RÜYA VE EDEBİYAT
BİRBİRİNİN
ÖTEKİSİ: RÜYA VE EDEBİYAT
GERÇEK YAŞAMDA VE EDEBİYATTA KRONOTOP OLARAK
RÜYA
Seher AKKAYA
Türk Dili ve
Edebiyatı Anabilim Dalı
Karşılaştırmalı Edebiyat Yüksek Lisansı İSTANBUL,
2012
ÖNSÖZ
Anlamak ve anlaşılmak! insanın varoluşuna
dair anlam katmada en temel hareket noktasıdır. Elbette bu durumu çeşitli
yollarla ortaya koymayı kendisine erek edinmiş pek çok disiplin mevcuttur.
Ancak rüya bu sarmal ilişkiye dikkati farklı bir yöne çekerek dâhil olur:
Anlatmak! Ve edebiyatta buna sahip çıkar. Aslında bir işbirliğidir aralarındaki
ilişki, çünkü ikisi de ‘hikâyeler anlatarak’ iletişim biçimini belirler.
Böylece kurmaca dünya rüyayı da kendi çerçevesine dâhil eder ya da tam tersi!
Ne var ki rüya anlatmak, her zaman onu
görmek kadar kolay ve doğal bir mesele değildir. Dil aracılığı ile dışsallaşan
rüya, aktarım sürecinde zaman zaman engellere takılabilmekte ve ortaya çıkan
rüya metninde boşluklar oluşmaktadır. İşte edebiyatın rüyayı malzeme edinmesi
böylece gerçekleşir. Bu boşluklar yazının gücüyle örülür, metinler kurulur. Ve
böylece edebiyat - rüya arasındaki yakınlık birbirini besleyerek sürer, gider.
Bu durum biz okurlara da rüya - gerçeklik arasındaki gizemli dünyada yeni
keşifler yapma olanağı tanır.
Birbirinin Ötekisi: Rüya ve Edebiyat adlı
çalışmamız bu doğrultuda ortaya konmuş sayısız keşiflerden sadece biridir. Bu
çalışmada farklı anlatı türlerinden - destan, hikâye, masal, roman, film-
seçilmiş olan ve içinde rüya imgesi barındıran metinler, Bakhtin’in kronotop
ilkesince değerlendirilerek, bazı sonuçlara varılmıştır. Burada belirtilmesi
gerek olan bir başka önemli husus daha vardır: Kuşkusuz rüyayı farklı izahlarla
açıklamak, psikoloji biliminin alanıdır. Bu çalışmada rüyadan, edebiyatın
ilgilendiği kadarıyla söz edilmiştir.
Çalışmam sırasında pek çok kişi bana
destek oldu.
Bana akademik ve gerçek yaşamdaki
tecrübelerinden yararlanma olanağı sunarak yolumu açan, tüm değerleriyle örnek
aldığım, birlikte çalışmaktan onur duyduğum ayrıca çalışmam boyunca göstermiş
olduğu anlayış ve sabırdan dolayı çok kıymetli hocam, danışmanım Sayın Prof.
Dr. Fatma Erkman’a minnettarım.
Kendime dolayısıyla çalışmama daha
yakından bakmamı sağlayan Sayın Prof. Dr. Doğan Şahin’e; çalışmamı ve beni
yaratıcı fikirleri ile zenginleştiren Sayın Dr. Neşe Yıldıran’a; her yardıma
ihtiyaç duyduğumda hep yanımdan olan Sayın Dr. Emin Armağan’a; bu keyifli
çalışmanın ortaya çıkmasında bana yardımcı olan tüm hocalarıma; çalışmam
boyunca bana sabırla katlanan ve desteğini esirgemeyen Meriç Balkanlı ’ya;
şimdi burada adlarını tek tek anamayacağım kadar büyük olan aileme, özellikle
de yakınlığıyla ve ilgisiyle beni hep destekleyen Sermin İmamoğlu’na; yok
zamanda bana zaman yaratan teknik danışmanım Tülay Yıldız ’a, bu süreçte beni
dinlemekten bıkmayan ve bana moral veren dostlarım Selmin Kuş’a, Bihter Sel’e
ve Sermin Akgün’e; çalışmamı heyecanla takip eden Seher Danışoğlu’na; son
dakika kurtarıcım Leylan Yener ’e, her türlü destekleri için tüm arkadaşlarıma;
bana rüyalarını heyecanla anlatan küçük öğrencilerime; ‘tez hala bitmedi mi’
cümlesini kurmamış olan tüm yakınlarıma ve azimle bu çalışmayı tamamlayabilen
kendime de teşekkür borçluyum.
Uzun bir süreç sonunda ortaya çıkan bu
tezi saygıdeğer babam Enver Akkaya ’ya armağan ediyorum.
Farklı bir düşünme biçimi olan rüya, kurmaca
dünya için cazip bir üretim kaynağı olmakla birlikte, edebiyat ve psikoloji
disiplinlerinin de bir aradalığını sağlar. Bu çıkarımdan hareketle rüya
fenomeni, bir karşılaştırmalı edebiyat çalışması için uygun bulunmuştur. Bu
çalışmanın yol haritası edebiyat - sanat - sanatçı ana üçgeni içinde
rüyanın bir edebiyat kronotopu olduğu ya da olabileceği yönünde belirlenmiştir.
Ayrıca, “Rüya, sanatçıyı gerçek yaşamında o pek sancılı yaratım sürecine taşır
da, işini de kronotoplaşarak kolaylaştırır mı?” sorusuna geniş bakış açılı bir
cevap anahtarı da sunulmuştur. Bu süreç boyunca Bakhtinrin kronotop
kavramı incelenerek, rüyaların bu forma içine yerleştirilmesine çalışılmış,
edebî olan ve olmayan motiflerde kronotop taraması yapılmıştır. Ortaya çıkan
sonuçlar, o dönemin rüya algısının anlatılardaki rüya kullanımı ile paralellik
gösterdiği yönünde bir saptama yapmayı sağlamıştır.
Birbirinin Ötekisi: Rüya ve Edebiyat -
Gerçek Yaşamda ve Edebiyatta Kronotop Olarak Rüya adlı çalışmadaki temel hedef, rüyanın hep gerçekle bir
hesaplaşma ilişkisi içinde bulunduğu, varsayılan paralel evrenin tanrılar
dünyasından insanın kendi içindeki kendine paralel olan öteki dünyaya
dönüşmesini, kronotop anlayışı doğrultusunda Ilyada - Agamemnon’un Rüyası;
Mesnevi - Tanrı Vergisinin Erişeceği Adamın Rüyasında Mısır ’da Hazine
Görmesi; Bin Bir Gece Masalları - Zeynü-l Mevasıf’ın Aşkları; Yaban
Çilekleri ve Puslu Kıtalar Atlası yapıtları üzerinden göstermektir.
“Düşünüyorum, öyleyse varım. Oldukça makul. Fakat bundan
tam tersi bir sonuç, var olmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar: Düşünen
bir adamı düşünüyorum. Düşündüğümü bildiğim için, ben varım. Düşündüğünü
bildiğim için, düşlediğim bu adamın da var olduğunu biliyorum. Böylece o da
benim kadar gerçek oluyor. Bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor.
Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öyleyse gerçek
olan biri beni düşlüyor. O gerçek ben ise bir düş oluyorum.”
Puslu Kıtalar Atlası
Anlaşılmayan rüyalar açılmamış mektuplar gibidir der Talmud. Böylelikle rüyaların açılması / yorumlanması
ile insanın gündelik yaşamı arasında paralellik kurulduğu da söylenmiş olur,
zira rüyalar insanı ve içinde bulunduğu kültürü anlamaya dair önemli ipuçları
taşımaktadırlar.
İnsanı doğrudan ilgilendiren herhangi bir durumun
edebiyatın dışında kalmasının mümkün olamayacağı gerçeğinden yola çıkarsak,
rüyanın edebiyat içinde de önemli bir yer kapladığını görürüz. Bu çalışmanın
temel amacı da, rüyaların edebiyattaki işlevlerini araştırmaktır. Bu amaç
doğrultusunda rüya ve edebiyat arasındaki ilişki seçilmiş metinler üzerinden
örneklenecektir. Ayrıca incelemede, rüyaya bakışın ve rüyayı yorumlamanın
kültür mirası olduğu ve bunun edebiyata yansımasının kaçınılmazlığına dikkat
çekilecektir. Freud ile birlikte psikoloji biliminde farklı bir boyut kazanan
rüya yorumunun, sanat ve edebiyat alanında yaratmış olduğu etkilere de
değinilecektir. Diğer yandan, çağdaş metinlerle günümüz psikolojisinin rüyaları
ele alış biçiminin edebiyata olan yansımaları da örneklenecektir.
Yöntem olarak ünlü Sovyet edebiyat
eleştirmeni ve kuramcısı Mikhail Mihailoviç Bakhtin’in ortaya koymuş olduğu
kronotop (zaman-uzam yumağı) kavramı kullanılacaktır. Rüyanın pek çok anlatı
türünde karşımıza çıkması, rüya imgesinin bir edebiyat kronotopu olarak
değerlendirilip değerlendirilemeyeceği sorusunu akla getirmektedir. Rüyanın bir
kronotop olduğunu kabul etmek onun metnin yapısı açısından kurgusal bir işlev
taşıdığını kabul etmektir. Bu çalışmada rüyanın, kurgusal işlevi
araştırılırken, bir yandan da farklı kültürlerde ve dönemlerde nasıl
yorumlandığı üzerinde durulacaktır. Rüyanın, birçok metinde, metnin üretildiği
dönemin rüya anlayışına uygun kullanımı da vurgulanacaktır.
Burada, çalışmanın gelişimi ve varsayımlarımızla ilgili
önemli bir nokta üstünde durmak istiyoruz.
Bu çalışmaya başlarken, yukarda da değindiğimiz gibi,
amacımız, rüyanın Bakhtin anlamında bir kronotop sayılıp sayılamayacağını
ortaya koymaktı. Ancak çalışma ilerledikçe, rüyanın, sanatta / edebiyatta
olduğu kadar, gerçek yaşamda da, özellikle de sanatçının gerçek yaşamında bir
kronotop etkisi yarattığını gördük. Bu saptama sonucunda, çalışma iki ana dala
ayrıldı:
Önce, rüyanın gerçek yaşamlarda da bir kronotop etkisi
sağladığını varsaydık. Bu ilk varsayımımızı üçüncü bölümde temellendirdik.
Daha sonra ise, rüyayı edebiyat / sanat yapıtlarındaki
işlevleri açısından ele aldık ve rüyanın bu yapıtlarda da kronotop olma
özelliği taşıdığını varsaydık ve bu varsayımımızı dördüncü bölümde
temellendirdik.
Kısacası bu çalışmada iki varsayım bulunmaktadır:
Birincisi, rüyanın sanatçının gerçek yaşamında bir kronotop görevi gördüğü,
sanatçıyı ve edebiyatçıyı yaratma sürecine taşıdığı, bu açıdan sanatçının
yaşamında bir dönüşüm / eşik oluşturduğudur. Bu varsayıma göre rüya, sanatçıya
bu süreçte ivme kazandırmaktadır. Sözü edilen durum, çalışmanın rüya ve
yaratıcılık başlığı altında detaylandırılacaktır.
İkinci varsayım ise rüyanın edebiyattaki kullanımının
kronotop sayılabileceği üzerinedir: Bir çeşit sözcüklerle resim yapmaya benzetebileceğimiz
anlatı geleneği, rüyanın görsel imajlarını sözcükler aracılığı ile metne
dönüştürür, rüyayı kullanarak zamanla oynar, anlamı kurar. Rüya metninin zaman
- uzamı; kurmaca metnin oluştuğu zaman - uzam ile kurmaca metnin zaman -
uzamına eklenir ve zaman - uzamların spiralleşerek iç içe geçmesini sağlar.
Böylece kurmaca metin rüya aracılığı ile okuru katmanlar arası bir okuma
biçimine çeker.
Özgünlüğünü tanımlanamayan kaynaktan alan rüya,
edebî / kurmaca metinler üzerinde oldukça yaratıcı bir etkiye sahiptir. Rüyanın
bu gizemli doğası da edebiyata ve sanatın diğer kollarına sonsuz kaynak teşkil
etmektedir. Bu çalışmayla var olan kaynakların gözler önüne serilmesi
hedeflenmiştir.
“(...) Enis, yarı uyku halinde, yatağında yatmakta imiş ve
rüyasında açık seçik olarak sevgilisinin dönüşünü görüyormuş. Ve rüyalara
inancı olduğundan, heyecan içinde uyanmış ve hemen Zeynü'lMevasifın evi
doğrultusunda yollanarak rüyasının çıkıp çıkmayacağını görmeye gitmiş.” Binbir
Gece Masalları (Cilt 3/1,s.398)
Kültürü veya
inanç biçimi her ne olursa olsun, rüya olgusunu mesele edinmemiş, dahası
rüyalara dair çeşitli kabul türleri benimsememiş bir topluluğun varlığı
alışılmış değildir. Zira insanoğlunun evreni ve insanı tanımaya / bilmeye
yönelik güçlü isteği, onu rüya denen bilinmezle buluşturur. Rüya insanın var
oluşunu bütünleyen özelliğinden ve kişiyi bilinmeyenle buluşturma
niteliğinden ötürü, binlerce yıldır üzerine söz söylenme isteğini yitirmemiş
bir fenomendir. Sözü edilen bilinmeyen, yaşamı anlamlandırma uğraşı edinen
bizler için kimi zaman insana, kimi zaman evrene, kimi zaman da sanata / bilime
farklı açılımlar sağlamaktadır. Başka bir deyişle rüya, evreni / insanı
anlamaya yönelik pek çok üretim için çekici güç niteliğindedir. Yazınsal
üretim için de çekici güç etkisi yaratması dolayısıyla rüya olgusu, bu
çalışmanın çıkış noktasını oluşturmaktadır. Bu noktadan hareketle bu
incelemenin hedefi, rüyanın edebiyata kazandırdığı açılımlar üzerinden rüya ve
edebiyat arasındaki ilişkinin ön plana çıkartılması ile bu ilişkiye daha
yakından bakılması olarak belirlenmiştir.
İçinde
imkânsızlığın olmadığı, dahası zamanı, uzamı ve yaşananları paralel bir evren
yaratarak, akılla algılanan gerçekliğin dışında farklı bir gerçeklikle ortaya
koyan rüyaların bilimsel olarak ele alınışından çok önce, yazıya aktarılmasına
gerek duyulmuştur. İlk yazılı kaynaklar olarak kabul edilen Sümer tabletlerinde
rüyaya dair anlatımlar bulunmaktadır: Gılgamış Destanı’nda Tanrıça Ninsun’un
Gılgamış’ın rüyalarını yorumladığı yazmaktadır. Böylece rüyanın yazın dünyası
ile ilişkisinin başlamış olduğunu söyleyebiliriz. Kökleri uzak geçmişe değin
uzanan yazma edimi ile rüya arasındaki bu sarmal ilişki, Birbirinin Ötekisi:
Edebiyat ve Rüya adlı çalışmamızın ortaya çıkmasında oldukça etkili
olmuştur.
Çalışmamızın
yöntem bölümünde Bakhtin’in kronotop kavramından ayrıntılı olarak söz
edilecektir. Bakhtin, Romanda Zaman ve Kronotop Biçimlerine ilişkin Sonuç
Niteliğinde Kanılar adlı makalesinde, kronotopu kısaca şöyle anlatmaktadır:
Edebiyatta sanatsal olarak ifade edilen
zamansal ve uzamsal ilişkilerin içkin bağlantılılığına kronotop (harfiyen
anlamıyla, “zaman- uzam”) adını vereceğiz. (...) Bizim açımızdan taşıdığı
önemse, uzam ve (uzamın dördüncü boyutu olarak) zamanın birbirinden ayrılmazlığını
ifade ediyor olması. Kısacası, zaman- uzama edebî
yatın
biçimsel olarak kurucu kategorisi anlamını atfediyoruz. (Bakhtin, 2001: 315)
Kronotoplar
kurguyu oluşturan anlatı parçacıklarını bağlayıcı ve çözücü etkiye sahiptirler.
Her yapıtta birbirleriyle etkileşim halinde olan birden fazla kronotop yer
alır. Bakhtin’in belirlemelerine göre kronotoplar karşılaşma, yol, eşik, doğa,
biyografik zaman - uzam gibi çeşitlilik göstermektedir. Rüyanın pek çok anlatı
türünün değişmez bir parçası olduğunu varsaydığımızda, bu durum rüyanın bir
edebiyat kronotopu olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği sorusunu akla
getirir ki, bu da çalışmamızın tartışma konusunu belirler. Daha sonra farklı
kültürlere ve dönemlere ait, içinde rüya motifi barındıran yapıtlar kronotop
anlayışı doğrultusunda çözümlenecektir. Rüyanın bu yapıtlardaki konumu
irdelenecek, dahası rüyanın bu metinler için bir edebiyat kronotopu olup
olmadığı tespit edilecektir.
Bir sonraki
bölümde rüyanın sanat ve edebiyatla olan ilişkisi üzerinde durulacaktır.
Rüyanın, edebiyat ve sanat için yaratıcılığa kaynak oluşturduğu anlatılarak
rüya ve sanat / edebiyat arasındaki kaynak - süreç benzerliği ilişkisi
araştırılacaktır. Resim ve sinema sanatından örneklerle bu ilişkiler
somutlanacaktır. Ayrıca rüyanın, sanatçının yaratım sürecinde oynadığı rol
üzerinden kronotop ile bağlantısı ele alınacaktır. Yani rüyanın, sanatçının
gerçek yaşamında kronotop fonksiyonu taşıyarak dönüştürücü etkisinden söz
edilecektir. Rüyayla sanat ve edebiyat arasında, yaratıcılık üzerinden kurulmuş
olan akrabalık, rüyanın edebiyatta kullanımı başlığı altında ele alınacaktır;
bu da çalışmamızın bel kemiğini oluşturan kısmıdır. Bu bölümde rüyalar ve
yorumları, dahası kültürlerin rüya inançları, kadim topluluklardaki rüya
anlayışı ve bilimsel gelişmeler dâhilinde üç farklı kategoride ele alınacaktır.
Paralel
Evrenden / Öteki Dünyadan Haber: Kehanet
Rüyanın geleceğe dair işaretler taşıdığı ve paralel bir evrenle iletişim kurma
aracı olduğu düşüncesi eski toplumlar tarafından benimsenmiştir.
Bilinçdışı-Gerçek
Bağlantısı ikinci kategoriyi
oluşturmaktadır. Burada bilinçdışının varlığından bilimsel alanda söz edilmeden
çok önce de bu kavramın olduğunu kanıtlayan örneklere değinilecektir.
Bilinç -
Bilinçdışı: Freud ve Jung Bu bölümde ilk
rüya araştırmaları ile birlikte rüyaya bilimsel bakışta kırılmayı imleyen Freud
ile Jung'un rüya kuramları ele alınacaktır. Freud’un rüya kuramı, bilimsel
olarak rüyanın anlamlandırılmasında olduğu gibi, çalışmamız için de dönüm
noktası olmuştur. Bu sebeple Freud’un rüya kuramının bu bölümde
detaylandırılması öngörülmüştür, çünkü edebiyatın Freud’a ilgisi vardır.
Çalışmanın uygulama alanı olarak belirlenmiş olan dördüncü,
beşinci, altıncı ve yedinci bölümlerinde yukarıda belirlenen rüya
kategorilerindeki yaklaşımlar çeşitli kültürlere ve dönemlere ait metinlerle
ilişkilendirilecektir. Ilyada ve Mesnevî rüya ve paralel evren
bağlantısını; Binbir Gece Masalları rüya ve Freud öncesi Bilinçdışı
-
Gerçek
bağlantısını; Yaban Çilekleri ise rüya ve bilinçdışı bağlantısını
örneklemek amacıyla ele alınacaktır. Bu belirlenimler ışığında incelenen
rüyaların kronotop değerlendirmesi yapılacaktır.
Bu noktaya kadar seçilmiş olan anlatılardaki rüya motifinin
kimi anlatılarda kültürel, kimi anlatılarda bilimsel etkileri üzerinden ele
alınması öngörülmüştür. Ancak incelememizin yedinci bölümünde yer alan son
metin Puslu Kıtalar Atlası romanı ile rüya motifinin çağdaş
anlatılardaki konumunun örneklenmesi yani kültür
-
bilim
bir aradalığının gösterilmesi düşünülmüştür. Rüya ve gerçekliğin iç içe geçtiği
bu anlatı içerisinden seçilmiş olan rüyalar, kronotop özellikleri açısından
değerlendirilecektir. Bu noktada anlatıyı daha anlaşılır kılmak adına,
gerektiği ölçüde postmodern anlatı formunun bazı özelliklerine değinilecektir.
Uyudu,
Mesnevi, Binbir Gece Masalları, Yaban Çilekleri ve Puslu Kıtalar Atlası adlı yapıtları incelememizin nedenlerinden biri de
içlerinde barındırdıkları rüya motiflerine ilişkin benzerliklerin /
farklılıkların, edebiyat ve psikoloji ilişkisi açısından ilgi çekici
olmalarıdır.
Sonuç bölümünde de rüyanın hep gerçekle bir hesaplaşma
ilişkisi içinde bulunduğu, varsayılan paralel evrenin tanrılar dünyasından
insanın kendi içindeki, kendine paralel olan öteki dünyaya dönüştüğü
gösterilecektir. Bu dönüşümler kronotop ilkesi temel alınarak açıklanmış
olacaktır. Rüyanın her metinde farklı kronotopluk işlevleri taşıyor olması da
belirtilecektir. Ayrıca rüyanın sanatçının gerçek yaşamında da üretim sürecine
geçmesini sağlayabilen bir kronotop olduğu çıkarımı yapılacaktır. İncelenen
metinlerdeki rüyaların, metnin üretilmiş olduğu dönemin rüya anlayışına uygunluğu
vurgulanarak, dönemle yapıt arasındaki ilişki de ortaya konacaktır.
Antik
çağlardan modern zamanlara değin, farklı kültürlere ait, içinde rüya motifi
geçen bazı anlatılar, rüya ve edebiyat arasındaki ilişkiye daha yakından bakmak
amacıyla incelenecektir. Bu çalışmanın yaslandığı yöntem, Mikhail Mihailoviç
Bakhtin’in kronotop anlayışı olarak belirlenmiştir. Kısacası, rüyanın
edebiyat metinlerinde nasıl bir işlev taşıdığı, Bakhtin’in kronotop
anlayışı doğrultusunda ele alınacaktır.
2.1
Bakhtin’de Kronotop
Kavramı
Sovyet edebiyat eleştirmeni ve kuramcısı Bakhtin, zaman ve
uzam ilişkisini iç içe geçirdiği krontop anlayışını, Romanda Zaman ve
Kronotop Biçimlerine ilişkin Sonuç Niteliğinde Kanılar adlı makalesinde
aşağıdaki ifadeleriyle açımlamaktadır:
Edebiyatta sanatsal
olarak ifade edilen zamansal ve uzamsal ilişkilerin içkin bağlantılılığına
kronotop (harfiyen anlamıyla, zaman - uzam) adını vereceğiz. Bu terim (uzam -
zaman), matematikte kullanılmaktadır ve Einstein’ın Görelilik Teorisi’nin
parçası olarak geliştirilmiştir. Görelilik teorisinde barındırdığı özel anlam
bizim amaçlarımız açısından önem taşımıyor; edebiyat eleştirisi için hemen
hemen (ama tamamen değil) bir eğretileme olarak ödünç almaktayız. Bizim
açımızdan taşıdığı önemse uzam ve (uzamın dördüncü boyutu olarak) zamanın
birbirinden ayrılmazlığını ifade ediyor olması. Kısaca, zaman - uzama
edebiyatın biçimsel olarak kurucu kategorisi anlamını atfediyoruz. (Bakhtin,
2001: 315-316)
Kronotop sözcüğü etimolojik kökenini Yunanca’dan
almaktadır. Zaman kavramını kronos, uzam kavramını ise topos
sözcükleri karşılamaktadır. Böylece bu sözcüklerin yan yana gelmesi ile ortaya
anlamsal bir kaynaşma, iç içe geçme hali çıkar. Daha anlaşılır bir ifadeyle,
kronotop zamanın uzama sızarak kendisini uzamla birlikte var etmesidir de
denebilir. Aşağıdaki ifadeler de zaman - uzam kaynaşması olan kronotop
anlayışına ışık tutmaktadır:
Bu terim, bir anın bir
mekânda billurlaşmasını anlatır. Kronotop her şeyden önce bir temsildir;
dolayısıyla bu billurlaşmayı edebiyat metinleri üzerinden düşünmek gerekir.
Başka bir deyişle metin içinde ifade bulan “o an” ve “o mekan”ın bir arada
oluşları özgül bir anlam yaratır. Bu bir arada oluşta; “zaman dokunulur ve
görünür hale gelir; [kronotop] anlatıdaki olayları somutlar, cisimleştirir,
onlara yaşam kazandırır. Bir olay iletilebilir hale gelir, bilgiye dönüşür,
kişi olayların geçtiği yer ve zamana dair bilgi verebilir hale gelir. (Yardımcı
ve Doğan, 2009: 68)
Kısaca Bakhtin, edebiyat metinlerinin salt zaman veya uzam
ekseni üzerinden ele alınarak incelenmesinin eksikliğine dikkatleri çeker.
Kronotop anlayışına göre zaman - uzam birlikte, bir bütün olarak
değerlendirilmelidir. Böylece anlatılarda saptanan zaman - uzama dair parçalar,
duyguyu ve değeri de kendilerine katarak, bir bütünlük içerisinde var
olabilirler. Kronotopların anlatı için önemi göz ardı edilmemelidir. Anlatının
içinde gelişen olayları, dahası anlamları kronotoplar belirler.
Bakhtin’e göre kronotoplar öncelikle bir yaşanmışlığı
anlamanın yolu, bir ideolojiyi şekillendirmenin özel bir formu olarak
düşünülmelidir ki, bu da olay ve davranışların sebebini anlamamıza yardımcı
olur. Dolayısıyla Bakhtin, kronotop denemesi ile davranış felsefesi arasında
bir yakınlık ilişkisi kurar. Davranışlar böylece tanımlanırlar ve kronotoplar
da bu tanımlamaları yansıttıkları ölçüde gelişirler, değişirler. Bütün
içerikler değişen zaman ve uzamla birlikte şekillenirler. Bakhtin’ce önemli
olan zaman ve uzamın niteliğinin sosyal aktivitelerle ve davranışlarla değişmesidir.
Bu da bizi zaman ve uzamın basit matematiksel çıkarımlar olduğu gerçeğinden
uzaklaştırır. Bakhtin, Einstein’ın zaman- uzam kavramıyla kelime anlamı olarak
ilgili değildir. Bunu, yukarıda da aktarmış olduğumuz gibi bir edebî eleştiri
ya da metafor olarak almıştır. Einstein’ın görelilik teorisine uyan her şeyin
edebî kronotoplara uyabileceğini söylemek yanlış olur. Einstein’ın fiziğinde
olduğu gibi edebî anlamda kronotopta da zaman ve uzam ayrı değillerdir; aksine
içsel, giriftçe birbirlerine bağlıdırlar. Her kronotop bir zaman - uzam
birleşimini söyler. Zaman ve uzam bir bütün teşkil ederler ve ancak kesin bir
soyut analizle ayrılabilirler. Kronotoplar genellikle aktivitenin / davranışın
içinde bulunmazlar, onlar aktivitenin / davranışın oluştuğu dahası geliştiği
ortamlardır. Bakhtin’in kelimelerini kullanırsak “Onlar dünyada temsil
edilmezler, onlar olayların takdim edilebileceği alanlardır. Sahnelerde
bulunmazlar ama sahneleri mümkün kılarlar” (Morson ve Emerson, 1990: 369)
Kronotopların çokluğu ve çeşitliliği fiili ihtiyaçlara göre
zaman içerisinde değişebilir hatta toplum içerisinde ve bireysel hayatta
kronotoplar adeta birbirleriyle yarışırlar. Zaman zaman birbirleriyle
uyuşabilir ya da çelişebilirler. Kronotoplar edebî yaşamı yönettikleri gibi edebî
olmayan yaşamı da yönetirler. Dolayısıyla bazı kronotopik motifler edebi
olmayan kaynaklardan da çıkabilmektedirler. Bu noktada Bakhtin’in saptamış
olduğu birkaç kronotopu kapsamlı olarak ele almak söz konusu çeşitliliği daha
anlaşılır kılacaktır: Bakhtin’in karşılaşma kronotopu olarak adlandırdığı
kronotop, anlatıda zamanın öne çıktığı durumlar için söz konusu olmaktadır.
Karşılaşma kronotopunun diğer belirleyici öğeleri ise duyguların ve değerlerin
yoğunluğudur. Bu kronotop, karşılaşmaların sıklıkla yolda gerçekleşmesi
dolayısıyla, yol kronotopu ile iç içe geçer. Bakhtin bu kronotopu oluşturan,
gerek tesadüfi, gerekse amaçlı karşılaşmaların yaşandığı pek çok karşılaşma
mekânı saptar. Mesela şatolar bunlardan biridir. Edebiyatta gotik kurguda şato
sadece bir bina değil aynı zamanda özel bir zaman ve özel bir tarih içeren,
doymuşluk aktaran bir görüntüdür. Şatoyla ilgili her şey asırların ve
nesillerin izlerini taşır. Şatonun mimarisinde, portre galerisinde,
silahlarında, döşemelerinde ve arşivlerinde hükümranlık hakları ve buna bağlı
olarak devam eden ilişkiler anlatılır. Mitler ve gelenekler şatonun her
köşesinden fırlayacak gibidirler. Şatolar geçmiş yüzyılların izlerini
barındırdıklarından dolayı, tarihsel figürlerin yanında, tarihsel zamanı da
görünür kılmaktadırlar. Tüm bu özellikleriyle şatolar tarihsel anlatılara imge
kaynağı olurlar.
Bakhtin salonları ve misafir odalarını da karşılaşma
uzamları olarak saptar. Salonlar diyalogları ve belli konuşmaları aktaran
sosyal atmosferi de yansıtırlar. Yol kronotopunda yaşanan rastlantısal
karşılaşmalar, salonlar ve misafir odaları için söz konusu değildir;
belirlenmiş karşılaşmaların uzamıdır buralar. Anlatının üretmiş olduğu
anlamların kesiştiği bu uzamlarda zaman görünür kılınır. Bu uzamlarda yaşanan
diyaloglarla, üzerine konuşulan olaylar, neden - sonuç ilişkileri şeffaflaşır.
Ancak sözü geçen uzamlarda dönemsel / tarihsel zamanın yanında, biyografik
zaman da, kendini gösterir hale gelir. Kısaca karşılaşma mekânı olarak,
salonlar ve misafir odaları, anlatının tarihsel / dönemsel zamanını ve
biyografik zamanını algılanır kılar.
Bakhtin taşra kasabalarını da, karşılaşma mekânları olarak
değerlendirir. Taşra kasabaları, XIX. yüzyılda farklı anlatı türlerinde
sıklıkla karşılaşma mekânı olarak gözükmektedir. Bu kasabalarda zamana dair bir
hareketlilik göze çarpmaz, çünkü burada uzamda yaşanan olayların durgunluğu ve
sıradanlığı zamanı görünürlükten yoksun bırakır, zaman adeta donmuştur,
neredeyse akmaz gibidir. Ancak romancılar bu zaman - uzamdan, olaylarla yüklü
temsilleri ve buna bağlı olarak hareketlenen zamanı öne çıkarmak ya da onları
çeşitlendirmek adına, karşıt alan olarak faydalanırlar.
Karşılaşma kronotopu ile sık sık kesişen yol kronotopunun
kapsamı daha geniş olmakla birlikte duygu ve değerlendirme yoğunluğu daha az
etkiye sahiptir. Anlatı içerisindeki rastlantısal karşılaşmaların genellikle
yolda yaşanması, bu iki kronotopu iç içe geçirir. Yolda pek çok farklı
sınıfların, kültürlerin, dinlerin ortak bir uzamda ve zamanda karşılaşma
ihtimali, anlatıya bu kronotopla zengin bir imgelem dünyası sağlar. Bundan
ötürü yol kronotopu, antik zamanlardan modern zamanlara değin pek çok anlatı
türüne zemin oluşturmuştur.
Yol, toplumsal sebeplerden ötürü farklı uzamları ve buna
bağlı olarak farklı zamanları yaşayan kişilerin, rastlantısal olarak bir araya
gelmesiyle, ortak zaman - uzamı paylaşmalarına olanak sağlar. Bu
karşılaşmalarla, sınıflar arasındaki mesafeler karmaşıklaşarak kaybolurken, bu
durum farklı bir birleşmeye, başlangıca uç verir. Bu kronotopta uzam (yol) belirleyici
öğe olmakla birlikte, zaman, uzamın içine sızarak anlatının gidişatını, başka
bir deyişle yolu biçimlendirir. Bakhtin’in aşağıdaki sözleri ortaya çıkan bu
anlatı biçimine farklı bir yaklaşımla bakmamızı sağlar:
...bu bir seyir, bir akış olarak yol
imgesindeki zengin eğretileme genişlemesinin kaynağıdır: “bir yaşamın seyri,
akışı”, “yeni bir seyirde yola koyulmak”, “tarihin seyri” vb.; ana eksenin
zamanın akışı olarak kalması koşuluyla yolun bir eğretilemeye dönüşme şekilleri
çeşitli ve çok katmanlıdır. (Bakhtin, 2001: 317)
Yol ve yoldaki karşılaşmalar, farklı bir anlatı türü olan
tarihsel romanlarda, olay örgüsünü şekillendirirler. Bir takım anlatılarda da
yol, kişinin kendi memleketine olan uzaklığı sonucu içinde bulunduğu yabancı
dünya oluşumuna karşılık gelmektedir. Ayrıca anlatı içinde yer alan yol,
yol imgesi veya yoldaki karşılaşmalar, dış gerçeklikte yaşanan o döneme dair
gösterge niteliğinde belirtiler de taşımaktadırlar.
Eşik Kronotopu, yol kronotopunun aksine büyük oranda duygu
ve değer yüklüdür. Bu kronotop da yol kronotopu gibi karşılaşma kronotopuyla
ilişkilendirilebilir. Ancak bu kronotopun içini dolduran belirleyici öğeler,
yaşamın bir anında gerçekleşen dönüm ve kopuş
kronotoplarıdır. Bakhtin bu kronotopu anlık kronotop olarak da
adlandırır. Anlatıda yaşamdaki bir kriz anı, kopuş, dönüm noktası, yaşamı
başkalaştıran karar/lar ya da kararsızlığın hayati hale geldiği, korkuların
açıklandığı durumların yaşandığı zaman ve uzam eşik kronotopunu oluşturur ki,
bunlar en güzel ifadelerini Dostoyevski’nin romanlarında bulurlar. Bu
romanlarda merdivenler, holler, koridorlar, sokak, meydan gibi uzamlarda
gerçekleşen olaylarla kişinin tüm yaşamı adına belirleyici olan anlar yaşanır.
Mesela Prens Mişkin’in merdivende sara krizi geçirmesi ya da
Raskolnikov’un bir katil olduğunun anlaşıldığı koridor da Razimiki’nin
görülmesi sözü geçen kronotopu somutlayan örneklerdir. Ayrıca takipler ve
kurtarmalar macera hikâyelerinde sık rastlanan olgulardır, son dakikada
gerçekleşen kurtarmalar bize macera zamanını verir ki, bu tür örnekler eşik
kronotopunun farklı birer yansımalarıdırlar. Bu noktada anlar büyük önem
taşır, zira anlar genellikle bir kırılma noktasına işaret eder;
anlatının seyrine etki edecek dönüm noktalarını ve kopuşları kapsar. Eşik
kronotopunda zamanın kendisini anlarda yoğun olarak hissettirmesi, onu
akan bir zaman algısının ötesine taşır, bireysel zamanı adeta görünmez kılar.
Anlatıdaki gelişmeler ansızın gerçekleşir. Bakhtin’e göre “Edebiyatta
eşik kronotopu bazen açıkça ama genellikle de örtük bir biçimde hep
eğretilemeli ve simgeseldir.”(Bakhtin, 2001: 322)
Biyografik kronotopta ise zamanın kendini gösterme biçimi,
eşik kronotopundaki anların aksine; duru, akışı sezdiren, biyografik
zamana karşılık gelir. Zaman konaklar, malikâneler gibi iç uzamlarda rutin
seyriyle akar. Yine Bakhtin, biyografik zaman - uzamın örnekleriyle, Tolstoy
romanlarında karşılaşıldığına dikkatleri çeker. Dostoyevski romanlarında anlarda
göze çarpan kırılma noktaları, Tolstoy romanlarında biyografik zamanın akışına
yedirilmiştir. Eşik kronotopunda anlara yüklenen anlam, biyografik
kronotopta zamanın seyrine paraleldir.
Bakhtin’in sınıflandırmış olduğu bir başka kronotop olan
doğa kronotopunda zaman algısının, bilindik zaman akışıyla uyumluluğu esastır.
Doğa betimlemeleri ön plandadır. Bu kronotop pastoral anlatılarda sıklıkla
karşımıza çıkar.
Bakhtin’in kronotopları tanımlamasında ve kategorize
etmesinde belli bir kalite veya nitelik sıralaması yoktur. Ancak bazılarının
gerçek zaman ve uzamı tüketmede diğerlerinden daha iyi iş yaptığını kabul eder.
Yukarıda anmış olduğumuz kronotoplar birbirleriyle ilişkilidir, ancak bu
kronotopların birbirleriyle olan münasebeti daha önceden belirlenmiş bir durum
değildir. Anlatının seyrine biçim veren kronotoplar arasında etkileşim olduğu
pek çok anlatı incelemesinde göze çarpar:
Zaman - uzamlar karşılıklı olarak
kapsayıcıdır; bir arada var olur, iç içe geçebilir, birbirinin yerini alabilir
ya da birbirlerine ters düşebilirler, birbirleriyle çelişir, çatışır veya
kendilerini daha da karmaşık etkileşimler içinde bulabilirler. (Bakhtin, 2001:
326)
Kronotopların bir metin içerisinde birbirleriyle kurdukları
ilişki diyalog esaslıdır. Dolayısıyla her diyalog, bir kronotop içinde
gerçekleşir ve kronotoplar birbirleriyle de diyalog ilişkisine girerler. Burada
her iki kavram da (diyalog - kronotop) diğerinin anlaşılması için elzemdir ve
birbirinden ayrı düşünülemez. Bu çeşit kronotopik diyalogları içeren
çalışmalar, kurgu kesitlerini özel bir diyalog biçimiyle zarflarlar; bu da yazarın,
oynayanın, dinleyenin, okurun dünyasına sızar.
Gelinen bu noktaya kadar söz ettiklerimizi toparlayacak
olursak; Bakhtin’e göre kronotoplar anlatı içinde farklı kırılma noktaları
yaratarak anlatının akışına yön verirler. Böylece anlatının kendine özgü bir
form kazanmasını sağlamış olurlar. Kronotoplar anlatı içindeki somut sahnelerin
veya soyut imgelerin kendilerini ortaya koymalarına uygun zemini hazırlayan
parçacıklardır. Ancak Bakhtin anlatı içerisindeki kronotopların saptanması ve
değerlendirilmesi durumunda, dikkatleri göz ardı edilmemesi gereken bir noktaya
taşır : “Edebî imgelerin herhangi biri veya hepsi zaman - uzamsaldır. Bir imge
deposu olarak dil de esasen zaman - uzamsaldır.” (Bakhtin, 2001: 325)
Anlatılarda kendini gösteren kronotoplar anlatının dışında yaşanan dış
gerçeklikte var olan zaman ve uzamdan bağımsız değildirler. Ancak Bakhtin,
kurgu ve gerçeklik arasındaki zamana ve uzama dair ilişkiyi, birebir
örtüştürmeden ziyade dilin tarihselliği üzerinden kurar:
Hususi bir zaman - mekânda ortaya çıkan
dil ve bu dildeki temsil (yani metin), içinde üretildikleri (...) koşulların
izlerini taşırlar. Kronotop da metinseldir, kurgusaldır ama dilsel olduğu
ölçüde gerçek dünya, tarih, coğrafya ona sızar. (Yardımcı
ve Doğan, 2009: 69)
Özetle birçok anlam kronotopiktir. Yani sıkı sıkıya bir
zaman - uzam birliği içinde şekillenmiştir. Bir özel kronotop, yaşanmışlığı
dahası bir tecrübeyi anlamanın matematiksel bir yoludur ve insan hayatında
görmenin ve temsil etmenin şeklidir.
2.1.1
Rüya Bir Edebiyat
Kronotopu Olabilir mi?
Bakhtin’in bulguladığı yukarıda sözü geçen kronotoplar,
anlatılarda sıklıkla kendilerini göstermektedirler. Ancak edebî araştırmalar,
bazı anlatılarda anılan kronotopların dışında, yine anlatıyı biçimlendirme
işlevine sahip, farklı kronotopların varlığını da ortaya koymuştur. Bakhtin’in
aşağıdaki sözleri de bu farklı oluşumu destekler:
Buraya kadar, yalnızca belli başlı zaman -
uzamlardan, en temel ve en yaygın olanlarından söz ettik. Ama bu tür zaman -
uzamların her biri, kendi içinde sınırsız sayıda küçük zaman- uzamlar
barındırabilir; aslında, daha önce belirttiğimiz üzere, herhangi bir motif
kendine ait özel bir zaman - uzama da sahip olabilir. (Bakhtin, 2001: 326)
İncelememizin tartışma konusu, tam da bu
noktada Bakhtin’in kronotop çeşitliliği anlayışıyla örtüşmektedir.
Kronotopların bir anlatının seyrine yön verir birer dönemeç niteliğinde olması
fikrine dayanarak, rüya motifinin ele aldığımız edebiyat metinlerinde nasıl bir
fonksiyon taşıdığı, dahası bir kronotop olarak incelenerek çözümlenmesi bu
çalışmanın konusunu oluşturmaktadır.
Unutulan tüm şeyler, rüyada
yardım çığlıkları atarlar.
Elias Canetti
Rüyalara yüklenen çeşitli anlamlara rağmen, günümüze değin
ortaya atılmış farklı görüşler, rüya denen bulmacayı bütünüyle tanımlamak adına
kâfi gelmemiştir. Belki de rüyaların gizemi, açıklanabilir olmamak üzerinedir!
Ancak bu varsayıma rağmen pek çok düşünür ya da bilim insanı rüyayı açıklama
çabasından da vazgeçmemiştir. Aşağıda rüyaya dair sadece birkaç görüş kısaca
ifade edilmektedir:
'Rüyalar, uykudayken bedenimizi terk eden
ruhumuzun gerçek yaşantısını yansıtırlar.' Veya 'rüyalar, Tanrı ya da kötü
huylu cinler tarafından insana iletilen duygulardır.' Ya da 'akıldışı
arzularımızın tatmin arayışıdır.' Ama bunun tam tersini de iddia edebilir ve
şöyle deriz: 'Rüyalar en derin ve en yüce güçlerimiz ile yeteneklerimizin
yansımalarıdır.' Görülebileceği gibi, bu konuda birçok farklı görüş ve iddialar
vardır. Ama hiç tartışmasız, hepsinin ortak olan tek yanı, rüyaların tümünün
bir anlama ve bir özelliğe sahip olmalarıdır. (Fromm, 2003: 41)
Rüyalar
üstüne ilkel insan da modern insan da benzer bir merakla eğilmiştir. Kutsal
kitaplarda, destanlarda, tabletlerde aynı gizemin peşinden koşulmuştur.
Düşünürler kadar sıradan insanın da kafasını kurcalayan aynı basit sorudur
aslında: Rüya nedir ve ne anlama gelir? Bu soruyu cevaplandırabilmenin önemi
ise, neredeyse insanı pek çok yönüyle anlamakla eşdeğerdir. Çünkü rüyaların
anlamları çözüldüğü takdirde insanın henüz bilinmeyen ve karanlıkta olan diğer
yarısı da aydınlanmış olacaktır. Böylece insana dair varoluşsal pek çok
bilinmez de anlam bulacaktır. Ancak günümüze değin, uzun uğraşlar sonucunda
ortaya atılan rüya kuramları henüz birbirleriyle uzlaşmış değildir. Yapılan
açıklamalar ise birbirinden farklı, hatta zaman zaman çelişkilidir.
Rüyanın tanımlanamazlığı, onun gizemli dünyasına duyulan
ilgiyi canlı tutmuştur. Antik Çağı'ın filozoflarından Platon da, Sokrates de,
rüyaları anlamlandırma adına çaba sarf etmişlerdir. Fromm, Platon'un Phaidon
adlı eserinde, Sokrates'in rüyaları, rüya gören kişinin vicdanının sesi olarak
yorumladığını belirttiğini ifade etmektedir. Ölmeden kısa bir süre önce
Sokrates, rüyaları nasıl yorumladığını, yapmış olduğu bir konuşmada şöyle dile
getirir:
Evet, Kebes ona söyle ki, kendisine ve
şiirlerine karşı gelmem imkânsızdır. Çünkü gördüğüm bir rüya, bana böyle bir
sanatsal davranıştan sakınmamamı göstermiştir. Geçmişte kalmış olan hayatımda
da aynı rüyayı değişik formlarda görmüştüm. Ve bu rüya bana durmadan şunu
söylemektedir: 'Sokrates, hoş sanatlarla uğraş ve onları yarat!' İlk önceleri
bu rüyayı, yaptığım işleri desteklemek ve bana güç vermek amacıyla gördüğümü
sanmıştım. Onun için bu rüyadan güç aldım. Ve sanatların en iyisi ve en güzeli
olan felsefeyle uğraşmaya devam ettim. Ama şimdi ölüm kararım açıklandı ve
yalnızca Tanrısal şölen dolayısıyla ölümüm biraz ertelendi. Bu durumda bile,
rüyamın emrettiği gibi, geleneksel hoş sanatlarla uğraşmamın gerekli olduğunu
düşündüm. (aktaran Fromm, 2003: 121)
Sokrates, rüyaların vicdanımızın sesi olduğunu düşünmesinin
yanı sıra, bu sese kulak verilmesi gerektiğini savunmaktadır. Yine Sokrates
başka bir konuşmasında, ruh sağlığı yerinde olan insanların, tıpkı ruh sağlığı
bozuk insanlarda olduğu gibi toplum tarafından kabul görmeyecek bazı dürtülere
sahip olduğunu ve bu dürtülerin, rüyalarında karşılarına çıktığını söyleyerek,
Freud'un rüya kuramında ifade ettiği görüşlere yaklaşır:
Açıklamak istediğimiz şey, aslında sağlıklı
ve dengeli görünenler de dâhil olmak üzere, bütün insanlarda aşırı ve kontrol
edilemez dürtülerin var olduğudur. Bu dürtüler, rüyalarımızla beraber ortaya
çıkarlar. (aktaran Fromm, 2003: 123)
Bu ifadelerle birlikte Sokrates'in rüyalara önem verdiği ve
rüyalara çeşitli açıklamalar getirmeye çalıştığı görülmektedir. Ancak Platon
Sokrates'e, bazı noktalarda katılmamaktadır. Platon, yalnızca olgunluğa
erişememiş kişilerin rüyalarını, vahşi dürtülerinin ve korkularının yansıması
olarak değerlendirmektedir. (Sorlin, 2004: 63)
Psikolojik olmayan rüya yorumculuğu, rüyaların psikolojik
kökenleri olduğunun düşünülmesinden çok önce başlamıştır. Bu dönemlerde,
rüyalarda ruhun bedeni terk etmesiyle oluşan imajların, gelecekten ya da
tanrılardan haber getirdiği düşünülmüş ve rüyalar bu doğrultuda yorumlanmıştır.
Rüya örneklerinin bulunduğu rüya tabiri kitaplarının geçmişi Eski Mısır'a kadar
uzanmaktadır. Antik dönemlerde rüya yorumcuları, çoğu zaman kadın olurdu ve
önemsenmezdi. Önemsenen kişiler, tanrılar ile insanlar arasında iletişim kurmak
için aracı olarak düşünülen kâhinlerdi. Kâhinlerin, tanrıya sorulan soruların
cevaplarını, rüyalarda verilen şifrelerle çözüklerine inanılırdı. Yunan
kâhinleri bu konuda oldukça itibar görmüşlerdir:
Kuşkusuz Yunan kâhinlerinin ünlü
olmalarının ve onlara her sınıftan insanın danışmasının nedeni, doğruluk
konusunda günbegün kazandıkları itibardı. Bu eski yazarlar tarafından da dile
getirilmiştir. Hatta en gönülsüzleri bile, bu kâhinlerin evrensel anlamda
yapıcı olduğunu, önerilerinin kişinin ve halkın yararına olduğunu; iç huzura
büyük katkılar sağladığını ve devletler ile liderlere rehberlik ettiklerini
kabul etmiştir. En uğursuz vahiylerin de birçoğunun doğru olduğu kanıtlanmış,
uyarıları nadiren felaket olmaksızın göz ardı edilmiştir. (P. Hall, 2011: 47)
Klasik Antik Çağ'dan Ortaçağ'a geçişte, rüyalar konusunda
büyük bir aşama kaydedilmediği görülmektedir. Buna rağmen, IV. yüzyılda yaşamış
olan ve uykunun bazı evrelerinin daha derin, bazı evrelerinin daha hafif
olduğunu keşfeden Syreneli Synesius, günümüzde de doğruluğu kabul edilen bazı
bilgileri içeren bir rüya teorisi oluşturmuştur. Hüküm vermekten uzak bir
anlayışla oluşturulmuş bu teoriye göre, rüyalar bize bedenlerimiz hakkında ya
da gelecek hakkında bilgi verebilirler. Bu kişisel bir tecrübedir. Syreneli
Synesius, rüyaları gelecekten haber verir ya da vermez gibi bir yargıya
dayanarak açıklamamaktadır. Rüya üzerinden elde edilen bilgileri kutsal olarak
niteleyen düşünür, hayal gücü yeteneğimiz uyurken, okuyup öğrenme yeteneğimiz
ise uyanıkken ortaya çıkmakta ve aydınlanmaktadır görüşünü öne sürmektedir.
Synesius'a göre rüyalar ve anlamları herkesin üzerinde düşünmesi gereken
konulardır. (Fromm, 2003: 132)
Ortaçağ'da rüyalarla ilgili araştırmalar adına, bir
duraklama dönemi söz konusu ise de, bu çağda yaşamış olan Artemidorus ve
Syreneli Synesius gibi düşünürler, günümüzde de önemini koruyan rüya teorileri
ortaya atarak, kendilerinden sonraki nesilleri etkilemişlerdir.
Yakın döneme gelindiğinde, düşünürlerin inceleme ve araştırmalarına
göz atıldığında, rüya konusuna açıklık getirme çabalarının devam ettiği
görülmektedir. Bu düşünürlerden biri de Henri Bergson'dur. Bergson'a göre
günlük hayatımızda hafızamıza kaydettiğimiz anlar, yaşantılar hafızamızın
derinliklerinde yer almaya devam ederler ve hiç kaybolmazlar. Günlük
hayatımızda, geçmiş yaşantılarımız ve hatıralarımızla ilgilenecek vaktimiz
yoktur, çünkü zihnimiz başka işlerle, yani yeni anıları hafızamıza kaydetmekle
meşguldür. Bergson'a göre uyuduğumuz zaman, yani bilinç engeli ortadan
kalktığında, zihnimizdeki hatıralar, rüyalar aracılığıyla günışığına çıkarlar.
Zihinde kayıtlı hatıraların hepsi günışığına çıkmak isteseler de, yalnızca
uyuyan kişinin uyumadan önceki ruh durumuna, duygu ve düşüncelerine uyum
sağlayabilen hatıralar, rüyalarda ortaya çıkarlar. Eğer duygular ile hatıralar
arasında bir eşleşme oluşmuşsa, kişi, o gece rüyasında bu hatıraların
yansımasını görür. (Fromm, 2001: 140)
Kuşkusuz rüya / rüyaların yorumu söz konusu olduğunda
Freud’un adı başta gelir. Çünkü Freud psikolojik rüya yorumculuğunun öncülüğünü
yapmıştır. Freud rüyaları, bastırılmış duyguların, çeşitli ruh hallerinin,
sıkıntıların ve arzuların rüyaya yansıdığı görüşünden yola çıkarak çözümlemeye
çalışır. (Freud’un rüya kuramından çalışmanın devamında detaylı olarak söz
edilecektir.)
Çağımız filozoflarından Jacques Lacan için de rüya, önemli
bir araştırma konusu olmuştur. Lacan rüyayı, kelime bulma oyununa
benzetmektedir:
Jacques Lacan bir seferinde rüyaların,
'sadece mimiklerle anlatılan bir sözcüğün tahmin edilmeye çalışıldığı bir
sözcük bulma oyunu gibi' olduğunu söylemişti. Aslında Lacan gidebileceği kadar
ileri gitmemiş. Çünkü buradaki gibi fazlalık: Rüyalar sözcük bulma oyunu
gibi değil, sözcük bulma oyunun ta kendisidir. Zihinsel faaliyetlerin, tıpkı
sessiz tiyatroda olduğu gibi, işaretler ve mimikler aracılığıyla sahnelendiği
içsel dramalardır. (Alvarez, 2001: 181)
Görüldüğü gibi gerek Antik çağda gerek Ortaçağ'da gerekse
günümüzde düşünürler ve bilim insanları, rüyalara dair fikirler yürüterek,
çeşitli kuramlar oluşturmuşlardır. Ancak bu kuramlar, rüyaları salt kendi
başlarına bütünüyle anlamlı kılmaya yetmemiştir. Rüyaların anlaşılması için,
yorumlanmayla desteklenmeye ihtiyaç olduğu noktasında pek çok araştırmacı
uzlaşmıştır. Sigmund Freud da, rüya yorumculuğunu, via regia yani,
kişiyi bilinmeyeni anlamaya götürecek olan kral yolu olarak
tanımlamıştır.
Rüya yorumculuğunun her dönemde ilgi görmesinin sebebi,
rüya gören kişilerin gördükleri rüyaları anlamlandırmak istemeleridir. Bu
istek, toplumsal anlamda yapıcı etkiye sahiptir. Rüyaların anlatılması,
sembollerin çözümü için ortaklaşa fikir yürütülmesi, insan ilişkileri için
önemli bir paylaşımdır ve toplumsal ilişkileri kuvvetlendirmektedir.
İnsan ve insan yaşamı üzerinde güçlü etkilere sahip olan
rüyanın, edebiyata / sanata yansıması şaşırtıcı değildir. Rüya, görsel
sanatlardan yazın dünyasının farklı alanlarına kadar, sanatın pek çok dalı ile
de yakın etkileşim halindedir. İncelememizin devamında, rüya ve sanat /
edebiyat arasındaki benzerlik / etkileşim ele alınacak ve bu alandaki iki temel
olgudan söz edilecektir: Rüya ve yaratıcılık ilişkisi ve rüyaların edebiyatta
kullanımı. Bizim asıl üzerinde duracağımız olgu rüyaların edebiyatta
kullanımıdır. Ancak daha önce kısaca rüya ve yaratıcılık ilişkisine
değinilecektir.
Düşle en yüce sanat yapıtının ortak özelliği buydu işte:
Giz. Hermann Hesse
Rüyadan kısaca uyku halindeki aklın, bilincin yokluğunda
ürettiği görsel ve işitsel imajlar olarak söz edilebiliriz. Sanatı ise, uyanık
aklın bilinç dâhilinde ürettiği düşüncelerden ve imajlardan kurulu,
entelektüel bir faaliyet olarak anlamlandırabiliriz. Bununla birlikte bilincin
yokluğu veya varlığı durumunda ortaya çıkan rüya ve sanat eserleri için bazı
ortak bileşenlerden söz etmek mümkündür: Mesela rüyalar da sanat eserleri de
zaman zaman sembol diline yaslanırlar. Bu dil gündelik dilden farklı imajlarla,
günlük yaşayışa göndermelerle örülü bir dildir. Rüyalarda ve sanat eserlerinde,
gerçekliğin gündelik yaşantıdan sıyrılması ve başka bir düzlemde temsili,
sembol diliyle olanaklı hale gelmektedir. İnsana ve onun yaşantısına dair
gizler, sembol dilinin gücüyle canlanarak, dile gelirler.
Rüyaların ve sanat eserlerinin diğer bir ortaklığı her
ikisi için de atmosferin belirleyici olmasıdır. Zira rüya görenin, rüya
sırasındaki duygularına etki eden önemli bir unsur da rüyada görülen kadar,
rüyanın gerçekleştiği atmosferdir. Rüyadaki atmosfer için zaman, mekân ve duygu
değişkeleri belirleyicidir. Aşağıda duygu yükü sözleriyle tanımlanan
atmosferin, rüya ve sanat yapıtını anlamlandırmadaki işlevine değinilmektedir:
Gerek rüyada gerekse sanat yapıtında 'akıl
yoluyla anlama' ikinci dereceden bir anlamadır. Öyle ki sanat yapıtından
edinilen ilk izlenim, bu yapıtın okuyucu / izleyici üzerinde oluşturduğu 'duygu
izlenimi'dir. Gördüğümüz / okuduğumuz yapıtı tam olarak anlamadığımız
zamanlarda bile, bu yapıta ilişkin bir duygusal tepki geliştirmemiz, en azından
yapıtı sevip sevmediğimize karar vermemiz normaldir. Rüyalarda, rüyayı
hatırlama süreci sırasında ortaya çıkan değişikliklere karşın, az çok
değişmeden kalan en önemli unsurun rüyanın taşıdığı duygu yükü olması, bu
çerçeveden anlam kazanır. (Cebeci, 2004: 288-289)
Rüyada bu denli önemli etkiye sahip olan atmosferin,
sanatçının yapıtında iletmek istediği duygunun niteliğini de etkilediğini
söylemek mümkündür. Ayrıca atmosfer, hem rüya hem de sanat yapıtı için, içinde
bulunulan mekân ya da mekansızlıkla etkileşim halinde olan, belirleyici bir
öğedir. Bu atmosferin mayası ise, sanatçı ile rüya görenin gizemli iç
dünyasıdır. Rüyada ve sanatta atmosferin etkisi, Tanpınar tarafından da oldukça
önemsenmiştir:
İster bir rüyayı anlatalım, ister
realiteden bahsedelim; sanatta asıl olan bu havayı kurabilmek, bu duygu
kesifliği altından eşyayı gösterebilmektir. Ancak bu suretledir ki, sanat
adamı, ömrünün rızalarına, realitenin akislerine realite üstünde bir çehre
verebilir. Herkes kendi varlığının karanlıklarında rüyalarının sırlarını
gizler. (Tanpınar, 1969: 21-22)
Tanpınar'a göre bir sanat eseri, rüya atmosferini
kurabildiği takdirde gerçeklikten kurulu ama gerçeklikten öte bir nitelik
kazanabilmektedir.
Rüyalar ve sanat eserlerinin oluşumunda kontrolsüzlükten
dahası başına buyruk olma halinden de söz etmek mümkündür. Sanatçı için,
aktarmak istediği temaya / duruma ilişkin imajlar zihninde belirdiğinde,
ivedilikle aktarılma gereksinimi taşımaktadır. Bu, bir nevi iç dökme ve
rahatlama halinden kaynaklanmaktadır. Sait Faik Abasıyanık'ın, tam da bu duruma
örnek teşkil eden sözlerine başvurmak yerinde olacaktır:
Ada'nın tenha yollarında gezerken canım
sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım.
Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım. [4]
Rüya da rüya gören kişinin zihinsel, duygusal, ruhsal,
fiziksel gereksinimleri doğrultusunda, kontrol dışı ortaya çıkmaktadır.
Gereksinimden doğarak oluşan rüyaların ve sanat eserlerinin kaynakları somut
değildir. Rüya da sanat eseri de başına buyruktur ve ikisinin de kontrolü
neredeyse imkânsızdır. Ursula K. Le Guin sanat eserinin başına buyruk yapısını,
Yerdeniz beşlemesinin kahramanı Ged'i anlatırken şöyle aktarmaktadır:
Zaten konuyu seçme şansım da yoktu. Her
zaman dik kafalı olan Ged, bu kitapta idareyi tamamen ele aldı. Bana hayatının
neden ve nasıl sona ereceğini göstermeye kararlıydı. Ona ayak uydurmaya
çalıştım ama o hep önden gitti. (Le Guin, 2006: 23)
Pek çok düşünür ve bilim insanı, rüyalarda aklın
özgürleştiği konusunda hemfikir olmuştur. Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud
da, uykudaki aklın, uyanık yaşamdaki akıldan daha özgür olduğunu düşünmektedir.
(Fromm, 2003: 42) Uyku halindeyken aklın özgürleştiğini ileri süren tek düşünür
Freud değildir. Mesela, İbni Sina da aklın uyurken daha özgür olduğunu düşünen
bilginlerdendir:
İbni Sina zihnimizin geceleri gündüzden
daha özgür olduğunu, çünkü bedenimize ve organlarımıza ayak uydurmak zorunda
kalmadığını düşünmüştür. Ancak bedenimiz dinlenirken yüce âlemle ilişki
kurabiliriz. Günlük, olağan çevremizden daha gerçek bir evrene açılan düşler
vahiy gibi görülmüştür. Gün boyu üstleri örtülü olan bu düşler, önceden
belirlenen mantıklı ve düzenli anlatımdan kurtulur ve böylelikle hem gizeme hem
de mucizeye ererler. Düşler bize daha farklı, uyanıkkene göre daha simgesel,
daha az ussal ve bilmeye dayalı olmayan bir yaşam anlayışı sunar. (Sorlin,
2004: 73)
Eski kültürlerde de, uykuda ruhun bedeni terk ettiği, başka
diyarlara yolculuk yaptığı, özgürleştiği yaygın bir inançtır. Bu inanışa göre,
kişi uyurken gerçeklikle arasındaki sansür perdesi kalkar ve gerçekliğe özgürce
ulaşır. Sanat da, özgürleşen ve gerçeklik sınırlarını aşan aklın, farklı bir
düzlemde ortaya çıkmasıyla kendini var eder. Zihinde var olan kalıpların
yıkılmasıyla ve gerçeklik sınırlarının belirsizleşmesiyle birlikte oluşan ifade
alanı, sanatın gerçekleşmesi için oldukça zengin bir mecra oluşturmaktadır.
Pek çok benzerliğe sahip olan rüya ve sanat eseri için,
aynı iklimin farklı meyveleridir demek, uygun bir benzetme olacaktır. Her ikisi
de yaratıcılıktan beslenen, sembol diliyle ifade edilebilen, çözümlenmesi güç
bileşenlerin, özgür aklın başına buyruk halleridir. Ayrıca rüya ve sanat /
edebiyat arasındaki pek çok benzerliğin çıkış noktasını, zihnin yaratıcılığa
dayalı üretiminin oluşturduğu düşüncesine dayanarak, rüya ve yaratıcılık
ilişkisi, çalışmanın bu noktasında daha kapsamlı ele alınacaktır. Böylelikle
sanatçının yaratımı ve rüya arasındaki kaynak - süreç benzerliklerine de
değinilmiş olacaktır.
3.1.1.
Rüya ve Yaratıcılık
İlişkisi
Kimileri
eğitimle aydınlanırlar, Kimileri ise rüyalarıyla.
Bir Sıbylla özdeyişi.
Uykuda bedenine ayak uydurma zorunluluğu olmayan ve
sansür zincirini kıran aklın, daha özgür olmasıyla birlikte, yaratıcılığının[5] [6] da
sivrildiğini söylemek mümkündür. Katie Glaskin rüyaların yaratıcılığa olan
etkisini tartıştığı Dreams, Memory, and the Ancestors: Creativity, Culture,
and the Science of Sleep adlı makalesinde, Avusturalya Aborjinlerinin yeni
şarkılar, tasarımlar ve seremoniler üretmek için rüyalarını kullandıklarını
belirtir.[7] Bu noktada,
rüya gören bir kişinin zihni ile bir sanatçının zihninin benzer niteliklere
sahip olduğu ileri sürülebilir. Rüyada da, bir sanat eserinde de, kısıtlanmamış
imge dünyasının hareket kabiliyeti oldukça geniştir. Rüyalarda da sanat
eserlerinde de imkânsız diye bir yaşantı, bir duygu yoktur. Sanatçı, eserini yaratırken
günlük hayatın malzemelerini kendi zihnine özgü gizemli bir elekten geçirerek
düşüncelerini ve hislerini eserine yansıtır. Rüyalar da tıpkı böyledir;
yaşantılar, duygular damıtılarak, rüyalarda yeniden üretilir. Bu durumda, sanat
eseri de rüya da, özgür akıl ile yaratıcılığın işbirliği sonucu var olmaktadır.
Yaratıcılığın, sanat ve rüya için kesişim noktası olması durumunu Oğuz
Cebeci’den aktaralım:
Rüyalardaki düşünce süreçleri, uyanıklık
zamanına göre daha fazla akıcılık gösterir; rüya zemini gündelik hayattan daha
kaygandır. Bu (...) husus, rüya - edebî yapıt bağlantısını kurma yolunda bir adım
atmamıza olanak verir: rüya, edebiyat yapıtına benzetilirse, uyku da 'yaratıcı
sürece girmiş zihnin durumu'na benzetilmelidir. Bu bakımdan yaratıcılığın trans
durumu, uykunun bir ikizi gibi görülebilir. Gündüz yaratıcılığı, 'trans'
durumunda sanatsal yapıta ulaşırken, gece yaratıcılığı 'uyku durumunda' rüyaya
ulaşmaktadır. (Cebeci, 2004: 293)
Öte yandan yaratıcılık üzerinden rüyalar ve sanat eserleri
karşılaştırıldığında, Adalet Ağaoğlu'nun rüyaların bir edebî esere göre, daha
yaratıcı olabileceğine dair sözleri çarpıcıdır:
Kısacası, belki de düş gücümün
sınırlılığından, bütün bu rüyalar, karabasanlar gündüzleri de zihnimde öyle
dipdiri yaşarken masa başına geçip yeni fantazyalar uydurmak benim hiç aklımdan
geçmedi. Hoş zaten yazarak kurgulayabileceklerimin gece hayatımda
yaşadıklarımdan daha tuhaf, heyecanlı, daha korkutucu, bunaltıcı,
esrikleştirici ya da düşündürücü olacağından emin değilim. (Ağaoğlu, 2000: 13)
Rüya, sanat ve nevroz arasında da anlaşılması zor, tuhaf
bir bağ vardır. Sanat rüyalardan beslendiği gibi, uyanıkken rüya görme hali
olarak tanımlanan nevrozlardan da beslenir. Freud da Sanat ve Edebiyat
adlı yapıtında, kumar borcu sebebiyle nevrotik bir doyuma ulaşmış olduğunu
ifade ettiği Dostoyevski'nin bu durum sonucunda yaratıcılığının arttığını
söyler:
Genç karısı kendisini bu kısırdöngüye
alıştırdı çünkü gerçek bir kurtuluş umudu sağlayan tek şeyin -Dostoyevski'nin
yazınsal üretiminin- her şeyi yitirdikleri ve sahip oldukları son şeyleri
rehine koydukları zaman daha iyi gittiğini anladı. (Freud, 1999: 433434)
Kısaca rüya, nevroz ve sanat yapıtı yaratıcılık ortak
paydasında buluşmaktadır. Rüyanın, delilik haline benzer, kontrolsüz ve alabildiğine
özgür yansımaları da, nevrozdakine benzer şekilde yaratıcılığı beslemekte ve
arttırmaktadır.
Rüya, sanatçılara ve bilim insanlarına doğrudan ya da
dolaylı ilham kaynağı olarak yaratıcılığı besler. Sanatçı için rüya, sanatı
besleyen sıra dışı bir rehber gibidir. Mesela, yazar Robert Louis Stevenson, Brownies
adını taktığı küçük insanların Dr. Jekyll ve Bay Hyde adındaki romanını
kendisine rüyalarında anlattıklarını ifade etmiştir. Stevenson, rüyalarına
giren bu küçük yaratıkların kendisine nasıl ilham verdiklerini, yaratıcılığını
desteklediğini şu sözlerle anlatır:
Kimdir
bu minik yaratıklar? Hiç kuşku yok ki, rüyayı gören kişinin yakın akrabaları
bunlar. Onun kafasını meşgul eden mali sıkıntılar bunları da etkiliyor. Onun
cebini bunlar da düşünüyor. Onun bildiği her şeyi bunlar da biliyor. Hoş bir
hikâyenin nasıl kurgulanacağını ve duyguların nasıl anlatılacağını biliyorlar.
Ama bu konuda rüyayı gören kişiden çok daha yetenekliler... O halde kim bunlar?
Kim olduklarını ben de bilmiyorum ama şunu çok iyi biliyorum: Onlar
benim periciklerim, Tanrı onları
korusun! Ben
mışıl mışıl uyurken işimin yarısını onlar yapıyor. (...) O kadar ki
yayımladığım bütün kurgusal öyküler,
nereden bakarsanız bakın, tavan arasında bir yerlerde sakladığım bazı periciklerimin, kimi cinlerimin, görünmeyen kimi iş
arkadaşlarımın
eseriyken bütün övgüleri ben alıyorum. (alıntılayan Alvarez, 2001: 209)
Stevenson’a benzer şekilde gibi Franz Kafka, Jack Kerouac,
Charlotte Bronte ... gibi pek çok yazar, eserlerini yaratırken, rüyalarından
ilham aldıklarını söylemişlerdir. Alman ressam Caspar David Friedrich,
tablolarının karakteristik bir özelliği olan yoğun ışığı, bir rüyasından
esinlenerek eserlerinde kullanmaya başlamıştır:
Yine XVII. - XVIII. yüzyıl arasında yaşamış olan İtalyan
besteci Tartini, rüyasında şeytanla bir anlaşma yaptıktan sonra şeytanın
kendisine bir keman sonatı çaldığını (Şeytan Trilleri), kendisi de
uyandıktan sonra bu sonatı düzenlediğini söylemektedir. (Dreams and Dreaming,
1990: 45, Derl., G. Constable, vd.)
Sonuç olarak sanatçı gerçek dünyada
yakalayamadığı imge zenginliğini ve büyüyü rüyalarında yakalayabilmektedir.
Ayrıca sanatçı tarafından gerçek olmayanın rüyanın yardımıyla dönüştürülerek
gerçek dünyaya çekilmesi, oradaki yani rüyadaki hayalin, buraya indirilmesi,
rüyanın sanatçının üretim sürecinde bir kronotop gibi işlediğini ortaya
koymaktadır. Rüya ve yaratıcılık ilişkisini somutlamak adına kısaca rüya -
resim / sinema ve sanatçı ilişkilerine göz atmak, hem rüyanın sanatçının gerçek
yaşamında sağlamış olduğu kronotop işlevine hem de çalışmanın devamına ışık
tutacaktır.
Hayatı olduğu gibi ya da
olması gerektiği gibi değil, Düşlerimizde gördüğümüz gibi göstermeliyiz.
Anton Çehov
Rüyaların sözcüklerdeki yansıması gibi, tuvaldeki yansıması
da rüyanın sanatın farklı bir alanına daha kaynak oluşturduğunun göstergesidir.
Resim ve rüya karşılaştırıldığında, ortak bileşenlerinden birinin görsel
imajlar üzerinden olduğu görülür. Çünkü resim de rüya da aktarmak istediği
duyguyu, düşünceyi görselleştirerek ortaya koyar.
Kitabı Mukaddes'te ve Hıristiyan azizlerin hayatlarını konu
alan kitaplarda rüyalardan bahsedilmesi sebebiyle, Batılı ressamlar rüyaları
tasvir eden eserler ortaya koymuşlardır. Çoğu kez Tanrı'nın rüyalar
aracılığıyla gönderdiği mesajlar resmedilmiştir. Bu eserlerde rüya, genellikle
uyuyan kişinin etrafında resmedilen bir pencere içinde aktarılmıştır. Ancak
sanat eleştirmenlerinin büyük çoğunluğu tarafından sanatsal anlamda başarılı
bulunan bu eserler, rüyayı resmetme konusunda olumsuz yönde eleştirilmişlerdir.
(Sorlin, 2004: 43)
Rüyadaki görsel imgeler gündelik yaşamdaki nesnelerle
yakından ilgilidir. XIX. yüzyılda yaşamış olan ressam Gerard Grandville,
rüyadaki görsel imgelerin çağrışımlarla değişmesini resmetmiştir. Ressam Suç
ve Kefaret adlı tablosunda, rüyasında cinayet işleyen bir adamın hislerini,
çağrışıma dayanarak canlandırmıştır. Pierre Sorlin'in Düş Söylemleri adlı
eserinde belirttiğine göre, resimde ölüm haçı, haç ise teraziyi
çağrıştırmaktadır. Terazi adaletle özdeşleştirilir ve adaletin gözü resimde yer
bulur. Rüyasında cinayet işleyen kişi, kaçarak uzaklaşmak istediği için bu
istek bir atla sembolize edilmiştir. Uyuyan kişi kaçamaz ve denize düşer, bir
köpekbalığı onu yiyecekken, bir haça tutunur ve kurtulur. Bu eserde rüyayı
gören kişinin, din öğesini bir kurtuluş olarak görmesi ve cinayetten duyduğu
suçluluk hissi resmedilmiştir. (Sorlin, 2004: 59)
Rüyayı sanatlarının önemli bir parçası olarak benimseyen
Gerçeküstücüler, bu yaklaşımlarını resim sanatına da aktarmışlardır. Bu akımın
en önemli temsilcilerinden Salvador Dali tablolarını rüya imgelerinden
beslenerek oluşturmuştur:
Rüyada eş zamanlı olarak meydana gelen
şeylerin, 'gizil rüya düşünceleri arasındaki mantık bağları'nı temsil ettiği
kabul edilmektedir. Bunun yanı sıra, birbirinden farklı iki rüya düşüncesi
arasındaki iç bağlantı, rüya imgeleri arasındaki süreklilik haliyle gösterilir;
bir diğer deyişle, sınırları birbirine karışan imgeler, bir figürün bir başka
figür içinde başlaması ya da bir figürün bir başka figüre dönüşmesi gibi
durumlar böyledir. Özellikle Salvador Dali'nin yapıtlarında karşılaştığımız
'imgeler arasındaki geçişlilik hali', bu durumun örnekleri arasındadır.
(Cebeci, 2004: 304)
Dali, korkulardan ve bilinçdışının
dışavurumundan ilham almıştır:
Salvador Dali’nin rüyaların yaratıcılık
üzerindeki etkisine inancı şaşırtıcı düzeyde. Ressamın uykuya dalmadan önce
eline bir kaşık aldığı böylece uyuya kaldığında kaşığın yere düşerek çıkarttığı
sesle uyanıp zihnindeki rüya imgeleri henüz canlıyken gerçeküstü öğelerle
bezeli o muhteşem tablolarını ortaya koyduğu anlatılageliyor. [8]
Bu durumda rüyalarının Dali için, gerçek yaşamda yaratım
sürecinde bir kronotop etkisi yarattığını söylemek mümkündür. Tüm
Gerçeküstücüler gibi O da, Freud'un çalışmalarını yakından takip etmiştir.
Antropomorfik Dolap
isimli resimde Dali, Freud'un bilinçdışı ile ilgili düşüncelerinden esinlenmiş
olup, insanın bilinçdışını, çekmecelerle örtüştürerek resmetmiştir.
Rene Magritte (1898-1967), Marc Chagall (1887-1985), Ernst
Fuchs (1930-), Jacek Yerka (1952-), Joan Miro Ferra (1893-1983) gibi isimler de
rüyayı sanatının merkezine yerleştiren diğer Gerçeküstücü ressamlara örnek
gösterilebilir.
Rüya bize “zamanda” bir
manzara anlatır, keza filmde.
(Botz-Bornstein, 2011: 31)
Jean Cocteau filme rüyaların devasa
makinaları der. George Orwell da filmlerin bize rüyalarımızı yansıttığını
söyler. (...) rüya ile film arasındaki bağ karmaşıklıklarla doludur ve bu
birçok soruyu beraberinde getirir: Filmler bize rüyalarımızı mı gösterir? (The
Imitation of Dream Literatüre: 122)
Rüya ile sinema arasındaki ilişki yukarıda değinildiği gibi
karmaşık olsa da, rüya fenomeninin beyaz perdeye aktarımının, edebiyata ve
resme kıyasla daha kolay olduğu söylenebilir. Bunun sebebi, sinema sanatında
görsel ve işitsel imgelerin birlikte kullanılabilmesidir. Sinema rüya ve gerçek
arasında kimi zaman net, kimi zaman silik olan ayrımı izleyiciye doğrudan
aktarılabilmeyi olanaklı kılar. Sinema sanatı rüyadan sadece onu görsel,
işitsel donanımıyla olabildiğince gerçekçi olarak aktarma amaçlı yararlanmakla
kalmaz, rüyanın kendine has dilinden esinlenerek de sinemada yeni oluşumlar
yakalar:
Film çalışmalarında da açıkça ortaya
koyulduğu üzere, rüyaların (estetik açıdan) cezbedici olması, rüyaların dilsel
veya yapısal unsurlarının izlerini gerçeklikte var olan unsurlarla
bulabilmemizle alakalı değildir sadece. Bilakis filmlerde rüya dili, yalnızca
'başka bir dil' olarak ilgi çekicidir; bunu bir kimsenin, başka bir kültürün
diline özel bir ilgi duymadan da o dilin cazibesine kapılmasına benzetebiliriz.
(Botz-Bornstein, 2011: 12)
Sinema sanatında, rüyaların süreksiz oluşundan ilham
alınarak, süreksiz anlatımın sinema diline evrilmesi sağlanmıştır. 1920'lerin
Alman sineması üzerinde etkili olan Dışavurumcu akım dâhilinde çekilen
filmlerde, süreksiz anlatım aracılığıyla soluk ve dalgalanan ışıklarla,
çarpıtan aynalarla, siyah - beyaz kontrastlarla, rüya ve gerçek arası
geçişler aktarılmıştır. Bu filmlerde, bazen uyku ile uyanıklığı ayıran
belirtilerin izleyiciye gösterilmediği de olur. Bu durumda izleyicinin
karakterin uyuyor mu, yoksa uyanık mı olduğunu anlayabilmesi pek olanaklı
olmaz. (Sorlin, 2004: 45)
Sinema sanatının rüyalar ile ilişkisi söz konusu olduğunda,
Ingmar Bergman ve Luis Bunuel örnek verilebilecek yönetmenlerden önemlileridir.
Bergman filmlerinde, rüyaların aktarımı oldukça çarpıcıdır. Bu filmler,
rüyalardan öylesine gerçekçi izler taşır ki bu da izleyicide bazı Bergman
filmlerinin bütünüyle bir rüya olduğu izlenimi yaratır. Bergman'ın rüya olgusu
ile filmleri arasındaki ilişki sadece kurgulanmış rüyalarla sınırlı değildir.
Mesela Bergman, Sessizlik adlı filminin, kendi rüyası olduğunu ifade
etmiştir. Bu durumda Bergman’ın rüyası kendi gerçek yaşamında yaratım sürecinde
kronotop işlevi taşımıştır. Yani Bergman rüyasını dönüştürerek bir sanat eseri
/ film ortaya koymuştur. Freud'un rüya kuramından oldukça etkilenen Bergman, bu
kuramın etkilerini Yaban Çilekleri adlı filmine yansıtmıştır.
Luis Bunuel özellikle ilk filmlerini rüya gerçekliğini
benimseyen Gerçeküstücülük akımından etkilenerek çekmiştir. L'Age D'or
(Altın Çağ) ve Un Chien Andalou (Bir Endülüs Köpeği) bu akımdan dahası
rüya olgusundan etkilenerek çektiği filmlere örnektir. Bu filmlerde rüya
görenin yaşından, cinsiyetinden, kimliğinden bağımsız olarak rüyaların
kendileri canlandırılmaktadır. Bu rüyalarda cinsel imâlar, sadizm, çağrışımlar
ve tekrarlanan imgeler bulunmakla birlikte fanteziler ön plandadır. Ancak
yönetmen bu filmlerde rüyaları anlamlı bir kurgunun içine yerleştirdiği için bu
noktada Gerçeküstücü çizgiden ayrılmış olur. Bunuel filmleri için dayanak
noktasını oluşturan rüyanın önemine aşağıda değinilmektedir:
Bunuel'in kullandığı gerçeküstücü yöntemin
temeli bilinçdışına açılan kapı olan rüyadır. Rüya görüntüleri, Un Chien
Andalou'nun kaynağıydı. Rüya, fantezi ve hezeyan gibi farklı zihinsel
durumlar arasında dikkatli bir ayrım yapmasına rağmen rüya sahneleri, Lov
Olvidados'tan itibaren Bunuel'in birçok filminde yer alır. Aynı zamanda L'Age
d'or'da bizzat anlatısal biçim, irrasyonel yer değiştirmeleriyle ya da
Bunuel'in 'kesintili süreklilik' dediği şeyle rüya dilinden alınır. (ed.
Nowell-Smith, 2003: 493)
Bergman ve Bunuel gibi rüyayı ve rüya dilini filmlerinde
başarıyla kullanmış diğer yönetmenin Andrey Tarkovski olduğu söylenebilir.
Tarkovski'nin filmlerinde kendine has üslup ve aktarım anlayışını yakalamasında
rüyanın hiç de azımsanamayacak payı vardır:
Andrey Tarkovski, estetik rüya
fenomenlerini işleyerek tutarlı bir gerçekçilik - karşıtlığı geliştirir. (...)
Rüyalar soyutluk ve somutluk arasındaki bir alanda var olur; rüyamsı ifadeler
ne 'gerçek'i temsil eder ne de 'gerçekdışı'nı simgeler; simgeleme, temsil etme
ve yadırgatıcı ifadeler arasındaki bir 'ihtimaldışılık' alanında bulunurlar.
(Botz-Bornstein, 2011: 12)
Yukarıdaki ifadeler Tarkovski’nin ünlü yapıtı Solaris’!
çağrıştırmaktadır. Solaris Stanislaw Lem'in romanından sinemaya
aktarılmış sıra dışı bir bilim - kurgu filmidir. Çünkü konusu bildik bilim -
kurgu kahramanları veya farklı gezegen keşifleri değil, insanın varoluşuna dair
bir keşiftir! Diğer bir deyişle sorgulamadır. İlginç olan ise tüm bunların rüya
veya rüyamsı bir zemin üzerine temellendirilmesidir. Olaylar Solaris
gezegeninin yörüngesindeki bir uzay istasyonunda, doğaüstü güçler eşliğinde
yaşanır. Oraya gönderilen bilim insanları geri dönmez. Ortada bir sır vardır,
ana karakter Kris de bu sırrı aydınlatmak amacıyla oraya gönderilir. Orada
bulunan kişilerin davranışları tuhaftır. Kris uyur ve rüyasında ölmüş karısını
görür. Uyandığında karısını yanında bulur, ondan kurtulmak istese de karısı
tekrar tekrar geri gelir. Yani rüya gerçeğe dönüşür! Ancak geri gelen
karısı kim olduğunu bilmez. Üsteki diğer kişiler de benzer deneyimler
yaşamaktadır. Bu tuhaf ziyaretçilerin farklı bir deyişle kopyaların
nereden geldikleri bilinmemektedir. Bazı güçler bilinçdışını etkisi altına
almıştır. Bunun sonucu olarak da geçmiş yaşantılar ve kişiler rüyalar aracılığı
ile ortaya çıkarlar, varlıkları adeta hesap sorma gibidir. Böylece geçmiş
tekrar var olur, sancılı yüzleşmeler başlar. Kopyalardan kurtulmak ancak
geçmişle hesaplaşmayla mümkün olacaktır. Kris ölmüş karısını, rüyası aracılığı
ile beliren karısına anlatarak, çözümü yakalar gibidir. Bu arada Kimim? Nereden
geldim? Soruları üzerinden varoluşsal sorgulamalar hissettirilir.
Tarkovski yapıtlarında, yaratmak istediği izlenimi rüyadan
esinlenerek oluşturmasını dahası rüyayı nasıl kullandığını Mühürlenmiş Zaman
adlı kitabında şöyle aktarır:
Özellikle ve her şeyden önce insan, kahramanımızın
nasıl bir rüya gördüğünü bilmek zorundadır. İnsan bu rüyanın gerçek ve olgusal
nedenlerini bilmeli, bu gerçekliğin sonradan gecenin uyanık bilincine (...)
dönüşecek bütün öğelerini önünde görebilmelidir. Sonra bütün bunlar herhangi
bir gizemliliğe ya da dıştan müdahaleye meydan vermeden perdeye
yansıtılmalıdır. Mutlaka şimdi de şöyle bir soru sorulacaktır: Rüyanın
karışıklığı, çokanlamlılığı ve gerçekdışılığı ne olacak peki? Buna
verebileceğim tek cevap rüyanın “karmaşıklığı”nın ve “söylenemezliği”nin sinema
için net görüntülerden vazgeçmek anlamına gelmeyeceğidir. Burada söz konusu
olan daha çok rüyanın mantığının yarattığı özel bir etki, tam anlamıyla gerçeğe
dayalı ögelerin alışılmadık ve şaşırtıcı bir şekilde birleştirilmesi ya da
karşı karşıya getirilmesidir. (.) Sinema zaten doğası gereği, gerçeği örtbas
etmekle değil aksine aydınlatmakla yükümlüdür. (Tarkovski, 1986: 77)
Sinema ve rüyayı psikanaliz üzerinden buluşturan, yine
romandan aktarılan ve burada anılması gerek olan diğer bir film ise farklı bir
Alfred Hitchcock yapıtı olan Spellbound’dur. (1945), (Öldüren
Hatıralar). Çünkü film Hitchcock’u, Freud’u ve Dali’yi bir araya
getirmiştir. Filmdeki ilginç rüya sahnelerinin dekoru ünlü ressam Dali
tarafından tasarlanmıştır:
Film bir psikiyatri kliniğinde başlar. Filmde Ingrid
Bergman (Constance) başarılı bir hekimi, Gregory Peck (Edwardes) ise kliniğe
yeni atanan genç başhekimi canlandırır. Bir süre sonra hekim ve başhekim
arasında bir yakınlaşma başlar. Ancak Constance başhekimde bir tuhaftık
olduğunu sezer. Edwardes kliniğe atanan gerçek başhekimi öldürmüş ve yerine
geçmiştir. (Daha sonra yeni başhekimin gerçek adının John Balantine olduğu
anlaşılacaktır.) Bunu Constance’ye anlatır, ancak yaşamış olduklarının nasıl
gerçekleştiğini dahası kim olduğunu hatırlayamaz. Gerçek katilin Edwrades
olduğuna inanmayan Constance, Edwardes ile birlikte kaçar. Constance ve
Edwardes, Contance’nin hocası olan Dr. Alexander Brulov' un evine sığınırlar.
Constance ve hocası, Edwardes’in rüyaları aracılığı ile bilinçdışını
çözümleyerek gerçeğe ulaşırlar. Bu noktada Dr. Brulov’un
6
http://okyanusvari.blogspot.com/2011/02/spellbound-sinema-ve-psikiyatri.html rüyalara ilişkin “rüyalar saklamaya çalıştığın şeyi söylerler
ama bunu bulmacanın parçaları gibi karışmış bir halde sunarlar”.[9]
sözleri ilginçtir.
Edwardes’in içinde pek çok sıra dışı sembollere
rastlanan ve rüya sahnelerinin dekorunu
Dali’nin tasarlamış olduğu rüyası ve bu rüyanın analizi
şöyledir:
Nasıl bir yer olduğunu tam olarak
bilemiyorum bir kumar evi gibi görünüyordu. Ama duvarlar yoktu, sadece üzerinde
göz resimleri olan perdeler vardı. Bir adam elinde makasla dolaşarak bu
perdeleri kesiyordu. Sonra çok açık giyinmiş bir kız geldi ve herkesi öpmeye
başladı. Önce benim masama geldi. Orada oturmuş, sakallı bir adamla iskambil
oynuyordum. Ona verdiğim kart sinek yedilisi çıktı. “Bu yirmi bir eder,
kazandım” dedi. Ama kâğıtları açtığında üzerleri boştu. Evi işleten adam geldi
ve onu hile yapmakla suçladı. “Burası benin mekânım ve eğer hile yaparken
yakalarsam, senin icabına bakarım” dedi. Yüksek bir binanın çatısında yatan
sakallı bir adam vardı. Bağırarak dikkat etmesini söyledim. Sonra yavaşça,
ayakları havada düştü. Sonra evi işleten adamı, maskeli adamı tekrar gördüm,
elinde küçük bir tekerlek vardı ve yüksek bir bacanın ardına saklanmıştı.
Tekerleği çatıya düşürdüğünü gördüm, birden koşmaya başladım, sonra başımın
üstünde bir ses duydum dev bir çift kanattı (gölge olarak hisseder). Beni
kovaladılar ve neredeyse yakaladılar, tepenin yamacına varmıştım, kaçmış
olmalıyım, hatırlamıyorum.
Dr. Brulov ve Constance, bu rüyanın analizini yaparlar ve
bunun sonucu olarak da bazı bilgilere ulaşırlar: Rüyadaki iri gözlerle bezeli
perdeler, kendilerini takip eden polisleri ve klinikte bulunan hekimleri;
eğimli çatı kayak yapılan yeri yani dağ yamacını; çatıdaki maskeli adam katili;
maskeli adamın elindeki tekerlek tabancayı, Edwardes’i takip eden dev kanatlar
hem bir melek olabilecek kadar iyi olan Contance’yi hem de kayak merkezinin adı
olan Cebrail Vadisini (burada gerçek Dr. Edwardes ve John Balantine birlikte
kayak yapmışlardır ve Dr. Edwardes bir kaza sonucu ölmüştür); onu kovalayan
gölge ise John Balantine’nin kaçtığı vadidir.
John Balatine’nin beyazdan, kardan ve kardaki izlerden
ürktüğünü keşfeden Contance, hafıza kaybının bununla ilgili olduğunu
düşünmektedir ve John Balantine’yi Cebrail vadisinde birlikte kayak yapmaya
ikna eder. Birlikte yokuş aşağı kayak yaparken bir tehlike anında, John
Balantine geçmişini dahası onu rahatsız eden suçluluk kompleksine dönüşen
anısını hatırlar: Eğimli bir zeminden aşağı doğru kayarken zeminin ucunda oturan
kardeşini görmez ve ayaklarıyla onu iter. Kardeşi de önünde bulunan demir
çubuklara saplanır ve ölür. John Balantine erkek kardeşini ölümüne sebebiyet
vermiştir, ancak bu bir kazadır.
Daha sonra John Balantine, sporun bazı tedavilerde iyi
sonuç verdiğini düşünen Dr. Edwardes’in hastası olur ve birlikte kayak
yaparlar. Bu sırada Dr. Edwardes yamaçtan aşağı düşer ve ölür. Bu durum da John
Balantine’nin suçluluk duygusunu tetikler, onu kendisinin öldürdüğünü düşünür
ve bundan da kaçmak zorundadır. Kendi kendisine Dr. Edwardes’i öldürmediğini
kanıtlamak için de onun kimliğine bürünür.
Yaşanan bu iki ölüm sonrasında John Balantine hafızasını
yitirir ve daha sonra yaşanan canlandırma ile John’un travmaları çözülür.
Böylece polise Dr. Edwardes’in yamaçtan düşerek öldüğü bilgisi verilir. Ancak
polis cesede ulaşmıştır ve cesette bir kurşuna rastlanmıştır. John Balantine
tutuklanır, Contance bu sonuca ikna olmaz ancak görev yaptığı hastaneye geri
dönmek zorunda kalır. Eski başhekim Dr. Murchison göreve geri çağrılmıştır.
Constance, Dr. Murchison’un bir ifadesinden şüphe duyar ve tekrar John’un
rüyasına yönelik notlarına göz atar. Dr. Murchison’un odasına gider ve birlikte
John’un rüyasını yorumlarlar ve gerçek katilin Dr. Murchison olduğu ortaya
çıkar. Böylece doğru yapılan bir rüya analizi ile travmalar ve bir cinayet
çözümlenmiş olur.
Hitchcock’un Spellbound'u rüya ve sinema ilişkisini
örneklemek adına oldukça çarpıcı bir yapıttır. Ancak sinema tarihine göz
attığımızda, rüya dilinden ve rüyadan etkilenen sayısız yönetmenin varlığıyla
karşılaşmak da mümkündür.
3.2
Rüyanın Edebiyatta
Kullanımı
Şimdi, düşlerin nasıl ele alınacağına
ilişkin bir tartışmada yaratıcı yazarlar, eski insanlar, boş inançlı halk ve Düşlerin
Yorumu'nun yazarıyla aynı tarafta görünürler. Çünkü yazarlar, kişiliklerini
kendi imgelemiyle oluşturduğu insanların düş görmesini sağladıklarında, insanın
duygu ve düşüncelerinin uykuda da sürdüğü biçiminde sıradan bir deneyimi izler
ve kahramanlarının zihinsel durumunu onların düşleriyle tanımlamaktan başka bir
şeyi amaçlamazlar. Yaratıcı yazarlar değerli yandaşlardır ve tanıklıklarına
önem verilmelidir çünkü yer ile gök arasında akademik bilgeliğimizin henüz
düşünde bile görmediği her şeyi bilme durumundadırlar. Akla ilişkin bilgileri
biz sıradan insanlarınkinden çok ileridir çünkü henüz bilime açılmamış
kaynaklardan derlenmiştir. (Freud, 1999: 88-89)
Freud yukarıdaki söylemi ile yaratıcı yazarları ayrıcalıklı
olarak konumlandırır. Zira yazar veya şair rüyaları malzeme edinir ki bu zorlu
bir uğraştır. Yani rüyanın sözle ya da yazıyla aktarımı kolay bir mesele
değildir. Çünkü hatırlandığı kadarıyla aktarılan rüya ile rüya gören kişinin
arasına giren dil, rüyayı, dahası edebiyat metnini başkalaştırır. Ayrıca görsel
ve işitsel imajlardan oluşan rüyanın aktarımı kimi zaman yazının, rüyanın
imgelem dünyasına yetişememesi sebebiyle oldukça zorludur. Diğer zorlu kısmı
ise rüyadaki atmosfer ve duygunun aktarımıdır. Rüyanın zamansız ve mekânız
olması, özgür olmakla birlikte tekinsiz bir zeminde gerçekleşmesi, rüyaların
aktarımını zorlaştıran diğer bir unsurdur. Rüya ile rüyanın sözcüklerle
aktarımı arasında genellikle bir boşluk oluşmaktadır. Bu boşluğu doldurmak
elbette zordur, ancak bu zorluk çoğu zaman edebiyatın kudretiyle aşılabilir.
Bu bağlamda, rüyaların aktarımı, rüyayı aktaranın
imgelemini sözcüklere dönüştürme becerisiyle yani, dil ile yakından ilişkilidir.
Anlatımda doğru sözcüklerin seçilmesi ve yerinde bir üslup, edebî yetkinliğin
de göstergesidir. Bu durumda rüya tüm aktarım zorluklarına rağmen edebiyat için
cazip ve pek çok sıra dışı imkânı barındıran malzemedir:
Kurmaca metinlerde rüya işlevsel bir anlatı
formudur. Yazara geniş olanaklar sunar. Vakayı bir de 'rüyadili'nde okumak,
kahramanların bilinçaltına yolculuğu kolaylaştıracağı gibi, kurmaca için de
büyük bir zenginliktir. (Somuncu, 2009-2010: 89)
Bazı rüyalar anımsandığında, rüyanın kurgusu bütünlükten
yoksun olsa da, rüya görenin üzerinde yoğun duygusal etkiye sahip olabilir.
Rüyanın bu özelliği yazara, kurgusunu oluşturmada kaynak sağlamaktadır. Rüya
tekniğine yaslanan yazar, metnini rüyanın doğasına ilişkin gerçeklerle
zenginleştirebilir. Bu, bir eserde inandırıcılıktan uzaklaşmadan, hareket
alanının genişletilmesi açısından da önemli bir tekniktir. Edebî bir yapıtın
kurgusundaki geçişler - sahneler bir bütün içerisinde, birbirinden kopuk gibi
gözükse de, çoğu zaman rüya tekniği, metnin bütününü alımlamada oldukça
etkilidir. Edebî eserlerde rüya, kimi zaman tüm esere yayılan, kimi zaman
kurgunun bir parçası, kimi zaman ise bir anlatım biçimi olarak karşımıza çıkar.
Rüyanın tüm esere yayılma hâlini, Selim Somuncu Hece dergisindeki bir
makalesinde “Küçültülmüş mekân ve sıkıştırılmış zaman özelliğine sahip rüyada,
hikâye bazen romanın kendisidir. Yani hikâye bir rüya-metinden oluşur.”
sözleriyle dile getirilmiştir. (Somuncu, 2009-2010: 84)
Eserin tümüne yayılan rüya anlatılarının bazıları kurgudur,
bazıları değildir. Bazı metinlerdeki rüyaların kurmaca olmadığı yazarı
tarafından açıklanmıştır. Bu gibi örneklerde yazar kendi rüyasını edebiyat
metnine dönüştürerek, rüyasını kendi yaşamının kronotopu haline getirir. Thedor
Adorno'nun Rüya Kayıtları, Marguerite Yourcenar'ın Rüya ve Kader
isimli kitapları bu tür metinleri örnekler. Bir diğer isim olan Fransız yazar
Helene Cixous, rüyalarını yorumlamadan ya da kurgusallaştırmadan yayımlamasını,
şiirsel bir dille okurla paylaşır:
Alacakaranlıkta elin kayda geçirdiği
anlatıları hiç mi hiç 'düzeltmedim', sansürlemedim, herhangi bir yerlerine
dokunmadım. Eksiksiz bir biçimde yayınlandılar, ham, masum, analiz öncesinin
şafağında çılgınca oynaştıkları halleriyle. Kendim için onları analiz
edebilirdim. Sadece ben yapabilirdim bunu, çünkü anahtarlar sadece bende.
Burada bunu yapmıyorum. (Cixous, 2009: 14)
Bir yazarın kendine ait rüya notlarını değiştirmeden,
tercihen okurla paylaşmasının yanında yine yazar, rüyalarını / rüyaları kurmaca
içinde de kullanabilir. Bu bağlamda okur, rüyalar yazarın kendisinin midir
yoksa yazar tarafından kurgulanmış mıdır, sorusunun cevabına erişemez. Ancak
Selim Somuncu yukarıda anlatılan bilinmezliğe dair farklı bir yaklaşım getirir:
Aslında her hikâye, üzerinde kalın bir
örtü olan otobiyografidir. Ve her hikâyede bu kalın örtünün yer yer inceldiği
mutlaka olur. Rüya, bu incelme anlarından biridir. (Somuncu, 2009-2010: 84)
Bu sözler ışığında metinlerde yer alan rüyaların yazarın ya
da şairin iç dünyasına dair bilgiler / izler taşıdığını düşünmek mümkündür.
Rüya kurgusal bir metnin tümüne yayılarak karşımıza çıktığı gibi, bazen de
metin içerisinde kesitler halinde yer alabilir. Rüya gerek metnin bütününe
yayılmasıyla gerekse metin içerisine kesitler halinde serpiştirilmesiyle,
metnin akışını ve atmosferini etkilediği takdirde, kendine özgü nitelikleriyle
ön plana çıkar ve merak uyandırarak, metinleri incelenmeye değer kılar.
Örneğin; İhsan Oktay Anar'ın Puslu Kıtalar Atlası adlı romanında
kahramanların gördükleri rüyalar, eserin atmosferinde ve kurgusunda önemli bir
yere sahiptir.
Bir edebiyat metninde, kurguya ve anlatım biçimine etki
eden rüya, pek çok yazarın ve şairin edebiyat anlayışlarına da yön vermiştir.
Mesela şiiri akılcılaştırılmış düş olarak tanımlayan Coleridge,
neredeyse tüm edebiyatını rüya zemininin üzerine şekillendirmiştir. Türk
edebiyatında ise, öykülerine, romanlarına, bilhassa şiirlerine, rüyanın kendine
has özelliklerini, bilinçli olarak yansıtan yazar ve şair Ahmet Hamdi
Tanpınar'dır. Denebilir ki, Tanpınar’ın da neredeyse bütün sanat anlayışını
rüya şekillendirmektedir. Ona göre:
Bir rüyaya refakat eden duyu, bir vitrinde
teşhir edilen eşyaya verilmiş ışık gibidir. O hayalleri o ışıkta, onun
adesesinden, onun aydınlattığı kenar ve kabartmalarla, onun dağıttığı renklerle,
kısaca onun kurduğu münasebetler zinciri içinde görmeğe mahkûmuz. Eşyanın ve
hayat işlerinin rüyalarımızda büründüğü metafizik çehre bu aydınlıktan gelir.
(Tanpınar, 1969: 19)
Tanpınar şiirlerinde ve öykülerinde bu ışıktan yararlanarak
rüya atmosferini yakalamaya çalışmıştır. Şiir estetiğini Valery ve Mallarme'den
etkilenerek oluşturan Tanpınar bu estetiği rüya olgusu ile iç içe geçirmiştir.
Rüya, Tanpınar için günlük hayatta yakalanması neredeyse imkânsız olan
atmosferi yakalamak ve duygu yoğunluğunu mistik bir zemin üzerine bina etmek
için kullanılan önemli bir araç olmuştur.
F. Kafka, eserlerini rüyalarla, masallarla besleyen
yazarlara farklı bir örnektir. Değişim adlı öyküsünde, öykünün kahramanı
Gregor Samsa korkulu bir rüyanın sonunda dev bir böceğe dönüşmüş olarak uyanır.
Böylece öyküde rüya ve gerçeklik iç içe geçerek devam eder. Aynı durum
Kafka'nın diğer metinleri için de söz konusudur:
Nitekim yirminci yüzyıl edebiyatı -en
azından Kafka'dan Marquez'e- tıpkı düşlerdeki gibi gerçeklikten kopuk anlatılarla
dolu. Bir anlamda Kafka'nın roman ve hikâyeleri baştan sona birer düştür:
İçeriye girmenin mümkün olmadığı bir şatoya girmeye çalışan kişi, sirkteki
kafesinde aç bi laç bekleyen sanatçı, ceza hükmünü suçlunun sırtına kazıyan
kâbus makine, 'huzursuz düşlerinden uyandığında kendini dev bir böceğe dönüşmüş
olarak bulan adam. Bütün bunlar, dehşetli bir uyanık mantıkla son bulan düşsel
durumlar. (Alvarez, 2001: 167)
Rüya ve edebiyat ilişkisinin önemli isimlerinden biri de
Jorge Luis Borges'tir. Borges, rüyanın öyküleri için bir rehber olduğunu ve
yazma ediminin de bilinçli rüya görme haline benzediğini düşünür. Rüya
görürken çoğunlukla rüya gördüğünün farkında olduğunu belirten Borges,
rüyaların önemini “Öğle yemekleri, çay partileri, kahvaltılar.. Mönüde bir
tabak da düş olmasa, katlanılır mıydı bunlara?” sözleriyle dilselleştirir.
(Borges, 2009: 76)
Rüya olgusunun yazın dünyası ile ilişkisi çalışmamızın
gelinen aşamasına kadar yakın geçmişteki ya da çağdaş metinler üzerinden
örneklenmiştir. Ancak Tanpınar’ın Bütün 'mit'ler rüyaların çocuğudur
sözleri, bu ilişkinin çok eskilere dayandığına işaret eder: İlkel, evrene dair
daha sınırlı bilgiye sahip oldukları varsayılan insanlar, akıllarını kullanarak
evreni anlamlandırma çabalarına girişmişlerdir. Bu çabalar onları evrenin,
varoluşun, insanın ve doğanın gizlerini çözmeye itmiştir. Tüm bunları, günümüz
insanına taşıyan en önemli kanıtlar, mitlerdir:
Joseph Campbell hayatı boyunca yaptığı
çalışmalar sırasında mitler ve rüyalar arasında pek çok benzerlik tespit
etmiştir. Campbell'e göre rüya, derinlikli ve karanlık kişisel bir deneyimken,
mit toplumların rüyasıdır. Mit ortak rüyadır, rüya ise kişisel bir mittir ve
her ikisi de insan ruhunun dinamiğini gösteren temel sembollerdir. (Dreams and Dreaming, 1990: 29, Derl., G. Constable, vd.)
Rüyalarla pek çok ortak özellik barındıran mitler ve
masallar, rüyalar gibi sembol diliyle örülüdür. Sembol dili günlük yaşantının
kuru algılarını aşarak, önemsiz görünen ayrıntıların, önemli anlamlara
büründükleri bir dili oluşturmaktadır. Rüyalarda ve mitlerde insan ruhunun
derinliklerini keşfetmek, sembol dilinin yardımıyla mümkün olabilmektedir.
Günlük dilin imkânları bu derinlikleri ifade zenginliğinden yoksundur. Bu
bağlamda Erich Fromm’un, sembol dilini yorumlamasından kısaca söz etmek, bu
dili daha anlaşılır kılacaktır: Fromm, sembolleri üç sınıfta ele alır. Bu
sembollerin ilki, geleneksel sembollerdir ve bir kültüre özgüdürler.
Rastlantısal semboller ise bir yaşanmışlık zemininde anlaşılabilirler. Kişinin
yaşadığı tecrübeye göre değişen bu sembollerin kullanımı edebî eserler için pek
uygun değildir, çünkü sembolü yorumlamak için sembolün ardındaki kişisel
deneyimi bilmek gereklidir. Evrensel semboller ise daha kapsayıcıdır ve insan
ruhunun ortak hisleriyle ve özellikleriyle ilgilidir. Bu semboller tüm insanlar
için adeta bir kesişim kümesi oluştururlar. Bu durumda sembol dilinin
yorumlanabilmesiyle rüyalar gibi mitler ve masallar da daha anlaşılır hale
gelmektedir. (Fromm, 2003: 29) Böylece rüyalar, mitler ve masallar her birinin
sembollerle örülü olması itibariyle akrabalık ilişkisi içindedir denebilir.
XX. yüzyıla gelindiğinde bilimin rüyaları farklı bakış
açılarıyla ele almasından sonra rüyaları malzeme olarak kullanan mitlere ve
masallara bakış açısının da çeşitlilik kazandığı gözlemlenmiştir. Mesela Freud
rüyaların olduğu gibi mitlerin ve masalların da akıldışı arzuların tatmin
edilme isteğinden kaynaklandığını söylemektedir.
Rüyaların, mitlerde önemli bir yere sahip olmasının yanı
sıra, masallar üzerinde de etkileri olduğunu vurgulamak çalışmanın bütününü
anlamlandırmak adına yerinde olacaktır. Daha geniş bir çerçevede incelenecek
olursa, halk anlatılarında ve Türk halk edebiyatında, rüyaların hiç de
azımsanamayacak bir yeri olduğu görülecektir. Rüyaların masallara ve halk
edebiyatına taşınmasıyla rüyalar karşımıza kehanet bildiren rüyalar, alegorik
mesaj veren rüyalar, eğitici olması amaçlanarak ders veren rüyalar olarak
çıkmaktadır. Masallarda da rüya kurguya doğrudan temas eden önemli bir öğedir.
Bazı rüyalarda kahramanın gördüğü bir rüya üzerine yola çıkmaya karar vermesi
ya da masalın sonunda kahramanın uyanmasıyla tüm anlatılanların bir rüya olması
motifi ile sıklıkla karşılaşılmaktadır. Birbirlerine rüyalarında âşık olan
kişilerin anlatıldığı masallar da vardır. Sözü edilen rüya motiflerinin
masallardaki işlevleri aşağıda özetlenmektedir:
Göstergebilimde
'özne', 'nesne', 'gönderici', 'alıcı', 'yardımcı' ve 'engelleyici' olmak üzere
altı 'eyleyen' vardır. Masallarda önemli bir unsur olan rüya, hemen hemen bu
eyleyenlerin tamamına etki eder. (Köktürk, 2009-2010: 107)
Kısaca masallarda rüya masalı başlatan, kahramana yardımcı
olan, kahramanı harekete geçiren dahası masalın iskeletini oluşturan
fonksiyonlara sahiptir.
Rüyanın edebiyatta kullanımının dikkate değer diğer bir noktası
ise edebiyat metninde geçen rüyanın o dönemin veya toplumun / kültürün rüyaya
bakış açısını / yaklaşımını yansıtıyor olmasıdır. Bu noktada farklı kültürlere
ve coğrafyalara ait rüya alımlamaları, rüyaları Paralel evren (tanrısal -
kehanet-); bilinçdışı ve gerçek bağlantısı (Freud öncesi); bilinç- bilinçdışı
(Freud ve sonrası) olarak sınıflandırmamızı olanaklı kılar.
Bu bölümde, rüyanın sanatçının / yazarın yaratma
sürecindeki etkisi üzerinde de durduk. Görüldüğü gibi rüya, hiç değilse bazı sanatçıların
/ yazarların üretiminde bir kronotop etkisi yaratmakta, yapıtlarını belirleyen
bir eşik ya da bir yol oluşturmaktadır. Hayal gücünün rüya zemininde bir zaman
- uzam birliği yaratması, bunun sonradan bir davranış eylemine, yani yapıtı
oluşturmaya yol açması kanımızca rüyanın temel kronotopik özelliklerini ortaya
koymaktadır. İlginç olan bu kronotopun yapıtta değil, sanatçının gerçek
yaşamında yer almasıdır.
3.2.1 Paralel
Evrenden / Gelecekten Haber: Kehanet
Hiç gerçek olduğundan son
derece emin olduğun bir rüya gördün mü Neo? O rüyadan uyanmasaydın ne olurdu?
Rüya dünyasıyla gerçek dünya arasındaki farkı bilebilir miydin?
Matrix
Bu
bölümde rüyaya bakışın üç değişik aşamasını göreceğiz. Bu aşamalar daha ilerde
ele alacağımız yapıtların değerlendirilmesi açısından da önem taşımaktadır.
Rüyaların
varlığı elle tutulur olmamakla birlikte, insan ya da daha bütünleyici
söylem ile kültürler üzerindeki etkilerinin görülebilirliği, tartışmasız bir
gerçektir. İlkel toplumlardan günümüze değin üzerine düşünülen rüyalar, çeşitli
kavramlarla ilişkilendirilerek, benzerlikler kurularak anlamlandırılmaya
çalışılan, karmaşık bir gerçeklik olarak varlığını devam ettirmektedir.
Yukarıda
da değindiğimiz gibi, herhangi bir tanım içerisine sığdırılamayan, ancak
gündelik hayatı etkileyen rüya hakkındaki bilgilerimiz, ilk yazılı kaynaklara
kadar uzanmaktadır. İ.Ö. üç binli yıllarda Mezopotamya’da yaşamış Sümerlere ait
tabletlerde rüya anlatılarına yer verildiği görülür. Bu tabletlerde yazılı olan
Gılgamış Destanina göre, Uruk Kralı Gılgamış’ın gördüğü rüyalardan biri
ve bu rüyanın annesi Tanrıça Ninsuna’ya aktarımı aşağıda yer almaktadır:
Ve kalkar kalkmaz
yataktan
Rüyalarını anlattı
anasına:
‘Ana,
Bu geceki
rüyamı anlatayım sana:
Gökyüzündeki
Yıldızlar
(çevrelerken
beni)
Gök’ten
(inmiş) bir göktaşı
Küt diye
düştü yamacıma.
Davrandımsa
da yerden kaldırmaya
(mümkünü)
yoktu kaldırmamın;
Yerinden
oynatmaya yeltendimse de
Kımıldatamıyordum
bile!
Başına
toplanmıştı Uruk’un ahalisi:
[Halk]
[Kuşatmıştı]
ç[evresini];
[İtişip kakışırken
(?)] [kala]balık,
[Yiğitler]
Onu (görmek
için) koşuşmuştu:
[Küçük bir
çoc]ukmuş gibi
Ayaklarını
öpüyorlardı
[Bense]
okşuyordum onu
Sanki
karımmış [gibi],
[Sonra]
ayaklarının dibine getirdim onu.
[Ve sen]
[davran]dın ona
Hiç ayrım
gözetmeden,
Sanki
benmişim gibi’ (Bottero, 2006: 77-78)
Tanrıça Ninsuna yukarıda kendisine aktarılan rüyada
Gılgamış tarafından yerinden oynatılamayan göktaşını, Gılgamış’ın gelecekte
karşılaşacağı güçlü bir arkadaş, onun yardımına koşan bir dost ve ülkenin en
kuvvetlisi olan bir kişiyi temsil ettiği şeklinde yorumlar. Bu rüyada sözü
geçen dost, Gılgamış Destan’ına göre, Gılgamış’ın gelecekte
karşılaşacağı ve dost olacağı Enkidu’dur. Gılgamış Enkidu’yla dövüştüğü sırada,
annesinin yapmış olduğu rüya yorumlamalarının yardımıyla, onun kim olduğunu
anlar ve dövüşü kesip Enkidu’ya sarılır.
Bu anlatıdaki Kralın görmüş olduğu rüyalar ve bu rüyaların
bir Tanrıça tarafından yorumlanmasıyla dış gerçeklikte bulduğu karşılık,
günümüzde hâlâ kabul gören, geleceğe dair bilgi verme niteliği taşıyan rüyalara
kaynaklık etmektedir.
Rüya ve rüya yorumculuğuna dair elimizdeki en eski bilgi
ilk yazılı kaynağa göre tarihlendirilse de insanlar daha önce de rüya görmüşler
ve onları anlamlandırmaya çalışmışlardır. Kısaca insanın içinde yaşadığı evren
ve rüyalarda ortaya çıkan bilinmeyen paralel evren arasındaki ilişkiyi arama
çabası gerek yazı öncesi gerekse sonrası bir ihtiyaç niteliği taşımaktadır.
Bugün hâlâ büyük bir uygarlık olduğu kabul edilen Eski
Mısır’da da, rüyaların uyanık yaşama göre daha farklı bir gerçeklik taşıdığı
bilinmektedir:
Rüyalar, rüya görenin uyanık deneyimleri
dışında gibi görünen bilgiler taşıdıkları için, daha erdemli üstün varlıkların,
hatta tanrıların kendileriyle konuştukları durumlar olarak kabul edilirdi. Eğer
iletilen bilgi hoş değilse, rüyayı gören kişinin kötü tesirlerin etkisi altında
olduğu düşünülürdü. İnsanlarda iyi tesirler bırakan ve kendilerini koruyan
rüyaların Uyku tanrısı Bes’ten geldiğine inanılırdı. Eski Mısırlılar iyi tesir
bırakan rüyalar görmek için Eski Mısır’ın başkenti olan Memfis’de bulunan
İmhotep ve İsis tapınaklarında dua eder, oruç tutar, hastaları iyileştirmek
için özel çalışmalar yaparlardı. (Yücesoy, 2001: 76-77)
Eski Mısır döneminin insanları, rüyaların oluşum sebebini
anlamlandıramamış olmalarına rağmen, rüyaların yorumları ile oldukça yakından
ilgilenmişlerdir. Rüya yorumu konusunda yazılmış en eski eser, İ.Ö. 2000 ile
1790 arasında hüküm sürmüş bulunan 12. sülaleye ait bir Mısır papirüsüdür. Kayıtlardan birinde
'Tanrı rüyayı gözleri karanlıkta olan uyuyana yol göstermek için yaratmıştır'
denilmektedir. (Yücesoy, 2001: 77) Eski
Mısır'da rüyaların, insanların ölülerle ve Tanrılarla iletişim kurduğu bir öte
dünya olduğu varsayılır. İnanışa göre her ne kadar beden hareketsiz haldeyse de
ruh uyumaz ve aşkın bir gerçeklikte faaliyet halinde olmayı sürdürür:
Rüyada bedenin pasifliğine karşın, ruh
daima uyanıktır. Bu sebeple, Eski Mısırca ‘da rüya anlamına gelen 'rswt'
kelimesi, uyanık olmak, nöbet beklemek manasına gelmektedir. Rüyada ruhun
bedenden kopup, diğer cisimsiz varlıklarla iletişime geçmesi, ruhun
ölümsüzlüğüne ve bedenin ölümlülüğüne bir kanıt gibidir. (Zaimoğlu, 2011:
152-153) Ayrıca, Eski Mısır’da Firavun’ların
gördüğü rüyaların, gelecek adına belirleyici oldukları da bilinmektedir. Böyle
rüyaların haberci rüyalar olduğu inancı ile doğru yorumlanması gerek
sayılmıştır. Bunu, gerek Eski Ahit’te gerekse Kuran’da yer alan, Yusuf’un,
Firavun’un rüyasını yorumlamasıyla örnekleyebiliriz: Firavun rüyasında bir
ırmağın yanında durur. Irmaktan yedi semiz inek çıkar ve sazlar arasında
otlanır. Daha sonra ırmaktan yedi cılız inek çıkar ve diğer ineklerin yanında
durur. Sonra cılız inekler semiz inekleri yerler. Ve Firavun uyanır, tekrar
uyur. Yine rüyasında bir saptan yedi semiz başağın çıktığını görür. Ardından
yedi solgun başak görür. Bu solgun başaklar, semiz başakları yutarlar. Ve
Firavun uyanır, ancak canı sıkkındır. Mısır’daki tüm bilge insanları çağırtır
ve rüyasını onlara anlatır. Firavun'un rüyasını tabir edebilen çıkmaz. Baş saki
Firavun'a Yusuf’tan ve onun yorumladığı rüyalardan söz eder. Yusuf zindandan
çıkarılır ve Firavun'un huzuruna getirilir. Firavun rüyasını Yusuf’a aktarır.
Yusuf da ona Tanrı'nın yapmak üzere olduğu şeyi Firavun’a gösterdiğini
bildirir. Ve yedi semiz ineği ve yedi semiz başağı yedi bereketli yıl, ancak
yedi cılız ineği ve solgun başakları ise yedi kıtlık yılı olarak yorumlar.
Firavun’a Mısır’ın başına akıllı bir adam getirmesini tavsiye eder. Yedi bolluk
yılında Mısır’daki ürünlerin beşte birini almasını ve bunları kıtlık zamanı
için saklamasını söyler. Bunlardan etkilenen Firavun, Yusuf’u Mısır’ın başına
getirir. Yusuf Mısır’ı dolaşır ve bolluk yıllarındaki ürünleri şehirlere yığar.
Yedi yılın sonunda tüm yeryüzünde kıtlık baş gösterdiğinde ise Mısır, Yusuf’un
Firavun’un rüyasını doğru olarak yorumlaması sonucu kıtlık yıllarını refah
içinde atlatır. (Kitabı Mukaddes 1991: 40-45)
Firavunun rüyasının Yusuf tarafından
yorumlanması ve bu yorumun dikkate alınması, o dönemin rüyaya bakış açısını da
yansıtmaktadır. Öyle ki o dönemde rüyaların gelecekten, paralel evrenden,
tanrıdan haber taşıdığına inanılmaktadır. Firavunun rüyası da bu inanışı
destekler nitelikte aktarılmıştır.
Resimde Firavun rüya yorumlarını ödüllendirmek için Yusuf’a
bir yüzük ve altın bir kolye hediye ediyor ve tüm Mısır ülkesinin idaresini
veriyor. (Rüyaların Bilimi, 2004: 25, Derl. , E. Boragazi )
Babil’de ve Asur’da rüya tanrıçası Mamu’nun
insanları etkisi kötü olan rüyalardan kurtardığına inanılırdı. Ninova’da İ.Ö.
668-6278 arasında yaşamış olan Asur İmparatoru Asurbanipal, orta
doğunun ilk sistematik kütüphanesini kurmuştur. Bu kütüphanede bulunan bazı kil
tabletler[10] [11] üzerinde
rüya yorumculuğu, kötü rüyalardan nasıl kaçınılacağı, nasıl iyi rüyalar
görülebileceği üzerine bilgiler mevcuttur. (Yücesoy, 2001: 79-80)
Yine Eski Ahit’te Babil Kralı Nebukadnetsar’ın ilginç
rüyalarından ve Danyal’in bu rüyaları yorumlamasından söz edilir. Bu kralın
rüyalardan biri ve Danyal tarafından yorumu kısaca şöyledir: Kral rüyalar görür
ve ruhu sıkılır. Bu rüyaları krala anlatması için hikmetli kişiler çağrılır.
Onlar kralın rüyasını yorumlamak isterler, ancak kral rüyanın aklından
çıktığını söyler. Buna rağmen rüyasının hatırlanmasını, ancak böylelikle
rüyaların yorumlarının inandırıcı olacağını söyler. Aksi takdirde bu insanları
öldüreceğini bildirir. İnsanlar da krala bunu ancak ilahların yapabileceğini
söylerler. Öfkelenen kral Babil’in tüm hikmetli adamlarının öldürülmesini
emreder. Öldürülmek üzere bulunan Danyal, rüyayı ve yorumunu söyleyebilmek için
vakit talep eder. Danyal kendisinin ve arkadaşlarının öldürülmemesi için
Tanrıya yalvarır ve o gece kralın rüyası ona gösterilir. Danyal hemen kralın
yanına gider ve ona rüyasını anlatır:
Sen, ey kral bundan sonra ne olacak diye
yatağının üzerinde sana düşünceler geldi ve sırları açan ne olacağını sana
bildirdi. Ve bana gelince, bütün yaşayanlardan ziyade bende hikmet olduğu için
değil, ancak yora10 krala bildirilsin de, sen kendi yüreğinin düşüncelerini
anlayasın diye, bu sır bana açıldı. Sen, ey kral, gördün ve işte, büyük bir
heykel. Büyük ve çok parlak olan bu heykel senin önünde duruyordu ve görünüşü
korkunçtu. Bu heykel başı has altından, göğüs ve kolları gümüşten, karnı ve
kalçaları tunçtan, bacakları demirden, ayaklarının bir kısmı demirden bir kısmı
balçıktandı. Sen bakmakta idin, o vakte kadar ki, bir taş el sürülmeden
yerinden kesildi; o taş demirden ve balçıktan olan ayaklarından vurdu ve onları
parça parça etti. O zaman demir, balçık, tunç, gümüş ve altın birlikte
parçalandılar ve yaz harmanlarının saman ufağı gibi oldular ve onları yel
kaldırdı ve onlar için bir yer bulunamadı ve heykeli vurmuş olan taş büyük bir
dağ oldu ve bütün dünyayı doldurdu. (Kitabı Mukaddes, 1991: 841)
Danyal Kral’ın rüyasını yorumlar. Bu yoruma göre korkunç
heykelin altın başı Kral’ın kendisini sembolize etmektedir. Heykelin gümüşten
olan göğsü ve kolları kendisinden sonra başka bir kralın geleceğini ancak onun
kendisi kadar güçlü olmayacağına işarettir. Heykelin tunçtan olan karnı ve
kalçaları tüm dünyaya hükmedecek başka bir krallığı temsil etmektedir. Heykelin
demirden bacakları, bir kısmı demirden bir kısmı balçıktan olan ayakları,
oldukça güçlü ancak bölünmüş bir krallığın göstergesidir. Bu durumda demir krallığın
güçlü, balçık ise zayıf tarafını temsil eder. Altından, gümüşten, tunçtan,
demirden ve balçıktan olan heykelin kendiliğinden bir taş tarafından
bacaklarından vurularak parçalanması; bu krallıkların, Tanrı tarafından kurulan
ve hâkimiyeti sonsuza dek sürecek olan başka bir krallık tarafından yok
edileceğine işarettir. Bunun üzerine Kral Danyal’e inanır ve onu Babil’de hâkim
kılar.
Eski Ahit’te ve diğer kutsal metinlerde, rüya içeren pek
çok örnek bulunmaktadır ve rüyalar çoğunlukla gelecekten haber taşır
niteliktedir. Babil ve Asur kültürlerinde de tıpkı
10
Yora:
1. Un değirmenlerinde, üstteki taşın çevreye fırlattığı un. , 2.
Kırıntı. , 3. Eğitim, incelik. http://tdkterim.gov.tr/ttas/?kategori=derlay&kelime=yora. Ancak
‘yora’ sözcüğünün buradaki anlamının ‘yorum’ olduğunu varsayıyoruz.
Eski Mısır’daki rüya inancı görülmektedir. Kral’ın rüyası
da çağın / dönemin rüya inancı ile örtüşmektedir.
İ.S. ilk yüzyıllara gelindiğinde ise bazı araştırmacılar
rüya yorumuna ilişkin çalışmalar yapmışsa da bunlar genellikle Antik Yunan
kültüründen etkilenmişlerdir. Ancak İ. S. II yy. da yaşadığı bilinen Efes’li
Artemidorus rüya yorumlarına farklı bir anlayış kazandırmıştır. Artemidorus ilk
kez rüyayı, rüyayı görenin kişiliği ile ilişkilendirir. Rüya yorumcularının
rüya görene ait meslek, kişilik özellikleri, özel imgeleri, kişinin rüyayı
gördüğü zaman dilimindeki koşulları, geçmişi gibi ön bilgilere sahip olması
gerekliliğini, beş ciltlik Rüya Tabirleri adlı yapıtında dile
getirmiştir. Ona göre rüyalar, geleceği bildiren ve gündelik yaşama dair
kişinin beden ve zihin durumuna bağlı olarak değişkenlik gösteren rüyalar
olarak iki farklı türde ele alınmıştır. Artemidorus rüyada beş temel öğe
olduğunu savunur:
Rüya, rüyanın yüzü, kehanet, fantasma
(veya duygusal rüya) ve hayaldir. Rüya denilen şey gün boyu yaşanan olayları
açıklar. Buna örnek olarak Yusuf ve Firavunun rüyası gösterilebilir. (yedi inek
ve yedi başakla ilgili rüya) ‘Rüyanın yüzü’ geleceği açıklamaktır. Rüyanın yüzü
rüyayı görenin dikkatini gelecekte olacak şeylere yöneltmesini sağlamaktır.
(Fromm, 2003: 126)
Rüyaların tanrısal olduğu inancının zamanla, özellikle
Antik Yunan kültüründeki farklı görüşlerden, rüya yorumculuğu üzerine verilen
çeşitli eserlerden sonra, yerini kısmen ruhbilimsel bir anlayışa bıraktığı
gözlenmiştir. Hristiyanlığın ilk yıllarında rüyaların ilahi anlam taşıması
inancından uzaklaşılmasına bazı Azizler tarafından ısrarlı ve sert tepkiler
verilmiştir. Bu tepkilerle rüyanın tanrısal olduğu inancı yeniden eski haline
dönmüşse de bu Ortaçağ Avrupası’na kadar sürebilmiştir. Bu dönemde kilisenin
iktidarının artması ve toplumların farklı bakış açıları kazanmasıyla rüya,
eskiye oranla önemini yitirmiştir. Kilise Tanrı’nın kendisini rüya yolu ile
değil, kilise ile ortaya koyduğunu savunmuştur. Rüyaların iyileştirici ve ruhu
besleyici özelliği Tanrı’dan gelen birtakım mesajlara yönelik semboller
içerdiği görüşleri bu dönemde irdelenmiştir. Ortaçağ'da kiliseye bağlı yaşayan
insanlar XX. yüzyıla kadar, yani rüyanın bilimsel olarak ele alınmasına kadar;
rüyalar tanrısal mıdır, öyle ise bu rüyalar herkese gönderilir mi, yoksa
rüyalar şeytanın bir oyunu mudur, sorularına yanıtlar arayarak oyalanmışlardır.
Ortaçağ'da kilisenin etkisi ile tanrısal iletişimin yalnızca kilise üzerinden
olabileceğine ilişkin görüşler ortaya atılmışsa da, rüyaların Tanrıdan gelen
mesajları ulaştırmak gibi önemli bir görevi olduğu inancı baskın gelmiştir.
XIV. yüzyılda Giotto’nun yaptığı ve
konusunu Incil’den alan Joachim ’in Rüyası adlı bu resimde, Aziz
Joachim’e rüyasında görünen ve Tanrı’dan mesaj taşıyan bir melek, yakında bir
çocuğu olacağı müjdesini veriyor. Bu çocuk, Hz. İsa’nın annesi Meryem’dir. (Rüyaların Bilimi, 2004: 20, Derl. , E. Boragazi)
Ayrıca, Ortaçağ'da rüyaların işlevsellik bakımından önceki dönemlere
göre farklılık göstermeye başladığı görülür. Rüyalar bu dönemde İncil'de olduğu
gibi alegorik türdeki edebî eserlerde de dinî ve ahlaki öğretilerin yayılması
amacına hizmet etmişlerdir:
Orta Çağ'daki rüya motifleri ikiye
ayrılabilir. Birincisi ekstazi yoluyla bireylerin olağanüstü ile doğrudan
temasına yönelik şamanik araştırma, ikincisi de rüya vizyonunun moral verici
alegoriler ve yerleşik bir kilisenin kâinat anlayışını toplum nezdinde
güçlendirmek için öğretmek üzere kullandığı fabl türü anlatılar - öyküler
şeklindedir. Birincisi Orta Çağ'ın başlarında, kurtuluş için kendi kişisel
araştırmalarında kötü ruhlarla mücadele etmiş olan rahiplerden azizlere özgü,
özellikle ruhban sınıfı arasında bir rüya otobiyografisi şeklinde devam
etmiştir. İkincisi 13. yüzyılda 'Gülün Aşkı', 14. yüzyılda Dante'nin 'İlahi
Komedyası' ve 15. yüzyılda meşhur olan 'Herkes'in değişik masallarıyla
zirvesini yakalamıştı.” (Parman, 2001: 52)
Rüyalara olan bakış açısının ve rüya yorumlarının, Türk
kültüründe de gerek İslamiyet öncesi gerekse İslamiyet sonrası diğer
kültürlerle karşılaştırıldığında fazla değişiklik göstermediği göze
çarpmaktadır. Eski Türklerde rüya motifinin en bilinen örneği Oğuz Kağan
destanında karşımıza çıkar. Destana göre Oğuz Kağan’ın veziri olan Uluğ Türük
bir rüya görür: “Altın bir yay gün doğusundan, gün batısına doğru uzanıyormuş.
Üç gümüş ok ise kuzeye doğru gidiyormuş!”(Ögel, 2006: 23) Vezir uyandıktan
sonra bu rüyasını Oğuz Kağan’a aktarır ve şöyle dua eder: ” Ey Kağanım! Bu
rüyanız sizin yaşantınız için uğurlu olsun! Ey Kağan’ım bu rüya size dirlik
versin! Gök Tanrı rüyamda ne gördüysem, onu gerçek yapsın! Dola duran
yeryüzünü, Tanrı sizin soyunuza versin!”(Ögel, 2006: 203). Oğuz Kağan bu
rüyadan çok etkilenir ve onun öğütleri üzerine oğullarını yanına çağırtıp,
buyruk verir:
Gün, Ay ve Yıldız’ı gün doğusuna; Gök, Dağ
ve Deniz’i de gün batısına gönderir. Gün, Ay ve Yıldız, bu yolculukta pek çok
av avladıktan sonra, buldukları altın bir yayı babalarına getirirler. Oğuz
Kağan çok sevinir ve yayı üçe bölerek onların da yay gibi olmalarını, okları
göklere atmalarını öğütler. Diğer yandan Gök, Dağ ve Deniz de yine pek çok av
avladıktan sonra, yolda üç gümüş ok bulurlar. Buldukları bu okları tıpkı diğer
kardeşleri gibi babalarına verirler. Oğuz Kağan, okları üçe bölüp küçük
oğullarına verirken, yayın oku atacağını ve onların da oklar gibi olmaları
gerektiğini söyler. 11
Elbette bu rüyada sözü edilen altın yay ve gümüş oklar
gerçek dünyada karşılığı olan bazı sembollerdir. Vezirin bu rüyası, Oğuz
Kağan'ın devletinin büyük bir devlet olacağı haberini vermekle birlikte Kağan'a
yönetim stratejisi üzerine de yol gösterici nitelik taşımaktadır. Oğuz Kağan’ın
vezirinin rüyasına itibar etmesi ve bu doğrultuda kararlar alması yine kültürün
rüyaya olan inanışını yansıtmaktadır.
Türklerin rüyaların gelecekten haber
taşıması inancını gösteren bir başka rüya örneği ise Osman Beyin, Osmanlı
İmparatorluğunun kuruluşunu müjdeleyen rüyasıdır. “Aşağıdaki alıntı, XV.
Yüzyılda Tevârih-i Âl-i Osman adlı bir eser yazan Âşıkpaşa-zâde’ye
aittir. Osman
Gazi’nin
gördüğü bir rüyanın padişahlığa yorulmasını anlatır”:
Osman Gazi niyaz etti. Uyku galip oldu.
Yattı, uyudu. Gördü ki aralarında bir aziz şeyh var idi. Osman Gazi gördü ki bu
azizin koynundan bir ay doğar, gelir. Osman Gazi’nin koynuna girer. Bu ay kim
Osman Gazi’nin koynuna girdiği demde göbeğinden bir ağaç biter. Dahi gölgesi
âlemi tutar. Gölgesinin altında bağçeler suvarır ve kimi çeşmeler akıdur.
Anında uykudan uyandı. Sürdü geldi. Şeyhe haber verdi. Şeyh dedi; Oğul Osman! Sana
muşluluk olsun kim, Hak Te’âlâ nesline padişahlık verdi. (Rüyaların Bilimi,
2004: 20, Derl. , E. Boragazi)
11
www.turkishstudies.net/dergi/cilt1/sayi3/kuzubas.pdf Kuşkusuz Osman Bey’in rüyasının da yukarıda değinmiş olduğumuz
vezir Uluğ Türük’ün rüyası gibi doğru yorumlanması önemlidir. Bu rüyadaki
önemli semboller olan ay ve ağaç Türk mitolojisinde de önemsenmiştir, çünkü
büyümeyi, köklü ve hâkim olmayı temsil ederler.
İslamiyet’te rüya oldukça mühimdir ve çeşitleri vardır.
Bunlar sadık veya rahman rüyalar, şeytani rüyalar ve kişinin içinde bulunduğu
meşguliyet durumuna göre ortaya çıkan rüyalar olarak adlandırılır. Sadık
rüyalar, Allahtan gelir ve kişiye gerçekleşecek olana yönelik bilgi verir.
Şeytani rüyalar ise kişiye korku, kuruntu verir. İçinde bulunulan buruma göre
gerçekleşen rüyalar önemsiz olarak kabul edilir.
Rüyanın İslam kültüründeki öneminden, gerek hadislerde
gerekse Kuran’da / ayetlerde söz edilmiştir. Hz. Muhammed’e peygamberlik
bilgisi ilk kez rüya veya benzeri deneyimler aracılığı ile gelmiştir. Hz.
Muhammed’in, sabah namazından sonra insanlara rüyalarını sorup, onları
yorumlaması, Müslümanlar için rüyayı dahası rüyanın yorumunu insan yaşamının
ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir. Rüyalar Hz. Muhammed’in yaşamında,
peygamberlik sonrası içinde belirleyici olmuşlardır:
. ,.624’de Bedir’de Mekkelilere karşı
yapılan savaşta onu cesaretlendiren şey rüya olmuştur. (...) Uhud Savaşı’ndan
öncede rüyasında, bir deveye bindiğini, deveyi bir koçun izlediğini ve
kılıcının kırık olduğunu görmüştür. Bu, onun düşman ordusunun komutanlarından
birini öldüreceği ama kendi akrabalarından birini de kaybedeceği şeklinde
yorumlanmıştır. Gerçekten de amcası Hamza bu savaşta şehit düşmüştür.
(alıntılayan, (Schimmel, 2005: 18, 20)
Ayrıca Kuran’da Saffât Suresinin 102. - 107. Ayetlerindeki
rüya da, İslam’da rüyanın önemini vurgulamak adına yerinde bir örnektir:
102. Çocuk onunla birlikte koşacak yaşa
gelince, İbrahim dedi: “Yavrucuğum uykuda / düşte görüyorum ki ben seni
boğazlıyorum. Bak bakalım sen ne görürsün / ne dersin?” Babacığım dedi,
emrolunduğun şeyi yap! İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın.” 103. Böylece
ikisi de teslim olup İbrahim onu şakağı üzerine yatırınca, 104. Biz şöyle seslendik:
“Ey İbrahim! 105. “Sen rüyayı gerçekleştirdin. İşte biz güzel düşünüp, güzel
davrananları böyle ödüllendiririz.”. 106. “Bu, hiç kuşkusuz apaçık imtihanın ta
kendisiydi.” 107. Ve ona fidye olarak büyük bir kurbanlık verdik. (Öztürk,
2004: 231-232)
Yukarıda değinmiş olduğumuz örnekler ve İslam kültüründe
rüyanın merkeze konumlandırıldığı daha pek çok sayıda örneğin var olması,
Müslümanlığın erken zamanlardan beri rüya ve yorumu üzerine ilgi duymuş
olduğunun göstergeleridir. Farabî, Kindî, İbn Sina, Fahreddin Razî gibi İslam
düşünürleri, rüya ve rüya yorumculuğu üzerine kapsamlı araştırmalar
yapmışlardır.
Kızılderililer için rüyalar gelecekten haber alma ve
psikolojik sorunları çözme işlevlerinin yanı sıra, kendilerinden üstün
varlıklarla iletişime geçmek için bir araç niteliğindedir. Örneğin bu kültürde
şaman olmak isteyen kişi rüyasında ölülerin ruhlarından bazı sırlar öğrenir. Bu
sırlar şaman olmak isteyen kişinin bilinmeyen bir dünyayı öğrenmesi için pek
çok bilgi içerir nitelikte olurlar. Bunun yanında Kızılderililer, rüyada şarkı
söylemek gibi bir yeteneği öğrenmenin de mümkün olduğunu düşünürler.
Kızılderililer rüyalarını kişisel rüyalar ve ziyaret
rüyaları olmak üzere ikiye ayırırlar. Kişisel rüyalar, Kızılderililer
tarafından sıradan rüyalar olarak tanımlanır. Ziyaret rüyaları ise
yorumlanmaları açısından tüm kabileyi ilgilendiren rüyalardır. Eğer rüyada
söylenenler yerine getirilmezse kabilenin bir kötülükle karşı karşıya kalacağı
düşünülür. Örneğin: “Bir Kızılderili rüyasında, başka bir kabile tarafından
esir alındığını görmüş ise, ertesi gün kabile idare kurulu toplanır, rüyayı
meydana getiren kötü ruhları kovmak için rüyayı gören kişiye eziyet
edilir.”(Yücesoy, 2001: 95)
Ayrıca Kızılderililer rüya gücünü toplum sorunlarını
çözmede de kullanmışlardır. Bu amaçla yılda iki defa olmak üzere günler süren
rüya festivalleri yapmışlardır:
Bunun amacı ise, belli bir konuda
görülecek bir rüyaya, herkesin katılmasını sağlamaktı. Bir konu üzerinde
dikkatlerini toplar, rüya görmek için uyur, sabah kalkınca herkes kendi
gördüğünü diğerleriyle paylaşırdı. Daima ortaya belli bir çizgi çıkardı ve
gelecekle ilgili politikalarını bu çizgiye göre saptarlardı. (Dee, 1997: 40-
41)
Rüyaların Kızılderili kültüründe de gerek toplumsal,
gerekse bireysel olarak işlevsel bir niteliğe sahip olduğu günümüze değin
aktarıla gelmiştir.
Şamanizm diğer adıyla Kamcılık, geçmişi erken taş devrine
kadar uzanan ve ilk inanç biçimlerinden biri olan, hatta ünlü dinler tarihçisi
Eliad’e göre “arkaik esrime tekniklerinden biridir, hem gizemcilik hem büyü hem
de terimin geniş anlamıyla dindir” (Eliad, 2006: 16) dediği Şamanizm'de
sıklıkla kavram / tanım karmaşası yaşanmaktadır.
Şamanizm ve rüya ilişkisine değinmeden önce, şaman
dendiğinde akla neyin gelmesi gerektiğine dair kısa bir bilgilendirme yerinde
olacaktır:
“Şaman” sözcüğü ile dinler tarihi veya budunbilim[12]
araştırmaları sırasında rastlanan her türlü sihirbaz, büyücü, otacı
(medicine - man) ya da vecde gelmiş (esrimiş) kişi kast edilecek olursa son
derece karmaşık ve de belirsiz bir kavram elde edilmiş olur. (...) Çeşitli
yanlış anlamaları önlemek ve “sihirin” ve “büyücülüğün” tarihini daha açık
görmek için “şaman” ve “şamanizm” terimlerinin kullanım alanlarını
sınırlandırmakta yarar olduğu fikrindeyiz. Elbette şaman da aslında bir
sihirbaz ve bir otacıdır, bütün hekimler gibi onun da hastalıkları
sağalttığına; ilkel ve çağdaş bütün sihirbazlar gibi “fakirsel” mucizeler
gösterdiğine inanılır. Ama o, bunlardan başka, ruhgüder (psychopompe)dir
de. (Eliad, 2006: 22)
Yukarıdaki ifadeler, şamanizm / şaman
hakkında bilgi vermekle birlikte dikkatleri, farklı bir yöne çeker: Eliad, bir
şamanın aynı zamanda hastalıkları da tedavi edebilen, sağaltan diğer bir
deyişle, terapi uygulayan bir ruh uzmanı olduğunu ifade eder ki bu yaklaşım
çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde ele alacağımız Jung’un, temel
kaynaklarından birini oluşturur. (bkz. 3. 2. 3)
Şamanizm’de ruhlar dünyası ile iletişime geçmek oldukça
önem taşır. Şamanlar, rüyalar yoluyla tanrılarla, ruhlarla ve ata ruhlarıyla
dolaysız olarak bağlantı kurduklarına ve böylece nitelikleri dolayısıyla
seçildiklerine inanırlar:
.Şaman olacak kişinin ayıredilmesinde en
sık rastlanan yollardan biri, rüya, hastalık veya herhangi bir özel durum
vesilesiyle adaya görünerek ona “seçildiğini” haber veren ve bundan böyle yeni
yaşam düzeni izlemesi gerektiğini söyleyen tanrısal ya da yarı - tanrısal bir
varlıkla karşılaşmasıdır. Bu haberi verenler de çoğu kez ata şamanların
ruhlarıdır. Hatta şamanların seçim yönteminin atalara tapma olayıyla ilişkili
olduğu bile düşünülmüştür. (...) söz konusu ataların kendileri de zamanın
başlangıcında gene tanrısal varlıklar tarafından “seçilmişlerdir”. (Eliade,
2006: 93)
Şaman
olabilmenin farklı yolları (kalıtsal aktarım ya da çağrı) mevcuttur. Ancak
hangi yolla olursa olsun bir şaman, seçildikten sonra iki temel eğitime tabii
tutulmalıdır. Bunlardan ilki çalışmamız bakımından önem taşıyan rüyalardır. Bu
durum bazen esrime ya da kendinden geçme olarak da tanımlanabilir. Diğeri ise
şaman teknikleri, ruhların adları, klanın mitolojisi gibi geleneksel
eğitimlerdir. Şaman adayı bu eğitimi ruhlar veya usta şamanlardan alırlar ve bu
süreci sırra er(dir)me olarak adlandırırlar.
Şamanizm'de rüyalar istemli ve istemsiz rüyalar olarak
belirlenmiştir. Rüya uykuda da uyanık halde de görülebilir. Örneğin bir sırra
erme rüyası, yani bir ruh tarafından ilahî bilgilendirilme ile gerçekleşen
rüya, gerek istemli gerekse istemsiz olarak da görülebilir. Şamanizm'e göre
rüyaların ilahî bilgi içerme, ruhlarla bağlantı kurma işlevlerinin yanı sıra gelecekten
haber verme gibi bir özelliği de bulunmaktadır. Gelecekten haber veren
rüyaların genellikle kadınlar tarafından görüldüğüne inanılmaktadır.
(Castaneda, 2000: 6)
Şamanizm’de, rüyaların işlev ya da türüne bakılmaksızın iki
kaynak dâhilinde ortaya çıktıkları düşünülür. Bu kaynaklardan biri, kişinin
özüdür ve bu tür rüyalar bireyseldir. Bu öz ile kişinin yaşantısı rüyalarına
yansır. Kişisel rüyaların dışında, rüyanın oluşumunda etkili olan diğer unsur
da yukarıda da değinmiş olduğumuz ruhlardır ve bunlar kişiye rüyalarında yol
gösterirler, eğitim verirler.
Özetle, gerek şaman inanışları doğrultusunda yaşayan
sıradan insanların, gerekse taşımış oldukları özel nitelikleri dolayısıyla
seçilmiş olan, yani bu durum dolayısıyla farklı bir mertebeye eren şamanlar
için, rüya kutsal olandır ve rüyalar hakkında derin bilgiye vâkıf olunması
oldukça önemlidir.
Bunun yanı sıra Şamanizm ve tasavvuf geleneği, rüyayı özel
bir mertebeye ermede yol gösterici kabul etme anlamında ortak bir payda da
buluşurlar. Ayrıca, Türklerin İslamiyet’i kabulünden önceki inanışı olan
Şamanizm’deki bazı öğretiler, İslamiyet’e uyarlanarak Türk kültüründe de
varlıklarını korumaya devam etmişlerdir. Mesela, şamanların şamanlığa bir rüya
vasıtasıyla erişmeleri gibi, Âşık edebiyatında, bazı âşıklar bir rüya gördükten
sonra şiir yazmaya başlamaktadır. Böylece, şiir yazma yeteneğini bu rüya
sayesinde kazandıklarına inanmaktadırlar.
Bazı kültürlerce din, bazıları içinse inanç biçimi veya
felsefî bir öğreti olarak kabul edilen Budizm geçmişte ve günümüzde farklı
coğrafyalarda etkili olmaya devam etmektedir. Bu öğretinin yansımaları pek çok
yazınsal metne de konu edilmiştir: örneğin Dünya edebiyatının önemli
yazarlarından biri olan Hermann Hesse Siddhartha adlı romanını Budist
öğretisi üzerine kurmuştur.
Budizm'de rüyalar genellikle kehanet bildirme özellikleri
dolayısıyla ön plana çıkarlar. Bundan ötürü geleceğe dair bilgi içerdiği
düşünülen rüya alma denen ve bir çaba sonucunda görülen rüyalar,
kâhinler tarafından yorumlanmaya değer bulunmuştur. Rüya almanın törensellik
içinde kutsal bir yerde uyuyarak ya da istenen rüya için dua edilerek
gerçekleştiğine inanılmaktadır.
Budist inanışına göre bu kültürde kadınlar rüyalar yoluyla
hamile kalabilirler. Kraliçe Maya’nın Budist öğretinin kurucusu olan Siddhartha’ya
rüyasında hamile kalmış olması, bu inanış doğrultusundadır. Srinity Young,
kraliçe Maya’nın rüyasını Budist Rüya Deneyimi: Yorum, Tören Ve Cinsiyetin
Rolü adlı makalesinde “Maya'nın rüyasının özünde, muhteşem beyaz bir fil,
sağ tarafına hortumuyla vurarak, rahmine girebilmektedir.” sözleriyle
aktarmaktadır. (Young, 2008: 9)
Rüya ve rüya yorumları köklü Fars kültüründe
de günlük yaşama kılavuzluk eden etkiye sahip olmuştur. XI. yüzyıl başlarında
Firdevsî'nin ortaya koymuş olduğu Şahnâme adlı yapıt gerek Fars
kültürüne, tarihine ve mitolojisine dair güvenilir bilgileri içermesi ile
gerekse içinde birçok rüya motifi barındırması ile günümüz kültür ve edebiyat
incelemeleri için sıklıkla başvurulan kaynak olmuştur. Şahnâme'deki
rüyalar, İslamiyet öncesi Fars kültüründe rüyalara atfedilen değeri örnekler. Şahnâme'de
aktarılan İran hükümdarı
Dahhâk'ın rüyası Farsların rüyaya olan inancını yansıtır:
Bir gece Ernevâz'la uyurken, birdenbire
rüyasında gözünün önüne padişahlar padişahının sülalesinden üç savaş eri geldi.
Bunlardan ikisi büyük, ortadaki küçüktü. Servi boylu küçüğün padişahlara
yaraşan bir yüzü vardı. Belindeki kemeri ve elindeki öküz kafası biçimindeki
gürzüyle bir padişah gibi yürüyordu. Bağırarak Dahhâk'ın üzerine doğru atıldı,
kafasına o öküz kafası biçimindeki gürzü indirdi ve ötekilerden yaşça küçük
olan bu yiğit hiç vakit kaybetmeden Dahhâk'ın baştan aşağıya derisini yüzdü.
Sonra ellerini sağlamca bağlayıp boynuna ipi geçirdi. Acılar ve sızılar içinde
kafasına toprak toz yağdırdı. Sonra peşine bir sürü insan takılmış olduğu halde
onu yakalayıp sürüye sürüye Demâvend dağına kadar götürdü. (Firdevsî, 2009: 81)
Bu rüyadan sonra Dahhâk gördüğü rüyayı yorumlayacak
birilerini arar ancak kimse bu rüyanın yorumunu yapmaya cesaret edemez. Bir
süre sonra Zirek adındaki bir şahıs hükümdarın rüyasını yorumlamaya gönüllü
olur: Feridun isimli bir çocuk Dahhâk'ı öldürecek ve hükümdar olacaktır. Dahhâk
rüya yorumunu dikkate alarak, bu çocuğu aramaya başlamış, fakat bir türlü
bulamamıştır. Yıllar sonra tıpkı rüya yorumunda olduğu gibi Feridun isimli
çocuk büyür, Dahhâk'ı Demâvend dağında öldürerek ülkenin başına geçer.
Dahhâk'ın rüyası, gerçekleşmemesi için gösterilen tüm çabalara rağmen
gerçekleşmiştir.
İran hükümdarı Dahhâk'ın rüyası Şahnâme'de aktarılan
rüyalardan sadece biridir. Ancak yapıttaki diğer rüyalar da incelendiğinde Fars
kültüründe rüyaların alımlanmasına dair benzer sonuçlara ulaşmak mümkündür:
Rüyalar gelecekten haber verir ve bilgi taşır.
Yukarıda farklı kültürler ve dönemlerden seçilmiş olup
içinde rüya motifi yer alan metinlerin içinde üretildikleri kültürün / zamanın
rüyaya olan inanıcı ile paralellik kurulduğundan söz ettik. Farklı bir deyişle
rüyanın gelecekten, paralel evrenden haber vermesi inancı veya kehanet
bildirmesi veya tanrısal olmasının yansımalarının izlerini yazınsal metinler
üzerinden sürdük.
3.2.2
Bilinçdışı- Gerçek
Bağlantısı
Düş, gerçeğin örtüsünü kaldırır.
Franz Kafka
Rüya görme amaçlı uykuya yatma ve rüyaları yorumlama,
Mezopotamya ve Mısır kültürlerinin etkisiyle Antik Yunan’da da görülmüştür.
Yunan mitolojisinde uyku Tanrısı Hypnos ve ölüm tanrısı Thanatos olarak
adlandırılmıştır. Antik
Yunan kültüründe uyku esnasında ruhun bedenden ayrıldığına inanılmıştır. Onlar
da tıpkı Mısır kültüründeki gibi rüyalar için özel tapınaklar yapmışlardır. Bu
tapınakların hastalıkların iyileştirilmesinde ve bedenden ayrılıp gitmiş olan
ruhlarla ilişki kurma anlamında önem taşıdığı bilinmektedir. Antik
Yunanistan’da bir şehir olan Epidauros’taki tapınak Asklepios’a (hekimlik
tanrısı) adanmıştır ve bu tanrının simgesi yılandır. (Yücesoy, 2001: 81)
Sağlık ve şifa tanrısı Asklepios, rüya
tabirleriyle ilgilenen gruplar tarafından benimsenmişti. Asklepios’un
uyuyanları ziyaret ettiği ve aralarındaki hastaları mucizevi şekilde
iyileştirdiğine inanılırdı. Asklepios’a adanmış 200’den fazla tapınak bulunurdu
ve bunlara Asklepia denirdi. Hamamların, tiyatroların, aktivite
alanlarının bulunduğu bu “sağlık merkezleri”nden isteyen herkes ücretsiz
yaralanabilirdi. Buralarda “İlahi Rüya” adı altında bir rüya terapisi
uygulanarak şifa dağıtılmaya çalışılırdı. (Rüyaların Bilimi, 2004: 14, Derl. ,
E. Boragazi)
Büyük Yunan düşünürü Homeros Odysseia ve Ilyada
adlı yapıtlarındaki pek çok bölümün görmüş olduğu rüyalardan esinlenerek ortaya
çıktığını söyler ve rüya yorumları ile ilgili şöyle bir açıklama getirir:
Rüyalar ya en akılcı ya da en az akılcı
güçlerimizin etkisi sonucu oluşmaktadırlar. Kendilerini ortaya koyabilmek için
de kullanabilecekleri iki değişik kapı vardır. Bu kapılardan, kemikten yapılmış
olanı gerçek, fildişinden yapılmış olanı ise, delilik ve saçmalık içindir.
(alıntılayan, Fromm, 2003: 120)
Homeros’un rüyalar üzerine ortaya atmış olduğu bu gerçekçi
tez gelecekteki pek çok rüya araştırmalarına kaynak olacaktır. Buna karşılık
Hipokrat rüyaya yönelik farklı görüştedir:
M.Ö. V. yüzyılda Hipokrat (...) rüyaların
tanı koymada ve tedavide yol gösterici olmalarının; tanrının varlığının ispatı
oluşlarından değil, hastalıkla ilgili bazı belirtileri içermesinden
kaynaklandığını anlat[mıştır]. (Yücesoy, 2001: 82)
Yunanlıların büyük bilgesi olarak anılan Sokrates belki de
rüyalarının etkisi ile Sokrates olabilmiştir. Sokrates farklı içeriklerle ancak
aynı mesaj ile tekrar eden rüyalarında “Sokrat sanat yap ve sanatı geliştir”
gerçekliğine ulaşmıştır. (Yücesoy, 2001: 83) Sokrates uyumadan önce ruhu
arındırarak, rüyalarda geçmiş ve geleceğe dair sağlıklı bilgilere
ulaşılabileceğini varsaymıştır. Aynı yüzyılda yaşamış olan Platon ise
Sokrates’in aksine rüyaların sahip olduğumuz acı, mutluluk gibi soyut kavramlardan
oluştuğunu, rüyalarımızı akıldışı isteklerimizin oluşturduğunu dile
getirmiştir. Platon idealar dünyası ve rüyalar arasında bir bağlantı olduğunu
da varsaymıştır. Ayrıca Platon, Devlet adlı yapıtında rüyadan şöyle söz
eder: “Hepimizin içinde, iyi insanlarda bile uykuda bizi gözetleyen kanunsuz,
vahşi bir canavar vardır” (Yücesoy, 2001: 83). Platon’un bu yaklaşımı o zamana
kadarki rüya üzerine söylenenlere ya da inançlara ters düşmekle birlikte,
yüzlerce yıl sonra pek çok bilim insanın psikolojiye dair araştırmalarına
kaynak sağlayacak niteliktedir. Aristo’nun rüyaya bakışı Hipokrat’a yakındır, O
da rüyayı tanrısal kaynak olarak görmemiştir. Aristo, Parva Naturalia
(Duyular ve Nesneleri Hakkında) adlı yapıtında rüyadan şöyle söz eder:
Uyanıkken yüzeye çıkamayacak kadar zayıf
imgeler uyku halindeyken tam algılanabilirler ve bunlar rüyaları
oluştururlardı. Duyularımızın işlevi uykuda azaldığından, duygusal çarpıtmalar
rüyaların oluşumunda en önemli rolü oynar. (Rüyaların
Bilimi, 2004: 13-14, Derl. , E. Boragazi)
Aristo uyku esnasında rüya kanalıyla bazı hastalıklarla
ilgili belirtilerin ortaya çıkabileceğini savunmuşsa da yine de rüyaların
genelde rastlantısal olduğuna ve bir anlam taşımadığına inanmıştır. Aristo’nun
bu tezi de tıpkı Platon’un rüya üzerine öngörüleri gibi günümüz bilimine temel
oluşturmaktadır.
Antik Yunan düşünürlerinin rüyaya ve rüya yorumculuğuna
dair yaklaşımları, günümüzde de kabul gören rüya kuramları için yol gösterici
olmuştur. Antik Yunan’da rüyaların gelecekten haber verme inancı önemli ölçüde
devam etmekle birlikte; rüyaların akıldışı arzuları yansıttığı ve bazı
hastalıkların belirtisi olduğu yönündeki düşünceler de kendini göstermiştir. Bu
noktada ilginç olan çıkarım ise Antik Yunan düşünürlerinin Freud’dan yüzlerce
yıl önce bilinçdışı - gerçek bağlantısı üzerine söz söylemiş olmalarıdır.
Bilinçdışı - gerçek ilişkisini dolaylı yoldan alımlayan
farklı bir kültür ise tasavvuftur. Kendilerini Allah aşkıyla yanıp tutuşan
dîvâneler olarak tanımlayan mutasavvıflar içinse rüyalar, gerek uhrevi gerekse
dünyevi bağlamda oldukça önemlidir. Tasavvufa göre rüyayı kişinin ruhu görür ve
rüyayı gören kişinin ruh hâli gördüğü rüyaya yansır. Rüyayı gören kişinin nefsi
ne kadar terbiyeliyse rüyası da o kadar saf olur. Bu inanış da bilinçdışının
rüyalarla ortaya konabileceğinin göstergesi olarak günümüzde de yaygın olan
rüya kuramlarıyla benzer özellikler taşımaktadır. Bu durumda tasavvufa göre
nefsin terbiyeli olması hâli, bilinçdışının karmaşık olmaması ile
ilişkilendirilebilir. Öyle ki tasavvuftaki rüyaya olan yaklaşım, nefsin
terbiyesi ile bilinçdışında var olduğu kabul edilen akıldışı arzuların
sağaltılması arasında özdeşlik kurmayı olanaklı kılar. Yine bu noktada
vurgulanması gereken husus ise mutasavvufların da Antik Yunan düşünürleri gibi
rüyanın bilimsel olarak ele alınmasından çok önce belli belirsiz bilinçdışı -
gerçek ilişkisini dikkate değer bularak yaşamlarını şekillendirmeleridir.
Gerçeğe ve bir olana ulaşmayı hiç bitmeyen bir yol
olarak tasavvur eden mutasavvıflar uhrevi manada da bu yolun rüyalarla da
kesiştiğini düşünürler ve rüyaları anlamak konusunda oldukça hassaslardır.
Bunların yanında mutasavvıflar için rüyaların yol gösterici özelliği de
bulunmaktadır. Ayrıca bir mürşidin şeyhine bağlılığının ifadesi de rüyalar
vasıtasıyla gerçekleşir. Rüya, mürit ile şeyh ilişkisinde önemli bir yere
sahiptir:
Mürşit ile mürit arasındaki rabıta rüyalar
yoluyla muhafaza edilir ve kimi müritler şeyhlerini rüya yoluyla bulur! Şeyh
ise, müridin rüya âlemini gözlemleyip yorumlayarak onun en yüksek hedefe
ulaşmasına yardımcı olma yeteneğine sahiptir; hatta onun görevidir. (Schimmel,
2005: 28)
Mutasavvıflara göre rüyalar Allah'tan gelen, şeytandan
gelen, zararlı olan, olmayan rüyalar gibi pek çok kategoride ele
alınmaktadırlar. Bu bağlamda tasavvufta en önemli rüya çeşidinin sadık rüyalar
yani Allah'tan gelen rüyalar olduğunu söyleyebiliriz. Tasavvufa
göre bu tür rüyaları yalnızca veliler, yani nefsin
terbiyesi yolunda belli mertebeye ulaşmış kişiler görebilmektedir. Bu tür
rüyalar kimi zaman açık, kimi zaman ise sembollerle örülüdür; bazen de uyarıcı
mahiyette olabilmektedirler. Uyanıkken de görüldüğü düşünülen sadık rüyaların
bazı işaretler taşıdığına inanılmaktadır. Hem sufizmde hem de İslamiyet'te
önemli yere sahip olan istihare, sadık rüyalardandır. İstihare, bir kişinin bir
işin nereye varacağını anlayabilmesi için dualar eşliğinde uyumasıdır.
Mutasavvıflar, bu tür rüyaların yorumunu da dikkate alarak, geleceğe dair
planlarını yaparlar.
Tasavvufta rüya yorumculuğu da inanışlar doğrultusunda şekillenmektedir.
Mesela mutasavvıflar her kişinin manevî boyutta, yaratanın gözleriyle gören bir
ikizinin olduğunu düşünmektedirler. Bu bağlamda rüyada “ikiz” görmek şöyle
yorumlanmaktadır:
Rüyada “ikiz” görmek, eski gelenekteki
“göksel ruhaniyet” ile tabir olunur. Her birimizin ışıklar dünyasında yaşayan
bir ikizi vardır. Duyusal olarak gözle görülmez ve öldüğümüzde gene bizimle
olacak yine odur. (Vaughan-Lee, 2002: 25)
Ünlü mutasavvıflardan Mevlânâ Celâleddin Rûmî de, Mesnevi
adlı yapıtında rüya motifini sıkça kullanmıştır. Mevlânâ’nın eserlerinde rüyayı
kullanmasında tasavvufun rüya olgusunu yaşamla ilişkilendirme biçimlerinin
etkileri göze çarpmaktadır. Mevlânâ da rüyayı hem tasavvuftaki akisleri hem de
anlatıyı zenginleştiren olanakları dolayısıyla önemli kaynak olarak görmüştür.
3.2.3
Bilinç - Bilinçdışı:
Freud ve Jung
Rüya, uykunun bozucusu değil
koruyucusudur ve bir arzunun gerçekleşmesini sağlar.
Sigmund Freud
Rüyaların bilimsel olarak incelenmesine günümüzde yaygın
olarak benimsenmiş olan Freud veya Jung kökenli kuramların ortaya atılmasından
önce başlanmış olup buna oneiroloji adı verilmiştir. Ayrıntılı olarak Freud’u
ve Jung’u ele almadan daha önce rüya üzerine yapılmış olan araştırmalara göz
atmak Freud’u ve Jung’u daha iyi anlamak dahası sonrasında üretilmiş olan bazı
edebî yapıtları incelemek adına aydınlatıcı olacaktır.
Oneiroloji terimi yazılı kaynaklarda ilk kez 1653 yılında
geçmiştir. Oneiroloji alanındaki çalışmaları Alfred Maury başlatmıştır. 1953'te
Eugene Aserinsky ve Nathaniel Kleitman ise yaptıkları deneylerle ve
yayımladıkları makalelerle oneiroloji alanındaki gelişmelere hız
kazandırmışlardır. Rüya nörofizyolojisi rüyanın biyokimyasal, biyolojik ve
anatomik olarak tanımlanması yönünde araştırmalar yapmaktadır. Alfred Maury'nin
1850 yılında yaptığı bilimsel çalışmalarla birlikte, rüyaların doğaüstü güçler
tarafından insanlara gönderilmiş bir mesaj olarak değerlendirilme hadisesi son
buldu. Maury, bir gece rüyasında Fransız devrim mahkemesinde yargılandığını ve
kafasının giyotinle uçurulduğunu gördü. Uyandığında ise yatak başının kafasına
düşmüş olduğunu fark etti. Bu rüya ile birlikte Maury dış uyaranların rüyaların
oluşmasında etkili olduğunu keşfetti. Yatak başının kafasına düşmesi rüyada
karşısına giyotin olarak çıkmıştı. Bu olay ve incelediği üç bin rüya, Maury'nin
rüya teorisini oluşturmaktadır. Bu teoriyle birlikte rüya nörofizyolojisinin
başlangıcı yapılmıştır denebilir. [13]
Psikoloji bilimi için devrim niteliğinde olan psikanaliz
metodunun kurucusu olan Sigmund Freud (1856-1939) rüya kuramı üzerine olan
incelemelerini, yukarıdaki bilgiler ışığında ortaya koymuştur. Psikanaliz
kabaca bazı sinirsel hastalıkların tedavi edilmesi için geliştirilen bir metot
olarak tanımlanır. Bu metoda göre sinirsel hastalıkların temelini oluşturan
geçmiş yaşantılara ait istekler ve hisler bilinç tarafından bastırılır ve
geriye itilirler:
Gerçekten de bu durumlarda, söz konusu
olan istek ve duygular, bastırmaya uğradıkları için kendilerini açıkça ortaya
koyamayarak, başka yollardan çıkış noktası arar ve kendilerini başka
görünüşlere sokarak belirtiler dediğimiz şeyleri teşkil ederler. Bu
belirtilerin gerçek varlığını ortaya çıkarmak, yani onların maskelerini
düşürmek; kaynaklarını açığa vurmak; nedenlerini ve kaynaklarını hastanın
bilincine getirmek, yani bilinçli kılmak, psikanalizin temel amacıdır. (Freud,
1967: 9)
Freud sanat / edebiyat, rüyalar, dinler, toplumların
psikolojisi gibi kendisinden önceki psikoloji anlayışına kısmen uzak
sayılabilecek konularda araştırmalar ve gözlemler yapmış, makaleler yazmıştır.
Sözü geçen araştırmaların ve makalelerin odak noktasını insan ruhu ve
psikolojisi oluşturmaktadır. Bu bağlamda Freud'a göre insan ruhunu iyileştirme
yolunun ilk durağı rüyalardır. Ona göre hastaların rüyalarının konusunu,
nevrozlarının altında yatan hastalık öyküleri oluşturmaktadır. Freud
rüyalarındaki imgelerin kaynağı açıklanamayan bir hastanın, iyileştirilmesinin
mümkün olmadığını öne sürmektedir. Freud hastalarını tedavi etmeye çalıştığı
dönemlerde rüyaların önemini nasıl keşfettiğini şöyle açıklar:
Hastalarıma herhangi bir konuyla
bağlantılı olarak kendilerinde oluşan her düşünceyi benimle konuşmaları
öğütlenmişti; öteki şeylerin yanı sıra bana düşlerini de anlattılar ve böylece
bana bir düşün patalojik bir düşünceden geriye, belleğin içine değil, izi
sürülmesi gereken ruhsal bir zincire yerleştirilebileceğini öğrettiler. Bundan
sonra düşün kendisini bir belirti olarak ele almak ve düşlere de belirtilere
uygulanan yorum yöntemini uygulamak için küçük bir adım yetiyordu. (Freud,
2001: 153)
Hastalarını iyileştirirken onlarla kurduğu diyaloglar
sayesinde rüyaların bir nevrozlunun bünyesinde çok önemli bir işleve sahip
olduğunu gözlemleyen Freud, zamanla nevrotik olmayan insanlar için de rüyaların
bir nevrotikte olduğu gibi önem taşıdığını kavramıştır. Freud'a göre rüyalar
herkes için anlamlıdır ve onların yorumlanmaları gerekir. Freud rüyaların
rastgele ve saçma olmadıklarını söyler:
Düşler, bir müzik aygıtından, onu çalanın
parmakları yerine dış bir gücün çarpması sonucu çıkan düzensiz seslere
benzetilmemelidir; anlamsız değildirler, saçma değildirler; onlar düşünce
depomuzun bir kesimi uyurken bir başka kesiminin uyanmaya başladığını
göstermezler. Tersine, geçerliliği olan ruhsal görüngülerdir -isteklerin
doyurulması; anlamlı zihinsel eylemlerinin zinciri içine yerleştirilebilirler;
aklın hayli karmakarışık bir etkinliği ile biçimlenirler. (Freud, 2001: 174)
Freud'un rüyaların anlamlı oldukları düşüncesinden yola
çıkarak uzun çalışmalar sonucunda ortaya koyduğu yapıtı Traumdeutung
(Rüyaların Yorumu) 1900 yılında yayımlanmıştır. Freud aldığı olumsuz
eleştirilere rağmen ortaya attığı kuramında bir değişiklik yapmamış, rüyaları
açıklarken mistisizme değil; yalnızca akla, çocukluğa ve geçmişe odaklanmıştır.
Bu yapıtla bilim ve sanat alanlarında dikkatleri rüya üzerine çekmeyi başaran
Freud'un rüya kuramının bilimselliği, yapılan deneylere değil, muayenehanesinde
tedavi ettiği hastalarının, çocuklarının ve kendisinin rüyalarına dahası
onların yorumlanmasına dayanmaktadır.
Freud'a göre insan benliği, saldırganlık, düşmanlık, toplum
tarafından uygun görülmeyecek cinsel arzular barındırmaktadır. Ancak bu
dürtüler, kişinin topluma uyum sağlaması adına bloke edilirler. Bu bloke etme
süreci bastırma (repression) olarak adlandırılmaktadır. Freud'a göre yaşama
güdüsünü (life instict) oluşturan iki unsur vardır; birinci unsur cinsel içgüdü
(libido), ikinci unsur ise var olma içgüdüsüdür. Freud'un rüya kuramının daha
anlaşılır olması için Freud'un insan kişiliğini üç kısımda ele aldığını bilmek
gerekmektedir. Freud'a göre insan kişiliği id, ego ve süperegodan oluşmaktadır.
İd, bilinçdışı; ego, kimliğin bilinçli kısmı; süperego ise vicdandır. İd, ilkel
ve vahşi istekleri temsil etmektedir.
Süperego ise idi kontrol altına almayı amaçlayan bir
sansürcüdür. Her ikisi de egoya söz geçirmek için çabalamakta, kişiliği baskı
altında tutmaktadırlar. Bu baskı altına alma durumu, Freud'a göre dil
sürçmelerinde veya rüyalarda kendini göstermektedir. Bastırılan duygu ve
düşüncelerin psikolojik rahatsızlıkların çıkış noktasını oluşturduğunu varsayan
Freud, bu rahatsızlıkların tedavisinde de dil sürçmelerinden bilhassa
rüyalardan yararlanılmasının faydalı olacağını düşünmektedir.
Her rüyanın anlamının farklı olma olasılığını gözden
kaçırmamak gerektiğini de vurgulayan Freud'a göre rüyalar, açık bir şekilde ve
sıklıkla bir arzunun tatmini doğrultusunda oluşmaktadırlar. Freud bu tezi;
uyumadan bir süre önce su içme ihtiyacı oluşturan yiyecekler yenmesi halinde,
uyku sırasında oluşan su içme gereksinimi dolayısıyla, rüyada su içildiğinin
görülmesi örneği ile somutlar. Ancak Freud anlamı bu kadar net olan ve fiziksel
kaynaklı rüyaların yanında, sadece analizle ortaya çıkarılabilecek, ruhsal ve
cinsel anlamda arzuların doyumunu ifade eden pek çok rüya örneğinin de
olabileceğine işaret eder. Freud'a göre bu tarz arzular zihinde beklemededir;
sansürün etkisinin azalmasıyla ve günlük yaşantıyla uygunluk gösterdiği
doğrultuda, rüya olarak ortaya çıkmakta ve zihin tarafından doyurulmaktadır.
Freud rüya öncesinde yaşanan günlük olayların rüyaların oluşumunda
tetikleyici bir işleve sahip olduğu görüşündedir: “Bildiğiniz gibi bir düşün
kışkırtıcısı her zaman bir önceki günün olayları içinde bulunur.” (Freud, 2001:
197). Bu söylemden hareketle rüyaların çıkış noktasını çoğu zaman
gündelik izlenimler oluşturur demek yanlış olmayacaktır. Freud rüya ve günlük
yaşam malzemelerinin aynı olduğunu söylemektedir. Başka bir deyişle gece ile
gündüz imgeleri aynı kaynaktan yani yaşanmışlıklardan beslenmektedir. Buna göre
rüyalarda görülen imgelerin tümü uyanık yaşamda edinilen malzemelerden
üretilmektedir. Freud bu düşüncesini daha da ileriye götürerek, rüyalarda
duyulan kelime ya da cümlelerin de öncesinde duyduklarımızın aynısı ya da
rüyaların temsil koşulları dâhilinde çarpıtılmış olduklarını söylemektedir. Rüyalara
akseden gündelik izlenimler, Freud tarafından rüyanın kışkırtıcısı olarak
nitelendirilmelerinin yanında önemsiz malzeme olarak adlandırılmaktadırlar.
Freud çocukluk yaşantılarının da rüyalara kaynak
oluşturduğunu savunur. Freud bu yaşantılardan bebeksi malzeme olarak
bahsetmektedir. Buna en erken çocukluk dönemlerine ait yaşantılar da dâhildir.
Ancak bu tür malzemenin tespit edilebilmesi için o rüyanın derinlemesine
analizi yapılmalıdır: “İnsan bir düşü ne denli derinlemesine çözümlerse, o
düşün gizli içeriğinin kaynakları arasında bir rolü olan çocukluk
yaşantılarının izine o denli sık rastlar.” (Freud, 2001: 246).
Tekrar tekrar görülen rüyalar da Freud tarafından bebeksi
malzemeler sonucu ortaya çıkan rüyalar kategorisi içinde
değerlendirilmektedirler. Freud'a göre çocukluğa ait istekler ve dürtüler
rüyalarda sürdürülmektedir:
Geriye, çocukluğun bu utançsız dönemine
baktığımızda o bize Cennet gibi görünür ve Cennetin kendisi de bireyin
çocukluğunun bir toplu düşleminden başka bir şey değildir. İnsanoğlunun, bir an
gelip de utanç ve anksiyete doğana, bunu kovulma izleyene ve de cinsel ve
kültürel etkinlik başlayana dek Cennette çıplak olmasının ve birbirinin
varlığından utanç duymamasının nedeni budur. Ama bu cenneti her gece
düşlerimizde kazanabiliriz. (Freud, 2001: 294)
Freud'a göre rüyalar bilinçsiz bir düşünmedir ve onların
temsil araçları farklılıklar gösterir. Anlamları yüzeyde değil, derinlerde olan
rüyalar için Freud, rüya çarpıtması ifadesini kullanır. Rüya çarpıtması
sansürün gücüyle doğru orantılıdır yani sansür ne kadar güçlüyse anlam da o
kadar çarpıtılmıştır. Rüya çarpıtmasında uyanık yaşantıya ait bir duygu veya
düşünce rüyada dış gerçeklikten bağımsız yani bağlantısız görünen imgeler
hâlinde belirmektedirler ancak rüya analiz edildikten sonra rüyadaki imgenin
dış gerçeklikteki duygu ya da düşünceyi temsil ettiği anlaşılır. Yani doğrudan
imgeler ile dolaylı imgelerin yer değiştirmesi ile çarpıtma gerçekleşmektedir.
Freud rüya çarpıtmasını sansürün etkisiyle isteklerin kılık değiştirmesi olarak
yorumlamaktadır.
Freud'a göre rüya çarpıtması gibi yoğunluk da bir temsil
aracıdır. Birden fazla duygu ve düşüncenin kısaltılarak rüyaya yansıması
rüyanın yoğunluğunun göstergesidir: “Bir rüyayı yazacak olursanız, bir sayfanın
belki de yarısını doldurur. Bunun altında yatan rüya düşüncelerini ortaya
çıkaran analiz ise bunun yedi sekiz, hatta on katı kadar yer kaplayabilir.”
(Freud, 2006: 363).
Freud rüyanın kendisinin içerdiği anlamların bölük pörçük
hâlleri olduğunu ifade etmektedir. Bir rüyadaki yoğunluğu sağlayan etkenlerden
biri uyanık yaşama dair duyguların, düşüncelerin ve imajların bazılarının
çıkarılmasıyla, kısaltılmasıyla oluşmaktadır. Rüyanın yoğunluğa erişmesi için
birleştirme de sıkça karşılaşılan diğer bir etkendir. Freud'a göre birleştirme
iki ya da daha fazla duygu, düşünce veya insanın özelliklerinin tek bir imajda
birleştirilmesiyle gerçekleşir. Rüyadaki yoğunlaşmayı sağlayan birleştirme ve
çıkarma, kısaltma gibi etkenler rüyanın anlamını kaygan bir zemine
yerleştirmekle birlikte rüyanın anlamlarını gizler. Bu koşullarda eksik kalan
anlamlara ulaşmak Freud nezdinde de güç bir iş olarak tanımlanmıştır. Yoğunluk
özelliğine sahip rüyalarda çoğu zaman sembollerin arkasına saklanmış anlamı
ortaya çıkarabilmek, bu yoğunluğun seyreltilmesi yani sembollerin çözümlenmesi
ile mümkün olabilir.
Freud rüyaların temsil araçlarından diğerini ikincil
revizyon kavramı ile adlandırır. İkincil revizyon baskılamayı gerçekleştiren
sansür mekanizmasının uyku sırasında tam olarak devreden çıkmaması dolayısıyla
zaman zaman rüyanın işleyişine müdahale etmesi olarak tanımlanır. Freud'a göre
rüyaların anlamlı görünen kısımlarında, ikincil revizyon yani dolaylı olarak
sansür etkinken, karmaşık kısımlarında etkin değildir.
Rüya sembolizmi Freud'un hassasiyetle üzerinde durduğu
mühim bir konudur çünkü oldukça karmaşık özelliğe sahip rüyaların anlamları, bu
sembollerle yakından ilişkilidir. Semboller açıkça ifade edilemeyen
düşüncelerin, duyguların rüya görenin zihnine özgü görsel imajlarla temsil
edilmesi anlamına gelmektedir. Freud zihin tarafından görsel temsile uygun
koşullarda seçilen sembollerin rüyalarda var olma durumunu aşağıdaki gibi
açıklar:
Rüya çalışmasında zihinsel aygıtta özgün
bir sembolleşme etkinliğinin devreye girdiğini varsaymaya gerek yoktur; rüyalar,
temsil edilebilirlikleri nedeniyle rüya oluşumunun gereklerine daha iyi
uydukları ve ayrıca kural olarak sansürden kaçtıkları için, bilinçsiz düşünmede
zaten bulunan sembollerden yararlanırlar. (Freud, 2006: 440)
Rüyanın doğasına uygun olduğu Freud tarafından da dile
getirilen semboller birden fazla anlama gelebilirler. Ancak herkesin
rüyalarında yer alan tipik semboller de mevcuttur. Örneğin kral ve kraliçe
ebeveynleri sembolize ederken, prens ya da prenses rüyayı gören kişiyi
sembolize etmektedir. Ayrıca Freud şemsiye gibi sivri nesnelerin erkeklik
organını, ev, oda gibi nesnelerin ise kadınlık organını sembolize ettiğini
söylemektedir. Belirtilen bu tipik sembollerin yanında yaşantılara ve rüya
gören kişinin zihnine özgü semboller de rüyalarda yer almaktadır. Bu bağlamda
Freud'a göre rüya sembolizmi dikkate alınmadığı takdirde bir rüyanın anlamına
ulaşılması güçtür. Semboller konusunda yeterli donanıma sahip bir kişi bazı
rüyaları tek başına, kısmen ya da tamamen çözebilir. Buna rağmen Freud rüya
yorumunda rüyayı gören kişinin rüyasına dair düşüncelerinin yani çağrışımın
öneminin gözden kaçırılmaması gereken çok önemli bir unsur olduğunu
vurgulamaktadır:
Rüya yorumunda sembolizmin önemini
abartmaya, rüyaları tercüme etme işini sadece sembollerin tercümesiyle
sınırlandırmaya ve rüya sahibinin çağrışımlarından yararlanma tekniğini bir
yana bırakmaya karşı uyarımı açıkça dile getirmek isterim. Bu iki rüya yorum
tekniği birbirini tamamlamalıdır; ama hem teoride hem de pratikte, anlatmaya
başladığım ve rüya sahibinin ifadelerine belirleyici bir önem veren teknik
önceliğini korurken, önceden de söylediğim gibi sembollerin tercümesinden de
yardımcı bir yöntem olarak yararlanırız. (Freud, 2006: 452)
Rüya sembolizmi ile çağrışımın birbirlerini
tamamlayan iki teknik olarak tüm rüyalara uygulanabileceğini söyleyen Freud,
her rüyanın önemli ve yorumlanmaya değer olduğunu düşünmektedir. Ona göre
önemsiz bir şeyin rüyada yeniden üretilmesinin imkânı yoktur.
Bu doğrultuda insan psikolojisi için rüyaların yorumları
rüyalar kadar değerlidir demek yerinde bir ifade olacaktır.
Rüyaların bir arzunun doyurulması olduğu görüşünden yola
çıkarak rüya kuramını oluşturan Freud rüyaların özellikleri, işlevleri,
yorumlanmaları ve insan psikolojisi için taşıdığı değerler üzerine düşüncelerini
aktardığı yapıtıyla, insanlığa, insana dair değerli bir kaynak sunmuştur.
Çalışmamızın rüyanın bir edebiyat kronotopu olarak
değerlendirileceği altıncı bölümünde yer alan Yaban Çilekleri adlı
inceleme neredeyse tamamen, Puslu Kıtalar Atlası ise kısmen yukarıda
sözü geçen freudçu yaklaşımlar üzerine temellendirilmiştir. Bu metinlerle
Freud’un deyim yerindeyse kendi içindeki ötekini bulma varsayımı
örneklenmiştir.
Rüya, psişenin gece âleminden
gelen esrarengiz bir mesajdır.
Carl Gustav Jung
Carl Gustav Jung (1875-1961) Freud’dan sonra
ortaya attığı teorilerle psikoloji biliminde en etkili uzmanlardan biri
olmuştur. “Jung, geliştirmekte olduğu yeni görüşleri betimlemek ve bunları
psikanalizden ayırmak için “analitik psikoloji” sözünü türetti. (Snowden: 2012:
42) Jung da tıpkı Freud gibi bilinçdışının tepkilerini
anlayabilmek için terapilerde rüyaların işlevselliğinden faydalanmıştır ve
hastalarının rüyalarını analiz ederek, tedavi süreçlerini, rüyaları göz önüne
alarak sürdürmüştür:
Jung için rüya, terapi yönteminin başlıca
enstrümanını oluşturur. Bilinçdışının içeriklerine en kolay girişi sağlayan
psişik olgudur ve telafi edici fonksiyonu, onu saklı ilişkilerin en açık
göstergesi haline getirir. Çünkü 'rüya analizi sorunu böyle bir hipotezin
(bilinçdışı hipotezi) başarısına bağlıdır. Onsuz, rüya doğal olmayan bir biçime
sahip bir şey, günden geri kalan parçaların anlamsız bir yığını olurdu.'
(Jolande, 2002: 110)
Jung da rüyaları Freud gibi biliçdışına giden bir yol
olarak ele almıştır. Ancak Jung rüyaları nevrotik bulgular olarak değil daha
çok ruhsal - manevi gelişimin bir etkinliği, büyüme veya bireyselleşme olarak
yorumlamıştır. Bununla birlikte Jung rüyaların bilinçdışını düzenleyen
dengeleyici bir işleve de sahip oldukları fikrini de ortaya atmıştır. Jung'a
göre düzenleme işlevi yukarıdaki alıntıda işaret edildiği gibi telafi edici bir
özelliğe sahiptir. Bu doğrultuda zihinde toplanan yaşantılar, rüyalarda
birleştirilir, karşılaştırılır ve dengelenir. Rüyaların telafi edici işlevi de
tıpkı rüya olgusunun kendisi gibi kişiye özgü olduğu için her insanda farklı
şekillerde ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple telafi edici özelliğe sahip rüyalarda
standart sembollere rastlanmaz. Sorumsuz insanların ahlakî rüyalar görmesi,
kusursuz ahlâka sahip kişilerin ahlaksız rüyalar görmesi, telafi edici rüyalara
örnek verilebilir. Kısaca Jung'a göre kişinin yaşantısında baskın olan
yönlerinin ya da davranışlarının rüyalarında aksi yöndeki yansımaları,
rüyaların dengeleyici ve telafi edici olma özelliklerinden kaynaklanmaktadır.
Jung travma kökenli rüyaların ise telafi edici özelliklerinin bulunmadığını
düşünür.
Rüyaların zamandan, mekândan ve nedensellik ilkesinden
bağımsız olarak ortaya çıktıklarını düşünen Jung, rüyaların özelliklerinin yanı
sıra kaynakları ile de ilgilenmiştir. Ona göre rüyalar, bilinçdışının bilinçle
bağı olan ya da olmayan etkileriyle oluşabilirler. Fiziksel ya da ruhsal
koşullar da rüyaların oluşmasına sebebiyet veren diğer faktörlerdir. Bununla
birlikte geçmişte yaşanan ya da gelecekte yaşanacak bir olay, bir rüyanın
oluşmasında etkili olabilir. Yine Jung çok önceden yaşanmış tarihî bir olayın
rüyaya kaynaklık edebileceğini söylemektedir.
Pek çok kaynaktan beslenerek oluşan rüyalar, Jung
tarafından anlamlarına göre üç kategoriye ayrılarak incelenmiştir: Yakın
geçmişte yaşananlarla doğrudan bağlantılı rüyalar ilk kategoriyi
oluşturmaktadır. Bu tür rüyalar bilinç dâhilindeki yaşantıların ardından
bilinçdışının bu yaşantılara verdiği tepkiyi yansıtmaktadır.
Jung ikinci tür rüyaları, bilincin etkisi ile bilinçdışının
tepkisinin dengeli olma durumu ile açıklar.
Üçüncü tür rüyalar son kategoriyi oluşturur. Bu tür
rüyalarda bilinçdışı, bilinçten bağımsız olarak tepkisini dile getirir. Bu
rüyalar, rüya gören kişinin bilincini derin bir şekilde etkileme gücüne sahiptir.
Bunun nedeni bilinçle algılanamayan ancak bilinçdışına itilmiş duygu ve
düşüncelerin rüyaya yansımasıyla birlikte, rüya gören kişinin rüyasına anlam
verememesidir.
Jung'a göre de bir rüya, anlamına göre hangi kategoride
olursa olsun analiz edilmeye değerdir ve bir rüyaya yukarıda da değinmiş
olduğumuz gibi farklı yollardan bakış açıları geliştirilebilir:
Nesnel olarak - rüya, kişinin dış
dünyadaki gerçek yaşamı çerçevesinde değerlendirilir. Sözgelimi, rüyamızda
arabamızın bozulduğunu görmüşsek, rüya bize arabamızı servise götürme vaktinin
geldiğini anlatıyor olabilir. Öznel olarak - rüya, kişinin kendi kişiliği
içinde temsil ettiği şey çerçevesinde değerlendirilir. Bu kez araba bizi temsil
ediyor olabilir. Belki bilinçdışı zihnimizi uyaran gizli bir sağlık sorunu söz
konusudur ve artık doktora gitme vakti gelmiştir. Kolektif olarak - rüya,
kutsi, arketipsel semboller içeriyorsa, o zaman kolektif bilinçdışı ve
mitolojik yorumlara bakabiliriz. Bu kez araba bizi yaşam yolculuğumuzda taşıyan
bir araç olabilir, rüya da ruhsal ilerlememize dikkat etmemiz gerektiğini
işaret ediyor olabilir. (Snowden: 2012: 131)
Jung'a göre terapistin ya da analistin rüyayı gören kişinin
bilincini tanıması, geçmiş yaşantılarını tanımlaması, arkaik motiflerin rüya
içinde nerede ortaya çıktığını saptaması öncelikle üzerine odaklanması gereken
hususlardır. Jung bir rüyanın analizinde rüyayı gören kişinin rüya hakkındaki
düşüncelerini ve yorumlarını en az rüyayı analiz eden kişinin yorumları kadar
önemli ve değerli bulur. Kısaca Jung'un yorumlama tekniğinin çıkış noktasını,
rüyayı gören kişinin rüyaya dair ayrıntılı paylaşımları oluşturur:
Bana bu nesneyi tanımla ve tarihini öyle
anlat ki, onun ne menem bir şey olduğunu anlayabileyim. Bu yolla rüya imajının
neredeyse bütün sınırlarını saptamayı başarabiliriz. Bunu rüyadaki tüm imajlar
için yaptığımızda yorumlama uğraşına başlamak için hazır duruma geliriz.
(aktaran, Fordham, 2008: 27)
Jung insan psikolojisinde ve rüyalarda derin bir anlama
ulaşmak adına mistisizmin ve dinin etkisinin azımsanamayacak derecede önemli
olduğunu savunur. Jung’a göre kişinin bireysel bilincinin üstünde daha büyük
bir bilinç mevcuttur. Jung ortaya attığı bu düşüncelerini desteklemek adına,
Kuzey Afrika’nın çeşitli bölgelerinde bulunmuş ve farklı atmosferleri deneyimlemiştir.
Bu sayede doğu ve batı inanç biçimlerini / dinleri karşılaştırma olanağı
bulmuştur. (Ayrıca Jung’un bu alanda yapmış olduğu araştırmalarında, ünlü
dinler tarihçisi Mircea Eliade’ın karşılaştırmalı dinler tarihi, Şamanizm vs.
incelemelerinin etkileri hissedilmektedir. Bkz. 3. 2. 1) Başka bir deyişle
Jung, Hristiyan düşüncesini, Hinduizm, Budizm ve Şamanizm vs. düşünceleriyle
karşılaştırarak, benliğe ulaşma, bireyselleşme süreçlerine karşı farklı
yaklaşımlar geliştirmiştir: Ona göre dayatmacı, mutlak gerçeği işaret eden
köktenci bakış açısı, kişinin ruhsal gelişimini, bireyselleşmesini yani içsel
gelişimini engellemektedir. Jung, tüm bu araştırma süreçlerinin sonuncunda
analitik psikoloji ve şamanlık arasında şifacılık üzerinden benzerlikler kurar,
Jung’a göre:
Şamanın vecd haline, genellikle kendi
cinleri ya da koruyucu ruhları tarafından ‘sahiplenildiği’ bir durum eşlik
eder. Bu sahiplenilme dolayısıyla, bir biçimde kendi gerçek ve bütünsel
kişiliğini oluşturan gizemci vasıtalarını kazanır. Bu da şamancı sembolizmden
çıkartılabilecek psikolojik bir sonucun, yani bunun bireyselleşme sürecinin bir
yansıması olduğunu doğrular. (aktaran, Sander, Kutsal Miras: 2000: 7)
Jung, Şamanizm ve analitik psikoloji arasındaki ortaklığı
rüya üzerinden de kurar. Rüyalar her iki alan için de oldukça önemli işleve
sahiptir. Jung’a göre kutsal ya da manevi olanla kurulan bağlantı, rüyalar
aracılığı ile gerçekleşir ve bu da kişinin bireyselleşmesinde yol gösterici,
sağaltıcı olur:
Belki de şamanlıkla analitik psikoloji
arasındaki en güçlü ve derin bağlantı psişenin girebildiği başka bir alanın
gerçekliği konusundaki bu katı ısrarlarıdır. Şamanlar bunu kendi evren
bilimlerinin (...) efsanevi bir parçası olan ruhlar dünyası olarak
görüyorlardı. Bir analitik psikolog bu alanı, ortak olan ve kısmen kahraman,
sihirbaz, kutsal ana gibi arketip figürlerle kişiselleştirilmiş derin
bilinçaltının bir parçası olarak görecektir. Bu figürler görülerde ve rüyalarda
görülüyorlar ve şamanlığın efsanevi dünyasının bireysel karşılığını oluşturuyorlar.(Sander,
Kutsal Miras: 2000: 10)
Jung, yukarıda değinmiş olduğumuz hususlar ve Freud’un
rüyalar konusundaki indirgemeci yaklaşımı, mesela rüyada görülen sivri uçlu bir
nesnenin penisle ilişkilendirilmesine katılmaması ya da rüyaların sadece bastırılmış
duyguları işaret etmesi düşüncesini doğru bulmaması gibi görüşleri dolayısıyla,
Freud'un öğretisinden ayrılmıştır. Bakış açısı farklılığı dolayısıyla Jung,
kendi terminolojisini oluşturmuştur: Jung, Freud’un id, süperego ve ego
kavramlarını; kişisel bilinçdışı, kollektif bilinçdışı ve bilinç olarak yeniden
yorumlamıştır. Jung'a göre rüyaların oluşmasında bazen kişisel bilinçdışı,
bazense kolektif bilinçdışı etkendir. Fakat rüya analizinde ilk olarak
incelenecek kısım, kişisel bilinçdışının oluşturduğu malzemelerdir. İkincil
olarak ise kolektif bilinçdışının etkili olduğu malzemeler incelenmelidir.
Jung'a göre bireysel semboller kolektif bilinçdışı yoluyla arketipleri
oluştururlar. Aşağıda arketip sözcüğünün etimolojik kökeni aktarılmıştır:
'arquetipo' Latinceden gelen bir
kelimedir. Arque başlangıç, köken veya ilk anlamına gelir; tipo ise örnek veya
temsil eden sembol anlamındadır. Dolayısıyla 'arquetipo' yani ilk olarak insan
zihninin gerçek temsilinin yansımasını ifade eder.” (Bilimsel Bakışla 100 Rüya
Yorumu: 19)
Jung kollektif bilinçdışının ürettiği arketiplerin tüm
insanlarda hep var olduğu ve bunların da zaman zaman rüyalara yansıdığı
görüşünü savunmaktadır. Jung’a göre bu arketipler, insanlık tarihi boyunca
oluşan ortak yaşantılar ve imgelerin kişilerin ortak bilinçdışılarında
bulunmaları dolayısıyla rüyalarda ortaya çıkarlar. Örneğin Jung’a göre
yüzyıllar boyunca oluşmuş ortak anne imgesi, yeni doğmuş bir bebeğin
bilinçdışında bulunur ve bebek kendi annesini bu imge doğrultusunda algılar:
Rüyaların mitolojide de bulabileceğimiz bu
parçalarını arketipler olarak tanımlıyorum. Arketipler zaman ve mekân
olgularını aşmış spesifik forma sahip rüya ve rüya çeşitleri olabileceği gibi,
daha kişisel rüyalarda ortaya çıkan fantaziler, görüntüler ve hayaller de
olabilirler. Bu genel mitlerin rüyalarda kişisel formlara bürünerek karşımıza
çıkması, insan beyninin tek ve biricik olmasının yanında, kollektif bir algının
ürünü olduğunu da kanıtlar. (Jung, 1990: 77)
Bilge ihtiyar, persona, gölge, ilahi çocuk, anima, animus
ve bilge kadın / anne arketipleri Jung'un belli başlı arketipleridir. Persona,
kişinin topluma gösterdiği yüzüdür, maskedir. Freud'un ego dediği, kişiliğin
bilinçli kısmını oluşturan öğedir. Rüyalarda ben'i simgeleyen bir figür olarak
ortaya çıkmaktadır. Gölge arketipi ise kişinin zayıf ve arka planda kalan
yanlarının oluşturduğu arketiptir. Gölgede kalan yıkıcı duygular, rüyalarda
rüya görenin hoşlanmadığı bir kişilik olarak ortaya çıkmaktadır. Ünlü yazar
LeGuin de bu konuda Jung’la ortak görüşe sahiptir:
Gölge, ruhumuzun öteki yüzü, bilinçli
zihnin karanlık kardeşidir. Kabil, Caliban, Frankeinstein'in canavarı, Bay
Hyde. Dante'yi cehennemde gezdiren Vergilius, Gılgamış’ın dostu Enkidu,
Frodo'nun düşmanı Gollum. Ruhumuzun ikizini taşıyan hayalet. Gölge bilinçli ve
bilinçsiz zihnin arasındaki eşikte bekler ve rüyalarımızda ona kardeş, dost,
hayvan, canavar, düşman, rehber olarak rastlarız. O, bilinçli belleğimize kabul
etmek istemediğimiz, kabul edemediğimiz her şeydir; içimizde bastırılmış, inkâr
edilmiş ya da kullanılmayan tüm özellikler ve eğilimlerdir. (LeGuin, 2006: 43)
Özetle Jung rüya üzerine yaptığı kapsamlı çalışmaların
sonucunda, rüyalar ile kişisel bilinçdışının ilişkisine ek olarak, rüyalarda
kolektif bilinçdışının ne denli etkili olarak ortaya çıktığını saptayarak, bir
bilinmez olmaya devam eden rüyaların açıklanmasına farklı bir yaklaşımla
katkıda bulunmuştur.
Rüya ve rüya yorumu üzerine şüphesiz Freud ve Jung sonrası
da pek çok araştırma yapılmıştır. Ancak biz bu konuya çalışmamızın ana
izleğinden sapmamak adına sadece Freud ve Jung üzerinden değinmekle yetindik.
Bu bölümde tarih boyunca rüyayı yorumlamanın ne gibi
aşamalardan geçtiğini gördük. Öte -dünyadan haber niteliği taşıyan yorumlar
yavaş yavaş yerini bilinçdışının yorumlanmasına bırakıyordu. Öte - dünya, bir
paralel evren olmaktan çıkıp, insanın kendi zihnine giriyor, rüya yorumları
gene bir bilinmeyene, ama bu kez gerçeklikle bağlantısı daha kuvvetli olan bir
bilinmeyene, insan zihninin derinliklerine yöneliyordu. Ancak öyle ya da böyle,
rüya, davranışları tetikleyen ya da onların nedenlerini gösteren bir zaman-uzam
yumağı, yani özü itibarıyla bir kronotop olarak anlaşılıyordu, adı kronotop
olarak konmasa bile.
Bundan sonraki bölümde, rüyanın değişik yapıtlarda, çağında
anlayışına uygun olarak nasıl kullanıldığını, bu kullanımın Bakhtin anlamında
bir kronotop sayılıp sayılmayacağını ele alacağız.
4
Antik Edebiyat, Doğu
Kültürü Örneklerinde Rüya Olgusu ve Rüya Kronotopu
Çalışmamızın bir önceki bölümünde antik dönemlerden
günümüze değin bazı kültürlerin / inanışların, rüya olgusunu alımlamasından söz
edilmiş olup bunun yazınsal metinlere olan yansımaları örneklenmiştir. Bunun
sonucu olarak da gelinen bu noktada kültürlerin rüyaya yönelik geliştirmiş
oldukları inanışın, yazınsal metinlerine de aktarmış oldukları saptanmıştır.
Böylece rüyanın edebiyatta kullanımı yukarıda da belirtmiş olduğumuz gibi gerek
bu çıkarımdan hareketle gerekse incelememizin sağlamış olduğu rüyaya dair
kronolojik bakışla, üç farklı kategoride ele alınmayı olanaklı kılmıştır.
Çalışmamızın bu bölümünde, öncelikle paralel evrenden ya da
öteki dünyadan ya da tanrıdan haber niteliği taşıyan ya da kehanet bildiren
rüyalar gibi başlıklarını çeşitlendirebileceğimiz ilk kategoriyi örneklemek
amacıyla iki yapıttaki, iki rüyayı inceleyeceğiz:
Ilyada
(İ.Ö. VII. ya da VIII. yy.) - Agamemnon ’ın Rüyası (Homeros);
Mesnevi (XIII. yy.) -
Tanrı Vergisinin Erişeceği Adamın Rüyasında Mısır’da hazine görmesi
(Mevlânâ Celaleddin Rumi).
Rüyanın o dönemlerdeki inanış şekli ve bunun edebiyata
kazandırmış olduğu açılımın yanında, anlatılardaki rüyanın başlı başına bir
kronotop olarak işlevselliğinin incelenmesi de rüya bir edebiyat kronotopu
mudur, tartışmasına ışık tutacaktır.
4.1. Antik Yunan: İlyada / Agamemnon’un
Rüyası
Menelaos'un
karısı Helena Paris ile birlikte kaçmıştır. Helena’yı geri almak üzere Troya'da
bulunan Yunan ordusunun komutanlığını, Agamemnon yapmaktadır. Agamemnon, savaş
sırasında tutsak olarak, bir kız alır ancak kızı babasına geri vermek zorunda
kalır. Daha sonra Akhilleus'un tutsağı olan Brises'i alır. Bu duruma karşı
koyamayan Akhilleus, deniz kenarında üzgün bir şekilde düşünürken, tanrıça olan
annesi Thetis denizden çıkar ve oğluna neden üzgün olduğunu sorar. Agamemnon'la
yaşadıkları anlaşmazlığı annesine anlatan Akhilleus, annesinden Yunanlıları,
yani kendilerini destekleyen Zeus'un, Troyalılara / karşı tarafa yardım
etmesini sağlamasını ister. Böylece zor durumda kalacak olan Agamemnon'un,
kendisine ihtiyacı olacaktır ve yalvaracaktır. Bunun üzerine Thetis, Zeus'a
giderek ondan bu konuda yardım ister. Zeus, Tanrıça'nın isteğini kabul eder ve
Agamemnon'a bir rüya gönderir:
Böyle dedi, Düş onu
duydu, çıktı yola,
Akhaların tez giden
gemilerine vardı çarçabuk,
gitti Atreusoğlu
Agamemnon'a doğru,
uyur buldu onu
barakasında.
Sarmıştı dört yanını
ölümsüz uyku.
Durdu tepesinde, girdi
Neleusoğlu Nestor'un kılığına,
Agamemnon, yaşlılardan
Nestor'u sayardı en çok. (Homeros, 2007: 92)
Agamemnon
rüyasında yaşlı bilge Nestor'un kendisine, hemen bu gece Troya'ya saldırırlarsa,
başarılı olacaklarını dediğini işitir:
'Atları iyi süren yiğit
Atreus'un oğlu, uyuyorsun demek,
kurultayda öğüt veren,
orduları yöneten,
bunca işi gücü olan
adamın
yaramaz uyuması bütün
gece.
Kulak ver tez elden dinle
beni,
Zeus'tan haberci geldim
sana ben,
dertlenir uzaktan senin
yüzünden, çok acır sana.
Hep birden zırh
giymelerini buyurur gür saçlı Akhaların,
alacaksın Troyalıların
koca ülkesini, şimdi hemen,
Olympos'taki Tanrılar
arasında kalmadı ikilik,
uydu hepsi Hera'nın
dileğine,
verecek
Zeus Troyalılara acılar.
Kafana koy
sen bunu iyicene, unutayım deme sakın
bal gibi
tatlı uyku uzaklaşınca senden.' (Homeros, 2007: 93)
Bu
rüyanın aldatmaca değil de, gerçek olduğunu düşünen Agamemnon, Troya'ya
saldırmak için hemen hazırlıklara başlar. Akhilleus ise, ordudan çekildiğini
açıklar. Diğer yandan Zeus, Troyalılara, İris adındaki habercisi aracılığıyla o
gece, Agamemnon'un şehre saldıracağı haberini verir. Troyalılar, gerekli
önlemleri alarak Yunan ordusunu beklemeye koyulurlar. Gecenin geç saatlerinde
Yunanlılar Troya'ya saldırınca, surların etrafında uzun ve kanlı çarpışmalar
yaşanır, her iki taraftan da pek çok kayıp verilir. Ertesi gün Zeus'un da
yardımıyla Troyalılar, Yunan ordusuna karşı üstünlük sağlamaya başlarlar. Bunun
üzerine Agamemnon, Yunan ordusunu savaştan çekmeyi düşünür. Akhilleus'un
Agamemnon'a kızarak ordudan ayrılması orduyu güçsüz düşürmüştür. Bu durum
dolayısıyla pişmanlık yaşayan Agamemnon, onu orduya geri çağırmaları için,
Odysseus, Aias ve Akhilleus'un hocası Phoenix'i, Akhilleus'un barakasının
olduğu kampa elçi olarak gönderir. Akhilleus, Agamemnon'un kendisini savaşa
geri çağırmasıyla istediğini elde etmiş olur, ama bu isteği reddeder ve olumsuz
cevabı Agamemnon'u üzer. Akhilleus orduya ancak ilerleyen zamanlarda katılır.
4.1.1.
Agamemnon’un
Rüyasının Kronotop İncelemesi
Ilyada, Homeros'un İ.Ö. VII. ya da VIII. yüzyılda yazdığı (ya da
öykülediği) kabul edilen yazılı tarihin en eski destanlarından biridir. Ilyada'nın
dönemin sözlü geleneğinin bir ürünü olduğu varsayılmaktadır. Homeros'un kim
olduğu ya da Ilyada ve Odysseia'yı yazarken hangi kaynaklardan
beslendiği asırlardır tartışılagelen bir meseledir. Ilyada'ya ve
Homeros'a dair bilinmeyenler hâlâ aydınlatılmayı beklerken Ilyada, konusu ve
kahramanlarıyla sanat ve edebiyat için ilham
kaynağı olmaya devam etmektedir.
Ilyada konusunu Troya
kentinde Yunanlılar ve Troyalılar arasında yapılan savaştan alır. Bu savaş
sırasında ana eksen savaşın kendisi olsa da tanrılar dünyası ve savaşın arka
planında yaşananlar da Ilyada'nın olay örgüsünde azımsanamayacak bir
alan kaplar. Destan Homeros'un musaları çağırmasıyla başlar. Musalar Antik
Yunan mitolojisindeki ilham perileridir. Sonrasında Homeros okuru Yunan
ordusunun Troya kenti yakınlarındaki gemi ordugâhına götürür. Destandaki
olaylar Akhilleus ile Agamemnon arasındaki anlaşmazlıkla gelişmeye başlar. Azra
Erhat'ın destanın merkezinde Akhilleus'un olduğunu vurgulayan aşağıdaki
sözlerini anımsamak, destanın bütününe dair bilgi vermesi açısından yerinde
olacaktır:
İlyada da bütün bir savaşın öncesi ve sonrasıyla
bir otuz yıl süreyle uzanan öyküsünü arayan okuyucu, büyük bir hayal
kırıklığına uğrar. Aslında İlyada, Troya'nın destanı değil, Akhilleus'un
destanı sayılmalıdır. Konusu sınırlıdır: Akhilleus'un Akha ordularının
başkomutanı Agamemnon'a karşı öfkesi yüzünden savaşı bırakıp barakasına
çekilmesiyle başlayan destan, Akhilleus'un arkadaşı Patroklos'un ölmesi
yüzünden savaşa geri dönmesi, Troyalı kahraman Hektor ile çarpışması, onu
öldürmesi, ölüsünü Troya surları çevresinde arabasına bağlı olarak sürüklemesi
ve sonunda insafa gelerek Hektor'un ölüsünü, babası Kral Priamos'a geri
vermesiyle biter. (Erhat, 2007: 31)
Yukarıda da belirtildiği üzere destandaki
olaylar Akhilleus'un öfkesi ve çaresizliği sonucu annesi Tanrıça Thetis'ten
yardım istemesiyle ve bunun üzerine Zeus'un Agamemnon'a yalancı bir rüya
göndermesiyle başlar. Antik Yunan kültüründe yaygın olan inanç, rüyaların
tanrısal kaynaklı ve geleceğe dair bilgi içerir nitelikte olmalarıdır.
Dolayısıyla gönderilen rüya Agamemnon üzerinde oldukça güçlü etki yaratır.
Ancak bu sahte bir rüyadır. Dönemin rüya algısı sahteciliği inandırıcı kılmada
kullanılmıştır. Bu durumda görmüş olduğu rüyaya inanan Agamemnon’un dönemin
geçerli rüya anlayışına inanıyor olduğunun da altını çizebiliriz. Agamemnon rüyasında
kendisine Nestor tarafından verilen öğüdü, yerinde bir yardım olarak
değerlendirir ve derhal savaş hazırlıklarını başlatır. Rüya öncesinde
barakasında uyuyan Agamemnon için savaşın o gece başlaması öngördüğü bir durum
değildir. Ancak rüyasında Nestor'un kendisine uyumak yerine harekete geçmesi
yönündeki uyarısı, olaylar zinciri içerisinde bir kırılma noktası oluşturarak
akışa doğrudan etki eder. Yani Agamemnon'un rüyasının anlatıdaki olaylara yön
vererek, anlatının zamansal - uzamsal boyutunu değiştirdiğini söylemek mümkün
olur. Bu rüya, anlatının son düğümü olmamakla birlikte yine de akışta
dönüştürücü bir etkiye sahiptir. Ortaya çıkan bu durum sonucunda kronotopların
(zaman - uzamların) metinler içerisindeki olayları başkalaştırma özelliği
hatırlandığında, buradaki rüyanın kronotop niteliği taşıdığı söylenebilir.
Agamemnon'un görmüş olduğu rüyanın anlatının seyrinde yaratmış olduğu değişimi
görülebilir kılmak adına, olayların yaşandığı zamana ve uzama dair detaylı
bakış buradaki rüyanın kronotop olduğu yönündeki görüşümüzü destekleyecektir:
Helena'nın Paris'le kaçması dolayısıyla Yunanlılar ve
Troyalılar arasında gelişen savaş sürecinde zamandaki gerilim yüksektir. Bu
duruma Akhilleus'un Agamemnon'a kızarak savaştan çekildiğini açıklaması
eklenince adeta bir kriz zamanı baş gösterir. Tam da bu sırada bir anda beliren
rüyanın etkisi sonucu yaşananlar zamanı somutlar, adeta görünür kılar:
Agamemnon barakasında uyumaya devam etmek yerine, savaş hazırlıklarına
başlamıştır. Rüyası onun zaman algısında farklılık yaratmıştır. Buna bağlı
olarak anlatıdaki zamanın işleyişi değişmiştir: Yunan ordusu için zaman, o gece
ordugâhta durağan seyrinde akmaktadır. Ansızın rüyaya bağlı olarak yaşanan
değişiklikle, ordunun zamanı yaşayış biçimi de ivme kazanmıştır. Özetle bu
mitolojik anlatıdaki rüya motifi, öncelikle Agamemnon'un zaman algısına, daha
sonra Yunan ordusunun zamanı yaşayış biçimine ve savaşın başlayacağı ana
doğrudan müdahale ederek, anlatının zaman akışı üzerinde belirleyici bir rol
oynamıştır.
Rüyanın zamanın seyrine bir anda etki etmesi, uzamlara da
farklı anlamlar yükler. Savaş öncesinde Agamemnon ile Akhilleus arasında
anlaşmazlığın baş gösterdiği Yunan ordugâhı, anlatının akışına tesir eden
olayların başladığı gerilimli bir uzam olarak önem kazanır. Akhilleus'un dalgın
ve düşünceli durumda olduğu deniz kenarı, anlatıya farklı bir anlam katmanı
kazandıran rüya fikrinin oluştuğu uzamdır. Tanrıça Thetis'in Zeus'tan yardım
istemeye gittiği tanrıların yaşadığı Olympos Dağı ise rüya fikrinin onaylandığı
uzam olarak anlatıda yerini alır. Agamemnon'un barakası savaşın başlama
zamanını belirleyen ve Nestor’la karşılaşmanın yaşandığı rüyanın görüldüğü
uzamdır. Burası anlatıdaki diğer uzamlarla karşılaştırıldığında hem bir iç uzam
olması hem de dönüştürücü etkisi olan rüyanın ortaya çıkması dolayısıyla
önemlidir. Uzamların birbirleriyle olan ilişkilerinin etkileri veya bir uzamdan
başka uzama geçiş, anlatıya katman kazandırır. Sözü geçen tüm iç ve dış
uzamlarda yaşanan olayların etkileri, destanın merkez uzamı olarak
adlandırabileceğimiz karşılaşma/savaş alanına yansır. Kısaca anlatıdaki farklı
uzamlar tıpkı zaman gibi kurguyu biçimlendiren ve anlamı kuran unsurlar olarak
değerlendirebilir.
Anlatı içerisinde rüya kronotopu olarak saptamış olduğumuz
Agamemnon’un rüyası, kronotop ilişkisi bağlamında toparlanacak olursa, zaman ve
uzam kavramlarının iç içe geçerek birbirlerinden ayrılmazlığına, başka bir
ifadeyle birbirlerinin varlıklarına etki ederek, anlatının o an'ını ve o
yer'ini somutlar. Anlatının zamanı normal seyrinde akarken, Agamemnon'un
rüyası zamana gerilim yükleyerek, bir dönüşüm yaratır. Böylelikle dönüşümün
yaşandığı uzam olan barakada farklı bir atmosfer oluşur. Zaman ve uzam rüya
motifi üzerinden ortak bir atmosferde bütünleşerek anlatının anlam katmanlarından
birini oluştururlar.
Şimdiye kadar mitolojik anlatının bir bölümü hem zamansal
hem de uzamsal olarak değerlendirilmiştir. Ancak Bakhtin'in “zamansal ve
uzamsal belirlenimler birbirinden ayrılmaz ve daima duyguların ve değerlerin
izini taşır.” (Bakhtin, 2001: 316) sözlerine kulak verildiğinde, burada zaman /
uzam kriterleri üzerinden incelenen rüyanın anlatının genel seyri üzerinde de
etkili olduğu anlaşılır.
Sonuç olarak Agamemnon’un
rüyası hem karşılaşma hem de kurguda dönüşüm işlevi taşımaktadır. Ayrıca bu
rüya, tanrılarla haberleşme dolayısıyla insanlar - tanrılar arasında zaman -
uzam birliği kurmaktadır. Bu rüya, anlatının genel seyrinde bir dönüşümü
sağladığı için de eşik niteliğinde olup rüya kronotopu olarak da adlandırılmaya
uygun bir örnektir. Bir anda ve beklenmedik olaylarla ortaya çıkan
değişiklikler, kurgunun eşikleridir. Bunlar anlatılarda kriz anlarına,
gerilimli mekânlara, kopuşlara, dönüşlere, kırılma noktalarına karşılık gelir.
Bakhtin bu durumu eşik kronotopu kavramı ile adlandırır: “Edebiyatta eşik
kronotopu bazen açıkça ama genellikle de örtük bir biçimde hep eğretilemeli ve
simgeseldir.” (Bakhtin, 2001: 322)
Bu söylemden hareketle
Agamemnon'un rüyası da taşıdığı ansal olma, kırılma noktası
oluşturma, karşılaşma, dönüşüm gibi özellikleri dolayısıyla ve anlatının
akışını açık bir şekilde değiştirmesi ile eşik, yani rüya kronotopu olarak
kurgudaki yerini alır. Bununla birlikte incelemiş olduğumuz rüya, çalışmamızın
üçüncü bölümünde Rüyanın Edebiyatta Kullanımı başlığı altında ilk
kategoride yer alan Paralel Evrenden / Öteki Dünyadan Haber: Kehanet rüyalarını
da destekler nitelikte bir örnek inceleme olmuştur.
4.2. Tasavvuf: Mesnevi / Tanrı
Vergisinin Erişeceği Adamın Rüyasında Mısır’da Hazine Görmesi
Mevlânâ’nın (XIII. yy.) Mesnevi’sinde şöyle bir öykü
anlatılmaktadır: Bağdat'ta yaşayan bir adama günün birinde miras kalır. Adam
hazırdan gelen bu paranın kıymetini bilemeyerek mirası kısa sürede bitirir ve
aç kalır. Bunun üzerine Tanrı'ya rızık için yalvarmaya başlar. Bunu duyan Tanrı
meleklerine bu adamın dualarını kabul edeceğini ancak öncelikle adamın bunu
elde edebilmesi için çabalaması gerektiği söyler. Adam Tanrı'nın kendisine
yardım etmeyi kabul etmesi üzerine şöyle bir rüya görür:
Bir rüya gördü adam; hatifin[14] sesini
duydu; hatif, senin zenginliğe ulaşman Mısır'da olacak diyordu. Yürü, Mısır'a
git, orada işin düzelecek; Tanrı, dileğini kabul etti; dilekleri kabul eden
odur. Filan yerde pek büyük bir define var; onun ardına düşmen, tâ Mısır'a dek
gitmen gerek. A perişan olmuş adam, durmadan, dinlenmeden kalk Bağdat'tan,
Mısır'a, şeker kamışlığına git. (Mevlânâ, 2003: c. 5- 6, 729)
Bu rüya üzerine adam zengin olabilme umuduyla Mısır'a
gider. Bir zaman sonra yiyeceği ve parası biten adam aç kalır. Dilenmekten
başka bir çaresi yoktur ama utandığı için bir türlü dilenemez. Adam dilenmek
konusunda bir türlü kararını veremezken, gece olur. Oradan geçmekte olan bekçi
adamı görür ve öldüresiye dövmeye başlar. O zamanlarda gece sokaklarda dolaşmak
yasaktır çünkü gece sokaklarda dolaşan kişinin hırsız olduğu düşünülür. Bu
sebepten dolayı halife, gece sokakta yakalanan kişinin kim olursa olsun elinin
kesilmesini salık vermiştir. Dayak yemekte olan adam, bekçiye gece sokaklarda
dolaşmasının çok önemli bir sebebi olduğunu söyler. Bekçi adama acır ve
sebebini anlatmasını söyler. Adam gördüğü rüyayı ve defineyi bekçiye anlatır.
Bekçi adama inanır ve defineyi aramak için Mısır'a kadar gelmesine şaşırır.
Kendisinin de bir definenin Bağdat'ta filanca mahallede, fakir bir adamın
evinde olduğunu duyduğunu ve bunu rüyasında da gördüğünü anlatır. Tarif ettiği
ev adamın kendi evidir. Adam çok yakınındaki bu hazîneyi görememiş ve yollara
düşmüştür. Hikâyenin sonunda adam Tanrı'ya şükrederek Bağdat'a doğru sevinçle
hazineye koşar.
4.2.1 Tanrı Vergisinin Erişeceği Adamın
Rüyasında Mısır’da hazine görmesi
Hikâyesinin Kronotop İncelemesi
XIII. yüzyılda yaşamış olan Mevlânâ’nın pek çok konuya dair
düşüncelerini hikâyeleştirerek aktardığı yapıtı Mesnevî, inceleme
konumuz rüya yönünden de zengin bir kaynaktır. Mesnevî’ den seçilmiş
olan Tanrı Vergisinin Erişeceği Adamın Rüyasında Mısır'da Hazîne Görmesi
adlı hikâyenin kurucu öğesi olan rüya motifi, önceki incelememiz Ilyada
destanında geçen Agamemnon'un rüyası ile benzer özellikler taşımaktadır. Şöyle
ki, her iki anlatıda da rüya paralel evrenden haber getirir, yani tanrısaldır
ve yol gösterir. Ancak Homeros'un kurguladığı rüyada Tanrı Zeus'tan Agamemnon'a
gelen haber, bilge Nestor kılığında belirirken, Mevlânâ’nın yol gösterme amaçlı
kurguladığı rüyada, Tanrı'dan gelen haber, hikâyenin kahramanına bir melek /
ses aracılığı ile iletilir. Ayrıca adamın rüyası önce eksiktir. Rüyanın
tamamlanabilmesi için adamın yollara düşmesi gerekmektedir. Daha sonra adamın
rüyası Mısır’daki bekçinin rüyası ile tamamlanır ve verilmek istenen mesaj
amacına ulaşır.
Mevlânâ da tıpkı Homeros gibi rüyayı içinde bulunduğu
kültürün rüyaya bakış açısıyla, yani tanrısal olmasıyla değerlendirir ve
yapıtlarında anlam kurma amaçlı kullanır. Ayrıca Mevlânâ’nın Tanrı
Vergisinin Erişeceği Adamın Rüyasında Mısır'da Hazine Görmesi adlı
hikâyesinde ve hikâyede yer bulan rüya metninde sembollerden yararlandığını
belirtebiliriz. Şöyle ki bilinçsiz davranışları dolayısıyla yoksullaşan anlatı
kişisi manevî değerlerden / Tanrı'dan uzaklaşan bir kişiyi simgelemektedir. Bu
kişinin istediğine kavuşması için aşması gereken yol ise Tanrı'ya uzanan yolu temsil
eder. Yolun sonunda bu kişinin ulaşacağı define ise Tanrı'nın kendisidir.
Mevlânâ’nın hikâyede geçen rüyada da sembollere yer vermiş olması bu rüyanın
çeşitli okumalara / yorumlamalara açık olduğunu göstermektedir.
Yukarıda ele aldığımız, sembol diline yaslanarak
oluşturulan hikâye, içinde barındırdığı rüya motifi dolayısıyla farklı
açılardan da incelenmeye değerdir. Hikâye kişisinin görmüş olduğu rüyanın,
yaşamına doğrudan etki etmesi sonucu oluşan kırılma noktası, burada sözü edilen
rüyayı kronotop olarak değerlendirmemize zemin hazırlar.
Hikâyede aniden ortaya çıkan rüya ile uzam değişir, zaman
boyut kazanır. Kahraman Bağdat'ta çaresiz bir durumdayken, görmüş olduğu
rüyanın etkisi ile çaresizliğinden kurtulma umuduyla Mısır'a gider. Böylece
rüyaya bağlı olarak uzam değişir. Kahraman için zaman biyografik seyrinde
akarken rüya ile birlikte boyut değiştirir. Rüya ansal olma özelliğinden dolayı
zamanda bir kırılma etkisi yaratır. Hikâye kişisinin görmüş olduğu rüya ona
gerek uzamsal gerek zamansal farklılık yaşatarak onda yaşamı algılama adına
farkındalık, başka bir ifadeyle başkalaşım yaratır. Bu rüya ve sonrasında
rüyaya bağlı olarak yaşananlar hikâye kişisi için bir eşik niteliğindedir.
Rüya ekseni üzerine kurgulanmış olan hikâyede yapmış
olduğumuz inceleme sonucunda, rüyanın eşik oluşturarak bir değişimi
başlattığını saptadık. Bu saptama ile buradaki rüya, Bakhtin'in ortaya koymuş
olduğu eşik kronotopu ile benzer özellikler taşır. Hatta Bakhtin'in
kronotoplara dair şu sözlerini hatırlarsak: “ herhangi bir motif kendine ait
özel bir zaman - uzama da sahip olabilir.” (Bakhtin, 2001: 326) , buradaki
kronotopun eşik kronotopuyla benzer özellikler taşıyor olmasına rağmen kendi
başına bir rüya kronotopu olduğunu da varsayabiliriz.
Sonuç olarak, ele alınan herhangi bir metnin
birden fazla ve iç içe geçen kronotoplar barındırdığı önbilgisine dayanarak,
incelenen hikâyede rüya, eşik, karşılaşma (hikâye kişisinin, bekçiyle tesadüfen
karşılaşması) ve yol (hikâye kişisinin Bağdat'tan Mısır'a gitmesi ve bu
yolculukta yaşadıkları) kronotoplarının bir arada var olmaları, bu metnin anlam
katmanlarını oluşturarak metne dair bir bütünlük sağlamaktadır, çıkarımına
varabiliriz.
5
Bin Bir Gece
Masalları Örneğinde Rüya Olgusu ve Rüya
Kronotopu
Rüyanın edebiyatta kullanımı (Bölüm 3. 2) başlığı altında rüyaların temelde üç farklı
biçimde değerlendirildiğini görmüştük. Çalışmamızın bu bölümünde Doğu
kültürlerinin ortak paydası olarak da anabileceğimiz, rüyalar açısından zengin
bir kaynak niteliğinde olan Bin Bir Gece Masalları’ından seçilen bir
masalla, Bilinçdışı - Gerçek Bağlantısı olarak adlandırmış olduğumuz ikinci
yaklaşım örneklenecektir. Dahası çalışmamızın ekseni olan kronotop ilkesi
çerçevesinde masalda geçen rüya motifinden detaylı olarak söz edilecektir.
İncelemeye geçmeden önce ele alınan masalın bilinçdışının
keşfinden çok önce ortaya konmuş olduğunun altını çizmek de, yakın geçmişte
ortaya konan rüya kuramlarının nasıl yol almış olduklarına dair bir fikir
verecektir.
5.1 Zeynü’l Mevasıf’ın[15] Aşkları
Çok yakışıklı bir delikanlı olan Enis bir gün bahçesindeki
keçiboynuzu ağacının altında uyurken bir rüya görmüş:
Ve kendisini rüyasında dört güzel kuşla ve
göz kamaştıran beyazlıkta bir güvercinle oynayıp eğlenirken görmüş. Ve içinden
onları okşamak, tüylerini karıştırmak ve öpmek için yoğun bir arzu duyarken,
birdenbire tehditkâr gagasıyla iri bir karga çıkagelmiş ve güvercinin üzerine
saldırarak ve arkadaşı olan dört narin kuştan onu ayırarak havaya kaldırmış.
(Bin Bir Gece Masalları, 2008: 377)
Bu rüyadan çok etkilenen Enis, rüyasını yorumlayacak birini
ararken bahçesi çok güzel olan bir ev görmüş ve dayanamayarak bahçeye girmiş.
Görkemli bahçenin taş kemerlerindeki yazıları okuyarak ilerlerken, dört genç
kızın başında beklediği, kadife bir halı üzerine uzanmış güzeller güzeli,
gencecik bir kız görmüş. Genç kız, ilk önce tanımadığı evin bahçesine giren
Enis'e sitem etse de, delikanlı çok sevimli olduğu için onu sevmiş. Bunun
üzerine satranç oynamaya başlamışlar. Dikkatini oyuna veremeyen Enis tüm oyunları
kaybetmiş ve yaptıkları anlaşmaya göre, tüm varlığını genç kıza vermek zorunda
kalmış. Bu durumu önemsemeyen Enis'in tek isteği, genç kızın yanında kalmakmış.
Adı Zeynü'l Mevasıf olan genç kız, bunun için tüm servetini kaybeden Enis'ten,
değerli hediyeler istemiş. Dostlarından borç istemeye giden Enis'in ardından
da, yardımcılarından birini göndermiş. Enis, hiçbir dostundan borç alamayınca
yardımcı Enis'in yanına giderek, kendisini Zeynü'l Mevasıfın çağırdığını
söylemiş. Enis Zeynü'l Mevasıfı görünce bir kez daha büyülenmiş. Bir oyun daha
oynamışlar ve bu kez Enis şah- mat yaparak oyunu kazanmış. Bu oyundan sonra,
iki sevgili zevk ü sefa âlemine dalmışlar. Bu böyle bir ay sürdükten sonra
Zeynü'l Mevasıf, Yahudi bir tüccar olan kocasının iş seyahatinden döneceğine
dair bir mektup almış. Zeynü'l Mevasıf da kocası gibi Yahudi’ymiş ve kocasını
hiç sevmiyormuş. Bunun üzerine iki sevgili bu duruma çözüm bulmak istemişler ve
Zeynü'l Mevasıf, Enis'in kocasıyla iş ortağı olması durumunda rahatlıkla
görüşebileceklerini düşünmüş.
Yahudi ile Enis ortak olmuşlar. Enis her akşam evlerine
yemeğe geliyormuş fakat iki sevgili Yahudi'nin durumu anlamaması için çok
dikkatli davranıyorlarmış. Buna rağmen Yahudi, evde kendisine alışkın olan
evcilleştirilmiş kuşun kendisiyle değil de Enis'le ilgilenmesinden, bazı
şeylerden şüphelenmeye başlamış. Sonrasında Zeynü'l Mevasıfın uykusunda Enis'i
sayıklamasıyla şüphelerinden emin olmaya başlamış. Gerçekte, Enis'in yanında
kendine hâkim, alçakgönüllü görünen karısının, uyur uyumaz olağandışı rüyalar
gördüğünün farkına varmış. Kollarını uzatıyor, soluk soluğa kalarak iç çekiyor
ve Enis'in adını anarak, binlerce kez kıvranıp duruyor, en tutkulu âşıklar gibi
ondan söz ediyormuş. Ve Yahudi birbirini izleyen geceler boyunca bu durumu böylece
görüp duyunca çok şaşırarak kendi kendine,
Beşli Metin[16] üzerine yemin ederim ki! Bu
olay bana kadınların hepsinin aynı olduğunu gösteriyor ve içlerinden biri,
benim karım gibi erdemli, saf ve nefsine egemen de olsa, şu ya da bu tarzda,
rüyada da olsa, kötü arzularını doyuruyor,'(388) demiş.
Karısının uykularında sayıklamalarından sonra iyice
endişelenen Yahudi, bir akşam yemek vakti valinin kendisini çağırdığını
söyleyerek evden gitmiş. Daha sonra eve geri dönüp saklanınca, âşıkları
sevişirken görmüş ve bir müddet sonra, valinin yanından geliyormuş gibi yapıp
bir şey belli etmemeye çalışarak yemeğini yemiş. Ertesi gün ise karısına iş
için yabancı bir ülkeye gitmesi gerektiğini ve karısının da onunla gelmesini
istediğini belirtmiş. Buna itiraz edemeyen Zeynü'l Mevasıf, sevgilisine bir not
bırakarak kocası ve cariyeleriyle birlikte yola koyulmuş. Notu bulup,
sevgilisinin gittiğini öğrenen Enis, bu duruma çok üzülmüş ve şöyle bir rüya
görmüş: “Ve bu durumdayken sevgilisi rüyasında ona görünmüş ve onunla mutlulanmış;
onu bağrına basmış, o da kendisini kucaklamış.” (391)
Öte yandan deniz kenarına varıp oraya çadır kuran Yahudi,
Zeynü'l Mevasıf i dövmüş ve ona işkence yapmak için bir pranga yaptırmaya karar
vermiş. Prangayı yapacak olan demirci, Zeynü'l Mevasıf'in güzelliğinden çok
etkilenmiş ve acımasız Yahudi'yi valiye şikâyet etmiş. Bunun üzerine vali,
Yahudi'yi ömür boyu hapse mahkûm etmiş. Yahudi'den kurtulmasının üzerine,
Zeynü'l Mevasıf, sevinçle, cariyelerini de yanına alarak sevgilisine doğru yola
koyulmuş. Yolda, bir patrik güzel kızı görüp, ona âşık olmuş ve onu dinlenmesi
için manastıra davet etmiş. Zeynü'l Mevasıf bu daveti geri çevirmemiş fakat
patriğin ve kırk keşişin onun büyülü güzelliğinden etkilenerek, kendisini
arzulamalarını tehlikeli bularak kısa bir süre sonra manastırı terk etmiş.
Zeynü'l Mevasıf, Enis'in bulunduğu şehre vardığında, o sıralarda Enis rüyasında
sevgilisinin şehre geldiğini görüyormuş:
Enis, yarı uyku halinde, yatağında
yatmakta imiş ve rüyasında açık seçik olarak sevgilisinin dönüşünü görüyormuş.
Ve rüyalara inancı olduğundan, heyecan içinde uyanmış ve hemen Zeynü'l
Mevasifın evi doğrultusunda yollanarak rüyasının çıkıp çıkmayacağını görmeye
gitmiş. (398)
Rüyasında gördüklerinin doğru olduğunu anlayan Enis,
sevgilisine sarılmış. Sonrasında evlenen çift, ömürleri boyunca mutlu mesut
yaşamışlar.
5.1.1 Zeynü’lMevasıf’ın Aşkları Masalının Kronotop
İncelemesi
Bin Bir Gece Masalları,
tam olarak tarihlendirilememekle birlikte yaklaşık IX.-X. yüzyıllarda derleme
halk öykülerinden oluşmuş, yazarı belli olmayan, Doğu kültürünün seçkin bir
yapıtıdır. Masallar Çin, Kuzey Afrika, Çin Hindi, Hindistan, İran, Irak,
Anadolu, Suriye, Mısır gibi farklı coğrafyalardan kaynaklanırlar. Yapıt, daha
sonra Arapça'ya ve zamanla pek çok dünya diline çevrilmiştir. Bin Bir Gece
Masalları edebiyatın ve sanatın birçok dalında ortaya çıkan ürünlere kaynak
teşkil etmektedir. Çerçeve Öykü tekniğine göre masal içinde masal
olarak kurgulanmış olan yapıt, masallar içinde sıklıkla kullanılan rüya imgesi
dolayısıyla çalışmamız için de caziptir.
Zeynü'l Mevasıf’ın Aşkları adlı masalın kurgusunu, üç ana karakterden biri olan
Enis’in görmüş olduğu rüya belirler. Bir önceki inceleme konumuz olan Tanrı
Vergisinin Erişeceği Adamın Rüyasında Mısır'da Hazine Görmesi adlı hikâye,
içinde geçen rüyanın sembollerle örülü olması dolayısıyla, inceleyeceğimiz
masalla benzerlikler içerir. Ancak Mesnevi’deki hikâyenin bütünü rüyada geçen
sembollerle ilişkilidir ve rüya Tanrı tarafından bir melek aracılığı ile
gönderilmiştir. Bu masaldaki rüyanın kim tarafından gönderildiği belirtilmemiş
olmakla birlikte, masal büsbütün sembol diline yaslanmamıştır. Sadece Enis’in
rüyasında gördüğü dört güzel kuş, dört güzel cariyeyi; beyaz güvercin Zeynü'l
Mevasıf’ı, tehditkâr gagalı karga Zeynü’l Mevasıf’ın Yahudi bir tüccar olan
kocasını; bu karganın beyaz güvercini diğerlerinden ayırması ise Zeynü'l
Mevasıf’ın kocasının onu başka bir yere götürmesini temsil eder.
Rüya imgesi üzerinden yapmış olduğumuz diğer kronotop
incelemelerini hatırlarsak; bunlarda rüya akan bir metne, zamanın bir anında
dâhil olup akış üzerinde doğrudan etkili olmuştu. Ancak bu durum, bu masal için
söz konusu değildir. Burada rüya masalı başlatan unsur olarak karşımıza
çıkmaktadır. Masal başlarken kahramanların ve olayların öncesine dair bir
fikrimiz yoktur. Rüyanın görülmesi ile başlayan olaylar kahramanları, zamanı ve
uzamı görünür kılar. Alışılandan farklı olarak bu masaldaki rüya, kahramanı
uyarma veya ona doğrudan haber verme gibi özellikleri üzerinden değil, ortaya
çıkışı sonucu kahramanın yaşamına dolaylı yoldan etki etmesi ile masalda yerini
almaktadır.
Enis’in görmüş olduğu rüya diğer anlatılarda olduğu gibi,
-mesela, Nestor’un Agamemnon’a hemen savaşmasını söylemesi- ona ne yapması
gerektiğine dair bilgi vermemekle birlikte, bu rüyanın yorumlanması gerektiğini
düşündürür ve onu harekete geçirir. Böylece masalın / Enis’in uzamı değişir.
Enis rüyasını yorumlatacak birini ararken kendisini tesadüfen Zeynü'l
Mevasıf’ın evinin bahçesinde bulur ve hayatına dolaylı olarak etki edecek olan
rüyası aklından çıkar. Zeynü'l Mevasıf’ın büyüsüne kapılan Enis için zaman ve
uzam, o an itibariyle başkalaşır. Aralarında gelişen aşk sonucu Enis’in
uzamı artık Zeynü'l Mevasıf’a bağlı olarak değişkenlik gösterir. Masalın
başında keçiboynuzu ağacı altında uyuduğu için, durgun bir şekilde yaşadığını
varsaydığımız kahraman için, yaşam âşık olmasıyla birlikte heyecan ve ivme
kazanır, başka bir deyişle kahramanın zaman içindeki devinim tarzı değişir.
Daha sonra zaman, Zeynü'l Mevasıf’ın kocasının ortaya çıkmasıyla gerilimli bir
hâl alır. Ancak Zeynü'l Mevasıf’ın farklı bir şehre gitmesiyle zaman olaylardan
yoksunlaşır ve durgun seyrine geri döner. Masalın sonundaki kavuşma zamana
tekrar heyecan katar. Bu durumda bu masalda yaşanan olaylar değişimi uzamdan
çok zaman algısında yaşatır. Masaldaki rüyanın etkisi sonucu meydana gelen
zamansal ve uzamsal değişimler, bir bütünlük içinde değerlendirildiğinde, buradaki
rüya kahramanın yaşamında bir eşik olarak konumlandırılmaya uygundur. Böylece
ortaya çıkan sonuç, kahramanı bu eşiğe taşıyan bir unsur olan buradaki rüyayı,
rüya kronotopu olarak adlandırmamıza olanak sağlar.
Bir anlatıda birden fazla kronotop olabileceğine ve bu
kronotopların içi içe geçme halinde bulunabileceğine, daha önceki bölümlerde
değinmiştik. Bu masalda da Enis ve Zeynü'l- Mevasıfın tesadüfen karşılaştıkları
uzam olan Zeynü'l- Mevasıfın evinin bahçesi, zamanlarını biyografik seyrinde
yaşayan her iki kahraman için, zamanda bir kırılma noktasının yaşandığı uzam
olarak önem kazanır. Ancak Enis’in ve Zeynü'l- Mevasıfın o anda
birbirlerine âşık olması dolayısıyla gelişen duygu yoğunluğu, masalın zaman
algısında farklılık yaratır, dahası onu deyim yerindeyse görselleştirerek ön
plana çıkarır. Masalın bu noktasında ortaya çıkan durum, tam da Bakhtin'in
karşılaşma kronotopu ile örtüşür niteliktedir. Böylece masalı başlatan rüya
kronotopu; masalın devamında tesadüfen gerçekleşen buluşma ile ortaya çıkan
karşılaşma kronotopu ile iç içe geçerek anlama farklı bir zenginlik katar.
İçinde barındırdığı anlam çeşitliliği, bu masala farklı bir
açıdan daha bakmamıza olanak sağlar. Şöyle ki; karısından şüphelenen kocanın,
karısının gece uykusundaki sayıklamalarını: “rüyada da olsa, kötü arzularını
doyuruyor.” (Bin Bir Gece Masalları, Cilt 3/1: 388) şeklinde yorumlayış biçimi,
yüz yıllar sonra Freud’un rüya kuramına dair ortaya koymuş olduğu, rüyaların
bir arzunun tatmini doğrultusunda oluşması teorisine karşılık gelir. Zeynü'l-
Mevasıf artık kocası dönmüş olduğu için sevgilisi Enis ile özgürce görüşüp,
sevişemiyordur. Bu durum neticesinde, Zeynü'l- Mevasıf'ın zihninde bekleyen
arzular uyku sırasında sansürün ortadan kalkmasıyla tatmin yaratma amaçlı
olarak ortaya çıkmaktadır. Zamanla şüphelerinde yanılmadığını anlayan koca,
Zeynü'l- Mevasıf'a bir iş için farklı bir şehre gitmesi gerektiğini, ancak
Zeynü'l- Mevasıf'ın da kendisiyle birlikte gelmesini istediğini söyler ve
birlikte aniden şehri terk ederler. Durumdan Zeynü'l- Mevasıfın kendisine
bıraktığı bir not ile haberdar olan Enis çok üzülür ve rüyasında, Zeynü'l-
Mevasıf'a kavuştuğunu, ona sarıldığını ve onunla çok mutlu olduğunu görür.
Masaldaki bu rüya, Enis’in içinde bulunduğu ruh hali göz önünde bulundurulduğunda,
yukarıda sözünü etmiş olduğumuz bir arzunun rüyadaki tatmini yönündeki, o dönem
henüz keşfedilmemiş olan bilimsel çıkarımlar üzerinden değerlendirildiğinde
oldukça ilginç bir sonuç doğurur. Şöyle ki kavram olarak bilinçdışının
bilinmediği bir zamanda rüya üzerinden örtük olarak bilinçdışından söz
edilmekte ve bu durum gerçek yaşamla ilişkilendirilmektedir.
Masalın sonunda Enis’in görmüş olduğu
kavuşma rüyası şu ana kadar yapmış olduğumuz rüya değerlendirmelerinin hemen
hepsini kapsar niteliktedir. Rüyasında sevgilisinin açıkça geri döndüğünü gören
Enis için bu rüya, onu harekete geçiren bir eşiğe karşılık gelir. Bu çıkarım
birbirlerini var eden rüya ve eşik kronotoplarından söz etmeyi mümkün kılar.
Zeynü'l- Mevasıf ‘ın evi dolaylarında gerçekleşen buluşmada kendini hissettiren
duygu yoğunluğu zamana sıçrar, zamanı somutlar. Böylece karşılaşma kronotopu
ortaya çıkar.
Kısaca vardığımız sonucu ifade etmek
gerekirse; masalın içinde var olan bu son rüya değerlendirmesi ile de saptamış
olduğumuz anlam katmanlarını kuran rüya, eşik, karşılaşma kronotoplarının
biraradalığının yanında, gerek bilimsel gerek kültürel anlamda yorumlanmaya
elverişlidir.
6
Rüyaya Bakışta Büyük
Kırılma / Paradigma Değişikliği: Freudçu Yaklaşımla Rüya Olgusu ve Rüya
Kronotopu
Gılgamış Destanı'na kadar izi sürülebilen rüyalar ve onlara atfedilen değer,
Freud’un ortaya koymuş olduğu rüya kuramıyla birlikte, kültürel öğe olmanın
ötesinde bilimsel bir anlam kazanır. Freud’la birlikte rüyanın paralel ya da
bilinmeyen evrenden haber taşıdığı inancı sarsılır. Sözü edilen paralel evren
artık kişinin bilinçdışını temsil etmektedir. Yani rüya aracılığı ile dışarıdan
/ paralel evrenden içeriye / kişiye doğru olduğu varsayılan akış yön
değiştirir ve içeriden / kişinin bilinçdışından dışarıya doğru bir yön kazanır.
Bu değişiklik de kişinin bilinmeyen tarafına yönelik ipuçlarını yakalamayı
mümkün kılar.
Freud'un ortaya koymuş olduğu rüya kuramının yansımaları,
sadece bireyi daha iyi anlayabilmekle sınırlı kalmamış, bazı sanat ve edebiyat
yapıtları için de belirleyici olmuştur. Çalışmamızın bir önceki bölümünde
incelenmiş olan edebî anlatılardaki rüyalar, genellikle gelecekten haber taşır
nitelikte olup anlatıda yaratmış olduğu değişim / dönüşüm dolayısıyla kronotop
olarak belirlenmişti. Çalışmamızın bu bölümünde ise Yaban Çilekleri adlı
filmde yer alan rüya imgesi, hem kronotop hem de Rüyanın Edebiyatta
Kullanımı (bkz. Bölüm 3. 2) başlığı altında yer alan Bilinç -
Bilinçdışı: Freud ve Jung (bkz. Bölüm 3. 2. 3) rüya yaklaşımlarını
somutlayacaktır.
6.1 Yaban Çilekleri
Ingmar Bergman’ın ünlü filmi Yaban Çilekleri’nin
(1957) kahramanı, Eberhard Isak Borg, yetmiş sekiz yaşında bir bakteriyoloji
profesörüdür. Evinde yardımcısı Agda ile birlikte yaşamaktadır. Isak filmin
başında, kendini tanıtırken yalnız ve zor bir adam olduğunu söyler:
Belki de yaşlı bir mızmız ve benimle
birlikte yaşayanlar için çok güç olduğumu ekleyebilirim dediklerime. Duygu
gösterilerinden, kadın gözyaşlarından ve çocuk çığlıklarından nefret ederim.
Gürültüden ve birdenbire, beklenmeden olan şeylerden nefret ederim. (Bergman,
1965: 16)
Isak, 1 Haziran cumartesi gecesi tuhaf bir rüya görür:
Rüyasında, sabah yürüyüşündeyken yolunu kaybeder, ancak tanıdık bir sokaktadır.
Etraf çok sessizdir, sokakta hiç kimse yoktur. Sokakta asılı olan ve her zaman
doğru gösteren saatin yelkovanı ve akrebi yoktur. Isak saatin kaç olduğunu
öğrenmek için kendi cep saatini çıkarır, fakat o saatin de yelkovanının ve
akrebinin olmadığını görür. Sokak saatinin hemen altında, büyükçe bir gözlük
çerçevesi ve çerçevenin içinde belirgin iki göz şekli vardır: sol taraftaki
kanlı gibi gözükmektedir. O sırada gözüne arkası dönük, fötr şapkalı bir adam
çarpar. Adama doğru yaklaşıp, ona dokunur. Adam arkasına dönünce, adamın
yüzünün olmadığını fark eder. Tam da o anda yüzü olmayan adam yere yığılır ve
adamın bedeninden kan boşalır. Bunun üzerine Isak, şaşkınlık içerisinde
yürümeye başlar ve katedrale doğru giden atlı bir cenaze arabası görür. Hareket
halindeki araba, sokak lambasının direğinin yakınından geçerken, birdenbire
arka tekerleklerden biri direğe takılır ve yerinden çıkarak Isak’a doğru
yuvarlanır. Daha sonra, arabanın içindeki tabut yere düşer. Isak tabutun
içinden bir el çıktığını görür, endişeyle tabuta doğru yürür ve tabuttaki
adamın kendisi olduğunu fark eder. Tabuttaki adam Isak’ın elini yakalar ve
kendine doğru çeker. O anda Isak dehşetle uyanır.
Gördüğü rüyanın etkisiyle ölüm korkusuna kapılan ve bu
sebeple endişelenen Isak, o gün Lund'da yapılacak meslek hayatının 50. yıl
jübilesine uçakla değil de arabayla gitmeye karar verir. O sıralarda evinde
kalan ve oğlu Evald'ın eşi olan Marianne da kendisiyle gelmek istediğini söyler
ve birlikte yola çıkarlar. Yolculuğun başlangıcında yapılan bir konuşmada,
Marianne Isak’a oğlu Evald’ın ona olan borcunu ödemekte zorluk çektiğini söyler
ve Isak’ın bu paraya ihtiyacı olmadığı halde onu geri istemesini hoş
karşılamadığını ekler. Isak ise bunun bir prensip meselesi olduğunu belirtir.
Bunun üzerine Marianne, Evald’ın Isak’tan nefret ettiğini söyler. Bunu da
Isak'ın bencil, insafsız ve inatçı olmasıyla açıklar. Isak'a acıdığını da
sözlerine ekler. Isak Marianne'ın bu düşüncelerini tebessümle karşılar.
Yolculuğun ilerleyen bir anında Isak, yan yollardan birine
sapar ve Marianne'ı çocukluğunun yazlarında ailesi ile birlikte gittiği eve
götürür. Ev boştur. Marianne denize girmek istediğini söyleyip uzaklaşınca,
Isak evin bahçesindeki yaban çileklerinin arasında o evdeki anılarını
hatırlamaya, dahası geçmişi izlemeye başlar. Yıllar öncesinin bir yaz gününde,
o günlerdeki nişanlısı aynı zamanda kuzini olan Sara yaban çilekleri
topluyordur. Ağabeyi Sigbritt, Sara’nın yanına gelir ve yakınlaşmaya başlarlar.
Sigbritt, Sara'yı öper ve Sara bundan utanır, telaşlanır. O gün Aron Amca'nın
isim günüdür. Bunun için yapılan kutlama dolayısıyla tüm aile yemek masası
etrafında toplanır. Yemek sırasında Sigbritt ile Sara'yı öpüşürken gören ikiz
kız kardeşler, bunu masada dile getirirler. Bunun üzerine Sara, ağlayarak
masayı terk eder. Charlotta, arkasından gider. Sara gözyaşları içinde Isak'ın çok
dürüst ve iyi bir insan olduğunu ama gönlünün Sigbritt’te olduğunu söyler.
Yetmiş sekiz yaşındaki Isak, geçmişte yaşanan bu olayları belli belirsiz bir
gülümsemeyle izlemektedir.
Isak genç bir kız sesiyle irkilerek, içinde bulunduğu
zamana geri döner. İlk kez gördüğü bu kızla tanışırlar, sohbet etmeye
başlarlar. Kızın adı da Sara'dır ve Sara, Isak'ın geçmişteki nişanlısına çok
benzemektedir. Sara ve arkadaşları Anders’le Viktor da, Isak ve Marianne ile
aynı yöne gidecekleri için onlara katılırlar. Sara ile Anders sevgilidirler.
Viktor, Sara'nın babasının isteği üzerine onlarla birlikte hareket etmektedir.
Birdenbire küçük bir kaza olur, karşı yönden gelen araba devrilir. Arabanın
içinde bulunan, Alman ve Berit adlarındaki karı - koca yaralanmamıştır ancak
arabaları hasar gördüğü için onlar da Sara, Anders ve Viktor gibi Isak ile
Marianne’a katılırlar. Alman ile Berit yolculuk sırasında tartışırlar: Alman
Berit’i isterik olmakla, sürekli rol yapmakla; Berit de Alman’ı koyu bir
Katolik olmakla ve kendini gülünç durumlara düşürmekle suçlar. Tartışma giderek
büyür ve Berit kocasına tokat atar. Bunun üzerine Alman, her ikisinin de
aslında bencil oldukları için bugüne kadar birbirlerini öldürmediklerini
söyler. Marianne arabayı durdurur ve onlardan gençlere kötü örnek oldukları
için arabadan inmelerini ister.
Alman ile Berit arabadan indikten sonra, diğerleri Isak'ın
annesinin de evinin bulunduğu yerde hep birlikte öğle yemeği yerler, bu sırada
hepsi neşelidir. Dinin ve tanrının varlığı - yokluğu üzerine konuşulur. Tüm
ısrarlara rağmen Isak bu konularla ilgili fikirlerini dile getirmek istemez. Bu
arada Marianne ile Isak'ın arasındaki buzlar erimeye başlar. Yemekten sonra
Isak ile Marianne, Isak'ın doksan altı yaşındaki annesini ziyarete giderler. Bu
kısa ziyaret sırasında annesi onlara, on çocuğunun ve torunlarının geçmişte
oynadıkları oyuncakları bir kutudan çıkararak gösterir. Hep birlikte bu
oyuncakları incelerler. Sonrasında Isak'ın annesi, ölmüş kocasının altın
saatini, Sigbritt ile Sara'nın oğluna hediye etmek istediğini söyler. Sigbritt
ile Sara evlenmişlerdir ve altı çocukları olmuştur. Isak hediye edilecek saatin
de tıpkı rüyasındaki saat gibi, akrep ve yelkovanının olmadığını görür.
Ziyaret sonrası Isak ile Marianne, Sara ve
arkadaşlarının yanına döndüklerinde, Anders ile Viktor'un Tanrının ve dinin
varlığı üzerine kavga ettiklerini görürler. Yeniden yola koyulmalarından kısa
bir süre sonra Isak uyuyakalır ve bir rüya daha görür: Rüyasında geçmişte
nişanlısı olan ama daha sonra ağabeyiyle evlenen Sara ile birlikte çocukluğunun
yazlarının geçtiği evin yaban çilekleriyle dolu bahçesindedir. Sara Isak'a, ne
kadar yaşlı ve çirkin olduğunu söyleyerek, hiç aynaya bakıp bakmadığını sorar
ve ona bir ayna tutarak gerçeklere dayanamadığını söyleyer. Isak da Sara’ya, ona
çok kırılmış olduğunu ifade eder. Sonrasında Sara, ona Isak'ın ağabeyiyle
evleneceğini söyler. Isak ağlamaklı olur. Sara ise Sigbritt'in bebeğine bakmak
için gitmesi gerektiğini söyler. Isak, gitme dese de Sara onun ne dediğini
anlamaz. Sara bir ağacın altında bulunan beşikteki bebeği alır ve Sigbritt'e
doğru gider. Birlikte bir eve girerler. Isak, onları izlemeye başlar. İzlerken,
gökyüzünde dolunay belirir, duvardaki bir çivi Isak'ın eline batar. Sara
içeride piyano çalmaktadır. Sonrasında yemek masasına geçen Sara ile Sigbritt
çok mutlu görünmektedirler. Isak, içeriye girebilmek için kapıyı çalsa da onu
duymazlar. Daha sonra, Alman kapıyı açarak Isak'ı içeri alır ve onu bir
dersliğe götürür. Burada onları izleyen bazı insanlar vardır: Sara, Anders ve Viktor
da onların aralarındadır. Alman Isak'ı mesleğiyle ilgili bir sınava tâbi tutar.
Isak soruların hiçbirine doğru cevap veremez. Daha sonra Alman ondan
derslikteki tahtada bulunan bir yazının anlamını söylemesini ister. Isak, bir
doktorun en temel görevinin af dilemek olduğu anlamına gelen yazıyı
anlamlandıramaz. Bunun üzerine Alman, Isak'ın sınav karnesine sınavda başarısız
olduğunu yazar. Karnede Isak'ın bencil, duyarsız ve insafsız bir insan olduğu
da yazılıdır. Bu suçlamaları Isak’ın ölmüş karısı
Karin yapmıştır. Alman, Isak’ın Karin ile yüzleşmesi
gerektiğini söyler ve onu bir göl kenarına götürür. Burada Isak, yıllar önce
olduğu gibi yine karısını onu aldatırken izler. Karin oldukça hüzünlüdür ve
ağlamaklı olarak Isak'ın ne kadar soğuk ve duyarsız bir insan olduğundan, Tanrı
gibi tavırlar takındığından şikâyet eder. Sonrasında yanındaki adamla birlikte
kaybolur. Isak Alman’a tüm yaptıklarının bir cezası olup olmadığını sorar.
Alman, Isak'ın cezasının yalnızlık olduğunu söyler. Isak, affedilmesinin mümkün
olup olmadığını öğrenmek istese de, Alman bu işlerden anlamadığını belirtir ve
rüya biter.
Isak uyanınca yanında Marianne'ı bulur. Son zamanlarda
tuhaf rüyalar gördüğünü, bu rüyalarda uyanıkken duymak istemediği şeylerle yüz
yüze geldiğini anlatır ve kendisini yaşayan bir ölü gibi hissettiğinden
bahseder. Isak’ın bu cümlesinden sonra Marianne, Isak ile oğlu Evald'ın
birbirlerine çok benzediğini söyler ve Evald'ı terk etmesinin nedenini
anlatmaya başlar. Marianne hamiledir ve Evald kendini ölümü bekleyen biri
olarak gördüğü için bu anlamsız dünyaya bir canlı getirmek istemez. Evald
Marianne'a, ya kendisini ya da çocuğu seçmesini söylemiştir. Bunun üzerine
Marianne Evald'ı terk etmiştir. Böylece Isak, Marianne'ın evinde kalma sebebini
öğrenir. Marianne Isak'a, bebeği doğurmak istediğini fakat Evald'ı da çok
sevdiğini söyler. Marianne ağlarken, Sara ve
arkadaşları topladıkları çiçekleri şarkı söyleyerek Isak'a
takdim ederler. O gün yapılacak jübile için Isak'ı kutlarlar.
Daha sonra jübilenin yapılacak olduğu yere gelirler.
Isak'ın oğlu Evald ve yardımcısı Agda, orada onları beklemektedir. Mesleğinde
elli yılı tamamlayan Isak için görkemli bir tören yapılır. Tören sırasında Isak
o gün yaşadıklarını düşünür. Törenin olduğu gece yatmaya hazırlanan Isak,
sürekli gerginlik yaşadığı yardımcısı Agda'ya, daha yakın ve sevecen davranır.
Agda, buna şaşırır. Isak yatağındadır. Sara, Viktor ve Anders’in kendisine
seslenmeleri üzerine cama çıkar. Genç yol arkadaşları Isak'a onu
unutmayacaklarını söyleyerek, ona veda ederler. Evald ile Marianne, törenden
sonra yemeğe gitmişlerdir. Ancak Marianne'ın ayakkabısının topuğu kırıldığı
için eve uğramak zorunda kalmışlardır. Onları duyan Isak, Evald’a seslenir.
Isak, odasına gelen oğlu ile Marianne ve kendisine olan borcu hakkında konuşur.
Evald, Isak’a Marianne'sız yaşayamayacağını ve borcunu da ödeyeceğini söyler.
Isak ona, parayı geri vermesinin gerekli olmadığını ifade eder. Daha sonra
odaya Marianne’ın gelmesiyle Evald odadan çıkar. Isak Marianne'a, yolculuk için
teşekkür eder ve onu çok sevdiğini söyler. Marianne da Isak'ı çok sevdiğini
söylereyerek, ona bir öpücük verir ve Evald'ın yanına döner. Yolculuğun sonunda
Isak ile Marianne birbirlerini tanımış, anlamış ve sevmişlerdir. Marianne
gittikten sonra Isak, gün içinde kendini endişeli hissettiği zamanlarda olduğu
gibi çocukluğunu düşünür ya da düşler. Düşünde Sara ona artık toplayacak
Yaban Çileği kalmadığını söyler. Sara genç, Isak ise yaşlı görünür. Sara
annesini ve babasını bulamayan Isak’a yardım eder. Elinden tutarak onu anne ve
babasının bulunduğu bir kıyıya götürür ve onun yanından ayrılır. Isak uzaktan
anne ve babasına bakarken mutlu gözükür. Bu düşünce / düşten sonra Isak,
yüzünde belli belirsiz bir memnuniyetle gözlerini kapatır.
6.1.1.
Yaban Çilekleri Filminin Kronotop İncelemesi
Ingmar Bergman (1918-2007) XX. yüzyılın önemli
yönetmenlerinden biridir. İsveç'in Uppsala kentinde doğan Bergman'ın yönettiği
altmıştan fazla filmin temalarını yalnızlık, ölüm, tanrının / dinin
sorgulanması, aşk ve delilik oluşturur. Bergman tüm bu temaları
görselleştirirken rüya imgesinin zengin olanaklarından faydalanmıştır. Charles
Thomas Samuels’in Bergman ile yapmış olduğu bir söyleşide Bergman, sanat
anlayışının rüyalarla olan bağını “Kalkış noktamın, zihinle ya da simgecilikle
çalışmak gibi bir şeyi yok; düş ve izlenimlerle, umut ve arzuyla, ihtirasla
işim var.” sözleriyle dile getirir. (Samuels, 1992: 121).
Bergman'ın kült filmleri arasında yer alan 1957 tarihli Smultronstallet
(Yaban Çilekleri) adlı yapıt, içinde yer alan rüya imgelerinin yanı sıra ele
aldığı yaşam, ölüm, sevgi/sizlik, yalnızlık gibi konulara getirdiği Freudçu
yaklaşım dolayısıyla da oldukça ilgi çekicidir.
Film, başkarakter Isak'ın kendine dair düşüncelerini iç
sesle aktarmasıyla başlar. Bu monologda Isak, yalnız olduğunu ve yalnızlığın
kendi tercihi olduğunu dile getirir. Isak'ın algılamış olduğu yalnızlık
kavramına dair film boyunca tanıklık edeceğimiz dönüşümü, bir rüya ile başlar.
Rüya ürpertici bir atmosferin egemen olduğu Dalivari çarpıcı sahnelerden
oluşur.
Isak'ın filmin başında görmüş olduğu rüya, tıpkı Bin Bir
Gece Masallarındaki Zeynü ’l Mevasıf’ın Aşkları adlı masalda olduğu gibi
kurguyu daha en başta biçimlendiren unsur olarak karşımıza çıkar. Isak’ın
rüyanın etkisi ile karar değiştirerek araba ile yolculuk yapmayı seçmesi, tüm
filmi şekillendirir: Öyle ki rüya, filmin bir yol filmine dönüşmesini sağlar.
Bu dönüşüm kurgunun zaman - uzamı üzerinde doğrudan etkili olur. Uzamın artık
havaalanı / uçak değil de yol / araba olması, kurgunun / Isak’ın zaman algısına
boyut kazandırır. Böylece rüyanın kendisi dış gerçeklikteki zaman - uzamda
yaratmış olduğu ani değişiklik dolayısıyla eşik görevi üstlenir. Bu
durum Isak’ı geçmiş yaşantıları ile yüzleşme eşiğine taşıyacak olan rüyayı
Bakhtin’in kronotop anlayışı doğrultusunda rüya kronotopu olarak
adlandırmayı mümkün kılar. Ayrıca bu noktada rüya / eşik ve yol
kronotoplarının birbirlerini var ederek kurguda yer almaları, Bakhtin’in bir
anlatıda birden fazla kronotopun bir arada olabileceğine yönelik söylemini bir
kez daha doğrulamıştır.
Kurguda yer alan rüyaya dair farklı bakış açıları
geliştirmek mümkündür: Bir yandan rüya, kurgudaki olayların akışına yön vermesi
ile kronotoplaşırken öte yandan başkarakterin bilinçdışını aralar. Tam da bu
noktada Freud’un rüya kuramını anımsamak, Isak’ın rüyasının çok anlamlılığına
ışık tutacaktır. Hatırlanacağı gibi Freud rüyaları ‘bilinçdışına giden kral
yolu’ olarak tanımlamıştı. Ayrıca Freud, rüyadaki sembollerin anlamlarını
çözmeksizin, rüyanın uyanık yaşamdaki karşılığına ulaşmanın olanaklı
olamayacağını da düşünür. Freud tüm bunları söylerken, gündelik yaşamın
rüyadaki yansımalarının önemine de dikkatleri çeker. Bu bilgiler Isak’ın
rüyasındaki sembolleri ve yansımaları daha anlaşılır kılacaktır: Şöyle ki, Isak
bu rüyayı, ödülünü alacağı yer olan Lund’a doğru yola çıkacağı gece görür.
Ödülün verileceği yer bir katedraldir. Rüyasında Isak kendisini tek başına bir
sokakta bulur. Saati bilmek ister ve her zaman saati doğru gösteren sokak saatine
bakar. Ancak akrebin ve yelkovanın olmayışı dolayısıyla endişeye kapılır.
Zamandan kopmak istemez ve kendi cep saatine baktığında yine aynı gerçekle
karşılaşır. Bu durum Isak’ın yaşamdan kopmak istemeyişini yani, ölüm korkusunu
görselleştirir. Sokakta ilerlemek istediği bir anda arkası dönük bir adamla
karşılaşır ve ona dokunur. Adam arkasına döndüğünde yüzünün olmadığını fark
eder. O sırada adam yere yığılır ve bedeninden kan boşalır. Bu da Isak’ın
aslında kimsesiz / yalnız olduğuna ilişkin bir gösterge olarak yorumlanabilir.
Isak ne yapacağını bilmez, şaşkın bakışlarla olanları anlamlandırmaya çalıştığı
sırada, sokakta katedrale doğru gitmekte olan atlı bir cenaze arabası
belirir. Arabanın tekerleği sokak lambasına takılarak yerinden çıkar ve Isak’ın
üzerine doğru yuvarlanır. Arabadan bir tabut düşer, bu tabut onun kendi
tabutudur. Ölü Isak yaşayan Isak’ı kendine doğru çekmek ister. Tüm bunlar
Isak’ın bilinçdışında yaşadığı ölüm korkusunu işaret eder. Bu da uyanık yaşama,
yapılacak olan yolcuğun daha güvenli hale getirilmesi olarak yansır: Isak
Lund’a uçakla gitme fikrini değiştirir, araba yolculuğuna karar verir. Bu
yolculuk zaman içerisinde Isak’ın bilinçdışına olan yolculuğuna, dahası
geçmişiyle olan yüzleşmesine, hesaplaşmasına dönüşecektir.
Isak bencil, insafsız ve inatçı olması gerekçeleriyle
kendisine karşı mesafeli tavır takınan gelini Marianne ile pek sıcak olmayan
konuşmalar eşliğinde yolculuğuna devam ettiği sırada, yol üzerinde bulunan,
çocukluğunun ve ilk gençlik yıllarının geçtiği evi görmek ister. Evin
bahçesinde bulundukları sırada Marianne Isak’ın yanından uzaklaşır. Isak’ın
gözüne takılan yaban çilekleri, onu şimdiden geçmişe götürür. Filme adını veren
yaban çilekleri, Isak’ın bilinçdışını uyaran, çağrışımsal imge
niteliğindedir. Bu çağrışımla ve gündelik yaşamının izdüşümleriyle birlikte
Isak, bir gündüz düşü[17] üretir.
Isak’ın gündüz düşü, ilk gençlik dönemine ait bir anıyı hatırlamaya
benzetilebilirse de o anda imgeleminde canlanan zaman - uzamlarda, genç Isak’ın
olmayışı dahası olaylara yaşlı Isak olarak uzaktan tanıklık etmesi, görülmez
olması; bunun bir gündüz düşü olduğu fikrini güçlendirir. Ancak bu gündüz
düşünün bazı parçaları, o an üretilen bir kurgudan ibaret midir, yoksa
kendisinin birebir tanıklık etmediği fakat zihninde canlandırmış olduğu
yaşantıların yansıması mıdır yeterince açık değildir. Burada gözden kaçmaması
gereken nokta, Isak’ın deneyimlediği o anın, onun bilinçdışındaki duygu ve
düşünceler ile yüzleşmesine zemin oluşturmasıdır. Isak’ın gündüz düşü, kuzini
olan nişanlısı Sara’nın yaban çileği toplamasıyla başlar. Yaşlı Isak, Sara’ya
seslenir, ancak Sara onu duymaz. Bir süre sonra Isak, kardeşi Sigbritt ile
Sara’nın aralarında gelişen yakınlığa tanık olur. Bu Isak’ın zamanla
yalnızlığa, sevgisizliğe, duyarsızlığa dönüşen ilk hayal kırıklığıdır. Sara’nın
ona yaşatmış olduğu travmatik durum, Isak’ın bilinçdışının kilit noktası, başka
bir ifadeyle kendine dair olumsuz özelliklerin açıklaması olarak düşünülebilir.
Daha sonra kalabalık ve mutlu gözüken ev ortamını dışarıdan izleyen yaşlı Isak,
Sara’nın Isak hakkında övgü dolu sözler söylediğini, yine de onu değil de
kardeşini seviyor olduğunu dile getirdiğini işitir. Gündüz düşünden boşluk ve
hüzün duygularıyla uzaklaşan Isak, dış dünyadan bir sesle şimdiki zaman döner.
Ona seslenen Sara adında, eski nişanlısına çok benzeyen bir kızdır. Sara arkadaşları
ile birlikte Isak ve Marianne’ın yolculuğuna katılır. Bir müddet sonra yolda
yaşanan küçük bir kaza nedeniyle Alman ve Berit adlarında bir çift de bu
yolculuğa kısa süreli olarak eklenir. Arabada sürekli tartışan çift Isak’a,
kendi mutsuz evliliğini çağrıştırır. Filmin sonraki karelerinde, Isak için
farklı anlamlar ifade edecek olan gündelik yaşamdaki / yoldaki bu
karşılaşmalar, incelememiz çerçevesinde değerlendirildiğinde, Isak’ta yaratmış
olduğu duygu / değer yoğunluğu dolayısıyla değiştiren / dönüştüren karşılaşma
kronotopu olarak zaman - uzamda farklılık yaratan yol kronopuna eklenirler.
Yolculuğun farklı bir durağı / uzamı hem birlikte yemek
yenilen hem Isak’ın annesinin yaşadığı kasabadır. Yemek sonrasında Isak ve
gelini, Isak’ın annesini ziyaret ederler. Gerçekleştirilen bu kısa ziyaretin
ardından devam eden yolculuk sırasında, Isak gün boyu yaşadığı karşılaşmaların
etkisi ve bunların bilinçdışına olan yansımalarının açığa çıktığı bir rüya daha
görür:
Yaban çilekleri, Sara ve geçmiş yaşantılar yine rüya
başlatıcılarıdır. Rüyada Isak yine yaşlı, Sara ise gençtir. Ancak bu kez Sara
Isak’ı görür ve ona bir ayna tutar. Ona çirkin, yaşlı ve gerçeklere dayanamayan
biri olduğunu söyleyen Sara, aslında Isak’ın bastırmak istediği kendi iç sesi,
ayna da yaşamı boyunca kendisiyle yüzleşememe durumunu somutlayan çağrışımsal
nesnedir. Isak rüyasında bile çok kırılmış olduğunu ileri sürerek, kendisi ile
yüzleşmeye direnç gösterir. Buna rağmen Sara, ona Sigbritt ile evleneceğini
söyler ve ısrarlara rağmen onun yanından uzaklaşır. Sara bir ağacın altındaki
beşik içerisinde bulunan bebeği alır ve Sigbritt ile birlikte bir eve girer.
Buradaki beşik, Isak’ın ilk rüyasındaki tabutla bir tezat oluşturur. Bu da,
Isak’ın yaşam ve ölüm arasındaki gelgitlerini imler. Isak evin içerisinde
mutlu bir tablo çizen Sara ve Sigbritt’i dışarıdan izler. İçeri girmek istese
de içeridekiler bu durumu algılamazlar. Rüya bu aşamaya kadar Isak’ın ilk
gençlik yaşantılarıyla ilintili yansımaları içerir.
Rüyanın bundan sonraki aşamasında, rüyadaki zaman, kişiler
ve imgeler Isak’ın daha yakın geçmişine ve şimdiki zamanına paralellik
gösterir. Isak’ın ısrarla çaldığı kapı Alman tarafından açılır. Alman Isak’ı
içinde Berit, Sara, arkadaşları ve bazı insanların daha bulunduğu bir dersliğe
götürür. Isak’ın kendisini yaşamda bilimle / mesleğiyle var ettiğine dair
inancı, Alman’ın yapmış olduğu sınavdaki başarısızlığıyla sarsılır ve Isak’ın
içine giremediği mutlu ev, yargılandığı / kendisini yargıladığı bir uzama
dönüşür. Bu sınav bilimsel nitelik taşısa da Isak’ın karnesindeki sonuç daha
çok karakter özelliklerine yöneliktir: Isak bencil, duyarsız ve insafsızdır.
Gerçek yaşamda başarılı bir bilim insanı olması, onu mutlu bir insan yapmaya
yetmemiştir. Bu başarısız sınavla Isak kendisini aciz hisseder. Alman şaşkınlık
içerisindeki Isak’a bu suçlamaların karısından geldiğini bildirir ve ona
karısıyla yüzleşmesi gerektiğini söyler. Rüyadaki iç atmosfer bir dış uzama
dönüşür. Buradaki sahneyi Isak gerçek yaşamda da deneyimlemiştir. Karısının onu
aldattığını izler ve karısının mutsuz olduğunu, bunun kaynağının da Isak
olduğunu söylediğini işitir. Sahne değişir. Isak ikna olmuştur artık, kendisini
bir suçlu gibi hisseder ve cezasını sorar. Alman’ın cevabı onun için
tanıdıktır: Yalnızlık! Isak’ın af isteğine Alman tatmin edici bir cevap vermez.
Isak’ın, filmin neredeyse bütününe yayılmış olan
rüyalarında ortaya çıkan kaygıları, birinci rüyada ölüm, yalnızlık iken, ikinci
rüyada geçmiş ile yüzleşme, iç hesaplaşma olarak belirir. İncelememizdeki
birinci rüya, kurgunun zaman - uzamındaki ani karar değişikliği etkisi ile rüya
kronotopu olarak adlandırılmış olup; ikinci rüya da yoğun olarak Isak’ın
bilinçdışına yönelik öğeler taşıdığından ötürü ve tüm bunların Isak’ın içsel
dönüşümüne yol açması dolayısıyla yine rüya kronotopu olarak
değerlendirilmiştir. Kısaca birinci rüya değişimi, ikinci rüya ise dönüşümü
görselleştirmektedir.
Filmin ilerleyen karelerinde Isak’ın dönüşümünün gündelik
yaşamdaki tavırlarına olan yansımalarına tanık oluruz; ancak Isak’ın bu dönüşüm
sürecinin başında görmüş olduğu ikinci rüya, içerdiği semboller ve yansımalar
göz önünde bulundurulduğunda, Freud’un rüya kuramını somutlayan bir örnek
olması dolayısıyla da üzerinde durulmaya değerdir. Şöyle ki, Freud’un gün
içerisinde yaşananların rüyaların malzemesi ve kışkırtıcısı olduğu yönündeki
söylemi, Isak’ın yoldaki uzam, karakter, imge karşılaşmaları ve bunların
çağrışımlarının görmüş olduğu rüyaya yansıması ile doğrulanır. Alman, karısı
Berit, Sara ve arkadaşları, Isak’ın çocukluğunun geçmiş olduğu ev, Isak’ın
rüyasına, zihninin şimdiki zamanda alımladığı görsel imajlar olarak malzeme
olurlar. Ancak gündelik yaşamdaki öğelerin, rüyadaki malzeme oluşlarına yönelik
işlevleri farklılık gösterebilmektedir. Rüyada Isak’a kapıyı açan kişinin Alman
olması, günlük yaşamdan rastgele seçilmiş görsel imaj olarak
algılanabilir. Ancak uyanık yaşamda Alman ve Berit arasında yaşanan
tartışmaların, Isak’a kendi mutsuz evliliğini ve ölmüş karısını çağrıştırması,
Isak’ın bu duruma yönelik duygularını / düşüncelerini kışkırtır ve tüm bunlar
Isak’ın rüyasının içeriğine yüzleşme olarak yansır.
İkinci rüyasından tedirgin olarak uyanan Isak, gelinine,
görmüş olduğu karmaşık rüyaların onda yaratmış olduğu tuhaf duygulardan ve
kendisini yaşayan bir ölü gibi hissettiğinden bahseder. Tüm bunlarla gerçek
hayatta yüzleşmekten çekindiğini de sözlerine ekler. Bu yolculuğa çıkmasına
sebep olan tören sırasında bile Isak, yolculuk sırasında yaşamış olduklarının
etkilerini hisseder. Tören sonrası Isak’taki dönüşümün izleri, yardımcısı
Agda’ya, oğlu Evald’a ve gelini Marianne’a karşı davranışlarındaki yabanlığın
yerini yakınlığa bırakmasıyla kendini gösterir.
Isak’ın yolda geçen bir gününün anlatıldığı film, yatakta
karanlık bir rüya ile başlar ve yine yatakta aydınlık bir gündüz düşü ile son
bulur: Genç Sara bu düşte, yaşlı Isak’ı fark eder ve ona artık
toplayacak yaban çileği kalmadığını söyler. Film boyunca çağrışımsal imge
olarak Isak’ı geçmişine götüren ve geçmişindeki yüzleşmeleri sağlayan yaban
çilekleri, bu kez onu şimdiye taşır ve tükenerek Isak’ın hesaplaşmalarından
arındığını gösteren bir imgeye dönüşür. Aydınlık bir atmosferde kurgulanan düş,
Isak’ın anne ve babasını bulamayışı ile devam eder. Isak’ın rüyalarında ve
gündüz düşlerinde, sürekli ona uzak olan, onu eleştiren Sara; bu kez Isak’a
karşı samimi tavırlar içerisindedir. Onu anne ve babasının olduğu yere götürür
ve kendisi oradan uzaklaşır. Annesine ve babasına uzaktan bakan yaşlı Isak,
onlara tebessüm eder. Isak’ın gözlerini kapatmadan önce yüzüne yansıyan
rahatlamış ifade, rüyaların / gündüz düşlerinin, bir arzunun tatmini olduğu
savını ortaya koyan Freud’un görüşlerine yaslanılarak Isak’ın içsel tatmininin
bir izdüşümü olarak yorumlanabilir.
Sonuç olarak Yaban Çileklerinde başkarakterin ölüme
ve yalnızlığa dair endişelerini içeren bir rüyanın, yolculuğa neden olduğunu ve
bu yolculuğa eşlik eden bir bilinçdışı serüvenine yol açtığını görürüz.
Birbirinden bağımsız olarak da yoruma açık olan rüyalar ve gündüz düşleri,
filmin bütününde birbirleri ile kolayca ilişkilendirilebilirler. Başkarakter
tarafından filmin başında, kendi seçimi olarak sunulan yalnızlığın,
bilinçdışının rüyalar ve gündüz düşleri ile görünür olması sonucu, aslında
maruz kalınan bir yalnızlık olduğunu söyleyebiliriz. Kısacası, buradaki
rüyalar, başkarakterin yaşama bencillik, insafsızlık, duyarsızlık olarak
yansıyan düğümlerinin, zihindeki çözülümüdür.
Yaban Çilekleri, hem
kurgusunda barındırdığı rüya imgesi dolayısıyla Bakhtin’in kronotop anlayışını
incelememize hem de Freud’la birlikte farklı bir açılım kazanan rüya olgusunun
sanat eserlerindeki yansımasının izini sürmeye olanak sağlayan çok katmanlı bir
yapıttır.
7
Çağdaş Bir Anlatıda
Rüya Olgusu ve Rüya Kronotopu
Çalışmamızda, bu bölüme kadar çeşitli zamanlardan ve
kültürlerden seçilmiş anlatılar üzerinden rüya fenomenini, bu fenomenin zaman
içerisindeki değişimini ve tüm bunların edebiyata olan yansımalarını kronotop anlayışı
doğrultusunda ele aldık. Ancak şimdi ele alınacak olan son metinde rüya, hem
geleneksel hem de bilimsel anlayış / yorum doğrultusunda oluşturulan bir kolaj
olarak kendisini gösterir. Farklı bir deyişle, çalışmamız boyunca rüyaya dair
söz etmiş olduğumuz pek çok yaklaşım ve inanç biçimi, İhsan Oktay Anar’ın Puslu
Kıtalar Atlası (1995) adlı yapıtında bir arada - iç içe karşımıza çıkar.
Çağdaş bir anlatı olan bu roman, tüm çalışmanın bir izdüşümü olarak da kabul
edilebilir.
1950'li yıllarda ortaya çıkan ve 1970'lerde adı anılmaya
başlanan postmodern[18] akımının
anlatı formu sıklıkla yukarıda sözü edilen kolajı kullanmaktadır.
Farklılıkların bir aradalığını sergileyen postmodern tavır, daha önce de sözünü
etmiş olduğumuz gibi rüyaya yönelik farklı yaklaşımları da yan yana getirir. Puslu
Kıtalar Atlası adlı yapıt da bu durumu temsil eden iyi bir örnektir.
7.1 Freud’la Geleneğin Karıştığı Metin: Puslu Kıtalar
Atlası
Anar’ın 1995 tarihinde çıkan Puslu Kıtalar Atlası
adlı romanı çerçeve öykü tekniğiyle oluşturulmuş ve ana çerçeveye bağlı olarak
gelişen birçok alt anlatıyla beslenen bir kurguya sahiptir. Ayrıca anlatı
olayların çizgisel zamanı takip etmemesi ve zaman algısının geçişli olması
dolayısıyla kolay bir şekilde özetlenmeye elverişli değildir. Ancak anlatı ile
yapılacak inceleme arasında bütünlük sağlanması amacıyla, anlatı ana hatlarıyla
özetlenmeye çalışılacaktır. Alt anlatı kollarını oluşturan Arap İhsan ve savaş
ganimeti olarak yanında getirmiş olduğu Alibaz -nâm-ı diğer Efrâsiyab-,
Bünyamin'in maymunu Müşteri, eski kâtip Kubelik, meyhaneci Kefeli ve torunu,
eski kilise zangocu Vardapet, Hınzıryedi, Zülfiyar, Dertli, Efraim, kumarhaneci
Gazanfer, Bünyamin'in sevdalandığı Aglaya adındaki Rus cariye, tüccar ve bekçi
figürlerinin hikâyelerine, ana çerçevenin daha kolay anlaşılabilmesi adına
özette ayrıntılı olarak yer verilmemiştir.
Anlatı korsan Arap İhsan'ın Alibaz adında, uyku nedir
bilmeyen bir çocukla, yeğeni Uzun İhsan Efendi'nin evine gitmesi ile başlar.
Uzun İhsan Efendi, bilmeye tutkun ancak tembel ve cesaretsiz bir karakterdir.
Bu sebeple, çizmeyi amaçladığı dünya atlasını gördüğü rüyalar aracılığı ile
oluşturmaya çalışır. Bunun için de zamanının büyük bir bölümünü uyku şerbeti
içip uyuyarak geçirir. Uzun İhsan Efendi oğlu Bünyamin ile birlikte yaşamaktadır.
Ancak Bünyamin'in kafasında yaşadıkları hayata ve babasına dair pek çok soru
işareti vardır.
Arap İhsan’ın Kostantiniye’ye gelme sebeplerinden biri de
vaktiyle kendisini aldatmış olan Kubelik adında eski bir kâtibi bulmaktır. Arap
İhsan Kubelik’i bulur ve ondan Frenk lisanında bir kitabın tercümesini ister.
Kubelik kitabın adının Zagon Üzerine Öttürme, yazarının da Rendekâr
adında bir feylesof olduğunu söyler. Kitabı tercüme eden Kubelik, Arap İhsan'ı
bulamayınca kitabı yeğeni Uzun İhsan Efendi'ye bırakır. Bu kitap Uzun İhsan
Efendi'yi, rüya - gerçek sorunsalı üzerinden varoluşsal sorgulamalara yöneltir.
Uzun İhsan Efendi, Rendekâr’ın şüpheyi zagon yani bir yöntem olarak
benimsediğini öğrenir. Bu doğrultuda amaç, şüphe götürmeyecek ilk kesin bilgiye
varmaktır. Her bilgiden şüphe eden Rendekâr, şüphe ettiğinden şüphe edemiyor ve
bundan da kendisinin var olduğu sonucunu çıkarıyordun Özetle Düşünüyorum
öyleyse varım bilgisine tesadüfen ulaşan Uzun İhsan Efendi için bu bilgide
bir eksiklik vardır. Öyle ki bu bilgiden hareketle kişi sadece kendi varlığını
ispat edebilmektedir. Ya diğerleri? Uzun İhsan Efendi zihnini meşgul eden bu
sorunun cevabını bulmak üzere uyku şerbetinden içerek rüyaya yatar.
Bu arada Bünyamin de babası gibi uyku şerbeti içerek
cevabını bulamadığı soruları, rüyalarında çözmek ister. Ancak şerbeti fazlaca
içmesi sonucu, uykusundan uyanamaz. Öldü sanılan Bünyamin gömüldüğü mezardan
kendi çabalarıyla çıkar. Durumdan haberdar olan Vardapet, Bünyamin’e lağımcılık
işinde birlikte çalışmayı teklif eder. Uzun İhsan Efendi tereddüt etmekle
birlikte, oğlunun gitmesine razı olur ve oğluna rüyalarında hazırladığı atlası
verir. Ona her başı sıkıştığında bu atlasın kendisine rehberlik edeceğini
öğütler. Bünyamin gittikten bir süre sonra Yeniçeriler, Uzun İhsan Efendi'nin
evini yerle bir ederler. Ayrıca Uzun İhsan Efendi türlü işkencelere de maruz
kalmıştır. Öte yandan Vardapet ve Bünyamin, bir kalede esir bulunan Zülfiyar
isimli casusu kurtarmak için tünel kazmaktadırlar. Casusu kurtarmadan önceki
gece, Bünyamin adeta olacakları haber veren ilginç bir rüya görür. Ertesi gün
tam da casus kurtarılmak üzereyken bir saldırı yaşanır ve casus kendisinde
bulunan kara parayı tesadüfen Bünyamin’e verir. Bu para Bünyamin'in yaşamını
tamamen etkileyecektir. Çünkü Teşkilat-ı İstihbarat-ı Hümayun'un efendisi
Ebrehe'nin, ölümsüzlüğe ulaşmak için bu kara paraya ihtiyacı vardır. Kaçarken
saldırıya uğrayan Bünyamin'in yüzü parçalanır. Böylece Bünyamin de işkenceye
uğramış olan babası gibi tanınmayacak hale gelir. Yüzü parçalandığı için teşhis
edilemeyen Bünyamin, yaralı olarak uzunca bir süre hafızasını yitirmiş numarası
yaparak karargâhta kalır. Kara paranın Bünyamin'de olduğunun biliniyor olması,
onu Ebrehe tarafından aranan kişi konumuna getirir. Bu arada Yeniçeriler, Uzun
İhsan Efendi'nin Bünyamin'e ve onda bulunan kara paraya dair bilgi sahibi
olduğunu düşünmektedirler. Bu sebeple ona işkence etmişlerdir. Bir süre sonra
Bünyamin, Kostantiniye’ye döner ve babasının başına gelenleri öğrenir: Uzun
İhsan Efendi'nin evi yerle bir edilmiştir. Sonra da gözleri oyulup, kulakları,
burnu kesilmiş ve bu haliyle dilenciler kethüdası Hınzıryedi’ye satılmıştır. Bu
bilgileri edinen Bünyamin, babasını aramaya koyulur. Dilenciler Kethüdası
Hınzıryedi de casus Zülfiyar gibi Büyük Efendi Ebrehe’ye hizmet etmektedir.
Kimya ile yakından ilgilenen tuhaf görünümlü Büyük Efendi Ebrehe, Hınzıryedi’ye
özel bir görev verir: Kostantiniye’deki bütün dilencilerin toplamış oldukları
tüm sadakaları, ertesi sabah iade edilmek üzere kendisine getirmesini ister.
Hınzıryedi Büyük Efendi’nin eksiksiz olarak teslim edilen paralarla ne
yaptığını araştırır ve Büyük Efendi’nin şeytanın parası denen kara bir parayı
aradığı bilgisine ulaşır. Hınzıryedi’nin diğer önemli görevi ise Uzun İhsan
Efendi’ye göz kulak olmak, eğer yanına genç bir delikanlı yaklaşırsa,
Zülfiyar’ı bu durumdan haberdar etmektir. Babasının dilenciler loncasında
olduğunu öğrenen Bünyamin de, Zülfiyar’a yüzü kanlısı tarafından tırpanla parçalanmış
Anadolu’dan gelen bir gencin hikâyesini uydurarak buraya kaydolur. Zülfiyar,
Bünyamin’i kendisinin de unutmasının yasak olduğu bir isimle lonca defterine
kaydeder: Bünyamin!
Hınzıryedi efendisi Ebrehe şerefine loncada
bir yemek düzenler. Yediği bir lokma sonucu boğulma tehlikesi yaşayan Büyük
Efendi’yi, Bünyamin babası Uzun İhsan Efendi’den öğrenmiş olduğu bir bilgi /
yöntem sayesinde kurtarır. Büyük Efendi Ebrehe, Bünyamin’e sorular sorar ve
aldığı cevaplar karşısında kendisi ile arasında şaşırtıcı bir benzerlik kurar
ve ona ertesi gece yanına gelmesini söyleyerek loncayı terk eder.
Bünyamin artık Büyük Efendi Ebrehe'nin yanında kalmaya
başlamıştır. Serbest olduğu bir gün babası Uzun İhsan Efendi ile bir araya
gelmeyi başarır. Tam da Bünyamin’in kendisine sesleneceği sırada Uzun İhsan
Efendi onu tanır. Bünyamin kulakları sağır, gözleri kör babasının kendisini
nasıl olup da tanıyabildiğine anlam veremez. Uzun İhsan Efendi ise ona, onu
görüp duymaktan öte onu ve onun içinde yaşadığı dünyayı düşündüğünü söyler.
Bünyamin duydukları karşısında babasının yaşadıkları sonucu aklını yitirdiğini
düşünür. Bu sırada Uzun İhsan Efendi oğluna, aslında her şeyin düşlerden ibaret
olduğunu söyler. Uzun İhsan Efendi tüm bunları anlatırken birlikte Galata’ya
doğru yol alırlar. Uzun İhsan Efendi dehşete kapılan oğluna, sürekli olarak
zihniyle bütün olaylara yön verebildiğini tekrar eder. Bu sırada Uzun İhsan
Efendi, oğlundan kendisini rıhtımdaki bir fıçıya koymasını ve kendisinin de
derhal oradan uzaklaşmasını ister. Bünyamin çaresizlik içinde kendisinden
istenileni yerine getirir ve şimdilik babasını tekrar kaybeder.
İçinde Uzun İhsan Efendi’nin bulunduğu fıçı, bir gemi ile
Cebelitarık’a doğru yol aldığı sırada Bünyamin kendisini Büyük Efendi
Ebrehe’nin el-kimya odasında bulur. Asıl isteği babasını kurtarmak olan
Bünyamin, orada yaşadığı deneyimler sonucu içinden gelen bir dürtüyle orada
kalıp Ebrehe'nin amaçlarını öğrenmeye karar verir. Bir süre sonra Ebrehe ve
Bünyamin arasında koyu bir sohbet başlar. Bünyamin'in tutumu ve vermiş olduğu
cevaplar, onu Ebrehe karşısında ilgi çekici hale getirmiştir. Bu sohbetle
Bünyamin, Büyük Efendi Ebrehe’den koynunda sakladığı kara paranın önemini
öğrenir. Ancak kara paranın kendisinde bulunduğundan söz etmez. Bünyamin,
Ebrehe’ye boşluğu, neden sonsuz hızın peşinde olduğunu, neye ulaşmak istediğini
sorar. Ebrehe ona gerçeği anlatacağını söyler ve ona hayatını değiştiren
kehanet aynasından söz eder. Bir vakitler geleceği gösterdiği söylenen ve bir
derviş tarafından padişaha hediye edilen bu ayna, on beş yıl önce bir cellât
mezadında tesadüfen Ebrehe’nin eline geçmiştir. Aynanın en önemli özelliği ise,
kıyametten yedi yıl önce gerçekleşecek olayları haber vermesidir. Şu ana kadar
aynanın yüzeyinde bir yazı şeklinde beliren her kehanet gerçekleşmiştir. Son
kehanet ise kıyametten bir yıl önce, yedinci dolunayda Mehdi’nin batı
kapısından girecek olmasına dairdir. Bu da Ebrehe’ye göre kıyamete çok az bir
zaman kaldığının göstergesidir. Anlatılanları şüpheyle dinleyen Bünyamin,
duyduklarını boşluk ve sonsuz hız ile ilişkilendiremediğini söyleyince, Ebrehe
de ona içinde bulunduğu durumu, neyi amaçladığını, boşluk ve sonsuz hızın
sırrını aktarır. Ebrehe kıyametin çok yaklaştığına inandıktan sonra, kıyamet ve
kıyamet sonrası ile ilgili pek çok kitap okumuştur ve işlediği günahlardan
kurtulmanın bir yolunu arar. Sonunda tövbe etmek ya da kıyametten kaçmak
arasında bir seçim yapar. Kıyametten kaçmanın mümkün olabileceğine inanır.
Böylece boşluk ve sonsuz hız, Ebrehe için anlam kazanır. Ebrehe Bünyamin’e
kendisini kıyametten kurtaracak, döndürülmeye hazır, içinde insan olan topaç
planlarını gösterir ve ön açıklama olarak hareket etmenin karşıtının, durma
değil, karşı hareket olduğunu söyler. Topacın karşı harekete erişilebilecek bir
araç olduğunu ve karşı hareketin gerçekleşmesi için, sonsuz ötesi hıza ve
boşluğa gerek olduğunu söyler. Kısacası, Ebrehe Bünyamin'e kendi ölümsüzlük
formülünü; “Boşluk + Sonsuz Ötesi Hız + Karşı Hareket (Zaman tersine akar) =
topaç geçmişe dönebilir ” şeklinde açıklar.
Bünyamin kendisine anlatılanları anlamlandırmaya çalıştığı
sırada, Ebrehe ona kendisini de ilgilendiren bir şey söyler: Boşluğun
yeryüzünde ancak bir para büyüklüğünde bulunduğunu ve bunun çoğaltılarak,
topacı sonsuz ötesi hıza ulaştırabileceğini açıklar. Yani bir el-kimya işlemi
sonucu bu para ile boşluğun hacmi arttırılabilmektedir. Böylece Bünyamin,
elindeki uğursuz kara parayı ve buna bağlı olarak yaşadıklarını anlamlandırmaya
başlar.
Bünyamin kafasındaki sorularla meşgul olurken, Büyük Efendi
Ebrehe de yedinci dolunayda kente batı kapısından girecek olan Mehdi’yi
beklerken, Kostantiniye’ye ilginç bir haber ulaşır. Gözleri oyulup, kulakları
ve burnu kesilmiş bir adamın, dört direkli gemilerin dümenine yapışarak,
pusulasız gemilere kılavuzluk ederek, yeni kıtalar keşfede keşfede dünyanın ta
öbür ucundan Kostantiniye’ye gelmekte olduğu kentte kulaktan kulağa yayılır.
Sözü edilen kişi Uzun İhsan Efendi’dir. Gemi rıhtıma yanaşır ve Uzun İhsan
Efendi doğruca evlerinin olduğu yere gider. Boş arsada bir süre oyalanan Uzun
İhsan Efendi daha sonra bir meyhaneye girer. Orada bulunan kişilere, düşündüğü
için kendisini değil onları var ettiğini, onların sadece kendi zihnindeki
düşüncelerden ibaret olduğunu söyler ve alay konusu olur. Ona göre Rendekâr
yanılıyordur: Rendekâr’a göre kendisinin düşünüyor olması, kendi varlığını
doğrular. Ancak Uzun İhsan Efendi, bunun bir yanılgı olduğuna inanır. Bilakis
düşünmesi, bu dünyanın varlığının delili sayılmalıdır.
Tüm bunların yaşandığı sırada Bünyamin teşkilatta Ebrehe
ile birliktedir. Kehanet aynası masalı eğer doğru ise, yılın yedinci dolunayı o
gece çıkacak ve Mehdi Kostantiniye’ye batı kapısından girecektir. Gece yarısı
Ebrehe ve adamları, Mehdi olduğuna inandıkları bir kişiyi teşkilata getirirler
ve Bünyamin’in yan odasına kapatırlar. Mehdi olduğuna inanılan kişi, Ebrehe’nin
elindeki kehanet aynasının ve şu ana değin gerçekleşen kehanetlerin planlı
olduğunu itiraf eder. Amaç vaktiyle padişaha hediye edilen bu ayna ile
imparatorluğu ele geçirmektir: Mehdi gelecek, padişah tahtını ona bırakarak
kaçacak ve ülke Nemçe casusları tarafından yönetilecektir. Ebrehe anlatılan bu
hikâyeye inanmaz ve işkenceci Hattakay’ı çağırır. Ancak işkenceci, Hattakay
yerine Hınzıryedi çıkar. Tam da bu sırada teşkilatın kapısında olay çıkar.
Loncadaki dilenciler teşkilatı yağmalamak isterler ve bunu da başarırlar.
Hınzıryedi dilencileri örgütlemiştir. Amacı Ebrehe’den öcünü almaktır. Yaşanan
kargaşa sırasında casus ödü patlayarak ölür. Ebrehe’yi öldürmek isteyen
Hınzıryedi, ona kendisine kurduğu tuzağı anladığını söyler ve son dileğini
sorar: Ebrehe Bünyamin ile yalnız konuşmak istediğini söyler. Bu isteği yerine
getirilen Ebrehe, Bünyamin’e onun Uzun İhsan Efendi’nin oğlu olduğunu, paranın
onda olduğunu başından beri bildiğini söyler. Ancak kendisinin, onun için
aradığı para kadar kıymetli olduğunu da sözlerine ekler. Son arzusunun
öldüğünde o paranın ağzına koyularak çenesinin bağlanmasıdır. Bu görüşmeden
sonra, Hınzıryedi Ebrehe’yi öldürür ve hep birlikte lonca binasına giderler.
Bünyamin’e, Hınzıryedi tarafından cesedi yıkama görevi verilir. Böylece
Bünyamin, Ebrehe’nin son dileğini yerine getirmiş olur. Ceset lonca binasının
tam ortasına gömülür. Hınzıryedi’nin tertip ettiği ziyafet sırasında, lonca
kapısında Dertli belirir. Bulunduğu yere yıldırım düşürmesiyle ünlü Dertli,
Hınzıryedi’ye silah doğrultur. Bu sırada dilenciler kaçmaya çalışırlar, ancak
Hınzıryedi siper aldığı taşın arkasında mahsur kalır. Daha önce kendisine
iyiliği dokunmuş olan Bünyamin’i tanıyan Dertli, ona kaçması için yardım eder.
Bünyamin’in kaçmasıyla, loncaya yıldırım düşer ve lonca yanar.
Bünyamin loncadan kaçtıktan sonra bir hana gider ve orada
uyuyan han bekçisini izleyen bir tüccar ile karşılaşır. Bu tüccar rüya görmeyi
çok sevmesine karşın, onun uyuması yani rüya görmesi, görmüş olduğu bir rüya
sırasında yasaklanmıştır. Derdine çare arayan tüccar bir sihirbaza akıl
danışır. Sihirbaz ona yüzyıllardır uyuyan birini uyandırmayı başarırsa,
uykusuzluk illetinden kurtulacağını söyler. Tüccar bir gün Kostantiniye’ye
gelir ve burada kaldığı handa sürekli uyuyan bir han bekçisi görür. Daha sonra
oradan ayrılır fakat bekçi hala aklındadır. Böylece tüccar Kostantiniye’ye
uğrayarak bekçinin hala uyuyup uyumadığını denetlemeyi alışkanlık haline
getirir. Tüccar bekçinin uyanacağı günü beklemeye başlar. Bünyamin ve tüccarın
karşılaştığı gece, tüccar yine bekçiyi izlemektedir. Tüccar Bünyamin’e adını
sorar ve sohbet etmeye başlarlar. Bu sırada bekçide uyanma, tüccarda uyuma
belirtileri hissedilir. Fırsatı kaçırmak istemeyen tüccar, Bünyamin’e veda
etmeden odasına gider. Avluda bekçi ile yalnız kalan Bünyamin’in aklına
babasının vermiş olduğu atlas gelir ve onu koynundan çıkararak atlasın
sayfalarını çevirir. Bünyamin ilk defa kitabın adını okur: Puslu Kıtalar
Atlası. Kitabın son bölümünü açar ve tesadüfen babasının kendisine yönelik
yazmış olduğu satırlara denk gelir. Bu aslında babasının veda mektubudur. Uzun
İhsan Efendi mektubunda oğluna gördüğü, işittiği ne varsa hepsinin babasının
zihnindeki düşlerden ibaret olduğunu, hatta kendisinin de babasının zihninde
bir düş olduğunu yazar. Böylece Bünyamin cesaret edip soramamış olduğu
soruların cevaplarını almış olur. Bünyamin kitabı kapatır ve koynuna koyar.
Bekçiyi uyandırır. Bekçi uyanır, ancak etrafında kimseyi göremez. Her taraf
karanlıktır.
7.1.1.
Puslu Kıtalar Atlası Romanının Kronotop İncelemesi
“Ya düşünde seni görmeyi bir yana bırakırsa... ” (Lewis
Caroll'dan alıntılayan Fatma Akerson 1983: 21)
Puslu Kıtalar Atlası[19] Ege Üniversitesi Felsefe bölümünde öğretim görevlisi İhsan
Oktay Anar'ın 1995'te yayımlanan ilk romanı olmakla birlikte, Türk edebiyatının
postmodernizme açılan kapılarından biri olarak yorumlanmaktadır. Yapıtta
1681-1684 yıllarının İstanbul'unda, Uzun İhsan Efendi ve oğlu Bünyamin'in
başından geçen olaylar, rüya ve gerçek sorunsalı ekseninde okuyucunun zihninde
canlandırılır. Anlatıyı Uzun İhsan Efendi'nin kendisi ve onun rüyaları /
hayâlleri olarak iki farklı düzlemde değerlendirmek mümkündür. Uzun İhsan
Efendi bilmeyi, öğrenmeyi ve macerayı çok sevmekte ancak uyumak ve rüya görmek
dışında bir şey yapmamaktadır. Bunun sonucu olarak Uzun İhsan Efendi kendisine
Bünyamin adında bir düş - oğul kurgular ve bu oğlunu gerçek yaşamı
deneyimlemek üzere yolculuğa gönderir ve oğluna şu sözleri söyler:
Bilmek ve şahit olmak en büyük mutluluktur.
Macera ise büyük bir ibadettir; çünkü O'nun eserini tanımanın başka bir yolu
olduğunu görebilmiş değilim. Kendi payıma ben, dünyayı rüyalarımla keşfetmeye
çalıştım. Bu yeterince cesur olmadığımın bir göstergesi olabilir. Aynı hatayı
senin de yapmanı istemiyorum. (PKA, 2004: 55)
Böylece bu yolculukla birlikte anlatı şekillenmeye başlar.
Anlatı boyunca Bünyamin'in varlığı, anlatının somut / gerçek düzlemini
oluşturuyor gibi gözükmekle birlikte, yaşamış olduğu olaylar sırasında
karşılaştığı fantastik öğeler / kişiler ve zamanın kesintili akışı, okurun
gerçeklik algısını bozar. Bu durum da rüya - gerçek arası belirsizliği ortaya
koyarken, neden - sonuç ilişkilerini yok eder, zaman ve uzamda kopukluklar, dahası
çokanlamlılık yaratır. Yapılan bu çıkarımların daha önce sözünü ettiğimiz
postmodern anlatı formuyla örtüşmesi, tam da bu noktada Puslu Kıtalar Atlası
adlı yapıta kısaca bu çerçeveden bakmaya zemin hazırlar. Mesela Puslu
Kıtalar Atlası'nda anlatının yazılış sürecinin anlatıya dâhil edilmesi,
yani Uzun İhsan Efendi'nin yazmış olduğu atlasın - metnin kendisinin- kurguya
malzeme edilmesi; yazar İhsan Oktay Anar'ın anlatıya zaman zaman dâhil olması,
hatta yer yer müdahale etmesi ile ortaya çıkan oyunsu durum, yine bu anlatı
tarzının üstkurmaca özelliğine karşılık gelir:
Ben de düşünüyorum, dolayısıyla varım ama
kimim? Galata'da, Yelkenci Hanı bitişiğinde ikamet eden Uzun İhsan Efendi mi,
yoksa bugünden tam üç yüz sekiz yıl sonra, sözgelimi İzmir'de oturan mahzun ve
şaşkın adam mı? (PKA, 2004: 237)
Puslu Kıtalar Atlası, postmodern anlatı özelliklerinden bir diğeri olan
metinlerarasılığı da barındırır. Uzun İhsan Efendi'nin rüyasında var ettiği düş
- oğlu / Bünyamin, Jorge Luis Borges'in Yuvarlak Tapınağın Kalıntıları2
adlı öyküsünde, kahramanın rüyasında yetiştirdiği düş - oğlu çağrıştırmaktadır.
Ayrıca Kubelik'in Zagon Üstüne Öttürme11 adıyla çevirisini
yapmış olduğu kitap ve kitabın yazarı Rendekâr, Rene Descartes'ın ve onun Yöntem
Üzerine Konuşmalar adlı eserinin taklidi olarak anlatıda yer alır.
Rüya, kesinliği dayatmayan yapısı ve anlama dair ürettiği
bulanıklık dolayısıyla postmodern anlatının sıklıkla kullandığı bir motiftir. Puslu
Kıtalar Atlası'nda da var olan anlama dair belirsizlik rüya fenomeni
ile güçlenir. Böylece Puslu Kıtalar Atlası okuru, daha önce de sözü
edildiği üzere gerçek ve rüyanın harmanlandığı, belirsizliğin hâkim olduğu bir
sürece dâhil eder: [20] [21]
Anlatılanların gerçekten düşe, düşten
saçmaya doğru gelişmesi okurun kendisini gerçekle düş arasında bir yerde
-eşikte- hissetmesine neden olurken eserdeki anlam bütünlüğü de bozulmaktadır.
(Kefeli, 2007: 87)
Puslu Kıtalar Atlası'nın
ana karakteri Uzun İhsan Efendi'nin üretmiş olduğu, “düş müyüm, gerçek mi?”
sorunsalı çeşitli felsefî tartışmalara, belirsizliklere zemin hazırlar:
Ne var ki ben, kendimle ilgili bazı
meseleleri hâlâ çözebilmiş değilim. Rendekâr düşünüyor olmasından var olduğu
sonucunu çıkarıyor. (...) Hangimiz düş, hangimiz gerçek? (PKA, 2004: 237)
Bu tartışmalar anlamın çoğalmasına, dahası her okurun kendi
anlamını oluşturmasına katkıda bulunur. Bu çıkarımdan hareketle, anlatının
kronotop anlayışı doğrultusunda yapılacak incelemesinde, ana karakter Uzun
İhsan Efendi'nin gerçek mi, rüya mı olduğu belirsizliğinden uzaklaşarak onu ve
rüyalarını kendi okumamız / gerçeğimiz üzerinden ele alacağız. Zira yapıtın
yazarı da kendisiyle yapılan bir söyleşide “hem düş hem gerçek olan birinin
düşsel insanlarla diyaloğu fikri beni çok eğlendirmişti”[22] sözleriyle, anlatıya dair
geliştirilebilecek farklı okumaları işaret eder gibidir.
Puslu Kıtalar Atlası
adlı anlatının kurgusunun iskeletini -zaman zaman gerçekliği şüphe uyandırsa
da- Uzun İhsan Efendi ve onun rüyaları oluşturmaktadır. Bu da anlatının
çalışmamızın ana izleği olan rüyalar ve rüyaların kronotop anlayışı
doğrultusunda yapılacak incelemesine elverişli olduğunu gösterir. Anlatı Uzun
İhsan Efendi'nin korsan dayısı Arap İhsan'ın, bir gece yarısı Haliç'e inerek
yeğeni Uzun İhsan Efendi'yi ziyaret etmesiyle başlar. Uzun İhsan Efendi bilme
öğrenme isteği taşır ancak cesaretsizliği dolayısıyla oluşturmak istediği dünya
atlasını, gezerek görerek değil de rüyaları aracılığı ile çizmeye çalışır. Bu
sebeple ki Uzun İhsan Efendi yaşamının çoğunu uyku şerbeti içip, rüyaya yatarak[23]
geçirmektedir. Uzun İhsan Efendi'nin bu tuhaf yaşam biçimi, oğlu Bünyamin için
merak konusu olmaktadır. Arap İhsan'ın Uzun İhsan Efendi'yi ziyaretinden bir
süre sonra eski kâtip Kubelik, Uzun İhsan Efendi'nin evine gelerek, Arap
İhsan’ın kendisinden istediği kitabın çevirisini bırakır. Bu Zagon Üstüne
Öttürme adlı felsefî eser, istihâreye yatarak rüyalarında dünya atlası
oluşturmaya çalışan Uzun İhsan Efendi’nin rüyalara - gerçek olana dair bakış
açısını etkiler. Bunun üzerine Uzun İhsan Efendi, her şeyden hatta kendi varlığından
şüphe duymaya başlar. Uzun İhsan Efendi zihnini meşgul eden bu şüpheli durumu
açıklığa kavuşturmak üzere uyku şerbetinden içerek rüyaya yatar:
Düşünde kendisini uçsuz bucaksız bir çölde
gördü. Sanki kumların üzerinde haftalarca sürünmüş gibiydi. Bir kum tepesinin
eteğinde küçük bir gölcük seçti ve susuzluğunu gidermek için oraya seğirtti.
Fakat bu bir su birikintisi değil, bir aynaydı. Yanı başındaki kaplan ise,
sanki suymuş gibi aynayı dilini şapırdata şapırdata içiyor, bir taraftan da yan
gözle kendisine bakıyordu. Susuzluğunu giderdikten sonra açlığını da bastırmaya
kararlı olduğu belliydi. Uzun İhsan Efendi korkmadı, bunun bir düş olduğu
belliydi. Diz üstü çöküp aynaya baktı ve orada kendi aksi yerine oğlu
Bünyamin’in yüzünü gördü. Kendi kendine, “Düş görüyorum” dedi, “Düş gördüğümden
şüphe edemem. Düş görüyorum, öyleyse ben varım. Varım ama ben kimim? (PKA,
2004: 45)
Bu rüyadan sonra Uzun İhsan Efendi’nin zihni düşleyerek
diğerlerini var ettiği düşüncesi ile meşgul olmaya başlar. Ona göre uyku bir
uyanış, rüyalar ise gerçeklik olabilir. Kendisi rüyasındaki aynada Bünyamin,
uyandıktan sonra tıraş olurken baktığı aynada ise Uzun İhsan Efendi olmuştur.
Böylece anlatıdaki rüya, Uzun İhsan Efendi'nin zihninde başlattığı varoluşa
dair dönüşüm dolayısıyla kronotop işlevi üstlenmiştir. Ayrıca Bakhtin'in
“Edebiyatta eşik kronotopu bazen açıkça ama genellikle de örtük bir biçimde hep
eğretilemeli ve simgeseldir.” (Bakhtin, 2001: 322) söylemi hatırlanacak olursa,
burada rüya kronotopunun simgesel bir eşik kronotopu olabileceği doğrulanır.
Uzun İhsan Efendi'nin bu rüyası, taşıdığı sembolik öğeler
dolayısıyla Freudçu bakış açısıyla değerlendirilmeyi de mümkün kılar. Rüyadaki
kaplanın gerçek yaşamda korku ve kaygılarından arınamayan Uzun İhsan
Efendi'nin karşılaşmaktan çekindiği tehlikeleri sembolize ettiği
varsayılabilir. Ayrıca gerçek yaşamda bir kaplanla karşı karşıya
kalamayacak kadar cesaretsiz olan Uzun İhsan Efendi, rüyasında bunu
gerçekleştirerek, Freud'un rüyaların bir arzunun tatmini olduğu yönündeki savını
örnekler. Uzun İhsan Efendi'nin bakmış olduğu ve kendisi yerine oğlu Bünyamin'i
yansıtan ayna ise Uzun İhsan Efendi'nin kimlik karmaşasını somutlayan bir
sembol olarak yorumlanabilir. Zira ayna - su sembolleri göz / görme ile
ilişkilendirilmektedir.[24] Bu bağlamda
Uzun İhsan Efendi'nin bu rüyada, aynada / suda kendisine bakarak,
kendisiyle ve kimlik karmaşasıyla yüzleştiğini söyleyebiliriz. Ele aldığımız bu
rüya, geleneksel / gelecekten haber taşıyan rüyalar başlığı altında da
konumlandırılmaya elverişlidir. Rüyadaki kaplanla yaşanan karşılaşmayı
Bünyamin'in gerçekleştiriyor olması, onun gerçek yaşamda kısa bir süre
sonra uzun ve tehlikelerle dolu, maceralı bir yolculuğa çıkacağının habercisi
gibidir. Kısaca Uzun İhsan Efendi'nin bu rüyası, gerek Freudçu gerekse
geleneksel bakış açılarıyla değerlendirilmeye uygun olmakla birlikte, bu
durumun rüyanın kronotop işlevinde farklılık yaratmadığını söyleyebiliriz.
Öte yandan Bünyamin kendi varlığına, babasına ve
yaşadıkları hayata dair kafasında oluşan sorulara cevap bulma amacıyla,
babasının uyku şerbetinden oldukça fazla içerek uykuya dalar. Uzun süre
uyanamayan Bünyamin, öldü sanılarak gömülür. Bünyamin içinden gelen sese kulak
vererek canlı canlı gömüldüğü mezardan çıkmayı başarır ve evine döner. Bu
yaşananlardan haberdar olan Vardapet isimli eski bir kilise zangocu kısa bir
zaman sonra Bünyamin’i ziyaret eder. Vardapet Bünyamin’e lağımcılık işinde
birlikte çalışmayı teklif eder. Bu durum karşısında hayatında hiç gezip
dolaşmamış olan Uzun İhsan Efendi tereddüt etse de hiç değilse oğlunun bu
fırsatı kaçırmasını istemez. Uzun İhsan Efendi oğluna rüyalarında hazırlamaya
çalıştığı dünya atlasını verir ve ona başı sıkıştığında bu kitabın kendisine
rehberlik edeceğini öğütler. Böylece Bünyamin ve Vardapet uzun bir sefere
çıkar. Vardapet ve Bünyamin, gelen padişah fermanına göre bir kalede esir
bulunan Zülfiyar isimli casusu kurtarmak üzere Sofya’ya giderler. Böylece tünel
kazılır. Casus Zülfiyar’ı kurtarmadan bir gece önce Bünyamin ilk defa babasının
kendisine vermiş olduğu kitabı rastgele açar ve yeraltı hâzinelerinin
arasına karıştı. cümlesini okur. Ardından her zaman görmüş olduğu rüyayı
görür:
Bünyamin uykuya daldığında paslanmış
zırhları ve küflenmiş kalkanlarıyla, karanlık bir sisin içinde yol alan o yeniçerileri
gördü. Sağın ve solun, kuzeyin ve güneyin olmadığı yönsüz bir uzamda, belki de
yeraltında dolaşıyorlar, bir hazineyi sessizce arıyorlardı. Hazine onları bir
mıknatıs gibi kendine çekiyor, ama pusulaları olmadığı için onlar bu çekimin
yönünü kestiremiyorlardı. Aradıkları şey hem her yerde, hem de hiçbir yerdeydi.
Kim bilir, belki de içinde ilerledikleri karanlık sis, bu çekimin kendisiydi.
(PKA, 2004: 78)
Bünyamin ve Vardapet ertesi gün tam da Zülfiyar’ı kurtarmak
üzereyken saldırıya uğrarlar. Bu sırada Zülfiyar padişaha teslim etmesi gereken
emaneti Bünyamin’e verir. Bu kapkara, mıknatıslı bir paradır. Bu noktada
Bünyamin'in yolculuğu, yol kronotopu olarak değerlendirilebilir. Çünkü onun bu
yolculuk sırasında tesadüfen eline kara paranın geçmesi ile yaşadıkları,
Bünyamin'in zaman - uzamındaki değişimlerinde belirleyici olacaktır.
Bünyamin'in somut düzlemde gerçekleştirdiği yolculuk,
zamanla ruhsal düzlemde de etkisini gösterecektir. Anlatıda saptamış olduğumuz
yol kronotopu doğrudan Bünyamin üzerinde etkili olurken; Bünyamin'in yeraltında
görmüş olduğu rüya, anlatının akışında oluşturmuş olduğu düğüm / merak
dolayısıyla doğrudan anlatı üzerinde etkili olmaktadır. Bu durumda Bünyamin'in
rüyası, anlatının anlam katmanlarından biri olması sebebiyle rüya kronotopudur.
Bünyamin'in rüyası da Uzun İhsan Efendi'nin rüyası gibi hem
Freudçu hem de geleneksel doğrultuda yorumlanmaya olanaklıdır. Bünyamin'in
rüyasında bulunduğu yeraltı, Freud'un rüya kuramına göre onun bilinçdışını
sembolize eden bir öğedir. Buna dayanarak rüyaya hâkim olan karmaşık atmosferin
Bünyamin'in karmaşık zihninin izdüşümü olduğunu varsayabiliriz. Yine Freud'a
göre gün içinde yaşananlar rüyanın malzemesidir, kışkırtıcısıdır; Bünyamin gerçek
yaşamda da rüyasında olduğu gibi yeniçerilerle birliktedir ve yeraltında bir
arayış içindedir. Bünyamin'in bu rüyası geleneksel rüya yorumu çerçevesinde de
anlamlıdır. Zira rüya bütünüyle geleceğe dair bilgiler taşımaktadır. Mesela
rüyada aranan ve mıknatıs etkisiyle Bünyamin'i ve diğerlerini kendisine çeken
hazine, gerçek yaşamda Bünyamin'in eline tesadüfen geçen mıknatıslı kara
paranın habercisidir. Bünyamin'in eline bu para geçtikten sonra tıpkı rüyasında
olduğu gibi, yönsüz kalacak ve sislerin içinden yolunu bulmaya çalışacaktır. Bu
noktadan sonra kara para anlatıyı şekillendirme işlevi görecektir.
Sonsuz güce ulaşabilmek için bu paraya ihtiyaç duyan Büyük
Efendi Ebrehe, bu parayı eline geçirmek adına hem Bünyamin'e hem de Uzun İhsan
Efendi'ye türlü hileler düzenler, ancak başarılı olamaz. Bünyamin'in yaşamış
olduğu tecrübeler, maceralar anlatının akışını oluştururken anlatı sonunda
Bünyamin'in gerçek yaşamdaki varlığı silinir. Böylece anlatı,
beklenmedik bir sonla noktalanır.
Sonuç olarak Puslu Kıtalar Atlası, rüya - gerçek
sorunsalı ekseninde gelişen ve açık uçla sonlanan, rüya fenomeni ile
zenginleştirilmiş bir kurguya sahiptir. Kronotop incelemeleri, anlatı içinde
hayat bulan kahramanların ve onların rüyalarının gerçekliği
tartışılmadan, anlatının kurgusal düzlemindeki somut varlıkları doğrultusunda
yapılmıştır. Anlatıdaki pek çok rüya arasından seçilen ve incelenen Uzun İhsan
Efendi'nin rüyası, onun zihninde var olan karmaşayı somutlayarak yarattığı
kırılma dolayısıyla; Bünyamin'in rüyası ise, anlatıyı şekillendirmesi
dolayısıyla rüya kronotopu olarak değerlendirilmiştir. Daha sonra bu rüyalar
detaylandırılarak, geleneğin ve Freud'un rüyaya bakışlarının izleri sürülmüştür
ve anılan iki farklı anlayışın bu anlatıda iç içe geçtikleri saptanmıştır.
Ayrıca Puslu Kıtalar Atlası'nın,
postmodern anlatı formunun farklı okumalara olanak sağlayan yapısı dolayısıyla
çeşitli yorumlara açık, zengin bir metin olduğunu ifade edebiliriz: Mesela
anlatının bütününü rüya, yani kronotop olarak düşünmek de mümkündür. Bu bakış
açısına göre kronotop anlam parçacıkları olmanın ötesine geçer ve anlatının
bütününe yayılarak gerçeklik zeminini sarsar.
“Umut besleyerek, hangi serüvenin yaşanacağını bilmeden
gecenin eşiğine gitmek ne büyük zevk! Bu gece nereye götürüleceğim? Hangi
diyara? Hangi diyarın diyarına? ”
H. Cixous
Rüya! Bir sırrın aralanması, zaman dışılık, özgürlük,
kişinin kendisini ötekiyle eşit hissetmesinin de ötesinde biricik olduğunun
farkına varması, geçmişin tortusu, bir bilinmezden bilinene uzanan serüven,
ispat gerek olmadan keşfetmenin hazzı, hiç kimsenin yabancısı olmadığı, kişinin
unutuşa direnen yanı, kişinin kendine dair ancak kendine tanıdık olmayan
karanlık yüzü, kısaca insanın kendisiyle iletişim kurma biçimi gibi çoğaltır
kendisini rüyaya değin söylenebilecekler. Tek bir sözcüğün çağrışımı ile bir
çırpıda imgelemimizde beliren bu ifadeler bile rüya üzerine söz söyleme
isteğimizi kışkırtır adeta. Yaşam, ölüm ve sonrası gibi üzerine en çok
koşulanlardan olur, çünkü o bize dair bizden aşırı olandır.
İletişimin[25] tarifini hatırlayacak
olursak: Kabaca iki uçlu olduğu, bir ucunda kişinin kendisi ve diğer ucunda
ötekinin bulunduğu, türlü malzemelerle gerçekleştirilen bir modelden söz
edilir. Bu çalışmanın çıkış noktasına işaret eden öncelikli husus tam da
buradadır: Rüyanın da iletişimi sağlayan bir araç sayılabileceği fikri. Bu
iletişim, kimi zaman kişinin kendisiyle kimi zamansa paralel bir evren ile
olabilmektedir. Bu nedenledir ki, rüyayı konu edinen çalışmamızda, öncelikle
kişinin kendisiyle, dahası kültürüyle daha sonra edebiyat ve sanat aracılığı
ile ötekiyle iletişiminin g/izleri sürülmüştür. Yapılan incelemelerle, rüya çok
yönlü bir iletişim aracıdır varsayımı desteklemiştir.
Kişinin kendine dair iletişim kaynaklarını ve süreçlerini
besleyen rüya, sanata ve edebiyata da sıçrayarak benzer işlevler üstlenir.
Gerçek olanı farklı bir bakışla ortaya koymayı ilke edinen sanatçılar ve
edebiyatçılar için rüya bir dönüştürüme olanak sağlar. Edebî yapıtları kurgusal
açıdan değerlendirmede sözünü ettiğimiz dönüştürüm bizi Bakhtin’in kronotop
anlayışı ile buluşturmuştur. Böylelikle rüya ekseninde şekillenen çalışmamızın
yöntemi belirlenmiştir. Kronotoplar çalışmamızın ikinci bölümünde de sözünü
ettiğimiz gibi anlatıların belli bir anını ve yerini görünür
kılarak, anlatıyı biçimlendirme rolü üstlenirler. Bu çalışmanın farklı bir
amacı da ortaya konmuş olan kronotop çeşitliliğine çalışmamız aracılığı ile bir
yenisini eklemektir. Bundan dolayı öncelikle çeşitli metinler içerisinde yer
alan rüyanın, metnin bütününe olan yansıması farklı bir deyişle kurgunun
akışına müdahalesi, incelenmiş ve rüyanın bir edebiyat kronotopu olup olmadığı
sorusu sorulmuştur. Elde ettiğimiz bu sonucun yönlendirmesi ile çalışmamız
farklı bir çıkarıma ulaşmıştır: Bu da rüyanın edebiyatçının / sanatçının gerçek
yaşamında başlı başına bir kronotop etkisi göstermesidir. Bu doğrultuda gerçek
yaşamda bir dönüşüm sağlayan kronotoplar ile yaratıcılık arasında ilişki
kurulmuştur.
Sanatın ve edebiyatın rüyaların mutlak gücüne boyun eğdiği
gerçeğine ulaşmak, çalışmayı iki varsayım üzerine temellendirmiştir: Öncelikle
rüyanın sanatçıyı / edebiyatçıyı yaratım- üretim sürecine taşımadaki işlevi
üzerinden rüya ve yaratıcılık bağlantısı ele alınmıştır. (bkz. 3.1.1) Ardından
rüyanın, sanatçının gerçek yaşamında kronotop işlevi taşıdığının altı
çizilmiştir. Bu doğrultuda, kronotop ve yaratıcılık ilişkisinin izlerini sürmek
için rüya- resim ve rüya-sinema alanları seçilmiş ve bu disiplinlere dair
çeşitli örnekler verilmiştir. Görsel öğelerle ressamın imgelemini
zenginleştiren ve bunlarla düşünmesini sağlayan rüya, resim sanatı için başat
bir rol oynar. Rüyayı dekor gibi kullanan sinema sanatı, rüya aracılığı ile
gerçek ve gerçek olmayan arasındaki geçişliliği gözler önüne serer. İster
sahiden görülmüş, ister amaçlı kurgulanmış olsun, yaratıcılığa dayanak olan
rüyanın sanatçı / edebiyatçı için kronotop rolü oynadığı saptanmıştır, çünkü
rüya, sanatçı / edebiyatçının gerçek yaşamında bir dönüşüme yol açmıştır.
Açıkça görülmüştür ki sanatçı / edebiyatçı gördüğü veya kurmaca dünya adına ürettiği
rüyayı yapıtları aracılığı ile toplumla paylaşır ki, bu da bizi bir bu dönüşüme
tanık eder.
Çalışmanın ikinci varsayımı olan ve aslında bu çalışmanın
asıl üzerinde durduğu husus: rüyanın bir edebiyat kronotopu olarak kabul edilip
edilemeyeceğinin ortaya konması üzerinedir. Bu sorunun cevabına ulaşmak için
öncelikle rüyanın edebiyatta kullanımı araştırılarak dikkate değer sonuçlara
varılmıştır. Önce, rüyayı doğrudan ya da dolaylı biçimde yapıtlarına malzeme
edinen gerek Türk gerekse yabancı yazarlar ele alınmıştır. Bu yazarlar, rüyalar
ne olursa olsun bir anlam taşır gerçeğinden hareketle, rüyayı kurmaca
metinlerde işlevsel bir form olarak benimsemişlerdir. Bu noktada yazarların
gücünü, sözcüklerin esrarengiz anlamlarından aldıkları kadar rüyanın zengin imgelem
dünyasından aldıklarına değinilmiştir. Ayrıca yazın dünyasının farklı alt
kollarını oluşturan mitoloji, masal, halk hikâyeleri gibi alanlarında da
rüyanın merkeze konumlandırıldığının örnekleri verilmiştir. Tam da bu noktada
çalışmamız farklı bir açılım kazanmıştır. Mitlerin, masalların ya da halk
hikâyelerinin ortaya çıktığı kültürlere ve dönemlere yönelik incelemeler,
anlatılarda yer alan rüyanın, anlatının oluştuğu dönemdeki rüyaya inanış
biçimine paralellik gösterdiğini ortaya koymuştur. Kurulan bu ilişki
neticesinde, farklı dönemlere ait bazı kültürlerin rüyaya inanışları ve bu
inançlarını örnekleyen metinleri çalışmamızda yer almıştır. Ancak rüya - dönem
ilişkisi, rüyanın kendi hikâyesine daha yakından bakmak amacıyla üç farklı alt
kategoride ele alınmıştır. Paralel Evrenden / Öteki Dünyadan Haber: Kehanet
olarak adlandırılan birinci kategoride Eski Mısır, Babil ve Asur, İ.S. Ortaçağ
Avrupası, eski Türkler, Kızılderililer, Şamanizm, Budizm ve Fars kültürlerinde
rüya ve rüyayı alımlama biçimlerine değinilmiş olup bunun farklı metinlerdeki
izdüşümleri gösterilmiştir. Anılan kültürlerde rüya iki farklı evren arasındaki
iletişimi sağlayan ve geleceğe yönelik bilgi kaynağı olan bir gerçeklik olarak
kabul görmüştür. İkinci kategoride ele almış olduğumuz rüyalar Bilinçdışı -
Gerçek bağlantısı başlığı altıda yer almaktadır. Burada dikkate değer nokta
bilinçdışının Freud’dan çok önce de belli belirsiz tarif edilebiliyor
olmasıdır. Antik Yunan düşünürlerinden Sokrates ve tasavvuf öğretisinin rüyaya
olan bakış açısı bu savımızı desteklemiştir. Bilinç - Bilinçdışı ilişkisi
rüyaların son kategorisidir. Burada Freud’un ve Jung’un rehberliğine
başvurulmuştur. Rüya artık kişinin ruh dünyasını sağaltan farklı bir form
kazanmıştır. Freud’la birlikte ortaya çıkan bilinçdışı kavramı yine kendi
söylemine göre, rüyalarla kendisini açmaktadır. Ancak Freud rüyaların kendine
has bir lisanı olduğunu ve bu lisanı anlamlı kılabilmek için iyi bir çevirmene
gerek olduğunu da ekler.
Uygulama bölümü çeşitli anlatı türlerinden seçilmiş olan
metinlerle oluşturulmuştur. Öncelikle Agamemnon’un Rüyası, Tanrı Vergisinin
Erişeceği Adamın Rüyasında Mısır’da Hazine Görmesi, Zeynü’lMevasıf’ın Aşkları,
Yaban Çilekleri ve Puslu Kıtalar Atlası adlı metinlerde geçen rüyalarla,
yukarıda sözünü ettiğimiz rüya kategorileri örneklenmiştir. Böylece rüya -
dönem ilişkisi de kurulmuştur. Daha sonra bu metinlerde bir dönüşüme yol
açtığını gördüğümüz rüyalar, Bakhtin’in kronotop çeşitliliğine bir
yenisini eklememize olanak sağlamıştır. Yani ortaya atmış olduğumuz rüya -
kronotop fikri doğrulanmıştır.
Çalışmamızın sonunda, Giriş Bölümünde (bkz. 0 Giriş ve 0. 1
Varsayımlar) belirttiğimiz iki temel varsayımımızın kanıtlanmış olduğunu
söyleyebiliriz: Rüya, insanların gerçek yaşamlarında da dönüştürücü, eyleme geçirici
bir etki yaratmaktadır. Tıpkı aynı şekilde ikinci varsayımımızda
kanıtlanmıştır: Rüya, sanat / edebiyat metinlerinin de kurgusunda dönüştürücü
bir etki yaratmaktadır. Kuşkusuz, gerek gerçek yaşam, gerek sanat / edebiyat
bağlamında, bu dönüştürücülüğün etkisini gösterme biçimi, başka bir deyişle
rüyayı yorumlama ve onun peşinden gitme dürtüsü, içinde yer aldığı kültürün
rüyayı yorumlama düzeyiyle paralellik gösterir. Ama bu, rüyanın bir kronotop
olma özelliği açısından pek de önemli değildir.
Öte yandan bir edebiyat araştırmacısı olan
Bakhtin’in oluşturduğu bu kavramın, edebiyatın ve kurmacanın sınırlarını
aşarak, gerçek yaşamla bağlantı kurduğunu görmek de ilginçtir.
Adler, Alfred (1929 ^ Türkçesi: 112011) Yaşama Sanatı. Çev. Kâmuran Şipal, Say
Yayınları, İstanbul.
Adler, Alfred (1929) Lebenskenntnis. Fischer Verlag
(Tb.), Frankfurt.
Adorno, Theodor W. (2005 ^ Türkçesi: 2007) Rüya
Kayıtları / Traumprotokolle. Çev.
Şeyda Öztürk, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
Afgani, Ömer Khaddam (2008) Rüya Yorumları.
Alter Yayıncılık, Ankara.
Ağaoğlu, Adalet (2000) Gece Hayatım,
Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
Alvarez, A (1995 ^ Türkçesi: 2001) Gece -
Gece Hayatı, Gecenin Dili, Uyku ve Rüyalar /
Night An Exploration of Night Life, Night
Language, Sleep And Dreams. Çev. İsmail
Türkmen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Anar, İhsan Oktay (252004) Puslu Kıtalar Atlası. İletişim Yayınları,
İstanbul.
Baktin, Mikhail (Türkçesi: 2001) Karnavaldan
Romana, Derl. Sibel Irzık, Çev. Cem Soydemir, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Baydur, Mehmet (2004), Sinema Yazıları,
İletişim Yayınları, İstanbul.
Berger, John (1972^ 31988) Görme Biçimleri / Ways of Seeing. Çev.
Yurdanur Salman, Metis Yayınları, İstanbul.
Bergman, Ingmar (Yönetmen), (1957) Yaban Çilekleri
[Film].İstanbul, 2005: Saga.
Bergman, Ingmar (1965) Yaban Çilekleri,
Çev. Tezer Sümer, Bilgi Yayınevi, Ankara.
Bilimsel Bakışla 1000 Rüya Yorumu. (?) Çev. Hande Özelçi İper, Çiçek Yayıncılık, İstanbul.
Bin Bir Gece Masalları (Fransızca: 11899-1904 ^
Türkçesi: 52008) “Zeynü'l Mevasıfın Aşkları”, Çev. Âlim Şerif Onaran,
cilt 3/1, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
Borges, Jorge Luis, Sabato,
Ernesto (Mayıs 2009) “Düş, Evren, Öykü, Roman Üstüne Söyleşi”. Kitaplık
Dergisi: Sayı: 127. İstanbul.
Borges, Jorge Luis (1983) Yuvarlak
Tapınağın Kalıntıları. Latin Amerika Antolojisi, Çev. Fatma Akerson.
İletişim Yayınları, İstanbul.
Bosnak, Robert (1998), Rüyalarımız,
çev. Selim Yeniçeri, Okyanus Yayıncılık, İstanbul.
Botz-Bornstein, Thorsten
(2007 ^ Türkçesi: 2011) Filmler ve Rüyalar / Films and Dreams: Tarkovski,
Bergman, Sokurov, Kubrick ve Wong Kar-Wai, Çev. Cem Soydemir, Metis
Yayınları, İstanbul.
Campbell, Joseph (1949 ^
1999) Kahramanın Sonsuz Yolculuğu. Kabalcı, İstanbul.
Castaneda, Carlos (1993 ^
Türkçesi: 2000) Rüya Görme Sanatı / The Art Of Dreaming.
Çev. Jülide Değirmenciler,
Söz Yayın Oyunajans Yayıncılık, İstanbul.
Cebeci, Oğuz (2004) Psikanalitik
Edebiyat Kuramı. İthaki Yayınları, İstanbul.
Cixous, Helene (2003 ^
Türkçesi: 2009) Rüya Dedim Sana / Reve je te dis. Çev. Elif Gökteke,
Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
Davis, Judson, Jung at
the Foot of Mount Kailash: A Transpersonal Synthesis of Deppht Psychology,
Tibetian Tantra, and the Sacred Mythic Imagery of East and West, http://www.transpersonalstudies.org/ImagesRepository/ijts/Downloads/Judson%202010%2 82%29.pdf
Dee, Nerys (1991 ^
Türkçesi: 1997) Rüyaları Anlamak / Understanding Dreams. Çev. Nilüfer
Kavalalı, İlhan Yayınevi, İstanbul.
Dreams and Dreaming (1990) Constable, G. (Ed.) Time-Life
Books Editörleri, Time-Life Books, New York.
Dünya Sinema Tarihi (2003) Ed. Geoffrey Nowell-Smith, Çev. Ahmet Fethi,
Kabalcı Yayınevi, İstanbul.
Doğan, Zuhal (2008) Demirciler
Çarşısı Cinayeti ve Leopar Adlı Romanların Karnaval Yöntemiyle Karşılaştırmalı
Olarak incelenmesi. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Yeditepe
Üniversitesi, Karşılaştırmalı Edebiyat Programı, İstanbul.
Eagleton, Terry (1978 ^
Türkçesi: 2011) Edebiyat Kuramı, Çev. Tuncay Birkan, Ayrıntı Yayınları,
İstanbul.
Eco, Umberto (1992-93^
Türkçesi: 1996) Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti, Çev. Kemal Atakay, Can
Yayınları, İstanbul.
Ecevit, Yıldız (52008) Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, İletişim
Yayınları, İstanbul.
Eliade, Mircea (1951 ^ 22006) Şamanizm / Le chamanisme, İmge Kitabevi
Yayınları, Ankara.
Erkman - Akerson, Fatma
(2010) Edebiyat ve Kuramlar, İthaki Yayınları, İstanbul.
Ersoy, Necmettin (1990) Semboller
ve Yorumlarla Görünenden Görünmeyene, Zafer ve Sena Ofset Matbaası,
İstanbul.
Firdevsî (370/981 ^
Türkçesi: 2009) Şahnâme, Çev. Necati Lugal, Kabalcı Yayınevi, İstanbul.
Fordham, Frieda (72008) Jung Psikolojisinin Ana Hatları. Çev. Aslan
Yalçıner, Say Yayınları, İstanbul.
Freud, Sigmund (Türkçesi:
1967) Cinsiyet ve Psikanaliz, Çev. Selahattin Hilâv, Varlık Yayınları:
27. Cilt, İstanbul.
Freud, Sigmund (1900 ^
Türkçesi: 2001), Düşlerin Yorumu 1 / Traumdeutung 1, Çev. Emre
Kapkın, Payel Yayınları, İstanbul.
Freud, Sigmund (1900 ^
Türkçesi: 22006), Rüyaların Yorumu 2 / Traumdeutung 2,
Çev. Selçuk Budak, Öteki Yayınevi, İstanbul.
Freud, Sigmund (1969 ^
Türkçesi: 11999), Sanat ve Edebiyat / Bildende Kunst und
Literatür. Çev. Emre Kapkın, Ayşen Tekşen Kapkın, Payel Yayınevi, İstanbul.
Freud,
Sigmund (1933 ^ Türkçesi: 152010)
Psikanaliz Üzerine / Neue Folge der
Vorlesungen zur
Einführung in die Psychoanalyse, Çev. A.
Avni Öneş, Say Yayınları, İstanbul.
Freud, Sigmund (1917 ^
Türkçesi: 2011) Yanılgılar ve Düşler Üzerine / Vorlesungen zur Einführung in
die Psychoanalyse, Çev. Kâmuran Şipal, Say Yayınları, İstanbul.
Fromm,
Erich (1951 ^ Türkçesi: 2003) Rüyalar
Masallar Mitoslar/ The Forgotten
Language. Understanding
of Dreams Fairy Tales and Myths. Çev.
Aydın Arıtan, Kaan Ökten, Arıtan Yayınevi, İstanbul.
Gılgamış Destanı (İ.Ö. ~ 2000 ^ Türkçesi: 2006) Ölmek istemeyen Büyük
insan, Çev. Orhan Suda, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
Glaskin, Katie. Dreams,
Memory, and the Ancestors: Creativity, Culture, and the Science of Sleep, http://onlinelibrary.wiley.Com/doi/10.1111/j.1467-9655.2010.01668.x/pdf.
Gürbilek, Nurdan (2004) Kör
Ayna, Kayıp Şark. Metis Yayınları, İstanbul.
Hesse, Hermann (1950 ^
Türkçesi: 202011) Siddhartha / Eine indische Dichtung. Çev.
Kâmuran Şipal, Can Yayınları, İstanbul.
Hitchcock, Alfred
(Yönetmen), (1945) Spellbound [Film] Back Cover - Anchor Bay
Entertainment Release,1999.
Homeros. İlyada (? ^
Türkçesi: 232007) Çev. Azra Erhat, A. Kadir, Can Yayınları, İstanbul.
Jensen, Wilhelm / Freud,
Sigmund (1903 ^ Türkçesi: 2003), Sanrı ve Düş “Gradiva”. Çev. Emre
Kapkın, Ayşen Tekşen Kapkın, Payel Yayınevi, İstanbul.
Jolande, Jacobi (1959 ^
Türkçesi: 2002) C.G. Jung Psikolojisi /Die Psychologie von C. G. Jung,
Çev. Mehmet Arap, İlhan Yayınevi, İstanbul.
Jung, Carl Gustav (1962 ^
Türkçesi: 2009) Anılar Düşler Düşünceler / Erinnerungen, Traume, Gedanken
von C.G. Jung, Çev. İris Kantemir, Can Yayınları, İstanbul.
Jung, Carl Gustav (1974 ^91990) Dreams. Çev. R.F.C. Hull, Princeton University
Press, New Jersey.
Jung, Carl Gustav (1938 ^ 22010) Psikoloji ve Din, Çev. Raziye Karabey, Okyanus
Yayınları, İstanbul.
Kefeli, Emel (2007) Metinlerle
Batı Edebiyatı Akımları, 3F Yayınevi, İstanbul.
Kitabı Mukaddes: Eski ve
Yeni Ahit (1991). Kitabı Mukaddes Şirketi,
İstanbul.
Koçakoğlu, Ahmet (2010) Yerli
Bir Postmodern İhsan Oktay Anar. Palet Yayınları, Konya.
Köktürk, Şahin (Aralık-Ocak
2009-2010), “Rüya Ekseninde Masallar”, Hece Öykü, Sayı: 36, Ankara.
Kudret, Cevdet (2003) Edebiyat
Bilgileri 2. İnkılap Yayınları, İstanbul.
Kuş, Selmin (2010) Edebiyat
ve Müze: Bir Roman ve Müze Olarak Masumiyet Müzesi. Yayımlanmamış Yüksek
Lisans Tezi. Yeditepe Üniversitesi, Karşılaştırmalı Edebiyat Programı,
İstanbul.
Le Guin, Ursula K (32006) Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar, Haz. Deniz
Erksan, Bülent Somay, Müge Gürsoy Sökmen, Metis Yayınları, İstanbul.
Lem,
Stanislaw (1961 ^ Türkçesi: 52012) Solaris, Çev. Mehmet Aközer, İletişim
Yayınları, İstanbul.
Mevlâna, Celâleddin Rumi
(1278 ^ Türkçesi: 62003) Mesnevî, Çev. Abdülbâki
Gölpınarlı, 5.-6. cilt, İnkılap Kitabevi,
İstanbul.
Moran, Berna (1972; 162007), Edebiyat
Kuramları ve Eleştiri. İletişim Yayınları, İstanbul.
Morson, Gary Saul, Emerson Caryl (1990) Mikhail
Bakhtin: Creation of a Prosaics.
Stanford University Press, Stanford.
Ögel, Bahattin (42003) Türk
Mitolojisi, cilt 1, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.
Ögel, Bahattin (32006) Türk
Mitolojisi, cilt 2, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.
Özmen, Erdoğan (2012) Rüyada
UyanmakBilinçdışı ve Rüya. İletişim Yayınları, İstanbul.
Öztürk, Yaşar Nuri (722004) Kur’an-ı
Kerim Meali. Yeni Boyut Yayınları, İstanbul.
P. Hall, Manly (2011) Rüya Sembolizmi /
Dream Symbolism. Çev. Özgür Umut Hoşafçı, Mitra Yayınları, İstanbul.
Parman, Susan (2001) Rüya ve Kültür.
Çev. Kemal Başçı,: T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara.
Rüyaların Bilimi: Rüyaların Oluşumu ve
Anlamı (2004). Derls. Ebru Boragazi, A. E.
Yayıncılık Ltd. İstanbul.
Sander, Donald F. & Wong, Steven H. (Derl.)
(2000) Kutsal Miras - Şamanlık ve Jung Psikolojisi. Okyanus Yayınları,
İstanbul.
Samuels, Charles Thomas (1992) Antonioni
Truffaut Fellini Bergman Sinemasını Anlatıyor, Çev. Kadir Yerci, Düzlem
Yayınları, İstanbul.
Saybaşılı, Sevgi (2008) Zaman Algısı ve
Romana Yansıması. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Yeditepe Üniversitesi,
Karşılaştırmalı Edebiyat Programı, İstanbul.
Schimmel, Annemarie (1998) Die Traume Des
Kalifen: Traume und ihre Deutung in der islamischen Kultur,
Verlagsbuchhandlung, München.
Schimmel, Annemarie (2005) Halifenin
Rüyaları: Islamda Rüya ve Rüya Tabiri, Çev. Tûba Erkmen, Kabalcı Yayınevi,
İstanbul.
Somuncu, Selim (Aralık-Ocak
2009-2010), “Rüyadan İnşa Edilen Kurmaca”, Hece Öykü, Sayı: 36. Ankara.
Snowden, Ruth (2011) Jung
Kilit Fikirler/ Jung the Key Ideas. Çev. Kemal Atakay, Optimist Yayım ve
Dağıtım, İstanbul.
Sorlin,
Pierre (2003 ^ Türkçesi: 2004) Düş
Söylemleri / Dreamtelling. Çev. Süha
Sertabiplioğlu, Ayrıntı
Yayınevi, İstanbul.
Tanpınar, Ahmet Hamdi
(1969) “Şiir ve Rüya”, Edebiyat Üzerine Makaleler, Milli Eğitim
Basımevi, İstanbul.
Tarkovski, Andrey
(Yönetmen), (1972) Solaris [Film]. İstanbul: A. E. Film / Saga.
Tarkovski, Andrey (1962
^1986) Mühürlenmiş Zaman. Çev. Füsun Ant, Afa Yayıncılık, İstanbul.
Vaughan-Lee, Llewellyn
(1992 ^ Türkçesi: 2002). Çağrı ve Yankı / The Call and the Echo: Sufi
Dreamwork and the Psychology of the Beloved, Çev. Enise Ergün, İnsan
Yayınları, İstanbul.
Yardımcı, Sibel ve Doğan,
Tuğba (2009) “Mekân-Zaman-Anlam: Sait Faik Öyküsünde Ada”, Özneler, Durumlar,
Mekânlar: Toplum ve Mekân: Mekânları Kurgulamak. Haz. Emre Işık, Yıldırım
Şentürk. Bağlam Yayınları, İstanbul.
Young,
Serinity (2001 ^ Türkçesi: 2008) Rüyalar:
Psikolojik, Kültürel ve Dini
Boyutlarıyla, “Budist Rüya Deneyimi: Yorum, Tören ve Cinsiyetin Rolü”,
Ed. Kelly Bulkeley, Odtü Yayıncılık, Ankara.
Yourcenar, Marguerite (1938
^ Türkçesi: 2008) Rüya ve Kader /Les Songes et les sorts. Çev. Roza
Hakmen, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
Yücesoy, Sevda (2001) Uykudaki Bilgelik
Rüyalar. Ruh ve Madde Yayıncılık, İstanbul.
Zaimoğlu, Ece (Şubat, Mart, Nisan 2011), “Rüya:
Göğe Yükselen Merdiven”, Doğu Batı Dergisi, Sayı: 56. Ankara.
http://www.insanokur.org/?p=9592 (23.04.2012)
http://library.thinkquest.org/11189/nfhistory.htm (02.04.2012)
http://www.ruyayo.com/rueyann-noerofizyolojisi.html (29.03.2012)
http://www.end-your-sleep-deprivation.com/stages-of-sleep.html (29.03.2012)
http://tr.wikipedia.org/wiki/R%C3%BCya (12.08.2011)
http://www.sessizbilgi.com/node/166 (06.02.2012)
www.turkishstudies.net/dergi/cilt1/sayi3/kuzubas.pdf (10 Kasım 2011)
www.biltek.tubitak.gov.tr/gelisim/psikoloji/ruyalar.htm (27.05.2012)
http://www.inovasyonel.com/?Bid=958776 (24.08.2012)
http://dolusozluk.com/p/Baba+Vanga/yazdigi
mesajlar/?t=hepsi (24.08.2012)
http://sv.wikipedia.org/wiki/Fil:Hill and Ploughed Field
near Dresden by Caspar Davi d Friedrich.jpg (24.08.2012)
http://tdkterim.gov.tr/ttas/?kategori=derlay&kelime=yora (25.08.2012)
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com
gts&arama=gts&guid=TD.GTS.503965c4cd 9320. (26.08.2012)
http://onlinelibrary.wiley.com/doi/10.1111/j.1745-8315.2011.00463.x/pdf (15.03.2012)
http://tarihinizinde.com/tufan-nuhun-gemisi/ (22.09.2012)
http://tr.wikipedia.org/wiki/Asurbanipal (22.09.2012)
http://sanatsinema.blogspot.com/2010/07/solaris-solyarisbir-tarkovsky-filmi.html
(26.09.2012)
http://okyanusvari.blogspot.com/2011/02/spellbound-sinema-ve-psikiyatri.html
(27.09.2012)
http://www.felsefeforumu.com/viewtopic.php?f=16&t=1310 (25.09.2012)
[5] Antikçağ'da vecd
halinde iken gelecekten bahseden ve ağzından ilâhların konuştuğu kabul edilen
rahibelere verilen isimdir Sibylla. http://dolusozluk.com/p/Baba+Vanga/yazdigi
mesajlar/?t=hepsi
[6] Yaratıcılık
kavramının Batı dillerindeki karşılığı “kreativitaet, creativity”dir. Latince
“creare” kelimesinden gelir. Bu kelime, “doğurmak, yaratmak, meydana getirmek”
anlamındadır (SAN, 1985). http://www.inovasyonel.com/?Bid=958776
[8] www.biltek.tubıtak.gov.tr/gelisim/psikoloji/ruyalar.htm
[12] Yeryüzünde yaşayan
insan topluluklarının ya da toplamlarının özdeksel ve tinsel ekinlerini
karşılaştırmalı olarak, birbirleriyle ilişkileri içinde inceleyerek ekinin
genel oluşum ve gelişim yasalarını araştıran bilim dalı. (ırkiyat, etnoloji)
hltp://www.tdkterim.gov.tr/?kelime=budunbilim&kategori=terim&hng=md
[14]
Sıfat: Sesi işitilen fakat kendisi görülmeyen; isim : Gaipten
işitilen ses; isim, din b. (***): Gaipten seslenir gibi haber veren
melek.
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.504cbe1313fc66.750660 66
[15] 1) Zeynü’l - Mevasıf: “Niteliklerin Bezeği” anlamında
Arapça kadın adı. (Bin Bir Gece Masalları, cilt 3/1, 2008: 380)
2) Şehrazad , Zeynü ’l - Mevasıf’ın
Aşkları adlı masalı altı yüz elli dördüncü gece anlatmaya başlıyor ve altı
yüz altmış altıncı gece bitiriyor. (bkz. Bin Bir Gece Masalları, cilt
3/1, 2008: 377-398)
[16] Beşli Metin: Pentatök. Musa’nın kitabı olarak da
anılan Tevrat'ın ilk beş kitabı. (Bin Bir Gece Masalları, cilt 3/1,
2008: 388)
[17]
Freud “Yaratıcı Yazarlar ve Gündüz-düşleri” adlı makalesinde, uyanıkken
üretilen rüyalardan gündüz düşü ifadesiyle söz eder: “Dil, düşlemin havai
yaratılarına 'gündüz-düşleri' adını vererek eşsiz bilgeliğiyle düşlerin temel
doğasına ilişkin sorunu uzun süre önce çözdü.” (Freud,1999: 130)
[18] 1) “Her şeyin karşıtıyla birlikte hiçbir çatışmaya yer
vermeden varolduğu, farklılıkların barışçı bir karnaval atmosferi içinde bir
arada yaşadığı bir tinsel varoluş biçiminin adı[dır] postmodern.” (Ecevit,
2008: 62)
2) “Postmodern anlatılarda
yazarın reel gerçeklikten uzaklaşarak 'kurgu'yu ön plana çıkardığını
görmekteyiz. Bu durumda ilâhi konumundan ayrılan yazar metinler dünyasına
inerek, metnin merkezine kendisini yerleştirir. Böylece kurmaca - gerçek ve
yazar - kahraman - okur hiyerarşisi ortadan kalkarak, yazarın okuyucu ile oyun
oynadığı bir düzlem ortaya çıkmış olur. Postmodernist eserlerde, kurgusal
katmanlar arasında dolaşan yazar, bir yerde anlatıcı iken başka bir yerde figür
olarak karşımıza çıkabilmektedir. Bu durum postmodern metinlerde anlatıcının
çeşitlenmesine sebep olmuştur.” (Koçakoğlu, 2010: 123)
[19] Puslu Kıtalar
Atlası adlı yapıt çalışmanın bu noktasından sonra gerekli görülen yerlerde PKA
kısaltmasıyla anılacaktır.
[20] Söz konusu öykü için bknz: Latin Amerika
Antolojisi, Çev. Fatma Akerson, İstanbul: İletişim Yayınları, 1983.
[21] “Yazar
postmodernist bir tavırla sözcüklerle oynayarak Rene Descartes'i Rendekâr
yapmıştır.” (Karaca'dan alıntılayan Koçakoğlu, 2010: 82) “Anar, 'Kesin olan bir
şey var, bir şeylerin doğruluğundan şüphe etmek. Şüphe etmek düşünmektir.
Düşünmekse var olmaktır. Öyleyse var olduğum şüphesizdir. Düşünüyorum o halde
varım. İlk bilgim bu sağlam bilgidir. Şimdi bütün öteki bilgileri bu bilgiden
çıkarabiliriz.' diyen Descartes'ı aklın hükümranlığına karşı çıkan postmodernist
yazar tavrıyla olumsuzlar. Ayrıca burada sanatçı, Descartes felsefesini Uzun
İhsan karakteri ile ters çevirmiş ve bütün varlığı, tanrısal bir düş olarak
sunmuştur.” (Özcan'dan alıntılayan Koçakoğlu, 2010: 82.)
[23] Rüyaya yatma ya da
istihare rüyaları için bkz. 3.2.1 Paralel Evrenden/ Öteki Dünyadan Haber:
Kehanet.
[24] “Suyun bir göz
olduğunu söyler Bachelard. Işığı emip ondan bir dünya yaratan gölün kendisi
büyük ve sakin bir gözdür: manzaranın gözü. Bu gözün aynı zamanda kökensel ayna
olduğunu da söyler Bachelard. Sudaki manzara, evrenin kendini algıladığı ilk
görüntüdür. Bir başka deyişle evrenin kendini seyrettiği kadim aynadır su;
dünya kendini gölde görmek ister gibidir.” (Gürbilek, 2004: 106)
[25] Duygu, düşünce veya
bilgilerin akla gelebilecek her türlü yolla başkalarına aktarılması,
bildirişim, haberleşme, komünikasyon.
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com
gts&arama=gts&guid=TD.GTS.503965c4cd9320.
[26] Baskı sayılar
kullandığım baskının sayısıdır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar