PEYGAMBERLERİN ŞEMÂİLİ
A. KUR’ÂN-I KERİM’DE ADI GEÇEN PEYGAMBERLER
1. ÂDEM (aleyhisselâm)
Âdem kelime olarak sâmi dillerine mensup
bir kelimedir. İbranice "adamah" sözü “ekili alan” demektir ve kök
olarak “adem” “kızarmak” mastarından gelmektedir. Verimli toprağın renginin
kızıl olmasına yapılan bir analojiyle “kızıl toprak” anlamındadır. Nitekim
Arapça' da da “toprak ve yeryüzü” anlamına gelmektedir. İsim olarak Hz. Adem,
semavi dinlere mensup topluluklar tarafından ilk insan ve ilk peygamber
olduğuna inanılan ve künyesi “ebu'l-beşer” (insanlığın atası) olan bir
şahsiyetin adıdır.[1]
Hz. Âdem (aleyhisselâm) ilk insan ve ilk
peygamberdir. Evrende, Âdem'den önce yaratılmış melek ve cin adını taşıyan iki
varlığın daha bulunduğu âyet-i kerîmelerde zikredilmektedir.[2]
Hz. Âdem cennette iken eşiyle birlikte ilk
günâhı işlemesi üzerine yeryüzüne indirilmesinin ardından Rabb'inin telkin
ettiği kelimeleri alıp tevbe etmiş, tevbesi kabul edilerek Allah tarafından
seçilen bir kişi konumuna gelmiştir.[3]
Allahü Teâlâ Âdem'in (aleyhisselâm)
bedenine rûh vermeden önce, meleklere ve ona rûh verdiğini bildirmiş ve
meleklerden ona karşı secde etmelerini emretmiştir. Bu husus Kur'ân-ı Kerîm'de
bildirilmiş olup, meâlen şöyledir: “Rabbin o vakit meleklere şöyle
demişti: Ben çamurdan bir insan (Adem’i) yaratacağım. Onun yaratılışını
tamamlayıp da tarafımdan ona rûh verdiğim zaman, hemen ona (hürmet için)
secdeye kapanın.” [4]
Bunun üzerine meleklerin hep birden secde ettikleri zikredilmektedir.[5]
Hz. Âdem'in (aleyhisselâm) yaratılışı ve
yaratılış süreci; insanın yaratılış gayesini ortaya koyması açısından ve
insanlık tarihinin başlangıcına ışık tutması açısından son derece önemlidir.
Kur'ân, insanı sadece maddeden ibaret gören düşüncenin aksine, onda ruh denen
bir varlığın da olduğunu ifade ederek insana hem maddi hem de manevi anlamda
değer vermiştir. Yüce bir gaye için yeryüzüne gönderilecek olan insan, bu
gayeyi gerçekleştirebilecek özellikte yaratılmıştır. Topraktan başlayan
yaratılış süreci, ruh üflenmesi ile birlikte tamamlanmıştır.[6]
Bu anlamda Âdem’in (aleyhisselâm) şemâili ile ilgili birçok âyet ve hadise
rastlamak mümkündür. Allah Teâlâ Âdem (aleyhisselâm) hakkında şöyle
buyurmaktadır:
“(Ey Habîbim), o vakti hatırla ki, Rabbin
meleklere; “Ben yeryüzünde (hükümlerimi yerine getirecek) bir hâlîfe (bir
insan) yaratacağım” demişti. Melekler de; “biz seni hamdinle tesbih ve zikrinle
takdis etmekte olduğumuz hâlde, orada fesad çıkaracak ve kanlar dökecek kimse
mi yaratacaksın” demişlerdi. Allah; “ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim”
buyurdu.”[7]
“(Bunun üzerine:) Ey Adem! Eşyanın
isimlerini meleklere anlat, dedi. Adem onların isimlerini onlara anlatınca: Ben
size, muhakkak semâvat ve arzda görülmeyenleri (oralardaki sırları) bilirim.
Bundan da öte, gizli ve açık yapmakta olduklarınızı da bilirim, dememiş miydim?
dedi.”[8]
Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulmaktadır:
“Ey insanlar, sizleri bir tek şahıstan (Adem’den) yaratan, o şahıstan da
zevcesini vücuda getiren, ikisinden birçok erkeklerle kadınlar meydana getiren
Rabbinizden korkun. Ve günah yapmaktan sakının”[9]
“Ey insanlar! Hakikat biz sizi bir
erkekle bir dişiden (Adem ile Havva’dan) yarattık. Sizi, birbirinizle
tanışmanız için büyük cemiyetlere, küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki,
sizin Allah Teâlâ nezdinde en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır. (Zira
ruhlar ancak takva ile olgunlaşır, insanlar onunla yükselir.) Şüphesiz Allah
Teâlâ herşeyi bilendir, her şeyden haberdardır.”[10]
Âdem (aleyhisselâm); Nûh (aleyhisselâm),
İbrâhîm (aleyhisselâm), Mûsâ (aleyhisselâm), Îsâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
ve Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile birlikte ulül-azm olan
peygamberler olmamasına rağmen Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfte onun(aleyhisselâm);
Rasûllerin ilki olduğunu, bir başka hadîs-i şerîfte de; Allah Teâlâ ile kelam
eden (konuşan) bir peygamber olduğunu zikretmektedir.[11]
Kur’ân-ı Kerîm’de, Allahü Teâlâ’nın
Âdem’i, Nûh’u, İbrâhîm hanedanını ve İmran ailesini âlemler üzerine seçkin
kıldığı (soylarını peygamber yapığı) belirtilir.[12]
Hz. Âdem’in yaratılışı ile ilgili şöyle
bir bilgi nakledilir: “Allah Teâlâ, Âdem’i (aleyhisselâm) yaratmayı dileyince,
Cebrâîl’i (aleyhisselâm) arza, yâni yeryüzüne gönderdi ve yeryüzünden toprak
almasını emretti. Cebrâîl (aleyhisselâm) arzdan toprak almaya gidince, arz;
“Benden bir parça alıp, noksanlaştırmandan Allah Teâlâ’ya sığınırım” dedi.
Bunun üzerine Cebrâîl (aleyhisselâm) yeryüzünden toprak almadan geri döndü ve
“Yâ Rabbî, dünyâ kendinden bir parça toprak alınması ndan sana sığındı. Ben de
almadan geldiğimden dolayı sana sığınırım” dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ
Mikâil’i (aleyhisselâm) gönderdi. Arz, Mikâil’e (aleyhisselâm) de aynı şeyi
söyledi. O da toprak almadan dönüp, Allah Teâlâ’ya Cebrâîl’in (aleyhisselâm)
söylediği gibi söyledi. Bundan sonra Allah Teâlâ, melekü’l-mevt olan Azrâil’i (aleyhisselâm)
yeryüzüne gönderip toprak almasını emretti. Azrâil (aleyhisselâm) yeryüzüne
gidip, toprak alacağı zaman yeryüzü ona da bir şey veremeyeceğini ve Allah
Teâlâ’ya sığındığını söyledi. Bunun üzerine Azrâil (aleyhisselâm) yeryüzüne;
“Ben de Rabbimin emrini yerine getirmemekten Rabbime sığınırım” dedi. Sonra
yeryüzünün değişik yerlerinden, değişik renkte topraklar aldı. İnsanların
değişik renkten olması bundandır.”[13] “Allah
Teâlâ Âdem’i (aleyhisselâm), yeryüzünün her tarafından aldırdığı topraktan
yarattı. Bu sebeple zürriyetinden siyah, beyaz, esmer, kırmızı renkte olanlar
olduğu gibi, bâzıları da bu renklerin arasındadır. Bâzısı yumuşak bâzısı sert,
bâzısı hâlis ve temiz oldu.”[14]
Übey b. Ka’b’ın Rasûlullah’dan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) rivâyet ettiğine
göre Âdem’in (aleyhisselâm) uzun hurma ağacı gibi[15], upuzun
boylu[16],
kıvırcık[17]
ve çok saçlı[18],
kırmızı benizli, büyük gözlü, kalın baldırlı, uzun boyunlu[19], ve
sakalsız olduğu;[20]
saçının ise iki bölük halinde örgülü olduğu nakledilmektedir.[21]
Âdem’in (aleyhisselâm) çok uzun boylu olduğu; yeryüzüne inince Cenâb-ı
Hak’ın onun (aleyhisselâm) boyunu kısaltıp güzelleştirdiği; arapça konuştuğu;
sonra onu bu bilgisinden soyutlandırdığı zikredilmektedir.[22] Âdem (aleyhisselâm)’in
hiç sakalının olmadığı; kendisinin (aleyhisselâm) çok güzel olup siyah saçlı
buğday renkli olduğu; Havvâ’nın da böyle olduğu; bir rivâyete göre, bin yaşına,
bir rivâyete göre de iki bin yaşına gelince, on bir gün hasta olup, Cumâ günü
vefât ettiği bildirilmektedir. Kendisinin (aleyhisselâm) yaratılanlar içinde en
güzeli olduğu;[23]
onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) güzelliğinin Yûsufdan (aleyhisselâm) başka
kimsede toplanmamış bulunduğu ifade edilmektedir.[24]
Âdem’in (aleyhisselâm) aynı zamanda doğan
iki erkek ve iki kız çocuğu olmuştur. Bunların çapraz evlenmeleriyle ilgili
rivâyette, kendilerinin bu hakkı kazanmaları için kurban sunma olayları,
Kur’ân-ı Kerîm’de meâlen şöyle bildirilmiştir: “Ey Rasûlüm, ehl-i kitaba
Adem’in iki oğlunun haberini hakkıyla oku. Onlar, Allah rızâsını kazanmak için
kurban sunmuşlardı da birinden kabûl edilmiş, diğerinden kabûl olunmamıştı.
Kurbanı kabûl olunmayan (Kâbîl) diğerine; “Seni muhakkak öldüreceğim” demişti.
Kardeşi ona şöyle cevap vermişti: “Allah ancak takvâ sâhiplerinin kurbanını
kabûl eder."61 Bundan sonra Âdem (aleyhisselâm), Hz.
Havva ile Cennet’ten yeryüzüne indirilip uzun müddet ayrı kaldıktan sonra
Arafât ovasında buluşarak Arabistan’da kaldıkları; daha sonra ise Şam’a
yerleştikleri ve Allahü Teâlâ’ya duâ edip sâlih evlat istedikleri ve her sene
biri erkek biri kız olmak üzere ikiz çocukları olduğu; yalnız oğullarından
Şit’in (aleyhisselâm) tek doğduğu nihâyetinde de peygamberimiz Muhammed’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) nurunun ona intikal ettiği; nesli gittikçe çoğaldğı ve
yeryüzüne yayıldığı belirtilmektedir.[25] Allah
Teâlâ bu durumu Kur’ân-ı Kerîm’de bildirmiştir.[26]
Hz. İdris (aleyhisselâm), Âdem’in (aleyhisselâm)
altıncı göbekten torunudur. Allah Teâlâ, ona (aleyhisselâm) otuz sahife
gönderdi. Eski Yunanlı Hermes ve daha sonraki filozofların; fizik, kimya ve tıp
bilgilerini, İdrîs’in (aleyhisselâm) kitabından çaldıkları ifade edilimiştir.
İdrîs’in (aleyhisselâm), Hz. Âdem’e kadar olan nesebi şöyledir: İdrîs (aleyhisselâm),
Yerd, Mehlâîl, Kaynân, Enûş, Şît (aleyhisselâm), Âdem (aleyhisselâm). İdrîs’in
(aleyhisselâm) annesinin ismi, Berre veya Eşvet’tir. İdrîs’in (aleyhisselâm)
pek çok evlâdı oldu. Aralarında en meşhûru Metüşelah’dır. Rasûlullah
efendimizin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mübârek nûru İdrîs’den (aleyhisselâm)
ona geçti. Ondan oğlu Lamek’e, Lamek’den de oğlu Nûh’a (aleyhisselâm) geçti.
İdrîs (aleyhisselâm), Âdem ve Şît’den (aleyhisselâm) sonra kendisine kitap
verildiği bilinen üçüncü peygamberdir. Kaç yaşında peygamber olduğu ve ne zaman
vefât ettiği hakkında muhtelif rivâyetler vardır. 105 veya 120 sene insanları
Hak dîne dâvet ettiği rivâyet edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de İdrîs’in (aleyhisselâm)
hayâtı geniş olarak bildirilmemiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de sadece dört âyet-i
kerîmede (Meryem sûresi 19/56, 57; Enbiyâ sûresi 21/85, 86) zikredilmiştir. [27]
İdrîs (aleyhisselâm) hakkında bilgi veren
sadece dört âyet vardır. İlk ikisi peygamberliğini, doğruluğunu ve yüce bir
mertebeye yükseltildiğini; öteki ikisi de sabrını, kavuştuğu rahmeti ve
iyiliğini açıklıyordu.[28]
İdrîs’in (aleyhisselâm) fazileti ile
ilgili âyetler bulunmaktadır. Zîra Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Teâlâ İdrîs’in (aleyhisselâm)
doğru bir insan olduğunu şöyle buyurmaktadır: “Kitapta İdrîs ‘i de an.
Hakikaten o, pek doğru bir insan, bir peygamberdi.”[29]
İdrîs’in (aleyhisselâm) vasıflarından
birisi de sabırdır. Nitekim Enbiyâ sûresi 85. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle
buyurulmaktadır: “İsmail’i, İdris ‘i ve Zülkifli de (yâdet). Hepsi de
sabreden kimselerdendi.”[30]
Hadislerde İdrîs (aleyhisselâm); beyaz
tenli olduğu bildirilmektedir.[31]
Vehb b. Münebbih de bu rivâyete ilaveten onun (aleyhisselâm) uzun boylu, geniş
göğüslü olduğunu; yürürken adımını kısa attığını; vücudu az kıllı, başı çok
saçlı, vücudunda alacalık hastalığı olmayan beyaz bir nokta bulunduğunu; gür
sakallı, iri kemikli, az etli olup, güzel yüzlü olduğunu, mükemmel bir boy ile
âzâları birbirine gâyet mütenâsib olduğunu, hoş bir sûrete ve güzel ahlâka
sâhip olduğunu zikredilmektedir. Ayrıca gözlerinin yaratılıştan sürmeli olduğu,
ekseriya sükût üzere bulunduğu, teennî ile (acele etmeden) ağır ağır konuştuğu,
konuşurken şehâdet parmağı ile işâret ettiği, yürürken çoğunlukla önüne bakıp
ve çok tefekkür ettiğ, İdrîs'in (aleyhisselâm) ceddi Şît'e (aleyhisselâm)
benzediği bildirilmektedir. Peygamberliğinden önce de ibadetle meşgul olduğu,
iyi kimselerle berâber bulunduğu, geçimini kendi çalışması ile temin ettiği,
İdrîs'in (aleyhisselâm) bunlardan başka insanlara, muhtelif ilimleri de
öğretip, pek çok kimseye hikmet ve riyaziye (matematik) dersleri verdiği, fen
ilimleri, tıp ve yıldızlarla alâkalı ince ve derin meselelerden bahsettiği
hadis kaynaklarında nakledilmektedir. Allah Teâlâ'nın ona semaların esrârını,
terkiplerini, neden meydana geldiklerini, yıldızlarla alâkalı derin bilgileri,
senelerin sayısını ve hesâb ilmini, İdrîs'in (aleyhisselâm) bunların yanında
kavmine kalem ile yazı yazmasını da öğrettiği, İdrîs'in (aleyhisselâm)böyle
yüksek vasıflara hâiz olduğu nakledilmektedir.[32]
Ayrıca Vehb b. Münebbih rivâyetinde
İdrîs'in (aleyhisselâm) sesinin ince ve konuşmasının mülayim olduğu, yazı
yazanların ve elbise dikip giyenlerin ilki olduğunu söylemiştir.[33]
Hâkim'in bir rivâyette açıkladığına göre, İbn Kuteybe başka bir raviden
rivayette “kulağının biri diğerinden daha büyüktü” şeklinde İdrîs'i (aleyhisselâm)
tasvir etmiştir. Vehb'den naklen bunlara ilaveten İdrîs'in (aleyhisselâm)
marangoz olduğu, esmere yakın, ince yüzlü bir şahıs olduğu şeklinde bizlere
bilgi vermektedir [34]
Kalem ile kitaplar yazan ve iğne ile dikiş
diken odur (aleyhisselâm). Daha önce, deriden elbise giyilirdi. Diri olarak
göğe kaldırıldı. Kur'ân-ı Kerîm'de ismi İdrîs diye bildirildi. Çok kitap
okuduğu için ona bu lakap verilmiştir. Kendisine peygamberlik, hikmet ve
sultanlık verildiğinden müselles bin-ni’me (kendisine üç nimet
verilen) de denilmiştir. İbranice olan Tevrât'ta ismi Hanûh diye geçer. Bu,
Arapça'ya Ahnûh diye tercüme edilmiştir. Bâbil'de veya Mısır'da Münîf denilen
yerde doğduğu rivâyet edilmiştir. [35]
3.
NÛH (aleyhisselâm)
Hz. Nûh, İdrîs’den (aleyhisselâm) sonra
gönderilen peygamberdir. Kendilerine yeni bir din verilen peygamberler
(Rasûller)’dendir. Kendisinin Hz. Âdem’e kadar olan nesebi şöyledir: Nûh b.
Lâmek b. Metûşalih (bu isim Metüşalh ve mütevelşih şeklinde de rivâyet
edilmiştir) b. Ehnûh yani (yani İdrîs (aleyhisselâm) b. Yerd b. Mehlaîl b.
Kaynân b. Enuş b. Şiş (Şit) (aleyhisselâm)) b. Âdem (aleyhisselâm). Ayrıca Hz.
Nûh’un asıl isminin Yeşkur, Şakir ve Abdülgaffar olduğu da bildirilmiştir.
Lakâbı Neciyyullah ve şeyhü’l-enbiyâdır. [36]
Nûh’un (aleyhisselâm) ismi Kur’ân-ı
Kerîm’de çeşitli âyetlerde geçer. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak
ki biz, Nûh’u (aleyhisselâm) kavmine Rasûl olarak gönderdik Nûh (aleyhisselâm)
onlara dedi ki, ey kavmim! Allah Teâlâ’ya ibâdet ediniz. İbâdet edilecek O’ndan
başkası yoktur. Eğer O’na îmân etmezseniz, kıyamet gününde (veya tufan gününde)
size büyük bir azâbın isâbet etmesinden korkuyorum”[37]
“Biz Nûh’u (aleyhisselâm) kavmine
peygamber olarak gönderdik. O onlara dedi ki: Ben sizi Allah Te’âlâ’nın
azabıyla korkutuyorum ve azaptan kurtuluşun çaresini açıklıyor, beyan ediyorum.
Allah Teâlâ’dan başkasına ibadet etmeyin Bana muhâlefet etmeniz hâlinde bir gün
(dünyâda garkla, suda boğulmakla; ahirette ise ateş ile ) üzerinize elem verici
çok şiddetli bir azâbın gelmesinden korkuyorum”[38]
Peygamberler içinde en büyükleri olarak
bilinen ve kendilerine ulü’l-azm denilen beş peygamberin birincisidir. Nitekim
ayet-i kerîme meâlen buyurulmuştur: “(Ey Rasûlüm (salla’llâhü aleyhi ve sellem)!
Şunu hatırla ki) Biz peygamberlerden, ümmetlerine risâleti, peygamberliği
tebliğ ve onları dîne dâvet etmeleri için ahd aldık. Husûsen bu ahd
aldıklarımız içinde meşhûr ve ülü’l-azm olanları; sen, Nûh, İbrâhîm, Mûsa ve
Isâ b. Meryem (aleyhisselâm). Biz bunlardan sağlam yeminli, te’kidli bir ahd,
söz aldık.”[39]
Hadislerde bizlere Hz. Nûh’un,
çocukluğunda ve gençliğinde, zâhirde ve bâtında, (görünüşte ve iç âleminde) çok
güzel, pek mükemmel olduğu, bütün güzel sıfatları kendinde topladığı, şekli
şemâili yâni vücut görünüşü ile huy ve yaratılış bakımından Hz. Âdem’e çok
benzediği bildirilmektedir. Nûh (aleyhisselâm) insanlar nezdinde uzun boylu,
esmer tenli, uzun ve gür sakallı, iri vücutlu olduğu rivâyet edilmektedir. [40]
Bir hadiste Nûh (a.s) hakkında kendi
zamanının en güzeli olduğu, kumaştan elbise giydiği, gemide açlık tehlikesiyle
karşı karşıya kaldıklarında onu (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gördüklerinde
kendini tok hissettikleri buyurulmaktadır.[41]
Kendisinin kolları ve bacakları ince,
uylukları etli olduğu, buğday tenli iri yapılı , iri gözlü, uzunca boylu, geniş
omuzlu olup, kolları ve baldırları ince ve kalın olduğu, herşeyin yaratıcısı
olan yüce Rabbimiz, onun mübârek teninin rengini, hâlis gümüş misâli, beyaz
halk ettiği zikredilmektedir. Mübârek başı büyükçe ve pek güzel idi. sakalları
uzunca olduğu, gâyet şiddetli ve gazaplı olduğu, bununla beraber çok kerim,
sabırlı ve yumuşak huylu olup, çok şükredici olduğu iletilmektedir.[42]
Hadislerde şükr, tevazü ve birçok
özellikleri ile nitelenen Hz. Nuh (aleyhisselâm) Hişâm b. Saîd’in rivâyet
ettiği hadise göre, Nûh (aleyhisselâm) bir şey yediği zaman hamd ettiği, aynı
şekilde bir şey içtiği zaman da, biniğine bindiği zaman da hamd ettiği, bu
nedenle Allah Teâlâ kendisini oldukça şükreden kul olarak isimlendirdiği
nakledilmiştir.[43]
Hz. Nûh (aleyhisselâm) zamanında da evler
mevcut olduğu ve onun (aleyhisselâm) da bu evlerde ikamet ettiği
zikredilmektedir. Devamında çok ibadet ettiği, vakitlerinin sıkıntı ve
meşakkatli geçmesine rağmen her gün ve gecede yedi yüz rekât namaz kıldığı;
gâyet zâhid bir zât olduğu, dünyâ ve dünyâlık ile hiç meşgul olmadığı; bin
senelik ömründe, kıldan yapılmış çadır bir evde kaldığı nakledilmektedir.
Kendisine; “Ey Allah’ın peygamberi! Kendinize bir ev yapsanız” diye arz
ettiklerinde; “Nasıl olsa ya bugün, ya yarın öleceğim. Kısa bir zaman için
böyle şeylerle meşgul olmaya değer mi?” buyururdu. [44]
Hz. Nûh’un (aleyhisselâm) aynı zamanda
dülgerlik sanatında ilk olması, Allah Teâlâ’nın azabı geleceği zaman, gemi
inşasına başlaması olayıdır. Şöyle ki, gemi hazır olunca, ona bineceklere Hz.
Nûh besmele ile gemiye binmelerini söylediği ve bütün müminler, o azgın
kâfirlerin gözleri önünde, Hz. Nûh’la berâber gemiye bindiği bildirlmektedir.[45]
Nitekim bu hâl, âyet-i kerîmede meâlen şöyle bildirilmektedir: “Nûh
gemiye bineceklere; “Allah Teâlâ’nın ismiyle girin ki, geminin yürümesi ve
durması Allah Teâlâ’nın irâdesiyledir. Benim Rabbim, müminleri mağfiret edici
ve merhametiyle tûfan belasından kurtarıcıdır, dedi.”[46]
Diğer bütün peygamberler gibi, Hz. Nûh da
kavminin azgınlık ve taşkınlıklarına, bozuk işlerine kapılmamıştı. Çocukluk ve
gençliğinden îtibâren sâlih bir zât ve emin bir kimse olarak tanınmış ve hiç
kimse ondan bir sıkıntı ve rahatsızlık görmemişti. Hz. Nûh (aleyhisselâm)
zamanında, nesil değiştikçe, kavmin bedbahtlığı da artmıştır. Yaşlıların
çocuklara, kötü örnek olup, daha küçüklüklerinden itibaren, Nûh'a (aleyhisselâm)
inanmamaları husûsunda tenbihte bulunmaları şartlanmalarına sebep olmuştur.
Böylece bu kötü hâl onlarda asırlar boyu devâm etti. Her gelen nesil,
kendilerinden önceki neslin kötü işlerini ve âdetlerini kendilerine örnek
aldılar. Böylece, aralarında büyüğe hürmet ve küçüğe merhamet de kalmadı. Bu
hâl ise, akıllı kimselerin ahlâkından değildir.[47]
Yemende bulunan Âd kavmine gönderilen
peygamberdir. Nûh'un (aleyhisselâm) getirdiği dîni kuvvetlendirmek, yaymak için
gönderilen nebilerdendir. Hz Hûd'un ismi, Hûd
a.
Abdullah b. Riyâh (veya Ribâh) b. el-Halûd b. Âd b.
Avs b. İrem b. Sâm olup, Sâm da Hz. Nûh'un oğludur. Kaynaklarda Hz. Hûd'un, Hz.
Nûh'a kadar olan nesebi başka isimlerde de rivâyet olunmuştur. Hz. Hûd'un diğer
ismi Âbir olup, Lakâbı Nebiyullah’dır. Hûd; yumuşaklık, sâkinlik, ruhsat, sulh
ve sükûna vesîle olması ümid olunan şey mânâsına gelen hevâdet kökündendir. [48]
Hûd'un (aleyhisselâm) kavmini iman
etmedikleri takdirde geleceğe dair uyarıda bulunması ile ilgili Allah Teâlâ
şöyle buyurmaktadır: ‘‘Ey kavmim! Sakın bana karşı düşmanlığınız, Nûh
kavminin veya Hûd kavminin, yahut Sâlih kavminin başlarına gelenler gibi size
de bir musibet getirmesin! Lût kavmi de sizden uzak değildir.’’ [49]
‘‘Ad kavmine de kardeşleri Hûd‘u
(gönderdik). O dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka
tanrınız yoktur. Hâla sakınmayacak mısınız?” [50]
Kur’ân-ı Kerîm’de; A’râf, Hûd,
Müminûn, Şuarâ, Fussilet, Ahkâf, Zâriyât, Kamer, Hakkâ ve Fecr
sûrelerinde, Hz. Hûd ve peygamber olarak gönderildiği Âd kavminden
bahsedilmektedir. Soyca onlarla kardeş olduğu zikredilmekte, milletini Allah’ı
tanımaya ve onları ibadet etmeye davet ettiği ifadelendirilmektedir.[51]
Doğduğu zaman annesi ona, Âbir ismini
verdiği nakledilmektedir. Bu isim Âber ve Âyber şeklinde de rivâyet edilmiştir.
Ana rahmine düşmesinden îtibâren, her zaman fevkâlade hâlleri görülen Hz.
Hûd’un bebeklik ve çocukluğu da başkalarından çok farklı olduğu, soy bakımından
baba ve dedeleri kendi zamanın en seçkini olduğu, Orta boylu olduğu, büyüyüp
yetiştiğinde, çehre îtibâriyle zamanındaki insanların en güzeli, akıl
bakımından da onların en mükemmeli olduğu ifade edilmiştir. Vehb’in; Hûd (aleyhisselâm)
esmer tenli, çok saçlı olduğu,[52]
Vehb’e ilâve olarak Kâ’b’ın da Hûd (aleyhisselâm), hakkında güzel yüzlü, Âdem’a
(aleyhisselâm) benzediği, Hz.Yûsuf’dan sonra insanlar içinde Hz. Âdem’e en çok
benzeyen Hûd (aleyhisselâm) olduğu nakledilmektedir. Hadisin devamında onun (aleyhisselâm)
orta boylu, gür saçı ve nûr yüzlü olduğu, sabâhati pek fazla, yâni mübârek
yüzünün çok güzel olduğu haberi bize ulaşmıştır. Mübârek çehresi ay misâli gibi
parlak, mübârek vücudunun da kıllı olduğu rivâyet edilmektedir. Hz. Hûd’un
sıfatı ile ilgili; zühd, ibâdet, sehâ (cömertlik) ve şefkat sahibi olduğu,
fakirlere çok sadaka verdiği, helâl yoldan geçimini te’min etmek için zaman
zaman ticâretle meşgûl olduğu zikredilmektedir[53] Kâ’b
ayrıca Hûd (aleyhisselâm) için Güçlü kuvvetli idi” sözünü eklemiştir.[54]
Bir hadisi şerifte İbn Hişam: “Yûsuf (aleyhisselâm)
haricinde Hûd (aleyhisselâm), Âdem’e (aleyhisselâm) en çok benzeyen idi.”[55]
demiştir. Ebû Zerr el-Ğıfârî’nin peygamberlerle ilgili rivâyette bulunduğu uzun
bir rivâyette, Hûd’un (aleyhisselâm) ilk defa Arapça konuşan kişi olduğu
söylemektedir. Allah Teâlâ’nın bir ihsânı olarak yaratılıştan fevkalâde bir
güzelliğe sâhip olan Hz. Hûd, kavminin en güzeli ve ahlâkça en üstünü olup,
Nûh’un (aleyhisselâm) dinine mensup olduğu, o din üzere ibadet ettiği ayrıca
kavmi arasında sevilen, sayılan, hürmet edilen bir kimse olduğu; doğruluk ve
dürüstlüğü ile başkalarından tamamen farklılık arz ettiği herkes tarafından
bilindiği, gâyet hâlim, selim, yumuşak huylu ve şefkatli olan Hûd’un (aleyhisselâm)
temiz, itibar sâhibi ve soylu bir aileye mensup bulunduğu bilgisi bize
ulaşmaktadır. Hadislerde kavminin itibar ve itimadını kazanmış olduğundan,
herkes arasında Emîn Lakâbı ile tanındığı, cesareti ve zekası ile fevkalâde bir
vasıfa haiz olduğu anlatılmaktadır.[56]
Hûd (aleyhisselâm) çok güç şartlar altında
kalmış olmasına, pek çok mânilerle karşılaşmış bulunmasına rağmen, sabır ve
tahammül göstermiş, bıkmadan, usanmadan ve yorulmadan kavmini imana dâvet
etmiş, kavminin ters, sert, kırıcı ve kaba cevaplarına ve kibirli sözlerine
devam etmekten geri durmamış olduğu zikredilmektedir.[57]
Semûd kavmine gönderilen bir peygamberdir.
Nesebi; Sâlih b. Ubeyd b. Âsif b. Mâşıh b. Ubeyd b. Hâzir b. Semûd b. Âbir b.
İrem b. Sâm b. Nûh’dur (aleyhisselâm). Hz. Âdem’in on dokuzuncu kuşaktan
torunudur. Semûd kavmi küfür ve fesad üzerindeyken, Sâlih (aleyhisselâm)
dünyaya teşrif ettiği, Sâlih (aleyhisselâm), Semûd’un orta halli bir ailesine
mensup olduğu, fakat nesep (soy) itibariyle kavminin en şereflisi olduğu,
babası Ubeydin (başka bir rivâyette Kanûh) muhterem bir zat olarak bilindiği
zikredilmektedir [58]
Hz. Sâlih, Semûd kavmine elçi olarak
gönderilmiştir. O, başlangıçta aklî deliller kullanarak inkarcıları ikna etmeye
çalışmış, afakî ve enfusî deliller ileri sürerek Allah’ın birliğini anlatmış ve
Semûd kavmini sadece Allah’a kulluk etmeye davet etmiştir. Ancak her inkarcı
kavmin yaptığı gibi Semûdlular da peygamberleri Hz. Sâlih’e itiraz etmişlerdir.
Öncelikli olarak onun bir beşer oluşuna vurgu yaparak; “Bizden bir insana
mı uyacağız? O takdirde biz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık içine düşmüş
oluruz” deyip kendileri gibi bir beşer olan bir kimseye itaat etmeyi
mantıksız bulmuşlardır. Bilahare onun yalancı olduğunu ileri sürmüşler, bununla
da yetinmeyip “Sen olsa olsa iyice büyülenmiş birisin” diyerek
onu büyücülükle itham etmişler ve kendilerine uğursuzluk getirdiğini
söylemişlerdir.[59]
Kur'ân-ı Kerîm'de Allah Teâlâ Sâlih'in (aleyhisselâm)
kavmini Allh'a kulluk etmeye davet etmesi ve buna mukabil Allah'ın Sâlih'e (aleyhisselâm)
muciz olarak bir deve göndermesi hakkında şöyle buyurmaktadır:”Semûd
kavmine de kardeşleri Sâlih’i (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk
edin; sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil
gelmiştir. O da, size bir mucize olarak Allah’ın şu devesidir. Onu bırakın, Allah’ın
arzında yesin, (içsin); ona kötülük etmeyin; sonra sizi elem verici bir azap
yakalar.” [60]
“Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih ‘i
(gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka
tanrınız yoktur. O sizi yerden (topraktan) yarattı, sizi orada yaşattı. O halde
O’ndan mağfiret isteyin; sonra da O’na tövbe edin. Çünkü Rabbim (kullarına) çok
yakındır, (dualarını) kabul edendir.”1104
Kâ'b el-Ahbâr'dan Sâlih'in (aleyhisselâm)
Îsâ'ya (aleyhisselâm) benzediği, beyaza çalar kırmızı benizli düz saçlı olduğu
rivâyet edilmektedir. Vehb b. Münebbih'den bize ulaşan rivâyette ise Kâ'b'ın
söylediklerine ilaveten bize Îsâ (aleyhisselâm) gibi yalan ayak yürür ayakkabı
giymediği, saçına hiç yağ sürmediği,ne bir evi ne de bir meskeni olduğu,
Rabbinin ona bahşettiği devesiyle beraber bulunduğu, devesinin gittiği yere
gittiği ve o her nereye yönelse beraber bulunur ondan ayrılmadığı
bildirilmektedir. Yüzü beyaz, yanakları kırmızı olan Sâlih'in (aleyhisselâm)
hadislerde çok güzel bir sûreti olduğu, tatlı sözlü olup, çok fasih (düzgün)
konuştuğu, büyüdükçe kavminin sevgisini kazandığı, herkesle iyi geçinmesi,
güler yüzlülüğü, fakir ve düşkünlere yardımı, zayıfları koruması, hastaları
ziyareti ve başka olgun halleri ile bütün insanlar tarafından sevildiği ve
takdir gördüğü ifade edilmektedir Rivâyetin devamında Semûdlular'ın: “Bunda
büyük bir kabiliyet var, ileride çok istifade ederiz” dedikleri, bu yüzden
putlara tapmayışına ses çıkarmadıkları bilgisi bize ulaşmaktadır.[61]
Rivâyette Sâlih (aleyhisselâm) yedi yaşındayken kavmi arasında dolaşıp
onlara; “Ey Semûdlular! Benim haseb (şeref) ve nesebimi (soyumu) inkâr eder
misiniz? Ben Ubeyd'in oğluyum. Annem de falancadır” dediği, onların da; “Biz
senin soy ve şerefini biliriz” dedikleri zikredilmektedir. Her geçen sene
olgunluğu artan Sâlih (aleyhisselâm), kavmindeki insanlardan ayrılığı apaçık
ortaya çıktığı, yirmi yaşına bastığında yüzündeki nur ve güzellik çok
fazlalaştığı için kimsenin yüzüne bakmaya takat getiremediği; Semûdlular'ın
onun için Âdem'in (aleyhisselâm) oğlu Şîs'e (Şit) (a.s) benziyor dedikleri
bildirilmektedir. Otuz yaşına geldiğinde ilim, hikmet, vakar, sekine ve birçok
faziletler (üstünlükler) ihsan edilen Sâlih (aleyhisselâm) elbisesi yünden olup
nalın giydiği, huy ve yaratılış bakımından zamanındaki insanların en üstünü
olduğu; en tatlı ve en fasih (açık) konuşanı olduğu, bu bilgilere ilaveten
ticaretle meşgul olduğu, çantacılık yapıp ve elinin emeğiyle kazandığını yediği
ifade edilmektedir.[62]
İki yüz sene ömür sürdüğü kaynaklarda
geçmekte ise de bu hususta başka rivâyetler de vardır. Kabr-i şerifi Mekke-i
Mükerreme’de Dâr-ün Nedve’de yahut Rükn ile Makam arasındadır. Bu durum
Fevayih-i Mıskiyye adlı eserde yer alan bir Hadis-i Şerifte; “Nûh, Hûd,
Sâlih, Şuayb’ın (aleyhisselâm) kabirleri, Mekke’de zemzem ile makam
arasındadır.” diye zikredilmiştir.[63]
Keldânî kavmine gönderilen, ulül-azm adı
peygamberlerden biridir. Peygamberimiz Muhammed’den (aleyhisselâm) sonra,
peygamberlerin ve insanların en üstünüdür. Kendisine on suhuf indirilmiştir.
Oğulları, Hz. İsmâîl ve Hz. İshâk da peygamberdir. Torunlarından da
peygamberler gönderilmiş olduğu için Ebü’l-enbiyâ (peygamberler babası)
denilmiştir. Babası Târûh’tur. Bir rivâyete göre annesinin adı Emîle’dir.
İbrâhîm (aleyhisselâm)’den önce de her kavme peygamber gönderildi. Araplar,
İbrâhîm (aleyhisselâm) ilk oğlu Hz. İsmâîl’in; Benî İsrâ’il de, ikinci oğlu
olan Hz. İshâk’ın soyundandırlar.[64]
Hz. İbrâhîm (aleyhisselâm)’in
peygamberliği, Kur’ân'da çeşitli şekillerde ifade edilmiştir. Bakara Suresinde
bir âyette şöyle buyruluyor “Bir zamanlar Rabbi İbrâhîm'i bir takım
kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince, ben seni insanlara
öndek (imam) yapacağım demişti”.[65]
Böylece Allah, Hz. İbrâhîm (aleyhisselâm)’ı kendisine uyup hidayctc erecekler
için bir önder yapmıştır. Bu onun fazilet ve şcrcftc çok ileri bir seviyede
olnıasmdan dolayıdır. Güzel ahlak ve sıfatları da, mütavazi bir mevki kazandığı
için Allah bu vazifeyi ona tevdi etmıştır.[66]
Hz. İbrâhim (aleyhisselâm) ile ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır:
“Biz, Allah’a ve bize indirilene; İbrâhîm,
İsmâîl, İshâk, Ya’kûb ve esbâta indirilene, Mûsâ ve Îsâ’ya verilenlerle Rableri
tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark
gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah’a teslim olduk” deyin. [67]
“İbrâhîm Rabbine: Ey Rabbim! Ölüyü nasıl
dirilttiğini bana göster, demişti. Rabbi ona: Yoksa inanmadın mı? dedi.
İbrâhîm: Hayır! İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için (görmek istedim),
dedi. Bunun üzerine Allah: Öyleyse dört tane kuş yakala, onları yanına al,
sonra (kesip parçala), her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra da onları
kendine çağır; koşarak sana gelirler. Bil ki Allah azîzdir, Hekîmdir, buyurdu.”[68]
Ebu Nuaym’ın Delâilü’n Nübüvve’de
ifade ettiğine göre İbrâhîm’in (aleyhisselâm), Keldânîler’in memleketi olan
Bâbil’in doğu tarafında ve Dicle nehri ile Fırat nehri arasındaki bölgede
doğduğu, annesi, İbrâhîm’e (aleyhisselâm) hâmile iken, temiz bir mümin babası
Târûh’un vefat ettiği, bundan sonra annesinin İbrâhîm’in (aleyhisselâm) amcası
olan Âzer ile evlendiği zikredilmektedir. Bu bilgilere ilaveten İbrâhîm(aleyhisselâm)
hakkında orta boylu, ak benizli, ela gözlü, ak saçlı, güzel ve güler yüzlü,
açık alınlı, uzunca yanaklı, aksakallı olduğu ifade edilmektedir.[69]
Malik’in, Yahya b. Said’den rivâyette
bulunarak kendisinin, Said b. Müseyyib’den İbrâhîm’in (aleyhisselâm) insanları
ilk defa misafir eden, ilk defa sünnet olunan, saçlarını kısaltan, ilk yaşlılık
gören insanlardan olduğu bildirilmektedir. Haberin devamında İbrâhîm (aleyhisselâm)
“Ya Rabbim bu nedir”, diye sormuş? Allah Teâlâ “bu vakardır, olgunluğun
verilmesidir; insanların arasında da izzet belirtisidir”, şeklinde buyurduğu .
İbrâhîm (aleyhisselâm) da, “Ya Rabbim öyle ise vakarımı artır”, duasında
bulunduğu zikredilmektedir.[70]
İbn Mesud es-Sekafî’den ve Mücâhîd’den gelen rivâyete göre Rasûlullah ayak
izlerine varıncaya kadar İbrâhîm’in (aleyhisselâm) bütün nitelikleriyle
insanların kendisine en çok benzeyeni olduğunu söylemiştir.[71] Nitekim
İbn Abbâs ve Ebû Hureyre Rasûlullah’ın “Hz.
İbrâhîm’i görmek isteyen bana-arkadaşına
baksın.”[72]
, “Zürriyeti içerisinde ona en çok benzeyeni benim.” şeklinde buyurduğunu bize
iletmişlerdir.[73]
Buna ek olarak Câbir’den gelen bir
rivâyete göre İbrâhîm (aleyhisselâm) orduyu sağ ve sol şeklinde ilk düzenleyen,
Allah yolunda ilk savaşan ve düzenli amel yapanların ilkiydi. İbn Abbâs güreş
yapanların ilki olduğunu; Ebû Hüreyre minberde hutbe irat edenlerin ilki
olduğunu; Kelbi, Temim ed-Darî’nin ekmeği ilk tirit olarak kullanan olduğunu
bize rivâyet etmişlerdir.[74]
Hadislerde bir başka özelliği ise
misâfirperverliği gösterilmekte, Evi yol üzerinde olan İbrâhîm’in (aleyhisselâm)
gelip geçen herkesi yedirip, içirdiği, bu yüzden unvânının; “Ebû’l- edyâf”
(Misâfirler babası) konulmuş olduğu bilgisi bulunmaktadır.[75] Bir
defasında Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e bir sahabi gelerek
"Ey Muhammed! (salla’llâhü aleyhi ve sellem) İnsanların en hayırlısı
kimdir" şeklinde sorduğunda, Buna karşılık olarak Rasulullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem): "O, İbrâhîm'dir (aleyhisselâm)", buyurmuşlardır.[76]
İbni Abbâs’dan şöyle rivâyet edilmiştir:
“Allah Teâlâ İbrâhîm’e (aleyhisselâm) çok mal ve zenginlik verdi. İbrâhîm (aleyhisselâm);
misâfir, yolcu ve garipler için iki kapılı bir misâfirhâne yapmıştı. İçinde
kışın kışlık, yazın yazlık elbiseleri ve dâimâ yiyeceklerle dolu bir sofrayı
hazır bulundururdu. Muhtaç kimseler bir kapıdan girer, karnını doyurur,
istediği elbiseyi giyer ve diğer kapıdan çıkıp giderdi. Misâfirhânede; yiyecek,
içecek ve giyecekler eksildikçe tamamlardı.’’ Sa’îd b. Müseyyeb ve Übeyd b.
Amr’dan gelen rivâyete göre ise“İbrâhîm (aleyhisselâm) insanları misâfir edip
ağırlayanların ilkiydi. Öyle ki evine kimse gelmediğinde O çıkıp misâfir
arardı.” [77]
Hadis-i şeriften özetle Hz. İbrâhîm; Allah’ın dostu, işinde Allah’a dönük,
içli, yumuşak huylu, yüreği yanık, dosdoğru mümin, vefakar[78], hanîf ve
sâdık, görevini tam yapmış[79]
bir peygamberdir.[80]
Hz. İbrâhîm Kur’ân-ı Kerîm’de, şu sıfatlarla anılmıştır: Halîm (yumuşak huylu)[81]; Reşîd (doğru yolda giden, doğru yolu gösteren)[82]; Evvâh (çok duâ eden, merhametli, ince kalbli, îmânı kuvvetli) ; Münîh (Hakk’a bağlanan) ; Kânit (itâat eden, boyun eğen) ; Şâkir (şükür ve hamd edici; Sıddîk (sıdkı, doğruluğu tam)[83]; Sâlih (iyilik ve salâh sâhibi)[84]; İbrâhîm (aleyhisselâm), peygamberlik vazifesini yapması, sıkıntı ve belâlara katlanmasıyla da medhedilmiştir.
İbrâhim (aleyhisselâm) hakkında, Kur’ân-ı
Kerîm’de meâlen şöyle buyruldu: “Bir vakit Rabbi İbrâhîm’i bir takım
kelimeler (emirler ve yasaklar) ile imtihân etti. İbrâhîm onları tamâmen yerine
getirdi. Allahü Teâlâ; “Ben seni insanlara imâm (dinde önder, rehber)
yapacağım” buyurdu.”[85]
Hz. İbrâhîm’in imâmlığı umûma olup ve
ebedîdir. Zîrâ sonra gelen peygamberler onun neslindendir.“Gerçekten
İbrâhîm, hak dîne yönelen, Allah’a itâat üzere bulunan, bütün iyi hasletleri
kendinde toplayan bir imâm idi (rehberdi).”[86]
Katâde (radiya’llâhü anh) şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ İbrâhîm (aleyhisselâm)’ı bütün mahlûkâta sevdirdi. Bütün dinlerin
mensupları ondan memnun idiler, onu çok severlerdi.” Ama aynı zamanda kendisi
putlara karşı bir cephe açmış, onlara karşı Tevhid mücadelesini
gerçekleştirmiştir.[87]
Ahmet Cevdet Paşa, İbrâhîm’i (aleyhisselâm)
şöyle ifade etmektedir: “Allah Teâlâ’nın İbrâhîm (aleyhisselâm)’ı, Halîl (hâlis
bir dost) edinmesi, onu ilâhî sırlara vâkıf kılarak ihsân buyurmasıdır. İbrâhîm
(aleyhisselâm)’a “Halîl” isminin verilmesinin sebebi ile ilgili çeşitli
rivâyetler yapılmış olup, en mûteberi; Allah Teâlâ’ya karşı pek ziyâde
muhabbeti olması ve Allah Teâlâ’nın rızâsını ve muhabbetini celbeden ibâdet ve
tâatları yapması sebebiyledir. İbrâhîm (aleyhisselâm) İbrânice konuşurdu.
İbrânice Arapça’ya benzerdi. İbrâhîm ismi, İbrânice olup, mânâsı; “Ebî rahîm”
yâni merhametli baba demektir. İbrâhîm (aleyhisselâm) peygamberler babası olup,
bütün insanlara karşı merhametli olduğu için bu isimle anıldı. İbrâhîm (aleyhisselâm)’ın
kumaş tüccarlığı ve zirâatle de meşgûl olduğu rivâyet edilmiştir. İnsanları
doyurmak, misâfirlere ziyâfet vermek için zirâat yapardı. Sürüleri, koyunları
ve sığırları sayılamayacak kadar çoktu. Bütün bunları insanların menfaatine
harcamıştır. Köy, kasaba ve şehirler îmâr etmiştir.”[88]
7.
İSMÂÎL (aleyhisselâm)
Yemen’den gelip Mekke ve civârında
yerleşen Cürhüm kabilesine gönderilmiş bir peygamberdir. İbrânice’de adı, Allah
Teâlâ’ya itâat edici mânâsına gelen İşmûyel’di. Araplar, İsmâîl dediler.
Kur’ân-ı Kerîm’de de İsmâîl olarak geçmektedir. İsmâîl (aleyhisselâm) Hz.
İbrâhîm’in büyük oğlu olup, Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
dedelerindendir. Annesi Hâcer hâtun, asîl bir soydan gelmekteydi.[89]
Allah Teâlâ İsmâil (aleyhisselâm) hakkında
Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır: “Bir zamanlar İbrâhîm, İsmâîl ile
beraber Beytullah’ın temellerini yükseltiyor (şöyle diyorlardı:) Ey Rabbimiz!
Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin.”[90]
“De ki: Biz, Allah’a, bize indirilene,
İbrâhîm, İsmâîl, İshâk, Ya’kûb ve Ya’kûb oğullarına indirilenlere, Mûsâ, Isâ ve
(diğer) peygamberlere Rableri tarafından verilenlere iman ettik. Onları
birbirinden ayırt etmeyiz. Biz ancak O’na teslim oluruz.”[91]
Hadislerde İsmâîl (aleyhisselâm) uzun boylu, ak saçlı, güzel ve nurlu
yüzlü, kırmızımsı tenli olduğu bildirlmektedir.[92] Kâ’b
el-Ahbâr’den naklen İsmâîl (aleyhisselâm) küçükbaşlı, kalın boyunlu, uzun el ve
ayaklı olup, kendisi de kitap ehli tarafından bu şekilde nitelendirilmekteydi.[93]
Haberin devamında öyle ki ayaktayken elleri dizlerine sanki değecek gibi
göründüğü, küçük gözlü, uzun burunlu, geniş omuzlu, uzun parmaklı, çok güçlü ve
kuvvetli olduğu, kâfirlere karşı sert olduğu; kavmine namazı ve zekâtı
emrettiği bildirilmektedir. Son olarak da Rabb’i katında razı olunmuş kullardan
olan İsmâîl (aleyhisselâm), Allah’ın sözünde duran bir kulu olarak
nitelendirilmiştir. Buna mukabil Allah’ın düşmanlarıyla savaşacak kadar hiddete
sahip olan ve
Allah’ın onlara karşı zafer ihsan ettiği
kâfirlerle şiddetli bir şekilde savaşan, Allah için öldürülse bile korkmayan
İbrâhîm’in(aleyhisselâm) oğludur.” ifadesi bize ulaşmıştır.”[94]
Kendisinin (aleyhisselâm) İbrâhîm’le (aleyhisselâm)
beraber Arapça fasih ve beliğ konuşanların ilki olduğu, Arapça’yı Harem’de
annesi Hâcer’in yanında konaklayan Cürhüm kabilesinden öğrendiği,[95]
sonra gelecek olan Peygamber’in de (s. a.) bu şekilde konuşacağı
bildirilmektedir.[96]
İsmâîl’in (aleyhisselâm) husûsiyetlerinden
biri de; kavmine namaz ve zekâtı emrederek emr-i bil-ma’rufta bulunmasıydı.
Nitekim o, âyet-i kerîmede meâlen; “Kavmine namaz ve zekâtı emrederdi ve
Rabbi katında söz ve hâllerinin doğruluğu ile makbûl idi”,[97]
buyurularak, bu hususiyeti ile de methedilmiştir. İsmâîl’ (aleyhisselâm)
husûsiyetlerinden biri de Zebihûllah olması yani Allah Teâlâ için kurban
edilmesidir.[98]
8.
LÛT (aleyhisselâm)
Lût gölü yanında, Sedûm şehri halkına
gönderilen bir peygamberdir. İbrâhîm’in (aleyhisselâm) kardeşi Hârân’ın
oğludur. Kur’ân-ı Kerîm’de yirmi yedi defâ zikredilmiştir. İbrâhîm’i (aleyhisselâm)
ateşe atan Nemrûd’un memleketinden diğer insanlarla birlikte hicret edip, Şam’a
geldikten sonra, azgın bir kavim olan Sedûm ahâlisine peygamber olduğu bildirildi.
Yıllarca durup dinlenmeden kavmine nasihat edip, hak yola dâvet etti. Kavmi
îmân etme şerefine erişemeyip, azgınlıklarını daha da arttırdı. Allah Teâlâ’nın
azâbına düçâr oldu.[99]
Lût (aleyhisselâm) hakkında Allâh Teâlâ
şöyle buyurmaktadır: “Lût ‘a gelince, ona da hüküm (hâkimlik,
peygamberlik, hükümdarlık) ve ilim verdik; onu, çirkin işler yapmakta olan
memleketten kurtardık. Zira onlar (o memleketin halkı), gerçekten fena işler
yapan kötü bir kavimdi.”[100]
“Elçilerimiz Lût’a gelince, Lût onlar hakkında
tasalandı ve (onları korumak için) ne yapacağını bilemedi. Ona: Korkma,
tasalanma! Çünkü biz seni de aileni de kurtaracağız. Yalnız, (azapta)
kalacaklar arasında bulunan karın müstesna, dediler.”[101]
”Mir’at-ı kâinat’ kitabında Lût’un (aleyhisselâm) hilyesi
şu şekilde yazılıdır. “Orta boylu, siyah gözlü, iri yapılı idi.”[102]
Kâ’b el-Ahbâr’dan rivâyetle “Beyaz tenli güzel yüzlü ince burunlu küçük kulaklı
uzun parmaklı güzel görünüşlü idi. Güldüğünde insanların en güzel güleni
insanların en ağır başlısı en bilgilisi kavminin ona yaptığı büyük eziyetlere
rağmen kavmine karşı en az mukavemet edeni idi, şeklinde bize onu tanıma
fırsatı vermiştir.[103]
Gerek tarih kaynaklarından, gerekse tefsir
kaynaklarından Lût’un (aleyhisselâm), Allah Teâlâ’nın, zamanındaki insanlar
arasından seçerek gönderdiği peygamber olduğu için, bütün güzel huylarla
huylanmış olduğu, uzuna çalar orta boylu olduğu bize ulaşmaktadır.[104]
Bu bilgilere ilaveten güçlük ve
sıkıntılara karşı sabırlı ve cömert olduğu, çiftçilik ve ziraat ile uğraştığı,
herkese iyilik yapmayı sevdiği, insanları Hakk’a ve doğru yola çağırdığı,
amcası İbrâhîm’in (aleyhisselâm) getirdiği dinin emir ve yasaklarını insanlara
anlatmakla meşgul olduğu, onların kurtuluşa ermeleri için çırpınıp ve dua
ettiği bilgileri zikredilmektedir.[105]
Lût’un (aleyhisselâm), kavminin helâkinden sonra, Şam bölgesine gidip,
amcası İbrâhîm’in (aleyhisselâm) yanında yedi sene kaldığı, sonra Hicaz’a
gidip, seksen yaşında iken orada vefât ettiği, kabrinin, İbrâhîm’in (aleyhisselâm)
kabrinin de bulunduğu Filistin’deki Halîlurrahmân’da veya Mekke- i Mükerreme’de
Kâbe yanında Hatim denilen yerde olduğu rivâyet edilir. [106]
9.
İSHÂK (aleyhisselâm)
Şam ve Filistin ahâlisine gelen
peygamberlerdendir. İbrâhîm’in (aleyhisselâm) ikinci oğludur. Annesi Hz.
Sâre’dir. Büyük kardeşi İsmâîl’den (aleyhisselâm) kaç yaş küçük olduğu
bilinmemektedir. Kavmini, babası İbrâhîm’in (aleyhisselâm) dînine dâvet ederdi.
[107]
Kur’ân’a göre İshâk’a (aleyhisselâm) vahiy
gönderildiği[108],
hidâyete erdirildiği[109],
sâlihlerden olduğu[110],
mübârek kılındığı[111],
onun ilâhi bir bağış olduğu[112],
doğumunun müjdelendiği bildirilmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de; Hz. İshâk’ın doğum
hadisesi, Zâriyât suresinde İbrâhîm’in (aleyhisselâm) husûsiyetlerinin
anlatıldığı âyette müjdelenmiştir: ""...Melekler onun korkusunu
anlayıp; “ Korkma!” dediler ve onu, bulûğunda ilimde kâmil olacak İshâk adında
bir oğulla müjdelediler.”[113]
“Biz ona (aleyhisselâm) İshâk ve (İshâk’ın
oğlu) Ya’kûb’u da armağan ettik; hepsini de doğru yola ilettik. Daha önce de
Nûh’u ve onun soyundan Dâvûd’u, Süleymân’ı, Eyyûb’u, Yûsuf’u, Mûsâ’yı ve
Hârûn’u doğru yola iletmiştik; Biz iyi davrananları işte böyle
mükâfatlandırırız.”[114]
“Kendisini ve İshâk’ı Mübârek (kutlu ve
bereketli) eyledik. Lâkin her ikisinin neslinden iyi kimseler olacağı gibi,
kendine açıktan açığa kötülük edenler de olacak.”[115]
Kâ’b el-Ahbâr, İshâk (aleyhisselâm)
hakkında “İyi bir hatipti. Kendisinin konuşması ve yüzü güzeldi. Beyaz tenli,
düz saçlı ve sakallı idi. Saçının çoğu beyazlaşmıştı. ve görünüşte en nazif
olanıdır.”şeklinde rivâyet eymektedir. [116]Bu
bilgilere ilaveten “Sîret ve sûretçe babası İbrâhîm’e (aleyhisselâm) benzerdi.
Uzun boylu, kara gözlü, buğday benizli idi. Yaşlanınca gözleri görmez olmuştu.
İshâk (aleyhisselâm), yüz ve şekil îtibâriyle, ahlâk ve yaşayışta babası Hz.
İbrâhîm’e çok benzerdi.” demiştir.[117]
Hadislerde; İshâk’ın (aleyhisselâm),
İbrâhîm’in (aleyhisselâm) akrabâsından bir kadınla, başka bir rivâyete göre de
Lût’un (aleyhisselâm) kızı ile evlendiği,[118] Ya’kûb (aleyhisselâm)
ve Ays adında iki oğlunun olduğu, yüz yirmi sene veya daha fazla yaşadığı,
vefât edince de Filistin’de Halîlürrahmân civârında, baba ve annesinin de
medfûn bulunduğu bir mağaraya defnedildiği bilgisi bulunmaktadır.[119]
10.
YA’KÛB (aleyhisselâm)
Ken’ân diyarında yaşayan insanlara
gönderilen peygamberdir. İshâk’ın (aleyhisselâm) oğlu, Yûsuf’un (aleyhisselâm)
babasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de, meleklerin İbrâhîm’e (aleyhisselâm) İshâk’la (aleyhisselâm)
beraber, Ya’kûb’un (aleyhisselâm) da doğumunu ve peygamberliğini müjdeledikleri
bildirilmektedir.[120]
“Biz ona İshâk ve (İshâk’ın oğlu) Ya’kûb’u
da armağan ettik; hepsini de doğru yola ilettik. Daha önce de Nûh’u ve onun
soyundan Dâvûd’u, Süleymân’ı, Eyyûb’u, Yûsuf’u, Mûsâ’yı ve Hârûn’u doğru yola
iletmiştik; Biz iyi davrananları işte böyle mükâfatlandırırız.”[121]
“Biz Nûh’a ve ondan sonraki peygamberlere
vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve (nitekim) İbrâhîm’e, İsmâîl’e,
İshâk’a, Ya’kûb’a, esbâta (torunlara), Îsâ’ya, Eyyûb’e, Yûnus’a, Hârûn’a ve
Süleymân’a vahyettik. Dâvûd’a da Zebûr’u verdik.”[122]
Ya’kûb, İbrânice bir isim olup;
Saffetullah yâni Allah Teâlâ’nın saf ve temiz kıldığı kul mânâsına gelmektedir,
İ’is ismindeki kardeşiyle ikiz olarak doğdu, İ’is, ondan önce doğ-
duğu için Arapça tâkip etmek mânâsına Ya’kûb denildiği de rivâyet edilir.
Diğer adı İsrail olup, Allah’ın kulu mânâsına gelmektedir.[123]
Kabü’l-Ahbâr’ın Peygamberlerden bahseden
rivâyetinde, Ya’kûb (aleyhisselâm) kılsız vücutlu[124], zayıf
yapılı, uzun boylu, ağır başlı, vakarlı, diğer peygamberlerin en güzeli, en
zarifi olması gibi niteliklerini ifade etmektedir.[125]
Ka’b el-Ahbâr ve Es-Sa’dî’den rivâyet
olunduğuna göre:“O, güzel yüzlü idi. Kardeşi Ays’dan daha iyi, daha zarif idi.
Ayrıca daha güzel konuşurdu. Kardeşi Ays’ın bedeni ona (aleyhisselâm) nispeten
daha kıllı idi”[126]
Başka bir kaynakta ise: Ays’ın sevgide daha çok babasına Ya’kûb (aleyhisselâm)
ise annesine daha yakın olduğu, Ya’kûb (aleyhisselâm); buğday benizli, uzun
boylu, nâzik yapılı bir bedene sahip olduğu, babası İshâk (aleyhisselâm) gibi;
hâlim, selîm, yumuşak huylu, doğru sözlü olup, kerîm ve cömert bir zat olduğu
bildirilmektedir.[127]
11.
YÛSUF (ALEYHİSSELÂM)
Mısır halkına gönderilmiş bir
peygamberdir. İsrâiloğullarndan (Ya’kûb’un (aleyhisselâm) neslinden) gelen ilk
peygamberdir. Yüzünün ve ahlâkının güzelliği ile meşhurdur. Babası. Hz.
İbrâhîm’in oğlu İshâk’ın (aleyhisselâm) oğlu olan Ya’kûb’dur (aleyhisselâm).[128]
Yusuf’un (aleyhisselâm) peygamberliği ve
fazileti ile ilgili Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmesinde şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun ki, (Mûsâ’dan) önce Yûsuf da
size açık deliller getirmişti ve onun size getirdiği şeyler hakkında şüphe edip
durmuştunuz. Nihâyet o vefat edince “Allah ondan sonra peygamber göndermez”
dediniz. İşte Allah o aşırı giden şüphecileri böyle saptırır.”[129]
“Biz ona İshâk ve (İshâk’ın oğlu) Ya’kûb’u
da armağan ettik; hepsini de doğru yola ilettik. Daha önce de Nûh’u ve onun
soyundan Dâvûd’u, Süleymân’ı, Eyyûb’u, Yûsuf‘u, Mûsâ’yı ve Hârûn’u doğru yola
iletmiştik; Biz iyi davrananları işte böyle mükâfatlandırırız.”[130]
Kâ’b el-Ahbâr Yûsuf (aleyhisselâm)
hakkında; “Ak tenli, güler yüzlü, kıvırcık saçlı, ince burunlu, kalın bacaklı,
düz karınlı, düz göbekli ve yanağı benli idi”,denilmiştir.[131]
Başka bir hadiste Yûsufın (aleyhisselâm),
suretçe Âdem’i (aleyhisselâm) andırdığı, yüzü güneş gibi parladığı
zikredilmektedir.[132]
Enes b. Malik’ten gelen rivâyette
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Mîrâc olayında Yûsuf’la (aleyhisselâm)
görüşünden böylece bahis eder: “Kendisine güzelliğin yarısı verilmiştir.”
buyurmuşlardır. [133]
Ebû Hureyre’den gelen rivâyetlere göre Hz.
Peygamber, onun (aleyhisselâm) için : “Nebi oğlu nebidir.” tabirini
kullanmıştır.[134]
İbn Hamid bize şöyle nakleder: “Cenâb-ı
Hakk’ın Hz. Ya’kûb’u, oğlu Yûsufdan ayrı kalmasıyla imtihanı, Hz.Ya’kûb’un
sabrı, Cenâb-ı Hakk’tan yardım dilemesiyle; Ebû Hüreyre ise Hz. Peygamber’i,
oğlu İbrâhîm ve üç kızının (Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Zeynep) ve ayrıca Allah ve
Rasûl’ünün aslanı olan amcası Hz. Hamza’nın Uhûd’da öldürülmesine olan sabrı ve
Allah’a sığınmasıyla karşılaştırır.[135]
Hadislerde Yûsuf’ (aleyhisselâm), Hz.
Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) güzelliği, inceliği, tatlılığı,
şekil, fayda ve yol göstericilik (irşad) yönleriyle benzetilmiştir. Her
peygamber gibi Yûsuf’un (aleyhisselâm) da kendisine mahsus bâzı hususiyetleri
olduğu, bu hususiyetler birçok şekillerde imtihan edilmesinden sonra onda
teberruz ettiği, imtihanların hepsinde Allah Teâlâ’nın izniyle muvaffak olduğu,
Allah Teâlâ’nın, ona kullarının idaresini verdiği bildirilmekteddir. Bu
bilgilere ilaveten insanların ihtiyaçlarını güzel bir şekilde karşıladığı;
Mısır kadınları tarafından çirkin işler yapması teklif edildiği; fakat o,
zindanı tercih ettiği; kendisine iyilikte bulunan Mısır Azizi’nin hakkını
gözeterek, küfrân-ı nîmetten kaçındığı zikredilmektedir. Züleyhâ’nın
tekliflerini reddedip, iyilik gördüğü kimseye ihanet etmediği; hiçbir menfaat
ve zarar, onun doğruyu söylemesine mâni olamadığı; Allah Teâlâ onu, yüce kitabı
Kur’ân-ı Kerîm’de “Sıddîk” çok doğru sözlü” olmakla övdüğü;
kendisine zulüm ve hıyanet edenleri af edip, onların bağışlanması için Allah
Teâlâ’ya dua ettiği; insanların rüyalarını doğru olarak tâbir ettiği
nakledilmektedir.[136]
Hadislerde belirtildiği üzere şemâil
açısından benzedikleri gibi ayrılık ve gurbet açısından da benzetilmiştir.
Nitekim Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vatanı Mekke’den ayrılışını
ki orada bulunan akrabaları, ailesi ve arkadaşlarından ayrı kaldığı ifade
edilmektedir Bu özelliğiyle de Yûsuf’un (aleyhisselâm) hicretle imtihanına
benzetilir[137]
“Yûsuf’un (aleyhisselâm) hususiyetlerinden biri de, kendisine zulmedenleri
affetmesidir. Meselâ kendisine zulmedip sıkıntı veren kardeşlerini ve Azîz’in
hanımı Züleyhâ’yı af edip onlara iyilik yaptığı, hiçbir zaman onların
günahlarını yüzüne vurmadığı, onların Allah Teâlâ tarafından da bağışlanmaları
için dua ettiği zikredilmektedir.
Babası Ya’kûb’un (aleyhisselâm) kendisini
çok sevmesi; kardeşlerinin Yûsuf’u (aleyhisselâm) kıskanmasına sebep olduğu;
onu götürüp kuyuya attıkları; daha sonra bir Mısır kervanına köle diye
sattıkları; sonra da, Mısır Azîzi’ne yâni mâliye nazırına satıldığı
nakledilmektedir. Nazırın hanımı Züleyhâ’nın yüzünden zindana düştüğü; uzun
zaman zindanda kaldıktan sonra Mısır’a mâliye nâzırı olduğu; babasını ve
kardeşlerini Mısır’a getirdiği; orada, yıllarca beraber yaşadılağı
anlatılmaktadır. Babası vefat ettikten sonra kardeşlerinin orada yerleştiği;
Yûsuf (aleyhisselâm) da orada vefat ettiği belirtilmektedir.[138]
İsrailoğullarına gönderilen
peygamberlerdendir. Hz. Eyyûb, Hz. İshâk’ın oğlu İ’is evlâdındandır. Neseb
silsilesi: Eyyûb b. Amus b. Razih b. Rum b. Ays b. İshâk’dır (aleyhisselâm)
Muhterem annesi, Hz. Lut’un neslinden; hanımı Rahime, Hz. Yûsuf’un oğlu
Efrahim’in kızıdır. Eyyûb (aleyhisselâm) Şam civarında yaşayan insanlara
peygamber olduğu, onları Allahü Teâlâ’ya iman ve ibadete çağırdığı, bu uğurda
pek çok zahmet çektiği zikredilmiştir.[139]
Kendisine yedi kişi iman ettiği; çok
malının olduğu ve on oğlunun bulunduğu; Önce çocuklarının öldüğü; daha sonra
malı mülkü gittiği; hastalık içinde dâimâ sabr edip ve şükrettiği; devamında
yeniden sıhhat bulduğu; hatta eskisinden daha çok çocuk ve servete kavuştuğu;
yüz kırk sene yaşadığı zikredilmiştir. Bu zaman zarfında kendisinin tevhîd
mücadelesi hakkında Kur’ân’da geniş ve açık bilgi bulunmamakta; daha çok büyük
sıkıntılara katlanışı, sabredişi, kullukta ve görevde kusur etmeyişi, şikâyette
bulunmayışı ile “ibadet ehline” ve akıl sahiplerine örnek gösterilmektedir.[140]
“Eyyûb’u da (an). Hani Rabbine: “Başıma bu
dert geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin” diye niyaz etmişti.”[141]
“Biz ona (aleyhisselâm) İshâk ve (İshâk’ın
oğlu) Ya’kûb’u da armağan ettik; hepsini de doğru yola ilettik. Daha önce de
Nûh’u ve onun soyundan Dâvûd’u, Süleymân’ı, Eyyûb’u, Yûsuf’u, Mûsâ’yı ve
Hârûn’u doğru yola iletmiştik; Biz iyi davrananları işte böyle
mükâfatlandırırız.”[142]
Kâ’b şöyle ifade etmektedir: “Eyyûb (aleyhisselâm),
uzun boylu, kıvırcık saçlı[143],
geniş göğüslü, büyük[144]
ve güzel gözlü, büyük başlı[145],
kalın kollu, kalın bacaklı ve kısa boyunlu idi. Güzel ahlâklı idi. Alnında
imtihan olunan ve sabırlı olan yazısı mevcut idi.[146]
Hadislerde Eyyûb’ün (aleyhisselâm) Allah
yolunda cihad edip öğüt verdiği;[147] “dullara
verip, onları giydirdiği;[148]
“Allah’a hakkıyla şükreden bir kul olduğu nakledilmiştir.[149]
Hz. Eyyûb; güzel huylu, cömert ve çok
merhametli olduğu; fakirlere, misâfirlere, yetimlere çok yardım ettiği; onun (aleyhisselâm)
bedenine, malına ve evladına gelen musibetlere sabredip, ilahi takdire rıza
gösterdiği için; sabrından dolayı insanlık tarihinde darb-ı meselle olarak
anıldığı zikredilmiştir. .[150]
Allah Teâlâ onu (aleyhisselâm) güzel vasıfları
sebebiyle, Kur’ân-ı Kerîm’de medhü sena buyurdu: “Biz onu (belâlara)
hakîkaten sabırlı bulduk. O ne güzel kuldu. Şüphe yok ki o tamamen Allah’a
dönen (bir zat) idi.”[151]
Eyyûb (aleyhisselâm), Cenâb-ı Hakk’ın
sabırlı bir nebisidir; Cenâb-ı Hakk, Eyyûb’u (aleyhisselâm) maruz bıraktığı
musibetlere karşı ona gönül huzuru ve sabrı nasip ettiği; Allah, sabrından
dolayı onu (aleyhisselâm) kulların en güzeli olarak
isimlendirdiği ifade edilmektedir.[152]
Medyen ve Eyke ahâlisine gönderilen bir peygamberdir.
İbrâhîm (aleyhisselâm) ve Sâlih’in (aleyhisselâm) neslinden olduğu rivâyet
edilir. Nesebi, Buhârî’yi şerheden âlimlere göre; Şuayb b. Mikâil b. Lâvî b.
Ya’kûb (aleyhisselâm) b. İshâk (aleyhisselâm) b. İbrâhîm’dir. Ebüssü’ûd
Efendi’ye göre; Şuayb b. Mikâil b. Yeşcer b. Medyen b. İbrâhîm’ dir.[153]
İsminin Arapça’da Şuayb, Süryânice’de
Yesrûb olduğu bildirilmiştir. Arabistan’da Akabe körfezinden Humus vâdisine
kadar uzanan Medyen bölgesinde doğup büyüyen Şuayb (aleyhisselâm) o kavmin asîl
bir âilesine mensuptur. Hattâ bir rivâyette; dedelerinden olan Medyen adlı
şahsın etrâfında toplanan insanların kurduğu şehre Medyen isminin verildiği,
bölgenin bu adla anıldığı bile söylenir. Şuayb’ın (aleyhisselâm) gençliği,
Medyen kavminin arasında geçtiği; bu bölge halkı sapıtıp azıtmış olduğundan;
onların kötülüklerinden uzak yaşadığı, babasından kalan koyunları ile meşgûl
olup ve çok namaz kıldığı, insanlara güzel huyları ve nasîhatleri ile örnek
olduğu ifa edilmektedir.[154]
Şuayb’ın (aleyhisselâm) peygamberliği ve
kavmine olan nasihati ile ilgili rivâyetler şöyle bildirilmektedir:
“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı
(gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin! Sizin için ondan başka
tanrı yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Zira ben sizihayır (ve bolluk)
içinde görüyorum. Ben, gerçekten sizin için kuşatıcı bir günün azabından
korkuyorum.”[155]
“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik
ve Şuayb: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, ahiret gününe umut bağlayın,
yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın! dedi.”[156]
Kaynaklarda kendisinin orta boylu, buğday
benizli olduğu belirtilmektedir.[157]
Özelliklerinden birisinin de insanları kırmadan, tatlı ve güzel bir lîsânla
onlara emr-i ma’rûf yapmasıdır. Hz. Peygamber; Şuayb (aleyhisselâm) hakkında
söz edilince şöyle buyurdu: “Hz. Şuayb; Peygamberlerin en iyi ve güzel
konuşanıdır. Yani O iyi bir hatiptir; çünkü kendi toplumuna güzelce davranır,
öğütleriyle ve açık konuşmasıyla onları uyarırdı.”[158]
Nitekim Rasulullah(salla’llâhü aleyhi ve
sellem), güzel konuşmasından dolayı ondan; Hatîb’ül-Enbiyâ diye
bahsetmişlerdir. Şuayb’ın (aleyhisselâm) bir başka özelliği de, çok namaz
kılıp, Allah korkusundan pek fazla ağlamasıdır.[159]
İbn Abbâs’dan rivâyet olunduğuna göre bir
zaman Şuayb’ın (aleyhisselâm) son zamanlarında gözleri görmez olmuştu. O (aleyhisselâm)
âmâ idi.[160]
Memleketi olan Medyen ve oraya yakın bir
yer olan Eyke ahâlisine peygamber olarak gönderildiği; her iki kavmin
azgınlıkları yüzünden helâk olması üzerine inananlarla birlikte Mekke’ye
gittiği; orada vefât edip, Kâbe-i Muazzama’da, Altınoluk’un altına, yâni
Hatim’e defnedildiği bilidirilmektedir. Çok namaz kıldığı, kul hakkına
ziyâdesiyle dikkat ettiği; bilhassa ölçü ve tartı âletlerinde hak geçmemesi
için, elinden geleni yapıp ve titizlik gösterdiği zikredilmektedir.[161]
14.
MÛSÂ (aleyhisselâm)
İsrâiloğullar’na gönderilen
peygamberlerdendir. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Mûsâ hakkında Allâh Teâlâ şu âyetleri
nazil buyurmuştur:
“Andolsun biz Mûsâ’ya Kitab’ı verdik. Ondan sonra ardarda peygamberler
gönderdik. Meryem oğlu Isâ’ya da mucizeler verdik. Onu, Rûhu’l-Kudüs (Cebrâ’îl)
ile destekledik. (Ne var ki) gönlünüzün arzulamadığı şeyleri söyleyen bir elçi
geldikçe ona karşı büyüklük tasladınız. (Size gelen) peygamberlerden bir
kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz.”209
“Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana
anlatmadık. Allah Mûsâ ile gerçekten konuştu. “210
Ebû Hureyre’den gelen rivâyete göre,
Rasûlullah’dan Mûsâ’nın (aleyhisselâm) “karışık ve düz saçlı
olduğunu’” işittiğini ve aynı zamanda sanki sıcaktan çıkar gibi kırmızı tenli
olduğunu söylemektedir.211
Abd b. Hamîd’in Yûnus b. Muhammed’in
Şeyban b. Abdurrahman’ın Katade’den, onun da Ebi Aliye’den, Rasûlullah’ın (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) İsra gecesinde Musa b. İmran’ın yanından geçtim.
O, boyunun
yüksekliği ile Âdem’e benzemekteydi. İsa b. Meryem’i gördüm, teni kırmızıya
çalan, başının beyazlığı da görünmekteydi.212
İbn Abbâs Rasûlullah’ın (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Mûsâ (aleyhisselâm) hakkında uzun boyluydu213 ve : “Saçları kulaklarına kadar
uzanıyordu.” şeklinde buyurduğunu bize rivâyet etmiştir.214
İbn Abbâs’ın başka bir rivâyetinde de Mûsâ
(aleyhisselâm) için: Rasûlullah ‘O, uzun boylu, buğday benizli derli toplu
vücutlu idi, demiştir,215 Yemen’in Şenûe kabilesi erkeklerinden
birisi gibidir’ buyurduğunu ifade etmiştir.
Hadiste Mûsâ (aleyhisselâm) için: uzun
boylu, esmer tenli, yüksek burunlu, hafif etli, kıvırcık saçlı olduğu
zikredilmiş;219 Vehb b. Münebbih’ten ise Mûsâ (aleyhisselâm)
hakkında; sağ elinde de (nübüvvet beni) bulunduğunu nakledilmiştir.220
Bir rivâyette Mûsâ’nın (aleyhisselâm) çok
heybetli bir zât olduğu; birine heybetle baksa, o şahsın dehşete kapıldığı
mübârek teninin renginin esmer olduğu; yüzünün ay misâli parladığı; uzunca
boylu olduğu; mübârek saçları ve sakalının siyah olduğu; mübârek yüzünde bir
ben bulunduğu bildirilmektedir.
İbn Abbâs’tan gelen başka bir rivâyette de
Rasûlullah: “Ben onu yuları liften kırmızı bir deve üzerinde telbiye ederek şu
vadiye inerken görüyor gibiyim” buyurmuştur.221
Abullah’ın babasından, onun da Bekir b.
İsa’dan, Ebu Bişr er-Râsibi’den böyle duyduğu rivâyet olunmaktadır. Ebu
İvane’den Amr b. Ebî Selma’dan, onun da Ebû Hureyre’den rivâyet ettiğine göre,
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) böyle söylemiştir: İsra gecesinde bir
rivâyete göre ayağımı kaldırdım, diğerinde ayağımı koydum. Beyti’l-Makdis’de
nebiler ayaklarını yıkamaktaydılar. İsa b. Meryem bana gösterildi, kuşkusuz
insanlardan ona en çok benzer olanı Urve b. Mesud’dur. Sonra bana Musa (aleyhisselâm)
gösterildi. Sonra İbrâhîm’i (aleyhisselâm) gördüm, ona en çok benzer olanı
kuşkusuz sahibinizdir.222
Hz. Mûsa; hilâfet, imâmlık, âlimlerin
başkanlığı, âhid sandığını açma hizmetleri gibi çeşitli işleri Hz. Hârûn’a
teslim etmiştir.223 İsrâiloğullar’na gönderilen peygamberlerdendir.
Hz. Mûsa’nın büyük kardeşidir. Babasının ismi İmrân b. Yaser’dir. Soy
îtibâriyle, Hz. Mûsa’dan üç yaş büyüktür. Mısır’da doğmuştur. Mûsa’un (aleyhisselâm)
en yakın yardımcısı, refîki ve veziridir.224
Hârûn (aleyhisselâm) hakkında Allah Teâlâ
şöyle buyurmaktadır:
“Peygamberleri onlara: Onun hükümdarlığının alâmeti, Tabut’un size
gelmesidir. Meleklerin taşıdığı o Tabut’un içinde Rabbinizden size bir ferahlık
ve sükûnet, Mûsâ ve Hârûn hanedanlarının bıraktıklarından bir kalıntı vardır.
Eğer inanmış kimseler iseniz sizin için bunda şüphesiz bir alâmet vardır, dedi.
ti225
“Rahmetimizin bir sonucu olarak ona kardeşi Hârûn ‘u bir peygamber olarak
armağan ettik. “226
Kâ’bu’l-Ahbâr ve Vehb b. Münebbih’den
naklen rivâyet edilmiştir: “Hârûn (aleyhisselâm) Mûsâ’dan (a.s) daha uzun
boylu, daha etli, daha beyaz tenli ve daha geniş sırtlı idi. Açık ve fasih bir
lisân ile konuşurdu. Yumuşak huylu idi.”227 Buna ilave olarak Kâ’bu’l-Ahbâr, “Hârûn’un (aleyhisselâm) başında bir ben
vardı ayrıca dilinin üzerinde de siyah bir ben bulunuyordu.”
söylemiştir.228
Kaynakta; Hârûn (aleyhisselâm)
konuşmasında insanların en fasihi olduğu, tane tane konuştuğu, konuştuğunda da
bilerek ve yumuşak bir ifade kullandığı zikredilmektedir.229
Vehb b. Münebbih, Kâ’b’a ilaveten “Hârûn (aleyhisselâm)
yaşça Mûsâ’dan (aleyhisselâm) daha büyüktü. Cenâb-ı Hakk hiçbir Peygamberi sağ
elinde nübüvvet beni olmaksızın göndermemiştir. Ancak Hz. Peygamber’in
Peygamberlik mührü iki omuzu arasındaydı.” şeklinde rivâyet etmiştir.230
Enes b. Malik’in İsrâ hadisesi ile ilgili
rivâyetinde sabit olduğu üzere, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
Cebrâ’îl (aleyhisselâm) ile göğün beşinci katına gelir, uzun sakallı ve
sakalının yarısı beyaz, yarısı siyah olan bir zatla karşılaşır. Rasûlullah
Cebrâ’îl’e zatın kim olduğunu sorar. O da: “Bu zat, kavmi tarafından sevilen
Hârûn b. İmran’dır.” buyurmuşlardır.231
Hârûn’un (aleyhisselâm); Mûsa’yla (aleyhisselâm)
Fir’avn’u birlikte îmâna dâvet ettikleri, İsrâiloğullarnın Fir’avn’ın zulmünden
kurtarılmasında, Mûsa’ya (aleyhisselâm) yardımcı olduğu, Mısır’da kaldığı
müddet içinde ve Mısır’dan çıktıktan sonra, Mûsa’nın (aleyhisselâm) yanından
hiç ayrılmadığı bildirilmektedir. Hz. Mûsa, münâcâtta bulunmak ve Tevrât’ı
almak üzere Tûr dağına gittiği zaman, onu yerine vekil bıraktığı;
İsrâiloğullar’nın, Sâmirî isminde bir münâfığın teşvikiyle altından bir buzağı
heykeli yapıp ona taptıklarında mâni olmak için gayret sarfettiği halde Hârûn’u
(aleyhisselâm), dinlemedikleri; İsrâiloğullarnın Tih sahrasında kaldıkları kırk
senenin sonuna doğru, Mûsa’dan (aleyhisselâm) üç sene önce 120 yaşında iken
Tûr-i Sinâ’da vefat ettiği nakledilmektedir. 232
İsrâiloğullarna gönderilen
peygamberlerdendir. Hem nebi, hem sultan olarak nakledilmektedir. Nesebi:
Dâvûdî b. Eşyâ b. Uveyd b. Selmün b. Bâ’ir b. Yahşün b. Aminozeb b. Ram b.
Hasrün b. Baris b. Yehûda b. Ya’küb b. İshâk b. İbrâhîm’dir. Milâddan bin yıl
önce Kudüs’te doğduğu; kumandanlarından Uryâ, muhârebede öldürülünce, zevcesini
aldığı ve bu hanımdan Süleymân’ın (aleyhisselâm) doğduğu, nihyetinde kendisinin
(a.s) yüz yaşında orada vefât ettiği zikredilmektedir.
Vehb b. Münebbih’den gelen rivâyete göre
Peygamberimizin (salla’llâhü aleyhi ve sellem): Dâvûd’un (aleyhisselâm) kısa
boylu, az saçlı olduğunu; Vehb’den gelen başka bir rivâyete göre ise; onun (aleyhisselâm),
seyrek saçlı, temiz ve saf kalpli olduğunu buyurmuştur. 235
Ebû Hureyre’den gelen rivâyete göre,
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem): “Dâvûd (aleyhisselâm) mavi gözlü,
kırmızı yüzlü, ince bacaklı, düz saçlı, beyaz tenli, kıvırcık uzun sakallı,
temiz kalpli, güzel huylu, gür ve güzel sesli idi,” buyurmuş;236 başka bir hadis-i şerifte de Dâvûd (aleyhisselâm)
ile ilgili şöyle buyurulmuştur: “Allah ona verdiği sesin benzerini kimseye
vermemiştir.”237
Dâvûd (aleyhisselâm) ile ilgili nazil olan
âyetler şu şekildedir:
“Biz ona (aleyhisselâm) İshâk ve (İshâk’ın oğlu) Ya’kûb’u da armağan ettik;
hepsini de doğru yola ilettik. Daha önce de Nûh’u ve onun soyundan Dâvûd’u,
Süleymân’ı, Eyyûb’u, Yûsuf’u, Mûsâ’yı ve Hârûn’u doğru yola iletmiştik; Biz iyi
davrananları işte böyle mükâfatlandırırız.”238
“Dâvûd ve Süleymân’ı da (an). Bir zaman, bir ekin konusunda hüküm
veriyorlardı: bir gurup insanın koyun sürüsü, geceleyin başıboş bir vaziyette
bu ekinin içine dağılıp ziyan vermişti. Biz onların hükmünü görüp bilmekte
idik. “239
Dâvûd (aleyhisselâm) hükümdar olunca Allah
onu (aleyhisselâm) hem peygamber, hem de hükümdar yapmıştır.240
Allahü Teâlâ, Dâvûd’a (aleyhisselâm)
demiri hamur yapacak bir kudret verdiğini şöyle buyurmaktadır:
“...Biz ona demiri (bal mumu gibi) yumuşattık.”241
Cenâb-ı Hak, Dâvûd’a (aleyhisselâm) zırh
yapma sanatını öğrettiğini, Kur’ân-ı Kerîm’de haber vermektedir:
“Biz Dâvûd’a (aleyhisselâm) sizin için zırh yapmak san’atını öğrettik. ”242
“Dâvûd’a (aleyhisselâm)
bütün bedeni örtecek) uzun zırhlar yap onları dokumada intizâmı gözet diye
emrettik...”143
Dâvûd (aleyhisselâm) tesbîh okuduğunda
(Allah Teâlâyı zikrettiğinde), dağlar da onunla birlikte tesbîh eder, kuşlar toplanır,
berâberce tesbih okurlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de bu husus şöyle bildirilmektedir:
“...Ey dağlar ve kuşlar! (Dâvûd) (aleyhisselâm) tesbîh edince, siz de
onu tekrâr ediniz...”244
“Doğrusu biz, akşam-sabah onunla tesbîh eden dağları ve kuşları, onun emrine
vermiştik. ”245
Başka bir hadis-i şerifte de Dâvûd (aleyhisselâm)
ile ilgili şöyle buyurulmuştur: “Allah ona (aleyhisselâm) verdiği sesin
benzerini kimseye vermemiştir.”246
Kendisine İbrâni dilinde Zebûr kitabı
geldi. Zebûr’u okuduğunda vahşi hayvanlar ona yaklaşır ve boyunlarını eliyle
tutuncaya kadar eğilirler, hiç ses çıkarmadan onun sesini dinlerlerdi. İsmi,
Kur’ân-ı Kerîm’de 16 yerde geçmektedir.
Mikdam b. Ma’dikerîb Rasûlullah’dan (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) rivâyet ettiğine göre insanların en çok hayırsever olanı
Dâvûd’dur (aleyhisselâm).249
Bir diğer hadise göre ise Dâvûd’un (aleyhisselâm)
çok ibadet edip, çokca ağladığı; gecelerini namaz kılarak geçirip, senenin
yarısını oruçla geçirdiği ve kendi elinin kazancından yediği rivâyet olunmaktadır.250
Abdullah b. Amr, Rasûlullahın (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Dâvûd (aleyhisselâm) hakkında;“Şüphesiz ki Allah indinde en
makbul oruç Dâvûd’un (aleyhisselâm) orucudur. Allah indinde en makbul namaz da
Dâvûd’un (aleyhisselâm) namazıdır. Hz. Dâvûd, gecenin yarısını uyku ile
geçirir; gecenin yarısından sonra üçte birinde de namaz kılar; yine altıda
birinde uyurdu. Bir gün oruç tutar, bir gün de tutmazdı.”buyurduğu haberi bize
ulaşmaktadır.251
Benî İsrâ’il’e gönderilen
peygamberlerdendir. Kudüs yakınlarında Gazze şehrinde doğmuş ve Ya’kûb’un (aleyhisselâm)
neslindendir. Annesi bir rivâyete göre, Dâvûd’un (aleyhisselâm) şehîd kumandanı
Uryâ’nın evlenmek istediği kızdır. Uryâ’nın şehîd olması üzerine, bu kızla, Hz.
Dâvûd’un nikâhlanmış olduğu, ondan da Süleymân’ın (aleyhisselâm) dünyâya
geldiği bildirilmektedir.252
Babası Dâvûd’dan (aleyhisselâm) sonra
hükümdar olduğu, İsrailoğullarını yönettiği; Allah’ın rüzgârı, kuşları, ins ve
cini onun (aleyhisselâm) emri altına verdiği; bununla birlikte ona (aleyhisselâm)
nübüvveti de verdiği zikredilmektedir. Süleymân’ın (aleyhisselâm) Rabbinden
kendine öyle bir haslet verilmesini istediği -ki ondan başkasına verilmiş
olmasın diye duada bulunduğu- Allah’ın da duasını kabul edip ona (aleyhisselâm)
bu özelliği nasip ettiği; Hz. Süleymân’ın evinden sarayına gittiğinde tahtına
oturana kadar ins, cin ve kuşlar hazırda onu beklediği ifade edilmektedir.253 Hz. Dâvûd’un, (aleyhisselâm) oğlu
büyüdüğünde kendi işlerinde onunla istişare ettiği ve her ikisinin de çobanlık
yaptığı nakledilmektedir.254
Hz. Dâvûd hakkında Cenâb-ı Hak şöyle
buyurmaktadır:
“Andolsun ki biz, Dâvûd’a ve Süleymân’a ilim verdik. Onlar: Bizi, mümin
kullarının birçoğundan üstün kılan Allah’a hamd olsun, dediler.”255
“Süleymân’ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup
söylediklerine tâbi oldular. Hâlbuki Süleymân büyü yapıp kâfir olmadı. Lâkin
şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil’de Hârut ile Mârut
isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki o iki melek, herkese: Biz ancak
imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız, demeden hiç
kimseye (sihir ilmini) öğretmezlerdi. Onlar,
o iki melekten, karı ile koca arasını
açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allah’ın izni olmadan hiç
kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni
öğrenirler. Sihri satın alanların (ona inanıp para verenlerin) ahiretten nasibi
olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne
kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!”256
Vehb b. Münebbih’den gelen rivâyetlere
göre Süleymân’ın (aleyhisselâm) uzun boylu, beyaz tenli, iri vücutlu, nurlu ve
güzel yüzlü 257, büyük gözlü ve çok saçlı olduğu258 ve beyaz elbise giydiği bildirilmektedir.259
Süleymân’ın (aleyhisselâm) daha çocuk iken
son derece akıllı, içi dışı güzel ve olgun olduğu; bu yüzden, babası, büyük
işleri onunla istişare ettiği; zekâ, anlayış ve firâsette, ictihâdda, isâbette
en ileride olduğu; çocukluk zamânında, bir çocuk için mümkün olmayan,
şaşılacak, hayret edilecek hâlleri ve hareketleri görüldüğü nakledilmektedir.260 Süleymân’ın (aleyhisselâm) böyle isâbetli
karar ve hükümlerinden biri de, Kur’ân-ı Kerîm’de haber verildi. Meâlen şöyle
buyruldu: “Dâvûd’u ve Süleymân’ı (aleyhisselâm) da
hatırla! Hani onlar ekin (veya bağ mes’elesi) hakkında hüküm veriyorlardı. O
vakit geceleyin bir kavmin davarı ekin tarlasına girip ifsâd etmişti (zarar
vermişti). Biz onların hükümlerini bilici idik. Biz o mes’elenin hükmünü
Süleymân’a bildirdik. Bununla berâber (Dâvûd ve Süleymân’ın) her birine bir
hüküm ve bir ilim vermiştik. ”261
Babasının vefâtı üzerine, 12 veya 13
yaşında sultan, sonra peygamber olduğu, kudret ve ihtişâm sâhibi bir peygamber
olduğu; kırk sene adâletle hüküm sürüp, Kudüs’te vefât ettiği bildirilmektedir.262
Süleymân’ın (aleyhisselâm) vefatı ile
ilgili olarak âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Sonra, biz ona ölüm hükmünü infaz edince, (dayandığı) asasını yemekte olan
ağaç kurdundan başkası onun vefatını onlara (ailesine veya cinlere) göstermedi...”263
İsrâiloğulları’na gönderilen
peygamberlerdendir. Nesebinin İlyâs b. Yâsin b. Ayzâr b. Hârûn olduğu rivâyet
edilmiş olup, Hârûn’un(aleyhisselâm) neslindendir.264
Doğumunu müteakip kendisinden arzın doğu
ve batısını aydınlatan bir nurun parladığını söyleyen Ka’b’a göre yedi yaşında
Tevrât’ı ezberlemiş ve istikbalde mühim bir şahsiyet olacağına ait bazı
harikalar görülmüştür. İlyâs’ın (aleyhisselâm) peygamberliği, Kur’ân-ı Kerîm’de
bildirilmiş olup, bu hususdaki âyet-i kerîmeler meâlen şöyledir:
“İlyâs da, şüphe yok ki, gönderilmiş peygamberlerden idi. O vakit kavmine
(şöyle) demişti: “Siz, Allah Teâlâ’nın azâbından korkmaz mısınız? O en güzel
yaratanı bırakıp da Ba’l’e (Ba’lputuna mı) tapıyorsunuz? Allah sizin de
Rabbinizdir, evvelki atalarınızın da Rabbidir.” Fakat onlar, İlyâs’ı (aleyhisselâm)
tekzîb ettiler (yalanladılar). Şüphesiz onlar hazırlanıp (Cehennem’e)
götürüleceklerdir. Ancak Allah’ın ihlâs sâhibi (mümin) kulları müstesnâdır. Biz
ona (İlyâs’a(a.s)) sonra gelen (ümmet) ler içinde güzel bir yâd (güzel bir senâ
ve iyilikle anılma) bıraktık. Bizden (saâdet ve) selâm olsun İlyâs’ın (aleyhisselâm)
üzerine. (Sonra gelen ümmetlerde İlyâs (aleyhisselâm) üzerine bir hüsn ü senâ
bıraktık ki, bu İlyâs’a(aleyhisselâm) tâbi olanlar üzerine selâm olsun demeleridir.)
Şüphesiz ki biz iyi amel işleyenleri böyle mükâfâtlandırırız. Hakîkaten o
(İlyâs (aleyhisselâm))
Kâ’b, İlyas’ın (a.s); uzun boylu, zayıf
bedenli, kıvırcık saçlı olup, büyük başlı, çekik ve yapışık karınlı, ince
bacaklı olduğunu ve kendisinin başında da kırmızı bir benin bulunduğunu bize
rivâyet etmektedir. 265
Hârûn’un üçüncü batında torunu olan
İlyas’ın (aleyhisselâm),266 başka bir rivâyette Ka’b-el- Ahbâr’a göre
ise göğsünde kırmızı bir ben taşıdığı haber verilmektedir.267İsrâiloğulları’na gönderilen
peygamberlerdendir. İlyâs’dan (aleyhisselâm) sonra gönderilmiştir. Her ikisi de
Mûsâ’nın (aleyhisselâm) dinini yaymakla vazifelendirilmiş nebi idiler. 268
İlyâs’ın (aleyhisselâm), İsrâiloğulları’nı
Allah Teâlâ’ya imâna ve ibâdete çağırdığı; Onu (aleyhisselâm) dinlemedikleri,
hattâ memleketlerinden kovdukları, bir ara İlyâs’a (aleyhisselâm) iman etseler
de daha sonra küfre geri döndükleri zikredilmekte; bunun üzerine İlyâs’ın (aleyhisselâm)
Allahü Teâlâ’nın izni ile Ba’lbek’de yaşayan bu kabile arasından ayrılıp
gittiği, başka beldelerde yaşayanları, Allahü Teâlâ’ya imân ve ibâdet etmeye
dâvet ettiği, bu dâvetleri sırasında uğradığı bir belde halkı tarafından çok
sevilip, orada kalması istendiği ve bunun üzerine bir müddet kalıp, bu sırada
ihtiyâr bir kadının evinde misâfir olduğu bildirilmektedir. Bu kadının
Elyesa’nın (aleyhisselâm) annesi olduğu; Elyesa’nın (aleyhisselâm) o sırada
genç olup hastalandığı; annesinin İlyâs’dan (aleyhisselâm) oğlunun sıhhate
kavuşması için duâ istediği; İlyâs’ın (aleyhisselâm) da duâ ettiği; Elyesa’nın
(aleyhisselâm) hastalıktan kurtulup sıhhate kavuştuğu; bundan sonra İlyâs’ın (aleyhisselâm)
yanından hiç ayrılmayıp, ondan (aleyhisselâm) Tevrât-ı Şerifi öğrendiği
nakledilmektedir İlyâs’dan (aleyhisselâm) sonra Elyesa’nın (aleyhisselâm) Allah
Teâlâ tarafından peygamber olarak görevlendirildği; sonraki zamanlarda da
Elyesa’nın (aleyhisselâm) İsrâiloğullar’nın ıslâhı için uğraştığı ve tebliğ
vazifesi yaptığı ifade edilmektedir.269
Elyesa’dan (aleyhisselâm) Kur’ân-ı
Kerîm’de bahsedilmiş olup mealen Allahü Teâlâ; “(Yâ Muhammed!) İsmâil’i,
Elyesa’, ZülkifTi de hatırla. (Kavmine anlat.) Bunlar hayırlılardan idiler.”270buyurmaktadır.
İsrâiloğullar’na gönderilen
peygamberlerdendir. İsmi husûsunda da ihtilâf olunmuştur. “Zülkifl” lakâbı
olduğu husûsu tercih edilmiş ve tefsîrlerde bu lakâbla anılmasına dâir değişik
sebepler gösterilmiştir. Elyes’â’nın (aleyhisselâm) amcasının oğludur. Ondan
sonra, İsrâiloğullarna Mûsâ’nın(aleyhisselâm) dînini tebliğ etmiştir. Elyes’â’dan
(aleyhisselâm) sonra; kızmadan, sabır göstererek, dînin emirlerini
İsrâiloğullarna bildirmeyi üzerine aldığı, kefil olduğu için Zülkifl denilmiştir.271
Zülkifl’le ilgili farklı tefsir
rivâyetlerinde sahip olma, tarihi şahsiyyet olarak bahis olunsa da, âyetlerde
geçen sözün siyakından Zülkifl’in bir peygamber, dolayısıyla tarihî bir
şahsiyet olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Zülkifl, Fahreddîn er-Râzî’nin de (ö.
606/1209) belirttiği gibi, peygamberlerden söz eden Enbiya suresinde Hz. İsmail
ve Hz. İdris ile birlikte zikredilmektedir. Keza Sâd suresinde de Hz. İbrâhîm,
Hz. İshak ve Hz. Ya‘kûb’tan söz eden 45. âyetten iki âyet sonra yine Hz. İsmail
ve Elyesa‘ ile birlikte anılmaktadır. Bu kontekstler Zülkifin bir peygamber
olduğuna işaret etmekte, dolayısıyla Ebû Musa el-Eş‘arî (ö. 44/665) ile
tâbiûndan Mücâhid’e (ö. 104/722) isnat edilen, “Zülkifl peygamber değil Sâlih
bir kuldur” şeklindeki görüş tercihe şayan gözükmemektedir.272
Zülkifl’den (aleyhisselâm), Kur’ân-ı
Kerîm’de bahsedilmiş olup, meâlen şöyledir: “(Yâ Muhammed!) İsmâil’i, İdris ve Zülkifl’i de yâd et. (Onların yüksek ve pek mükemmel hâllerini
hatırla!) Hepsi de sabredenlerden idiler. (Mükellef oldukları vazifelerinde, Allah
Teâlâ’nın emirlerine uymakta ve mübtelâ oldukları birtakım sıkıntı ve
meşakkatlere karşı tam bir metânetle sabır ve sebât gösterdiler ve bunun
mükâfatına kavuştular.) Ve onları da rahmetimiz içine (peygamberlik vermek yâhut âhıret
nîmetlerine kavuşturmak sûretiyle) aldık. Şüphe yok ki,
onlar sâlihlerden idiler. (Çünkü onlar, nübüvvet ve kerâmet sâhibi oldukları için, fıtraten tam bir
iyiliğe sâhib idiler. Rızây-i ilâhîye uygun amelleri yapıyorlardı.)” “Biz onları rahmetimiz içine aldık”273 buyrulan âyet-i kerîmede geçen rahmet;
nübüvvet yâni peygamberlik veya bütün iyi ve hayırlı işleri yapmak mânâsında
tefsîr edilmiştir.274
Sâd sûresi 48. âyet-i kerîmede de meâlen
şöyle buyruldu: “(Yâ Muhammed!) İsmâil’i, Elyes’â’ı ve
Zülkifl’i yâd et! (Onların da pek mükemmel olan hâllerini kavmine anlat. Dîn-i ilâhî yolunda
ne kadar çalıştıkları, bu uğurdaki fedâkârlıkları, gösterdikleri sabır ve sebât
düşünülsün.) (onların) hepsi de hayırlılardandı.(Onların hepsi hayır ve kemal dereceler
ile tam muttasıf idiler. Allah indinde seçilmiş mübârek kullardan idiler.)”
“Tefsîr-i Kebîr”de şöyle buyruldu: “Âlimler bu âyet-i kerîmeden, peygamberlerin
masûn ve mâsum olduklarına delil getirmişlerdir. Çünkü Allah Teâlâ
peygamberlerin mutlak olarak ahyârdan (çok hayırlı) olduklarına hükmeylemiştir.
Bu hayırlılık, onların fiillerine ve sıfatlarına da şâmildir.”275
Zülkifl (aleyhisselâm) da, Mûsâ’nın (aleyhisselâm)
şerîati ile amel ediyordu. Tevrât-ı şerîfi okuyup, insanlara emir ve
hükümlerini bildirmekteydi. Tebliğ vazifesini hakkıyla yerine getirdi. Şam
beldelerinden bir beldede vefât ettiği rivâyet edilmiştir.276
21.
YÛNUS (aleyhisselâm)
Musul yanındaki Ninova ahâlisine
gönderilen bir peygamberdir. Âsur devletinin başşehri ve önemli bir ticâret
merkezi olan Ninova şehrinde doğduğu, babası Metâ’nın, sâlih bir kişi olarak
bilindiği; Metâ’nın hanımı ile duâ edip, Allah Teâlâ’dan mübârek bir erkek
çocuk ihsân etmesini istedikleri ve nihâyetinde Cenâb-ı Hak’ın da, onlara Hz.
Yûnus’u ihsân ettiği zikredilmektedir. Yûnus’un (aleyhisselâm), Ninova’de
büyüdüğü, kavmi içinde emîn, yalan söylemeyen, yardım sever bir kişi olarak
meşhûr olduğu; otuz yaşına gelince de Ninova ahâlisine peygamber olduğu
bildirilmektedir.277
Cenâb-ı Hak, Yûnus (aleyhisselâm) hakkında
şöyle buyurmaktadır:
“Yûnus’un kavmi müstesna, (halkını yok ettiğimiz ülkelerden) herhangi bir
ülke halkı, keşke (kendilerine azap gelmeden) iman etse de bu imanları
kendilerine fayda verseydi! Yûnus’un kavmi iman edince, kendilerinden dünya
hayatındaki rüsvalık azabını kaldırdık ve onları bir süre (dünya nimetlerinden)
faydalandırdık.”278
“Biz Nûh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da
vahyettik. Ve (nitekim) İbrâhîm’e, İsmâîl’e, İshâk’a, Ya’kûb’a, esbâta
(torunlara), Isâ’ya, Eyyûb’e, Yûnus ‘a, Hârûn’a ve Süleymân’a vahyettik.
Dâvûd’a da Zebûr’u verdik.”279
Bize İbn Abbâs’dan naklen Rasûlullah Erzak
vadisine uğramış ve “Bu vadi hangi vadidir? “ diye sorduğunda ashab: “Erzak
vadisidir” cevabını vermişler. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Ben
Mûsâ’yı gür sesi ile Allah’ı telbiye ederek tepeden aşağıya inerken görüyor
gibiyim.” buyurmuş. Sonra Herşa tepesine gelerek: “Bu tepe hangi tepedir? “diye
sorduğunda da ashab: “Bu tepe de Herşa tepesidir” cevabını vermişler. Bunun
üzerine Rasûlullah: “Ben Yûnus b. Metta’yı (aleyhisselâm) derli toplu, dişi bir
deve üstünde, yünden bir cübbe giymiş, devesinin çılbırı liften olduğu halde
telbiye ederken görüyor gibiyim, buyurmuşlar.280
22.
ZEKERİYYÂ (aleyhisselâm)
İsrâiloğullar’na gönderilen
peygamberlerdendir. İsmi Zekeriyyâ b. Azen b. Müslim b. Sadun olup, soyu
Süleymân’a (aleyhisselâm) ulaşır. Yahyâ’nın (aleyhisselâm) babasıdır. Zekeriyyâ
(aleyhisselâm), Ya’kûb (aleyhisselâm) zürriyetindendir.281 Nihâyet Allah Teâlâ Zekeriyyâ’ya (aleyhisselâm),
Cebrâ’îl (aleyhisselâm) vasıtasıyla duasını kabul ettiğini ve oğlu Hz.
Yahyâ’nın ihsan edileceğini (dünyâya geleceğini) müjdelediği âyet-i kerîme
bildirilmektedir. Bir gün mihrabında (odasında) namaz kılarken, bembeyaz
elbiseler içerisinde ve bir genç suretinde Cebrâ’îl (aleyhisselâm) gelerek,
oğlunun ismini Yahyâ koymasını söylediği, ayrıca onun Hz. Îsâ’yı tasdik ve
zamanın büyüklerinden ve bütün kötülüklerden uzak, nübüvvetle (peygamberlikle)
muttasıf, sâlihler zümresinden bir zât olacağını haber verdiği belirtilmektedir.282
“Zekeriyya’yı da (an). Hani o, Rabbine şöyle niyaz etmişti: Rabbim! Beni
yalnız bırakma! Sen, vârislerin en hayırlısısın, (her şey sonunda senindir)”283
“Zekeriyya mâbedde durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle nida ettiler:
Allah sana, kendisi tarafından gelen bir Kelime ’yi tasdik edici, efendi,
iffetli ve sâlihlerden bir peygamber olarak Yahyâ’yı müjdeler.”284
Bu husus Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle
bildirilmektedir: “Zekeriyyâ (aleyhisselâm) mihrabında,
(odasında) namaz kılarken melekler (Cebrâ’îl (aleyhisselâm) ona (şöyle) nida
etti: “Muhakkak Allah Teâlâ sana; kendinden gelen kelimeyi (yâni İsâ’yı (aleyhisselâm))
tasdik edici ve kavminin seyyidi (efendisi) ve nefsine hâkim ve sâlihlerden bir
peygamber olduğu hâlde Yahyâ’yı müjdeler.”285
Zekeriyyâ b. Berahy’ın (aleyhisselâm)
soyu, Süleymân b. Dâvûd’lara (aleyhisselâm) , Süleymân b. Dâvûd (aleyhisselâm)’ların
soyu da, Yehûza b. Yâkub (aleyhisselâm)’a dayanır.288 Zekeriyyâ’nın (aleyhisselâm) böyle Enbiyâ oğullarından olduğu için,
Beytülmakdis’te, vahiy yazdığı; onun (aleyhisselâm); İsrailoğullarının hem
Peygamberi, hem de, din bilginleri ve danışmanları başkanı bulunduğu
bildirilmektedir.289
Kâşifi’nin; (radiya’llâhü anh) onun (aleyhisselâm)
Kudüs’te Mescid-i Aksâ’da Tevrât yazdığı; kurban kesmeyi idare ettiği;
Mûsâ’nın(aleyhisselâm) getirdiği dini üzere olup, onun dînini kuvvetlendirmeye
gayret ettiği; insanlara güler yüz ve tatlı dille nasîhat ederek doğru yola
çağırdığını söylediği nakledilmektedir. Buhârî’nin (radiya’llâhü anh) “Sahîh”inde marangozluk yaptığı290 ve elinin emeğiyle geçindiği ifade edilmektedir. 291
Mücâhîd’ten rivâyet olunduğuna göre ise
Zekeriyya (aleyhisselâm)’nın Allah korkusundan ağlarken, gözleri yaştan
kuruyacak kadar izleri yüzünde belirgin olduğu;292 kavmi tarafından şehîd edildiği nakledilmektedir. Türbesi iseHalep’tedir.293
İsrâiloğullar’na gönderilen
peygamberlerdendir. Zekeriyyâ’nın (aleyhisselâm) oğludur. Annesinin ismi Elîsâ
olup, İmrân’ın kızı olduğu; Dâvud’un (aleyhisselâm), neslindendir. Yahyâ’nın (aleyhisselâm),
Hz. Meryem’in teyzesinin oğlu olduğu; Allah Teâlâ’nın, onu (aleyhisselâm)
babası Zekeriyyâ’nın (aleyhisselâm) duâsı üzerine ihsân ettiği294 ve isminin “Yahyâ” olmasının Allah Teâlâ
tarafından bildirildiği bahsedilmektedir.295
“Zekeriyya mâbedde durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle nida ettiler:
Allah sana, kendisi tarafından gelen bir Kelime’yi tasdik edici, efendi,
iffetli ve sâlihlerden bir peygamber olarak Yahyâ ‘yı müjdeler.”296
“Biz onun da duasını kabul ettik ve ona Yahyâ ‘yı verdik; eşini de kendisi
için (çocuk doğurmaya) elverişli kıldık. Onlar (bütün bu peygamberler), hayır
işlerinde koşuşurlar, umarak ve korkarak bize yalvarırlardı; onlar, bize karşı
derin saygı içindeydiler. ”297
Kâ’b’dan gelen rivâyetlere göre: Yahyâ
‘nın (aleyhisselâm) güler yüzlü, çatık kaşlı, seyrek saçlı298,
uzunca burunlu, ince sesli, kısa parmaklı olup, güzel yüzlü ve sûrette bir
delikanlı olduğu; çokça ibadette bulunduğu ve itaatte çok güçlü olduğu haber
verilmektedir.299 Onun (aleyhisselâm) efendi olup; ne
kadınlara yaklaştığı, ne de onları arzuladığı belirtilmekte;300 ayrıca küçük yaşta kendisine hikmet
verilmiş olduğu, kalbinin yufka gibi merhametli olması yanında maddeten ve
manen temiz olduğu zikredilmektedir: “Daha çocukken ona
hikmet, katımızdan kalp yumuşaklığı ve sâfiyet verdik.”301
Ana ve babasına itaatkârdı. “O, Allah’tan sakınan ve anasına ve babasına karşı iyi davranan bir
kimseydi. Başkaldıran bir zorba değildi.”302 Milletinin efendisiydi, iffetli, namuslu ve nefsine hâkimdi. Sâlih
kişilerdendir ve peygamberdir.303 O da babası Zekeriyyâ gibi, milleti tarafından şehid edilmiştir.304 Kavmini de İncîl’in hükümlerine uymaya
dâvet etmiş; zâlim yahûdi hükümdârı büyük Herod’un torunu Birinci Herod
tarafından şehîd edilmiştir. Mübârek bedeninin parçaları başka başka şehirlerde
olduğu nakledilmektedir.3srâiloğullar’na gönderilen peygamberlerin
sonuncusudur. Yeni bir din getiren peygamberlerdendir. Îsâ babasız doğmuştur.
Peygamberler içinde en yüksekleri olan ve kendilerine ulü’l-azm denilen altı
peygamberin de beşincisidir.30
“Andolsun biz Mûsâ’ya Kitab’ı verdik. Ondan sonra ardarda peygamberler
gönderdik. Meryem oğlu îsâ ‘ya da mucizeler verdik. Onu, Rûhu’l-Kudüs
(Cebrâ’îl) ile destekledik. (Ne var ki) gönlünüzün arzulamadığı şeyleri
söyleyen bir elçi geldikçe ona karşı büyüklük tasladınız. (Size gelen)
peygamberlerden bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz,”307
Îsâ (aleyhisselâm) ve mucizeleri hakkında
Allâhü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“O peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan
bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derece derece yükseltmiştir. Meryem oğlu
îsâ ‘ya açık mucizeler verdik ve onu Rûhu’l-Kudüs ile güçlendirdik. Allah
dileseydi o peygamberlerden sonra gelen milletler, kendilerine açık deliller
geldikten sonra birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat onlar ihtilafa düştüler de
içlerinden kimi iman etti, kimi de inkâr etti. Allah dileseydi onlar
savaşmazlardı; lâkin Allah dilediğini yapar.”308
Ebî Hüreyre’den (radiya’llâhü anh)
Rasûlullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) İsra gecesinde Musa’yla (aleyhisselâm);
sonra Îsâ’yla (aleyhisselâm) karşılaştığını söylediği; kendisinin (a.s)
Deymes’den yani hamamdan çıkarcasına kırmızı tenli olduğu rivâyet olunmaktadır.
309
Rasûlullah’tan Ebû Hureyre kanalıyla:
Îsâ’nın (aleyhisselâm) orta boylu,”310, beyaz benizli311,
düz saçlı312 olduğu rivâyet edilmiştir.
Rasûlullah’ın Ebû Hureyre’den
rivâyetlerine ek olarak “O, derli toplu vücutlu idi.” şeklinde buyurduğunu
ifade etmektedir.313
Îsâ’nın (aleyhisselâm); saçını uzatıp,
omuzları arasına saldığı;[162] saçına hiç yağ sürmediği;
küçük yüzlü, geniş göğüslü , çok benli
olduğu; sırtına, kıl veya yün elbise ; ayağına, ağaç kabuğundan yapılmış,
tasması hurma lifinden sandal giydiği belirtilmektedir.[163]
Bu hadislere ilaveten Îsâ’nın (aleyhisselâm)
çoğu zaman yalın ayak yürüğü zikredilmektedir. Câbir ve Ebû Hureyre’nin, Îsâ (aleyhisselâm)
hakkında: “Ona en ziyade benzeyen Urve b. Mesud es- Segafî’dir.” şeklinde
Rasûlullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurduğunu bize bildirmiştir.[164]
Ubeyd b. Âmir de Îsâ’nın (aleyhisselâm)
akşam yemeğini öğleye, öğle yemeğini akşam vaktine bıraktığını; “Her kavim
rızkıyla yaşamıştır.” dediğini; ağacın yapraklarından yeyip ve gecelediği yerde
de uyuduğunu da ifade etmektedir.[165]
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
“Akşam rüyamda kendimi Kâbe’nin yanında gördüm. Bir de baktım erkeklerin kara
yağız güzellerinden görebileceğim en güzel bir zat! Uzun saçlı, omuzlarına
kadar uzanmış; saçlarını taramış da (üzerlerinden) su damlıyordu. Ellerini iki
zatın omuzlarına koymuş aralarında tavaf ediyor. Oradakilere; “bu kim?”
dediğimde onlar bana; “Mesih b. Meryem” yahut “Îsâ b. Meryem” cevabını verdiler.”buyurmuştur.[166]
İbn-i Abbâs’dan şöyle rivâyet edilmiştir:
“Yahûdilerden bir cemâat, Îsâ (aleyhisselâm) ve annesi Hz. Meryem’e dil
uzattılar. Îsâ (aleyhisselâm) bunu duyunca onlar hakkında; “Allah’ım! Sen benim
Rabbimsin. Sen beni “Ol” kelimen ile yarattın. Bana ve anneme dil uzatanlara
lanet eyle” diye bedduada bulundu. Allah Teâlâ, onun bu duasını kabul eyledi.
Hz. Îsâ’ya ve annesine dil uzatanları maymun ve domuza çevirdi. Bu durumu gören
yahûdiler, hâdiseyi aralarında görüştüler. Hepsi Hz. Îsâ’yı öldürmek üzere
anlaştılar. Hz. Îsâ’yı aramaya başladılar. Îsâ’nın (aleyhisselâm)
havarilerinden biri olan Yehûdâ (Judas), birkaç kuruş karşılığı Îsâ’nın (aleyhisselâm)
yerini onlara haber verdi, Îsâ’yı (aleyhisselâm) yakalamak için yahûdilerle
beraber eve girince, Allah Teâlâ, Yehûdâ’yı Îsâ (aleyhisselâm)’a benzetti.
Yahûdiler de, onu Îsâ (aleyhisselâm) diye yakaladılar. Öldürüp astılar. Îsâ (aleyhisselâm)
da göğe kaldırıldı. Bu sırada 33 yaşında idi.[167]
25. MUHAMMED (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
Hz. Peygamber’in nesebi şu şekildedir:
Muhammed (aleyhisselâm) - Abdülmuttalib
(Şeybe) - Haşim (Amr) - Abdü Menaf (Mugire) - Kuseyy (Zeyd) - Kilab - Mürre -
Ka’b - Lüveyy - Galib - Fihr - Malik- Nadr - Kinane - Huzeyme - Mudrike(amir) -
İlyas - Mudar - Nizar - Me’add -Adnan[168]. Künyesi
Ebû Kasım veya Ebû İbrâhîm, doğulduğu tarih 20 Nisan 571 senesidir. Baba adı
Abdullah b. Müttalib, dede adı Abdülmuttalib b. Hâşim olmuştur.[169]
Allahü Teâlâ’nın habîbi, sevgilisi, yaratılmış bütün insanların, mahlûkâtın her bakımdan en üstünü, en güzeli, en şereflisi. Allah Teâlâ’nın methettiği ve bütün insanlara ve cinne peygamber olarak seçip gönderdiği, son ve en üstün peygamberdir.. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olup, her şey onun hürmetine yaratılmıştır. Mübarek ismi, pekçok, tekrar tekrar övülmüş, methedilmiş mânâsına gelen Muhammed’dir (aleyhisselâm). Ahmed, Mahmûd, Mustafâ gibi başka mübarek isimleri de vardır. Babasının ismi Abdullah olup, hicretten 53 sene önce Rebî’ul-evvel ayının on ikisinde Pazartesi gecesi, sabaha karşı Mekke’de doğdu. Tarihçiler, bu günün, milâdî sene ile 571 senesinin Nisan ayının yirmisine rastladığını bildirmektedirler.[170]
Doğmadan birkaç ay önce babası, altı yaşında iken de annesi vefat ettiği,
bu sebepten Peygamber Efendimize (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Dürr-i Yetim
(Kâinat sedefinde bulunan tek büyük ve en kıymetli inci) Lakâbı da verilmiştir,
Sekiz yaşına kadar dedesi Abdülmuttalib’in; onun ölümü üzerine ise amcası Ebû
Tâlib’in yanında kalıp, yirmi beş yaşında Hadîce-tül-Kübrâ validemiz ile
evlenmiştir. Bu hanımından doğan ilk oğlunun adı Kasım’dır. Bundan dolayı
Peygamberimize Ebü’l Kasım yâni Kâsım’ın babası da denilmiştir. Araplarda böyle
künye ile anılmak âdettir. Elli iki yaşında iken Mîrâc vuku bulduğu, milâdın
622 yılında 53 yaşında olduğu hâlde, Mekke’den Medine’ye hicret ettiği, yirmi
yedi kerre muharebe yaptığı; h. 11 (m. 632) senesinde Rebî’ul-evvel ayının on
ikisinde Pazartesi günü öğleden evvel 63 yaşında iken vefat ettiği
zikredilmektedir. Allahü Teâlâ, bütün peygamberlerine ismi ile hitâb ettiği
hâlde, ona (salla’llâhü aleyhi ve sellem); “Habîbim” (Sevgilim) diye iltifat
etmiştir. Âyet-i kerîme’de meâlen; “Seni âlemlere rahmet
olarak gönderdik” (Enbiyâ sûresi: 107) ve bir hadîs-i kudsî’de de; “Sen olmasaydın, mahlûkâtı yaratmazdım ” buyurmuştur.[171] Her peygamber, kendi zamanında, kendi
mekânında, kendi kavminin hepsinden her bakımdan en üstünüdür. Peygamberimiz
Muhammed (aleyhisselâm) ise, dünyâ yaratıldığı günden kıyamet kopuncaya kadar,
her zamanda, her memlekette, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların her bakımdan
en üstünü en fazîletlisidir. Hiç bir kimse hiç bir bakımdan onun üstünde
değildir. Cenâb-ı Hak, onu (salla’llâhü aleyhi ve sellem) öyle yaratmıştır.[172]
Yüce Allah, ilk yaratma şerefine, bedeni
itibariyle Hz. Âdem’i, Peygamberlik itibariyle de Hz. Muhammed’i (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) nâil etmiş ve bu durumu diğer peygamberlerine bildirmiştir.
Bu sebeple onun sıfatlarını gösteren bazı işaretlerin semâvi kitaplarda
bulunduğunu görmekteyiz. Hüseyin el-Cisrî, bu kitaplardan Hz. Peygamber’i
gösteren yüz işaret ortaya çıkarmıştır.[173] Aslında bugünkü İncil ve Tevrat’ta Hz.
Peygamber’in sıfatlarını açıkça göremiyoruz. Zîrâ aslen ilâhî birer kitap olan
İncil ve Tevrat daha sonra tahrife uğramıştır. Buna rağmen İncil ve Tevrat’ta
bazı işaretler vardır ki, onları Hz. Peyğamber’den başkasına atfetmek mümkün
değildir. Mesela Tevrat’ta: “Paran (Faran) dağından parladı ve mukaddeslerin on
binleri içinde geldi...”[174] denir. Paran dağı Hicaz’da bir yerin
adıdır. Bu anlamda Paran dağı ‘Hira’, on binler de ashâb-ı kirâm ola bilir.
İncil’de geçen örneklerde ise “Size göndereceğim pederden çıkma hak ruhu
(tesellici) gelirse, o bana şehadet eder.”[175] Geleceği bildirilen hak ruhu
Hz.Peygamber’den başkası değildir. Zira gerek Yahûdiler ve gerekse de
Hıristiyanlar geleceği bildirilen bu kimsenin bu güne kadar kim olduğunu ortaya
koyamamışlardır. Aynı zamanda İncil’de geçen Hak Ruhu kelimesinin Yunanca
karşılığı ‘Faraklit’, veya ‘Paraklit’ olarak kullanılmaktadır. Bu kelime
“Ahmed” manasına gelmektedir.[176] Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Îsâ’nın (aleyhisselâm)
kendisinden sonra gelecek peygamberin isminin Ahmed olduğunu beyan ettiği
nakledilir.[177] “Hani, Meryem oğlu İsa, “Ey İsrailoğulları! Şüphesiz ben, Allah’ın size,
benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek, Ahmed adında
bir peygamberi müjdeleyici (olarak gönderdiği) peygamberiyim” demişti. Fakat
(İsa) onlara apaçık mucizeleri getirince, “Bu, apaçık bir sihirdir” dediler”.
Muhammed (aleyhisselâm) ümmîdir Yâni kitap
okumamış, yazı yazmamış ve hiç kimseden ders görmediği; Mekke’de doğup büyümüş,
belli kimseler arasında yetiştiği; böyle olduğu hâlde, Tevrat’ta ve İncil’de,
Yunan ve Roma devirlerinde yazılmış kitaplarda bulunan bilgilerden,
hâdiselerden haber verdiği; İslâmiyet’i bildirmek için, hicretin altıncı
senesinde Rum, İran ve Habeş hükümdarlarına ve diğer Arab pâdişâhlarına
mektuplar gönderdiği bildirilmektedir. Huzuruna altmıştan ziyâde yabancı elçi
gelmiştir. Bu husus, Kur’ân-ı Kerîm’de meâlen; “Sen, bu Kur’ân-ı Kerîm gelmeden önce, bîr kitap okumadın. Yazı yazmadın.
Okur-yazar olsaydın, başkalarından öğrendin diyebilirlerdi”[178] şeklinde bildirilmektedir. Hadîs-i
şerifte de; “Ben ümmîpeygamber Muhammed’ im... Benden
sonra peygamber yoktur” buyruldu. Yine Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “O (Muhammed (aleyhisselâm))
kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun sözleri, Ona (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) bir vahiy ile bildirilmekte, öğretilmektedir.”[179]
İslâm âlimleri, Muhammed’in (aleyhisselâm)
görünen bütün uzuvlarını, şeklini, sıfatlarını, güzel huylarını ve bütün
inceliklerine varıncaya kadar hayâtının tamâmını açık birşekilde senet ve
vesikaları ile yazmışlardır. Bu bilgiler, bizzat Peygamber efendimizin kendi
beyanları olan hadîs-i şeriflerinden ve Ashâbının bildirdiği haberlerden
toplanmıştır. Bunları ihtiva eden eserlere, siyer kitapları ‘denmektedir.
Binlerce siyer kitabı arasında, Peygamber efendimizin hilye-i seâdetini
bildiren en meşhur kitaplar; İmâm-ı Tirmizî’nin “Eş-Şemâil-ür-Rasûl”ü ve Kadı
İyâd’ın “Şifâ-i şerîf”i ile İmâm-ı Beyhâkî’nin ve Ebû Nuaym
İsfehânî’nin “Delâil-ün- Nübüvve”leri, bir de İmâm-ı Kastalânî hazretlerinin “Mevâhib-i Ledünniye” adlı eseridir.[180]
Hadîs-i şeriflerde ve Ashâb-ı kiramın
bildirdiği haberlerde, sevgili Peygamberimizin hilye-i seâdeti şöyle
bildirilmektedir:
Fahr-i kâinatın mübarek yüzü ile bütün
âzâ-i şerifesi ve mübarek sesi, bütün insanların yüzlerinden ve azalarından ve
seslerinden güzel olduğu bildirilmektedir. Mübârek yüzünün bir mikdar yuvarlak
olur ce neşeli olduğu zamanda, ay gibi nûrlanırdı. Sevindiği, mübarek alnından
belli olurdu. Rasûlullah efendimiz gündüz nasıl görürse, gece de öyle görürdü,
önünde olanları gördüğü gibi, arkasında olanları da görürdü. Yana ve geriye
bakacağı zaman, bütün bedeni ile dönüp bakardı. Yeryüzüne, semâdan daha çok
bakardı. Mübarek gözleri büyük ve kirpikleri uzun olup, mübarek gözlerinde bir
mikdar kırmızılık bulunduğu ve gözlerinin karası gâyet siyah olup, geceleri
sürme çekerdi. Fahr-i âlemin (sallallah aleyhi ve sellem) alnının açık olduğu;
mübârek kaşlarının ince olup, kaşları arası açık olduğu; iki kaşı arasındaki
damar, hiddetlenince kabardığı ifade edilmektedir. Mübârek burnu gâyet güzel
olup, orta yeri bir mikdar yüksek olduğu; mübârek başının büyük olduğu; mübârek
ağzının küçük olmadığı belirtilmektedir. Mübarek dişlerinin beyaz olup,
öndekilerin seyrek olduğu; söz söyleyince, sanki dişleri arasından nur
çıktığının bildirilmektedir. Allahü Teâlâ’nın kulları arasında Ondan (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) daha fasîh ve daha tatlı sözlü kimse görülmez, mübârek
sözleri gâyet kolay anlaşılır, gönülleri alır ve ruhları çekerdi. Söz söylediği
zaman, kelimeler inci gibi dizilirdi. Bir kimse saymak istese, kelimelerini
saymak mümkün idi. Bazen iyi anlaşılması için, üç kerre tekrar ederdi.
Cennet’te Muhammed (aleyhisselâm) gibi konuşulacaktır. Mübarek sesi, kimsenin
sesinin yetişemediği yere ulaşırdı.[181]
Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem
efendimiz, güler yüzlü idi. Tebessüm ederek güler ve mübarek ön dişleri
görünürdü. Gülünce, nuru duvarlar üzerine aks ederdi. Ağlaması da, gülmesi gibi
hafif idi. Kahkaha ile gülmez, yüksek sesle de ağlamazdı. Ama üzülünce, mübarek
gözlerinden yaş akar, mübarek göğsünün sesi işitilirdi. Ümmetinin günahlarını
düşününce, Allah Teâlâ’nın korkusundan ve Kur’ân-ı Kerîm’i işitince ve bazen da
namaz kılarken ağlardı.[182]
Fahr-i âlem efendimizin, mübarek
parmakları iri ve mübarek kolları etli idi. Mübarek avuçlarının “içi geniş idi
Bütün vücûdunun kokusu, miskten güzel idi. Mübarek bedeni, hem yumuşak, hern de
kuvvetli idi. Enes b. Mâlik (radiya’llâhü anh) diyor ki: “Rasûlullah’a on sene
hizmet ettim. Mübarek elleri ipekten yumuşak idi. Hülasa Peygamberimizin elleri
ve ayakları dolgun, parmakları uzundu, kolları da uzun olup pazuları kalındı.
Ancak ailevi işleri ve savaşlardaki bazı çalışmaları sebebiyle, ara sıra sertleşirdi.
Fakat bu sertlikleri geçici olup, kayıp olmaktaydı.[183]
Mübarek karnı geniş olup, göğsü ile aynı
hizada olduğu; omuz başının kemiklerinin iri olup mübârek göğsünün geniş olduğu
bildirilmektedir. Ümmü Seleme’nin; Rasûlullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
en sevdiği elbisesi gömleğiydi dediği nakledilmektedir.[184]
Enes b. Malik’ten rivâyet olunduğuna göre:
“Rasûlullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) şöyle bir özelliği vardı: Yanına uzun boylu kimse gelse, kendisi ondan
daha uzun görünürdü. Çok defa, iki uzun boylu kimseyle birlikte yürüdüğünde
onlardan daha uzun görünürdü. Onlardan ayrılınca, kendisi orta boylu haline
döner, o iki kişi de uzun boylu hallerine dönerlerdi.” [185]
Mübarek saçları va sakallarının kılı çok
kıvırcık ve çok düz değil, yaratılışdan kıvrımlı idi. Mübarek saçları uzundu,
önceleri kâkül bırakırdı, sonradan ikiye ayırır oldu. Mübarek saçlarını bazen
uzatır, bazen da keser, kısaltırdı. Saç ve sakalını boyamazdı. Vefat ettiği
zamanda, saç ve sakalındaki ak kılların sayısı yirmiden az idi. Rasûlullah çok
güzel bir sakala sahipti. Sakalının gür olduğu ve yüzünü tamamen doldurup
göğsüne kadar indiğini, kaynaklarda görmekteyiz. Gâyet siyah bir saç ve sakala
sahip olan Hz. Peygamber’in vefat ettiği sırada, “alt dudağı etrafında ve
şakaklarında beyazlamış sakalları, bir miktar da başında, ağarmış saçı vardı.”
Nakledildiğine göre başında ve sakalındaki ağarmış olanların sayısı yirmiye
ulaşmıştı.[186]
Hz. Peygamber’in bütün beden ve ahlâkını
tavsif eden ve bu tavsifleri çeşitli eserlerde yer alan Hz. Ali ve Hind b. Ebi
Hale de, onun başının büyük olduğundan söz etmişlerdir.[187]
Hz. Peygamber’in yüzü güzeldi. Onun bu
güzelliğini, yüzünün değermi olması ile birlikte, yuvarlak da değildi. Zira bu
tarzdaki bir yüz, hem Arap ve hem de diğer milletlerin yanında son derece
sevimli sayılmıştır. Hadislerin birinde Rasûlullah’ın yanaklarının düz olduğu,
diğerindeyse yumru şeklinde olmayıp biraz uzunca idi söylenmektedir.[188]
Peygamberimizin ağzının büyüklüğü, fesahat
ve belâğat sahibi olduğuna işaret sayılmıştır. Ayrıca, Hz. Peygamber’in
dudaklarını kapattığı zaman onlarda görülen ahenkli şeklin, hiçbir insana nasip
olmadığı bildirilmiştir. Bu sebeple kaynaklarda, ağzı güzel denmektedir.
Kaynaklarda aynı zamanda Hz. Peygamber’in ağız temizliğine çok dikkat ettiğini,
dişlerini sık sık misvakladığını görmekteyiz. Kulaklarının da kusursuz bir
yaratılışa sahip olduğu geçmektedir. Burnu gâyet latif, ölçülü olup zâhiren
kavisli, gerçekte çekme şeklinde idi. Ebu Nuaym’ın Abdullah b. Mes’ud’dan
naklettiği rivâyette ise ‘..burnunun kaşlarına yakın kısmı biraz yüksekti...’
söylenmektedir.[189]
Hz. Ali kendisini böyle anlatır:
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ne son derece uzun ne de son derece
kısaydı, O orta boyluydu ve rengi kırmızıya çalan beyazdı. Gözleri karaydı.
Yürüdüğü vakit, yamaçta yürüyormuş gibi sert adımlar atardı. Bir tarafa
döndüğünde bütün vücuduyla dönerdi. İki omuzu arasında Peygamberlik mührü
vardı; zira O, peygamberlerin sonuncusuydu. Gönlü cömert ve aksanı en düzgün
kişiydi. Gâyet yumuşak tabiatlı, muaşereti de soylu idi. Ansızın gören Ondan (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) çekinir, fakat tanıdıkça Onu daha çok severdi. Kendisini
tanımlayan kimse, “Ne Ondan önce ne de Ondan sonra asla bir benzerini
görmedim.” derdi.[190]
Enes b. Malik (radiya’llâhü anh)
anlatmaktadır: “Rasûlullah (aleyhisselâm), insanların en güzel huylusu idi. Bir
gün beni ihtiyaçtan ötürü bir yere göndermişti. Ben de aslında Onun (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) emrettiği yere gitmeye niyetli olduğum halde çocukluk hali,
“gitmeyeceğim” diyerek evden çıktım. Sokakta oynayan çocukların yanına gittim.
Tam o sırada Rasûlullah (aleyhisselâm) arkamdan ensemi tuttu. Dönüp baktığımda
bana gülümseyerek, “Enesciğim! söylediğim yere gittin mi?” dedi. Bunun üzerine ben de, “Evet Ya
Rasûlallah! şimdi gidiyorum’ dedim.” Enes sözlerine söyle devam etmektedir:
“Allah’a yemin olsun ki, Rasûlullah’a (aleyhisselâm) dokuz sene (başka bir
rivâyette on sene) hizmet ettim, bu süre zarfında yaptığım bir işten dolayı bir
gün olsun bana ‘neden böyle yaptın?” veya yapmadığım bir işten dolayı da “neden
böyle yapmadın?” diye sormamıştır.”[191]
Yûsuf (aleyhisselâm), zahiri; Rasûlullah
efendimiz de, bâtınî güzellikleriyle insanlara göründüler. Yûsuf’un (aleyhisselâm)
cemâli görülünce eller kesildi. Rasûlullah efendimizin kemâli ile zünnarlar
kesildi, putlar kırıldı ve küfür bulutları dağıldı. Peygamberimiz de bu iki
güzellik nuruyla kendisinden sonra ümmetine, ashabına güven ve sevgi ilkesi,
doğruluk, dürüstlük edep ilkesi, adalet, hilm ve benzeri ilkeler bırakmış oldu.
Ashâb-ı kiram ( radiya'llâhü anh), Peygamber efendimize; “Yâ Rasûlallah! Siz mi
güzelsiniz, Yûsuf (aleyhisselâm) mı daha güzeldi?” diye sordular. Efendimiz
cevap olarak; “Kardeşim Yûsuf benden sabîh (güzel), ben ondan melihim {sevimliyim). Onun görünen güzelliği, benim görünen
güzelliğimden çoktur” buyurdular. Peygamber efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde; “Allah Teâlâ’nın gönderdiği her peygamber güzel yüzlü, güzel seslidir.
Sizin Peygamberiniz ise, onların en güzel yüzlüsü ve en güzel seslisidir” buyurdular.[192]
Nübüvvet mührünün şekli hususunda da çok
değişik tasvirler vardır. Saîd b. Yezid: “O çadırın düğmesi gibi idi, derken
Câbir b. Semure ‘Güvercin yumurtası kadardı...”
söylemektedir.[193]
Cenâb-ı Hak, bir yandan Hz. Peygamber’in
“peygamberlerin mührü” olduğunu ve ondan sonra artık bir daha peygamber
göndermeyeceğini kesinlikle bildirirken, diğer taraftan da, bu ‘mühür’ eserini,
onun mübarek vücudunda tecelli ettirmiş bulunmaktadır.[194]
Kendisinin tevazuyla ilgili söylediği
hadiste “Ey insanlar! Allah’tan korkun. Sakın şeytan sizi aldatmasın. Ben
Abdullah’ın oğlu Muhammed’im. Allah’ın kulu ve resûlüyüm. Allah’a yemin ederim
ki beni, Allah’ın bana verdiği makamın üstüne çıkarmanızı sevmiyorum.”
Sehl b. Sa’d es-Sâidî anlatıyor: “Bir
kadın Rasûlullah’a (as) bir hırka getirmişti. Allah Resûlü, ’Bu kadifeden hırka
da nedir?” diye sordu. Kadın: “Ya Resûlallah! Sizin giymeniz için onu kendi
ellerimle dokudum buyurun.” dedi. Esasen Rasûlullah Efendimizin böyle bir
hırkaya ihtiyacı da vardı, onu aldı. Ardından o hırkayı giyinmiş olarak namaz
kılmak için mescide çıktı. Adamın biri “Yâ Resûlallah! Bu giymiş olduğunuz
hırka ne kadar da güzel!” diye seslendi. Allah Resûlü (as); “Evet öyledir.” buyurdu. Odasına girdiğinde hırkayı katlayıp o adama gönderdi. Orada
bulunan insanlar adama çıkışarak, “Vallahi, sen iyi bir şey yapmadın.
Rasûlullah’ın (as) bu hırkaya ihtiyacı vardı. Allah Rasûlü’nün kendisinden bir
şey isteyen kişiyi boş çevirmediğini sen de biliyorsun.” dediler. Bunun üzerine
adam şöyle dedi: “Allah’a yemin olsun ki, ben bunu sadece giymek için almadım,
kefenim olsun diye aldım.” Sehl diyor ki: “ O zat öldüğü gün, o elbise
kendisine kefen olmuştu.” [195]
Rasûlullah efendimizi, ansızın gören
kimseyi korku kaplardı. Kendisi yumuşak davranmasaydı, peygamberlik
hâllerinden, kimse yanında oturamaz, sözünü işitmeye takat getiremezdi. Hâlbuki
kendisi hayâsından mübarek gözleri ile kimsenin yüzüne bakmazdı. Kendisi
insanların en cömerdi idi. Bir şey istenip de yok dediği görülmemiştir.
İstenilen şey varsa verir, yoksa cevap vermezdi. O kadar iyilikleri, o kadar
ihsanları vardı ki, Rum İmparatorları, İran şahları ve hiç bir hükümdar, Onun
kadar ihsan yapamazdı. Fakat kendisi sıkıntı ile yaşamağı severdi, öyle bir
hayat sürerdi ki. Yemek ve içmek hatırına bile gelmezdi. Yemek getirin yiyelim
veya falanca yemeği pişiriniz demezdi. Yemek getirilirse yer, her ne meyve
verseler kabul ederdi. Bazen aylarca az yer, açlığı severdi. Bazen da çok
yerdi. Yemek sonunda su içmezdi. Suyu otururken içerdi. Başkaları ile yemek
yerken, herkesten sonra el çekerdi. Herkesin hediyesini kabul ederdi. Hediye
getirene karşılık olarak kat kat fazlasını verirdi. [196]
Çeşitli elbise giymek âdeti idi. Yabancı
devlet sefirleri gelince süslenip, kıymetli ve nefis elbise giyerek, güzel
yüzünü gösterirdi. Yatağı deriden olup, içi hurma ağacının lifleri ile dolu
idi. Bazen bu yatak üzerine, bazen yere serili deri üzerine, bazen da hasır
veya kuru toprak üzerine yatardı. Mübarek avucunun içini sağ yanağının altına
koyup, sağ yanı üzerine yatardı. Zekât malı almaz, çiğ soğan ve sarımsak gibi
şeyler yemez ve şiir söylemezdi. Enes b. Malik’ten rivâyet olunduğuna göre:
“Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mübarek saçlarını çok kere
yağlar ve sakallarını çoğu zaman tararlardı. (Aynaya bakıp) ‘Ya Rabbi!
Yaratılışımı güzel eylediğin gibi ahlâkımı da güzelleştir, derlerdi. Saçlarını
yağladıktan sonra başlarına tülbent örterlerdi. Bu tülbent yağcının elbisesinin
yağlı oluşu gibi, yağı emerdi.”[197]
Minberi ile kabr-i şerifi arasına Ravza-i
Mutahhara’dandır. Burası Cennet bahçelerindendir. Teri misk gibi kokardı ve
inci tanesi zannedilirdi. Mübarek cildi ipekten yumuşaktı. Ne çok beyaz, ne de
esmer, bu iki rengin ortası; parlak gül kırmızısına benzer beyazlıkta berraktı.
Etrafına itimat ve huzur veren mübarek yüzü, yüzlerin en güzeli idi ve ayın on
dördündeki dolunay gibi parlardı.[198]
Ulemâ-i Râsihîn denilen, hem zahir ve hem
de bâtın bilgilerinde üstâd ve Peygamber efendimize vâris olan yüksek İslâm
âlimleri, Onu (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bütün güzellikleriyle görmüş ve
âşık olmuşlardır. Bunların en başında Ebû Bekr-i Sıddîk (radiya’llâhü anh)
gelmektedir. O, Rasûlullah sallAllah aleyhi ve sellem efendimizdeki nübüvvet
nurunu görüp; üstünlük, güzellik ve yüksekliklerini idrâk ederek, âşık olmuş ve
bunda öyle ileri gitmiştir ki, başka hiç bir kimse onun gibi olamamıştır. Hz.
Ebû Bekr, her an, her baktığı yerde Rasûlullah efendimizi görürdü. Bir keresinde
hâlini; “Yâ Rasûlallah! Nereye baksam sizi görüyorum” diye arzetmişti. Bir
keresinde de; “Bütün iyiliklerimi, sizin bir yanılmanıza değişirim” demişti.[199]
Rasûlullah efendimizin güzelliğini en iyi
görüp anlayan ve anlatanlardan biri de, mü’minlerin annesi Hz. Âişe validemiz
idi. Hz. Aişe; âlim, müctehid, akıllı, zekî, edîb İdi. Gâyet beliğ ve fasîh
konuşurdu. Kur’ân-ı Kerîm’in mânâlarını, helâl ve haramları, Arab şiirlerini
ve hesap ilmini çok iyi bilirdi. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
efendimizin mübarek bedeninde toplanan, bâtını güzellikleri gösteren görünen
güzellikler, hiç bir ferdin bedeninde toplanmamıştır.”[200]
Allah Teâlâ, sevgili Peygamberine (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) verdiği iyilikleri, ihsânları sayarak, onun mübârek kalbini
okşarken, kendisine güzel huylar verdiğini de saymakta, meâlen; “Sen, güzel huylu olarak yaratıldın” buyurmaktadır. İkrime (radiya’llâhü anh) buyuruyor
ki: “Abdullah ibni Abbâs’ dan işittim: Bu âyet-i kerîmede, “Huluk-ı azîm” yâni
güzel huylar, Kur’ân-ı Kerîm’in bildirdiği ahlâktır. Âyet-i kerîme’de meâlen; “Sen Huluk-ı azîm üzeresin”[201] buyuruldu. Huluk-ı azîm; Allah Teâlâ ile
sır, gizli şeyleri bulunmak, insanlar ile de güzel huylu olmak demektir. Çok
kimselerin İslâm dînine girmesine, Rasûlullah’ın güzel ahlâkı sebeb oldu.[202]
Sözleri gâyet tatlı olup gönülleri alır,
rûhları cezb ederdi. Aklı o kadar çoktu ki, Arabistan yarımadasında, sert,
inatçı insanlar arasında gelip, çok güzel idâre ederek ve cefâlarına
sabrederek, onları yumuşaklığa ve itâate getirdi. Çoğu, dinlerini bırakıp
Müslüman oldu ve dîn-i İslâm yolunda, babalarına ve oğullarına karşı harb etti.
Onun (salla’llâhü aleyhi ve sellem) uğrunda mallarını, yurtlarını fedâ edip,
kanlarını akıttı. Hâlbuki böyle şeylere alışık değildiler. Güzel huyu,
yumuşaklığı, affı, sabrı, ihsânı, ikrâmı o kadar çoktu ki, herkesi hayran
bırakırdı. Görenler ve işitenler seve seve müslüman olurdu. Hiç bir
hareketinde, hiç bir işinde, hiç bir sözünde, hiç bir zamân, hiç bir çirkinlik,
hiç bir kusur görülmemiştir. Kendisi için kimseye gücenmediği hâlde, din
düşmanlarına, dîne dil ve el uzatanlara karşı sert ve şiddetli idi. Bütün
gayesi ve nazarında en kıymetli olanı, sadece, insanlığı düştüğü karanlıktan
çıkartıp saadete ve mutluluğa yani İslâma ulaştırmkatı. Dilini boş sözlerle
meşgul etmez, sevabını umduğu meseleler dışında konuşmazdı. Bazen uzun süre
sükût ettiği görülürdü ve “İnsanın günahlarının çoğu dilinden dolayıdır”
buyururdu. Hevâsından ve kendi keyfinden asla konuşmazdı. İnsanlara yumşak
davranırdı, fakat yeri geldiğinde; özellikle savaşlarda ve Allah yolunda
kendisi ile mücadele edildiğinde korkusuz bir yiğit olurdu. İnsanları dış görünüşlerine,
cinsiyetlerine, ırklarına, makam ve mevkilerine göre değil; iman, ahlâk ve
davranışlarına göre değerlendirirdi.[203]
Zühd hayatıyla ilgili olarak, Ebû
Hüreyre’den (radiya’llâhü anh) rivâyet olunarak: Bir gece Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) evinden dışarı çıktığında Ebû Bekir ve Ömer (radiya’llâhü anh)
ile karşılaştı. Onlara, “Bu saatte neden evinizden çıktınız?” diye sordu.
“Açlıktan yâ Resûlallah!” dediler. Hz. Peygamber: “Allah’a yemin olsun ki, sizi
çıkaran sebep Beni de evimden çıkardı, o halde Benimle gelin.” buyurdu.
Birlikte Ensardan bir zatın evine gittiler, ancak adam evde yoktu. Evin hanımı
onları görünce “Hoş geldiniz, safa getirdiniz buyrun.” dedi. Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), evin beyini sordu, kadın: “Bize tatlı ve soğuk su getirmek
için çıkmıştı, neredeyse gelir.” derken ev sahibi gelmişti; karşısında Hz.
Peygamber’i ve Onun (salla’llâhü aleyhi ve sellem) iki güzide arkadaşını
görünce “Sana şükürler olsun Allah’ım! Bu ne şeref! En kıymetli misafirler
evime gelmiş.” diyerek sevincini beyan etti.[204]
Adaletiyle ilgili olarak Hz. Âişe (radiya’llâhü
anh)’den: Kureyş’in ileri gelenlerinden Fâtimeyi Mahzûme isminde bir kadın
hırsızlık yapmıştı. İnsanlar “Bunu Rasûlullah’a affettirmek için kim aracı
olacak? Olsa olsa Peygamber’in göz bebeği Üsame b. Zeyd olur.” diyerek Hz.
Peygamber’in azatlı kölesi Zeyd’in oğlu Üsame’den aracı olmasını istediler. O
da Rasûlullah’a durumu arz etti. Bunun üzerine Allah Resûlü: “Sen bana Allah’ın
koyduğu bir cezayı affetmem için mi aracı oluyorsun!?” diyerek kalktı ve
insanlara şöyle hitap etti: “Sizden önceki milletler şu yüzden helak olmuşlardı;
onların soylu ve zenginleri bir suç işlediklerinde onu affettiler, onların
zayıfları suç işlediğinde ise hemen ceza verdiler. Allah’a yemin olsun ki şâyet
bu suçu Muhammed’in kızı Fâtıma da işlemiş olsaydı, ona da cezasını verirdim.”[205]
Sevgili Peygamberimizin devlet malına
titizliğine örnek olarak böyle rivâyet olunmaktadır: kızı Hz. Fâtıma’nın (radiya’llâhü
anh) öğütmek için değirmen çevirmekten elleri şişmişti. Fâtıma beyi Hz. Ali’ye
durumunu anlattı ve babasının başkalarına esirler arasından hizmetçi verdiği gibi
kendilerine de bir hizmetçi vermesini söyledi. Hz. Ali, Fâtıma’ya bunu babasına
kendisinin söylemesini teklif etti. Bunun üzerine Fâtıma Rasûlullah’ın evine
gitti ancak Onu (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bulamadı. Sorununu Hz. Âişe’ye
anlattı (ve geri döndü). Allah Resûlü eve geldiğinde Hz. Âişe, Fâtıma’nın
anlattıklarını Peygamber’e arz etti. Olayın devamını Hz. Fâtıma şöyle
anlatıyor: “Daha sonra biz evde yatıyorduk ki, Allah Resûlü yanımıza girdi. Ben
yataktan kalkmak istedim. Babam (Hz. Peygamber) “Kalkma!” buyurdu. Gelip
yatağımıza oturdu, öyle ki Onun (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ayağının
soğukluğunu bile hissettim. Buyurdu ki: “Size hizmetçiden daha hayırlı bir şey
söyleyeyim mi? Yatağınıza girdiğinizde; 33 Allahu ekber, 33 Sübhanallah, 33
Elhamdülillah deyiniz, bu sizin için hizmetçiden daha hayırlıdır.” 364
Câbir (radiya’llâhü anh), Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ile birlikte Necid tarafına bir gazaya çıkmıştı. Dönüşte
ağaçlık bir vadide Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mücahitlere istirahat
verdi. Gaziler ağaç altlarında gölgelenmek için etrafa dağılmışlardı.
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) da bir ağaç altına inmiş kılıcını
ağaca asmıştı. Câbir diyor ki: Biraz uyumuştuk. Fakat az sonra Rasûlullah’ın
bizi çağırdığını duyduk. Yanına geldiğimizde bir de ne görelim! Müşriklerden
bir bedevî Arap, Rasûlullah’ın yanında oturuyor. Bunun üzerine Allah Resûlü
bize şunları anlattı:
“Şu Bedevî Arap ben uyurken yanıma gelmiş,
kılıcımı alarak kınından çekmiş. Bu sırada hemen uyandım. Kılıç kınından
sıyrılmış olarak bana:
-
Şimdi benim elimden seni kim kurtaracak? dedi, ben de:
-
Allah kurtarır, dedim. Bakın işte şurada oturan adam
odur. (Allah Resûlü’nün sözü üzerine adamın elinden kılıç düşmüş, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) adamı esir almıştı.) Câbir diyor ki Allah Resûlü o adama ceza
vermemişti.365
Rasûlullah aynı zamanda şakacıdır. Hz.
Aişe’den gelen rivâyete göre, kendisine:
-Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
evinde yalnız kaldığı zaman nasıl bir kimseydi? Sorulduğu zaman, şöyle cevap
verdi:
-
İnsanların en yumuşak huylusu, en comertiydi. Sizin
adamlarınız gibi bir adamdı. Ancak o, çok güler yüzlü ve mütebessim idi.366
Diğer bir hadisi şerifde, Ebu Kilabe’nin
Enes b. Malik’ten rivâyette bulunduğuna göre: “Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) bir yolculuk zamanı kadınlarının yanına geldi. Bu sırada Enceşe
denilen (güzel sesli) bir sürücü kadınların bindiği develeri sürmekte idi.
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
-Vay sana Enceşe! Kristal (gibi ince
kalbli kadın)ları hızlı yürütme, buyurdu.Nitekim ravilerden biri, Ebu Kilâbe
Peygambere öyle söz söyledi ki, sizden biriniz eğer onu söyleseydiniz, muhakkak
onunla bu ‘şişeleri incitme’ sözünden dolayı eğlenirdiniz. Der ama yine
Peygamber(salla’llâhü aleyhi ve sellem):
Ya Rasûlullah! Sen bizimle şaka yapıyorsun
denildiğinde şöyle cevap verir:
-
Ben de şaka yaparım. Ancak ben, gerçekten başka bir
şey söylemem.”[206]
Tabii ki bu ve buna benzer bütün
örneklerde, Rasûlullahın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sadece insanları eğitmek
gibi bir amacanın olduğu ortaya çıkmaktadır. O yüce Peygamber zaten oyun ve
eğlence peşinde değildi. Nitekim şöyle buyururlar: ‘İman bakımından insanların
en olgunu, onların ahlâkı en güzel olanı ve ailesine (çocuklarına,
akrabalarına, soyuna) en nazik ve merhametli davranandır.’[207]
B. KUR’ÂN-I KERİM’DE ADI GEÇMEYEN PEYGAMBERlLERİN ŞEMAİLİ
1.
ŞÎT (aleyhisselâm)
Âdem’den (aleyhisselâm) sonra gönderilen
peygamberdir. Âdem’in (aleyhisselâm) oğludur. Babası vefât edince peygamber
olduğu, Allahü Teâlâ’nın, Şit’e (aleyhisselâm) elli suhuf gönderdiği; Kâbe’yi
taşdan yaptığı bildirilmektedir. Nûh (aleyhisselâm), Şit’in (aleyhisselâm)
soyundan olduğu için tûfandan kurtulanlar ve bütün insanlar Onun (aleyhisselâm)
çocuklarıdır. Âdem’in (aleyhisselâm) oğullarından Kâbîl, Hâbîl’i öldürünce
Allah Teâlâ Âdem’e (aleyhisselâm) bir evlât daha ihsân ederek teselli buyurduğu
ve bu evlâdın Şît (aleyhisselâm) olduğu; bütün çocukları ikiz doğduğu hâlde Şît
(aleyhisselâm) tek doğduğu nakledilmektedir. Şît ismi İbrânice olup, Arapça’da
“Allah’ın hibesi” (hediyesi) mânâsınadır. Şît (aleyhisselâm) Kâbîl’in Hâbîl’i
şehîd etmesinden beş veya otuz sene sonra doğmuştur. O doğduğu zaman babası
Âdem’in (aleyhisselâm) yüz otuz veya iki yüz otuz yaşında, bir rivâyette de yüz
yirmi veya yüz otuz beş yaşında olduğu bildirilmiştir. Son peygamber olan âhır
zaman peygamberi Muhammed’in (aleyhisselâm) nûru Âdem’den (aleyhisselâm) oğlu
Şît’e (aleyhisselâm) intikal edip ve onun alnında parladığı; bu sebeple Âdem’in
(aleyhisselâm) Onu (aleyhisselâm) pek ziyâde sevdiği; bütün evlâdı üzerine onu
reis yaptığı gibi, vefât edeceği sırada da bütün yeryüzünün halîfeliğine onu
tâyin ettiği; bu hususta vasiyette bulunduğu zikredilmekte, ayrıca ilâhî
sırları bildirip, bütün ilimleri öğrettiği aktarılmaktadır.
Vehb b. Münebbih’in Şît b. Âdem (aleyhisselâm)hakkında,
Âdem’in çocuklarının en güzeli ve en üstünü bulunduğunu, kendisine (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) en çok benzeyeni ve en sevgilisi olduğunu; Onun (aleyhisselâm),
Kabeyi çamur ve taştan yapan kimse olduğu bilgisi rivâyet edilmektedir. [208]
Şît’e (aleyhisselâm) peygamber olduğu
bildirilip, vahiy geldiği; Allahü Teâlâ’nın Şît’e (aleyhisselâm) elli suhuf
(forma) gönderdiği; Ona (aleyhisselâm) nâzil olan bu elli suhufda hikmet ve
riyâziye (matematik) ilimleri, kimyâ, simyâ ilmi, çeşitli san’atlar ve daha pek
çok şeyin bulunduğu
bildirilmiştir.[209]
Hz.Şit (a.s)’ın kendisi, çocukları ve ona
inananlar birlikte daima dürüst bir hayat sürdürmüşlerdir. Hz. Şit (a.s), ilk
defa babası tarafından yapılan Kâbe’yi onarmıştır. Kâbe’nin duvarlarını çamur
kullanarak taştan yapan ilk kişinin Şit (a.s) olduğu başka bir rivâyette de
bildirilmiştir.. [210]
Allah’a (c.c.) güzel bir şekilde ibadet
eden ve insanları yalnızca O’na kulluk ve ibadet etmeye çağıran Hz. Şit (a.s)
vefat edince, cenaze namazı çocukları ve torunları tarafından kılınan bir
peygamberdir. Rivâyetlere göre cenazesi, Mekke yakınlarındaki Ebu Kubeys
dağında bulunan yere, anne ve babasının yanına defnedilmiştir.[211]
2.
YÛŞA’ b. NÛN (aleyhisselâm)
İsrâiloğullar’na, Mûsâ’nın (aleyhisselâm)
vefâtından sonra gönderilen peygamberdir. Mûsâ’nın (aleyhisselâm) yeğeni ve
vekîli oup, Yûsuf’un (aleyhisselâm) neslinden gelen Nûn’un oğludur. Annesi,
Mûsâ’nın (aleyhisselâm) kız kardeşidir. Yûşa’ b. Nûn, b. Efrâim, b. Yûsuf, b.
Yâkub [212],
b. İshâk, b.İbrâhîm’dir (aleyhisselâm). Mısır’da doğmuştur.
Orta boylu, buğday benizli, yassı
yağrınlı, büyük gözlü, mücâhid, gazi ve yiğit bir zât olan; Hızır’la (aleyhisselâm)
buluşmaya giderken, Mûsâ (aleyhisselâm) yoldaşlık eden genç adam, Yûşa’ b. Nûn’dur
(aleyhisselâm).[213]
Mûsâ’dan (aleyhisselâm) sonra,
İsrâiloğullarnı Tîh çölünden çıkarıp, dedelerinin eski yurdu olan Ken’ân
diyârına götürdüğü; Hz. Mûsâ’nın vefâtından sonra, Arz-ı Mev’ûd’a (Filistin ve
Şam bölgesi ) girmenin Ona (aleyhisselâm) nasip olduğu; Amâlika kâfirleriyle ve
yerli kavimlerle uzun müddet muhârebe ve mücâdele ederek; Filistin, Ürdün ve
Şam topraklarını ele geçirdiği; İsrâiloğullarnı o beldelere yerleştirip, bir
müddet İsrâiloğullarnın idâreciliğini yaptığı, yüz yirmi yedi yaşındayken
Filistin’de vefât ettiği ve kabrinin, Nablus’da veya Haleb yakınlarındaki
Meârre şehrinde olduğu rivâyet edilir. İsrâiloğullar’na gönderilen peygamberlerdendir. Mûsâ’nın(aleyhisselâm)
dîninin hükümlerini
tebliğ etmek üzere gönderilmiş bir
nebidir. Danyâl (aleyhisselâm), Peygamber oğullarından , Süleymân b. Dâvud (aleyhisselâm)
soyundandır.[214]Hz. Ali, Danyâl (aleyhisselâm) hakkında:
“O, Rasûl olmayan bir Nebi idi.” demiştir.[215]
İsrâiloğullar kendilerine gönderilen
peygamberleri dinlemeyip, isyân edince, Allah Teâlâ onlara zâlimleri musallat
etti. Azgınlıklarının hat safhaya ulaştığı sırada, zâlim bir kral olan
Buhtunnasar büyük bir orduyla İsrâiloğullarnın üzerine yürüdü. Buhtunnasar
Beytü’l- Makdis’i harâb ettirdi. Buhtunnasar, İsrâiloğullarnı perişân, yurtlarını
da harâb ettikten sonra, ordusunu alıp Bâbil’e döndü. İsrâiloğullarndan esir
aldığı yetmiş bin çocuğu da yanında götürüp komutanlarına paylaştırdı.[216]
Danyâl (aleyhisselâm), bu sırada genç
yaşta olup Bâbil’e götürülen esirler arasında bulunuyordu. Buhtunnasar,
Danyâl’ı (aleyhisselâm) daha genç yaşta iken sarayına aldı. Danyâl (aleyhisselâm),
onun sarayında büyüdü.[217]
Danyâl (aleyhisselâm) rüyâsını tâbir
edince, Buhtunnasar; “Gördüğüm rüyâ aynen böyle idi” dedi. Onun bu rüyâyı
hatırlatmasından ve tâbirinden memnun oldu ve; “Senin bu hizmetin beni çok
memnun etti. Sana bunun karşılığını vereyim. Şu üç şeyden birini tercih et.
İstersen seni serbest bırakayım, kendi memleketine dön. Beyt-i Mukaddes’i îmâr
et. Sana yardım edeyim. İstersen teb’ama emir vereyim sana ve bağlı olanlarına
hürmet etsinler, istediğiniz gibi gezip dolaşınız. Dilersen yanımda kal, sana
ve sana tâbi olanlara yardımda bulunayım” dedi. Bunun üzerine Danyâl (aleyhisselâm)
Buhtunnasar’a şöyle dedi: “Ey Melik! Bizim diyârımızın harâb olması Allah
Teâlâ’nın takdiri iledir. Onun îmârına kimsenin gücü yetmez. İstediğimiz yerde
serbest seyahat etmemize gelince, senin etrâfa emir yaymana ihtiyâcım yoktur.
Benim ve bana tâbi olanlar için en uygun yol, yine burada kalıp kendi hâlimizce
meşgûl olmaktır.”[218]
KURÂN-I KERÎM’DE ADI GEÇEN FAKAT PEYGAMBER OLUP OLMADIKLARI İHİTLÂFLI OLAN
KİMSELERİN ŞEMÂİLİ
İbrâhim’den (aleyhisselâm) sonra yaşamış
bir peygamber veya velîdir. Zülkarneyn’in (aleyhisselâm), kumandanı ve
teyzesinin oğludur. Mûsâ (aleyhisselâm) ile görüşüp, yolculuk etti.
Muhammed’in(aleyhisselâm) ümmetinden değildir. Hızır’ın(aleyhisselâm) ismi ve
soyu hakkında değişik rivâyetler vardır. Bazıları; “Hızır; Beni İsrâ’il
neslinden idi” demişlerdir. Bazıları da; “Bir padişahın oğlu idi. Dünyayı
terketmiş, dünya malına ve mevkîine gönül bağlamamıştır” demişlerdir.[219]
Mûsâ’nın (a.s ); “Sana öğretilen hayr ve rüşd ilminden, bana öğretmen şartı ile sana tâbi
olayım mı?”demesi, yüksek bir tevâzu ve edep göstermesi sebebiyledir. Hızır’ın (aleyhisselâm)
ise, ona; “Doğrusu sen benimle sabretmeye aslâ
muktedir olamazsın. İlmininihâta etmediği şeye nasıl sabredebilirsin?” demesin sebebi; kendisinin, ihsân edilmiş
olan-ilm-i ledünnîye göre iş yapmakta olduğunu, bunun ise zâhiren Mûsâ’ya (aleyhisselâm)
bildiren dîne uymadığına işâret için idi. Çünkü kendi yaptığı işler görünüşte
münkerâta yâni yapılması yasak edilen işlere benziyordu. Peygamberlerin ise
böyle işler karşısında sabretmeleri, müdâhalede bulunmamaları câiz değildir.
Çünkü onlara verilen dinler belirli hükümler bildirmiştir. Bu bakımdan, bu
hükümlere ters düşen ve münkerâttan olan işlere mâni olmakla vazifelidirler.
Yâni Hızır (aleyhisselâm), Mûsâ’ya (aleyhisselâm); sende bulunmayan ve sana
vahyolunmamış olan ilm-i ledünnîyi ve bu ilimle bana bildirilen şeyleri
bilmeden nasıl sabredebilirsin. Benim hâlim sana kıyâs olunmaz. Çünkü Allah
Teâlâ, bana bir takım sırlara dâir ilim verdi. Ben bu ilmin hakîkatını ve
hikmetini bildiğim için gereğini yaparım demek istedi. [220]
Mûsâ’nın (a.s ); “İnşâallah beni sabırlı bulacaksın ve
senin hiçbir işine karşı gelmeyeceğim” demesi, Hızır’ın (aleyhisselâm) bildiği ledünnî
ilimden biraz öğrenmeyi arzu ettiğini bildirmek için idi. Bunun üzerine
Hızır’ın (aleyhisselâm); “O hâlde, bana tâbi olacaksan, (münker zannettiğin
bir iş gördüğün zaman onu) sana anlatıncaya kadar, bana hiçbir şeyden suâl
etme” demesi; zâhiren senin dînine muhâlif işler yaparsam onları benden suâl
etme, ben onların hikmetini sana beyân edeceğim, açıklayacağım mânâsında bir
tavsiyedir.[221]
Hızır (aleyhisselâm) ile Mûsâ’nın (aleyhisselâm)
buluşup görüşmeleri[222] ve vukû bulan hadiseler Kur’ân-ı Kerîm’de[223] ve hadis-i şeriflerde zikredilmiştir.
Hızır’la (aleyhisselâm) ilgili geçen âyet-i kerîme’de “... Ona ledünnî ilimi öğrettiğimiz...” buyrularak işaret edilen ilim; kimsenin bilemeyeceği, ancak Allah
Teâlâ’nın bildirdiklerinin bilebileceği bâzı gıyaba dâir ilimdir. Allah Teâlâ
tarafından ihsan edilen bir ledünnî ilim, çalışmak ve gayretle elde edilemez.
İhsan edilen kimselere mahsustur, umûma şâmil değildir. Peygamberlere verilen
ilimler ve vahyedilen şeyler ise umûma şâmildir. Yâni peygamberler bunları
gönderildikleri kavimlere tebliğ etmekle, bildirmekle vazifelidirler. Bu
bakımdan, peygamberlerin ilmi, ilm-i ledünnîden üstündür. Buna rağmen Mûsâ’nın
(aleyhisselâm) Hızır (aleyhisselâm) ile buluşup bir miktar öğrenmek
istemesinde, ilim için çalışmaya bir teşvik vardır. Bunda daha başka hikmetler
de bulunmaktadır. Bu bakımdan Hızır’ın (aleyhisselâm) ilm-i ledünnî bilmesi,
ülü’l azm bir peygamber olan Mûsâ’dan (aleyhisselâm) üstün olduğunu göstermez.
Hızır (aleyhisselâm)’ın zahiren tuhaf görülen bu işleri, Allah Teâlâ’nın
bildirmesi ve emri ile bir hikmete binâen yapılmıştır, yanlış değildir ve
mes’ûliyeti de yoktur.[224]
Hızır (aleyhisselâm) ile ilgili rivâyetler
ve menkıbeler:
Sevgili Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi
ve sellem), Ashâb-ı kirâm (r.anhüm) ile Tebük harbinde iken, ikindi namazını
kıldıktan sonra iki beyt işittiler. Fakat şiiri söyleyeni göremediler.
Rasûlullah efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem); “Bu iki beytin söyleyicisi kardeşim Hızır’dır. Sizi övüyor” buyurdu. Ebü’l- Hasen Hayr’ün-Nessâc,
İbrâhim Havvâs’ın şöyle anlattığını nakledilmiştir: “Bir yolculuğum sırasında
çok susamıştım. Susuzluktan kendimden geçip, yere yıkıldım. Ben bu halde iken,
yüzüme su serpilmeye başladı. Gözümü açıp baktım ve gördüm ki, yanımda gâyet
güzel yüzlü bir zât, bineği üzerinde duruyordu. Bana su verip içirdikten sonra;
“Terkime bin” dedi. Ben Hicaz’a gidiyordum. Kalkıp terkisine bindim. Çok az bir
müddet terkisinde oturdum. Beni kısa bir zaman içerisinde Hicaz’a ulaştırıp;
“Ne görüyorsun?” diye sorunca; “Medine-i münevvereyi görüyorum” diye cevap
verdim. Sonra bana; “Haydi in, benden Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
söyle. Kardeşin Hızır (aleyhisselâm) selâm söyledi de !” buyurdu.[225]
Ebü’l-Hadîd, Muzaffer Cessâs’ın şöyle anlattığını nakletmiştir: “Bir gece
Nasrü’l- Harrat ile ilimden bir mevzû üzerinde müzakere yapıyorduk. Nasr’ül
Harrat dedi ki: “ Allah Teâlâ’yı zikreden kimsenin daha zikrinin başında elde
ettiği fayda, Allah Teâlâ’nın da kendisini andığını bilmesidir. İşte, Allah
Teâlâ onu andığı için, o Allah Teâlâ’yı zikretmiştir.” Ben ise ona muhâlefet
etmiştim. Bunun üzerine; “ Eğer Hızır (aleyhisselâm) burada olsaydı, söylediğim
bu sözün doğru olduğunu tasdik ederdi” dedi. Bu sırada havada yürüyerek,
yanımıza doğru yaklaşan birini gördük. Yanımıza gelince; “Doğrudur. Allah
Teâlâ’yı zikreden kimse, kendisini Allah Teâlâ’nın anmasının hürmetine
zikreder” buyurdu. Anladık ki bu zat Hızır (aleyhisselâm) idi.[226]
Muhammed b. Hasen Askalânî, Ahmed b.
Ebi’l-Havâri’den şöyle rivâyet etmiştir: “Muhammed b. Semmâk hazretleri hasta
olduğunu söylemişti. Biz onu çektiği ağrı ve acıdan kurtarmak istedik. Durumunu
sormak ve bir ilâç istemek için bevlinden bir miktar alıp hıristiyan bir tabibe
gitmek üzere yola çıktık. Hayre denilen yer ile Küfe arasında bir mevkîye
vardığımızda, karşımıza güzel yüzlü, mübarek bir zat çıktı. Tertemiz elbiseler
giymişti. Üzerinden hoş kokular yayılıyordu. Bize; “Nereye gidiyorsunuz?” dedi.
“Falan hıristiyana, İbn-i Semmâk’ın hastalığının çaresini sormaya gidiyoruz”
diye cevap verdik. Bunun üzerine ; “Sübhânellah, Allah Teâlâ’nın veli bir kulu
için, Allah Teâlâ’nın düşmanı olan bir kimseden yardım istiyorsunuz! Yanınızda
getirdiğiniz o bevli atınız ve İbn-i Semmâk’a gidip söyleyiniz;” Ağrıyan yerine
elini koysun ve şunu okusun: “Vebil hakkı enzelnâhü vebil hakkı nezel” O zat
bunu söyledikten sonra gözden kayboldu. Biz geri dönüp İbn-i Semmâk
hazretlerinin yanına gelerek, bunları aynen söyledik. Söylediğimiz gibi elini
ağrıyan yerine koyup o zâtın işaret ettiği şekilde okudu. Hemen ağrısı kesildi
ve sıhhate kavuştu. Sonra bize; “Size bunu söyleyen Hızır (aleyhisselâm) idi”
dedi[227]
Hızır’ın (aleyhisselâm), güzel ahlâk
sahibi, cömert ve insanlara karşı çok şefkatli olduğu; Allahü Teâlâ’nın izni
ile keramet ehli olup kimya ilmini bildiği; Hak Teâlâ’nın bildirmesiyle,
ledünnî ilmine mutâlli olduğu; yine Allahü Teâlâ’nın emri ile ihtiyaç
sahiplerinin işini görüp, hacetlerini gidermeyi üzerine aldığı
zikredilmektedir. Hızır’ın (aleyhisselâm) Allah Teâlâ’nın sevgili
kullarındandır. Doğup, büyüyüp ve vefât etmiştir. Ancak Allahü Teâlâ, onun
rûhuna; insan şeklinde görünmek ve kıyâmete kadar yardım isteyen müslümanların
imdâdına yetişmek, yardım etmek, konuşmak, ilim öğrenmek ve öğretmek
özelliklerini vermiştir. Bâzı âlimler nebi (peygamber); kimi âlimler de velîdir
dediler. Vefât edip etmediği husûsunda da değişik rîvâyetler vardır. Hızır’da (aleyhisselâm)
yaşayan insanlarda görülen hâller bulunduğu için yaşıyor zannedilmektedir.[228]
Peygamber veya velî idi. Hakimlerin pîri
olarak bilinir. Kendisine Allah Teâlâ tarafından hikmet verildi. Evlâdına
hikmetli nasîhatlerde bulunduğu, Kur’ân-ı Kerîm’de ismini taşıyan Lokmân
sûresinde bildirilmektedir.[229]
Sabit [230] ve İbn Abbâs’dan gelen rivâyetlere göre
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem): “Habeşli marangoz bir köle idi.”
buyurmuştur.[231] Sa’îd b. Müseyyeb’den gelen bir rivâyette
de “Lokmân’nın (aleyhisselâm) terzi olduğu belirtilmiştir.”[232]
Abdurrahman b. Harmele’den şöyle bir
rivâyet ulaşmıştır: Lokman (aleyhisselâm), “kısa boylu yassı burunlu idi.”
Siyah tenli bir zat gelip Sa’îd b. Müseyyeb’e teninin siyah oluşunun hükmünü
sordu. Sa’îd b. Müseyyeb de ona “Siyah tenlisin diye üzülme! Çünkü insanların
en hayırlılarından üçü; siyah tenli Bilâl, Ömer b. Hattâb’ın kölesi Mihcâ ve
Lokmân (aleyhisselâm) da siyah tenli idi.” demiştir.[233] Sa’îd b. Müseyyeb’den gelen başka bir
haberde ise onun (aleyhisselâm) hakkında Allah’ın bilgi verip, nübüvvet
vermediği Mısır’ın siyahlarındandır, söylenilir.[234]
Mücahid’den naklen “Lokmân (aleyhisselâm) büyük dudaklı bir rivâyete göre
geniş ayaklı idi.[235]“
Amr b. Kays ise şöyle ifade etmiştir. “Lokmân (aleyhisselâm) geniş ayaklı kalın
dudaklı siyah bir köle idi. İnsanlara ders anlattığı bir sırada adamın biri
gelerek ona (aleyhisselâm) “Sen filan filan yerde birlikte koyunları güttüğümüz
adam değil misin! Sana ne oldu da bu duruma geldin (seni bu duruma getiren
nedir)?” diye sordu. Lokmân (aleyhisselâm) da “doğru sözlülük beni
ilgilendirmeyen şeylerde susmak” cevabını verdi.[236]“
Lokmân Hakîm, Dâvûd (aleyhisselâm) ile
görüşüp, Ondan (aleyhisselâm) ilim öğrendiği; Dâvûd’un (aleyhisselâm)
peygamberliğinden önce, Lokmân Hâkîm’in müftî olduğu; Dâvûd’un (aleyhisselâm)
peygamber olduktan sonra fetvâ vermeyi bıraktığı zikredilmektedir. Sebebi
sorulunca; “Bana ihtiyaç kalmadı; ferâgat etmeyeyim mi?” buyurduğu ve Dâvûd’a (aleyhisselâm)
ümmet olduğu; Hz. Lokmân’ın (aleyhisselâm), aynı zamanda hekimlerin pîridir.
Onun hekim olduğunda âlimlerin söz birliği oldu.[237]
Nâfi’nin, Abdullah ibni Ömer’den (radiya’llâhü
anh) bildirdiği hadîs-i şerîfte; Lokmân’ın (aleyhisselâm), peygamber olmayıp,
ibâdet eden bir kul olduğu; Allahü Teâlâ’nın onu günahlardan koruduğu ve çok
tefekkür ettiği;.imânı kuvvetli olduğu; Allahü Teâlâ’yı çok sevdiği, Allah’ın
da onu sevdiği; Allahü Teâlâ’nın ona hikmet ihsân eylediği buyrulmaktadır. Hz.
Lokmân nîmetlere kavuşmuş, hekîm bir zât olduğu söylenilir.[238]
Soyu hakkında çeşitli rivâyetler vardır.
Dâvûd (aleyhisselâm) zamânında Arabistan’ın Umman tarafında yaşadığı; Eyyûb’le
(aleyhisselâm) teyze çocukları olduğu bildirilmiştir. Bin sene kadar uzun bir
ömür sürdükten sonra, ibâdet hâlinde iken, Kudüs’le Remle arasında vefât
etmiştir.[239]
İsrâiloğullar’na gönderilen peygamberlerden veya velîlerdendir. Peygamber
olup olmadığı Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça bildirilmemiştir. Allah Teâlâ tarafından
öldürülüp, yüz sene sonra tekrar diriltildiği haber verilmiştir. Bu sebepten
İsrâiloğullar “Allah’ın oğlu” diye iftirada bulunmuşlardır. Kudüs’de doğmuş ve
İsrâiloğullarnı, Tevrât’ın hükümlerine uymaya dâvet etmiş, Kudüs’te vefât
etmiştir. İsrâiloğullar’na, Allah Teâlâ, cezâ olarak, Bâbil hükümdârı
Buhtunnasar’ı belâ ettiği; Buhtunnasar, çok kalabalık bir ordu hazırlayarak, Şam
ve Ürdün bölgelerini istilâ ettiği; orada bulunan insanlardan pek çoğunu
öldürüp, birçok genci de berâberinde Bâbil ‘e götürdüğü; Uzeyr’in (aleyhisselâm)
da bu genç esirler arasında bulunduğu Bâbil’e gittikleri sırada,
İsrâiloğullarnı tesellî edip, bir gün bu esâret hayâtından kurtulabileceklerini
söylediği ifade edilmektedir.[240]
Uzeyr (aleyhisselâm) bir müddet esâret
hayâtı yaşadıktan sonra, elli yaşında olduğu sıralarda kaçarak, memleketi olan
Kudüs ‘e gitmek üzere merkebine binip yola koyulduğu; bir ağaç altına oturup
yıkılmış evlere, bozulmuş yollara, çürümüş tenlere, yığılmış kemiklere bakıp,
bu âlemin sonunu, yeniden dirilişi ve Allahü Teâlâ’nın kudretini düşündüğü;
kendi kendine; “Acabâ bu hâlden sonra, Hak Teâlâ bu şehri nasıl tâmir ve ihya
eder” diyerek, tefekküre dalıp uyuduğu zikredilmektedir. Bundan sonrası
Kur’ân-ı Kerîm’de, Bakara sûresi 259. âyetinde meâlen şöyle bildirilmiştir:
“Yâhut o kimse gibisini görmedin mi? (Yâni onun hâli gibi garîb, hârikulâde, kudret-i
ilâhiyyeye delil olan şu vâkıalardan haberdar olmadın mı?) O kimse (Uzeyr (aleyhisselâm)) bir karyeye (beldeye, kendi eski vatanı olan Kudüs’e)
uğramıştı. O karyenin (ise) tavanları çökmüş, onların üzerine
duvarları yıkılmıştı(yâni büsbütün harâb olup, ahalisinden kimse görünmüyordu. Uzeyr (aleyhisselâm)
bu hâli görünce, pek müteessir olup üzüldü.)” Allah Teâlâ bu kasabayı bu ölümden sonra, nasıl ihyâ edecek?” (Acabâ bu kasabayı yeniden eski hâline
getirmeye, irâde-i ilâhiyye nasıl te’alluk edecek?) diyordu. Bunun (bu tefekkürün) üzerine Allah Teâlâ, o kimseyi (Uzeyr’i (aleyhisselâm)) yüz sene ölü bıraktı. (Hayattan mahrûm etti. Onun bedenini; yiyecek ve içeceğini, insanların ve
hayvanların gözlerinden gizledi. Uzeyr’in (aleyhisselâm) vefâtından yetmiş sene
kadar sonra, Allah Teâlâ, Fâris hükümdarlarından Nûşek adındaki hükümdar
eliyle, Beyt-i Mukades’i ve Kudüs şehrini îmâr eyledi. O melik gelip, Kudüs’ ü
îmâr ve Mescid-i Aksâ’yı tâmir etti. Bu sırada zâlim Bâbil hükümdârı
Buhtunnasar öldüğünden, esârette bulunan İsrâiloğullar serbest bırakılıp
memleketlerine dönmüşler, Kudüs yine eskisi gibi îmâr edilmişti. Otuz sene daha
geçtikten sonra) onu (Uzeyr’i (aleyhisselâm)) yeniden diriltti. Allah Teâlâ (veya vazifeli melek) ona dedi ki: “Ne kadar
kaldın?” (Ne kadar zaman geçti? Başından geçen hâli biliyor musun? Ölmüş bir hâlde
ne kadar bulundun? Farkında mısın?”) O da (Uzeyr (aleyhisselâm) da kendisini uykuda
imiş gibi zannederek); “Bir gün veya bir günden daha az kaldım”
dedi. (Çünkü, zaman sabah vaktiydi. Dirildiği zaman, güneş daha batmamıştı.
Allah Teâlâ vahy ederek veya melek vâsıtasıyla) buyurdu ki: “Hayır, yüz sene kaldın. (Bu müddet içinde ölmüştün.) Yiyeceğin ve içeceğine
bak ki, onlardan hiç biri bozulmamış (yüz sene geçtiği hâlde, incir ve üzüm sanki dalından
yeni koparılmış ve şıra sıkıldığı saatlerdeki gibi bozulmamış hâlde duruyordu.)
Merkebine de bak. (O ne hâle gelmiş, parça parça olan kemikleri vücûdundan nasıl ayrılmış) ve seni insanlara bir âyet (delil) kılmak için böyle öldürüp, dirilttik. (Seni, öldükten sonra dirilmenin var olduğuna
delil kıldık) ve (merkebin) kemiklerine bak! Onları
nasıl birbirine birleştiriyoruz? (Hepsini yerlerine nasıl iâde ediyoruz.) Sonra da onlara et giydiriyoruz. (Onları yeniden eski hâline getiriyoruz.) Vaktâ ki o,(ölmüş, etleri çürümüş, kemikleri parça parça olup, kaybolmuş olan
merkeb, Allah Teâlâ’nın kudretiyle tekrar dirilip yürüdü. Bu hakîkat, ölülerin
diriltilmesi husûsu ve Allah Teâlâ’nın kudretinin üstünlüğü) kendisine (Uzeyr’e (aleyhisselâm)) tebeyyün etti. (Bunları gözleriyle görüp, müşâhede etti) ve dedi ki: “Ben bilirim ki; şüphesiz Allah Teâlâ her şeye kâdirdir (bütün ölüleri diriltmeye gücü yeter.)”[241]
Ebû Hureyre’den rivâyet olunan hadise göre
kendisinin nebi olup olmamasıyla ilgili farklı görüşler vardır.[242] Uzeyr b. Cerve Hârûn (aleyhisselâm)’ın
zürriyetindendir.[243] Tevrât’ı, onun kadar ezberleyen ve bilen
yoktur.[244] Allah’ın, sâlîh ve hâkim bir kulu olduğu,[245] ve İsrailoğulları peygamberlerinden bir
peygamber olduğu meşhurdur. [246]
Peygamber veya velidir. Kur’ân-ı Kerîm’de
kıssası, doğuya ve batıya seferleri zikredilmiştir. Nûh’un (a.s) oğlu Yafesin
soyundandır. Asıl ismi İskenderdir. Doğuya ve batıya gittiği için İskender-i
Zülkarneyn namıyla anılmıştır. Teyzesinin oğlu olan Hızır’ı (a.s), ordusuna
kumandan tayin etti.ği ve Ye’cüc ve Me’cüc kavminin insanlara zarar vermelerini
mani olmak için taş ve demirden bir set yaptığı zikredilmektedir.
İskender-i Zülkarneyn, doğuya ve batıya
(yeryüzüne) hâkim olan bir cihangirdir. Nitekim Rasûllah Efendimiz (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde; “İsmini duyduğunuz kimselerden,
yeryüzüne dört kişi malik oldu. İkisi mümin ikisi de kâfir idi. Mümin olan
ikisi Zürkarneyn ile Süleyman (aleyhisselâm) idi. Kâfir olan ikisi de, Nemrut
ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak yeryüzüne benim evladımdan biri yani Mehdi
malik olacaktır” buyurmuşlardır.[247]
Müşrikler gelip sorularını sorunca Allah
Teâlâ, Resülüne Kehf suresini inzal buyurmuştur. Bu sürenin 83-98. âyet-i
kerîmelerinde Zülkarneyn’in (aleyhisselâm) doğuya ve batıya seyahati, bu sırada
karşılaştığı kavimler ve kafirlerle olan muamelesi anlatıldığı; bu vesileyle
müslümanlar’da Zülkarneyn (aleyhisselâm)
hakkında en doğru bilgilere sahip olduğu bildirilmektedir. Bu âyet-i
kerîmelerde mealen buyruldu ki:
“Senden Zülkarneyn’i (aleyhisselâm) sorarlar. Sen; “Ben size onun halinden (Allah Teâlâ katından) haber vereyim” de! Biz onu yeryüzünde bir kudrete erdirdik. (Onu dünyada hâkimiyete, güzel bir
tasarrufa muktedir kıldık) ve ona her (istediği) şeyden bir sebep verdik. (Onu ilme, kudrete ve başka ne lazımsa hepsine malik eyledik.) O da,(batıya doğru) bir yol tuttu. Nihâyet güneşin battığı
yere ulaştı. Onu (güneşi) sanki kızgın siyah çamurlu bir pınar içine
batarken buldu. Ve onun yanında bir kavim buldu. “Ey Zülkarneyn! (Sen muhayyersin. İslâma gelmezlerse
dilersen öldürmek suretiyle bu kavme) azab et! Yahut onların
hakkında hüsn-i muamele (onları hak dine çağırarak kendilerini irşada çalışırsın. Kendilerine dini
meseleleri talim) edersin” dedik. Zülkarneyn hak dine daveti seçip), dedi ki: “Her kim (ben dine davet ettiğim halde küfürde ısrar ile nefsine) zulmederse biz ona öldürmekle azab ederiz. Sonra da o, kıyamette Rabbine
döndürülür. Allah Teâlâ ona işitilmemiş şiddetli azabı ile azab eder. Ama kim
iman eder, Sâlih amelde bulunursa, onun için dünya ve ahirette çok güzel bir
mükâfat (Cennet) vardır. Ona emrimizden kolay tarafını da
söyleyeceğiz. Sonra o, başka bir yol tuttu (doğuya gitti). Nihâyet üstüne güneşin (ilk önce) doğduğu yere ulaştığı zaman, onu bir
kavmin üzerine doğuyor buldu ki, biz onlar için, buna karşı (korunacak) hiç bir siper yapmamıştık. İşte (Zülkarneyn’in işi) böyle idi.(Kudreti, mülkü, saltanatı anlatanlar gibi idi.) Hâlbuki onun yanında olan (asker, aletler ve kuvvetin gizli ve açık) cümlesini ilmimizle kuşatmışızdır. Sonra yine bir yol buldu (doğudan kuzeye
gitti).Nihâyet iki dağ arasına ulaştığı zaman onların önünde hiç söz anlamaz
bir kavim buldu. Onlar (tercümanları vasıtasıyla); “Ey Zülkarneyn! Yecüc ve
mecüc taifesi bu yerde fesat (katil, tahrip, ziraatı telef) edicilerdir. Acaba biz
sana masrafını tayin etsek bizimle onların arasına sed yapsan” dediler. (Zülkarneyn; Rabbimin bu işte bana verdiği kudret, sizin vereceğiniz haraç ve masraftan
hayırlıdır. Haydi, siz bana (bedeni) kuvvetle (ve lazım olan aletlerle) yardım edin de, sizinle onlar arasına sağlam bir sed (duvar) yapayım. Bana demir kütleleri getirin” dedi. (Onu getirdiler. O iki dağın arasını su
çıkıncaya kadar kazdılar. Temelini kayalarla doldurup üzerine bir kat demir,
bir kat odun döşediler.)Ta ki iki, yanı (iki dağ arası) eşit oldu. (Sonra çalışanlara) “Üfleyin.” (körüklerle ateşi tutuşturun) dedi. Nihâyet o (demir) ateş gibi olunca; “İşte bu (sed) Rabbimin bir rahmetidir. Fakat Rabbimin vadi bir haktır” dedi.”[248]
Zülkarneyn’in şahsi özellikleri ile ilgi
ilgili olarak Kur’ân’da bildirilen hususlar şu noktalarda toplanabilir:
1.
Allah Rasûlü’ne sorulan şahıs, “Zülkarneyn sıfatını
taşıyan biriydi. Yani bu isim, ya da lâkap, bizzat Kur’ân tarafından konulmuş
değildi. Aksine soru sahipleri bu isim ya da lâkabı kullanmışlardı. İşte bu
yüzden Kehf sûresi 83 âyeti nazil olmuştur.
2.
Allah ona egemenlik vermiş, hükümranlık ve zafer
vasıtalarını emrine tahsis etmişti.
3.
Kral Zülkarneyn, Allah’a ve ahiret gününe iman eden
bir şahıstı.
4.
Zülkarneyn, adil, tebaasına karşı merhametli bir
yönetici idi. Fethedilen topraklarda yaşayanları ezip zulmetmezdi.
5.
Hırslı bir insan değildi. Nitekim fethedilen bölgenin
insanları sed yapmak için kendisine maddî destekte bulunmayı teklif
ettiklerinde kendilerine şöyle demişti: “Allah verdikleriyle beni sizden
müstağni kılmıştır. Siz bana iş gücünüzle yardım edin.”[249]
Her tarafa Allahü Teâlâ’nın emir ve
yasaklarını yaydığı; kâfirlerle savaşıp, müminlere güzel muamelede bulunduğu;
vazifesini bitirip ömrünü tamamlayınca, Medine ile Şam arasında, Şama beş
günlük mesafedeki Dûmetül-Cendel denilen yerde vefat ettiği; Mekke’de veya yine
o civarda Tihame dağlarında defnedildiği zikredilmektedir.[250]
SONUÇ
Peygamber göndermeden insanları sorumlu
tumayacağını beyan eden Allah, Âdem’ e (aleyhisselâm) vahiy gönderip
kendisinin, eşinin, neslinin nasıl ibadet edeceğini ve ebedî hayata nasıl
hazırlanancaklarını ona öğretmiş, daha sonra bu süreç seçtiği diğer
peygamberlerle devam etmiştir.
Peygamberlerin bir kısmı Kur’ân’da
zikredilmekle birlikte bir kısmından hiç bahsedilmemiştir.[251] Peygamberlerin ilki Hz. Âdem, sonuncusu Hz.
Muhammed salla’llâhü aleyhi ve sellem’dir. Tarihte bazen peşpeşe bazen aynı
zaman dilimi içnde, bazen uzun veya kısa aralıklarla peygamberler
gönderilmiştir.[252] Bu peygamberler ve onlara verilen
vahiyler birbirini teyit etmiş, son nebi ve resûl olan Hz. Muhammed salla’llâhü
aleyhi ve sellem’in getirdiği Kur’ân ise bütün peygamberlere ve ilâhî kitapları
doğrulayıp onlara şahitlik etmiştir.[253] Bütün nebi ve resûller, insanların
sorumlu tutulduğu konularda bir bahane ileri sürmelerine mahal bırakmayacak
şekilde allah’ın emirlerini tebliğ etmişlerdir.[254]
Allah’tan vahiy yoluyla aldığı bilgileri
ve emirleri tebliğ etmek, muhatablarını hak dine çağırmakla görevlendirilen
yüksek vasıflı olan tüm bu peygamberleri şemâil başlığı altında ele almaya
çalıştık.
Çalışmamızda şemâil literatüründen,
peygamberler ile ilgili hadis ve âyetlerden bahsettik. Özellikle tezimizin
konusu itibariyle de Kur’ân’da adı geçen ve adı geçmeyen peygamberler,
peygamber olup olmadıkları ihtilaflı olan bazı sâlihlerin Şemâillerini ele
almaya çalıştık.
Çeşitli rivâyetler, hadisler, tarih
kitapları ışığında peygamberlerin hayatından bahseden bu çalışma; ister
Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinde birçok kıssadan bahsetmesi ve örneklendirmesi ile,
isterse de hadisi şeriflerde geçen nebevi özellikleriyle konunun sadece
araştırma boyutunda değil, örnek olarak yaşanma boyutunda da incelenilmesi ve
detaylarına inilmesi, konunun bütün detaylarıyla incelenmesi çok hacimli
olacağından, sadece konuyla net bir şekilde alakalı olan rivâyetleri kullanmak
durumunda kaldık. Aslında bazı hadislerde geçen Sâlihlerin her birisini
tezimize almak yerine, en gerekli nitelik ve özellikleriyle tarihî önem,
Rabbânî değer ve nebevî üstünlük arz eden şahısları çalışmamızda konu edinmeye
çalıştık. Tezimizde yer verdiğimiz rivâyetlerin hepsini sıhhat açısından
değerlendirmedik. Hadis kitapları dışındaki rivâyetlerin sıhhatleri ayrı bir
inceleme konusudur.
Sonuç olarak araştırma kriterleri
arasında, sınırları aşmayan bu çalışmada; ifade ettiğimiz özellikleri
kapsayarak amaç edindiği gayeye ulaşmışsa, gerek hayatımızda daha nebevî
bilgiler ağırlıklı dinî hassasiyeti, gerekse de, araştırmacılara bir yardımcı
kaynak niteliğini kendinde bulundurmuş olursa, maksadımıza ulaşmış sayılırız
Kaynak:
Zekiye CANKURT, Hadislerde Peygamberlerin Şemaili, T. C. Marmara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Hadis Bilim Dalı, 2014, İstanbul,
[1] İsmail Yakıt,
Kur'ân'da Âdem, Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyât Fakültesi Dergisi, 1999, sayı: 6 s. 1.
[2] Bkz. el-Bakara 2/31; el-Hicr 15/26-29.
[3] Bkz. el-Bakara 2/30-38; Âl-i İmrân 3/33;
DİA; XXXIV.
[4] el-Bakara 2/30.
[5] Bkz. es-Sa'd 38/71-73.
[6] Çelik, Hüseyin, Kur’ân’a Göre Hz. Âdem’in
Yaratılışı, İnönü Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesi Dergisi , 2011, cilt: II, sayı: 2,
s. 50.
[7] el-Bakara 2/30.
[8] el-Bakara 2/33.
[9] en-Nisa 4/1.
[10] el-Hucurat 49/12.
[11] İbn Sa’d, a.g.e., I, 31.
[12] Âli-İmrân 3/33.
[13] Buhârî, Enbiyâ, 1. Müslim, Cenne, 28.
[14] Ahmet Cevdet Paşa, Peygamberler
ve Halifeler Tarihi, I ,
2-3.
[15] Ebû Abdullah İbnü’l-Beyyi’ Muhammed Hâkim
en-Nisaburî, el-Müstedrek
ale’s-Sahîhayn, Ebû Abdullah Şemseddin Muhammed b. Ahmed b. Osman Zehebî,
Haydarabad: Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1915, II, 544 (Ubey İbn Kâ’b’dan bize
nakledilmiştir.); (Übey b. Kâ’b “Rasûlullah şöyle buyurdu” şeklinde bize Âdem (aleyhisselâm)
ile ilgili bu bilgileri nakletmiştir.); İbn Sa’d , a.g.e. , I, 31; Ebü’l-Kâsım
Sikatüddin Ali b. Hasan b. Hibetullah İbn Asâkîr, Târîhu medîneti Dımaşk,
Dârü’l-Beşir, I, 78; II, 351.
[16] İbn Kuteybe, el-Maârif s. 17; Hâkim, el-Müstedrek, II, 544; İbn Sa’d, a.g.e. , I, 31; Mes’udi, Ahbârü’z-zamân, Beyrut: Dârü’l-Endelüs, s.
72; İbn Asâkir, Târîhu medîneti
dımeşk, II, 351.
[17] İbn Kuteybe, a.g.e. , s. 17;İbn Sa’d, a.g.e. , I, 32; Mes’ûdî, a.g.e. , s. 72.
[18] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I, 48; İbn Kuteybe, a.g.e., s. 9; Hâkim, a.g.e. , II, 544; İbn Kesîr, a.g.e. , Beyrut:
Mektebetü’l-Maârif, 1981, I, 78; İbn Sa’d, a.g.e. , I, 31;Ebû Nuaym Ahmed b.
Abdullah b. İshak İsfahânî, Delâilü’n-nübüvve,
tahkik Muhammed Revvas Kal’acî, Abdülber Abbas, Beyrut: Dârü’n-Nefâis, 1991, I,
21; İbn Asâkir, a.g.e. ,
II, 351;
[19] Beyhâkî, Delâilü ’n-Nübüvve, I, 387; Zehebî, Târihü ’l-İslâm ve vefeyâtü ’l-meşâhir ve’l-a ’lâm, thk.
Ömer Abdüsselam Tedmurî, Beyrut: Dârü’l-Kitâbi’l-Arabi, 1996/1417, II, 368; Alauddin
Ali b. Abdülmelik b. Kadı Han Müttaki el-Hindî, Kenzü’l-ummâl fî süneni ’l-akvâl ve’l-ef’âl,
Haydarabad: Dâiretü’l-Maârifi’l-Osmâniyye,
1370/1951-1373/1953, XII,
468-469.
[20] İbn Kuteybe, a.g.e. , 17; Beyhâkî, a.g.e. , I, 387; Zehebî, a.g.e. , II, 368; Aliyyü’l-Müttakî,
a.g.e., XII,
468-469; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I,
48;İbn Kesîr, a.g.e., I,
120; Sa’lebî, a.g.e. , I,
50.
[21] Beyhâkî, a.g.e., I, 387; Zehebî, a.g.e., II, 368; Aliyyü’l-Müttakî, a.g.e., XII, 469.
Mes’ûdî, a.g.e., s. 72; Daha geniş bilgi için
Bkz: Bedir, Ahmet-Sanlmaz,Arif, Hz. Âdem’in Boyu, Harran
İbn Kuteybe, el-Maârif, 17; Beyhâkî, Delâilü 'n-Nübüvve, I, 387; Zehebî, Târîhü 'l-İslâm ve vefeyâtü
'l-meşâhir ve 'l-a 'lâm, II,
368; Mes’ûdî, a.g.e. , s.
72.
Alauddin Ali b. Abdülmelik b.
Kadı Han Müttaki el-Hindî, Kenzü'l-ummâlfî
süneni 'l-akvâl ve'l-ef'âl, Haydarabad:
Dâiretü’l-Maârifi’l-Osmaniyye, 1370/1951-1373/1953, XII, 468-469.
en-Nîsa 4/ 1. ( Ey insanlar!
Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden bir çok
erkek ve kadın (meydana getirip) yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının.
Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’a karşı gelmekten ve
akrabalık bağlarını koparmaktan sığının. Şüphesiz Allah, üzerinizde bir
gözetleyicidir.)
[27] Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e. , I, 49.
[28] el-Enbiyâ 21/ 85-86.
[29] Meryem 19/56.
[30] el- Enbiyâ 21/85.
[31] Hâkim, el-Müstedrek, II, 549.
[32] İbn Kuteybe, el-Maârif, s. 20; Hâkim, a.g.e. , II, 549.
[33] İbn Kuteybe, a.g.e. , s. 21.
[34] İbn Kuteybe, a.g.e., s. 20-21.
[35] Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e. , I, 49.
[36] Ahmet Cevdet Paşa, Peygamberler
ve Halifeler Tarihi, II,
2-3.
[37] el-A’râf 7/59, (İbn-i
Cerîr (r.a.) ve başkalarının rivâyetlerine göre kavminin ismi Benû Râsib idi.).
[38] el-Hûd 11/25-26.
[39] el-Ahzâb 33/7.
[40] Mes’ûdî, Ahbârü’z-zamân, s. 80.
[41] Ebû Nuaym Ahmed b. Abdullah b. İshak
İsfahani Ebû Nuaym İsfahani, Hilyetü
’l-evliyâ ve tabakâtü’l-asfiyâ, IV,
[42] İbn Kuteybe, el-Maârif s. 20-21; Mes’ûdî, a.g.e. , s. 80.
[43] Hâkim, el-Müstedrek, II, 392; Aynı bilgilere
Selmân’ın rivayetinde de rastlamak mümkündür. Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyin b.
Ali Beyhâkî, Şua’bu’l-îmân, thk.
Abdülali Abdülhamid Hamid, Bombay: ed-Dârü’s-Selefiyye, 1986, IV, 113; İbn
Mübarek, Kitabu’z Zühd, I,
329; Ebü’l-Fazl Şehabeddin Ahmed İbn Hacer el-Askalânî, a.g.e. , III, 83.
[44] Aliyyü’l-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, XIV, 107;
Ebü’l-Hasan Nureddin Ali b. Ebî Bekr b. Süleyman Heysemî, Buğyetü ’l-bâhis an zevâidi müsnedi ’l-hâris, thk.
Hüseyin Ahmed Sâlih Bakiri, Medine: Mektebetü’l- Arabiyyeti’s-Suudiyye, 1992.
[45] Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e. , II, 53.
[46] el-Hûd 11/41.
[47] Ahmet Cevdet Paşa, Peygamberler
ve Halifeler Tarihi, II,
52.
[48] Aynî, Umdetü’l-kâri
şerhu sahîhi ’l-Buhârî, XV,
225.
[49] el-Hûd 11/89.
[50] el-A’râf 7/65.
[51] el-A’raf 7/65; el-Hûd 11/50-51; eş-Şuarâ
26/123-126-127.
[52] İbn Kuteybe, el-Maârif s. 28.
[53] İbn Kuteybe, a.g.e., s. 28; Hâkim, el-Müstedrek, II, 564.
[54] Hâkim, el-Müstedrek, II,563.
[55] Aynî, a.g.e. , XV, 225.
[56] Ebû İshak Ahmed b. Muhammed b. İbrâhim
Nisaburi Sa’lebi, Kısâsü’l-Enbiyâ-Arâisü’l-mecâlis,
Kahire: el- Matbaatü’l-Behiyye, h. 1301, I, 95; İbn Kesîr, el-Bidâye ve ’n-nihâye, I,
138.
[57] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef VII, 463.
[58] İbn Kuteybe, el-Maârif, s.29; Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e. ,II, 115-16.
[59] Bulut, H. İbrahim, Sünnî Gelenekte Mûcize
Kavramı ve Hz. Sâlih’in Deve Mûcizesi, Din
Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, 2004, cilt: IV, sayı: 2, s.
145.
Geniş bilgi için Bkz:
Abdüttevvâb Yûsuf, Hayâtu
el-halil İbrâhîm (aleyhisselâm), nşr. Adil Batrâvî, Ebû Vail,
Kahire:
Baktır, Mustafa, Kur’ân’da Tanıtılan Model Şahsiyet: Hz.
İbrahim, Editör: Ali Bakkal, 17-18
Ekim 1997, Şanlıurfa, 2007, s. 64.
İbn Ebi Şeybe, el-Musannef, XIV,117; Aliyyü’l-Müttakî, Kenzu ’l-ummâl, XII, 475; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef,
Kurtubî, Tefsiru ’l Kurtubi, V, 66; Ebû Abdullah
el-Asbahi el-Himyeri Malik b. Enes, el-Muvatta,
Dımaşk: Dâru’l-Kalem, h. 1413/ m. 1991, III, 488.
Ahmet b. Hanbel, a.g.e. , I, 277 (Hadisin isnadı
Buhârî ve Müslim’e göre sahihdir); Müslim, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellemv.)’in
Ahmed b. Hanbel, a.g.e. , I, 593; Buhârî, Kitapta
Meryem’i Halvete Çekildiği zamanı da An, 49; Buhârî,
“Tefsiru’lKur’ân”, 68;
Tirmizî, “Kütabu’t-Tefsir”, 3336; İbn Ebi Şeybe, a.g.e. , VII, 489; Beyhâkî, Sünenü’l- Kübrâ, V, 176; Ebî Şeybe, a.g.e. , IV, 403; İbn Hacer, el-lsâbe, VIII, 7.
Ebü’l-Abbas Şehabeddin Ahmed
b. Ahmed b. Abdüllatif Zebidi, Sahih-i
Buhârî muhtasarı Tecrid-i sarih tercümesi ve şerhi,
mütercimi ve şarihi Kâmil Miras, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı, 1983.
IX,107.
Solmaz-Çakan, Kur’ân-ı Kerîm’e Göre
Peygamberler ve Tevhid Mücâdelesi,
1991, İstanbul: Ensar Neşriyat, I,
Ebu Nuaym İsfahâni, Delâilü ’n-nübüvve, I, 23; Beyhâkî, a.g.e. , I, 29; Süyûti, Hasâisü’l-Kübrâ, I, 129.
Buhârî, Îmân, 96; Geniş bilgi
için bkz: Şahan. Ramazan, Kur’ân-ı
Kerîm’de Lût (aleyhisselâm), bununla ilgili israiliyyat ve günümüze mesajları
(bir konu tefsiri denemesi), 2000, Tez (Yüksek lisans),
Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri Anabilim
Dalı Tefsir Bilim Dalı.
Geniş bilgi için Bkz: Nişancızade
Muhyiddin Mehmed, Mir’at-ı
kâinat, 970/1562, İstanbul: Tatyos Divitciyan Matbaası, 1290.
Beyhâkî, a.g.e. , I, 290; İbn Kesîr, Tefsir, II, 252; Zehebî, Târîhu’l-lslâm-Sîretü’n-nebi, s.
531; Süyûtî, a.g.e. ,
II, 129.
Geniş bilgi için bkz:
Nişancızade Muhyiddin Mehmed, Mir’at-ı
kâinat, İstanbul: Tatyos Divitciyan Matbaası, 1290.
Beyhâkî, a.g.e. , I, 290-91; İbn Kesîr, a.g.e., 252; Zehebî, a.g.e., s. 531; Suyûtî, a.g.e. , II, 129.
Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 148; Ahmed b. Hanbel, a.g.e., XIX, 488; XXV, 93; (İmam
Müslim’in şartlarına göre sahihdir); Taberî, Târîh, I, 169; Beyhâkî, Delâilü’n-Nübüvve, II, 179; İbn Ebî Şeybe,
a.g.e. ,
XIV, 303; Beğavî, Mesâbihu’s-Sünne, II,
179.
Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 148; Ahmed b. Hanbel, a.g.e., XIX, 488; XXV, 93; (İmam
Müslim’in şartlarına göre sahihdir); Taberî, Târîh, I, 169; Beyhâkî, Delâilü’n-Nübüvve, II, 179; İbn Ebî
Şeybe, a.g.e. ,
XIV, 303; Beğavî, Mesâbihu’s-Sünne, II,
179.
el-E’nâm 6/84; el-Enbiyâ 21/83; Çakan-Solmaz, Kur’ân-ı
Kerîme Göre Peygamberler ve Tevhid Mücâdelesi, s.
Taberî, a.g.e. , I, 167; Hâkim, a.g.e., II, 568 (İbn Abbas’dan
naklen bize ulaşmıştır.); Sâlebi, Kısâsü
’l-enbiyâ, s. 164 (Muhammed b. İshâk ifade etmiştir.); İbn Kesîr, Târîh, I, 188; İbn Asâkîr, a.g.e. , VI, 320; İbn Esir, Kâmil, I, 157.
Geniş bilgi için
Bkz: Hüseyin Algül, Âlemlere Rahmet
Hazreti Muhammed, Ankara: Türkiye Diyanet
Vakfı, 1994.
Ahmet Cevdet
Paşa, a.g.e., V, 212; Muhammed Emin Yıldırım, Hazreti Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Albümü, İstanbul: Siyer Yayınları, 2010, s. 16.
Hâkim, Mustedrek, II, 615 (Hz. Ömer’den
(r.a.) merfu’ olarak rivayet olunmaktadır); el-Beyhâki, Delâil’un- Nübüvve, V, 488.
Müslim, Fezâil,
97; İbn Kesir (ö. 774/1373), Şemâil, çev. Naim Erdoğan, İstanbul: Temel Neşriyyat, 1983, s. 21.
Yâkut, İsmail, Hz.Peygamber’i Anlamak, İstanbul:
Ötüken, 2003, s. 118-125; Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e. , VI, 192.
Daha geniş bilgi
için Bkz: Bayraktar, İbrahim, Hazreti Peygamber’in Şemâili, İstanbul:
Gündoğdu Matbaası, 1990; Ali Yardım, Peygamberimizin Şemâili, İstanbul: Damla
Yayınevi, 1997.
Daha detaylı bilgi için bkz: İmam-i Tirmizî, Hadislerle
Peygamberimizin Güzel Ahlâkı (Şemâil-i Şerif), Çev;
Ahmet Cevdet Paşa, Peygamberler ve
Halifeler Tarihi,
V, 64; Yılmaz, Peygamber Efendimiz’in 1001
Özelliği, Erkam
Yayınevi, s. 20.
Tirmizî, Îmân,
6; Daha geniş bilgi için bakınız: Yazıcı, Numan, Hz.Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Latifeleri, İstanbul: Şâmî Yayınevi, 2008; Ahmed Cevdet Paşa, a.g.e. , VI, 197.
İbn Kuteybe, a.g.e. , s. 22 - 23, Taberî, a.g.e. , I, 289, Salebî, a.g.e., s. 335, İbn Esîr a.g.e., I, 265; Geniş bilgi için
bkz Köksal, : M. Asım, Peygamberler
Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları.
Ahmet Cevdet
Paşa, a.g.e., IV, 228-31; Daha geniş bilgi için Bkz: Ramazan Hub, Hz. Danyâl (aleyhisselâm), İstanbul: Kırk
Kandil, 2009.
Geniş bilgi için Bkz: Niyazi Mısri, Hızır
(aleyhisselâm) hızriya-yı cedida: Musa (aleyhisselâm), Mehdi (aleyhisselâm),
Zülkârneyn (aleyhisselâm), İsa (aleyhisselâm), Meryem (aleyhisselâm), İlyas (aleyhisselâm),
Ashab-ı Kehf,
haz. Ali Toker, İstanbul: Fulya Yayınları.
Geniş bilgi için
Bkz. Hilmi, Ömer Faruk, Hızır Aleyhisselâm, Şanlıurfa: İmam Sekkaki
Vakfı Yayınları, 2000. Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e. , IV, 26-29; Geniş
bilgi için Bkz: Güzel, Özkan, Hızır ile Musa olmak ve aramak,
İbn Kesîr, el-Bidâye ve ’n-Nihâye, II, 52; İbn
Kesîr, a.g.e. , II, 339 (Hadis merfû olarak geçmektedir).
[248] Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e., II, 141; Geniş bilgi için Bkz: Muhammed Hayr Ramazan Yûsuf, Zülkârneyn: el- Kâidü’l-fâtih ve’l-hâkimü ’s-sâlih, Dımaşk: Dârü’l-Kalem, 1986/1406
Ahmet Cevdet
Paşa, a.g.e., II, 146; Ahmed Muhyiddin Ebu’l-Kelâm Âzâd, Zülkârneyn kimdir?, (Muharrem Tan
tercüme etmiştir.) İstanbul: İz yayıncılık, 2000, s. 28-29.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar