Tavşanlılı İsmail Bolar Hocaefendi (1909-2002)
İsmail Hocaefendi Kütahya'nın Tavşanlı ilçesinde 1909 yılında dünyaya geldi. Adı İsmail
Bolar olup halk arasında İsmail Hoca olarak tanındı. Şifacı Baba ve İsmail Emmi
diyenler de oldu. 2002 yılında Osmaniye'de vefat etti.
Babasının Çanakkale savaşında şehit olması üzerine altı yaşında yetim
kaldı. Gençliğinde gece bekçiliği ve köşkerlik[1] yaptı. "Suyun
gözü’’ diye ifade ettiği hakiki bir mürşid-i kâmil arayıp bulup
terbiyesine girmeye karar verdi. Yıllarca sürecek olan maceralı bir yolculuğa
soyundu. "Aradığımı ancak Medine'de bulurum,” düşüncesiyle o
taraflara yönelip yol alırken Çukurova'ya geldiğinde aradığını bulur ve
Ramazanoğlu Mahmûd Sâmi Hazretleri ile tanışır. Aşk derecesinde bir bağlılıkla
intisab eder.
Babası Hasan Hüseyin Efendi'dir. Tavşanlı'nın Hacı Kara Ahmetler sülâlesindendir.
Leblebi ustası ve çay ocağı da işleten
bir esnaftır.
Çanakkale'de şehit düşen bahtiyarlardandır.
Çanakkale'ye giderken her ihtimali de düşünerek hanımıyla şöyle vedalaşır:
«-Hanım ben gidiyorum, belki dönemem, hakkını helal et, çocuklarıma iyi
bak, kazancım onlara yeter. Olur ya, dönemezsem üç yavruma babalık sillesi
vurdurma. İkinci koca karanlık gece, gün görmen,» der.
Nice zaman sonra:
"Hasan Hüseyin, arkadaşlarıyla beraber, düşman askerlerini denizine
doğru sürerken şehit düştü,» 5 diye bir haber gelir.6
Babası hakkında şunu anlatır:
«-Ben beş yaşlarındayken babam akşam: 'Kim sabah kalkar, benimle camiye
giderse ona namazdan sonra leblebi ve çay ikram edeceğim,' derdi. Sabahleyin kardeşimle,
benim elimden tutar, bizi namaza götürürdü.»
Kıtlık yıllarında çay ve leblebi az bulunan, herkesin alma imkanı olmadığı
şeylerdenmiş...
Sabah namazından sonra çocuklarını kıraathaneye götürür:
«-Benim çocuklarım bugün namaz kıldı, çayla leblebi getirin bakalım,» diyerek
mükafatlandırıp eve gönderirmiş.7
Annesi Zeliha Hanım, sâliha ve hâfize bir hanımefendi'dir. Kocasının
1915'de Çanakkale'ye giderken söylediği sözleri sanki vasiyeti kabul eder, hiç
evlenmez.
İsmail Hoca annesini şöyle anlatır:
«-Annem; namazına, Kur'an'ına düşkün, çok imanlı biriydi. Cıvıl cıvıl
Kur'an-ı Kerim okurdu. Hafız'dı. Haftada bir, ayda dört hatim indirirdi. Hiç
hastalık görmedi. Haca gidenler (zahiren haca gitmediği halde) annemi hep orada
gördüklerini söylerlerdi. Annem büyük bir kadındı, bizi annem yetiştirdi. Baba
görmedik. Babam ben beş yaşındayken Çanakkale'ye gitmiş."[2]
Annesi de babası gibi namaz hususunda titiz davranır. Bu konuda kızı
Sâmiye Hanım teyze şunları anlatır:
«-Tavşanlı kışın çok soğuk olurmuş. Babaannem, babamı altı yaşındayken
sabah namazına kaldırırmış. Tabii babam küçük olduğundan; ‘Oğlum, farz etki şu
duvarın kenarından su akıyor,' abdestini oradan al; ‘senin abdestin olur,'
dermiş.
Babam da su akıyormuş gibi hayal ederek abdest alır, namazını kılarmış.
Tabi suyu ısıtma imkânı olduğunda ısıtıp aldırırmış; ama çok soğuklarda o şekil
abdestini aldırırmış.»
Babam:
-“Yavrum namaz borcum hiç yok!.. Elhamdülillâh.. Allahın emri üzeri
kılabiliyorsam, İnşallâh, Allah kabul ediyordur.’’ derdi.
Gençliğinde bir taraftan bekçilik ve köşkerlik yaparken, bir taraftan da
annesine yardımcı olur. Annesinde gördüğü, mânevî hâllerden de etkilenir, ufku
açılır. Der ki:
«-Bir gün eve geldiğimde, annem ikindi namazını kılıyordu. Ben de abdest
aldım ve annemin yakınında namaza durdum. Annem birinci rekâtı kıldı, ikinci
rekâta kalkınca uzunca bir sure okudu. O zaman etrafa çok güzel bir koku
yayıldı. Ben o kokuyu içime çekiyorum, çekiyorum doyamıyordum. Hemen kapıyı
çekip oranın veli bir kişisine gittim. Ve gördüklerimi anlattım.
İçeri girdiğimde öyle bir koku yoktu, sonra ben böyle güzel bir koku
hissettim, bu nedir? Neye alâmettir? Bu hâl neyden meydana gelir? diye sordum.»
O kişi de:
«-Annenin yanına O anda ya Peygamberimiz (s.a.v) ya da büyük zatlardan
biri gelmiştir. Güzel koku ondandır. Annen sâliha birisidir.»[3]
der.
Bu ve benzeri olaylardan da etkilendiği anlaşılan İsmail Hoca, Tavşanlı
civarındaki bazı mürşitlerden istifade etse de gönlü tam mutmain olmadığından
arayışlara girer, bir gün Annesine:
«-Anne, müsâade edersen gidip bir mürşid-i kâmil bulup ona teslim
olacağım.»[4]
der.
Başka bir rivayette ise Annesinin:
«-Oğlum; sen git kendine bir mürşid bul, tam yetişkin mürşidler günümüzde
fazla kalmadı.»[5] demesi üzerine
Tavşanlı'dan çıkar.
Yunus Emre Hazretleri bir mürşidin terbiyesine girmenin lüzumu hakkında şöyle der:
Gel ey kardeş, Hakkı
bulayım dersen,
Bir kamil mürşide
varmasan olmaz,
Resulün cemalini
göreyim dersen,
Bir kamil mürşide
varmasan olmaz.
Niceler gittiler
mürşid arayı,
Arayanlar buldu derde
devayı,
Bin kez okur isen
aktan karayı,
Bir kamil mürşide
varmasan olmaz.
YUNUS EMRE bunda mana
var dedi,
Bir kamil mürşide sen
de var şimdi,
Hazret Musa'ya Hızır'a
var dedi,
Bir kamil mürşide
varmasan olmaz.
Yavuz Sultân Selîm Han da şöyle der:
"Padişâh-ı alem
olmak bir kuru kavga imiş;
Bir velîye bende olmak
cümleden a'la imiş!.."
İsmail Hoca da genç yaşında bir velîye bende olmak sevdasıyla "suyun
gözü’’ diye ifadelendirdiği feyiz membaını aramaya koyulur.
Sırtında köşker takımı, yorganı ve en lüzumlu eşyaları ile nerde mürşid var
denilirse oraya gider. Bir müddet İstanbul'da bir zâta intisab eder ama burada
da gönlü mutmain olmaz. Ondan şöyle bahseder:
«-Ben köşkerlik yapıyordum. Bir mürşide gittim. Bana on bin ders verdi. Çek
çek bitmiyor. Yapıyorum ama işimi de aksatıyorum. Bu arada istemediğim,
rahatsızlık veren bazı haller de oldu. Kendi kendime şöyle düşündüm: 'Oğlum
İsmail, bu suyun gözü değil; eğer bu suyun gözü olsaydı, sağlam kapı olsaydı,
bu gibi şeyler olmazdı', dedim.» [6] der.
Yeni arayışlara girer, uzun yolculuklar yapar, çok zorluklar çeker,
tuz-ekmek ile yetinmek zorunda kaldığı meşakkatli günleri olur. Gün bulur, gün
yer. Camilerde yatar, kalkar. Sesi güzel olduğundan, gittiği yerlerde bir
yandan zanaatı olan köşkerliği icra ederken, bir yandan da boş bulduğu
camilerde imamlık, müezzinlik yapar.
Zahirdeki meşguliyeti ‘geçim derdi' olarak görülse de gönlünde; “aradığım
mürşidi belki burada bulurum,” düşüncesi vardır. Bu nedenle halk arasında
‘efendim şöyle, mürşidim böyle gibi,' aradığını çağrıştıran bir söz duysa,
hemen kulak kabartır. Sorup soruşturur...[7]
Oğlu Terzi Sâmi Bey anlatıyor:
“Babama; Afyon dolaylarında bir mürşid var,” demişler, oraya gitmiş. Adamın
çokta müridi varmış.
«-Öğleden akşama kadar yanında bulundum. İkindi vakti geldi, kalktım namaz
kıldım, o şahıs ikindiyi kılmadı ve namaz geçti.»
Daha sonra adama:
«-Senden Allah razı olsun, ne güzel sohbet ediyorsun ama bak ikindi namazı
geçti. Neden namazını kılmadın? diye sebebini sordum.»
«-Biz nefs-i mutmainneye geldik. Daha da ilerilerine geçtik. Bu makamlara
gelenlerin namaza ihtiyacı olmaz.» demiş.
Babam da adama:
«-Hz. Ebu Bekir Efendimiz son zamana kadar namazını kıldı, Allah'tan
korktu ve son anına kadar imansız gitme tehlikesi de vardı. Hatta; "Ya
Rabbi beni son nefesime kadar koru, şeytan gibi eyleme." diye de dua
ederdi. Sen O'ndan daha üstün bir makamda mısın?
Peygamber Efendimiz son anına kadar hiç namazı terk etti mi? Hatta son
anında, son nefesinde dahi "namaz hususunda Allah'tan
korkun,"buyurmuştur, dedim.» diyor.
Karşılaştığı mürşid denilenleri bu şekilde, ehli sünnet esalla’llâhü aleyhi
ve sellemları ölçüsüyle iyice takip edince görür ki; kimi para toplama peşinde,
kimi gösteriş peşinde, kimi namaz vakti geçtiği halde umursamaz halde, kimi de
sigara içmektedir.[8]
Başkalarına bakar; "bu da aradığım değil...” Bir diğerine bakar;
"bu da aradığım değil...” kolay kolay kimseye gönlünü bağlayamaz.
İlerleyen yıllarda karşılaştığı mürşid denilen kişileri espirili
ifadeleriyle şöyle anlatır:
"Falanyerde Mürşit var, dediler. Gittik,'adam Hurşit' mürşitlikle
alakası yok."[9]
"Falan yerde bir derviş var, dediler. Oraya gidip baktım, 'adam
delirmiş."[10]
"Falan yerde, iyi bir şeyh var, dediler, gittim adamın sağında,
solunda hizmet edip takip ettim, adam şeyh değil...[11]
"Aylarca, yıllarca intisap ettiklerim vardı, ama kalbim mutmain
olmuyor, geri çekip geliyordum."[12] der.
Aslında gördüklerinin bazılar tamamen boş değilmiş, hatta kerametine şahit
oldukları da olurmuş yine de vazgeçermiş, bunu da şöyle açıklarmış:
"Bazı intisap ettiğim kişilerde bir şeyler vardı, ama kalbim mutmain
olmuyordu, 'bu suyun gözü değil, suyun ayağıydı,' ben suyun gözünü bulacağım,
dedim.”[13]
Arayışlarına devam ederken Medine'ye gitmeye karar verir. Bunu da şöyle
ifade eder:
“İçimdeki o aşkı
yakacak, fırtınayı dindirecek bir şeyler olması lazımdı, 'aradığımı ancak Medine'de
bulur ve orda felaha kavuşurum' diyerek, Medine'ye gitmek için yola koyuldum.”[14]
Her Nefesten Sorguya Çekileceksin!...
Bir taraftan Medîne-i Münevvere istikametinde yol alırken, bir taraftan da
yol güzergahında arayışlarını sürdürür. Bu arada kaderin garip tecellileriyle
de karşılaşır:
“Filan köyde çok iyi bir Allah dostu var,” diye bir haber alır.
Tek başına o köye doğru giderken köylüler onu o civarlarda dolaşan hırsız
zannederek yakalayıp karakola götürürler. Her ne kadar:
“Ben Kütahya Tavşanlıdanım, filan köye ziyarete gidiyorum,” dese de inandıramaz.
Eşyalarını karıştırırlar, defterine bakarlarken bir notla karşılaşırlar:
“Ey İsmail kendine gel, her alıp verdiğin nefesten sorguya çekileceksin,” şeklinde bir yazı
bulurlar.
«-Bunu kim yazdı?”
«-Ben yazdım,” der.
Bunu üzerine:
“Bunu yazan kişi kesinlikle hırsız olamaz,” diyerek serbest bırakırlar.[15]
Divane âşık gibi yaz-kış demeden menzilleri aşarak Adana'ya ulaşır.
Tavşanlı'dan Adana'ya üç-beş senede geldiğini söyleyenler olduğu gibi, yedi
senede veya on dört senede geldiği de ifade edilmektedir.
Adana Ulu Camide Odacı Mehmet Efendi ile tanışır. Odacı Mehmet
Efendi müftülükte odacı olarak çalışan bir Allah dostudur. Bu uğurda yıllarını
veren İsmail Hoca, yüksek hassalla’llâhü aleyhi ve sellemiyetiyle böyle gönül
ehli, hâlli bir zâtla karşılaşınca onda farklı bir ışığın olduğunu; usta bir
elin nişanını görür. "Bu ışığın arkasında esalla’llâhü aleyhi ve sellem
ışık vardır,” diye düşünür.
'Zaten aşk adamı, her adamdan sinyal almaz,' derler.
O'na yaklaşır:
«-Beni mürşidinle tanıştırır mısın? » der.
Mehmet Efendi konuşmak istemez, her sorana benim mürşidim şudur diyemez:
«-Böyle bir şey yok,» demek zorunda kalır.
1940'lı yıllar. Ezanın Türkçe okutulduğu şeyh, mürit gibi sözleri kullanmak
şöyle dursun, mukaddes değerlere sahip çıkmanın suç kabul edildiği zor
yıllardır.
Mehmet Efendi'ye:
«-Bak; ben Tavşanlıdan çıktım, diyar diyar dolaştım, teslim olacak bir
mürşid arıyorum. Sende de teslim olmuş birinin hâlini hissediyorum. Mürşidin
kimse beni ona götüreceksin.» diye ısrar eder.
O da:
«-Seni götüremem, ancak bulunduğu yeri gösterir uzaklaşırım.» der.[16]
Göstereceği kişi, asırların yetiştirdiği ender bir mürşid-i kâmil olan Sultân'ul-Ârifîn
Ramazanoğlu Mahmud Sâmi Hazretleridir. Sâmi Efendi (k.s.) o zamanlar
memleketi Adana'da ikâmet etmekte ve bir kereste ticarethanesinde muhasebecilik
yapmaktadır.
Odacı Mehmet Efendi, Sâmi Efendi'nin bulunduğu yeri göstererek:
«-İşte, orada oturan kişi,” der ve uzaklaşır.
Sâmi Efendi (k.s.), İsmail Hoca'yı sanki bir mıknatıs gibi kendine doğru
çekmektedir. Bir iki teşebbüsten sonra cesaretini toplar ve huzura girer.
Selamlaşmanın ardından ilk tanışma gerçekleşir. Bu görüşmede güzel haller
cereyan eder ve mânevî bir alı- veriş olur.[17]
Karşılaşma ânını şöyle anlatır:
"Hacı Sâmi Efendimiz'in tam bulunduğu yerin önünden geçtik. Hani bir
mangal olur da elini ısıtırken eğik durulur ya, o halde otururken, tam benim
baktığımda O da başını kaldırdı bana baktı. Göz göze geldik ve bir
elektriklenme oldu. Sonra ben içeri daldım, 'Se- lamun aleykum Efendim, ben
daha önce filan zattan dersliydim, şimdi sizden ders almaya, talebeniz olmaya
geldim,' dedim. Bana şöyle baktı; 'O da ders verebiliyor mu?’ dedi
Dersimi(evrâd[18])
verdi. Adanalı Merhum Bakkal Seyyid Hacı Hasan Efendi’ye[19]
de uğra diyerek O'na da gönderdi. "der.[20]
Sâmi Efendi Hazretleri'ndeki üstün hâlleri görünce:
«-Yenice pınarın gözünü buldum. Sâmi Efendi'min pınarın gözü olduğunu
bildim. 'Suyun gözü Adana'daymış..[21]
Adana oldu bize Medine, kaldık burada.»[22] der.
Üstadıyla tanışma anını benzer ifadelerle Enver Arpacı Beye de şöyle
anlatır:[23]
«-Adanaya geldiğimde, bizi Sâmi Efendi ile tanıştırdılar. Bak- tım;'gerçek
bir mürşidi kamil... 'Aman Ya Rabbi, aman Ya Rabbi,' dedim. Benim Medinem,
Adana oldu.»
İsmail Hoca'nın genç yaşında mürşit aramak için çıktığı düşünüldüğünde ve
Adana'ya azami on dört senede geldiği dikkate
alındığında, Sami Efendi'yle 30-35 yaşlarında iken buluştuğunu tahmin
edebiliriz. Buda 1940-45 yıllarına tekabül eder.
Uzun aramalar sonrası kavuştuğu üstadına sadâkat ve tes- lîmiyetle
bağlanır. Kısa sürede, kendi ifadesiyle; “On beş günde seyr u sülûkunu[24]
tamamlar."
Sâmi Efendiye olan muhabbetinden dolayı sık sık ziyaretine gider. Araları
baba oğul gibidir. Bu hususta der ki:
“Sâmi Efendimiz Adana'da bulunduğu yıllarda haftada bir defa ziyaret
ederdim. O'na çok bağlıydım, âşıktım, öyle bir zaman oldu ki daha sık ziyarete
gitmeye başladım. Bazen haftada iki defa gidermişim farkında değilim. Mübarek
hiçbir zaman sen çok sık geliyorsun demezdi. Kapı açılır bir el uzanır, ikram
uzatılır geri örtülürdü. Yer, içer geri gelirdik. Bazen simalarındaki ifadeden
zamansız geldiğimi de anlardım."[25]
İsmail Hocamızın, Sâmi Efendiyle beraberliği çok olmuş, dizinin dibinde
çok oturmuş. Muhabbetinin koyuluğunun bir tezâhü- rü olarak ilk iki çocuğundan
kız olana Sâmiye, oğlan olana da Sâmi adını koymuştu.[26]
Bu hususta Abdi Tolu Bey der ki:
“İsmail hocam cüzdanında iki resim taşırdı, biri Sâmi Efendimizin resmi,
diğeri de hanımının resmiydi.”
Muhabbetinin başka bir tezâhürünü de Mehmet Aydoğdu Bey şöyle ifade eder:
Ziyaretine gelenlere büyük bir heyecanla sık sık "peder-i mânevîm’’
diyerek üstadından bahsederdi. Mürşidinden bahsetmesi, bir dolgu maddesi olsun
diye değil; dinleyenlere ders olması, ibret olması, sadırlara şifa olması
içindi. Böylece dinleyenleri güzel ahlâk sahibi olmaya teşvik ederdi.
Mânevî yolun kıymeti hakkında:
"Gezmediğim yer kalmadı, yolumuzun tadı başka bunun kıymetini
bilemedik... Bu yolun kıymetini bilin!.. Bu yol bir başka...” [27]
derdi.
Emin Başkülekçi Beyden:
Sâmi Efendimiz'e olan aşkını muhabbetini bizzat görürdük. Anlattığından
anladığımız; Sâmi Efendimiz de kendini çok severmiş. Kendinden duymuştum:
«-Seyrü sülukumu on beş günde tamamladım. Sülukumu kısa sürede
tamamladığımdan Sâmi Efendimiz bana 'Tavşan İsmail', derdi.» dedi.
Tavşan yokuş yukarı hızlı çıktığı için Sâmi Efendimiz kendisine 'Tavşan
İsmail' dermiş. Aynı zamanda kendisi Kütahya Tav- şanlı'dandı ama tavşan
yokuş yukarı hızlı çıktığı için Sâmi Efendimiz bu lakabı vermiş..[28]
Seyr-ü sülûkunu kısa sürede tamamlamış ama daha öncesi de var, ‘suyun
gözünü' diye kaç tane meşâyih araya araya gelmiş. Bu uğurda yıllarını geçirmiş,
çektiği virdi de varmış. Sonra, daha ka- Beye gidecek, belki orda bulurum diye,
Adana'da bulmuş ta kalmış. Belki de bu yolda ölürdü. Onbeş günde seyrü süluku
tamamladık diyor ama derslere de devam ediyor.
On beş günde seyrü süluku bitirmesi ölçü değildir. Bir görmeye de
tamamlayabilir. Bir adam yatıyor bir gecede hafız oluyor. Sonunu getirmek,
istikamet, son nefes ayrıdır. [29]
Seven sevdiğinden konuşur. İsmail Hocamız da ziyaretine vardığımızda ordan
burdan konuşmaz. Varsa da; yoksa da, Mahmût Sâmi Ramazanoğlu ve O'nda
gördüklerini anlatırdı. O'nunla nasıl tanıştığından, O'nun halinden, ihvanına
yaptığı sohbetlerden, mürşidine sadakatle, çok sâmimi olarak bağlandığından
anlatırdı. Hakikaten halinde de bu görülüyordu.[30]
Sâmiye Hanım Teyze'den:
"Babam; bayram günü bayram namazını kıldırır kıldırmaz, camiden eve
gelir bizimle bayramlaşır, hemen acelesi var gibi
Adana'ya Üstadı ile bayramlaşmaya giderdi. Sâmi Efendimizin Adana'da olduğu
yıllar hep böyle devam etti. İstanbul'a taşındıktan sonra da her sene
ziyaretine gitmeyi ihmal etmezdi.”
Babam bir gün bayram namazını kıldırdıktan sonra Adana'ya bayramlaşmaya
gitti. Her zaman dedemle (Ömer Avşar) beraber giderken bu defa haber vermeden
gitti. Dedemde bunu öğrenince:
«-İsmail, sen gidersin de ben gidemem mi?” der ve yola çıkar.
Adana'ya varınca Sâmi Efendi'mizin bulunduğu yeri bulamaz. Sonra küçük
saatin yakınlarında bir yere oturur:
«-Rabbim ben senin rızan için, senin veli bir kulunu görmeye geldim,
görmeden mi gideyim?” diye ağlar.
Bu arada Sâmi Efendi Hazretleri; Adanalı Bakkal Hacı Hasan Efendiye:
«-Çabuk filan yerde şöyle, şöyle birisi oturuyor. O'nu alıp getir,” der.
Adanalı Bakkal Hacı Hasan Efendi gelir, amca senin adın Ömer Avşar mı? Diye
sorar.
«-Evet” cevabını alınca da,
«-Sâmi Efendi hazretleri seni bekliyor,” der.
Dedem:
«-Ya öyle mi,” der ve hemen gidip ziyaret eder.
Osmaniye'ye gelince de babama:
«-Ya İsmail, Allah bana gösterdi.. Efendi beni yanına götürdü. Ben görüştüm
Efendimle,” diyerek memnuniyetini ifade eder.
SAMİ EFENDİ (k. s) İLE
HATIRALARI...
İsmail Hocaefendinin üstadıyla ilgili olarak anlattığı bazı hatıralarını
aşağıya sıralıyoruz.
Bir gün Hacı Sâmi Efendimizle namaz için arka tarafta otururken içinden;
«-Efendim; şu başınızdaki takkeyi bana verir misiniz?’’ diyor. Manen istemiş.
Hacı Sâmi Efendi; dönüp şöyle bir bakmış.
Sonra tekrar:
«- Efendim; şu
başınızdaki takkeyi bana verir misiniz?’’
Sâmi Efendimiz de
dönüp takkesini çıkarıp:
«-Al İsmail, Tavşan
İsmail," demiş.[31]
***
Hacı Kuyulu Bey' onun
dilinden anlatır:
“Sâmi Efendimizin bir sohbetinden çıktık. Sâmi Efendimiz önde biz de
arkasından merdivenden iniyorduk. Ben de kalbimden:
«-Efendim bir nazar
etse de, öyle gitsek." diye geçirdim.
Dönüverdi sert sert:
«- İsmail,
İsmail..." dedi.
«- Efendim, inşâallah ahrette de aynen böyle 'İsmail' der, hatırlarsınız."
dedim.
«-Sâmi Efendimiz
tebessüm etti." dedi.
Bir gün Adana'ya Sâmi
Efendimizi ziyarete gider.
«-Sâmi Efendimizi ziyaret ettim, çıkışta da Efendimiz merdivenin başına
kadar indi. Merdivenden inerken içimden:
"Sâmi Efendim, bana onbaşılık gibi, çavuşluk gibi bir görev verse de;
gidip Kütahya'da görev yapsam, hizmet etsem.’’ Dedim.
Tam ayakkabıyı giyerken Sâmi efendimiz:
«-İsmail !.. Görev istenmez verilir; görev istenmez verilir, der.”[32]
Çiğerci Hasan Abi İsmail Hocamızın dilinden şunu anlatır:
Sâmi Efendimiz Adana'dayken Bir gün ziyaretine gittim. Hizmetlerde
kullanılır düşüncesiyle, yastığın altına gizlice beş yüz lira koydum. Tam
merdivenden inerken elimi cebime attım. Baktım ki, para aynen duruyor. Sâmi
Efendimizle göz göze geldik:
Arıklıkaş köyünde imamlık yaptığı zamanlarda bir gün trene biner Adana'ya
Sâmi Efendi'yi ziyarete gider, hediye olarak da tavuk götürür.
Ali Onur Hocaefendi tavuk hikayesini şöyle anlatır:
«Sâmi Efendi'mizi ziyarete gideceğim zaman, Tavuğu kesmeden üç gün önce
kümese alıp içerde tutar, besler; sonra da elimle keser, temizler, Efendimize
götürürdüm. Hizmetinde bulunan İsmail adında bir kardeş vardı. O hizmet eden
kardeş, bu tavuğu alıp götürürdü. Bir gün yine tavuk götürdüğümde İsmail
kardeşe dedim ki:
«-Bak bunu sen yemeyeceksin, üstadıma vereceksin ha!..” dedim.
Adama sert yaptım; onu incittim. Ama hata yaptığımı da anladım.
İçeri girdik. Oturduk. Kalabalık çoğaldı. Üstadımız murakabe halindeydi.
Zaten çok konuşmazdı. Başını kaldırdı.
«-Kardeşler; sağ olsun bu kardeşimiz, (Hizmet eden İsmail Efendi) bizim her
şeyimizi kullanmaya yetkilidir.» dedi.
"Ama ben yerin dibine geçtim. Yüzüm kızardı, utandım, mahcup oldum.
Kendi kendime: Eyvâh İsmail!.. Bir tavuk getirmişsin adam mı oldun şimdi?
"Sen nasıl İsmailsin, nasıl ihvansın böyle!. Senin neyine gerek;
üstadının kapısına götürmüşsün, kim yerse yesin..." dedim.
Bu benim adam
olamayışımdandı. Ama bu olayın tesiri epeyce üzerimde devam etti..’’ diye de mübarek hayıflanırdı.
Görmeyle Değil Çalışmayla Adam Olunur!..
Muallim Aydoğdu aktarıyor:
Bir gün Ömer Emmi, Mehmet Kuyulu Emmi ve İsmail hocam Adana ya Sâmi
Efendi'yi ziyarete giderler. Onları önce Bakkal Hacı Hasan Efendi karşılar. Ön
bilgi alır, dertlerini dinler uygun bulursa Sâmi Efendi ile görüşmeye alırmış.
Bu hatırayı bize Ömer Avşar Emmi anlatmıştı:
«-Vardık. Boynumuz bükük olarak, masum masum, Efendim; biz Sâmi Efendiyi
görmeye geldik, dedik.”
Bakkal Hasan Efendi:
«-Gidin, görmeyle adam olunmaz, çalışmayla adam olunur!..» demiş.
«-Gidin deyince; tabi biz üzüldük. Taa Bahçe'nin köyünden zor ulaşım
şartlarında Sâmi Efendiyi görmeye gelmişiz. Hacı Ha- san Efendi, bizim boynu
bükük, masum masum durduğumuzu görünce, neyse hadi görün,» dedi.
“Biz de görüştük." diyor.
Ömer Emmi bize:
«-Bu yolda çalışmak, gayret etmek önemli, mesajı verildi.» dedi. Yani Ömer
Emmide bize, “gayretli olun; çalışın," imâsında bulunurdu.
Ali Onur Hocaefendi'den:
“Zaman zaman Üstadımızın yanına vardığımızda.. Oturduğu yerin minderin
altına hizmet olsun diye bir miktar harçlık koyardım.. Ama hiç farkına varmazdım,
çıktığımda bakardım ki para geri cebime konmuş.» Der arkasından:
“Sen kim oluyon da
üztadımıza böyle yapıyon. Adam olupta himmet istesene.» Derdi.
Bir İstanbul hatırası şöyledir:
1968'de Erenköy'e Sâmi Efendimizi ziyarete gidiyor. İsmail Hocamızın da
hanımı doğum yapacak. Ziyaretten sonra Sâmi Efendimiz:
«-İsmail sen memlekete dön.» diyor.
Memlekete dönmek için çıkar, ama mübareğin parası bitmiş. Sultan Ahmet
Caminin yanında bir parka oturmuş tesbih çekiyormuş:
“Gönder Allahım gönder, bana bir yardımcı gönder.’’ diyormuş.
İstanbul'da iki adamın birbirini haberleşmeden bulması kolay şey değil ama
Allah rast getirecek ya, babamla buluşuyorlar.
Babam (Hüseyin Kuyulu)
diyor ki:
«-Baktım, İsmail Hocam oturuyor. Oooo hocam nasılsın iyi misin? diyerek
sahip çıktım. Biraz konuşup, hasbihal ettikten sonra ayrıldım, gidiyordum.
Kendi kendime:
«-Ya bu adam orda oturuyor; ‘memlekete de gideceğim,' dedi. Hiçte sormadım;
paran var mı, bir ihtiyacın var mı? demedim”
Sonra dönüp geri geldim:
«-Ya hocam sen buranın garibisin; paran var mı? Aç mısın? Bir ihtiyacın var
mı? » deyince:
«-Paran var mı,
paran..?’ dedi.
«-Hocam sen ne kadar
istiyorsan söyle, bizde para çok.” dedi.
«-On liran var mı;
on liran?» dedi.
«-Var.» dedim.
«-O zaman yol parası
on liraydı. Verdim ve gittim.»
Yolda düşünmüş bu para yetmez, bu ne yer, ne içer biraz daha vereyim diye
tekrar dönüp geldim. Baktım ki: “İsmail Hocam gitmiş.” diyor.
Osmaniye'ye geldikten
sonra babam:
«-Hocam ben
düşünemedim; sen niye istemedin?» deyince:
«-Sen sorsaydın, ben
niye isteyeyim ki...» demiş.
Sonraları İsmail hocam
da bu olayı anlatırdı:
“Ya ihtiyacımı söyleyecektim ama vazgeçtim. 'Rabbim durumumu bilmiyor
mu?Söylemem, gelsin kendi versin,' dedim. Ama bu
arada da Hüseyin Kuyulu vedalaştı gidiyor. "Benimde içim
gidiyor." Derdi.[33]
İsmail Hocamın böyle entrasan bir hali vardı.
Sâmi Efendimiz Medine'ye hicret etmeden önce ihvanlar onu son bir defa daha
görsünler diye Bursa'ya sohbete çağırıyorlar- mış. İsmail hocamız da Bursa'ya
gitmişler.
Sohbet olmuş. Sohbeti başkası okumuş. Sâmi Efendimiz'i de uygun bir yere
oturtmuşlar. Sohbetten sonra ihvan Sâmi Efendi- miz'in önünden selamlaşıp
geçiyormuş. Mübarekte ihvana nazar ediyormuş. Kapıdan çıkan geçiyor, çıkan
geçiyormuş. İsmail Hocamız geçerken Mübarek "İsmailim” demiş.
«- Sâmi Efendimiz'in o sözü bana yetti. » derdi.
Mürşidi'nin " İsmailim” demesi çok hoşuna gitmiş.
İsmail Hocamızın, Sâmi Efendi Hazretlerinin vefatından sonra irşad görevini
devralan Musa Topbaş (ks) hazretlerine de derin bir muhabbet beslediği görülür:
"Sâmi Efendide ne varsa, Musa Efendi'de de aynısı var; aynısını ona
aktarmış.” derdi.”[34]
Sâmi Bolar Bey Musa Efendi'yle alakalı şu hatırayı nakleder:
Musa Efendimiz 1990'larda Bahçe'ye gelmişti. Bizde sohbetine gitmiştik,
genç olduğumuzdan bizi en ön safa oturtturdular.
Babamı ise bir sandalyeye oturtturdular. Musa Efendimiz sohbet yaptı sonra
gitti. Bizde eve geldik. Babam:
«-Oğlum ne yaptın, Efendiyi gördün mü, gördün mü? » dedi.
«-Gördüm baba, en öndeydim.» dedim.
«-Görmedin oğlum, görmedin.» Dedi.
Musa Efendimiz Bahçedeki sohbette İsmail Hocamla birbirlerine bakıp, göz
göze geldiler. Yani birbirleriyle tebessümle konuştular. İsmail Hocam
sohbetinden sonra da:
«-İyice görüşemedik bari yerine oturalım," dedi ve yerine
oturdu. [35]
Berber Ömer Bey de şunu der:
Musa Efendi'nin (ks) Bir Sohbetinde.
Oğlu Sâmi Bolar anlatıyor:
Babam 1995-96 yılında İstanbul'a bize gelmişti:
«-Oğlum buraya kadar gelmişken, bir randevu al da Musa Efendimizi ziyaret
edelim, görüşelim," dedi.
Sordum Musa Efendimiz Kartalda Elmalı Kur'an Kursu'na geleceğini öğrendim.
Babamı oraya sohbete götürdüm. Tabi geç gitmişiz ki; kalabalıktan dolayı arka
taraflarda yer bulabildik.
Musa Efendimiz sohbete başlamadan önce eğildi, Abdullah Sert Abi'nin
kulağına bir şeyler söyledi. Abdullah abide kalktı, babamın yanına geldi:
“Üstadımız sizi istiyor.” Dedi.
Babam hemen yerinden kalktı Musa Efendimizin yanına vardı. Musafaha
ettiler, iyice birbirlerine sarıldılar. Sonra Mübarek Efendimiz hemen
yakasındaki ‘Allah yazılı olan bir rozeti' çıkardı, kendi eliyle babamın
yakasına taktı. Daha sonra da babam en ön kısma oturdu.
Tabi halk babamı ilk defa görüyor. Musa Efendinin babama iltifat ettiği
görülünce, sohbetten sonra cemaat da babamın elini öpmek istedi. Babam,
herkesin elini öpmek istediğini görünce: “Hadi gidelim oğlum, gidelim.”dedi.
Abdussamed Kuyulu'nun yaşadığı bir olay:
Râbıtası çok kuvvetliydi. 1990'da Musa Efendimiz Bahçeye teşrif
ettiklerinde İsmail Hocam da gelmişlerdi. Bir gün sonra, Bahçe'den Osmaniye'ye
götürdüm. Alaaddin Abi ile beraber üçümüz gidiyorduk
Arabayla Çona köprüsü yakınlarında giderken:
«-Sametçiğim, bak bak görüyor musun?» dedi. Tabii ben bir şey görmüyordum.
«-Üstadımız Musa Efendi, Beyaz bir ata binmiş bizimle beraber gidiyor.» dedi.
Suyun gözünü aramak için çıktığı yolculuk Adana'da maksuda erince,
Muhterem üstadının işaretiyle Tarsus'a bağlı olan Nernek (Günyurdu) [36]
köyüne gider. Bunu da şöyle anlatır:
«-Adanaya geldiğimde bizi Sâmi Efendi ile tanıştırdılar. Bizi de sevdi. 'Ne
iş yaparsın,' dedi. İkametgah etmem için duada bulundu. İmamlıktan dolayı
hizmet için beni Adana'nın Nernek köyüne gön- derdi.”[37] Der.
Burada imamlık yaparken, köy odasında veya imam odasında imamla beraber
kalır. Bir müddet sonra (iki sene kadar) buradan ayrılır. İlerleyen yıllarda bu
kararından dolayı çok pişmanlıkla:
«- Bana o köyde dur dediler, durmadım. Halbuki her zaman için ben o
köyden çok feyiz almıştım. Orda çok hayırlar, bereketler görmüştüm. Oluktan
akar gibi, değirmenden dökülen un gibi, oluk oluk feyz akardı.
Oradayken Sâmi efendinin büyük iltifatlarına nail oluyordum. Sâmi
Efendimiz; İsmail hocadan ders alın, diye bana adam gönderiyordu. Efendimin
bana vereceği bazı şeylerden mahrum kaldım.
Ah! İsmail Ah! adam olamadın, orda durmadın!..» diyerek elini dizine
vurur, hayıflanırdı.[38]
Nernek Köyünün ardından Osmaniye'nin Bahçe ilçesine bağlı Arıklıkaş köyüne
gelir. Burada fahri olarak imamlık yapar, küçük
büyük demez Kur'an ı Kerim ve temel dini bilgiler öğretir, köy sakinlerinin
gönlüne girer.
Arıklıkaş köyünden Bellüriye teyze anlatıyor:
Köylülerden Ömer Avşar Emmi'nin kızına talip olur.
Ömer Amca cevaben:
«-Benim soracağım tek bir yer var; gider sorarım ne derse onu yaparım.»
der. Ve Sâmi Efendiye gider, ne yapması gerektiğini danışır. Sâmi Efendi (ks)
de:
«-İsmail Hocanın mânevîyatına diyecek yok, ama verirsen işin sağlam olsun,
resmi nikahını da yap," der.
İsmail Hocam:
“Sâmi Efendimiz "verirsen işin sağlam olsun resmi nikahını yap,"
dedi ya, bunu niye söyledi biliyor musun? Beni bir köye gönderdi. 'Orda
durmadım ya ondan...' Bunu anlatırken de dizine vurur: Ah İsmail, adam
olamazsın.» derdi.
Kayınbabası Rahmetli Ömer Emmi'nin de Sâmi Efendiye intisap etmesine
İsmail Hocamız vesile olmuş.
Kayınbabası için: “sağlam
insan, demir gibi, şimdikilere benzemez” derdi. [39]
İmam hatiplik için girdiği imtihanını kazanınca 1955-56 yıllarında
Osmaniye'ye göç eder. İmamlık imtihanına, kendinden ilim olarak çok üstün
olduğunu söylediği Arpacı Ali'de [40]
girmiştir. İmtihan heyeti Fatiha okurken bir yanlışını tespit edince görevi İsmail
Hocaya verirler.
İsmail Hocamız: “Arpacı
Ali beni on defa cebinden çıkarırdı, ama hak görevi bize nasip etti.” Der.[41]
Girdiği bu imtihanı Mehmet Aydoğdu Bey de şöyle anlatır.
Hocam bize şöyle anlatmıştı:
“Benim yeni alfabe ile okumam, yazmam, diplomam yoktu.'Ya Rabbi sana havale
ettim,'dedim.” İmtihan heyetindekiler:
“Bu kişinin okul diploması da yok ama imamlık yapıyor, namaz da
kıldırıyor, müracaat da etmiş bari imtihan edelim,” demişler.
Öyle sorular sormuşlar ki; her soruya cevap vermiş, müftü efendiyi de
hayrete düşürmüş:
«-Bazı şeyleri benden daha iyi biliyor,» demiş.
Tekrar ezber oku, demişler:
“Mânen rüyada gördüğümden, sûreye hazırlanmıştım, okudum." diyor. Ve
imtihanı kazanıyor.
Dışarı çıkınca müftü, İsmail Hocama:
«-Sen kimdensin, nereye bağlısın.» diyor.
O zamana kadar Müftü Abdurrahman Kavuncu Hoca
Tarık-ı Âliye bağlı değilmiş. İsmail hocamızın sorulara cevap verşini ve bilgi
sahibi olduğunu görünce etkileniyor:
«-Beni de oraya götür,» diyor.
İsmail hocamın vesilesiyle merhum Sâmi Efendimize gidiyor. Sâmi Efendiyle
arasında ne yaşandıysa:
“Ben şu ana kadar boşa zaman geçirmişim" diyor.
MÜFTÜ ABDURRAHMAN
KAVUNCU (1870-1966)
“Türkistanlı Hoca" diye anılır. Aslen Türkistanlı'dır. 1900 yılında
önce Suudi Arabistan'a sonra da I.Dünya Savaşı'ndan sonra, İngiliz işgali ile
başlayan, Şerif Hüseyin isyanı ile devam eden tarihi süreçte Medine Komutanı
Fahrettin Paşa'nın 'Medine mü- daafasından önce' şehri tahliye etmesi üzerine
“Tahliye treni" ile Anadolu'ya gelmiştir.
Milli mücadelede kuvayı milliyeye giren Abdurrahman Hoca, 1937'de Osmaniye
Müftülüğü'ne Vaiz olarak tayin edilmiştir.[42] Müftü
olarak anıldığına bakılırsa sonraları müftülük yaptığı anlaşılmaktadır.
1932 yılında Vaizlik görevi almak için doldurmuş olduğu "TC
Memurlarına Mahsus Tercumaihal Varakası” adlı evrakta kendisini şöyle tanıtır:
"İsmim Abdurrahman, babamın adı Mirza Baba, soyadım Kavuncu, şöhretim
Mirza oğullarındandır. Bize Özbekler derler. Türkiye Cumhuriyeti tebasındanım,
müslümanım, Hanifi mezhe- bindenim, mesleğim hoca ve imamlıktır. Velâdetim 296
rumidir. (miladi 1880 /1881) Doğum yerim Türkistanda Taşkent vilayetine merbut
Nemengan kasabasıdır.
Tahsilimi Medinei Münevverede Özbek medresesinde yaptım. Sarf, nahv,
tefsir, hadis, kelam, mantık, maâni bedih edebiyatı, Arabiye ve Farisiye,
usûl-i fıkıh, usulu hadis, tefsir, İlm
i
'arüz u 'ilm-i kavafı ve tasavvuf, tarih,
lugat, coğrafya ve hendeselere ait icazetnamem vardır.
Arapça, Türkçe, Farisçe, Hindice ve Urdu lisanı ile tekellüm eder, okurum
yazarım.”
Kuvayi Milliye'ye İştirak Eder
Abdurrahman Kavuncu'nun 1937'de Osmaniye Kaymakamlığına verdiği
dilekçesinden anlaşıldığına göre; Milli mücadele esnasında Kuvayi Milliyeye
iştirak etmiş ve üzerine düşen vazife-i diniye ve vazife-i vataniyeyi hakkıyla
îfâ eylemiştir. Fıransızların leyhine olarak tayyerelerle atılan fetvalardan
birini okuduğu zaman parça parça edip: "Esaret altında verilen fetva
geçerli değildir. Fransızlarla cihat Allah'ın emridir.” Diyerek çeteleri
Fransızların üzerine hücuma teşvik etmiştir.[43]
Mustafa Kısaoğlu Hoca'dan:
Ashab-ı Uhdud
Bir haline şahit oldum. Bir hafız namaz sonunda Buruç Suresini okumuştu.
Abdurrahman Hoca; cemaat kalkmadan hemen ayağa kalkıp:
“Cemaat bir dakika,” dedi. Ve Buruç Suresindeki okunan ayetlerin
meallerini vererek Ashab-ı Uhdud'u anlattı. Ben yakınındaydım, baktım iki
gözünden yaş akıyordu.
Buruç Suresindeki ayetler geçmiş tarihte bir ümmetten, “As- hab-ı Uhdud”
dan bahseder. Onlar yalnız var ve bir olan; her şeyin rabbi olan, Allaha
inandıkları için o günkü müşrikler tarafından diri diri, içi ateşle dolu
hendeklere atılmışlar. Küfre dönenler ise ateşten kurtarılıyormuş. Ashab-ı
Uhdud'tan bir inanan kadıncağızı da ateşe atmak için kucağındaki bebeğiyle
kanalın kenarına getirildiğinde, kadın tereddüt eder, o zaman bebek konuşur:
"Anneciğim sabret, sen hak üzeresin, haktan tereddüt etme, "der.
O esnada ateş kanaldan dışarı fırlar ve onları yakar, zaten seyredip gülüyorlarmış.
Demek istediğim; Abdurrahman Kavuncu'nun halini bu şekilde biliyorum.
Kendisini ziyaret ederdik. Başka hallerine de vakıf olduk.
Abdurrahman Kavuncuyla ilgili olarak Mehmet Baz Hocaefendi de
şunları anlatır:
Abdurrahman Kavuncu çok âlim biriymiş. Beş bin veya yedi bin hadisi
ravisiyle ezbere bilirmiş. Babam rahmetli Abdurrah- man Kavuncuya çok gidip
gelmiş. Rahmetli Amcam da Abdur- rahman Kavuncuda okumuş.
Poyraz Emmi anlatmıştı:
Birgün Sâmi Efendimiz Poyraz Emmi'ye:
“-Hacı Abdurrahman Kavuncuya mektup yazdım götürür müsün?” demiş.
“-Götürürüm Efendim,’ dedim.
Mektubu aldım Bahçe'ye geldim. Müftü Abdurrahman Efendiye:
“-Sâmi Efendimin size mektubu var” deyip verdim.
“-Mektubu üç defa öptü, cebine koydu.” Diyor.
İsmail Hoca'nın Camiye
Olan Aşkı
İsmail Hocamız imamlık görevini severek, titizlikle yerine getirir. Camiye
gönülden hizmet eder, her tarafı tertemiz tutar. Vakitlerinin çoğunu orada
geçirirmiş. Enver Arpacı Bey İsmail Hocamızın dilinden şunu aktarır:
«-Camiye çok iyi bakardım, camiye âşıktım, öğleden ikindiye kadar camide
bekler, caminin bakımıyla ilgilenirdim. Camiyi tertemiz tutardım.
Çay demler, minarenin şerefesine çıkar, ikindi vaktine kadar orada oturur,
ikindi ezanını da okur inerdim. Buram buram Resu-
lullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimin kokusunu duyar; mis gibi
Medine'nin kokusu gelirdi.»[44] der.
Dursun Boran Amca imamlığı ile ilgili olarak şunu anlatır:
Rahmetlik namazı yavaş kılar, yavaş kıldırırdı. Bir gün Cumhuriyet
camiinde İsmail Hocamızın arkasında teravih namazı kıldık, namazdan sonra
cemaatten bazıları:
“Hoca namazı çok yavaş kıldırıyor. Geç oluyor, yoruluyoruz. İşimiz var
falan.” Dedi.
İsmail Hocamız da:
«-Şimdi işiniz varsa eve varınca ne yapacaksınız?
Abdussamed Kuyulu Bey de şunu anlatır:
Köyde namaza gelmeyenlere bastonunu (genç ama yine de bastonu varmış) göstererek:
«-Namaza, namaza dermiş (hızlı hızlı konuşurdu böyle).”
«- Camiye gelmiyorsunuz, çırpacam bacaklarınızı,» dermiş.
«-Hadi gündüz tarladasınız. Akşam, yatsı, sabah namazına niye
gelmiyorsunuz.» diye köylüleri uyarırmış.
Bu hususla ilgili
olarak ulaşılan bilgiler aşağıya alınmıştır. Efendim Ben Haca Gidiyorum
İlk defa hacca gidişiyle ilgili olarak Yüksel Korkmaz ve Halid Kuyulu Bey
İsmail Hocamızın dilinden şunları nakleder:
Bir gün hazırlandım hacca gitme isteğimi söylemek için Sâmi Efendimiz'e[45]
geldim:
«-Efendim ben hacca gidiyorum.» dedim.
“Hacca gitmek istiyorum, müsaade buyurur musunuz?” şeklinde değil de:
“Ben hacca gidiyorum.” Diyerek müsaade istemiş.
Sâmi Efendi de:
«-Güle güle git.» demiş.
«-Tamam; müsaade aldım.» diye kabul ederek, o günün zor şartlarında yola çıkar.
Reyhanlı'dan Suriye'ye geçer. Buradan gemi ile hacca gitmeye
çalışırken bazı engellerle karşılaşır bunu da şöyle anlatır:
«-Herkesi gemiye aldılar; beni almadılar. Gemi kapılarını kapattılar; biz
orda kaldık. Başka gemide olmadığından gidemedim.. Ağladım, çok ağladım,
gidemeyince bir camiye geldim.»
Çok sıkıntı, meşakkat çektikten sonra Türkiye-Şam arası çalışan bir Türk
makinistin yardımıyla, trenle kaçak olarak geri evine gelir.
Sâmi Efendim beni görünce tebessüm etti. Dedi ki:
«- Geldin mi İsmail?»
«-Geldim Efendim. »
«-Gidemedin değil mi? »
«-Gidemedim Efendim."
«-Biliyorduk. »
«-Efendim; biliyordunuzda gitmeme müseade etmeseydiniz olmazmıydı,» dedim.
Mübarek:
«-Evladım siz, ‘gidiyorum,' dediniz, bize de; ‘güle güle git,' demek
düşerdi.» Demiş.
Gidiyorum, dediniz mi,
karşıdaki insana bir irade Beyan ediyorsunuz. İrade Beyan ettikten sonra artık
karşıdaki insan senin iradene, karşı koymuyor. Niye koymuyor? O zaman işin
mânevîyattaki faturasını sana çıkarıyor.[46]
Rüşvetle Peygamberimizin Huzuruna Gidemem
Sâmiye Hanım teyze bu yolcuğukla ilgili şunları anlatır:
Babam bir gün hiç gelmemek üzere hac yolculuğuna çıkmış. Şam'a kadar
varmış. Şam'da yorganını, örsünü neyi varsa eşyalarını gemiye yerleştirmiş.
Gemidekiler rüşvet isteyince babam da:
“Ben rüşvet verdikten sonra, peygamberimizin huzuruna nasıl giderim.” Diyerek rüşvet
vermemiş.
Bunun üzerine, hop hop deyip gemiden indirmişler. Kendi orada kalmış,
eşyaları gemiyle gitmiş. Gemi geri dönene kadar orda eşyalarını beklemiş,
mescidlerde kalmış, hem de Kur'an ve tecvit eğitimi almış. Daha sonra
eşyalarına kavuşmuş.
O eşyalarını gösterip:
“Bunlar hacı, bunlar hacı,” derdi.
Başarısızlıkla sonuçlanan birinci hac yolculuğundan sonra hac yolu açılınca
bu defa devlet kanalıyla normal yollardan hacca gitmek ister. Bunun için de
pasaport, sağlık raporu gibi bazı resmi işlemlerin yerine getirilmesi gerekir.
Halid Kuyulu Bey anlatıyor:
İsmail hocam ikinci olarak hacca gidiş zamanı yine ateşlenir. Ama maddi
imkanlarının yetersizliğinden Didar Teyze adında bir hanım teyze'ye:
«-Ben hacca gideceğim; dönünce öderim inşâallah.» diyerek borç ister.
O da ne kadar lazımsa verir.
«-Benim ahretlik bacım,» derdi.
Hac için sağlık raporunu almak o kadar da kolay olmamış.
Sağlık raporu için Adana'da doktor muayene ederken 'dinleme cihazını
nereye koysa orda kalp atışı duyduğundan' olumlu sağlık raporu vermez. “Kalbin
nerde olduğunu bulamadık.” Der.
Oğlu Sâmi Bey'de der ki:
Babamın sağlık raporu alması için muayenesi uzun sürmüş, ben o zaman
yanında değildim, kendisi bana şunu söyledi:
“Oğlum doktor muayene yaptı sonra; 'iki tarafında da kalbin var,' dedi.
Adam hiçbir şey bilmiyor ki; ancak makine tutmuş ona bakıyor. Adam doktor
olmuş ama hiç bir şeyden haberi yok.” dedi.
Hac için otobüsle yola çıkarlar, Mekke'ye varılır. Bu defa da parası
çalınır, ne yapacağını şaşırır, bu olayı şöyle anlatır:
"Paramı çaldılar. Garibim, kimseyede bir şey diyemiyorum. 'İsmail
neyapacan', dedim. Kaldım ortada, Arafatta filan geziyordum.
Bir kaç gün aç kaldım. Çok acıkmıştım. Bir çadırın yanına vardım, yemek
yiyorlardı. Bir şey vermedikleri gibi bir de, “Dikkat edin yankesici
dolanıyor!..” diye beni azarladılar.
Bayağı gezdim sonra Türk otobüsleri geldi. İnenlerden bir tanıdık
arıyordum. Baktım Cumhuriyet camii cemaatindenan, Çıkıp Ağa var. O'nu gördüm,
hemen yaklaştım. Bana borç olarak biraz mark ver, mark ver, dedim. İki yüz mark
verdi. Osmaniye'ye varınca veririm, dedim. ”[47]
Rasûlüllah 'ın (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) Huzurunda
Hacı Kuyulu Bey anlatıyor:
Bir bayram İsmail Hocamı ziyaret ettik. O zaman Bahçe'deki oğlu Hüseyin'nin
yanındaydı. Orada bize hac hikayesini anlattı. Hacca nasıl gittiğini, neler
yaşadığını, çektiği çileleri anlatıyordu.
«-Hacı Efendi; Medine'ye Rasûlüllah'ın huzuruna var- dık.'Rasûlüllah
İsmail'i ayakta karşıladı. 'Hacı Efendi, Rasûlüllah İsmail'i karşılamadı.
İsmail, Kur'anı çok seviyor.' İsmail'in sevdiği Kur'anı karşıladı’’ dedi.
Allah Dostları bizim gibi değil; onlarda “Mânevî göz var ya; görüyorlar.”
«-Rasûlüllah
efendimiz," dedi ama bana orada
acayip bir hal oldu. ...
Osmaniye Cumhuriyet camiinde yaklaşık olarak on beş yıl imam hatiplikten
sonra 1975 yılında emekli olur. Emekliliğinden vefatına kadar geçen yaklaşık
otuz yıl zarfında da mânevî hizmetlerden geri kalmaz.
O küçük mütevazi evi sanki bir dergah gibidir. Geleni, ziyaret edenleri
eksik olmaz. Kesinlikle malayani konuşmaz. Kimine Kur'an öğretir, kimine
peygamberler kıssalarından, kimine de Allah dostları ve tasavvuftan anlatır.
Ama her gelenin idrâk seviyesine göre faydalı mevzulardan anlatır.
Değişikliği çok sever, her sene kaplıcaya gider. Düziçi'ndeki Haruniye,
Kahramanmaraş'taki Zeytin, Pozantıdaki Çiftehan, kaplıcaları bunlardandır.
Haruniye kaplıcalarına ilkbaharda narçiçeği açımında gider:
“Dizlerime filan çok iyi geliyor, hem de tebdil-i mekân oluyor” der.[48]
Mustafa Canbolat Amca der ki:
1999'da Sait Güngör ile İsmail Okur ağaBeyler Haruniye Kaplıcasına
götürür. Merdivenden inerken düşer, kafası betona gelir. Beyin kanaması sonucu
bir felçlik geçirir.
Kısmi felçlik sonucu yoğun bakımda kaldığı zamanlar namazlarını kılamaz.
Tam şuur kaybı da olmamıştır. Kılamadığı namazlarını hatırlar. O halinde
Allah'a niyaz eder:
“Allah'ım bu namazlarımı kılayım sana borçlu gitmeyeyim. Kazalarımı kılmadan
canımı alma,” der.
Bilahare hastaneden eve gelir gelmez:
“Hemen kaza namazlarımı kılmam lazım.” diyerek borçlarını
Mütevazi bir hayat sürdürürken 2002 yılında tekrar rahatsızlanır. Son
anlarında konuşmaz olur, bu bir hafta kadar sürer.
Abdi Tolu Bey den:
“İsmail hocamı, 1984 yılından beri tanırım. O son zamanlarında ziyarete
gitmiştim. Sekerat[50]
hâlinde sanki Sâmi Efendimiz olmuş, O'nun şeklini almıştı. Çünkü; devamlı Sâmi
Efendimiz'den bahsederdi.”
Vefat anını Oğlu Sâmi Abi'den dinleyelim:
Babam Beyin rahatsızlığının ardından üç sene sonra tekrar rahatsızlandı.
Vefatına bir hafta kala rahatsızlığı arttı. Vefat edeceği gün eli göğsünün
üzerinde sürekli Allah, Allah... diye zikrediyordu. Başında Yasin-i şerif
okunmaya başlandı. Bu arada ikindi namazı vakti geldi. Allah, Allah, derken son
defa ‘Allah' dedi, göğsü hafiften kalktı ve son nefesini vererek ruhunu teslim
etti.
O an bana acayip bir hâl oldu. Evladı olarak ağlamam gerektiği halde,
içime değişik bir sevinç hali geldi. Sanki içimde bir çağlayan coşuyordu,
tarif edilecek gibi değildi. Etrafada çok güzel bir koku yayıldı. Bağıra bağıra
ağlamam gerekirken, içimde başka bir hâl vardı. O anda ne olduğunu çözemedim.
Ya rabbi bizim de ölüm anımızı böyle olsun,' diye dua eyledim.
Vasiyetinde, ‘cenazemi Mustafa Kısaoğlu yıkasın,' demişti. Dediği gibi
Mustafa Kısaoğlu Hocamız yıkadı. Bizde su döktük. Cenaze namazını Kurtuluş
Camiinde kılmayı düşündüysek de Fatih Camii imamının:
“Hocamız, benim
camimim cemaati idi, müsaade etmem,” demesi üzerine, ikindiden sonra Fatih
Camiinde kıldık. [51] Havada hafif bir yağmur vardı. Darı bekaya irtihal ettiği gün tarih 1 Ekim
2002 Salı gününü gösteriyordu.
Nasıl Yaşarsanız Öyle Ölürsünüz...
Vefatında yanında olan İsmail Canbolat Bey de şunları anlatır:
Allah Dostları son anlarını hep düşünmüşler. Son nefeste halim nasıl
olacak, acaba imanla gidebilecek miyim? Derdinde olmuşlar. Biz İsmail hocamın
nasıl yaşadığını gördük. Vefat ederken de yaşadığı gibi dünyasını değiştiğini
gördük.
Hani Peygamber Efendimiz Hadis-i Şerifte: “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz,
nasıl ölürseniz öyle diriltilirsiniz."[52] diyor ya
İsmail Hocam ruhunu teslim ederken “Allah, Allah.” diyordu, kalkarken de öyle
kalkacak. İnşallah.
Mehmet Yalman Bey'den:
“Vefat ettiğinde ikindi namazı sonrası akşam üzeri cenaze mezara
konuluyordu, etrafa çok güzel, mis gibi bir cennet kokusu
yayıldı. O koku uzun süre (bir hafta kadar) burnumdan gitmedi. Yatarken
olsun, başka zaman olsun bana o koku gelirdi..
Bu olaydan sonra tanıdık olsun tanımadık olsun, nerde bir cenaze olsa
isteyerek katılır oldum. Ama o koku çok hoşuma gitmişti. O kokuyu çok
sevmiştim.” Der.
Torunu Hanifi Beyde der ki:
Ben Vefat Edince Kullanırsınız
Abdi Tolu Bey, benim dikkatimi çeken çok enteresan şeylerden biri de şudur
diyerek aşağıdaki olayı anlatır:
Vefatından önce Mustafa Canbolat Amcaya bir miktar para veriyor:
“Ben vefat edince kullanırsınız. Defin, mevlüt okutma vs. bütün işleri
bununla görürsünüz.’’ diyor.
Vefat ettiğinde Mustafa Canbolat Amca yakınlarına:
“Hocamın bizde bir emaneti, vasiyeti var. Bütün hizmetleri bize ait.”
diyor.
Mevlüt okutulması, yemek verilmesi gibi gereken hizmetleri o para ile
yaptılar.
Çok sürmedi hanımı da vefat etti. Mustafa Canbolat yine:
“Hocamın emaneti daha bitmedi, bu işleri de biz yapacağız.” diyor. Bütün
hizmetini yapıyor. Bir miktar para kalıyor. Onuda varislerine veriyor.
İsmail hocam; Fıstıkçı Mustafa abi için: “Çok sağlam; faize bulaşmayan
tek adam.” dermiş.
Faruk AğaBey taziye için geldiğinde Oğlu Sâmi'ye:
“Yavrum, babanız Çukurova'da üç kişiden biriydi. Bunun böyle olduğunu da
kimse bilmedi. O' da Rasulullaha, hakka kavuştu, ” demiş. [53]
Şeyh Edebali Hazretleri, Osman Gazi Hazretleri'ne buyurur:
"Hayvan ölür,
semeri kalır; insan ölür eseri kalır.. Gidenin değil, bırakmayanın ardından
ağlamalı.. Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli "
İsmail Hoca da bu dünyadan bir “hoş sadâ" bırakarak göçmüş
oldu. O şimdi Osmaniye Alhanlı mezarlığında medfun bulunmakta ve sevenlerinden
fatihâlar beklemektedir.
Biz dünyadan gider olduk kalanlara selam olsun, Bizim için hayır dua
kılanlara selam olsun.
Yunus Emre
KİŞİLİĞİNİN BELİRGİN
HUSUSİYETLERİ
ÖNE ÇIKAN VASIFLARI
Allah dostu olduğu
konusunda kimsenin bir ihtilafı yoktu. İnsanın haline vakıftı. Kırklardan
olduğu söylenirdi.[54] Sağlığında ilim ehli olsun, mânevîyat ehli olsun, mevki makam sahipleri,
zenginler, fakirler hep ziyaretine gelir, ağızlarını dahi açmadan edeple
dinleyip, giderlerdi.[55] Yanına yaklaşıldığında ister istemez mânevîyat hissedilirdi, ama bu nasıl
bir şey dense adlandırıla- maz, ne olduğu dile dökülemezdi. [56]
Ali Onur Hocaefendi:
İsmail hocamızı herkes anlayamaz. Zaten biz evliyâullâhı bir anlayabilsek
anlayamıyoruz. Ama gittikten sonra farkına varıyoruz.
Mübarek, ‘hiçim,' der, kendini ‘hiç' kabul ederdi. “Adam
olamadık; biz bu işin kıymetini bilemedik.’’ derdi. Ama mânevî bir mektep,
medreseydi.
İhsan Kuyulu Bey'den:
İsmail hocam gerçekten farklı biriydi. Biz onu anlamış değiliz. Değerini ve
kıymetini de bilmiş değiliz. Aslında insanların değeri dünyasını değiştikten
sonra daha iyi anlaşılıyor. O zamanda iş işten geçmiş oluyor. Onları dünyasını
değiştirmeden önce bilmek lazım.
Vefatından sonraki günlerde Faruk ağaBeyimiz:
“Beri benzeri evliya İsmail hocamı anlayamaz,” dedi.
Muallim Aydoğdu Bey
şunları söyler:
Kendisinden istifade etmeye çalıştık. Veli nimet olduğunu biliyorduk.
Ancak tam kıymetini bilip istifade ettik diyemiyoruz. Kaçırdığımız çok şeyler
var,
İsmail hocamız bazen dizine vurur ve Sâmi Efendimizi kast ederek:
«-Kıymetini bilemedim, » derdi.
Şimdi bizde aynısını İsmail hocamız için söylüyoruz. Zaten İsmail hocamız
bize fırsatları değerlendiremediğimizi; pişmanlık duymamız gerektiğini de
söylerdi.
Abdi Tolu Bey der ki:
Dost ve ahbaplarından İsmail Hoca'yı anlatmasını istediğimizde mutlaka ama
mutlaka O'nun sıra dışı güzellikte bir namaz kılışını kendi idraklerine göre
dillendirmeye çalıştıkları görülmüştür.
Namaz hassalla’llâhü aleyhi ve sellemiyeti, onun en belirgin vasıflarından
biriydi. İs- lamla, İslam dışı davranışı namaza bağlar, bir müslüman kimliğinin
göstergesinin; yani alâmeti farikasının namaz olduğunu sık
sık vurgulardı.”[57]
Hastalığı şiddetlendiği zamanlarda dahi namazından taviz vermezdi. “Namaz
kılınmadığı müddetçe refaha çıkılamayacağını,” söylerdi.[58]
Ayakta zor dururdu ama namaza durduğunda aslan kesilir, namaza doyamazdı.
Namazda nazı, niyazı bitmezdi. Coşkuyla, kendinden geçercesine kılardı.[59]
Emekli İmam Mustafa Kısaoğlu Hocaefendi:
«-Namaz kılmalarına şahit olurduk. Öyle namaz kılardı ki; “O'nun iki rekât
namazına; ben bin namazımı verebilirim.” Misafirim geldi diye acele etmezdi.
Mesela; Hocamı ziyarete gelmişiz. Oturuyoruz, bizim, oraya gelmiş veya gelmemiş
olmamız, onun namaz kılışını etkilemez, her zaman nasıl kılıyorsa öyle kılmaya
devam ederdi. Namazını gafilâne kılmazdı.» der.
Saatçi Abdullah Bey de namaz kılışı hakkında:
Halit Kuyulu Bey de namazla ilgili şu hatırasını anlatır:
Bir gün, Bahçe'den Bilal ile gençleri topladık. İki araba ile Osmaniye'ye
İsmail Hocam'ı ziyarete gittik. Vardığımızda İsmail Hocam namaz kılıyordu.
Yaklaşık on beş dakika geçti. Hanımı da gençlere ikram olarak bir tepsi
portakal getirip koydu. Gençler bu arada kerpiç evde gürültüyle patırtıyla,
portakalı yediler, bitirdiler bir şey bırakmadılar.
Sonra İsmail Hocamız selam verdi. Bir baktı ki; biz varız, şaşırdı.
Yani; biz yaklaşık on beş dakikadır ordayız; gençler gürültü yapıyor. Ama
hocamızın olanlardan haberi yok. Öyle namaz kılardı.
Bilhassa sabah namazını tek başına kılarken sanki bir orduya namaz
kıldırıyor gibi sesli okurdu. Onun da sebebi hikmetini anlayamazdık.
Ali Onur Hocaefendi de şu tespitini dile getirir:
«-Namaza durduğunda “iyyakena'budu” derken ev sallanır- dı.. Mübarek bunu
tekrar ederdi.. ‘İyyake, iyyake, iyyakenağbudu' derken hakikaten ev sallanırdı.
Allahın o güzel kulunun Cenab-ı Allah'a naz ederek ‘İyyeke' der. (anlamı: Ancak
sana) Demek ki tam tatmin olmuyor bir daha ‘İyyeke' der, bir hiddetle bir daha
derdi.»
Fazlı Sarpkaya Bey anlatır:
«-Arkasında namaz kıldığımız olurdu. Namazda sureleri okurken kelimelerin
mânâ derinliğine inene kadar tekrar eder “Elhamdulillahirabbilalemin”,
dediğinde bulunduğumuz odanın titrerdiğini, hissederdik.
Hatta ‘İyyakena'budu ve iyyâkenestein' derken üstüne bastırarak
söylerdi.
Tabii bundan çeşitli manalar çıkarılabilir mesela nedir? “El-
hamdulillahirabbilalemin” dediğinde kabeyi karşısında göremediği için
olabilir. Rabbine tam münacat noktasında, O'nunla bağlantı kurma noktasında
olabilir, bilemiyoruz.. ‘lyyakena'budu ve iyyâkenestein' derken de
‘yalnız sana kulluk ederiz yalnız senden yardım bekleriz, senden başka rabbimiz
yok' manasında da olabilir. Tabii biz ham, cahil olarak bilemezdik.»
Namaz kıldırırken sanki bir komutan gibi kıldırırdı.
«-Falan falan da manen cemaate geliyor,» derdi. Hatta rahmetli amcam Mustafa
Kuyulu'nun da manen cemaate geldiğini söylemişti.
Adana'ya ilk geldiği zamanları kastederek:
«—O zaman ben ne
bulduysam; kaza namazı kılmakla buldum.” derdi.[60]
Ahmet Yakar Hoca, şunu anlatır:
Bir gün Ahmet Demir Abi'nin evinde yatsı namazını kılıyorduk. Namazda ben
müezzinlik yapıyorum. Mehmet Hocamda imamlık yapıyor. İsmail hocamda benim
sağımda duruyordu.
Namazdan sonra dedi ki:
«-Allah Allah, burası Beyti harap-Beytu viran, tekbir aldık Beytül Harama
çıktık, anlatılmaz ki; anlatasın, yaşamak lazım.» dedi.
-İsmail Hocamızın yakınlarına bir vasiyeti var mıydı? Diye sorduğumuzda:
Vasiyet olarak:
«-Namazınıza dikkat
edin. Namazınızı geçirmeyin, namaza dikkat edin.” Dediği aktarılır.
İsmail Hocamızın küçük büyük demeden bilmeyenlere Kur'an okumayı ve dini
bilgileri öğrettiği de görülmektedir.
Nitekim Halil Avşar Amca:
Kur'an-ı Kerimi güzelce okur, dinleyenlerin gönlüne nakşe- derdi., Okurken
kelimelerin üstüne bastırarak dinleyenleri şevke getirirdi.[61]
Mustafa Kısaoğlu Hoca'dan:
Hocam rahmetlinin evine sohbete giderdik. sohbetten önce Kur'an okumasını
istediğimizde, her sohbette mutlaka Bakara suresindeki Ayet el kürsi'den sonra
gelen ayetleri okurdu. Devamlı,
“Allâhu velîyyullezîne âmenû, yuhricuhum minez zulumâti ilen nûr(nûri),
vellezîne keferû evliyâuhumut tâgûtu yuhricûnehum minen nûri ilâz
zulumât(zulumâti), ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne). (Bakara 257)
Bu âyet-i kerîmeyi öyle bir okuyuşu vardı ki; hayran kalmamak mümkün
değildi.
Meali: “Allah, öyle bir Allah ki; müminlerin velisi ve dostudur. Onları
küfrün, cehaletin, nefsin karanlıklarından imanın aydınlığına çıkarır.
Kâfirlerin ise dostları taguttur. Şeytan ve şeytana benzeyenlerdir. Onlarda
kâfirleri imandan, iman nurundan cehaletin ve benliğin karanlığına götürür.
İkinci taife kâfirler ise onlar ateş ashabıdır. Orada ebedi kalacaklardır.”
Kelimelerin üstüne basa basa devamlı burayı okurdu. Sanki şunu demek ister
gibi bir hali vardı:
Ciğerci Hasan Bey der ki:
“Sohbetlerde, Bir aşr-ı şerif okuyun efendim,” dediğimizde içinde
"...cenneten ve harîrâ."[62]
kelimeleri geçen ayetleri okurdu.
Mullim Aydoğdu Bey şuna değinir:
Yasin suresini çok okurdu. Bazen hatim filan okunduğunda mübarek Yasin
bağışlardı. Para toplandığı zaman: “Benimde Ya- sin'im var, bu da bu şekil
olsun,” derdi.
Oğlu Sâmi Abi anlatır:
Terör olaylarının çok arttığı bir gün:
«-Oğlum bunun için kırk bir Yasin okuyacağız,” dedi.
İşaret ettiği bazı kişileri çağırdık. Yâsîn-i Şerifi, her mübin[63]
kelimesine geldiğimizde başa dönerek okuyorduk. Yedinci mübi- ne geldiğimizde
okumayı tamamladık. Akasından da bir dua yaptı.
İsmail Canbolat Bey de şunu ifade eder:
Rahmetli annesinden çok bahsederdi.
“Annem; çok imanlıydı.” Derdi. Annesi çok Kur'anı Kerim okurmuş. Hacca gidenler annesini
gördüklerini söylerlermiş. “Ama İsmail efendi; Annem bu hale nasıl geldi,
biliyor musun? Kur'anı Kerimi çok okurdu ondan." derdi.
Fuat Tülüce Bey bir hatırasını şöyle anlatır:
Kur'an okumayı öğrenmek için Kur'an kursuna gidiyordum. Kurs çıkışı da
bisikletin arkasındaki sepetliğe Kur'an cüzünü poşet içerisinde koyar İsmail
Hocamın evine giderdim.
Böyle bir gittim, iki gittim, üçüncü gün evine vardığımda evinin kenarına
bisikletimi kilitleyip yukarı çıktım. Ne bilecek bisikletin arkasında poşetin
içinde Kur'an cüzünün olduğunu, bir gün yanına çıktığımda dedi ki:
«- Oğlum, Kur'an cüzünü bisikletin arkasına(sepetliğine) koyma, biraz
yüksek tut.” dedi.
Orada cüz olduğunu, poşet olduğunu benim oraya bisiklet ile geldiğimi
nerden biliyor?
3-
SÜNNET-İ SENİYYEYE
TİTİZLİĞİ
Mustafa Canbolat Amca anlatır:
Bazen benim fıstık dükkanına gelirdi. Bana:
«-Şunu şöyle yapsak nasıl olur, » gibi danışırdı.
Ben de:
«-Hocam sen daha iyi bilirsin.» derdim..
«-İstişare sünnet, sünnet.» derdi.
Dişleri yoktu ama takma diş kullanırdı. Takma dişlerini sünnete uymak
gayesiyle misvakladığını anlatırdı. Yani diş misvak- lamanın sağlık yönünden
faydalı olmasından daha çok ‘sünnet olmasını' vurgulamış olurdu.
Peygamber Efendimiz'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bahsederken “kafası”
demez, “kafası şerifleri” diye saygı ifadesiyle anlatırdı.[64]
Peygamberimize âşık
bir insandı. Veresetü'l Enbiyâ olan Allah dostlarının ve Sâmi Efendinin O'nun
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) nurunu taşıdıklarını ifade ederdi.[65]
İsmail Hocaefendi seherine, teheccüdüne ehemmiyet verir, gece ibadetine
gündüzden hazırlanırdı. Mesela; yatsı namazını kılınca erken yatar, gündüz görüştüğü
kişilere, yediğine dikkat eder, midesini abur cubur rastgele yiyeceklerle
doldurmazdı.[66]
Onu çok iyi tanıyanlardan Mustafa Kısaoğlu Hoca şunları anlatır:
İsmail Hoca'mın seheri sağlamdı. Yani seherî idi. Bu her halinden
belliydi. Sohbetteki halinden diğer hallerinden de bu anlaşılıyordu.
Zaten Mûsa Efendimiz'in olsun, Mahmûd Sâmi Hazretleri'nin kitaplarında
olsun, Seherin fazileti hakkında çok güzel bilgi veri-
yorlar ve seherin önemini anlatıyorlar. Büyüklerin ifadelerinden şunu
anlardık; ‘seheri uykuyla geçirenin, sohbeti de uyku ile geçer.' Eğer bir
insanın sohbetlere karşı bir zaafı varsa, mesela sohbette uyuyorsa, o seherine
baksın. Bunu Mâsa Efendimiz'in (ks) bir eserinde okuduk.
Mübarek erken kalkardı. “Saat on, yatağa kon. Tavuk gibi yat; horoz gibi
kalk.” derdi.
Gece ibadetinin kıymetini bilirdi. Geceyi iple çekerdi. Gecenin alt
yapısını gündüzden oluşturur, ikindiden sonra yediklerine gece ibadetine engel
olmaması için daha dikkat ederdi. Doğru bildiğinden taviz vermez, hâl ve
hareketlerini, yemelerini, içmelerini geceye göre ayarlardı.
Bir akşam ziyaretine gitmiştik. Yatsıdan sonra çay veya hazırdaki ikram
neyse o gelmişti: ‘Hocam sizde buyurun,' dedik.
«-Bal da olsa yemem. » dedi.
Bu çok mânâlı bir şeydi, yani geceye hazırlanıyordu. Yediklerine dikkat
eder, öğle namazından sonra biraz uyur yani kaylûle [67] yapardı.
Teheccüdün, seherin değerini de bildiğimiz halde gündüzden yaşayışımıza,
helale harama dikkat etmediğimizden geceyi cevval, canlı geçiremeyiz. Halbuki;
öğlen biraz uyusak, akşam yemeğimize, gündüz görüştüğümüz kişilere dikkat
etsek, sehere kuş gibi kalkarız.
İsmail Hocam bunları çok iyi bildiği için kararlı davranır. Hatır gönül
dinlemez, yemeyle içmeyle ilgili yanlış bir teklif getiriliyorsa iştirak
etmezdi. [68]
Sâmiye Hanım teyze şunları anlatır:
«-Babam gece uyumazdı. Yatsı namazını kılıp yatar, saat on iki gibi uyanır
bir daha kesinlikle yatmazdı. Sabaha kadar zikir, fikirle vakit geçirir. Sabah
namazından sonra da kırk beş dakika yönü kıbleye doğru olarak dünya kelamı
konuşmadan oturur, sonra bir saat kadar yatar, on gibi kalkar sabah
kahvaltısını yapardı. İkindi namazından sonra da yemek yer başka yemezdi.»
Tavuk haşlamasını severdi. Mesela; bende şahit oldum, akşamdan tavuk
haşlaması hazırlatmış bir kenara koymuştu. Bana da gösterdi. Dedi ki:
«- Bak, nefsimi aç
bırakıyorum ve nefsime şart koşuyorum: ‘Ey nefis; bak çok güzel tavuk haşlaması
var. Beni gece sehere kaldırırsan onu sana yediririm. Yoksa aç yatar, aç
kalırsın.' diyorum. Böyle yaparsam gece beni ibadete kaldırıyor,” dedi.[69]
5- SOHBETE GÖSTERDİĞİ EHEMMİYET
Sohbetlerde vesâir zamanlarda ilerlemiş yaşına rağmen di- züstü oturur,
sohbeti gözü yumuk olarak, dikkatle dinlerdi. Sohbet âdâbına uymayanları da uyarır;
‘âdâba uymamanın feyze mani olacağını imâ ederdi.' Yani hâliyle ve kâliyle
sohbetin âdâbını telkin ederdi.76
Ciğerci Hasan Gedik Bey anlatıyor:
Bir gün tam sohbete başlayacağımız esnada bir kedi kapıdan içeri girdi,
geçti sobanın yanına oturdu.
Sohbet esnasında abilerden bir tanesi uyukluyordu. Hocamız elindeki tesbihi
ona bir fırlattı:
«-Sohbeti kesme!..» dedi.
Sohbetten sonra:
«-Hocam tesbîhi neden attınız dediğimizde?»
«-O anda atmasaydım. O kardeş herkesin dikkatini dağıtacaktı. Sabah
sabah uykudan kalkıp geldin; sohbette uyunur mu mübarek?
Burası Allahın sofrası, buraya istifade etmeye geliyorsunuz. Bak bir kedi
dahi uyumuyor, sen uyuyorsun, bir kedi kadar dahi olamıyorsun. Kediden ibret
alın.» dedi.
Bu konuda damadı Berber Mehmet Amca da şunları söyler:
Sohbete çok ehemmiyet verirdi. Sohbet olduğu zaman bir telaş görülürdü.
Sobayı yaktırır, içeri fırın gibi olurdu. Genellikle sohbeti başkaları okur, o
da gözü yumuk olarak dinlerdi.
Oğlu Sâmî'nin düğünü olduğu pazar günü sabahleyin, her zaman olduğu gibi
kendi evinde sohbeti yaptılar. Kayınbaba ve damat sohbetteyken düğüne gelen
misafirler Sâmî'yi ve kayınba- bayı soruyordu. Yukarda işleri var diyoruz.
Sohbet olduğunu da bilmiyoruz. Sonradan anladık ki sohbet yapılıyormuş. “Bu
düğün günü de sohbet olmasa ne olur yani...” dedim. Çünkü; biz o zaman sohbetin
ne demek olduğunu fazla bilmiyorduk...
Pek açık vermezdi ama sohbetteki oturuşundan, edebinden sanki Sâmi Efendi
hazretleri orada varmış gibi bir tavır içerisinde olurdu. Yani huzur içinde
olurdu. Sanki sohbeti yapan Mahmût Sâmi Ramazanoğlu'ymuş gibi dinlerdi. Zaten
biz şunu biliyorduk: ‘Ruhaniyet tecelli ederse sohbet güzel gider.' Bunu
bilirdik.
Biz görmesek de sohbete ruhaniyet gelirse sohbet iyi gider. Ruhaniyet
iştirak etmezse sohbette feyiz olmaz. Bunu bilirdik. Hocamın evinde, hangi konuda
olursa olsun, yapmış olduğumuz sohbetler hep feyizli geçtiğinden ruhaniyetin
oraya geldiğini bilirdik.
Bu gün bazı kardeşlerimiz yetişmişse onun evinde yaptığımız sohbetlerin çok
büyük önemi vardır. İsmail hoca; hâliyle sohbet âdâbını öğretirdi. Yani; öyle
lakayt değildi. Bize sohbetin nasıl dinleneceğini bizzat yaparak gösteriyordu.
O zamanlar sohbeti diz dize oturarak yerde yapardık. İhvan hakikaten
sohbeti iple çekerdi.»[70]
Edep, ilim sohbetlerde
bellenir,
Sulanırsa kuru çalı
güllenir,
Sohbet ile letayifler
dillenir,
Gelin sohbetlere devam
edelim.[71]
Bahçe İlçesi Esnafından Yüksel Abi anlatır: «-Bir gün Ahmet Demir abilerde
sohbet vardı. İsmail Hocam'da orada bulunuyordu. Sohbetin sonuna doğru
toparlanıyor gibi oldu, nerdeyse ayağa kalkacaktı sonra geri oturdu. Biz ayrıldıktan
sonra Mehmet Hocama:
«-Peygamber Efendimiz(salla’llâhü aleyhi ve sellem) geldi şuraya oturdu,
sohbete dahil oldu.» demiş.
6-
HELAL LOKMA HASSALLA’LLÂHÜ
ALEYHİ VE SELLEMİYETİ
Helal lokma hususunda çok hassalla’llâhü aleyhi ve sellem davranır ve şöyle
derdi:
"Haram lokma nefse güç kazandırır, ruhu zayıf düşürür.’’79
Oğlu Sâmi Bey'den:
Babam örnek bir insandı. Hiç unutmuyorum şunu söylemişti:
“İmamlık yaptığım dönemlerde mesaiye o kadar dikkat ettim ki;
kıldıramadığım namazların hesabını yazdım. Ne kadar ücret tuttuysa sadaka
olarak verdim,” demişti.
Memuriyete giderken de bana şu nasihatte bulunmuştu:
«-Oğlum, ha hırsızlık yapmışsın; ha mesaiden çalmışsın. Mesaine dikkat et.
Böyle yapmazsan çocuklarına haram rızık yedirmiş olursun. Sana verilen işleri
de harfiyyen yerine getir, getirmezsen yine eksik görev yapmış olursun ve
çocuklarına da haram rızık yedirmiş olursun. Haram rızık yiyen çocuktan hiçbir
zaman hayır göremezsin,” dediğini aktarır.
Oğlu Hüseyin de şunu nakleder: Babamın bir kişiye borcu varmış. Rüyasında
uyarmışlar. Alacaklı kişiye borcunu vermek için gitmiş ama bulamamış. Borcuna
karşılık alacaklının hayrına Arıklıkaş köyündeki camiye saat almış. Ve halen
duruyor.
Bir darbı mesel anlatılır:[72]
“Zamanın insanları bir Allah dostundan izahat almak için: Çocuğumuzu nasıl
terbiye edebiliriz demişler.
O da cevaben buyurmuş ki:
«- Helal lokma yediriniz, sonra sokağa bırakıveriniz, Allahu Teâlâ (c.c.)
onu himaye eder.”
Enver Arpacı unutamadığı hatıralardan birini şöyle nakleder:
İsmail Hocam, Oğlu Sâmi'yi tavuk almak için pazara göndermiş. Sâmi'yi
kandırmışlar. Tavuğu yüksek fiyata vermişler. İki üç tane tavuk fiyatına, bir
tavuk almış.
İsmail Hocam Bana anlatıyor:
«-Oğlum; ben devamlı bu tavuktan aldırıyorum seni kandırmışlar. Sen sen ol,
herkes seni kandırsın; ama sen kimseyi kandırma!.. Dedim. » diyor
O zamanlar hazır temizlenmiş piliçler yoktu.
Pazardan canlı tavuk alınırdı. Canlı alınan tavukları mekruh olmaktan kurtarmak
için birkaç gün bekletip keserlerdi. Takva ehline göre tavukların yenebilmesi
için; İmamı Azam hazretleri üç gün, imameyne göre yedi gün kapalı bir ortamda
bulunması gerekir.[73]
Aktarılan bilgilerden anlaşıldığına göre yufka yürekli, merhametli ve
duygulu bir gönle sahiptir bu hususta Mustafa Canbo- lat Amca der ki:
“Ziyaretine vardığımızda hiç dünya kelamı konuşmazdı. Elinde tesbihi olur,
zikrini çeker, Sâmi Efendi'nin ve Allah dostlarının hallerinden bahseder,
anlatırken de öyle ağlardı.”
Mustafa Kısaoğlu Hoca da şöyle der:
Mahmût Sâmi Ramazanoğlu'ndan anlatırken devamlı gözü yaşarırdı. Sürekli
gözünün önündeki çanakları silecek mendili olurdu. Sanki gözünde bir
rahatsızlığı varmış gibi gözü yaşarırdı. Ama gözyaşı kendi hâlinden
kaynaklanıyordu. Gözünün yaşı ku- rumazdı. Onu tanımayanlar; “gözünde bir rahatsızlığı
var gali- ba,”derdi. Çünkü herkes aynı şekilde ağlayamaz. Aynı şekilde ağlar
gibidir, ama aynı şekilde olmaz.
İsmail Canbolat Bey bir hatırsını şöyle dillendirir:
Yine bir gün arabayla Bahçe'de fabrikada çalışan oğlu Hasan Hüseyin'in
oraya götürüyorum. Osmaniye'den çıkarken elimdeki ilahi kasetini takmak istedim
ama vazgeçtim.
İçimden de; “Şimdi bunu açmayayım hocam yanımda oturuyor; bir ilahi
söylese de dinlesek.” dedim.
Biraz yol alınca Hocam peygamberimizin vefatını anlatan bir kaside var; “Fahr-i
Âlem göç eyledi dünyadan / Ümmetlerim size olsun elvedâ..." diye devam
ediyor, bu kasideyi söylemeye başladı. Yarısına kadar söyleyince ağladı, devam
edemedi.
Namaz abdestten başlar. ‘Abdestin düzgün olmazsa, namazın da düzgün olmaz,'
derdi.[74]
Abdest hususunda, taharet mevzûunda çok dururdu. Abdest alırken, el
parmaklarının aralarını, boğumlarını kıvrım yerlerini çok ovalardı. Aynı
şekilde ayak parmaklarının aralarını da yıkar, “Sâmi Efendimizden böyle
gördük.” derdi.[75]
Sünneti yerini bulsun diye, takma dişlerini çıkarıp misvaklar-
dı.84
Hastanede yatarken ayılır, bayılır, "Bana abdest aldırın, abdest
aldırın, Abdest, Abdest,” dermiş, halbuki yakınındakiler onu baygın
bilirmiş.[76]
İsmail Hoca'nın bir tası olduğu ve yaşlılık zamanlarında gece abdest alma
ihtiyacı veya başka bir arzusu olduğunda tası duvara vurarak yardım istediği
anlatılır.
Tası duvara vurunca oğlu Hüseyin, “Babam duvara vurdu,” der yataktan hemen
koşup, hizmetini görür; abdestini aldırırmış. Babası ibadetlerini bitirene
kadar bekler, sonra da yatırıp üstünü örtermiş. Bu gibi hizmetlerinden dolayı
babası:
«-Bu kazandığım sevapların yarısı senin oğlum, yarısı senin
oğlum..." dermiş.
«-Ben Hüseyin'den iyi hizmet gördüm.. Rabbim razı olsun çocuğumdan; Allah
binlerce razı olsun.” Dermiş.
İsmail amcanın zaman zaman nefis terbiyesinin önemine dikkat çektiği
görülmekte ve evlatlarını uyaran bir baba şefkati ile:
«-Ne yapıp edin nefs-i mutmainneye ulaşmaya çalışın, buna çok gayret edin!
Nefsin istekleri insanı cehenneme götürür ona uymayalım, mukavemet gösterelim,
isteklerini yerine getirmeyelim..» diyerek teyakkuzda olmayı vurgulardı. [77]
Muallim Aydoğdu Bey der ki:
İsmail Hocam nefsini bilen bir kişiydi. Bizzat Faruk Abimiz'in:
«-Nefisle ilgili bilgi sahibi olmak isteyen İsmail hocayla görüşsün,
İsmail hocam nefsini bilen bir kişi. Nefis konusunda bilgi edinmek isteyen
İsmail hocama yakın dursun, onu dinlesin ondan istifade etsin.» dediği
aktarılırdı.
Muallim Aydoğdu Bey devamla diyor ki:
Bize nefsin gerçek yüzünü bildirir:
«-İnsanda nefsi-i hayvani ve ruh-i sultani[78]
arasında mücadele vardır. Nefsi-i hayvani bastırdığı zaman mukavemet gösterin.
Nefsi hayvaninin tahrikine kapılmayın, direnin, güçlü olun, ondan
gelebilecek tekliflere hazırlıklı olun,» derdi.
İsmail Canbolat Bey de şunu aktarır:
“İnsanın kalbinde bir kürsü var. Eğer o kürsüye cismi nûraniyi oturtursan
senin amelin çok daha iyi olur, şaşmadan gidersin. Vücuda cismi nurani
hükmederse cennetin kapısı ona açılır. Yok, eğer bu kürsüye cismi hayvani
oturursa o zaman da ziyan edenlerden olursun." derdi.
Nefis ve ruh hakkında anlatırdı:[79]
“Nefisle ruh terazi gibidir. İnsan kendine dikkat ederek biraz ibadet etse,
ruh biraz yukarı çıkar ama biraz boşluk bulup da kişi harama düşerse, nefis
hemen kabarır, yukarı çıkar. Nefis ve ruh böyle her zaman birbirini kovalar;
ölünceye kadar aynı terazi gibi bir aşağı iner, bir yukarı çıkar, nefsi
öldüremezsin ama zikrullah onu biraz sakinleştirir,’’ derdi.
“Nefis yetmiş katır gücünde, onu kimse kımıldatamaz, Sadece nefsin başını
zikrullah biraz eğer."derdi.
Ruh kötülüğü emretmeyen, nefis ise kötülüğü emreden bir şeymiş. Nefis bir
avukatmış her şeyi yaptırır; ‘sen haklısın, sen haklısın,' dermiş.
Bünyamin Gökçe Bey aktarır:
En çok etkilediğim şeylerden birisi de İsmail Hocam:
“Nefsim bana diyor ki: "İsmail ben yanmaya razıyım yeter ki, seni de
yakayım” derdi.
Kütahya şivesiyle hızlı ve kibarca muhatabının idrak seviyesine göre
konuşurdu. Yardımcı olmaktan çok haz alırdı. İstekli olanlara, meraklı olanlara
alaka gösterirdi. Genellikle arif diliyle sohbet ettiğinden konuşmaları hep
mesaj yüklü olur, anlayabilirsen anlardın, çok açık gitmezdi. Mesaj yollu,
işaret diliyle söylerdi. Bazı arkadaşlar da onu özel olarak ziyaret etmeye
gider, duasını alırlardı.89
Saatçi Abdullah Bey bu hususta der ki:
Hızlı konuştuğu için herkes onu anlamazdı. Sesinin tonu çok açık ve net
değil, ince, titrek ve kibar olmasından dolayı dikkatli dinlemeyen anlamazdı. Halbuki
o kadar hikmetli sözler konuşurdu ki biz anlardık. Bir gün muhabbetle hızlı
hızlı konuşuyordu:
“Akşam, akşam Efendim, Sâmi Efendimiz geldi, oturduk fazlada durmadı gitti. ”dedi.
Bunun gibi konuştuklarında sır vardı. Bazen Ladikli Ahmet Ağa[80]
gibi kendini gizlemediği de olurdu.
Oğlu Sâmi Bey'den:
Bazen damda kimse yokken kendi kendine yüksek sesle konuşarak vaaz verir,
anlatır anlatır sonra da:
"Konuşsam tesiri yok; sussam gönlüm razı değil, çektiğimi bir ben bir
de Allahım bilir,’’[81] derdi.
Mürşidin öneminden
bahsederken:
“Hurşit çok ama mürşit az’’ der, mürşidin zarürü ihtiyaç olduğunu vurgulardı.
Sâmi Efendi'yle (ks) tanıştıktan sonra da:
“Mürşit bu, mürşitlere teslim olun, hurşitleri bırakın,”[82]
derdi.
Mürşit olmadığı halde, mürşit gibi geçinen bazılarına da:
«-Talibi mürşit yetiştirir, onlar mürşidim diyerek yol kesiyor, talibi
yoldan koyuyor, hırsız onlar. Mürşitsiz talip yetişir
mi?’’[83] der, sahte mürşitlere
çok kızardı.
İnsanları uyarırken, azarlamaz nâzikçe incitmeden konuşur, ürkütmez, güzel
bir üslûb kullanır, bu hayatla âhiret hayatını kıyaslama yaparak hatırlatırdı.
Hataları yüze karşı direk söylemez, dolaylı olarak konuşurdu. Mesela; “İsmail
adam ol!.. İsmail namazını kıl !..” diye kendine söyler, ama bize nasihat
ederdi. [84]
«-İsmail, akıllı ol;
aklını başına al, cehenneme gidersin bak!." derdi. Tabi bizler mesajı anlar, ders çıkarırdık.[85]
İnsanın İyisi Mezarda Belli Olur
Zafer Camii İmamı Adem Hoca anlatıyor.
Bir gün İsmail Hocam'a:
-Hocam, nasılsınız, iyi misiniz?” dedim.
-Dananın iyisi pazarda; insanın iyisi mezarda belli olur.” Dedi. Önce pek
anlayamadım ama düşününce gerçekten de güzel bir söz, nükteli bir kelime
olduğunu fark ettim. Yani bir hayvanın gerçek değerini pazara çıkardığında ona
fiyat verilince anlarsın.
“Kadının işi çok kolay Birincisi; tesettür, İkincisi; namaz Üçüncüsü; oruç
Dördüncüsü; kocaya itaat." derdi.
"Hac kadına farz değil. Kadına hac nasıl farz olur? Babasından bolca
bir para düşerde elinde para kalırsa hacca gitmesi farz olur. Kocası ne kadar
zengin olursa olsun, hac kadına farz değil.”
Biz İsmail hocamın yanında kalbimizi tutmaya çalışırdık. Bilirdik ki:
“İsmail hocam kalbe vakıf birisiydi.” Buna da yakinen şahit olurduk.
Kalp gözü açıktı. Gözün harama takılıp ta yanına vardıysan, uyarırdı.
Hanımınla tartışıp ta yanına vardıysan hemen o konuda bir uyarı yerdin. Neye
ihtiyacın varsa ondan konuşurdu. 96
Kalbi tutma konusunda
derdi ki.:
“Kalbi tutmak, zeytin yağında balık tutmaya benzer; kalbi tutmak zeytin
yağında balık tutmaktan daha zordur."
Zekeriya Çetin Bey bir hatırasını şöyle anlatıyor.
1985 yıllarında Ahmet Başkülekçi rahmetlinin evindeydik. Onbeş yirmi kişi
vardı. İkindi namazını kıldık. Namazdan sonra Rahmetli İsmail hocamızın elini
öpen gidiyordu.
Ben de aynı şekilde elini öptüm bana; “sen otur,” dedi.
Bende oturdum, ama iç alemimde endişeli bir haldeydim. Benim haleti ruhime
Allahın izniyle vakıf oldu. Biz zaten onun hal ehli bir kişi olduğunu
biliyorduk.
Bana:
«-Sen otur.” Deyince, yanına diz çöküp oturdum.
Dedi ki:
«-Buyolda üç tane tokmak var.»
Sonra saydı:
«-Birincisi; dert tokmağı, İkincisi; yaş tokmağı, Üçüncüsü de; aşk
tokmağı.» dedi.
Birinci tokmak, dert tokmağını vururlar. Bir şekilde imtihan ederler.
Bunlara takdiri ilahi diyeceksin, kader icabı istemesen de bazı olaylar başına
gelebilir. Sabredersen bunları atlatırsan.
Ondan sonra İkinci tokmak; yaş tokmağını vururlar. Bu sefer gözlerinden yaş
akar. Hangi haleti ruhaniye ile olursa olur, yaş akar.
Onu da atlatırsan bu
defa Üçüncü tokmak; aşk tokmağını vururlar. Ondan sonra düdüğü çalarsın, bu
köşeyi döndün demektir.» Dedi. Allah rahmet
etsin, bu hatırasını unutmuyorum.
Çatıda Kuşlarım Var Onlara Vereceğim
Muzaffer Acar Bey anlatıyor:
Ben ilk defa 1986 da Kayseri'den çıkınca Osmaniye geldim. O zamanlar evimiz
İsmail Hocalara yakındı. Bizim peder:
«-İsmail Emmi'yi ziyaret et; o evliyadır,” dedi.
Bunun üzerine bir gün ziyaretine geldim. Yemek yiyordu, tepside balık,
yanında da ekmek vardı. Balığın etlerini ayırıyor, iyi yerlerini yiyor, bir
kısmını da ekmekle karıştırıp kenara koyuyordu. İçimden:
«-Bizim peder evliya falan diyor ama yemeği israf ediyor.” Dedim. Biraz
sonra:
«-Benim çatıda
kuşlarım var, ayırdıklarımı onlara vereceğim,” dedi.
12- ŞER'İ KONULARDAKİ HASSALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİYETİ
Kişilerin Allah katındaki değeri yani kıymet-i harbiyesi; Allahın
emirlerine gösterdiği hassalla’llâhü aleyhi ve sellemiyetidir. Kişinin ayarı
oradan çıkar. İşte dirilik buradadır, birilerinin zannettiği gibi uçması kaçması,
orası hopladı, burası zıpladı değildir. Bir gün İsmail hocamıza bir mesele
sordum. Fıkıhla ilgili kişilerin görüşüne müracaat etmekle beraber; o hâl ehli
olduğu için onun da fikrini almak istedim. Cevap olarak:
“Efendim şöyle şöyle." diyerek açıkladı. Biz cevabımızı alınca eve geldik. Çok geçmeden oğlu Sâmi
geldi.
Buyur Sâmi dedim:
«-Abi babam gönderdi. Diyor ki; o sorduğunuz meselede; benim söylediğim
yanlışmış, doğrusu şöyleymiş.” dedi.
Ben ordan ayrılınca Oğlu Sâmi'ye:
«- Durma Sâmi hemen koş, ben böyle demiştim ama doğrusu öyle değil;
şöyleymiş. Hemen bilgiyi yetiştir. Onunla amel edipte şer’-
i vebali olmasın.» demiş.
İsmail Hocam'ızın buradaki hassalla’llâhü aleyhi ve sellemiyeti çok
önemlidir. Söylediği şeyin çok doğru veya yanlış olmasından daha çok buradaki
din gayreti önemlidir. Hatta araştırdım, birinci söylediği de doğ- ruydu.98
Çiğerci Hasan Gedik Bey aktarır:
Sâmi Efendimiz'in şer'-i konularda çok hassalla’llâhü aleyhi ve sellem
olduğunu şu hatırasıyla anlatırdı. Bir gün Efendi hazretlerinin evinde birlikte
otururken, kapı çaldı. İkram getirildi. İçimden dedim ki:
«-Mübarek yorulmasın, zahmet etmesin. Kapının arkasından görünmeden elimi
uzatıp getirilen ikram tepsisini alayım, diye gönlümden geçirdim. ”
Daha aklımdan geçirmiş ve tepsiyi almaya yeltenecektim ki:
«-Sâmi Efendi Hazretleri pratik, seri bir biçimde hemen tepsiyi alıp
getirdi ve önüme koydu.” diyor.
Şer'i konuyu
anlatırken bu hatırasına sık sık değinirdi.
Bursa havaalanına
bekçi olarak girmiş, maaşı da iyiymiş. Bekçilik yaparken namazını aksatmaz
bazen de Kur'an okurmuş. Babamı şikayet etmişler:
“Bu ibadet yaparken
birileri gelip burayı soysa haberi olmaz,” demişler.
Babam da:
“Benim namazıma mani olunan yerde ben çalışmam,” demiş, oradan
ayrılmış.
İsmail Hocamız bir
yere odacı olarak girmiş.
«-Ben nerde
çalışacağım?” demiş.
Şurada diye bir oda
göstermişler. Çalışacağı yere bakmış ki; orada kadınlar da var.
«-Ben bunların içinde
mi çalışacağım?» demiş.
«-Evet.» demişler.
«-Hadi bana
eyvallah!..»
“Kadının olduğu yerde
ben yokum" demiş..
İsmail Hocam şunu da
çok anlatırdı.
İhvanın biri Sâmi
Efendiye:
«-Ben hanımımı
haramdan koruyorum,” demiş.
Böyle söyleyerek biraz
övünecekmiş.
Sâmi Efendi:
«-Validenizi, benim
kardeşim tanımıyor.” Demiş.[86]
Saatçi Abdullah Beyden:
Kayınbabam İbrahim Ata; “en çok hoşuma giden şey” diyerek şunu anlatırdı:
“İsmail Hocam Cumhuriyet Camiinde imamlık yaptığı yıllarda, camiden
dönerken kafasını yerden kaldırmadan, sağa sola bakmadan, eve giderdi.”
Sâmi Efendimiz de öyle
yaparmış.[87] İsmail Hocamız'a yürürken yere bakıp gittiği için, “yere bakan hoca” da
derlermiş...[88]
Keskin Bir Hafızaya Nasıl Sahip Olunur?
Mahir İz Hoca'ya sormuşlar:
“Keskin bir hafızaya nasıl sahip olunur?”
«-Evladım biz Osmanlı mektebine gittik. Bize ilk gün “Yolda nasıl yürünür”
bunun kaidesini öğrettiler.. Göz, yürürken ayağın ucunda olacak (Nazar ber
kadem)
Gözümüz hep ayağımızın ucundaydı. Hep önümüze bakardık. Sizler sürekli
etrafınıza bakıyorsunuz. Ona bak, şuna bak. Sizde hafıza olmaz.
Günahı göz işler de
belasını gönül çeker!. Gözler bakar, gönül rahatsız olur ve hafıza zayıflar.[89] diye cevap verir.
Aylığı aldığında kuşlar için hususî olarak, üç-beş kilo buğday alır, bunu
da bizzat kendi taşıyarak getirir, yem olarak kuşlara verir, bize de
bırakmazdı.
Dama (evin üstüne) gelen kumrulara yem verir:
«-Bak Hû, Hû diye zikir ediyorlar,” derdi.[90]
Ali Onur Hocaefendi de der ki:
O farklı bir insandı O'nun merhametini herkes anlayamazdı. Sivrisinek eline
konardı. “Senin şerrinden Allaha sığınırım seni öldürmem çünkü sen, İbrahim
Peygamber'e zulüm eden Nemrut'un Beynine girdin, eziyet ettin ya, onun için
sana eziyet etmem." Der, sivrisineğe dokunmazdı.
Oğlu Hüseyin Beyde şöyle der:
Karıncalara yemeleri için şeker atardı. Bir gün yanına vardım; şeker
döküyordu.
“Ne yapıyorsun baba,” dedim.
“Karıncalar için oğlum, karıncalara,” dedi.
[91]
Kızı Sâmiye Hanım teyze aktarır:
Ekmeğin kırıntılarını biriktirir ıslatır, sonra sıkar kuşlara ye- dirirdi.
Bana da:
“Kızım; bak bak nasılda yiyip, yiyip dua ediyorlar. Yiyecek bulamayanlar
geliyor burada karnını doyuruyor; sende böle yap,” derdi.
İsmail Hocamız'ın kuşlara yem verme işini vefatından sonra hanımı da devam
ettirmiştir.[92]
Hüseyin Bolar (küçük oğlu) şunları söyler:
Babam kumruları çok severdi. Onların guk guk guk diye ses çıkarmalarına
bakar:
«-Bak oğlum, bak Allah diyorlar.” derdi.
Arabalar dönerken tin, tin ses çıkardıklarında:
«-Bak, bak, nasıl Allah diyor.” derdi.
Duyduğu sesleri Allahın zikri olarak düşünürdü. [93]
İsmail Hoca sünnet üzere günde iki öğün yemek yer, mideyi yormamak için
lokmayı çok çiğnediğinden yemesi uzun sürerdi. Onun için vücudu sağlamdı. Yemek
yerken gelenlere de ikram ederdi. Zeytinyağı ve tereyağından başka yağ
kullanmaz:
“Dünya için midene; âhiretin için kalbine sahip ol!...» derdi.[94]
Bir gün Sâmi Efendi(ks) ile yemek yerken:
«-İsmail yemeği huzurla ye!..» demiş.
Sâmi Efendi'nin (ks) bu sözünü söyler bize de mesaj olarak aynı nasihati
yapardı.[95]
İsmail Hoca'nın televizyonu hiç sevmediği ile alâkalı olarak şunlar
aktarılmıştır.
Hacı Kuyulu Bey şunu anlatır:
Oğlu Sâmi Abi'nin evi, hocamın evinin yan tarafında bitişik bölümdeydi.
Sâmi Abi bir Mevlüt kandilinde:
«-Baba gel de; televizyonda mevlüt seyredelim,” demiş.
İsmail hocam televizyonu çok değil; hiç sevmezdi.
«-Beni zorla mevlüt programını izlemeye götürdü. Seyrettik, dinledik.”
Bir ara pat diye
mevlüt arası reklam verilmiş:
«-Reklamlarda da 'istemeden bir kadını gördüm, hemen o anda gözünü çekmiş
ama bir sefer gördüm. ” diyor.
«-Hacı efendi, (mübalağa değil) kırk gün seherimi yapamadım." dedi.
Yani yapmış da
yapamamış.
«-Kırk birinci gün
bana mânevîyat yüklendi.” dedi.
Hatta oğluna da
kızmış:
«-Bir daha beni televizyonlu odaya girdirme; bana çok zarar verdi.” Demiş.
Fazlı Sarpkay Bey de
bu konuda şunu aktarır:
Televizyonların yeni
yayıldığı zamanlarda bir gün oğlu Sâmi abinin evine geçiyor.. Orada gözü
televizyona kayıyor..
«-Sabaha kadar timsahlar beni etimden tutup tutup çekti, ısırdı.” Diyerek onu tasvir
ederdi.
Saatçi Abdullah Bey
der ki:
İsmail hocam'ın sade
bir ev hayatı vardı. Öyle evin içerisine gösterişli mobilya gibi şunu bunu
alalım demezdi.
İnsan çabuk şımarır;
“ben buyum, ben şuyum, böyle oldum,” der. İsmail hocam:
“Ben adam değilim; ne olacak benim sonum Ya Rabbim!...” derdi. Hâlbuki;
“Adamın hasıydı.” Bunu da ağlayarak, ağlamaklı söylerdi.
Halid Kuyulu Bey de şöyle der:
Bir ömrü mütevazi bir odada geçti. Düşünebiliyor musunuz?
İsmail Hoca'nın da ümmet-i Muhammed'e dua ettiği görülmekte ve tıbben
tedavi imkanı bulamamış hastalara da okuduğu dualar ile şifa vesilesi olduğu
aktarılmaktadır.
Sıkıntılı gittiğimizde, bir meşgalemiz olduğunda, bir takıntımız olduğunda
duasını alır gerçekten rahatlardık. Duası geçerliy- di. Hatta zaman zaman oraya
çocuk okutmaya gelenler olurdu. “Çukurova'nın direğiydi,” diye de duyduk.[96]
Hasan Hüseyin Velipaşaoğlu da der ki:
İsmail Emmi mahallesinde şifa dağıtan biriydi. ‘Şifacı Baba' diyenler
vardı.[97]
Sâmiye Hanım teyze dualarıyla ilgili olarak şunları anlatır:
Babama okutmak için
gelen giden çok olurdu. Allahın izniyle tesiri olurdu. Haruniye‘de bir tane
oğlan iyice rahatsızlanmış. Ne yaptılarsa bunun çaresini bulamamışlar. Daha
sonra babama getirdiler. Çocuk babamı görünce: “Benim rüyamda gördüğüm adam,”
dedi. Babam, üç gün okudu, iyi oldu.
Babamın bir zamanlar midesi ağrımış. Herhalde Bakkal Hacı Hasan Efendi zamanında oluyor, o söylemiş galiba şu duaya devam et demiş:
(Allâhümme salli âlâ seyyidina muhammedin tıbbil gulubi ve de- vaaaaihe ve
afiyetil ebdani ve şifaaaaihe ve nuril ebsari ve ziyaaaaihe ve âlâ alihi ve
sahbihi ve sellim)
“Bu duadan sonra mide ağrısı görmedim yavrum,” derdi.111
Rahmetli Hoca Emmi Yusuf Aleyhisselamın duasını özellikle söylerdi:
...teveffenî muslimen ve elhıknî bis sâlihîn(sâlihîne). Meali: “Ya Rabbi
Müslüman olarak canımı al ve sâlihler arasına kat..”[98]
Ayette “teveffeni
Müslimen..” olarak geçerdi ama dualarında kendi okurken çoğul olarak
“teveffenaa müslimen.. “ diye ifade ederdi.[99]
Muallim Aydoğdu Bey namaz kılışı hakkında şunları ifade eder:
Namaz kıldırırken, kendine göre bir hali vardı. Şu dikkatimi çok çekerdi:
Sesli namazda olsun veya sessiz kılınan namazda olsun (sessiz namazda da sesi
duyulurdu) her namazda;
“Rabbenâ lâ tuziğ kulubena ba de iz hedeytenâ ve heblenâ min ledünke rahmeh. İnneke entel vehhab"[100] ayetini okurdu.
Tabii çok okuduğunu duyunca bu ayetlerin manasını merak ettik. Baktık ki
meal olarak: “.... Ya Rabbi kalbimizi saptırma..”
diye devam ediyor. Ve anladık ki: İsmail Amca güzel bir hal yakalamış,
onun korunması için dua ediyor. Bu ayeti istinasız her namazda okurdu. Yine
namazlarda sıklıkla;
“"ve yut imunettaame ala Hubbihi miskinen ve yetimen
ve esira»[101]
ayetlerini çok okurdu.
«-Bu yolumuz râbıta, râbıtası olmayanın yolu çürük.” derdi. Yani
râbıtalı olurdu.
«-Kendinizi korumak için râbıtanız sağlam olmalı, râbıta çürük olursa
kendini koruyamazsın. Bina çürük ise en ufak bir sarsıntıda yıkılıp gider. Ama
râbıtan sağlamsa korkma; halkın içerisinde otur, Efendini de dizinin dibine
oturtur, manen beraber olursan zarar görmezsiniz.” derdi.
Bazen konuşurken de:
«-Tamam bana sus emri geldi. Daha ileri gidersem, bıçağı gösteriyorlar." derdi.
Oğlu Hüseyin Bolar'dan:
Babam zaman zaman Bahçe'ye gelir, bizde kalırdı. Bir gün işten gelince,
elimi yüzümü yıkadım. Babamın yanına girdim. Sandalyede oturuyordu. Bir
sandalye de karşında boş bulunmaktaydı. Oturmak için karşısındaki sandalyeye
yaklaştığımda eliyle, oturma işareti yaptı. Ben de kapıyı örttüm, çıktım.
Sonra:
«-Oğlum sandalyede o anda Sâmi Efendimiz vardı,” dedi.
Abdullah Sâmi Bey de der ki:
Râbıta ile ilgili şüphesi olan birisi gelip soruyor.
«-Hocam râbıta diye bir şey var mı? »
O da:
«- Oluyor işte kardeşim,» demiş. Nasıl tarif etsin ki?
«-Kardeşim oluyor işte.» demiş.
19-
KABİR AHVALİNE MUTTALÎ
İDİ
Kabir ziyaretlerinden sonra orda yatanların hallerinden bahsettiği de
görülür. Kayınbabası Ömer Emmi'nin mezarını ziyaret ettikten sonra şöyle
demiştir:
"Mezarında cevizleri koparıp koparıp yiyordu, bana da verdi. Ben de
yedim. O orda meyveleri alıp alıp yiyor...’’
Enver Arpacı Bey der ki:
Bir gün İsmail Hocam ile Fıstıkçı Hacı Kuyulunun rahmetlik olan babası
Mustafa amcanın kabrini ziyaret etmiştik. Rahmetlik için: “İyi
elhamdulillah,’’ dedi.
İsmail Canbolat Bey'den:
Bana bir gün şunu söylemişti:
«-İsmail Efendi, burada müftülük yapmış olan birini rüyamda gördüm.
Çekmeceyi çekti oradan bir şeyler aldı, yedi. Demek ki orada yine var; mezarda
yiyorlar, bunu ben böyle gördüm.» dedi. O kişinin adını hatırlayamadım.
İsmail hocamın bazı garip halleri vardı. Bir defasında sohbete vardık.
Sohbetten önce anlatıyordu:
«-Geçen Hazreti Mevlana'yı ziyarete gittik.” dedi.
Aynen böyle anlatıyor:
«-Mevlana'yı ziyaret etmek için Konya'ya gittiydim. Vardım ki; Türbe
tesettüre dikkat etmeyen kadınlarla dolu, Mevlana orda yoktu ki!.. Hemen
çıktım.” dedi.
Bu şekilde ilginç tespitleri de vardı.116
Harita mühendisi Ahmet Ak Bey anlatıyor:
İsmail Hocam bir gün Bursa'da Osman Gazinin türbesine gittiğini
söylemişti. Orada oturmuş Kur'an-ı Kerîm okumuş ve dua etmiş. Epey durunca da
orada uyuklayınca:
“Rüyamda Osman Gazi o oturduğum halıyı kaldırıverdi, ‘Hey hey burası
yatacak yer değil,'dedi."
«-Ben o an hemen irkilip uyandım.
Demek ki: Onlar
kabirdeler, orda bekliyorlar, boş zannetmeyin oraları...» derdi.
Gençlik çağının kıymetini bilir, gençliğe önem verir, gençlikte yapılan
ibadetin önemini vurgulardı.
Gençliğe çok değer verir,
«-Gençler çok önemli, gençlere çok dikkat etmek gerekir, gelecek gençlerle
olur. Sizin gibi gençlerin yaptığınızı kimse yapmaz.
Biz neyiz ki, sizin yaptığınız ibadet çok daha önemli, gençlikteki ibadete
çok değer verilir.." derdi.117
Çocukları da çok severdi. Çok kibar “bıcı bıcı,” derdi.
«-Bir çocuk 'la ilahe illallah' demeyi küçük yaşta öğrenmeli.” Der, gençler nasıl
yetişirse, neslin öyle geleceğini söylerdi.
Asaletin önemli olduğunu söyler, asalette de annenin soyuna önem verir: “Adamda
iyi bir dayı olması lazım.” Derdi Çocuklara resimli elbise giydirilmesine
çok kızar:
21-
ETRAFINDAKİLERE SÜRÛR
VERİRDİ
Değişik vesilelerle bulunduğu meclislerde neş'e, ve huzur verici latifeler
yaparak gönüllere sürür verdiği de görülmektedir.
Devlet Okur Bey
anlatıyor:
Annem İsmail hocamızın çocukluğundan beri talebesiydi. Bir gün Ramazan
ayında İsmail Hocamızı ve ailesini yemeğe davet etti. Lahmacun yaptırmış.
İsmail hocamda dişlerinden dolayı lahmacunun ortasını yiyor; sert olan
kenarlarını yiyemiyordu. Kenar kısımları hanımı Meyrem Teyzenin önüne koyuyor:
«-Ye, ye... Paris'ten
mi geldin.. yesene...» diyordu.
Annem de:
«-Sen yesene,
Paris'ten sen mi geldin?» dedi.
Ailesine çok düşkündü. Ailesi de kendisine düşkündü. Bir gün hanımı suyla yerleri
temizleyip yıkıyordu.
İsmail Hocam kovadaki
suyu kapının altından döküverdi.
Hanımı:
«-Efendi, efendi ne
oldu? » dedi.
Gülerek:
«-Sel geldi sel geldi. » dedi.118
İsmail Hocam espriyi de güzel yapar, espri sanatını da bilirdi.
Bir gün kayınbabası Merhum Ömer emmiyle beraberlerdi. Kayınbabası da
hakikatten vakarlı bir insandı. Allah dostuydu mübarek. Geceleri uyumayan
Allaha çok bağlı, az konuşan, konuştuğu zaman tam konduran birisiydi.
İsmail Hocam'ın yaptığı esprisiye bak. Kayınbabası'na:
«-Elini öpeyim de şeker ver,” diye bir espri patlattı.
Ömer Emmi de buna:
«-Ged ulan, deli.” dedi.
O da:
«-Deliyim deli, Allah delisiyim.» dedi.
O kendine göre, o da
kendine göre espriyi patlattı. Güzel bir manzara çıktı.119
İsmail Hocadan değişik vesilelerle ibret alınacak özlü sözler işitilmiştir.
Bunların bir kısmına aşağıda yer veriyoruz.
İnsanları idare etme konusunda: “Hoş gör boş ver.”120 Derdi.
Mide ve kalb hakkında:
"Dünyada rahat yaşamak istiyorsan, midene; ahrette iyi yaşamak
istiyorsan, kalbine sahip ol."121 Derdi.
Şu hikmetli nasihatlerde de bulunur:
"İnsan iki yerde imtihan olur. Orda kazanırsa köşeyi döner. Biri
para, biri kadın" der: “kişi haram helal noktasına riayet ederse köşeyi döner,” derdi.[102]
“Parayı kazan, kasana
koy; kalbine koyma.”[103]
“İmtihanlar ile elene elene döküldük.”[104] Derdi.
“Allah bizimle beraber, çalışalım biz de Allah'la beraber
olalım."J25
Derdi.
“Ben er oğlu erim, rütbem yok”[105] derdi.
"Anlayana sivrisinek saz; anlamayana davul, zurna az,”[106]
derdi.
“Dananın iyisi pazarda; adamın iyisi mezarda belli
olur.”[107]
derdi.
TANIDIKLARIYLA
YAPILAN MÜLAKATLAR
Ali Onur Hocamız anlatıyor.
Gerçekten İsmail Hocam; Osmaniye'mizin gülüydü, Osmaniye'mizi yeşerten
mânevî bir önderdi. O, hakikaten tasavvufun özünü yaşadı. Tasavvufu anlatarak
değil; yaşayarak öğretti.
Bizlere ihvanlığı öğretti, tasavvufta üstada sadakatin ne olduğunu, nasıl
olduğunu öğretti, mânevîyat yolunu öğretti. Çok güzel mesajlar verdi. Hâliyle
bizlere güzel örnek olurdu.
Güzel memleketimiz Osmaniye'ye hakikaten ihvanlığı getiren bir insanı yâd
etmek güzel bir hizmet olur İnşallah.
Faruk Abimiz geçen geldiğinde:
Naz Makamında Dua Ederdi
İsmail Hocam, Ahmet Kazan hocamın kızıyla, oğlu Hüseyin'i nişanlamıştı.
Ahmet Kazan Hocam Olukbaşı yaylasında yazın imamlık yapardı. Bir yaz mevsimi
Zorkun yaylasına giderken İsmail Hocamızın Ahmet kazan'ın yanında olduğunu
duyduk. Biz de uğrayalım ziyaret edip hâlini, hatırını sorup, Zorkun'a öyle geçelim,
dedik.
Bizi görünce, “hoş geldiniz, Allah râzı olsun, ne iyi ettiniz,” dedi.
Bir saate yakın oturduk. Mübarek dünyaya hiç değer vermezdi. Orda bize şunları
söyledi:
"Ali Hocam, şimdiye kadar Rabbimden dünyalık istemedim, gene istemem;
yalnız şimdi oğlumu nişanladım ya, üç milyon lira para istiyorum. Bana
versin,’’ dedi..
Mübarek böyle söyledi. Çünkü; oğlunu evlendirecekti, para olmazsa da düğün olmuyordu.
“versin,” dedi.. Yani dünyaya önem vermezdi ama yeri geldi mi de naz ederdi..
Buradan şu anlaşılıyor:
“Cenabı Allahın, Allahına naz eden kulları vardır. Geçmişte de olmuştur.
İsmail Hocam da bölgemizde onlardan biriydi. Yani naz makamındaydı. O mânevî
güce sahipti.”
İsmail Hocamızın Cenab-ı Allah'a naz makamında[108] yaklaştığını
hikmet-i ilahi, yaşadığım şu olay hatırlattı:
Muhterem Osman Nuri Topbaş Üstadımızın Kâbe'yi Muaz- zamada, Altınoluğun
altında bir iftar sofrası vardı. Bir gün Oraya Türkistanlı Mahmud Can Amcayı
getirdiler. Çok yaşlıydı. Vefat ettiği seneydi. Tam iftar saati muhterem
üstadımız oturuyor. Mahmud Can Amca da üstadımızın sol yanında sandalyede oturuyor.
Fakirde bir arka saftayız..
İftar saatine beş dakika kala müberek ellerini açtı:
“Geldik, geldik Ya Rabbi, bak bir sürü kulun var. Bunlar dünyanın değişik
yerlerinden boşuna gelmedi. Huzuruna, kapına geldik. Oruçlu geldik, iftar
edeceğiz. Bizi affedecen, tabii kime gideceğiz başka nere gidelim. Affetmezsen
iftar da yapmayız. Affedeceksin ki, sevineceğiz iftar edeceğiz’’ diyerek duada
bulundu.
Mahmud Can Amcanın duasını orda duyunca, hemen aklıma İsmail hocamızın
duası geldi. Hani, ‘dünyalık istemem ama şimdi elbette istiyorum, bu bana
lazım,' diyordu ya.. İşte İsmail Hocamız da Cenab ı Allaha naz makamında
yönelen Osmaniye'mizin gülüydü.
Bunu da nerden aldı? Tabii ki, Üstadı Sâmi Efendi'den...”
Öğretmen İsmail Canbolat kardeşimiz, İsmail Hocamızın yirmi dört saat
emrinde hizmetindeydi. Maaşı alınacak, hastaneye gidilecek, bilmem başka işler
yapılacak, hiç erinmeden gönüllü olarak hizmet etti.
Bir gün Kurtuluş Camisine geldi:
İsmail Hocam “acil olmamakla berber müsaid bir zamanda Ali hocam bir
gelsin, ben gelemiyorum,» dediğini söyledi..
İsmail hocam ikindi namazını kılar sonra yemek yerdi. O zamana denk
getirmemizi isterdi, bir ikindi sonrası evine gittik. Tevâzûyla:
«-Hocam: Kusûra bakma ayağımıza çağırmak haddimize değil; ama
yürüyemiyorum, fazla gidemiyorum. Benim sizden istirhamım; gerekli yerlere de
iletiniz. Beni belediye başkanı seçin!..» dedi..
O zaman Osmaniye'de sadece salı günleri pazar kurulurdu. Mübarek, sıcak bir
yaz günü pazara gitmiş. Orada pazarcıların halini görmüş. Ağlayarak:
«-Hocam, 'o pazarcılar ağustosun sıcağında güneşte yanıyorlar. O Allahın
kulları güneşte yanıyor.' Beni belediye başkanı seçin; hemen o Salı pazarı
üzerine gölge olacak bir çatı yaptırayım, sonra beni görevden geri alsınlar,
başkası gelsin.» dedi.
Yani merhamet duyguları böyleydi.
Bu isteğini niye fakîre anlatıyordu, biliyor musunuz?
Hani bu mânevî yolda bize bir hizmetçilik görevi verilmiş ya; hizmet edenlerin
merhamet hâlinin daha güzel olması gerektiği mesajını vermek için çağırmış.
İhvanın İyi Yetişmesini Arzu Ederdi
Zaman zaman çıkışları oluyordu. Meselâ; İhvan gönlüne tasavvufu, üstadını
tam koymamışsa mübarek hiddete gelir:
«-Bu lafla olacak şey değil; "Adamın iyisi mezarda; dananın iyisi
pazarda belli olur.» derdi.
Mânevîyatta insan olmayı işaret eder, biz bugün varız, yarın yokuz
düşüncesiyle; içinde cevher olan ihvanın iyi yetişmesini arzu eder, mesajlar
verirdi.
-Hocam, İsmail Hocamızın bazen karşısında kimse olmadığı halde sanki
topluluğa konuşuyor gibi hitap etiğini aktardılar. Bu ne olabilir acaba?
«-Şimdi mânevîyat ortamlarına ruhaniyet teşrif ediyor ya aynen onun gibi
İsmail hocamda oraya manen teşrif eden mânevîyat erlerine konuşuyordur.
İlkokulu bitirdiğimde babam beni terzi yanına verdi. O zamanda terzi
mesleği güzel bir meslekti, Allaha şükür terzi olduk. İstanbul'a gitmeden önce
Osmaniye'de de dokuz sene terzicilik yaptım.
1992'de iş nedeniyle Osmaniye'den İstanbul'a gidince, babamdan on senem
ayrı geçti. Her sene izine geldiğinde babama hizmet etmeye çalıştım ama yeterli
değildi. Babama yeterince hizmet edemediğime üzülür; en çok da buna
hayıflanırım.
Babam çok muhterem, iyi bir insandı. Her telefon ettiğinde:
«-Oğlum sabah namazlarına kalkıyor musun? »
«-Oğlum sehere kalkıyor musun? » diye sorardı.
Namaza çok çok önem verir, gelenlere de muhakkak namazdan bahsederdi.
-Mânevî yönü ile ilgili neler söylemek istersiniz?
Vefatından sonra Faruk Efendi Abimiz taziye için gelmişti. Elimi tuttu:
«-Bak evladım; baban şu Çukurova bölgesinde üç kişiden biriydi. Babının
üzülesi hiçbir tarafı yok. Kendine gel, babanın yolundan ayrılma; baban gibi
olmaya çalış.'' Dedi.
-İsmail Emminin kırklardan olduğu söyleniyor bu konuda neler biliyor
sunuz?
-Bu hususta fazla şey bilmem. Ama babam gerçekten değerli biriydi.
Sağlığında nice makam, mevki sahibi insanlar değer verir, ziyaretine gelirdi.
Binbaşı Bünyamin Bey, postahane müdürü Mahmût Ağabey gelir, ağzını dahi açmadan
babamı dinlerlerdi.
-Abdullah Sert AğaBey ile tanışırlar mıydı?
-Tanışırdı. “O benim hemşerim,” derdi.
Abdullah Sert Abiden; “Abdullah mülayim,” diye bahsederdi.
Çiçekçi İbrahim Amcayı Ziyaret
Birgün babam İstanbul'a bize gelmişti. Babamı İstanbul Pendik- te Çiçekci
İbrahim Amcaya[109]
götürdüm. Patates dergahı denilen bir yeri vardı. Yazın gelenlere karpuz; kışın
gelenlere patates ikram ederdi. Bahçesinde bir kuyu vardı. Kuyudaki suya
soğuması için karpuz koyarlardı. O'nu ziyarete çok giderdik. Çiçekci İbrahim Amca,
babama:
«-Efendim bizim de dizlerimiz çok ağrıyor,» dedi.
Çok ağrıyor deyince, babam:
«-Dur sana biraz okuyayım. » dedi.
Birgün Muallim Abiyi Çiçekci Amcaya O'nu da götürmüştük.
Çiçekci Amca, Muallim Abiye:
“-Ne iş yapıyorsun?” dedi.
-Fıstıkçıyım Efendim.
-Hani ya fıstık getirmedin?.
-Efendim şimdi hazırlıksız geldik, ama en kısa zamanda getireceğim; yada
göndereceğim.
-Tamam bekliyorum.” dedi.
Bir gün memlekette Muallim Abi:
«-Çiçekci Amcaya sözümüz vardı. Bunu, Çiçekci Amcaya götür.» Dedi. Ve iyi
fıstıktan bir poşet hazırladı.
Çiçekci Amcayı ziyarete genelde cumartesi giderdim. Döndükten sonraki bir
Çarşamba günü içime bir istek doğdu; “emaneti geciktirmeyeyim, mutlaka bugün
bunu götüreyim,” dedim. Evine vardım. Ben daha kapıyı çalmadan, kapı açıldı:
Şaşırdım, şok oldum.
İstanbul'dan izine geldiğimde bir gün babama şunu sordum:
Baba Osmaniye'deyken Büyük Camide Sakalı Şerif uzaktan gösterilirdi. Biz o
kadar uzaktan sadece şişesini gördüğümüz halde heyecanlanır, hüzünlenir, ağlar
duygulanırdık. Çevredeki onlarca yüzlerce insan küçücük bir şişeye bakar
ağlardı. Ama ben Topkapı Sarayında Sakalı Şerifi yakın mesafeden gördüğüm halde
hiç heyecan olmadı, neden böyle oluyor acaba,” dedim.
«-Oğlum oraya gayri Müslimler de geliyor, feyiz bırakmıyorlar, muhabbetini
bitirmiş onlar,» dedi.
-Komşuları ile
münasebetlerini anlatırmısınız.
-Komşuları babamı hep el üstünde tutarlardı. Hiç bir zaman babam için şöyle
bir hatası vardı, dediklerini görmedim.
Enteresandır,
mahallemizde üç kişi vardı.
Bir tanesi horoz dövüştürüyordu. Cuma namazı dahî kılmazdı, ama babam
hakkında övgü dolu şeyler söylerdi. Babam hakkında konuşulsa en çok övgülü
sözleri o söyler.
Komşumuz olan bir teyze daha vardı. Onun bir oğlu vardı. Bir fırında
çalışırdı. İçki, kumar ve daha başka türlü türlü yanlışları, gayrimeşru bir
hayatı vardı. Birgün bir kız kaçırmış. Onunla da evlenmeye karar vermiş. Annesi
düğün yapmadan sadece dini nikâh kıyarak evlenmesini istiyordu.
Mahallede imamlık yapan hocalara gitmiş ama O'nu yakinen tanıdıkları için
hiç biri de nikâhını kıymak istememiş.
Annesi, rahmetli
Babama geldi. Babama dedi ki:
«-Hocam kurbanın olayım, ne yaparsan yap, bizim Mustafa bir kız kaçırmış
ona bir nikâh kıy, » dedi.
Babam da:
«-Tamam, getir de
kıyalım, » dedi.
Kadın gittikten sonra
babama:
«-Baba senin bunların durumundan haberin var!.. Bak nice hocalara gitti ama
onun nikâhını kıymadılar. Bu adam bugüne kadar, hayır namına bir şey işlemedi.
Her türlü pisliği var, bunun nikâhını nasıl kıyacaksın?” dedim.
Babam:
«-Oğlum biz bunun nikâhını kıymazsak bu ne yapar? 'Zina eder," nikâha
inanıyor ki, buraya geliyor. Belki Allah kalbine bir ilham bırakır, bizde dua
edelim.» dedi.
Yani herkes fetva
tarafını düşünürken; babam takva tarafını düşünüyordu. Ve onların nikâhını
kıydı.
İnşaallah Kısa Zamanda Borçlarını Öder
1992 de İstanbul'dan iş teklifi gelince Osmaniye'den İstanbul'a göç ettik.
Bu nedenle babamdan on senem ayrı geçti. Ayrı kaldığımdan, babama yeterince
hizmet edemedim. Ancak izine geldiğim zamanlarda hizmet ettiysem de bu yeterli
değildi, en çok buna hayıflanırım...
İstanbul'dayken dahi babamın birçok kerametleriyle karşılaştım.
1995 yılında ev taksitlerimden dolayı dolar ve mark üzerine çok borcum
vardı. Sürekli artıyor, gözüme uyku girmiyordu.
Bu sıkıntı içerisinde bir gün evde otururken gayri ihtiyari elimi ev
telefonuna uzattım. Telefon bir defa dahi çalmamıştı. Ahizeyi elime aldım
kulağıma götürdüm. Baktım babam telefonda:
«-Selamün aleykum oğlum; nasılsın?» diyor.
Babamın o dönemde evinde telefonda yoktu. Telefonda babamla karşılaşınca
şaşırdım. Kendime geldim:
«-Allaha şükür iyiyim baba, sen nasılsın?» dedim.
Mübarek babam biraz hızlı konuşur, bazı kelimeleri de tekrar ederdi. Aynı
şekilde:
«-Borcu ne yaptın, borcu, borcu? » dedi.
«-Baba borcum çok fazla, ne yapacağımı da bilemiyorum; borcu düşünmekten
namazı dahi doğru kılamaz hale geldim.» dedim.
«-Oğlum, senin bir tek kurtuluşun var!.. Gidip Musa Efen- di'den(k.s.) dua
iste, onun duası senin sorunlarını çözer, inşâallah.» dedi.
Bunun üzerine Musa Efendi'yle görüşmenin yollarını aramaya başladım. Böyle
düşünürken; iki gün sonra Tuzla'ya Musa Efendi'nin yeğeni Zahide Topçu
Ablamızın geleceğini öğrendim, hanıma dedim ki:
«-Bu bir fırsattır. Git, Ablamıza babamın dediklerini söyle, Musa Efendimiz
bize dua etsin. »
Hanım da ablamızla durumu yüz yüze görüşmüş:
«-Çok borç içerisindeyiz, ev yaptırıyoruz Beyimin adı da Sâmi, Sâmi
Efendimizin adı. Musa Efendimiz'den dua istiyoruz; bir dua ederse çok iyi olur,
inşâallah.» demiş.
Tabi, Ablamız duyduklarını Musa Efendi'mize söylemiş. Musa Efendimiz
mübarek, cebinden o zamanın parası ile beş milyon lira çıkartıp:
«-Bu parayı Sâmi Bey'e verin, cüzdanına koysun hiç harcamasın, yanından da
ayırmasın. İnşallah kısa zamanda borçlarını öder, işleri düzelir.» demiş. Allah
ondan razı olsun.
Bu para hâlâ üzerimdedir. Sâmi Abi bu olayı anlatırken o parayı çıkarıp
bize de gösterdi.
Bu paradan sonra işlerim öyle denk gitti ki, normalde yaşanması kolay
olmayan gelişmeler yaşadım.
Terzi olarak çalıştığım askeri okulun komutanı acilen değişti. Normalde iki
senede bir değişiyordu. Yeni gelen okul komutanı da giyim kuşamına çok düşkün
biriydi. Dolayısıyla terziyle, berberle bire bir ilgilenirdi. Bana dedi ki:
«-Senin uzmanlık alanın nedir? »
«-Gömlekle, pantolon komutanım.»
«- Terzi misin yoksa; konfeksiyoncu musun? »
Ben de:
«-Terziyim komutanım. » dedim.
Ben öyle deyince:
«-Öyleyse; bu arkadaşımızın ismini not alın, çok işimiz olacak.» dedi.
Daha sonra da benimle bire bir görüşmeye başladı. Adam o kadar titizdi ki;
bir tek düğmesi de düşse, ütüde yaptıracak olsa “terziyi alın gelin.” Derdi.
Bana da:
Komutanın bu yakınlığından cesaret aldım.
Dedim ki:
«-Komutanım sizden bir istirhamım var!.. »
Komutan da:
«-Tabi tabi buyur; ne demek yardımcı olabilirsek memnun oluruz.» dedi.
«-Komutanım bir ekonomik sıkıntım var. Eğer bana lojmanlar bölgesinde boş
zamanlarımda çalışabileceğim bir yer verirseniz, hem lojmanlar bir terzihane
kazanmış olur; hem de benim için ek gelir kapısı olur.» dedim.
Şöyle biraz düşündü:
«-Olabilir. Neden olmasın, bu düşüncenden dolayı seni tebrik ederim. Bunu
derhal gerçekleştireceğim.» Dedi.
Ve aynı hafta içerisinde albayı benim ayağıma gönderdi.
Albay geldi:
«-Sen komutanımızdan terzihane istemişsin, neden bizden istemiyorsun.»
Dedi.
Ben de:
«-Komutanım sizi tanımadığım için ondan istedim. Tanısay- dım sizden
isterdim.» dedim.
«-Tamam canım, sana terzihane için bir yer ayarlardık. Bak bakalım
beğenecek misin?» dedi.
Baktım gerçekten de çok güzel bir yerdi, beğendim.
Komutan:
«-Senin dikiş makinen falan var mı? » dedi.
Ben de:
«-Var.» dedim.
«-Tamam. Sen dikiş makinelerini getir; başka eksiğin de olursa
tamamlayacağız. » dedi.
Okul komutanı, albaya:
«-Ne eksiği varsa tamamlayın, sonra gelip göreceğim.» demiş.
Bende eksik malzemeler ne ise istedim, hepsi geldi. Terzihaneyi kurduk, ve
açıldı.
Daha sonra okul komutanı da geldi:
«-Hayırlı olsun, çok güzel olmuş, bir isteğin olursa gel, bir şeyler
yaparız.” dedi.
Bir gün sonra da sinemada okul komutanının toplantısı vardı. “Komutan
toplantıya bütün personeli bekliyor.” Dediler.
Tabii hepimiz gittik. Tıklım tıklım doluydu. Orada dedi ki:
«-Arkadaşlar lojmanlar bölgesine bir terzihane açtık. Ve sizin hizmetinize
sunuyoruz. Ayrıca ben terziden çok memnunum. Aylardan beri iş yapıyor; çok
güzel iş yapıyor. Sizin de memnun kalacağınızı zannediyorum. Herkese
duyrulur.» dedi.
Terziyi açtık, iki gün sonra koskoca okul komutanı işimi reklam ediyordu.
Aslında bunu rica etsen yapmazlar, komutan akraban olsa yine yapmaz. Ama işin
içinde “dua var” ben öyle inanıyorum.
İsmail hocamla 80'li yıllarda tanıştık, büyük insandı, sık sık ziyaretine
giderdik.
İsmail hocama; Sâmi Efendimiz'in dizinin dibinde büyümek nasip olmuş.
Samimi olduğundan Üstadının alakasını çekmiş.
Memleketinden de genç yaşında Allah dostunu aramak için cıkmış.
Kendi kendime şöyle
düşünüyorum, şair:
“Bir Süleymaniye yapılması için bir Mimar Sinan'a; bir de Sultan
Süleyman'a ihtiyaç var.” Demiş.
İsmail Hocamı ilk defa 1981'in şubatında arkadaşlarla beraber ziyarete
gittim. Arkadaşlar;'Bir Allah dostunu ziyarete gidiyoruz, duasını alalım' filan
diye konuşuyorlardı. Yeni olduğumdan büyük bir enerji ve istek vardı. Değişik
bir duyguyla coşmuşum, mübarek biriyle karşılaşacağım için seviniyordum.
Orda sevgi, saygı edep
güzel bir ilişki olduğunu gördük.
İsmail Hocam, bana
hitaben:
«-Ne iş yapıyorsun?» Dedi.
«-Öğretmenim. » dedim.
«-Eskiden öğretmen mi vardı? Muallim vardı. Ben sana muallim derim.» dedi.
Sonraki
ziyaretlerimizde de:
«-Hoşgeldin Muallim..» diye hitap etti.
Bir hatırasını
anlatırdı:
“Köylünün biri İsmail Hocamızla uğraşmış, bayağı kızdırmış. Hocam'da; orda
akan bir çayın başına gitmiş. Akarsuyu seyredenken birisi gelmiş:
Burada ne yapıyorsun İsmail Efendi? Demiş.
O da:
«-Allaha arzuhal yazıyorum. » demiş.
Yani o kızdıran adam için Allaha arzuhal yazıyormuş.
Çok Dikkatli Olmamız Gerektiğini Belirtirdi
İsmail Hocamın bir arkadaşı varmış. Bakkal Hacı Hasan Efendi veya Sâmi
Efendi ona hanımı öldükten sonra evlenme demiş. Bu da gitmiş evlenmiş. Allahu
â'lem Mersin'deymiş. Adam evlenme denildiği halde evlenmiş. Sonra Hacı Hasan Efendi
ile karşılaşmış...
Sana evlenme demedim mi? demiş.
O da:
“Şeriata muhalif iş mi yaptık,” demiş.
Celalli bir şekilde, “defol,” demiş.
Hacı Hasan Efendi bu adamı kovalamış.
Bunu anlatır; çok dikkatli olmamız gerektiğini, nefsin tuzak ve hilelerinin
çetin olduğunu belirtirdi.
Hatta bir gün Faruk Abimiz gelmişti celalli bir sohbet yapmıştı. Ben merak
ettim, acaba bir Allah dostu diğer bir Allah dostunu nasıl dinliyor diye
baktım, gördüğüm manzara şu olmuştu:
Bu celalli sohbette, İsmail Hocamı ürpertili bir dinleme içinde renkten
renge girmişti. İnsanın ruhu çıkarken ki gibi hallere girdiğini gördüm. Hatta:
“İşte İsmail hocamız, kırk yıldır Allah diyor.” Diye devam eden ikazlarda
da bulundu.
- Osmaniye'de böyle başka kimler vardı?
-İşte, İsmail Emmi, Ömer Emmi, Poyraz Emmi vardı. Birde Eşki Emmi vardı. O
kendi halinde biriydi. Muhabbetli, sadakatli kendi halinde biriydi.
İsmail Emmi, Poyraz Emmi, Ömer Emmi mânevî hâl sahibi idi. Biz bunların
oturuşundan, konuşmasından, duruşundan, mânevî hâl sahibi olduğunu bilirdik.
Ömer Emmi'de bir Allah dostuydu. Hanımıda saliha biriydi, Ömer Emmi'yi
ziyarete gittiğimizde kısa mesajlar verir, çok konuşmayı sevmezdi. Zaten
duruşu bir mesajdı. Hakikaten kıymetli biriydi. Oğlu Ahmet Abiden duydum:
“Geceleri yatmazmış; mübareğin gecesi çok güçlüymüş.”
-İsmail Hocamız Poyraz Emmi ile görüşür müydü?
-Poyraz Emmi ile pek sık görüşmezdi. Yalnız ikisi de birbirinin kıymetini
bilirdi.
Poyraz Emmiye de ziyarete giderdik. Gittiğimiz zaman çocuklar gibi sevinir
izzet, alâka gösterir, ikrâm yapmak için hareketle- nirdi. “Hanım
çocuklar gelmiş,” der, müthiş bir heyecana kapılırdı.
Poyraz Emmiden dua isterdik:
“Allah peygamber razı olsun.” diye meşhur bir duası vardı. Benim çok hoşuma gider hatta bu duasını
kullanırdım.
Poyraz Emmi şu sıkıntımız var, bize dua et, dediğimizde:
“Allah sebep halk etsin.” derdi. Yani birileri
senin sıkıntına yardımcı olacaksa onu “Allahtan bil.” demek isterdi.
Bir de kendine ait güzel hali vardı. Mübarek burnundan derinden bir nefes
alır; “Ravzanın kokusu geliyor,’’ derdi.
“Poyraz Emmi biz duymuyoruz,” derdik.
“Nasıl
duymuyorsunuzyav, kokuya bak, buraya kadar geliyor.” derdi. Cenabı Allah ona öyle bir özellik vermişti.
Aslında Bizlerin Çok İyi Olması Lazım
İsmail Hocam, Sâmi Efendinin dizinin dibinde büyümüş hakkını vermiş ve
Allah dostu olmuş. Şu an onların dünyası değişmiş, onlardan sonra gelen kuşak
biziz, bizim de kendimizi çok iyi yetiştirip hizmet, usûl, adap konusunu
arkadaşlara yansıtmamız lazım; ama maalesef verimimiz çok düşük. Onları
bilenlerin daha iyi hizmet üretmesi lazım...
Yunus Emre diyor ya:
“Bilmek olmak değil; olmaya bak olmaya.”
Bilmek başka olmak başka, biliyorsun ama olamıyorsun çünkü nefis
hakimiyeti yok.
Mevlana hazretleri de diyor ya:
“Akıl her dem tövbe eder, nefis her an tövBeyi bozar. Arada kalmış bîçâreye
iyi ki senin kapın var.”
İsmail hocamızı 1984 yılında tanıdım. Babası Çanakkale şehidi olduğundan,
İsmail hocamı Annesi yetiştirmiş, zaten ne bulduysa annesinde bulmuş.
Bize; Efendimizi ve yolumuzu anlatırdı. Sohbet yaptıktan sonra bazen
anlatırdı; “Efendigeldi, şuraya oturdu. Sohbeti dinledi, Kur'an-ı Kerîm’i
dinledi gitti.’’ dedi.
Bir gün:
Dizine bir vurdu, ‘kaçırdım' dedi.
Ne kaçırdın İsmail hocam deyince:
Bir gün İsmail hocamın yanına vardım. Faruk abimiz de o yıl hacca gitmişti.
“Faruk Efendi herhalde geldi,” dedi.
Bende: “Gelmedi diye biliyorum.” Dedim.
İsmail hocam Abdullah Sert abi için, “çok sağlam,” derdi.
Hadimlerinden İsmail Canbolat ağaBey ile konuşuyoruz ...
-İsmail hocamız hakkında bilgi almak için sizi tavsiye ettiler. Sizin
yakinen tanıdığınızı söylediler. Hocam ile ilgili bize neler anlatırsınız?
Hocamı nerdeyse otuz yıldır tanırım. İsmail hocama karşı nasılsa bir ilgim
vardı. Mıknatıs gibi beni çekerdi. Onun dizinin dibinde konuşmasını
hayranlıkla dinler, ayrılasım gelmezdi. Onun yanında mânevî bir huzur duyar;
bir rahatlama hissederdim. İsmail hocamın her zaman güzel bir kokusu vardı.
Geceyi İyi Değerlendirenlerden Biriydi
Ziyaretine gittiğim bazı zamanlarda Meryem Teyze bana şikayet ederdi:
«-Oğlum İsmail; bu İsmail Hocana söyle gece uyumuyor; yatıyor on dakika
sonra tekrar kalkıyor, gidip abdest alıp oturuyor, bu hasta olacak,» derdi.
Meyrem Teyzeye, “O her şeyin iyisini bizden daha iyi bilir,” derdim. İsmail
Hoca Emmi de güler:
«-Sen O'nu boş ver, boş ver, » derdi.
Tabi mübarek gece ibadet eden, geceyi iyi değerlendiren, kıymetini
bilenlerden biriydi.
Ezan okununca, O ihtiyar haliyle camiye gitmek isterdi.
Emekli imam Mustafa Kısaoğlu Hocaefendi anlatıyor.
İsmail hocamla 1962 yıllarından tanışıyoruz, babam komşu- suydu. Elinde
tesbihi devamlı zikir halinde camiye gider gelirdi. Bizim gördüğümüz gerçekten
örnek bir insandı.
Faruk Abimiz; “bizim
ağabeyimiz,” diyordu.
«-Hala bir baltaya sap
olamadım" derdi.
Hızır Aleyhisselamla
Biraz Konuştuk
Bir gün:
«-Bu gün öğle namazına büyük camiye gittiydim. Namazdan çıkınca baktım
Hızır (as)'ı gördüm. Büyük caminin sol taraftaki çıkışında Hızır aleyhisselam
ile biraz konuştuk.” dedi.
-Anlaşılan İsmail hocam genellikle kendini gizlemiş, ama bazı halleri de
ortaya çıkmış. Hızır(AS)'la görüştüğünü söyleyen ikinci kişi siz oldunuz.
-Zaten bu mânevî yolda sıdk ile Sâmimi olanlarda bazı haller olur. Bunu
Âdâb kitabında okuyoruz. Mesela bir rüya hali gibi, ama ihvanın yol alabilmesi
için bunlara takılmaması lazım. Onun için ihvan olgunlaştıkça kendini gizler.
Kendini açığa verenler genellikle ham olanlardır. Yolun adabı budur. Yani;
olgunlaştıkça kişi halini gizler.
Hâl itibariyle belli bir makama varanlar alkış istemezler. Hatta ne güzel
konuştun, ne güzel insansın dediğinde mahçup olurlar.
Mesela bazen büyüklerimiz ziyarete gelirler, ayağa kalkmayın derler. Ayağa
kalkmaya layık olmadıklarından değiller ancak öyle bir nefsi olgunluğa
ulaşmışlar ki, kendilerine karşı ayağa kalkıl- ması onları rahatsız ediyor.
Bu yolda heybesinde bir şeyler olan bizde şunlar var demez. Bir de her
zaman aynı hâl olmaz. Mürşid de olsa her zaman aynı hâl olmaz. Olanlar; Allahın
izniyle belli zamanlarda olur. Mesela; Bazı insanlar tayy-i mekâna sahip olur,
ama her zaman değil. Her istediği zaman gidemez. Allahın murad ettiği zaman
gider. Tayy-i mekân; mekânların dürülmesi, tayyı zaman; zamanların dürül-
mesidir. Bunlar olur. Adam dünyayı tırnağının üzerinde seyredebilir ama her
zaman; her halükarda değil. Bazen olayları üç ay önceden, bir sene önceden
nasıl gelişeceğini görür. Kaderin nasıl tecelli edeceğini görür. Bazen de
hiçbir şey göremez.
Bir örnek olarak söylüyorum. Peygamberimiz zamanında bir savaşa
çıktıklarında bir deve kayboldu. Aradılar, nerde olduğu bulunamadı. Münafıklar
dedikoduya başladılar: “Muhammed (sav) şuradan buradan bahsediyor ama kaybolan
devenin nerde olduğunu bilmiyor.” Dediler.
Tabii bunda hikmetler var. Münafıkları müminlerin daha yakından bilmesi
için onlara bu imkân veriliyor.
Hz. Peygambere; Cebrail (AS) devenin yerini haber verdi:
“Deve, yuları bir çalıya dolaşmış olarak filan yerde,” dedi.
Gittiler aldılar. Öbür tarafta da Peygamberimiz Miraca çıktı. Müşrikler
inkâr ettiler. Yeni Müslüman olanlardan bazıları sarsıldı. Kâbe'nin içinde Efendimizi
imtihana tabii tuttular. Efendimiz daha sonra anlatırken diyor ki:
“Allah biliyor Kudüs mescidinin (Mescid-İ Aksa) kaç kapısı var, kaç
penceresi var bakmadım, bilmiyordum.”
Ama müşrikler Peygamberimiz'e:
«-Gecenin bir anında Mescid-i Aksaya gittiğini söylüyorsun. Mescid-i
Aksanın kaç kapısı, kaç penceresi var? » diye sordular.
O zaman Peygamber Efendimiz:
«-Mekke'den baktım baktım, cevap verdim. » diyor.
Bunlar her zaman oluyor mu? Olmuyor. Miraçta yedi kat semaları geziyor;
hicrette bir mağara da üç gece kaldı. Cenabı hak dileseydi bir anda da
götürürdü. Ama orda bir takım mucizeler gösteriyor. Yani Allahın dilemesiyle
olmayacak şey yoktur. Allah dilemedikçe de, olacak hiç bir şey yoktur. Bunu
böyle bilmek böyle inanmak gerekir.
-Anlaşılan İsmail hocam Büyük Camiye(Envarül Hamid) çok gidermiş. Orada bir
hikmet mi var acaba?
-Büyük camiye çok giderdi ama hikmetini bilmiyorum. Hatta bir defa büyük
cami de Hızır (as)'la görüştüğünü söyledi.
Şunu da ifade etti:
«-Çoğu kere Hızır (as) büyük camiye gelir.” dedi.
-Hızır(as)'ın şeklinden vs. bahseder miydi? Bizde görsek tanıyabilir miyiz?
Her zaman aynı kılıkla mı gelirdi acaba?
-Aslında Hızır (as)'ı tanışmak bir hâl meselesidir. Böyle her isteyen
tanışamaz; her isteyen konuşamaz. Belki bizde görüşüyoruz da tanımıyoruz.
Neden? Çünkü bizde onunla açıktan görüşmeyi gerektirecek hâl yok.
-
Bir de Hızır(AS)'la görüşülünce ne
yapılır. O da var değil mi?
-Benim bildiğim kadarıyla, genellikle Hızır (as) gerçekten Allahın
sevdiği, korumak istediği kullarına yardım eder. Belki bir dostu, ahbabı
suretinde görünür ve ona yapması gereken telkini yapar; sen şunu şunu yap
gibi.. Sen onun Hızır (as) olduğunu bilmeyebilirsin.
İslam literatüründe;
“Her gördüğünü Hızır bil, her geceyi kadir bil” derler.
Niye ? O'nun olma ihtimali varda ondan. Onlar illa kendilerini takdim
etmezler.
Kur'an Okumaktan da Mahrum Kaldın!..
Şöyle bir kıssa anlatılır:
Ebû Bekir Verrak kuddise sirruh ömür boyu Hızır aleyhis- selâm'la görüşmeyi arzulardı.
Her gün ibret almak maksadıyla kabristana gider gelir, bu esnâda da bir cüz
Kur'ân okurdu.
Bir gün, yine bu maksadla evinden çıkarken nûr yüzlü bir ihtiyar kendisine
selam verdi.
Ebû Bekir Verrak kuddise sirruh hazretleri selamı aldı.
Yaşlı zât:
“-Benimle sohbet etmek ister misin?” dedi.
Verrak hazretleri:
“-İsterim!” deyince, beraber yola revân oldular. Yolda giderken,
dinlenirken hep sohbet ettiler. Eve dönene kadar, yol boyunca, gidiş ve
gelişlerinde sohbetleri devam etti.
Yaşlı zât, ayrılma vakti gelince Ebû Bekir Verrak kuddise sir- ruh
hazretlerinden müsaade istedi ve şunları söyledi:
"-Ömür boyu görmek istediğin Hızır benim! Bugün benimle sohbet ettin,
ama bir cüz Kur'an okumaktan da mahrum kaldın!..." der.[110]
Yani Hızır (as) görüşürse böyle uyarır. Ya açık ya da gizli uyarır.
Hani O kişi ısrarla görmek istiyor ya; yoksa kendini gizleyebilirdi. Ama
Cenab-ı Haktan açıktan istiyor ya; Cenabı Hak ona lütfedip gösteriyor.
İsmail hocam, Ladikli Ahmet Efendiden çok bahsederdi. Hoca olmanın, ilim
sahibi olmanın bizi bir yere götürmeyeceğini anlatmaya çalışırdı. Ladikli
Ahmet Ağanın bazı şeylerini anlatırdı. Mesela, Kıbrıs çıkarmasını anlattı.
Ladikli Ahmet ağanın Hızır (AS)'la beraber Kıbrıs çıkarmasında Rumlarla
savaştığını anlattı.
-Hatırladığım kadarıyla Ahmet Ağa 60'larda vefat etti. Kıbrıs savaşı
1974'te oldu. Acaba Ahmet Ağa ruhaniyet itibariyle mi savaşa katıldı?
İnsanlar için, Ümmeti Muhammed için münacaat halinde idi. Bazen nefyü ispat
yapıyorken denk gelirdik. Ziyaretlerimizde arada bir konuşur, arada birde nefyü
isbat yapardı. Orda çok daha değişik bir hava oluşurdu. Öyle beri benzer
değil, insan kendinden geçerdi.
Tabii Allah dostudur, O'nun bulunduğu yerde bulunsan, yanar kavrulursun.
Bir gün maaşını almak için çarşıya gelmişti. O zamanlar şimdiki gibi
araçlar çok yoktu. O zaman en büyük hizmet aracımız motorsiklet idi.
Oğlu Sâmi bana:
«- Fazlı Abi, babamı eve götürür müsün?” Dedi.
«-Tabii ne demek, seve seve götürürüz,” dedim.
Motorsikletin arkasına bindi. Eve götürdüm. Eve varınca:
«-İnşallah bizi, orda da götürürsün’’ dedi.
O zaman işin o tarafını düşünemediğimiz için; “tabii tabii,” dedik.
Ama düşününce işin, ince noktası ortaya çıktı.
8-
İSMAİL HOCAMIZIN DAMADI
VE AİLESİ
Bir akşam İsmail Hocamızın damadı berber Mehmet Amcayı ziyaret ediyoruz. Ve
İsmail Hocamızı aile efradından dinliyoruz.
Sâmiye Hanım teyze:
Teslimiyeti çok fazlaydı. Hatta ismimizi Bakkal Hacı Hasan Efendi koymuş.
Babam bana önce annesinin ismini vermiş. Sonra Bakkal Hacı Hasan Efendiye
gidip:
“Bir kızım oldu.” Demiş.
O da:
“Adını ne koydun?” diye sormuş.
“Annemin ismi olan Zeliha koydum saliha
bir kadın olur inşâal- lah." demiş.
Hacı Hasan Efendi:
“Hayır, O'nun adı
Sâmiye... Oğlun olursa Sâmi; kızın olursa Sâmiye..." demiş.
Babam denileni yapmış. Ve bunu annesinden bir süre gizledi.
Bir gün babam:
«-Bak kızım; zemzem kuyusuna bak, fokur
fokur kaynıyor. Oradan verde içeyim." dedi.
Ben hiç bir şey göremesem de, 'Bak kızım,' diyerek o tarafı
gösteriyordu. Ben de, kalktım şişedeki zemzemden bardağa biraz koydum, verdim.
Bu defa ağlayarak: “Ya Resulallah elinden içmek istiyorum." dedi.
Ama bu arada evin içerisine de mis gibi bir koku yayıldı ki, anlatamam.
Çekiyorum çekiyorum doyamıyorum, nefes almıyorum ki; sanki bitecek diye. O
kadar güzel bir kokuydu ki, sanki kendisinin annesi namaz kılarken duyduğu koku
gibiydi.
Ağlayarak: “Ya Resullalah ben elinden içmek istiyorum.» dedi.
Ben bir şey görmedim. Ama çok güzel bir koku vardı.
1960-1965'li yıllarında Haruniye kaplıcalarına gitmiştik. Ben o zaman on
dört yaşlarındaydım. Ağustos ayıydı galiba, hava çatlatacak derecede sıcaktı.
O zamanlar kaplıcada evler yoktu. Sadece üstü kapalı bir fırın ve oda oda
baraka tipli yerler vardı.
Bizim kaldığımız bölüme bir köylü kadını gelip gider babama:
«-Emmi, herhalde sen iyilerdensin, bir dua ette yağmur yağsın.” Derdi.
Hava çok sıcak ve bunaltıcı olduğundan yağmur yağsında hava serinlesin
isterdi. Gelir gider aynı şeyi söyler:
«-Emmi dua et de yağmur yağsın.” der.
Babam da:
«-Olur, inşâallah..” derdi. Böyle günler geçiyordu...
Bir gün biz otururken; Elinde baston, orta boylu, Beyaz tenli, siyah gözlü,
Uzun kirpikleri olan kaşları belli, sakallı, ne şişman ne zayıf, topalak yüzlü
biri “Esselamun aleyküm” dedi, içeri girdi.
Babam:
«-Ooo hoş geldin kardeşim.” dedi. El sıkıştılar oturdular.
Bu sırada o kadın yine geldi:
«-Aboo, emmi iki tane olmuşsunuz, ne var sanki dua edin de yağmur yağsın.”
dedi.
Bu arada ben hemen ikramda bulundum. Sonra o kadın yine:
«-Emmi ille dua et.. ” dedi.
«-Olur inşâallah, olur.. ” dedi.
Sonra daha önce görmediğim o adam ayağa kalktı bana:
«-Aç bakim kızım elini.” dedi.
Annem de; “şimdi seni dövsün de gör.. ” diye latife yaptı.
Ben de: “dövsün de böyleleri dövsün,” dedim. Sanki bir şey biliyormuşum
gibi.
“Sağ elini aç,” dedi. Değneğiyle elime vurarak:
“Allah sevsin, Allah sevdirsin, Allah sevindirsin seni; Yaşı kestirmesin,
başı kestirmesin, taşa kestirmesin.." dedi.
Ondan sonrada: “Allaha ısmarladık, hakkınızı helal edin..” dedi, gitti.
Aradan yarım saat geçmeden yağmur yağdı. Bu arada biz, o dua isteyen
kadınla o adamı aramaya başladık. Aradık, aradık bulamadık. Kayboldu. Bir daha
görebilir miyiz diye tek tek kaplıcadan çıkanlara baktık ama yok.. Bir geldi;
bir gitti, dışarı çıkınca kayboldu.
O kişinin bana yaptığı duanın anlamını bilemedim sonra rahmetli babam
duanın anlamını şöyle açıkladı:
“Başı kestirmesin; secdeden başı kestirmesin,
Taşa kestirmesin; Allah kalbini taşa çevirmesin,
Allah sevsin, Allah sevdirsin, Allah
sevindirsin; Allah severse sevdirir, sevindirir... İşte güzel bir dua aldın.” diyerek güldü.
-İsmail Amcaya sordunuz mu o adam kimdi diye?
Babam hiçbir şey demezdi. Sırlarını söylemezdi. Bazen sorduğumuzda; “Allahın
kulu mu bitecek kızım; Allahın sevgili kulları çoktur,” der kapatırdı.
Bu tür konuları da fazla konuşmazdı.
Bir gün babamın kayınvalidesi gelmiş. Geri gitmek içinde hiç parası yokmuş
ki; arabaya binip gitsin. Babam:
«-Cebini aç ta bakim hele, ne var ne yok." Demiş.
O da cebini açınca, hemen cebine harçlığını koymuş. Allahın izniyle kimin
nasıl olduğunu bilirdi.
Yardım etmeyi severdi. Verirken kimseye göstermez, gizli verirdi.
“Kızım: Cenneti baban yaptırmadı. Oraya
sabırla giriliyor haa!.. Sabret.." derdi.
Bir gün İstanbul'a gidiyordu. Beni şöyle bir kenara çekti:
«-Kızım kaynanan yaşlıdır. Kesinlikle
kırmayacak; O'nu idare edeceksin. Allah da senden razı olacak."dedi.
Ve ondan sonra elhamdülillah hiç kızmadım ve kaynanam da bana çok bağlandı.
Oğlundan çok beni sevmeye başladı.
Şayet Üç Günü Geçirirsek Beşinci Gün
Bizde kalırken bir gün oturuyorduk. O günlerde de Osman Nuri üstadımız
Osmaniye'ye gelecekti.
İçimden:
“Rabbim üstadımız gelecek, babamı da bırakıp gidemem; ama üstadımızı da
görmek istiyorum bana bir çıkış yolu göster.” dedim.
Böyle düşünürken babamda bana bakıverdi.
“-Kızım üç gün; şayet üç günü geçirirsek, beşinci gün..” dedi.
“-Ne olacak baba,” dedim.
“-Artık bu kadarmış. Artık 93 yaşadım,
demek buraya kadarmış. Ben kılıcı kuşanınca Mehdi'nin (as) askeriyim diye düşünmüştüm.
Ama bu kadarmış.’’ dedi.
Ondan sonra:
“İçimde bir yangın var, bir zemzem olsa da içsek." dedi.
-Baba evde zemzem var, vereyim mi?" dedim.
Dönüverdi:
“Bak bak, zemzem kuyusuna bak, fokur fokur
kaynıyor Allah Allah..." diyerek ağlamaya başladı.
O zaman vefatına yakındı, üç günü geçirdi, beşinci gün vefat etti. Vefat
etmeden üç gün önce kendi evine geçti. Üstadımız; babamın vefatından dört gün
sonra geldi.
-Her sene gidip Annesini ziyaret edip gelirdi. Annesinin büyük kadın
olduğunu anlatır:
«-Elhamdülillah annemin gönlünü ve duasını
aldım, geldim." derdi.
-Sohbetleri ile ilgili neler söylersiniz?
«-Yavrum; sohbet çok önemli." derdi. Sohbet
olacağı zaman hemen yeniden abdest alır, hazırlanırdı.
Birde;
«-Teslimiyet çok önemli...” der.
«-Ben bunun ikisinden kazandım."derdi.
Osman Nuri Efendiyi dünya gözüyle göremedi. Çok isterdi ama göremedi. "Biz
manen beraberiz." derdi.
Gelinim akrabalarına dedem şöyle böyle diye övgüyle anlatmış. Onlardan biri:
“Mutlaka gidip bu amcayı göreceğim.” demiş.
Bize geldiler; ben yemek hazırlıyordum, gelinime:
“Sen bunları götür de babamı ziyaret etsinler.” Dedim.
Gidip selam verip, içeri girmişler. Babam şöyle bir bakmış, kafasını eğmiş,
onlar gidene kadar bir daha kafasını kaldırmamış. Sonra bize geri geldiler.
“Hocamız bize hiçbir şey anlatmadı.” dediler.
Babamın yanına gittiğimde, bunu sordum:
“Baba onlara neden konuşmadın; neden bir şey anlatmadın? Onlar her sene
Kur'an-ı Kerimi dağıtırlar.” dedim.
«-Kızım Kur'an-ı Kerimi yaşamak lazım,
yaşamak lazım. Merkebin üzerine yükleme ile merkep değişmez. Sonra o
diplomalar burada geçerli, yerin altında geçerli değil. Kadının namazı yoktu;
namaz kılmıyordu, ben ne yapayım ona.» dedi.
Ona bakınca namaz
kılmadığını anlamış. Kadının yüzüne bir daha bakmamış.
Vefatından Sonra Ortaya Çıkan Bir Olay
Babam vefatından sonra şöyle bir şeyi daha ortaya çıktı:
“Babam hayattayken bir gün ben Eskişehir'e
gideceğim,” diye tutturdu. Annem:
“Elimiz dar gitme, hadi İstanbul'a gideceğim desen; şeyhin için gideceksin;
Tavşanlıya gideceğim desen; annenin memleketi ve akrabaların var. Eskişehir'e
niye gidiyorsun dercesine razı olmuyordu.” tabi annem durumu bilmediği için
böyle diyor.
Babam da durumu bize kesinlikle açıklamıyor veya açıkla- yamıyordu. Biz bu
durumu vefatından sonra anladık.
Bir gün, Eskişehir'de giyim üzerine esnaflık yapan Abdulka- dir
Dilitemiz adında biri bize geldi. Bu kişi hayatta olabilir... “İsmail Emmi
herhalde vefat etmiştir. Gidelim bari hanımını ziyaret edelim.” diyerek eşiyle
beraber Osmaniye'ye gelmişler...
Bakarlar ki; “Kendisi de, karısı da vefat etmiş.”
Komşuları; “Bir kızı var,” deyince, “Bari azda olsa ziyaret edelim.”
diyerek geldiler. İkramdan, hoşbeşten sonra adam ağladı, ağladı sonra Kur'an-ı
Kerim okudu ve hikâyesini anlatı:
«-Ben Eskişehir'de hazır giyim üzerine
esnaflık yaparken öyle bir zarar, öyle bir zarar ettim ki: çıkış yolu arıyordum
Cenabı Allah'a: "Allah'ım bana bir veli kulunu gönder de
ferahlayayım." Diye dua ettim.
Bir gün birden bire babanız geldi. Kapıyı vurdu ve şöyle dedi;
«-Abdulkadir Dilitemiz sen misin?
Bende:
«-Evet benim; sen kimsin, dedim.”
Bize şunu söyledi.
Biz bu olayı kesinlikle babamdan duymadık.
-
Hacı Abi İsmail Hocamı nezamandan beri
tanırsınız?
Evliyaların Hayatı Onları İlgilendirir. Biz Nerdeyiz?
Bu yola intisap ettiğim zamanlarda TGRT de evliyaların hayatı çıkıyordu.
Ramazan ayıydı, gündüzleri oruçlu olduğumuzdan işlerim bitince eve erken gelip
o mübareğin yanına çıkardım. Daha çok damda otururdu. Elinden tespih hiç
düşmezdi. Evimiz de bitişikti. Yanına vardığımda akşam seyrettiğim evliyaların
hayatını büyük bir heyecanla anlatırdım. O da sabırla beni dinlerdi.
Televizyon; bir gün, iki gün, beş gün on gün her gün bir evliyanın
hayatını veriyor. Ben de seyredip, İsmail hocama anlatıyordum. Son evliyayı da
izledim ve onu da anlattım. Şöyle gözümün içine baktı ve bana:
«-Hacı Efendi; otur bakalım.» dedi.
Yanına yaklaştırdı:
«-O evliyaların hayatı onları ilgilendirir. Biz nerdeyiz...»
dedi.
Ama mübalağasız 15-20 gün beni sabırla dinledi. Öyle deyince aklım başıma
geldi.
Düşündüm ki: “Ben neyim; kimi kime anlatıyorum. Yani bir evliyaya
evliyaların hayatını anlatıyorum."
-
İsmail hocamın mânevî durumunu biliyor muydunuz?
- Bilmiyordum, ama hissediyordum. Ben öyle saf bir halde, idrak etmeden
evliyaların hayatını anlatıyordum.
Bana dedi ki:
«-Hacı Efendi; biz kendimize bakalım. Biz
nasıl yaşıyoruz, bizim yaşantımız nasıl. O evliyalardan az buçuk örnek
alabiliyor muyuz, onların hayatından kıssalarından kendimize bir pay
alabiliyor muyuz.» dedi.
O zaman hata ettiğimi
anladım ve yanında bir daha konuşmadım.
Faruk Abimiz Osmaniye'ye geldiğinde birkaç defa sohbete götürdüm. Bir
defasında:
«- Oğlum hiçbir şey anlamasanız dahi bu sohbetlere katılın, evliyaların
yüzüne bakın. Evliyaların yüzüne bakmak kadar güzel bir şey yok. Çok da büyük
ecri var. O sohbetten bir şey anlamasanız dahi mutlaka orada bulunun ve yüzüne
bakın. » derdi.
Mübarek sohbetlerde Faruk Efendimiz ile buluştuğunda elini öpmeye
çalışırdı. Faruk Efendimiz de O'nun elini öpmeye çalışırdı.
Faruk Efendimiz “Hocam herkes benim elimi öpmeye çalışıyorlar; bende senin
elini öpeyim.” deyip İsmail hocamın eline sarılır öperdi. O da O'nun eline
sarılır güzel bir muhabbet oluşurdu., Birbirlerinin eline öpmek için sarılınca
mânevî bir hava olurdu. Faruk Efendimiz İsmail hocamızı hep sağ tarafına
otururdu.
İsmail hocamın mânevî bir görevi olduğunu hissederdim:
«-Eğer bize yetki verseler çok şey yapabiliriz.» Derdi.
«-Hacı Efendi, şeytanlar beni çok rahatsız
ediyor. Ben çoğuna güç yetiriyorum kovalıyorum. Ama bazen öyle kuvvetli
geliyorlar ki: Musa Efendimizin ismini andığım zaman cin cücüğü gibi dağılıyorlar.’’ derdi.
Bize de:
İsmail hocamın kayınbabası olan Ömer Avşar dedemden bir şey biliyorum.
Nenemden duymuştum; “Dedem, koyun postunu serer; ayrıca bir tane de yanına
serermiş.”
Hanımı Elif Ninem dermiş ki:
“Ya bir post yetmiyor mu? Niye ikincisini seriyorsun?”
Dedem de:
“Hanım sen karışma
buraya Sâmi Efendim geliyor. Dersimizi beraber çekiyoruz.” demiş.
Ömer dedemin sesi çok gürdü, sesi yüksek çıkardı. Celalli bir insandı.
Göğsüne doğru inen büyük bir sakalı vardı. Biz kendisine hep “Ömer dede”
derdik.
Son günlerinde Rahmetli Babam dedemi tedavi ettirmek için doktor getirdi.
Doktoru da ben alıp getirmiştim. Bayan doktor kolu kısa giyinmişti, içeri
girince dedem kadını gördü birden celallendi:
Öbür Dünyanın Güzelliği Hiçbir Yerde Yok
Bestami Kuyulu anlatıyor:
Babamın amcası Ömer Avşar kendisi zekaret hâlindeyken babam Mustafa Kuyulu
ile yanındaydık.
Ömer dedem babama:
«-Bu dünya mı güzel, öbür dünya mı?..» diye sual eyledi.
Babam da:
«-Kazanırsan öbür dünya, kazanamazsan bu dünya.» dedi.
Dedem de:
Abdullah Sâmi Bey'den
İsmail Hocamızı anlatmasını istiyoruz. .
Nefs-i Mutmaine Sıfır Noktası Oluyor
Nefs-i mutmainneye “zıfır" derdi.
Yani nefs-i mutmaine sıfır noktası oluyor. Sen nefs-i mutma- inneye
gelinceye kadar eksidesin, sıfır bile değilsin.
Kişinin kemalatı, mutmainneden sonra oluyor. Önceki devirde nefsin
kaypaklığı, yan çizmesi var. Bazen veli, bazen deli derler ya, yani gönül
aleminde zikzaklar oluyor. Bir bakıyorsun oturmuş gibi, bir bakıyorsun
pörsüyor. .
-
Poyraz emmi hakkında neler dersiniz?
Poyraz Emmi de âşık bir adamdı . Gözü yaşlıydı, Allah der, peygamber der
ağlardı.. Burnu koku almazdı. Kabe'nin sevdalı- sıydı. Mekke'nin Medine'nin
oraya gittiği zaman Peygamber Efendimizin gül rayihasını, Kabenin karanfil
kokusunu alırdı.
Hacca giden gelen olursa:
“Duydun mu o kokuyu?” der, başka bir şey sormazdı..
-İsmail hocamızın kayınbabası hakkında neler dersiniz?
-
Ömer Emmi Camiye biraz erken gider,
gelenlere yüksek sesle vaazü nasihat ederdi. Hoporlör gibi sesi olur, bütün
mahalle duyardı. Tabii o günlerde de konuşmak kolay değildi. İyi bir adamdı.
Vefatı anında da:
“Çekilin Efendim geliyor.” Diyor.
- Efendim dediğinde Peygamberimizi mi kastediyor?
- Hacı Sâmi Efendimizi, zaten onlar hep birden geliyorlar.
Ömer Emmi vefat edince mezara koyarken tuttum kucakladım. Sıcaklığı koluma
sirayet etti. İsmail Amcaya:
“Sen de çok cenaze yıkadın, cenaze sıcak mı olur?” Dedim.
“Bazen öyle olur.” dedi.
11-
HASAN HÜSEYİN
VELİPAŞAOĞLU
İsmail Amca dendi mi? Kısa ve öz olarak söylenecek bellidir. O da nedir?
Şeriatına dikkat eden, haramdan pür dikkat kaçınan, efendisine bağlı,
muhabbetli, vazifelerine dikkatli biridir.
Evet, bütün ihvanlar Hacı Sami Efendimizi çok sevmiştir ama İsmail
Amcamızın çok farklı bir muhabbet bağı vardı..
Bir gün ameliyat olacaktı. Demiş ki; “Hasan gelsin bana kan versin,” demiş.
Meğer kan gurubumuz aynıymış, onu bile biliyor. ‘Gelsin bana kan versin,'
demiş.
-Kuran okumasıyla ilgili aklınızda bir şey var mı?
Çok kuran okurdu şöyle ki: mesala “Hacı Sami Efendimiz benim okumamı çok
severdi, elhamdulillah. Kuran okumaya başladığımda gelir, beni dinler,” derdi.
Tabii manen oluyor.
Oğlum Allah Bazı Vücutları Sıcakta Bile Serin Eder
Kuyulu Amcalarla kaplıcaya giderdi. Bazen de bizim hamama getirirdim. O
sıcak suyu döktükçe hoşuna giderdi. Müthiş ateşi olduğunu ama şikayet
etmediğini söylerlerdi.
Birgün İsmail Hocamı hamamımıza getirmiştim.
Saatler oldu Çıkmak bilmiyor. Ben bayılacak gibi, dayanamaz oldum, çıkıp
geri geliyorum, ama ona sıcak dokunmuyordu.
Herhalde halimizi anladı ki:
“Oğlum Allah bazı vücutları sıcakta bile serin eder,” dedi.
Yani bize sıcak zarar etmiyor, vücudumuz ondan dahi haz alıyor der
gibiydi...
Aslında çocukluğumdan beri hamamın içinde büyüdüm normalde dayanırım ama o
kadar kaldık ki, bunalmışım dayanamıyorum.
Doğruluğunu şuradan da biliyorum; rahmetli İbrahim Amca vardı. Aynısını
onda da yaşamıştım. Dedim ki:
Ömer Emmi vardı. İsmail Amcayı ziyaretimize gittiğimizde görürdük. İsmail Amca'nın
kayınbabası olmasına rağmen onun olduğu yerde sükut ederdi.
Onun da Allah dostu olduğuna şu olaydan kâni geldim:
Bir gün motorsikletle Dörtyol'dan gelirken yolda beni arı soktu. Sohbet
olduğundan da İsmail Hocamın evine vardık. Arı zehirliymiş ki, rahatsız olmaya
başladım, kızarıp şeklim değişmeye her yerim şişmeye başlayınca İsmail Emmi
halimi anladı. Kayınbabası Ömer amcaya işaret etti:
“Müdahale et, îcâbına bak,” dedi.
Hemen evin girişindeki odaya geçtik beni yatırdı, sıvazlar gibi yaptı, “beş
dakika dur,” dedi. Biraz durdum sonra kalktım sohbete katıldım. Yoksa
zehirlenip gidiyordum. Yani onun da Allah dostu olduğunu bu olaydan anladım.
Bir zaman bir esnafın yüklü bir malı çalınmıştı. Alibeyli camisinde
müzezzinlik yapan Mahmud Amca diye biri vardı. İsmail amca, ‘o saftır onun
okuması (duası) yerine gelir, ona söyleyin, şu duayı okusun, hediye olarak da
bir şeyler verin,' dedi.
Gerçektende o adam İsmail amcanın tarif ettiği duayı yaptı. Soygun olan
esnafın da çalıntıları bulundu.
Bakkal, Seyyid Hacı Hasan Efendiyi de şöyle anlatmıştı:
Vanlı olduğunu, çocukluktan evliya olduğunu söylemişti. Van'da bir zamanlar
kıtlık olmuş. Büyükte bir çay varmış, kimse geçemez, bir şey almaya gidemezmiş.
Bakkal Hacı Hasan Efendi çocukken bu suyun üstünden yürüyerek gider, köylüye
ihtiyaçları getirirmiş.
Adana'da büyük saatin
orda dükkanı varmış. Peynircilik yaparmış.
Osmaniye'de otoelektrikçi Ali Abi'nin anlattıklarından.
İsmail hocamız naneli şekeri çok severdi: “Oğlum konuşamayan,
konuşurken zorluk çeken, bundan yesin,” derdi.
Danial (a.s.)'ın kabrini ziyarete Tarsus'a Salı günleri gitmek isterdi.
Ailece giderdik. Ben götürürdüm.
Tarsusta imamlığa başlamış. Hatta orda namaza kalkmazlardı. Ben minarede
ezanı okuyup aşağı iner:
“Deliler namaza kalkın diyerek, sokak
sokak bağırır onları namaza kaldırırdım. Bana deli derlerdi. Yani deli
numarasıyla namaza kaldırırdım.” Derdi. Tarsus'tan çok bahsederdi.
Cuma günleri yemeğe çağırırdı. Et haşlaması yaptırır, telefon ederdi. Et
haşlamasını severdi. Giderken ekmek alırdım; ekmeğin parasını da kendi verirdi.
Her masrafını kendi karşılardı. Yemeği yer; ikindi namazını kılar çıkardım.
Yemek yerken mideyi yormamak için, lokmayı çok çiğnerdi. Kırk bir defa
çiğnerdi.
İsmail Hocam'ı bir gün Mersin vazifelisi Hasan Abi'nin yanına götürdüm.
İçeri girip selam verip oturduk. Birkaç kişiydik. Mübarekler sükût ettiler;
hiç konuşmadılar. Yarım saat sonra kalktık, geldik. Hiç bir şey konuşmadık.
Müsaade isteyince ev sahibi Hasan Abi:
«-Yemeğe kalsaydınız.» dedi.
İsmail Hocam:
«-Yok, kardeşim gidelim; biz alacağımızı
aldık, vereceğimizi verdik.» dedi.
1992-93'te İstanbul'a gidecektim; yanına uğradım.
Benden İsmail Bülbülün[111]
kasetini istedi. “O'nun orijinal kasetini al getir. Cuma namazını da
Üsküdar Valide Sultan Camiinde kıl.” dedi..
Aziz Mahmût Hüdayi'ye geldim. Ordan da Cuma namazını kılmak için hanımla
beraber Üsküdar Valide Sultan Camiine gittik. İsmail Hocam, “Cuma
namazını orada kıl," dediği için oraya gitmiştik..
O yılda hacdan gelmiştim. Sakalımı da kesmemiştim, sakalım daha yeniydi.
Sakal bırakayım diye bir düşünce içerisindeyim.
Namaz bitince camiden dışarı çıkarken kapıya geldim. O kalabalık içinde
uzun boylu, Beyaz gür sakallı bir adamı gördüm. Yüzüne bakıp dayanılacak biri
değildi. Acayip bir hâli vardı. Sağ elini uzattı sakalımı sıvazladı:
«-Allah mübarek etsin evladım. Sakal da bırakmışsın, bırak uzasın kesme,”
dedi.
Bir adım attım geri döndüm, baktım o adam yok. “Aman yarabbi,” dedim. Bu
olayı hiç kimseye de anlatmadım.
İsmail Amcaya istediği kaseti alıp memlekete döndük. Ama o adam hâla aklımdan
çıkmıyordu. İsmail hocamın evine geldim. Yanına girdim daha ben hiç bir şey
anlatmadan İsmail hocam:
«-Oğulum Hızırı'da (a.s.) gördün mü?
Sakalını da sıvazladı.» dedi.
“Ben kendimden geçtim oraya çöküverdim, aman ya Rabbi bu ne hikmettir.”
dedim.
«-Kaçırdın, fırsatı da kaçırdın,» dedi.
Zaten bir şey de yapamazsın ki, herkes camiden çıkıyor.. Ondan sonra
sakalı kestirmedim.
-Hızır aleyhisselamdan başka da anlattığı olurmuydu?
Kebapçı Enver Arpacı Bey de şöyle bir anısını onun dilinden şöyle
anlatmıştır:
Fırında çalışıyordum. Bir gün biri geldi.
Para uzattı:
«-Şu ekmeği bana ver, dedi.»
Ben de:
«-Döndüm o ekmeği
aldım. Baktım kaybolmuştu. O Hızır aley- hisselam'dı.» dedi
1978'de Bahçeye geldiğim zaman Bahçede hiç ihvanımız yoktu. Her hafta
Osmaniye'ye İsmail Hocamın sohbetine giderdim. Onun bulunduğu sohbetler çok
feyizli olurdu. Sohbetlerde varlığı fark edilir. Bunu muhakkak hissederdik.
Osmaniye'ye sohbet için gittiğim zamanlar evvela İbrahim Emmiye giderdim.
İbrahim Emmi Allahın has kullarındandı. Osmaniye İmam hatip okulunun
yakınında, Yandım Ali Bakkalı'nın karşısında baraka bir evde kalırdı. Çoluğu
çocuğu, hiç kimsesi yoktu.
Evinin tahtadan iki odası vardı. Burası bir saray derdi. Ona göre ora
saraydı. Geceleri mânevî zatlar yanına gelirdi. Şu geldi, bu geldi diye
sayardı. Böyle ömür geçirirdi. Karşısına gelen insanın nasıl olduğunu görür:
«-Eskiden insanlar hayvan suretinde, şimdi çocuklar maymun. Bunu görmek
çok zor, bunu görmek çok zor, ya Rabbi sen ruhumu al.” Derdi.
Açıktı.. Herşey ona açıktı. Her gelenle konuşmazdı. Çünkü; tahammül
edemezdi. Tahammülü hiç yoktu. Bir gün sedire oturuyordu. Bizde karşısına
oturuyor sohbet yapıyorduk:
«-Bak seninle güzel güzel konuşuyoruz, ama sana ben bir şey yapıyor muyum?
«-Yok.” dedi.
«-Çünkü; senden bana bir kötülük gelmiyor. Ama karşıma kapkara bir adam
gelince tahammül edemiyorum. Ya vuruyorum, ya kovuyorum.. ” derdi.
Karşısına herkesi alıp konuşmazdı. Tesettüre dikkat etmeyen kadınların
durumuna tahammül edemezdi.
İbrahim Emmi bir gün sabaha kadar ibadet etmiş, tam sabah namazı olunca da
uyku tutmuş; sabah namazını kaçırmış. Kalkı- verip bakmış ki; güneş yükselmiş:
“Eyvah namazım geçti!.. ” diye elini bacağına kuvvetlice vurunca parmağı
etine oturmuş. Açtı gösterdi, ne kadar hızlı vurmuş ki; parmağı oraya oturmuş,
yara olmuş.
O yaşında vazifelerine bu kadar da dikkatliydi.
İbrahim Emmi'ye gelir,
sorarlardı.
“- Hacı Emmi bizim
şeyh nasıl?”
- Ben onu bunu bilmem, “dünyanın şeyhi Sâmi Efendi, dünyanın halifesi
de Adanalı bakkal Hacı Hasan Efendi “derdi.
Hakikaten öyleydi..
Adanalı Bakkal Hacı Hasan Efendi bir defa Seyyid'di. Topluluğa göre vücut
değişirdi. Azgın topluluklarda yeri sallar gibi giderdi. Bir gün evinde
gördüm, Hacı Hasan Efendi küçücüktü...
Küçük oğlum Osmaniye
İmam Hatip Okulunda okurken İbrahim Emmi'nin yanında kalıyordu. Bir gün
sinemada İslami bir film oynuyormuş:
«-Dede; ben bu filme
gideceğim.” demiş.
Dede de izin vermemiş,
gidemezsin, demiş. Benim oğlanda:
«-Giderim,” demiş.
O da:
«-Gidemen,” demiş.
Oğlan da:
«- İşte gidiyorum,”
deyip gitmiş.
İbrahim Emmi de
bastonu Arkasından atmış.
«-Git bakalım.”demiş.
Bizim oğlan bütün
sinemaları gezdim, afişlere baktım o sırada içerde de film oynuyormuş,
sorduğum hâlde, baktığım hâlde
İbrahim Emmi bana orayı kapattı, diyor. İbrahim emmi O'na filmi
seyrettirtmemiş. Kapatmış, perdelemiş orayı.
Gelmiş:
«- Ne yaptın seyrettin mi?”
-İsmail hocamızı ne zamandan beri tanırsınız?
Bir gün beni bakkalın önünde otururken gördü, yanıma geldi.
«-Abdullah Efendi; bundan sonra her pazar
günü sabahleyin bize geleceksin." dedi.
«-Olur hocam,” dedim.
“Gel” dedi, gittim. Niçin
geleceğimi sormadım. Her pazar oraya gittim. Orada bir eser çıkarıp okunur,
bizde oturup dinlerdik. Sağ olsun bizi adam yerine koydu sahip çıktı, benimle
çok ilgilendi.
Mânevî ders almam için:
«-Rüyaya (istihareye)yatacaksın’’ dedi.
Rüya görmem uzun sürdü, bir sene gibi bir zaman aldı.
Her ziyaretine gittiğimde kapıda karşılar, elini de tespih çeker gibi
yapar bana gösterir:
«-Ne oldu rüyayı gördün mü?’’ Diye sorardı.
«-Yok, Hocam görmedim,” dediğimde içeri geçer oturur üzülürdü. Ders almam
bir sene sürdü.
İstihareye pazartesi perşembe günleri yatardım ama bir şey göremezdim. Her
gidişimde sanki dert kendinin derdiymiş gibi, elini tesbih çeker gibi yapar:
«-Gördün mü?" diye sorardı.
Tabii genciz, bekârız en sonunda:
«- Bu işlere
biraz iştahlı ol; İslamı yaşarsan öbür dünyada kırk tane huri verecekler.”
dedi.
Rüyada Koyunlar Kavağa Çıktı..
Bir gün yine gittiğimde:
«-Hocam gördüm” dedim.
«-Ne oldu,” dedi.
«-Rüya gördüm,” dedim.
«-Sen o gördüğünü yaz, kimseye de söyleme,’’ dedi.
«-Hocam size anlatacağım,” dedim:
«-Rüyamda sizin evin kapısının önünde kavak ve tavuklar varmış. Koyunlar da
kavağa çıkıyordu.” dedim.
Gülerek:
«- Demek koyunlar kavağa çıktı. Nerden görüyorsun böyle güzel
şeyleri. Yani olmayacak şeyler olacak. Zorda olsa bu iş olacak.” dedi.
Yani hocamın sayesinde zorla oldu.
Sene 1984, fakir o zamanlar yeniyiz. Arkadaşlar; “hocamı ziyarete
gidelim.” Dediler.
Aslında arkadaşlar gideceklermiş biraz ısrar edince biz de gittik. O zaman
iki motorsikletimiz vardı. İkişer kişi binip gittik. İkindi ezanı müteakipti
namaz kıldık. Hocam yemeğini yedi. Hiç uyku halimiz olmadığı hâlde, biz üç
arkadaşa uyku hâli geldi, uyuduk.
“O zaman bizim kaldıramayacağımız, mânevî bir ortam varmış ve büyüklerden
biri gelmiş. İsmail Hocam ile manen görüşme olmuş, konuşulacak bir konu
varmış.”
Sonra Abdullah Beye sorduğumuzda:
“O an
kaldıramayacağınız feyz olduğundan, sizin uyumanız gerekiyordu, ondan
uyudunuz.” dedi.
Merhum hocam bir gün sohbetten sonra fakire:
«-Biraz otur...» dedi.
Diğer kardeşlerimiz gitti. Biz oturduk.
Tarsus'a yakın Namrun Yaylası varmış. Oraya gittiği bir zamanda ihvanın
biri Merhum Sâmi Efendimize: “Efendim yağmur duası yapsanız, burada yağmur yok”
demiş.
Sâmi Efendimiz de yağmur duası yapınca yağmur yağıyor. O yaptığı duanın
fotokopisini bana da verdi.[112]
Adana'da Odacı Mehmet Efendi varmış. Onun menkıbelerinden de bahsederdi.
«-Her yerde böyle mânevî görevliler var.» derdi.
Arıklıkaş köyünden Bellüriye teyze anlatıyor..
İsmail hocamızı ben çocukluğumdan beri tanırım. İsmail Emmi çok münevver
bir adamdı.
Sâmi Efendiyi kast ederek: “Ben aradım buldum derdi.”
Bir anısını anlatayım.
Bunu anlatan yüz on veya yüz yirmi yaşlarında ölen köylümüz olan Zeynep
teyzemdi. Yaklaşık yirmi sene önce vefat etti.
Bu kadının oğlu bir gün askerden gelir. Oğlu gelince kadın bakıyor ki; evde
yiyecek bir şey yok. Köyden bir tanıdığının evine gider.
«-Oğlum Kadir askerden geldi. Bir yiyecek var mı? Der.
Onlar da:
«-Hadi yürü işine bak!.. Bıktım, usandım senden de isteklerinden de.” der.
Karısıyla beraber reddederler. Kadıncağız ağlayarak yola çıkar. Rahmetli
Hoca Emmide namazı kıldırmış camiden geliyormuş. Karşılaşınca der ki:
«-Hayırdır Zeynep Teyze ne var, niye ağlıyorsun,!..”
O da:
«-Kadir askerden geldi. Üç günden beri yol çekmiş. Yavrum aç, öyle bitkin
ki; ‘açım ana, açım ana,' diyerek evde yatıyor. Yiyecek bir şeyde yok ki, ne
yapıyım, ne hazırlayayım, bilmiyorum” der.
İsmail Hoca:
«- Gel bakalım hele, Cennet Teyzelere bakalım bir şeyler var
mı?
«-Hocam onlardan daha dün yardım aldım; hangi yüzle yanına varayım ki?”
der..
Bunun üzerine İsmail Hocam, dedemlerin merkebini alır; yularını çeke çeke
köydeki evleri dolaşır, Allah rızası için yardım toplar. Topladığı yardımları
da Zeynep teyzeme verir. O da oğluna yemek yapar, yedirir.
O yüz yirmi yaşındaki Zeynep Teyzem, bunları bana ağlayarak anlattı.
İsmail Hoca'ya çok çok dualar etti.
«-İsmail'imin hiç acısı olmasın, sıkıntı çekmesin,” dedi..
Şunu da ekledi:
“İsmail'e benim duam yeter.” dedi..
İsmail Hocamız akşam namazından sonra ağzına hiçbir lokma koymazdı. Zaten
kitaplarda da yazar, okumuştum, sâlihlerden biri:
“Sabaha kadar ibadet etmektense; akşamları az yemeyi tercih ederim.”
Dermiş.
Bir gün tanıdığımız bir kişiyi İsmail Hoca'mıza dua okuması için
götürmüştük. Okudu dua etti. O kişi:
“Korkuyorum felan..” deyince İsmail Hoca:
«-Allahtan kork, beş vakit nazmını kıl;
Allahtan korkan bir şeyden kokmaz!.. “dedi.
Birde şunu hatırlıyorum:
Bünyamin Gökçe Bey zaman zaman bizi bir yerlere götürürdü. Bir gün yine:
“Gel seni bir yere götüreyim,” dedi.
Bir yaz günü, ikindiden sonra bir eve gittik. Tabi ben İsmail Hocamı
tanımıyordum. Baktım, piri fani, yaşlı bir adam; damda oturmuş kahvaltı vari,
bir şeyler yiyordu. Yediklerini hiç unutmam; şekerli su, tahin ve ekmekti. Ben
içimden:
“Bu Bünyamin abi, gene bizi geçenki gibi gariban birinin evine getirdi,”
dedim, ama oturduk.
Bu arada İsmail hocam yavaş yavaş konuşmaya başladı. O zaman; Kütahya
Tavşanlı'dan çıkıp buraya gelişini anlattı.
"Geze geze on dört yılda Adana yakınına geldim. Adana'da Sâmi
Efendiyle tanıştık." Dedi ve ekledi:
«-Allah benim on dört yılımı, on dört güne tebdil etti,” dedi.
O konuştu biz dinledik. Dinlerken ben bayılacak gibi oldum; o kadar etkili anlatıyordu.
Ve şunu da dedi:
«-Bir süre sonra baktım ki; Sâmi Efendi benim askerdeki asteğmenim,” dedi.
Kafasına da söyle üç defa vurdu:
“Ben bunu nasıl anlayamadım,” dedi. O arada ben bayılacak gibi oldum. Sonra mevzuyu değiştirdi. Yani
bizi uyandırdı.
-Başka zamanlarda da İsmail hocamızı ziyarete gittiğiniz olur muydu?
-Bir defa Bursa'dan kurban bayramı için gelmiştim. Onu ziyaret etmek
gönlüme düştü... Çok arzuladım; gitsem de İsmail Hocamı bir görsem dedim.
Evine vardım. Evi iki katlıydı. Evin giriş kapısına yaklaştım, yukardan
tekbir sesi geliyordu. “Allahu Ekber” diyor sonra “semi-
allahulimen hamideh, Allahu Ekber ...” Bu sesi duyunca anladım ki,
yukarıda topluca cemaat olup namaz kılıyorlar.
Ben de:
“ Bari çıkayım da orda oturup onların namazı bitirmelerini beklerim,”
dedim. Bu düşünceyle zili çaldım. Teyze kapıyı açtı.
“-Hocamı ziyarete geldim.” dedim.
“-Evdeler buyurun, namaz kılıyorlar.” dedi.
“Namaz kılıyorlar,” deyince tabii çoğul ifade ediyor. Yukardan gelen tekbir
sesini de duyunca: “Herhalde arkadaşlar toplandılar, cemaatle namaz
kılıyorlar.” Demiştim ya, bir de baktım ki:
Sonra oturdum.
Namazını bitirmesini bekledim. İçimden de:
“Bu iki karı koca, hem de yaşlı acaba evi temizleyebiliyorlar mı?” Diye
böyle bir düşünce geçmişti ki; “Evin içinde güzel, hoş bir koku hasıl oldu.
Odanın içini kapladı. Cennet kokusu gibiydi.”
Kendimi tanıtmak
istedim:
“Hocam ben falan yerde oturan, falancanın oğluyum; Bur- sa'da yaşıyorum.”
Dedim.
Şöyle bana baktı:
«-Bursa, adam olur
durursa.” Dedi.
Sonra:
«-Ben Bursa'ya birkaç defa geldim, orada Osman Gazi Hazretleri var. Çok
büyük evliya İstişare yaptık, görüştük,” dedi.
Tabii biz soramıyoruz.
Nasıl istişare yaptınız? Diye..
«-Son bir iki defa daha geldim, son gittiğimde Osman Gazi Hazretleri orda
yoktu, göremedim.” dedi.
Bir gün görüşmem sırasında kalbime bir çok havatır geldi.
Kendimi çok eksik, noksan, günahkar buldum. Elimde olmadan beğenilmediğim
şeyler eziklik içerisinde, kalbimden geçiyordu. Böyle düşünürken, şunu
söyledi:
«- Bak, şu benim kalbim var ya, bu benim kalbim seninkinden daha
kötü, merak etme...” dedi.
Ben bunu yaşadım, yani bu keşfe işaretti.
-Poyraz Emmiyle tanışırmıydınız?
O zaman yanımda Muallim Abi yada başka birisi vardı.
«-Poyraz Emmi sen bu yolla nasıl buluştun, bir anlatsana,” dedi.
Biraz durdu tebessüm etti. Dedi ki:
«-Benim kayınpeder şeyh zannettiği birisine bağlanmış, teslim olmuş. O
kişi de kayınpedere; senin damat iyi bir gence benziyor, bizim sohbetlerimize
gelsin.” Demiş.
Kayınpeder çağırdığı için sohbetlerine gittim. Aradan beş altı ay geçti.
Bir gün sabah namazını kıldım selam verdim, tam tesbihat yapacağım sırada
duvardan bir ışık şeklinde huzme geldi. Rüya değildi, ben uyanığım. Önce
taaccüp ettim ancak içinden birisi çıktı. Ama hayatımda hiç bu kadar çirkin
birisini görmedim. Saçları birbirine karışmış, bir gözü kör, dişleri çok
acayip biri bana: “yaklaş,” dedi. Sırtımı sıvazladı:
«-Evladım artık sen iyi bir yol buldun kemale de erdin. Bu yolda devam et,”
deyince ben:
«-Ne oldu da kemale erdim, altı ayda kabak bile yetişmez,” dedim.
Mürşit İstiyorsan Sâmi Efendiye Git
«-Sonra gittim o kayınpederin intisap ettiği sahte şeyhin yakasına
yapıştım: Seni sahtekar, namussuz. Bu kadar insanı peşine takıp meşgul
ediyorsun. Sen mürşit felan değilsin,” deyince, adam demiş ki, çok ilginçtir:
«-Bu ahir zamanda böyle hakiki mürşidi nerden bulacaksın, eğer mürşit
istiyorsan Adanalı Mahmud Sâmi Efendiye git,” demiş.
Yani, Sâmi Efendiye gitmesini o adam söylemiş.
Sonra gittim:
«-Sâmi Efendi de tam mürşitmiş, ve bağlandım,” diyor.
«-O adama önce hakkımı helal etmemiştim ama şu anda ediyorum, çünkü beni
gerçek bir mürşitle Sâmi Efendiyle buluşturdu.” Dedi.
-İsmail Hocamız hakkında neler anlatmak istersiniz?
-Evet İsmail hocamızı tanıyoruz. Arkasında yıllarca teravih ve vakit namazlarını
kıldık. Tebessüm halinde; kibariye tipindey- di.
Sohbetlerinde yumşak yumşak anlatır:
Medine'de Sâmi Efendimizi Ziyaret
Sâmi Efendimizi görmek 1980'de hacca gittiğimizde Medine'de nasip oldu. O
zamanlar 29-30 yaşında bir gençtim, Dr. Hulusi Baybal kanalıyla bizi bulunduğu
yere götürdüler.
Mübarek çok zayıftı. Musa Efendimiz, Ömer Kirazlı abi de oradaydı. Musa
Efendim daha altmış beş yaşlarında genç biriydi; aynen şimdiki Osman Hocamıza
benziyordu.
Hacdan gelince İsmail Hocam, Ömer Avşar Amca, Mustafa Kuyulu, Mehmet Amca,
Hüseyin Kuyulu ziyarete geldiler.
«-Ne yaptın yav çocuk.” dediler..
Çok genç olduğumdan bana çocuk derlerdi..
Ben de:
«-Efendim böyle böyle oldu; her tarafı gezdik. En güzel insanları, en
güzel makamları gördük; ziyaret ettik. Ve Cenab-ı Hak bize sağlığında Sâmi
Efendimizi gösterdi.» dedim.
«-Musa Efendimizi de gördün mü?» Dediler.
«-Onu da gördüm, dedim.»
İsmail Hocamız:
«-Ne güzel insanları görmüşsün, hele güzelliğin ondan...»
dedi. Bir espiri yaptı.
Bir hatırasını unutmam.
12 eylül 1980 ihtilali Cuma günü oldu. Bizim Pazar günü sohbetimiz vardı.
Evine sohbet için gittiğimizde İsmail Hocam dedi ki:
«-Biz sabaha kadar uyumadık. Dua ettik.
İnşallah Müslüman- lar fazla bir sıkıntı çekmeyecek ama çekecek olanın da
mükafatı kat kat verilecek.” dedi.
-Poyraz Emmiden bahseder misiniz?
-Poyraz Amca Ziya Paşa Camiinin yakınlarında otururdu. Beni çok severdi.
1982'de beraberce Hacca gitmiştik. Hacda bana:
«- Çocuk, sen görüşmüşsün; beni Sâmi Efendi ile tanıştırsa- na...” dedi.
Sohbette içimden şöyle bir düşünce geçti:
«-Ya Rabbi biz hacca uçaklarla araçlarla, arabalarla, otobüslerle
geliyoruz.. Ama bizden öncekiler at ile deve ile gemiyle, trenle gelmişler, ne
kadar da sıkıntı çekmişler. Onlar sevabı çok alıyor, biz az alıyoruz, keşke
bizde öyle gelebilsek derken. Musa efendimiz şöyle söyledi:
«-Buraya uçakla da gelsen, gemiyle de gelsen, otobüsle de gelsen, yaya da
gelsen, emekleyerek de gelsen buranın sevabı alınır.
Bunu kendisi anlattı. Poyraz Emmi başka bir yıl gemi ile hacca gitmiş.
İskenderun'dan binip gemiyle hacca giderken gemicilerin bunları Cidde
yakınlarında indirmesi gerekirken; başka tarafa Aden körfezine doğru götürmüşler,
orda inin, inin, demişler.
Poyraz Amaca:
“-Burası Cidde tarafı değil.” demiş.
“-Sen ne biliyorsun.” demişler.
“-Ben gitmedim ama Allah bana bildiriyor.” demiş.
“-Gemiden İnmedik. İnseydik orda kalacaktık. Ve gemi geri döndü bizi
Ciddeye getirdi. Burada indik, kimi deve ile kimi zamanın başka araçları ile
Mekkeye vardı.” dedi.
Poyraz Amca'nın bir zamanda da şunu dedi:
“Eğer duanız olmasa Allah sizin yüzünüze bakmaz. Biz sabaha kadar uyuyoruz,
uyuyor görünüyoruz ama sabaha kadar ümmeti Muhammed için dua da ediyoruz.
İnşallah hiç bir şey olamayacak. Bu 12 Eylül öncesi terör konusunda bizim
ihvanların burnu kanamayacak.” dedi.
Ama aynen şunu da söyledi:
Sıdkı Avşar Amca anlatıyor:
Faruk Abi Bahçeye gelmişti. İsmail Emmi rahmetlik, Poyraz Emmi ile beraber
oturuyorlardı. Faruk Abi, Poyraz Amcaya:
«-Poyraz Emmi, Poyraz Emmi kaç yaşındasın?» dedi.
«-87 yaşındayım Efendim. » dedi.
«-Ne gördün? » dedi.
«-Hiç!.» diye cevap verdi.
Rahmetli İsmail Hocamla 1979'un yaz aylarında tanıştık.
2001 yılında Bahçede olduğunu duyduk ve iki arkadaşla ziyaretine
gitmiştik. Orada bize vasiyeti gibi bir sözü oldu:
«-Konuşmalarınız ya bir ayet, ya bir hadis yada Allah dostlarının kelamı
olsun!.. Bunun haricinde hepsi boş. Bu üç şey dışındakiler boş.» dedi.
-Bahçe'de Bahçıvan Amca varmış onu tanır mısınız?
-O abi Bahçıvan Mehmet Amca'idi. Başer kimya fabrikasında çalıştı. Bizim
bir çay ocağımız vardı. Bahçıvan Amca ile de çay ocağına uğraması ile tanıştık.
Bahçıvan amcanın dili peltekti onu da şöyle açıklamıştı.
Sâmi Efendimiz Adana da iken askerler sohbet esnasında evi basmışlar.
Askerler içeri girmeden Sâmi Efendimiz: “herkes gözünü kapatsın.” Demiş.
Allah Dostlarının Gittiği Yere Cenabı Hak Bereket Verir
Bir gün akşam çay ocağında oturuyordum. O gün de fazla iş olmamıştı. İkindi
namazından sonra Bahçıvan Amca ve birkaç kişi cay ocağına geldiler. Oturdular
çay içtiler sonra Bahçıvan Amca:
“Allah dostlarının gittiği yere Cenabı Hak bereket verir.” dedi.
Onlar gittikten sonra akşam üzeri bir baktım içeri müşteriyle doldu. Meğer;
Mersinde limanda çalışan Bilalikli vatandaşlar, köy arabasını beklerken
bakmışlar bizim çay ocağı açık, gidelim çay içelim demişler. Diyebilirim ki;
sabahtan akşama kadar satamadığım çayı akşam sattık ve Bahçıvan Amcanın böyle
şeyini gördük.
İsmail hocam bize çok gelirdi. Bir hafta kaldığı da olurdu. Çok namaz
kılar; Kur'an okurdu. En çok yaptığı ibadet namazdı. Namazı- da ağır ağır
kılar, tane tane okurdu. Sabah yer, birde akşam yemeğini ikindi namazını
kılınca yerdi. Gıybetin üstünde çok dururdu.
«-Faize hiç bulaşmayın; faiz yiyenlerle inip kalkmayın,” derdi.
"Sâmi Efendimizi ziyaret etmek için
Adana'ya giderdik. Hiç konuşmadan kafamızı eğer öyle oturur gelirdik," derdi.
Abdullah Sert Abiyi çok severdi. O da Kütahya Tavşanlıdan ya,
Hemşeriydiler.
1994'de Musa Efendimiz Maraş üzerinden Bahçe'ye geldiğinde bizim evde bir
süre istirahat etmiş, kaylule yapmıştı. "Az uyudum ama çok
dinlendim,”dediler.
O
zaman İsmail Hocamla, Abdullah Sert Abi bizde bir saate yakın sohbet ettiler.
[1] Köşker: Ayakkabı, kundura onaran esnafa verilen
isim .
[2] Sâmiye Hanım teyze
[3] Sâmiye Hanım teyze
[4] Sâmiye Hanım teyze
[5] Şeref Türkmenoğlu
[6] Abdullah Sami bey
[7] Abdullah Sami bey
[8] Peygamberlik
iddiasında bulunan sahtekarlar var olageldiği gibi peygamberlerin varisleri
olan mürşidlerin de sahteleri var olagelmiştir. Tasavvuf dilinde bunlara
"müteşey- yih" (şeyh taslağı, şeyh olmadığı halde şeyh görünen) ismi
verilmiş ve bunlar "kuttau't- tarîk", yani kulu Allah'a götüren yolu
kesen haramiler ve yankesiciler olacak nitelenmiştir. Tasavvufî kaynaklarda
insanı Allah'a ulaştırmada rehberlik edecek hakîkî kılavuzların özellikleri de
yer yer belirtilerek bu uzun ve badireli yola sülük etmek arzusunda olanlar
uyarılmıştır. (Altınoluk dergisi, Ali Namlı 1997 - Sayı: 132)
Bugün
tasavvuf konusunda sapla saman birbirine karıştığı, şeyhlerin sahtesi ile
gerçeği yaygın bir biçimde her yanda bulunduğu için bunları birbirinden tefrik
etmek zordur. Bunların doğrularını tanımak için bir takım ölçülere ihtiyaç
vardır. (H. Kamil Yılmaz, http://tasavvuf. darulerkam.
altiııolıık. com)
[9] İhsan Kuyulu
[10] Samiye
Hanımteyze
[11] Yüksel
Korkmaz
[12] Hacı Kuyulu
[13] Sami Bolar
[14] Enver Arpacı
[15] Samiye Hanım Teyze
[16] Abdullah Sami bey
[17] Abdullah Sami bey
[18] Evrâd: Arapça, virdler
demektir. Müridler tarafından belli bir zamanda, belli bir sayıda çekilir.
[19] Seyyid Bakkal Hacı
Hasan Efendi: Vanlı’dır.(Adanada yaşamıştır) Merhum Samî Efendi Hazretlerinin
ilk halîfesi’dir. Bu muhterem insan-ı kâmil, Hz. Hüseyin (r.) Efendimiz neslinden
çok celâlli bir zattı. Sürekli oruç tutardı. Samî Efendi Hazretlerine gönülden
büyük bir muhabbetle bağlıydı. Gönül dostlarının yetişmesi konusunda çok titiz
davranırdı. Dünya hayatını Peygamberimiz (s.) kadar yaşamayı çok isterdi. Ve
yüce Allah (c.c.) onun bu halis dileğini kabul buyurarak 63 yaşında, 4 Kasım
1969 tarihinde Adana’da vefat etti. (Dr. İbrahim Es, Altınoluk Dergisi, Sayı:
172)
Seyyid Bakkal Hacı Hasan
Efendi’den: "Elhamdülillah, Allah bizi ifşâ etmedi; hakka Hasan geldik,
bakkal Hasan gidiyoruz..." dediği de nakledilmektedir.
[20] Abdullah
Sami bey
[21] Havva Hanım teyze
[22] Fuat Tülücü bey
[23] Enver arpacı
[24] Seyr-ü süluk:
Tasavvuf ve tarikata giren kimsenin manevi makamlarını tamamlayıncaya kadar
geçirdiği safhaların bütününe verilen addır.
[25] Samiye Hanımteyze,
Oğlu Hüseyin
[26] İsmail Canbolat
[27] Saatçi Abdullah Abi
[28] Fazlı Sarpkaya; “
Sami Efendinin “Tavşan İsmail” demesi
memleketi Tavşanlı olma- sından’dan dolayıdır..der.
[29] Abdullah Sami Bey
[30] Mustafa Kısaoğlu Hoca
[31] Fazlı Sarpkaya
[32] Şeref Türkmenoğlu
[33]Hacı Kuyulu, Halit Kuyulu
[34] Mehmet Aydoğdu
[35] Damadı Mehmet Savaş
[36] Her ne
kadar bu köyün adı lanek, lernek, nene gibi isimlerle anlatılmış olsa da kayıtlarda
Nernek (Günyurdu) olarak geçmektedir. Nernek köyünün adı günümüzde Günyurdu olarak
değiştirilmiş olup Tarsus’un Yenice Beldesine Bağlıdır. Tarsusa 20 km, Adanaya
25 km mesafededir.
[37] Enver arpac
ı, İsmail Canbolat
[38] Enver Arpacı, İsmail
Canbolat
[39] İsmail Canbolat
[40]Arpacı Ali: Davudi ve gür
sesi ile 40 yıla yakın bir süre, Osmaniye Büyük Camiide (Envar-ül Hamit Camii)
müezzin olarak hizmet ederek 72 yaşındayken 1969 yılında, trafik kazasında
Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur .
[41] Sami Bolar (Oğlu)
[42] İsmet İpek
[43] İsmet İpek. www.
osmaniyehaber. com.tr
[44] Enver Arpacı
[45] Halid Kuyulu bey, Hacca gitmek için danıştığı kişinin
Seyyid Bakkal Hacı Hasan Efendi olduğunu söylemektedir.
[46] Yüksel Korkmaz
[47] Abdullah Sâmi bey,
Sâmi Bolar, İhsan Kuyulu
[48] Samiye Hanım Teyze
[49] İsmail
Canbolat
[51] Sami Bolar
[52] Münâvî,
Feyzü'l-Kadîr, V, 663
[53] Ali Onur Hocaefendi
[54] İsmail Okur
[55] Oğlu Sami bey
[56] Abdullah
Avşarın
[57] Yüksel Korkmaz
[58] Torunu Hacı Savaş
[59] Abdullah
Sami Bey
[60] İhsan Kuyulu
[61] Hasan Gedik
[62] İnsân
Suresi, 76/12 “Sabretmelerine karşılık onlara bir cennet ve ipek verir.”
[63] Yasin-i
Şerif’te yedi yerde “mübin” kelimesi vardır.
[64] Muallim
Aydoğdu
[65] İsmail
Canbolat
[66] Mehmet
Aydoğdu
[67] Kaylûle:
Öğleden sonra bir miktar uyumaktır. Gece kalkıp ibâdet etmeye ya r- dımcı olan
bir sünnettir.
Hadîs-i şerîfte: “Gündüzün
orucuna sahûr yemeği ile, gecenin ibâdetine de öğle uykusu ile yardımcı
olunuz!” buyurulur. (Hâkim,1,588)
[68] Muallim
Aydoğdu
[69] Saatçi
Abdullah Abi
[70] Mustafa
Kısaoğlu Hoca
[71] Şairi
bizce meçhul
[72] Sâdık
Dânâ, Altınoluk Dergisi 1993 - Sayı: 088,
[73] Necis
şeyleri yiyen hayvanın eti kokarsa yemesi mekruhtur. Temiz şeyle beslenip, pis
kokusu kalmazsa caiz olur. Necaset yemiş olan tavuk, koyun ve sığın hemen kesip
yemek mekruhtur. Tavuğu 3, koyunu 4, sığır ve deveyi 10 gün hapsetmek, yani
necaset yedirmeyip temiz gıdayla beslemek gerekir. Şafii’deyse deve 40, sığır
30, koyun 7, tavuk 3 gün hapsedilir. (Mehmet Ali Demirbaş, www.bizimsahlfe.org)
[74] H.
Hüseyin Velipaşaoğlu
[75] Emin
Başkülekçi
[76] Samiye
Teyze
[77] Mehmet
Aydoğdu
[78] Nefsi-İ
Hayvani Ve Ruh-İ Sultani
Tasavvufî anlayışa
göre, insanoğlunda bir arada bulunan müsbet ve menfî temâyüller, "rûh-i
hayvânî" ve "rûh-i sultânî" tâbir olunan merkezlerden neş'et
etmektedir.
Rûh-i hayvânî,
insanın hayâtiyetini devâm ettirmesini sağlayan, biyolojik yapıya hükmeden
latîf bir güçtür ki, ona "cân" veya "nefs" de
denilmektedir.
Uykudaki bir
insanda rûh-i hayvânî hükmünü icrâya devâm ettiği içindir ki, biyolojik
faâliyetlerin pek çoğu bu esnâda da gayr-i irâdî devâm eder. Sultânî rûh ise,
uyandığı anda geriye dönmek üzere uyuyan insanı terk eder.
Bedeni hareket ettiren,
konuşturan velhâsıl her türlü faâliyetin icrâ ve îfâsına sebep teşkîl eden,
ancak ölümle berâber bedenden çıkacak olan rûh, hayvânî rûhtur. Merkezi dimağ
veya kalbde olup bedenin bütün uzuvlarına yayılmış ve asıl hükümranlığını kan
üzerinde
kurmuştur. Halk âleminden olan ve
davranışların başlangıç noktasını oluşturan bu rûh, terbiye edilmediği takdîrde
insan üzerinde menfî tasarruflarda bulunabilmektedir.
Rûh-i sultânı ise Cenâb-ı Hakk'ın
insana kendi rûhundan üflediği rûhtur ki, insanı diğer canlılardan ayıran
husûsiyet budur. Emir âleminden olan bu rûhun bedenle berâberliği, müsbet
tasarruflarda bulunmak içindir. İnsan, bedenine giydirilen bu rûh ile kulluk ve
tâatte bulunur, sâlih amellere yönelir. Bu rûh, bedenin öldükten sonra çürüyüp
yok olmasından etkilenmez. Ölümle ancak beden üzerindeki tasarrufu son bulur.
İnsan, kendi içindeki bu iki zıt
kutbun çatışmalarıyla hâl ve gidişâtına istikâmet vermektedir. Sultânî rûh
gâlip geldiğinde, sâlih amellere ve güzel ahlâka yönelmekte; aksine hayvânî
rûh gâlip geldiğinde ise türlü günahlara ve ahlâksızlıklara düşmektedir.
(www.imandanlhsanatasavvuf.com)
88 Fatma Hanım Teyze
[80] Ladikli
Ahmed Ağa: Konya'nın Lâdik kasabasında dünyaya gelmiş, takriben 85 yaşına kadar
uzun ve semereli bir ömür geçirdikden sonra 1969 senesinde aynı kasabada
ahirete intikal etmiş ve oranın kabristanına defn edilmiş, Ricâl-i gaybden bir
zaddır..
Anadolu gönül sultanlarından idi.
Harb-i Umumîde (Birinci Dünya Savaşı) asker olmuş, cebhede düşman kurşunu ile
yaralanmışdı. Hastaneye kaldırılarak kurşun çıkarılmış, bir müddet istirahat
etmesi icab etmiş. İşte bu müddet içinde kendisinden güzel kokular duyulmuş,
bunun hikmetini ne doktorlar anlayabilmiş, ne de ziyaretçiler.
Memleketine döndüğünde kendisinde
mânevi haller zuhûr etmeye başlamış. Kendisi genç olmasına rağmen, dürüst,
iffetli, ahlâklı, herkes tarafından sevilen sâf bir Anadolu çocuğu imiş.Kalbi,
herkese karşı hüsnüzan sahibi olduğu için kendisine mânevi vazife verilmiş,
Hızır aleyhisselâmın hâdimlerinden olmuş.Böyle vazife alanlar, başarısızlık ve
halka karşı muhabbet kanallarını açamadıkları için, kimisi üç-beş gün, kimisi
üç-beş ay kimileri de ancak üç-beş sene vazifelerine devam edebilmişlerdir.
Zahiren ümmî idi. Fakat her mes'eleye, mevzua agâhiyeti vardı. Sorulan her
hangi ilmi bir sualin cevabını üç beş dakikada verirdi. (Sâdık Dânâ, Altınoluk
Dergisi 1998-Mart)
[81] Oğlu
Sâmi Bolar
[82] Bünyamin
Gökçe
[83] Fatıma
Hanımteyze
[84] Oğlu
Hüseyin
[85] Bacanağı
Hacı Gürbüz
[86] Fatma
Hanım teyze
[87] Nazar
ber kadem: Arapça ve Farsça kelimelerden mürekkeb bu ifade, ayağa bakmak
anlamına gelir. Nakşî ıstılahındandır. Sülük gören kişinin, nerede olu r- sa
olsun, zihnî konsantrasyonunu dağıtmamak için hep ayağının ucuna, yürüy e- ceği
yere bakmasıdır. Bu, kendini beğenme hastalığından kurtulmaya vesile olarak
görülür. Bu şekilde varlık mertebeleri aşılıp mahviyete ve fakra erilir.
(Tasavvufi Terimler Sözlüğü, Ethem Cebecioğlu )
Kur’an-ı Kerimde buyrulur:
“Mü'min erkeklere söyle: Gözlerini (harama bakmakdan) sakınsınlar ve ırzlarını
korusunlar. ...” (Nûr suresi, ayet: 30)
[88] Mehmet
Baz
[91] Hacı
Kuyulu
[92] Torunu
Hacı Savaş
[93] Ubeydullah
Ahrâr Hazretleri şöyle buyurur:“Eğer kişi gayret ve itina ederek zikirle meşgul
olursa, kısa zamanda öyle mertebeye erişir ki, duyduğu sesler ve halkın
konuşmalan ona zikir gelir. Hatta kendi konuşmaları da böyledir. Ancak gayret ve
itina olmazsa bu hâl gerçekleşemez.”
[94] Torunu
Hanifi Savaş
[95] Mehmet
Aydoğdu
[98] Yusuf
12/101; eş-Şuara 26/83
[99] İsmail
Canbolat
[100] Âl-i
İmran-8, Meali: “Rabbimiz hidayete erdikten sonra kalplerimizi batıla mey
[102] İsmail
Canbolat
[103] İsmail
Canbolat
[104] Abdullah
Sami Bey
[105] Abdullah
Sami Bey
[106] Naile
Avşar Hanım teyze
[107] İsmail
Canbolat
[108] Naz Makamı: Hadîs-i şerîfte
buyrulur: “İçinizde saçı-başı dağınık, eski elbiseler içinde, garip görünümlü
ve insanların îtibâr etmediği nice kimseler vardır ki, Allâh’a yemin etseler,
Allah onların yeminlerini boşa çıkarmaz... Berâ bin Mâlik de onlardan- dır.” (Tirmizî, Menâkıb, 54/3854)
Yani
böyle kimseler, Cenâb-ı Hakk’a karşı “naz ehli”dirler. Allah’tan bir şeyin vukû
bulmasını ısrarla niyaz ve ümîd ederek bunu insanlara yeminle söyleseler, Allah
Teâlâ onların yüzünü kara çıkarmaz. (Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi 2010, Sayı: 295)
Çiçekci
Amca: (Muhterem İbrahim Özdemir 1916-1998) Sinop'un Boyabat ilçesinde doğdu.
Ziraat eğitiminden sonra Çanakkale Ziraat Müdürlüğü'nde çalıştı. İstanbul
Üniversitesi'ne girerek çiçek yetiştirme ve peyzaj dersleri verdi. 1976 yılında
emekli oldu. Çanakkale'de çalıştığı yıllarda ona manevi bir el uzanıp başka
dünyaların kapısını açtı. Tamamen ümmî bir meşrebe ve gönül temizliğine sahib
olan bu genç insan her geçen gün manevi bağını güçlendirdi ve bağlısı bulunduğu
üstazı Sami Efendi Hazretlerine senelerce gönülden hizmet etti. Büyük yerden
davet gelince de tam bir teslimiyyet ve huzur içinde son sözü kelime-i tevhid
olarak Yüce Mevla'sına ve sevdiklerine kavuştu. 11 Aralık 1998 cuma sabahı
Hakk'a kavuştu. (Ali Hüsrevoğlu - Altınoluk dergisi, Ocak 1999) “Allah Bir
Peygamber Hak dostlarını
sev, gerisini bırak” sözü bizce meşhurdur.
[111] İsmail Doruk, İsmail Bülbül Hoca adıyla anılır. Sesiyle gönüllere taht kuran müezzin, mevlidhan.. Bülbül lakabını muhteşem seslendirdiği "bülbül kasidesi"nden almış- tır..."Bülbül Hoca" muhteşemin de ötesinde, 10 oktavlık sesiyle, dinleyenlerin tüylerini diken diken edebilen bir sesti. 1970'lerde kayıt yapılırken Bülbül Hocanın sesi o devirdeki cihazların kapasitesini zorladığından, rahmetlinin mikrofona yan, hatta sırtını dönerek, kasete kayıt yapıldığı söylenir. Mevlidlerde veya toplantılarda, para almadan kasideler okudu. Sadece kaset satışlarından hakkını aldı. Eski ramazanların mihenk taşlarındandır. Bülbül Kasidesini seslendirirdi. "Bülbül" lakabının takılması; kendi yazıp okuduğu ve dinleyenlerin de göz pınarlarından yaşlar geldiği o enfes "Bülbül Kasidesi" ile anınmasındandı.. Merhum İsmail Bülbül Hoca 2000 senesinde Hakk'a yürümüştür..
[112] Sami Efendi’nin
yaptığı o dua kitabın son bölümünde Ek: 1’de yer almaktadır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar