Print Friendly and PDF

Tavşanlılı İsmail Bolar Hocaefendi (1909-2002)

Bunlarada Bakarsınız





GENEL HATLARIYLA HAYATI

İsmail Hocaefendi Kütahya'nın Tavşanlı ilçesinde 1909 yı­lında dünyaya geldi. Adı İsmail Bolar olup halk arasında İsmail Hoca olarak tanındı. Şifacı Baba ve İsmail Emmi diyenler de oldu. 2002 yılında Osmaniye'de vefat etti.

Babasının Çanakkale savaşında şehit olması üzerine altı ya­şında yetim kaldı. Gençliğinde gece bekçiliği ve köşkerlik[1] yaptı. "Suyun gözü’’ diye ifade ettiği hakiki bir mürşid-i kâmil arayıp bu­lup terbiyesine girmeye karar verdi. Yıllarca sürecek olan mace­ralı bir yolculuğa soyundu. "Aradığımı ancak Medine'de bulurum,” düşüncesiyle o taraflara yönelip yol alırken Çukurova'ya geldi­ğinde aradığını bulur ve Ramazanoğlu Mahmûd Sâmi Hazret­leri ile tanışır. Aşk derecesinde bir bağlılıkla intisab eder.

Adana yakınlarındaki Nernek köyünde fahri imamlık yapar. Bir müddet sonra Osmaniye'nin Bahçe ilçesi Arıklıkaş köyüne ge­lir. Burada uzun yıllar fahri imamlık yapar, evlenir. 1950'li yıllar­da Osmaniye'ye göç eder. Osmaniye Cumhuriyet Cami'inde on beş yıl kadar görev yaptıktan sonra 1975'te emekli olur. Edep ve ahlâkıyla çevresine numûne olur. Hâli, kâli ve sohbetleriyle güzel bir zümrenin teşekkülüne katkıda bulunur.

BABASI HASAN HÜSEYİN EFENDİ

Babası Hasan Hüseyin Efendi'dir. Tavşanlı'nın Hacı Kara Ahmetler sülâlesindendir. Leblebi ustası ve çay ocağı da işleten

bir esnaftır. Çanakkale'de şehit düşen bahtiyarlardandır.


Çanakkale'ye giderken her ihtimali de düşünerek hanımıyla şöyle vedalaşır:

«-Hanım ben gidiyorum, belki dönemem, hakkını helal et, ço­cuklarıma iyi bak, kazancım onlara yeter. Olur ya, dönemezsem üç yavruma babalık sillesi vurdurma. İkinci koca karanlık gece, gün görmen,» der.

Nice zaman sonra:

"Hasan Hüseyin, arkadaşlarıyla beraber, düşman askerlerini denizine doğru sürerken şehit düştü,» 5 diye bir haber gelir.6

Babası hakkında şunu anlatır:

«-Ben beş yaşlarındayken babam akşam: 'Kim sabah kalkar, benimle camiye giderse ona namazdan sonra leblebi ve çay ikram edeceğim,' derdi. Sabahleyin kardeşimle, benim elimden tutar, bizi namaza götürürdü.»

Kıtlık yıllarında çay ve leblebi az bulunan, herkesin alma im­kanı olmadığı şeylerdenmiş...

Sabah namazından sonra çocuklarını kıraathaneye götürür:

«-Benim çocuklarım bugün namaz kıldı, çayla leblebi getirin bakalım,» diyerek mükafatlandırıp eve gönderirmiş.7

ANNESİ ZELİHA HANIM

Annesi Zeliha Hanım, sâliha ve hâfize bir hanımefendi'dir. Kocasının 1915'de Çanakkale'ye giderken söylediği sözleri sanki vasiyeti kabul eder, hiç evlenmez.

İsmail Hoca annesini şöyle anlatır:

«-Annem; namazına, Kur'an'ına düşkün, çok imanlı biriydi. Cı­vıl cıvıl Kur'an-ı Kerim okurdu. Hafız'dı. Haftada bir, ayda dört ha­tim indirirdi. Hiç hastalık görmedi. Haca gidenler (zahiren haca gitmediği halde) annemi hep orada gördüklerini söylerlerdi. An­nem büyük bir kadındı, bizi annem yetiştirdi. Baba görmedik. Ba­bam ben beş yaşındayken Çanakkale'ye gitmiş."[2]

Annesi de babası gibi namaz hususunda titiz davranır. Bu ko­nuda kızı Sâmiye Hanım teyze şunları anlatır:

«-Tavşanlı kışın çok soğuk olurmuş. Babaannem, babamı altı yaşındayken sabah namazına kaldırırmış. Tabii babam küçük ol­duğundan; ‘Oğlum, farz etki şu duvarın kenarından su akıyor,' abdestini oradan al; ‘senin abdestin olur,' dermiş.

Babam da su akıyormuş gibi hayal ederek abdest alır, nama­zını kılarmış. Tabi suyu ısıtma imkânı olduğunda ısıtıp aldırırmış; ama çok soğuklarda o şekil abdestini aldırırmış.»

Babam:

-“Yavrum namaz borcum hiç yok!.. Elhamdülillâh.. Allahın emri üzeri kılabiliyorsam, İnşallâh, Allah kabul ediyordur.’’ derdi.

SUYUN GÖZÜNÜ' ARAMA SERÜVENİ

Gençliğinde bir taraftan bekçilik ve köşkerlik yaparken, bir taraftan da annesine yardımcı olur. Annesinde gördüğü, mânevî hâllerden de etkilenir, ufku açılır. Der ki:

«-Bir gün eve geldiğimde, annem ikindi namazını kılıyordu. Ben de abdest aldım ve annemin yakınında namaza durdum. An­nem birinci rekâtı kıldı, ikinci rekâta kalkınca uzunca bir sure oku­du. O zaman etrafa çok güzel bir koku yayıldı. Ben o kokuyu içime çekiyorum, çekiyorum doyamıyordum. Hemen kapıyı çekip oranın veli bir kişisine gittim. Ve gördüklerimi anlattım.

İçeri girdiğimde öyle bir koku yoktu, sonra ben böyle güzel bir koku hissettim, bu nedir? Neye alâmettir? Bu hâl neyden meydana gelir? diye sordum.»

O kişi de:

«-Annenin yanına O anda ya Peygamberimiz (s.a.v) ya da bü­yük zatlardan biri gelmiştir. Güzel koku ondandır. Annen sâliha birisidir.»[3] der.

Bu ve benzeri olaylardan da etkilendiği anlaşılan İsmail Hoca, Tavşanlı civarındaki bazı mürşitlerden istifade etse de gönlü tam mutmain olmadığından arayışlara girer, bir gün Annesine:

«-Anne, müsâade edersen gidip bir mürşid-i kâmil bulup ona teslim olacağım.»[4] der.

Başka bir rivayette ise Annesinin:

«-Oğlum; sen git kendine bir mürşid bul, tam yetişkin mürşidler günümüzde fazla kalmadı.»[5] demesi üzerine Tavşanlı'dan çı­kar.

Yunus Emre Hazretleri bir mürşidin terbiyesine girmenin lüzumu hakkında şöyle der:

Gel ey kardeş, Hakkı bulayım dersen,

Bir kamil mürşide varmasan olmaz,

Resulün cemalini göreyim dersen,

Bir kamil mürşide varmasan olmaz.

Niceler gittiler mürşid arayı,

Arayanlar buldu derde devayı,

Bin kez okur isen aktan karayı,

Bir kamil mürşide varmasan olmaz.

YUNUS EMRE bunda mana var dedi,

Bir kamil mürşide sen de var şimdi,

Hazret Musa'ya Hızır'a var dedi,

Bir kamil mürşide varmasan olmaz.

Yavuz Sultân Selîm Han da şöyle der:

"Padişâh-ı alem olmak bir kuru kavga imiş;

Bir velîye bende olmak cümleden a'la imiş!.."

İsmail Hoca da genç yaşında bir velîye bende olmak sevdasıy­la "suyun gözü’’ diye ifadelendirdiği feyiz membaını aramaya ko­yulur.

Sırtında köşker takımı, yorganı ve en lüzumlu eşyaları ile nerde mürşid var denilirse oraya gider. Bir müddet İstanbul'da bir zâta intisab eder ama burada da gönlü mutmain olmaz. Ondan şöyle bahseder:

«-Ben köşkerlik yapıyordum. Bir mürşide gittim. Bana on bin ders verdi. Çek çek bitmiyor. Yapıyorum ama işimi de aksatıyorum. Bu arada istemediğim, rahatsızlık veren bazı haller de oldu. Kendi kendime şöyle düşündüm: 'Oğlum İsmail, bu suyun gözü değil; eğer bu suyun gözü olsaydı, sağlam kapı olsaydı, bu gibi şeyler olmazdı', dedim.» [6] der.

Yeni arayışlara girer, uzun yolculuklar yapar, çok zorluklar çeker, tuz-ekmek ile yetinmek zorunda kaldığı meşakkatli günleri olur. Gün bulur, gün yer. Camilerde yatar, kalkar. Sesi güzel oldu­ğundan, gittiği yerlerde bir yandan zanaatı olan köşkerliği icra ederken, bir yandan da boş bulduğu camilerde imamlık, müezzin­lik yapar.

Zahirdeki meşguliyeti ‘geçim derdi' olarak görülse de gön­lünde; “aradığım mürşidi belki burada bulurum,” düşüncesi var­dır. Bu nedenle halk arasında ‘efendim şöyle, mürşidim böyle gi­bi,' aradığını çağrıştıran bir söz duysa, hemen kulak kabartır. So­rup soruşturur...[7]

Oğlu Terzi Sâmi Bey anlatıyor:

“Babama; Afyon dolaylarında bir mürşid var,” demişler, oraya gitmiş. Adamın çokta müridi varmış.

«-Öğleden akşama kadar yanında bulundum. İkindi vakti geldi, kalktım namaz kıldım, o şahıs ikindiyi kılmadı ve namaz geçti.»

Daha sonra adama:

«-Senden Allah razı olsun, ne güzel sohbet ediyorsun ama bak ikindi namazı geçti. Neden namazını kılmadın? diye sebebini sor­dum

«-Biz nefs-i mutmainneye geldik. Daha da ilerilerine geçtik. Bu makamlara gelenlerin namaza ihtiyacı olmaz.» demiş.

Babam da adama:

«-Hz. Ebu Bekir Efendimiz son zamana kadar namazını kıldı, Allah'tan korktu ve son anına kadar imansız gitme tehlikesi de vardı. Hatta; "Ya Rabbi beni son nefesime kadar koru, şeytan gibi eyleme." diye de dua ederdi. Sen O'ndan daha üstün bir makamda mısın?

Peygamber Efendimiz son anına kadar hiç namazı terk etti mi? Hatta son anında, son nefesinde dahi "namaz hususunda Allah'tan korkun,"buyurmuştur, dedim.» diyor.

Karşılaştığı mürşid denilenleri bu şekilde, ehli sünnet esalla’llâhü aleyhi ve sellemları ölçüsüyle iyice takip edince görür ki; kimi para toplama peşinde, kimi gösteriş peşinde, kimi namaz vakti geçtiği halde umursamaz halde, kimi de sigara içmektedir.[8]

Başkalarına bakar; "bu da aradığım değil...” Bir diğerine ba­kar; "bu da aradığım değil...” kolay kolay kimseye gönlünü bağla­yamaz.

İlerleyen yıllarda karşılaştığı mürşid denilen kişileri espirili ifadeleriyle şöyle anlatır:

"Falanyerde Mürşit var, dediler. Gittik,'adam Hurşit' mürşitlik­le alakası yok."[9]

"Falan yerde bir derviş var, dediler. Oraya gidip baktım, 'adam delirmiş."[10]

"Falan yerde, iyi bir şeyh var, dediler, gittim adamın sağında, solunda hizmet edip takip ettim, adam şeyh değil...[11]

"Aylarca, yıllarca intisap ettiklerim vardı, ama kalbim mut­main olmuyor, geri çekip geliyordum."[12] der.

Aslında gördüklerinin bazılar tamamen boş değilmiş, hatta kerametine şahit oldukları da olurmuş yine de vazgeçermiş, bunu da şöyle açıklarmış:

"Bazı intisap ettiğim kişilerde bir şeyler vardı, ama kalbim mutmain olmuyordu, 'bu suyun gözü değil, suyun ayağıydı,' ben su­yun gözünü bulacağım, dedim.”[13]

Medine'ye Gitmeye Karar Verir

Arayışlarına devam ederken Medine'ye gitmeye karar verir. Bunu da şöyle ifade eder:

“İçimdeki o aşkı yakacak, fırtınayı dindirecek bir şeyler olması lazımdı, 'aradığımı ancak Medine'de bulur ve orda felaha kavuşu­rum' diyerek, Medine'ye gitmek için yola koyuldum.”[14]

Her Nefesten Sorguya Çekileceksin!...

Bir taraftan Medîne-i Münevvere istikametinde yol alırken, bir taraftan da yol güzergahında arayışlarını sürdürür. Bu arada kaderin garip tecellileriyle de karşılaşır:

“Filan köyde çok iyi bir Allah dostu var,” diye bir haber alır.

Tek başına o köye doğru giderken köylüler onu o civarlarda dolaşan hırsız zannederek yakalayıp karakola götürürler. Her ne kadar:

“Ben Kütahya Tavşanlıdanım, filan köye ziyarete gidiyorum,” dese de inandıramaz. Eşyalarını karıştırırlar, defterine bakarlar­ken bir notla karşılaşırlar:

“Ey İsmail kendine gel, her alıp verdiğin nefesten sorguya çeki­leceksin,” şeklinde bir yazı bulurlar.

«-Bunu kim yazdı?”

«-Ben yazdım,” der.

Bunu üzerine:

“Bunu yazan kişi kesinlikle hırsız olamaz,” diyerek serbest bı­rakırlar.[15]

MENZİL-İ MAKSÛDA ERMESİ

Divane âşık gibi yaz-kış demeden menzilleri aşarak Adana'ya ulaşır. Tavşanlı'dan Adana'ya üç-beş senede geldiğini söyleyenler olduğu gibi, yedi senede veya on dört senede geldiği de ifade edilmektedir.

Adana Ulu Camide Odacı Mehmet Efendi ile tanışır. Odacı Mehmet Efendi müftülükte odacı olarak çalışan bir Allah dostu­dur. Bu uğurda yıllarını veren İsmail Hoca, yüksek hassalla’llâhü aleyhi ve sellemiyetiyle böyle gönül ehli, hâlli bir zâtla karşılaşınca onda farklı bir ışığın olduğunu; usta bir elin nişanını görür. "Bu ışığın arkasında esalla’llâhü aleyhi ve sellem ışık vardır,” diye düşünür.

'Zaten aşk adamı, her adamdan sinyal almaz,' derler.

O'na yaklaşır:

«-Beni mürşidinle tanıştırır mısın? » der.

Mehmet Efendi konuşmak istemez, her sorana benim mürşi­dim şudur diyemez:

«-Böyle bir şey yok,» demek zorunda kalır.

1940'lı yıllar. Ezanın Türkçe okutulduğu şeyh, mürit gibi sözleri kullanmak şöyle dursun, mukaddes değerlere sahip çık­manın suç kabul edildiği zor yıllardır.

Mehmet Efendi'ye:

«-Bak; ben Tavşanlıdan çıktım, diyar diyar dolaştım, teslim olacak bir mürşid arıyorum. Sende de teslim olmuş birinin hâlini hissediyorum. Mürşidin kimse beni ona götüreceksin.» diye ısrar eder.

O da:

«-Seni götüremem, ancak bulunduğu yeri gösterir uzaklaşı­rım.» der.[16]

Göstereceği kişi, asırların yetiştirdiği ender bir mürşid-i kâmil olan Sultân'ul-Ârifîn Ramazanoğlu Mahmud Sâmi Haz­retleridir. Sâmi Efendi (k.s.) o zamanlar memleketi Adana'da ikâmet etmekte ve bir kereste ticarethanesinde muhasebecilik yapmaktadır.

Odacı Mehmet Efendi, Sâmi Efendi'nin bulunduğu yeri göste­rerek:

«-İşte, orada oturan kişi,” der ve uzaklaşır.

Sâmi Efendi (k.s.), İsmail Hoca'yı sanki bir mıknatıs gibi ken­dine doğru çekmektedir. Bir iki teşebbüsten sonra cesaretini top­lar ve huzura girer. Selamlaşmanın ardından ilk tanışma gerçek­leşir. Bu görüşmede güzel haller cereyan eder ve mânevî bir alı- veriş olur.[17]

Karşılaşma ânını şöyle anlatır:

"Hacı Sâmi Efendimiz'in tam bulunduğu yerin önünden geçtik. Hani bir mangal olur da elini ısıtırken eğik durulur ya, o halde otu­rurken, tam benim baktığımda O da başını kaldırdı bana baktı. Göz göze geldik ve bir elektriklenme oldu. Sonra ben içeri daldım, 'Se- lamun aleykum Efendim, ben daha önce filan zattan dersliydim, şimdi sizden ders almaya, talebeniz olmaya geldim,' dedim. Bana şöyle baktı; 'O da ders verebiliyor mu?’ dedi

Dersimi(evrâd[18]) verdi. Adanalı Merhum Bakkal Seyyid Hacı Hasan Efendi’ye[19] de uğra diyerek O'na da gönderdi. "der.[20]

Sâmi Efendi Hazretleri'ndeki üstün hâlleri görünce:

«-Yenice pınarın gözünü buldum. Sâmi Efendi'min pınarın gö­zü olduğunu bildim. 'Suyun gözü Adana'daymış..[21] Adana oldu bi­ze Medine, kaldık burada.»[22] der.

Üstadıyla tanışma anını benzer ifadelerle Enver Arpacı Beye de şöyle anlatır:[23]

«-Adanaya geldiğimde, bizi Sâmi Efendi ile tanıştırdılar. Bak- tım;'gerçek bir mürşidi kamil... 'Aman Ya Rabbi, aman Ya Rabbi,' dedim. Benim Medinem, Adana oldu.»

 

İsmail Hoca'nın genç yaşında mürşit aramak için çıktığı dü­şünüldüğünde ve Adana'ya azami on dört senede geldiği dikkate

alındığında, Sami Efendi'yle 30-35 yaşlarında iken buluştuğunu tahmin edebiliriz. Buda 1940-45 yıllarına tekabül eder.

MÜRŞİDİNE OLAN MUHABBETİ

Uzun aramalar sonrası kavuştuğu üstadına sadâkat ve tes- lîmiyetle bağlanır. Kısa sürede, kendi ifadesiyle; “On beş günde seyr u sülûkunu[24] tamamlar."

Sâmi Efendiye olan muhabbetinden dolayı sık sık ziyaretine gider. Araları baba oğul gibidir. Bu hususta der ki:

“Sâmi Efendimiz Adana'da bulunduğu yıllarda haftada bir defa ziyaret ederdim. O'na çok bağlıydım, âşıktım, öyle bir zaman oldu ki daha sık ziyarete gitmeye başladım. Bazen haftada iki defa gi­dermişim farkında değilim. Mübarek hiçbir zaman sen çok sık geli­yorsun demezdi. Kapı açılır bir el uzanır, ikram uzatılır geri örtü­lürdü. Yer, içer geri gelirdik. Bazen simalarındaki ifadeden zaman­sız geldiğimi de anlardım."[25]

Muhabbetinin Tezâhürleri

İsmail Hocamızın, Sâmi Efendiyle beraberliği çok olmuş, dizi­nin dibinde çok oturmuş. Muhabbetinin koyuluğunun bir tezâhü- rü olarak ilk iki çocuğundan kız olana Sâmiye, oğlan olana da Sâmi adını koymuştu.[26]

Bu hususta Abdi Tolu Bey der ki:

“İsmail hocam cüzdanında iki resim taşırdı, biri Sâmi Efendi­mizin resmi, diğeri de hanımının resmiydi.”

Muhabbetinin başka bir tezâhürünü de Mehmet Aydoğdu Bey şöyle ifade eder:

Ziyaretine gelenlere büyük bir heyecanla sık sık "peder-i mânevîm’’ diyerek üstadından bahsederdi. Mürşidinden bahset­mesi, bir dolgu maddesi olsun diye değil; dinleyenlere ders olma­sı, ibret olması, sadırlara şifa olması içindi. Böylece dinleyenleri güzel ahlâk sahibi olmaya teşvik ederdi.

Mânevî yolun kıymeti hakkında:

"Gezmediğim yer kalmadı, yolumuzun tadı başka bunun kıy­metini bilemedik... Bu yolun kıymetini bilin!.. Bu yol bir başka...” [27] derdi.

Emin Başkülekçi Beyden:

Sâmi Efendimiz'e olan aşkını muhabbetini bizzat görürdük. Anlattığından anladığımız; Sâmi Efendimiz de kendini çok se­vermiş. Kendinden duymuştum:

«-Seyrü sülukumu on beş günde tamamladım. Sülukumu kısa sürede tamamladığımdan Sâmi Efendimiz bana 'Tavşan İsmail', derdi.» dedi.

Tavşan yokuş yukarı hızlı çıktığı için Sâmi Efendimiz kendisi­ne 'Tavşan İsmail' dermiş. Aynı zamanda kendisi Kütahya Tav- şanlı'dandı ama tavşan yokuş yukarı hızlı çıktığı için Sâmi Efen­dimiz bu lakabı vermiş..[28]

Seyr-ü sülûkunu kısa sürede tamamlamış ama daha öncesi de var, ‘suyun gözünü' diye kaç tane meşâyih araya araya gelmiş. Bu uğurda yıllarını geçirmiş, çektiği virdi de varmış. Sonra, daha ka- Beye gidecek, belki orda bulurum diye, Adana'da bulmuş ta kal­mış. Belki de bu yolda ölürdü. Onbeş günde seyrü süluku ta­mamladık diyor ama derslere de devam ediyor.

On beş günde seyrü süluku bitirmesi ölçü değildir. Bir gör­meye de tamamlayabilir. Bir adam yatıyor bir gecede hafız olu­yor. Sonunu getirmek, istikamet, son nefes ayrıdır. [29]

Seven sevdiğinden konuşur. İsmail Hocamız da ziyaretine vardığımızda ordan burdan konuşmaz. Varsa da; yoksa da, Mahmût Sâmi Ramazanoğlu ve O'nda gördüklerini anlatırdı. O'nunla nasıl tanıştığından, O'nun halinden, ihvanına yaptığı soh­betlerden, mürşidine sadakatle, çok sâmimi olarak bağlandığın­dan anlatırdı. Hakikaten halinde de bu görülüyordu.[30]

Sâmiye Hanım Teyze'den:

"Babam; bayram günü bayram namazını kıldırır kıldırmaz, camiden eve gelir bizimle bayramlaşır, hemen acelesi var gibi

Adana'ya Üstadı ile bayramlaşmaya giderdi. Sâmi Efendimizin Adana'da olduğu yıllar hep böyle devam etti. İstanbul'a taşındık­tan sonra da her sene ziyaretine gitmeyi ihmal etmezdi.”

Babam bir gün bayram namazını kıldırdıktan sonra Adana'ya bayramlaşmaya gitti. Her zaman dedemle (Ömer Avşar) beraber giderken bu defa haber vermeden gitti. Dedemde bunu öğrenin­ce:

«-İsmail, sen gidersin de ben gidemem mi?” der ve yola çı­kar.

Adana'ya varınca Sâmi Efendi'mizin bulunduğu yeri bulamaz. Sonra küçük saatin yakınlarında bir yere oturur:

«-Rabbim ben senin rızan için, senin veli bir kulunu görmeye geldim, görmeden mi gideyim?” diye ağlar.

Bu arada Sâmi Efendi Hazretleri; Adanalı Bakkal Hacı Hasan Efendiye:

«-Çabuk filan yerde şöyle, şöyle birisi oturuyor. O'nu alıp ge­tir,” der.

Adanalı Bakkal Hacı Hasan Efendi gelir, amca senin adın Ömer Avşar mı? Diye sorar.

«-Evet” cevabını alınca da,

«-Sâmi Efendi hazretleri seni bekliyor,” der.

Dedem:

«-Ya öyle mi,” der ve hemen gidip ziyaret eder.

Osmaniye'ye gelince de babama:

«-Ya İsmail, Allah bana gösterdi.. Efendi beni yanına götürdü. Ben görüştüm Efendimle,” diyerek memnuniyetini ifade eder.

SAMİ EFENDİ (k. s) İLE HATIRALARI...

İsmail Hocaefendinin üstadıyla ilgili olarak anlattığı bazı hatı­ralarını aşağıya sıralıyoruz.

Bir gün Hacı Sâmi Efendimizle namaz için arka tarafta otu­rurken içinden;

«-Efendim; şu başınızdaki takkeyi bana verir misiniz?’’ diyor. Manen istemiş. Hacı Sâmi Efendi; dönüp şöyle bir bakmış.

Sonra tekrar:

«- Efendim; şu başınızdaki takkeyi bana verir misiniz?’’

Sâmi Efendimiz de dönüp takkesini çıkarıp:

«-Al İsmail, Tavşan İsmail," demiş.[31]

***

Hacı Kuyulu Bey' onun dilinden anlatır:

“Sâmi Efendimizin bir sohbetinden çıktık. Sâmi Efendimiz önde biz de arkasından merdivenden iniyorduk. Ben de kalbimden:

«-Efendim bir nazar etse de, öyle gitsek." diye geçirdim.

Dönüverdi sert sert:

«- İsmail, İsmail..." dedi.

«- Efendim, inşâallah ahrette de aynen böyle 'İsmail' der, hatır­larsınız." dedim.

«-Sâmi Efendimiz tebessüm etti." dedi.

Bir gün Adana'ya Sâmi Efendimizi ziyarete gider.

«-Sâmi Efendimizi ziyaret ettim, çıkışta da Efendimiz merdive­nin başına kadar indi. Merdivenden inerken içimden:

"Sâmi Efendim, bana onbaşılık gibi, çavuşluk gibi bir görev ver­se de; gidip Kütahya'da görev yapsam, hizmet etsem.’’ Dedim.

Tam ayakkabıyı giyerken Sâmi efendimiz:

«-İsmail !.. Görev istenmez verilir; görev istenmez verilir, der.”[32]

***

Çiğerci Hasan Abi İsmail Hocamızın dilinden şunu anlatır:

Sâmi Efendimiz Adana'dayken Bir gün ziyaretine gittim. Hiz­metlerde kullanılır düşüncesiyle, yastığın altına gizlice beş yüz lira koydum. Tam merdivenden inerken elimi cebime attım. Baktım ki, para aynen duruyor. Sâmi Efendimizle göz göze geldik:

«-Çıkarma İsmail, yerinde kalsın. Elhamdülillah bizim bol var. Ona ihtiyacımız yok, Tavşan İsmail, dedi.» diye anlatmıştı.

Üstadına Tavuk Götürmesi

Arıklıkaş köyünde imamlık yaptığı zamanlarda bir gün trene biner Adana'ya Sâmi Efendi'yi ziyarete gider, hediye olarak da ta­vuk götürür.

Ali Onur Hocaefendi tavuk hikayesini şöyle anlatır:

«Sâmi Efendi'mizi ziyarete gideceğim zaman, Tavuğu kesme­den üç gün önce kümese alıp içerde tutar, besler; sonra da elimle keser, temizler, Efendimize götürürdüm. Hizmetinde bulunan İs­mail adında bir kardeş vardı. O hizmet eden kardeş, bu tavuğu alıp götürürdü. Bir gün yine tavuk götürdüğümde İsmail kardeşe dedim ki:

«-Bak bunu sen yemeyeceksin, üstadıma vereceksin ha!..” de­dim.

Adama sert yaptım; onu incittim. Ama hata yaptığımı da an­ladım.

İçeri girdik. Oturduk. Kalabalık çoğaldı. Üstadımız murakabe halindeydi. Zaten çok konuşmazdı. Başını kaldırdı.

«-Kardeşler; sağ olsun bu kardeşimiz, (Hizmet eden İsmail Efendi) bizim her şeyimizi kullanmaya yetkilidir.» dedi.

"Ama ben yerin dibine geçtim. Yüzüm kızardı, utandım, mah­cup oldum. Kendi kendime: Eyvâh İsmail!.. Bir tavuk getirmişsin adam mı oldun şimdi?

"Sen nasıl İsmailsin, nasıl ihvansın böyle!. Senin neyine gerek; üstadının kapısına götürmüşsün, kim yerse yesin..." dedim.

Bu benim adam olamayışımdandı. Ama bu olayın tesiri epeyce üzerimde devam etti..’’ diye de mübarek hayıflanırdı.

Görmeyle Değil Çalışmayla Adam Olunur!..

Muallim Aydoğdu aktarıyor:

Bir gün Ömer Emmi, Mehmet Kuyulu Emmi ve İsmail hocam Adana ya Sâmi Efendi'yi ziyarete giderler. Onları önce Bakkal Ha­cı Hasan Efendi karşılar. Ön bilgi alır, dertlerini dinler uygun bu­lursa Sâmi Efendi ile görüşmeye alırmış.

Bu hatırayı bize Ömer Avşar Emmi anlatmıştı:

«-Vardık. Boynumuz bükük olarak, masum masum, Efendim; biz Sâmi Efendiyi görmeye geldik, dedik.”

Bakkal Hasan Efendi:

«-Gidin, görmeyle adam olunmaz, çalışmayla adam olunur!..» demiş.

«-Gidin deyince; tabi biz üzüldük. Taa Bahçe'nin köyünden zor ulaşım şartlarında Sâmi Efendiyi görmeye gelmişiz. Hacı Ha- san Efendi, bizim boynu bükük, masum masum durduğumuzu görünce, neyse hadi görün,» dedi.

“Biz de görüştük." diyor.

Ömer Emmi bize:

«-Bu yolda çalışmak, gayret etmek önemli, mesajı verildi.» dedi. Yani Ömer Emmide bize, “gayretli olun; çalışın," imâsında bulunurdu.

***

Ali Onur Hocaefendi'den:

“Zaman zaman Üstadımızın yanına vardığımızda.. Oturduğu yerin minderin altına hizmet olsun diye bir miktar harçlık koyar­dım.. Ama hiç farkına varmazdım, çıktığımda bakardım ki para ge­ri cebime konmuş.» Der arkasından:

“Sen kim oluyon da üztadımıza böyle yapıyon. Adam olupta himmet istesene.» Derdi.

Gönder Allahım Gönder

Bir İstanbul hatırası şöyledir:

1968'de Erenköy'e Sâmi Efendimizi ziyarete gidiyor. İsmail Hocamızın da hanımı doğum yapacak. Ziyaretten sonra Sâmi Efendimiz:

«-İsmail sen memlekete dön.» diyor.

Memlekete dönmek için çıkar, ama mübareğin parası bitmiş. Sultan Ahmet Caminin yanında bir parka oturmuş tesbih çeki­yormuş:

“Gönder Allahım gönder, bana bir yardımcı gönder.’’ diyormuş.

İstanbul'da iki adamın birbirini haberleşmeden bulması ko­lay şey değil ama Allah rast getirecek ya, babamla buluşuyorlar.

Babam (Hüseyin Kuyulu) diyor ki:

«-Baktım, İsmail Hocam oturuyor. Oooo hocam nasılsın iyi misin? diyerek sahip çıktım. Biraz konuşup, hasbihal ettikten sonra ayrıldım, gidiyordum.

Kendi kendime:

«-Ya bu adam orda oturuyor; ‘memlekete de gideceğim,' dedi. Hiçte sormadım; paran var mı, bir ihtiyacın var mı? demedim”

Sonra dönüp geri geldim:

«-Ya hocam sen buranın garibisin; paran var mı? Aç mısın? Bir ihtiyacın var mı? » deyince:

«-Paran var mı, paran..?’ dedi.

«-Hocam sen ne kadar istiyorsan söyle, bizde para çok.” dedi.

«-On liran var mı; on liran?» dedi.

«-Var.» dedim.

«-O zaman yol parası on liraydı. Verdim ve gittim.»

Yolda düşünmüş bu para yetmez, bu ne yer, ne içer biraz da­ha vereyim diye tekrar dönüp geldim. Baktım ki: “İsmail Hocam gitmiş.” diyor.

Osmaniye'ye geldikten sonra babam:

«-Hocam ben düşünemedim; sen niye istemedin?» deyince:

«-Sen sorsaydın, ben niye isteyeyim ki...» demiş.

Sonraları İsmail hocam da bu olayı anlatırdı:

“Ya ihtiyacımı söyleyecektim ama vazgeçtim. 'Rabbim duru­mumu bilmiyor mu?Söylemem, gelsin kendi versin,' dedim. Ama bu

arada da Hüseyin Kuyulu vedalaştı gidiyor. "Benimde içim gidiyor." Derdi.[33]

İsmail Hocamın böyle entrasan bir hali vardı.

O Sözü Bana Yetti

Sâmi Efendimiz Medine'ye hicret etmeden önce ihvanlar onu son bir defa daha görsünler diye Bursa'ya sohbete çağırıyorlar- mış. İsmail hocamız da Bursa'ya gitmişler.

Sohbet olmuş. Sohbeti başkası okumuş. Sâmi Efendimiz'i de uygun bir yere oturtmuşlar. Sohbetten sonra ihvan Sâmi Efendi- miz'in önünden selamlaşıp geçiyormuş. Mübarekte ihvana nazar ediyormuş. Kapıdan çıkan geçiyor, çıkan geçiyormuş. İsmail Ho­camız geçerken Mübarek "İsmailim” demiş.

«- Sâmi Efendimiz'in o sözü bana yetti. » derdi.

Mürşidi'nin " İsmailim” demesi çok hoşuna gitmiş.

MUSA EFENDİYE (ks) MUHABBETİ

İsmail Hocamızın, Sâmi Efendi Hazretlerinin vefatından sonra irşad görevini devralan Musa Topbaş (ks) hazretlerine de derin bir muhabbet beslediği görülür: "Sâmi Efendide ne varsa, Musa Efendi'de de aynısı var; aynısını ona aktarmış.” derdi.”[34]

Sâmi Bolar Bey Musa Efendi'yle alakalı şu hatırayı nakleder:

Musa Efendimiz 1990'larda Bahçe'ye gelmişti. Bizde sohbeti­ne gitmiştik, genç olduğumuzdan bizi en ön safa oturtturdular.

Babamı ise bir sandalyeye oturtturdular. Musa Efendimiz sohbet yaptı sonra gitti. Bizde eve geldik. Babam:

«-Oğlum ne yaptın, Efendiyi gördün mü, gördün mü? » dedi.

«-Gördüm baba, en öndeydim.» dedim.

«-Görmedin oğlum, görmedin.» Dedi.

 

Musa Efendimiz Bahçedeki sohbette İsmail Hocamla birbirle­rine bakıp, göz göze geldiler. Yani birbirleriyle tebessümle konuş­tular. İsmail Hocam sohbetinden sonra da:

«-İyice görüşemedik bari yerine oturalım," dedi ve yerine oturdu. [35]

Berber Ömer Bey de şunu der:

“O zaman Musa Efendimiz sohbetten çıkınca çocuklara ellişer lira para dağıtıyordu, İsmail Emmi de bir elli lira aldı. Ne kadar çok sevindi, görmeliydiniz. O yaşına rağmen, 'Efendimin elinden elli lira aldım,' diye çok sevindi. Sevinci hâlâ gözümün önündedir.

Musa Efendi'nin (ks) Bir Sohbetinde.

Oğlu Sâmi Bolar anlatıyor:

Babam 1995-96 yılında İstanbul'a bize gelmişti:

«-Oğlum buraya kadar gelmişken, bir randevu al da Musa Efendimizi ziyaret edelim, görüşelim," dedi.

Sordum Musa Efendimiz Kartalda Elmalı Kur'an Kursu'na ge­leceğini öğrendim. Babamı oraya sohbete götürdüm. Tabi geç gitmişiz ki; kalabalıktan dolayı arka taraflarda yer bulabildik.

Musa Efendimiz sohbete başlamadan önce eğildi, Abdullah Sert Abi'nin kulağına bir şeyler söyledi. Abdullah abide kalktı, ba­bamın yanına geldi:

“Üstadımız sizi istiyor.” Dedi.

Babam hemen yerinden kalktı Musa Efendimizin yanına var­dı. Musafaha ettiler, iyice birbirlerine sarıldılar. Sonra Mübarek Efendimiz hemen yakasındaki ‘Allah yazılı olan bir rozeti' çıkardı, kendi eliyle babamın yakasına taktı. Daha sonra da babam en ön kısma oturdu.

Tabi halk babamı ilk defa görüyor. Musa Efendinin babama il­tifat ettiği görülünce, sohbetten sonra cemaat da babamın elini öpmek istedi. Babam, herkesin elini öpmek istediğini görünce: “Hadi gidelim oğlum, gidelim.”dedi.

 

Abdussamed Kuyulu'nun yaşadığı bir olay:

Râbıtası çok kuvvetliydi. 1990'da Musa Efendimiz Bahçeye teşrif ettiklerinde İsmail Hocam da gelmişlerdi. Bir gün sonra, Bahçe'den Osmaniye'ye götürdüm. Alaaddin Abi ile beraber üçümüz gidiyorduk

Arabayla Çona köprüsü yakınlarında giderken:

«-Sametçiğim, bak bak görüyor musun?» dedi. Tabii ben bir şey görmüyordum.

«-Üstadımız Musa Efendi, Beyaz bir ata binmiş bizimle beraber gidiyor.» dedi.

İMAMLIK YAPTIĞI YILLAR

Suyun gözünü aramak için çıktığı yolculuk Adana'da maksu­da erince, Muhterem üstadının işaretiyle Tarsus'a bağlı olan Nernek (Günyurdu) [36] köyüne gider. Bunu da şöyle anlatır:

«-Adanaya geldiğimde bizi Sâmi Efendi ile tanıştırdılar. Bizi de sevdi. 'Ne iş yaparsın,' dedi. İkametgah etmem için duada bulundu. İmamlıktan dolayı hizmet için beni Adana'nın Nernek köyüne gön- derdi.”[37] Der.

Burada imamlık yaparken, köy odasında veya imam odasında imamla beraber kalır. Bir müddet sonra (iki sene kadar) buradan ayrılır. İlerleyen yıllarda bu kararından dolayı çok pişmanlıkla:

«- Bana o köyde dur dediler, durmadım. Halbuki her zaman için ben o köyden çok feyiz almıştım. Orda çok hayırlar, bereketler görmüştüm. Oluktan akar gibi, değirmenden dökülen un gibi, oluk oluk feyz akardı.

Oradayken Sâmi efendinin büyük iltifatlarına nail oluyordum. Sâmi Efendimiz; İsmail hocadan ders alın, diye bana adam gönde­riyordu. Efendimin bana vereceği bazı şeylerden mahrum kaldım.

Ah! İsmail Ah! adam olamadın, orda durmadın!..» diyerek elini dizine vurur, hayıflanırdı.[38]

Nernek Köyünün ardından Osmaniye'nin Bahçe ilçesine bağlı Arıklıkaş köyüne gelir. Burada fahri olarak imamlık yapar, küçük

büyük demez Kur'an ı Kerim ve temel dini bilgiler öğretir, köy sakinlerinin gönlüne girer.

Arıklıkaş köyünden Bellüriye teyze anlatıyor:

«-İsmail Hocamız bir torbası ile köyümüze gelmiş. Önce mi­safir kaldı. Sonra camiye hoca yaptılar. Kur'an okumayı kendin­den öğrendik. Caminin imam odasına yerleştirdiler. Sonraları bir merkep aldılar. O zaman imama para pul vermezlerdi. Harman zamanı herkesten buğday toplanır, ücret olarak bu verilirdi. Rahmetli o zaman odun satardı.. Sonra caminin bitişiğinde ev yeri verdiler, köylüler hep beraber ev yaptılar. Tabii çok sefalet çek­ti.. »

Evlenmesi

Köylülerden Ömer Avşar Emmi'nin kızına talip olur.

Ömer Amca cevaben:

«-Benim soracağım tek bir yer var; gider sorarım ne derse onu yaparım.» der. Ve Sâmi Efendiye gider, ne yapması gerektiği­ni danışır. Sâmi Efendi (ks) de:

«-İsmail Hocanın mânevîyatına diyecek yok, ama verirsen işin sağlam olsun, resmi nikahını da yap," der.

İsmail Hocam:

“Sâmi Efendimiz "verirsen işin sağlam olsun resmi nikahını yap," dedi ya, bunu niye söyledi biliyor musun? Beni bir köye gön­derdi. 'Orda durmadım ya ondan...' Bunu anlatırken de dizine vu­rur: Ah İsmail, adam olamazsın.» derdi.

Kayınbabası Rahmetli Ömer Emmi'nin de Sâmi Efendiye inti­sap etmesine İsmail Hocamız vesile olmuş.

Kayınbabası için: “sağlam insan, demir gibi, şimdikilere ben­zemez” derdi. [39]

Osmaniye'ye Göç Etmesi

İmam hatiplik için girdiği imtihanını kazanınca 1955-56 yılla­rında Osmaniye'ye göç eder. İmamlık imtihanına, kendinden ilim olarak çok üstün olduğunu söylediği Arpacı Ali'de [40] girmiştir. İm­tihan heyeti Fatiha okurken bir yanlışını tespit edince görevi İs­mail Hocaya verirler.

İsmail Hocamız: “Arpacı Ali beni on defa cebinden çıkarırdı, ama hak görevi bize nasip etti.” Der.[41]

İmamlık İmtihanı

Girdiği bu imtihanı Mehmet Aydoğdu Bey de şöyle anlatır.

Hocam bize şöyle anlatmıştı:

“Benim yeni alfabe ile okumam, yazmam, diplomam yoktu.'Ya Rabbi sana havale ettim,'dedim.” İmtihan heyetindekiler:

“Bu kişinin okul diploması da yok ama imamlık yapıyor, na­maz da kıldırıyor, müracaat da etmiş bari imtihan edelim,” de­mişler.

Öyle sorular sormuşlar ki; her soruya cevap vermiş, müftü efendiyi de hayrete düşürmüş:

«-Bazı şeyleri benden daha iyi biliyor,» demiş.

Tekrar ezber oku, demişler:

“Mânen rüyada gördüğümden, sûreye hazırlanmıştım, oku­dum." diyor. Ve imtihanı kazanıyor.

Dışarı çıkınca müftü, İsmail Hocama:

«-Sen kimdensin, nereye bağlısın.» diyor.

O zamana kadar Müftü Abdurrahman Kavuncu Hoca Tarık-ı Âliye bağlı değilmiş. İsmail hocamızın sorulara cevap verşini ve bilgi sahibi olduğunu görünce etkileniyor:

«-Beni de oraya götür,» diyor.

İsmail hocamın vesilesiyle merhum Sâmi Efendimize gidiyor. Sâmi Efendiyle arasında ne yaşandıysa:

“Ben şu ana kadar boşa zaman geçirmişim" diyor.

 

MÜFTÜ ABDURRAHMAN KAVUNCU (1870-1966)

“Türkistanlı Hoca" diye anılır. Aslen Türkistanlı'dır. 1900 yı­lında önce Suudi Arabistan'a sonra da I.Dünya Savaşı'ndan sonra, İngiliz işgali ile başlayan, Şerif Hüseyin isyanı ile devam eden ta­rihi süreçte Medine Komutanı Fahrettin Paşa'nın 'Medine mü- daafasından önce' şehri tahliye etmesi üzerine “Tahliye treni" ile Anadolu'ya gelmiştir.

Milli mücadelede kuvayı milliyeye giren Abdurrahman Hoca, 1937'de Osmaniye Müftülüğü'ne Vaiz olarak tayin edilmiştir.[42] Müftü olarak anıldığına bakılırsa sonraları müftülük yaptığı anla­şılmaktadır.

Terceme-i Hâl

1932 yılında Vaizlik görevi almak için doldurmuş olduğu "TC Memurlarına Mahsus Tercumaihal Varakası” adlı evrakta kendisini şöyle tanıtır:

"İsmim Abdurrahman, babamın adı Mirza Baba, soyadım Kavuncu, şöhretim Mirza oğullarındandır. Bize Özbekler derler. Türkiye Cumhuriyeti tebasındanım, müslümanım, Hanifi mezhe- bindenim, mesleğim hoca ve imamlıktır. Velâdetim 296 rumidir. (miladi 1880 /1881) Doğum yerim Türkistanda Taşkent vilayetine merbut Nemengan kasabasıdır.

Tahsilimi Medinei Münevverede Özbek medresesinde yaptım. Sarf, nahv, tefsir, hadis, kelam, mantık, maâni bedih edebiyatı, Arabiye ve Farisiye, usûl-i fıkıh, usulu hadis, tefsir, İlm­

i   'arüz u 'ilm-i kavafı ve tasavvuf, tarih, lugat, coğrafya ve hendeselere ait icazetnamem vardır.

Arapça, Türkçe, Farisçe, Hindice ve Urdu lisanı ile tekellüm eder, okurum yazarım.”

Yukarıda verilen bilgilerle talepte bulunması üzerine Diyanet İşleri Reisliği tarafından 1932 yılında vaizlik görevi verilir.

Kuvayi Milliye'ye İştirak Eder

Abdurrahman Kavuncu'nun 1937'de Osmaniye Kaymakamlığına verdiği dilekçesinden anlaşıldığına göre; Milli mücadele esnasında Kuvayi Milliyeye iştirak etmiş ve üzerine düşen vazife-i diniye ve vazife-i vataniyeyi hakkıyla îfâ eylemiştir. Fıransızların leyhine olarak tayyerelerle atılan fetvalardan birini okuduğu zaman parça parça edip: "Esaret altında verilen fetva

geçerli değildir. Fransızlarla cihat Allah'ın emridir.” Diyerek çeteleri Fransızların üzerine hücuma teşvik etmiştir.[43]

Mustafa Kısaoğlu Hoca'dan:

Müftü Abdurrahman Kavuncu iyi bir âlim, fazıl bir insandı. Biz sonradan öğrendik ki, Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu'nun ihva­nıymış.

Ashab-ı Uhdud

Bir haline şahit oldum. Bir hafız namaz sonunda Buruç Sure­sini okumuştu. Abdurrahman Hoca; cemaat kalkmadan hemen ayağa kalkıp:

“Cemaat bir dakika,” dedi. Ve Buruç Suresindeki okunan ayet­lerin meallerini vererek Ashab-ı Uhdud'u anlattı. Ben yakının­daydım, baktım iki gözünden yaş akıyordu.

Buruç Suresindeki ayetler geçmiş tarihte bir ümmetten, “As- hab-ı Uhdud” dan bahseder. Onlar yalnız var ve bir olan; her şe­yin rabbi olan, Allaha inandıkları için o günkü müşrikler tarafın­dan diri diri, içi ateşle dolu hendeklere atılmışlar. Küfre dönenler ise ateşten kurtarılıyormuş. Ashab-ı Uhdud'tan bir inanan kadın­cağızı da ateşe atmak için kucağındaki bebeğiyle kanalın kenarı­na getirildiğinde, kadın tereddüt eder, o zaman bebek konuşur: "Anneciğim sabret, sen hak üzeresin, haktan tereddüt etme, "der.

O esnada ateş kanaldan dışarı fırlar ve onları yakar, zaten seyredip gülüyorlarmış.

Demek istediğim; Abdurrahman Kavuncu'nun halini bu şe­kilde biliyorum. Kendisini ziyaret ederdik. Başka hallerine de va­kıf olduk.

 

Abdurrahman Kavuncuyla ilgili olarak Mehmet Baz Hocae­fendi de şunları anlatır:

Abdurrahman Kavuncu çok âlim biriymiş. Beş bin veya yedi bin hadisi ravisiyle ezbere bilirmiş. Babam rahmetli Abdurrah- man Kavuncuya çok gidip gelmiş. Rahmetli Amcam da Abdur- rahman Kavuncuda okumuş.

Poyraz Emmi anlatmıştı:

Birgün Sâmi Efendimiz Poyraz Emmi'ye:

“-Hacı Abdurrahman Kavuncuya mektup yazdım götürür müsün?” demiş.

“-Götürürüm Efendim,’ dedim.

Mektubu aldım Bahçe'ye geldim. Müftü Abdurrahman Efen­diye:

“-Sâmi Efendimin size mektubu var” deyip verdim.

“-Mektubu üç defa öptü, cebine koydu.” Diyor.

İsmail Hoca'nın Camiye Olan Aşkı

İsmail Hocamız imamlık görevini severek, titizlikle yerine ge­tirir. Camiye gönülden hizmet eder, her tarafı tertemiz tutar. Va­kitlerinin çoğunu orada geçirirmiş. Enver Arpacı Bey İsmail Ho­camızın dilinden şunu aktarır:

«-Camiye çok iyi bakardım, camiye âşıktım, öğleden ikindiye kadar camide bekler, caminin bakımıyla ilgilenirdim. Camiyi ter­temiz tutardım.

Çay demler, minarenin şerefesine çıkar, ikindi vaktine kadar orada oturur, ikindi ezanını da okur inerdim. Buram buram Resu-

lullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimin kokusunu duyar; mis gibi Medine'nin kokusu gelirdi.»[44] der.

Hızlı Gidersek Kaza Yaparız

Dursun Boran Amca imamlığı ile ilgili olarak şunu anlatır:

Rahmetlik namazı yavaş kılar, yavaş kıldırırdı. Bir gün Cum­huriyet camiinde İsmail Hocamızın arkasında teravih namazı kıl­dık, namazdan sonra cemaatten bazıları:

“Hoca namazı çok yavaş kıldırıyor. Geç oluyor, yoruluyoruz. İşimiz var falan.” Dedi.

İsmail Hocamız da:

«-Şimdi işiniz varsa eve varınca ne yapacaksınız?

Çay içersiniz, çayı da beş dakika geç için... Mühim olan acele olması değil, namazın kabul, makbul ve huzur içinde olmasıdır. Hızlı gidersek kaza yaparız.’’ dedi.

Çırpacam Bacaklarınızı

Abdussamed Kuyulu Bey de şunu anlatır:

Köyde namaza gelmeyenlere bastonunu (genç ama yine de bastonu varmış) göstererek:

«-Namaza, namaza dermiş (hızlı hızlı konuşurdu böyle).”

«- Camiye gelmiyorsunuz, çırpacam bacaklarınızı,» dermiş.

«-Hadi gündüz tarladasınız. Akşam, yatsı, sabah namazına ni­ye gelmiyorsunuz.» diye köylüleri uyarırmış.

HAC YOLCULUĞU

İsmail Hocamızın hacca gitmek için iki teşebbüste bulunduğu görülmektedir. İlk teşebbüsünde Şam'dan geri dönmek zorunda kalmış, ikincisinde ise hacca gidebilmiştir.

Bu hususla ilgili olarak ulaşılan bilgiler aşağıya alınmıştır. Efendim Ben Haca Gidiyorum

İlk defa hacca gidişiyle ilgili olarak Yüksel Korkmaz ve Halid Kuyulu Bey İsmail Hocamızın dilinden şunları nakleder:

Bir gün hazırlandım hacca gitme isteğimi söylemek için Sâmi Efendimiz'e[45] geldim:

«-Efendim ben hacca gidiyorum.» dedim.

“Hacca gitmek istiyorum, müsaade buyurur musunuz?” şek­linde değil de:

“Ben hacca gidiyorum.” Diyerek müsaade istemiş.

Sâmi Efendi de:

«-Güle güle git.» demiş.

«-Tamam; müsaade aldım.» diye kabul ederek, o günün zor şartlarında yola çıkar.

Reyhanlı'dan Suriye'ye geçer. Buradan gemi ile hacca gitmeye çalışırken bazı engellerle karşılaşır bunu da şöyle anlatır:

«-Herkesi gemiye aldılar; beni almadılar. Gemi kapılarını ka­pattılar; biz orda kaldık. Başka gemide olmadığından gidemedim.. Ağladım, çok ağladım, gidemeyince bir camiye geldim.»

Çok sıkıntı, meşakkat çektikten sonra Türkiye-Şam arası çalı­şan bir Türk makinistin yardımıyla, trenle kaçak olarak geri evine gelir.

Sâmi Efendim beni görünce tebessüm etti. Dedi ki:

«- Geldin mi İsmail?»

«-Geldim Efendim. »

«-Gidemedin değil mi? »

«-Gidemedim Efendim."

«-Biliyorduk. »

«-Efendim; biliyordunuzda gitmeme müseade etmeseydiniz olmazmıydı,» dedim.

Mübarek:

«-Evladım siz, ‘gidiyorum,' dediniz, bize de; ‘güle güle git,' demek düşerdi.» Demiş.

Gidiyorum, dediniz mi, karşıdaki insana bir irade Beyan edi­yorsunuz. İrade Beyan ettikten sonra artık karşıdaki insan senin iradene, karşı koymuyor. Niye koymuyor? O zaman işin mânevîyattaki faturasını sana çıkarıyor.[46]

Rüşvetle Peygamberimizin Huzuruna Gidemem

Sâmiye Hanım teyze bu yolcuğukla ilgili şunları anlatır:

Babam bir gün hiç gelmemek üzere hac yolculuğuna çıkmış. Şam'a kadar varmış. Şam'da yorganını, örsünü neyi varsa eşyala­rını gemiye yerleştirmiş. Gemidekiler rüşvet isteyince babam da:

“Ben rüşvet verdikten sonra, peygamberimizin huzuruna nasıl giderim.” Diyerek rüşvet vermemiş.

Bunun üzerine, hop hop deyip gemiden indirmişler. Kendi orada kalmış, eşyaları gemiyle gitmiş. Gemi geri dönene kadar orda eşyalarını beklemiş, mescidlerde kalmış, hem de Kur'an ve tecvit eğitimi almış. Daha sonra eşyalarına kavuşmuş.

O eşyalarını gösterip:

“Bunlar hacı, bunlar hacı,” derdi.

İKİNCİ HAC YOLCULUĞU

Başarısızlıkla sonuçlanan birinci hac yolculuğundan sonra hac yolu açılınca bu defa devlet kanalıyla normal yollardan hacca gitmek ister. Bunun için de pasaport, sağlık raporu gibi bazı res­mi işlemlerin yerine getirilmesi gerekir.

Halid Kuyulu Bey anlatıyor:

İsmail hocam ikinci olarak hacca gidiş zamanı yine ateşlenir. Ama maddi imkanlarının yetersizliğinden Didar Teyze adında bir hanım teyze'ye:

«-Ben hacca gideceğim; dönünce öderim inşâallah.» diyerek borç ister.

O da ne kadar lazımsa verir.

Didar Teyzeye, Osmaniye'de milletvekilliğide yapmış olan Basri Demir Bey'in hanımıydı. İsmail Hocam O'nun için:

«-Benim ahretlik bacım,» derdi.

İki Tarafında Kalbin Var

Hac için sağlık raporunu almak o kadar da kolay olmamış.

Sağlık raporu için Adana'da doktor muayene ederken 'din­leme cihazını nereye koysa orda kalp atışı duyduğundan' olumlu sağlık raporu vermez. “Kalbin nerde olduğunu bulamadık.” Der.

Oğlu Sâmi Bey'de der ki:

Babamın sağlık raporu alması için muayenesi uzun sürmüş, ben o zaman yanında değildim, kendisi bana şunu söyledi:

“Oğlum doktor muayene yaptı sonra; 'iki tarafında da kalbin var,' dedi.

Adam hiçbir şey bilmiyor ki; ancak makine tutmuş ona bakıyor. Adam doktor olmuş ama hiç bir şeyden haberi yok.” dedi.

Bundan dolayı pasaport alması uzadı, nerdeyse pasaportunu alamıyordu. En sonunda hastane müdürünün yanına gidildi ve sorun çözüldü.

Hacda Parasını Çaldırır!..

Hac için otobüsle yola çıkarlar, Mekke'ye varılır. Bu defa da parası çalınır, ne yapacağını şaşırır, bu olayı şöyle anlatır:

"Paramı çaldılar. Garibim, kimseyede bir şey diyemiyorum. 'İs­mail neyapacan', dedim. Kaldım ortada, Arafatta filan geziyordum.

Bir kaç gün aç kaldım. Çok acıkmıştım. Bir çadırın yanına var­dım, yemek yiyorlardı. Bir şey vermedikleri gibi bir de, “Dikkat edin yankesici dolanıyor!..” diye beni azarladılar.

Bayağı gezdim sonra Türk otobüsleri geldi. İnenlerden bir ta­nıdık arıyordum. Baktım Cumhuriyet camii cemaatindenan, Çıkıp Ağa var. O'nu gördüm, hemen yaklaştım. Bana borç olarak biraz mark ver, mark ver, dedim. İki yüz mark verdi. Osmaniye'ye varınca veririm, dedim.[47]

Rasûlüllah 'ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Huzurunda

Hacı Kuyulu Bey anlatıyor:

Bir bayram İsmail Hocamı ziyaret ettik. O zaman Bahçe'deki oğlu Hüseyin'nin yanındaydı. Orada bize hac hikayesini anlattı. Hacca nasıl gittiğini, neler yaşadığını, çektiği çileleri anlatıyordu.

«-Hacı Efendi; Medine'ye Rasûlüllah'ın huzuruna var- dık.'Rasûlüllah İsmail'i ayakta karşıladı. 'Hacı Efendi, Rasûlüllah İsmail'i karşılamadı. İsmail, Kur'anı çok seviyor.' İsmail'in sevdiği Kur'anı karşıladı’’ dedi.

Allah Dostları bizim gibi değil; onlarda “Mânevî göz var ya; görüyorlar.”

«-Rasûlüllah efendimiz," dedi ama bana orada acayip bir hal oldu. ...

EMEKLİLİK YILLARI

Osmaniye Cumhuriyet camiinde yaklaşık olarak on beş yıl imam hatiplikten sonra 1975 yılında emekli olur. Emekliliğinden vefatına kadar geçen yaklaşık otuz yıl zarfında da mânevî hizmet­lerden geri kalmaz.

O küçük mütevazi evi sanki bir dergah gibidir. Geleni, ziyaret edenleri eksik olmaz. Kesinlikle malayani konuşmaz. Kimine Kur'an öğretir, kimine peygamberler kıssalarından, kimine de Al­lah dostları ve tasavvuftan anlatır. Ama her gelenin idrâk seviye­sine göre faydalı mevzulardan anlatır.

Kaplıcalara Gitmesi

Değişikliği çok sever, her sene kaplıcaya gider. Düziçi'ndeki Haruniye, Kahramanmaraş'taki Zeytin, Pozantıdaki Çiftehan, kap­lıcaları bunlardandır.

Haruniye kaplıcalarına ilkbaharda narçiçeği açımında gider:

“Dizlerime filan çok iyi geliyor, hem de tebdil-i mekân oluyor” der.[48]

Mustafa Canbolat Amca der ki:

“86-87 yıllarıydı Haruniye kaplıcalarına gidiyordu. ‘Ben de geleyim,' dedim. Beraberce gittik. Bir hafta kaldık. Orada suya ayaklarını sokar hiç konuşmaz, zikre dalar, tefekkür halinde öyle dururdu.” Der.

Haruniye Kaplıcasında Düşmesi

1999'da Sait Güngör ile İsmail Okur ağaBeyler Haruniye Kap­lıcasına götürür. Merdivenden inerken düşer, kafası betona gelir. Beyin kanaması sonucu bir felçlik geçirir.

Osmaniye'de tedavi olur ama iyileşemez. Daha sonraları Adana'ya hastaneye götürülür. Beyinde kanama sonucu oluşmuş pıhtılaşma geçte olsa tespit edilir. Kafanın iki kenarı delinerek pıhtılaşmış kan alınınca iyileşip kendine gelir.

Allah'ım Borçlu Gitmeyeyim

Kısmi felçlik sonucu yoğun bakımda kaldığı zamanlar namaz­larını kılamaz. Tam şuur kaybı da olmamıştır. Kılamadığı namaz­larını hatırlar. O halinde Allah'a niyaz eder:

“Allah'ım bu namazlarımı kılayım sana borçlu gitmeyeyim. Ka­zalarımı kılmadan canımı alma,” der.

Bilahare hastaneden eve gelir gelmez:

“Hemen kaza namazlarımı kılmam lazım.” diyerek borçlarını

öder. [49]

DAR-I BEKAYA İRTİHALİ

Mütevazi bir hayat sürdürürken 2002 yılında tekrar rahatsız­lanır. Son anlarında konuşmaz olur, bu bir hafta kadar sürer.

Abdi Tolu Bey den:

“İsmail hocamı, 1984 yılından beri tanırım. O son zamanla­rında ziyarete gitmiştim. Sekerat[50] hâlinde sanki Sâmi Efendimiz olmuş, O'nun şeklini almıştı. Çünkü; devamlı Sâmi Efendimiz'den bahsederdi.”

Vefat anını Oğlu Sâmi Abi'den dinleyelim:

Babam Beyin rahatsızlığının ardından üç sene sonra tekrar rahatsızlandı. Vefatına bir hafta kala rahatsızlığı arttı. Vefat ede­ceği gün eli göğsünün üzerinde sürekli Allah, Allah... diye zikredi­yordu. Başında Yasin-i şerif okunmaya başlandı. Bu arada ikindi namazı vakti geldi. Allah, Allah, derken son defa ‘Allah' dedi, göğsü hafiften kalktı ve son nefesini vererek ruhunu teslim etti.

O an bana acayip bir hâl oldu. Evladı olarak ağlamam gerekti­ği halde, içime değişik bir sevinç hali geldi. Sanki içimde bir çağ­layan coşuyordu, tarif edilecek gibi değildi. Etrafada çok güzel bir koku yayıldı. Bağıra bağıra ağlamam gerekirken, içimde başka bir hâl vardı. O anda ne olduğunu çözemedim. Ya rabbi bizim de ölüm anımızı böyle olsun,' diye dua eyledim.

Vasiyetinde, ‘cenazemi Mustafa Kısaoğlu yıkasın,' demişti. Dediği gibi Mustafa Kısaoğlu Hocamız yıkadı. Bizde su döktük. Cenaze namazını Kurtuluş Camiinde kılmayı düşündüysek de Fa­tih Camii imamının:

“Hocamız, benim camimim cemaati idi, müsaade etmem,” demesi üzerine, ikindiden sonra Fatih Camiinde kıldık. [51] Havada hafif bir yağmur vardı. Darı bekaya irtihal ettiği gün tarih 1 Ekim 2002 Salı gününü gösteriyordu.

Nasıl Yaşarsanız Öyle Ölürsünüz...

Vefatında yanında olan İsmail Canbolat Bey de şunları anla­tır:

Allah Dostları son anlarını hep düşünmüşler. Son nefeste ha­lim nasıl olacak, acaba imanla gidebilecek miyim? Derdinde ol­muşlar. Biz İsmail hocamın nasıl yaşadığını gördük. Vefat eder­ken de yaşadığı gibi dünyasını değiştiğini gördük.

Hani Peygamber Efendimiz Hadis-i Şerifte: “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle diriltilirsiniz."[52] diyor ya İsmail Hocam ruhunu teslim ederken “Allah, Allah.” diyordu, kalkarken de öyle kalkacak. İnşallah.

 

Mehmet Yalman Bey'den:

“Vefat ettiğinde ikindi namazı sonrası akşam üzeri cenaze mezara konuluyordu, etrafa çok güzel, mis gibi bir cennet kokusu

yayıldı. O koku uzun süre (bir hafta kadar) burnumdan gitmedi. Yatarken olsun, başka zaman olsun bana o koku gelirdi..

Bu olaydan sonra tanıdık olsun tanımadık olsun, nerde bir cenaze olsa isteyerek katılır oldum. Ama o koku çok hoşuma git­mişti. O kokuyu çok sevmiştim.” Der.

Torunu Hanifi Beyde der ki:

Annem şöyle söylüyordu: “Dedem vefaat ederken hep gülü- yormuş, gözlerinden ufak ufak yaş geliyor, etrafa da güzel koku yayılıyormuş.”

Ben Vefat Edince Kullanırsınız

Abdi Tolu Bey, benim dikkatimi çeken çok enteresan şeyler­den biri de şudur diyerek aşağıdaki olayı anlatır:

Vefatından önce Mustafa Canbolat Amcaya bir miktar para veriyor:

“Ben vefat edince kullanırsınız. Defin, mevlüt okutma vs. bütün işleri bununla görürsünüz.’’ diyor.

Vefat ettiğinde Mustafa Canbolat Amca yakınlarına:

“Hocamın bizde bir emaneti, vasiyeti var. Bütün hizmetleri bize ait.” diyor.

Mevlüt okutulması, yemek verilmesi gibi gereken hizmetleri o para ile yaptılar.

Çok sürmedi hanımı da vefat etti. Mustafa Canbolat yine:

“Hocamın emaneti daha bitmedi, bu işleri de biz yapacağız.” diyor. Bütün hizmetini yapıyor. Bir miktar para kalıyor. Onuda varislerine veriyor.

İsmail hocam; Fıstıkçı Mustafa abi için: “Çok sağlam; faize bu­laşmayan tek adam.” dermiş.

 

Faruk AğaBey taziye için geldiğinde Oğlu Sâmi'ye:

“Yavrum, babanız Çukurova'da üç kişiden biriydi. Bunun böyle olduğunu da kimse bilmedi. O' da Rasulullaha, hakka kavuştu, ” demiş. [53]

 

Şeyh Edebali Hazretleri, Osman Gazi Hazretleri'ne buyurur:

"Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır.. Gidenin de­ğil, bırakmayanın ardından ağlamalı.. Bırakanın da bıraktığı yer­den devam etmeli   "

İsmail Hoca da bu dünyadan bir “hoş sadâ" bırakarak göç­müş oldu. O şimdi Osmaniye Alhanlı mezarlığında medfun bu­lunmakta ve sevenlerinden fatihâlar beklemektedir.

Biz dünyadan gider olduk kalanlara selam olsun, Bizim için hayır dua kılanlara selam olsun.

Yunus Emre          

II. BOLUM

KİŞİLİĞİNİN BELİRGİN HUSUSİYETLERİ

ÖNE ÇIKAN VASIFLARI


1-                       MANEVİ BİR ÖNDER

Allah dostu olduğu konusunda kimsenin bir ihtilafı yoktu. İn­sanın haline vakıftı. Kırklardan olduğu söylenirdi.[54] Sağlığında ilim ehli olsun, mânevîyat ehli olsun, mevki makam sahipleri, zenginler, fakirler hep ziyaretine gelir, ağızlarını dahi açmadan edeple dinleyip, giderlerdi.[55] Yanına yaklaşıldığında ister istemez mânevîyat hissedilirdi, ama bu nasıl bir şey dense adlandırıla- maz, ne olduğu dile dökülemezdi. [56]

Kendini 'Hiç' Kabul Ederdi

Ali Onur Hocaefendi:

İsmail hocamızı herkes anlayamaz. Zaten biz evliyâullâhı bir anlayabilsek anlayamıyoruz. Ama gittikten sonra farkına varıyo­ruz.

Mübarek, ‘hiçim,' der, kendini ‘hiç' kabul ederdi. “Adam ola­madık; biz bu işin kıymetini bilemedik.’’ derdi. Ama mânevî bir mektep, medreseydi.

 

İhsan Kuyulu Bey'den:

İsmail hocam gerçekten farklı biriydi. Biz onu anlamış değiliz. Değerini ve kıymetini de bilmiş değiliz. Aslında insanların değeri dünyasını değiştikten sonra daha iyi anlaşılıyor. O zamanda iş iş­ten geçmiş oluyor. Onları dünyasını değiştirmeden önce bilmek lazım.

Vefatından sonraki günlerde Faruk ağaBeyimiz:

“Beri benzeri evliya İsmail hocamı anlayamaz,” dedi.

Kaçırdığımız Çok Şeyler Var

Muallim Aydoğdu Bey şunları söyler:

Kendisinden istifade etmeye çalıştık. Veli nimet olduğunu bi­liyorduk. Ancak tam kıymetini bilip istifade ettik diyemiyoruz. Kaçırdığımız çok şeyler var,

İsmail hocamız bazen dizine vurur ve Sâmi Efendimizi kast ederek:

«-Kıymetini bilemedim, » derdi.

Şimdi bizde aynısını İsmail hocamız için söylüyoruz. Zaten İsmail hocamız bize fırsatları değerlendiremediğimizi; pişmanlık duymamız gerektiğini de söylerdi.

Abdi Tolu Bey der ki:

İsmail Hocam, kendi halinde bir Allah dostu idi. Kendi nefsim için söylüyorum Ben gerçek manada hocamı anlayamadığımıza inanıyorum. Gerçek şekli ne idi, seviyesi ne idi, derecesi ne idi, bi­lemiyorum ama duyduğum mânevî yönün çok çok ileri olduğu­dur.

2-                         NAMAZA KARŞI EHEMMİYETİ

Dost ve ahbaplarından İsmail Hoca'yı anlatmasını istediği­mizde mutlaka ama mutlaka O'nun sıra dışı güzellikte bir namaz kılışını kendi idraklerine göre dillendirmeye çalıştıkları görül­müştür.

Namaz hassalla’llâhü aleyhi ve sellemiyeti, onun en belirgin vasıflarından biriydi. İs- lamla, İslam dışı davranışı namaza bağlar, bir müslüman kimliği­nin göstergesinin; yani alâmeti farikasının namaz olduğunu sık

sık vurgulardı.”[57] Hastalığı şiddetlendiği zamanlarda dahi nama­zından taviz vermezdi. “Namaz kılınmadığı müddetçe refaha çıkı­lamayacağını,” söylerdi.[58]

Ayakta zor dururdu ama namaza durduğunda aslan kesilir, namaza doyamazdı. Namazda nazı, niyazı bitmezdi. Coşkuyla, kendinden geçercesine kılardı.[59]

Namazını Gafilâne Kılmıyordu

Emekli İmam Mustafa Kısaoğlu Hocaefendi:

«-Namaz kılmalarına şahit olurduk. Öyle namaz kılardı ki; “O'nun iki rekât namazına; ben bin namazımı verebilirim.” Misa­firim geldi diye acele etmezdi. Mesela; Hocamı ziyarete gelmişiz. Oturuyoruz, bizim, oraya gelmiş veya gelmemiş olmamız, onun namaz kılışını etkilemez, her zaman nasıl kılıyorsa öyle kılmaya devam ederdi. Namazını gafilâne kılmazdı.» der.

Saatçi Abdullah Bey de namaz kılışı hakkında:

«-Bir namaz kılışı vardı. Tabiri caizse Allahın karşısında; onunla konuşur gibi doya doya namaz kılardı. Öyle üç dakikada, beş dakikada bitireyim yoktu. Vitir namazını gece kılardı.» der.

Bir Hatıra

Halit Kuyulu Bey de namazla ilgili şu hatırasını anlatır:

Bir gün, Bahçe'den Bilal ile gençleri topladık. İki araba ile Osmaniye'ye İsmail Hocam'ı ziyarete gittik. Vardığımızda İsmail Hocam namaz kılıyordu.

Yaklaşık on beş dakika geçti. Hanımı da gençlere ikram ola­rak bir tepsi portakal getirip koydu. Gençler bu arada kerpiç evde gürültüyle patırtıyla, portakalı yediler, bitirdiler bir şey bırakma­dılar.

Sonra İsmail Hocamız selam verdi. Bir baktı ki; biz varız, şa­şırdı.

Yani; biz yaklaşık on beş dakikadır ordayız; gençler gürültü yapıyor. Ama hocamızın olanlardan haberi yok. Öyle namaz kı­lardı.

Bilhassa sabah namazını tek başına kılarken sanki bir orduya namaz kıldırıyor gibi sesli okurdu. Onun da sebebi hikmetini an­layamazdık.

 

Ali Onur Hocaefendi de şu tespitini dile getirir:

«-Namaza durduğunda “iyyakena'budu” derken ev sallanır- dı.. Mübarek bunu tekrar ederdi.. ‘İyyake, iyyake, iyyakenağbudu' derken hakikaten ev sallanırdı. Allahın o güzel kulunun Cenab-ı Allah'a naz ederek ‘İyyeke' der. (anlamı: Ancak sana) Demek ki tam tatmin olmuyor bir daha ‘İyyeke' der, bir hiddetle bir daha derdi.»

 

Fazlı Sarpkaya Bey anlatır:

«-Arkasında namaz kıldığımız olurdu. Namazda sureleri okurken kelimelerin mânâ derinliğine inene kadar tekrar eder “Elhamdulillahirabbilalemin”, dediğinde bulunduğumuz odanın titrerdiğini, hissederdik.

Hatta ‘İyyakena'budu ve iyyâkenestein' derken üstüne bastıra­rak söylerdi.

Tabii bundan çeşitli manalar çıkarılabilir mesela nedir? “El- hamdulillahirabbilalemin” dediğinde kabeyi karşısında göreme­diği için olabilir. Rabbine tam münacat noktasında, O'nunla bağ­lantı kurma noktasında olabilir, bilemiyoruz.. ‘lyyakena'budu ve iyyâkenestein' derken de ‘yalnız sana kulluk ederiz yalnız senden yardım bekleriz, senden başka rabbimiz yok' manasında da olabi­lir. Tabii biz ham, cahil olarak bilemezdik.»

 

Namaz kıldırırken sanki bir komutan gibi kıldırırdı.

«-Falan falan da manen cemaate geliyor,» derdi. Hatta rah­metli amcam Mustafa Kuyulu'nun da manen cemaate geldiğini söylemişti.

Adana'ya ilk geldiği zamanları kastederek:

«—O zaman ben ne bulduysam; kaza namazı kılmakla buldum.” derdi.[60]

Anlatılmaz ki Yaşamak Lazım

Ahmet Yakar Hoca, şunu anlatır:

Bir gün Ahmet Demir Abi'nin evinde yatsı namazını kılıyor­duk. Namazda ben müezzinlik yapıyorum. Mehmet Hocamda imamlık yapıyor. İsmail hocamda benim sağımda duruyordu.

Namazdan sonra dedi ki:

«-Allah Allah, burası Beyti harap-Beytu viran, tekbir aldık Beytül Harama çıktık, anlatılmaz ki; anlatasın, yaşamak lazım.» dedi.

Vasiyeti Var Mıydı?

-İsmail Hocamızın yakınlarına bir vasiyeti var mıydı? Diye sorduğumuzda:

Vasiyet olarak:

«-Namazınıza dikkat edin. Namazınızı geçirmeyin, namaza dikkat edin.” Dediği aktarılır.

2-                           KUR'AN-I KERİM OKUMASI

İsmail Hocamızın küçük büyük demeden bilmeyenlere Kur'an okumayı ve dini bilgileri öğrettiği de görülmektedir.

Nitekim Halil Avşar Amca:

“Biz aile olarak İsmail Hocadan çok memnunuz. O, bizim süla­lemizin dini bilgiler almasında, Kur'an öğrenmesinde çok emek verdi. Bizi cehaletten kurtardı. O bizi okuttu, biz de çocuklarımızı okuttuk.” Der.

Okuyuşuna Hayran Kalınırdı

Kur'an-ı Kerimi güzelce okur, dinleyenlerin gönlüne nakşe- derdi., Okurken kelimelerin üstüne bastırarak dinleyenleri şevke getirirdi.[61]

Mustafa Kısaoğlu Hoca'dan:

Hocam rahmetlinin evine sohbete giderdik. sohbetten önce Kur'an okumasını istediğimizde, her sohbette mutlaka Bakara su­resindeki Ayet el kürsi'den sonra gelen ayetleri okurdu. Devamlı,

“Allâhu velîyyullezîne âmenû, yuhricuhum minez zulumâti ilen nûr(nûri), vellezîne keferû evliyâuhumut tâgûtu yuhricûnehum minen nûri ilâz zulumât(zulumâti), ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne). (Bakara 257)

Bu âyet-i kerîmeyi öyle bir okuyuşu vardı ki; hayran kalma­mak mümkün değildi.

Meali: “Allah, öyle bir Allah ki; müminlerin velisi ve dostudur. Onları küfrün, cehaletin, nefsin karanlıklarından imanın aydınlı­ğına çıkarır. Kâfirlerin ise dostları taguttur. Şeytan ve şeytana benzeyenlerdir. Onlarda kâfirleri imandan, iman nurundan ceha­letin ve benliğin karanlığına götürür. İkinci taife kâfirler ise onlar ateş ashabıdır. Orada ebedi kalacaklardır.”

Kelimelerin üstüne basa basa devamlı burayı okurdu. Sanki şunu demek ister gibi bir hali vardı:

“Eğer gerçekten mü'min isek Allah bizim dostumuzdur. Ger­çek mü'min isek bizim dostumuz yalnız odur. Ve bizi cehaletin ve küfrün karanlığından mutlaka o çıkarmıştır. Biz o nura ancak böyle kavuşabildik. Bir şey yapabiliyorsak, Allahın razı olduğu bir mürşide intisab edebildiysek, bu rabbimizin bize olan lütfüdur. ”

Gönüllere Nakşederdi

Ciğerci Hasan Bey der ki:

“Sohbetlerde, Bir aşr-ı şerif okuyun efendim,” dediğimizde içinde "...cenneten ve harîrâ."[62] kelimeleri geçen ayetleri okur­du.

Okurken gözleri yaşarır, silerdi. Allahu â'lem okuduklarının manası manen gözlerinin önüne gelirdi. Aslında okuduğu aşır kı­sa idi. Fakat uzatırdı. Uzata uzata okur; karşıdakilerin gönüllerine nakşederdi. Fakir o okuduklarını, yıllar sonra anlıyorum. Biz kad­rini bilemedik.

Yasin Bağışlardı

Mullim Aydoğdu Bey şuna değinir:

Yasin suresini çok okurdu. Bazen hatim filan okunduğunda mübarek Yasin bağışlardı. Para toplandığı zaman: “Benimde Ya- sin'im var, bu da bu şekil olsun,” derdi.

 

Oğlu Sâmi Abi anlatır:

Terör olaylarının çok arttığı bir gün:

«-Oğlum bunun için kırk bir Yasin okuyacağız,” dedi.

İşaret ettiği bazı kişileri çağırdık. Yâsîn-i Şerifi, her mübin[63] kelimesine geldiğimizde başa dönerek okuyorduk. Yedinci mübi- ne geldiğimizde okumayı tamamladık. Akasından da bir dua yap­tı.

İsmail Canbolat Bey de şunu ifade eder:

Rahmetli annesinden çok bahsederdi.

“Annem; çok imanlıydı.” Derdi. Annesi çok Kur'anı Kerim okurmuş. Hacca gidenler annesini gördüklerini söylerlermiş. “Ama İsmail efendi; Annem bu hale nasıl geldi, biliyor musun? Kur'anı Kerimi çok okurdu ondan." derdi.

 

Fuat Tülüce Bey bir hatırasını şöyle anlatır:

Kur'an okumayı öğrenmek için Kur'an kursuna gidiyordum. Kurs çıkışı da bisikletin arkasındaki sepetliğe Kur'an cüzünü po­şet içerisinde koyar İsmail Hocamın evine giderdim.

Böyle bir gittim, iki gittim, üçüncü gün evine vardığımda evi­nin kenarına bisikletimi kilitleyip yukarı çıktım. Ne bilecek bisik­letin arkasında poşetin içinde Kur'an cüzünün olduğunu, bir gün yanına çıktığımda dedi ki:

«- Oğlum, Kur'an cüzünü bisikletin arkasına(sepetliğine) koy­ma, biraz yüksek tut.” dedi.

Orada cüz olduğunu, poşet olduğunu benim oraya bisiklet ile geldiğimi nerden biliyor?

Halbuki bisikleti de görmüyordu. Demek ki, yanına geleceği­mi bildiğinden dolayı beni bekliyor ve geliyor mu? Diye de ma'nen seyrediyormuş..

3-                           SÜNNET-İ SENİYYEYE TİTİZLİĞİ

Mustafa Canbolat Amca anlatır:

Bazen benim fıstık dükkanına gelirdi. Bana:

«-Şunu şöyle yapsak nasıl olur, » gibi danışırdı.

Ben de:

«-Hocam sen daha iyi bilirsin.» derdim..

«-İstişare sünnet, sünnet.» derdi.

 

Dişleri yoktu ama takma diş kullanırdı. Takma dişlerini sün­nete uymak gayesiyle misvakladığını anlatırdı. Yani diş misvak- lamanın sağlık yönünden faydalı olmasından daha çok ‘sünnet olmasını' vurgulamış olurdu.

Peygamber Efendimiz'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bahsederken “kafası” demez, “kafası şerifleri” diye saygı ifadesiyle anlatırdı.[64]

Peygamberimize âşık bir insandı. Veresetü'l Enbiyâ olan Al­lah dostlarının ve Sâmi Efendinin O'nun (salla’llâhü aleyhi ve sellem) nurunu taşıdıkları­nı ifade ederdi.[65]

4-  SEHERLERİ

İsmail Hocaefendi seherine, teheccüdüne ehemmiyet verir, gece ibadetine gündüzden hazırlanırdı. Mesela; yatsı namazını kı­lınca erken yatar, gündüz görüştüğü kişilere, yediğine dikkat eder, midesini abur cubur rastgele yiyeceklerle doldurmazdı.[66]

Onu çok iyi tanıyanlardan Mustafa Kısaoğlu Hoca şunları an­latır:

İsmail Hoca'mın seheri sağlamdı. Yani seherî idi. Bu her ha­linden belliydi. Sohbetteki halinden diğer hallerinden de bu anla­şılıyordu.

Zaten Mûsa Efendimiz'in olsun, Mahmûd Sâmi Hazretleri'nin kitaplarında olsun, Seherin fazileti hakkında çok güzel bilgi veri-

yorlar ve seherin önemini anlatıyorlar. Büyüklerin ifadelerinden şunu anlardık; ‘seheri uykuyla geçirenin, sohbeti de uyku ile ge­çer.' Eğer bir insanın sohbetlere karşı bir zaafı varsa, mesela soh­bette uyuyorsa, o seherine baksın. Bunu Mâsa Efendimiz'in (ks) bir eserinde okuduk.

 

Mübarek erken kalkardı. “Saat on, yatağa kon. Tavuk gibi yat; horoz gibi kalk.” derdi.

Gece ibadetinin kıymetini bilirdi. Geceyi iple çekerdi. Gecenin alt yapısını gündüzden oluşturur, ikindiden sonra yediklerine ge­ce ibadetine engel olmaması için daha dikkat ederdi. Doğru bildi­ğinden taviz vermez, hâl ve hareketlerini, yemelerini, içmelerini geceye göre ayarlardı.

Bir akşam ziyaretine gitmiştik. Yatsıdan sonra çay veya ha­zırdaki ikram neyse o gelmişti: ‘Hocam sizde buyurun,' dedik.

«-Bal da olsa yemem. » dedi.

Bu çok mânâlı bir şeydi, yani geceye hazırlanıyordu. Yediklerine dikkat eder, öğle namazından sonra biraz uyur yani kaylûle [67] ya­pardı.

Teheccüdün, seherin değerini de bildiğimiz halde gündüzden yaşayışımıza, helale harama dikkat etmediğimizden geceyi cevval, canlı geçiremeyiz. Halbuki; öğlen biraz uyusak, akşam yemeğimize, gündüz görüştüğümüz kişilere dikkat etsek, sehere kuş gibi kalkarız.

İsmail Hocam bunları çok iyi bildiği için kararlı davranır. Ha­tır gönül dinlemez, yemeyle içmeyle ilgili yanlış bir teklif getirili­yorsa iştirak etmezdi. [68]

 

Sâmiye Hanım teyze şunları anlatır:

«-Babam gece uyumazdı. Yatsı namazını kılıp yatar, saat on iki gibi uyanır bir daha kesinlikle yatmazdı. Sabaha kadar zikir, fikirle vakit geçirir. Sabah namazından sonra da kırk beş dakika yönü kıbleye doğru olarak dünya kelamı konuşmadan oturur, sonra bir saat kadar yatar, on gibi kalkar sabah kahvaltısını ya­pardı. İkindi namazından sonra da yemek yer başka yemezdi.»

 

Tavuk haşlamasını severdi. Mesela; bende şahit oldum, ak­şamdan tavuk haşlaması hazırlatmış bir kenara koymuştu. Bana da gösterdi. Dedi ki:

«- Bak, nefsimi aç bırakıyorum ve nefsime şart koşuyorum: ‘Ey nefis; bak çok güzel tavuk haşlaması var. Beni gece sehere kaldırır­san onu sana yediririm. Yoksa aç yatar, aç kalırsın.' diyorum. Böyle yaparsam gece beni ibadete kaldırıyor,” dedi.[69]

5-  SOHBETE GÖSTERDİĞİ EHEMMİYET

Sohbetlerde vesâir zamanlarda ilerlemiş yaşına rağmen di- züstü oturur, sohbeti gözü yumuk olarak, dikkatle dinlerdi. Soh­bet âdâbına uymayanları da uyarır; ‘âdâba uymamanın feyze mani olacağını imâ ederdi.' Yani hâliyle ve kâliyle sohbetin âdâbını telkin ederdi.76

Ciğerci Hasan Gedik Bey anlatıyor:

Bir gün tam sohbete başlayacağımız esnada bir kedi kapıdan içeri girdi, geçti sobanın yanına oturdu.

Sohbet esnasında abilerden bir tanesi uyukluyordu. Hocamız elindeki tesbihi ona bir fırlattı:

«-Sohbeti kesme!..» dedi.

Sohbetten sonra:

«-Hocam tesbîhi neden attınız dediğimizde?»

«-O anda atmasaydım. O kardeş herkesin dikkatini dağıtacak­tı. Sabah sabah uykudan kalkıp geldin; sohbette uyunur mu müba­rek?

Burası Allahın sofrası, buraya istifade etmeye geliyorsunuz. Bak bir kedi dahi uyumuyor, sen uyuyorsun, bir kedi kadar dahi olamıyorsun. Kediden ibret alın.» dedi.

 

Bu konuda damadı Berber Mehmet Amca da şunları söyler:

Sohbete çok ehemmiyet verirdi. Sohbet olduğu zaman bir te­laş görülürdü. Sobayı yaktırır, içeri fırın gibi olurdu. Genellikle sohbeti başkaları okur, o da gözü yumuk olarak dinlerdi.

Oğlu Sâmî'nin düğünü olduğu pazar günü sabahleyin, her zaman olduğu gibi kendi evinde sohbeti yaptılar. Kayınbaba ve damat sohbetteyken düğüne gelen misafirler Sâmî'yi ve kayınba- bayı soruyordu. Yukarda işleri var diyoruz. Sohbet olduğunu da bilmiyoruz. Sonradan anladık ki sohbet yapılıyormuş. “Bu düğün günü de sohbet olmasa ne olur yani...” dedim. Çünkü; biz o zaman sohbetin ne demek olduğunu fazla bilmiyorduk...

 

Pek açık vermezdi ama sohbetteki oturuşundan, edebinden sanki Sâmi Efendi hazretleri orada varmış gibi bir tavır içerisinde olurdu. Yani huzur içinde olurdu. Sanki sohbeti yapan Mahmût Sâmi Ramazanoğlu'ymuş gibi dinlerdi. Zaten biz şunu biliyorduk: ‘Ruhaniyet tecelli ederse sohbet güzel gider.' Bunu bilirdik.

Biz görmesek de sohbete ruhaniyet gelirse sohbet iyi gider. Ruhaniyet iştirak etmezse sohbette feyiz olmaz. Bunu bilirdik. Hocamın evinde, hangi konuda olursa olsun, yapmış olduğumuz sohbetler hep feyizli geçtiğinden ruhaniyetin oraya geldiğini bi­lirdik.

Bu gün bazı kardeşlerimiz yetişmişse onun evinde yaptığımız sohbetlerin çok büyük önemi vardır. İsmail hoca; hâliyle sohbet âdâbını öğretirdi. Yani; öyle lakayt değildi. Bize sohbetin nasıl dinleneceğini bizzat yaparak gösteriyordu.

O zamanlar sohbeti diz dize oturarak yerde yapardık. İhvan hakikaten sohbeti iple çekerdi.»[70]

Edep, ilim sohbetlerde bellenir,

Sulanırsa kuru çalı güllenir,

Sohbet ile letayifler dillenir,

Gelin sohbetlere devam edelim.[71]

 

Bahçe İlçesi Esnafından Yüksel Abi anlatır: «-Bir gün Ahmet Demir abilerde sohbet vardı. İsmail Hocam'da orada bulunuyordu. Sohbetin sonuna doğru toparlanıyor gibi oldu, nerdeyse ayağa kalkacaktı sonra geri oturdu. Biz ayrıl­dıktan sonra Mehmet Hocama:

«-Peygamber Efendimiz(salla’llâhü aleyhi ve sellem) geldi şuraya oturdu, sohbete da­hil oldu.» demiş.

Ben İsmail Hocamı sürekli o yaşında bile hep dizüstü görür­düm. Yatarken de ayağını uzatmadan yatarmış. “Bir edepsizlik olur,” diye.

6-                    HELAL LOKMA HASSALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİYETİ

Helal lokma hususunda çok hassalla’llâhü aleyhi ve sellem davranır ve şöyle derdi:

"Haram lokma nefse güç kazandırır, ruhu zayıf düşürür.’’79

Oğlu Sâmi Bey'den:

Babam örnek bir insandı. Hiç unutmuyorum şunu söylemişti:

“İmamlık yaptığım dönemlerde mesaiye o kadar dikkat ettim ki; kıldıramadığım namazların hesabını yazdım. Ne kadar ücret tuttuysa sadaka olarak verdim,” demişti.

Memuriyete giderken de bana şu nasihatte bulunmuştu:

«-Oğlum, ha hırsızlık yapmışsın; ha mesaiden çalmışsın. Mesa­ine dikkat et. Böyle yapmazsan çocuklarına haram rızık yedirmiş olursun. Sana verilen işleri de harfiyyen yerine getir, getirmezsen yine eksik görev yapmış olursun ve çocuklarına da haram rızık ye­dirmiş olursun. Haram rızık yiyen çocuktan hiçbir zaman hayır gö­remezsin,” dediğini aktarır.

Oğlu Hüseyin de şunu nakleder: Babamın bir kişiye borcu varmış. Rüyasında uyarmışlar. Ala­caklı kişiye borcunu vermek için gitmiş ama bulamamış. Borcuna karşılık alacaklının hayrına Arıklıkaş köyündeki camiye saat al­mış. Ve halen duruyor.

Bir darbı mesel anlatılır:[72]

“Zamanın insanları bir Allah dostundan izahat almak için: Çocuğumuzu nasıl terbiye edebiliriz demişler.

O da cevaben buyurmuş ki:

«- Helal lokma yediriniz, sonra sokağa bırakıveriniz, Allahu Teâlâ (c.c.) onu himaye eder.”

 

Enver Arpacı unutamadığı hatıralardan birini şöyle nakleder:

İsmail Hocam, Oğlu Sâmi'yi tavuk almak için pazara gönder­miş. Sâmi'yi kandırmışlar. Tavuğu yüksek fiyata vermişler. İki üç tane tavuk fiyatına, bir tavuk almış.

İsmail Hocam Bana anlatıyor:

«-Oğlum; ben devamlı bu tavuktan aldırıyorum seni kandır­mışlar. Sen sen ol, herkes seni kandırsın; ama sen kimseyi kandır­ma!.. Dedim. » diyor

O zamanlar hazır temizlenmiş piliçler yoktu. Pazardan canlı tavuk alınırdı. Canlı alınan tavukları mekruh olmaktan kurtarmak için birkaç gün bekletip keserlerdi. Takva ehline göre tavukların yenebilmesi için; İmamı Azam hazretleri üç gün, imameyne göre yedi gün kapalı bir ortamda bulunması gerekir.[73]

7-  GÖZ YAŞI

Aktarılan bilgilerden anlaşıldığına göre yufka yürekli, mer­hametli ve duygulu bir gönle sahiptir bu hususta Mustafa Canbo- lat Amca der ki:

“Ziyaretine vardığımızda hiç dünya kelamı konuşmazdı. Elin­de tesbihi olur, zikrini çeker, Sâmi Efendi'nin ve Allah dostlarının hallerinden bahseder, anlatırken de öyle ağlardı.”

Mustafa Kısaoğlu Hoca da şöyle der:

Mahmût Sâmi Ramazanoğlu'ndan anlatırken devamlı gözü yaşarırdı. Sürekli gözünün önündeki çanakları silecek mendili olurdu. Sanki gözünde bir rahatsızlığı varmış gibi gözü yaşarırdı. Ama gözyaşı kendi hâlinden kaynaklanıyordu. Gözünün yaşı ku- rumazdı. Onu tanımayanlar; “gözünde bir rahatsızlığı var gali- ba,”derdi. Çünkü herkes aynı şekilde ağlayamaz. Aynı şekilde ağ­lar gibidir, ama aynı şekilde olmaz.

İsmail Canbolat Bey bir hatırsını şöyle dillendirir:

Yine bir gün arabayla Bahçe'de fabrikada çalışan oğlu Hasan Hüseyin'in oraya götürüyorum. Osmaniye'den çıkarken elimdeki ilahi kasetini takmak istedim ama vazgeçtim.

İçimden de; “Şimdi bunu açmayayım hocam yanımda oturu­yor; bir ilahi söylese de dinlesek.” dedim.

Biraz yol alınca Hocam peygamberimizin vefatını anlatan bir kaside var; “Fahr-i Âlem göç eyledi dünyadan / Ümmetlerim size olsun elvedâ..." diye devam ediyor, bu kasideyi söylemeye başladı. Yarısına kadar söyleyince ağladı, devam edemedi.

8-                       ABDEST ALIŞLARI

Namaz abdestten başlar. ‘Abdestin düzgün olmazsa, namazın da düzgün olmaz,' derdi.[74]

Abdest hususunda, taharet mevzûunda çok dururdu. Abdest alırken, el parmaklarının aralarını, boğumlarını kıvrım yerlerini çok ovalardı. Aynı şekilde ayak parmaklarının aralarını da yıkar, “Sâmi Efendimizden böyle gördük.” derdi.[75]

Sünneti yerini bulsun diye, takma dişlerini çıkarıp misvaklar-

dı.84

Hastanede yatarken ayılır, bayılır, "Bana abdest aldırın, ab­dest aldırın, Abdest, Abdest,” dermiş, halbuki yakınındakiler onu baygın bilirmiş.[76]

İsmail Hoca'nın bir tası olduğu ve yaşlılık zamanlarında gece abdest alma ihtiyacı veya başka bir arzusu olduğunda tası duvara vurarak yardım istediği anlatılır.

Tası duvara vurunca oğlu Hüseyin, “Babam duvara vurdu,” der yataktan hemen koşup, hizmetini görür; abdestini aldırırmış. Babası ibadetlerini bitirene kadar bekler, sonra da yatırıp üstünü örtermiş. Bu gibi hizmetlerinden dolayı babası:

«-Bu kazandığım sevapların yarısı senin oğlum, yarısı senin oğlum..." dermiş.

«-Ben Hüseyin'den iyi hizmet gördüm.. Rabbim razı olsun ço­cuğumdan; Allah binlerce razı olsun.” Dermiş.

9-  NEFSİNİ BİLEN BİR KİŞİ

İsmail amcanın zaman zaman nefis terbiyesinin önemine dikkat çektiği görülmekte ve evlatlarını uyaran bir baba şefkati ile:

«-Ne yapıp edin nefs-i mutmainneye ulaşmaya çalışın, buna çok gayret edin! Nefsin istekleri insanı cehenneme götürür ona uymayalım, mukavemet gösterelim, isteklerini yerine getirmeye­lim..» diyerek teyakkuzda olmayı vurgulardı. [77]

Muallim Aydoğdu Bey der ki:

İsmail Hocam nefsini bilen bir kişiydi. Bizzat Faruk Abimiz'in:

«-Nefisle ilgili bilgi sahibi olmak isteyen İsmail hocayla gö­rüşsün, İsmail hocam nefsini bilen bir kişi. Nefis konusunda bilgi edinmek isteyen İsmail hocama yakın dursun, onu dinlesin ondan istifade etsin.» dediği aktarılırdı.

Muallim Aydoğdu Bey devamla diyor ki:

Bize nefsin gerçek yüzünü bildirir:

«-İnsanda nefsi-i hayvani ve ruh-i sultani[78] arasında müca­dele vardır. Nefsi-i hayvani bastırdığı zaman mukavemet gösterin.

Nefsi hayvaninin tahrikine kapılmayın, direnin, güçlü olun, ondan gelebilecek tekliflere hazırlıklı olun,» derdi.

İsmail Canbolat Bey de şunu aktarır:

“İnsanın kalbinde bir kürsü var. Eğer o kürsüye cismi nûraniyi oturtursan senin amelin çok daha iyi olur, şaşmadan gidersin. Vü­cuda cismi nurani hükmederse cennetin kapısı ona açılır. Yok, eğer bu kürsüye cismi hayvani oturursa o zaman da ziyan edenlerden olursun." derdi.

 

Nefis ve ruh hakkında anlatırdı:[79]

“Nefisle ruh terazi gibidir. İnsan kendine dikkat ederek biraz ibadet etse, ruh biraz yukarı çıkar ama biraz boşluk bulup da kişi harama düşerse, nefis hemen kabarır, yukarı çıkar. Nefis ve ruh böyle her zaman birbirini kovalar; ölünceye kadar aynı terazi gibi bir aşağı iner, bir yukarı çıkar, nefsi öldüremezsin ama zikrullah onu biraz sakinleştirir,’’ derdi.

“Nefis yetmiş katır gücünde, onu kimse kımıldatamaz, Sadece nefsin başını zikrullah biraz eğer."derdi.


Ruh kötülüğü emretmeyen, nefis ise kötülüğü emreden bir şeymiş. Nefis bir avukatmış her şeyi yaptırır; ‘sen haklısın, sen haklısın,' dermiş.

Bünyamin Gökçe Bey aktarır:

En çok etkilediğim şeylerden birisi de İsmail Hocam:

“Nefsim bana diyor ki: "İsmail ben yanmaya razıyım yeter ki, seni de yakayım” derdi.

Bunun açılımı; “dikkat edin nefis kötüyü ister, kim nefsinin peşine düşerse yanar,” demek istiyordu. Ama kendi nefsine söy­lüyordu.

10- SOHBETLERİ

Kütahya şivesiyle hızlı ve kibarca muhatabının idrak seviye­sine göre konuşurdu. Yardımcı olmaktan çok haz alırdı. İstekli olanlara, meraklı olanlara alaka gösterirdi. Genellikle arif diliyle sohbet ettiğinden konuşmaları hep mesaj yüklü olur, anlayabilir­sen anlardın, çok açık gitmezdi. Mesaj yollu, işaret diliyle söyler­di. Bazı arkadaşlar da onu özel olarak ziyaret etmeye gider, dua­sını alırlardı.89

Saatçi Abdullah Bey bu hususta der ki:

Hızlı konuştuğu için herkes onu anlamazdı. Sesinin tonu çok açık ve net değil, ince, titrek ve kibar olmasından dolayı dikkatli dinlemeyen anlamazdı. Halbuki o kadar hikmetli sözler konuşur­du ki biz anlardık. Bir gün muhabbetle hızlı hızlı konuşuyordu:


“Akşam, akşam Efendim, Sâmi Efendimiz geldi, oturduk fazlada durmadı gitti. ”dedi.

Bunun gibi konuştuklarında sır vardı. Bazen Ladikli Ahmet Ağa[80] gibi kendini gizlemediği de olurdu.

 

Oğlu Sâmi Bey'den:

Bazen damda kimse yokken kendi kendine yüksek sesle ko­nuşarak vaaz verir, anlatır anlatır sonra da:

"Konuşsam tesiri yok; sussam gönlüm razı değil, çektiğimi bir ben bir de Allahım bilir,’’[81] derdi.

 

Mürşidin öneminden bahsederken:

“Hurşit çok ama mürşit az’’ der, mürşidin zarürü ihtiyaç oldu­ğunu vurgulardı.

Sâmi Efendi'yle (ks) tanıştıktan sonra da:

“Mürşit bu, mürşitlere teslim olun, hurşitleri bırakın,”[82]

derdi.

Mürşit olmadığı halde, mürşit gibi geçinen bazılarına da:

«-Talibi mürşit yetiştirir, onlar mürşidim diyerek yol kesi­yor, talibi yoldan koyuyor, hırsız onlar. Mürşitsiz talip yetişir

mi?’’[83] der, sahte mürşitlere çok kızardı.

 

İnsanları uyarırken, azarlamaz nâzikçe incitmeden konuşur, ürkütmez, güzel bir üslûb kullanır, bu hayatla âhiret hayatını kı­yaslama yaparak hatırlatırdı.

Hataları yüze karşı direk söylemez, dolaylı olarak konuşurdu. Mesela; “İsmail adam ol!.. İsmail namazını kıl !..” diye kendine söy­ler, ama bize nasihat ederdi. [84]

«-İsmail, akıllı ol; aklını başına al, cehenneme gidersin bak!." derdi. Tabi bizler mesajı anlar, ders çıkarırdık.[85]

İnsanın İyisi Mezarda Belli Olur

Zafer Camii İmamı Adem Hoca anlatıyor.

Bir gün İsmail Hocam'a:

-Hocam, nasılsınız, iyi misiniz?” dedim.

-Dananın iyisi pazarda; insanın iyisi mezarda belli olur.” Dedi. Önce pek anlayamadım ama düşününce gerçekten de güzel bir söz, nükteli bir kelime olduğunu fark ettim. Yani bir hayvanın gerçek değerini pazara çıkardığında ona fiyat verilince anlarsın.

“İnsanında iyi mi, kötü mü, olduğu mezara girdiğinde daha iyi anlaşılır.” diye de bir açıklama yaptı.

Kadının İşi Çok Kolay

“Kadının işi çok kolay Birincisi; tesettür, İkincisi; namaz Üçüncüsü; oruç Dördüncüsü; kocaya itaat." derdi.

"Hac kadına farz değil. Kadına hac nasıl farz olur? Babasından bolca bir para düşerde elinde para kalırsa hacca gitmesi farz olur. Kocası ne kadar zengin olursa olsun, hac kadına farz değil.”

«-Kadın çarşıya pazara gitmeye mükellef değil; kadının dört işi var: tesettür, namaz, oruç, kocaya itaat. Bu dördünü yaptı mı; cen­netin bütün kapıları o kadına açık.”. derdi.

11-                    KALBE VAKIF OLUŞU

Biz İsmail hocamın yanında kalbimizi tutmaya çalışırdık. Bi­lirdik ki: “İsmail hocam kalbe vakıf birisiydi.” Buna da yakinen şahit olurduk.

Kalp gözü açıktı. Gözün harama takılıp ta yanına vardıysan, uyarırdı. Hanımınla tartışıp ta yanına vardıysan hemen o konuda bir uyarı yerdin. Neye ihtiyacın varsa ondan konuşurdu. 96

 

Kalbi tutma konusunda derdi ki.:

“Kalbi tutmak, zeytin yağında balık tutmaya benzer; kal­bi tutmak zeytin yağında balık tutmaktan daha zordur."

Balık tutmak zaten zordur, fakat zeytin yağının içindeyken tutmak daha da zordur. Bir insanın da kalbini tutması o kadar zor, çünkü kalp kayar, diyordu. 97

Bu Yolda Üç Tokmak Var

Zekeriya Çetin Bey bir hatırasını şöyle anlatıyor.

1985 yıllarında Ahmet Başkülekçi rahmetlinin evindeydik. Onbeş yirmi kişi vardı. İkindi namazını kıldık. Namazdan sonra Rahmetli İsmail hocamızın elini öpen gidiyordu.

Ben de aynı şekilde elini öptüm bana; “sen otur,” dedi.

Bende oturdum, ama iç alemimde endişeli bir haldeydim. Benim haleti ruhime Allahın izniyle vakıf oldu. Biz zaten onun hal ehli bir kişi olduğunu biliyorduk.

Bana:

«-Sen otur.” Deyince, yanına diz çöküp oturdum.

Dedi ki:

«-Buyolda üç tane tokmak var.»

Sonra saydı:

«-Birincisi; dert tokmağı, İkincisi; yaş tokmağı, Üçüncüsü de; aşk tokmağı.» dedi.

Birinci tokmak, dert tokmağını vururlar. Bir şekilde imtihan ederler. Bunlara takdiri ilahi diyeceksin, kader icabı istemesen de bazı olaylar başına gelebilir. Sabredersen bunları atlatırsan.

Ondan sonra İkinci tokmak; yaş tokmağını vururlar. Bu sefer gözlerinden yaş akar. Hangi haleti ruhaniye ile olursa olur, yaş akar.

Onu da atlatırsan bu defa Üçüncü tokmak; aşk tokmağını vu­rurlar. Ondan sonra düdüğü çalarsın, bu köşeyi döndün demektir.» Dedi. Allah rahmet etsin, bu hatırasını unutmuyorum.

Çatıda Kuşlarım Var Onlara Vereceğim

Muzaffer Acar Bey anlatıyor:

Ben ilk defa 1986 da Kayseri'den çıkınca Osmaniye geldim. O zamanlar evimiz İsmail Hocalara yakındı. Bizim peder:

«-İsmail Emmi'yi ziyaret et; o evliyadır,” dedi.

Bunun üzerine bir gün ziyaretine geldim. Yemek yiyordu, tepside balık, yanında da ekmek vardı. Balığın etlerini ayırıyor, iyi yerlerini yiyor, bir kısmını da ekmekle karıştırıp kenara koyu­yordu. İçimden:

«-Bizim peder evliya falan diyor ama yemeği israf ediyor.” Dedim. Biraz sonra:

«-Benim çatıda kuşlarım var, ayırdıklarımı onlara vereceğim,” dedi.

12-  ŞER'İ KONULARDAKİ HASSALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİYETİ

Kişilerin Allah katındaki değeri yani kıymet-i harbiyesi; Alla­hın emirlerine gösterdiği hassalla’llâhü aleyhi ve sellemiyetidir. Kişinin ayarı oradan çı­kar. İşte dirilik buradadır, birilerinin zannettiği gibi uçması kaç­ması, orası hopladı, burası zıpladı değildir. Bir gün İsmail hocamıza bir mesele sordum. Fıkıhla ilgili kişi­lerin görüşüne müracaat etmekle beraber; o hâl ehli olduğu için onun da fikrini almak istedim. Cevap olarak:

“Efendim şöyle şöyle." diyerek açıkladı. Biz cevabımızı alınca eve geldik. Çok geçmeden oğlu Sâmi geldi.

Buyur Sâmi dedim:

«-Abi babam gönderdi. Diyor ki; o sorduğunuz meselede; be­nim söylediğim yanlışmış, doğrusu şöyleymiş.” dedi.

Ben ordan ayrılınca Oğlu Sâmi'ye:

«- Durma Sâmi hemen koş, ben böyle demiştim ama doğrusu öyle değil; şöyleymiş. Hemen bilgiyi yetiştir. Onunla amel edipte şer’-

i  vebali olmasın.» demiş.

İsmail Hocam'ızın buradaki hassalla’llâhü aleyhi ve sellemiyeti çok önemlidir. Söyle­diği şeyin çok doğru veya yanlış olmasından daha çok buradaki din gayreti önemlidir. Hatta araştırdım, birinci söylediği de doğ- ruydu.98

Çiğerci Hasan Gedik Bey aktarır:

Sâmi Efendimiz'in şer'-i konularda çok hassalla’llâhü aleyhi ve sellem olduğunu şu hatırasıyla anlatırdı. Bir gün Efendi hazretlerinin evinde birlikte otururken, kapı çaldı. İkram getirildi. İçimden dedim ki:

«-Mübarek yorulmasın, zahmet etmesin. Kapının arkasından görünmeden elimi uzatıp getirilen ikram tepsisini alayım, diye gön­lümden geçirdim. ”

Daha aklımdan geçirmiş ve tepsiyi almaya yeltenecektim ki:

«-Sâmi Efendi Hazretleri pratik, seri bir biçimde hemen tep­siyi alıp getirdi ve önüme koydu.” diyor.

Şer'i konuyu anlatırken bu hatırasına sık sık değinirdi.

 

Bursa havaalanına bekçi olarak girmiş, maaşı da iyiymiş. Bekçilik yaparken namazını aksatmaz bazen de Kur'an okurmuş. Babamı şikayet etmişler:

“Bu ibadet yaparken birileri gelip burayı soysa haberi olmaz,” demişler.

Babam da:

“Benim namazıma mani olunan yerde ben çalışmam,” demiş, oradan ayrılmış.

 

İsmail Hocamız bir yere odacı olarak girmiş.

«-Ben nerde çalışacağım?” demiş.

Şurada diye bir oda göstermişler. Çalışacağı yere bakmış ki; orada kadınlar da var.

«-Ben bunların içinde mi çalışacağım?» demiş.

«-Evet.» demişler.

«-Hadi bana eyvallah!..»

“Kadının olduğu yerde ben yokum" demiş..

 

İsmail Hocam şunu da çok anlatırdı.

İhvanın biri Sâmi Efendiye:

«-Ben hanımımı haramdan koruyorum,” demiş.

Böyle söyleyerek biraz övünecekmiş.

Sâmi Efendi:

«-Validenizi, benim kardeşim tanımıyor.” Demiş.[86]

 

Saatçi Abdullah Beyden:

Kayınbabam İbrahim Ata; “en çok hoşuma giden şey” diyerek şunu anlatırdı:

“İsmail Hocam Cumhuriyet Camiinde imamlık yaptığı yıllar­da, camiden dönerken kafasını yerden kaldırmadan, sağa sola bakmadan, eve giderdi.”

Sâmi Efendimiz de öyle yaparmış.[87] İsmail Hocamız'a yürür­ken yere bakıp gittiği için, “yere bakan hoca” da derlermiş...[88]

Keskin Bir Hafızaya Nasıl Sahip Olunur?

Mahir İz Hoca'ya sormuşlar:

“Keskin bir hafızaya nasıl sahip olunur?”

«-Evladım biz Osmanlı mektebine gittik. Bize ilk gün “Yolda nasıl yürünür” bunun kaidesini öğrettiler.. Göz, yürürken ayağın ucunda olacak (Nazar ber kadem)

Gözümüz hep ayağımızın ucundaydı. Hep önümüze bakardık. Sizler sürekli etrafınıza bakıyorsunuz. Ona bak, şuna bak. Sizde hafıza olmaz.

Günahı göz işler de belasını gönül çeker!. Gözler bakar, gö­nül rahatsız olur ve hafıza zayıflar.[89] diye cevap verir.

13-  ŞEFKAT VE MERHAMETİ

Aylığı aldığında kuşlar için hususî olarak, üç-beş kilo buğday alır, bunu da bizzat kendi taşıyarak getirir, yem olarak kuşlara verir, bize de bırakmazdı.

Dama (evin üstüne) gelen kumrulara yem verir:

«-Bak Hû, Hû diye zikir ediyorlar,” derdi.[90]

Ali Onur Hocaefendi de der ki:

O farklı bir insandı O'nun merhametini herkes anlayamazdı. Sivrisinek eline konardı. “Senin şerrinden Allaha sığınırım seni öl­dürmem çünkü sen, İbrahim Peygamber'e zulüm eden Nemrut'un Beynine girdin, eziyet ettin ya, onun için sana eziyet etmem." Der, sivrisineğe dokunmazdı.

 

Oğlu Hüseyin Beyde şöyle der:

Karıncalara yemeleri için şeker atardı. Bir gün yanına vardım; şeker döküyordu.

“Ne yapıyorsun baba,” dedim.

“Karıncalar için oğlum, karıncalara,” dedi.

[91]

 

Kızı Sâmiye Hanım teyze aktarır:

Ekmeğin kırıntılarını biriktirir ıslatır, sonra sıkar kuşlara ye- dirirdi.

Bana da:

“Kızım; bak bak nasılda yiyip, yiyip dua ediyorlar. Yiyecek bu­lamayanlar geliyor burada karnını doyuruyor; sende böle yap,” derdi.

İsmail Hocamız'ın kuşlara yem verme işini vefatından sonra hanımı da devam ettirmiştir.[92]

 

Hüseyin Bolar (küçük oğlu) şunları söyler:

Babam kumruları çok severdi. Onların guk guk guk diye ses çıkarmalarına bakar:

«-Bak oğlum, bak Allah diyorlar.” derdi.

Arabalar dönerken tin, tin ses çıkardıklarında:

«-Bak, bak, nasıl Allah diyor.” derdi.

Duyduğu sesleri Allahın zikri olarak düşünürdü. [93]

14-  YEMEĞİNİ HUZURLA YEMESİ

İsmail Hoca sünnet üzere günde iki öğün yemek yer, mideyi yormamak için lokmayı çok çiğnediğinden yemesi uzun sürerdi. Onun için vücudu sağlamdı. Yemek yerken gelenlere de ikram ederdi. Zeytinyağı ve tereyağından başka yağ kullanmaz:

“Dünya için midene; âhiretin için kalbine sahip ol!...» derdi.[94]

 

Bir gün Sâmi Efendi(ks) ile yemek yerken:

«-İsmail yemeği huzurla ye!..» demiş.

Sâmi Efendi'nin (ks) bu sözünü söyler bize de mesaj olarak aynı nasihati yapardı.[95]

15-  TELEVİZYONU SEVMEYİŞİ

İsmail Hoca'nın televizyonu hiç sevmediği ile alâkalı olarak şunlar aktarılmıştır.

Hacı Kuyulu Bey şunu anlatır:

Oğlu Sâmi Abi'nin evi, hocamın evinin yan tarafında bitişik bölümdeydi.

Sâmi Abi bir Mevlüt kandilinde:

«-Baba gel de; televizyonda mevlüt seyredelim,” demiş.

İsmail hocam televizyonu çok değil; hiç sevmezdi.

«-Beni zorla mevlüt programını izlemeye götürdü. Seyrettik, dinledik.”

Bir ara pat diye mevlüt arası reklam verilmiş:

«-Reklamlarda da 'istemeden bir kadını gördüm, hemen o an­da gözünü çekmiş ama bir sefer gördüm. ” diyor.

«-Hacı efendi, (mübalağa değil) kırk gün seherimi yapama­dım." dedi.

Yani yapmış da yapamamış.

«-Kırk birinci gün bana mânevîyat yüklendi.” dedi.

Hatta oğluna da kızmış:

«-Bir daha beni televizyonlu odaya girdirme; bana çok zarar verdi.” Demiş.

 

Fazlı Sarpkay Bey de bu konuda şunu aktarır:

Televizyonların yeni yayıldığı zamanlarda bir gün oğlu Sâmi abinin evine geçiyor.. Orada gözü televizyona kayıyor..

«-Sabaha kadar timsahlar beni etimden tutup tutup çekti, ısır­dı.” Diyerek onu tasvir ederdi.

16-  SADE BİR EV HAYATI

Saatçi Abdullah Bey der ki:

İsmail hocam'ın sade bir ev hayatı vardı. Öyle evin içerisine gösterişli mobilya gibi şunu bunu alalım demezdi.

İnsan çabuk şımarır; “ben buyum, ben şuyum, böyle oldum,” der. İsmail hocam:

“Ben adam değilim; ne olacak benim sonum Ya Rabbim!...” derdi. Hâlbuki; “Adamın hasıydı.” Bunu da ağlayarak, ağlamaklı söylerdi.

 

Halid Kuyulu Bey de şöyle der:

Bir ömrü mütevazi bir odada geçti. Düşünebiliyor musunuz?

Biz evimiz şöyle konforlu olsun, manzaralı olsun deriz. Hatta mezarı bile manzaralı yerden seçiyoruz. O bir ömrünü mütevazi olan bir odada geçirdi.

17-  DUA EDİŞİ

İsmail Hoca'nın da ümmet-i Muhammed'e dua ettiği görül­mekte ve tıbben tedavi imkanı bulamamış hastalara da okuduğu dualar ile şifa vesilesi olduğu aktarılmaktadır.

Sıkıntılı gittiğimizde, bir meşgalemiz olduğunda, bir takıntı­mız olduğunda duasını alır gerçekten rahatlardık. Duası geçerliy- di. Hatta zaman zaman oraya çocuk okutmaya gelenler olurdu. “Çukurova'nın direğiydi,” diye de duyduk.[96]

Hasan Hüseyin Velipaşaoğlu da der ki:

İsmail Emmi mahallesinde şifa dağıtan biriydi. ‘Şifacı Baba' diyenler vardı.[97]

Sâmiye Hanım teyze dualarıyla ilgili olarak şunları anlatır:

Babama okutmak için gelen giden çok olurdu. Allahın izniyle tesiri olurdu. Haruniye‘de bir tane oğlan iyice rahatsızlanmış. Ne yaptılarsa bunun çaresini bulamamışlar. Daha sonra babama getirdiler. Çocuk babamı görünce: “Benim rüyamda gördüğüm adam,” dedi. Babam, üç gün okudu, iyi oldu.

Ellerini kaldırdığında, “Ebubekir, Ömer, Osman, Ali (r.a.) yüzü suyu hürmeti için,” der ondan sonra başlardı. “Allah'ım nimetin tamamını, korumanın devamını, rahmetin şümulünü, afiyetin husu­lünü, yaşayış genişliğini ihsan eyle, sabah akşam bizi afiyetten ayırma. Ya rabbi iyilerin yaşayışını bize nasip eyle. Fenaların fena­lığını bizden kaldır. Bizi koru rabbim,” der bu şekilde dua ederdi. Peygamberlerin dualarını ve başka duaları da okurdu.

Midesi Ağrısı

Babamın bir zamanlar midesi ağrımış. Herhalde Bakkal Hacı Hasan Efendi zamanında oluyor, o söylemiş galiba şu duaya de­vam et demiş:

(Allâhümme salli âlâ seyyidina muhammedin tıbbil gulubi ve de- vaaaaihe ve afiyetil ebdani ve şifaaaaihe ve nuril ebsari ve ziyaaaaihe ve âlâ alihi ve sahbihi ve sellim)

“Bu duadan sonra mide ağrısı görmedim yavrum,” derdi.111

Rahmetli Hoca Emmi Yusuf Aleyhisselamın duasını özellikle söylerdi:

...teveffenî muslimen ve elhıknî bis sâlihîn(sâlihîne). Meali: “Ya Rabbi Müslüman olarak canımı al ve sâlihler arasına kat..”[98]

Ayette “teveffeni Müslimen..” olarak geçerdi ama dua­larında kendi okurken çoğul olarak “teveffenaa müsli­men.. “ diye ifade ederdi.[99]

Ya Rabbi Kalbimizi Saptırma

Muallim Aydoğdu Bey namaz kılışı hakkında şunları ifade eder:

Namaz kıldırırken, kendine göre bir hali vardı. Şu dikkatimi çok çekerdi: Sesli namazda olsun veya sessiz kılınan namazda ol­sun (sessiz namazda da sesi duyulurdu) her namazda;

“Rabbenâ lâ tuziğ kulubena ba de iz hedeytenâ ve heblenâ min ledünke rahmeh. İnneke entel vehhab"[100] ayetini okurdu.

Tabii çok okuduğunu duyunca bu ayetlerin manasını merak ettik. Baktık ki meal olarak: “.... Ya Rabbi kalbimizi saptırma..”

diye devam ediyor. Ve anladık ki: İsmail Amca güzel bir hal yaka­lamış, onun korunması için dua ediyor. Bu ayeti istinasız her na­mazda okurdu. Yine namazlarda sıklıkla;


“"ve yut imunettaame ala Hubbihi miskinen ve yetimen

ve esira»[101] ayetlerini çok okurdu.


18-                              RÂBITAYA VERİDĞİ ÖNEM

«-Bu yolumuz râbıta, râbıtası olmayanın yolu çürük.” derdi. Yani râbıtalı olurdu.

«-Kendinizi korumak için râbıtanız sağlam olmalı, râbıta çü­rük olursa kendini koruyamazsın. Bina çürük ise en ufak bir sarsın­tıda yıkılıp gider. Ama râbıtan sağlamsa korkma; halkın içerisinde otur, Efendini de dizinin dibine oturtur, manen beraber olursan zarar görmezsiniz.” derdi.

Bazen konuşurken de:

«-Tamam bana sus emri geldi. Daha ileri gidersem, bıçağı gös­teriyorlar." derdi.

Oğlu Hüseyin Bolar'dan:

Babam zaman zaman Bahçe'ye gelir, bizde kalırdı. Bir gün iş­ten gelince, elimi yüzümü yıkadım. Babamın yanına girdim. San­dalyede oturuyordu. Bir sandalye de karşında boş bulunmaktay­dı. Oturmak için karşısındaki sandalyeye yaklaştığımda eliyle, oturma işareti yaptı. Ben de kapıyı örttüm, çıktım. Sonra:

«-Oğlum sandalyede o anda Sâmi Efendimiz vardı,” dedi.

 

Abdullah Sâmi Bey de der ki:

Râbıta ile ilgili şüphesi olan birisi gelip soruyor.

«-Hocam râbıta diye bir şey var mı? »

O da:

«- Oluyor işte kardeşim,» demiş. Nasıl tarif etsin ki?

«-Kardeşim oluyor işte.» demiş.

19-                   KABİR AHVALİNE MUTTALÎ İDİ

Kabir ziyaretlerinden sonra orda yatanların hallerinden bah­settiği de görülür. Kayınbabası Ömer Emmi'nin mezarını ziyaret ettikten sonra şöyle demiştir:

"Mezarında cevizleri koparıp koparıp yiyordu, bana da verdi. Ben de yedim. O orda meyveleri alıp alıp yiyor...’’

Enver Arpacı Bey der ki:

Bir gün İsmail Hocam ile Fıstıkçı Hacı Kuyulunun rahmetlik olan babası Mustafa amcanın kabrini ziyaret etmiştik. Rahmetlik için: “İyi elhamdulillah,’’ dedi.

İsmail Canbolat Bey'den:

Bana bir gün şunu söylemişti:

«-İsmail Efendi, burada müftülük yapmış olan birini rüyamda gördüm. Çekmeceyi çekti oradan bir şeyler aldı, yedi. Demek ki orada yine var; mezarda yiyorlar, bunu ben böyle gördüm.» dedi. O kişinin adını hatırlayamadım.

 

İsmail hocamın bazı garip halleri vardı. Bir defasında sohbete vardık. Sohbetten önce anlatıyordu:

«-Geçen Hazreti Mevlana'yı ziyarete gittik.” dedi.

Aynen böyle anlatıyor:

«-Mevlana'yı ziyaret etmek için Konya'ya gittiydim. Vardım ki; Türbe tesettüre dikkat etmeyen kadınlarla dolu, Mevlana orda yok­tu ki!.. Hemen çıktım.” dedi.

Bu şekilde ilginç tespitleri de vardı.116

Boş Zannetmeyin Oraları

Harita mühendisi Ahmet Ak Bey anlatıyor:

İsmail Hocam bir gün Bursa'da Osman Gazinin türbesine git­tiğini söylemişti. Orada oturmuş Kur'an-ı Kerîm okumuş ve dua etmiş. Epey durunca da orada uyuklayınca:

“Rüyamda Osman Gazi o oturduğum halıyı kaldırıverdi, ‘Hey hey burası yatacak yer değil,'dedi."

«-Ben o an hemen irkilip uyandım.

Demek ki: Onlar kabirdeler, orda bekliyorlar, boş zannetmeyin oraları...» derdi.

20-                            GENÇLİĞE VERİRDİĞİ DEĞER

Gençlik çağının kıymetini bilir, gençliğe önem verir, gençlikte yapılan ibadetin önemini vurgulardı.

Gençliğe çok değer verir,

«-Gençler çok önemli, gençlere çok dikkat etmek gerekir, gele­cek gençlerle olur. Sizin gibi gençlerin yaptığınızı kimse yapmaz.

Biz neyiz ki, sizin yaptığınız ibadet çok daha önemli, gençlikte­ki ibadete çok değer verilir.." derdi.117

 

Çocukları da çok severdi. Çok kibar “bıcı bıcı,” derdi.

«-Bir çocuk 'la ilahe illallah' demeyi küçük yaşta öğrenmeli.” Der, gençler nasıl yetişirse, neslin öyle geleceğini söylerdi.

Asaletin önemli olduğunu söyler, asalette de annenin soyuna önem verir: “Adamda iyi bir dayı olması lazım.” Derdi Çocuklara resimli elbise giydirilmesine çok kızar:

«- Resim çocuğa zarar verir; hiç farkında değil bunlar!... Gözü varsa o resimdir, gözü yoksa o resim değil, erkek olsun, kız olsun çocuklara şort giydirmeyin.” Derdi.

21-                                                     ETRAFINDAKİLERE SÜRÛR VERİRDİ

Değişik vesilelerle bulunduğu meclislerde neş'e, ve huzur ve­rici latifeler yaparak gönüllere sürür verdiği de görülmektedir.

Devlet Okur Bey anlatıyor:

Annem İsmail hocamızın çocukluğundan beri talebesiydi. Bir gün Ramazan ayında İsmail Hocamızı ve ailesini yemeğe davet et­ti. Lahmacun yaptırmış. İsmail hocamda dişlerinden dolayı lah­macunun ortasını yiyor; sert olan kenarlarını yiyemiyordu. Kenar kısımları hanımı Meyrem Teyzenin önüne koyuyor:

«-Ye, ye... Paris'ten mi geldin.. yesene...» diyordu.

Annem de:

«-Sen yesene, Paris'ten sen mi geldin?» dedi.

Ailesine çok düşkündü. Ailesi de kendisine düşkündü. Bir gün hanımı suyla yerleri temizleyip yıkıyordu.

İsmail Hocam kovadaki suyu kapının altından döküverdi.

Hanımı:

«-Efendi, efendi ne oldu? » dedi.

Gülerek:

«-Sel geldi sel geldi. » dedi.118

 

İsmail Hocam espriyi de güzel yapar, espri sanatını da bilirdi.

Bir gün kayınbabası Merhum Ömer emmiyle beraberlerdi. Kayınbabası da hakikatten vakarlı bir insandı. Allah dostuydu mübarek. Geceleri uyumayan Allaha çok bağlı, az konuşan, ko­nuştuğu zaman tam konduran birisiydi.

İsmail Hocam'ın yaptığı esprisiye bak. Kayınbabası'na:

«-Elini öpeyim de şeker ver,” diye bir espri patlattı.

Ömer Emmi de buna:

«-Ged ulan, deli.” dedi.

O da:

«-Deliyim deli, Allah delisiyim.» dedi.

O kendine göre, o da kendine göre espriyi patlattı. Güzel bir manzara çıktı.119

22-  ÖZLÜ SÖZLERLE NASİHATLERİ

İsmail Hocadan değişik vesilelerle ibret alınacak özlü sözler işitilmiştir. Bunların bir kısmına aşağıda yer veriyoruz.

İnsanları idare etme konusunda: “Hoş gör boş ver.”120 Derdi.

Mide ve kalb hakkında:

"Dünyada rahat yaşamak istiyorsan, midene; ahrette iyi yaşamak istiyorsan, kalbine sahip ol."121 Derdi.

Şu hikmetli nasihatlerde de bulunur:

"İnsan iki yerde imtihan olur. Orda kazanırsa köşeyi dö­ner. Biri para, biri kadın" der: “kişi haram helal noktasına ri­ayet ederse köşeyi döner,” derdi.[102]

“Parayı kazan, kasana koy; kalbine koyma.”[103] “İmtihanlar ile elene elene döküldük.”[104] Derdi.

“Allah bizimle beraber, çalışalım biz de Allah'la beraber

olalım."J25 Derdi.

“Ben er oğlu erim, rütbem yok”[105] derdi.

"Anlayana sivrisinek saz; anlamayana davul, zurna az,”[106] derdi.

“Dananın iyisi pazarda; adamın iyisi mezarda belli

olur.”[107] derdi.

III. BÖLÜM

TANIDIKLARIYLA YAPILAN MÜLAKATLAR

1-ALİ ONUR HOCEFENDİ

Ali Onur Hocamız anlatıyor.

Gerçekten İsmail Hocam; Osmaniye'mizin gülüydü, Osmani­ye'mizi yeşerten mânevî bir önderdi. O, hakikaten tasavvufun özünü yaşadı. Tasavvufu anlatarak değil; yaşayarak öğretti.

Bizlere ihvanlığı öğretti, tasavvufta üstada sadakatin ne oldu­ğunu, nasıl olduğunu öğretti, mânevîyat yolunu öğretti. Çok güzel mesajlar verdi. Hâliyle bizlere güzel örnek olurdu.

Güzel memleketimiz Osmaniye'ye hakikaten ihvanlığı getiren bir insanı yâd etmek güzel bir hizmet olur İnşallah.

Faruk Abimiz geçen geldiğinde:

«-Osmaniye'de üç ihvan vardı. İsmail Hocam. Poyraz Emmi, Ahmet Kazan hocam. İkisi gitti (İsmail hocam. Poyraz Emmi) biri kaldı. Bahçede hiç yoktu.» dedi.

Naz Makamında Dua Ederdi

İsmail Hocam, Ahmet Kazan hocamın kızıyla, oğlu Hüseyin'i nişanlamıştı. Ahmet Kazan Hocam Olukbaşı yaylasında yazın imamlık yapardı. Bir yaz mevsimi Zorkun yaylasına giderken İs­mail Hocamızın Ahmet kazan'ın yanında olduğunu duyduk. Biz de uğrayalım ziyaret edip hâlini, hatırını sorup, Zorkun'a öyle ge­çelim, dedik.

Bizi görünce, “hoş geldiniz, Allah râzı olsun, ne iyi ettiniz,” de­di. Bir saate yakın oturduk. Mübarek dünyaya hiç değer vermez­di. Orda bize şunları söyledi:

"Ali Hocam, şimdiye kadar Rabbimden dünyalık istemedim, ge­ne istemem; yalnız şimdi oğlumu nişanladım ya, üç milyon lira pa­ra istiyorum. Bana versin,’’ dedi..

Mübarek böyle söyledi. Çünkü; oğlunu evlendirecekti, para olmazsa da düğün olmuyordu. “versin,” dedi.. Yani dünyaya önem vermezdi ama yeri geldi mi de naz ederdi..

Buradan şu anlaşılıyor:

“Cenabı Allahın, Allahına naz eden kulları vardır. Geçmişte de olmuştur. İsmail Hocam da bölgemizde onlardan biriydi. Yani naz makamındaydı. O mânevî güce sahipti.”

İsmail Hocamızın Cenab-ı Allah'a naz makamında[108] yaklaştı­ğını hikmet-i ilahi, yaşadığım şu olay hatırlattı:

Muhterem Osman Nuri Topbaş Üstadımızın Kâbe'yi Muaz- zamada, Altınoluğun altında bir iftar sofrası vardı. Bir gün Oraya Türkistanlı Mahmud Can Amcayı getirdiler. Çok yaşlıydı. Vefat ettiği seneydi. Tam iftar saati muhterem üstadımız oturuyor. Mahmud Can Amca da üstadımızın sol yanında sandalyede otu­ruyor. Fakirde bir arka saftayız..

İftar saatine beş dakika kala müberek ellerini açtı:

“Geldik, geldik Ya Rabbi, bak bir sürü kulun var. Bunlar dünya­nın değişik yerlerinden boşuna gelmedi. Huzuruna, kapına geldik. Oruçlu geldik, iftar edeceğiz. Bizi affedecen, tabii kime gideceğiz başka nere gidelim. Affetmezsen iftar da yapmayız. Affedeceksin ki, sevineceğiz iftar edeceğiz’’ diyerek duada bulundu.

Mahmud Can Amcanın duasını orda duyunca, hemen aklıma İsmail hocamızın duası geldi. Hani, ‘dünyalık istemem ama şimdi elbette istiyorum, bu bana lazım,' diyordu ya.. İşte İsmail Hocamız da Cenab ı Allaha naz makamında yönelen Osmaniye'mizin gü­lüydü.

Mübarek Osmaniye'yi yeşerten mânevî bir önderdi. İhvana edep öğretti, İhvanlığın nasıl olacağını öğretti. Tasavvufu anlat­maktan çok yaşayarak öğretti.

Bunu da nerden aldı? Tabii ki, Üstadı Sâmi Efendi'den...”

Beni Belediye Başkanı Seçin!.

Öğretmen İsmail Canbolat kardeşimiz, İsmail Hocamızın yir­mi dört saat emrinde hizmetindeydi. Maaşı alınacak, hastaneye gidilecek, bilmem başka işler yapılacak, hiç erinmeden gönüllü olarak hizmet etti.

Bir gün Kurtuluş Camisine geldi:

İsmail Hocam “acil olmamakla berber müsaid bir zamanda Ali hocam bir gelsin, ben gelemiyorum,» dediğini söyledi..

İsmail hocam ikindi namazını kılar sonra yemek yerdi. O za­mana denk getirmemizi isterdi, bir ikindi sonrası evine gittik. Tevâzûyla:

«-Hocam: Kusûra bakma ayağımıza çağırmak haddimize de­ğil; ama yürüyemiyorum, fazla gidemiyorum. Benim sizden istir­hamım; gerekli yerlere de iletiniz. Beni belediye başkanı seçin!..» dedi..

O zaman Osmaniye'de sadece salı günleri pazar kurulurdu. Mübarek, sıcak bir yaz günü pazara gitmiş. Orada pazarcıların ha­lini görmüş. Ağlayarak:

«-Hocam, 'o pazarcılar ağustosun sıcağında güneşte yanıyor­lar. O Allahın kulları güneşte yanıyor.' Beni belediye başkanı seçin; hemen o Salı pazarı üzerine gölge olacak bir çatı yaptırayım, sonra beni görevden geri alsınlar, başkası gelsin.» dedi.

Yani merhamet duyguları böyleydi.

Bu isteğini niye fakîre anlatıyordu, biliyor musunuz?

Hani bu mânevî yolda bize bir hizmetçilik görevi verilmiş ya; hizmet edenlerin merhamet hâlinin daha güzel olması gerektiği mesajını vermek için çağırmış.

Muhterem üstadımız da eserlerinde merhameti ön plana alı­yor. Hizmette örnek olanların, önde olanların, böyle olmasını isti­yor.

İhvanın İyi Yetişmesini Arzu Ederdi

Zaman zaman çıkışları oluyordu. Meselâ; İhvan gönlüne ta­savvufu, üstadını tam koymamışsa mübarek hiddete gelir:

«-Bu lafla olacak şey değil; "Adamın iyisi mezarda; dananın iyisi pazarda belli olur.» derdi.

Mânevîyatta insan olmayı işaret eder, biz bugün varız, yarın yokuz düşüncesiyle; içinde cevher olan ihvanın iyi yetişmesini arzu eder, mesajlar verirdi.

-Hocam, İsmail Hocamızın bazen karşısında kimse ol­madığı halde sanki topluluğa konuşuyor gibi hitap etiğini aktardılar. Bu ne olabilir acaba?

«-Şimdi mânevîyat ortamlarına ruhaniyet teşrif ediyor ya aynen onun gibi İsmail hocamda oraya manen teşrif eden mânevîyat erlerine konuşuyordur.

2-               SÂMİ BOLAR

İlkokulu bitirdiğimde babam beni terzi yanına verdi. O za­manda terzi mesleği güzel bir meslekti, Allaha şükür terzi olduk. İstanbul'a gitmeden önce Osmaniye'de de dokuz sene terzicilik yaptım.

1992'de iş nedeniyle Osmaniye'den İstanbul'a gidince, ba­bamdan on senem ayrı geçti. Her sene izine geldiğinde babama hizmet etmeye çalıştım ama yeterli değildi. Babama yeterince hizmet edemediğime üzülür; en çok da buna hayıflanırım.

Babam çok muhterem, iyi bir insandı. Her telefon ettiğinde:

«-Oğlum sabah namazlarına kalkıyor musun? »

«-Oğlum sehere kalkıyor musun? » diye sorardı.

Namaza çok çok önem verir, gelenlere de muhakkak namaz­dan bahsederdi.

-Mânevî yönü ile ilgili neler söylemek istersiniz?

Vefatından sonra Faruk Efendi Abimiz taziye için gelmişti. Elimi tuttu:

«-Bak evladım; baban şu Çukurova bölgesinde üç kişiden bi­riydi. Babının üzülesi hiçbir tarafı yok. Kendine gel, babanın yo­lundan ayrılma; baban gibi olmaya çalış.'' Dedi.

-İsmail Emminin kırklardan olduğu söyleniyor bu konu­da neler biliyor sunuz?

-Bu hususta fazla şey bilmem. Ama babam gerçekten değerli biriydi. Sağlığında nice makam, mevki sahibi insanlar değer verir, ziyaretine gelirdi. Binbaşı Bünyamin Bey, postahane müdürü Mahmût Ağabey gelir, ağzını dahi açmadan babamı dinlerlerdi.

-Abdullah Sert AğaBey ile tanışırlar mıydı?

-Tanışırdı. “O benim hemşerim,” derdi.

Abdullah Sert Abiden; “Abdullah mülayim,” diye bahsederdi.

Çiçekçi İbrahim Amcayı Ziyaret

Birgün babam İstanbul'a bize gelmişti. Babamı İstanbul Pendik- te Çiçekci İbrahim Amcaya[109] götürdüm. Patates dergahı denilen bir yeri vardı. Yazın gelenlere karpuz; kışın gelenlere patates ikram ederdi. Bahçesinde bir kuyu vardı. Kuyudaki suya soğuması için karpuz koyarlardı. O'nu ziyarete çok giderdik. Çiçekci İbrahim Am­ca, babama:

«-Efendim bizim de dizlerimiz çok ağrıyor,» dedi.

Çok ağrıyor deyince, babam:

«-Dur sana biraz okuyayım. » dedi.

Sâmi Efendimizin verdiği duaları başladı okumaya, okudu üfledi. Çiçekci Amca gözüme baktı, eliyle ne güzel dercesine işaret yaptı...

Nerde Kaldın Arkadaş

Birgün Muallim Abiyi Çiçekci Amcaya O'nu da götürmüştük.

Çiçekci Amca, Muallim Abiye:

“-Ne iş yapıyorsun?” dedi.

-Fıstıkçıyım Efendim.

-Hani ya fıstık getirmedin?.

-Efendim şimdi hazırlıksız geldik, ama en kısa zamanda getire­ceğim; yada göndereceğim.

-Tamam bekliyorum.” dedi.

Bir gün memlekette Muallim Abi:

«-Çiçekci Amcaya sözümüz vardı. Bunu, Çiçekci Amcaya götür.» Dedi. Ve iyi fıstıktan bir poşet hazırladı.

Çiçekci Amcayı ziyarete genelde cumartesi giderdim. Döndük­ten sonraki bir Çarşamba günü içime bir istek doğdu; “emaneti ge­ciktirmeyeyim, mutlaka bugün bunu götüreyim,” dedim. Evine var­dım. Ben daha kapıyı çalmadan, kapı açıldı:

«-Ya nerde kaldın arkadaş, seni bekliyorduk. Bir saat sonra uça­ğımız kalkacak; biz umreye gideceğiz, fıstığımızı getirdin mi?» dedi.

Şaşırdım, şok oldum.

Neden Böyle Oluyor?

İstanbul'dan izine geldiğimde bir gün babama şunu sordum:

Baba Osmaniye'deyken Büyük Camide Sakalı Şerif uzaktan gösterilirdi. Biz o kadar uzaktan sadece şişesini gördüğümüz hal­de heyecanlanır, hüzünlenir, ağlar duygulanırdık. Çevredeki on­larca yüzlerce insan küçücük bir şişeye bakar ağlardı. Ama ben Topkapı Sarayında Sakalı Şerifi yakın mesafeden gördüğüm halde hiç heyecan olmadı, neden böyle oluyor acaba,” dedim.

«-Oğlum oraya gayri Müslimler de geliyor, feyiz bırakmıyorlar, muhabbetini bitirmiş onlar,» dedi.

-Komşuları ile münasebetlerini anlatırmısınız.

-Komşuları babamı hep el üstünde tutarlardı. Hiç bir zaman babam için şöyle bir hatası vardı, dediklerini görmedim.

Enteresandır, mahallemizde üç kişi vardı.

Bir tanesi horoz dövüştürüyordu. Cuma namazı dahî kılmaz­dı, ama babam hakkında övgü dolu şeyler söylerdi. Babam hak­kında konuşulsa en çok övgülü sözleri o söyler.

Bir tanesi vardı. O da babama toz kondurmazdı. Babamdan çok bahseder; saygı duyardı. Son anında vefat ederken, beni İs­mail hocam yıkasın diye vasiyet etmiş.

Takva Tarafını Düşünüyordu

Komşumuz olan bir teyze daha vardı. Onun bir oğlu vardı. Bir fırında çalışırdı. İçki, kumar ve daha başka türlü türlü yanlışları, gayrimeşru bir hayatı vardı. Birgün bir kız kaçırmış. Onunla da evlenmeye karar vermiş. Annesi düğün yapmadan sadece dini nikâh kıyarak evlenmesini istiyordu.

Mahallede imamlık yapan hocalara gitmiş ama O'nu yakinen tanıdıkları için hiç biri de nikâhını kıymak istememiş.

Annesi, rahmetli Babama geldi. Babama dedi ki:

«-Hocam kurbanın olayım, ne yaparsan yap, bizim Mustafa bir kız kaçırmış ona bir nikâh kıy, » dedi.

Babam da:

«-Tamam, getir de kıyalım, » dedi.

Kadın gittikten sonra babama:

«-Baba senin bunların durumundan haberin var!.. Bak nice hocalara gitti ama onun nikâhını kıymadılar. Bu adam bugüne kadar, hayır namına bir şey işlemedi. Her türlü pisliği var, bunun nikâhını nasıl kıyacaksın?” dedim.

Babam:

«-Oğlum biz bunun nikâhını kıymazsak bu ne yapar? 'Zina eder," nikâha inanıyor ki, buraya geliyor. Belki Allah kalbine bir il­ham bırakır, bizde dua edelim.» dedi.

Yani herkes fetva tarafını düşünürken; babam takva tarafını düşünüyordu. Ve onların nikâhını kıydı.

İnşaallah Kısa Zamanda Borçlarını Öder

1992 de İstanbul'dan iş teklifi gelince Osmaniye'den İstan­bul'a göç ettik. Bu nedenle babamdan on senem ayrı geçti. Ayrı kaldığımdan, babama yeterince hizmet edemedim. Ancak izine geldiğim zamanlarda hizmet ettiysem de bu yeterli değildi, en çok buna hayıflanırım...

İstanbul'dayken dahi babamın birçok kerametleriyle karşılaş­tım.

1995 yılında ev taksitlerimden dolayı dolar ve mark üzerine çok borcum vardı. Sürekli artıyor, gözüme uyku girmiyordu.

Bu sıkıntı içerisinde bir gün evde otururken gayri ihtiyari elimi ev telefonuna uzattım. Telefon bir defa dahi çalmamıştı. Ahizeyi elime aldım kulağıma götürdüm. Baktım babam telefon­da:

«-Selamün aleykum oğlum; nasılsın?» diyor.

Babamın o dönemde evinde telefonda yoktu. Telefonda ba­bamla karşılaşınca şaşırdım. Kendime geldim:

«-Allaha şükür iyiyim baba, sen nasılsın?» dedim.

Mübarek babam biraz hızlı konuşur, bazı kelimeleri de tekrar ederdi. Aynı şekilde:

«-Borcu ne yaptın, borcu, borcu? » dedi.

«-Baba borcum çok fazla, ne yapacağımı da bilemiyorum; borcu düşünmekten namazı dahi doğru kılamaz hale geldim.» dedim.

«-Oğlum, senin bir tek kurtuluşun var!.. Gidip Musa Efen- di'den(k.s.) dua iste, onun duası senin sorunlarını çözer, inşâallah.» dedi.

Bunun üzerine Musa Efendi'yle görüşmenin yollarını arama­ya başladım. Böyle düşünürken; iki gün sonra Tuzla'ya Musa Efendi'nin yeğeni Zahide Topçu Ablamızın geleceğini öğrendim, hanıma dedim ki:

«-Bu bir fırsattır. Git, Ablamıza babamın dediklerini söyle, Musa Efendimiz bize dua etsin. »

Hanım da ablamızla durumu yüz yüze görüşmüş:

«-Çok borç içerisindeyiz, ev yaptırıyoruz Beyimin adı da Sâmi, Sâmi Efendimizin adı. Musa Efendimiz'den dua istiyoruz; bir dua ederse çok iyi olur, inşâallah.» demiş.

Tabi, Ablamız duyduklarını Musa Efendi'mize söylemiş. Musa Efendimiz mübarek, cebinden o zamanın parası ile beş milyon li­ra çıkartıp:

«-Bu parayı Sâmi Bey'e verin, cüzdanına koysun hiç harca­masın, yanından da ayırmasın. İnşallah kısa zamanda borçlarını öder, işleri düzelir.» demiş. Allah ondan razı olsun.

Bu para hâlâ üzerimdedir. Sâmi Abi bu olayı anlatırken o pa­rayı çıkarıp bize de gösterdi.

İşlerim Öyle Denk Gitti ki..

Bu paradan sonra işlerim öyle denk gitti ki, normalde yaşan­ması kolay olmayan gelişmeler yaşadım.

Terzi olarak çalıştığım askeri okulun komutanı acilen değişti. Normalde iki senede bir değişiyordu. Yeni gelen okul komutanı da giyim kuşamına çok düşkün biriydi. Dolayısıyla terziyle, ber­berle bire bir ilgilenirdi. Bana dedi ki:

«-Senin uzmanlık alanın nedir? »

«-Gömlekle, pantolon komutanım.»

«- Terzi misin yoksa; konfeksiyoncu musun? »

Ben de:

«-Terziyim komutanım. » dedim.

Ben öyle deyince:

«-Öyleyse; bu arkadaşımızın ismini not alın, çok işimiz ola­cak.» dedi.

Daha sonra da benimle bire bir görüşmeye başladı. Adam o kadar titizdi ki; bir tek düğmesi de düşse, ütüde yaptıracak olsa “terziyi alın gelin.” Derdi. Bana da:

«-Bak terzi arkadaş gömleğimin yakasını şu şekilde tutacak­sın, şu şekilde düğmesini dikeceksin.» diyerek teker teker tarif ederdi.

Bir İstirhamım Var!

Komutanın bu yakınlığından cesaret aldım.

Dedim ki:

«-Komutanım sizden bir istirhamım var!.. »

Komutan da:

«-Tabi tabi buyur; ne demek yardımcı olabilirsek memnun oluruz.» dedi.

«-Komutanım bir ekonomik sıkıntım var. Eğer bana lojman­lar bölgesinde boş zamanlarımda çalışabileceğim bir yer verirse­niz, hem lojmanlar bir terzihane kazanmış olur; hem de benim için ek gelir kapısı olur.» dedim.

Şöyle biraz düşündü:

«-Olabilir. Neden olmasın, bu düşüncenden dolayı seni tebrik ederim. Bunu derhal gerçekleştireceğim.» Dedi.

Ve aynı hafta içerisinde albayı benim ayağıma gönderdi.

Albay geldi:

«-Sen komutanımızdan terzihane istemişsin, neden bizden istemiyorsun.» Dedi.

Ben de:

«-Komutanım sizi tanımadığım için ondan istedim. Tanısay- dım sizden isterdim.» dedim.

«-Tamam canım, sana terzihane için bir yer ayarlardık. Bak bakalım beğenecek misin?» dedi.

Baktım gerçekten de çok güzel bir yerdi, beğendim.

Komutan:

«-Senin dikiş makinen falan var mı? » dedi.

Ben de:

«-Var.» dedim.

«-Tamam. Sen dikiş makinelerini getir; başka eksiğin de olursa tamamlayacağız. » dedi.

Okul komutanı, albaya:

«-Ne eksiği varsa tamamlayın, sonra gelip göreceğim.» demiş.

Bende eksik malzemeler ne ise istedim, hepsi geldi. Terziha­neyi kurduk, ve açıldı.

Daha sonra okul komutanı da geldi:

«-Hayırlı olsun, çok güzel olmuş, bir isteğin olursa gel, bir şeyler yaparız.” dedi.

Bir gün sonra da sinemada okul komutanının toplantısı vardı. “Komutan toplantıya bütün personeli bekliyor.” Dediler.

Tabii hepimiz gittik. Tıklım tıklım doluydu. Orada dedi ki:

«-Arkadaşlar lojmanlar bölgesine bir terzihane açtık. Ve sizin hizmetinize sunuyoruz. Ayrıca ben terziden çok memnunum. Ay­lardan beri iş yapıyor; çok güzel iş yapıyor. Sizin de memnun ka­lacağınızı zannediyorum. Herkese duyrulur.» dedi.

Terziyi açtık, iki gün sonra koskoca okul komutanı işimi rek­lam ediyordu. Aslında bunu rica etsen yapmazlar, komutan akra­ban olsa yine yapmaz. Ama işin içinde “dua var” ben öyle inanıyo­rum.

İki bucuk senede terzihane sayesinde borcumu bitirdim. Kendi planıma göre borcu ancak emekli olana kadar ödeyebilece­ğimi düşünüyordum. Bu yerde dokuz sene çalıştım, sonra kendi dükkânımı açınca bırakmak zorunda kaldım.

3-                          MEHMET (Muallim) AYDOĞDU

İsmail hocamla 80'li yıllarda tanıştık, büyük insandı, sık sık ziyaretine giderdik.

İsmail hocama; Sâmi Efendimiz'in dizinin dibinde büyümek nasip olmuş. Samimi olduğundan Üstadının alakasını çekmiş.

Memleketinden de genç yaşında Allah dostunu aramak için cıkmış.

Kendi kendime şöyle düşünüyorum, şair:

“Bir Süleymaniye yapılması için bir Mimar Sinan'a; bir de Sultan Süleyman'a ihtiyaç var.” Demiş.

İsmail hocanın yetişmesi içinde;“Bir Sâmi Efendi, bir Musa Efendi, bir Adanalı Seyyid Bakkal Hacı Hasan Efendi lazım, Yani böyle mübareklerin yetişmesi için büyük bir terbiyeci lazım...

Ben Sana Muallim Derim

İsmail Hocamı ilk defa 1981'in şubatında arkadaşlarla bera­ber ziyarete gittim. Arkadaşlar;'Bir Allah dostunu ziyarete gidiyo­ruz, duasını alalım' filan diye konuşuyorlardı. Yeni olduğumdan büyük bir enerji ve istek vardı. Değişik bir duyguyla coşmuşum, mübarek biriyle karşılaşacağım için seviniyordum.

Orda sevgi, saygı edep güzel bir ilişki olduğunu gördük.

İsmail Hocam, bana hitaben:

«-Ne iş yapıyorsun?» Dedi.

«-Öğretmenim. » dedim.

«-Eskiden öğretmen mi vardı? Muallim vardı. Ben sana mual­lim derim.» dedi.

Sonraki ziyaretlerimizde de:

«-Hoşgeldin Muallim..» diye hitap etti.

Arkadaşlar da İsmail Hocamızın bize verdiği bu ismi kullandı­lar. Adımız, İsmail Hocamızın mânevî tesiriyle “Muallim” oldu.

Arzuhal Yazıyorum

Bir hatırasını anlatırdı:

“Köylünün biri İsmail Hocamızla uğraşmış, bayağı kızdırmış. Hocam'da; orda akan bir çayın başına gitmiş. Akarsuyu seyre­denken birisi gelmiş:

Burada ne yapıyorsun İsmail Efendi? Demiş.

O da:

«-Allaha arzuhal yazıyorum. » demiş.

Yani o kızdıran adam için Allaha arzuhal yazıyormuş.

Böyle dediğini kendi anlatırdı. Bu adam sonra gerçekten çok perişan olmuş, başına bayağı sıkıntılar gelmiş.

Çok Dikkatli Olmamız Gerektiğini Belirtirdi

İsmail Hocamın bir arkadaşı varmış. Bakkal Hacı Hasan Efen­di veya Sâmi Efendi ona hanımı öldükten sonra evlenme demiş. Bu da gitmiş evlenmiş. Allahu â'lem Mersin'deymiş. Adam evlen­me denildiği halde evlenmiş. Sonra Hacı Hasan Efendi ile karşı­laşmış...

Sana evlenme demedim mi? demiş.

O da:

“Şeriata muhalif iş mi yaptık,” demiş.

Celalli bir şekilde, “defol,” demiş.

Hacı Hasan Efendi bu adamı kovalamış.

Bunu anlatır; çok dikkatli olmamız gerektiğini, nefsin tuzak ve hilelerinin çetin olduğunu belirtirdi.

Hatta bir gün Faruk Abimiz gelmişti celalli bir sohbet yapmış­tı. Ben merak ettim, acaba bir Allah dostu diğer bir Allah dostunu nasıl dinliyor diye baktım, gördüğüm manzara şu olmuştu:

Bu celalli sohbette, İsmail Hocamı ürpertili bir dinleme için­de renkten renge girmişti. İnsanın ruhu çıkarken ki gibi hallere girdiğini gördüm. Hatta:

“İşte İsmail hocamız, kırk yıldır Allah diyor.” Diye devam eden ikazlarda da bulundu.

-   Osmaniye'de böyle başka kimler vardı?

-İşte, İsmail Emmi, Ömer Emmi, Poyraz Emmi vardı. Birde Eşki Emmi vardı. O kendi halinde biriydi. Muhabbetli, sadakatli kendi halinde biriydi.

İsmail Emmi, Poyraz Emmi, Ömer Emmi mânevî hâl sahibi idi. Biz bunların oturuşundan, konuşmasından, duruşundan, mânevî hâl sahibi olduğunu bilirdik.

Ömer Emmi'de bir Allah dostuydu. Hanımıda saliha biriydi, Ömer Emmi'yi ziyarete gittiğimizde kısa mesajlar verir, çok ko­nuşmayı sevmezdi. Zaten duruşu bir mesajdı. Hakikaten kıymetli biriydi. Oğlu Ahmet Abiden duydum: “Geceleri yatmazmış; müba­reğin gecesi çok güçlüymüş.”

-İsmail Hocamız Poyraz Emmi ile görüşür müydü?

-Poyraz Emmi ile pek sık görüşmezdi. Yalnız ikisi de birbiri­nin kıymetini bilirdi.

Poyraz Emmiye de ziyarete giderdik. Gittiğimiz zaman çocuk­lar gibi sevinir izzet, alâka gösterir, ikrâm yapmak için hareketle- nirdi. “Hanım çocuklar gelmiş,” der, müthiş bir heyecana kapılırdı.

Poyraz Emmiden dua isterdik:

“Allah peygamber razı olsun.” diye meşhur bir duası vardı. Benim çok hoşuma gider hatta bu duasını kullanırdım.

Poyraz Emmi şu sıkıntımız var, bize dua et, dediğimizde:

“Allah sebep halk etsin.” derdi. Yani birileri senin sıkıntına yardımcı olacaksa onu “Allahtan bil.” demek isterdi.

Bir de kendine ait güzel hali vardı. Mübarek burnundan de­rinden bir nefes alır; “Ravzanın kokusu geliyor,’’ derdi.

“Poyraz Emmi biz duymuyoruz,” derdik.

“Nasıl duymuyorsunuzyav, kokuya bak, buraya kadar geliyor.” derdi. Cenabı Allah ona öyle bir özellik vermişti.

Aslında Bizlerin Çok İyi Olması Lazım

İsmail Hocam, Sâmi Efendinin dizinin dibinde büyümüş hak­kını vermiş ve Allah dostu olmuş. Şu an onların dünyası değişmiş, onlardan sonra gelen kuşak biziz, bizim de kendimizi çok iyi ye­tiştirip hizmet, usûl, adap konusunu arkadaşlara yansıtmamız la­zım; ama maalesef verimimiz çok düşük. Onları bilenlerin daha iyi hizmet üretmesi lazım...

Yunus Emre diyor ya:

“Bilmek olmak değil; olmaya bak olmaya.”

Bilmek başka olmak başka, biliyorsun ama olamıyorsun çün­kü nefis hakimiyeti yok.

Mevlana hazretleri de diyor ya:

“Akıl her dem tövbe eder, nefis her an tövBeyi bozar. Arada kalmış bîçâreye iyi ki senin kapın var.”

4-                     ABDİ TOLU

İsmail hocamızı 1984 yılında tanıdım. Babası Çanakkale şehi­di olduğundan, İsmail hocamı Annesi yetiştirmiş, zaten ne bul­duysa annesinde bulmuş.

Yetişememişim Kaçırmışım

Bize; Efendimizi ve yolumuzu anlatırdı. Sohbet yaptıktan sonra bazen anlatırdı; “Efendigeldi, şuraya oturdu. Sohbeti dinledi, Kur'an-ı Kerîm’i dinledi gitti.’’ dedi.

Bir gün:

Dizine bir vurdu, ‘kaçırdım' dedi.

Ne kaçırdın İsmail hocam deyince:

“Bir koku var, cennet kokuşuydu. Bir ileri, bir geri vardım, me­ğer Rasûlüllah Efendimiz oradaymış, yetişememişim kaçırmışım.” dedi.

Geldi Herhalde

Bir gün İsmail hocamın yanına vardım. Faruk abimiz de o yıl hacca gitmişti. “Faruk Efendi herhalde geldi,” dedi.

Bende: “Gelmedi diye biliyorum.” Dedim.

“Geldi herhalde” dedi. Sonradan öğrendim ki, gelmiş. Anladım ki; İsmail hocamın manen bilgisi oluyor. Kırklardan olduğunu söylerlerdi. Faruk Efendiden çok bahsederdi.

İsmail hocam Abdullah Sert abi için, “çok sağlam,” derdi.

5-                            İSMAİL CANBOLAT

Hadimlerinden İsmail Canbolat ağaBey ile konuşuyoruz ...

-İsmail hocamız hakkında bilgi almak için sizi tavsiye et­tiler. Sizin yakinen tanıdığınızı söylediler. Hocam ile ilgili bi­ze neler anlatırsınız?

Hocamı nerdeyse otuz yıldır tanırım. İsmail hocama karşı na­sılsa bir ilgim vardı. Mıknatıs gibi beni çekerdi. Onun dizinin di­binde konuşmasını hayranlıkla dinler, ayrılasım gelmezdi. Onun yanında mânevî bir huzur duyar; bir rahatlama hissederdim. İs­mail hocamın her zaman güzel bir kokusu vardı.

Vefat ettiği zaman hakkında bazı bildiklerimizi yazıp yayınla- yamadık. Bu bana bir ukde oldu. Çünkü Sâmi Efendimizle bera­berliği çok olmuş. Dizinin dibinde çok oturmuş bir insandı.

Geceyi İyi Değerlendirenlerden Biriydi

Ziyaretine gittiğim bazı zamanlarda Meryem Teyze bana şi­kayet ederdi:

«-Oğlum İsmail; bu İsmail Hocana söyle gece uyumuyor; ya­tıyor on dakika sonra tekrar kalkıyor, gidip abdest alıp oturuyor, bu hasta olacak,» derdi.

Meyrem Teyzeye, “O her şeyin iyisini bizden daha iyi bilir,” derdim. İsmail Hoca Emmi de güler:

«-Sen O'nu boş ver, boş ver, » derdi.

Tabi mübarek gece ibadet eden, geceyi iyi değerlendiren, kıymetini bilenlerden biriydi.

Ezan okununca, O ihtiyar haliyle camiye gitmek isterdi.

«-Ya İsmail Efendi; Hocaefendi güzel sesi ile beni çağırıyor, Al­lah'ın ve Peygamberimizin adı ile beni çağırıyor ben neden icap etmeyeyim. » derdi.

6-                                      MUSTAFA KISAOĞLU

Emekli imam Mustafa Kısaoğlu Hocaefendi anlatıyor.

İsmail hocamla 1962 yıllarından tanışıyoruz, babam komşu- suydu. Elinde tesbihi devamlı zikir halinde camiye gider gelirdi. Bizim gördüğümüz gerçekten örnek bir insandı.

Faruk Abimiz; “bizim ağabeyimiz,” diyordu.

Yanına gittiğim zaman Allah'ın Veli kullarının dışında birşey anlatmazdı. Ramazanoğlu Mahmût Sâmi Hazretlerine nasıl inti­sap ettiğini, kendisini imamlık için nasıl görevlendirdiğini, ne ka­dar imamlık yaptığını anlatırdı. Öyle şeyler anlatırdı ki; ben onları nasıl anlatayım. İsmail hocam olacak.

«-Hala bir baltaya sap olamadım" derdi.

Hızır Aleyhisselamla Biraz Konuştuk

Bir gün:

«-Bu gün öğle namazına büyük camiye gittiydim. Namazdan çıkınca baktım Hızır (as)'ı gördüm. Büyük caminin sol taraftaki çı­kışında Hızır aleyhisselam ile biraz konuştuk.” dedi.

-Anlaşılan İsmail hocam genellikle kendini gizlemiş, ama bazı halleri de ortaya çıkmış. Hızır(AS)'la görüştüğünü söy­leyen ikinci kişi siz oldunuz.

-Zaten bu mânevî yolda sıdk ile Sâmimi olanlarda bazı haller olur. Bunu Âdâb kitabında okuyoruz. Mesela bir rüya hali gibi, ama ihvanın yol alabilmesi için bunlara takılmaması lazım. Onun için ihvan olgunlaştıkça kendini gizler. Kendini açığa verenler ge­nellikle ham olanlardır. Yolun adabı budur. Yani; olgunlaştıkça kişi halini gizler.

Hâl itibariyle belli bir makama varanlar alkış istemezler. Hat­ta ne güzel konuştun, ne güzel insansın dediğinde mahçup olur­lar.

Mesela bazen büyüklerimiz ziyarete gelirler, ayağa kalkmayın derler. Ayağa kalkmaya layık olmadıklarından değiller ancak öyle bir nefsi olgunluğa ulaşmışlar ki, kendilerine karşı ayağa kalkıl- ması onları rahatsız ediyor.

Bu yolda heybesinde bir şeyler olan bizde şunlar var demez. Bir de her zaman aynı hâl olmaz. Mürşid de olsa her zaman aynı hâl olmaz. Olanlar; Allahın izniyle belli zamanlarda olur. Mesela; Bazı insanlar tayy-i mekâna sahip olur, ama her zaman değil. Her istediği zaman gidemez. Allahın murad ettiği zaman gider. Tayy-i mekân; mekânların dürülmesi, tayyı zaman; zamanların dürül- mesidir. Bunlar olur. Adam dünyayı tırnağının üzerinde seyrede­bilir ama her zaman; her halükarda değil. Bazen olayları üç ay önceden, bir sene önceden nasıl gelişeceğini görür. Kaderin nasıl tecelli edeceğini görür. Bazen de hiçbir şey göremez.

Bir örnek olarak söylüyorum. Peygamberimiz zamanında bir savaşa çıktıklarında bir deve kayboldu. Aradılar, nerde olduğu bulunamadı. Münafıklar dedikoduya başladılar: “Muhammed (sav) şuradan buradan bahsediyor ama kaybolan devenin nerde olduğunu bilmiyor.” Dediler.

Tabii bunda hikmetler var. Münafıkları müminlerin daha ya­kından bilmesi için onlara bu imkân veriliyor.

Hz. Peygambere; Cebrail (AS) devenin yerini haber verdi:

“Deve, yuları bir çalıya dolaşmış olarak filan yerde,” dedi.

Gittiler aldılar. Öbür tarafta da Peygamberimiz Miraca çıktı. Müşrikler inkâr ettiler. Yeni Müslüman olanlardan bazıları sarsıl­dı. Kâbe'nin içinde Efendimizi imtihana tabii tuttular. Efendimiz daha sonra anlatırken diyor ki:

“Allah biliyor Kudüs mescidinin (Mescid-İ Aksa) kaç kapısı var, kaç penceresi var bakmadım, bilmiyordum.”

Ama müşrikler Peygamberimiz'e:

«-Gecenin bir anında Mescid-i Aksaya gittiğini söylüyorsun. Mescid-i Aksanın kaç kapısı, kaç penceresi var? » diye sordular.

O zaman Peygamber Efendimiz:

«-Mekke'den baktım baktım, cevap verdim. » diyor.

Bunlar her zaman oluyor mu? Olmuyor. Miraçta yedi kat se­maları geziyor; hicrette bir mağara da üç gece kaldı. Cenabı hak dileseydi bir anda da götürürdü. Ama orda bir takım mucizeler gösteriyor. Yani Allahın dilemesiyle olmayacak şey yoktur. Allah dilemedikçe de, olacak hiç bir şey yoktur. Bunu böyle bilmek böy­le inanmak gerekir.

-Anlaşılan İsmail hocam Büyük Camiye(Envarül Hamid) çok gidermiş. Orada bir hikmet mi var acaba?

-Büyük camiye çok giderdi ama hikmetini bilmiyorum. Hatta bir defa büyük cami de Hızır (as)'la görüştüğünü söyledi.

Şunu da ifade etti:

«-Çoğu kere Hızır (as) büyük camiye gelir.” dedi.

-Hızır(as)'ın şeklinden vs. bahseder miydi? Bizde görsek tanıyabilir miyiz? Her zaman aynı kılıkla mı gelirdi acaba?

-Aslında Hızır (as)'ı tanışmak bir hâl meselesidir. Böyle her isteyen tanışamaz; her isteyen konuşamaz. Belki bizde görüşüyo­ruz da tanımıyoruz. Neden? Çünkü bizde onunla açıktan görüş­meyi gerektirecek hâl yok.

-   Bir de Hızır(AS)'la görüşülünce ne yapılır. O da var de­ğil mi?

-Benim bildiğim kadarıyla, genellikle Hızır (as) gerçekten Al­lahın sevdiği, korumak istediği kullarına yardım eder. Belki bir dostu, ahbabı suretinde görünür ve ona yapması gereken telkini yapar; sen şunu şunu yap gibi.. Sen onun Hızır (as) olduğunu bil­meyebilirsin.

İslam literatüründe;

“Her gördüğünü Hızır bil, her geceyi kadir bil” derler.

Niye ? O'nun olma ihtimali varda ondan. Onlar illa kendilerini takdim etmezler.

Kur'an Okumaktan da Mahrum Kaldın!..

Şöyle bir kıssa anlatılır:

Ebû Bekir Verrak kuddise sirruh ömür boyu Hızır aleyhis- selâm'la görüşmeyi arzulardı.

Her gün ibret almak maksadıyla kabristana gider gelir, bu esnâda da bir cüz Kur'ân okurdu.

Bir gün, yine bu maksadla evinden çıkarken nûr yüzlü bir ih­tiyar kendisine selam verdi.

Ebû Bekir Verrak kuddise sirruh hazretleri selamı aldı.

Yaşlı zât:

“-Benimle sohbet etmek ister misin?” dedi.

Verrak hazretleri:

“-İsterim!” deyince, beraber yola revân oldular. Yolda gider­ken, dinlenirken hep sohbet ettiler. Eve dönene kadar, yol boyun­ca, gidiş ve gelişlerinde sohbetleri devam etti.

Yaşlı zât, ayrılma vakti gelince Ebû Bekir Verrak kuddise sir- ruh hazretlerinden müsaade istedi ve şunları söyledi:

"-Ömür boyu görmek istediğin Hızır benim! Bugün benimle sohbet ettin, ama bir cüz Kur'an okumaktan da mahrum kal­dın!..." der.[110]

Yani Hızır (as) görüşürse böyle uyarır. Ya açık ya da gizli uya­rır.

Hani O kişi ısrarla görmek istiyor ya; yoksa kendini gizleyebi­lirdi. Ama Cenab-ı Haktan açıktan istiyor ya; Cenabı Hak ona lüt­fedip gösteriyor.

İsmail hocam, Ladikli Ahmet Efendiden çok bahsederdi. Hoca olmanın, ilim sahibi olmanın bizi bir yere götürmeyeceğini an­latmaya çalışırdı. Ladikli Ahmet Ağanın bazı şeylerini anlatırdı. Mesela, Kıbrıs çıkarmasını anlattı. Ladikli Ahmet ağanın Hızır (AS)'la beraber Kıbrıs çıkarmasında Rumlarla savaştığını anlattı.

-Hatırladığım kadarıyla Ahmet Ağa 60'larda vefat etti. Kıbrıs savaşı 1974'te oldu. Acaba Ahmet Ağa ruhaniyet itiba­riyle mi savaşa katıldı?

-Demek ki, ruhaniyet itibari ile oraya iştirak etmiş. Bizim li­teratürümüzde büyükler ruhaniyet itibari ile bazı olaylara iştirak edebilir.

7-   FAZLI SARPKAYA

İnsanlar için, Ümmeti Muhammed için münacaat halinde idi. Bazen nefyü ispat yapıyorken denk gelirdik. Ziyaretlerimizde arada bir konuşur, arada birde nefyü isbat yapardı. Orda çok da­ha değişik bir hava oluşurdu. Öyle beri benzer değil, insan ken­dinden geçerdi.

Tabii Allah dostudur, O'nun bulunduğu yerde bulunsan, ya­nar kavrulursun.

İnşâallah Orda Da Götürürsün

Bir gün maaşını almak için çarşıya gelmişti. O zamanlar şim­diki gibi araçlar çok yoktu. O zaman en büyük hizmet aracımız motorsiklet idi.

Oğlu Sâmi bana:

«- Fazlı Abi, babamı eve götürür müsün?” Dedi.

«-Tabii ne demek, seve seve götürürüz,” dedim.

Motorsikletin arkasına bindi. Eve götürdüm. Eve varınca:

«-İnşallah bizi, orda da götürürsün’’ dedi.

O zaman işin o tarafını düşünemediğimiz için; “tabii tabii,” dedik.

Ama düşününce işin, ince noktası ortaya çıktı.

8-   İSMAİL HOCAMIZIN DAMADI VE AİLESİ

Bir akşam İsmail Hocamızın damadı berber Mehmet Amcayı ziyaret ediyoruz. Ve İsmail Hocamızı aile efradından dinliyoruz.

Sâmiye Hanım teyze:

Ben on yaşına gelene kadar babamın başka çocuğu olmamış. "Benim de bir kızım var; Sâmi Efendimizin de bir kız var.” derdi.

O'nun Adı Sâmiye

Teslimiyeti çok fazlaydı. Hatta ismimizi Bakkal Hacı Hasan Efendi koymuş. Babam bana önce annesinin ismini vermiş. Sonra Bakkal Hacı Hasan Efendiye gidip:

“Bir kızım oldu.” Demiş.

O da:

“Adını ne koydun?” diye sormuş.

“Annemin ismi olan Zeliha koydum saliha bir kadın olur inşâal- lah." demiş.

Hacı Hasan Efendi:

“Hayır, O'nun adı Sâmiye... Oğlun olursa Sâmi; kızın olursa Sâmiye..." demiş.

Babam denileni yapmış. Ve bunu annesinden bir süre gizledi.

Çok Güzel Bir Koku Yayıldı

Bir gün babam:

«-Bak kızım; zemzem kuyusuna bak, fokur fokur kaynıyor. Oradan verde içeyim." dedi.

Ben hiç bir şey göremesem de, 'Bak kızım,' diyerek o tarafı gösteriyordu. Ben de, kalktım şişedeki zemzemden bardağa biraz koydum, verdim.

Bu defa ağlayarak: “Ya Resulallah elinden içmek istiyorum." dedi.

Ama bu arada evin içerisine de mis gibi bir koku yayıldı ki, anlatamam. Çekiyorum çekiyorum doyamıyorum, nefes almıyo­rum ki; sanki bitecek diye. O kadar güzel bir kokuydu ki, sanki kendisinin annesi namaz kılarken duyduğu koku gibiydi.

Ağlayarak: “Ya Resullalah ben elinden içmek istiyorum.» dedi.

Ben bir şey görmedim. Ama çok güzel bir koku vardı.

Emmi Dua Et De Yağmur Yağsın

1960-1965'li yıllarında Haruniye kaplıcalarına gitmiştik. Ben o zaman on dört yaşlarındaydım. Ağustos ayıydı galiba, hava çat­latacak derecede sıcaktı. O zamanlar kaplıcada evler yoktu. Sade­ce üstü kapalı bir fırın ve oda oda baraka tipli yerler vardı.

Bizim kaldığımız bölüme bir köylü kadını gelip gider babama:

«-Emmi, herhalde sen iyilerdensin, bir dua ette yağmur yağ­sın.” Derdi.

Hava çok sıcak ve bunaltıcı olduğundan yağmur yağsında ha­va serinlesin isterdi. Gelir gider aynı şeyi söyler:

«-Emmi dua et de yağmur yağsın.” der.

Babam da:

«-Olur, inşâallah..” derdi. Böyle günler geçiyordu...

Bir gün biz otururken; Elinde baston, orta boylu, Beyaz tenli, siyah gözlü, Uzun kirpikleri olan kaşları belli, sakallı, ne şişman ne zayıf, topalak yüzlü biri “Esselamun aleyküm” dedi, içeri girdi.

Babam:

«-Ooo hoş geldin kardeşim.” dedi. El sıkıştılar oturdular.

Bu sırada o kadın yine geldi:

«-Aboo, emmi iki tane olmuşsunuz, ne var sanki dua edin de yağmur yağsın.” dedi.

Bu arada ben hemen ikramda bulundum. Sonra o kadın yine:

«-Emmi ille dua et.. ” dedi.

«-Olur inşâallah, olur.. ” dedi.

Sağ Elini Aç

Sonra daha önce görmediğim o adam ayağa kalktı bana:

«-Aç bakim kızım elini.” dedi.

Annem de; “şimdi seni dövsün de gör.. ” diye latife yaptı.

Ben de: “dövsün de böyleleri dövsün,” dedim. Sanki bir şey biliyormuşum gibi.

“Sağ elini aç,” dedi. Değneğiyle elime vurarak:

“Allah sevsin, Allah sevdirsin, Allah sevindirsin seni; Yaşı kestirmesin, başı kestirmesin, taşa kestirmesin.." dedi.

Ondan sonrada: “Allaha ısmarladık, hakkınızı helal edin..” de­di, gitti.

Aradan yarım saat geçmeden yağmur yağdı. Bu arada biz, o dua isteyen kadınla o adamı aramaya başladık. Aradık, aradık bu­lamadık. Kayboldu. Bir daha görebilir miyiz diye tek tek kaplı­cadan çıkanlara baktık ama yok.. Bir geldi; bir gitti, dışarı çıkınca kayboldu.

 

O kişinin bana yaptığı duanın anlamını bilemedim sonra rahmetli babam duanın anlamını şöyle açıkladı:

“Başı kestirmesin; secdeden başı kestirmesin,

Taşa kestirmesin; Allah kalbini taşa çevirmesin,

Allah sevsin, Allah sevdirsin, Allah sevindirsin; Allah sever­se sevdirir, sevindirir... İşte güzel bir dua aldın.” diyerek güldü.

-İsmail Amcaya sordunuz mu o adam kimdi diye?

Babam hiçbir şey demezdi. Sırlarını söylemezdi. Bazen sor­duğumuzda; “Allahın kulu mu bitecek kızım; Allahın sevgili kulları çoktur,” der kapatırdı. Bu tür konuları da fazla konuşmazdı.

 

Bir gün babamın kayınvalidesi gelmiş. Geri gitmek içinde hiç parası yokmuş ki; arabaya binip gitsin. Babam:

«-Cebini aç ta bakim hele, ne var ne yok." Demiş.

O da cebini açınca, hemen cebine harçlığını koymuş. Allahın izniyle kimin nasıl olduğunu bilirdi.

Yardım etmeyi severdi. Verirken kimseye göstermez, gizli ve­rirdi.

Sabrı Tavsiyesi

“Kızım: Cenneti baban yaptırmadı. Oraya sabırla giriliyor haa!.. Sabret.." derdi.

Bir gün İstanbul'a gidiyordu. Beni şöyle bir kenara çekti:

«-Kızım kaynanan yaşlıdır. Kesinlikle kırmayacak; O'nu idare edeceksin. Allah da senden razı olacak."dedi.

Ve ondan sonra elhamdülillah hiç kızmadım ve kaynanam da bana çok bağlandı. Oğlundan çok beni sevmeye başladı.

 

Bir gün yan odada çekyatın üzerinde yatıyordu. Bende yanına vardım. Sohbet ediyorduk. Rahatsızdı. Annemin yanında olmasını arzuladı. Annemde hastanedeydi. Ayağı kesilmek üzereydi onun için eve getiremiyorduk. Getirin diye çok yalvardı. “Ben artık biti­yorum getirin.” Dedi. Annem şeker hastasıydı getiremedik. Tele­fon ediyoruz, “kalması lazım gelirse ayağı kesilebilir.” diyorlardı. Annemi bırakmadılar, üç ay gelemedi. Bundan dolayı babam ya­nımda kaldı.

Şayet Üç Günü Geçirirsek Beşinci Gün

Bizde kalırken bir gün oturuyorduk. O günlerde de Osman Nuri üstadımız Osmaniye'ye gelecekti.

İçimden:

“Rabbim üstadımız gelecek, babamı da bırakıp gidemem; ama üstadımızı da görmek istiyorum bana bir çıkış yolu göster.” de­dim.

Böyle düşünürken babamda bana bakıverdi.

“-Kızım üç gün; şayet üç günü geçirirsek, beşinci gün..” dedi.

“-Ne olacak baba,” dedim.

“-Artık bu kadarmış. Artık 93 yaşadım, demek buraya kadar­mış. Ben kılıcı kuşanınca Mehdi'nin (as) askeriyim diye düşünmüş­tüm. Ama bu kadarmış.’’ dedi.

Ondan sonra:

“İçimde bir yangın var, bir zemzem olsa da içsek." dedi.

-Baba evde zemzem var, vereyim mi?" dedim.

Dönüverdi:

“Bak bak, zemzem kuyusuna bak, fokur fokur kaynıyor Allah Allah..." diyerek ağlamaya başladı.

O zaman vefatına yakındı, üç günü geçirdi, beşinci gün vefat etti. Vefat etmeden üç gün önce kendi evine geçti. Üstadımız; ba­bamın vefatından dört gün sonra geldi.

-Tavşanlıya gidermiydi?

-Her sene gidip Annesini ziyaret edip gelirdi. Annesinin bü­yük kadın olduğunu anlatır:

«-Elhamdülillah annemin gönlünü ve duasını aldım, geldim." derdi.

-Sohbetleri ile ilgili neler söylersiniz?

«-Yavrum; sohbet çok önemli." derdi. Sohbet olacağı zaman hemen yeniden abdest alır, hazırlanırdı.

Birde;

«-Teslimiyet çok önemli...” der.

«-Ben bunun ikisinden kazandım."derdi.

Osman Nuri Efendiyi dünya gözüyle göremedi. Çok isterdi ama göremedi. "Biz manen beraberiz." derdi.

Kur'an-ı Kerimi Yaşamak Lazım

Gelinim akrabalarına dedem şöyle böyle diye övgüyle anlat­mış. Onlardan biri: “Mutlaka gidip bu amcayı göreceğim.” demiş.

Bize geldiler; ben yemek hazırlıyordum, gelinime:

“Sen bunları götür de babamı ziyaret etsinler.” Dedim.

Gidip selam verip, içeri girmişler. Babam şöyle bir bakmış, kafasını eğmiş, onlar gidene kadar bir daha kafasını kaldırmamış. Sonra bize geri geldiler.

“Hocamız bize hiçbir şey anlatmadı.” dediler.

Babamın yanına gittiğimde, bunu sordum:

“Baba onlara neden konuşmadın; neden bir şey anlatmadın? Onlar her sene Kur'an-ı Kerimi dağıtırlar.” dedim.

«-Kızım Kur'an-ı Kerimi yaşamak lazım, yaşamak lazım. Mer­kebin üzerine yükleme ile merkep değişmez. Sonra o diplomalar burada geçerli, yerin altında geçerli değil. Kadının namazı yoktu; namaz kılmıyordu, ben ne yapayım ona.» dedi.

Ona bakınca namaz kılmadığını anlamış. Kadının yüzüne bir daha bakmamış.

Vefatından Sonra Ortaya Çıkan Bir Olay

Babam vefatından sonra şöyle bir şeyi daha ortaya çıktı:

“Babam hayattayken bir gün ben Eskişehir'e gideceğim,” diye tutturdu. Annem:

“Elimiz dar gitme, hadi İstanbul'a gideceğim desen; şeyhin için gideceksin; Tavşanlıya gideceğim desen; annenin memleketi ve akrabaların var. Eskişehir'e niye gidiyorsun dercesine razı ol­muyordu.” tabi annem durumu bilmediği için böyle diyor.

Babam da durumu bize kesinlikle açıklamıyor veya açıkla- yamıyordu. Biz bu durumu vefatından sonra anladık.

Bir gün, Eskişehir'de giyim üzerine esnaflık yapan Abdulka- dir Dilitemiz adında biri bize geldi. Bu kişi hayatta olabilir... “İs­mail Emmi herhalde vefat etmiştir. Gidelim bari hanımını ziyaret edelim.” diyerek eşiyle beraber Osmaniye'ye gelmişler...

Bakarlar ki; “Kendisi de, karısı da vefat etmiş.”

Komşuları; “Bir kızı var,” deyince, “Bari azda olsa ziyaret ede­lim.” diyerek geldiler. İkramdan, hoşbeşten sonra adam ağladı, ağladı sonra Kur'an-ı Kerim okudu ve hikâyesini anlatı:

«-Ben Eskişehir'de hazır giyim üzerine esnaflık yaparken öyle bir zarar, öyle bir zarar ettim ki: çıkış yolu arıyordum Cenabı Al­lah'a: "Allah'ım bana bir veli kulunu gönder de ferahlayayım." Diye dua ettim.

Bir gün birden bire babanız geldi. Kapıyı vurdu ve şöyle dedi;

«-Abdulkadir Dilitemiz sen misin?

Bende:

«-Evet benim; sen kimsin, dedim.”

Bize şunu söyledi.

«-Ya kardeşim sen Allaha nasıl dua ettin de Peygambe- rim(s.a.v) üç gündür beni sana gönderiyor. "Oraya git, oraya git, diyor." demiş.

Biz bu olayı kesinlikle babamdan duymadık.

9-   HACI KUYULU

-   Hacı Abi İsmail Hocamı nezamandan beri tanırsınız?

-1980'den sonra tanırım. Komşumuzdu ve halamın Beyi idi. Eniştemiz sayılır. Küçükten beri komşumuzdu ama bu yola inti­sap ettikten sonra daha iyi tanımaya başladım.

Evliyaların Hayatı Onları İlgilendirir. Biz Nerdeyiz?

Bu yola intisap ettiğim zamanlarda TGRT de evliyaların haya­tı çıkıyordu. Ramazan ayıydı, gündüzleri oruçlu olduğumuzdan işlerim bitince eve erken gelip o mübareğin yanına çıkardım. Da­ha çok damda otururdu. Elinden tespih hiç düşmezdi. Evimiz de bitişikti. Yanına vardığımda akşam seyrettiğim evliyaların haya­tını büyük bir heyecanla anlatırdım. O da sabırla beni dinlerdi.

Televizyon; bir gün, iki gün, beş gün on gün her gün bir evli­yanın hayatını veriyor. Ben de seyredip, İsmail hocama anlatı­yordum. Son evliyayı da izledim ve onu da anlattım. Şöyle gözü­mün içine baktı ve bana:

«-Hacı Efendi; otur bakalım.» dedi.

Yanına yaklaştırdı:

«-O evliyaların hayatı onları ilgilendirir. Biz nerdeyiz...» dedi.

Ama mübalağasız 15-20 gün beni sabırla dinledi. Öyle deyin­ce aklım başıma geldi.

Düşündüm ki: “Ben neyim; kimi kime anlatıyorum. Yani bir evliyaya evliyaların hayatını anlatıyorum."

-   İsmail hocamın mânevî durumunu biliyor muydunuz?

-    Bilmiyordum, ama hissediyordum. Ben öyle saf bir halde, idrak etmeden evliyaların hayatını anlatıyordum.

Bana dedi ki:

«-Hacı Efendi; biz kendimize bakalım. Biz nasıl yaşıyoruz, bi­zim yaşantımız nasıl. O evliyalardan az buçuk örnek alabiliyor mu­yuz, onların hayatından kıssalarından kendimize bir pay alabiliyor muyuz.» dedi.

O zaman hata ettiğimi anladım ve yanında bir daha konuş­madım.

Evliyaların Yüzüne Bakın

Faruk Abimiz Osmaniye'ye geldiğinde birkaç defa sohbete gö­türdüm. Bir defasında:

«- Oğlum hiçbir şey anlamasanız dahi bu sohbetlere katılın, ev­liyaların yüzüne bakın. Evliyaların yüzüne bakmak kadar güzel bir şey yok. Çok da büyük ecri var. O sohbetten bir şey anlamasanız dahi mutlaka orada bulunun ve yüzüne bakın. » derdi.

Mübarek sohbetlerde Faruk Efendimiz ile buluştuğunda elini öpmeye çalışırdı. Faruk Efendimiz de O'nun elini öpmeye çalışır­dı.

Faruk Efendimiz “Hocam herkes benim elimi öpmeye çalışı­yorlar; bende senin elini öpeyim.” deyip İsmail hocamın eline sa­rılır öperdi. O da O'nun eline sarılır güzel bir muhabbet oluşurdu., Birbirlerinin eline öpmek için sarılınca mânevî bir hava olurdu. Faruk Efendimiz İsmail hocamızı hep sağ tarafına otururdu.

İsmail hocamın mânevî bir görevi olduğunu hissederdim:

«-Eğer bize yetki verseler çok şey yapabiliriz.» Derdi.

 

«-Hacı Efendi, şeytanlar beni çok rahatsız ediyor. Ben çoğuna güç yetiriyorum kovalıyorum. Ama bazen öyle kuvvetli geliyorlar ki: Musa Efendimizin ismini andığım zaman cin cücüğü gibi dağılı­yorlar.’’ derdi.

Bize de:

«-Şeytan size iliştiği zaman şunu unutmayın; şeytanlar mürşidi kâmilden korktukları kadar hiç bir şeyden korkmazlar. Musa efen­diden himmet istiyorum; O'nun ismi bile yetiyor.’’ derdi.

Dersimizi Beraber Çekiyoruz

İsmail hocamın kayınbabası olan Ömer Avşar dedemden bir şey biliyorum. Nenemden duymuştum; “Dedem, koyun postunu serer; ayrıca bir tane de yanına serermiş.”

Hanımı Elif Ninem dermiş ki:

“Ya bir post yetmiyor mu? Niye ikincisini seriyorsun?”

Dedem de:

“Hanım sen karışma buraya Sâmi Efendim geliyor. Dersimizi beraber çekiyoruz.” demiş.

Çıkarın da Rahat Öleyim

Ömer dedemin sesi çok gürdü, sesi yüksek çıkardı. Celalli bir insandı. Göğsüne doğru inen büyük bir sakalı vardı. Biz kendisine hep “Ömer dede” derdik.

Son günlerinde Rahmetli Babam dedemi tedavi ettirmek için doktor getirdi. Doktoru da ben alıp getirmiştim. Bayan doktor ko­lu kısa giyinmişti, içeri girince dedem kadını gördü birden celal­lendi:

“Çıkarın bunu buradan, buna kontrol falan olmam. Ben öle­miyorum, çıkarın da rahat öleyim.” dedi. O gün vefat etti.

Öbür Dünyanın Güzelliği Hiçbir Yerde Yok

Bestami Kuyulu anlatıyor:

Babamın amcası Ömer Avşar kendisi zekaret hâlindeyken babam Mustafa Kuyulu ile yanındaydık.

Ömer dedem babama:

«-Bu dünya mı güzel, öbür dünya mı?..» diye sual eyledi.

Babam da:

«-Kazanırsan öbür dünya, kazanamazsan bu dünya.» dedi.

Dedem de:

«-Sen bilmiyorsun. Öbür dünyanın güzelliği hiçbir yerde yok. Beni çağırıyorlar. Öbür dünyayı gördüm, çok güzel. Gideceğim yeri gördüm. Burada beni bir saniye tutsanız durmam.» dedi. Bu konuşma bittikten yaklaşık on dakika sonra dedem vefat etti.

10-   ABDULLAH SAMİ BEY

Abdullah Sâmi Bey'den İsmail Hocamızı anlatmasını istiyo­ruz. .

Nefs-i Mutmaine Sıfır Noktası Oluyor

Nefs-i mutmainneye “zıfır" derdi.

Yani nefs-i mutmaine sıfır noktası oluyor. Sen nefs-i mutma- inneye gelinceye kadar eksidesin, sıfır bile değilsin.

Kişinin kemalatı, mutmainneden sonra oluyor. Önceki devir­de nefsin kaypaklığı, yan çizmesi var. Bazen veli, bazen deli derler ya, yani gönül aleminde zikzaklar oluyor. Bir bakıyorsun oturmuş gibi, bir bakıyorsun pörsüyor. .

-   Poyraz emmi hakkında neler dersiniz?

Poyraz Emmi de âşık bir adamdı . Gözü yaşlıydı, Allah der, peygamber der ağlardı.. Burnu koku almazdı. Kabe'nin sevdalı- sıydı. Mekke'nin Medine'nin oraya gittiği zaman Peygamber Efendimizin gül rayihasını, Kabenin karanfil kokusunu alırdı.

Hacca giden gelen olursa:

“Duydun mu o kokuyu?” der, başka bir şey sormazdı..

-İsmail hocamızın kayınbabası hakkında neler dersiniz?

-     Ömer Emmi Camiye biraz erken gider, gelenlere yüksek sesle vaazü nasihat ederdi. Hoporlör gibi sesi olur, bütün mahalle duyardı. Tabii o günlerde de konuşmak kolay değildi. İyi bir adamdı. Vefatı anında da:

“Çekilin Efendim geliyor.” Diyor.

-   Efendim dediğinde Peygamberimizi mi kastediyor?

-   Hacı Sâmi Efendimizi, zaten onlar hep birden geliyorlar.

Ömer Emmi vefat edince mezara koyarken tuttum kucakla­dım. Sıcaklığı koluma sirayet etti. İsmail Amcaya:

“Sen de çok cenaze yıkadın, cenaze sıcak mı olur?” Dedim.

“Bazen öyle olur.” dedi.

11-                             HASAN HÜSEYİN VELİPAŞAOĞLU

İsmail Amca dendi mi? Kısa ve öz olarak söylenecek bellidir. O da nedir? Şeriatına dikkat eden, haramdan pür dikkat kaçınan, efendisine bağlı, muhabbetli, vazifelerine dikkatli biridir.

Evet, bütün ihvanlar Hacı Sami Efendimizi çok sevmiştir ama İsmail Amcamızın çok farklı bir muhabbet bağı vardı..

 

Bir gün ameliyat olacaktı. Demiş ki; “Hasan gelsin bana kan versin,” demiş.

Meğer kan gurubumuz aynıymış, onu bile biliyor. ‘Gelsin ba­na kan versin,' demiş.

-Kuran okumasıyla ilgili aklınızda bir şey var mı?

Çok kuran okurdu şöyle ki: mesala “Hacı Sami Efendimiz be­nim okumamı çok severdi, elhamdulillah. Kuran okumaya başla­dığımda gelir, beni dinler,” derdi. Tabii manen oluyor.

Bir gün Adana'ya gidiyorduk, İsmail Hocam da yanımda otu­ruyordu: “Görüyor musun, 'Bak Hacı Sami Efendimiz Beyaz atın üzerinde bize eşlik ediyor.' Mânevîyatta ehlullâhın biniti Beyaz at­tır, kanatlı Beyaz atları olur onların,' bak bize eşlik ediyor,” dedi.

Oğlum Allah Bazı Vücutları Sıcakta Bile Serin Eder

Kuyulu Amcalarla kaplıcaya giderdi. Bazen de bizim hamama getirirdim. O sıcak suyu döktükçe hoşuna giderdi. Müthiş ateşi olduğunu ama şikayet etmediğini söylerlerdi.

Birgün İsmail Hocamı hamamımıza getirmiştim.

Saatler oldu Çıkmak bilmiyor. Ben bayılacak gibi, dayanamaz oldum, çıkıp geri geliyorum, ama ona sıcak dokunmuyordu.

Herhalde halimizi anladı ki:

“Oğlum Allah bazı vücutları sıcakta bile serin eder,” dedi.

Yani bize sıcak zarar etmiyor, vücudumuz ondan dahi haz alıyor der gibiydi...

Aslında çocukluğumdan beri hamamın içinde büyüdüm nor­malde dayanırım ama o kadar kaldık ki, bunalmışım dayanamı­yorum.

Doğruluğunu şuradan da biliyorum; rahmetli İbrahim Amca vardı. Aynısını onda da yaşamıştım. Dedim ki:

Bu Allahın dostları, evliyalar sıcağı ne de çok seviyor, sıcak­tan hiç etkilemiyor. Yani demek istiyor ki; Allahın sevgili kullarını cehenneme de atsan orası onlara cennet olur.

Zehirlenip Gidiyordum

Ömer Emmi vardı. İsmail Amcayı ziyaretimize gittiğimizde görürdük. İsmail Amca'nın kayınbabası olmasına rağmen onun olduğu yerde sükut ederdi.

Onun da Allah dostu olduğuna şu olaydan kâni geldim:

Bir gün motorsikletle Dörtyol'dan gelirken yolda beni arı soktu. Sohbet olduğundan da İsmail Hocamın evine vardık. Arı zehirliymiş ki, rahatsız olmaya başladım, kızarıp şeklim değişme­ye her yerim şişmeye başlayınca İsmail Emmi halimi anladı. Ka­yınbabası Ömer amcaya işaret etti:

“Müdahale et, îcâbına bak,” dedi.

Hemen evin girişindeki odaya geçtik beni yatırdı, sıvazlar gibi yaptı, “beş dakika dur,” dedi. Biraz durdum sonra kalktım sohbe­te katıldım. Yoksa zehirlenip gidiyordum. Yani onun da Allah dos­tu olduğunu bu olaydan anladım.

 

Bir zaman bir esnafın yüklü bir malı çalınmıştı. Alibeyli cami­sinde müzezzinlik yapan Mahmud Amca diye biri vardı. İsmail amca, ‘o saftır onun okuması (duası) yerine gelir, ona söyleyin, şu duayı okusun, hediye olarak da bir şeyler verin,' dedi.

Gerçektende o adam İsmail amcanın tarif ettiği duayı yaptı. Soygun olan esnafın da çalıntıları bulundu.

 

Bakkal, Seyyid Hacı Hasan Efendiyi de şöyle anlatmıştı:

Vanlı olduğunu, çocukluktan evliya olduğunu söylemişti. Van'da bir zamanlar kıtlık olmuş. Büyükte bir çay varmış, kimse geçemez, bir şey almaya gidemezmiş. Bakkal Hacı Hasan Efendi çocukken bu suyun üstünden yürüyerek gider, köylüye ihtiyaçları getirirmiş.

Adana'da büyük saatin orda dükkanı varmış. Peynircilik ya­parmış.

12-   ALİ AKDAĞ

Osmaniye'de otoelektrikçi Ali Abi'nin anlattıklarından.

İsmail hocamız naneli şekeri çok severdi: “Oğlum konuşama­yan, konuşurken zorluk çeken, bundan yesin,” derdi.

Danial (a.s.)'ın kabrini ziyarete Tarsus'a Salı günleri gitmek isterdi. Ailece giderdik. Ben götürürdüm.

Tarsusta imamlığa başlamış. Hatta orda namaza kalkmazlar­dı. Ben minarede ezanı okuyup aşağı iner:

“Deliler namaza kalkın diyerek, sokak sokak bağırır onları na­maza kaldırırdım. Bana deli derlerdi. Yani deli numarasıyla nama­za kaldırırdım.” Derdi. Tarsus'tan çok bahsederdi.

 

Cuma günleri yemeğe çağırırdı. Et haşlaması yaptırır, telefon ederdi. Et haşlamasını severdi. Giderken ekmek alırdım; ekmeğin parasını da kendi verirdi. Her masrafını kendi karşılardı. Yemeği yer; ikindi namazını kılar çıkardım. Yemek yerken mideyi yor­mamak için, lokmayı çok çiğnerdi. Kırk bir defa çiğnerdi.

Gidelim Biz Alacağımız Aldık

İsmail Hocam'ı bir gün Mersin vazifelisi Hasan Abi'nin yanına götürdüm. İçeri girip selam verip oturduk. Birkaç kişiydik. Müba­rekler sükût ettiler; hiç konuşmadılar. Yarım saat sonra kalktık, geldik. Hiç bir şey konuşmadık.

Müsaade isteyince ev sahibi Hasan Abi:

«-Yemeğe kalsaydınız.» dedi.

İsmail Hocam:

«-Yok, kardeşim gidelim; biz alacağımızı aldık, vereceğimizi verdik.» dedi.

Yarım saat içerisinde olan oldu. Zahiren hiçbir mevzu konu­şulmadı. Yalnız orada çok güzel bir hava oluştu. Şunu diyebilirim; mânevî hava geldiği zaman kendinden geçersin ya öyle bir şey oldu. Orada kendimden geçtim.

Fırsatı Kaçırdın

1992-93'te İstanbul'a gidecektim; yanına uğradım.

Benden İsmail Bülbülün[111] kasetini istedi. “O'nun orijinal ka­setini al getir. Cuma namazını da Üsküdar Valide Sultan Camiinde kıl.” dedi..

Aziz Mahmût Hüdayi'ye geldim. Ordan da Cuma namazını kılmak için hanımla beraber Üsküdar Valide Sultan Camiine git­tik. İsmail Hocam, “Cuma namazını orada kıl," dediği için oraya gitmiştik..

O yılda hacdan gelmiştim. Sakalımı da kesmemiştim, sakalım daha yeniydi. Sakal bırakayım diye bir düşünce içerisindeyim.

Namaz bitince camiden dışarı çıkarken kapıya geldim. O ka­labalık içinde uzun boylu, Beyaz gür sakallı bir adamı gördüm. Yüzüne bakıp dayanılacak biri değildi. Acayip bir hâli vardı. Sağ elini uzattı sakalımı sıvazladı:

«-Allah mübarek etsin evladım. Sakal da bırakmışsın, bırak uzasın kesme,” dedi.

Bir adım attım geri döndüm, baktım o adam yok. “Aman ya­rabbi,” dedim. Bu olayı hiç kimseye de anlatmadım.

İsmail Amcaya istediği kaseti alıp memlekete döndük. Ama o adam hâla aklımdan çıkmıyordu. İsmail hocamın evine geldim. Yanına girdim daha ben hiç bir şey anlatmadan İsmail hocam:

«-Oğulum Hızırı'da (a.s.) gördün mü? Sakalını da sıvazladı.» dedi.

“Ben kendimden geçtim oraya çöküverdim, aman ya Rabbi bu ne hikmettir.” dedim.

«-Kaçırdın, fırsatı da kaçırdın,» dedi.

Zaten bir şey de yapamazsın ki, herkes camiden çıkıyor.. On­dan sonra sakalı kestirmedim.

-Hızır aleyhisselamdan başka da anlattığı olurmuydu?

Hızır aleyhisselamla olan birkaç kıssalla’llâhü aleyhi ve sellemını anlatmıştı. Allah bi­lir ya, Hızır aleyhisselam hocasıydı. Oralardan açık konuşmazdı.

Şu ekmeği bana ver

Kebapçı Enver Arpacı Bey de şöyle bir anısını onun dilinden şöyle anlatmıştır:

Fırında çalışıyordum. Bir gün biri geldi.

Para uzattı:

«-Şu ekmeği bana ver, dedi.»

Ben de:

«-Döndüm o ekmeği aldım. Baktım kaybolmuştu. O Hızır aley- hisselam'dı.» dedi

13-    KAYA YADİCİ

1978'de Bahçeye geldiğim zaman Bahçede hiç ihvanımız yok­tu. Her hafta Osmaniye'ye İsmail Hocamın sohbetine giderdim. Onun bulunduğu sohbetler çok feyizli olurdu. Sohbetlerde varlığı fark edilir. Bunu muhakkak hissederdik.

“Bir gün Adana'da Şıhoğlu Camisinde Sâmi Efendinin arkasın- dayım, bana bir hâl geldi. Aslında kamet getirmeyecektim. Kalktım bir kamet getirdim. Öyle bir kamet getirmişim ki; coşmuşum elimde değil.” dedi.

İBRAHİM EMMİ

Osmaniye'ye sohbet için gittiğim zamanlar evvela İbrahim Emmiye giderdim. İbrahim Emmi Allahın has kullarındandı. Os­maniye İmam hatip okulunun yakınında, Yandım Ali Bakkalı'nın karşısında baraka bir evde kalırdı. Çoluğu çocuğu, hiç kimsesi yoktu.

Evinin tahtadan iki odası vardı. Burası bir saray derdi. Ona göre ora saraydı. Geceleri mânevî zatlar yanına gelirdi. Şu geldi, bu geldi diye sayardı. Böyle ömür geçirirdi. Karşısına gelen insa­nın nasıl olduğunu görür:

«-Eskiden insanlar hayvan suretinde, şimdi çocuklar may­mun. Bunu görmek çok zor, bunu görmek çok zor, ya Rabbi sen ruhumu al.” Derdi.

Açıktı.. Herşey ona açıktı. Her gelenle konuşmazdı. Çünkü; ta­hammül edemezdi. Tahammülü hiç yoktu. Bir gün sedire oturu­yordu. Bizde karşısına oturuyor sohbet yapıyorduk:

«-Bak seninle güzel güzel konuşuyoruz, ama sana ben bir şey yapıyor muyum?

«-Yok.” dedi.

«-Çünkü; senden bana bir kötülük gelmiyor. Ama karşıma kapkara bir adam gelince tahammül edemiyorum. Ya vuruyorum, ya kovuyorum.. ” derdi.

Karşısına herkesi alıp konuşmazdı. Tesettüre dikkat etmeyen kadınların durumuna tahammül edemezdi.

 

İbrahim Emmi bir gün sabaha kadar ibadet etmiş, tam sabah namazı olunca da uyku tutmuş; sabah namazını kaçırmış. Kalkı- verip bakmış ki; güneş yükselmiş:

“Eyvah namazım geçti!.. ” diye elini bacağına kuvvetlice vu­runca parmağı etine oturmuş. Açtı gösterdi, ne kadar hızlı vur­muş ki; parmağı oraya oturmuş, yara olmuş.

O yaşında vazifelerine bu kadar da dikkatliydi.

 

İbrahim Emmi'ye gelir, sorarlardı.

“- Hacı Emmi bizim şeyh nasıl?”

-    Ben onu bunu bilmem, “dünyanın şeyhi Sâmi Efendi, dünya­nın halifesi de Adanalı bakkal Hacı Hasan Efendi “derdi.

Hakikaten öyleydi.. Adanalı Bakkal Hacı Hasan Efendi bir defa Seyyid'di. Topluluğa göre vücut değişirdi. Azgın topluluklarda ye­ri sallar gibi giderdi. Bir gün evinde gördüm, Hacı Hasan Efendi küçücüktü...

Kitapta yazıyor; ruhaniyeti cismaniyetine galip gelenler. Her surette görülebilir. Bakkal Seyyid Hacı Hasan Efendi, öyle idi.

Ben Bu Filme Gideceğim

Küçük oğlum Osmaniye İmam Hatip Okulunda okurken İbra­him Emmi'nin yanında kalıyordu. Bir gün sinemada İslami bir film oynuyormuş:

«-Dede; ben bu filme gideceğim.” demiş.

Dede de izin vermemiş, gidemezsin, demiş. Benim oğlanda:

«-Giderim,” demiş.

O da:

«-Gidemen,” demiş.

Oğlan da:

«- İşte gidiyorum,” deyip gitmiş.

İbrahim Emmi de bastonu Arkasından atmış.

«-Git bakalım.”demiş.

Bizim oğlan bütün sinemaları gezdim, afişlere baktım o sıra­da içerde de film oynuyormuş, sorduğum hâlde, baktığım hâlde

İbrahim Emmi bana orayı kapattı, diyor. İbrahim emmi O'na filmi seyrettirtmemiş. Kapatmış, perdelemiş orayı.

Gelmiş:

«- Ne yaptın seyrettin mi?”

«- Seyredemedim.” Demiş.

14-    SAATÇİ ABDULLAH ABİ

-İsmail hocamızı ne zamandan beri tanırsınız?

-İsmail hocamızı çocukluğumdan beri tanırım. Baba dede dostuydu. Bize çoğu akrabadan daha yakındı. Babamı dört yaşın­da kaybettim. O zaman manavdı. Babamı hiç görmedim. İsmail hocamız birinci dereceden akrabamız gibiydi. Evimiz yakındı. Yetmişli yıllardan beri tanırdık. Ne derdimiz olsa; rahmetlik an­nemle ona giderdik. Hatta evlenirken kız istemeye İsmail Hocamı götürdüm.

Benimle Çok İlgilendi

Bir gün beni bakkalın önünde otururken gördü, yanıma geldi.

«-Abdullah Efendi; bundan sonra her pazar günü sabahleyin bize geleceksin." dedi.

«-Olur hocam,” dedim.

“Gel” dedi, gittim. Niçin geleceğimi sormadım. Her pazar ora­ya gittim. Orada bir eser çıkarıp okunur, bizde oturup dinlerdik. Sağ olsun bizi adam yerine koydu sahip çıktı, benimle çok ilgilen­di.

Rüya Görmem Uzun Sürdü

Mânevî ders almam için:

«-Rüyaya (istihareye)yatacaksın’’ dedi.

Rüya görmem uzun sürdü, bir sene gibi bir zaman aldı.

Her ziyaretine gittiğimde kapıda karşılar, elini de tespih çe­ker gibi yapar bana gösterir:

«-Ne oldu rüyayı gördün mü?’’ Diye sorardı.

«-Yok, Hocam görmedim,” dediğimde içeri geçer oturur üzü­lürdü. Ders almam bir sene sürdü.

İstihareye pazartesi perşembe günleri yatardım ama bir şey göremezdim. Her gidişimde sanki dert kendinin derdiymiş gibi, elini tesbih çeker gibi yapar:

«-Gördün mü?" diye sorardı.

Tabii genciz, bekârız en sonunda:

«- Bu işlere biraz iştahlı ol; İslamı yaşarsan öbür dünyada kırk tane huri verecekler.” dedi.

Rüyada Koyunlar Kavağa Çıktı..

Bir gün yine gittiğimde:

«-Hocam gördüm” dedim.

«-Ne oldu,” dedi.

«-Rüya gördüm,” dedim.

«-Sen o gördüğünü yaz, kimseye de söyleme,’’ dedi.

«-Hocam size anlatacağım,” dedim:

«-Rüyamda sizin evin kapısının önünde kavak ve tavuklar varmış. Koyunlar da kavağa çıkıyordu.” dedim.

Gülerek:

«- Demek koyunlar kavağa çıktı. Nerden görüyorsun böyle gü­zel şeyleri. Yani olmayacak şeyler olacak. Zorda olsa bu iş olacak.” dedi.

Yani hocamın sayesinde zorla oldu.

15-    ÇİĞERCİ HASAN GEDİK

Sene 1984, fakir o zamanlar yeniyiz. Arkadaşlar; “hocamı zi­yarete gidelim.” Dediler.

Aslında arkadaşlar gideceklermiş biraz ısrar edince biz de gittik. O zaman iki motorsikletimiz vardı. İkişer kişi binip gittik. İkindi ezanı müteakipti namaz kıldık. Hocam yemeğini yedi. Hiç uyku halimiz olmadığı hâlde, biz üç arkadaşa uyku hâli geldi, uyuduk.

“O zaman bizim kaldıramayacağımız, mânevî bir ortam var­mış ve büyüklerden biri gelmiş. İsmail Hocam ile manen görüşme olmuş, konuşulacak bir konu varmış.”

Sonra Abdullah Beye sorduğumuzda:

“O an kaldıramayacağınız feyz olduğundan, sizin uyumanız gerekiyordu, ondan uyudunuz.” dedi.

Yağmur Duası

Merhum hocam bir gün sohbetten sonra fakire:

«-Biraz otur...» dedi.

Diğer kardeşlerimiz gitti. Biz oturduk.

Tarsus'a yakın Namrun Yaylası varmış. Oraya gittiği bir za­manda ihvanın biri Merhum Sâmi Efendimize: “Efendim yağmur duası yapsanız, burada yağmur yok” demiş.

Sâmi Efendimiz de yağmur duası yapınca yağmur yağıyor. O yaptığı duanın fotokopisini bana da verdi.[112]

Adana'da Odacı Mehmet Efendi varmış. Onun menkıbelerin­den de bahsederdi.

«-Her yerde böyle mânevî görevliler var.» derdi.

16-                                            BELLÜRİYE TEYZE

Arıklıkaş köyünden Bellüriye teyze anlatıyor..

İsmail hocamızı ben çocukluğumdan beri tanırım. İsmail Emmi çok münevver bir adamdı.

Sâmi Efendiyi kast ederek: “Ben aradım buldum derdi.”

İsmail'e Benim Duam Yeter

Bir anısını anlatayım.

Bunu anlatan yüz on veya yüz yirmi yaşlarında ölen köylü­müz olan Zeynep teyzemdi. Yaklaşık yirmi sene önce vefat etti.

Bu kadının oğlu bir gün askerden gelir. Oğlu gelince kadın bakıyor ki; evde yiyecek bir şey yok. Köyden bir tanıdığının evine gider.

«-Oğlum Kadir askerden geldi. Bir yiyecek var mı? Der.

Onlar da:

«-Hadi yürü işine bak!.. Bıktım, usandım senden de istekle­rinden de.” der.

Karısıyla beraber reddederler. Kadıncağız ağlayarak yola çı­kar. Rahmetli Hoca Emmide namazı kıldırmış camiden geliyor­muş. Karşılaşınca der ki:

«-Hayırdır Zeynep Teyze ne var, niye ağlıyorsun,!..”

O da:

«-Kadir askerden geldi. Üç günden beri yol çekmiş. Yavrum aç, öyle bitkin ki; ‘açım ana, açım ana,' diyerek evde yatıyor. Yiye­cek bir şeyde yok ki, ne yapıyım, ne hazırlayayım, bilmiyorum” der.

İsmail Hoca:

«- Gel bakalım hele, Cennet Teyzelere bakalım bir şeyler var

?

«-Hocam onlardan daha dün yardım aldım; hangi yüzle yanı­na varayım ki?” der..

Bunun üzerine İsmail Hocam, dedemlerin merkebini alır; yu­larını çeke çeke köydeki evleri dolaşır, Allah rızası için yardım toplar. Topladığı yardımları da Zeynep teyzeme verir. O da oğlu­na yemek yapar, yedirir.

O yüz yirmi yaşındaki Zeynep Teyzem, bunları bana ağlaya­rak anlattı. İsmail Hoca'ya çok çok dualar etti.

«-İsmail'imin hiç acısı olmasın, sıkıntı çekmesin,” dedi..

Şunu da ekledi:

“İsmail'e benim duam yeter.” dedi..

17-    HAYRİ DEMİRAL

İsmail Hocamız akşam namazından sonra ağzına hiçbir lok­ma koymazdı. Zaten kitaplarda da yazar, okumuştum, sâlihlerden biri:

“Sabaha kadar ibadet etmektense; akşamları az yemeyi tercih ederim.” Dermiş.

Bir gün tanıdığımız bir kişiyi İsmail Hoca'mıza dua okuması için götürmüştük. Okudu dua etti. O kişi:

“Korkuyorum felan..” deyince İsmail Hoca:

«-Allahtan kork, beş vakit nazmını kıl; Allahtan korkan bir şeyden kokmaz!.. “dedi.

Birde şunu hatırlıyorum:

«-Ben imamlık - müezzinlik yaparken çay demleyip minareye çıkıyordum. Şerefede çay içerdim. Gece dersimi huzurlu yapabil­mem için biraz çay içmem lazım.” demişti.

18-   AHMET AK

Bünyamin Gökçe Bey zaman zaman bizi bir yerlere götürür­dü. Bir gün yine:

“Gel seni bir yere götüreyim,” dedi.

Bir yaz günü, ikindiden sonra bir eve gittik. Tabi ben İsmail Hocamı tanımıyordum. Baktım, piri fani, yaşlı bir adam; damda oturmuş kahvaltı vari, bir şeyler yiyordu. Yediklerini hiç unut­mam; şekerli su, tahin ve ekmekti. Ben içimden:

“Bu Bünyamin abi, gene bizi geçenki gibi gariban birinin evi­ne getirdi,” dedim, ama oturduk.

Bu arada İsmail hocam yavaş yavaş konuşmaya başladı. O zaman; Kütahya Tavşanlı'dan çıkıp buraya gelişini anlattı.

"Geze geze on dört yılda Adana yakınına geldim. Adana'da Sâmi Efendiyle tanıştık." Dedi ve ekledi:

«-Allah benim on dört yılımı, on dört güne tebdil etti,” dedi.

O konuştu biz dinledik. Dinlerken ben bayılacak gibi oldum; o kadar etkili anlatıyordu.

Ve şunu da dedi:

«-Bir süre sonra baktım ki; Sâmi Efendi benim askerdeki as­teğmenim,” dedi.

Kafasına da söyle üç defa vurdu:

“Ben bunu nasıl anlayamadım,” dedi. O arada ben bayılacak gibi oldum. Sonra mevzuyu değiştirdi. Yani bizi uyandırdı.

-Başka zamanlarda da İsmail hocamızı ziyarete gittiğiniz olur muydu?

-Bir defa Bursa'dan kurban bayramı için gelmiştim. Onu zi­yaret etmek gönlüme düştü... Çok arzuladım; gitsem de İsmail Hocamı bir görsem dedim.

Evine vardım. Evi iki katlıydı. Evin giriş kapısına yaklaştım, yukardan tekbir sesi geliyordu. “Allahu Ekber” diyor sonra “semi- allahulimen hamideh, Allahu Ekber ...” Bu sesi duyunca anladım ki, yukarıda topluca cemaat olup namaz kılıyorlar.

Ben de:

“ Bari çıkayım da orda oturup onların namazı bitirmelerini beklerim,” dedim. Bu düşünceyle zili çaldım. Teyze kapıyı açtı.

“-Hocamı ziyarete geldim.” dedim.

“-Evdeler buyurun, namaz kılıyorlar.” dedi.

“Namaz kılıyorlar,” deyince tabii çoğul ifade ediyor. Yukardan gelen tekbir sesini de duyunca: “Herhalde arkadaşlar toplandılar, cemaatle namaz kılıyorlar.” Demiştim ya, bir de baktım ki:

Hocam yapayalnız; ne abiler var, ne başka kimse var. Hocam tek başına namaz kılıyor, cehri olarak ses de yok. Ama ben aşağı­dan o sesi duydum.

Cennet Kokusu Gibiydi

Sonra oturdum. Namazını bitirmesini bekledim. İçimden de:

“Bu iki karı koca, hem de yaşlı acaba evi temizleyebiliyorlar mı?” Diye böyle bir düşünce geçmişti ki; “Evin içinde güzel, hoş bir koku hasıl oldu. Odanın içini kapladı. Cennet kokusu gibiydi.”

Bu arada İsmail Hocam da namazını bitirdi, gelip yanıma oturdu. Ordan buradan muhabbet açıldı, başladı konuşmaya.

Bursa, Adam Olur Durursa

Kendimi tanıtmak istedim:

“Hocam ben falan yerde oturan, falancanın oğluyum; Bur- sa'da yaşıyorum.” Dedim.

Şöyle bana baktı:

«-Bursa, adam olur durursa.” Dedi.

Sonra:

«-Ben Bursa'ya birkaç defa geldim, orada Osman Gazi Hazret­leri var. Çok büyük evliya İstişare yaptık, görüştük,” dedi.

Tabii biz soramıyoruz. Nasıl istişare yaptınız? Diye..

«-Son bir iki defa daha geldim, son gittiğimde Osman Gazi Hazretleri orda yoktu, göremedim.” dedi.

19-    BÜNYAMİN GÖKÇE

Daha çok ikindi namazını kıldıktan sonra ziyaretine giderdik. Uzun olmayan irticali sohbetleri olurdu.

Bu Keşfe İşaretti

Bir gün görüşmem sırasında kalbime bir çok havatır geldi.

Kendimi çok eksik, noksan, günahkar buldum. Elimde olma­dan beğenilmediğim şeyler eziklik içerisinde, kalbimden geçiyor­du. Böyle düşünürken, şunu söyledi:

«- Bak, şu benim kalbim var ya, bu benim kalbim seninkinden daha kötü, merak etme...” dedi.

Ben bunu yaşadım, yani bu keşfe işaretti.

-Poyraz Emmiyle tanışırmıydınız?

-Poyraz Emmiye bizden dolayı; “bir yüzbaşı kardeşimiz var” demişler, O da bizi ziyaret etmek istemiş. Ben de; “O yorulmasın, biz ona gidelim,” dedim. Evinde ziyaret ettik.

Altı Ayda Kabak Bile Yetişmez

O zaman yanımda Muallim Abi yada başka birisi vardı.

«-Poyraz Emmi sen bu yolla nasıl buluştun, bir anlatsana,” dedi.

Biraz durdu tebessüm etti. Dedi ki:

«-Benim kayınpeder şeyh zannettiği birisine bağlanmış, tes­lim olmuş. O kişi de kayınpedere; senin damat iyi bir gence ben­ziyor, bizim sohbetlerimize gelsin.” Demiş.

Kayınpeder çağırdığı için sohbetlerine gittim. Aradan beş altı ay geçti.

Bir gün sabah namazını kıldım selam verdim, tam tesbihat yapacağım sırada duvardan bir ışık şeklinde huzme geldi. Rüya değildi, ben uyanığım. Önce taaccüp ettim ancak içinden birisi çıktı. Ama hayatımda hiç bu kadar çirkin birisini görmedim. Saç­ları birbirine karışmış, bir gözü kör, dişleri çok acayip biri bana: “yaklaş,” dedi. Sırtımı sıvazladı:

«-Evladım artık sen iyi bir yol buldun kemale de erdin. Bu yolda devam et,” deyince ben:

«-Ne oldu da kemale erdim, altı ayda kabak bile yetişmez,” dedim.

Anladım ki bu şeytan. İşte birazda bizde Adanalılık var ya; “ulan şuna bir kızayım derken kayboldu.” Dedi.

Mürşit İstiyorsan Sâmi Efendiye Git

«-Sonra gittim o kayınpederin intisap ettiği sahte şeyhin ya­kasına yapıştım: Seni sahtekar, namussuz. Bu kadar insanı peşine takıp meşgul ediyorsun. Sen mürşit felan değilsin,” deyince, adam demiş ki, çok ilginçtir:

«-Bu ahir zamanda böyle hakiki mürşidi nerden bulacaksın, eğer mürşit istiyorsan Adanalı Mahmud Sâmi Efendiye git,” de­miş.

Yani, Sâmi Efendiye gitmesini o adam söylemiş.

Sonra gittim:

«-Sâmi Efendi de tam mürşitmiş, ve bağlandım,” diyor.

«-O adama önce hakkımı helal etmemiştim ama şu anda edi­yorum, çünkü beni gerçek bir mürşitle Sâmi Efendiyle buluştur­du.” Dedi.

20 - DURSUN BORAN

-İsmail Hocamız hakkında neler anlatmak istersiniz?

-Evet İsmail hocamızı tanıyoruz. Arkasında yıllarca teravih ve vakit namazlarını kıldık. Tebessüm halinde; kibariye tipindey- di.

Sohbetlerinde yumşak yumşak anlatır:

«-Allahu Teala bana burayı nasip etti. Buraya gelmekle bir ki­şiyi daha nasip etti. Sâmi Efendiye ihvan olmakla şereflendik. Ce- nab-ı Hak bizi buralara getirdi. Buralardan nerelere getirdi. Ve siz- lerle bizi tanıştırdı." derdi.

Medine'de Sâmi Efendimizi Ziyaret

Sâmi Efendimizi görmek 1980'de hacca gittiğimizde Medi­ne'de nasip oldu. O zamanlar 29-30 yaşında bir gençtim, Dr. Hu­lusi Baybal kanalıyla bizi bulunduğu yere götürdüler.

Mübarek çok zayıftı. Musa Efendimiz, Ömer Kirazlı abi de oradaydı. Musa Efendim daha altmış beş yaşlarında genç biriydi; aynen şimdiki Osman Hocamıza benziyordu.

Hacdan gelince İsmail Hocam, Ömer Avşar Amca, Mustafa Kuyulu, Mehmet Amca, Hüseyin Kuyulu ziyarete geldiler.

«-Ne yaptın yav çocuk.” dediler..

Çok genç olduğumdan bana çocuk derlerdi..

Ben de:

«-Efendim böyle böyle oldu; her tarafı gezdik. En güzel insan­ları, en güzel makamları gördük; ziyaret ettik. Ve Cenab-ı Hak bi­ze sağlığında Sâmi Efendimizi gösterdi.» dedim.

«-Musa Efendimizi de gördün mü?» Dediler.

«-Onu da gördüm, dedim.»

İsmail Hocamız:

«-Ne güzel insanları görmüşsün, hele güzelliğin ondan...» dedi. Bir espiri yaptı.

 

Bir hatırasını unutmam.

12 eylül 1980 ihtilali Cuma günü oldu. Bizim Pazar günü soh­betimiz vardı. Evine sohbet için gittiğimizde İsmail Hocam dedi ki:

«-Biz sabaha kadar uyumadık. Dua ettik. İnşallah Müslüman- lar fazla bir sıkıntı çekmeyecek ama çekecek olanın da mükafatı kat kat verilecek.” dedi.

-Poyraz Emmiden bahseder misiniz?

-Poyraz Amca Ziya Paşa Camiinin yakınlarında otururdu. Be­ni çok severdi. 1982'de beraberce Hacca gitmiştik. Hacda bana:

«- Çocuk, sen görüşmüşsün; beni Sâmi Efendi ile tanıştırsa- na...” dedi.

Beraberce Sâmi Efendimizi ziyarete gittik. Sâmi Efendimiz sağ idi ama çok yaşlanmıştı, sohbeti Musa Efendimiz yaptı.

Mühim Olan; “Kalbi Selim,"

Sohbette içimden şöyle bir düşünce geçti:

«-Ya Rabbi biz hacca uçaklarla araçlarla, arabalarla, otobüs­lerle geliyoruz.. Ama bizden öncekiler at ile deve ile gemiyle, tren­le gelmişler, ne kadar da sıkıntı çekmişler. Onlar sevabı çok alı­yor, biz az alıyoruz, keşke bizde öyle gelebilsek derken. Musa efendimiz şöyle söyledi:

«-Buraya uçakla da gelsen, gemiyle de gelsen, otobüsle de gelsen, yaya da gelsen, emekleyerek de gelsen buranın sevabı alı­nır.

Uçakla gelenin sevabı az olmaz; ötekinin sevabı da çok olmaz, sevap aynı, mühim olan; “kalbi selim,” ‘Allah sizin giyinişinize, yiyişinize, uçağınıza bakmaz!.. Sizin kalbinize bakar.' Muhabbet varsa her şey var.” Dedi.

Burası Cidde Tarafı Değil

Bunu kendisi anlattı. Poyraz Emmi başka bir yıl gemi ile hac­ca gitmiş. İskenderun'dan binip gemiyle hacca giderken gemicile­rin bunları Cidde yakınlarında indirmesi gerekirken; başka tarafa Aden körfezine doğru götürmüşler, orda inin, inin, demişler.

Poyraz Amaca:

“-Burası Cidde tarafı değil.” demiş.

“-Sen ne biliyorsun.” demişler.

“-Ben gitmedim ama Allah bana bildiriyor.” demiş.

“-Gemiden İnmedik. İnseydik orda kalacaktık. Ve gemi geri döndü bizi Ciddeye getirdi. Burada indik, kimi deve ile kimi za­manın başka araçları ile Mekkeye vardı.” dedi.

 

Poyraz Amca'nın bir zamanda da şunu dedi:

“Eğer duanız olmasa Allah sizin yüzünüze bakmaz. Biz sabaha kadar uyuyoruz, uyuyor görünüyoruz ama sabaha kadar ümmeti Muhammed için dua da ediyoruz. İnşallah hiç bir şey olamayacak. Bu 12 Eylül öncesi terör konusunda bizim ihvanların burnu ka­namayacak.” dedi.

Ama aynen şunu da söyledi:

«-Bizde bir şey yok, bizim sahiplerimiz var. Bizi her an yön­lendiriyorlar. Sanki radar gibi. Şu hareketi yap, diyorlar biz öyle yapıyoruz. Biz kafamızdan bir şey yapmıyoruz yavrum.” Dedi.

Bizden de Hiç!

Sıdkı Avşar Amca anlatıyor:

Faruk Abi Bahçeye gelmişti. İsmail Emmi rahmetlik, Poyraz Emmi ile beraber oturuyorlardı. Faruk Abi, Poyraz Amcaya:

«-Poyraz Emmi, Poyraz Emmi kaç yaşındasın?» dedi.

«-87 yaşındayım Efendim. » dedi.

«-Ne gördün? » dedi.

«-Hiç!.» diye cevap verdi.

«-Bizden de hiç!. » dedi.

21-    EMİN BAŞKÜLEKÇİ

Rahmetli İsmail Hocamla 1979'un yaz aylarında tanıştık.

PTT müdürü Kaya Yadici Amcalara gitmiştik. İlk defa orada tanıştık. Daha önce Allah dostu olduğunu duyardık. Allah dostu deyince gözümde çok farklı şeyler canlandırırdım, ama gördüm ki o da bizim gibi biri. Anladık ki; Allah dostu asâ, cübbe, hırka ile değil gönül alemi ile ilgiliymiş.

Üç Şeyin Dışındakiler Boş

2001 yılında Bahçede olduğunu duyduk ve iki arkadaşla ziya­retine gitmiştik. Orada bize vasiyeti gibi bir sözü oldu:

«-Konuşmalarınız ya bir ayet, ya bir hadis yada Allah dostla­rının kelamı olsun!.. Bunun haricinde hepsi boş. Bu üç şey dışındaki­ler boş.» dedi.

BAHÇIVAN AMCA

-Bahçe'de Bahçıvan Amca varmış onu tanır mısınız?

-O abi Bahçıvan Mehmet Amca'idi. Başer kimya fabrikasında çalıştı. Bizim bir çay ocağımız vardı. Bahçıvan Amca ile de çay ocağına uğraması ile tanıştık.

Bahçıvan amcanın dili peltekti onu da şöyle açıklamıştı.

Sâmi Efendimiz Adana da iken askerler sohbet esnasında evi basmışlar. Askerler içeri girmeden Sâmi Efendimiz: “herkes gö­zünü kapatsın.” Demiş.

Hepimiz gözümüzü kapattık. Askerler evin içinde de botla ge­zerken biri Bahçıvan Amcanın ayağına basmış. “O kadar canım yandı ki; bağırmamak için dilimi ısırdım, dilimde ki bu peltek oradan geliyor.” Dedi.

Allah Dostlarının Gittiği Yere Cenabı Hak Bereket Verir

Bir gün akşam çay ocağında oturuyordum. O gün de fazla iş olmamıştı. İkindi namazından sonra Bahçıvan Amca ve birkaç ki­şi cay ocağına geldiler. Oturdular çay içtiler sonra Bahçıvan Am­ca:

“Allah dostlarının gittiği yere Cenabı Hak bereket verir.” dedi.

Onlar gittikten sonra akşam üzeri bir baktım içeri müşteriyle doldu. Meğer; Mersinde limanda çalışan Bilalikli vatandaşlar, köy arabasını beklerken bakmışlar bizim çay ocağı açık, gidelim çay içelim demişler. Diyebilirim ki; sabahtan akşama kadar satama­dığım çayı akşam sattık ve Bahçıvan Amcanın böyle şeyini gör­dük.

22-ÖKKEŞ DEMİR HOCA

İsmail hocam bize çok gelirdi. Bir hafta kaldığı da olurdu. Çok namaz kılar; Kur'an okurdu. En çok yaptığı ibadet namazdı. Namazı- da ağır ağır kılar, tane tane okurdu. Sabah yer, birde akşam yemeği­ni ikindi namazını kılınca yerdi. Gıybetin üstünde çok dururdu.

«-Faize hiç bulaşmayın; faiz yiyenlerle inip kalkmayın,” derdi.

"Sâmi Efendimizi ziyaret etmek için Adana'ya giderdik. Hiç konuşmadan kafamızı eğer öyle oturur gelirdik," derdi.

 

Abdullah Sert Abiyi çok severdi. O da Kütahya Tavşanlıdan ya, Hemşeriydiler.

1994'de Musa Efendimiz Maraş üzerinden Bahçe'ye geldiğin­de bizim evde bir süre istirahat etmiş, kaylule yapmıştı. "Az uyu­dum ama çok dinlendim,”dediler.

O zaman İsmail Hocamla, Abdullah Sert Abi bizde bir saate yakın sohbet ettiler.



[1] Köşker: Ayakkabı, kundura onaran esnafa verilen isim .

[2] Sâmiye Hanım teyze

[3] Sâmiye Hanım teyze

[4]  Sâmiye Hanım teyze

[5]  Şeref Türkmenoğlu

[6]  Abdullah Sami bey

[7]  Abdullah Sami bey

[8]   Peygamberlik iddiasında bulunan sahtekarlar var olageldiği gibi peygamberlerin varis­leri olan mürşidlerin de sahteleri var olagelmiştir. Tasavvuf dilinde bunlara "müteşey- yih" (şeyh taslağı, şeyh olmadığı halde şeyh görünen) ismi verilmiş ve bunlar "kuttau't- tarîk", yani kulu Allah'a götüren yolu kesen haramiler ve yankesiciler olacak nitelenmiş­tir. Tasavvufî kaynaklarda insanı Allah'a ulaştırmada rehberlik edecek hakîkî kılavuzla­rın özellikleri de yer yer belirtilerek bu uzun ve badireli yola sülük etmek arzusunda olanlar uyarılmıştır. (Altınoluk dergisi, Ali Namlı 1997 - Sayı: 132)

Bugün tasavvuf konusunda sapla saman birbirine karıştığı, şeyhlerin sahtesi ile gerçeği yaygın bir biçimde her yanda bulunduğu için bunları birbirinden tefrik etmek zordur. Bunların doğrularını tanımak için bir takım ölçülere ihtiyaç vardır. (H. Kamil Yılmaz, http://tasavvuf. darulerkam. altiııolıık. com)

[9]  İhsan Kuyulu

[10]           Samiye Hanımteyze

[11]           Yüksel Korkmaz

[12]           Hacı Kuyulu

[13]           Sami Bolar

[14] Enver Arpacı

[15] Samiye Hanım Teyze

[16] Abdullah Sami bey

[17] Abdullah Sami bey

[18] Evrâd: Arapça, virdler demektir. Müridler tarafından belli bir zamanda, belli bir sayıda çekilir.

[19] Seyyid Bakkal Hacı Hasan Efendi: Vanlı’dır.(Adanada yaşamıştır) Merhum Samî Efendi Hazretlerinin ilk halîfesi’dir. Bu muhterem insan-ı kâmil, Hz. Hüseyin (r.) Efen­dimiz neslinden çok celâlli bir zattı. Sürekli oruç tutardı. Samî Efendi Hazretlerine gö­nülden büyük bir muhabbetle bağlıydı. Gönül dostlarının yetişmesi konusunda çok titiz davranırdı. Dünya hayatını Peygamberimiz (s.) kadar yaşamayı çok isterdi. Ve yüce Allah (c.c.) onun bu halis dileğini kabul buyurarak 63 yaşında, 4 Kasım 1969 tarihinde Adana’da vefat etti. (Dr. İbrahim Es, Altınoluk Dergisi, Sayı: 172)

Seyyid Bakkal Hacı Hasan Efendi’den: "Elhamdülillah, Allah bizi ifşâ etmedi; hakka Hasan geldik, bakkal Hasan gidiyoruz..." dediği de nakledilmektedir.

[20]            Abdullah Sami bey

[21] Havva Hanım teyze

[22] Fuat Tülücü bey

[23] Enver arpacı

[24] Seyr-ü süluk: Tasavvuf ve tarikata giren kimsenin manevi makamlarını tamamlayın­caya kadar geçirdiği safhaların bütününe verilen addır.

[25] Samiye Hanımteyze, Oğlu Hüseyin

[26]  İsmail Canbolat

[27] Saatçi Abdullah Abi

[28] Fazlı Sarpkaya; “ Sami Efendinin “Tavşan İsmail” demesi memleketi Tavşanlı olma- sından’dan dolayıdır..der.

[29] Abdullah Sami Bey

[30] Mustafa Kısaoğlu Hoca

[31] Fazlı Sarpkaya

[32] Şeref Türkmenoğlu

[33]Hacı Kuyulu, Halit Kuyulu

[34] Mehmet Aydoğdu

[35] Damadı Mehmet Savaş

[36]           Her ne kadar bu köyün adı lanek, lernek, nene gibi isimlerle anlatılmış olsa da kayıt­larda Nernek (Günyurdu) olarak geçmektedir. Nernek köyünün adı günümüzde Gün­yurdu olarak değiştirilmiş olup Tarsus’un Yenice Beldesine Bağlıdır. Tarsusa 20 km, Adanaya 25 km mesafededir.

[37]           Enver arpac ı, İsmail Canbolat

[38] Enver Arpacı, İsmail Canbolat

[39] İsmail Canbolat

[40]Arpacı Ali: Davudi ve gür sesi ile 40 yıla yakın bir süre, Osmaniye Büyük Camiide (Envar-ül Hamit Camii) müezzin olarak hizmet ederek 72 yaşındayken 1969 yılında, trafik kazasında Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur .

[41] Sami Bolar (Oğlu)

[42] İsmet İpek

[43] İsmet İpek. www. osmaniyehaber. com.tr

[44] Enver Arpacı

[45] Halid Kuyulu bey, Hacca gitmek için danıştığı kişinin Seyyid Bakkal Hacı Hasan Efendi olduğunu söylemektedir.

[46] Yüksel Korkmaz

[47] Abdullah Sâmi bey, Sâmi Bolar, İhsan Kuyulu

[48] Samiye Hanım Teyze

[49]  İsmail Canbolat

Sekerat: ölüm sarhoşluğu

[51] Sami Bolar

[52] Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, V, 663

[53] Ali Onur Hocaefendi

[54] İsmail Okur

[55] Oğlu Sami bey

[56]            Abdullah Avşarın

[57] Yüksel Korkmaz

[58] Torunu Hacı Savaş

[59]            Abdullah Sami Bey

[60] İhsan Kuyulu

[61] Hasan Gedik

[62]  İnsân Suresi, 76/12 “Sabretmelerine karşılık onlara bir cennet ve ipek verir.”

[63]  Yasin-i Şerif’te yedi yerde “mübin” kelimesi vardır.

[64] Muallim Aydoğdu

[65] İsmail Canbolat

[66] Mehmet Aydoğdu

[67] Kaylûle: Öğleden sonra bir miktar uyumaktır. Gece kalkıp ibâdet etmeye ya r- dımcı olan bir sünnettir.

Hadîs-i şerîfte: “Gündüzün orucuna sahûr yemeği ile, gecenin ibâdetine de öğle uykusu ile yardımcı olunuz!” buyurulur. (Hâkim,1,588)

[68] Muallim Aydoğdu

[69]  Saatçi Abdullah Abi

[70]  Mustafa Kısaoğlu Hoca

[71]   Şairi bizce meçhul

[72]   Sâdık Dânâ, Altınoluk Dergisi 1993 - Sayı: 088,

[73]  Necis şeyleri yiyen hayvanın eti kokarsa yemesi mekruhtur. Temiz şeyle beslenip, pis kokusu kalmazsa caiz olur. Necaset yemiş olan tavuk, koyun ve sığın hemen kesip ye­mek mekruhtur. Tavuğu 3, koyunu 4, sığır ve deveyi 10 gün hapsetmek, yani necaset yedirmeyip temiz gıdayla beslemek gerekir. Şafii’deyse deve 40, sığır 30, koyun 7, tavuk 3 gün hapsedilir. (Mehmet Ali Demirbaş, www.bizimsahlfe.org)

[74] H. Hüseyin Velipaşaoğlu

[75] Emin Başkülekçi

[76] Samiye Teyze

[77]  Mehmet Aydoğdu

[78]  Nefsi-İ Hayvani Ve Ruh-İ Sultani

Tasavvufî anlayışa göre, insanoğlunda bir arada bulunan müsbet ve menfî temâyüller, "rûh-i hayvânî" ve "rûh-i sultânî" tâbir olunan merkezlerden neş'et etmektedir.

Rûh-i hayvânî, insanın hayâtiyetini devâm ettirmesini sağlayan, biyolojik yapıya hükmeden latîf bir güçtür ki, ona "cân" veya "nefs" de denilmektedir.

Uykudaki bir insanda rûh-i hayvânî hükmünü icrâya devâm ettiği içindir ki, biyolojik faâliyetlerin pek çoğu bu esnâda da gayr-i irâdî devâm eder. Sultânî rûh ise, uyandığı anda geriye dönmek üzere uyuyan insanı terk eder.

Bedeni hareket ettiren, konuşturan velhâsıl her türlü faâliyetin icrâ ve îfâsına sebep teşkîl eden, ancak ölümle berâber bedenden çıkacak olan rûh, hayvânî rûhtur. Merkezi dimağ veya kalbde olup bedenin bütün uzuvlarına yayılmış ve asıl hükümranlığını kan üzerinde

kurmuştur. Halk âleminden olan ve davranışların başlangıç noktasını oluşturan bu rûh, terbiye edilmediği takdîrde insan üzerinde menfî tasarruflarda bulunabilmektedir.

Rûh-i sultânı ise Cenâb-ı Hakk'ın insana kendi rûhundan üflediği rûhtur ki, insanı diğer canlılardan ayıran husûsiyet budur. Emir âleminden olan bu rûhun bedenle berâberliği, müsbet tasarruflarda bulunmak içindir. İnsan, bedenine giydirilen bu rûh ile kulluk ve tâatte bulunur, sâlih amellere yönelir. Bu rûh, bedenin öldükten sonra çürüyüp yok olmasından etkilenmez. Ölümle ancak beden üzerindeki tasarrufu son bulur.

İnsan, kendi içindeki bu iki zıt kutbun çatışmalarıyla hâl ve gidişâtına istikâmet ver­mektedir. Sultânî rûh gâlip geldiğinde, sâlih amellere ve güzel ahlâka yönelmekte; aksi­ne hayvânî rûh gâlip geldiğinde ise türlü günahlara ve ahlâksızlıklara düşmektedir.

(www.imandanlhsanatasavvuf.com)

88 Fatma Hanım Teyze

[80]  Ladikli Ahmed Ağa: Konya'nın Lâdik kasabasında dünyaya gelmiş, takriben 85 yaşına kadar uzun ve semereli bir ömür geçirdikden sonra 1969 senesinde aynı kasa­bada ahirete intikal etmiş ve oranın kabristanına defn edilmiş, Ricâl-i gaybden bir zaddır..

Anadolu gönül sultanlarından idi. Harb-i Umumîde (Birinci Dünya Savaşı) asker olmuş, cebhede düşman kurşunu ile yaralanmışdı. Hastaneye kaldırılarak kurşun çıkarılmış, bir müddet istirahat etmesi icab etmiş. İşte bu müddet içinde kendisinden güzel kokular duyulmuş, bunun hikmetini ne doktorlar anlayabilmiş, ne de ziyaretçi­ler.

Memleketine döndüğünde kendisinde mânevi haller zuhûr etmeye başlamış. Kendisi genç olmasına rağmen, dürüst, iffetli, ahlâklı, herkes tarafından sevilen sâf bir Ana­dolu çocuğu imiş.Kalbi, herkese karşı hüsnüzan sahibi olduğu için kendisine mânevi vazife verilmiş, Hızır aleyhisselâmın hâdimlerinden olmuş.Böyle vazife alanlar, başarısızlık ve halka karşı muhabbet kanallarını açamadıkları için, kimisi üç-beş gün, kimisi üç-beş ay kimileri de ancak üç-beş sene vazifelerine devam edebilmişlerdir. Zahiren ümmî idi. Fakat her mes'eleye, mevzua agâhiyeti vardı. Sorulan her hangi ilmi bir sualin cevabını üç beş dakikada verirdi. (Sâdık Dânâ, Altınoluk Dergisi 1998-Mart)

[81]  Oğlu Sâmi Bolar

[82] Bünyamin Gökçe

[83] Fatıma Hanımteyze

[84]   Oğlu Hüseyin

[85]  Bacanağı Hacı Gürbüz

[86] Fatma Hanım teyze

[87]   Nazar ber kadem: Arapça ve Farsça kelimelerden mürekkeb bu ifade, ayağa bakmak anlamına gelir. Nakşî ıstılahındandır. Sülük gören kişinin, nerede olu r- sa olsun, zihnî konsantrasyonunu dağıtmamak için hep ayağının ucuna, yürüy e- ceği yere bakmasıdır. Bu, kendini beğenme hastalığından kurtulmaya vesile olarak görülür. Bu şekilde varlık mertebeleri aşılıp mahviyete ve fakra erilir. (Tasavvufi Terimler Sözlüğü, Ethem Cebecioğlu )

Kur’an-ı Kerimde buyrulur: “Mü'min erkeklere söyle: Gözlerini (harama bakmakdan) sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. ...” (Nûr suresi, ayet: 30)

[88]  Mehmet Baz

www. istikamet. eu

Oğlu Sâmi

[91]    Hacı Kuyulu

[92]    Torunu Hacı Savaş

[93]   Ubeydullah Ahrâr Hazretleri şöyle buyurur:“Eğer kişi gayret ve itina ederek zikirle meşgul olursa, kısa zamanda öyle mertebeye erişir ki, duyduğu sesler ve hal­kın konuşmalan ona zikir gelir. Hatta kendi konuşmaları da böyledir. Ancak gayret ve itina olmazsa bu hâl gerçekleşemez.”

[94]  Torunu Hanifi Savaş

[95]   Mehmet Aydoğdu

Muallim Aydoğdu

Hasan Hüseyin Velipaşaoğlu

[98]  Yusuf 12/101; eş-Şuara 26/83

[99]   İsmail Canbolat

[100]  Âl-i İmran-8, Meali: “Rabbimiz hidayete erdikten sonra kalplerimizi batıla mey­

lettirme. Şüphesiz sen ziyadesiyle bağışlayansın..”

[102] İsmail Canbolat

[103] İsmail Canbolat

[104] Abdullah Sami Bey

[105] Abdullah Sami Bey

[106] Naile Avşar Hanım teyze

[107] İsmail Canbolat

[108] Naz Makamı: Hadîs-i şerîfte buyrulur: “İçinizde saçı-başı dağınık, eski elbiseler içinde, garip görünümlü ve insanların îtibâr etmediği nice kimseler vardır ki, Allâh’a yemin etseler, Allah onların yeminlerini boşa çıkarmaz... Berâ bin Mâlik de onlardan- dır.(Tirmizî, Menâkıb, 54/3854)

Yani böyle kimseler, Cenâb-ı Hakk’a karşı “naz ehli”dirler. Allah’tan bir şeyin vukû bulmasını ısrarla niyaz ve ümîd ederek bunu insanlara yeminle söyleseler, Allah Teâlâ onların yüzünü kara çıkarmaz. (Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi 2010, Sayı: 295)

[109]

Çiçekci Amca: (Muhterem İbrahim Özdemir 1916-1998) Sinop'un Boyabat ilçesin­de doğdu. Ziraat eğitiminden sonra Çanakkale Ziraat Müdürlüğü'nde çalıştı. İstanbul Üniversitesi'ne girerek çiçek yetiştirme ve peyzaj dersleri verdi. 1976 yılında emekli oldu. Çanakkale'de çalıştığı yıllarda ona manevi bir el uzanıp başka dünyaların kapısını açtı. Tamamen ümmî bir meşrebe ve gönül temizliğine sahib olan bu genç insan her geçen gün manevi bağını güçlendirdi ve bağlısı bulunduğu üstazı Sami Efendi Hazretle­rine senelerce gönülden hizmet etti. Büyük yerden davet gelince de tam bir teslimiyyet ve huzur içinde son sözü kelime-i tevhid olarak Yüce Mevla'sına ve sevdiklerine kavuş­tu. 11 Aralık 1998 cuma sabahı Hakk'a kavuştu. (Ali Hüsrevoğlu - Altınoluk dergisi, Ocak 1999) “Allah Bir Peygamber Hak dostlarını sev, gerisini bırak” sözü bizce meşhur­dur.

[110] Mustafa Eriş, Altınoluk dergisi 2010 - Haziran, Sayısı- (Attar, s: 568-569)

[111]  İsmail Doruk, İsmail Bülbül Hoca adıyla anılır. Sesiyle gönüllere taht kuran müez­zin, mevlidhan.. Bülbül lakabını muhteşem seslendirdiği "bülbül kasidesi"nden almış- tır..."Bülbül Hoca" muhteşemin de ötesinde, 10 oktavlık sesiyle, dinleyenlerin tüylerini diken diken edebilen bir sesti. 1970'lerde kayıt yapılırken Bülbül Hocanın sesi o devir­deki cihazların kapasitesini zorladığından, rahmetlinin mikrofona yan, hatta sırtını döne­rek, kasete kayıt yapıldığı söylenir. Mevlidlerde veya toplantılarda, para almadan kaside­ler okudu. Sadece kaset satışlarından hakkını aldı. Eski ramazanların mihenk taşların­dandır. Bülbül Kasidesini seslendirirdi. "Bülbül" lakabının takılması; kendi yazıp oku­duğu ve dinleyenlerin de göz pınarlarından yaşlar geldiği o enfes "Bülbül Kasidesi" ile anınmasındandı.. Merhum İsmail Bülbül Hoca 2000 senesinde Hakk'a yürümüştür..

(http://www.edebiyatkultur.coml)

[112]  Sami Efendi’nin yaptığı o dua kitabın son bölümünde Ek: 1’de yer almaktadır.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar