacalar penceresinden dökülen ışığa koşup geldiler, bazıları
ağlıyorlardı. Ve bir tanesi, bir tanesi kapının önüne iyice yaklaşarak genç
mezarlık bekçisinin kendisini görmesini istiyordu. Genç mezarlık bekçisi gün
ışıyınca olduğu yerde sızıp kalıyordu.
Önceleri eski şairler gibi yazıyordu. Sonraları bunun yetmediğini görünce,
onlar gibi yazıyor olmasına suçu yükledi. Onlar gibi yazmazsam eğer, dedi, ben
gibi yazarsam içimdeki şiir mutlaka bitecektir. Sözün ve biçimin cenderesinden
kurtulmak için çaba sarf etti. Kendisine en çok benzeyen biçimi aramaya
çalıştı. Sonunda hiç kimselerin bilmediği, görmediği yepyeni biçimlerde yepyeni
şeyler söyledi.
Mevsimler değişti, otlar sarardı. Güzle ilk yağmurlar indi toprağa.
İçindeki şiirle giriştiği ve ölümcül olduğunu artık çok iyi bildiği yarışı
bitirdiğini zannetmiyordu. Mecmuasının sonuna temme koymadı. Temmeyi keşke
içime koyabilseydim, diye düşündü. Yazdıklarını koltuğunun altına sıkıştırarak
ve içinin yangınını iki gün hiç durmaksızın yağan yağmurun serinliğine havale
ederek, İstanbul’un dar sokaklarından birine daldı. Sayıları iyice azalmış olan
hattatlardan birisinin kapısını çaldı. Tahta basamakları tırmanarak üst kata
çıktı Siyahlar giyinmiş ve incecik ellerinden o olduğunu hemen
anladığı hattatın önüne,
yere fırlattı bütün şiirlerini. Bunları, dedi, soluk soluğa, bunları benim için
yazmalısın. Hem de hemen şimdi. Hattat çıkmadaki pencereden, karşı kıyıya
bakıyordu. Mavisi kirlenmemiş berrak bir aynaya benzeyen gözlerinin içi
şefkatle aydınlanarak yöneldi genç mezarlık bekçisine. Onu duymuştu. Ben, dedi,
çok şiir mecmuası çoğalttım. Şimdilerde o kadar iş gelmiyor ama. Bu kadar çok
şiiri ise bir arada hiç görmedim. Otur, dedi ardından usulca. Otur ve
konuşalım. Sesinde çok ikna edici bir yan vardı. Sedef bir rahlenin önünde ve
yüz yüze, diz çöktüler. Hattat, büyük büyükbabalarımdan birinin, dedi rahleyi
göstererek. Sonra bu ayna, dahası tümüyle bu ev. Bunlar ondan kalanlar. Genç
mezarlık bekçisi, ona ne oldu, diye sormak istedi, vazgeçti, sustu. Hattat,
acelen neden, dedi usulca, acelen neden? Genç mezarlık bekçisi, mümkün olduğu
kadar çabuk ve mümkün olduğu kadar çok, dedi. Gerisini sormama lısın. Sonra,
sonra, dedi, mümkün olduğu kadar da güzel. Öyle güzel yaz ki, öyle güzel yaz
ki, herkes bunları okusun. Arkası gelmedi. Hattat en üstte duran şiirlerden
birini aldı. Bir yıkımın öyküsüydü bu. Yerle bir olmayı ve tükenmeyi
anlatıyordu. Ama her tükenişin ardından yeniden yeniden doğduğu için acısının
da tükenmediğinden bahsediyordu. Aman Yâ Rabbi, diye fısıldadı hattat, çok acı
çekiyor olmalısın. Ben sadece benim diye haykırdı genç mezarlık bekçisi. Ben
sadece benim, acımla benim ve bunu herkesin görmesini istiyorum. Herkes kendimi
ve kendim için neden yaşamam gerektiğini görmeli. İşte onun için yazın öyle
güzel olsun ki. Beni bütün ayıplayanlar, beni bütün kınayanlar, olmam
gerektiğimin dışında olduğuma bütün hükmedenler görebilsin. Ben benim çünkü.
Hattat tekrar, otur, dedi usulca. Oturdu genç mezarlık bekçisi. Sonra
hattat hiçbir şey olmamış gibi, neden bir matbaaya gitmediğini sordu ona.
Şiirlerini bir matbaada kendi yapabileceğinin kaçta kaçı bir zamanda
çoğaltabileceklerini hatırlattı. Ardından ve cevabını beklemeden, genç mezarlık
bekçisine bir matbaa makinesi ile ilk karşılaştığı an neler hissettiğini
anlattı. Kocaman ve hantal bir makineydi. Bir ucundan dökülen harflerin tamamı
birbirinin aynıydı, bunu hiç anlayamamıştı. Beni, dedi genç mezarlık bekçisine,
keşke anlayabildiğini söyleyebilseydin. Genç rr ezarjık bekçisi onu
anlayabildiğini söyleyemedi. Sadece, yaz, diye yineledi hırçın bir sesle. Senin
yazmanı istiyorum bunları, çoğalt. Ne kadar çabuk olursa.
Tekrar mevsimler geçti
ve tekrar güllerin mevsimi geldi. Genç mezarlık bekçisi hattatın kapısını
çalarak emanetlerini aldı. Hiçbirisinin kapağını açmadı bile. Önüne ilk çıkanın
eline birini tutuşturdu, tanımıyordu onu. Ardından sahaflara gitti. Yine önüne
ilk çıkan sahafın kapısından içeri daldı, onu da tanımıyordu.
Yazmaları bıraktı yere. Şimdi, dedi, al bunları. Şimdi siz. işte şimdi sıra
sizde. Şimdi bunları dağıt, hepsina. İyi yürekli türbe dara, ihvanıma,
medreselerde talebeye, rahlelerini yumruklayan müderrislere, hepsine. Görsünler
içimin yangınını ve şimdi öyle yargılasınlar beni, öyle kınasınlar. Bilge
görünüşlü ve Marifetna me okuyan ihtiyar, bir rüzgâr gibi kapısından giren ve
öylece de çıkıp giden genç mezarlık bekçisinin arkasından seslenmek istedi.
Nüshası kaç para, diye soracaktı, eskiden divanlar para ile satılmazdı elbet ama
şimdilerde gençler değişmişti. Vazgeçti. Yanında bir lâledan içinde suya
daldırılmış pembe ve incelikli bir karanfili sapından tutarak çevirdi. Onun bir
daha dönmeyeceğini biliyordu ve bunu gidişinden anlamıştı. En üstteki nüshayı
çekerek sahifeyi çevirdi. İlk şiiri okumaya başladı. Yağmurun şiiriydi.
Ardından diğerleri geldi. Akşama kadar başka hiçbir şey yapamadı. Son yaprağı
kapattıktan sonra, gelsen, dedi, keşke bana gelsen, bir kez daha.
Genç mezarlık bekçisi bir daha sahafa hiç
uğramadı. Ve o günden sonra bütün İstanbul, genç mezar! k bekçisinin
alışılmış şiirlere pek benzemeyen şiirlerini okumaya başladı. Bir ruhu böy
lesine çırılçıplak görmüş olmak, örtülü bir gelenekten gelen bu insanları önce
rahatsız ediyordu ama dayanılmaz bir cazibe ile o ruhun içine doğru
çekilmelerine de müsaade ediyorlardı. Üstelik her akşam gün ışıyıncaya kadar
bütün o şiirler, yeni yeni hattat lar tarafından çoğaltılıyordu. Yeni yeni
hattatlar yazmakla a
edemeyeceklerini anlayınca, garip bir şey oldu ve gelene gidene, yok,
cevabını vermekten yorulan en genç hattat, koltuğunun altına sıkıştırmaya
çalıştığı temmesiz mecmua ile bir matbaanın kapısından içeri girdi. Büyük bir
canavara benzettiğini o akşam meslektaşlarına ürpertiyle anlatacağı matbaa
makinesinin gürültüleri arasında, mecmuanın binlerce binlerce basılmasını
sipariş etti.
Türbedarın bahtına hattat elinden çıkma nüshalardan biri düştü. Acı içinde
okudu. Şeyhe müridlerinden biri okudu. Okurken ara sıra durmak zorunda
kalıyordu. Bitirdiğinde, ak saçlı ve ak sakallı şeyhinin, Allah’ım sen serinlet
onun yangınını, diye mırıldandığını anlattı dışarıda merakla bekleyen derviş
kardeşlerine. Medreselerde hocalar rahlelerini yumruklamaktan vazgeçtiler
birdenbire. Evli barklı kadınlar geceleri herkes uyuduktan sonra hattâ evin
beyi bile uyuduktan sonra, kapılarını kapatarak bir mumun zayıf ışığında ve
kimseler görmeden okumaya özen gösterdiler. Hepsinin içinde daima var olan ama
daima örtülü, dahası varlığını kendilerinden de gizledikleri, şefkate,
merhamete ve ağlamaya ilişkin yerler uyandı. Genç mezarlık bekçisi için en çok
o kadınlar ağladılar.
Genç mezarlık bekçisi,
şiirleri bir anda bütün İstanbul’un elinde dolaşmaya başlayınca; yanından
geçtiği bozacının, şerbetçinin, bakkalın, sahlepçinin, manavın, nergis satan
çingenenin, meddahın, kâtiplerin ve nakkaşların, hanende ve sazendelerin,
zaptiye nazırı ve tığ gibi zabitlerin, ulemanın, übedanın, mollaların,
suhtelerin, remilcilerin, sirac çırağının, peçeli,
yaşmak lıferaceli kadınların, dahası şapkalı Frenk beylerinin, saçları
görünen Frenk hanımlarının, hepsinin hepsinin; ruhunu bütün çıplaklığıyla
seyretmeye başladığını fark edince çok derin, çok anlatılmaz, çok yıpratıcı bir
pişmanlık duydu. Acıyla, yazdığım bütün bu şiirleri, dedi kendi kendisine, hiç
yazmamış olmak isterdim. Dahası hiç çoğaltmamış, elden ele geziyor olmalarına
hiç izin vermemiş olmak. Bu da bir başka türlü ayıp değil mi?
Bu başka bir duyguydu ve genç mezarlık bekçisi, böyle bir duygunun var
olabileceğini önceden mümkün değil kestiremezdi. Şimdiye kadar çektiği acıların
genç kalfa için olduğunu hatırladı. Bu kez, işte şimdi ilk kez kendisi için acı
çekiyordu. Bütün o insanların, yüzünü bir kez bile görmediği, sesini bir kez
bile duymadığı bütün o insanların önünde ruhunu böyle soymuş olmaktan dolayı derin
bir utanç duyuyordu. Şaşırtıcı bir sonuçtu, bir ruhu ve bir hayatı yoktu artık
genç mezarlık bekçisinin. Bütün o şiirlerle birlikte ruhu da başkalarının
olmuştu. Kendi kendisini yine kendisinden yoksun bırakmış olduğu ve kendi
kendisini diğer insanlardan kıskanıyor olduğu için acı çektiğini anlayınca, bu
kadar önemli olabilir miydi, diye düşündü. Damarlarındaki kan çekiliyordu ve
başı dönüyordu. Sonra, Allah'ım, dedi, Allah’ım. Ben nerdeyim, göster bana. Ben
nerdeyim ve ben hangisiyim? Hangisiyim ben? Giderek azan coşan bu ferdiyetimle
mi ben benim? Yoksa bu utancımla mı? Bu isyanlarımla, bu başkaldırılarımla mı?
Yoksa bu pişmanlıklarımla mı? Göster bana, göster bana.
Şimdi çılgınca, bu şiirleri yok etmesi gerektiğini düşünüyordu. Bütün bu
şiirleri yazmamış olmayı çok arzu ettiği kadar şimdi onları teker teker bütün o
evlerdeki, konak ve yalılardaki, kasır ve köşklerdeki, külliyelerdeki,
medreselerdeki, kütüphanelerdeki, BabIâli’deki, saraydaki dolaplardan,
hücrelerden, çekmecelerden kaldırmak ve yok etmek istiyordu. Hafızıkütüplerin
rahleleri üzerinden, genç ve feraceliyaşmaklı hanımların boncuk işli
çantalarından, küçük oğlanların ve kızların cüz keselerinden. Ne pişmanlıktı!
Genç mezarlık bekçisi bir eşine daha gelmiş ve geçmiş bütün zamanların insanlarından
hiçbirinin yaklaşmamış olduğunu kuvvetle zannediyordu ve bu gibi bir acıyı bir
daha çekmek istemiyorsam, içimde biriken güzeli gösterme fikrinden vazgeçmem
gerekecek, diye haykırıyordu.
Önce, kendisinde duran, henüz hattatlar tarafından çoğaltılmamış ya da
matbaalar tarafından basılmamış yeni şiirlerini fırlattı, tekmeledi, ezdi
onları. Yok etmek istedi hepsini, ateşe attı.
Sonra mecmuasından ulaşabildiklerinin tamamını topladı. Bir kez daha
ateşler yaktı meydanlık yerlerde. Dumanlan göklere savruldu. Tulumbacılar,
yangın var, diye koştular takım takım, homurdanarak geri döndüler.
Beyhudeydi. Bütün o
şiirleri bütün o İstanbul halkı, o nazlı genç kızlar, o bıçkın delikanlılar, o
yaşlı hocalar bu kez ezberden okuyorlardı.
Anneler gizli gizli okurken küçük kızlar hafızalarına kaydediyorlardı.
Avrupa görmüş nevzuhur ediplerin nazariyatlarında, eski tarz hocaların bedi ve
beyan, belâgat ve fesahat derslerinde, kafiye mecmuaları hazırlayan ama şiirin
ne olduğunu hiç bilmeyen yaşlı yazıcıların ezberlerinde, genç şairlerin
zihinlerinde hep o vardı. Yanından geçtiği bozacı ve muhallebici, arkasında
birkaç kedi ile yürüyen seyyar ciğer satıcısı, şıracı, simitçi birbirlerine onu
gösteriyorlardı. Gözlerinde hayranlık vardı üstelik. Biri bir şeyler soracak
oldu. Diğeri, biliyor musun, dedi, benim ruhumu anlatmışsın. Bir diğeri, sanki
benim duyup da yazamadıklarımı söylemişsin, dedi. Bunu nasıl başardın, sanki,
sanki bütün bunları yazan benmişim gibi.
Genç mezarlık bekçisi,
bir tek şey, diye düşündü. Hepsi kendi ruhlarını bir yerlerden bulup çıkardığım
kanaatinde. Binlerinin de benim ruhumu bir yerlerden bulup çıkarması, bana
yaradılış nedenimi öğretmesi lazım. Benim ruhum nerede? Ben neyim?
Kendisini, kendi şiirinden ve geçmişinden kurtaramayacağını anlayan genç mezarlık
bekçisi, sonunda yapabileceği tek şeyi yaparak kırık tahtaları arasından
rüzgârın geçip gittiği kulübesine sığındı, kapısını kapattı üzerine.
Karacalardan biri hâlâ penceresinin önünde ağlıyordu ve genç mezarlık
bekçisinin kendisini görmesini istiyordu.
Çünkü genç mezarlık
bekçisi için ağlıyordu.
Genç mezarlık bekçisi, kaç gün geçtiğini kendisi de bilmiyordu.
II
Odasının kapısını aralayıp da yola
çıktığında, başı sapından kırık bir çiçek gibi önüne düşmüştü. Acıyla da olsa,
bu öykü içinde ilk kez gülümsedi. Doğruldu gitti, dergâhın kapısından içeri
girdi. Yeni katılanlardan bir ikisinin elinde kendi şiirlerini gördü. Gençler
öyküyü daha evvelden duymuşlardı, mahcup oldular. Kütüphanedeki nüshaları da
toplayarak yaktılar kendisine hiç sormadan. Genç mezarlık bekçisi
oralı olmadı, artık
umurunda bile değildi.
Şeyhin huzuruna çıkardılar genç mezarlık bekçisini. Gözleri kamaştı bir
beyaz, karanfil kokulu ve saydam ışık saltanatı altında, bakışlarını yere
indirdi. Birdenbire içine o mavi hayale inanılmaz bir biçimde âşık olduğu
günden bu yana duymadığı bir huzurun dolduğunu hissetti. Bütün acılarının çok
farklı bir etki alanından başlayarak azalır gibi olduğunu fark ediyordu ve
hayretler içinde kalıyordu. Bunu hiç ummuyordu, uzun bir hastalığın sonrası gibi,
diye düşündü. Garip bir dinginlik içinde yüzüyordu ve bundan dolayı huzur
duyuyordu. Kendisini o kadar hırpaladığı aylar boyunca acının bile dinginlik
içinde çekileninin daha katlanılır olduğunu unuttuğunu anladı. Bütün bu
yaşadıklarını düşününce, kendisine acıyarak gözleri doldu.
Hayatta artık hiçbir şeyin onu şaşırtamayacağını biliyordu.
Gözlerini yerden kaldırarak ben, dedi
usulca, ben geldim yine. Gel, dedi şeyhi sadece. Gel.
Bembeyaz, saydam ve karanfil kokulu bir ışık sağanağının altında başı dönüyor
ve gözleri kamaşıyordu genç mezarlık bekçisinin.
Onu selâmlıktan alıp da
kalacağı yeri göstermek üzere dışarı çıkardıkları zaman gece olmuştu. Usulca
çekildiler yanından. Harikulâde bir oluş içindeydi. Semahaneyi geçti, tam
çilehane nin önünde buldu kendisini. Gökyüzünün, ne kadar alçalmış olduğunu ve
geceleri renginin simsiyah değil berrak ve derin bir lâcivert olduğunu fark
etti ilk kez. Sonra birdenbire başının üzerinde gökyüzü, bütün o irili ufaklı,
az veya çok parlak yıldızlarıyla ve inanılmaz bir akış içinde dönmeye başladı.
Hem baş döndürecek kadar hızlı hem de güç fark edilecek kadar ağır bir akıştı
bu. Hiç hayret etmedi. Yüzünü, olabildiği kadar semaya çevirmeden önce, biraz
ötedeki meşaleci ile meydancıya baktı. Hiçbir şey olmuyormuş gibi işleriyle
meşgul görünüyorlardı. Yüzünü olabildiği kadar semaya çevirip de, gökyüzünün
kendisini içine almış gibi olduğunu hissettiği o anda, içindeki ahenge eş
olduğunu artık çok iyi bildiği dönüşe
kendisini teslim etti.
Şeyhin penceresinde ışık vardı.
Genç mezarlık bekçisi
iki gece arka arkaya iki düş gördü. İlkinde nasılsa, elinde genç kalfaya ait
defterler oluyordu. Güya o defterlerde genç kalfa kendisini ve aşkını bilmiş
olduğunu yazıyordu da, bunun yazılı olduğunu bildiği halde, gözleri değince
bütün o hatlar, bütün o yazılar bambaşka bir lisana dönüşüyordu ve genç
mezarlık bekçisi hiçbir şey okuyamıyordu. Ter içinde attı kendini döşeğinden,
sırılsıklamdı. Çok derin bir acıyla, içindeki her şeyin eski yerinde olduğunu
fark etti. İkinci gece, bir başka adam oluyordu. Yani kendisi gibiydi ama
kendisi de değildi. Tahta bir merdivenle üst kata bağlanan iki katlı bir evin
karanlığından ürküyor, elinde bir sap sarı gül ile odadan odaya geçip duruyor,
onu genç kalfaya vermek istiyor ama tam kendisine yanaşacağı sırada kalfa
uzaklaşıyor ve gül bambaşka bir şeye dönüşüyordu. Hiç veremiyordu sarı gülünü
ve ahşap duvarlarının karanlığı üstüne üstüne gelen iki katlı evden çıkmak
için kapıyı bir türlü bulamıyordu. Ve gül sürekli, başka şeylere
dönüşüyordu. Haykırarak uyandı bu kez, doğruldu. Kalfanın, mavi olduğunu
düşlerinde bile fark ettiği hayalini, o bembeyaz ve karanfil kokulu ışıkla
boğmak için çaba sarf etti. Düşüncelerime söz geçirecek kadar güçlü olmam
gerekiyor, diye mırıldandı.
Dışarı çıktı, dergâhın haziresine geçti. Sabaha yakın değildi. Ne kadar
uzun olduğunu kendisinin de artık bilemediği bir zamandan bu yana ilk kez eline
killi suyu ve keçeyi aldı. Minicik mezarlardan birinin, üzerine kabartma bir
beşik işlenmiş taşını ovmaya başladı. Gün ışıyana kadar bütün mezarların
toprağını tazeledi, taşlarını sildi. Unuttuğu bir duygunun, içinde yeniden
varlığını fark ediyor olmaktan, çok garip bir haz alıyordu. Düşüncelerine sözü
geçiyordu.
Çok erken bir vakitte selâmlığa, şeyhin huzuruna çıktı. Düşlerini anlattı. Ak
saçlı ak sakallı ihtiyarın gözleri gölgelendi. Genç mezarlık bekçisi, şeyhin
gözlerinden kendisine geldiğini bildiği o beyaz ve karanfil kokulu ışığı neyin
gölgelediğini biliyordu, kendi ışığımı kendi gölgemle kapatıyorum, diye
düşündü. Çile çıkarmak istiyorum, dedi. Kendisine, her şey gibi bunun da bir
usulünün olduğu ve böyle orta yerinden başlanamayacağı anlatıldı. Biliyorum,
dedi, biliyorum. Ama başka yolu yok bunun. İzlenmesi gereken bir yolun var
olduğu bir kez daha söylendi. Başka yolu yok bunun, diye yineledi genç mezarlık
bekçisi. Düşüncelerime söz geçirebiliyorum ben, bunu başarabiliyorum. Sesi daha
kuvvetle çıktı, başka yolu yok bunun.
Şeyhin gözleri hafifçe aralıktı ve başı hafifçe önüne eğikti.
Genç mezarlık bekçisi o ışığın gözlerine akar gibi olduğunu duydu bir kez
daha.
El aldı.
Aldılar götürdüler onu.
Elbiselerinden soydular, meydan taşından şerbet içirdiler, hırka verdiler.
Hücresine koydular. Bıraktıkları verde övle dizlerinin üstünde, başı önünde ve
gözleri yer dAduruyordu ClÇ gün üç gece o halde kald,.
Hiçbir çey da,®*
Kendi içindeki bu yeni alanlarda nereye kadar gideceğini artık hiç
düşünmüyordu. Açlık hissetmedi, ekmek istemedi, uyumadı, yorulmadı, ağlamadı.
Uyuşmuş gibiydi. Üçüncü gecenin sabaha karşısında oturduğu yerde, öyle dizlerinin
üzerinde, daldı ve bir düş gördü.
Düşünde bu kez kendisi oluyordu ve tahta bir sedirin üzerinde uyuyordu. Sol
yanına dönüyordu ve uyurken sırtı açılıyordu. Çok üşüdüğünü duymakla birlikte
uyanıp da bir türlü sırtını örtemiyordu. Birden genç kalfa yaklaşıyordu yanma.
Uzanıyor ve bir battaniye ile sırtını örtüyordu. Genç mezarlık bekçisi
doğruluyor, onun gözlerini görüyor, gözlerinin rengini bilmiş oluyordu.
Uyandı ve ağladı.
Dizleri acıyordu. Yere, sol yanı üzerine uzandı. Üşüyordu.
Düşüncelerime söz geçirmem mümkün olmuştu
ama, dedi, düşlerime söz geçirmem, o
mümkün olmuyor. İçindeki her şey genç kalfaya ve ağlamaya ilişkindi. Dahası,
onun şefkatine.
Fazlasını düşünemedi.
Yerinden kalktı.
Hırkasını usulca sıyırdı
sırtından.
Kapıya yöneldi.
Ardından 'çile kırdı’
dediler.
Dışarı çıktığı zaman, dergâhın cümle kapısına yönelerek sırtını ufka
döndüğünde, tam arkasında, boşluğun içinde ufka yakın bir yerde kocaman ve suya
yakamoz bırakan mavi bir yıldız parlıyordu.
Genç mezarlık bekçisi dergâhın cümle
kapısından çıkarken, genç kalfa gecenin bir yerinde usulca biri dokunmuş gibi
uyandı, pencereden karşıya bakınca ufka asılı gibi duran ve suya yakamoz
bırakan kocaman ve mavi yıldızı gördü. İçini o güne kadar hiç bilmediği, mavi
yıldızın ışığından çok daha sarıcı ve
derinlikli olduğunu olağanüstü bir coşkuyla fark ettiği ve nereden
geldiğini asla anlamaya çalışmadığı bir beyaz, saydam ve karanfil kokulu ışık
doldurdu.
Genç mezarlık bekçisi kulübesine girdi, bir kâğıt çekti önüne.
Aşkından, yazdığı şiirlerden ve geçmişinden, düşüncelerine söz geçirmeyi
başardığı halde kurtulamayan birini anlatan bir şiir yazdı.
Bütün öykülerin sonunda olduğu gibi kar yağmaya başladı.
Karaca, penceresinden
süzülen ışığın altında hâlâ genç mezarlık bekçisinin kendisini görmesi için
ağlıyordu.
ONLARIN SON ÖYKÜLERİ
özet niyetine
Adı meczuba çıkan genç
kalfaya akıl almaz bir biçimde âşık olan genç mezarlık bekçisi çile
kırdıktan sonra. Ve adı
meczuba çıkan genç kalfa konuşmaya başlayınca. Yani ki bir şeyciği kalmayınca.
Evin hanımı ve iyi yürekli beyi genç kalfaya sordular. Kalfa bütün o
konuşamadığı günler içinde olup bitenin farkındaydı. Böyle bir aşkın muhatabı
olmak gururunu okşamıştı. Kabul, cevabını verdi.
Haber gönderdiler, genç mezarlık bekçisi gelsin genç kalfayı alsın,
dediler. Mahalleli, dahası bütün o öyküye şahit olan İstanbul halkı, hattâ
Boğaziçi’nin seçkin sakinleri ve saray, bir biçimde içine girdikleri bu öykünün
rahat bir sona doğru akmaya başlamasından büyük mutluluk duyarak derin bir
nefes aldı. Uzak cephelerdeki yorgun askerler, yaşlı ve bezgin kumandanlar bile
taht şehrinin bir köşesinde masala benzer bir gerçeğin yaşanıyor olduğunu
duymaktan pek bahtiyar oldular. Hiçbiri ellerinden ve gönüllerinden geleni
esirgemedi. Suyun kı
yısmda beyaz ve dantele benzeyen bir yalı yaptılar. Hah, billur, avize,
porselen, gümüş, şamdan, buhurdan, atlas, ipek ne varsa dayadılar döşediler.
Hattâ bütün bu ayrıntıları aydınlatması için son bir fedakârlık olmak üzere
yalıya elektrik bile getirdiler.
Genç mezarlık bekçisiyle genç kalfanın mutlu sonla biten aşkına bütün
İstanbul halkı rahat bir nefes alarak temme koydu.
/Bu öykü burada bitti denebilirdi. Oysa bütün o İstanbullular asıl
öykülerin bittikleri yerde başladığını hiç bilmiyordular./
Igenç mezarltk bekçisi ve genç kalfa, türbedar ve hattata ilişkin bölüm
Duvarlarına, sulara
dökülmüş bulutların gölgesi yansıyan yalının şehnişininde genç mezarlık
bekçisi, genç kalfanın ayakları dibine diz çöktü. Akşamüstüydü ve ağustostu,
üstelik güller çılgın bir koşuyla güze akıyorlardı. Hep anlattı. Genç kalfaya
ilişkin bütün şiirlerini, bütün öykülerini, bütün oluş ve akışlarını, bütün
duyuş ve ürperişlerini, bütün acılarını. Hiç uyumadı,
acıkmadı, susamadı.
Günün ilk ışıkları suya değerken genç kalfa, usulca kalktı yerinden. Berrak
aynasında kendisini gördüğü bir çift gözün aydınlığında elini uzattı usulca. Ve
genç mezarlık bekçisi dokundu ona. Kalfa, haydi, dedi, haydi şimdi benim için
bir şiir yazmalısın. Genç mezarlık bekçisi usulca kalkarak yerinden, tahta ve
oymalı masasının başına geçti. Fırtınam dindi, dedi, fırtınam yok oldu.
Çektiğim acılar sona erdi. Öyleyse mutlu olmalıyım ve istediği şiiri
yazmalıyım.
/Oysa genç mezarlık bekçisi bu öykünün akışı içinde yapılmaması gereken tek
şeyi yapaıa
genç kalfaya aşkını
gerçek etmiş ve ona dokunmuş olmasıyla, acımasız öykücünün eline oynayabileceği
en hoyrat oyunun silâhını verdiğini hiç bilmiyordu./
/V
Aherine amber katılmış kâğıdı ve gümüş bilezikli kamış kalemi çekti önüne.
Bir şeyler yazmak istedi aşkına dair. Ama damarlarından akan kan bumbuzdu ve
önündeki kâğıt bomboştu. Bir kez daha, tıpkı bütün şiirleri İstanbul halkının
elinde gezdiği zamanlardakine benzer çok derin, çok acı, çok keskin bir
pişmanlık duydu. Ve bunu da asla yapmamış olmayı diledi. Keşke, dedi, aşkımı
gerçek etmeseydim ve ona dokunmasaydım. Ama bu dilek ne ona aşkını gerçek etmiş
olduğu ve dokunduğu gerçeğini değiştirdi, ne de duyduğu keskin acıyı yok etmeye
yetti.
Yeniden şehnişine, genç kalfanın yanma koştu. Dinle beni, dedi, söyle bana.
Sen misin? Mavi elbisesini ve gözlerinin rengini artık çok iyi bildiği kalfanın
ayaklarının dibine çökerek yine anlatmaya başladı. Hep, hep anlattı. Ama
anlattıklarının ne yıllar önce, ne de daha dün genç kalfaya anlattıklarına ve
anlatmayı düşündüklerine benzediğini fark edince, ne bitmez tükenmez bir
yolculuk bu, ne bitmez çile, diye mırıldandı. Hiç dinmeyeceğini sandığım, beni
bir türlü bırakacağına asla inanamadığım, dahası kendisinden kurtulmayı o kadar
çok arzu ettiğim aşkım, beni var ettiğine, beni yok ettiğine inandığım aşkım.
İçimdeki bütün akışların temmesi, işte şimdi. İşte şimdi ama neden tam olmaması
gereken yerde ve zamanda? Anlatmasam aşkım beni yok ediyor. Anlatsam, ben
aşkımı.
Çile hücresinde üç gün
ve üç gece yaşadıklarının şu an içine düştüğü hayretten daha fazla acı vermemiş
olduğunu fark etti.
Daha fazla acı değildi, çünkü içinde hiç boşalmayacağını sandığı her yer,
usulca boşalmıştı ve yerine koyabileceği başka şeylerin var olup olmadığı
hususunda hiç mi hiç emniyeti yoktu.
Boş kâğıdı çekti önüne. Aşkım bitti, diye yazdı, aşkım bitti.
Bunun neden böyle olduğunu hiçbirisi anlayamadı. Ne genç mezarlık bekçisi,
ne genç kalfa, dahası ne de öykücü.
Ama yine de her şey öldü
ve ardından herkes öldü.
Gözleri birer derin kuyu, hattat öldü, gül kokulu teni olan cariye, onun,
teni Hindistan gecelerine benzeyen ulağı. Şiirsiz geçilemeyecek kadar güzel
gözleri olan Enderun ağası, Habeşî kalfa, evin beyi, güzel ve ince yüzlü
sultan. Her şey ve herkes öldü. Kenarı iğne oyalı ve köşesi gül resimli mendil,
elmaslı saç tokası. Başı beduhlu, sonu maruf kerhi’li onca mektup, onca şiir,
onca risale. Gökte bedri hilâl, kayan yıldız, kumsalda pembe deniz kabuğu.
Kıyıda dalgalar, açıkta bulutlar öldü.
Masal öldü. Masaldan güzel olduğu kimselerce fark edilemeyen gerçek.
Hiçbir şey kalmadı geriye.
Bir büyük boşluk kaldı geriye.
Düşündü genç mezarlık
bekçisi. Kendi üzerine kapandı günlerce. Bir öykü kahramanı olduğunu biliyordu,
ama hangi öykünün kahramanı olduğunu bilmiyordu. Bilse, kuşkusuz bu kadar çok
acı çekmeyecekti.
Bir çile yumağına dönüştüğünü fark ettiği yerde o da bütün insanlar gibi
yok olmayı diledi. Güz başlangıcıydı ve bulutlar çılgın bir koşuyla ufkun
üzerinden akıyorlardı. Geceler boyunca kumsala indi genç mezarlık bekçisi.
Kumların serinliğine sarınarak ömrünün acılarını dalgalara fısıldadı.
Bir gece vakti, sislerin ardından ansızın
garip bir masal gemisi çıkarak demir attı ve bütün bu acımasız öykü içinden
artık çıkıp gitmesi için, bütün diğer öykü kahramanlarını ve hattâ
kahramanlarını hırpalayıp duran acımasız öykücüyü terk etmesi için, kendisine
tâbî olması, bir başka ülkenin nizamına geçmesi için; bütün sarı ışıklarını
yakarak, suya dökerek güzelliklerinin ve kışkırtıcılığının bütün gölgelerini,
mezarlık bekçisine, gel, dedi. Ona isyanı, ona başkaldırıyı teşvik etti.
Gelemem, dedi genç mezarlık bekçisi, vefa borcum var. Ve bir zaman, genç bir
hattatın anlattığı öyküyü hatırladı. Onun da atalarından bir hattatın, yüzü
çizgılA riyie güzel ve çok çilekeş karısının öyküsüydü bu. Genç
mezariı
bekçisi asla o hattata benzemeyeceğini düşünerek huzur bulmak istedi.
Ama denizle gökyüzünün
ortasında bir yerde sisler içinden çıkarak aniden demir atan masal gemisi ılık
ve mavi sema altında iyice kıyıya yaklaşarak akşamları hep onu çağırıyordu.
Bütün sarı ışıklarını yakmış ve bütün yelkenlerini açmıştı. Ona sonsuzluğa
açılan uzak seferleri vaat etti. İnsanların acı çekmediği ülkelerden söz etti
geceler boyunca. Genç mezarlık bekçisinin o güne kadar hiç duymadığı güzellikte
bir müzik yayıldı kumsala. Denizin dibinden gelen bu ses o uzak ülkeleri
anlatıyordu. Orada, vaat edilen ülkelerden dönüş yoktu. Ağaçların altında
akşamları ateşler yakılıyordu. Mavi hayaller altın tozuna dönüşmüyorlardı ve
dokununca sevgililer birdenbire yok olmuyorlardı.
Gemi, gel, dedi ısrarla, sana vaat edilen
ülke verilmedi, gel benimle. Göz kırptı işveyle. Dayanılamayacak kadar güzeldi.
Gelemem, dedi genç mezarlık bekçisi tekrar. Gelemem, bana vaat edilen ülke
verilmedi ama isyan yok. Kendi
kendisine, isyan yok, Rabbim, diye yineledi, isyan yok, ama bu ıztırabm
günahı, bunun altından nasıl kalkacağım?
/Aradan ne kadar zaman geçtiğini kimse bilemedi. Aradan geçen zamanın bütün
zaman bilimcileri hayretler içinde bırakacak kadar zaman dışı işlediğini de.
Ama genç mezarlık bekçisi yeniden yollara döküldüğünde pek çok şey
değişmişti.
Nereye gittiğini ise hiç bilmiyordu./
Önce hattatlardan en genç olanıyla karşılaştı. Hattat, koltuğunun altındaki
kitabın hâtimesini gösterdi genç mezarlık . bekçisine. Bir zaman
meslektaşlarına bir canavara benzettiğini ürpertiyle anlattığı, üstelik ucundan
dökülen harflerin birbirinin aynı oluşunu hiç mi hiç anlamlandıramadığı matbaa
makinelerinden birinin; sağdan sola doğru dizilen harflerle son kez
bastığı kitaptı bu. Matbaalar artık o
harflerle asla
kitap basmaya caklardı ve garibi o harflerle bastıkları son kitap da hat
sanatına ve hattatlara ilişkindi. Genç hattat, az bir zaman önce kendisine
ürkütecek kadar yabancı gelen şu makinenin tümü birbirine benzer harfleri için
şimdi ağlayabileceğini söyledi. Bugün dünlerim için ağlıyorum, dedi, yarın da
bugünlerim için zahir. Elini acıyla kaldırarak uzaklaştı.
Genç mezarlık bekçisi ardından, artık türbedar olmayan türbedarla
karşılaştı. Bilge ihtiyar, genç mezarlık bekçisinin genç kalfayla evlendiğini
duymuştu. Hiç sözünü etmedi nedense. Yan yana yürümeye başladılar. Çok sıcaktı.
Güz gelmiş olmasına rağmen ağaçlar ilk sarı yapraklarını serin yola şefkatle
dökmüyorlardı. Hani, diye geçirdi içinden genç mezarlık bekçisi, her öykü
içinde yağan yağmurlar nerede? Ve ilk kez, uzak zamanların ve uzak mekânların
öykücüsüne kızgınlık değilse de bir kırgınlık hissetti. Beni, dedi, acıyla,
böyle yazmayacaktın. Ne kadar incindiğimi görmüyor musun?
Türbedarla birlikte eski
mezarlığa girdiler. Şimdi bütün o mezarlar, genç mezarlık bekçisinin onmaz aşkının
zincirleri altında ihmal ettiği günkü kadar bakımsız görünüyordu. Üstelik mezar
taşlarının çoğu kırılmış ya da devrilmiş, üzerindeki hurufat okunamaz hale
gelmişti. Ahşap kulübe yerinde yoktu ve türbenin kapısı kapalıydı. Türbedar,
cebinden anahtarını çıkardı ama anahtar uymadı kilide. Eğilip camdan içeri
baktılar. Her şeyin gri bir toz perdesi arkasında silikleştiğini acıyla fark
ettiler. Türbedar usulca, gidelim, dedi, haydi gidelim. Yıkık mezarların
arasından geçiyorlarken genç mezarlık bekçisi türbedarm ve o gencecik, masum
bakışlı hattatın acısının ne kadar büyük olmuş olabileceğini kestirmeye
çalıştı. Beşik motifi işlemeli yıkık bir mezar taşını düzeltiyorken, benzer bir
acıyı kendisinin de çektiğini fark etti ve bu öykü içinde ilk kez bu garip
mesleği nereden bulduğunu sordu kendi kendisine ama hatırlayamadı. Bir kez daha
uzak zamanların ve uzak mekânların yazıcısına, salt ben değil, dedi, bizi,
tümümüzü böyle yazmayacaktın. Çok acımasızsın. Ama neden? Bir an için sen yaşa
bakalım bizim yaşadıklarımızı. Sen hattattan
razılığını söz konusu ederken. Ya ben, ya biz? Böyle olmamalıydı, diye
mırıldandı, böyle olmamalıydı.
Yalıya döndü.
Ümidini bağlayabileceği hiçbir şey kalmamıştı geriye.
Bir büyük boşluk kalmıştı geriye.
Bir düş gördü o gece. Dergâhın önündeydi ama kapıyı bulamıyordu. Ardından
dergâhın ana duvarının temelden yıkıldığını ve hepsinin, kendisinin, genç
hattatın, türbedarm, hattâ son padişah olduğunu bilmeyen bir son padişahın ve
yüzünün çizgilerini o kadar istediği halde seçemediği öykücünün, hepsinin
duvarın yıkıntıları altında kaldığını görüyordu. Acıyla uyandı. Sabaha çok
vardı. Kalktı usulca. Genç kalfa, yanında huzurlu bir uykuyu yüklenmişti.
Dergâha yürüdü.
Ana duvar gerçekten yıkıktı ve cümle
kapısının
üzerindeki kitabe yok olmuştu. Meydana girdi genç mezarlık bekçisi. Her şey
önlenemez bir sona doğru akmıştı. Ne misafirhane kalmıştı geriye, ne semahane.
Ne ihvan, ne semazen. Bir çilehane duruyordu yerinde, bir de harem. Kendi
hücresinin önünden usulca geçti. Onca dervişten arda kalan bir büyük
yalnızlıktı.
Yaşlı ve artık yalnız şeyhin huzuruna çıkmak üzere hareme yöneldi.
Karanlık ve son derece boğucu bulutlarla kaplı gökyüzü başının üzerinde
alçalmıştı. Genç mezarlık bekçisinin, buna hiç benzemeyen berrak ve lâcivert
bir gökyüzünün, bütün o irili ufaklı, az ya da çok parlak birer elmas parçasına
benzeyen yıldızlarıyla başının üzerine eğilerek deveran etmeye başladığı ve
kendisini o harikulâde oluşa teslim ettiği geceyi hatırlayarak yüreği burkuldu.
Başını kaldırdı. Bulutlar arasına sıkışmış, giderek sönen zayıf bir ışıkla
parıldayan tek ve yalnız bir yıldızı fark etti. Işığı sönen bu yıldız, dedi, bu
son yıldız göklerimizdeki, kimin yıldızıdır acaba? Ardından, nasılsa içinden
akıp giden, uzak ve yakın bütün acılarının ağırlığı altında, bu muydu Yâ Rabbi,
diye fısıldadı,
hayattan nasibim bu kadar mıydı? Yeniden gökyüzüne bakarak, ya şu parlak
ama şu yapayalnız yıldızın sahibi? Ya onun nasibi ne kadardır, diye merak etti.
Uzakta beyaz bir dantele benzeyen sarayın pencerelerinde solgun bir ışık
vardı. Ve Boğaziçi’nin sularına demir atmış, kurşuni bulutlarla aynı renkteki
savaş gemileri kocaman toplarını sarayın balkonlarına doğru çevirmişlerdi.
Şeyhin huzuruna çıktı genç mezarlık bekçisi.
Değişmeyen bir tek şey
kalmıştı geriye. Şeyhin yarı aralık gözlerinden yayılan karanfil kokulu ve
beyaz ışık. Hiçbir şeyi tekrarlamaya asla gücüm yok, diye geçirdi içinden. Ne
çileye talip olabilirim, ne çile kırmaya. Ter damlacıkları güzel burnunun
üzerinde birikmişti. Bu ışığı bundan önceki her kaybedişimde, onun üzerine
kendi gölgemi düşüren daha kuvvetli olduğunu sandığım bir ışık vardı. Bütün
istediğim, şimdi bu ışığın aydınlığında gerçeği görmek. Bu ışığın aydınlığında
sevgiliyi göreyim. Tükenmeyen ve kalıcı olanı. Dokununca yok olmayanı. Saçları
alnına yapışmıştı. Acıyla içi burkuldu. Genç kalfayı düşündü. Kendisinden başka
bir şeye dönüşmedi o, dedi. O hâlâ kendisi, o tükenmedi, tükenen benim. Sınanan
benim. Değişen benim. Yürüyen benim.
Yumdu gözlerini. Gözlerinde karanfil kokulu beyaz ışığın anısı. Gözlerimi
açarsam, diye düşündü, onu kaybedebilirim. Ama göze almayı öğrenmem gerek.
Haydi, dedi, haydi, kendisine. Beyaz ve karanfil kokulu ışığın ülkesi seni
çekiyor. Haydi aç gözlerini.
Kapalı gözlerinin önünden berrak ve
lâcivert bir semada ay ve güneş bir arada geçti. Ne kadar süre bu halde
kaldığını hiç bilemedi.
Dokunduğu ve gördüğü her şeyi yok ettiğini
fark ettiği için, gördüğü en parlak ışığa gözlerini kapatan genç mezarlık
bekçisi, gözlerini araladı sonunda.
Işık kaybolmadı. Işığım benim, diye mırıldandı, ışığım benim.
Yalnız ve yaşlı şeyhle kalmayı diledi sonuna kadar. Birlikte yaşamayı ve
ölmeyi onunla, şu yıkık duvarın dışına bir daha asla çıkmadan. Yaşlı şeyhe
baktı gözlerini sakınmayarak. Ben, dedi, çok acı çektim. Bana vaat edilen ülke
verilmedi, şimdi görüyorum ki ülkem sensin, yağmalanan ben. İzin ver ki burada
seninle kalayım. Bana öğret ki vaat edilen ülkeler kaybolmasın. Bana öğret kı
ışık kaybolmasın.
Şeyh ona öğretti.
Ahde vefayı, sevginin ne demek olduğunu. Ona. ona git. dedi. Vaat ettiği
ülkeyi vermeyenlerden olma ki vaat edilen ülkesi verilmeyenlerden olmayasın.
Gördüğün ışıklar ikinci kez baktığında hep yok oldular. Ona git ki sen de yok
olan ışıklardan olmayasın.
Işığım benim, dedi genç
mezarlık bekçisi, sen artık hep benimlesin.
Ana duvarı temelinden yıkılmış dergâhın penceresinde beyaz ve karanfil
kokulu ışık.
Genç mezarlık bekçisi suyun kıyısında bir beyaz dantel kadar güzel yalısına
doğru yürüdü. Genç ve mavi bir hayal pencerede kendisini bekliyordu. Kumsala
indi içeri girmeden önce. Kocaman gökte tek ve yalnız yıldız, giderek azalan
ışığını saçmaya devam ediyordu. Bir de bütün ışıklarını yakmış ve bütün
yelkenlerini açmış masal gemisi, kurşuni renkli ve kocaman toplarını saraya
çevirmiş savaş gemilerinin arasından geçerek, uzak ve yeşil adalar vaat edeceği
son padişaha doğru yüzüyordu.
llsotı padişah ve son şehzaıieye ilişkin bölüm
lBütün bu anlatılanlann
bir öyküye dönüşebilmesi İçin her şey baş döndürücü bir hızla müşterek bir sona
doğru koşuyordu.
Çünkü son koyulmaz sa öyküler eksik kalıyorduJ
Genç mezarlık bekçisi
şeyhin huzurundan ayrıldığı zaman, henüz son padişah olduğunu
bilmeyen son padişah, beyaz bir dantele benzeyen sarayının balkonunda sır
kâtibine döndü. Altın
divit taşıma hakkı
sadece sana mahsus, dedi.
Yaz öyleyse ya zabiidiğince. Yaz ki, hilâl göründü ama bizde bayram yok.
Yaz, dedi, sabahlan uykudan uyanıklığa geçilen o incecik ve her insanın bildiği
yerde zihnin tümüyle boş olduğu o kısacık ânm hemen arkasından. Topları ülkeme
çevrilmiş savaş gemilerinin sabahına gözlerimi açtığımı hatırlayınca. Sonsuz
bir uykuya dalmış olmayı ve hiç uyanmamayı dilediğimi. Ama bir kez daha uykuya
dalmayı asla beceremediğimi yaz.
Yaz, dedi, üç gecedir aynı düşü gördüğümü. Düşümde bana çok benzeyen ama
şimdiki halimden daha ziyade şehzadeliğime benzeyen bir şehzadenin tepeden
tırnağa silâhlarla kuşanmış bir şövalyenin önünde diz çöktüğünü ve ona
yalvararak ağladığını yaz. Benim de onunla birlikte ağladığımı ve haykırarak
uyandığımı. Hiç katkım olmadığı halde öykü kahramanlarına dönüştüğümü yaz. Yaz,
dedi, ben korkunç bir geçmişle, oysa şehzadem daha korkunç bir gelecekle
kucaklaşıyoruz.
Yaz, dedi, bütün
mutluluklar birbirinin aynı. Ama mutsuzluklar birbirine uymuyor ve acılar
birbirine benzemiyor. Benim ne kadar acı çektiğimi yaz ama bu acıları hak
etmediğimi.
Acı, diye mırıldandı, bir daha yaşıyor olmakla ne kadar ilgili. Geçen sene
aynı mevsimde hilâlin göründüğü akşamı düşündü. Yer aynı, dedi, hilâl de. Ama
ben? Ne kadar farklı tecrübelerle donanmış olduğunu fark etti.
Nihayetinde her şarkı kendi sonuna kadar vardı.
Sır kâtibi, sadece kendisinin taşımaya izinli olduğu altın divitten
çıkardığı kamış kalemiyle sürekli yazıyordu. Sabah oldu, öğle oldu, tekrar
akşam oldu. Hilâl büyüdü, padişah hep yazdırdı.
Ama birden, sil, dedi,
bütün bunları sil. Hepsinin üzerinden kırmızı kalemle bir çizgi geçir ki temize
çekerken benim öykümü, aldanmayasın. Çünkü onlar, benim halkım, görünmezde
olana değil, görünürde olana kıymet verecekler.
Benimse içimdeki öyküyle dışımdaki öykü, onlar birbiriyle hiç uyuşmayacak.
Sonra, iptal edilmiş kırmızı kalem serüvenleri, diye mırıldandı, ömrümüzün
maceraları. Gerçekte var olduğumuz, ama bizi hiç aramayacakları yer. Ben, dedi
acıyla, içimin serüvenlerini hiç 9°s
termedim. Bütün ömrüm yazılıp da üzerinden kırmızı kalemle geçilivermiş
iptal serüvenlerinden ibaret kalacak.
Yaz, dedi sır kâtibine yeniden ve kendisini halkına bırakacak asıl
maceraları yazdırmaya başladı. Ülkesinin güzel ve uzak zamanlarında yaşayacak
insanlarının, görünürde olana yöneleceğine dair inancı vardı. Yani kendisini
yanlış anlayacaklarına. Yanlış anlaşılmak, dedi, yanlış anlamaktan ibaret değil
mi? Öyleyse doğru kimin payında? İçi acıyordu. Bu acı dedi, hem günahım hem
bedelim.
Hiçbir azabın anlaşılamamak dahası yanlış anlaşılmak kadar büyük
olamayacağını fark etti. Çünkü yanlış anlaşılmak beraberinde yanlış anlamayı da
getiriyordu. Aşklarım, diye düşündü, kayıplarım, gördüğüm kan ve ölümler.
Boynuna pırlantaları sahte bir hanedan nişanı takıldığı gün, biraz öteden bir
cenaze alayının geçtiğini hatırladı. Ben, dedi, acılarımı keşke kendi adıma
çekebilseydim. O zaman hiç olmazsa bir ülke adına ve uzak zamanların insanları
önünde böyle sorumlu olmazdım. Hem geçmişin ve hem de geleceğin önünde suçlu
bilineceğim. Mazur görülebilmeyi dilemeye hakkım bile olmayacak. Hiç bitmeyen
bir zaman içinde, kıyamete değin belki, yanlış anlaşılıp duracağım.
Bir yangın ve hiç bitmeyecek.
Geçmişin önünde de suçlanacak olma düşüncesine zor dayanan son padişah öyle
istediği için, ertesi gün eski sarayın kütüphanesine gittiler. Sır kâtibi bir
köşede bekledi. Son padişah bütün o muhteşem geçmiş esnasında başka başka
padişahların kendi kâtiplerine açıp döktüğü sırlarla dolu bütün o defterleri
gözden geçirdi. Acısı kendi acısına benzeyen birisiyle karşılaşmayı düşledi.
Sır defterleri uzak yakın bütün atalarının pek çok öyküsünü açtılar ona dar
zamanlarda. Hepsinin türlü türlü dertleri vardı. Kimi hâzineyi aldığı gibi dolu
teslim edemeyecek olmaktan, kimi ülkesinin sınırlarını genişletememekten
dertliydi. Kimi, güzel halkım benim, diyordu, geceleri emniyet içinde
uyumalarını sağlayamadım, suçJu olsam gerektir. Bir diğeri ordu zayıfladı
diyordu, kadınlar mutsuz, çocuklar eğitimsiz. Yağmur
yok, Boğaz dondu, güneş tutuldu. Fitne çok, rahat yok, fesat çok, refah
yok. Yıldızlar kıranda.
Ne kadar çok dert vardı padişahların başında. Ama hiçbirinin görünürdeki
öyküsü kendisininkine benzemiyordu. Görünmeyen öyküyü ise. dedi acıyla, yani
iptal edilmiş kırmızı kalem serüvenlerini, bilme şansım yok. Amma ki görünürdeki
öyküleri hiçbirisinin, benimki kadar kendisine ihanet etmeyecek.
Padişahlara ilişkin sır
defterleri bitince, son olarak 'dostunun zülfüne tuttuğu ümidin de ömür gibi
vefasızlığından’ yakman, ihanete
uğramış ve yanlış anlaşılmış bir şehzadeye ilişkin defteri okudu ve ilk kez
ona karşı içinde bir yakınlık duydu. Nis şehri, diye devam ediyordu öykü.
‘Mahbub ve mahbübesi çok, bağ ve bahçelerinin de hesabı yok’. Ve dahi iki bin
esaret günü, diye bitiyordu öykü, ölüm. Yazık, dedi son padişah olduğunu henüz
bilmeyen son padişah, İstanbul’da dahi ölemedi.
Dışarı çıktıklarında
akşam olmuştu ve gökyüzü yine boğucu ve sıkıcı kurşuni renkli bulutlarla
kaplıydı. Bir tek o yıldız, nasılsa aralanan sıkıcı ve boğucu bulutların
arasından tek ve yalnız bir o yıldız, giderek sönen ışığını saçmaya devam
ediyordu. Bulutlarla kaplı semada tek ve yalnız yıldızı görünce son padişah,
tıpkı Musahip ağanın dediği gibi, diye fısıldadı. Sonra sır kâtibine,
çocukluğunda buna benzer bir gece buna benzer bir yıldız gördükleri zaman, musahip
ağalardan birinin kulağına eğilerek fısıldadıklarını anlattı. Koca ağa, geniş
ve karanlık gökte bulutların arasına sıkışmış bir tek yıldız görürsen, bir
dilek tut şehzadem, diye fısıldamıştı. Unutma sadece bir tek yıldız
görürsen bulutlarla kaplı ve karanlık semada.
O zaman şehzade olan padişah, ertesi akşamlardan birinde böyle bir yıldız
görünce, usulca bir dilek tutmuştu ve dileğini kimse bilmemişti. Gözünün
önünden, bir timar arabasında taşman ve benzi balmumu kadar sararmış küçük,
esmer bir kızın hayali geçti. Timar arabası hasta taşırken, önüne çıkan her
kim, padişah dahi olsa kenara çekilip yol vermek gerekirdi. Yâ Rabbim, demişti,
ölüme en az yakışan şey çocuk. Sen ölümü şu en az yakıştığı suretten
uzak tut. Sonra, duasının genişleyebileceği bütün hayalleri göze alarak,
karşılığında, demişti, benden bütün devletlerimi, bütün saadetlerimi bedel
olarak al razıyım. Son padişah, sır kâtibine, umarım, dedi, umarım dileğim
gerçekleşmiştir. Bedeli ödendi nasıl olsa.
Ardından sonsuz ve derin
semada bulutlar arasında sıkışıp kalmış tek ve yalnız yıldızın giderek sönen
ışığına bakarak Yâ Rabbim, dedi, bana bunca yangının ortasında hiç olmazsa
İstanbul'da ölecek olabilmeyi nasib et.
/Bir öykü kahramanına dönüşeceğini hiç bilmiyordu oysa.
Yani ki İstanbul’da ölmemesi gerektiğini./
Illson bölüm
ben ağzından şelale dökülen bir padişahtım geçerken önlerinden kahkaha
arabasıyla alkışlardı beni her cuma o güzel halkım
Ömer erdem/ferman
Kurşuni renkli savaş
gemilerinin sayıları gün geçtikçe arttı. İstanbulluların başları üzerinden,
geceyi gündüze çeviren ışığın ülkesinden gelen tayyareler geçti, ateş saçan
toplar döküldü yerlere. Son padişah geceler boyunca beyaz bir dantele benzeyen
sarayının balkonuna çıktı. Kederi dayanamayacağı kadar çoğalınca, bir çile yumağına
dönüşünce ve o da yok olmayı dileyince, İstanbul Boğazı'nm sularından genç
mezarlık bekçisini alarak uzaklaşmayı
başaramayan masal gemisi, sessizce suyun kıyısına, sarayın ışıklarına
yaklaştı. Ve henüz son padişah olduğunu bilmeyen padişaha, başka nasibin yok,
dedi, güzelliklerinin gölgelerini suların eteklerine dökerek. Şehzadeni al, gel
benim e Gelemem, dedi son padişah, gelemem. Anlamalısın beni, gelemem. İçindeki
öyküyle dışındaki öykü o kadar az benziyor ki, dedi gemi, seni hiç
anlamayacaklar. Hadi, hadi gel benimle. Seni uzak ve sıcak denizlerin yeşil
adalarına götüreyim. Orada padişahlar, güzel halkları için ölecek kadar acı
çekmiyorlar ve güzel halkları onları yanlış anlamıyor.
Sesi dayanılamayacak kadar ikna ediciydi.
Sır kâtibi, usulca, dua
et padişahım, diye fısıldadı, dua et. Padişah, dua, dedi, içimizdeki serüvenle
dışımızdaki serüvenin çatışması değil mi? Sonra kendisi için asla dua
edemeyeceğini anladı. Çünkü her dua, içindeki serüvenle dışındaki serüvenin hoş
bir uyum halinde geçmesini dilemek anlamına geliyordu ve her iki biçimde de ya
kendisinin ya onların, o güzel halkının yok olmasını dilemesi gerekiyordu.
Yâ Rabbi, dedi, sana kendi devletim için dua ettim mi? Onu çoktan feda
etmedim mi ben? Sustu. Senden, dedi, kendim için hiçbir şey istemedim, istemem
de. Sen güzel halkıma nusret ve devlet nasip et yeter.
Birden, çocukluğunda kendisine Leylâ ve Mecnun okuyan Enderun ağalarından
birinin, Leylâ ordularının galibiyeti için dua eden Mecnunı biçare kısmına
gelince, derin gözlerinin yaşlandığını hatırlayarak gülümsedi. Ne güzel
günlermiş o günler, diye geçirdi içinden. Mecnunı bîçareye döndüm ama Leylâ m
benim farkımda değil, beni yanlış anladı.
Yâ Rabbim sen halkıma nusret ve devlet nasib et yeter, diye yineledi.
Ardından, yetmez, dedi, yetmez. Bir de, bir de beni anlasınlar.
İyice sönen bir sesle
ilâve etti, bir de Yâ Rabbim, beni unutmasınlar. Onlara benim gibi duyabilmeyi
nasib et. Beni anlasınlar. Ben ki, hep özne oldum ömrümün yollarında, lâkin hiç
eylem olmadım.
Güz yağmurlarının suya inmesi çok yakındı.
Gemi yineledi, seni hiç anlamayacaklar, gel benimle, gel. Peki, dedi son
padişah usulca, yağmurun ilk damlası değdi yanağına. Peki. Ama kendim için
değil, bunu bilmelisin. Onlar için, o güzel halkım için.
Sır kâtibi ve şehzadesiyle gemiye binerken son padişah, bütün bu
yaşadıklarının bir düş olmasını istedi ama hiçbir şey . değişmedi. Bundan önce
ve bundan sonra, diye milât koydu. Ve hiçbir şeyin bu fetrete rağmen bir daha
asla eskisi gibi olamayacağını bildi.
Ben, dedi, artık ülkesi olmayan bir padişahım. Ve halkı tarafından terk
edilen. Üstelik halkı tarafından terk edilen bir padişah olmanın ne anlama
geldiğini kimseler bilmeyecekti. Çünkü halk çoktu, padişah tekti.
İlk kez, gülün acısının bülbülünkinden fazla olduğunu bir zamanlar kendisine
söylemiş olan küçük esmer kızı hatırladı ve ona hak verdi. Bülbül çoktur,
demişti küçük esmer kız, gül ise tek. Bülbül kırılır, demişti, dökülür,
parçalanır, bağırır, çağırır çoğalır, sesi var çünkü onun. Var olur. İçinin
serüvenlerini gizlemek zorunda değil. Haykırır onları. Gül öyle midir ya?
Beni, diye yineledi son padişah, kimseler anlamayacak. Beni anlamaları için
padişah olmaları gerekecek. Hiçbirisinin acısı, dedi, hattatın, genç mezarlık
bekçisinin benimkinden fazla olmayacak.
Günlerden cumaydı ve bütün halk, İstanbullular, cuma selâmlığında
padişahlarını beyhude beklediler. Son salâtin cami >nin gölgeleri sisler
ardına çekilirken 'şahane halkım beni her
cuma alkışlardı’ diye geçirdi içinden son padişah. Yıllar sonra bir şairin
bunu anlayabileceğini ve yazabileceğini akima getirebilseydi biraz teselli
olabilirdi. Ama bunu hiç bilmedi.
Bütün yelkenlerini açmış, bütün sarı ışıklarını yakmış, kıyıya iyice
yaklaşarak güzelliklerinin ve kışkırtıcılıklarının bütün gölgelerini suyun
eteklerine kadar dökmüş masal gemisi, nihayet İstanbul Boğazı’ndan, son
padişahla son şehzadesini
alarak uzaklaştı.
Bir donanma gecesinden arda kalmış gibiydi.
Artık hiçbir penceresinden ışık dökülmeyen sarayın önünden usulca geçtiler.
Hiçbir şey kalmadı geriye.
Bir büyük boşluk kaldı geriye.
Bir de bütün bunları, bulutların ufuk üzerinde koştuğu güz akşamlarında,
kıyıya iyice yanaşan masal gemilerinin gölgelerine bakarak ve dahi o gölgeleri
kendisi gibi görebilecek başkalarının varlığını da vehmederek dalgalara söyleyen
öykücü.
NAKKAŞIN YAZILMADIK HİKÂYESİ
kahramanlar başkaldırmca Nakkaşın hikâyesini yazacaktım.
Kimbilir yine hangi yangını sermaye ve nakkaşı bahane edip, ruhumdan söz
açacaktım.
Oysa bütün inançlara bitişik olarak bütün anlamları yitirince.
Kim acımın dinmesi için duacı olan?
Kim beni söylemekten alıkoyan?
Yalnızlığımın artık hiçbir dekorla süsleyemediği bir akşamüzerinden
başlayarak birer birer.
Yiterek ve eskiyerek.
Bir kumsalın rüzgârında karşılaşıyoruz
biteviye.
Nakkaşla değil diğerleriyle.
Giderek kalabalıklaşıyoruz.
Artık geçmiş olan bir
zamandan geliyorlar ve ben hepsini ama hepsini; azapla, tutkuyla, kan,
ter ve gözyaşıyla, pişmanlık ve utançla tanıyorum. Hattatı, genç mezarlık
bekçisini, genç kalfayı, Habeşî kalfayı. Enderun ağasını, cariyeyi, padişahı,
Ulak ve sahafı, türbedar ve ihvanı. Onları bir arada görmekten ve aramıza salt
eskimekten ibaret bir sözcükle yazılmayan pek çok şeyin girmiş olduğunu fark
etmekten garib bir keder duyuyorum.
İnanılmaz bir görüntümüz var. Bir rüya olmasını vasat okuyucudan çok daha
arzuladığım bu akışlar içinde bir de bedenimiz var.
Hayret bile edemiyorum.
Önce bütün kurgunun bana ait olduğu hususunda fikrimi iğfal eden o
kahramanlar şimdi hikâyenin geldiği bu yerde baş kaldırıyorlar. Ve ben,
kahramanları, kendisine itaat etmeyen bir hikayeci oluyorum böylece. Kuşatırken
kuşatılan.
Bana istedikleri
hikâyeyi yazdırmaya kalkıştıklarına hükmet şeydim, bunu memnuniyetle kabul
edebilirdim. Ama tarih
kadar eski gerçek yeniden sahneleniyor ve ben düşlerimin ölçeğine
vuruluyorum.
Tek anlamı var bunun: Artık hikâyelerimin kahramanı olmuş oluyorum. Yazarı
kahraman olan hikâyelerin hem de.
Oysa bana sonsuz teminat vermişlerdi hatırlıyorum. Masal gemilerinin sisler
arkasına çekildiği güz akşamlarında. Onlarla ne akıl dışı buluşmalarımız vardı,
ne akıl dışı birlikteliklerimiz.
Bir hikâyelik olmayı çoktan aşan saltanatları içinde beni yargılıyorlar,
üstelik yaşamak adına yargılıyorlar.
Genç kalfa, ince ve mavi bir siluet hâlâ, sessizliğini bozarak, beni diyor,
var ederek başlıyordun, yok ederek bitiriyordun. Değer miydi?
Hattat, hattatların en eski olanı, beni ise diyor, onca yönelmelerime
rağmen padişaha göndermiyordun. Sonra, sonra tutup hiç sıkılmadan, ‘ben sana
padişahlar hazırladım, sen cariyelere yöneldin’ diye başlayan hikâyeler
yazıyordun. Neden, ama neden? Hikâyeyi hep sen yazıyordun, bana ise
kahramanının kalıbına girim v culıyordu, okuyucuların arasında adım ihanetle
bütünleşiyor, hem (in bir daha çözülmemek üzere bütünleşiyordu.
Kimselere söylemediğimi ona söylüyorum. Ona söylüyorum kİ. çünkü fen de hep
padişahları bırakıp cariyelere yöneliyordum Hem de en fazla ben cariyelere
yöneliyordum. Hattat yüzünü I»enden çeviriyor. Oysa beni görmesini istiyorum.
Beni Şplkal le onaylamasını. Benim için var olmasını. Hiç olmazsa beni
unlamasını. Hattat beni anlamıyor, buna imkân da yok artık, ç'üııkü birbirini
en az anlayabilecek iki kimliğe dönüşüyoruz ve birbirimizin içinde görünür
kılman acılarımızı yarıştırıyoruz. Bir mahşer gününde karşılaşacak dostlar
olmamızı temenni bile edemiyorum. Bundan sonra en az olabileceğimiz şeyin dost
sözcüğüyle ikide edilebileceğini çok iyi biliyorum çünkü.
Gözleri şiirsiz geçilemeyecek kadar derin
Enderun ağası, hep bizi feda ediyorsun, diyor. Sesini ilk kez duyuyorum,
gözlerine ilk kez bakıyorum, bakışlarını sakınıyor. Tabii, bir hikâye uğruna,
değil mi diye ilâve ediyor. İçim acıyor, çok acıyor. Hikâyeden başka ne var ki
kaybolmamızı önleyebilecek diyorum; yok olmamak için değil ama yok olmadığımızı
kendi kendimize ispat etmek için, hikâyeden daha ciddi ne var ki? Ve hikâye çok
kabadayı diye ekliyorum, hikâye çok kabadayı. Bir onaltmcı asır aynasının
derinliğinde yolumu kaybettiğim günden beri, yazgım hikâyelerime değil ama
hikâyelerim yazgıma dönüşüyorsa, hikâye çok kabadayı.
Genç Enderun ağası, öyleyse şimdi de kendini feda et ve göster hikâyenin
fedaya değer olduğunu diyor.
Nasıl diyorum, yaşa diyor inanılmaz bir kararlılıkla. İnanılmaz bir
acımasızlıkla. Yaşa. Sen demir kepenkli kentlerinde saklı kalıyordun, yaşamak
bize düşüyordu. Yargılanan da bizdik. kınanan da. Acıyan da bizdik, kanayan da.
Ayıplanan ve hor gören. Bize yaşattıklarını yaşayabilecek kadar yürekli
olduğunu göster. Al artık rolünü üzerine. Gir içine ve oyna. Bir kez de kendini
kurban et.
Gece ilerliyor.
tik noktasında. Bütün güllerimi teker teker yok
Bana bir tek son padişah
kalıyor. Boynunda inkıraza uğra »,« c:r hanedanın, sahte pırlantaları yerinden
henüz sökülmüş *:4n: asılı. Sesi, sesi ölümüm, seni diyor bir tek ben
anlayabilir..
Beni, onlara, güzel halkıma gösterdiğin için, bir tek ben
şükran duyabilirim.
Bir tek sen mi, diyorum, ez mi. diyor.
Yetmez, diyorum, yetmez,
yetmez. Sesim kumsalın gecesine yayılıyor. Onlar da beni bilsinler, üzerlerine
düşürdüğüm ışığı, ten olmasam görünmez kılınacaklarını. Bilsinler, ben görmesem
masa! gemisi yok olur. Ben görmesem suya yakamoz bırakan yıldız, suya
yakamoz bırakmaz. Yetmez diye yineliyorum.
Gözlerinin kumral denizine, fî tarihinden kopagelen serüven, sesini bir tek
padişahın duymasıyla yetinemeyen bir hattatın hayali yelken açıyor.
Acıyla gülümsüyor.
Aynı sorulara aynı cevapları veriyoruz, biliyorum.
Onlar ve ben. Bu yorumsuz ve seçeneksiz kalabalık. Bu kalabalık ve tenha
biz. Aynı sorulara aynı cevaplan veriyoruz.
Ama ne lâle mecmuası gönderecek bilge sahaflar var benim hayatımda ne lâlei
rumi eczasından reçete yazacak remilciler.
Ne gözlerinin aynası mavi hattatlar, ne genç mezarlık bekçileri.
Ve ne de beni yazacak hikâyecilerim.
Öyleyse hikâyeciyle kahramanının ve birbirinin ölçeğine vurulan hikâyeciyle
kahramanının, aynı sorulara aynı cevapları vermesini muaf kılmayan, hayattan
başka ne ki?
Değil mi ki, bu hikâyeyi anlatabilmek için düş gördüğümü söylemek zorunda
kalacağım bir hayatı yaşıyorum.
Hikâyeyle de hayatla da
olmuyor, öğreniyorum.
Hayatlarımı soyunuyorum ruhumdan, geriye hikâye kalmıyor.
Hikâyelerimi soyunuyorum hayattan, geriye ruhum kalmıyor.
Hikâyeyle de hayatla da mücadelem var, anlıyorum, ikisinin
arasında bir yer yok mu?
Biz nakkaşla değil diğerleriyle, geleceği
değil de geçmişi yitîrmeseydik böyle, içimizi şu güllerden temizlemeye kalkar
mıydık hiç?
Bunun için bunca kolay gülü feda etmek ve sadece adı kalan bir nesneye
dönüştürmek gülü bunun için kolay ya bunca.
Kumsalın gecesi ilerliyor ve rüzgârın ince çanı gecenin içinden ses
veriyor.
Temmesi olmayan onlar kalıyorlar, ben gidiyorum.
Var ettiklerim, onlar çoğalıyorlar, ben yitiyorum.
Onlar, ki bana en yakın olanlar. Onlar yaşantılarımın yaşantılarından
farklı olmadığını, böyle bakarsak, yazmanın ölümüne bir serüven olduğunu
bilmiyorlar. Su gibi ortada, nasıl görmüyorlar?
Bir kez daha yitiyorum. Can evimden bitiyorum.
Kendimi korumak için korunaksızlığımı arttırmaktan başkaca da bir işe
yaramayan şeyi, en iyi susmayı biliyorum.
/Ben ki hep sustum. Konuşmaktan hep
korktum.
Son padişah ve son şehzadeyi uğurlarken bir suyun kıyısında, son masal
gemisine ellerim açık ve mendilim rüzgarda, son yağmurlarımı harcadım.
O gün bugündür hikâyelerime yağmurlarımı yağ dıramıyorum. 1
tştğm sönmesine dair
Gecenin en soğuk ve en karanlık vaktine doğan güneş, kaç masal gemisinin
seren ışıklarını görünmez kılar?
Gülün artık bize bir şey söylemez olduğunu fark edince anlıyorduk ışığın
sönmüş olduğunu.
Gülü bizim için anlamlı kılan neydi? Yoksa gül bizim için sadece ona
yüklediğimiz anlamlardan mı ibaretti?
Fark edince gülün,
denizin, yağmurun ve bulutun hayatımızdan ansızın çekip gitmiş olduğunu. Fark
edince sisin artık bize bir şey söylemez olduğunu. Öğrenince gemilerin de gün
Elimizden alınması imkânsız gibi görünen tek şey olan geçmişi yitirmiş
olduğumuzu bir kez daha fark edince.
Anlıyorduk ışığın sönmüş olduğunu.
Tıpkı ölmek gibi yaşarken ölmenin de ancak kendi nefsimizde tecrübe
edebileceğimiz ue asla şiirlerden öğrenilemeyecek bir şey olduğunu öğrenince,
ödünç ek fiillerle bağlanınca yaşama.
Anlarız yine yanlış dileği tutmuşuz büyülü suyun başında. Oysa, Yâ Rabbi
bize saf olanı ver, demeliymişiz, kendi kaybolsa bile geçmişi yok olmayanı.
Bunu vermezsen bile, demeliymişiz, bize içimizdeki hallere tercüman olacak
lisanı ver. Yine yanlış dileği tutmuşuz da büyülü suyun başında, ışık sönünce
apansız kalakalmışız.
Işık yoktu. Eşya görünmez kılınmıştı ve yağmur yağmıyordu. Işığın sönmesi
elbet yağmura ve dalgaya karışmak kabiliyetlerimizi kaybetmiş
olmakla izah edilebilirdi. Botticelli tablolarından gündelik hayatımıza
dökülen ışığı yitirmekten çok öte, onu yitirdiğimizi fark bile etmemekti.Işı ğm
sönmesi güzellik gibi acının da alışıldık bir şeye dönüşmesiydi.
Aynamızı yitirmiş olmakla, yitirdiğimizin bir ayna bile olmamış olduğunu
anlamak arasındaki fark>
sevgiliyi değil ama aşkı yitirmiş olmakla açıklanamayacak bir bilmeceydi.
Kendimiz olmayan bir hayalle bir aynaya düşmüş olmaktan da başka bir şeydi.
Sıfır noktasıydı ışığın sönmesi, eksi değildi. İstiğna olarak da telâffuz
edilebilirdi ue her halde tersinden de okunabilirdi. Yalnızlık, kuşku yok ki bu
yüzden, sözcüklerin, kendi içini en çok dolduranı idi ue bu yüzden aklımızda en
çok ve çabuk kalan sözcüktü yalnızlık.
Işığın sönmesi
lügatlerde eskimek'ten başka sözcüklerle yazılan bir şeydi ve aynı lügatler
lâTi, ‘eskiden mücevherattan sayılan ama şimdi
gözden düşmüş bulunan’ diye tarif etmekteydi.
nakkaşın yazılmadık hikâyesi
Kumsalın gecesi bitiyor. Nakkaşı hiç görmedim, diğerleri gidiyor.
Soysuz bir tükenmez kalemle başlayamadan yazmaya, soysuz bir paket
kâğıdının boşluklarına, ölü bir ruh ne demekmiş anladım. Yaratamadığı için
yaşatılmayan tanrı.
Peki ama kim kimin yağmurunu bozmakta?
Bunca dosyaları nakkaşın. İki tuşa dokunuşun ucunda. Nakkaşın saçları,
nakkaşın karanfil tırnakları. Nakkaşın pürüzsüz teni, nakkaşın ince bedeni.
Gözleri, ayva tüyleri.
Hani onları bir araya getiren ışık benim içimdeydi?
Gülleri artık tümden
iptal, nakkaşın yazılmadık serüvenleri.
Tümden iptal nakkaş ömrümün ve ömrünün serüvenleri.
•şık yok. Gül yok.
Ve dahi nakkaş yok.
İşığı yakıyorum, eşya görünür kılmıyor. Işığı kapatıyorum, eşya görünmez
kılmıyor.
Eşya benim idrakimde.
Benim, sıradan bir İstanbul lâlesini görünür kılan.
Değil mi ki binikiyüzondört senei hicriyesi zilkadesinin on dördüncü gecesi
görülen bir rüya, içinde ben olmasam da, ben bildiğim an bana ilişkindir. Ben olmasam
kim bahsedebilir yağan yağmurdan? Yağmur ben gördüğüm için yağıyor. Ben
olmazsam yağmur olmazdı. Yağmur aslında benim içime yağıyor.
Nakkaş sen nendesin?
Saklı yahut mevcut bir şey misin?
Benim seni onaylayacak ve görünür kılacak olan.
Nakkaş neden içime yağmıyorsun?
/Peki kim beni onaylayan?
Kim beni görünür kılan?
Kim o olmazsa ben olmayan, ben olmazsam o olmayan?/
Ne garip, nakkaş. Yazmasam, gözlerinin rengini kimseler bilmeyecek.
Kimseler bilmeyecek sabahlara dek çizip çizmediğini.
Sussam, yok olacaksın.
Yine ne garip nakkaş, seni yazmasam beni de kimseler bilmeyecek.
Sussan, yok olacağım.
Nakkaş, dokun dağılsın hikâye.
Yaşamın, doğum ve ölüm tarihlerinle sınırlı olsun.
Kimseler bilmesin, kim bu ‘kulları’ denen ömrü meçhul hikâye?
Öyleyse gel nakkaş, şenle bir oyun oynayalım: Varlığına.
Uyumuşum uyanmışım, bir de baktım ki varmışım.
Ölümü anlamak kolay da, ya bu varlık ne oluyor?
Uyumuşum uyanmışım, bir de baktım ki varmışım.
Gözümü açsam yok
olacaksın. Nakkaş benim rüyamda mısın?
Nakkaş, elma dersem çık.
Çıkma yerinde kal. Sussan yok olacağım.
Ben gidiyorum sen öyle kal.
/Peki biz kimin rüyasmdayız? Kim bize uc bizle görünür kılman?
Nakkaş söyle bize hangi roller dağıtılmış, hangi büyük hikâyenin
parçalarıyız?
Söyle beni hiç düşledin mi?
Gün gelip de seni yazamayacağımı tahmin ettin mi?/
Boyadığın levhaların, müzeye çevrilmiş ama hep saray kalmış bir sarayın gün
ışığından kaçılan bir salonunda, sultanını çoktandır yitirmiş ve biletle
gezilen yarı karanlığında bana ulaşacağını bildin mi?
Hümayun bir Surnamenin
duvarlara istiflenmiş çerçeveli macerasında nakkaş, karışabilirdik birbirimize.
Doğancılar geçiyor serin ve öfkeli kanat çırpıntılarının arasından gururla.
Forsalar kır evlerini çekiyor. Çarkıfelekler ve mührüsüleymanlar saçılıyor
göklere, geceler
gündüze dönüşüyor.
Yorgancılar, fırıncılar, siraclar, hamlacılar. Elli iki gün süren temaşa.
At Meydanı, İbrahim Paşa Sarayı, hümayun loca.
Yollara dökülmüş 'o güzel halkım’. Kollukçular, subaşılar, tâbi olanla tâbi
olunan arasında takım takım.
Nakkaş, aramızda engel; modern bir alarm âleti, bir görevli, bir camekân.
bir de zaman. Karışamıyoruz birbirimize.
İnsan, gün ışığına tahammülü kalmadığı için yapay ışıklarla aydınlatılan
bir minyatürün önünde, eğer kendisi ışık saçmıyorsa, neyi görebilir ki?
Nakkaş karanlıktasın. Var olmak için idrakime muhtaçsın, almasam var
olmayacaksın.
Kimseler bilmeyecek
aşklarını, çıkmazlarını, şaşkınlıklarını, bunaltı ve bulantılarını. Kimseler
bilmeyecek pişmanlık ve kendinden nefretlerini.
Milât ve fetretlerini.
Kimseler bilmeyecek, berrak gözlerine, yüzüne baktığın her insanı bir
minyatür suretine dönüştürme gücünün nereden geldiğini.
Acaba nakkaş acaba, padişahı seferi
hümayunda
/V
bir Devleti Aliyye’nin
payitahtında ve kurşuni gölgelere bend olmuş bir sabahında, siyah çarşaf yığını
bir gölgenin ardına, âher karışımının çatlamasını akima getirmeyecek kadar her
şeyi bir tarafa iterek akıp gittin mi? O kadar kalabalık figür istifleri
arasında herhangi birisinin karşıladığı gerçek insanın halihazırını merak ettin
mi? Yüzü açık erkeklerden birine kendi yüzünü; peçeli kadın figürlerinden
birisine de, sevmekten asla vazgeçmeyeceğini kendine sıkça tekrarlamakla
birlikte, bu vazgeçişe bir gün sorgusuz sualsiz teslim olacağını henüz
bilmediğin bir aşkla bağlandığın sevgililerden birisinin gözlerini yükledin mi?
Bu gibi, şimdiyi taşarak geleceğe uzanmaya niyet ettin mi?
/Biliyor musun nakkaş, sonraki hikâyelerde sen de şiirler yazmayasın ve de
başın belâlara girmesin diye. İyi ki yazamıyorum hikâyeni.
Bir kumsalın rüzgârında karşılaşmayalım biteviye./
Ne garip nakkaş, kimseler bilmeyecek. Padişahı seferi hümayunlardan
birisine gidip de dönüveren bir ülkenin, artık kurşuni olmayan bir başka
sabahında. Sarayın arka duvarlarına yıkı
lagelmiş, iki kat ara sokak evlerde birinde ve son duraklarında ömrünün,
minyatürlerinden birisine bakarken. Çizdiğin ile yaşadığının levhası arasındaki
büyük uçurumu fark edince.
Bu derinliği azaltmak için, nakşetmekten başka bir şeye gücünü yettirip
yettiremediğini, Sonra oturup, levhaların ile yaşatılanların arasında bir yeri
özleyip özlemediğini. Kimseler bilmeyecek.
Yine kimeler bilmeyecek
nakkaş, sana da bir resmi boyama arzusunun kendisinden başka
hiçbir şeyle ölçülemeyecek kadar harikulade ülkelerden ödünç alman tüyleri
armağan edip etmediğini. Ülkenin -aynı zamanda benim de bir köşesinde o
inanılmaz birleşmenin gizini dağıtmamak için günler ce yerinden kalkmaksızm
karanlıklara karışmaktan başlayarak umarsızca yağmalanmaya ve kınanmaya kadar
uzanan bir dizi mahrumiyeti göze alabilecek kadar yürek sahibi olup olmadığını,
Ve o büyülü var ediş süreçlerinin aynı anda var oluş süreçleri anlamına
geldiğini bilip bilmediğini,
10:5
Senin de ancak o harikulade süreç içinde
sırrın perdelerini neredeyse kaldırır gibi olduğunu ve neredeyse ölümden
korkmaz olduğunu, Sonra ansızın nakkaş senin de ışığının sönüp sönmediğini. Ve
senin; o harikulade süreçlerde seninle konuşan basit ayrıntıların muhteşem bil
işten sonra artık lal kesildiğini, hiçbir şey söylemediğini fark edince, bir
daha asla bir levha bo yayamayacak olduğunu düşünüp düşünmediğini.
Bilmeyeceğim.
Ve dahi kimseler bilmeyecek.
Bunun için ya işte ışığın sönmesi basit bir boya sürememe eyleminden
sıyrılarak t ümüyle bir varlık sorununa dönüşüyor.
Ve bunun için de işte benim resmimde nakkaş, senin üzerine ışık düşmüyor.
Nakkaş karanlıktasın.
Kimbilir ki, evvel hangi nakkaşhaneye şakird, ardından tamamlanmış seyr ü
seferlerin gönül huzuruyla ve elinde ketebe icazetnamesi, hangi nakkaşhaneye
üstad oldundu?
Nasıl boyadmdı kendi göklerinin katlarını? Zamanın sonsuzluğu içinde
dondurulmuş bir altın varak ân'ı olarak mı, yoksa lahor mavisinin
akışkanlığında derinlik arayarak mı?
Hangisi daha zordu, gök zemin için bir altın parçacığını tokmakla döve döve
akıl dışı genişlikte bir satha dönüştürmek mi, yoksa birkaç damla lahor
mavisini, yayıldığı zerendütü hâlâ yerinde sahifede yaz gecesinin gökleri kadar
derinleştirmek mi?
Yıldızları servilerin tepesine serpiştirilmiş yaz gecesinin sa hifelere
geçirilmiş derinliklerinde, bu yepyeni dünyanın eşiğinde, gururla başın döndü
mü senin de? Yoksa üstadlara üstad biri, bir gün alışılmamış büyüklükte
levhalarda ve denenmemiş bir üslûpla, su testisi taşıyan kadının ya da işvebaz
rakkasın güllü diba etek kıvrımlarının gölgeleriyle oynarken 'artık bu oyunun
tadının kalmadığından’ mı söz ettin?
Ya nakkaş, Ak Ağalar kapısının iki
yanındaki erken dönem manzaralara değdi mi hiç gözlerin? Kaçış noktası biteviye
ufkun ötesine çekilen o mermer sütunların derinliğine dalarak bilinmeyen bir
ülkeye kaçmaya kalkıştın mı hiç? İç içe açılan kırk kapıdan geçerek artık
anlamadığın ve seni de anlamayan böyle bir âleme bir daha asla dönmemenin
düşünü kurdun mu?
Elli iki gün süren Sûrı hümayun sona eriyor nakkaş. Benimse yazdığım,
yokluğun oluyor. Işık sönmemiş olsaydı, bu hikâyeyi yokluğun doldurur muydu
hiç?
Levhalarının önünde durakalıyorum, loş salonların ikinci el ışığında.
Son loncaların temsilcileri geçiyor. Ozanlar Karacaoğlan çağırıyor,
mutribler mızrap vuruyor. Camlarıyla ve canlarıyla oynayanlar geçiyor hümayun
locanın önünden camlarıyla ve canlarıyla oynayarak. Padişah, ilk kez yerinden
kalkarak sağ elini havaya kaldırıyor ve altın saçı saçıyor. En son sen
geçiyorsun hümayun locanın önünden minyatürlerini çize boyaya, göremiyorum.
Padişahın, bezediğin Surname nüshasını eline aldığında karşılaştığı kendi
suretini beğenmesi senin için önemli mi bilemiyorum.
Fili iki güıı süren
hümayun şenliğin, her sahnesi bu bu mm çünkü sonsuzluğa asılı, hikâyesinde
karışamıyoruz birbiriıtııze.
Oysa nakkaş, su ve gece gibi yakışabilirdik birbirimize. Kaybolabilirdik
birbirimizin gurbetinde. Öyle yok olabilirdik sonsuzluğa seyr ü seferde.
Aramızda uzak olan ne? bizi ayıran çizgi
Aynı mı nakkaş servi ağacına aşılı yabani gül dalı senin içinde ve benim
içimde? Eğer aynıysa gördüklerimiz, peki farklı olan ne benim yazdıklarımla
senin çizdiklerinde?
Senin çizdiğinle benim yazdığım arasında fark var nakkaş. Hem de aramızda
zaman ve mekânla çoğalan cinsten değil, alarm cihazları ya da Surrıame
minyatürlerinin emniyetinden sorumlu güvenlik görevlileri kadar değil, aramızda
üçüncü boyutlar kadar derin bir fark var.
Bu yüzden senin
çizdiklerin doğrudan Tânrıyla ve öteyle muhatap da benim çizdiklerim için ışık
gerekli? Bu yüzden senin çizdiklerin, üzerine kendi ışığını düşürmeyenlere
meçhul de benim çizdiklerim hükmedilmez denli ortada. Bu
yüzden senin çizdiklerin herkesle konuşmuyor da benim çizdiklerim herkese
anlatıyor.
Senin çizdiklerin derinleşiyor da, benimkiler sadece genişliyor.
Seninkiler bu dünyayı aşıyor da benimkiler kalıyor.
Nakkaş, nasıl söz edebilirim seni görmekten?
Nakkaş hiç çıkmayacak bu üçüncü boyut aramızdan. Kendimi şu üçüncü
boyutlardan kurtarabilseydim, varlığın böyle üçüncü boyutlarına dolaşmasaydı
ayaklarım, ışıkların sönmelerinde böyle yok olmazdım kuşkusuz. Yazmalarım ve
çizmelerim ışıklara böyle bend olmazdı, üçüncü boyutlarda kaybolmazdı yollarım.
Al eline fırçayı nakkaş
ve sıyır beni, beni ben yapan bütün ayrıntılar Hıkları, Mmy.ıt lirlerinin,
hepsi ama hepsi diğerinin aynı figürlermrlcıı biri kıl Işıkların sönmesinden
şikâyet bile etmeyen bir sathın gölgesi/ boşluğuna savur.
firik kaş konuştur beni, ağlat ve gülümset. Ne olur yanlış oku, Nakkaş
ölmek bu karlar kolay mı söyle? Aynalı yazının boşluklarına, kandilleri ve kuş
kafeslerini içine düşüren bir su terazisini yerleştirirken, onları
derinliğinden ayırabilmenin sırrı aynanın nerersindeydi, öğret. Üçüncü
boyutlarımdan kurtar beni.
Şimdi nakkaş, hu hikâyenin ve bütün hikâyelerin, artık yağmur yağmayan
sonlarında arılıyorum ki bütün mesele varlığımızı birbirimizin varlığında onaylama
çabasından ibaret. Ama işte aramızda bu üçüncü çizgi, aynı anlamda var
olduğumuzdan söz etmek mümkün mü?
Nakkaş aramızda engel: Üçüncü boyutları resmimin.
Nakkaş aramızda engel: Üçüncü boyutsuzluğu resminin. Üçüncü boyut la da
üçüncü boyutsuz da olmuyor nakkaş. İkisinin arasında bir yer yok mu?
106 Kumdan kaleler gibi yıkılıyor bir bir gerçeklerim.
Aynı insan değil miyiz yoksa nakkaş, söyle sevgilim.
H'y.cömle, Irl lalun’un mağarasında bir gölge. ISülfın İnançlara bitişik
olarak bütün anlamları
Müfilamak: dönüşür kullanılan bütün sözcükler neticede,
BAHÇELİ TARİH
Kütüphane memuresinin güzel, kumral başı. Ve yeşil hâ reli gözlerinin
içinde ikindi ışığının solgun sarısı. Uzaktan gelen piyano sesleri ile Nedrefm
ya da Münevver in hıçkırıkları eksik bir tek. Kütüphane memuresi kitapların
arasında kaybolmak üzere. Deminden beri kendisine baktığımı, yaşantımın şu
noktasıyla birleştiğini, dahası, belki bir aydan beri hangi vesile ile içimden
geçtiğini biliyor mu? Benimle herhalde çok yönden ilgisiz. Ama işte
muhayyilemin şu ânıyla kesişiyor ve ben eğer şu an düşündüğüm kadar var isem,
varlığımın onayında ne büyük bir payın da sahibi. Narkoz altındaki o iki saat.
Benim miydi? Demek yaşamış olmak hatırlamakla mümkün. Peki ya ötesi?
Kütüphane memuresi, ince kelebek elleriyle, kocaman, meşin, eski ciltleri
seriyor önüme. Bu eller neler yapıyor? Neler de yapacak. Leydi Makbet’in
kelebek elleri. Hafız Hızır İlyas Ağa’nm Letâifi Enderuniye’yi kaleme alan
elleri. Kamış kaleminden damlayan bir mürekkep lekesi onu da sinirlendirmiş
midir? Tam
ortasında sahifenin,
yorulup bırakmış mıdır? Ya Atâ Bey, beş ciltlik Tarihi Enderun’um yazarken
zamansızlık endişesine kapılmış mıdır?
Temmuz, arkasından ağustos ve işte eylül.
Bütün saltanatıyla eylül. Tarih bölümünü bitirmek için tez yapmak gerekir.
Kimbilir kaç günüm daha böyle yaşanmış hayatların arkasından sürüklenerek
geçecek?
Sayfaları tersinden çevirmeye başlıyorum. Bu koku. Tersinden. Fakat onlara
göre düzünden. Fark şimdiden ortada. Ya bu sarı ışık. Bu nereden geldiğini bir
türlü çözemediğim yıldız zerrecikleri. Bir gün beni öldürebilir. Dev
avizelerden, abajurlardan ya da pencerelerden yayılan değil; şu üzerinde hâlâ
kan damlacıklarının anısını taşıyan kûfî Kur’an ı, şu verildiği an muhatabını
kimbilir ne kadar memnun etmiş şimdiyse bir çerçeveye hapsol muş fermanı,
sahibinin hayatını kimbilir ne kadar değiştirmiş şu beratı, içten içe
aydınlatan hattâ rengi sandan başka bir şeye dönüşen şu ışık. Önümdeki kocaman
ciltlerin, serin küf kokularını kucaklamış, meşin kapaklarının içinden taşıyor
olmalı. Bu ışığın mânâsını çözdüğüm an, korkarım o ait olduğum, o ayrı
düştüğüm, o, özlemiyle ne olduğunu bile tam bilemediğim bir yangını gönüllü
yüklendiğim, kapısını, anahtarını temelli kaybettiğim yeri çözeceğim. İhtimal
kendimi de, onları da.
Bulutlar dağın arkasından, kütüphanenin, tembel ikindi uykularına düşmüş
salonuna doluşuyorlar. Ülkemin bulutları olmamaları için hiçbir sebep yok.
Kütüphane de yerinde, dağ da. Bulut değişmiş olamaz. Olamaz ki hepsi böyle
tanıdık ve içime böyle acıyla damlıyorlar. Sevgi’ye söylesem beni anlar mı?
Letâifi Ri uayatı Enderun. Neler söylediklerini bir bulabilsem, bir hatır
iayabilsem. "Beşiktaş sarayından İstanbul sarayına geçiş. Havada nemlilik
arttığından ve bütün işi gönüllere ferahlık vermek olan Sultan Mahmudı Sani
öyle irade buyurduğundan, yirmiyedi yılının şevval ayının yirmialtmcı günü
İstanbul sarayına geçildi.” Acaba Çuhadar Ağalığına kadar yükselmiş Hafız Hızır
İlyas Ağa, bu satırları yazdığı günlüğün sahifeleri arasına gömülmüşken, bir an
başını kaldırıp da sararmış bulutların derinliğinden uzak ülkelerin
hatıralarını tanımaya çalışmış mıdır? Nereden geldiğini, daha
önemlisi nereye gideceğini düşünerek böyle sancılar çekmiş mı ir. caba
diyorum acaba, beni hiç akima getirmiş midir?
Ağa nın ondokuz yıllık anıları, işte ellerimin altında. Onbır yaşmuan otuz
yaşma kadarki ömrü. Kalem, parmaklarımın arasında alabildiğine benim. Neler
yazabilirim? İlyas Ağa nın güncesi benim de sayılabilir mi? Günce' demek ne
hata. Kendisini yok eden, silen bir medeniyetin iç günlüğü yani. ‘Benim’ demek
de öyle hata değil mi? Neredeyse mezar taşma bile isim yazılmasını hoş
görmeyecek bir iç manzarası. Taşı kırık, taşı dökük, taşı yok mezarlar. Onca
beni içten kuşatan, yakan, ezen, sahibi yok hatlar, ebrular, minyatürler. Şu
gözleri süzüm süzüm eski zaman dilberi, şu bir boşlukta büyülü bir uykunun
halvetlerinde mahmur delikanlı. Sizler kimdiniz? Üçüncü elden kopya olduğunuz
için mi benim zamanıma böyle isimsiz geldiniz?
Hadi, sizden, gölgelerinizden, gözlerinizden vazgeçtik, sizi bana kadar
getirenin kimliğini bilseydim. 0, kaleminin, fırçasının parmaklan arasında
alabildiğine kendisinin olduğunu nasıl ve neden hissetmedi? Bana kadar nasıl
olup da sadece bir 'fakir', bir 'hakir' olarak geldi? Bir 'fakir' ve bir 'hakir'
ise nasıl olup da böyle hükmedemeyeceği kadar ortalarda kaldı? Haksızlık bana,
haksızlık kendisine. Haksızlık, kendisi kadar, şu kâğıdından, boyasından
mühresine kadar büyük bir kıskançlıkla ve kendi elleriyle hazırladığı
levhaların solgun dünyasına hapsettiği ‘model i için de geçerli değil mi?
Leonardo, tablosunu dört yıla sığdırırken modelinin canı sıkılmasın diye
şiirler okutmuş, şarkılar dinletmiş. Böyle zapt etmiş onun ruhunu. İçten
ışıklarla sararmış kâğıtlara gömülmüş böyle kaç tane kimliği meçhul Mona Lisa?
Atâ Bey’e göre, "Mahmudı Sani, kadd ü kameti tüle mâil ve vechi
müdevver, lihyesi siyah ve endamı matbû”. Bu, II. Mahmut mu? Peki ya Atâ Bey?
Ya sen Hafız Hızır İlyas Ağa? Bu on okuz yıl boyunca sen nerelerdeydin? Nerde
onbir yaşın, VâkjaavıA °tUZ Asodaya geçen ağalar’,
‘Peşkirağası u ey man Efendi ile Mübteda Süleyman Efendi’nin çirağedilmesi,
daha neler neler. Her şey var ama sen yoksun. Söz konusu kendin olunca neden
böyle üzerine kapalısın?
Kütüphane memuresi yerinden kıpırdıyor. Kendisine gülümseyen çok saçlı, çok
renkli arkadaşını karşılıyor. Şimdi en köşedeki masaya gidecekler ve kahkahalı.
iç çekmeli, susmalı, konuşmalı bir sohbete başlayacaklar. Biliyorum, çünkü hep
öyle oluyor ve hemen yanı başlarındaki kitap dolu ceviz dolabın OsmanlI güneşi
onlara bir şey anlamayan gözlerle bakıyor. O incecik eller, porselen fincanı,
kulpundan tek temas noktasıyla taşıyor. Porselenin çıkardığı ses. Uzak uykular.
Kütüphane memuresi. Kahvesini içiyor ve bir ara bana göz atıyor. Dışarıda otomobiller
akıyor. Sevgi, benden, her an açılan bir mesafe içinde uzaklaşıyor. Seni
durdurabilir miyim, Sevgi gitme, diyebilir miyim? Bekleyişin ardından
gelişlerin yok bu defa. Gidiyorsun. Bana bir tek kalan, içimde büyüyen bilmem
kaç asırlık surlar, sur merdivenlerinin kaç basamakla açıldığı çiçekçi
vitrinleri. Mevsimlik açelyalarm çılgın pembesi. Bir ucunu yüklenen sen
olmadığın için içimde defalarca büyüyen bütün bunlar. Onlara karşılık sen.
Hayır. Nihayet sana gelebildim, deme zamanı.
Kütüphane memuresi, kaçamak, bakıyor. Ben?
Böyle. İçimden geldiği gibi, göz kırpmaksızm, kütüphane memuresinin çocuk
gözlerine bakma denemesi. Sebepsiz ve sonuçsuz. Ne yapar?
Kızarır, gözlerini indirir. Ama sonunda yerini değiştirir ve bu adam buraya
gelmese artık, diye düşünür.
Zavallı küçük, güzel kütüphane memuresi. Şüphesiz ki sana âşık değilim. Ama
işte bir aydan fazladır seninle aynı salonu paylaşıyoruz, aynı odanın havasını
soluyoruz. Ve sen benim çizgimde bir şey’sin. Güneş iyice inmiş olmalı.
Ağaçların yaprakları turuncu uykularda. Şimdi yerinden kalkacak, biraz
ilerideki merdivenlerden salınarak inecek. Döndüğü zaman, yine biliyorum, ince
dudakları turuncu bir rujla boyanmış, saçları iyice fırçalanmış olacak. Saat
tam beş buçukta, kapı önündeki koca çınarın önüne, zayıf, sarı bir delikanlı
gelecek. Kız kapıdan koşarcasına çıkacak. Delikanlı kolunu onun beline
dolayacak ve havuz başındaki masalardan birine oturacaklar. Mesaiye kalan yaşlı
memure, bir an önce gitse, diyen bakışlarla karımdaki masaya çökecek.
Ne kadar hafifim. Letaif i yüklenmişim. Tez konunuz. Kimbilir nerelerde?
Tez konunuz: II. Mahmut Döneminde Enderun Teşkilatı. Hayır, mesele onların
teşkilatları filan değil. Mesele II. Mahmut döneminde var mıydılar? Bundan emin
olabilirsem eğer, eğer emin olabilirsem ki. onlar o ağaları, paşaları,
sultanları, şehzadeleri, gözdeleri; çuhadar, rikâbdar, ibrikdar ve
hazinedarları; şerbetçibaşı, cameşuybaşı ve yniçerileri, akıncıları, sipahiler!
niceleriyle. Benim gibi duydular, benim aidi ac' nefret ettiler Belki o zaman hiç
mesel başında kocaman bir Roma rakamı ir jj6f \ı Mahmut çıkarak, önümüze
sürülen resmi kılıklı tarih kitaplarından sokağa, yanıma, odama inecek.
Sıcaklığını duyacağım. ‘Padişahımız efendimiz Mahmudı Sani’ veya işte Mahmut,
sadece Mahmut olacak. Ete kemiğe, kokuya bürünecek. Veya tam tersi. Benim gibi
olmadıklarına, dahası hiç var olmadıklarına, tamamını bütün aşkları, kanlan,
eser, esrar ve maceraları ile benim vehmettiğime inanabilsem, yine mesele
kalmayacak.
Daha iyisi şu. Bu akşam oturup Hafız Hızır İlyas Ağa’ya bir mektup
yazacağım. Acaba Latin harflerini okuyabilir mi? Eğer bilgi, görgü ve
yetenekler, koptukları yerde donuyorsa, anlaşmamız ne kadar zor olacak. Ne
kadar zor olacak meselâ Kanuni’yle görüşmemiz. Kendisini, dört asır arkadan,
uzaktan ve dışardan yargıladığım için o, beni, nasıl ve hangi lisanla
paylayacak? Benim gibi bir torunu olduğu için hakkını, rızasını nasıl
esirgeyecek benden? Peki ya ben? Ya benim onun üzerindeki hakkım? Ya benim
ondan razılığını?
Yazmalıyım, yazmalıyım.
Hafız Hızır İlyas Ağa’ya hemen bu akşam yazmalıyım.
Demeliyim ki, günlüğünde
sen yoksun. O on dokuz yılını anlattığın, yere göğe sığdıramadığm 11. Mahmut da
yok. Duygularınız yok. Kinleriniz, nefretleriniz, aşklarınız, sevgileriniz,
hele hele gözyaşlarmız hiç yok. Sen hiç âşık olmadın mı? Veya senin hiç
yakınlarından biri ölmedi mi? Tam otuzsekiz kere Beşiktaş sarayından İstanbul
sarayına, İstanbul sarayından Beşiktaş sarayına göçü anlattın da, neden o
saraylardan birinin bahçesinde açan gülleri, en önemlisi o güllerin sana neler
söyle, diklerini anlatmayı hiç denemedin? Oysa işte güller, sizin bıraktığınız
yerde, sizin seçtiğiniz
bahçelerde yine varlar. Hiç olmazsa topraklarının bilmem kaç kat altında,
sana çok yakın bir koğuşta yatıp kalkan Bahçıvan Ağa’nm döktüğü topraktan,
verdiği sudan damlalar hâlâ var. Haremin muhteşem kapılarından birine gözlerin
hiç kaymadı mı? Senin de yanaklarının üzerinden sarkan zülüflerin ve gözlerine
kadar yükselen yakalıkların mı vardı yoksa? Hiç o odaların, dehlizlerin,
hücrelerin havuz ve taşlıkların etrafındaki yaşmak ve elmas yığını, akima,
başını bir saç saltanatına gömerek ağlamayı ya da gülmeyi getirmedi mi? Sonra
‘hayal ufkunun değdiği bu yer’, damarlarında kanını dondurmadı mı?
Ne kadar kendin olduğun
ortada değil Hafız Ağa, diyeceğim. Oysa benimle aynı insan olduğunuza, benimle
aynı bütünün parçalarından birini teşkil ettiğinize beni ikna etmeliydin. Ya da
eğer kendini bununla yükümlü görmedi isen, bu defa, 'benden başka’ olduğunu
ispatlamaya çalışmamak mı idin? Söyler misin
Ağa. diyeceğim, bu yazdıklarının yıllar, yüzyıllar sonra bir taıih
öğrencisinin önüne bitirme tezi olarak sürüleceğini hiç düşün medin mi? Eserini
neden bastırdın öyleyse? Tiıgore ‘Ey yüzyıllar ötesinden beni okuyan' diye
sesleniyor. Sen beni akima neden getirmedin, getirdin mi yoksa? Asrında 'ben’
kadar, 'sen' çağrı şımlarıyia sana yönelen oldu mu? Fazlasına gerek yok. Sadece
bu çağrışımlardan dolayı bile yüz şu kadar sene öteden, bir ayrıcalığa sahip
olabilirsin. Ben senin ayrıcalığın değil miyim?
İşte, işte şimdi gel, beni cevapla. Cevapla ki, şehzadesinin ilk
mürüvvetini görmek için onu daha sekiz yaşında, berberbaşı nın önüne, sakal
tıraşı olmak üzere oturtan ‘baba’yı ruhuyla göreyim, Cevapla ki, atı tökezleyip
de başından serpuşunun düşmesine neden olduğu için, rikâbdarmı azleden hünkârı,
ruhunun resmiyle bileyim. Gözünün rengini, teninin kokusunu, ellerinin
biçimini, gülerken yanağında gamze belirip belirmediğini, saçlarını nasıl
tarayıp aynadaki hayalinden hoşnut olup olmadığını, olur ya bir an ayna karşısında
kendi hayali yerine kocaman bir boşluk görmek korkusuna kapılıp kapılmadığını
bileyim. Anlat, yoksa ilk bebeği İncili beşikten kendisine gülümsediği yerde
ruhunun kanatlandığını, bir kadının iklimine ilk açıldığı gece titrediğini, en
büyük şehzadesinin dışında bütün erkek evlâtlarını bakışlarıyla kucaklarken
içinden uzak ve meş’um hatıraların ürpertisinin geçtiğini ve bu ürpertiyle
dedelerinden ‘cennetmekân Ahmedi Evvel’e şükran duyduğunu bilmezsem; onun
benden başka ve benim dışımda kaldığına hükmedeceğim. Ya da kimbilir benim onun
dışında. Ve benden dört asır sonraya ne kalacağını düşüneceğim.
Peki ya kütüphane memuresi? Ondan, dört asır sonraya ne kalacak? Onun da
belki bir günlüğü vardır. Bu akşam şöyle yazabilir: ‘Bugün Tayfun geldi. Sınavı
iyi geçmemiş. Ah şu okul bitse de eviensek. Ne zaman bitecek bu ayrılıklar.
Kütüphaneye her gün gelen tarih öğrencisi gözlerini benden ayırmıyor. Çok garip
biri. Benim için geldiği muhakkak. ... vs. vs’. Hepsi bu işte. Ancak bunları
yazabilecek. Peki ya benden? Ya benden ne kalacak geriye? Asık yüzlü, saçma
sapan, ucuz bir karton kapak içinde bir bitirme tezi. II. Mahmut Döneminde
Enderun Teşkilâtı. Hapsedilmiş, ruhu olmayan bir kalıp. Öyleyse ben de Hafız
Hızır İlyas Ağa olacağım yarınkiler önünde. Tez yöneticime falan ve filan
iyiliklerinden dolayı teşekkür etmeyi bir borç ve gurur vesilesi telâkki
ederek... İçindekiler.
Hayır, hayır. Tez yöneticime büyük sürpriz olsun. İlk sahi feden son
sahifeye kadar yazacağım ki, ey dört asır sonrasının bizim olan insanı. Biz
vardık. Biz yaşadık, duyduk ve kanat açtık. Fırtınalar vardı. Denizler
dalgalandı, duruldu denizler. Biz aşka ağladık, ölüme de. Kederi tanıdık.
Nihayetinde varabildiğimiz yerler olduğunu zannettik. Biz acı çektik, ne sular
aktı. Bunlar yetmezse, diyeceğim, bir dört asır daha dayanabildiyse, bizi
kütüphane kapısının yanındaki ihtiyar çınardan sorun. Kütüphanenin, Sevgi’ye
benzemese, de güzel bir memuresi vardı. Sarı, ince bir oğlanı severdi. Eğer
hâlâ yerindeyse bizi havuz başındaki salkım söğütten sorun. Kimbilir kaç akşam
o suyun başında oturdum. O suyun içinde, bizden öncekilerin gölgelerini aradım.
Ama bizden öncekiler su kadar, taş kadar, çınar kadar bile ömürlü değillerdi.
Ben onları bulabildim mi doğrusu emin değilim. Ama siz bizim yaşadığımızdan ve
var olduğumuzdan şüphe etmeyin. Böyle yazacağım.
AKŞAMIN AĞASI
Hava yağmurluydu. Islak kaldırımlarda nergisler açıyordu. Kucağımda da bir
demet nergis vardı. Dolmuş bekliyordum. Birden nasıl oldu bilmiyorum, bir
köşenin arkasından onu gördür.. Garip biçimde benimle ilgiliydi. Evvelâ akşam
saatlerinin sayılarını arttırdığı başıboşlardan biri zannettim. Başımı, benden
sana fayda yok mânâsıyla yüklü çevirirken, sırtındaki cübbeyi, başındaki kavuğu
ve elindeki kamış kalemi fark ettim. Koltuğunun altında Letâifi Riuâyatı
Enderun vardı. Bakışları simsiyah ve kapkaranlık, hiçbir şey söylemeksizin
öylece duruyordu. Öylece duruyor fakat aynı zamanda bana, gel, diyordu. Yanma
gittim, gülümsedi. Bu gülümseyişte tatlı ve ince, hassas bir şey vardı. Elini
uzattı, almakla almamak arasında tereddüt ettim. Eşim görse ne derdi? Beni bir
ölüden de kıskanacak değildi ya? Elimi eline uzattım. Hayret, sımsıcaktı.
Gözlerine baktım. Hem kırgın ve biraz kızgın, hem de sevecendi.
Biliyor musun, dedi, ben
senin bir dönem öğrencilerine okuttuğun Hamid'in amcasıyım.
Ne haylazdı o. Buraya seninle konuşmaya geldim. Ama burada olmaz, baksana
ne kadar aykırı kalıyorum. Baktım, gerçekten gelen geçen bize bakıyordu. Seni
bize götüreyim, dedi. Olmaz, dedim, evde çocuklar bekliyor. Hem yarın birinci
sınıflara sınavım var, Hamid’den soru hazırlayacağım. Öyleyse bir yer bulalım,
dedi. Bomboş bir deniz kıyısına indik. Metruk gazinonun tahta masalarından
birisine oturduk. Demek görgü, bilgi ve kültür, koptukları yerde donmuyordu.
Sandalyede rahat görünüyordu. Üstelik, demek sınavda bizimkinden soracaksın,
derken dikkat ettim, kullandığı kelimelerin tamamı Türkçe idi.
Asıl meseleyi merak ediyordum ki, anlamış
gibi
baktı ve biraz kızgın, demek şendin, dedi. Ne bendim, dedim. O hikâyeyi
yazan, dedi. Kızardığımı hissettim. Pek, dedi, umduğum gibi değilsin, ne
bileyim, ben daha boylu poslu birini bekliyordum. Sen gönlüme bak, dedim.
Demek, dedi, benden onbir yılımın romanını istiyorsun. Neden bu çelişkiye
düştün?
Anladım, beni sorgulamaya gelmişti. Tersine bir söyleşi bu defa. Nedeni var
mı, dedim, senin romanın bütün bir OsmanlI’nın romanı olmayacak mı? OsmanlI’nın
tarihî gerçekleri beni birinci dereceden ilgilendirmiyor, bana vesikalar değil,
özel hayatlar lâzım. Yavuz’un gözlük taktığını, hünkârların saç, sakal ve
tırnaklarının gül suyuyla gümüş leğenlerde yıkandıktan sonra Sür re alayıyla,
gömülmek üzere Hicaz’a gönderildiğini öğreninceye kadar neler çektim ben
biliyor musun? Kaldı ki bu bile teşrifat, özel hayat sayılır mı? Hani
neredeyse, Hürrem’in Mahidevran’la saç saça baş başa geldiğine, Gülnuş Sultan’m
cariye Gülbeyazî denize ittiğine şükredesim geliyor.
Hep o karanlık fakat yalnız ve sevecen
gözlerinin arkasından bana bakıyordu. İki martı çığlıklar atarak başımızın
üstünden geçti. Bak, dedim, bak şu martılara. Sadece onlar bile bana koskoca
bir hikâye verebilirler. Sen ne düşündün onlar başının
üzerinden geçerken?
Sen, dedi, yakın atalarından birisine benziyorsun. O da OsmanlI’yı
anlatacak resimler ve ressamlar istemişti. Haksız değildi, dedim. Minyatürlerde
ne kadar donuk, ne kadar susmaktı, ne kadar hep birbirinin aynısınız. Öyleydik
de, dedi ders verir bir eda ile. Bizim içimizde sizin gibi fırtınalar yoktu.
Müslüman sanatçı Allah’ın yarattığının bir benzerini yaratmaktan ve onu
açıklamaktan şiddetle kaçınırdı.
Bunu sen de derslerinde
defalarca söylemedin mi? Sustum, devam etti. Peki onca özlemini çektiğin
medeniyet neydi, düşün, bu suskunluk değil mi? O medeniyet bizi, biz o
medeniyeti
sürekli doğurmadık mı? Eğer ben senin arzuladığın gibi bir Hugo olsaydım,
Levnî minyatür değil de derinlikli manzaralar yapsaydı, biz, biz olur
muyduk? Bütün o Itrileri, Selimi Salisleri, Dedeleri, Galibleri, Fu zulileri
besleyen ve yaratan ne?
Kızardığımı, kulaklarıma kadar kızardığımı hissettim. Bir anda her şeyi
anlamıştım. Turuncu sis lâmbaları yandı, bir anda kar yağmaya başladı.
Gözüm masanın kenarına bıraktığı Letâifi Enderun’a ilişti.
Birden, ama Ağa, dedim.
Sen sarayın resmî vak’anüvisi değildin, değil mi? Yani yazma mecburiyetin
yoktu. Evet, diye cevapladı. Ve ilk defa açığı yakalanmış bir çocuk gibi
muzipçe gülümsedi. Öyleyse neden, diye ağlamaklı bir sesle ısrar ettim. Öyleyse
neden tam onbiryıl, hem de anılarını, yazma gereği hissettin? Ve neden onları o
kadar sakladıktan sonra Sultan Abdülmecid döneminde bastırdın? O zaman,
dedi, her şey değişmişti. Suskun ve kendi üzerine kapanık medeniyet yok
olmaya başlamıştı.
Yani, dedim, oyunun tadı
kalmamıştı, değil mi? Rivayete göre, Dede’nin, pencerelerinden çok sesli Frenk
müziği notaları fışkıran saraydan ayrılarak bir daha dönmeyeceği Hicaz'a
giderken, 'artık bu oyunun da tadı kalmadı' dediğini hatırladım. Yani, diye
ilâve ettim, 'eski minyatürlerdeki cennet düşüncesi yok olmuştu’. 'Her harfi
bekleyen melekler de uçup gitmişlerdi', değil mi? ‘Hele zülfeli eliflerin yanı
başındakiler’ en önce. Evet, dedi. Evet evet, diye içini çekerek tekrarladı.
Yine başa döndüm.
Ama dedim, sen oyunun tadı kaybolmadan da onbir yıl yazdın. Yoksa açığa tam
çıkmamış bir yazma hevesi mi? Kendini ifade arzusu mu? Yoksa sen de oyunun
tadını kaçıranlardan miydin? Deminki gülüş netleşti, unutma, dedi, ben Hamid’in
amcasıyım. Daha doğrusu Hamid benim yeğenim.
Artık gitsem, dedi.
Elini tekrar uzattı. Ne kadar da ufak te feksin. Üçüncü defa kızardım. Bize
gelmedin, dedi. Çok isterdim, dedim, belki bir dahaki sefere. Hayır, dedi,
sanmıyorum. Sınavın olmasa da gelmeyecektin. Evet, diye düşündüm, asıl mesele
'yokluklarının bizde bıraktığı boşluk duygusu' değil mi? Demek Tanpmar haklı.
Yeni yapılmış ve çimento kokan bir Süleymaniye, tahammülü zör olurdu herhalde.
Sen, dedi ancak buradan beslenebilir ve yazabilirsin. Ama, dedim, çok acı
çekiyorum. İçimdeki fırtınaların sen de farkmdasm. Çağrışımlarımın şiddeti seni
buraya kadar getirmedi mi? Ben, dedi, biraz farklıyım. Seni bir ayrıcalık olarak
kabul edebilirim. Nihayetinde bak işte, merak ettim de. Ama bütün o adı yok
‘fakirler, ‘hakir’ler...
Onları o kadar çok
kurcalama. Onlar rahatsız olurlar. Dahası, bir anda tamamen yok olabilirler.
Peki, dedim, ben ne yapacağım şimdi? Sizden bize ne kalıyor? Bütün kapıları
kapatalım mı? Yanlış anladın galiba, dedi. Bizsiz hiç olamayacaksınız. Bizler
elbette hissettik. Bir hayatımız elbet vardı. Sen Çeşminur’u hiç bilmedin.
Gözleri daldı. Beni söyletme, dedi.
Bizi bulmak size
düşüyor, bize değil. Çünkü aramızda hayatın kendisi değilse de onun
algılanışı kadar büyük bir fark var neticede.
Ne korkunç! Siz. sizi bize hiç veremeyeceksiniz. Sizi bulmak bize düşüyor.
Çünkü sizsiz hiç olamayacağız. Ve siz hep susacaksınız. Hem Çeşminur da kim
oluyor, dedim. Kar hızlandı. Rüzgâr esti. Uzaktan bir vapur düdüğünü çaldı.
Martılar çığlıklar atarak başımızın üstünden geçtiler. Ağa. martıları
gözleriyle takip etti. Sus. dedi, sorma, sus. Bu defa elini veda eder gibi
kaldırdı. Nemli gözleriyle gülümseyerek gözlerime baktı. Hem dedi, o kadar
ümitsizliğe kapılma. Bıraktıklarımız bizi bulmanıza yetebilir. Öyle suskun,
karanlığın içinde, koltuğunun altında Letâifi Enderun, cübbesinin yenleri
rüzgârdan havalanarak, uzaklaştı, yok oldu, gitti.
KARA YAĞMUR
Çıldırmak üzereyim. Çıldırmaktan korkmuyorum. Belki hepten çılgınım.
Çıldırmaktan korkmuyorum.
Korkmuyorum, korkmuyorum ki mahkûmu
olduğum bu azabı akılcı gözle seyretmek mecburiyetinde kalmayayım. İçinde
bulunduğum, vasata abes gelebilecek nizamı akılcı gözle seyredip acı çekmemi
benden kim isteyebilir? Acıdan başka nasibim ne? Neden geceler boyu, neden
günler, haftalar, aylar, yıllar ve evet evet asırlar boyu, bu gri ürpertinin
hem içinde hem de dışında yaşıyorum? Sabrını sonuna kadar zorlama. Bırak kendi
halime beni. Neden duvarlar hem bende ve hem bende değil? Neden ben onların hem
içinde ve hem de dışındayım? Neden hem bugünde ve hem de dündeyim? Gerçekten
hem de dünde miyim? Neden seni işte şu ilk görüşte tanıyor ve neden hem de
kimliğini araştırıyorum? Neden benim kimliğim şeninkini
bulmama bağlı? Buraya nereden duştum? Yerim burası mı? Burada mı olmam
gerek? Bugünkü kimliğim ne? Ya daha evveli? Ya daha evveli ve daha daha daha
evveli? Ya sen?
Bana ancak o yardım edebilir. İçimden
güller
havalanıyor. İçimden kuşlar havalanıyor. Bütün kâinatı kucaklayabilecek ve
kendimi bir yere oturtabilecek güçteyim. Bütün varlığımla ona gidebilirim.
Gözleri şehrin üstünden geçen yağmur bulutları kadar gri iken, yağmur bulutları
kadar ıslak geçerken ömrümden, gözleri kentin kalabalığında yalnızlığıma,
asırlara sinmiş yalnızlığıma bir anda dur diyecekken. Nasıl mümkün olur
çıldırmak? Bütün varlığımı asırlardır yayıldığı, dağıldığı yerden
toplayabilecek güçteyim. Bütün varlığımı dağıldığı zamandan ve mekândan
toplayarak bir araya getirebilecek ve nihayet bütünlük duygusuna ulaşabilecek
kabiliyetteyim. Ve bu her şeyin sonu, mutlak huzurun çağrısı olmaz mı?
‘Varlığın emeli kendini tasvir ve teyit' değil mi? Nerede olduğunu görebilen
insandan daha bahtiyar kim var? Söyle bana, kim var?
İçimden güller
havalanıyor. İlk bakışta onlardan farkın yok. Şimdi garip bir müzeye
dönüştürülmüş sarayımızda, sen dünyanın kimbilir hangi köşelerinden gelmiş şu
sarı saçlı mavi gözlü yabancı ve hoyrat kalabalığın
arasında. Ben senin arkanda. Temmuz güneşi ne kadar acımasız. Hiçbir
gölgeye yer yok. Bu yabancı kalabalığa benziyorsun ama biliyorum, sen ‘o’sun.
İlk bakışta ona benzemesen de, böyle bir firuze salkımıyken gözlerin sen
‘o’sun. Bir defa gözlerime baksan, gözlerimiz karşılaşsa bir defa, bir defa
gözlerimin içindeki macerayı tüylerin ürpermeden seyredebilsen. Anlayacaksın.
Tanıyacaksın. Hem kendini, hem beni. Bütün macerayı toptan kucaklayarak bana
bütün ülkeni
açacaksın. Sen benim kimbilir kaç asır hep başkaları tarafından kuşatılmış
ve nihayet zorla düşürülmüş kale'm değil misin?
Kimselere anlatamadım. Korkum,
anlaşılmamak filan değildi. Çılgın zannedilmek de değildi endişem. Rakibi araya
sokmaktan hangi âşık hazzeder? Anlamayacaklara en güzel hikâyeyi ne diye anlata
idim? Bunun için şahsı nâdâna kıtabâsâ açılmadım, esrârıma kimseler vakıf
olmadı. Kimsenin taşıyacak gücü olmadığını kestirmek güç değildi. Bir tek kişi
vardı dökülüp saçılabileceğim. O da şendin. Sen işte. Şensin
işte. İlk bakışta benzemesen de. sırtında kadife üçeteğin, başında mor
yaşmağın, zümrütlerin olmasa da. Saçlarını berberbaşı düzeltmemiş olsa da.
Amber kokularıyla ovulmamış olsa da tenin. Itırlarla yıkanmamış, yedi gümüş
leğenden geçirilmemiş olsa da giysilerin. Her şeyin buharlaşabileceği kadar
sıcak şu günde, bizim maceramıza, bizim tiyatromuza, bizim hikâyemize, ne kadar
yabancı şu kalabalığın arasında, senin dahi fark etmediğin kuytu ve serin
gölgeliklerde herkesten fazla sen 'o'sun. Bir tek sana anlatabilirim ve dahası
bir tek sen anlayabilirsin. Beni bana bir tek sen iade edebilirsin. Lütfet güze
Söylesem acaba bana inanacak mı? Söylesem acaba kimbilir kaç gece işte şu
önünde durduğu dehlizin sonundaki gölgelerin kucağında, sabahlara kadar tek
kelime etmeksizin ülfet eylediğimizi. Kaç gece mey içerken câmıma aksinin
düştüğünü. Kaç gece belki o bile bilmeksizin ruhuna sahip olduğumu. Hayır
inanmaz. İnanmaz ve korkarım o yağmur yemiş gözlerinin grisini gözlerime
dikerek sorar ve yine kaçar. Belki sormaz bile. Ona desem ki. sen bilmiyorsun
sevgilim, sen bilmiyorsun ama biz seninle 'bir eski zaman aynasının
derinliğinde öpüştük’. Biz. biz artık iflâh olmayız. Çünkü bizi bir yerlerde
unuttular. Şimdi de işte bir yerlerden toplanmayı bekliyoruz. Biz seninle kaç
gece şu taşlıkları adımladık. Hangi zamanlardan kalmayız? Birlikte olduk mu? Beraberce
kalakaldığımız o zamanda ve mekânda bana iğrenmeden, kimbilir hangi talihin
sana bağladığı şu çirkin ve noksan bedenime bir an ürpermeden bakabildin mi?
Beni
hem sevdin hem de benden kaçtın ve korktun değil mi? Bunun için zaten
gerideki hikaye bu kadar karışık, tavırları böylesine belirsiz.
Çirkinim ben. Hiç güzel
değilim. Tenim kapkara. Uzak ve sıcak ülkelerin kum fırtınaları kader; yen
rinde, ölüm ürpertileriyle sarı ve titrek yandığı, aydınlatmaya çalıştığı,
dipsiz kuyulara benzer taşlıklar kadar, her biri gördüğü kan ve ölüm ve aşk
kokan acımasız maceraların ardından daha sağır ve dilsiz kendi üzerine kapanan
:e a: cvar a kirli ve karayım. Sen
karşımda hâlâ dünyalar güzeli. Teşbihe ne şükür. Güller kadar, ahular kadar
güzel. Ser.. aman cûd ikliminin, gönül mülkünün sakar.:, dercimin efendimsin
sen.
Seni ilk gördüğüm günü bilir misin? Ka: asi' e,ne..'arlığının en büyük
eksiği ile ben, utancı ile ben, tamlık, mükemmellik duygusunun teşnesi ben,
koparılıp getirildiği kara gecelerin gökleri kadar kapkara ben. Ve sen yine
şimdiki gibi. Vainm.ur uykuların içinden çiğdemli sabahlara bir ruh gibi, bir
rüya gib: sürüldün. Seninle karşılaştığım, senin bana emanet edildiğin o ilk
anca, vû cûd ikliminin, gönül mülkünün sultanı, derdimin dermanı efendimsin ulaştığım
bütünlük duygusu. Tastamam, bütün, eksiksiz bir ruh. Ama sadece senin yanında.
Sadece senin acılarını, gözyaşlarını, hattâ mahremiyetini paylaştığım,
ikliminde bulunduğum anlarda. Bu duyguyu koruyabilmek için hep sen lâzımdın.
Sen beni, bilmem benim tahayyülünden dahi ürperdiğim mânâda, hiç gördün mü?
Sanmam. Sanmam ama bana baktın ya. Benimle ülfet ettin ya. Benimle sabahları
yakaladın ya. Bana derdini, bana onu, bana aşkını anlattın ya. Beni ben olarak
gördün ya. Hiçbir şey tahayyül etmiyorum. Gördüğüm bana yetiyor. Bazen oymalı
endam aynalarının derinliğinde ruhlarımız sarılıyor. Bazen ince su
sızıntılarının yıkadığı taşlıklarda ağlıyorsun. Bazen sen kaçıyorsun da ben
asırlarca arkandan geliyorum. Bu karmaşa, bu buğu varlığımın bütünlüğünü engelleyemeyecek
kadar ufak bir ayrıntı. Önemli olan senin var olduğunu bilmem ve bütünlük
duygusuna ulaşabilmem. Dağılmış, yayılmış olduğum yerlerden ve zaman
lardan kendimi
toplayabilecek gücü idrak edebilmem. Bazen en yakınında, en kuytuluğunda, bazen
uzağında, istiğnanda. Ama daima zamanı ve mekânı belli. İşte şimdi de sen
lâzımsın. Bir defacık gözlerimin içine baksan ve bakışlarınla, seni tanıdım,
desen. Yirmi bilmem kaçıncı asrın sonlarında, basit bir resmî daire memurunu,
koca kentin kalabalığında boğulmak üzere olan bir yazıcı müsveddesini kendi
kendisine iade etsen. Bir defacık gözlerimin içine bakman ve hiç konuşmaksızm,
bakışlarınla, seni tanıdım, sen ‘o’sun, ben de ‘o’yum, demen lâzım.
Her yandan ocakların, çeşmelerin, perdelerin aralarından bir ney sesi
yükseliyor. Çalan, söyleyen yok. Varlığı ürpertilerime yönelik bir ney sesi.
Belki padişahımız efendimiz, cennet mekân Selimi Salis ney üflüyordur. Belki
biraz evvel, katlinden biraz evvel o müthiş beyti söylemiştir; Kendi elimle
kesip yâre verdiğim kalem/Fetvai hûni nâhakkımı yazdı ibtidâ demiştir. Belki
Alemdar, onun, Arz odasının önüne boylu boyunca uzatılmış, şimdi yerinde
kırmızı bir porfir taş, sağ şakağı çenesine kadar yarılmış, kanlar içindeki
mübarek cesetlerini görerek, hıçkıra hıçkıra orta avludaki dokuzuncu servinin
dibine çökü vermiştir. Bu kan deryasının ortasında sen neredeydin? Şimdi
neredesin? Halime acı ve bir nigâh et ne olur ey goncedehen. Bir nigâh et ki bu
acımasız masal bir defa da bütünlüğünü gözlerinden toplasın.
Şimdi artık ne anılar var ne de gözyaşları.
Şimdi artık anılar da yok gözyaşları da. Demek ki sen hiç yoktun ve hiç de
var olmadın.
Ben hikâyemde bu kısmı
görmemiştim. Ben hikâyenin bu kısmını daha evvel bilmemişim.
Bu bölüm bana ne kadar yabancı. Anılar da yok gözyaşları da. Hiç yaşanmamış
anıları yaratarak arkasından sürüklenen de ben değilim. Oysa fazla değil,
birkaç saniye evveline; gözlerini gözlerime dikerek öyle boş, öyle umarsız,
öyle yabancı ve öyle acımasız bakmazdan evvel
sen, yeter artık, demezden evvel sen, zannediyorum ki her şey yerli
yerinde. Bu kısmı daha evvel görmemiştim. Demek ki sen yoksun. Demek ki sen hiç
var olmadın. Bunu neden şimdi fark ediyorum? Tersinden mi yakalıyorum bütün
tekâmülâtı? Bu defa mesele kendi varlığım filân değil, senin varlığın. Tamamını
vehmettiğim senin varlığın. Demek ki sen yoksun. Hattâ hattâ, evet sen galiba
hiç var olmadın. Ne garip ve anlamak ne kadar zor.
128
Oysa birkaç saniye evveline kadar
zannediyordum ki, bütün
o karanlık ve rutubetli koridorların sonunda sen varsın. Zannediyordum ki bir
yerlerde esmer tenli kalfalar seni ortalarına alıyorlar, tenini misk ü amber
kokularıyla ovuyorlar, saçlarını fildişi taraklarla tarıyorlar, seni gümüş
musluklu mermer hamamların mor sularında yıkıyorlar. Teninin her zerresini muhteşem
gecelere hazırlıyorlar. Vehim filân değildi. Buna inanıyordum. Dahası görüyor
ve duyuyordum. Kalfalar, zannediyordum, saçının her telinde yaraşmanın büyüsünü
yaratıyorlar. Yolların, hümayun gecelere açılıyor ama ruhun kapanıyor. Ve ben
zannediyordum ki bir başka köşede, bir başka kırık ney sesi senin için ağlıyor.
Ben sana ağlıyorum. O sana ağlıyor.
Sen ona ve bana ağlıyorsun. Fakat neticede hep var olan güzel bir şey için
ağlıyoruz. Gözlerin gözlerime öyle umarsız ve böyle soğuk ve böyle yabancı
açılmazdan evvel bütün bunların var olduğunu zannediyordum.
Bütün bu duvarlar canlıydılar. Hep bana bir şeyler anlattılar. Şu tezgâhın
üzerinde günde üç öğün yemeğiniz yer alırdı. Şuradaki çinili ocakta sizi ısıtan
ateş kilitliydi. Şurada şarkılar söylüyor, şurada özlüyor, şurada bir kuş olup
sılaya uçmayı diliyor, şurada kıskanıyor ve şurada ağlıyordunuz. Şurada
Sadullah Ağa, Mihriban'ı seviyordu. Kimdim ben? Belki Sadullah'm sesindeki
hicran yarası; boynundaki ilmik. Kimbilir belki de elindeki ney ile kendisini müdafaaya
çalışan bir Selim. Belki anahtar deliklerine kadar kurşun dökülerek hücreye
dönüştürülen dairesinde, daire ne, odasında, sabahlara kadar feryad ederek
harem halkını bî zar eden bir İbrahim. Belki onun katli için hücreye dalan
dilsiz ve sağır cellâtlardan biri de bendim. Ne ise, ama bir bütündüm.
Çünkü senin var olduğunu
zannediyordum.
Belki t:r havuzm, mermerine çarparak güzelim sağ şakağı yaralanan Mehmet ze
bendim. Artık bilmiyorum, artık ayıramıyorum. Faka: bütün cu duvarlar vardılar,
benimdiler ve benimle konuştular. Bara :c<
şey anlattılar. Zamanlara, mekânlara ve
kişiliklere yay:lz:~.
Şimdi artık bütün bunlar yok, biliyorum. Belki de m; \s' olmadılar. Biz
seninle birbirimizi çılgın bir ateş ve kar. zeryasmm ortasında görmedik. Kendimizce
sevmedik. Aşkı. a::yu sadakat., ahde vefayı ve vefasızlığı hiç tatmadık. Şu
gözlerin, şu kocaman ve boş gözler, bütün bunları bir anda hem de h::ö:r gamet
sarf etmeksizin nasıl da haykırdı? O gözlerde istiğna var. yaiar ede değil.
Yeter, diyen gözlerin, bırak arkamızı, diyen gözlerin. Ben ki senin ardından
asırlarca gelmedim mi? Seninle şu ey varm önünde ruhlarımız kendince sevgilerle
defalarca kucaklaşmaz: mı? Bütün bunların var olduğuna nasıl da inanmıştım.
Oysa temek yoktular. Bir zamanlar dahi yokmuştular.
Akşam inmeye döndü. Ilık bir rüzgâr, lr.ee bir yağmur Temmuz sıcağı hafifledi. Uzaklardan bekçilerin düdükleri.
’.'Uzemr. evet şimdi müze, boşaltılması gerek. Islanmaya hakkım kalmadı.
Kendimi ortaya koymak için sebebim de kalmaz:. Şimdi eve. o tahta karyolaya
dönecek ve ilk iş olarak bütün o as:ri:k hikâyeleri yakacağım. Bir gün gelir de
bir daha kendimi
emaya kzym.a arzusu duyarsam eğer, ortaya koyacak hiçbir şeyinin kalmam, ş
olduğunu fark etmem için bu. Seni bütün zavallılığın, ç'.plakl.ğ.n ve yalnızlığınla
fark ettim. Yetmeli, doğru. İstesem, de gelemem, artık. Çünkü sende beni bana
iade edecek, beni bir araya getirecek kabiliyet yok. Sen o değilsin ve hiç var
olmadın.
Hayret, demek bir yerlerde akşamlar kurşunî renk kubbelere inmiyor artık.
Bir yerlerde buz grisi akşamlara ramazan rüyaları sinmiyor. Hepsi yüzünü Bâbı
Hümayuna dönmüş ifrit yuvası yeniçeriler mahşerî bir uğultuyla
dalgalanmıyorlar.. Palaları parıldamıyor. Muradı Sâlis, Sepetçi Köşkü'ne
inmiyor, bîmârım ey ecel bu gece bekle şarkısını hanende ve sazendelerden
istemiyor. Donanmanın selâm toplarının köşkün camlan kırılmıyor ve Hünkâr,
gözleri dolarak ölümün nefesini ense kökünde hissetmiyor. Filhakika birkaç gün
sonra ol müyor. Bütün bunlar, bütün bunlara benzer bir sürü hayat, top yekûn ve
yekpare yaşanmıyor. Bütün bunlara karışıp, aralarında kaybolmuyorum. Ne feci
kader, güne kalmış tek ve son örnek. Hepsinin sorumluluğunu ben üstlenmiyorum,
hepsinin hesabını ben tutmuyorum. Aralarında boğulmuyorum. Aralarında gözlerim,
kulaklarım ve dillerim tutulmuyor. Çıldırmak üzere olan artık ben değilim.
Zavallı odamdan dışarı fırlayarak, geceler boyu bağırmak, geceler boyu
haykırmak, camları bu defa ben aşağı almak istemiyorum. Sepetçi Köşkü’nün
yıkıntıları benim omuzlarımda değil. Denizlere, yüzmeyi bilmediğim denizlere
dalmak istemiyorum artık.
Keşke istiğna olsaydı. Keşke rakibi araya
soksaydm, alışıktım. Vefasızlığından yakmsaydım. Sana bütün bir geçmişi
hatırlatmaya çalışsaydım. O zaman, hiç olmazsa, varlık tehlikeye düşmezdi.
Hanım sultanın karşısında birlikte diz çökseydik keşke. Hangi kafeslerden,
hangi kapıların arkasından verildiği belli olmayan meş’um emirler gelseydi
üzerimize. Bütün teşrifatı birlikte alt üst etseydik. Birlikte ürperseydik. Bu
zamansız, bu mekânsız, bu karmakarışık, bu saçma sapan hikâyeyi, bu bir türlü
mânâ toplayamayan romanı birlikte
tekrarlasaydık.
Yağmur başladı hiç olmamış sevgilim.
Görüyor musun bir yerlerden bilmem ama bu hikâyenin sonu gelmeli artık.
Yağmur başladı.
Bütün o taşlar,
taşlıklar, duvarlar, kuleler, kubbeler, dolaplar, hamamlar ve hücreler,
aydınlığını içimin yangınından ve ezikliğinden alarak yağlı bir kara ile
tutuşmuş kandiller, yağmurun altında sırılsıklam. Hepsi bir zamanlar üzerinde
katledilmiş ruhları ve bedenleri, hepsi üzerlerinde bir zamanlar gezinmiş
güvercin ayakları ve onlara tap inanları, hepsi bütün iliklerine kadar sıçramış
aşk, kan ve gözyaşlarını tuttular. Hepsi sağ şakağından yaralı, hepsinin
boynundan kan damlıyor. Hepsi dilsiz, kör ve sağır. Hepsinin ipi cellât elinde.
Söylemek istediğim onca söz, anlatmak istediğim onca şey, toplamak ve
birleştirmek istediğim bütün bir varlık artık içime sığmıyor. Onu taşımak artık
imkânsıza dönüştü. Bütün o kubbeler, o kuleler,
o dehliz ve dolaplar, o taşlar ve taşlıklar yağmur altında yaralı.
Bana fısıldayacakları ne kaldı?
Kimdiler ve neredeydiler? Nerelerde unutulmuştuk? Nerelerden toplayamadılar
bizi? Yağmur yaralı. Güller vuruldu. Bu hikâyenin artık sonu gelmeli hiç
olmamış sevgilim.
NİGÂR HANIM, SEVGİLİ
çokça kalabalıklar içinde çokça tenhalıklarımla baş edebilmek için bütün
gül defterlerimi nigâr hanım defterlerine dönüştürmek istemem
önsöz/giriş/ vesaire
önsöz niyetine: aşkım sonsöz niyetine: ölümüm bile değil, vak’a: çok
alışıldık, iç içe vak’a tipi, ya da kesişen mi diyelim? ama asla paralel değil.
vak’a tahlili: akademisyenlerin beğenmeyeceği türden, ölsem diyorum,
yollara dökülsem ya da.
şahıs kadrosu: çokça kalabalık çokça tenha
şaşıracağı kadar tüm okurların
çokça zengin çokça yoksul çokça mutlu
çokça mutsuz
bir o kadar genç ve yaşlı
çokça az çokça çok
bir sultan bir bende
bir isyankâr bir mağlup
bir rakip bir handan bir müstağni bir
maşuk
hiç mutsuz hiç mutlu.
mesaj/yani/bütün bunlardan anladığımız/hayat dersi yani: aklım da duygum da
yollarda bırakmışken defalarca, hangisine yaslansam bütün yollar kapalı.
BİRİNCİ KISIM
ilk bölüm/ben harflerinizin üzerinden
teker teker geçerken
Bütün bu harfler. Bütün bu tarihler: sene
üçyüziki, fi oniki kânunisani. Bütün bu kıvrımlar, bütün bu nunlar, kefler,
elifler, ralar. Bütün bunların üzerinden geçerken teker teker. Sabahlara dek
sizinle birlikte ağlayarak kimi (ama siz benimle ağlamazken, çünkü beni
bilmezken). Bir ömrü yaşarken yeniden.
Sizi Nigâr Hanım, bütün duygusallıklardan arınmış, salt akademik bir dille
anlatacaktım. Bir kitap yazacaktım. Editöre postalayacaktım. Arşiv çalışmalı,
dipnotlu filan. Yayınevinin bilimsel serisinde yer alacaktı. Ttıtarlı,
disiplinli bir çalışma olacaktı. Başka da bir şey olmayacaktı. Editör insicamlı
olsun diyordu, ondokuzuncu asır sonlarında bir kadın şair.
Söyleyin Tanrı aşkına, bir hayata bu kadar çok girdikten sonra, bu kadar
çok gördükten sonra güllerinizi, insicamdan kim bahsedebilirdi? Dağılmaktan
başka seçeneğim, ne kadar
müsaade etmemeye
çalışsam da dağılmanın carbesne \ae ",ı\ ı.ııı başka şansım hiç yoktu.
Çünkü, ölümü unutn.'.akt.tn o.!;v akışlarım yoktu. Gizli ve dağınık olmanın
gücü karşısında
e ” den bunca, bunca dağınık ve yakıcı sözcüğün arkasına s:ğ"vk tan
başka ne gelirdi? Ardından ne çıkacağını ben de dar'ooe \ yaşanmışlığı önümdeki
defterlerle tescilli bunca kavramın arif ra sığınarak, lâkin böyle belirsiz ve
hep aynı noktada lv\le \ argın Böyle yangın ve hiçbir şey.
Bunu o ölüm ötesi defterleri yazarken siz de biliyordur,;; Çimdi, tanımsız
kalbim ve aşk. Şaşırsın bütün bekleyenle;'.
Çünkü öykümün zamanı yok.
Ne sınırı ne de başlangıcı üstelik.
Editör beklesin Nigâr Hanım. Bilimsel serisinin başındaki bilge kişiler de.
Sizinle ilgileri yazdığım kitap kadar. Benimle ilgilen yardığı mz kitaplar
kadar.
Hiçbir şey bilmiyorum
Nigâr Hanım, hiçbir şey ömrümün yollarında.
Biliyorum, siz biliyordunuz kendi ömrünüzün yollarında.
Oysa siz benden önce, bense sizden sonra.
Bu öykü hiç akademik değil, bütün öyküler gibi.
Sizi yazabilmekti oysa niyetim. Dedim ya, bilimsel ağırlıklı, dipnotlu. Araştırmalı,
kütüphane ve arşiv çalışmalı. Bir hayata editörün istediğinden başka ne kadar
girilebilirdi ki? Bir hayata tehlikeli bir biçimde girilebilirdi ki bir güz
aldatmacası bile değil. Sadece sizi yazmaktı niyetim. Olay mı? Cümle yer ile
gökler sar sılırken içimde, cümle kimlikler, bilinen ve bilinmeyen tüm dıı.v
guları insanların bende başlayıp bende biterken.
Olay mı? İşte ben ve işte sonsuz.
Mazur ve masumum editörüm.
Şimdi al bu öyküyü ve ne istersen onu yap.
Böylesine kaldırırken her bir şiirin, hattâ her bir dizenin gecesinin
örtülerini.
Yağmur mu kar mı vardı bilirken duygularınızın eşliğinde.
Kim dinler aritmetik sağlamlığı bol vezin tasniflerini.
Müf te i 1 ün fâ i 1 ün Müf te i 1 ün fâ i 1 ün
Defterleriniz elimin altında.
Ama bedeli bana çok fazla. Sonu yok bu öykünün.
Dokunuşunuzu duymak ya?
Ya bu yarım kalmış yaşantıya ne kadar dayanabilirim?
Beni sınama. Beni kuşatma.
Beni başkaldırıya zorlama.
ikinci bölüm/ayrmtılar/hayatı bulduklarımız ve kaybettiklerimiz hani
Ne kadar çok ayrıntının Nigâr Hanım, ne kadar çok ayrıntının hayatımızı
oluşturan, üzerinden birlikte geçtik. Nasıl bu kadar az ve bu kadar fazlasınız
bana? Aramızda Cihan Harbi kadar uzak bir o kadar da yakın kan ve ateş dolu
maceralar.
Kar yağsın Nigâr Hanım Divanyolu ondokuzuncu asırlara. Gönlünüzdekini
ifadeye muktedir bir dil arar ken siz, elinizde nakışınız olsun. Güvercin
ellerinize iğneler batsın. Size salt ben ağlayım. Hanımeli için temennilerde
bulunun. Bir ben geleyim mezarınıza. Yağmur saçlarımı ıslatsın, mevsim
bindokuzyüzonsekizler
olsun. Enver Paşa orduları Allahüek ber dağlarında düşmana değil, soğuk ve
tifüse yenik düşsün.
/V
Ve Devleti Aliyye'nin yoksul düşürülmüş paşalarına bu kez siz ağlayın.
Kalemi ve kâğıdı bırakın güzel ellerinizden bir kenara. Askerlere yatak ve
yorgan yetiştirmek için dikiş dikin bu kez. Ve de sargı bezi. Yaralar gelincik
çiçeklerine benzer delikanlı omuzlarında, bağrında.
Naciye Sultan, Tepebaşı
tiyatrolarında Finten seyretsin. Oyun çok güzel olmakla birlikte, çay sizlik
cihetiyle. Yani canınız sıkılsın bir ara. Bu gibi veya. Naciye Sultan
derinlikli endam aynaları önünde Enver Paşasının, tığı gibi zabit yani. İşte
böyle. Bir yandan da aman Allah’ım, ne tehlikeli yollarda, bireyler başkaldır
sın.
Hatice Sultanlar aşkın gizli kaimazlığı adına, ya da kapris uğruna. Ya da
intikam mesela. Evet, diğer yandan Hatice Sultanlar, Naime Sultanların kocası
yakışıklı Kemaleddin Paşaları, Tanrım, tam dilimin ucunda, yoldan çıkarsın.
Hatice Sultanlar yakışıklı Kemaleddin Paşaları yoldan çıkarınca, henüz yanmamış
bulunan Çırağan Sarayı'nda V. Muradlar ölsün. Ve Hatice Sultanlar da madı
şehriyariden, Kemaleddin Paşalar da sultan zevcesinden boşandıktan sonra. Ve
tabi Meşrutiyetin, namı diğer hürriyetin hemen arkasından Hatice Sultanlar,
Kemaleddin Paşaların evlilik teklifini kabul etmesin.
Neden etmesin?
her aşk bulunduğu kalbin şeklini alır/şiir, kemal sayar öyleyse aşktan
nefret pekâlâ mümkündür/mantıksal önerme
ve Enver Paşalar Allahüekber dağlarmda/bu hayat işte her ölüm kendi
gövdesinin şeklini alır/aynı şiir, aynı şair Ama Nigâr Hanım, ne olur ki siz
gençlik hatıralarınızı merbut inci küpenizin tekini böyle çarşı çarşı aramayın.
Beyazıt’ta tramvaya izdiham. Askerlerin postal sesleri ve de Balkan
muhacirleri. Eski İstanbul böyie miydi? Böyle miydi Göksu’nun Nigâr Hanımlı
mehtap vakitleri? Böyle diliniz tutulmasın ‘nazenin’ kapılardan girince. Ve siz
aşkınızla hiçbir şey arasında tercih yapmak
mecburiyetine düşmeyin.
Böyle birbirine benzer ve tanımsız öykülerin içine itmeyin beni.
Bırakın çizgiler yerleşsin göz altlarınıza. Zaman ve mekân bir ufacık
ayrıntı. Daim Abdullah Biraderlerin stüdyosunda sonsuzluğa. Yanınızda Margarit,
o sizden çok genç daha.
İstidrad Şimdi bütün bunların Nigâr Hanım, benim ışığımda görünür olduğunu
biliyor olmalısınız. Ve ben bedelini istemeyeceğime söz veremem.
üçüncü bölüm/monografi yazan yazdıklarına
söz geçiremeyince
Her şey ışıktan ve sudan yaratılmış bir Divanyolu ondo 141 kuzuncu asırlara
dönüşünce. Ve bahar, bir bedri hilâl salkımı altında bahçelere ilk kez bir
İstanbul lâlesi bırakarak geçince.
İnanılır gibi değildi. Zihniyet çatışmaları, bilimsellik ve öznellik,
objektivite ve sübjektivite her halde, gönlümün içini sathı harp ilân edince.
Bütün yollar çıkmazlara girince. Ve sizi görünce ilk kez. İlk kez yavruağzı bir
yaşmak yığını içinde ve otuzlu yaşların güz gülü güzelliğinde. Artık gerisini
anlatmak abes olmaz mı Nigâr Hanım? Beklesin bütün yayım komisyonları. Bütün
şiir tahlilleri, bütün sanat ve edebiyat otoriteleri.
önsöz niyetine: aşkım
sonsöz niyetine: ölümüm bile değil.
zaman: hiç alışılmadık, zaman: ondokuzuncu asırlar
mekân: çokça alışıldık, gül ve ölüm, mekân: divanyolları.
çini fincanların derinliğinde ondokuzuncu asır bahtsızlıkla
rı. sadullah paşa ve viyana, açın hava gazı musluklarını.
akmayın gözlerinizi,
zeytin gözlerinizi açmayın gözlerinizi ölmeyim.
mesaj: gözlerinizle kaç sevgilinin gözleri yükümlüyken, aşk için bütün
yollar kapalı, oysa aşktan başka çıkar yol yok gibi, ben sonsuzluğu kuşatmak
için yollara dökülmüşken, ben. karadeniz kıyısı, yirminci asır sonları ve
taşra, ve siz bana bu kadar az ve bu kadar çok olmuş oluyorken. hepsi bu.
Garip bir ‘kıran’ Nigâr Hanım, acınası mı desem, yıldızların ancak yüzlerce
yıl aradan sonra bir hizaya geldiği. Öyküler karışıyor. ‘Nazenin’ kim, ‘melek’
kimin gönlünde. Kimdir şehzadeyi hasbahçelere davet eden ve sonra davete icabet
etmeyen? Lâleler hangimizin bahçesinde? Bunca mısra kimin? Hem, akademik olma
şansını tümden yitirmiş bu öykü kimin?
Ya bizler Nigâr Hanım?
Öyküleri yazanlar ya da okuyanlar mıyız? Yoksa öykülerinden sıyrılmış öykü
kahramanları mı? Ne biçim bir geçiş bu? Günaydın sevgilim. Günaydın. Sen su ve
ışıktan yaratılmış olmalısın. Ben Divanyolu ondokuzuncu asırlarda usulca
kapının önünden geçiyorum, bilmiyorsun.
Şu öykü içinde bilimsel serisi komisyonlarının işine yarayabilecek tek
tanım bu mantıksızlık işte.
Benim işime yarayabilecek tek tanımsa yaşanamayanm acısı. Bunca yaşanmışa
rağmen yarım kalanın.
Bunca, sabahlan birlikte bulduğumuz gecelere rağmen yaşanmamış olanın.
Dokunulmamış olanın anlayacağınız.
Peki, şimdi size bunca
aşkım ne olacak ya Nigâr Hanım? Beni bilmediğinize dair bir şüphe?
Size dokunamadığıma dair bu kesinlik.
Nigâr Hanım bilin beni.
Ve dokunun bir kez bana.
Bir kez olsun yağmurlu
bir İstiklâl Caddesi tramvayında kadınlar ve erkekler bölümü birbirine kapalı
ama her türlü tesadüfe açık, mor
ile mavinin buluşabileceği o en güzel yerde, camların saydamlığından
geçerek birlikte, mahrum akşamlarınızdan birisine karışalım sizin. Bir kez
olsun.
Sizden beni bildiğinize dair bir sözcük işiterek. Bir ima ya da. Çay,
mutlaka çay Nigâr Hanım. İlk güz yağmurlarının toprağa değmesi bu kadar
yakınken. Ya da hiç bitmeyecek bir yolun sessizliğine biteviye itiliyorken.
Çay, mutlaka çay Nigâr Hanım. Çini fincanların derinliğinde. Ama nerede?
Kendinize baktığınız aynaların derinliğinden bakıyorum kendime.
Çocuk avuntusu sevgiler büyütüyorum içimde. Görünenden görünmeyene
erteleniyorum eşi görülmemiş eğitimlerle.
Defterleriniz yeter
zannediyordum, yetmiyor, fark ediyorum, yetmez, yıkılsın bütün duvarları
limanlarımızın ya da dalgalar daha güçlü gelsin, yerli yerinde devamı tümüyle
hayatın, hiçbir şey
ve yine hiçbir şey. ne tükeniş, ne yok oluş.
Nigâr Hanım yakabilirim bütün defterlerinizi, ve bütün defterlerimi, artık
yetmez.
Kenar çizgisine dudaklarınızın değdiğini biidiğ:.MA çını
fincanlardan çay içmenin artık yetmeyeceğim biliyor artık sedefi kırık esans
şişelerinizde kalmış
rayı hayı duyumsamaya
çalışmam yetmez. Yır.e oı'ıy lunuza geçirdiğiniz bileziğin somutluğuyla arada
yüz vermem kaç yılı hiçe sayamam. Beni farklı kıldığını vehmettiğim, zamana ve
mekâna ilişkin bütün yeteneklerimi kaybedebilirim. Gözlerim yeni gafletlere
açık. Sizi görmek, sizi duymak, size dokunmak istiyorum. Ellerim ellerinizin
sıcaklığını duymak istiyor. İstiyorum ki, kimliğimin merak edilebilir bütün
farklılıkların: atarak bir yana hattâ, bir küçücük kız gibi, bir küçücük kız
gibi dizinizin dibine, ipek hışırtılı eteklerinizin dibine diz çökeyim. Siz de
beni bilin. Nasıl bütün yollarımın tıkandığını, ne denli güçlü ne denli güçsüz,
inanmazsınız. Nasıl dağıldığımı, nasıl yok olduğumu, nasıl hep
yağmalanmaktan şikâyet edenlerce yağmalandığımı. Ne olur yanı başınızda
dizlerimin üzerine çöktüğüm zaman elinizin sıcaklığını duyayım. Şefkat edin
bana.
Çıkın artık antika eşyaların teşhir edildiği vitrininizden. Damarlarınızda
sıcak bir kanın dolaştığını bileyim. Elinizin sıcaklığıyla yüzümün bir tarafını
okşayın. Gözyaşlarımı silmeyin, öylece kalsın.
Gör beni ne olursun. Ne olursun görüver. Böyle bazen siz, bazen sen, aynı
öyküleri tekrarlayıp durmayalım. İkinci kez ölmeyelim.
Ter şarkı yeter lâkin bitmesin, yeter.
Yok olmayalım.
Biz böyle Nigâr Hanım;
ismimizin ilk harfi sizce bir nun, bence bir N, sizce bir münhaniye vakfolunmuş
bir kürsü ve bir tek nokta ile nun, bence geometrik rastlantıların
ürkütücülüğüne terkedilmiş kader çizgileriyle /Yiken; ve öyle her
mahremiyetinizi biliyorken, biliyordum en
baştan.
Siz hep yaşayandınız. Ben dışardan bakan.
Siz hep dokunandınız. Bense dokunamayan.
Ben kendimi sizin hayatınıza gönüllü devreden, siz o hayatı devralan.
Ben, monografi yazarı, bilimselliğini kaybeden.
Karadeniz kıyıları, yirminci asır sonları, taşra.
Siz, Nigâr Hanım,
Müdafai Milliye cemiyetlerinin mitinglerinde Vatan manzumelerinizi okuyun. Neyi
isterseniz onu yaşayın. Aklınızın bir köşesinde Şehzade Burhaneddin Efendi
hazretlerine duyduğunuz şey. Adı bile konmamış. Ne söylenmiş, ne sorulmuş. Yani
ki asla bilinmeyen. Yani ki bilinmenin ölçüsü kestirilemediğinden. Bir başka
yerinde aklınızın, yirmibeş yıl önce reddedilmiş kuzeninizin aşkı. Son kışlar
beslesin öykümüzü İstanbul'a otuz yılda bir gelen. Geçmişle buluşabileceğiniz o
yerde, sararmış mektupları
okuyacak kadar ürkütücü boyutlarda büyümüşken yalnızlığınız.
Neyi isterseniz onu yaşayın, ama beni bilin Nigâr Hanım.
Siz ve ben. Birbiri içinde tekrarlanan kolyelere dönüşelim.
Size aşkıma engel yok.
Bana aşkınıza şehzadeler engel olsun.
Nereden çıktı şimdi bu şehzade?
Unutun şehzadeleri Nigâr Hanım.
En fazla sizinle ilgili olanın en az sizi ilgilendiriyor olması nedendir,
bana bunu anlatın.
Mor bir akşamüzerinde.
Kar serpintileri
eşliğinde. Piyano alaturkalar. Beyoğlu tramvaylarının gölgesinde.
Aklımız da duyduğumuz da yanıltsın bizi defalarca. İlk kez ömrümüzde ayrı
yazılması gereken ekleri bitişik yazalım, bitişikleri ayrı. Hayatımız birbirine
çok benzeyen seçenekler sunsun daha başlangıçta. Öyle ki arkadan gelen
seçeneklerden hangisine uzatsak kalemimizin ucunu birbirinin aynı çıksın.
Üstelik ‘hiçbiri’ hiç olmasın, şaşıralım. İçimizden geçenler suda mısralara
dönüşsün. Boş verelim. Boş bile vermeyelim. Hatice Sultanların bireyselleşme
sürecinde disiplin duygusunun getirdikleri ve götürdükleri üzerine paneller
düzenleyelim. Bir yerlerde hep V. Muradlar’m Hatice Sultanlar için öleceğinden
korkalım. ‘Bunu da mı yapacaktı Hatice, sebebi katlim olacak’ demesin V.
Muradlar diye, Hatice Sultan olup biz ölelim defalarca. Defalarca sağ kalmasını
sağlayacağımız V. Muradlar bulunacaktır nasıl olsa.
Her şey deneme üslubunun soyutluğuna aksın.
Ya da, iyisi mi öykü
kahramanları olsun gerçekliğinde tasvip etmediğimiz Hatice
Sultanlar.
Çünkü biliriz aşkı adına başkaldıran fiktif Hatice Sultanlar 'Çin cimez
sahici V. Muradlar.
Bu iyi işte, öykücülük oynayalım. Hem de ödünç imajlarla, Hülâgu
yağmalarıyla.
Ne kadar çok bedeller ödeyelim
masal adına. Kısacık sürsün, bir başkaldırı bir bedel arasında oyalanalım.
Bir başkaldırı, bir bedel.
Bir masal, bir hayat.
Bir yazılan, bir de yazan.
Bir ölen, bir yaşayan.
Bir yazmayan, bir yazılmayan.
Öyle işte.
Şimdi; ödeyeceğiniz
bedel Nigâr Hanım: Bilin beni, dokunun bana, okuyun defterlerimi.
Bir kez de benim ömrümün yollarına dalalım, benim ömrümün yollarına. Benim
defterlerimi okuyalım. Aralık akşamlarında hava kar toplarken. Hava kar
toplarken diyorum, turuncu sis lâmbalarıyla yıkık kale duvarları arasından
geçelim. Taş duvarlarda devleşsin gölgemiz. Zindan pencerelerinde ışıklar ve
gölgeler gördüğümüzü vehmedelim. Ya da çılgın bir bahara döndüğü yerde mevsimin
gri taşlarla döşeli sokaklarda. Ani bir köşe başında, hatırlasanız keşke, hani dev
ekvator bitkilerinin boy verdiği ılık seramıza açılan kırk merdivenlerin
ucunda. Tâm köşe başında ve tam zamanında. Hanımeli ve filbahri sağanaklarıyla
karşı karşıya. Hani yolumuzu kaybettiğimiz ve bir daha bulamadığımız tarihle
rastlaşan nokta. Sonra bir kez, bir kez de birlikte düşünelim. Neden şarkıların
bize sonsuzluk vaat edemediğini. Neden her defasında azaldıklarını. Sonra bu
kez birlikte ve bu kez benim adıma.
Birlikte Nigâr Hanım ve
bu kez yalvarırım bu kez benim adıma.
Bir kez de benim ömrümün
yollarına.
Haydi, benim
defterlerimi okusanıza.
Dışarıda vakitsiz bir güz aldatmacası, bahçemde İstanbul lâlesi.
Kütüphane köşelerinde siyah gözlü
kadınlarız Nigâr Hanım, bütün acılarınız benim bildiğim.
Ve benim acılarım Nigâr Hanım sizin bilmediğiniz. Benim defterlerim ve
benim öykülerim. Mikrofilm okuma cihazının karşısında yanan yanan yanan
gözlerim. Çalman kapım.
Defterlerimiz.
Dışarıda vakitsiz bir
güz aldatmacası.
Defterlerde sancılarınız. Hatice
Sultanlarda içilen çayların sıcaklığında giderilmeye çalışılan lekeli humma
nöbetleri. Na mıdiğer tifüs. Tifüs Allahüekber dağlarında. Soğuktan donan
askerler farkında bile değil. Tifüs İstanbul’da, yaşmak tutunmalarıyla ünlü
güzel ve kibar
kadınların konaklarında.
Lekeli humma nöbetleri Hatice Sultanların çaylarının sıcaklığında. Çaylar
portakal çiçeği kokulu. Naciye Sultan Sarayı, Alman porseleni fincanlarda.
Enver Paşa tığ gibi zabit meselâ.
Tifüs damarlarınızda, sizin henüz bilmediğiniz, ama benim bildiğim.
Mikrofilm okuma cihazının karşısında yanan gözlerim.
Gözlerim size armağan olsun.
Bu müstesna öykünün bedeli.
Sahi Nigâr Hanım, benim gözlerim ne renkti? Hiç merak ettiniz miydi?
Titreme nöbetleri. Son cümleler. Affedemeyeceğiniz neydi? Kalemi son kez
bıraktınız. Kuruyan mürekkep neden sonra, üzerinde yaldızlı kurutma tozu eksik
kalan. Yarısına kadar yazılmış son sayfa, boş kalan onbir satır. Defterlerinizi
son kez kapatırken, birlikte ben de sizinle son kez kapatırken defterlerinizi,
işte şimdi, aramızda yetmişsekiz yıl fark yok, son kez koyarken ceviz sandığa
ve son kez kilitlerken. Anahtarı ceviz sandığın, yani bir ömrün sır kapısı
nerelerde saklanır? Kimlere bırakılır? Kırmızı bir çizgi çekilir günlüklerin
sondan bir sonraki satırına Nigâr Hanım.
Dışarıda vakitsiz bir güz aldatmacası.
Sonsöz niyetine aşkım. Yeminliyim şiir söyleyemem.
İlk kez defterlerinizde yabancı bir yazı, yabancı bir kalem. Kırmızı bir
çizgi ve: Hepimiz O’ndan geldik. O’na döneceğiz. Rahmetullahıaleyha.
Yine hepsi bu.
Yo, bir fazla.
Ekte: Ben.
Sizin ölümünüz, sizin
defterlerinizde sizin olmayan yazılarla zapta geçirilirken benim ölümüm asla
olmuyor. Dahası defterlerdeki
ölümünüz: korkuyla, heyecanla, endişeyle beklediğim, sizin ölümünüz de
olmuyor.
Çok garip olan şu ki Nigâr Hanım, sizin ölümünüz benim defterlerimde de
sizin ölümünüz olmuyor.
Ve hayat bitmediğinden olacak, defterler bittiğinde öyküler bitmiyor.
Nigâr Hanım romanım değil hayatım olmuş olmalısınız, çünkü sonunuz yok.
Hem sonra nasıl oluyor
da Nigâr Hanım defterlerinizdeki bunca 'bedbaht' yaşantı bir şiire dönüşüyor ben
yazmaya yüreklenince?
Anladım, bunun için uymuyor defterlerle kitaplar birbirine.
dördüncü bölüm!aramıza ölüm girdikten sonra dokunsam yok olacaksın
dokunmanın senfonisi
elbet, elbet dokunmamanın
nigâr hanım, sevgili,
müsaade etme
sana dokunmayayım
biliyorum ki sana
dokunduğum an
bir avuç altın tozuna ya
da
bir buluta dönüşürsün
avuçlarımda
dokunsam sana sen ve ben
dahası sen ve benden
başka
sen ve benin dışında
sen ve benden ibaret
aynı zamanda
dönüşebileceğimiz o
üçüncü şey
ikimizin de bütün güzelliklerinden
ibaret
ikimizin de bütün
zaaflarından münezzeh
cima asla ‘mükemmel’ kadar tahammül
edilmez değil
hem sen ve ben
hem sen ve benden başka
hem hayat hem roman!ne hayat ne roman!
ya hayat ya roman yok olmasın müsaade etme dokunmayayım sana eğer bu
kadarla sınırlı olmadığını görecek kadar aydınlık ve ayıklanmışsa gözlerimiz
karla kar sularıyla bir kez olsun ovulduysa gözlerimiz dar kapının ardına
yetişerek bir kez daha şimdi sen bana dokunma
nigâr hanım, sevgili
sözcüklerin arkasındaki
anlamların da arkasında varolanı görebilecek kadar büyüyerek yeniden
yorumlanacağı kadar büyüyerek yeniden yorumlanacağı güne saklayarak tümüyle gül
masallarını tümüyle kar sevdalarını bana dokunma
İKİNCİ KISIM
beşinci bölüm/size dokunamayacağımı anlayınca
Editör işte tam o can alıcı noktaya gelecek sonunda.
Gerçek şu ki Nigâr Hanım, kendimi varlığınızla aşk olarak yorumladığım bir
birlikteliğe iterken. Aşk olup olmadığı bile belli değildi.
Çünkü aşkın ne olduğu belli değildi.
Aşk için bütün yollar kapalıydı oysa aşktan başka çıkar yol yok gibiydi.
Size bunca gönüllü terk ederken kendimi. Bunca gönüllü izin verirken bunca
kolay yollarda kaybolmaya. Sonsuzluğu kuşatmaya çalışırken bu silahlarla. Bu
olmaz silahlarla yoklarken sonsuzluk noktasını.
Bütün kıyılara köşeler.
Bütün o ufacık kâğıt parçalarına, zarfların arkasına, sigara paketlerine
ve kibrit kutularına. Ki
taplarm boş sahifelerine. Faturaların, su ve elektrik almdıları nın arkasına.
Böylesi incecik ve kargacık burgacık bir yazıyla her zamanlarda. Hem de en
olmayacak zamanlarda. Sözgelimi epistemolojik ahlâk üzerine bildiriler
hazırlanacakken. Sözgelimi otoyollarda saatte bilmem kaç kilometre hızlarla
koşarken ve de aniden dururken.
Sizi aradığımı sanırken, hep kendimi mi arıyordum?
Bütün yaptığım kendi yaşantımda bir başkasının yaşantısını mı sınamaktan
ibaretti? Ya da bir başkasının yaşantısında kendi yaşantımı onaylamak?
Demek ki sonsuzluğu yoklamak, sonsuzluk:
çoğalıp gidebilir miyiz böyle, büyür müyüz defalarca, yeniden
düşer miyiz aynalara, sizin payınıza
karadeniz
kıyısı yirminci asır sonları, taşra, ya benim payıma?
Editör işte tam o can alıcı noktaya gelecek sonunda.
Hep aynı şeyleri yazıyorsun diyecek önce, üstelik dipnotlu ve arşiv
çalışmalı filan da değiller. Hem ben kabul etsem bile, yayım kurulundaki
kişiler. Dudağının ucu kıvrılmış olacak, tam o can alıcı nokta sonunda. Hep
kendini anlatıyorsun.
Başka ne yapabilirim, diye cevap vereceğim en az onun kadar usulca, en iyi
kendimi biliyorken ve en az tanıyorken. Başka ne yapabilirim?
Yeniden gözden
geçirseniz.
Doğru, bu kitap yeniden gözden
geçirilecek. Yeniden yazılacak dahası. Ama yine editör için değil. Kaybolan
yolların ne kendi yaşamımda ne bir başkasının yaşamında onaylanabileceğini
artık öğrenmiş olduğum için. Yaşamanın dokunmak ya da dokunma maya ilişkin bir
şey
olmadığını ise hâlâ anlamamış olduğum için.
Sevgili editör, ah sevgili.
İm m ııll denerlerimin okımamayacağı artık bilinmiş bulunduğu ivin.
Nı' demek Lm?
Hu şu demek.
Yaşamayı lilımlen iptal etmek.
Tanımsızdır, ama yine de bilinmesi gerek.
Yani ki yenilginin bayram kartlan, günaydın sevgilim günaydın, usulen
kapının önünden geçiyorum, görmüyorsun, su ve ışıklan yaratılmış olmalısın,
bilmiyorsun.
I lor şey bir parça yaşanmışlık uğruna.
Amber kütleleri deniz
yüzünden hoş kokulu cariyeler yaratılsın diye hümayun gecelere toplanırken, kaç
denizci yok olur? Kaç denizciyi
huysuz ve güzel bir kedi kapılarda huzursuzlana rak bekler', kimse bilmez.
Ya lâle bahçeleri? Ya üzerine henüz kaç gecenin huzursuzluğu sindirilememiş
lâle bahçeleri?
I lor şey bir parça yaşanmışlık uğruna böyle akıp gidiyorken ve de her şey
yaşanmayanlara böyle dönüşüyorken. Yaşarken de yaşamazken de olmuyorken.
Bir, iptal i'dilmiş
nüsha kalacak, içimde.
Kimseler okumayacak, iptal edilmiş kırmızı kalem serüvenleri. Kaynakçası
gönlümden menkul, bölüm başlıkları gönlünüzce menzil.
Bir de, görünen nüsha kalacak, kitapçılarda. Dipnotlu, arşiv çalışmalı
filân.
llbot ikinci nüsha çok daha başarılı, yani
olması gereken, yani maskeli ve kostümlü gelecek editöre. Yayım komisyonları,
oyayım komisyonları hani, biliyorduk zaten diyecekler, sen akıllı kızsın,
kendim toplaman kaçınılmazdı. Doğru, kaçınılmamış olan yaşanacak. Kaçınılmış
olandan bize ne? Kitaplar tamamlanacak. Halil
ımıza güzel sesli müezzinlerin düştüğü ekim ortalarında, bnsımevlerl olumlu
raporlar verecek. Bu öykü de diğerleri gibi ililecek:
Önsöz: Roma rakamlı sahifelerde bu çalışmanın gereği ve edebiyatımızda bir
şairin yeri ve önemi tespit edilirken, elimizdeki veriler vesaire.
Sonsöz: Demek ki OsmanlI toplumunda ve ondokuzuncu asırda kadın şairler ile
toplumsal yaşam arasındaki ilişki öyle göz ardı edilebilecek türden, yine
vesaire vesaire.
Tamam. Yazıyorum Nigâr Hanım, bir parantez içine sıkıştırılmış doğum ve
ölüm tarihlerinizle sınırlı hikâyenizi. Kafiye, kalıp ve biçim tercihlerinizi.
Yakıyorum bütün defterlerimi.
ah kimseler ince yaşmakla bu cuma, kimseler bu cuma ve asla ve asla bir
başka cuma.
Allah aşkına. Allah
aşkına, sakın bir daha, asla, kimliksiz ve onursuz defterlerimi, kimseler
görmesin diye ve kendine acımanın ihtişamı adına, haksızlığa uğramanın
inanılmaz alacaklılığı adına, söz aramızda sadece aramızda, bana defterlerini
bırakabilmiş kadınların yaşama dair yürekliliği adına.
yakıyorum bütün defterlerimi.
Ne gidecek Göksü âlemlerimiz var bizim ne yüzümüzde nur yaşmaklarının
gölgesi. Ne kanat çırpabileceğimiz gökler, ne ayağımızın altında kaygan olmayan
zemin.
Hayatım ne kadar benim hayatımsm benim sevgilim.
Salt bir nokta, ölümle hayatın arasında. İnce yaşmakla bu cuma seyre
çıkabilirsiniz Nigâr Hanım tam o nokta. Bahçelerde İstanbul lâleleri. İlk değil
ama bu biçimde son kez olması gerek.
İstanbul lâlelerinin
gerçek dişiliği adına. Gerçeğin İstanbul lâlelerine dönüştürülemezliği adına.
Düğümü çözdüm, o nokta.
yakıyorum defterlerimi, hiçbir şey olmayacak biliyorum, hiçbir şey
olmayacak, ne limanlar yıkılacak, ne biz öleceğiz, kaldırın tanrı aşkına, bütün
pembe deniz kabuklarını, istiridyelerden koparılmış bütün inci tanelerini,
bütün kurutulmuş gülleri, bütün yeni tanıdığım çiçekleri, yok edin hilâli ve
yıldızları, artık gelip beni almaları için gökleri gözlemeyeceğim, yıldızlara
el açmayacağım, denizlere ağlamayacağım, kötü rüyalarımı ona anlatmayacağım,
korkularımı büyütmeyeceğim, gecenin saat bilmem sıfır kaçlarında başımın
üzerinden kayıp giden yıldız haritalarının ardına takılarak sınırları
yoklamayacağım, hepsini yok ediyorum.
155
dokununca altın tozuna
dönüşüyor bütün sevgililer, işte nigâr hanım, benim defterlerimdeki bütün
hikâye, ve kimbilir hangi defterlerde dokununca altın tozuna dönüşüyor, bütün
sevgililerin dokununca altın tozuna dönüştüğünden şikâyet eden, bu da başka bir
hikâye.
hilâlin görüneceği günler
gün eylül, aylardan güz aldatmacası bile değil
içimde garip oluşlar
zaman: alışılmadık
mekân: alışıldık, gül ve ölüm
ekte aşk.
hepsi bu.
terkisinde terlemiş cennet atlarının
lâkin birlikte koşacağımız bir cennet hiç var olmadan
ölsem diyorum, yollara dökülsem ya da.
Nigâr Hanım ne kadar güzelsiniz, ben gördüğüm için mi bu kadar güzelsiniz?
son bölüm/elveda sevgilim elveda
Denizle gökyüzünün ortasında bir yerde. Bulutlarla muaşakanın en güzel
yerinde. İçte eylemler hapsolmuş, bilinince. Gelip geçici olduğumuzu bulutların
altında ve toprağın üzerinde, her zamankinden daha fazla hissedince. Üstelik
güzelliğin ne yapılacağını bir türlü öğrenemeyince.
aşk bu yüzden doğdu işte bu yüzden bitti
156
ölüm bu yüzden, elveda bunun için ah elveda sevgilim, elveda
ah elveda
birbirimize gösterebileceğimiz son gülün gösterildiği yerde buhurdanlarda
amber kokuları, karanfil tütsüleri farsça İlâhiler okununca dört bir
yanımızdan, birbirimize ve kendimize ihanetten başka seçenek kalmayınca
ömrümüzde ah elveda sevgilim, elveda
en güzel gülü gösterdikten sonra ne olur,
ne olur
elveda, aşkın kendisini yok etmekten başka çaresi kalmayacak kadar büyüdüğü
o yere gelindiği için aşk bu yüzden doğdu işte bu yüzden bitti
ölüm bu yüzden, elveda bunun için ah elveda sevgilim, elveda
Zeyl:
Fakat bir gün sizinle mutlaka karşılacağımızı biliyorum Nigar hanım.
Yağmurlu bir ekim akşamında mı olur, siz istiklal caddesinden yavruağzı bir
yaşmak yığını içinde süzülerek mi geçersiniz, aklınızın hiç susmayan bir
köşesinde biraz evvel karşılaştığınız bir çift mavi göz, ‘nazenin’, mektebi
sultani kapısından içeri girersiniz endişeyle. Beni hiç görmezsiniz.kaç kez
düşlerime girdiğinizi kuşkusuz bilemezsiniz. Kar, kaldırımlara bir dua gibi
siner. Camlarda buğusu halvetlerin.
Siz müstesna konuklarınıza piyano çalıyor olmalısınız iptida. Antepl i
münif paşa. Garplılaşma tarihi içinde mecumai fununkadm, taad düdi zevcata
zeyl. fatma aliye, suya dökülen mercan bir gerdanlık ve illâ ki münif paşa,
yıldızı parlayan halide salihler. hecenin aruza anlaşılamayan galibiyeti.
İstanbul yangınları, büyük zelzele, binüçyüzon’du. halûk, balkan harbinde
nutuklar irad edeceksiniz sonra, hasta askerler için hasta olmayan kadınlar
kapı kapı dolaşmakta, esirgeme derneği, cemiyeti hayriye, tayyareye binen ilk
türk kadını, 'uçarken hissettiklerim', sekiz güzel kadın, telefon idaresinde
çalışmak uğruna, yirminci asrın sonları, suyun kıyısı, taşra, nerede ve ne
zaman bilmiyorum ama bir gün sizinle mutlaka, bir gün sizinle mutlaka
karşılaşacağımı biliyorum nigâr hanım, inanın bana mutlaka.
umarım ufuk çizgisi üzerinde olur bu.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar