RUBAİYAT-I ÖMER HAYYAM
RUBAİYAT-I ÖMER HAYYAM
Bu kitabı Kembric
müderrislerinden fakidüşşark merhum Profesör Edvar J. Bravriın nam pakine, bir
vesile-i teşekkür olmak üzere, ithaf ettim.
Hüseyin Daniş
ÖMER HAYYAM
Elinde sâgar-ı nisyân okur
neşîd-i hayât,
Gezer harâbe-i hestîyi bâde-nûş u
hamûş,
Yürür önünde peyâpey ketâ’ib-ı
emvât,
Durur selâmına saf saf gumûm-ı
cûşâcûş
Edip hitâb benî âdeme eder
tekrâr:
“ ‘Ademdi menşe’in, insân, ‘adem
me’âdındır;’’
“Mesâ’ibiyle bu dehrin
didişmeler, nâçâr ,”
“Senin nasîbe-i hestî-i
sifle-zâdındır”
“Yeşil cibâli öperken akan sular
ser-mest”
“O der ki: ‘İşve-i meh-peykerân-ı
makberdir;”
“ Ezerse balçığı çömlekçi
bâ-huşûnet-i dest,”
“Sakın, sakın, der o uzv-ı
rakîk-i dilberdir.”
“Ederken ay geceler ordusuyla
kat’-ı semâ,”
“-Bir ordu kim neferâtı nücûm-ı
‘âlem-tâb”
“Getir şarâbı - der- ey sâki-i
melek-sîmâ”
“Ki sen ve ben gideriz de durur
semâda şihâb.”
“Olaydı kâş ki bir cây-ı
imtinân-ı huzûr,”
“Bu yol nolurdu diyâr-ı bekâya
gitseydi!”
“Ölüp de ‘aöm-i remîmi olunca
tu’me-i mûr,”
“Nolurdu ot gibi yerden beşer de
bitseydi!”
“Senin, a vâ’iz-i müşfik, cihân-ı
bâkîde,”
“Yeter yeter bana vadettiğin
şarâb ü leben;”
“O nisye bâde-i mev’ûdu dest-i
sâkîde”
“Peşîn bulunca bugün ben, ne
beklerim senden?”
Avâm-ı nâsa göre dîni olsa da
merdûd,
Zevâl-i dehre olan i’timâdı
îmândır;
Ne tâli’e müteşekkir, ne kimseden
hoşnûd,
Cihâna geldiğine dembedem
peşîmândır.
Göründü müydü ufuktan bir eşk-i
zû-zenebi,
O anda görmeli havf u hirâs-ı
Hayyâm’ı
Sıkar eliyle hemân tâsa şîre-i
inebi,
Boğar içinde onun germ ü serd-i
eyyâmı.
7 Haziran sene 1922
Hüseyin Daniş
Tâbi’in İkinci Tab’a Dair
Maruzatı
Rubaiyyat-ı Ömer Hayyam’ın ilk
tabedilen iki bin nüshası iki seneden kısa bir müddet zarfında muhterem
kârieler ve kârilerden gördüğü büyük rağbet sayesinde satılıp tükenmiş ve şu son
zamanlarda gerek Türkiye, gerek İran, gerek diğer memalik-i ecnebiyeden
taliplerinin çoğaldığı müşahede edilmiş olduğundan hem bu ihtiyacı tatmin
etmek, hem ilk tabın biraz müstacelen vuku bulmuş olması yüzünden matbu
nüshalarda naçar tesadüf edilen bazı nevâkısı dahi ikmal eylemek azmiyle işbu
ikinci taba teşebbüs ettik. Bu ikinci tab, müellif-i kitap Hüseyin Daniş Bey’in
Hayyam’ın mişvar-ı edebîsine ve meslek-i felsefîsine müteallik olan dibacede
icra ettiği tadilat ve rubaiyatın Türkçe tercümelerinde, fuzaladan bazılarının
ikazı üzerine, yapmağa lüzum gördüğü tenkihat itibariyle birinci tabdan daha
mutena ve daha mükemmeldir.
Kitabın ilk tabı akibinde
matbuat-ı Türkiye’de görülen ciddi intikatlar ayrı ayrı nazar-ı dikkate
alınarak birincisinden daha az nakisalı olmasına çok ihtimam ve resimlerinin
çok daha nefis olmasına başkaca itina edilmiş olan bu ikinci tabın, okuyanlar
tarafından, evvelkinin görmüş olduğu rağbete faik bir teveccüh ile
karşılanacağı kaviyen memuldür.
Müellifin Mukaddimesi
On dokuzuncu asr-ı milâdî birçok
keşfiyatın zaman-ı vukuu olmak itibariyle tarih-i medeniyette hakikâten mümtaz
bir devr-i muvaffakiyattır. Hele nısf-ı ahirî iptidasından çok daha parlaktır.
O zamanlar yalnız ulum ve sanayi vadisinde değil, filoloji ve lisaniyat dairesinde
dahi harikulade bir feyz-i terakki görülmüş idi; hatta filoloji ancak o zaman
bir ilim olarak teessüs etti ve dünyanın en büyük filologları o devirde yetişti
idi. Mısır’ın, Asur’un, İran-ı kadîmin, Orhun Türkleri’nin ketum ve esrarengiz
yazıları o esnada halledilebildi. Nice asırlardan beri metruk ve mühmel kalan
birçok harabelerin sine-i kitmanından gayet manadar ve binaenaleyh kıymetli bir
sürü âsâr-ı kadîme daha çıkarıldı ve kemal-i ferasetle tetkik ve tetebbu
olunabildi. Bu keşfiyat-ı nafia birçok ulemanın nazar-ı tecessüsünü Şark’ın
cilvegâh-ı serair olan afakına tevcih edince onlara rehberlik eden ketibe-i
müsteşrikinin nazar-ı dikkatine de yeni bir saha-i faaliyet açtı. O vadi-i
tetkikatta herkes kendi mizaç ve merakına göre bir cihet-i ihtisas bularak
tahkikat-ı hususiyeye koyuldu. Bu himmet-i müştereke nispeten pek az bir
zamanda o kadar müsmir neticeler verdi ki tarih-i insaniyet ve medeniyetin, o
zamana kadar, pek karanlıkta kalan müphem köşeleri bu istikşafattan müstenir
oldu; öyle ki bugün akvam-ı Şarkıyyenin mahiyet-i medeniyetini, edyan ve
mezahibini, sanayi ve edebiyatını, usul-i siyasiyat ve içtimaiyatını, Avrupa
müsteşrikini Şark ulemasından daha iyi ve daha etraflı biliyorlar.
Vakıa bu tetebbu merakı kurun-ı
vusta nihayetlerine doğru zuhur eden ümanistler (Les humanistes) ile başlamış
ve onların nefha-i gayretiyle yaşayıp devam edebilmişti. Fakat on dokuzuncu
asrın nısf-ı ahirinde fevkalade bir ehemmiyet kazandı ve birtakım müstesna
dahiler bu maksada hasr-ı vücud ederek gösterdiler ki yalnız ulum-ı tabiiye ve
mihanikiyenin terakkisi ile mana-yı medeniyeti anlayabilmek ve ona taalluk eden
mesail-i gamızayı halledebilmek mümkün değildir. Dinin, teşkilat-ı ictimaiye ve
siyasiyenin, felsefenin, sanayi-i nefise ve edebiyatın menşelerinde gizli duran
muammaları halledebilmek için ulum-ı tabiiye ve riyaziye mebahisinde bir ipucu
bulmak ihtimali yoktur.
Bu çok doğru bir iddia idi.
Filhakika arkeoloji (archelogie) filoloji (philologiej, lengistik
(linguistique) ve emsali gibi ulum-ı medeniyetin menşeleri ve safahat-ı
tekâmülü hakkında o kadar manadar ve akla yakın fikirler verdi ki onları ulum-ı
sahiha ve sabiteden bekleyemezdik; zira bu türlü ilimler -mevzuat-ı
mahsusalarına nazaran- medeniyet mesailini tetkik hususunda erbabına bir
dereceye kadar teshilat göstermekle beraber o mühim mesaile karşı bittabi ve
bizzarure lal ve ebkem kalmağa mahkûmdur.
Hadd-i zatında pek tabii olmakla
beraber gariptir ki mukadderat-ı âleme hayli zamandan beri müessir olan
Avrupa’nın emperyalist (imperialiste) politikası dahi binnetice o tahkikata
vasi ve azade bir zemin-i müsaid ihzar ederek istikşafat-ı nafiaya ziyadesiyle
hizmet etti. Çünkü o sayede fetholunan müstemlekat Avrupa uleması için pek
engin ve zengin bir meydan-ı tetkik ve tetebbu oldu. Yerli ahali ile daha
samimi ve devamlı bir temas mecburiyeti yüzünden dahi bu nev-i tetkikatın
edvar-ı kadîme hududuna ve binaenaleyh yalnız âsâr-ı atikaya münhasır
kalamaması pek zaruri idi. O sebepledir ki edebiyat-ı hazıra tetebbuatı da
hayliden hayliye tevessü ve terakki ederek usul-ı sahihaya raptolunabildi.
İşte o sıralarda idi ki hayırlı
bir tesadüfün eser-i lutfu olarak Ömer Hayyam’ın bir iki rubaisi de tercüme
edilip Avrupa âlem-i irfanına naklolunmuş idi.
İran hazine-i edebiyatının en
kıymettar incileri mesabesinde olan bu mini mini manzumelerin gayet zarif ve
büsbütün şahsi bir üslûp ile mümtaz bulunması ve öyle dört mısra ile mahdut bir
daire-i ifade içinde pek mühim bazı akaid-i hikmeti natık olması, Garp’ta
evvela bir iki edibin ve sonra birkaç mütefekkirîn nazar-ı dikkat ve tahsinini
celp etmişti. Bunun üzerine, erbab-ı tecessüs, bunların kâilinin tercüme-i hali
ve hüviyet-i sahihasi hakkında bilmecburiye tahkikat-ı ciddiyeye giriştikleri
gibi diğer rubailerini de araştırdılar. Umumi kütüphanelerin unutulmuş köşelerini
sabırsızlıkla karıştırdılar. Akıbet İngiltere’nin Oksford (Oxford) şehrinde
meşhur Bodleyen (Bodlei'an) Kütüphanesi’nde Rubaiyat-ı Ömer unvanlı bir mecmua
bulundu. Kütüphanede 525 numara ile murakkam bulunan bu kitap, tarih-i hicretin
865’inci (milâdın 1461’inci) senesinde yazılmış olmak haysiyeti ile hayli eski
ve şayan-ı itimat bir vesika olarak telakki edildi. Filhakika, şimdiye kadar
şurada burada keşfolunan ve bazen de elden tedarik edilen birçok nüshaların en
eskisi o idi; nitekim hâlâ da odur ve 158 adet rubaiyi muhtevidir.
O esnada Fiç Cerald (Fitz Gerald)
namında bir İngiliz şairi bu nüshayı kemal-i şevk ile tetebbu ederek birtakım
rubaileri nazmen ve nefis bir tarzda İngilizce’ye tercüme etti ve bu sayede
Hayyam’ı Anglo-Amerikan âlem-i irfanına güzelce tanıttı. O tarihten itibaren
İngiltere ve Amerika’da ve biraz sonra da Almanya ve Fransa’da, Avusturya ve
Rusya’da, elhasıl bütün garb muhitinde Hayyam namı velvele saldı ve şöhreti
âlemgir oldu.
Fiç Ceraldın o sıralarda zuhuru
Hayyam’ı ihya etmek için pek güzel bir vesile olmuştu. Kendisinin de ne kadar
nezih ve ne derece yüksek bir şair olduğu rubaiyat tercümesi sayesinde tebeyyün
etti. Filhakika, o zarif küçücük manzumeleri İngilizce’ye nazmen nakletmekte bu
zat öyle bir kudret-i tasarruf, öyle bir hüner-i tebliğ ibraz etmiştir ki
Hayyam’ın efkârına iksa edebildiği üslûb-ı nezih ü münakkah sayesinde o efkârı
adeta benimsemiş ve İran şair-i hakimine Garb âlem-i irfanında layık olduğu
makam-ı iştihar ü itibarı hazırlarken, onun lâ-yemut olan cilve-i dehasını
bizzat temsil ederek kendisi de aynı derecede büyük bir şöhret kazanmıştır ki
bu şöhret sahihan mertebe-i şairiyetine layıktır. O kadar ki bugün rubaiyata
iddia¬yı sahabet etmekte Hayyam ile Fiç Cerald aynı derece-i salahiyeti
haizdirler, denilebilir. Faust’u yazan Göte (Goethe) ile besteleyen Gunu
(Gounaud) gibi.
Farisi ve İngiliz lisanlarını iyi
bilenler ve şiirden anlayanlar bu iki büyük şairi yek-diğerinden fark edemezler
birini diğerine tercih dahi edemezler. İkisi de aynı mertebede büyük
şairdirler.
Rubaiyat tercümesinin bütün Garp
âlem-i irfanında üdeba-i kâriine verdiği şevk, şayan-ı hayret bir dereceyi
bulmuş olduğu için, belli başlı ulema-yı müsteşrikinden birçok kimseler
Hayyam’a taalluk edebilen her hususa şiddetle
alakadar olarak tevsi ve tamık-ı
tahkikat etmişler ve bu vadide mümkün olabildiği kadar ileri gitmişlerdir.
Bugün her veçhile sabit olmuş ve
müsteşrikin indinde müsellem bulunmuştur ki Hayyam Şark’ta yetişmiş olan fuzala
arasında pek müstesna bir dâhidir. Birçok kabiliyetlere aynı derecede malik bir
harikadır.
Evvelen: Sahib-i meslek bir
âlim-i mütehassıstır; bu haysiyetle ilm-i heyet ve riyaziyât tarihinde şerefli
ve sürekli bir nam bırakmıştır.
Saniyen: Bizim tahkikat-ı
mahsusamız neticesinde elde edebildiğimiz birtakım yeni vesikalar sarahaten
ispat ediyor ki zamanının etıbba-yı meşhurasından da biri imiş ve içinde
yaşadığı muhit-i kibara mensub bazı kimseleri tedavi etmekle de muvazzaf
bulunmuş.
Salisen: Bir şair-i hakîm imiş ve
asrının en salâhiyetdar müderislerinden olmak üzere de şöhreti varmış.
Felsefeye dair birtakım âsâr-ı mühimme telif etmiş olduğu gibi, şevk-i ilham
ile ara sıra bazı zarif rubailer yazıp mecalis-i ülfettte samimi dostlarına
okurmuş. O zamanlar sanat-ı tıbaat henüz malum olmadığı için bu bediî şiirler
münevverülfikr ve kadirşinas edipler cemiyetinde -kıymetli ve nadide hediyeler
gibi- elden ele intikal ederek revaç bulmuş ve birçok mecmualarda lâ- alettayin
zabt ve kaydedilmiştir.
Mamafih Hayyam’ın mizaç ve
efkârından şiddetle müteneffir ve itikadat-ı azadesine hiss-i gayz ile muarız
bulunan müteşerri’în ve mutasavvıfın Rubaiyat nazmını bilhassa kibar-ı nas ve
havas nazarında tezlil edip teveccüh ve itibardan düşürmek için çok gayret
göstermişler ve en manadar rubaiyatından bazılarını iltizamen teşhir ve bir
maksad-ı mahsus ile tefsir etmişlerdir. Bu hususta vaki olan hizmetleri meşkur
olmuştur; bizler onlara minnettarız; zira Hayyam’ı dostlarından ziyade bu
düşmanları ahlafa layıkıyla tanıtmışlardır. Ancak onların tenkidatı sayesinde o
şair-i hakîmin ahkâm-ı itikadiyesini bugün yakinen biliyoruz.
Bugünkü tarz-ı medeniyet o ahkâmı
zımnen tasvip ve alenen takip ediyor. İleride bu bahsi tafsilen müzakere
edeceğiz; Hayyam’ın bugün niçin bu derece umumî bir teveccühe ve itibara mazhar
olabildiği o zaman esbab-ı hakikiyesiyle anlaşılacaktır. Yine o sebeplerden
dolayıdır ki artık medeni lisanların cümlesinde manzum ve mensur birçok
Rubaiyat tercümeleri vardır; hem bazıları gayet zarif tasvirlerle müzeyyen ve
pek mükellef ve nefis bir surette tab ve teclid edilmiştir. Hatta bazı zürafa
Avrupa’da yılbaşı ve yevm-i viladet hediyesi olarak- bu nüshaları teati
ederler; hâlbuki bizde bu dilber rubailerin henüz bir güzelce tercümesi yoktur.
Vakıa, bundan takriben otuz beş
kırk sene evvel, Muallim Feyzi Efendi merhum ilk defa olarak Hayyam hakkında
Türkçe muhtasar bir risale yazmış ve buna yirmi otuz kadar da rubai derc
etmişti. Muallim-i merhum, İran’ın Azerbaycan vilayetinde zuhur etmiş olduğu
halde memleketimizi vatan ittihaz ederek ömrünün kısm-ı küllisini İstanbul’da
hidmet-i tedris ile geçirmiş ve burada vefat etmiştir. Kırk elli seneden beri
cereyan eden hadisat-ı edebiyenin şehadet ettiği vechile kendisi Osmanlı
edebiyatının amillerinden bulunmuş ve Naci Efendi merhum ile aynı meslek-i
edebiyi takip ederek edebiyatımıza hizmet etmiş ve hürmet kazanmıştır. Merhumun
Hayyam’a dair tab ettirmiş olduğu risalenin kabında münderiç bulunan şu
aşağıdaki Türkçe rubai pek haklı bir sözdür; çünkü İran şair-i şehirînin
kemalatını hesaba katmayarak iltizam-ı itiraz edenlere tevcih edilmiş bir
hitabediîr. Filhakika merhum Feyzi Efendi’nin dediği gibi:
Erbâb-ı kemâle naks bulmak
müşkil;
Sahrâ-yı ta’asubda yorulmak
müşkil
Hayyâm’a ta’arruz etmek âsân ammâ
Hayyâm gibi sühanver olmak
müşkil!
dir.
Merhum Feyzi Efendi hayli zaman sonra
yani bundan birkaç sene evvel Doktor Abdullah Cevdet Bey dahi Rubaiyat-ı Hayyam
unvanıyla bir kitap bastırmış ve mukaddimesinde o şaire dair bazı malumat-ı
sahiha nakletmişti. Türk muharrirleri arasında herkesten evvel kendisi böyle
ciddi bir teşebbüste bulunmuş ve kitabını ahiren ikinci defa olarak
tabettirmeğe de muvaffak olmuş olduğu için himmet-i vakıasını hiss-i şükran ile
takdir etmek üdeba-yı Türkiye’ye farz olmuştur. Biz bu hususta tereddüt
edenlerden değiliz.
Mamafih, Hayyam’ı nice senelerden
beri tanıdığımız etrafıyla tetebbu etmiş olduğumuz için hem kemâl-ı hulus ile
hem biraz salahiyet ile iddia edebiliriz ki Abdullah Cevdet Beğ’in kitabı
-fazl-ı takaddümü haiz bulunmak ve ikinci tabı birinci tabına çok faik olmakla
beraber- birçok nakaisten de ‘ârî değildir; bir taraftan Rubaiyafın daha
iyicesini tertip etmek ihtiyacı ve diğer taraftan ilk tabımızın nüsah-ı
mevcudesinin kamilen satılıp tükenmiş olması bu ikinci tabı ihzara bizi saik
olmuştur. Cevdet Beğ’in kitabının en büyük kusuru, Hayyam’a nispeti mümkün
olamayan yüzlerce rubaiyatı câmi’ bulunmasıdır.
Şüphe yoktur ki Abdullah Cevdet
Bey vaktiyle Mösyö Nikola (Nicolas)’[*]nın Fransızca’ya tercüme ve tab ettirmiş
olduğu mecmua-i rubaiyyatı esas tutmuş ve hatta ona daha birçok yabancı
rubailer bile ilave etmiştir. Hâlbuki ekallen otuz seneden beridir Hayyam’ın
hüviyet-i şahsiyesi, zamanı, hayatı ve bilhassa rubaiyatı hakkında birçok büyük
müsteşrikler tahkikata koyulup hayli mühim yanlışlıklar tashih etmişlerdi.
Hele, Rus müsteşriklerinden meşhur Profesör Valentin Zuhofski (Valentin
Zhukowski) Mösyö Nikola’nın o kitabında Hayyam namına nispetle cem ve tercüme
olunan bilcümle rubaiyatı fevkalade bir sabır ve metanetle birer birer tetkik
ve nihayet sahib-i hakikilerini keşfetmiş ve göstermişti ki
[*]-Nikola (Nicolas) Fransa
hükumetinin vaktiyle Reşt konsolosu idi. Hayyam vesilesiyle ismi çok geçen bir
müsteşriktir. Rubaiyat-ı Hayyam unvanıyla Fıransızcaya tercüme etmiş olduğu
eser tabolunalı elli seneyi geçmiştir. Bir zamanlar İran’da sahipleri layıkıyla
tetkik olunmayarak Hayyam namına izafetle dört beş yüz kadar rubai cem olunup
taş basmasıyla basılmıştı. Bombay’da dahi aynı suretle bir mecmua-ı rubaiyat
tabedilmişti. Nikola bu mecmualarda münderiç bulunan rubaiyatın cümlesini
hakikâten Hayyam’ın malı zannederek Fransızcaya tercüme edip tabettirmiş ve
onlardan yanlış olarak bir mana-yı tasavvuf çıkarmıştır. Mamafih, müteveffa
Mösyö Nikola’nın eseri Hayyam hakkında büyük bir şevk uyandırmış ve bu yüzden
Şark edebiyatı meraklılarına hayli hizmet etmiştir o nüshada diğer muhtelif
şairlerin seksen iki kadar rubaisi Hayyam’a atfedilmiştir. Müdekkik-i mumaileyh
o yabancı rubaileri asıl sahiplerinin esamisiyle beraber tayin de etmiştir.
Biraz zahmet çekilecek olursa daha fazlası da bulunabilir.
Avrupa müsteşrikleri meyanında
gerek Zuhofski’nin, gerek emsalinin bu gibi keşfiyatından haberdar olmayan
belki bir kişi yoktur. Farisîşinas-ı şehir ve fakidüşşark merhum ve mağfur
Profesör Bravn (Professor E. G. Browne) İran edebiyatına dair telif etmiş
olduğu mufassal tarihinin ikinci cildinde Hayyam’dan bahsederken bu cihetleri
tamamiyle zikir ve tetebbu ederek kâriini tenvir ve galiz hatalara düşmek
ihtimalinden tahzir etmiştir.
Fakat bu mükemmel ve muteber
eserlerden evvel Şark âleminde de öteden beri meşhur ve mütedavil bazı
tezkireler ve teracim-i ahvale dair kitaplar vardır ki onlardan dahi gerek
doğrudan doğruya, gerek dolayısıyla Ömer Hayyam’a müteallik birçok malumat-ı
sahiha ve vesaik-i müfide istihsali mümkündü. Biz bu mehazlerden çok istifade
ettik ve alelhusus İstanbul kütüphanelerinde pek mühim bazı vesikalar
keşfedebildik ki şimdiye kadar onlara hiçbir Hayyam meraklısı destrest
olamamıştı. Bayezid Kütüphane-i umumisi müdürü efazıl-ı ulemadan İsmail Saib
Efendi bu muvaffakiyetimize ziyadesiyle hadim oldu. [**]
Müşarünileyhin hatırladığı nice
esami-i kütüb delaletiyle yolumuzu bulduk ve bu girive-i müşkilat içinden onun
rehberliği sayesinde muvaffakiyetle çıkabildik; binaenaleyh, kendisine rehin-i
minnet olduğumuzu burada söylemeği bir vazife addederiz. Keza, kitabımızı
vâkıfane ve müdekkikane okuyup ilk tabımızın mündericatı hakkında vaktiyle bize
İzmir’den tahriren mütalaat-ı makule ve müfide göndermiş olan edib-i kadrdân
varıp Tokadîzade Şekîp Beğ Efendi’ye mülahazatından ettiğimiz istifade
mukabilinde medyun-ı şükranız.
[*’] Bu zat-ı muhterem otuz iki
seneden beri Bayezid Kütüphanesi hafız kütüplüğü ve vazifesini hakkıyla ve
layıkıyla ifa etmiş ve erbab-ı maarife hidemat-ı vefiresi sebkat eylemiş bir
danişmenttir.
Abdullah Cevdet Beğ’in sade
edebiyat-ı Farisîyye’ye değil, edebiyat-ı umumiyeye dahi hidmeti itibariyle
esasen pek müfid olan kitabının diğer bir kusuru da tarz-ı tercümesinde ve
alelhusus rubaiyatı kendi hissiyatına göre tefsir ve bazılarının manasını
tahrif ve tağlit etmiş olmasındadır.
Biz bu mecmuada gerek
Hayyam"ı gerek efkâr ve itikadatını mümkün olduğu kadar hakk ve hakikâta
makrun olarak arz etmek için çalıştık. Şair-i İranî’nin Tercüme-i haline dair
büsbütün yeni vesikalar arz ettikten ve bu suretle birçok tashihata muvaffak
olduktan maada, sarf-ı edebi bir nokta-i nazardan da rubaiyatı mütalaa ve
tetebbu ettik. Mahiyet-i felsefiyelerini dahi tetkik ederek o hususta izahat¬ı
kâfiye verdik. Eazım-ı mütefekkirînden kimlere benzediğini ve hangi ahkâm-ı
itikadiyede en büyük feylesoflarla müşarik bulunduğunu âsâr ve vesaik-i
mutebere ile gösterdik; o suretle ki bu kitapta rubailerin istinsah ve
tercümesinden evvel serd ettiğimiz mütalaat başlı başına kâim bir eser
addedilebilir. Bittabi asıl Hayyam’ın rubaiyatını sairlerinden temyiz edebilmek
için hayli dikkat ve himmet sarf etmekliğimiz lazım gelmişti. Biz bu zahmetten
kaçınmadık ümit ederiz ki bu kitabı mütalaa buyuranlar da mahzuz olacaklardır.
Maazalik, Hayyam’ın kendi hatt-ı
destiyle yazılmış ve belki kendi eyyam-ı hayatında dostları veyahut şakirtleri
tarafından cem-i tedvin edilmiş bir mecmua-i rubaiyat henüz keşfedilememiş
olduğu için bu adamın müdded-i ömründe kaç tane rubai söylemiş olduğu
meçhuldür. Olabilir ki Profesör Bravrinın dediği gibi günün birinde böyle mühim
bir nüsha keşfedilir o zaman yeniden bir Rubaiyat-ı Hayyam tabettirmek lüzumu
hâsıl olur ki bu tabiidir. Fakat her ne olursa olsun, kemal-i cesaretle
kâriîn-i kiramı temin edebiliriz ki Ömer Hayyam’ın şiiri ve felsefesi hakkında
verdiğimiz malumat-ı müdellele ileride zerre kadar kıymetini gaib etmeyecektir;
çünkü her vechile müberhen ve bedahet menzilesinde sabittir.
Bir de Rubaiyatı tasnif edebilmek
için şimdiye kadar muteber tutulmuş bir kaide-i müttehaza vardı: Kafiyelerde
elif ba tertibi gözetilir ve ona göre rubaiyata bir silsile tayin edilirdi.
Surî bir intizam arz etmekten başka bir faidesi olmayan bu tertib-i kadîmi biz
hoş görmedik. Bilakis rubaileri, mutazammın ve natık oldukları efkâr-ı
hükemanenin mahiyetine göre tertip etmeği daha makul bulduğumuz için o sureti tercih
ettik. Hayyam’ın felsefesini tetkika tahsis ettiğimiz faslın fihrist-i mevadd u
silsile-i mesailine her halde tevafuk eden ve muvazı düşen tertip bizimkidir.
İşte, Ömer Hayyam ve âsârı hakkında şimdiye kadar icra ettiğimize kani
olduğumuz derin taharriyat ve geniş tetebbuata istinaden öyle zann u tahmin
ediyoruz ki bu kitabımızın intişarından sonra Rubaiyatı tekraren tercüme ve
neşre kıyam edecek kimselerin önünde mebzulen iktibasatta bulunmağa ve
nakiselerini ikmal eylemeğe müsaid metîn ve mükemmel bir nüsha mevcut olacağı
için bundan böyle Rubaiyat mütercimlerinin işi gereği gibi kolaylaşmış
olacaktır. Yani demek istiyoruz ki bu kitabımızın neşrinden sonra artık bol bol
rubaiyattan ve Hayyam’dan dem urmak herkes için mümkün olacaktır.
Hüseyin Daniş
ÖMER HAYYAM
BİRİNCİ FASIL
ŞARK MÜVERRİHİN VE MÜNEKKİDÎNİNİN
ÖMER HAYYAM
HAKKINDAKİ MÜTALAATI
Hace İmam Ömerü’l-Hayyamî yahut
Hayyamü’l-Nişaburî beşinci asr-ı hicrînin evahirinde ve altıncı asr-ı hicrînin
evailinde on ikinci asr-ı milâdî zuhur etmiş olan hükema ve riyazi yunun
meşhurlarındandır. İran’ın da en büyük mefahirindendir. Lakin bilâd-ı Şark’ta
ve son zamanlarda Avrupa ve Amerika’da iktisap etmiş olduğu şöhret bilhassa
feragat zamanlarında tefrih-i hatır maksadıyla söylemiş olduğu hikmetamiz
rubailerden ileri gelmektedir. Müşarünileyhin fezail ve menakıb-ı sairesini
şiirinin şöhret-i şayiası örtmüştür.
Hayyam, zamanının vakayi-i
külliyesine gerçi doğrudan doğruya karışmamış ise de birçok cihetlerden
müteşebbislerini asrın ekâbirinden saydıracak tetkikât-ı ilmiyede mühim
amillerinden olmuş ve kendi muasırı bulunan hükümdaran ve ulema nezdinde büyük
bir kıymet ü haysiyet kazanmıştır. Müşarünileyhin Tercüme-i halini muhtevî olan
kütüb-i Arabiyye’nin ekserinde ve cebr ü mukabele fennine müteallik bulunan kendi
eserinin baş tarafında ismi yâ-yı nispetle Hayyamî’dir. Diğer taraftan, Farisî
kitapların ekserinde ve kendi rubailerinde Hayyam şeklindedir ve her iki şekil
de sahihdir. Ve biri diğerini iptal etmez. Bunda görülen tabir ihtilafı Arabî
ve Farisî şivelerinin ihtilafından mütevellittir.
Ömer Hayyam’ın bazı rivayata göre
kendinin ve bazı rivayata göre pederinin çadırcı olduğu ve şiirde Hayyam
tahallus etmesinin bundan ileri geldiği mütevatir ise de bu rivayetler şayan-ı
itimat addedilebilecek bir vesikaya müstenid değildir.
Ömer Hayyam Avrupa’da ve
Amerika’da rubaiyatın mütercim-i muktediri Fiç Cerald (Fitz Gerald)’ın|1 ]
deha-yı edebîsi sayesinde vesî bir şöhret-i şairane ihraz etmiş olduğu halde
memalik-i Şarkiyye’de en ziyade mabihittemayüzü olmak lazım gelen şiiri meskût
ü metruk kalmış ve ismi şairler meyanında değil, riyazîler ve müneccimler
arasında zikredilmiştir.
Ömer Hayyam’dan meşruhen
bahsetmiş olan yahut derunlarında müşarünileyhin sadece zikri geçen kitaplar
zaman sırasıyla ber vech-i zeyldir:
p] 1809 sene-i milâdiyesinde
tevellüd ve 1883 sene-i milâdiyesinde vefat etmiş olan Fiç Cerald (Fitz Gerald)
Hayyam’ın rubailerini nazmen İngilizceye en iyi tercüme eden İngiliz edibidir.
Yine Ingiliz üdebasından Voinfild (Whinfteldyden tutunuz da Heron Allen (Heron
Allen) ve Riçard Lögalyen (Richard le GailienneYe gelinceye kadar Hayyam’ı
tercüme edenlerin hiçbiri Fiç Cerald (Fitz Gerald)’ın tercümesini hiçbir zaman
unutturamayacaktır. Çünkü Fiç Cerald (Fitz Gerald)’ın Ingiliz rubaiyatı
ifadesinin metaneti, tarz-ı beyanının münakkahiyeti ve klasik selaseti
itibariyle gerçekten bir şahkâr-ı dehadır.
Hayyam ’dan bahseden ve bugün
elimizde bulunan en eski vesika on ikinci karn-ı milâdînin evasıtına doğru
Semerkand, Tus, Herat ve Nişabur cihetlerinde yaşamış ve 506 sene-i
hicriyyesinde (tahminen 1112 sene-i milâdiyesi) Belh’te hakîm-i müşarünileyh
ile mülakat etmiş olan Nizamî-i Aruzî-i Semerkandî’nin [ ] Çehar Makale nam
eseridir.
Yine bu Nizamî 530 sene-i
hicriyyesinde tahminen 1135 sene-i milâdiyesi Nişabur’da Hayyam’ın kabrini
ziyaret etmiştir. Nizaminin Ömer Hayyam hakkında anlattığı iki hikâye hakîm-i
müşarünileyhin Tercüme-i haline mehaz olan en sahih ve en kadîm iki mühim
vesikadır. Bunlar kadar mühim üçüncü bir vesika da yine Çehar Makale"de,
Sultan Gıyase’d-dünya Ve’d-din (Muhammed İbnü’l-Melikşah)’ın Hille’de isyan
ederek Bağdad üzerine yürüyen Arap hükümdarı Sadaka’yı te’dip etmek için
üzerine ordu sevk etmesi iyi olup olmayacağı hakkında müneccimlere müracaat
ettiğine ve müneccimler o hususta bir rey-i sâip beyanından izhar-ı acz edince
bir kâhin-i Gaznevî, sevk edilecek askerin nail-i zafer olacağını temin ü
tekeffül eylemekle Sadaka üzerine kuvvet izam olunarak muvaffakiyet hâsıl
olduğuna ve Sultan Gıyase’d-din (Muhammed) seferden avdetle Gaznevî müneccimi
taltif eylediğine ve kablessefer ne için o hususta beyan-ı reyden istinkâf
etmiş oldukları diğer müneccimlerden sorulunca padişahın o zaman tertip ettiği
seferberlikte meymenet görmemiş olduklarına ve o vakit hiçbir müneccimin böyl e
bir sefere rıza göstermediğine ve kendilerine inanılmazsa keyfiyet Horasan’a
yazılıp İmam (Ömer-i Hayyamî)’dan dahi istizah edilebileceğine dair olan
hikâyedir. Biz bu
- …- faslından
sırasıyla iktibas ve
tercümeleriyle birlikte buraya derc ettik:
Yani 506 sene-i hicriyyesinde
Belh’te Esirciler Mahallesinde Emir Ebu Sa’d Cere’nin hanesine Hace îmam (Ömer
Hayyam^ ve Hace îmam (Muzaffer Îsfezarî) nüzul etmiş idiler. Ben o sırada
onların nezdinde bulunuyor idim. Sohbet esnasında Hüccetü’l-Hakk (Ömer)’tan (Bu
tabirden maksadı Hayyam’dır.) işittim, dedi ki: Benim kabrim bir yerde olacak
ki her baharda rüzgâr onun üstüne çiçekler serpecek. Bu söz bana pek mümteni
göründü. Lakin bilirdim ki öyle bir adam beyhude ve bîmana söz söylemez. Vakta
ki 530 sene-i hicriyyesinde Nişabur’a geldim, o büyük adam çehresini hafagâh-ı
türaba çekmiş ve âlem-i süfliyi yetim bırakıp gitmişti. Müşarünileyhin benim
üzerimde Hakk-ı tâlimi var idi. Cuma günü onun kabrini ziyarete gittim ve onun
toprağını bana göstersin diye birini kendimle birlikte aldım. Beni Hire
Kabristanı’na çıkardı. Sol tarafa döndüm. Bahçenin duvarının dibinde
müşarünileyhin kabrini gördüm. Armut ve zerdali ağaçları uçlarını bahçenin
duvarı üstünden sarkıtmış ve onun kabrinin üstüne o kadar çok çiçek dökmüşler
idi ki toprağı çiçekler içine gömülüp kaybolmuş idi. O zaman, müşarünileyhin
Belh’te söylediği sözler hatırıma geldi, ağladım. Çünkü yeryüzünde onun bir
nazîrini daha görmüyor idim. Hakk-teala onun makamını cennet etsin, bimennihi
ve keremihi.
Keza:
Yani: “508 sene-i hicriyesinde
Merv beldesinde padişah, vezir-i kebir Sadre'd-din Muhammed İbnü’l-Muzaffer
Rahimehullah (*) nezdine birini gönderip
ona dedirtti ki imam Ömer’e
söyle, ahkâm-ı nücuma tevfikan bir iki münasip gün ihtiyar etsin de ava gidelim
ve avda bulunacağımız birkaç gün içinde kar ve yağmur yağmasın. Hace îmam Ömer
vezir-i müşarünileyhin musahiplerinden idi ve nezdine gelip giderdi yahut onun
hanesine nüzul ederdi. Vezir birini gönderip Ömer’i çağırdı ve macerayı ona
nakletti. Ömer gitti ve iki gün rasat etti ve iyi bir gün intihap ederek
padişahı müteyemmin bir saatte ata bindirip ava gönderdi. Padişah ata râkiben
selametle çıkıp birkaç merhale ( ) kat
eder etmez hava karardı, rüzgâr çıktı, ortalığa bulut yayıldı, kar ve tipi
emareleri göründü. Bu hale herkes güldü. Padişah geri dönecek oldu. Hace îmam
Ömer dedi ki: Sultan müsterih olsun, bulutlar şimdi dağılacak ve bu dakikadan
itibaren beş gün kadar hiç yağmur yağmayacak ve yaşlık görülmeyecek. Sultan
atını sürüp yoluna devam etti. Ve hava açıldı. Ve o birkaç günün içinde hiç
yaşlık olmadı ve havada bulut görülmedi. Fenn-i nücum her ne kadar maruf bir
sanat ise de, ona pek güvenilmez. Müneccim ona pek itimat etmemelidir ve her
verdiği hükmü kaza ve kadere havale etmelidir.”
Keza:
Bu hikâyenin hulasa-i mealini
bilmünasebe yukarıya derc ettiğimiz için burada harfiyyen bir daha tercümesine
lüzum görmüyoruz.
Çehar Makale den sonra Ömer
Hayyam"dan bahseden eserlerden biri de 595 sene-i hicriyesinde (tahminen
1198 milâdî) vefat etmiş olan Hakanî-i Şirvanfnin eş’ârıdır. Müşarünileyh
kasidelerinden birinde memduhunu şöyle tarif ediyor:
Yani: -“İşte bunun için akıl ona
dedi ki: Ey Ömer Bin Osman! Sen hem ilimde Ömer Hayyam gibi birinci mertebeyi
haizsin hem adalette Ömer İbni Hattab gibi birinci derecedesin”. Bundan sonra,
müellifat-ı kadîmeden olup Ömer Hayyam" dan bahseden dört eser daha vardır
ki meşhur Rusyalı müsteşrik Valentin Zuhofski (Valentin Zhukowski) onları
Hayyam’a müteallik tetebbuatında mehaz olarak almıştır. Bu eserlerden biri
yedinci karn-i hicrî (on üçüncü asr-ı milâdî), biri sekizinci karn-ı hicrî (on
dördüncü asr-ı milâdî), biri dokuzuncu karn-ı hicrî (on beşinci asr-ı milâdî)
ve diğeri onuncu karn-ı hicrî (on yedinci asr-ı milâdî) de yazılmıştır. Bu dört
muhim mehazlardan birincisi 620 sene-i hicriyesinde (tahminen 1223 milâdî) Şeyh
Necme’d-din Razi’nin (ki daye denilmekle maruftur) telif etmiş olduğu
Mirsadü’l-İbad namındaki kitaptır. Bu vesikanın ehemmiyeti büyüktür; çünkü
muharriri müfrit bir mutasavvıf olmakla maruf bulunduğu için Hayyam’ı “felsefî
ve dehrî ve tabiî” diye tavsif eylemiş ve buna burhan olmak üzere hakîm-i
müşarünileyhi “lâedriyye” mezhebi siyakında yazmış olduğu rubailerden ikisini
ayırıp zikretmiştir. Mirsadü’l- ‘İbadın bu ibaresini aynen buraya nakl
ediyoruz:
Yani: “Temiz ve ulvî ve nuranî
olan ruhu topraktan yapılmış, süflî ve zulmanî bir kalıba yerleştirmekte ne
hikmet olduğu ve sonra ruhun cesetten alakasını kat edip bunları birbirinden
ayırdıktan ve kalıbı tahrip ettikten sonra tekraren
mahşerde neşr eylemenin ve onu
ruha kılıf yapmanın sebebi ne olduğu malumdur. Bu onun içindir ki insan ek…[*] zümresinden çıkıp âdemiyyet
mertebesine erişsin ve (…)[**]
hicap gafletinden kurtulsun ve zevk ve şevk ile tarîk-i süluğa adım atsın.
Zavallı “felsefî ve dehrî ve tabiî” bu makamların ikisinden de mahrum olduğu
için yolunu şaşırmış ve avaredir. Hatta onların nazarında fazıl ve hikmet ve
kiyaset ve irfanla şöhret bulmuş olan fuzaladan biri -ki maksadım Ömer
Hayyam’dır- fart-ı hayret ve dalaletten şöyle şiirler söylemeğe kadar varıyor:
Birinci rubainin tercümesi: “İçine girip sonra çıktığımız bu dairenin ne
bidayeti, ne nihayeti malumdur. Şu dünyada kimse bana doğrusunu söylemiyor ki
buraya gelmiş isek nereden gelmişiz ve gidiyor isek nereye gidiyoruz”. İkinci
rubainin tercümesi: “Hâlık-ı kâinat tabiatları bir kere terkip ü telif ettikten
sonra ne sebeple yeniden tahrip ü ifna ediyor? Eğer yapılmış olan ecsam u suver
çirkin ve kötü iseler, bunda tayip edilmek lazım gelen acaba kimdir? Yok, eğer
güzel iseler, onları niçin tahrip etmelidir?”
Mirsadü’l- ‘îbad’dan sonra Ömer
Hayyam’ın tercüme-i halini hâvî olan eser Şemse’d-din Muhammed îbni
Mahmudü’ş-Şehrizuri’nin 586-611 senelerinde (tahminen 1190-1214 milâdî) telif
etmiş olduğu Nüzhetü’l-Ervah ve Ravzatü’l-Efrah fi Tevarihi’l-Hükemai’l ve ’l-Müteahhirîn
ismindeki kitaptır. Bu kitaptan biri Farisî, diğeri Arabî olmak üzere iki
rivayet mevcuttur. Biz Arabiyülibare olanından o fıkrayı aynen zire nakl
ediyoruz:
Kur’an’ın iki yerinde iki şekl-i
diğer de variddir. Biri Sure-i A ’râf’tadır ki aynen şöyledir:
Diğeri de Sure-i Furkan ’da olup
aynen şöyledir:
-Bu ayetlerin mazmun-ı münifleri
de şudur: “Onların gözleri vardır da onlarla görmezler; onların kulakları
vardır da onlarla işitmezler; onlar hayvanlar gibidirler belki de daha
gümrahtırlar; onlar birtakım gafil kimselerdir”. İkinci ayetin mazmunu da
şudur: “Zanneder misin ki onların çoğu işitir yahut anlar; onlar ancak
hayvanlar gibidirler; belki de hayvanlardan daha ziyade yollarını
şaşırmışlardır.” [**] Bu ayet-i kerime Sure-i Rum’da olup manası şudur: “Onlar
hayat-ı dünyeviyeden zahiri bilirler ve onlar ahiretten gafildirler.
Yani: Ömerü’l-Hayyam’ın âbâ ve
ecdadı Nişaburlu ve vatanı da orasıdır. Aksam-ı ulum-ı hikmette Ebu Ali Sina’ya
tebaiyet ederdi. Lakin huysuz ve titiz bir adamdı [ ] Meskeni dar ve hakîr idi.
İsfahan’da bir kitabı yedi kere gözden geçirmekle hafızasına öyle nakşetti ki
Nişabur’a avdet edip de mündericatını birine imlâ etti ve bu imla etmiş olduğu
metin nüsha-i asliyye ile mukabele edildi. Aralarında büyük bir fark görülmedi.
Müşarünileyhin tasnif ve talim hususlarında mahareti var idi. Ulum-ı tabiiyeye
dair muhtasar bir eseri, vücut mebhas-i felsefiyesine dair bir risalesi ve kevn
ü teklif meselesine müteallik diğer bir risalesi vardır. Fıkıh, lugat ve
tarihin dahi âlimi idi.
Bir gün Hayyam vezir
Abdü’r-Rezzak’ın nezdine gitti. O gün reisü’l-kurrâ (Ebu’l-Hasenü’l-Gazali)
dahi orada bulunuyor ve o esnada Ayat-i Kur’aniyyeden bir ayetin tarz-ı kıraati
hakkında aralarında bir münakaşa cereyan ediyordu. Vezir, Hayyam’ın içeriye girdiğini
görünce : “ dedi.
Hayyam meseleyi
tetkik edip kârilerin o husustaki
ihtilafını beyan etti ve onlardan her birinin nokta-i nazarını ilel ü esbabıyla
izah eyledi ve şevazı ve esbabını anlattı. Nihayet meseleyi bir şekl-i kat’îde
hall ü fasl etti. Bunun üzerine Gazalî dedi ki: Allah ulema içinde senin
emsalini kesir eylesin. Kurrâdan bunu hıfz etmiş bir kimsenin bulunabileceğini
zannetmiyordum. Nerede kaldı ki hükemadan birinin... Riyaziyât ve makulat gibi
aksam-ı felsefeye gelince, Hayyam tamamiyle bunların ehli idi. Bir gün
Hüccetü’l- İslâm Gazali müşarünileyhin nezdine gelerek şu suali ona irat etti:
Ecza-yı kutbiye-i felekten öyle bir cüz’ü tayin et ki o ecza-yı kutbiyenin
gayrı olmakla beraber onlarla müteşabihül-ecza olsun. Bunun üzerine, Hayyam
sözü uzattı ve birtakım sözlerle kelama iptida ederek münazaun fih olan
meseleye girişmekten ihtiraz etti. Zaten bu Şeyh-i mutâ' ın âdeti daima bu idi.
Nihayet, öğle ezanı okundu. Gazali ezan sesini duyunca: … “[ ] dedi ve ayağa kalktı. Bir gün de
Hayyam Sultan
Sencer’in nezdine girdi. Sultan o
vakit henüz sabi idi. Ve o aralık çiçek hastalığına tutulmuş idi. Sultanın
nezdinden çıkınca vezir ona: Sultanı nasıl gördün ve onu ne ile tedavi ettin?
Diye sordu. Ömer sabinin hayatı tehlikededir (korkuludur), dedi.
Habeşî bir köle bu sözü sultana
isal etti. Sultan iyileşince Hayyam’a karşı kin bağladı. Ve onu sevmez oldu.
Melikşah-ı Selçukî, Hayyam’ı
nedimi menzilesine indirmiş idi. Buhara’da icra-yı hükümet eden Hakan Şemsü
’l-Müluk ise, müşarünileyhi pek çok tekrim ve tazim eder ve kendisiyle birlikte
tahta oturtur idi.
Rivayet ederler ki Ömer Hayyam
bir gün bir altun hilal ile hem dişlerini karıştırmakta, hem İbni Sina'nın Şifa
namındaki eserinden ilâhiyat faslını mütalaa eylemekte idi. Bu mütalaa
esnasında El-Vâhid ve’l-Kesîr faslına gelince, hilali kitabın iki yaprağı
arasına koydu, ayağa kalktı, namaz kıldı, vasiyet etti, yemedi, içmedi. Son
yatsı namazını da eda ettikten sonra, secdeye kapanarak: “Ya Rab, ben seni
tanımaklığım mümkün olduğu kadar tanıdım. Beni mağfiret et. Benim seni
tanımaklığım mahza sana tevessül etmek içindi.” dedi ve teslim-i ruh etti.
(Allah onu rahmet eylesin.) Müşarünileyhin Arabî ve Farisî lisanlarında güzel
şiirleri vardır ki zirdeki parçalar o cümledendir.”
Birinci kıt’a-ı Arabiyyenin
tercümesi: “Tab’ım galeyana gelince dünya, yedi kat hatta ufk-ı a’lâ bana
inkiyat ederler. Gerek gizli, gerek açık fevahiş ve zemaimden iffete riayeten
ihtiraz ederim (Arapçası saimim) ve bu orucumu, Yaradanımı takdis etmekle
bozarım (yahut fâtırımı takdis edişim savmımın iftarıdır). Nice fırkalar
tarîk-i hakktan çıktıktan sonra benim katre katre akan feyzim sayesinde rah-ı
hidayete girdiler. Benim doğru yolum, cehl ve amâ deresi üzerine köprüler gibi
atılmış olan hüccetlerdir.”
İkinci kıta’-i Arabiyyenin
tercümesi: “Mademki nefsim sedd-i ramak edecek kadar ele geçen bir şey ile
kanaat ediyor, benim elim (avucum) bileğim onu sa’y ile tahsil eder. Hadisatın
bütün tahavvülatından ben emin ve masunum, ey zamane, sen ister beni tehdit,
ister tebşir et.
Benim menazilim güneşin ve ayın
fevk re’sinde ve yükseldiğim yerler ferkadına kadar olan mesafenin daha
üstündedir. Bütün mesadetleri devr-i daimiyle nuhusete tebdil eden kaza-yı
eflak değil midir? Öyle ise, ey nefs sen mahrumiyyetine sabret; çünkü o eflağın
da bir gün temelleri sarsılmakla zirveleri çöküp yıkılacaktır. Dünya sana
yaklaştıkça bir musibet olur. Bu, yakın göründüğü halde uzaklaşan şey ne kadar
aciptir! Mademki hayatın mahsulü (neticesi) ölümdür, demek ki oturan ile
çalışan halce biri birine müsavidirler.”
Üçüncü kıt’a-i Arabiyyenin
tercümesi: “Pek uzun müddetler dünyayı bir karındaş bulacağımı ümit ederek
dolaştım ve öyle bir kardaş istedim ki bir dostum bana hıyanet ettiği zaman o
benim meveddetime riayet etsin. Karındaşlığa layık olmayan nice kimselerle
ülfet ve akd-i uhuvvet ettim ve nice karındaşları değiştirip onların yerine
diğerlerini karındaş edindim. Ve nefsin matlubu müşkilleşince ona: Billah artık
sen yaşadığın müddetçe hiçbir insan ile üns ve ülfet etme, dedim.f1 ]”
Şehr-i ZurFden sonra tertib-i
zaman itibariyle (İbnü’l-Esir) hicretin 628. senesinde (milâdın tahminen 1231
senesi) telif etmiş olduğu Kâmilü’t-Tevarih’de 427 senesi ve vakayi’ini anlatır
iken Ömer Hayyam hakkında şöyle der:
Yani: -“Ve o senede Nizamü’l-Mülk
ve Sultan Melikşah müneccimlerin ileri gelenlerinden birtakımını bir araya
toplayıp nevruz-i hamlin ilk noktası olmak üzere
p] Bu bize şair Mütenebbî'nin şu
sözlerini hatırlatıyor:
tayin ettiler ve o tarihten akdem
nevruz, güneşin nıfs-ı huta vasıl olduğu zaman hulul ederdi. Bu suretle,
sultanın yaptığı şey takvimlere mebde ittihaz edildi. Yine o senede Sultan
Melikşah için rasat yapıldı ve bunu yapmak için müneccimlerin ileri
gelenlerinden bir kısmı içtima ettiler ki bunlar Ömer İbni İbrahimü’l-Hayyamî,
Ebu ’l-Muzafferü’l-Isfezarî ve Meymun Bin-En-Necibü’l- Vasitî ve gayrihim
idiler. Bunlara bu iş için emval-ı azime ita edildi ve rasad sultanın vefat
etiği dört yüz seksen beş sene-i hicriyesine kadar mer’i olmakta devam etti. Ve
onun vefatından sonra batıl oldu.”
Ondan sonra, Kadı Ekrem
(Cemale’d-din Ebu’l-Hasan Ali İbni Yusuf-El Kaftî) zahiren 624-646 sene-i
hicriyyeleri arasında telif etmiş olduğu Tarihü’l- Hükema’’nın ayn harfinde
şöyle der:
Yani:- Ömer Hayyam, imam-ı
Horasan ü allâme-i zaman idi. Ulum-ı Yunaniyye’yi talim ederdi. Ve nefs-i
İnsanînin tezkiyesi için tathir-i harekât-ı bedeniyeye ve o vasıta ile zat-ı
vacibül-vücudu arayıp tanımaya teşfik ederdi. Kavâid-i Yunaniyye iktisasınca
siyaset-i medeniyeyi iltizamı emir ve tervic ederdi.( r) Müteahhirîn-i sufiye, onun
eş’ârının zavahirinden bazı şeyler istinbat edip bunları kendi tarikatlarına
naklettiler ve onları mecalis-i aleniye ve mahafil-i hususiyelerinde zikir ve
tetkik eylediler. Hâlbuki Hayyam’ın bevatın-ı eş’ârı şeriat için sokucu
yılanlar gibidir. Ve iğfal için bütün lazım gelen şeyleri câmi’dir. Dini ve
itikadı sebebiyle muasırları müşarünileyhi kadh ü esrar-ı zamirini keşf ü faş
edince canından korktu ve inan-ı lisan ve kalemini kasr etti. Ve takva ile
değil, lakin takkiyye suretiyle hac etti ve levs ve şaibeden hâli olmayan bazı
esrarı faş etti. Bağdat’a geldiği zaman, ilm-i kadîmde onun tarikatına salik
olanlar kendisine teveccüh ettiler ise de müşarünileyh bir nedim tarzında değil
lakin ettiğine nadim olmuş bir adam tarzında onlara kapısını kapadı. Ve hacdan
kendi beldesine avdet edince sabah akşam ibadethaneye gider gelirdi. Ve esrar-ı
derununu ketm ederdi. Lakin ister istemez o esrar kendiliğinden zahir olurdu.
İlm-i nücum ve felsefede bînazir müşar ü bilbenan idi. Ulumun bu nevilerinde
ifadatı misal olarak irat edilir idi. Eğer kendisine ismet merzuk olaydı. Rumuz
ve hafayası ancak kanatları altındaki kısa tevekküllerinde görünen ve her
tarafta tair ve münteşir olan öyle şiirleri vardır ki bunlarda maksadının
zülal-ı sâfını daima kedürât nihanisi bulandırır. Ezcümle şu ebyat
müşarünileyhindir: [ ]…
Ondan sonra Zekeriyya Bin
Muhammed Bin Mahmud El-Kazvinî 674 sene-i hicriyesinde milâdın tahminen 1275
senesi telif etmiş olduğu Âsârü’l-Bilad ve Ahbarü’l-İbad nam kitabının Nişabur
bahsinde Ömer Hayyam’dan şu yolda bahsediyor:
Yani: -Hükemadan Ömer Hayyam bu
beldeye mensuptur. Müşarünileyh, enva-i adide-i hikmetin kâffesine vâkıf ve
alelhusus fen-i riyazîde sahib-i yed-i tula bir hakîmdir. Melikşah-ı Selçukî
zamanında zuhur etmiştir. Sultan-ı müşarünileyh, Hayyam"a alat-ı rasat
iştira etmesi ve onlarla yıldızları tarassud eylemesi için külliyetli pare
vermiş ise de o sırada Melikşah vefat etmiş ve bu iş ikmal edilemeyerek
kalmıştır. Naklederler ki bir gün Hayyam bir ribata (bir misafirhaneye) inmiş,
bakmış ki bu ribatta ikâmet edenler oradaki kuşların çokluğundan ve kuş
terselerinin düşerek herkesin üstünü başını telvis etmekte olmasından şikâyet
ediyorlar. Bunu görünce Hayyam çamurdan bir kuş yapıp onu o ribatın
şerefelerinden birine nasbetmiş, bunun üzerine bir daha oraya kuş gelmemiş.
Yine naklederler ki fukahadan biri her sabah daha güneş doğmadan Hayyam’ın
nezdine gidip ondan felsefe dersi alır ve sonra gidip ahalinin içinde
müşarünileyhin seyyiatından bahseder imiş. Hayyam bunu işitince birçok davulcuları
ve zurnacıları evine davet edip orada gizlemiş. Ma’hud fakih bermutad, ders
okumak için gelince, Hayyam davullar çalınsın ve zurnalar öttürülsün, diye emir
vermiş. Bu sesleri işiten ahali akın akın Hayyam’ın ikametgâhına koşuşmuşlar o
zaman, Hayyam mevcut ahaliye hitaben demiş ki: Ey Nişabur ahalisi, bu adam her
gün bu saatte benim nezdime gelip benden tahsil-i kemâl eden ve sonra buradan
gidip beni nezdinizde bildiğiniz gibi tavsif eyleyen âliminizdir. Eğer ben onun
dediği gibi isem, niçin gelip benden ilim ahz ediyor? Eğer öyle değil isem,
niçin üstadını zemm ve kadh ediyor? Bir kere bunu ondan sorunuz.”
Âsârü’l-Bilad"dan sonra Ömer
Hayyam" dan bahseden en eski kitap 718 sene-i hicriyyesinde katledilen
vezir Reşidü’d-din Fazlullah" ın Câmi’ü’t- Tevarih" idir.
Reşidü’d-din Kütüb-i İsmailiyye’den Sergüzeşt-i Seyyidina namındaki eserden- ki
bundaki seyyidina’dan maksad Hasan Sabbah’tır- naklen Hasan Sabbah ve Tavaslı
Nizamü’l-Mülk ve Ömer Hayyam’ın çocukluklarında Nişabur’daki mektep
arkadaşlıklarına dair olan meşhur hikâyeyi ve bunlardan herhangisi yüksek bir
mertebe-i içtimaiyeye vasıl olacak olur ise diğer ikisini himayeyi deruhde
eylediğini sonuna kadar naklediyor. Zikrolunan Sergüzeşt-i Seyyidina vaktiyle
Alamut Kalesi’nde kalmış olan kitaplardandır. Hülagü Han Alamut Kalesi’ni zabt
ettikten sonra Tarih-i Cihan-GGüşa’yı müellifi Alaaddin Ata Melik Cüveyni’yi
İsmailîlerin kütüphanesini tecessüs ü tasaffuha memur etmiş ve her müfid
gördüğü kitabı alıkoyup mütebakisini yakmasını müşarünileyhe tavsiye eylemiş
olduğundan o da bu emre tevfikân hareket ederek o kitapların büyük bir kısmını
imha etmiştir. Tarih-i Cihan-Güşa’nın üçüncü cildinde İsmailîlerin tarihinden
iktibasen münderiç bulunan fasl-ı nefis ve müfid dahi Alamut Kalesi’ndeki
kitaplardan nakledilmiştir. Lakin Ata Melik ’in bizzat bu hikâyeyi kat’an
işaret etmemiş olması aciptir. Velhasıl, zikrolunan hikâye yani Ömer Hayyam,
Hasan Sabbah ve Nizamü’l-Mülk"ün o an tufûliyetlerine müteallik bulunan
masal herkesçe maruf ve meşhurdur. Ve Câmi’ü ’t- Tevarih, Tarih-i Güzide,
Ravzatü’s-Safa, Habibü’s-Siyer, Tezkire-i Devletşah ve mec’ûl olduğu söylenen
Vesaya-yı Nizamü’l-Mülk gibi kütüb-i tarihiyenin ekserinde mevcuttur. Ve keza
Rubaiyat-ı Hayyam"ın Farisî, İngilizce vesair matbu ve mütercim
nüshalarında ve tezakir-i şuaranın bazılarında münderiçtir.
Şu kadar ki Avrupa
müsteşriklerinin ekseri bu hikâyeyi asılsız addediyorlar ve meçhul bir efsane
biliyorlar. Çünkü Nizamü’l-Mülk 408 sene-i hicriyesinde tevellüd etmiştir ve
Ömer Hayyam ile Hasan Sabbah’ın tarih-i veladetleri malum değil ise de Ömer
Hayyam"ın tarih-i vefatı, meşhur olduğu üzere, 517 sene-i hicriyesi ve
Hasan Sabbah"ınki de 518 sene-i hicriyesidir. Eğer bu hikâyenin
muktezasınca Ömer Hayyam ve Hasan Sabbah, Nizamü’l-Mülk ile hem-sinn yahut
mütekarib-i sinn ola idiler, Hasan Sabbah ile Ömer Hayyam’dan her birinin yüz
seneden fazla yaşamış olmaları lazım gelir idi. Ve bu ise, muhal olmamakla
beraber müstebattır. Bu iki zatttan yalnız birinin mesela yalnız Ömer Hayyam’ın
yüz yirmi sene yaşamış olduğu iddia edilse idi, yine pek istib’ad edilmez idi.
Lakin ömürlerinin fevkalade uzun olmuş olduğuna hariçten hiçbir delil mevcut
olmayan iki şahs-ı meşhur tarihinin, her ikisinin birlikte yüz yirmi sene
yaşamış olmalarını icap eden bir hikâye baîdülvuku ve zaîfül-ihtimaldir ve
vallahu alemu bissavab.f1] Câmi’ü’t-Tevarih’ ten sonra zaman sırasıyla Mevlana
(Hüsrev İbrakuhî)’nin 808 sene-i hicriyyesinde (milâdın tahminen 1405 senesi)
telif etmiş olduğu Firdevsü’t-Tevarih gelir ki bunda Ömer Hayyam’ın Tercüme-i
Haline dair olan fasıl ibaresi ibaresine şöyledir:
Yani: Hayyam, Ömer İbni İbrahim
Hayyam’dır. Ulumun birçoklarında ve alelhusus ilm-i nücumda zamanının ileri
gelenlerinden idi. Cihangir risaleleri ve bînazir şiirleri vardır. Bu rubai
cümle eş’ârındandır: Bir toprağın üstünde görülen herbir zerre güneş yanaklı ve
Zühre alınlı bir güzelin ecza-yı perakendesindendir. Esvabın kol ağzından tozu
silker iken edeple silk, çünkü o da bir nazeninin gubara münkalib olmuş
çehresidir ve saçlarıdır.[r]
Hikâye: Ebû’l-Hasan Beyhakî diyor
ki: Ben 505 sene-i hicriyesinde İmam Ömer’in meclisine girdim. Müşarünileyh o
sırada hamaseden olan şu beytin manasını benden sordu: 131 ki
Türkçesi şudur: Onlar
izzet ve cüretleri iktizasınca
sulh ve safanın mübah kıldığı ve asayiş ve sükûnun yumuşatıp yatıştırdığı
nevahiye girmeğe tenezzül etmezler ve eğer girerler ise himaye ve muhafaza
tahtında olan sarp ve meni’ yerlere girerler.”[ 2]-Ben de ona cevaben dedim
ki:^jA tasgîr sigasıdır ve ism-i mükebbiri yoktur, nasıl ki Süreyya ve Hümeyya
kelimeleri de böyledirler. Şair burada bir taife-i şüceanın izzet-i
nefislerinin ayıp ve nakiseden müberra olduğunu anlatmak ve onları maali-i
umura tahriz ve teşfik etmek için bu sözleri söylemiştir. Sultan Melikşah-ı
Selçukî Hayyam’ın muasırıdır.
p] Bu bize Hafız-i Şirazî’nin şu
beytini hatırlatıyor:
Halife... Vefatı. İmam Muhammed
Bağdadî diyor ki müşarünileyh Kıtabu ş-Şifa[ ] dan İlahiyat kısmını mütalaa
ediyordu. Vahid ve Kesir faslına gelince mütalaa etmekte olduğu yaprakların
arasına bir şey koydu ve b ana dedi ki cemaati çağır da bir vasiyet edeyim.
Ashap hazır olunca şerait-i vasiyeti eda etti ve sonra namaza durdu ve gayrden
yüz çevirdi.
Sonra yatsı namazını kıldı ve
yüzünü toprak üstüne koydu ve ya Rab, ben seni benim için mümkün olan hadde
kadar tanıdım. Sen beni mağfiret et. Çünkü benim seni tanımaklığım mahza sana
mütevessil olmak içindi, dedi ve ruhunu Hakk’a teslim etti. Rivayet ederler ki
müşarünileyhin manzum sözlerinin sonuncusu bu idi: Ya Rab, kendi varlığıma
doydum sıkıntıma ve fakr u zaruretime doydum-Sen mademki yoktan var edensin,
kendi varlığın hürmetine beni yokluktan kurtar.”
Profesör Zuhofski (Zhukowski)’nin
müracaat etmiş olduğu son mehaz, 1000 sene-i hicriyesine kadar olan İslam-ı
Vakayi’ Tarihiyesi’ni müştemil olduğu için Tarihül-fı denilen ve Sindli Ahmed
İbni Nasrullah Tattavi tarafından Hintli Ekber Şah namına telif edilmiş olan
kitaptır ki Hayyam hakkındaki mündericatı aynen bir vech-i atîdir:
Yani:-Hakîm Ömer Hayyam, Horasan
hükemasının seramedanındandır. Onu hikmette Ebu Ali Sina’ya yakın bilirler.
Fazıl Muhammed Şehr-i Zûrî’nin tarihinden anlaşıldığına göre müşarünileyh
Nişabur’da doğmuş ve ecdadı da Nişaburlu imişler. Bazı kimseler onu Belh
tevabiinden olan Şimşad Karyesi’ne mensup bilirler ve bazıları da müşarünileyh
Esterabad mülhakatından olan Besnin karyesinde tevellüt etmiştir, derler.
Velhasıl, ekseriya Nişabur’da tavattun eder imiş. Müşarünileyh daima bildiğini
başkalarından kıskanmış olduğu için tasnifatı vüsat ilmiyle hiç mütenasip
değildir. Kendisinden meşhur olarak bize kalan eserlerden biri, murassa
şeylerin üstlerindeki mücevheratı kazımaksızın kıymetlerini tayin etmenin
usulünü öğreten Mizanü’l-hikem isminde bir risale ve dört mevsimi ve bilad ve
ekâlimin muhtelif hevalarını ve bu ihtilafın esbabını bildiren Levazımü’l-Hikmet
isminde diğer bir risaledir. Kitapların çoğundan anlaşıldığına göre,
müşarünileyh tenasüh mezhebine itikat eder imiş. Rivayet ederler ki Nişabur’da
eski bir medrese tamir ediliyor ve bunun için eşekler kerpiç taşıyorlar imiş.
Hayyam da talebeden birtakımı ile medresenin havlısında o esnada dolaşıyor
imiş. O eşeklerden biri her nedense hiçbir vechile içeriye girmiyor imiş.
Hayyam bu hali görünce tebessüm etmiş ve eşeğin yanına gidip demiş ki: Ey gidip
“<* J J ”olarak geriye dönen, ey ismi isimler arasında gayb olan, ey bütün
tırnakları bir araya gelip de “zılf” şeklini alan,
[* ] “…* Ayet-i Kerimesine işarettir ki geçen notlardan
birinde izah edildiği veçhile
Kur’an’ın iki muhtelif suresinde
başka başka şekiller de vardır.
ey sakalı kıçının arkasından
çıkıp da kuyruk olan kimse! Eşek, bu sözü işitince, içeriye girdi. Hayyam’dan
sebebini sordular. Dedi ki: Bu eşeğin cisminde dolaşan ruh medresenin bedeninde
idi. Binaenaleyh, içeriye giremiyordu. Şimdi arkadaşlarının kendisini
tanıdığını anlayınca bizzarure içeriye girdi.” Avrupa musanniflerinden pek
çokları Ömer Hayyam"ın vefatı tarihi olmak üzere 517 sene-i hicriyyesini
gösterirler ve ezcümle Alman Brokelman (Brockelmann)^] Ulumu Arabiyye tarihinde
515 senesini müşarünileyhin sene-i vefatı olmak üzere işaret eder. Bu iki
tarihi ayrı ayrı zikreden[ ] Fazıl Maruf Iranı Muhammed ibni Abdu l-Vahab
Kazvinî kendisinin bu iki tarihten hiçbirini mevsuk addettirecek bir senet elde
edememiş olduğunu söyler ve Çehar Makalemden müsteban olduğuna göre Ömer Hayyam’ın
vefatı 508 ile 530 sene-i hicriyyeleri arasında vuku bulmuş olmak lazım gelir,
çünkü 508 senesinde müşarünileyh daha hayatta imiş ve Nizamî-i Arûz?nin
Hayyam’ın kabrine vuku bulan ziyareti ki bu ziyareti 530’dadır, hakîm-i
müşarünileyhin vefatından birçok seneler sonraya tesadüf ediyor, der.
TEZKİRELERİN İFADATI
Ömer Hayyam hakkında şimdiye
kadar Farisî tezkirelerde yazılan şeyler pek sathi ve adi rivayetlerden ve
masallardan ibaret olup hiçbir ehemmiyet-i tarihiyeyi haiz değildir. Mesela en
eski Farisî tezkiretü’ş-şuara müelliflerinden addolunmak lazım gelen Ay/î’nin
on üçüncü asr-ı milâdî mebadisinde (yedinci asr-ı hicrî-i mebadisi) yazdığı
Lübabü’l-elbab’ında Hayyam’a müteallik bir şeye tesadüf edilmez. Hatta, Monla
Câmi’’ye kadar gelen şuaranın teracim-i ahvalini muhtevî tezkiresini 1487
sene-i milâdiyesinde (892-893 hicrî) ikmal etmiş olan Devletşah-ı Semerkandî
bile o eserde Hayyam’a hiçbir mevki tahsis etmez ve yalnız Nişaburlu şair
Şahfûr
Eşheri’den bahsederken … diye onun Ömer Hayyam evladından olduğunu
söyler.
Ateşgede nam tezkirenin (ki 1180
sene-i hicriyesinde yani tahminen 1766 sene-i milâdiyesinde yazılmıştır)
müellifi Lutf‘ali Beg Âzer dahi Hayyam hakkında şu kadarcık bir tarif ile
iktifa eder:
…
Yani ismi Ömer Hayyam’dır. Derler
ki Sultan Sencer ile bir tahtta oturur imiş. Rivayet ederler ki meşhur
—Nizamü’l-Mülk” ve -Hasan Sabbah” ile mekteb arkadaşı imişler ve şayet zaman
ileride onlardan birini terbiye yani nail-i ikbal edecek olur ise, o da diğer
iki arkadaşını kendi saadetine teşrik eylemek üzere daha mektepte iken
aralarında ahd ü peyman etmişler. Nizamü’l-Mülk mesned-i vezarete geçince Hasan
Sabbah onda müşareket iddiasına kalkmış ve iş en sonra niza ve mürafaaya müncer
olmuş ki bu vakayi tarihlerde mufassalan masturdur. Ömer Hayyam ise,
Nizamü’l-Mülk’ten hisse-i müşareket olarak Nişabur’da yalnız bir iki mezraa
almakla iktifa etmiş. Hayyam rubaiyi pek güzel söyler imiş. Anlaşılıyor ki
mektep arkadaşlığı masalını herkes bilatahkik dinlemiş ve kuyud-ı tarihiyeyi
tetkik etmeyerek Profesör Bravria ve fazıl namı (Muhammed İbni Abdu’l-Vahab
Kazvinî)’ye gelinceye kadar öylece nakletmiş.
730 sene-i hicriyesinde (tahminen
1329 sene-i milâdiyesinde) ikmal ettiği Tarih-i Güzide ismindeki eserine
Hamdullah Müstevfî-i Kazvinî dahi Hayyam hakkında yalnız şöyle küçük bir fıkra
derc eder ki hemen aynen Hüsrev Ibrakuhî’nin Firdevsü’t-Tevarih’inden yukarıya
derc ettiğimiz ibarenin bir parçasıdır:
.
Yani: “İbrahim’in Oğlu Ömer’dir.
Ekser-i ulumda ve alelhusus ilm-i nücumda asrının seramedanından imiş. Sultan
Melikşah-ı Selçukî’nin nüdemasından olup güzel risaleleri ve bedî’ şiirleri
vardır. Bu rubai onun şiirlerindendir.”
Bundan takriben 35-40 sene akdem
hayatta olan üdeba-i İran’dan Rıza Kulu Han Hidayet Mecmaü’l-Füsehâ nam
tezkiresinin birinci cildinde Hayyam"a dair aynen şu birkaç satırı yazar,
lakin yine bize yeni bir şey öğretmiş olmaz:
…
Yani: “Fazıl bir hakîm imiş,
lakin iyi bir şöhrete malik değildir. Selçukîler zamanında zuhur etmiş ve
Sultan Sencer ile münasebeti pek mahrem ve samimı imiş. Birlikte bir mektepte
tahsil-i ilm etmiş oldukları mervidir. Biri birilerini himaye edeceklerini daha
o zamandan yekdiğerlerine vaddetmişler. Tab’ı rubaiye maildir. 517 sene-i
hicriyesinde vefat etmiştir. Hakîmane ve üstadane söylenmiş güzel rubaileri
vardır ki onlardan bazıları buraya nakl ve derc edildi.” Yine mezkûr Rıza Kulı
Han Hidayet urefa ve mutasavvıfînin tercüme-i haline tahsis ettiği Rıyazü'l-
Arifin namındaki kitabında Hayyam hakkında aynen şöyle der:
…
Yani: “Dünyanın en meşhur
hakimlerinden ve zamanın en nadir şairlerinden biridir. Selçukîlerden Sultan
Sencer ile bir tahtta oturur imiş. Hace Nizamü ’l-Mülk ve Hasan Sabbah ile
çocukluğunda mekteb arkadaşı imiş. Üçü de ahdetmişler ki zaman onlardan her
hangisini daha çabuk mevki-i ikbale isad eder ise o diğer iki refikini de
saadetine teşrik etsin. Nizamü’l-Mülk rütbe-i vezarete erince Ömer Hayyam ondan
zer’ etmek üzere birkaç parça toprak almakla iktifa eylemiş. Lakin Hasan büyük
iddialara kalkışmış ve en sonra ref-i liva-yı isyan etmiş ki bunun mufassalı
tarihlerde münderiçtir. Hayyam birçok fazaili haiz ve müsaviden muhteriz bir
adam imiş. Bir zaman pek ziyade zühd ü takvaya mütemayil ve heva vü hevesten
pek ziyade müctenib imiş. Bir zaman da tan ve tariz kapılarını kendi yüzüne
açmış ve Melamiler silkine girmiş. Velhasıl zeki bir hakimdir. Ve âlîmeşreb bir
rinttir. Rubaileri metindir ve bazıları şunlardır.
Farisî tezkirelerde Hayyam’a
müteallik olarak tesadüf edilen rivayat [ ] işte hep bu kabildendir ve
sathidir. Keza ne ibni Hallikâriın Vefeyatü’l-A ’yan ’ında ve ne ondan sonra
gelen selefinin nakıs ve mensi bırakmış olduğu cihetleri ikmale çalışan İbni
Şâkir ’in Fevatü’l-Vefeyatında Ömer Hayyam hakkında hiçbir şeye tesadüf
edilmez. Yalnız meşhur Kâtip Çelebfnin Keşfü’z-Zunun an Esami’l-Kütübi ve’l- Fünuriun
üç yerinde ismi geçer ki bu üç mahal kitab-ı mezburun 1835 tarih-i milâdîsinde
Leipzig'da Latince tercümesi ve mufassal fihristiyle birlikte altı cilt
üzerine tab edilen nüshasının
evvelen ikinci cildinin 584’üncü sahifesinde saniyen üçüncü cildinin 570’inci
sahifesinde salisen altıncı cildinin 273’üncü sahifesindedir. İkinci ciltte
Hayyam'a dair olan cümle şudur:
…
Yani: “Fazıl Ömer İbni
İbrahimü’l- Hayyamî dedi ki riyaziyede maani-i talimiyeden biri de cebir ve
mukabele fennidir. Bu fende cidden müşkil ve halli mutezir enva-i mukaddemata
ihtiyaç gösterir şeyler vardır.”
Üçüncü ciltteki cümle de aynen
şudur:
..
Yani: Zîc-i Melikşahî Ömer
Hayyam’ın eseridir. Bunu Abdu’l-Vâhid namındaki şârih (Hace Nasîr-i Tusi’nin )
Sî Fasl ismindeki kitabının şerhinde zikretmiştir.[ ]
Altıncı ciltteki ibare dahi aynen
şudur:
Yani Meheccetü’t-Tevhid
(Ruhü’t-Tevhid), Rey Hükümdarı Alâ’ü’d- Devle’nin eseridir; bu zat Hayyam ile
muasır idi.
Ömer Hayyam’ın musannefatından
baki kalan yahut müverrihler tarafindan onun olmak üzere zikredilen âsâr zirde
beyan olunur:
Cebir ve mukabeleye dair olan
risalesi ki bunun metn-i Arabîsini Fransızca tercümesiyle birlikte Mösyö Vepke
1851 sene-i milâdiyesinde Paris’te tab ve neşretmiştir. [*]…ki bunun bir
nüshası
Filemenk’de Leyden Kütüphanesi’nde
mahfuzdur.[ ]
O
Zîc-i Melikşahî ki Hayyam onun
müelliflerinden biridir.[ ] Tabiiyyata dair muhtasar bir risale.
Risaletün Fi’l-Vücûd ki Hayyam
tarafından Farisî lisanında yazılmış ve Fahrü’l-Mülk Bin Mü’eyyed [?] namına
telif edilmiştir. Bu risalenin bir nüshası Londra’da Müze Britanik’te
mevcuttur. ] ve mezkûr nüshanın üzerinde kitabın unvanı şu şekilde münderiçtir:
p] Mezkûr kitabın ismi ve unvanı
budur: L’algebre d’Omar Alkhayyâmi, publiee et traduite par F. Woepcke, Paris,
1851.
[2] Numara 967 Brokelman
(Brockelmann)’ın “Edebiyat-ı Arabiyye Tarihi” nin birinci cildinin 471’inci
sahifesine müracaat ediniz.
[3] Keşfü ’z-Zünun’un Zâ’-i Mu’ceme babına müracaat ediniz.
[4] British Museum, Or 6572, f. 51
.
Bu son üç risaleyi “Şehr-i Zurî”
müşarünileyhe atfeder[6].
.
Almanya’da Guta Kitaphanesi’nde
mahfuzdur..
.” ki mevsimlere ve bilad ve
ekalim-i cihanın
hevalarındaki ihtilafın esbabına
dairdir. Bu son iki risaleyi de “Tarih-i Elfî” müşarünileyhe atfediyor. [ ]
Risaletün Fi Cevabi Îmamü’l-Kadı
Ebu Nasr Muhammed Bin Abdü’l-
Rahimü’l-Nesevî[9].»
[5] Metni Arabî olan bu cevabın muhatabı olan sail ve
suallerinin nususu meçhuldür. Risale Mısır’da Matbaatü’s-Saade ’de fâzıl-ı
maruf Muhyi’d-din Sabrî El-Kürdi marifetiyle ve diğer birçok resaili daha
muhtevî olarak Câmi’ü’l-Bedayi’ namıyla bir kitap şeklinde tab edilmiştir.
Oraya müracaat ediniz.
[6] Şehr-i Zurî: 212’nci sahifeye müracaat ediniz.
[7] Numara 1158- Brokelman (Brockelmann)’ın Edebiyat-ı Arabiyye
Tarihi’nin birinci cildinin 471’inci sahifesine müracaat ediniz.
[8] Tarih-i Elfî: 219’uncu sahifeye müracaat ediniz.
[ ] Şeyhü’r-Reis Ebu Alı Sındının
telamizinden olup 473 sene-i hicriyesinde Fars nevahisinde kadı idi. Ömer
Hayyam tarafından kendisine yazılan Arapça cevabı istilzam eden mektubun
başında kadı-i müşarünileyh Hayyam’a şu ebyat-ı ihtiramiye ile hitap eder:
Hayyam’ın risale-i cevabiyesi
keza Mısır’da Matbaatü ’s-Saade’de fazıl namı Muhyi’d-din Sabrî El- Kürdî
marifetiyle tab ü neşr edilmiş olan Câmi’ü ’l-Bedayi ismindeki silsile-i
resailde dahildir. Oraya müracaat ediniz.
İKİNCİ FASIL
HAYYAM’IN HAVÂSS-I FARİKA-İ
DEHASI
Hayyam’ın şiirlerinde en ziyade
samia-i dikkate çarpan: mey, meyhane, ayş, nuş, kuze, şarap, hum, saki, mutrip,
çeng, saz, sürud gibi kelimelerdir ve bu kelimelerin tebliğ ettikleri maani
hemen daima şunlardır: Zamanın sürat-i seyrini tevkif etmek mümkün değildir;
binaenaleyh ömür seriüzzevaldir, öyle ise şu andan istifade edelim. Yahut:
buraya nereden geldiğimizi bilmiyoruz; buradan nereye gideceğimiz de meçhuldür;
öyle ise, şu yaşamakta olduğumuz zamandan daha hakikisi ve daha iyisi yoktur;
onu fırsat bilelim ve fevt etmeyelim. Yahut: türlü türlü ulum ve keşfiyat
gözlerimizin önündeki katmer katmer cehalet perdelerini tedricen yırtıp
kaldırdıkça ardından bir tabaka-i muzlime daha çıkıyor. Bu gidişle her şeyin
kâmilen bilinmesi her meçhulün tamamen anlaşılması mümkün olmayacaktır. Öyle
ise, her şeyi olduğu ve anlaşıldığı gibi kabul edelim ve bunun için keyfimizi
bozmayalım. Yahut: Bu âlemde eğer her şey yerinde ve yolunda değil ise bundan
dolayı da mükedder ve meyus olmayalım, zevkimize bakalım; çünkü ezelde bu
şeyler yapılırken bizim reyimizi soran olmadı, ilh. Daha kısa söylemek lazım
ise, deriz ki rubaiyatın bütün mefhumu şu Arabî mısra’da mündemiçtir:
yahut şu Farisî beyitte münderiçtir:
ajlj ASJJULS (Jslâ
Şu kadar ki zevk-i meyden, çeng ü
çeganeden, saki ve meyhaneden pek çok bahseden adamların mutlaka herkesten
ziyade zevkperest ve ayyaş olmaları lazım geleceğine dair bir zaruret-i
mantıkıye yoktur; nitekim en güzel âşıkane şiirler yazabilenler, belki en
vefasız ve en hakikâtsiz âşıklardır. Ömer Hayyam’ın sarhoşluğuna gelince, biz
bu mübalağalı iddianın ihtimal -i sıhhatine hiç inanamıyoruz. Çünkü, bu sû-i
zann makrun-ı hakikât olsa idi, biraz yukarıda da arz ettiğimiz vechile
herkesten evvel ilm-i cebir hakkında mühim bir eser telif eden ve menabi-i
mevsukaya nazaran Zic-i Melikşahî de dahil olduğu halde aded-i telifatı ekseri
Arabiyülibare ve felsefî yahut fennî olmak üzere- ona baliğ olan ve elbette az
çok mazbut ve muntazam bir hayat geçirmiş olması lazım gelen bu zat ciyadet-i
fikriyesini hengam-ı hereminde değil, dem-i şebâbında bile muhafaza edemezdi ve
zamanının zimamdaranı tarafından o bildiğimiz mevki-i ihtirama ısad edilmezdi.
Garp’ta, Alfred dö Muse (Alfred de Musset), Pol Verlen (Paul Verlaine) ve daha
birçok şairler ve muharrirlerin sû-i akıbeti iddiamıza kutlu bir delil ve
manidar bir misal olabilir. Bu zavallı adamlar işret ibtilasından yakalarını
kurtaramadılar ve sersem ya matuh olarak bu dünyadan erken göçtüler yani
ayyaşlık uğrunda kurban gittiler. Hâlbuki Ömer Hayyam bilaşek hayli müddet
yaşamış [*]ve kendi âlem-i istiğnasında arızasız bir hayat-ı âlimane
geçirmiştir.
Hayyam rubaiyatında kelam-ı
Farisî’yi makbuliyetin i’lâ-yı derecatına alelhusus müessiriyetin aksa-yı
meratibine yetiştirmiş bir şairdir. Çünkü daima fikir ve maksadına en çok
muvafık olan elfazı bulmakta muvaffaktır. Çünkü şiiri hem münakkah hem bir
aheng-i latif selasetiyle caridir. Çünkü teşbihat ü istiaratında tabii ve sade
bir zarafet vardır ve kat’en zoraki ve teklifli değildir. Çünkü etvar-ı
ifadeden tam meşrebine ve felsefesine yakışan tavra malikdir. Sözleri mâ’-i
zülal gibi şeffaf ve mütebellir ve tezeyyünat-ı bediiyyenin en güzelleriyle
arastedir. Bir şiire bu kadar mütenevvi meziyatı defaten iktisap ettirmek dört
mısraya öyle tefsirî sahifeler dolduracak metîn ve ciddi mevzuat-ı hikemiye
istiab ettirmek şüphe yok ki yüksek bir deha eseridir.
p] Yaşının yetmişe tecavüz
ettiğini bir rubaide kendi söyler.
Hayyam’ın yazdıklarında daima
rayb ve güman vadilerinde dolaşması zamanının muasırlarının emzice ve
meşaribini temeshur etmesi, adab ü edyan hududunu aşıp geçecek kadar bîperva
olan cesaret-i beyanı, erbab-ı zühd ü riyayı gerçekten hırpalayan acı ve
zehrnak kinayeleri esaslı ve vâsi bir vukuf-ı ilminin verdiği kudret ve
salahiyetle söz söyleyerek edebiyatın durgun ve sakin sularını bulandırışı
doğduğu ve yaşadığı memlekette herkesin kendisine yan bakmasına sebep olmuştur.
Bugün bile müşarünileyhin mesleği fukaha ve zühhad-ı İslam nezdinde medhul ve
mezmumdur.
Rubailer mutazammın oldukları
manalara göre hususi fikirlerden ziyade umumi mevzularda dolaştıkları ve şekil
ve vezin ve kafiyece birbirlerine benzedikleri için Hayyam’ın kendi söylemiş
olduğu bir rubai ile Hayyamane söylenmiş başka bir rubaiyi yekdiğerinden tefrik
ve temyiz etmek üdeba-i Fürse bile müteassir ve alelekser müteazzirdir. Bunun
içindir ki bu herc ü merc-i mezamîn içinden bir yol bulup çıkmak ve badiye-i
beyanda hakiki Hayyam ile birlikte yürümek şimdiye kadar kimseye müyesser
olmamıştır. Yine bunun içindir ki mazmunu Hayyam’ın mizaç ve meşrebine tamamen
tevafık eden ve terakîbinin insicamından ve ibaratının intizamından mütehassıl
selaseti müşarünileyhe yakıştırılabilen bir rubaiyi velev Hayyam’ın gayrı bir
şairin mahsul-i karihası olsa dahi asıl Hayyam’ın söylediği rubailerden tefrik
etmek mümkün değildir. Lakin zarafet ve selaseti ne mertebede olursa olsun,
mazmunu Hayyam’da gördüğümüz ve bildiğimiz akîde ve selikaya muhalif bir rubai
“bu Hayyam’ın değildir” diye kolayca redd ü tekzib edilebilir.
Ezcümle mebni alelhikâye gibi
görünen bazı rubaiyatın menşei izah ve tefsir edilmek emeliyle birtakım gülünç
masallar bile uydurulmuştur. Mesela şimdiye kadar Şark’ta tab olunan rubaiyyat
mecmualarının kâffesinde aynen mevcut ve münderiç olan:
.
- Ki manası şudur: “Benim şarap
şişemi kırdın, ya Rabbi, bana zevk ve safa kapısını kapadın, ya Rabbi benim gül
gibi penbe şarabımı yere dökdün, dilim tutulsun ağzım toprakla dolsun acaba sen
sarhoş musun, ya Rabbi? ” Rubaisini tefsir etmek için de şöyle bir hadise
tasavvur ve nakletmişler: Gûya Ömer Hayyam bir gün havadar ve ferah-feza bir
yerde içki takımını önüne koymuş, şarap içiyormuş. O sırada nagehan şiddetli
bir fırtına kopmuş, tozu dumana katmış, şarap şişesi devrilmiş, kadehler kırılıp
dökülmüş, şair şaşırıp yarı yesinden yarı hiddetinden Allah’a karşı yukarıki
sözleri savurmuş, bunun akabinde yüzü kararmış, ağzı çarpılmış, nagehani ve
şedid bir buhran-ı asabiye tutulmuş ve gûya derhal tevbe ve istiğfar zemininde
şu sözleri söylemiş:
…
Yani: Dünyada günah işlemeyen
kimdir, söyle. Günah cürümünü irtikap etmeksizin nasıl yaşanabilir söyle. Ben
fenalık edeyim, sen de bana karşı fenalıkla mukabele et, öyle ise benimle senin
arandaki fark nedir, söyle.”
Bu rubaiyi söyler söylemez gûya
derhal inayet-i Rabbaniyye ile yüzü ayın on dördü gibi parıldamağa başlamış ve
bunun üzerine secde-i şükrana kapanarak canını Hallâk-ı kâinata teslim etmiş!
Bu masallar kadar uydurma ve
saçma hiçbir şey olamaz. Zaten bu gibi rubaileri yazıp yazıp da Hayyam ’a isnat
etmek kadar küstahlık tasavvur olunamaz. Bizim tanıdığımız ve mahiyet ü
hakikâtini kârilerimize tanıtmağa çalıştığımız Hayyam itikadat-ı avamdır ki
senden pek balater bir mertebe-i irfana vasıl olmuş olmakla beraber hiçbir
vakit böyle alenen ilhadfüruşluk etmemiş ve kabaca dinsiz görünmek suretiyle
kendi namı etrafında bir hale-i şöhret çizmek istememiştir. Böyle manasız
zevzeklikler etmiş olsa idi, onu hiçbir padişah kendine nedim ittihaz etmezdi.
Hayyam bu adi divaneliklerin pek fevkinde bir insan, bir hakîm-i kâmildir; biz
onun mertebesini bundan çok yüksek biliriz ve bu suretle İran’da birkaç yüz
seneden beri birer ikişer tasni edilip Hayyam’ın sözleri arasına katıştırılmış
böyle manaca soğuk, mübtezel, bayağı ve kudret-i fatıraya karşı sadece ta’n ü
sebb ü şetmi mutazammın rubaileri ona atfeylemeyi katiyyen tecviz etmeyiz.
Vakıâ kendisi erbab¬ı taassubu ve hatta ulema-yı rüsumu kızdıracak müstehziyane
sözler söylemiştir. Fakat bunlar gayet ince ve nezih bir üslûb-ı kinaî ile
mümtazdır.
Yine Hayyam’a atfolunan ve onun
sözlerinden olmadığı muhakkak olan rubailerden bir diğeri de zirde münderiç
bulunan kurnaz fakat beceriksiz bir nazmın mahsul-i mahareti olduğu aşikâr olan
şu şiirdir:
Bu rubainin nâzm-ı nükteperdazı
ki şahsı bizce meçhuldür ve bu sözlerde ibraz-ı sanat etmek istemiş olduğunda
şüphemiz yoktur Hayyam’ın bedayi-i fikriyyesi arasına kaydırmak istediği bu iki
beytin cümel ü terakîbinin tertibinde göstermek istediği hüner-i bediîde de
muvaffak olmamıştır. Birinci parçada Hayyam kelimesinin peşine hayme ’yi takmış
ve şair-i hakîme çadır diktirir iken nagehan onu kânun-ı kedere atıp yakmış!
İkinci parçada, evvelce şairi yakıp kül ettiğini unutarak yeniden ömrünün ipini
mıkraz-ı ecele kestirmiş ve rişte-i hayatını kat ettirmiş olduğu bu zavallıyı sonradan
dellal-i kadere ucuzca sattırmış!
-Hayır, bizim bildiğimiz Ömer
Hayyam ne kendi hayatında kendi hakkında manaca böyle bîser ü bûn sözler
söylemiş, ne de lâfzen böyle soğuk ve münasebetsiz kelime oyunlarına kapılarak
şiiri rütbe-i şerefinden ıskât eylemiş bir adamdır. Küçücük rubailerin
kabuğundan ortaya öyle mütefekkirlere hayret verecek dâhiyane fikirler ve
ciltler dolduracak feylesofane mütalaalar çıkarıp ortaya döken bir adam
bitttabi yukarıdaki manzume kabîlinden sözler söylemez. İran’da ve Hindistan’da
tab edilen “Rubaiyat”larda görülen bu kusurlar, bu mübalatsızlıklar şair-i
hakîmin ruhunu cidden rencide edecek ve nefais-i fikriyesine libas-ı Fürsü iksa
ettiğine kâilini cidden nadim eyleyecek maayibdendir.
Yine Hayyam’a isnat olunan ve
bütün matbu “Rubaiyat”larda münderiç bulunan şu şiiri tasni eden kimse onu
şaire gerçekten yakıştırdığını zannetmişse ne kadar aldanmış, hele bunun için
zavallı kim bilir ne kadar zahmetlere katlanmıştır:
…
Bu rubainin nâzımı Hayyam’ı
validesinden evvel vefat etmiş ve cehennemde cayır cayır yanıyor, farz ediyor
ve validesini, oğlunun azabdan istihlası için Allah’tan hakkında daima gufran
ve rahmet temenni edermiş gibi tahayyül eyliyor. Bir gece gûya validesi
Hayyam’ı rüyada görüyor, Hayyam o esnada validesine itaben yukarıdaki rubai ile
hitab ediyor ki manası şudur: “Ey yanana yüreği yanan ve yakılmağa layık olan
kadın! Ey yanarak cehennem ateşini alevlendirmeğe müstahak olan kadın! Ne vakte
kadar, ya Rab Ömer’e rahmet et diyeceksin! Sen mi kaide-i rahmeti Allah’a öğreteceksin?”
Velhasıl Ömer Hayyam’a bilir
bilmez o kadar çok rubailer atf ve istinat etmişlerdir ki bazen insan bunların
ifade ettikleri mazmunlarda gördüğü tezat ve tenakuza adeta hayrette kalır ve
biraz yukarıda da arz ettiğimiz gibi Hayyam’ın kendi söylemiş olduğu rubailerle
sahte rubaileri yekdiğerinden tefrik etmekte cidden güçlük çeker ve muammalar
halletmek derecesinde müşkilata maruz kalır. Tarz-ı beyan-ı Farisî’nin alâsıyla
evsatını ve ednasını birbirinden ayırt edecek kudrete malik olmayanlar ve Hayyam’ın
meşreb-i mahsusunu bilmeyenler ve onun sanihat-ı ömrüyle müfad-ı şi’ri arasında
mevcut olmak lazım gelen tenasüb ü tevazünü nazar-ı dikkate almayanlar işin
içinden asla çıkamazlar. Buna bir misal daha gösterelim: Bugün nüshaları
ellerde dolaşan ve İran ve Hindistan’da tab edilmiş olan Rubaiyyat kitaplarında
bir şu rubai görülür:
…
Ki manası: “Ben şarap içerim ve
benim gibi ehliyetli olan her bir kimsenin şarap içmesinin nezd-i ilâhide o
kadar bir ehemmiyeti olmaz. (Yahut benim şarap içmem masiyet sayılmaz.) Benim
şarap içeceğimi Allah ta ezelden bilirdi, eğer şarap içmeyecek olur isem,
Allah’ın ilmi cehl olmuş olur.” der. Bir de aynı mecmualarda evelkinin tamamen
nakizı olan şu rubaiye tesadüf olunur:
….
Ki irtikab-ı günahın, nezdinde
hiç ehemmiyeti olmayan kimse gerçekten ehliyetli bir adam ise onun böyle
söylemesi lazım gelir: İlm-i ezeli-i İlahiyi vesile-i masiyet ittihaz etmek
nezd-i ukalada cehlin son mertebesidir.”demektir.
Her İrtikâb ettiğimiz günahı
Allah’ın ilm-i ezelisine taalluk ettirerek bar-ı mesuliyeti kâmilen sırtımızdan
atmak ve her istediğimizi yapmak caiz olacağı mealinde olan birinci rubainin
verdiği hükmü ikinci rubai şiddetle cerh ediyor ve ilm-i ezeli-i İlahiyi
sebeb-i masiyet olarak göstermek hiçbir zaman tecviz olunamaz, diyor ki böyle
biri birine taban tabana zıd olan bu rubainin aynı hakîm tarafından söylenmiş
olmasını derhal akl-ı selim reddediyor. Ve bunun için İran fuzalasının bir
kısmı bu rubailerden birincisi Ömer Hayyam'ındır ve ikincisi ona cevap veren
Hace Nasir Tksz’nindir, diyorlar ve bunu böyle tevil etmekle muammayı halletmiş
oluyorlar. Lakin Hayyam’ın ilm-i ezeli-i ilâhiyi böyle zorla şarap içmeğe kadar
teşmil etmesine acaba ne ihtiyaç vardı?
Daha nice böyle misaller vardır
ki eğer muhterem kârilerimize sudâ’ı müstelzem olmayacağını bilse idik, onları
burada teksir ederdik. Bunları zikr ü irad etmekten maksadımız şimdiye kadar
bunca suistimallere bunca sû-i tevillere maruz kalmış olan Rubaiyat’ı tayin ve
tespit hususlarında derin bir dikkat ve büyük bir ihtiyat ile hareket etmek
lazım geldiğini ve rubaiyyat şarih ve müterciminin vazifesi pek ağır ve ciddi
olduğunu anlatmaktır.
ÜÇÜNCÜ FASIL
RUBAİYAT VE TERCÜMELERİ
İran’da yahut Hindistan’da taş
basmasıyla basılıp bugün eydi-i rağbette gezen Rubaiyat kitaplarının muhtevî
oldukları beş yüzü mütecaviz rubainin birtakımının Hayyam’ın olmayıp Abdullah
Ensarî, Ebu Said Ebi’l-Hayr, Efdal-i Kaşanî, Akif, Alaü’d-Devle-i Semnanî,
Enverî, Ascedî, Esirü’d-din, Attar, İbni Sina, Evhadî-i Kirmanî, Bedihî-i
Secavendî, Fahrü’d-dîn-i Râzî, Firdevsî, Ahmed-i Gazalî, Hafız-i Şirazî,
Celale’d-dîn-i Rumî, Cemale’d-dîn-i Kazvinî, Hakanî-i Şirvanî, Kemal İsmail-i
İsfahanî, Mecdü’d-dîn-i Hemger, Mağribî, Melik Şemse’d- dîn, Necme’d-dîn-i
Razî, Nasîrü’d-dîn-i Tusî, Nimetu’l-lâh-ı Kirmanî, Radiyü’d-dîn, Sadü’d-dîn-i
Hamevî, Selman-ı Savecî, Seyfü’d-dîn-i Baharzî, Şahî, Siracü’d-dîn Kamerî ve
Talib-i Amülî gibi birçok mutasavvıfın ve şuaranın olduğu kendi nezdinde müspet
bulunduğunu müsteşrik Zuhofski (Zhukowski) söyler.
En eski “Rubaiyat” nüshası
İngiltere’nin Oksford (OksfordJ beldesinde meşhur Bodleyn (Bodleian)
Kütüphanesi’nde 525 numara tahtında sebt edilmiş olan el yazısı ile olanıdır ki
bu nüsha 865 sene-i hicriyesinde (1460-1461 sene-i milâdiyesi) yani Hayyam’ın
vefatından üç buçuk asır sonra yazılmıştır ve binaenaleyh bugün elde bulunan
nüshaların en eskisidir ve bunda münderiç rubailerin adedi 158’dir. Ömer
Hayyam’ın olmak üzere herkesin bilatetkik kabul ettiği rubailerin adedi altı
yüzden başlar ve Misis Kadel (H. M. Cadell)’in dediği gibi bin iki yüze kadar
çıkar.
Rubaiyat Avrupa lisanlarının
Latince, Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca, Danimarkalıca gibi birçoğuna
tercüme edilmiş ve Avrupa’da birçok defalar tab olunmuştur. Hayyam’ın Avrupa’da
ve alelhusus İngiltere’de ve Amerika’da şöhreti kendi vatanı olan İran’daki
marufiyetinden kat kat fazladır ve bu şöhreti Hayyam’a, Rubaiyatı Farisîdeki
aslına muadil bir uzubet ü selaset ile İngilizce’ye tercüme edip 1859’da
İngiltere’de neşreden Edvard Fiç Cerald (Edward Fitz Gerald)[1 ] temin
etmiştir. Bu tercüme ammece o kadar hüsn-i kabule mazhar olmuş ki ondan sonra
kerratla İngiltere’de, Amerika’da tabedilmiş iken nüshaları az bir zaman içinde
tükenmiştir. Üdeba vü fuzaladan birçokları rubaiyatın tercümesiyle meşgul
olmuşlar ve diğer birçok kimseler dahi rubaiyat tarzında ve onları takliden
şiirler yazmışlar ve tabettirmişlerdir. Ve bunlar o kadar çoktur ki bugün
İngiltere ve Amerika’da “Edebiyat-ı Ömer’i” eş’ârda adeta bir tarikat ve bir
meslek-i mahsus olmuştur. Ömer Hayyam’ın elsine-i muhtelife-i Garbiye’de
neşredilen tercümeleri ve bunların yek diğeriyle mukayesesi ve mütercimlerinin
kimler oldukları ve Hayyam’ın tercüme-i hali ve mesleği ve meşrebi hakkında
mufassalan vukuf hâsıl etmek isteyenler Mistir Nesan Heskel Dol (Nathan Haskell
Dole)’un 1898 senesinde iki cilt üzere musavver olarak Londra’da tab ve
neşretmiş olduğu kitab-ı nefise müracaat edecek olurlar ise bu hususlarda pek
çok malumat edinirler [ ]. Fiç Cerald’ın İngilizce Rubaiyatı’nın tarih-i
intişarından bu zamana kadar Garp’ta herkes Hayyam’a an be an mütezayid bir
temayül göstermiş ve müşarünileyhin tarz-ı tefekkürünün ve meslek-i
felsefîsinin taraftarları çoğalmıştır.
DÖRDÜNCÜ FASIL
ÖMER HAYYAM ENCÜMENİ
1892 sene-i milâdiyesinde
Londra’da Ömer Hayyam Encümeni (Omar Khayyam Club) namıyla bir encümen teşkil
edildi. Bu encümenin müessisleri üdeba ve fuzala ve erbab-ı cerayidden idi.
1893 sene-i milâdiyesinde bu encümen iki gül fidanını Rubaiyat’ın muvaffak ve
âlişan mütercimi Fiç CeralcTın İngiltere’deki kabri üzerine dikerek zirde
tercümesini verdiğimiz İngilizce bir kitabeyi de oraya nasbettiler:
…
Kev Garden[ ] (Kew Garden)’de
yetiştirilmiş olan ve tohumu Vilyam Simpson (William Simpson) tarafından Ömer
Hayyam’ın Nişabur’daki kabrinden getirilen bu kızıl gül ağacı Fiç Cerald’ın
birkaç dostunun eliyle Ömer Hayyam Encümeni tarafından 7 Teşrin-i Evvel l893
tarihinde buraya gars edildi.”
O vesile ile Fiç Cerald’ın
kabrinin başında Ömer Hayyam Encümeni azası tarafından bazı eş’âr ve ezcümle
rubaiyattan bazılarının İngilizce tercümeleri okundu ki aşağıdaki rubailer o
cümleden idi:
.
Fiç Cerald’ın kabri üzerine
dikilen kızıl gül fidanının nasıl tedarik edilmiş olduğuna gelince bu fidanı
Sir Peter Lumsden (Sir Peter Lumsden)’in riyaseti altındaki Afganistan Hudud
Komisyonu’yla birlikte Şarkî İran cihetlerine (Mustrated London News) yani
Musavver Londra Haberleri ismindeki ceride tarafından muhabir sıfatıyla izam
edilmiş olan Mister Simpson (Mr. Simpson) Nişabur’da Ömer Hayyam’ın kabri
üzerinden söküp İngiltere’ye göndermiştir. Mister Simpson 1884 sene-i
milâdiyesinin teşrin-i evvelinde Nişabur’a vasıl olmuş ve oradan İngiltere’deki
dostlarından birine bir mektup yazmıştır ki aslı İngilizce olan o mektubun bazı
fıkralarının tercümesi zirdeki minval üzeredir:
“Bugünlerde Nişabur taraflarından
geçmekte olduğumuz için ben Ömer Hayyam hakkında pek çok tefahhusat ve tetkikat
icra ettim. Onu herkesten sordum. Ömer Hayyam'ın iskân etmiş olduğu hanenin
hâlâ mevcut ve mahfuz olup olmadığını ve ondan diğer bir yadigâr kalıp
kalmadığını anlamak istedim. Bir makbereden başka bir şeyi mevcut olmadığını
anladım. Afganistan Hudud Komisyonu İran toprağında bulunduğu müddetçe Şah
hazretlerine [**] misafirdir. Bizi izaz etmek ve ehemmiyetli ehemmiyetsiz her
istediğimiz şeyi bize tedarik eylemek vazifesiyle muvazzaf bir mihmandarımız da
vardır. Bize tayin edilen bu mihmandar fazıl ve edip bir kimseye benziyor, Ömer
Hayyam ve rubaileri yle de menustur. Ömer Hayyam’ın makberesinin nerede
olduğunu bildiğini söyledi ve Nişabur’a muvasalat ettiğimiz zaman bizi oraya
götüreceğini vadetti. Binaenaleyh Nişabur’a varır varmaz Ömer’in kabrini
ziyaret kastıyla hareket ettik. Komisyonumuzun reisi Sir Peter de bizimle
birlikte geldi: Ömer’in kabri şimdiki Nişabur’un tahminen iki mil kadar
cenubundadır. Atlara râkiben o semte doğru yürüdük. Yolda gidilir iken uzakta
laciverdi ve muazzam bir kubbe göründü. Mihmandarımız makberenin orada olduğunu
söyledi. Biz ilerledikçe kubbenin fahamet ve azameti daha çok göze çarpıyordu.
Bunun ehemmiyetini anlayabilmek için şehrin ve kalanın duvarlarının ve bütün o
civardaki binaların kâmilen balçıktan yapılmış olduğunu bir kere
Ömer Hayyam’ın merkadı
hatıra getiriniz, işte o zaman bu
kubbenin bizi niçin o kadar cezbettiğine hayret etmezsiniz. Kendi kendime diyor
idim ki bakınız, Ömer Hayyam’ın vatandaşları ona ne kadar ihtiram ediyorlar. Ve
onun namını tahlid ve büyüklüğünü teyid için ne kadar muazzam bir hatıra vücuda
getirmişler. Bu büyük şair kendi vatanında mademki bu kadar muhterem imiş, onun
namının memalik-i Garbiye’de o kadar süratle iştihar etmiş olmasına hiç taaccüp
etmemelidir. Velhasıl, yolda gider iken benim zihnim bütün bu hayalât ile
meşgul idi. Lakin makbereye yetiştiğimiz zaman kendimin tamamiyle yanılmış
olduğumu anladım. Meğer o buk’a bir imamzadenin imiş. Ve laciverdi kubbe onun
makberesi üzerine bina edilmiş imiş! İmamzadenin şerafeti aba ve ecdadından
dolayıdır, hâlbuki Ömer Hayyam’ın şerafeti bizim nazarımızda sıfât-ı zatiye ve
hasail-i şahsiyesinden ileri gelmektedir. Bu imamzade Muhammed Mahruk ismiyle
mevsumdur ve eimme-i isna aşer olup Meşhed’de medfun ve türbesi bütün fark-ı
şianın ziyaretgâhı olan imam Rıza Aleyhi’s-Selam\n karındaşıdır. İmamzadenin
makberesi civarında öteden beri derununa herkesin ölülerini defnetmekte
oldukları bir kabristan vardır. Ömer Hayyam’ın kabrinin bugüne kadar beka
bulmuş olmasının işbu kabristan sayesinde olduğuna hiç şüphe yoktur. Biz
İmamzade (Muhammed Mahruk)’a ve bu eser-i nefisin bekasını temin etmiş olan
onun şerafet-i irsiyesine (sıfat-ı zatiyesi her ne olursa olsun) müteşekkir ve
minnettar olmalıyız. Zira Hayyam’ın merkadını kendi gölgesinde bugüne kadar o
yaşatmış. Nihayet, biz sahndan imamzadenin kabrini ihtiva eden revaka çıktık.
Oradan mihmandarımız sola döndü. Bir zaviyede Hayyam’ın kabri göründü. Sakfı
pek kaba ve namütenasip, üç zaviyeli ve kireç sıvalı, duvarları da sakfı gibi
kireç sıvalı idiyse de cabeca kireçleri döküktü. Kabri örten bina tuğla ve
kerpiçle yapılmış ve her gûne ziynetten muarra ve şeklen mustatile meyyal-ı
murabba bir bina idi. Makbere öteden beri perişan ve harap imiş de biraz evvel
meremmet görmüş gibidir. Bundan da Nişaburluların, Ömer Hayyamlarını büsbütün
unutmamış oldukları anlaşılıyor. İmamzadenin kabrinin karşı cihetinde saldide
bir meşcereyi ve birkaç kavi ve azimülcüsse ağacı hâvî geniş bir saha vardır.
Bu sahaya nazır olan revakın sahnının bir tarafında ve Ömer Hayyam’ın tam
kabrinin karşısında ben birkaç kızıl gül fidanı buldum. Gül mevsimi tamamıyle
geçmiş idiyse de bunların dallarının üstünde tohuma kaçmış birkaç dane gül
göbeği kalmış idi. Ben onlardan birkaç danesini birkaç gül ağacı yaprağıyla
birlikte koparıp işte melfufen size gönderdim. Bu tohumları İngiltere’de sizin
dikip yetiştireceğinizi ümit ediyorum. Ve bu gönderdiğim şeyin Ömer Hayyam’ı
sevenlerce en güzel bir hediye gibi telakki edileceğini zannediyorum. Bu
gönderdiğim çiçeğin, Ömer Hayyam’ın çok sevdiği ve bilhassa düşündüğü ve şiir
yazdığı zamanlarda temaşasıyla mahzuz ve mülhem olduğu gülün cinsinden olması
kaviyen muhtemeldir.”
Ömer Hayyam’ın merkadına muttasıl
olan İmamzade Mahruk’un merkadı
1895 sene-i milâdiyesinde Ömer
Hayyam Encümeni azası Londra’da Burford Biric Hotel (Burford Bridge Hotel)’de
umumi bir celse akd ettiler ve İngiltere’nin meşahir ve muteberanından pek çok
kimseler o encümene davet edilerek mezkûr celsede hazır bulundular ve bu vesile
ile birçok şiirler ve rubailer okudular ve bu suretle encümen azasının adedi
tezayüd etti.
1897 sene-i milâdiyesi Martının
yirmi beşinci günü Ömer Hayyam Encümeni Heyeti tarafından Lonra’nın Firaskatı
lokantasında verilen ziyafette azanın adedi eskisinden daha çok idi ve Viskont
Volsley (Viscound Wolsley), Sir Corc Rabertson (Sir George Robertson), Sir
Maunt İstivart Gırant Duf (Sir Mount Stuart Grant Duff), Sir Hari Canston (Sir
Harry Johnston) ve Doktor Konan Doyl (Dr. Conan Doyle) gibi zevat bu ziyafetin
meduvvîninden idiler. O celsede Ömer Hayyam namına ve müşarünileyhin ruhuna
ithafen kadeh kadeh şaraplar içildi ve şair-i hakîmin tebcil ve teclili
vadisinde manzum ve mensur parçalar okundu.
Şairin Nişabur’daki kabrini tamir
etmesini Ömer Hayyam Encümeni vaktiyle Nasirü’d-din Şah Kacar'dan rica etmişti.
Mezkûr encümenin 1897 sene-i milâdiyesinde Londra’da verdiği bir ziyafette
hazır bulun an Mistir Edmond Gos (Mr. Edmond Gosse) mizah tarîkıyla şunu
söylemiş idi: İngiltere melikesi ve Hindistan imparatoriçesi[ ] hazretlerinin
payitahtında in’ikad eden Ömer Hayyam Encümeni azasına İran padişahı hazretleri
selam gönderiyor ve avatıf-ı şahanesini ve merahim-i mülukanesini mezkûr
encümen azası haklarında raygan buyuruyor ve onlara diyor ki: Benim
memleketimin şairlerinden herhangi birinin makberesini sıvatmak ve tamir etmek
isteyecek olur iseniz yapabilirsiniz ve benim tarafımdan hiçbir mümanaat
görmezsiniz ama be-şartı an ki bütün masarif-i tamiriye encümenin muhterem
azasının kesesinden ödene![ ]
BEŞİNCİ FASIL
HAYYAM HAKKINDA MÜSTEŞRİKLERİN
VESAİR
FUZALANIN MÜTALAATI
Ömer Hayyam’ın Rubaiyatı’nı ilk
defa olarak Fiç Cerald’a vaktiyle Kemberic Darülfünunu’nda Arabî ve Sanskrit
lisanları müderrisliği etmiş olan Profesör E.B.Kovvıl (Pr. E. B. Cowel)
göstermiştir. Rubaiyatı muhtevî olan mecmua Oksford’da Bodleiyen (Bodleian
Library) Kütüphanesi’nde bulunmuştur. Profesör Kovvıl bunu istinsah etmiş Fiç
Cerald da harikanüma bir şive-i bediî ile İngilizce’ye nazmen tercüme
eylemiştir. Sonradan rubaiyatın işbu nüsha-i asliyesinin fotoğrafisi
aldırılarak 1898 sene-i milâdiyesinde müsteşrik Edvard Heron Alen (Edward Heron
Allen) tarafından tamamıyla nesren İngilizce’ye tercüme edilmiştir. Bu İkinci
tercümeden maksat Fiç Cerald’ın hangi yerlerde metn-i aslîye riayet ettiğini ve
hangi yerlerde mevzuu sadece temsil ile iktifa eylediğini tahkik etmek idi.[* ]
Filhakika, Fiç Cerald’ın o dilrüba şiirlerinin bir kısmı kendi deha-yı
ibdakârının mahsulü olduğu ve onlardan nüsha-i asliye-i Farisiye’de hiçbir
nişane görülmediği bugün alelumum kabul edilmektedir. Lakin İngiliz lisanını
bunca cevahir-i maani ile tezyin etmiş ve muharririne bihakkın ölmez bir şöhret
kazandırmış olan bir eserin kıymeti bununla eksilmez.
Fiç Cerald’ın (Fitz Gerald)’ın
manzum rubailerini Fransızca’ya nazmen tercüme etmiş olan F.Hanri (Fernad
Henry)[**] Hayyam’a müteallik olan mütalaanamesinde rubaiyat hakkında şöyle bir
mülahaza yürütür:
Mündericatı bazen hayasızlığa
varacak kadar şehvanî, bazen serkeşliğe varacak kadar küstah ve ye’se yakın
derecede fâtir görünen istihzaları birer zehr- hand-ı asabi ile raşenak olan,
bir yerde kaba ve en maddi hevacise meşher iken başka bir yerde en rakik ve en
nazik tabiatları işgale layık mesail-i diniye ve felsefiyeye ma’kes birer
beyyine-i deha şeklinde celb-i inzar eden bu rubaiyatı nasıl tavsif etmeli?
Kârileri nazarında hem menus, hem vahşi, hem mütevekkil, hem asi, hem haşin,
hem nermin bir ruh ve fikre tecelligah olup sırr-ı sınâatına yalnız Hayyam’ın
vâkıf olduğu sade, münakkah ve metîn bir lisanla yazılmış olan ve birçok
mündericatı hatta şeref-i nefsimizi paymal eden bu kitabı severek açar, okur ve
yine severek ve mütalaasına doymayarak kaparız. Bu Mecmua sırasıyla bir
silsile-i mütevaliye-i efkârı muhtevî ve yek diğeriyle mümtezic parçalardan
mürekkep değildir. Her bir rubai şair-i hakîmin ifade etmek istediği bir fikr-i
mahsusu başlı başına ve kemal-i icaz ile tebliğ eden bir manzume-i
müstakiledir. Hacmen küçük ve manen büyük olan bu Rubaiyat en kısa ve en doğru
manasıyla bir mecelle-i hürriyet ve insaniyettir. Çünkü öyle muğlak ve muhtelit
mesaili kurcalıyor ki hakîm-i meşhur Bilez Paskal (Blaise Pascal)’ın kavlince
bunlara karşı bîkayd kalmak için insan mutlaka “duygu” denilen şeyden büsbütün
mahrum olmalıdır. Çünkü öyle hadisat-ı vicdaniyeye temsilgâh oluyor ki en
laubali, en bulheves bir kimse bile ömrünün bir gününde ve bir saatinde mutlaka
o hadisattan birini yaşamıştır. Çünkü her bir rubai vecd ve ıstırabımıza, ümid
ve ye’simize, ferah ve elemimize beliğ bir tercümandır. Çünkü bu rubailer
vicdanımızın bütün ihtilacatına, bütün tenakuzatına, bütün tenazuatına, bütün
teheyyücatına cevap vermektedir. Çünkü okuyanlar da onların ikaz ettiği hiss-i
hayret ve takdir bir batından diğer batına intikal etmek suretiyle milyonlarca
insanları asırlarca düşündürmüş ve bundan sonra da daha pek çok zaman
düşündürecektir.”
Rubaiyatın büyük mütercimi Fiç
Cerald (Fitz Gerald) Ömer Hayyam’ın felsefesini şöyle tarif eder: Ömer Hayyam’ı
hürriyet-i fikriye, celadet-i beyan ve vüs’at-ı kariha itibariyle bazen latin
şair-i meşhur Titus Lukreçiyus Kayus (Titus- Lucretius-Caius)’a [*] bazen maruf
Arap şairi Ebu’l-Ala El-Ma’arrTye bazen de hatta Volter (Voltarie)’e [ ]
benzetenler olmuştur. Hayyam’ın bunlara ayrı ayrı benzer cihetleri yok
değildir. Şu kadar ki tamamıyla ve ayniyle bunlardan hiçbirine müşabih de
değildir. Lukreçiyus zaman zaman Yunanlı Epikür (Epicure)’ün
O
[ ]mesleğine temayül ederek
kâinata bittesadüf vücuda gelen ve mukannenden müstağni bir kanunla işleyen
cesîm bir makine nazarıyla bakmış ve bu nazari ye ile kendini hoşnut etmiş,
fakat aktörlerinden birinin de kendi olduğu hadisat-ı gunagun-ı dehri Epikür
mesleği tâbilerinden (Epicuriens) ziyade Zenun mesleği tâbileri (Stoiciens)’ne
[ ] yakışan soğuk, metîn ve lâkayd gözlerle mirsad-ı ibretten temaşa
eylemiştir. Encamı bir cebr-i ye’s-engizden başka bir şeye müncer olamayan
varlıktan meftur olan Ömer Hayyam ise dehasını ve ilmini umk-ı vüsatını
keşfedemediği girdab-ı kâinata bazen memnun ve bazen mahzun bir tavır ile
savurup atmış ve ezvak-ı hissiyeyi yegâne maksad-ı hayat bilerek “uluhiyet”,
“meşiyet”, “cism”, “ruh”, “hayat”, “memat” gibi mesail-i fikriye ve daha
birtakım vasfı kolay, lakin tahkiki güç şeylerle mahza kendisini oyalamak için
uğraşmıştır.”
Fiç Cerald (Fitz Gerald) Hayyam’ı
sarf-ı maddi bir epicurien gibi telakki ettiği halde ondan daha evvel rubaiyatı
nesren Fransızca’ya tercüme etmiş olan Fransalı Nikola (Nicolas) müşarünileyhe
aşk-ı hakikiyi ve uluhiyeti şarap, saki ve saire tarzında göstermek isteyen
Hafız kabîlinden mutasavvıf bir şair nazarıyla bakmış ki yukarıda da
bilmünasebe söylediğimiz gibi bu tamamıyla yanlış bir görüştür. Fiç Cerald buna
karşı diyor ki: Hafızın şiirinde vasfettiği ve belki içtiği şarap ne olursa
olsun, şu kadar bilirim ki Hayyam’ın sade dostlarıyla birarada bulunduğu
zamanlarda ve bezm-i safada alerrüus içtiği değil, hatta kendinde husûlünü arzu
ettiği halet-i vecdi bulabilmek için tek başına kullandığı ve medhettiği
şarabın da “bintülineb”den başka bir şey olmasının ihtimali yoktur.” Nikola’nın
Rubaiyyat tercümesini okumuş olan Fiç Cerald mumaileyhin tevilleri hakkında
diyor ki: Mösyö Nikola, eş’âr-ı Hayyam’ı tefsir eder iken “uluhiyet”, ilâh”
gibi kelimeleri o kadar çok kullanıyor ki insan onun da bir mutasavvıf olduğuna
hükmetmek istiyor. Khayyam s’est donne avec passion a l’etude de la philosophie
des Soufis. Sözlerini Mösyö Nikola, kitabının mukaddimesinde hangi salahiyet-i
tarihiye ile söylüyor? Ruh, madde, cebir ve tefeyyüz, irade gibi mesail-i
felsefiye ile tevaggul ne mutasavvıflara muhtass bir hal idi; ne de onlardan
evvel yalnız Lukreçiyus (Lucretius)’a vergi idi. Ve ne ondan daha evvel gelen
Epikür (Epicure)’e münhasır idi. Bu, minel-ezel azade etvar mütefekkirlerin
kâffesinde görülegelen ve belki ilelebed görülegidecek olan hürriyet-i fikr ü nazardır.
Şu kadar ki Hayyam’ın Şark’ta bu tarz-ı müstesnada zuhuru kırlarda çalılıkların
hiç umulmaz bir yerinde yabani bir çiçeğin ayağa ilişmesi kabîlindendir.”
Bütün felsefesiyle şuhî-i
mizacıyla, üslûbunun kıvraklığıyla, beyanının nezahet ve zarafetiyle, mesele-i
hayatı tarz-ı telakkisiyle Yunan kudema-yı şuarasından Ömer Hayyam’a pek çok
benzeyen biri vardır ki o da Sisamlı Askalapiyad (Asclepiade de Samos)’dır. Bu
nezih şair dahi aynıyle Hayyam gibi Epigram (Epigramme) [ ]yazmakla
müştehirdir. Âsâr-ı sairesi zayi olmuş ise de epigramlarından on sekiz tanesi
bizlere kadar vasıl olabilmiştir. Güzel bir Yunan tarih-i edebiyatı yazmış olan
Fransız Kırovaze (Croiset) biraderler şu mülahazat-ı tenkidiye ile Askalepiyad
ın şairliğini takdir ederler:
“Ce qui en fait surtout le merite
original, c’est la finesse spirituelle du tour, l’elegance vive de l’image, le
soin delicat du style, la nettete scrupuleuse du rythme et de la versification asclepiade est un rafine, son art est
un peu menu, mais
d’une eqwuise elegance.’’
Yani: [Bu adamın şair olarak
kabiliyet-i asliyesi tavr-ı ifadenin nükte- perdazane zarafetinde, hayalin
canlı ve nezih olmasında üslûba nazikâne bir ihtimam göstermesinde, kavaid-i
aheng ve nazma muşikâfane dikkat ve riayetindedir. “Askalapiyadis” pek incelmiş
bir hünerverdir; sanatı biraz hürdedir; lakin pek nefis ve nezihtir.]
Bu sözler Hayyam’ın vasfında
yazılmış denilse caizdir. Bahusus Askalapiyadın şiirine misal olarak irad
edilen şu küçücük Yunanî manzume ki manzum lakin gayr-i mukaffadır, ne kadar çok
Hayyam sözlerini andırıyor:
Yani: [İç! Askalapiyadis!..Nedir
bu gözyaşları?..Neden müteellim ve mükeddersin? Haşin Kipris (Cypris)’in yani
Venüs'ün şikâr ettiği sade sen değilsin. Zalim Eros'un yani aşk ilâhı olan
Kupidoriun zehirli oklarıyla yere serilen de sade sen değilsin. Neden diri diri
toprağa gömülmek istiyorsun? Şafak sökmeğe başlıyor; kandilin söndü ise onun
uyanmasını mı (yani güneşin doğmasını mı) beklemek istiyorsun? Gel, neş’e ile
içelim. Ey zavallı! Daha birkaç günümüz kaldı. Sonra, büyük gece (yani leyle-i
yelda-yı mevt) üzerimize çökecek ve çok dinleneceğiz.] Bu sözler Hayyam’ın: [^^ ] ve daha ona mümasil sözlerine ne kadar çok
benziyor!
Bunun gibi Fransızların on
altıncı asr-ı milâdîde yetişen meşhur şairleri Ronsard kendi zamanındaki
Fransız melikesi Catherine de Medicis'in nedimelerinden melahatıyla maruf
Helene de Surgeres ile muaşakalar ve melaibeler ederek ona sonnetsler ve manzum
iştiyaknameler yazıp gönderdiği sıralarda, şiddet-i muhabbetine rağmen kadının
bir aralık kendisinden yüz çevirir gibi olduğunu hissedince maşukasına hitaben-
onun vefasızlığını işaret ederek- yazdığı şiirlerde ömrün kısalığından,
güzelliğin çabuk geçeceğinden ve bir kere yaşlanınca dem-i şebâb ve
taravetinden istifade etmemiş olduğuna çok nedamet getireceğinden bahssediyor
ve kadına tam Ömer Hayyam şivesiyle şöyle diyor:
“Quand vous serez bien vieille,
au soir, â la chandelle,
Assise aupres du fen devidant et
filant, Direz, chantant mes vers, et vous emerveillant: “Ronsard me celebroit
du temps que j’etois belle.» Lors vous n’aurez servante oyant telle nouvelle,
Dejâ sous le labeur â demi sommeillant, Qui au bruit de Ronsard ne s’aille
reveillant, Benissant votre nom de louange imınortelle. Je serai sous la terre
et, fantöme sans os, Par les ombres ınyrteux je prendrai mon repos; Vous serez
au foyer une vieille accroupie, Regrettant mon amour et volre fier dedain,
Vivez, si ın’en croyez, n’attendez â demain; Gueillez des aujoud’hui les roses
de lavie!»
Yani: [Siz iyice yaşlandıktan
sonra, geceleyin mumun ziyası altında ve ateşin başında oturup ipliği yumaklar
ve evirir ve benim şiirlerimi hayretle okur iken diyeceksiniz ki: Ben güzel ve
yakışıklı olduğum zamanlarda Ronsard bana sitayişkâr idi. O zaman yorgunluğun
tesiriyle yarı uykuya dalmış iken bu terennümünüzü işitince, “Ronsar”ın
şiiriyle zinde-i cavid olan namınızı takdis ve tebcil ederek uyanacak bir kız
hidmetçiğiz de bulunmayacak. O zaman ben toprak altında olacağım ve kemiksiz
bir tayf halinde mersin ağaçlarının gölgeleri altında nevm-i rahata dalmış
bulunacağım. O zaman siz de kendi yurdunuzda iki büklüm yaşlı bir kadın hali
alacaksınız ve benim size karşı olan sevdama gurur ve istihfaf ile mukabele
ettiğinize işte o vakit peşiman olacaksınız. Eğer beni dinler iseniz, durmayıp
yaşayınız yarını hiç beklemeyiniz! Hayatın güllerini bugünden hemen
toplayınız!]
Yirminci asrın güzide bir
mütefekkiri ve Fransa’nın o asırda bihakkın en muteber bir muharriri addolunan
ve geçen sene bu âlem-i fâniden âlem-i ebedîye intikal eden meşhur Anatol Frans
(Anotole France) belki de Hayyam’ı hiç tanımadığı bir zamanda yazmış olduğu
Epikür’ün Bahçesi (Le jardin d’Epicure) namıyla maruf olan kitabında kısa kısa
ve parça parça birçok mülahazat-ı hikemiye serd etmiştir ki bu mülahazatın pek
çoğu Hayyamane efkârı muhtevidir. Hatta bazılarında tarz-ı tahayyül ve teşbihat
ve istiarat tamamıyla Hayyamâne ve laubaliyanedir. Mesela, mezkûr kitabın
96’ncı sahifesinde münderiç zirdeki fıkrayı aynen buraya naklediyoruz:
“ Je ne sais si, comme la
theologie l’enseigne, la vie est une ■epreuve;
en tout cas, ce n’est pas une epreuve â laquelle nous soyons soumis
volontairement. Les conditions n’en sont pas reglees avec une
clarte’suffisante. Enfin, elle n’est point egale pour tous. Qu’est-ce que
l’epreuve de la vie'pour les enfants qui meurent sitöt nes,pour les idiots et
fous? Voilâ des objections auxquelles on a dejâ repondu. On y repond toujours
et il faut que la reponse ne soit pas tres bonne, pour qu’on soit oblige de la
faire tant de fois. La vie n’a pas l’air d’une salle d’e- xamen. Elle;
ressemble plutöt â un vaste atelier de poterie oû Fon labrique:toutes sortes de
vases pour des destinations inconnues et dont plusieursj rompus dans le moule,
sont rejetes comme de vils tessons ' sans’avoirjjamais servi. Les autres ne
sont eınployes qu’â des usages absurdes et degoûtants. Ces pots, c’est nous „
Şimdi şu hakimane bendi-
aslındaki zarafet-i üslûbu mümkün olduğu kadar muhafaza ederek- aynen tercüme
ediyoruz:
[Bilemiyorum- ilâhiyat ilminin
talim ettiği gibi hayat bir imtihan mıdır? Her halde tav’an geçirdiğimiz bir
tecrübe değildir. Bu tecrübenin şeraiti lüzumu kadar vuzuh ile tertip
edilmemiştir. Elhasıl bu tecrübe herkes için mütesavi de değildir. Ya doğar
doğmaz ölen çocuklar için budala ve deliler için hayat tecrübesi nedir? İşte
birtakım itirazat ki onlara evvelce cevap verilmiştir. Hâlâ da cevap
verilmektedir. Fakat verilen cevap o kadar iyi olmamak gerek ki her zaman cevap
verilmeğe mecburiyet görülüyor. Hayat bir imtihan salonuna benzemiyor geniş bir
çömlekçi imalathanesini daha ziyade andırıyor ki orada birtakım gayr-ı malum
işler de istimal olunmak için her türlü çömlekler imal olunur ve pek çokları
daha kalıpta iken kırılmış oldukları için hiçbir işe yaramadan değersiz çanak
çömlek kırığı olarak atılırlar. Diğerleri de ancak birtakım iğrenç ve abes
işlerde kullanılırlar. Bu çanak çömlekler bizleriz, işte!]
Nişabur’da bir çömlekçi dükkânı
Demek ki şu içinde yaşadığımız
âlem, Fransız muharririnin nazarında dahi aynıyla Hayyam’ın tasavvur ettiği
çömlekçi dükkânıdır.
Hayyam’dan birkaç asır evvel
gelen ve Hayyam’ın en çok benzediği mütefekkirlerden olan şair-i amâ Arap
Ebu’l-Ala El- Maarri dahi insanın çömleğe ve Halık’ın çömlekçiye benzemesi
keyfiyetini Anatole FrancEnin ifadesindeki vuzuhu ve Hayyam’ı tarz-ı
tasvirindeki kudreti andıran bir maharetle ve nazmen Lüzumiyaf ında şöyle tarif
eder:
Çamur yoğuran çömlekçi
Yani: [Mihraplarda halkı
ayetlerle korkutan kimseler görüldüğü gibi içki mahallerinde (tarabgahlarda)
oynaşıp gülüşen kimseler dahi görüldü. Namazı kılan bir adamın maksadı keyd ü
hile olacak olursa namazı kasten terk eden adam elbette Allah’a ondan daha
yakındır. Nef için balçıktan imal edilen bir çanak yahut bir desti haline en
sonra avdet edecek olan insan hiç fahr etmesin! Olabilir ki ondan bir kere bir
kap yapılır ve bu kaptan her isteyen yer ve içer ve sonra o kap bir yerden
başka bir yere taşınır da bunu kendi bilmez. Yazık ona! Çürüdükten sonra da bir
yerden bir yere nakledilip duruyor! Ömer Hayyam rubailerini yazdığı asırda
Avrupa’da Cid Campeador namıyla müştehir olan Rodrigue Ruy Diaz de Bivar [*]o
mahud garaib- alûd gazâlarını icra etmekte idi. Birinci ehl-i salib seferi
yapılmış, beytülmakdis alınmış ve on ikinci karn-ı milâdîyi kapatan hadisat-ı
uzmâ cereyan etmişti; fatih Gilyum (Guillaume le Conqureant) İngiltere’nin
istilasını ikmal eylemişti. Lakin o günlerde sema-yı Garb kalın cehalet
bulutlarıyla mestur olduğu halde Arap ve Acem edebiyatı bilakis göz kamaşırıcı
bir şaşaa ile parlamakta idi.
Hayyam’ı herkesten evvel
Avrupa’ya tanıtan vaktiyle İngiltere’nin Oksford (Oxford) Darülfünunu’nda
İbranî ve Arap lisanları müderrisliği etmiş olan Tomas Hayd (Thomas Hyde) nam
zattır. Müderris mumaileyh Historie des religions des anciens Perses Medes et
Parthes yani: Eski İranîlerin, Medyelilerin ve Partların tarih-i edyanı namıyla
1700 sene-i milâdiyesinde neşretmiş olduğu eserle tanınmıştır. Mumaileyhten
sonra yukarıda dahi arz edildiği vechile müteaddit zevat Hayyam’dan tercümeler
neşretmişler, fakat hiçbirininki İngiliz Fiç Cerald (Fitz Gerald)’ın ihraz
ettiği muvaffakıyeti ve şöhreti kazanamamıştır. Fitz Gerald’ın eseri tamamiyle
bir rubaiyyat tercümesi değildir. Rubaiyyatın ruh ve şivesiyle mülhem bir
İngiliz edib -i dâhisinin yine İngiliz muhitiyle ve İngiliz tarz-ı tefekkürü ve
selika-i beyanıyla mütevafık bir şekilde silk-i nazma çekmiş olduğu Hayyamâne
efkâr ve hissiyattır. Lakin bu eserin sertâpâ meşbu olduğu nefha-i deha onu bir
tercüme şeklinden çıkarıp kıymetçe ve meziyetçe Hayyam’ınkine muadil bir şahkâr
mertebesine is’âd etmiştir.
[*]-“Cid”ın Arapçası -^‘dir.
Fransız şairi meşhur Corneille ın maruf faciasının fahr-ı manidir.
Mukaddimemizde dahi arz edildiği
veçhile, bugün İngiltere ve Amerika mahafil-i edebiyesinde (Fiç Cerald)
Hayyam’ınkine faik değilse bile onun şöhretine müsavi bir şöhrete maliktir.
Hayyam’ın da memalik-i Garbiye’deki şöhreti Şark’taki marufiyetinden kat kat
ziyadedir. Hatta biraz yukarıda mufassalan beyan edildiği tarzda nam-ı Hayyam’a
izafeten İngiltere’de Omar Hall ve Omar Khayyam Club namlarıyla mevsum kulüpler
ve holler tesis edilmiştir.
Meşhur Avusturyalı müsteşrik
Hammer-Purgsital (Hammer-Purgstall) ki 1856 sene-i milâdiyesinde vefat
etmiştir. Ve on sekiz cildlik Histoire de I’Empire Ottoman yani Saltanat-ı
Osmaniye Tarihi’nin müellifidir. 1818 sene-i milâdiyesinde hangi el yazısından
iktibas ettiğini söylemediği 25 rubainin tercümesini neşretmiş ve o şiirlerin
şeriat-ı İslamiye’ye muarız bir şekilde olması nazar-ı dikkatini celp eylemiş
olduğundan Hayyam’a “İran’ın Volter (Voltaire)’i vasfını layık görmüştür.
Fransalı müsteşrik Garsin dö Tasi
(Garcin de Tassy) dahi 1857 sene-i milâdiyesinde 10 kadar rubai tercüme ve
neşreylemiştir. Mumaileyhin bu tercümeye rabtettiği kısa bir mütalaaname şairin
eseri hakkındaki vukufunun pek sathi idiğini bize göstermektedir. İngiltere’nin
on dokuzuncu asırda yetiştirdiği güzide müsteşriklerden Sir Gor Avuzley (Sir
Gore Ouseley)| ] dahi Hayyam’ın iki
rubaisini İngilizce’ye tercüme etmişti.
On yedinci asr-ı milâdîde gelen
Fransalı muharrir ve müsteşrik Bartelemi Derbelu (Barthelemy d’Herbelot)[ ]
akvam-ı Şarkiye’nin maarif ü edebiyatına dair yazmış ve 1697 sene-i
milâdiyesinde neşretmiş olduğu Bibliotheque Orientale yahut Dictionnaire
Universel yani Şark Kitaphanesi yahut Lugatname-i Umumî namındaki eserinde
Hayyam" dan bahsederken şöyle der: “Philosophe musulman qui a vecu en
odeur de saintete dans la fin du premier et commencemnt du second siecles”
Yani: “Birinci asr-ı milâdînin
nihayetinde ve İkincinin bidayetinde evliya gibi yaşamış müslim bir hakîmdir.”
Müsteşrik mumaileyhin bu sözlerinde Hayyam" a gerçekten vasf olabilecek
ancak bir “hakîm” kelimesi vardır. Mütalaa gayet sathidir ve hiçbir vukufa
müstenid değildir. 1872 sene-i milâdiyesinde vefat eden ve âsâr-ı adide-i
mensuresi arasında İstanbul’a dair yazmış olduğu eseri pek maruf ve Fransa’nın
Romantikler Mektebi’ne mensup parlak üdebasından Tehofil Gotye (Theophile
Gautier) dahi bir yerde sözü Hayyam"a intikal ettirerek şöyle der:
“En ses quatrains tout le
monologue d’Hamlet se decoupe par avence”
Yani: “Hayyam’ın rubaileri
“Hamlef’in bütün monoloğunu daha evvelden parça parça muhtevîdir.” On dokuzuncu
karn-ı milâdînin Fransa’da yetiştirdiği mütefekkirîn ulemanın ser efrazanından
müverrih ve hakîm Ernest Renan (Ernest Renan) eserlerinden birinde başka bir
Şark şairinden bahseder iken onunla Ömer Hayyam arasında bir mukayese yürütür
ve der ki:
“II n’a nil’audace, ni l’ironie
amere de Khayyam, le plus etonnat poete nihiliste qui Jamais ait ecrit.”
Yani: “Onda Hayyam’ın ne
celadeti, ne acı hüzû u mizahı var; o Hayyam ki onun gibi muhayyirülukûl bir
nihilist şair hiçbir zamanda yazmamıştır...”
İran’ın ruh-ı siyaset ve
mevcudiyetini herkesten ziyade tetkik etmiş olduğu şüphe götürmeyen İngiltere
devletinin sabık hariciye nazırı müteveffa Lord Kurzon (Lord Curzon) İran’a
taalluk eden ve iki büyük ciltten mürekkep olan “Persia and Persian Question”
ismindeki eserinde kendi Nişabur’da bulunduğu hengâmda gördüğü şeylerden
bahsederken diyor ki: “Namı ve âsârı batn-ı hâzıra “ Fitz Gerald”ın dâhiyane
kalemiyle ve daha birtakım ondan aşağı şairlerin ve
mütercimlerin yazılarıyla
tanıtılmış olan müneccim şair-i İranî Ömer El- Hayyamî’nin kabri Nişabur’dadır. Hayyam’ın
mütercimlerinden yahut
mukallidlerinden birinin
dibacesinde, İngilizce rubaiyatı muhtevî cildi bir kimsenin götürüp Nişabur’da
şairin huzur-ı merkadine bir adak gibi vaz’ etmesini müstemendane temenni
eylediğini vaktiyle okuduğumu hatırlıyorum. [
] Nişabur’a gittiğim zaman eğer o kitap nezdimde olaydı, hem muharririn
o arzusunu yerine getirmiş olmak, hem yolculukta yükümü kısmen hafifletmek için
bu nezri eda etmek ister idim. Lakin korkarım ki benim Nişabur’da gördüğüm
kabrin hal-i perişanı Hayyam’ın hayran-ı dehası olan İngilizleri çok müteessir
edecektir. Bu mezar vaktiyle çiçek tarhları ve su cetvelleriyle mutarraz iken
bugün yabani otlarla mestur ve metruk bir bahçenin içindedir, üstünde şairin
namını yahut şöhretini bildirir hiçbir nişane yoktur. Korkarım ki şimdiki
İranîlerin merkad-ı Hayyam’a olan hürmeti on dokuzuncu asırda yaşayan bir
Londralı’nın bir Matyu Paris (Matthewe Paris)’e yahut bir Vilyam Molmesburi
(William Malmesbury)ye olan hürmetlerinden de aşağıdır.”
Ömer Hayyam’ın medfun olduğu
bahçenin medhalindeki kapu
İngiltere’nin Kemberic
Darülfünu’nu Farisî ve Arabî şubeleri müdürü ve bu iki lisanın salahiyetli
müderrisi merhum ve mağfur üstad Profesör Buraun (Pr. E. G. Browne)’nun Ömer
Hayyam hakkında ne düşündüğüne gelince onu biz aşağıda merhum-ı müşarünileyhin
aynen kendi ifadesiyle, kendi Literary History of Persia’sının ikinci cildinden
iktibas ve tespit ediyoruz:
“Umar Idıayyam, who is probably
now bettei’ known and more admired in England and America than any other
persian poet , is in his own country phıced on a much lower level and is
esteemed more as an astronomer and a mathematieian than as a poet. Of course ,
this is largely dne to the f'act that he had the good fortune to be translated
by Fitz Gerald who was himself a poet„
Yani: Ömer Hayyam - ki galiba
şimdi İngiltere’de ve Amerika’da diğer herhangi bir Fars şairinden daha maruf
ve müstahsendir - kendi memleketinde çok daha aşağı bir mertebede tutulmakta ve
bir şairden ziyade bir müneccim ve bir riyazî gibi takdir olunmaktadır;
Hayyam’ın Garp’taki bu şöhretinin başlıca sebebi hüsn-i tali eseri olarak Fiç
Cerald (Fitz Gerald) gibi şair bir mütercime tesadüf etmiş olmasıdır.”
On dokuzuncu karn-ı milâdînin
nısf-ı ahirinde Fransa’da gelen müsteşriklerin en muktedirlerinden ve âsâr-ı
müteaddide mütercimesiyle maruf Barbiye dö Meynar (Barbier de MeynardJ de
Rubaiyat-ı Hayyam hakkında diyor ki:
“ D’aucuns ont vu dans le
Rubayyat une protestation contre le dogmatisıne musluman; pour d’autres, il
n’est que le produit d’une imagi- nation maladive, singulier melange de
scepticisme, d’ironie et de negation amere; quoi qu’il en soit, il n’est pas
moins curieux de trouver en Perse, des le Nieme siecle, un poete qui est, selon
le rnot de Renan, “ un frere de Goethe et de Henri Heine . „
Yani: Rubaiyatı şeriat-ı İslam’a
bir tariz gibi telakki edenler olmuş; ona malûl bir muhayyilenin mahsulü, biraz
şek verip biraz hüzû biraz da meraret-alûd bir inkârdan mürekkeb bir halita-i
acibe nazarıyla bakanlar da bulunmuş; fakat her ne olursa olsun, daha on
birinci karn-ı milâdîde İran’da Renan’ın dediği gibi Göte’nin (Goethe)[ ] ve
Henri Hayne (Henri Heine) [ ] ile karındaş bir şairin zuhuru epeyce garip bir
hadisedir.”
Elyum, Amerika’nın Kolombiya
Darülfünununun İranî -Hindu lisanları müderrisi muhib-i sadıkım müsteşrik ve
üstad muhterem Profesör Wilyams Caksın (Pr.A.V.Williams Jackson) tahminen yirmi
sene kadar bundan evvel Horasan taraflarında ettiği seyahatten bahsederken
diyor ki: “Nişabur’da Ömer’i belki beş altı kişi evde yaptığı hesaplarla
takvim-i salyaneyi ıslah etmiş olan “müneccim ve hakîm Hayyam” diye tanır.
Belki onun feylesof ve hazık bir adam olduğunu birkaç kişi bilir. Lakin şair olduğunu
hatırlayan yoktur. Zaten Ömer Hayyam’ın Müslümanlığı da İran’ın şimdiki
Müslümanlığına uymaz. Hayyam Sünni idi, İranlılar bugün Şii’dirler. Hayyam’ın
bir ismi de Ömer’dir. Bu isim daima İranlılara saltanat ve medeniyet-i
kadîmelerini darbe-i kâhireleriyle yıkan Arapları ve onların halifelerini
hatırlatır. Hatta Hayyam’ın şarap kokusu veren şiirleri - mutasavvıflar zorla
onlara bir mana-yı mecazî vermeğe uğraşmadıkları surette - harfi harfine ifade
ettikleri manaya alınmaktadır ve şairin Allah’ı “Vâhid-i Kayyum” tarzında tarif
eder iken izhar ettiği hürriyet-i fikriye küfürden ancak bir derece ehven bir
hareket gibi anlaşılmaktadır.” Profesörün bu ifadatının aynen İngilizcesi
şudur:
“At Nishapur , only a half dozen
would kııovv of Omar, and then as Hakim Khayyam ( Doctor Khayyam ) , the
scientist and astronomer whose computations reduced the year to better
reckoning; they might possibly add thathe \vas a philosopher and sage, but non
would remem- ber hira as a; poet . Omar, in fact , has not the qualities that
appeal to Muhammadanorthodosy inPersia.He was a sunnite,whereas they belong to
the shiite sect; his very name recalls the hated sunni caliph Omar and the Arab
conquest; and his \vine bibbing verses, except when a strained mystical and
allegorical interpretation by the sufis, are taken literally; while his freedom
of thought in expressing his attitude toward the One Eternai Being is looked
ılpon as liftle less than blasphemy.,,
Ömrünün büyük bir kısmını
rubaiyatın asıllarını taharriye vakfetmiş olan müsteşrike-i marufe Misis H. M.
Kadel (Mrs. H.M.Cadell) birçok medid ve amik tetkikatten sonra bizzat Hayyam’ın
malı olmak üzere kabul edilebilecek rubailerin adedi bin iki yüz kadar olduğunu
tesbit etmiştir. Bununla beraber bu kadın en sahib-i salahiyet kimselerin
katiyen Hayyam’ın olmak üzere ancak 300-250 rubai kabul etmekte olduklarını da
söylüyor ve bunun mevsukıyetini ispat etmek için diyor ki “Farisî metnin
gösterdiği vuzuh ve selasetten başka kemal-i itimad ile kabul edilebilecek sade
bir tarz-ı beyan, seci ve kafiyedeki mükemmelliyet tariz ve istihzadaki şiddet
gibi daha başka delail de mevcuttur. Hayyam düşündüğünü açık yazar, kendi
zamanında yüksek bir derece-i tekâmüle vasıl olmuş olan lisan-ı Farisî’ye
mütemellik ve mütehakkim bir şairdir. Biz herhangi bir rubaide bir fikri sakat
ve düşkün bir ifade çerçevesine zorla geçirilmiş görür isek, o rubaiyi
Hayyam’ın olmak üzere kabul etmemeliyiz.” Velhasıl yukarıda birkaç kereler daha
arz etmiş olduğumuz vechile, Rubaiyat’ın sahihlerini gayr-ı sahihlerinden
tefrik etmek meselesi Hayyam’ın asrından beri lisan-ı Farisî hemen hiç
değişmemiş olduğu için - hali pek o kadar kolay olmayan meselelerdendir. Bunda
bize miyar olacak şey yalnız Hayyam’ın meşreb-i mahsusu, meslek-i felsefîsi,
akide-i zatiyesi, azade tarz-ı beyanı, celadet-i zebanı gibi evsaf-ı farıkadır.
Ve bu miyarın muvaffakıyetle istimali de alelumum şiir-i Farisî’de kesb-i rüsuh
ve alelhusus şive-i Hayyamane’de ihraz-ı meleke etmeğe mütevakkıftır ki bu
ehl-i lisan olan İranîler için bile güçtür, şu muhakkaktır ki:
İngiliz müelliflerinden Layen
Felips (M.Wm. Lyon Phelps) Ömer Hayyam’ın bedbinliği ile meşhur feylesof
Şopenhavr (Schopenhauer)’unki arasında pek calib-i dikkat bir kıyas yapmıştır.
Mumaileyh, bir taraftan Şopenhavr’dan ve diğer taraftan Hayyam’ın efkârını sahih
bir surette eş’ârında tecelli ettirdiğini zannettiği Fiç Cerald (Fitz
Gerald)’dan karşılıklı birçok misaller zikrederek bilahere şöyle bir neticeye
vasıl oluyor: Ömer ve Şopenhavr her ikisi de bedbindirler. Yaşamanın fena bir
şey olduğunda ikisi de müttefiktirler. Lakin bunda ittihaz olunacak hatt-ı
harekete gelince işte orada birbirlerinden ayrılırlar. Şopenhavr riyazetle,
yaşamak iradesinin ibtaliyle, kendi kendimizden firar etmekliğimizi tavsiye
ettiği halde Ömer meşgul-ı rebab ü şarap olmamızı ister. Belki Ömer Hayyam’ın
sarhoşluğu yalnız şiirlerindedir; Şopenhavr’un ismet ve takaddüsü de belki
yalnız yazılarındadır. Fakat bu iki suret-i tesviyenin hiçbiri Layen Felips’i
ikna etmiyor. Çünkü bu iki suret-i hallin her birini Alman şairi Göte (Goethe) ayrı
ayrı tecrübe ediyor: Faust’u evvela bir mirtaz, sonra da bir ayyaş yapıyor. Şu
kadar ki Göte daha ileri gidiyor ve en sonra meselenin en doğru bir çare-i
hallini Favusfa bulduruyor ki o da Allah’a iman ve benî-nev’ine muhabbet
etmekten ibarettir.
Şair-i hakîm Ebu’l-‘Ala El-
Ma’arrî’nin Lüzummiyât ını nazmen İngilizce’ye tercüme etmiş olan Emîn Reyhanî
dahi o Arap şairi ile bu Fars şairi arasında bir mukayese yaparak diyor ki:
“Her kim bu kitapta Ebû’l-‘Ala’dan tercüme edilen eş’ârı Ömer Hayyam Rubaiyatıyla
birlikte okuyacak olur ise, bu iki şairin itikadının yahut itikadsızlığının
bazı safahatının şeklen ve manen calib-i dikkat olan müşabihetlerini elbette
görür. Ömer’in reybliği ve bedbinliği birçok cihetlerle Ma’arrî den mülhem
gibidir. Lakin Arap hakîm efkâr-ı diniyesinde İranlı feylesoftan daha cesurdur.
Ben Ömer müntahildi, demiyorum. Yalnız şunu söylemek istiyorum: Fransız hakîm
Volter (Voltaire) efkâr-ı hüre ve reybiyesinin büyük bir kısmını nasıl Hobes
(Hobbes)[ ], Lok (Locke)[ ] ve Beyel (Bayle)[ ] den aldı ise, Ömer de Ma’arrî
den almıştır. Bu mütalaamın redd veyahut kabulünü her iki şairin sözlerini
t1] Meşhur Kromvel (Cromwell)’in
müdaheni ve politikada idare-i mutlakanın müdafiî, ahlaksız fakat sözleri
tesirli maruf bir İngiliz feylesofudur. 1588 sene-i milâdiyesinde tevellüd ve
1679 senesinde vefat etmiştir.
[2] Dekart (Descartes) mesleğine salik ve mevcudiyet-i ilâha
mutekid meşhur bir İngiliz feylesofudur. Hobes (Hobbes)’in mutlakiyet idare
sistemine karşı Hürriyet-i Ferdiye-i Medeniye-(Liberalisme)’yi müdafaa etmiş,
ahlakın ve menfaatin lüzumunu tasdik eylemiştir. Felsefesinde Dekarf dan mülhem
olmakla beraber Bationalisme’ye karşı bir irtica’ mahsustur. Müşarüniley 1632
sene-i milâdiyesinde tevellüd ve 1704 senesinde vefat etmiştir.
[3] Monteni (Montaigne) tarzında ve Hıristiyanlıkta akval ve
etvar ve ef’al için azadî ve semah taraftarı meşhur bir Fransız feylesofudur.
1647 sene-i milâdiyesinde doğmuş ve 1706 senesinde vefat etmiştir.
yekdiğerleriyle mukayese
zahmetine katlanacak olan kârilerin ihtiyarına bırakıyorum.”
ALTINCI FASIL
ÖMER HAYYAM’IN ŞİVE-İ Şİ’Rİ
Rubainin evzan-ı muhtelifesinden
Hayyam’ın istimal ettiği vezin SjüVj veznidir. Evzan-ı saire-i aruz Araplardan
mehuz ve muktebes olduğu halde rubai vezni İranîlerin kendi eser-i ibdâıdır ve
sonra Arap üdebası tarafından da istimal edilmiştir. Rubai dört mısradan
mürekkeptir. Bu mısraların birincisi, ikincisi ve dördüncüsü hemen daima
mukaffadır. Bazen her dört mısranın da takfiye edildiği vardır ki buna
ahenginin kâmilülayar oluşundan dolayı rubai-i terane derler. Hayyam’ın
Oksford’daki Bodleiyen (Bodleian Library)’de mevcut el yazısı nüshasının 158
rubaisinden yalnız 41’i rubai-i terane nev’indendir. Yani: Mısralarının her
dördü de mukaffadır. Rubai denilen şekl-i nazm başlı başına bir şiirdir ve
daima rubaide bir vahdet-i şekil ve mazmun vardır. Salahiyetli ve kudretli bir
şair tarafından kullanılacak olursa Farisî şiirin en muhteşem bir şeklidir.
Kısa ve epigram (epigramme) şeklinde oluşu ona sair evzan-ı aruza kıyasen bir
başkalık ve bir hususiyet verir.
Rubaide ekseriya üç kafiye-i
mütetabianın, kafiyesiz mısranın sükûtunu saran ve teşdid eden tananiyeti
esvatta öyle ahenkler ve tezatlar husule getirir ki bunlar mazmun-ı şi’rdeki
gizli tenasüpler ve tenakuzları berceste bir tarzda tecelli ettirirler.
Muktedir şairler rubailerin o küçücük ve dar hududu içinde tam ve mükemmel bir
mazmunu bazen ilk üç mısralarda temhid ve bast eylerler ve dördüncü mısrada bir
neticeye isal eder ve tüketirler. İran’da rubai söyleyen şairler, bilamübalağa,
yüzlerle sayılabilir. Lakin Hayyam’ın söyleyişi büsbütün başkadır. O rubainin
üstazül-esatizesidir:
Dolgun bir fikir yani
kendiliğinden bir cüz-i tam teşkil eden bir düşünce mütekâsif, mucez ve müessir
bir surette ifade edilebilmek için şairlerce daima rubai şekli tercih
edilegelmiştir. Gazel bunun zıddıdır. Bir inci dizisi gibi dilara, lakin
perakende ve ekseriya yekdiğeriyle mantıken rabıtasız mazmunları bir çerçeve
içine sıkıştıran bir şekl-i nazmdır. Kendine güvenen bir şair eşkâl-i nazmın
kâffe-i envaında kalemini tecrübe etmek ve hüner göstermekle mükellef olduğu
için İran’da hemen her edip - hatta avam-ı nas arasında yetişenler bile - rubai
söylemişlerdir. Lakin dâhi şairler böyle dört mısralık bir manzumede bile
üslûb-ı beyanlarının bedaat ve meziyetiyle sıfat-i kâşifelerini ibraz
etmişlerdir. Ömer Hayyam’ın bu hususta emsaline ne kadar faik olduğunu
göstermek için burada biri Hayyam’a ve diğerleri iki başka şaire matuf üç rubai
arz edeceğiz. Aynı mazmun-ı hikemiyi natık oldukları için üçü de aynı fikre
tercümandırlar. Biz bunları sade fikirce değil üslûb-ı ifade ve tarz-ı beyan
nokta-i nazarlarından dahi mukayese ve tetkik etmek istiyoruz, mesela: Fahre
’d-din Râzî’nin olduğu tevaturen mervi olan şu rubai:
Ki manası:- “Hiçbir zaman kalbim
ilimden mahrum olmadı; hemen hemen anlamadığım bir sır ve muamma kalmadı;
yetmiş iki sene geceli gündüzlü yaşadım, nihayet hiçbir şey anlamamış olduğumu
anladım.” der ve keza meşhur Hakîm Ebu Ali İbni Sina (Avicenne)’nın olduğu
malum olan şu rubai:
Ki manası: “Gönül her ne kadar bu
badiyede pek çok dolaştı ise de bir kıl kadar anlayamadı, lakin kılı kırk
yardı. Benim gönlümde binlerce güneş doğdu; fakat en sonra bir zerrenin
kemaline bile yol bulamadı.” der, bilmediğimiz şeylere nispeten bildiklerimizin
hemen hiç mesabesinde olduğunu ve mesai-i beşerin hiçbir zaman idrak-i maâlîye
kâfi gelemeyeceğini sade, sarih, kinayesiz ve imasız bir tarzda ifade ediyorlar
ki bu şiirler tamamiyle lâedriyye (Agnostique) sisteminde oldukları halde
Hayyam’ın tamamiyle aynı mealde olan zirdeki rubaisinden şive ve ifade ve
tarz-ı tahayyülce çok faklıdırlar:
Ki: “ Fazl ü edebe hakkıyla ve
büyük bir ihata ile malik olan kimseler, birçok kemalat iktisap ederek fanuslar
gibi mahafil ve mecalis tenvir eden (yahut mahafil ve mecalisin bâdî-i iftihâr
u ibtihacı olan) kimseler, bu karanlık gecenin içinden dışarıya katiyen bir yol
bulup çıkamadılar; birer efsane söylediler (bir şeyler mırıldandılar) ve
yeniden uykularına daldılar.” demektir. Bu rubai yukarıdaki rubailere mazmunca
çok benzer ise de şive ve üslûp, tebliğ ve beyanca hiç benzemez. İki evvelkiler
bir fikri sarahaten ve bir tarz-ı sade ile ifade ettikleri halde, üçüncüsü yine
aynıyla o fikri kinayeli ve zarif bir üslûp ile (symbolque) yani remzi bir
şekl-i dilnişinde beyan ediyor. İşte asıl Hayyam’ın rubailerini diğer
emsalinden tefrika hâdim olacak alamet-i farıka (signe distinctif) budur.
Bilakis, bir “Rubaiyat”
mecmuasında şöyle bir rubai görünce erbabı anlar ki yabancıdır, yani Hayyam’a
yakıştırılamayacak bir sözdür:
Bu rubaiyi Hayyam’a nasıl isnat
edebiliriz ki o kat’en ve katıbeten haşr ü neşre ve ruz-ı cezaya inanamamıştı.
Hatta bu yüzden müteşerri’în-i muasırînının ta’n ü teşni‘ine de duçar olmuştu.
İmam Gazali gibi kendisiyle itikadiyat bahsinde münakaşa edenler nusus-ı kâtıa
ile müeyyed olan bu gibi ahkâm-ı esasiye-i diniyeyi reddettiği için ondan
müteneffir olmuşlar idi. Binaenaleyh yukarıki rubain in Hayyam’a isnadı makul
olamaz; çünkü mazmununun bütün kıymeti ahirete itikat şartıyla kâimdir. Bir de
bu rubainin mutazammın olduğu mana tamamiyle bir sufiye itikadının ifadesidir.
Çünkü bazı sufiyun ahlâk-ı zemimeyi suver-i hayvanata benzetirler ve devre
inandıkları için hayat-ı ahireti ve haşr ü neşri başka türlü anlayıp başka
türlü tefsir ederler idi. Onlar, insanın öldükten sonra bir başka şekil ü suret
üzere yeniden dünyaya geleceğine inanırlar idi. Mesela: Gazub bir adamın
badelvefat köpek şeklinde tekraren dünyaya rücu edip bir müddet daha o suret-i
hayvaniye üzere yaşamağa mahkûm olacağına kâil idiler; farâza, hilekâr adam
tilki, aç gözlü obur adam öküz, düşmanlığa meyyal olan yılan, müvesvis olan
sarı arı... İlâ-ahirihi olarak tekraren dünyaya ricatla ceza-yı sezalarını
görmüş olacaklarını iddia etmişlerdir. O kadar ki Erzurumlu İsmail Hakkdnın
meşhur Marifetname’sinde f1 ]: “İnsanın kalbinde bulunan ahlâk-ı zemimenin
suver-i hayvanata müşabihetin ve vakıat ve rüyaların tabiratın huruf-ı hicâ
ile” bildirdiğine göre Gönülde sûret-i gazab kelptir. Sûret-i hile sa’lebdir.
Sûret-i şehvet ü kesret-i ekl, bakardır. Sûret-i adâvet hayyedir. Sûret-i
vesvese zenbûr-ı asferdir. ilh. Tarzında buna dair mufassal izahat vardır.
Zaten tarih-i edyan-ı uleması
bilirler ki (Transmigration des âmes = ruhların cisimden cisme intikal
suretiyle seyahati) yani Bektaşilerin kısa tabiriyle kalıp değiştirmek eski
Mısırlılarda da umumi bir itikat idi. Ruh yine kendi kalıbını bulsun ve kalıp
çürümesin diye cenazeyi mumya ederlerdi. Binaenaleyh, bu itikad an ekall altı
bin seneden beri malum ve mutekidlerince muteber idi. Antropoloji
(Anthropologie) ulemasının tahkikatına bakılır ise, akvam-ı ibtidaiyenin
cümlesinde - bazı esbab-ı tabiiye ve maneviyeden dolayı - bu yanlış itikat
bizzarure hâsıl oluyor. p] Mısır’ın Bolak Matbaası’nda tabedilmiş olan
Ma’rifetnâme nüshasının 218’inci ve 219’uncu sahifelerine bakınız.
Bu türlü itikadat-ı ibtidaiyeyi
bililtizam istihfaf ve inkâr eden Hayyam onları nasıl tervic edebilir? Güzellik
mecmuaların pek çoğunda yine Hayyam namına münderiç bulunan şu aşağıki rubai
müşarünileyhe nasıl isnat edilebilir, bilemeyiz:
Yani: Ben bir şahin idim, hem
âlem-ı esrardan uçmuş bir şahin idim. O ümit ile ki belki alçaklardan yani bu
(âlem-i süfliden) yükseklere yani (âlem-i illiyyîna) kalkarım ve ererim diye.-
Burada esrara mahrem bir kimse bulamadığım için, girdiğim kapıdan yine çıktım
gittim, diyor. Bu rubainin sahibi bir ruh-ı mücerred imiş gibi bu sözleri
söylüyor ve ne demek istediğini beliğane anlattıktan maada kendi itikadından da
vazıh bir nişan veriyor. Bunu söyleyen elbette işrakıyundandır. Evet, ama
Hayyam’ın kat’en inanamadığı bir şey var ise o da ruh-ı mücerrettir ve hiçbir
veçhile kabul edemeyeceği bir faraziyye var ise dünyadan bir kere gidenlerin
bir daha hayata ricatı ihtimalidir. Bu, hikmetülişrak = (Philosophie
illuminative) unvanıyla pek meşhur ve sufiye indinde pek muteber ve makbul olan
“Neo- platonisme = nuflatoniye” felsefesinin mühim bir itikadını kinayeli bir
ifade ile beyan ediyor. Bu itikat Yunan-ı kadîmde ancak Pilotinus (Plotinus) ve
Porfiryus (Porphyrius)[ ] ile peyrevane ve Şark’ta Mevlana Celale’d-din
Rumî’ye, Senai’ye, Şeyh Attar’a, Muhammed Mağribî’ye, Mahmud Şebisterî’ye
yakışır bir mezheptir.
Şimdi de “Hayyam’ın aynı kafiyede
ve asıl kendi düşüncelerinden ve sözlerinden bir nümune veriyoruz:
Yani: Bu uzun yolun yolcularından
geri gelmiş biri var mı ki bize sırrı - mavera sırrını demek istiyor -
söylesin! Sakın bu kervansarayda yani bu dünyada niyaz yüzünden bir şey bırakmayasın,
yani bir şeyde arzun kalmasın. Yaşadıkça her arzunu yerine getirmeğe bak. Çünkü
tekraren buraya gelecek değilsin. İşte bu tam Hayyam’ın söyleyeceği bir sözdür.
Birinci rubainin davasını reddetmek için bililtizam bir şey yazılmak istense
idi, bundan iyisi yazılamazdı. Bir adam zevzek yahut müzebzeb olmalıdır ki hem
yukarıki rubaiyi hem bu sonrakini söyleyebilmiş olsun.
Yine bu akideye binaendir ki
sufiye bedeni bir kafese ve ruhu bir güvercine benzetirler ve ruh bedende
durdukça kuşun kafeste kapalı olması kabilinden mahpus kaldığını iddia ederler
ve ruhun bedenden çıktığı anda güvercinin bağları çözülüp kurtulduğuna itikat
eylerler ki edebiyat-ı sufiyede buna müteallik birçok rumuz ve kinayata tesadüf
edilir.f1 ] Hatta Yunan felsefesini hükema-yı İskenderaniyun (les Philosophes
Alexandrins) muharreratından mağşuş bir surette telakki etmiş olan hakim Ebu
Ali İbni Sina dahi bu itikatta olduğunu meşhur kaside-i ruhiyesinde şu
sözleriyle beyan eder:
Hayyam’ın eş’ârını başkalarının
şiirlerinden ayırt etmek için ehl-i ihtisasın riayet etmesi lazım gelen nükâtı
Fransız muharrirlerinden Mösyö Claude Anet ile Mirza Muhammed namındaki zat
birlikte neşretmiş oldukları küçük bir Rubaiyat tercümesinde şöyle izah
ediyorlar:
“Ömer Hayyam’ın metîn ve şüpheden
müberra rubailerinde tespit etmiş olduğu fikir o kadar saf ve berraktır ki onun
içine karışan yabancı unsurlar onunla birleşmezler ve leke gibi onun üstünde
kalır ve görünürler. Çünkü Ömer Hayyam olanca saffet-i ruhuyla, hem imana hem
reyb ve gümana karşı bîkaydır. Onun zu’munca ne tetkik, ne muhakeme ne şuur
bizlere bir şey öğretir; muamma-yı kâinatı ister din, ister ilim ile halle
uğraşanlardan ikisi de aynı derecede acizdirler. O diyor ki biz hiçbir hakikâtı
idrak edemeyiz ve bu toprağın maverasında ne bir mesadet, ne bir ukubet vardır.
Hayatımızın iki serhaddi demek olan iki adem arasında geçen eyyam-ı ömür kısa
bir zaman teneffüsüdür ki ondan muvakkaten olsun, istifadeye şitap etmeliyiz.
Onun itikadınca şarap, gençlere ve güzellere taaşşuk, şahnişinlere düşen
mehtap, bağları ve kırları ihtizaza düşüren ney-i Irakî, nesim-i seherî,
nev-şüküfte güller, bir rüya gibi gelip geçen eyyam-zindeginin yegâne hakikâtı
işte bunlardır. Esfar-ı benî İsrail’den sonra Hayyam bir kere daha bizlere:
“Her şey boş ve fânidir; öyle ise hemen zevkimize bakalım ki gaye-i hayat
budur.” diyor. Ondaki nüfuz-ı fikr ü nazar, şekl-i beyanındaki şeffafiyet,
vüsat-ı karihası, füshat-ı hayali, kelamının ıtnabından ârî ve münakkah oluşu
Ömer Hayyam"a en nadir şairler arasında hususi bir mevki temin etmiştir.
Binaenaleyh, onun elinden çıkmış olan şiirler hangileri olduğunu keşfetmek için
onun kazımış olduğu sert elmas pareler arasına mürur-ı dühur ile karışmış olan
sufiyane rubaileri, kaba ve galiz bir mana-yı mizahı hamil sözleri tayy etmelidir;
hatta Fiç Cerald (Fitz Gerald)’ın o güzel manzum tercümesinde bile Hayyam’a
atfedilmesi caiz olmayan rubailer müteaddittir. Ezcümle, Hayyam’ındır
zannederek müşarünileyh İngilizce’ye tercüme etmiş olduğu şu rubai:
Ki manası: “Ey kaza ve kader
ciridiyle top gibi kapılıp koyuverilen insan, soldan itil, (kakıl), sağdan
yahut doğru yürü ve sesini hiç çıkarma; zira seni böyle koşup didinmeye kim
mahkûm ettiyse, ancak o bilir, o bilir, o bilir...” der, kat’en Hayyam’ın
değildir. Çünkü Hayyam “o” kimdir, bilmez. İşte bunun içindir ki İran’ın
zahitleri Ömer Hayyam"a taarruz etmişlerdir. Müşarünileyh, Alparslan
Selçukî devri gibi bir devir taasupta kendi muasırları olan sufi müslümanların
hedef-i takip ve tecavüzî olmayışı hürriyet-i vicdan hususunda o asır için
adeta inanılmayacak bir şereftir!”
Tasavvufun ne kadar çok taraftarı
olduğunu ve badelmevt fena-yı mahz ile yüz yüze gelmekten korkmayanların ne
kadar az olduğunu bilmeyenler on dokuzuncu asırda Rubaiyafı tercüme edenlerin
bu tasfiye ameliyesini niçin kendiliklerinden icra etmemiş olduklarına belki
taaccüp ederler. Tasavvufamiz şiirleri Rubaiyat"a katmak ve onları o unvan
ile satmak isteyenler Hayyam"ı şeyhuhetin ve zaafın tesiriyle hitam-ı
ömrüne doğru her şeyi dindarane düşünmüş gibi tasavvur ve tasvir ederler ise
yine aldanırlar. Çünkü mesela bu rubai de Ömer Hayyam’ındır:
Ki ben artık zühd ve tevbe
eteğimi toplayacağım; bu beyaz saçlarıma rağmen şarap içmek azmindeyim. Benim
hayatımın ölçüsü yetmişe vasıl oldu. Bugün meşgul-ı neşat olmaz isem, bundan
sonra ne zaman olurum? - demektir.
Zaten, Hayyam’ın halisülayar
altın gibi mihenk-i tecrübeye uruldukça çın çın öten rubaileriyle mağşuş akçe
gibi donuk ve sönük bir ses çıkaran başka rubailer arasında büyük farklar
olduğu erbab-ı ihtisastan olan sühan-şinasanın teslim ettikleri bir hakikâttir.
Hayyam’ın garip
mazhariyetlerinden biri de yukarıda da bilmünasebe söylediğimiz veçhile ilim
ile edebi nefsinde cem’ etmiş bulunması yani hem büyük bir âlim ve hakîm, hem
nazirsiz bir rubai-gû olmasıdır. Rubai nazmında üstat olmakla beraber bu
hassa-i müstesnayı kendine yegâne meslek ve mekseb edinmeyip tefrih-i hatır ve
tenşit-i mizaç maksadıyla arada sırada bir iki rubai söyleyen bir amateur gibi
görünmüş ve bu rubailerde birtakım geniş ve derin akaid-i felsefiyeyi dört
mısranın havsala-i beyanına sıkıştırabilmek gibi sehhar ve hayretfeza bir
kudret¬i beyan göstermiştir. Rubailerinin elfaz ve maânîsi kavi bir alâka-i mantıkıye
ile yekdiğerine merbuttur. Her biri, bu asrın muhtar ve mergubu olan felsefe-i
tabiiyenin veciz ve kıvrak bir nümunesi o felsefenin akaid-i esasiyesinin
mütekâsif ve câmi’ül- kelim bir levh tebliğidir.
Tuhaftır ki rubaiden başka bir
şekl-i nazma iltifat etmemiş olduğu için İran’da ancak üçüncü, dördüncü
derecede bir şair addedilebilen Hayyam’ın Avrupa muharrirlerince hüviyeti ve
mahiyet-i itikadı pek çok kîl u kâle meydan açmıştır. Görüyoruz ki kimi onu bir
şair-i sufi gibi telakki etmiş; kimi de athee yani lâmezheb fakat riyakâr bir
rind-i kallaş zannetmiş; birtakımı da adi ve bayağı bir zevkperest, bir maddî
(materialiste) ve ayyaş olarak tasvir eylemiştir. Hayyam’ı böyle yanlış anlayan
ve yanlış bildiren Avrupalıların arasında, daha yukarıda gösterdiğimiz vechile
mütefekkirler, edipler ve müsteşrikler dahi vardır.
Bunun da sebebi, Hayyam ile
aramızda yedi asrı mütecaviz bir mesafe-i zamaniyenin mevcut oluşu ve onun
doğru bir tercüme-i halinin mazbut olmayışıdır. Hatta kendi eliyle tedvin
edilmiş bir mecmua-i rubaiyatı da henüz keşfolunmamıştır. Bir adamın yaşadığı
vasatî hayatını, mizacını, zamanını tahkik etmeyip de yalnız arada sırada
söylemiş olduğu birkaç parça şiir ile hüviyet-i şahsiyesine yahut mahiyet-i
meslek ü meşrebine hükmedecek olur isek elbet aldanırız. Büyük adamlar hakkında
yanlış hükümler verildiği çok defalar görülmüştür. Ömer Hayyam’a gûya
Şark’ta kullandığımız “rind” ve
“laubali” mukabili olarak Libertin saffetini atfeden Avrupalı muharrirler,
bunun yerine liberal yani “hür ve ser-azat ve bîkayd” vasfını ona isnat etmiş
ola idiler, onu daha iyi tarif etmiş olurlar idi.
Ömer Hayyam’ın eş’ârında şarabı
fazla methetmesi onun fazla şarap içtiğine ve daimülhamr olduğuna kat’an
delalet etmez. O da mesela Hace Hafız gibi şarabı içmiş de olabilir. Lakin
bunun ne ehemmiyeti vardır? Hakîm ve tabip meşhur Ebu Ali ibni Sina dahi bizim
işrette şarabı kana kana içer ve bâdenûşlukta belki de birçok ahibba ve
eviddasını geçerdi. Ve belki de nispeten genç ölmüş olmasına bu ve daha buna
benzer birtakım suistimaller sebep oldu. Zaten, şuara-yı sufiyeden birçoğunun
sözlerinden mevcut olup aşk-ı ilâhi neşesi diye tefsir edilen “mey” hakiki
şaraptan başka bir şey değildir ve mana-yı istiarıyla Vapeur de l’amour
makamında irat edilmiştir.
Ömer Hayyam şiirlerinde ne din
alakası, ne vatan meclubiyeti ne de insaniyete muhabbet ve ahlâka hidmet gibi
gayeler gözetmiştir. Onun kendine mahsus bir düşünüşü, mükevvenat hakkında
kendine mahsus bir selika-ı felsefiyesi vardır. Müşarünileyh kimseye şiirde
muktedî değil iken, onu tarz-ı tefekkürü ve felsefesi itibariyle şuna buna
benzetenler çoktur. Bu benzetişlerin ne derecelere kadar doğru olduğunu
yukarıda cabeca ve münasebet düştükçe beyan ettik.
İran’da Hayyam" dan sonra
gelen mütefekkirîn-i şuara arasında onun izini takip edenler ve onun mesleğine
gitmek isteyenler de görülmüştür. Bu tesir bilhassa Hafız-i Şirazî" de ve
sonra Nasır-i Hüsrev"de ve daha diğer bazılarında az çok görülmektedir.
Lakin müteahhirînden şive-i Hayyam’ı en çok muvaffakıyetle şi’r-i Farisî’ye tatbik
edebilmiş olan zat merhum Mirza Abbas Han Edib dir ki bundan tahminen otuz sene
kadar akdem hayatta idi. El-Hakk, merhumun rubaileri min haysüllafz, min
cihetülmani doğrudan doğruya nefha-i deha-yı Hayyam ile meşhun birer bedia-i
hikmet-nümûndur. Buraya merhum-ı müşarünileyhin iki rubaisini nümune olmak
üzere derc ediyoruz ki bunların her ikisi de hatta Hayyam’ındır denilse onun
olduğunda hiç kimseyi tereddüde düşürmeyecek kadar güzeldir:
Ki manası şöyledir:
Derununa yüzlerce nevha ve efgan
ile girdiğimiz bu haneden bizler gibi birçok kimseler evvelce gitmişler de
şimdi oraya bizler gelmişiz. Ne gidenlerden, ne gelenlerden hiçbiri söylememiş
ki nereye gideceğiz, nereden gelmişiz!”
Ki manası şudur.
“Korkular ve hatıralar doğuran bu
sahra beni hayretten hayrete düşürüyor. Orada lâyenkâti bir kafilenin gittiği,
diğer kafilenin geldiği görülüyor; lakin ötekinin nereye gittiğini ve birinin
nereden geldiği bir türlü anlaşılamıyor!”
İşte, bu rubailer tamamiyle
Hayyamanedir; gerek selaset-i eda, gerek vüsat- ı hayal ve hüsn-i müedda
itibariyle gerçekten sehl-i mümteni denecek kadar üstadanedir. Kâilinin hakîm-i
Nişabur’a imtisaldeki maharet ve muvaffakiyetine hiç diyecek yoktur.
Türk şairlerden Ömer Hayyam
tarzını tetebbu etmiş bir şair görmedik ve bilmiyoruz. Yalnız kasideleriyle
meşhur olan Nef’î bir fahriyesinde şöyle diyor:
Hafız ve İbnî Yemîn’im gazel ve
kıt’ada
Ger söylesem belki rubâ’ide
olurdum Hayyâm
Lakin bu sözleri söyleyen
Nef’fy'i yakından biraz tetkik eder isek görürüz ki ne gazel söylemekte
“Hafız”, ne kıt’a söylemekte “İbni Yemîn” ne de rubaide “Hayyam”dır. İran’ın
“Enverî”si ve “Zahir-i Faryabî”si vesairesi gibi başlıca tumturaklı kasideler
söylemekte mahirdir. İşte o kadar.
Ömer Hayyam hakkında yukarıdan
beri serd ettiğimiz mülahazattan binnetice şu anlaşılıyor ki: Rubaiyat ve kâili
hakkında beyan-ı mütalaa etmiş olan muharrir ve münekkitlerin bir kısmı onun
mahiyet-i eserine nüfuz etmekte isabet gösterememiştir. Bir kısım cüz’isi de
sahihan Hayyam ı biraz ve sathîce anlamıştır. Bizim anladığımıza göre,
Hayyam’ın mahiyet ve kıymet-i hayat hakkında muayyen bir akidesi ve kıymetli
bir felsefesi vardır. O nereden geldiğimizi ve nereye gideceğimizi bilmiyor.
Esrar-ı ezele kat’an vukufu olmadığını itiraf ediyor. Vücud-ı cismanimizin
inhilale uğrayıp sine-i tabiata düşeceğine ve her zerresinin orada ilelebed
deveran edeceğine tamamiyle kânidir. Binaenaleyh, hayatı bir an fırsat gibi
telakki ediyor ve mümkün olduğu kadar ondan istifade etmekliğimizi ve ömrü hoş
geçirmemizi tavsiye eyliyor. Ve zahiren bedbin olan bu tarz-ı telakkiden nikbin
ve müfid bir neticeye vasıl oluyor.
YEDİNCİ FASIL
Şİ’RDE ŞARAP
Eski zamanlarda Yunaniler
Rabbülhamr olan Diyonizos (Dionysos)’un şerefine mutantan ve şen ihtifaller
icra ederlerdi. Bu ihtifallerin bazıları kır eğlenceleri şeklinde ahali
tarafından yapılırdı. Bazıları da esrar-ı mesleğe vâkıf olan muharremlere
mahsus idi. Yunanistan’ın bütün köylerinde ve kasabalarında Diyonizos’a ihtiramen
dernekler, şenlikler yapılır, kır ziyafetleri çekilir ve kadın erkek ahalinin
hep birden iştirak ettikleri eğlenceler tertip olunurdu. Lakin, bu ihtifallerin
ve bu eğlencelerin en parlak ve en izdihamlıları tarih-i milattan beş ve dört
asır akdem Yunanistan’ın Atik (Attique) semtlerinde icra olunanları idi.
Atina’da bile her sene bu şenlikleri büyük bir şaşaa ile yaparlardı. Atina’da
her sene bu şenlikler o seneye ismini veren dokuz büyük Arhont’den (Archonte)
birinin riyaseti altında icra olunur, şairler ve aktörler yazdıkları ve
oynadıkları parçalarla bu ihtifallere iştirak ederler, şarap ilâhına kurbanlar
takdim olunur ve şuara onu sitayiş yollu tertip ettikleri eş’ârı birbirleriyle
müsabaka edercesine huzzarın önünde mütefahirane inşad eylerlerdi. Sanayi ve
edebî mahiyette olan bu ihtifaller Yunanlıların şi’r-i gınaî (Poesie Iyrique)
ve tiyatro tarihlerinde azîm ve kâhir bir tesir göstermiştir. Yunan
tiyatrosunun şahkârları hep bu derneklerde vaz’-ı sahne-i temaşa edilmiştir.
Diyonizos bir Huda-yı rüstayî,
bir ilâh-ı millî, bir şarap tanrısı idi ve bu haysiyetle Yunanistan’ın bütün
aktar ve muzafatında mazhar-ı ihtifal ve ihtiram olurdu. Diyonizos tarih-i
milattan altı asır akdem Yunanistan’da layık-ı perestiş görülen ve Trakya’dan
(Thrace), Firijya’dan (Phrygie) ve Lidya’dan (Lydie) Yunanistan’a temdid-i
nüfuz eden ecnebiyül-asl bir mabud idi. Diyonizos mezhebi Yunanistan-ı kadîmin
Teb (Thebes), Siteron (Citheron), Delf (Delphes), Naksos (Naxos) ve Atik
(Attique) nevahisinde münteşir idi. Ve bilad-ı muhtelife-i Yunanî’de mabetleri
vardı. Diyonizos mesleği Yunanistan’da dinin, sınaatin ve şiirin terakki ve
tefeyyüzüne çok hidmet etmiş ve şive-i esrar-ı rumuzu dine, şi’r-i gınaîde
ilham-ı tabiatı ozana [Euripid’in (Euripide) Bakant (Bacchantes) yani bedmest
kadınlar demek olan meşhûr eserinde olduğu gibi] ve sanayi-i müşekkelede aşk ve
heyecanı nukuş ve heyakile katmak suretiyle büyük istihaleler tevlit etmiştir.
“Orphique” vasfıyla tarif edilen dinî ve felsefî şiirler ve bütün mudhik,
mübekki ve intikadî tiyatro temsilleri gibi enva-ı adide-i edebiyat hep bu
Dionysos mesleğinden doğmuştur.
Din-i Zerdüştî’nin İran’da şayi’
ve hükümran olduğu devirlerde, ayniyle Yunanistan’da görüldüğü gibi, şarap
Ahura Mazda"nın yani menba-ı hayrat ve berekât olan Hürmüz’ün bir atiyesi
gibi rağbet görür ve içilirdi. Padişahların çekdiği ziyafetlerde her şeyden
evvel nefis şaraplar mebzulen bulundurulur ve meduvvine sunulurdu. Dastan-ı
cam-ı Cem bütün cihanda meşhurdur. Hatta, Tevrat İran padişahı Assuerus’ın (nam
diğerle Xerxes)’in yani Güştasb’ın maşukası Yahuti Nejad Ester (Esther)’e
müteallik faslında bed-mest kadınların İran saray-ı padşahîsinde
mevcudiyetinden bahsediyor. Müverrih-i maruf Herodot (Herodote) İranîlerin
şaraba pek münhemik olduklarını ve en mühim umur u musalihi bile sergerm-i bade
iken müzakere ettiklerini ve başlarından şarabın buharı zail olduktan sonra
mesaili daha ince eleyip sık dokuduklarını bizlere bildiriyor. Keza, müverrih
Eksenofon (Xenophon) Keyhüsrev’in sabavetine dair yazdığı eserde (Cyropedie)
İran sakilerinin sabahatlerinden ve şarap dökmekteki maharetlerinden haber
veriyor. Keza, Şahname’nin birçok yerlerinde Firdervsî, menakıbını zikr ve
tadad eylediği galib kahramanların alelekser neşve-i şaraba zebun olduklarını
kendine has olan uzubet-i beyan ile tarif ediyor ve hatta “şarabı içecek isen
bari mezheb-i Cemşidî yahut ayin-i Keykavus üzere iç”, diyor ve onu safa ve
nefasette nücuma, güneşe, ruha ve daha buna mümasil ecsam-ı latifeye
benzetiyor:
Din-i Zerdüştî şarap ile o kadar
menustur ki lisan-ı Farisî’de ateşperestlerin rahibi ve keşişi demek olan muğ
(mogh) kelimesi bilahere meyhaneci manasında istimal edilmiştir. Pir-i mugan da
onun büyüğü ve mürşididir. Hâtif-i İsfahanî’nin meşhur terci-i bentte dediği
gibi:
İran’da İslam’dan sonra gelen
şairlerden Firdevsf den maada Minuçehrî, Ömer Hayyam, Hace Hafız, Kaanî gibi
birçok üdeba şarabın havas ve mezayasını teşhirde yekdiğerleriyle adeta
müsabaka ederler. “Tavsif-i bade” İran sanayi-i şi’riyesinde bir fasl-ı mahsus
işgal eder. Mesela, Minuçehrî’nin üzümü bağında ve kütüğü üstünde büyütüp
yetiştirdikten sonra bağcılara toplatıp tenekelere ve küplere bastırtan ve
onlara ezdirten ve en sonra şişelere ve kadehlere tevzî ettirten meşhur
musammatında şöyle abdar parçalar vardır:
Mesela, Hace Hafızdın pek maruf
olan Sakiname’sinden başka yine cam ve bade vasfında söylemiş olduğu şu cinaslı
eş’âr ne kadar zariftir:
Keza Kaanî-i Şirazf nin zirdeki
ebyat-ı garra ile başlayan manzumesi hep bu kabîl hamriyattandır:
Bunlar da şair-i müşarünileyhin
yine bu zeminde söylediği güzel parçalardandır:
Ömer Hayyam
Bu da Kaanînin Hayyamvarî
söylediği tumturaklı sözlerdendir:
Yine medeniyet-i Sasaniye
bekayasının mürur-ı zamanla Arap adat ve ahlâkına tesiri saikasıyladır ki şarap
badelislam, edebiyat-ı Arabiyyede Kur’an’ın sarih men’ine rağmen, mühim bir
mevki tutmuş ve müteaddit müslim şairlerin karihasına inşirah ve güşayiş
vermiştir. Bu hususta kârilerimizin tenviri için aşağıda bazı nümuneler
gösteriyoruz:
Ebu Nüvas’tan:
Yani: “Bana şarabı sun ve bana o
şaraptır, de. Ve onu aşikâr bir surette sunmak mümkün ise gizli olarak sunma.
Benim için bir ziyan varsa o da ancak senin beni ayık görmendir ve benim için
bir kazanç var ise, o da ancak sarhoşluğun beni peltek yahut abuk sabuk
söyletmesidir.”
Ibnü’l-Mutez’ den:
Yani: “Kalk, ey dostum, zevk ve
safaya koyulalım. Benim artık şaraba ve üzüme sabrım yok; görmüyor musun
gecenin askeri nasıl münhezimen geriye çekiliyor ve sabahın ordusu onu
kovalıyor. Zannedersin ki bizim kadehimiz inci kabuğundan, suyumuz gümüşten ve
şarabımız altındandır.”
Bediü’l -Hemedanî ‘den:
Yani :“Biz güzel kokulu şarabı
iyi tıynetli bir insanın nezdinde içtik. Böyle iyi tıynetli insanların şarabı
insana hoş ve leziz geliyor. Onu içtik ve bir yudumunu da toprağa döktük. Çünkü
kerim insanların kadehinden toprak da nasibini almalıdır.
Ki bu ikinci beytin bir nazirini
aynıyla Hace’nvn şu Farisî şiirinde görüyoruz:
Sahib İbni İbad’ındır:
Yani: Kadeh ince ve rakiktir. Bu
iki şey birbirine benzeyince iş müşkülleşti. Zannedersin ki hep şaraptır ve
kadeh yoktur; yahut sade kadehtir de şarap yoktur.
Muarrebeden bir diğerinindir:
Yani: Bize boş getirilen kadehler
sakil idiler. Lakin safi şarapla doldurulunca hafifleştiler, o kadar ki az
kaldı muhteviyatlarıyla birlikte uçacaklardı; işte, ervah-ı ecsama nüfuz edince
ecsam böyle hafifleşir.
Yezid İbni Muaviye'nin olup Hace
Hafız’ın bir mısraını takdim ve tehir suretiyle iktibas etmiş ve divanına mebde
ittihaz eylemiş olduğu şu şiir de hamra taalluk eden sözlerin
meşhurlarındandır:
Yani! “Ben zehirlenmişim ve
nezdimde ne tiryak var ne efsuncu var.
Piyaleyi dolaştır ve onu bana
sun, ey saki!”
Bu da İbni Fâriz’dendir:
Yani: “Dostumuzu yâd ederek şarap
içtik ve üzüm ağacı (asma kütüğü) daha yaradılmadan evvel biz onunla mest
olduk. Bedr (on dört gecelik ay) o şarabın kâsesidir ve şarabın kendi de
güneştir ve onu hilal dolaştırmaktadır.^"] Ve eğer su ile karıştırılacak
olursa, ondan ne kadar çok yıldızlar zuhur edecek yani doğacaktır. Eğer onun
rayihası olmasaydı, ben meyhanesine yol bulamayacaktım ve eğer parlaklığı
olmasa idi, onu vehim tasvir bile edemeyecekti. Bir kabilenin içinde o şarap
anılacak olursa, bütün ehl-i kabile mest olur ve bunun için onlara hiçbir ayıp
ve günah tertip etmez. Eğer bir gün o şarap bir kimsenin hatırına gelecek
olursa, o kimsenin gönlüne meserretler yerleşir ve oradan keder göçer. Eğer o
şaraptan bir ölününün kabrinin
toprağına serpecek olurlar ise,
ona ruh avdet eder ve cisminin uyuşukluğu zail olur. Eğer bir hastayı o şarabın
asmasının duvarı gölgesine yatıracak olurlar ise, o hasta şifa bulur ondan
hastalık uzaklaşır. Eğer bir kötürümü o şarabın meyhanesine yaklaştırırlar ise,
o kötürüm yürür. Eğer bir dilsizin yanında onun tadından bahsederler ise, o
dilsiz konuşur. Eğer onun güzel kokuları Şark’ta intişar eder ise, Garp’ta
mübtela-yı zükâm olup koku duymayan bir adam gaib ettiği kuvve-i şammeyi
yeniden bulur. O şarap safadır, su değildir, mahsus-ı lutf ve nefasettir, heva
değildir. Nurdur, nâr değildir, ruhtur, cisim değildir. Onun dastanı bütün
kâinattan evvel, şeklin ve resmin henüz mevcut olmadığı zamandan beri
söylenmektedir.”
İbni Fâriz’in bu şiirleri meşhur
Hakanî-i Şirvanî’nin yine böyle şarap hakkında söylediği ebyat-ı garra-yı
Farisiyeye çok benziyor ve onları burada bize hatırlatıyor:
Ebu-El-Fahr Muhammedü’l-Vara’
dandır:
Yani:-“Kadehinin ateşini suyunla
karıştır ve bana sun. Böyle yapar isen gözyaşlarımı kanımla karıştırmış
olursun. Bahçelerin çiçeklerini temaşa ederek iç o şaraptan ki gamımı hemen
meserrata tebdil eder. O şarab-ı latiftir, ruh-ı azade nasıl cereyan ediyor ise
o da lutf-ı mizacı sebebiyle öyle akar. O şarap eski şaraptır ve üstünde
kızıştırılmış ateş ile heva beyninde muallâk mücevherler vardır. O şarabın
kadehini taşıyan kimse ayağa kalkıp da onu badenuşlara gösterdiği zaman sen
zannedersin ki kuşluk çağının güneşi raksa gelmiş ve gökyüzünün bedri (On dört
gecelik ayı) de gûya cevza bir ceng yıldızlar ile onun yüzünü noktalamış.”
Avrupa’da dahi, ilham-ı şarap ile
terennüm edilmiş eş’âr az değildir. Ezcümle, Fransa’nın on sekizinci asr-ı
milâdî şairlerinden Jozef Berşo (Joseph Berchoux) tamamıyla Hayyam-ı
Nişaburî’ye yahut Hafız-i Şirazî’ye nazire yaparcasına der ki:
Approche, bienfaiteur et
conquerant de l’Inde, Tu m’ inspireras mieux que les filles duPinde, Verse-moi
ton nectar, dont les dieux sont jaloux, Et mes vers vont couler, plus faciles,
plus doux.
Birinci beytin son kelimesi -> yerine —. - diye
okunmalıdır.
Yani:- “Bana yakın gel ey
Hindistan’ın veliyyünniamı ve fatihi! Sen bana Pinde'mn kızlarından yani
Muses'lerden daha ziyade ilham-bahşsın. İlahenin bile mahsudu olan şarabını
(selsebilini) bana dök ki şiirlerim daha kolay ve daha latif olarak akıp
gitsin!”
Bu da Fransa’nın on dokuzuncu
asır şairlerinden meşhur Bodler (Baudelaire)’in sözlerindendir:
Tout cela ne vaut pas, ö
bouteille profonde, Les baumes penetrants que ta panse feconde Garde au coeur
altere du poete pieux.
Yani-! “ Ey derin şişe, bütün
bunlar, perhizkâr şairin susamış kalbine nasip olmak üzere senin feyyaz
batnının sakladığı keskin belsemî ve muattar rayihalar kadar değerli değildir.”
Bu da yine Fransa’nın son maruf
üdebasıdan Pişon (Pichon)’un şarabın tavsifinde yazdığı güzel şiirlerdendir:
.... Est-il de belle couleur !
Quelle fleur lui peut etre
comparable ? Un rubis aupres de lui n’est que nuit, Tout parfüm, que
ıniserable.
II est frais entre les dents,
Et dedans
La gorge il met de la joie,
De meme qu’il rend au coeur
Sa vigueur,
Şans inquieter le foie .
Yani:-“Rengi ne kadar güzeldir.
Hangi çiçek onunla mukayese edilebilir? Bir yakut onun yanında gece gibi
karanlık ve sönüktür. Her rayiha onun rayihasına nisbeten revnaksızdır. O
içildiği zaman dişlerin arasında ter ü tazedir ve boğazdan
geçerken insana keyif ve inşirah
verir ve karaciğeri rahatsız etmeksizin kalbe kuvvetini iade eder.”
Fransa’nın on altıncı asırda
yetişen ediplerinin serefrazı olan Ronsar (Ronsard) dahi şarabı şu zarif sözlerle
vasfediyor:
En ce bon vin versons ces roses,
Versons des roses dans ce vin .
Yani:-“Haydi, gelin şu güzel
şarabın içine bu gülleri dökelim.” demektir. Yine Fransa’dan on dokuzuncu
asırda yetişen nasir ve şair-i maruf Tievfil Gutih (Theophile Gautier) diyor
ki:
Honte â qui d’eau daire se
mouille
Au lieu de boire du vin frais .
Yani:-“ Ter ü taze şarabı içecek
yerde bırak su ile kendini ıslatan adam utansın! “demektir. İşte, istenilir ise
emsali daha teksir edilebilecek olan şu şevahitle de sabit oluyor ki gerek Ömer
Hayyam" dan evvel, gerek ondan sonra Şark’ın ve Garb’ın milel-i kadîme ve
cedidesinin birçok üdeba vü şuarası zaman zaman bu meşrub-i latife “bintülineb”
yahut “duhter-i rez” yahut “Vierge de la vigne” tabirat-ı sitayişamiziyle perestiş
etmişler ve onu içmemişler ise bile ondan bol bol feyz ve ilham almışlardır.
SEKİZİNCİ FASIL
RUBAİYATIN ARAPÇALARI
Üdeba-yi müteahhire-i Arap’tan
iki Elbistanî vardır ki bunlardan Elbistanî Elkebir Homeros’un meşhur
İlyada’sını (Iliade) ve Elbistanî es-Sagîr dahi Hayyam’ın rubaiyatı’nı lisan-ı
Arabî’ye kudret ve muvaffakiyetle nakletmişlerdir. Mütercim-i rubaiyat Vedi’
Elbistanî es-Sagîr eser-i matbuunda,[ ] lisan-ı Farisîye vâkıf olmadığı için
rubaileri müteaddit İngilizce ve Fransızca tercümelerinden Arapçaya nakletmiş
olduğunu ve Hayyam kelimesi kabail-i kadîme Arabiyyeden birinin ismi olduğu
için Arap muharrirlerinden bazılarının bu şairi Halidî Arabîü’l- Asl zannetmiş
olduklarını hâlbuki müşarünileyhin İranlı ve Nişaburî olduğunda hiç şüphe
olmadığını ve Hayyam'ın Arap olduğunu söyleyenlerin ispat-ı müddea için istinat
ettikleri delailden biri de ya şair-i müşarünileyhin yahut pederinin çadırcı ve
çadırcılığın ise şehirlilere değil ehl-i badiyeye mahsus bir sanat olması
idiğini zikrediyor ve hâlbuki Nizamü’l-Mülk gibi eşraf ve ağniya ile Nişabur’da
bir mektepte tahsil etmiş olan Ömer Hayyam'ın sade kendinin değil, hatta
babasının bile “çadırcı” idiğine ihtimal verilemez, diyor ve müşarünileyhin
renan ü tannan esmâ’-i fahriyeyi sevmediği için şiirde tevazuen “Hayyam”
tahallüs etmiş olduğunu bazı isnada atfen beyan ediyor. Mütercim-i Hayyam
(Vedi’ Elbistan) rubaiyatı nazmen, lakin yine rubai şeklinde değil, “sübâî”
şeklinde Arapçaya nakletmiştir. Bu sübâîyat’ın adedi 40’ı tecavüz etmez. Kitap,
Ömer Hayyam'ın veladetine vefatına, nesebine, neş’etine, ulumuna,[ ] amaline,
felsefesine ve şiirine rubaiyatın elsine-i Garbiye’de mevcut müteaddit
tercümelerine dair muhtasar malumatı câmi’ bir mukaddime ile asıl sübâîyattan
ve bir de fuzala- yı Arap’tan kâtib-i bâri‘ Mustafa Lutfî El-Menfalutî'nin
mezkûr Arapça tercüme hakkında takriz tarzında yazmış olduğu bir makaleden
mürekkep ve musavverdir. Biz, mezkûr kitabın mukaddimesinde tesadüf ettiğimiz
ve Ömer Hayyam'a matuf gördüğümüz zirdeki eş’âr-ı garra-yı Arabiyyeyi -daha
yukarıda zikredilen ve yine Ömer Hayyam’a mensup olan diğer eş’âr-ı beliğa-i
Arabiyyeye zeylen- istinsah ve
tercüme ediyoruz. Çünkü senedi muteberdir ve Nişaburî şairin Arapçadaki
kudretine delalet eder diğer bir beyyinedir.
Tercümeleri:
Fikr-i saibim ve ulüvv-i himmetim
ile maalîye irtika etmekte âlimleri geçtim; erbab-ı dalalet için karanlık olan
gecelerde benim hikmetimle nur-ı hidayet parladı. Münkirler o nuru söndürmek
istiyorlar, hâlbuki Allah onu muttasıl itmam etmektedir.^]
Eyyama (zamana) itimat eden
kimseye akıl, kendince, taaccüp eder. Çünkü zamanın atası yel gibi değişici ve
nimeti de gölge gibi geçicidir.
İKİ ESKİ RUBAİYAT
NESNELERİ HAKKINDA MÜLAHAZAT
İşbu kitabın ilk telifi ve
rubaiyatın tasnifi hengâmında elimize iki gayet kadîm rubaiyat nüshası geçti ki
bunlardan biri 867 sene-i hicriyesinde Yâr Ahmed Hüseyinü’r-Reşidî Et-Tebrizî
tarafından cem ve tertip edilen mecmua-ı rubaiyat, diğeri de Avrupaca en kadîm
ve en şayan itimat addedilen Bodleyn (Bodleian) Kütüphanesi’ndekinin tamamen ve
harfiyen bir aynı olup 865 sene-i hicriyyesinde Şiraz’da Şeyh Mahmud Yerbudağî
tarafından istinsah edilmiş olan Rubaiyat mecmuasının Avrupa’da güzel
tabedilmiş bir nüshasıydı. Biz bu hüsn-i tesadüften son derece de memnun olduk
ve bu iki nüshanın muhteviyatını yedimizde mevcut olan (1927 sene-i
hicriyyesinde İran kitapları taciri Mirza Muhammed Şirazî’nin Bombay’da
tabettirmiş olduğu) Hindistan basması Rubaiyat ile (1284 sene-i hicriyesinde
Abbasali tefrişî hattıyla taş üzerine matbu’) İran basması (Rubaiyat) nüshalarının
mündericatıyla ledel-mukayese aralarında büyük farklar gördük. Cümlesini birer
birer mütalaa ettikten sonra bunlardan hiçbirinin ve hatta Bodleian Kütüphanesi
nüshasının başlı başına şayan-ı ihticac ve hiçbirinin kâffe-i mündericatının
Hayyam meşrep ve selikasıyla kâbil-i imtizac olmadığını anladık. İşte bu, medid
ü amik tetkikatten sonradır ki rubailerden lafzen yahut manen rabıtasız ve
rakik oldukları için feylesof şairimizin mesleğine hiç yakışmayanları tayy
ederek bakisini, bir kısm-ı mühimi Ömer Hayyam’ın öz sözlerinden ve kısm-ı
diğeri Ömer Hayyam’a matuf, lakin hakîm-i müşarünileyhe gerçekten mensubiyeti
meşkuk sözlerden mürekkep olmak üzere iki kısma tefrik etmeğe mecbur olduk.
Yukarıda bahsettiğimiz iki kadîm
nüshadan Yar Ahmed İbn-i Hüseyinü’r- Reşidî Et-Tebrizî’nin cem-kerdesi olan
Rubaiyatın [ ] Farisiyülibare mukaddimesini aynen buraya naklediyoruz ki şudur:
t1]- fi
Zire naklolunan hikâyeler dahi
Yar Ahmed’in tertip etmiş olduğu Rubaiyat nüshasının sonlarında görülmüştür:
Ingiltere’de üksford"un
Bodleyn (Bodleian) Kütüphanesinde nüsha-i asliyesi mevcut olan Rubaiyafa
gelince, bunda mukaddime yahut dibace yoktur. Yalnız kitap şöyle Arabiyülibare
bir hatime ile kapanıyor:
RUBAİYAT
Burada münderiç bulunan rubaiyat
-kitabımızın mukaddimesinde de işaret edildiği tarzda- mutazammın oldukları
efkâr ü maânîye göre tertip ve tasnif edilmiştir. Evvela Ömer Hayyam’ın kendinin
olduğuna, meşrep ü mesleğine tevafuku dolayısıyla, tamamen kâni olduğumuz
rubaileri ayrıca saniyen eda ve müeddaca müşarünileyhe yakıştırdığımız; fakat
menşeleri hakkında şüphe ettiğimiz rubaileri de başkaca derc ettik.
Hayyam ’ın kendisinin olduğu meşkûk
olmayan rubaileri dahi ifade ettikleri mezamin itibariyle birkaç kısma tefrik
etmeğe lüzum gördük ki kârielerimiz ve kârilerimiz bunları mütalaa ettikleri
zaman bu tarz tertibimizin isabetini göreceklerdir. Bu taksimatın haricinde
kalan ve gerek matbu, gerek el yazısıyla mürettep rubaiyat kitaplarında mevcut
olan diğer rubailere gelince, bunları- mişvar ü efkâr-ı Hayyamane ile bir
münasebetlerini görmediğimiz ve müşarünileyhin kendi sözleri olduklarına
ihtimal vermediğimiz için- terk ü tayy ettik.
Rubaiyat-ı mündericeden hem
Hayyam"a, hem bazı diğer şairlere matuf olan parçalar hakkında dahi
sahifelerin altına not şeklinde izahat u mütalaat-ı müfide derc eyledik.
Aşağıda rubailere vakffettiğimiz sahaifin birinci kısmında Hayyam’ın öz sözü
olmak üzere gösterdiğimiz eş’ârın hemen cümlesi müşarünileyhin kendinindir,
diyebiliriz. Lakin, Oksford (Oxford)’da kâin Bodlein (Bodleian) Kütüphanesi’nde
mevcut olup 525 numara ile murakkam bulunan ve en eski addedilen Rubaiyat
nüshasından Hayyam’ın yaşamış olduğu tarihe zamanen daha yakın ve belki daha
sahih bir nüshanın birgün İran’ın yahut Turan’ın ve yahut Hindistan’ın bir
bucağında keşfedilmesi ihtimali daima mevcut olduğu için şunu söylemeğe lüzum
görürüz ki burada her gûne şekk ü şüpheden azade bir surette Ömer Hayyam’ın
olmak üzere gösterdiğimiz rubailerin her halde onun olduğuna kanaat-i kâmilemiz
vardır fakat bunların haricinde artık Hayyam’a atfolunabilecek rubai kalmadı
demeğe de cesaretimiz yoktur.
FASL-I EVVEL
Ömer Hayyam’ın sözleri olduğuna
hüküm ve itikat ettiğimiz rubailer.
Bu rubailer Agnostiktir
(Agnostique):
Tercümesi:
Esrar-ı ezeliyeyi ne sen
bilirsin, ne de ben bilirim; bu muammalı kelimeyi ne sen okursun ne de ben
okurum; bizim (senin ve benim ) dedikodularımız ancak perdenin arkasındandır;
perde inince ne sen kalırsın ne de ben kalırım.
[1 ] îş bu rubaiyi
mutasavvıfından Ebû ’l-Hasan Bestamî'ye atfedenler de vardır. “Ebu’l-Ala El-
Maarrî’nin şu sözlerini dahi tetkik ediniz:
[2] Nüshaların bazılarında bu
mısra: şeklinde görüldü
ki bu da caizdir.
Burada Hafız-i Şirazî'nin şu
sözleri hatıra gelir:
Tercümesi:
Fazl ü edebe hakkıyla ve olanca
ve vüsatıyla malik olan kimseler, birçok kemalat iktisap ederek fanuslar gibi
mahafil ü mecalisi tenvir eden yahut mahafil ü mecalisin badi-i iftihar ve
ibtihacı olan kimseler bu karanlık gecenin içinden dışarıya kafan çıkamadılar;
birer efsane söylediler ( birtakım şeyler mırıldandılar) ve yeniden uykuya
daldılar.
-3-
Tercümesi:
Evvela beni bela-yı ihtiyar
(benimle istimzaç etmeksizin) arsa-i vücuda getirdi; hayat ise, her gün benim
hayretimi biraz daha tezyid etti (hayatt an hayretimin müzdad olmasından başka
bir istifadem olmadı); en sonra, niçin buraya geldiğimizi, niçin bir müddet
burada bulunduğumuzu ve niçin gittiğimizi bilmeden, buradan istemeyerek göçtük.
-4-
Tercümesi:
Birtakım halk laf ve güzafla
(kuru sözlerle) kendilerine mağrur oldular. Diğer birtakım insanlar da hurilere
ve cennetteki köşklere heves ettiler. Bir kere perdeler ortadan kalkarsa,
bunların cümlesinin senin mahallenden pek çok, pek çok, amma pek çok uzak
kaldıkları o zaman anlaşılacaktır.
p] (Kelim Hemdanî) söyler:
-Merhûm Ziya Paşa’nın şu sözü de
maruftur:
îdrâk meâli bu küçük akla
gerekmez -Zîrâ bu terâzû o kadar sıkleti çekmez.
-5-
Tercümesi:
İnsanların bir kısmı din ve
mezhep hakkında imal-i fikr etmektedirler; birtakımı “şek” ve “yakîn”
meselelerine saplanıp kalmışlar. Bakarsın nagehan, pusudan münadî çıkıp onlara
der ki: Ey gafiller, yol ne odur ne de budur!
-6-
Tercümesi:
Mamureleri ve kırları çok
dolaştık; bütün afakı teferrüç niyetiyle gezdik; bu yoldan kimsenin geriye
döndüğünü işitmedik; yolcu gittiği yoldan bir daha avdet etmedi.
Tercümesi:
Kadehin eczası bir kere
yekdiğeriyle birleşip ve kaynaşıp teşekkül ettikten sonra onu bir sarhoş bile
kırmağı hiç tecviz eder mi? Bunca nazenin başlar ve nazenin el ayaları ve
bacaklar acaba kimin eser-i muhabbeti olarak yekdiğeriyle ittisal peyda etti ve
kaynaştı ve sonra kimin kiniyle birbirinden ayrıldı ve parçalandı, bunu
anlasam!
-8-
Tercümesi:
Yaradan (Malikülmülk) tabiatları
bir kere terkip ve telif ettikten sonra indiras ve zevale niçin duçar ediyor.
Eğer güzel iseler, onları tahrip etmenin sebebi nedir? Eğer yapılan eşkâl ve
suver güzel değil iseler, bunda tayip edilmek lazım gelen kimdir?
-9-
Tercümesi:
Her ne kadar benim renk ve
rayiham güzel, yanağım lale gibi pembe ve dilrüba ve boyum servi gibi matbu ve
rana ise de benim şeklimi yapan nakkaş-ı ezelî beni bu dârüssürur-ı arzda niçin
tekvin ve takvim etmiş, işte bu anlaşılmadı.
-10-
Tercümesi:
Eğer gönül hayatın sırrını
hakkıyla bilmiş olaydı, ölümde de birtakım esrar-ı ilâhiye bulunduğunu anlar
idi. Sen bugün kendinde iken (kendine malik iken ) hiçbir şey bilemedin; yarın
kendinden geçtikten sonra acaba ne bileceksin?
p] Bu son beyit Şeyh Attar
Nişaburî’nin şu sözünü hatıra getiriyor:
-11-
Tercümesi:
Bizim bu dünyaya gelmemizin ve
buradan gitmemizin faidesi ne? Ömrümüzün ümit argacının arışı nerede? Çarhın
çemberinin tazyiki altında bunca azizlerin canları yanıyor, kül oluyor, acaba
dumanı nerede?
-12-
Tercümesi:
Bu öyle bir kadehtir ki akıl onu
tahsin ediyor. Ve onu pek beğendiği için muhabbetinden onun alnından yüzlerce
defalar öpüyor. Bu çömlekçi felek böyle nazik ve latif bir bardağı imal
ettikten sonra yerlere çarpıp kırıyor, ya buna ne dersin?
p] Nüshaların bazısında bu mısra:
ûtP5? şeklindedir.
Tercümesi:
Bu altın tasın (yaldızlı semanın)
deverana hangi zamandan başlamış olduğu ve böyle güzel bir binanın (bir
temelin) en sonra ne zaman harap olacağı akıl ölçüsüyle bilinemez ve kıyas
terazisiyle tartılamaz (anlaşılamaz).
-14-
Tercümesi:
Bu sarayda sakin olan ecram
ukalanın teşevvüş-i hatırını müstelzim ve tereddüdünü mucib oluyor; sen sakın
akıl ipinin ucunu gaib etmeyesin; çünkü umur-ı cihanın müdürü zannolunan
ecramın kendileri hayran ve sergerdandırlar.
-15-
Tercümesi:
Benim dünyaya gelmemden kâinat
bir istifade etmedi; buradan gitmemden dahi onun ne şanı ne de şerefi arttı ve
hiç kimseden benim bu iki kulağım: Bu dünyaya ne için gelmiş olduğuma ve oradan
niçin gittiğime dair bir söz işitmedi.
-16-
[*]
Tercümesi:
Ey gönül, sen muammayı (müşkili)
idrake muvaffak olamayacaksın; fazıl-ı ezkiyanın nükteli sözlerini de
fehmedemeyeceksin. Sen hemen burada kırmızı (yakut renkli) şarap ile kendine
bir cennet tertip et; çünkü cennet denilen yere ya varırsın ya varamazsın.
-17-
Tercümesi:
Mademki “hakikât” ve “yakîn”
denilen şey elde değildir yani o şeye vusul mümkün olmuyor, “şek”e güvenilerek
öyle mâdâmülhayat oturulup beklenemez. Öyle ise gel, biz şarap kadehini elden
bırakmayalım: İnsan bir şey anlamayacak (bir şey bilemeyecek) olduktan sonra,
ister ayık kalmış, ister sarhoş olmuş hep birdir.
-18-
Tercümesi:
Düşün (idrak et) ki ruhtan bir
gün ayrılacaksın ve esrar-ı fenâ perdesi arkasına çekileceksin. İç şarabı
mademki nereden geldiğini bilmiyorsun; bak zevke mademki nereye gideceğini de
keşfedemiyorsun.
-19-
Tercümesi:
Cenneti ve cehennemi kimse
görmemiştir, ey gönül; acaba öteki dünyadan geriye bir kimse dönüp gelmiş midir,
ey gönül; biz öyle bir şeye ümidimizi bağlamışız ve öyle bir şeyden havf
ediyoruz ki ne birinin ve ne diğerinin ortada ne namı ve ne nişanı vardır, ey
gönül.
-20-
Tercümesi:
Eğer şehvet ü heva vü heves
peşinden gidecek isen, ben sana şimdiden haber vereyim ki biçare ve bedbaht
gideceksin. Bak nasıl bir adamsın ve nereden gelmişsin; anla ne yapıyorsun ve
nereye gideceksin.
Tercümesi:
Esrar perdesine nüfuz etmek için
kimseye yol yoktur; bu ta’biyeye hiçbir kimsenin ruhu vâkıf değildir. Toprağın
içinden gayrı bir menzil yoktur. Dinle, çünkü bu gibi masallar kısa değildir
(yani tavilüzzeyldir).
-22-
Tercümesi:
O kimseler ki hep makulat ile
uğraşır dururlar va-esefa ki öküzü sağarak süt elde etmeğe çalışan gafillere
benzerler. O kimseler belahet kisvesine girecek olurlar ise daha iyi etmiş
olurlar; çünkü bugün akla mukabil çarşıda insana bir tutam ot (su teresi) bile
satmıyorlar.
Bu rubailer inkılâb-ı âlem ü
cereyan ü hadisata (Vanites du monde) dairdir.
-23-
Tercümesi:
O kasr (saray) ki göklere
dayanırdı, o saray ki padişahlar onun eşiğine yüzlerini sürerlerdi (yahut
müteveccih olurlardı ), biz işte o sarayın şerefesine konmuş bir kumru gördük
ki şöyle diyordu (ötüyordu): Hani o günler, hani o günler! Hay gidi günler
hay!..
-24-
Tercümesi:
Bu eski han (kervansaray) ki namı
cihan-ı tebah ve “sabah- akşam” denilen alaca ata bir aramgahtır, yüzlerce
Cemşid gibi padişahlardan arta kalan bir sofradır ve yüzlerce Behramların
vaktiyle dayanıp içinde istirahat etmiş oldukları bir saraydır.
-25-
Tercümesi:
Behram’ın derununda idare-i akdah
ettiği sarayda bugün ceylanlar yavrulamış ve tilkiler aram etmiştir; müddet-i
hayatında hep yaban eşeği şikâr eden Behram'ı bak en sonra kabir nasıl şikâr
etti!
-26-
Tercümesi:
Benim ve senin temiz ruhlarımız
bedenlerimizden bir kere ayrılıp çıkınca, benim ve senin çukurlarımızın üstüne
bir iki tuğla parçası koyarlar; bundan bir müddet mürur ettikten sonra da benim
ve senin toprağımızı başkalarının kabirlerinde kullanmak üzere kalıplara
dökerek ondan tuğlalar yaparlar.
-27-
Tercümesi:
Yer yatağında birtakım uykuya
dalmış adamlar görüyorum; toprak altında gizlenmiş birçok insanlar görüyorum;
gözlerimin alabildiği kadar sahra-yı ademe baktıkça, orada göçenleri ve bir
daha geriye dönmeyenleri görüyorum.
-28-
Tercümesi:
Tavas beldesinde bir saray
harabesi (bir kale burcu) üstüne konmuş koca bir kuş gördüm ki Keykavus’un
kellesini pençeleri arasına almıştı ve o kelleye bakıp bakıp şöyle diyordu:
Yazıklar olsun! Hani senin kapunda vaktiyle çalınan çanların uğultusu ve
trampetlerin iniltisi?
I1]
Tercümesi:
Dün akşam bir desticinin
(çömlekçinin ) imalathanesinde idim. Orada binlerce destiyi (iki bin toprak
ibriği) hem sakit, hem kendi aralarında natık gördüm. Her biri lisan haliyle
bana diyordu ki: Hani destici? Hani desti satın alan? Hani desti satan?
Göstersen a!
-30-
Tercümesi:
Bir çömlekçinin dükkânına daldım
ve gördüm ki adamcağız destigâhının önünde ayak üzerinde durarak destilere ve
ibriklere kemal cüretiyle padişahların kellelerinden ve dilencilerin a’za ve
cevarihinden boğazlar ve kulplar yapıyordu.
I1] Nüshaların bazılarında bu
mısra şu şekildedir: 6
Aynı mısra bugün en eski
addolunan Bodleian Rubaiyat nüshasında da şu tarzdadır:
[2] Ebu ’l-Ala El- Maarri bu
mazmunu daha geniş bir nefha-ı şairane ile şöyle eda eder:
Tercümesi:
Ey çömlekçi, eğer zeki bir insan
isen aklını başına al (müteyakkız ol): Ne zamana kadar insan çamuruna bu
hakareti reva göreceksin; Feridun'un parmağını ve Keyhüsrev ’in elini kalıba
koymuşsun da çeviriyorsun... Ya sen ne zannediyorsun?
-32-
[*]
Tercümesi:
Dün çarşıda bir çömlekçi
(destici) gördüm ki bir çamur parçasını tekmeliyor ve ayaklarının altında
eziyordu; o çamur da kendi lisanıyla ona: Ben de vaktiyle senin gibi idim, beni
pek hor tutma (hırpalama), diyordu.
şeklindedir.
-33-
Tercümesi:
Ellerini çamura bulaştıran
çömlekçiler akıllarını ve fikirlerini tamamen o işe versinler (gözlerini
açsınlar); çamuru ne vakte kadar tavkatla, tekme ile hırpalayıp duracaklar?
Yoğurdukları şey beden çamurudur, acaba onlar ne zannediyorlar?
-34-
Tercümesi:
Bu desti (toprak ibrik) ve
vaktiyle benim gibi biçare bir âşık imiş; o da bir zaman güzellin zincir-i
zülfüne mukayyet ve giriftar imiş. Onun boynunda gördüğün bu kulup vaktiyle bir
dilberin boynuna atılmış bir kol imiş.
-35-
Tercümesi:
Benden ve senden çok evvel bir
gündüz ve bir gece var imiş; bu gökler dahi bir maksatla döner dururlarmış;
ayağını yere hafif bas, zira bastığın toprak (kim bilir) hangi bir güzellin
gözünün bebeğidir.
-36-
Tercümesi:
Bugün lale yetiştiren her toprağa
(her çöle) vaktiyle mutlaka bir padişah kanı akmış da oradan laleler
fışkırmıştır. Yerden baş gösteren her bir menekşe yaprağı mutlaka bir zamanlar
bir güzelin yanağını süsleyen bir ben imiş.
f1 ] Bu rubai Ebu ’l-Ala
El-Maarri'nin şu şiirlerini hatırımıza getiriyor:
Şeyh Sadi bu meali Ebu
’l-Ala" dan iktibasen bir meşhur gazelinde şöyle ifade eder:
f ] Sadi-i Şirazî"nin şu
beytine dahi bakınız:
Tercümesi:
Bir ırmak kenarında biten her bir
ot (yeşillik) belki melek huylu bir dilberin dudaklarından bitmiştir; sakın,
onlara (yeşilliğe) ayağını sıkı (şiddet ve hakaretle) basmayasın ki o otlar
pembe (lale) yanaklı bir güzelin toprağından bitmiştir.
Tercümesi:
zeminden tenebbüt ettirmez ki onu
nihayet kırıp yeniden toprağa iade etmesin. Eğer bulut su yerine toprağı çekip
havaya kaldırsa idi, yevm-i haşre kadar havadan eizze ve şüheda kanı yağar idi.
f1] Bazılarının na-be-mahal
olarak mutasavvıfından Şeyh Necme’d-din Kübra'ya isnat ettikleri bu rubai
Hacevî Kirmanî’nin şu şiirini bize hatırlatır:
Tercümesi:
Gül bir sabah kendi kendine
açılıp saçıldı ve döküldü. Nesim-i sabaya bir şeyler anlattı ve döküldü. Sen
zamanın vefasızlığına bak ki gül on günün içinde hem baş gösterdi, hem
goncalandı, hem açıldı, hem döküldü.
-40-
Tercümesi:
Bulut yine geldi ve yeşilliklerin
(çimenzarların) üzerine ağladı (su serpti); böyle bir zamanda kırmızı şarap
içilmeden yaşanamaz. Bugün bu çimenler bize mesire olmuş ya yarın bizim
toprağımızdan bitecek çimenler acaba kimlere mesire olacaktır?
-41-
Tercümesi:
Dün akşam bir çini (kâşî) destiyi
taşa urdum; bu yaramazlığı yaptığım vakit sarhoş idim. O zaman desti bana
lisan-hal ile diyordu ki: Ben de bir zaman senin gibi idim, sen de elbette benim
gibi olursun.
-42-
Tercümesi:
Uygun ve vefakâr dostlar birer
birer elden çıktılar ve ecelin ayağı altında birer birer çiğnenip gittiler.
Hayat meclisinde hepimiz aynı şaraptan içtik; Lakin onlar bizden iki üç devre
daha evvel kendilerinden geçtiler.
-43-
ercümesi:
Eyvah, kitab-ı şebâb okunup
hatmedildi. Ve o taze mevsim-i sürur geçti. “Gençlik” denilen o şetaret kuşu,
eyvah! Bilmiyorum ne zaman geldi, ne zaman gitti?
-44-
Tercümesi:
Felsefe çadırları diken Hayyam
gam ocağına düşüp nagehan yandı; ecel makrazı onun ömrünün ipini kesti; ümid
dellalı da onu ucuzca sattı.
-45-
Tercümesi:
Bizler birçok kuklalarız, felek
de bir kukla oynatandır, bu mecazen değil, hakikâten böyledir. Bizler sahne-i
vücutta, bir müddetten beridir, oynamakta idik; nihayet, birer birer adem
sandukına (kutusuna) tekraren atıldık (gittik).
-46-
Tercümesi:
Feleğin kırıntıları (döküntüleri)
hükmünde olan ve dünyayı tezyin eden ecram gelirler giderler ve yine dünyaya
gelirler. Semanın eteğinde ve arzın yakasında öyle bir halk vardır ki Allah
lâyemut oldukça doğurmaktan (tenasül ve teksirden ) hâli değildirler.
-47-
Tercümesi:
Kabirlerde bu yatan adamlar
toprağa ve toza munkalib olmuşlar ve çürümüş bedenlerinin zerratı birbirinden
ayrılmıştır; ah, bu nasıl bir şaraptır ki onu daha tamamıyla içmeden
kendilerinden geçmişler ve şimdi her şeyden bihaberdirler?
-48-
Tercümesi:
Vakta ki bulut nevruzda (baharda)
lalenin yüzünü yıkadı, kalk, şarap kadehine gerçekten (cidden) azmet. Çünkü
bugün senin cevelangâhın olan bu çimen, yazın hep senin toprağından bitecektir.
p] Bu rubainin son iki beyti
bizlere Sadi-i Şirazî’nin şu güzel ve hazin şiirlerini hatırlatıyor:
-49-
[’]
Tercümesi:
Evvelki gün çömlekçinin dükkânına
uğradım, baktım ki o her dakika topraktan (çamurdan) bir hüner yapıyor (bir
marifet gösteriyor). Eğer gafil bir kimse göremediyse ben gördüm: Her
çömlekçinin avucunda babamın toprağının bir parçası var idi.
-50-
[ ]
Tercümesi:
Bak nesim-i saba gülün eteğini
yırtmış (yarmış); bülbül gülün cemalini temaşa ederek müstağrak-ı serverdir,
git gül ağacının gölgesine otur ve düşün ki bu güllerden şimdiye kadar
birçokları topraktan çıkmış ve yine toprağa girmiştir.
-51-
Tercümesi:
Yazıklar olsun ki sermaye elden
çıktı, ecelin yed-gadrında nice kalpler zedelendi (nice ciğerler kanadı); öteki
dünyadan hiçbir kimse gelmiyor ki bu dünyadan oraya sefer etmiş olanların ne
halde bulunduklarını ondan sorayım!
-52-
I1]
Tercümesi:
Bir müddet çocuk idik, mektebe
(üstad nezdine) gittik; bir müddet de kendi üstadlığımıza mağruf olarak
yaşadık; sözün sonunu dinle de bak bize ne oldu: su gibi geldik, yel gibi
gittik.
P ] Nüshaların bazılarında bu son
mısra ( j' )şeklinde görülmüştür. Lakin
yukarıda metinde gösterilen şekil
daha güzel olduğu için bu ikinci şekle tercih edildi
-53-
Tercümesi:
Bu dünyada kalıp eskiyenler ve bu
dünyaya yeni gelenler, geldikten biraz sonra birer birer çıkıp giderler; bu eski
dünya kimseye müebbeden kalmaz; gittiler, giderler yine gelirler ve yine
giderler.
-54-
Tercümesi:
Ey gafiller, bu müheykel vücut
(yahut cisim) hiçtir, bu dokuz katlı semanın münakkaş ve mükevkeb kubbesi de
hiçtir, sen keyfine bak, çünkü her şeyin hadis ve sonra fasit olduğu bu dünyada
biz bir nefese bağlıyız ve o da hiçtir.
-55-
Tercümesi:
Dünyayı işte gördük; her ne
gördükse hiçtir; her ne söyledik ise işittikse o da hiçtir; afakı baştan başa
dolaştınsa da hiçtir; eve kapanıp oturarak yaşadınsa hiçtir.
-56-
Tercümesi:
Farz et ki dünyada istediğin gibi
yaşamışsın, (kâmran olmuşsun), sonu nedir? Farz et ki bu kitab-ı ömrü baştan
başa okuyup hatmetmişsin, sonu nedir? Farz edeyim ki bu dünyada yüz sene
gönlünün arzu ettiği gibi mamur olmuşsun ve farz et ki bir yüz sene daha
yaşayacaksın, yine sonu nedir?
-57-
Tercümesi:
Bak dünyadan ben ne hayır gördüm?
Hiç. Mahsul-i hayat olarak elimde ne var? Hiç. Ben bir şule-i neşatım, lakin
bir kere sönecek olursam neyim? Hiç. Ben cam-ı Cem’im (Cemşid’in meşhur olan
kadehiyim), lakin bir kere kırılacak olursam ben neyim? Hiç.
-58-
Tercümesi:
Bütün ömrünü sevgilinle geçirmiş
ve dünyanın bütün lezzetlerini tatmış dahi olsan, sonunda buradan göçeceksin ve
bütün ömrünün bir rüyâdan ibaret olduğunu o zaman anlayacaksın.
-59-
Tercümesi:
Bir rind (ehl-i dil) gördüm ki şu
kürre-i arz atına binmiş idi. Bu adamın ne küfr ile ne islam ile, ne dünya ile,
ne din ile bir münasebeti vardı; o ne Hakk’a, ne hakikate, ne şeriata, ne
yakîne inanıyordu. Acaba iki cihanda bu cüreti gösterebilecek olan kimdir?
-60-
Tercümesi:
Ne mescide, ne de kilisaya
girmeğe layık bir insanım; benim hangi çamurdan yoğrulduğumu ancak Allah bilir;
ben fakir bir kâfir yahut çirkin bir orospu gibiyim; ne dinim var ne dünyam
var, ne de cennete gidebileceğime ümidim var.
[^-Bu rubainin Şah Sincan'a ait
ve mutasavvıfadan Kutbü’d-din Haydar'ın vasfında söylenmiş olduğu mervidir.
-61-
Tercümesi:
Bizi içinde fırıl fırıl döndüren
bu feleği ben sihirbaz fenarine benzetiyorum: Güneş onun lambasıdır, cihan
fanusudur, bizler de bu fenarin içinden geçen suver ve temasiliz.
-62-
Tercümesi:
Ne olurdu istirahat edecek bir
yer olaydı; yahut ne olurdu bu uzun yol bir tarafa çıkaydı! Ne olurdu yüz bin
sene sonra, toprağın altından insanın otlar ve yeşillikler gibi yeniden bitmesi
ümidi mevcut olaydı!
[*] Merhum Ziya Paşa, terci-i
bendinde, bu rubainin her dört mısranın manasını Türkçeye şu suretle nakil ve
tekrar ediyor: [Benzer felek ol çenber-i fânûs-ı hayâle - Kim nakş-ı temâsîli
serî’ü’l- cereyândır].
[**] Bu dehriyane mülahaza sufi
düşüncesine tamamen muhaliftir. Çünkü bir hakîm-i maddi için “memat” çürüyüp
mahvolmak, fakat bir mutasavvıf için bilakis yeni bir hayata doğmaktır. Nitekim
Mevlana Celale’d-din’in şu sözlerinde bu akide büyük bir rüsuh ve metanetle
ifade edilmiştir:
-63-
Tercümesi:
Arzı, semavatı ve eflağı yaratan
zat bu bizim gamlı gönlümüzü çok dağdar etmiştir; o nice yakut gibi kırmızı
dudakları yer mahfazasına gömmüş ve nice misk gibi siyah saçları toprak
hokkasında ezmiştir.
-64-
Tercümesi:
Ey felek, bütün bu tahribat senin
kin ve adavetindendir; zalimlik senin ötedenberi bilinen bir âdetindir; ey
toprak, senin bağrını deşecek olurlar ise, kim bilir nice kıymetdar mücevherler
orada medfun ve mahzun olduğunu göreceklerdir!
Tercümesi:
Mademki bu iki kapılı yerde
(kervansarayda) insanın mâhasal-ı hayatı gönül azabı çekmekten ve en sonra can
vermekten başka bir şey değildir, ne mutlu o adama ki yalnız bir an (bir nefes)
yaşadı; hele anasından hiç doğmayan pek müsterihtir.
Tercümesi:
Eğer dünyaya gelmek benim elimde
olaydı, gelmez idim; eğer gitmek de kendi elimde olaydı, hiç gider miydim?
Lakin bu harap mabede (bu dünyaya) keşki ne geleydim, ne oradan gideydim, ne de
orada buluna idim (hepsinden iyisi bu dünyaya ne gelmek ne oradan gitmek ve ne
orada bulunmak idi.)
-67-
Tercümesi:
Bu felek baş aşağıya çevrilmiş
bir tasa benzer ki onun altında bütün ezki ya zebundurlar (mağdur ve
menkûbdurlar); sürahi ile kadehin arasındaki dostluğa bakınız ki dudak dudağa
öpüştükleri halde yine aralarına kan düşmüş!
-68-
Tercümesi:
İster iki yüz, ister üç yüz,
ister bin sene yaşamış ol, seni bu viran evden mutlaka çıkarırlar. İster
padişah ol, ister sokak dilencisi ol, en sonra bunların her ikisi de bir
kıymette olacak (birinin değeri diğerinden fazla olmayacak)tır.
-69-
Tercümesi:
Ne vakte kadar renk ve rayihaya
esir olacaksın? Ne zamana kadar güzel ve çirkin kaydında olacaksın? İster
zemzem çeşmesi ol, ister ab-ı hayat ol, en sonra toprağın içine gömüleceksin.
-70-
Tercümesi:
İnsanın ibtidadan ne olduğunu sana
biraz söyleyecek olursam, acaba mahrem misin? Keder çamuruyla yoğrulmuş bir
biçare ki ancak bir gün yaşayıp sonra çıktı gitti. (Tabanı kaldırıp gitti.)
p] Manaca değilse bile şekilce ve
üslûb-ı ifadece zayıftır. Hayyam sözüne benzemiyor, şüphelidir.
-71-
Tercümesi:
Önümde hidmet eden saki yakut
dudaklı ve endamı mütenasip bir güzel dahi olsa ve şarap yerine bu saki bana
ab-ı hayat dahi sunsa; Zühre o mecliste mutrib ve İsa enis dahi olsa, insanın
gönlü yerinde olmadıkça (hatırı perişan oldukça) eğlenmeye imkân yoktur.
-72-
Tercümesi:
Eflak ki daima gama gam katarlar,
bir şeyi bir yere koymazlar ki onu tekraren kapıp götürmesinler. Daha bu
dünyaya ayak basmamış olan kimseler, bizi m burada neler çektiğimizi bilseler
cihana gelmezler.
-73-
Tercümesi:
Ey gönül, dehrden iyilik bekleme
ki bu onun âdedi değildir; deverandan da miknet ve refah isteme; ilaç arayacak
olur isen hastalığın artar; hastalığa sabır ve tahammül et de hiçbir zaman ilaç
isteme.
-74-
Tercümesi:
Gül diyor ki: Benim yüzüm kadar
güzel bir yüz dünyada yok iken benim suyumu çıkaran kimyagerin bana bu ettiği
işkence nedendir, bilsem; bülbül de ona cevaben kendi lisanıyla dedi ki:
Cihanda bir gün güldüğüne mukabil bir sene ağlamamış olan kimdir?
-75-
Tercümesi:
Dün gece biraz şarap (içki)
bulmak azmiyle ötede beride dolaşıyor idim. Bir ateş kenarında soluk bir çiçek
yahut bir gül gördüm. Ona dedim ki: Sen ne yapmışsın ki seni böyle yakıyorlar?
-Cevaben dedi ki suçum şu çimende (şu dünyada) bir kerecik ağzımı açıp gülmüş
olmamdır.
-76-
Tercümesi:
Mademki felek şimdiye kadar
hiçbir aklın istediği gibi devretmemiştir, sen ister gökleri yedi, ister sekiz
addet, hep birdir. Mademki bir gün ölmek ve bütün arzuları burada terk edip
gitmek zaruridir, ister cismini kabirde karıncalar yesin, ister kırda kurtlar
parçalasın, hep birdir.
p] Şeyh Sadi-i Şirazî’nin şu
beytini hatırımıza getiriyor:
Tercümesi:
Huzur u meserret arama, çünkü
hayat bir nefesten ibarettir; uçuşan zerrelerden her biri bir Keykubat’ın ve
bir Cemşid’in toprağındandır; dünyanın hali ve bu ömrün mahiyeti ancak bir
rüya, bir hayal, bir hud’a ve bir efsundur.
-78-
Tercümesi:
Nice zamanlar bizler dünyada
olmayacağız, hâlbuki dünya yine olacak; o zaman bizlerden ne nam ne nişan
kalmış olacak. Evvelce biz yok idik, yokluğumuzdan dolayı hiçbir zarar da yok
idi; bundan sonra yeniden yok olduğumuz zaman da yine öyle olacak.
-79-
Tercümesi:
Ey felek sen daima alçağa izzet ü
miknet, hamam, değirmen ve mesken verirsin hâlbuki ötede azade bir adam bazen
gece yiyeceği bir lokma etimeği tedarik edebilmek için rehin vermeğe mecbur
olur. Böyle bir feleğin yüzüne tükürmemek elden gelmez.
-80-
Tercümesi:
Ey dostum, ne zamana kadar hırs u
tama şevkiyle kendini yorarak ve yıpratarak etraf-ı cihanı beyhude dolaşıp
duracaksın? Bizden evvel gelenler gittiler, biz de gideriz, başkaları da
gelirler ve yine giderler; fakat bir an için olsun istedikleri gibi yaşamadan
giderler.
[’] -û^jü ; JÛIJ yû yeli gürültü
ile def etmektir. Burada edebe riayeten metn-i mısra mana-yı aslisinden biraz
inhiraf ettirilerek tercüme edilmiştir. Müsteşriklerden bazıları bu rubaiyi
anlayamadıkları için İngilizceye ve Fransızcaya yanlış tercüme etmişlerdir.
Tercümesi:
Mademki işler bizim istediğimiz
tarz u surette olmayacaktır, o halde bizim düşünmemizin ve çabalamamızın
faidesi nedir? Daima- (bu dünyaya ) geç geldik ve erken gidiyoruz-diye tahassür
eder dururuz.
-82-
Tercümesi:
Bu uzun yolun yolcularından bir
geriye döneni var mı ki (gördüğü şeylerden) bize bir haber versin? Sakın sakın,
bu hırs ve ihtiyaç yolları ağzında (bu dünyada) bir şey bırakmayasın ki
tekraren buraya gelecek değilsin.
Tercümesi:
Eğer Cenab-ı Allah gibi ben de
kâinata hâkim olsaydım, bu feleği ortadan kaldırır ve yeniden öyle bir cihan
ibda ederdim ki onda azade meşrep adamlar kolayca istediklerine muvaffak
olurlardı.
-84-
Mademki bir kere ölüp gideceksin
(mademki senin ölmen yalnız bir kere ölmektir); bir kerelik ölüver, bunun için
o kadar endişe ve acz izhar etmenin manası nedir? Farz et ki biraz kan ve
pislik ve bir miktar damar ve deri parçaları hiç yokmuş (hiç mevcut olmamış);
bunu ne kadar çok merak ediyorsun? Yani bu o kadar düşünülecek bir şey midir?
-85-
Tercümesi:
Biz kuşlar gibi tuzağa düşmüş,
mütemadiyen zamanenin sadematıyla mecruh ve müteellim ve baştan çıkmış birtakım
kimseleriz. Bu kapusuz ve damsız dairenin içinde sergerdan, ne istediği gibi bu
dünyaya gelmiş, ne de arzu ettiği gibi oradan gitmiş bir sürü mahlûklarız.
-86-
Tercümesi:
Mademki insanın bu kargaşalık
dünyasında mahsul-i mesaisi gam yemek yahut can çekişmekten başka bir şey
değildir, bu dünyadan erken gidene ne mutlu! Hele cihana hiç gelmeyen ne kadar
asudedir.^* ]
-87-
Tercümesi:
Ben bu gafil gönülden usanmışım;
ve bu cefakeş canımdan feryâda gelmişim mademki; dünyanın umuru (işi) ben
olmuşum yahut olmamışım hep birdir, öyle ise ben acaba ne yapmak için bu
dünyaya gelmişim, şunu bilsem?
-88-
Tercümesi:
Eyvah! Boşu boşuna yıpranıp
gittik; baş aşağıya çevrilmiş bir bıçkıya (bir orağa) benzeyen asumanın
darabat-ı cefası altında doğrandık ve ezildik. Yazık, yazık! Gözümüzü kapayıp
açıncaya kadar lemhatülbâsârda kendi dilhahımız veçhile var olmadan (yani
yaşamadan) yok oluyorduk.
[** ] Burada merhum Ziya
Paşa’nın: -Âsûde olam dir isen eğer gelme cihâna-sözleri hatıra geliyor ki bu
rubaiden mülhem gibidir.
-89-
Tercümesi:
Sakinin himmetiyle (sayesinde)
şimdi bende pek cüz’î bir bakıye-i hayat kalmıştır (hayattan bir ramak
kalmıştır); halk ile muaşeretten de neticede bir geçimsizlik (adem-i itilaf)
kalmıştır; dün geceki şaraptan bir kadehten fazla bir şey kalmadı; acaba
ömrümden ne kadarı kaldı; onu bilmiyorum.
-90-
Tercümesi:
Vakta ki ben devrilip kaza ve
kaderin ayağı altında kalırım ve ecelin elinde, tüyleri yolunmuş bir kuşa (bir
tavuğa )dönerim, o zaman sakın, siz benim çamurumdan sürahiden başka bir şey
yapmayınız; çünkü o sürahiyi belki şarap ile dolduruyorlar da ben dirilirim.
Bu rubailer oportonizim
(Opportunisme) felsefesini mürevvecdir.
Tercümesi:
Ne zamana kadar bir şeyim var mı,
yoksa yok mu diye düşünüp duracağım ve bu ömrü refah ve mesadetle acaba
geçirebilir miyim, yoksa geçiremez miyim diye kendi kendime kuruntular
edeceğim? Sen hemen kadehi şarapla doldur ki ben şimdi içeri aldığım soluğu
yeniden dışarı verebilip veremeyeceğimi bile bilmiyorum.
-92-
Tercümesi:
Ey Hayyam, eğer mest-i şarap
isek, keyfine bak; eğer güzel bir genç ile hemnişin isek, zevkle bak; mademki
dünya işinin akıbeti yok olmaktır, sen kendini yok olmuş farz et ve mademki
şimdi varsın, memnun ve şadan ol.
-93-
Tercümesi:
Seher vakti bizim meyhaneden
şöyle bir ses geldi: Ey bizim harabatı ve Mecnun rindimiz, kalk, peymane-i
hayatımız dolmazdan evvel (hayattan kısmetimiz kesilmezden evvel) biz
peymanemizi şarap ile dolduralım.
-94-
Tercümesi:
Yapacağın en iyi şey, şarap
içerek gönlünü şen bulundurmak ve müstakbel ile maziyi az düşünmek (Yani olmuş
ve geçmiş şeyler ile gelecek ve olacak şeyleri az kurcalamak.) ve bu eğreti
olan mahpus ruhu bir lahza (bir dakika kadar olsun) akıl zincirinden boşaltıp
salıvermektir.
-95-
Tercümesi:
Küfür menzilinden (inkâr
diyarından) diyanet menziline (iman diyarına) kadar olan mesafe bir nefesten
ibarettir. “Şüphe” âleminden “ yakîn” dünyasına kadar olan mesafe de ancak bir
nefestir. Şimdi yaşamakta olduğun şu dakikayı fırsat bil (ondan istifade et);
çünkü hayatımız dahi şu bir nefesten (bir andan) ibarettir.
-96-
Tercümesi:
Mademki bu mabedde (bu dünyada)
bizim ikametimiz daim değildir, öyle ise şarapsız ve maşuksuz yaşamak büyük bir
hatadır; Ey selimülkalp (saf-dil) adamcağızım! Ne vakte kadar-acaba dünya kadîm
midir, yoksa muhdes midir?-diye düşünüp duracaksın? Ben bir kere buradan
gittikten sonra dünya ister muhdes olmuş, ister kadîm, benim için hep birdir.
Tercümesi:
Ben uyur iken rüyâda bana bir
hakîm dedi ki: Uyku ile kimsenin şetaret gülü açılmamıştır. Ecele muadil olan
bir işe niçin teşebbüs edersin (niçin uyursun?) Kalk, çünkü daha toprağın
altında da yatacaksın.
-98-
Tercümesi:
Yarın ben nifak ve riya libasını
sırtımdan çıkarıp atacağım; saçlarım ağarmış olduğu halde şarap içmeğe
azmedeceğim; benim ömrümün ölçüsü yetmişe vardı; zevk ve safayı şimdi sormaz
isem, ne zaman soracağım?
[* ] Bu mısranın mazmununun
Türkçedeki “ uyku küçük ölümdür” sözleriyle münasebeti vardır.
-99-
Tercümesi:
Mademki ömür geçiyor ise (hayat-ı
muvakkatdır) ister tatlı geçsin, ister acı geçsin, hep birdir. Kısmetin bir
kere dünyadan kesilince (ölçü bir kere dolunca ) ister Bağdad’da ol, ister
Belh’de ol, hep birdir. İç şarabı, çünkü benden ve senden sonra, bu kamer daha
pek çok zamanlar, selhinden gurresine ve gurresinden selhine gidip gelecektir.
Tercümesi:
Kadehi ve sürahiyi eline al da,
görelim, çimenzar semtine ve ırmak kenarına çekil (oralarda dolaş); çünkü bu
felek birçok ay yüzlü güzellerin matbu endamlarını bozup onlardan yüzlerce
defalar bardak ve yüzlerce defalar desti yapmıştır.
-101-
Tercümesi:
Nevruzda lalenin yaptığı gibi
kadehi eline al ve eline fırsat geçerse, l ale yanaklı bir güzel ile ayş ü nuşa
dal. Şarabı sürur ve safa ile iç, çünkü bu sema-yı laciverdi (felek) seni
ansızın devirip hâk ile yeksan edecektir.(Toprak gibi alçaltacaktır.)
-102-
Tercümesi:
Zaman bizi bugün bir tarafa
atmazdan evvel bir gün birlikte hiç olmazsa bir şarap içelim; çünkü bu felek
hîn seferimizde bize bir su içecek kadar bile aman ve fırsat vermeyecektir.
p] Bu beytin mazmunu Hafız-i
Şirazî'nin zirdeki münderiç şiirinin müfadına ne kadar çok yakındır:
-103-
Tercümesi:
Bir yolun üstünde benim ve senin
toprağımızı bir çömlekçi çömlek (desti) yapmazdan evvel, hiçbir zararı olmayan
şu sürahideki şaraptan bir kadeh doldur, iç, birini de bana ver, güzelim.
Tercümesi:
Sade bir şişe içinde duran ve her
şahs-ı azadenin mahrem ve munis olan o kırmızı şarabı getir; bu toprağın (bu
arzın) üzerinde geçirilen zaman-ı hayatın çabuk geçer bir rüzgârdan ibaret
olduğunu mademki biliyorsun, öyle ise bana sen şarabı getir.
-105-
Tercümesi:
Tabiatımın hep gül gibi yüzlerle
rabıtası vardır, elimin hep şarap kadehiyl e münasebeti vardır. Cüzler (küll)e
mülhalk olmazdan evvel, ben hemen her şeyden nasibimi almağa bakayım.
-106-
Tercümesi:
Sahra (kır) nevruz (bahar)
bulutunun terşihiyle yüzünü yıkadı; bu gönlü kırık zamane (dehr) yeniden tamir
edildi (düzeldi). Git tüyleri yeni belirmiş bir genç ile bir çimenzarda şarap
iç['] ve o şarabı toprağından bugün çimenler biten bir kimseyi yâd ederek iç.
-107-
Tercümesi:
Kalk, kalk yatağından, ey saki;
ver, ver halis şarabı ey saki; kafatasından desti yapılmazdan evvel, destiden
tasa şarabı dök, ey saki.
-108-
Tercümesi:
insanın, zemin-i hatırına nihal-ı
gam dikmesine mahall yoktur; daima kitab-ı şadmânîyi tilavet etmelidir. Şarap
içmeli ve gönlün istediğini yapmalıdır. Zaten dünyada ne kadar kalacağın malum
ya!
-109-
Tercümesi:
Mademki daha ilk günden (bu
dünyaya)gelmek yahut gelmemek benim elimde değildi ve mademki nail-i meram
olmadan buradan gitmek de muhakkaktır, kalk belini bağla (eteğini beline sok)
ey tîr-endaz ve çalak saki! Zira ben dünyanın ekdarını şarapla (yıkamak) silip
süpürmek istiyorum.
-110-
Tercümesi:
Ne zamana kadar her günkü
aklımızın esiri olarak kalacağız? Dünyada ister yüz sene ister bir gün
kalmışız, hep birdir. Biz çömlekçilerin dükkânında çömlek (desti) olmazdan
evvel sen elindeki şu şarap kâsesini iyi tut (elinden bırakma).
-111-
Tercümesi:
Zalim zamanenin gumumuna kendini
kaptırma; geçip gitmiş kimselerin kederlerini dahi bize hatırlatma; gönlünü
peri cinsinden ve beyaz tenli bir güzelden başkasına verme, badesiz durma ve
ömrünü berbat etme (itlaf etme).
-112-
Tercümesi:
Geçmiş olan bir günü yâd etme;
henüz gelmemiş olan yarından da şikâyet etme. Daha gelmemiş olan ve geçmiş olan
şeyler üzerine istinat etme (temel kurma); şimdilik vaktini hoş geçirmeğe bak
ve ömrünü israf ve itlaf etme.
Tercümesi:
Gülün yüzüne nevruz rüzgârı
yakışır, çimenzarlara da güzel simalar yakışır. Artık geçmiş olan dünden
bahsetmenin hiçbir lezzeti yoktur. Zevke bak ve dünden hiç bahsetme; çünkü hoş
ve ferah-feza olan ancak yaşamakta olduğumuz bu dakika (bugün) dır.
-114-
Tercümesi:
Müttefiken ellerimizi birbirine
urmadıkça, pa-yı meserretle giderek gamın kafasını ezmiş olmayız. Kalkalım ve
sabah tulu etmeden akdem biraz içelim; zira bu sabah defaatla tulu edecek ve
bizleri bir söz bile söyleyemeyecek bir halde bulacak. (Susmuş bulacak.)
Tercümesi:
Ben mevcut olalı bir an ayık
bulunmamışımdır; hatta kadir gecesi dahi olsa ben o gece sarhoşum. Dudağım
kadehin dudağına ve göğsüm şarap küpünün göğsüne dayalıdır ve sabaha kadar elim
(kolum) sürahinin boynundadır.
-116-
Tercümesi:
işte sabahtır, gel seninle gül
rengindeki şaraptan biraz içelim ve bu namus ve ar şişesini taşa çarpıp
kıralım; elimizi medid emellerden çekelim ve güzellerin uzun saçlarına ve sazın
tellerine sarılalım.
-117-
Tercümesi:
Yarının ne olacağını kimse
taahhüd edemez; öyle ise, sen şimdilik şu melul gönlünü şad et. Mehtaba çıkıp
bir az şarap iç, ey ay yüzlü güzelim; çünkü bir gün olacak ki ay bizi pek çok
arayacak, lakin bulamayacak.
-118-
Tercümesi:
Şarap içmek ve şadman olmak benim
âdetimdir; hem küfürden hem dinden azade olmak benim dinimdir; dehr-i külliyete
senin mihrin nedir, diye sordum; senin şad gönlün benim mihrimdir, dedi.
Tercümesi:
Ey saki, lale renkli kırmızı
şarabı getir! Ve sürahinin boğazından kanı akıt (fışkırt); çünkü bugün benim
şarap kadehinden başka temiz yürekli bir mahremim yoktur.
-120-
Tercümesi:
Ey saki, çiçekler ve yeşillikler
pek tarabengiz olmuş; hemen durmadan bunlardan istifade et; bir hafta sonra,
bakarsın ki, hepsi gubara münkalib olmuş. Şarap iç ve arada sırada bir gül
kopar; çünkü sen bakıncaya kadar çiçekler de yeşillikler de toza toprağa
karışır gider.
-121-
Tercümesi:
Ruhuma gıda olan şaraptan bana
-ben onun tesiriyle daha şimdiden epeyce sergiran isem de- ver; koy avucuma
kadehi ki dünya masaldır; ver badeyi ki ömrüm bir rüzgâr gibi geçmektedir.
-122-
Tercümesi:
Bir balık, bir ördekle birlikte
tavada kızartılır iken ördeğe diyordu ki: Acaba bir kere akıp giden su bir daha
mecrasına döner mi? -Ördek de cevaben ona dedi: Ben ve sen öldükten (kebap
olduktan) sonra dünya ister deniz olsun, ister serap, hep birdir.
-123-
Tercümesi:
Derinliği (dibi) belli olmayan bu
daire-i sipihrin içinde gönlünü şad ederek şarap iç; çünkü deveran cair ü
cefakârdır; içmek sırası sana gelince, ah etme (müşteki olma); çünkü bu, sıra
ile herkese sundukları (tattırdıkları )bir kadehtir.
-124-
Tercümesi:
Menekşenin, esvabını boyaya
batırdığı ve gülün eteğine bad-ı sabanın pençe urduğu yani saldırdığı hengâmede
(mevsimde) gümüş gibi beyaz ve billur endamlı bir güzel ile birlikte şarap içen
ve onu içtikten sonra da kadehi taşa urup parçalayan kimse âkıldır.
Tercümesi:
Kalk ve bu geçici (fâni) dünyanın
gussasını (kaygısını) çekme; zevke bak ve bir nefesi (bir dakikayı) olsun safa
ve sürur ile geçir. Eğer dehrin (dünyanın )tabiatında vefa ve sadakat ola idi,
sevilmek nöbeti, başkalarından, şimdi sana gelmezdi.
-126-
Tercümesi:
Bu felek, benim ve senin mahv ve
helâkımızı arzu ediyordu da o benim senin canımıza (hayatımıza) kasteylemek
istiyor. Çimenler üstüne otur ve kadehi devir (yuvarla); çünkü çok geçmeden
(ankarib) benim ve senin toprağımızdan çimenler bitecek.
p] Hace Hafız da bu mazmunu şöyle
ifade eder:
[2] Şeyh Sadi dahi bu mazmunu bakın ne güzel
eda eder:
ülLk jl Jjûjlû r-h.mjAj jiıııL Ciunjjj
-127-
Tercümesi:
Şarapsız ve sakisiz bu dünyada
yaşayış hiçtir; Irak neyinin zemzemesi olmadıkça hayat hiçtir; cihanın ahval ve
hadisatına baktıkça (o hadisatı tetkik ettikçe) görüyorum ki iş ömrü hoş
geçirmekte (yani zevk ile yaşamakta )dir, bakisi hiçtir.
-128-
Tercümesi:
Bir yığın çiçekten daha taravetli
ve daha taze bir servi boylu güzel ile birlikte bulunduğun bir sırada şarap
kadehini ve gülün eteğini elden sakın bırakma. Hemen meşgul-ı ayş ve nuş ol.
(Kadehi elden bırakma.) Ve bu işi, ecel kurdu senin kamis-i hayatını nagehan
gülün gömleği gibi yırtıp parçalamazdan evvel yap.
-129-
Tercümesi:
İsmin bu cihandan silinip
mahvolmazdan evvel şarap iç; çünkü bir gönüle şarap girince gam ve keder oradan
çıkar (gider). Mufassalların birbirinden ayrılmazdan evvel bari sen bir güzelin
saçlarının tellerini birbirinden ayır.
Tercümesi:
Meyhaneye müdavim kalenderlerin
gitikleri yoldan başka bir yola gitme; şaraptan, simâ’dan güzelden başka bir
şey arama ve isteme; kadehi avcuna ve destiyi omzuna al da sevgilim badeyi öyle
iç ve beyhude sözlerle vaktini geçirme.
-131-
Tercümesi:
Ömrün ne zamana kadar kendini
düşünmekle yahut varlık ve yoksulluk [ ] düşüncesiyle geçecek? îç şarabı, çünkü
peşinden bu bunca gam ve elem sürükleyip götüren böyle bir ömrün ya uyku ile
veyahut sarhoşlukla geçmesi evladır.
-132-
Tercümesi:
Irmakta akan su gibi ve çölde
esen rüzgâr gibi benim ve senin ömrümüzün bir günü daha geçti, ben yaşadığım
müddetçe şu iki günü düşünmeyeceğim: Bir henüz gelmemiş olan günü bir de geçmiş
günü.
-133-
Tercümesi:
Gül faslıdır, su kenarıdır,
mezraa civarıdır; huri seciyyeli taze bir iki dilber de bizimle birliktedir:
Sen bana kadehi sun ki sabuh[ ] içen
kimseler hem mescide gitmekten fariğ, hem kilisada itikaftan azadedirler.
-134-
Tercümesi:
Her sabah vakti, seherhîz hurus
neden öyle nale ve feryâd eder bilir misin? O mirat-ı seherde, ömürden bir
gecenin daha geçtiğini ve senin bundan bîhaber olduğunu görür de onun için
durmayıp efgan eyler.
-135-
Tercümesi:
Beyaz gümüşü ve sarı altını
toplamak için sakın gönlüne elem ve endişe yükünü tahmil etme. Sen sıcak
nefesin soğumadan evvel malını hemen dostunla ye; çünkü biraz sonra onu
düşmanın yiyecektir.
Tercümesi:
Sırrını kimseye vermeyen
(söylemeyen) bu felek şimdiye kadar binlerce Mahmudları ve Ayazları zulüm ile
mahvetti (öldürdü). İç şarabı; çünkü kimseye ömür iki kere verilmiş değildir;
dünyadan bir giden bir daha gelmez.
Tercümesi:
Daha gelip zuhur etmemiş olan bir
iş için neden bu kadar düşünüyor ve gussa çekersin? Uzağı düşünen adamların
nasibi elemdir. Sen safanı sür ve zevkine bak ve dünyayı gönlüne daraltma, zira
düşünmek ve keder etmekle rızk-ı maksum ne azalır ne çoğalır.
p] Diğer bir İran şairinin şu beyitleri
de “Ömr-i dübara” temennisini muhtevî olmak itibarıyla güzeldir:
[2] Hace Hafız da tamamıyla böyle
düşünür ve der ki:
Tercümesi:
Bir meyhanede tecrübedide yaşlı
bir adam gördüm; ona: Gidenlerden bir haber vermez misin? dedim. Cevaben dedi
ki: Sen şarabı içmekte devam et (yani keyfine bak ); zira bizler gibi nice
kimseler gittiler ve bir daha onlardan bir geri gelen olmadı.
Tercümesi:
Bak, nesim-i saba gülün eteğini
yırtmış; bülbül de gülün temaşasıyla münşerihtir. Hemen durmayıp sağar-ı
sahbaya sarılın; zira nice gülleri rüzgâr dallarından koparıp yere dökmüş ve
bilahire gubara tahvil etmiştir.
-140-
Tercümesi:
Bu kafile-i hayat ne kadar
süratle geçip gidiyor. Safa ü sürur ile geçen şu bir nefesi ganimet bil. Ey
saki, başkalarının yarınının gussasını sen neden çekiyorsun? Getir, sun bana
kadehi (şarabı) ki gece geçiyor!
Tercümesi:
Havayic-i dünyeviyeden yiyeceğine
yahut giyeceğine kifayet edecek miktarda bir şey ele geçirmeğe çalışıyor isen,
mazursun; bundan ötesi sana caba! Sakın kıymetli ömrünü onun için heba
etmeyesin (satmayasın).
Tercümesi:
Pek latif bir gündür, hava ne
sıcak, ne soğuktur. Bulut (yağmur) gülistanın yüzündeki tozu temizlemektedir.
(Yıkamaktadır.) Bülbül kendi lisanıyla sarı güle bağırarak diyor ki: işte,
şarabın içileceği zaman bu zamandır.
Tercümesi:
Ey ayağı uğurlu dilber! Sabuhun
içildiği böyle bir sabah vakti sen terane - perdaz ol ve şarabı benim önüme
getir; zira peyderpey haziran ayının (mevsim-i sayfın) gelmesi ve kanun-ı evvel
ayının (mevsim-i şitanın) gitmesi şimdiye kadar yüz binlerce Cemşidleri ve
keyleri (sülale-i kiyan)hak-i helâke sürmüştür.
-144-
Tercümesi:
Mahtab ışığıyla gecenin eteğini
yardı (yırttı); şarap iç ki böyle latif bir zaman bir daha ele geçmez; sen
hemen keyfine bak ve bu mahtabın bir vakit ayrı ayrı her birimizin kabrinin
üstüne nurlar yağdıracağını düşün.
Tercümesi:
Ben elimi ayağımdan ayırt ettiğim
dakikadan beri bu alçak felek benim ellerimi bağladı ve esefa ki şarapsız ve
maşukasız geçirdiğim zamanları da ömürden sayarak hesabıma geçirecekler!
-146-
Tercümesi:
Daima şarap ile muaşır ol; çünkü
saltanat-ı Muhammedi budur ve sazın söylediğini dinle; çünkü lahn-ı davudi
budur: Gelmişi ve geçmişi artık hatırlama. Şu şimdiki vaktini hoş geçir ki
yaşamadan maksad da budur.
-147-
Tercümesi:
Senin elin bu günden yarına
yetişemez (yarını daha bu günden elde edemezsin); binaenaleyh, yarını düşünmek
ancak bir malihulyâdır; eğer gönlün uyanık ise şu dakikayı fevt etme; çünkü onu
takip edecek bakıyye-i hayatın ne kadar süreceği hiç belli değildir.
p] Şeyh Sadi-i Şirazî der ki:
f ] Hace Hafız-i Şirazî de böyle
söyler:
Mevlana (Celale’d-din Rumi) dahi
der ki:
-148-
t1]
Tercümesi:
Ey gönül, dünyanın bütün esbab-ı
refah ve tecemmülünü istemişsin ve elde etmişsin farz et; ravza-ı zevk ve
sürurunu yeşilliklerle bezenmiş farz et; sonra sen de o yeşilliklerin üstüne
bir gece şebnem gibi oturup (düşüp) ertesi sabah kalkmışsın farz et. (İşte,
hayat budur.)
-149-
Tercümesi:
Bir derenin kenarında oturup bir
güzelin simasını şarap içerek ve gül koklayarak temaşa edeceğim ve bu safamı
elimden geldiği kadar uzun müddet süreceğim. Oldum olalı şarap içmişim, şimdi
de içiyorum, yaşadıkça yine içeceğim.
-150-
Tercümesi:
Meşagil-i İlmiyeyi tamamiyle terk
edip güzellin zülfüne asılmaklığın (yani kendini bir güzelin saçlarıyla meşgul
etmekliğin) daha münasiptir; zaman senin kanını dökmezden evvel sürahinin
kanını kadehe senin dökmekliğin evladır.
[2]
Tercümesi:
Dostum gel yarını hiç
düşünmeyelim (yarının kederini etmeyelim ) ve şu lahza-ı hayattan istifade
edelim (Ömrün şu demini ganimet addedelim.) Yarın bu köhne mabedi (cihanı) bir
kere bırakıp göçer isek, yedi bin seneden beri göçmüş olanlardan hiçbir
farkımız kalmaz.
Tercümesi:
Dur zamandan mütenaim ol (ondan
bir faide elde et) meserret tahtına otur ve kadehi dudağına götür; bizim ibadetimizden
ve günahımızdan Allah müstağnidir (bizim ne sevabımıza, ne günahımıza Allah’ın
ihtiyacı yoktur.); hemen sen sevgilinden arzunu almağa bak.
-153-
Tercümesi:
Zihnine hayal-i muhali hiç
yerleştirme; bütün yıl lebaleb dolu kadehleri devir bintülineble oturub biraz
safa sür. Bir kızla gayr-ı meşru olarak eğlenmek onun validesiyle meşru olarak
eğlenmekten daha zevkli ve daha lezzetlidir.
-154-
Tercümesi:
Bizden evvel rıhlet edenler hâk-ı
gurur içinde yatıyorlar, ey saki, git badeyi iç ve doğru sözü benden işit: Her
ne söylemişler ise hevadır (boş ve bipadır) ey saki!
-155-
Tercümesi:
Anasır-ı erbaa ve havas-ı hams
sözleri ne vakte kadar, ey saki? müşkil ister bir olmuş, ister yüz bin olmuş,
hep birdir, ey saki! Hepimiz toprağız, durma çal sazı (kanunu),ey mutrib!
Hepimiz rüzgârız, getir şarabı ey saki!
Tercümesi:
Ey gönül, mademki zaman seni
daima melul yaşatıyor (mahzun ediyor), bir de görürsün ki bir gün ruh-ı latifin
cisminden ayrılıyormuş! Çimenler üstüne otur da, toprağından çimenler (otlar)
bitmezden evvel, bari birkaç günü iyi yaşa.
-157-
Tercümesi:
İç şarabı; çünkü hayat-ı ebedî
budur. Zaten ahd-i şebâbın haysiyeti budur; gül devri, ayş eyyamıdır ve dostlar
(arkadaşlar) sermesttirler; sen de bir an (bir lahza) hoş ol (zevk ile yaşa),
zira hayat bundan ibarettir.
-158-
Tercümesi:
Dünyada her kimin yarım bir
etimeği ve içinde barınmak için bir yuvası olur, kendi de başkalarına karşı ne
hadim ne de mahdum mevkiinde bulunmazsa, ona söyle safa-yı hatırla yaşasın;
çünkü hakikâten güzel bir âlemi var!
-159-
Tercümesi:
Ahirette cennet, huri ve Kevser
var diyorlar; şarap ırmağı, sud ırmağı, bal ve şeker ırmağı var, diyorlar;
bunları hatırlayarak bana sen şimdiden birkaç şarap ver ey saki; bir peşin bin
veresiye müreccihtir.
p] Bu rubaiyi Mevlana
Celale’d-din Rumi'ye atıf ve isnat edenler de olmuştur.
[2 ] Hayyam bu rubaide tamamiyle
Ebu ’l-Ala El- Maarri şivesiyle bize tecelli ediyor. Hafız-i Şirazî de bu
mazmunu müteaddid şekillerde eda eder. Ezcümle şu beyitlerde:
Keza:
Fransızlar dahi bu makamda (Un
tiens vaut mieux que deux tu l’auras) derler.
-160-
Tercümesi:
Şad olan gönlü keder ile
yıpratmak caiz değildir; hoş geçen vakti mihnet taşıyla ezmek caiz değildir;
dünyada bundan sonra neler olacağını kim bilir? Şarap içmeli, güzel sevmeli ve
bir vech-i dilhah yaşamalı (müsterih olmalı).
Tercümesi:
O kırmızı ve misk kokulu şarabı
bana ver ki dedikodudan kurtulayım, ey saki zaman benim ve senin toprağımızdan
desti yapmazdan evvel bana bir desti şarap ver, ey saki!
-162-
Tercümesi:
Ey Hayyam, zamanın elemiyle daima
müteellim olan kimseden zaman utanır (sıkılır); şişen taşa çarpıp
parçalanmazdan evvel, sen şişeden şarabı sazın (kanunun) terennümüyle iç.
[ ]
Tercümesi:
Lale rengindeki kırmızı ve berrak
şarabı bana ver; sürahinin boğazından halis ve safî kanı fışkırt. Zira bugün
benim şarap ile memlu kadehten başka temiz yürekli bir dostum yok.
-164-
Tercümesi:
Hayata diğer bir hayat katan
badeden -her ne kadar sana baş ağrısı oluyorsam da -bir kadeh doldur ve onu
avucuma koy; zira dünyanın işi masaldır; hem acele et, oğlum; çünkü ömrün
geçmektedir.
-165-
Tercümesi:
Seher vaktidir, ey taze civan,
kalk ve billur kadehi yakut renkli şarapla doldur; çünkü bu bir nefes sıhhat ü
selameti bu harap dünyada (bu zaviye-i fenâda) çok ararsın, lakin bir daha
bulamazsın.
-166-
Tercümesi:
Ayık olduğum zaman zevk eğlence
benden ihtifa eder (yani neşem yoktur); sarhoş olduğum zaman ise aklıma noksan
ve halel gelir; sarhoşlukla ayıklık arasında bir hal vardır ki işte ben ona
bayılırım; asıl hayat odur.
-167-
Tercümesi:
Mademki bu küstah (korkusuz)
feleğin altındasın, mütevazi ve hamul ol mademki bu ateşnak dünyadasın, şarap
iç. Mademki senin evvelin ve sonun bir parça topraktan başka bir şey değildir,
kendini toprağın üstünde değilsin de toprağın içindesin, farz et.
-168-
Tercümesi:
İç şarabı ki gönlünden
(hatırından ) kıllet ü kesret meselelerini çıkarsın (yani onları sana
unuttursun). İç şarabı ki yetmiş iki millet kaygısını (düşüncesin i) senden
alıp götürsün; bir yutumunu içtiğin zaman binlerce illeti senden izale eden bir
kimyâdan (iksirden) hiç ihtiraz etme.
-169-
Tercümesi:
O kadar beyhude keder çekme, şen
yaşa; zulüm yolunda sen adl ile yaşa (bir timsal-i adalet ol); mademki bu dünya
işinin encamı yokluktur, sen kendini şimdiden yoksun farz et ve hür yaşa.
-170-
Tercümesi:
Dünya ne senin makamındır, ne de
oturulacak bir yerdir. Âkıl adamın orada bîhuş ve sermest yaşaması evladır.
Elin boş olarak toprağa girmezden evvel, gel keder ateşine biraz su serp (keder
ateşini şarapla söndür).
-1l1-
Tercümesi:
Ne vakte kadar ekdar-ı zaman ile
mükedder olacaksın? Ne zamana kadar gözün yaşlı ve ciğerin kanlı olacak (yani
giryan ve dilhun olacaksın)? Bu dünyadan (bu daireden ) çıkıp gitmezden evvel
şarabı iç ve keyfine bak ve yüreğini şen tut.
p] Bu da Hafız-i
Şirazî"dendir ve tamamıyla aynı mazmundadır:
-172-
Tercümesi:
Güzel ve şen bir sabahtır, kalk
ey saki, geceden kalan şarabı şişeye koy; ondan bana bir kadeh getir ve şu
dakikayı ganimet bil; çünkü yarın olunca sen de bir kemerin tuğlasısın
(kerpiçisin).
-173-
I1]
Tercümesi:
Baharın gelmesi ve hazanın
gitmesi (yani mevsimlerin tevalisi) mevcudiyetimizin yapraklarını tedricen
döküyor; şarap iç ve gam yeme, zira feylesof şöyle demiş: Cihanın ekdarı zehre
benzer ve onun ilacı (padzehri) şaraptır.
-174-
Tercümesi:
Bu felek-i devvarın (dönen
kubbenin) ne kadar bedgirdar olduğunu seyret; dostlar birer birer çekilip
gittikleri için dünyanın ne kadar boş kalmış olduğunu seyret; sen elinden
geldiği kadar -velev bir an olsun- kendin için yaşa (kendi zevkine bak); yarını
düşünme (yarına bakma), dünü arama, şu şimdiki dakikayı gözet (fırsat bil).
Tercümesi:
Saadet yolunda yürüyen bu akıl
sana günde yüz kere şöyle hitap eder: Sen şu bir dakikayı hemen fırsat bil;
zira sen tere (ot) değilsin ki bir kere biçildikten sonra yeniden topraktan
süresin.
Tercümesi:
Kalk, ey güzel, bizim hatırımız
için buraya gel, ve bizim müşekkelimizi cemalinle hallet, bizim çamurumuzdan
bir desti yapılmazdan evvel bize bir desti şarap getir de içelim.
-177-
Tercümesi:
Ey saki, bana bir kadeh (şarap)
sun; çünkü dünyanın (hayatın) mahiyeti bir nefesten ibarettir. İnsan dünyadan
velev bir nefes (bir an ) mütelezziz olsa, o da çoktur (yani o da az bir şey
değildir). Önüne her ne çıkarsa (her ne zu hur ederse ) onunla kâni ve memnun
ol; çünkü cihan hiçbir zaman bir adamın gönlünün istediği gibi olmaz.
-178-
Tercümesi:
Şimdi mademki senin saadet
çiçeğin açılmak üzeredir, niçin elin şarap kadehinden hâlî durmaktadır? İç
şarabı; zira zaman gaddar bir düşmandır ve böyle bir günü bir daha idrak etmek
güçtür.
-179-
Tercümesi:
Dostum, bu boş dünyanın kederini
sakın çekme; boşuna bu köhne (yıpranmış) dünyanın gamıyla mağmum olma; mademki
mevcut olan şey geçti ve mevcut olmayan da daha meydanda yok, sen keyfine bak
ve ne varın ne de yokun sıkıntısını çekme.
-180-
Tercümesi:
Kemal-i hırsımdan dudağımı -tûl-ı
ömrün çaresini istihsal etmek üzere- destinin dudağına dayadım; o da dudağını
benim dudağıma yapıştırıp gizlice bana: İç şarabı; çünkü bu dünyaya bir daha
gelecek değilsin, diyordu.
-181-
Tercümesi:
Eğer Mısır’a ve Rum’a ve Çin’e de
malik olsan, hatta bütün ekalim-i arzı da zir-i hükmüne geçirsen, (hateminin
altına alsan) emin ol ki bu dünyadan senin ve benim nasibimiz on arşın kefen ve
iki arşın topraktan ibaret olacaktır.
-182-
Tercümesi:
Bak, kar gibi ne kadar beyaz bir
gün! Doldur kadehi öyle bir şarap ile ki yakut ondan renk iktibas eder
(öğrenir). Her iki udu eline al ve mahfilimizi tenvi r ve tenşit et; bir udu
çal, öbür udu (öd ağacını )da yak.
-183-
Tercümesi:
Yaşlı olduğum halde, senin aşkın
beni tuzağa düşürdü; cismimde can bulundukça şaraptan ayrılmayacağım
(kesilmeyeceğim); ben şarapçılara (meyhanecilere ) taaccüb ediyorum: Acaba
onlar sattıkları şeye faik bir şey bulup satın alabilecekler midir? (Sattıkları
şeye faik ne satın alabileceklerdir?)
Tercümesi:
Dünyadan tamanı azalt da memnun
yaşa; zamanın iyisinden ve kötüsünden rabıtanı kes hemen durmayıp şarabı iç ve
bir güzelin saçlarından kavra; zira şu birkaç gün de çok sürmez, çabuk geçer.
-185-
Tercümesi:
Ey saki, benim kederim her tarafa
şayi olmuştur (benim hüzün ve kederim i herkes duymuş); benim sarhoşluğum
haddini aşmıştır (ölçüyü taşırmış); bak, saçlarım ağarmış olduğu halde
sarhoşum; zira senin sunduğun şarap, bu geçkin yaşımda, gönlümün baharını
tazelendirmiştir.
-186-
Tercümesi:
Ben halis şarapsız yaşayamam;
şarapsız (içkisiz) beden yükünü taşıyamam; ben o ana ( o saniyeye ) kurban
olayım ki onda saki bana: Bir kadeh daha al-der, ben ise onu alacak bir halde
olamam.
-187-
Tercümesi:
Ey muğfil (aldatıcının) tezvirine
kapılan ve iki günlük hayat için koşup didişen kimse, öldükten sonra acaba
nereye gideceğim diye mi düşünüyorsun! Şarabı benim önüme koy (getir) de her
nereye ister isen git.
Tercümesi:
Bırakma ki keder seni kucaklasın
(kendini kedere kaptırma); bırakma ki endişe-i muhal senin zamanını işgal ve
istila etsin (zamanını endişe-i muhale işgal ve istila ettirme); toprak seni
içine alıp mahsur etmezden evvel, su kenarını ve mezraaa (bostan) civarını bir
an terk etme.
Tercümesi:
Şarap ile birlikte ırmak
kenarında bulunmalı. Kederden de uzağa kaçmalı. Mademki şu kıymetli ömrümüz on
günden ibarettir, dudaklarımız daima gülmeli ve yüzümüzden taravet ve beşaşet
hiçbir zaman eksik olmamalı.
-190-
Tercümesi:
Senin gözüne dünyayı süslüyorlar;
Lakin akıllıların temayül etmediği bir şeye sen temayül etme. Senin gibi pek
çok gidenler olmuştur ve daha pek çok gelenler olacaktır; sen kendi nasibeni
(bu cihandan ) al (kap); çünkü akıbet seni de kapacaklardır.
-191-
Tercümesi:
Mademki şimdi neşat ve
mahzuziyetten isminden başka bir şey kalmadı (eser kalmadı) ve ham şaraptan
başka pişkin (tecrübeli) bir arkadaş (bir enis) kalmadı, sen de zevk ve neşat
elini şarap kadehinden çekme böyle zamanda ki o kadehten başka yardımcı
(destgir) kalmadı.
-192-
Tercümesi:
Birtakım adamlar diyor ki
hurilerle birlikte cennet her şeyden iyidir; ben de diyorum ki üzümün suyu
(şarap) her şeyden iyidir; şimdi elde hazır bulunan bu şeyi al ve icrası
ferdaya tavîk edilen öteki şeyden vaz geç (bu peşini al ve öteki veresiyeden
vaz geç); çünkü davulun sesi uzaktan daima kulağa hoş gelir.
-193-
Tercümesi:
Gökte bir öküz vardır ki ismi
Ülker’dir; diğer bir öküz de yerin altında gizlenmiştir; erbab-ı yakînın
yaptığı gibi zekâ ve kiyaset gözünü aç da bu iki öküzden birinin altında
diğerinin üstünde bir sürü eşekleri (yani küre-i arzın üzerindeki insanları)
gör.
Tercümesi:
Bir adam bir orospuya dedi ki:
Sen sarhoşsun ve her an başka bir adamın tuzağına düşersin (bağlanırsın). O
kadın da cevaben dedi ki: Ey efendi (ey şeyh) benim hakkımda her ne diyor isen,
ben tamamiyle öyleyim; lakin sen de acaba göründüğün gibi misin?
Tercümesi:
Câmi”ye gerçi niyaz ve tazarruyla
geldik, lakin doğrusunu ister isen, buraya namaz ve ibadet için gelmedik;
buradan bir vakit bir seccade çalmış idik, o şimdi eskidi de yeniden geldik.
[2]
Tercümesi:
Biz hakanın tacını ve şahın
sorgucunu alıp satanlardanız. Biz ketan bezinden mamul sarığını ney sadasına
feda edenlerdeniz. Tezvir ordusunun peyki olan teşbihi de bakarsın ki nagehan
bir kadeh şaraba satıveririz.
p] Bu rubainin ifade ettiği
mazmunu Hayyam’ın reviş ve mişvarına muvafık, fakat tavr-ı mutad
-198-
Tercümesi:
Bana diyorlar ki: Şarabı
şimdikinden daha az iç, bundan (baş kaldırmamaktaki) vazgeçmemekteki mazeretin
acaba nedir? Mazeretim sevgilimin cemali ve şarab-ı saf-ı sabuhîdir. insaf et,
bundan daha parlak bir mazeret olabilir mi?
-199-
Tercümesi:
İç şarabı, çünkü toprağın altında
pek çok zamanlar yatacaksın; hem arkadaşsız, dostsuz, refiksiz ve zevcesiz
yatacaksın. Sakın, sana söyleyeceğim bu gizli sırrı kimseye ifşa etme: Bir kere
solan lale bir daha açılmaz.
['] Hace Hafız dahi bu makamda
çiçeğe hitap eyleyerek pek Hayyamane sual eder:
-200-
I1]
Tercümesi:
Ya Rabbi sen aşk ve şehveti
tahrik eden o güzelin çehresini sümbül gibi büklüm büklüm ve amber kokulu
saçlarla süslüyor ve sonra da ona bakma, diye emrediyorsun. Bu bir dolu kadehi
eğri tut; lakin içindekini dökme, demekle birdir.
-201-
Tercümesi:
Ey serveran-ı cihana faik olan
dilber, bilir misin şarap ne zaman içilir ise ruha ferah ve neşe verir? Ben
söyleyeyim: Pazar, pazarertesi, salı, çeharşenbe, pencşenbe, cuma ve
cumaertesi, hem geceli gündüzlü.
p] Şeyh Sadi-i Şirazî dahi bu
mazmunu şöyle ifade eder:
Tercümesi:
Bize diyorlar ki sarhoş adam
cehennemliktir. Bu, yalan ve inanılmayacak bir sözdür. Eğer şarap içen ve
güzele taaşşuk eden her adam cehenneme gidecek olur ise, yarın cennetin avuç
içi gibi boş kaldığını görürsün.
-203-
Tercümesi:
Diyorlar ki öbür dünyada cennet
ve huriler olacak; hem orada halis şarap ve bal bulunacak; biz burada şimdiden
şarap içer ve güzel sever isek ne be’s var, sonumuz yine öyle olacak değil mi?
-204-
Tercümesi:
Ramazan ayında eğer ben orucumu
yiyor idiysem, zannetmeyesin ki onu habersiz (gafleten) yiyor idim; orucun
zahmetinden gündüzüm gece gibi idi de orucu yer iken sahur yemeğini yiyorum,
zannediyor idim.
-205-
Tercümesi:
Bir yudum şarap cihanın
saltanatına değer; bir şarap küpüne kapak hidmetini gören tuğla parçası bin
cana değer; dudaklardan şarabı sildikleri bez, doğrusu, bin taylasana (sarığın
yandan sarkıtılan ucudur) değer.
Tercümesi:
Biz hem eski, hem yeni şarabın
müşterisiyiz; cenneti de iki arpa danesine satanlardanız. [ ] Öldükten sonra
nereye gideceğini biliyor musun? Sen,
şarabı getir benim önüme koy da
sonra nereye istersen git!
Tercümesi:
Beni yaradanın bana cenneti mi
mukadder yoksa cehennemi mi nasip ettiğini bilmiyorum. Şu kadar ki elimde şimdi
bir kadeh, önümde bir güzel ve onun kucağında da bir rebab olsun, kendim de bir
bostanın bir (mezranın) civarında bulunayım: Bu üç şeyi bana peşin verecek
olurlar ise, ben veresiye olan cenneti sana veririm.
['] Bu rubai, kitabımızın 186’ncı
rubaisinin dahi ayrıca natık olduğu vechile nüshaların bazılarında ( J-J şeklinde irad edilmiştir.
[2] Hafız-i Şirazî’nin şu şiiri de bu çaşnidedir:
(51 )
[3] Hayyam’dan evvel gelen Ebu ’l- Ala El- Maarri de şöyle
diyor:
-208-
Tercümesi:
Varsın huri gibi güzellerin
muhabbeti başımda ve üzümün suyu (şarap) da daima elimde bulunsun! Bana
diyorlar ki: Allah sana tevbe ve nedamet versin! -Bunu ne o verir, ne ben
yaparım, bu benden uzak olsun!
-209-
Tercümesi:
Eğer sende şarap var ise, sakın
şaraba tevbe edeyim, deme. Çünkü o tevbenin akıbinde bir daha böyle bir şey
yapmamağa, nadimane, yüzlerce tevbe etmeğe mecbur olursun. Gülün, esvabını
parçaladığı ve bülbülerin naralar attığı böyle bir zamanda tevbe nasıl caiz
olur?
Tercümesi:
Ben ölünce benim toprağımı
ortadan yok ediniz ve benim halim başkalara mucib-i ibret ve intibah olmak için
toprağımı ve çamurumu şarap ile yoğurunuz ve çürümüş cesedimden hâsıl olacak bu
maddeden şarap küpüne bir kapak yapınız.
Tercümesi:
Ey benim samimi refiklerim, beni
şarap ile tagaddiye ediniz (besleyiniz); kehriba renginde olan bu sarı çehremi
yakut gibi kızartınız. Öldüğüm zaman, beni şarap ile yıkayınız; Tabutumun
tahtasını da asma (üzüm ağacı) kütüğünden yapınız.
Tercümesi:
Ben öldüğüm zaman beni şarap ile
gusul eyleyiniz. Hîn-i telakkinimde bade ve kadeh sözlerini zikir ve tekrar
ediniz. Yevm-i kıyamette eğer beni arayıp bulmak ister iseniz, benim kokumu
meyhane kapısının toprağından alınız.
-213-
Tercümesi:
O kadar şarap içeyim ki ben
toprak altına gittikten sonra da onun rayihası toprağımdan yükselsin ve mahmur
bir adam benim toprağımın yanından geçecek olursa, şarabımın kokusuyla mest ve
medhuş olsun.
p] Bu da bundan evvelki rubailer
siyakında bir şiirdir.
-214-
Tercümesi:
Cami, namaz ve oruç ne zamana
kadar? Velev dilencilikle de olsa git meyhanelerde çakıştır. Hayyam, iç şarabı;
çünkü sen öldükten sonra toprağını bazen bardak bazen sürahi, bazen de desti
yapacaklardır.
I1]
Tercümesi:
Elinden geldiği kadar rintlerin
hidmetinde bulun; namazı ve orucu temelinden yık. Sen doğru sözü Ömer
Hayyam" dan dinle: Şarap iç; yol kes; lakin iyilik et.
[’]
Tercümesi:
Şarabı eğer dağa içirirsen, dağ
raks etmeğe (sıçrayıp oynamaya) başlar. Şaraba kusur bulan (şarabı tayip eden)
kimse kendi kusurludur. Niçin bana: Şaraba tevbe et, diyorsun? Şarap insanı
terbiye edici bir ruhtur.
-217-
Tercümesi:
Bu gece büyük (bir batmanlık) bir
kadeh ile şarap içeceğim; kendimi iki bardak şarap ile gani edeceğim
(zenginleştireceğim, her şeyden mustağni edeceğim); her şeyden evvel akıl ve
dini talak-ı selase ile tatlik edeceğim (akıldan ve dinden bir daha birleşmemek
üzere ayrılacağım); ondan sonra da bintülinebi kendime nikâh ve tezvic
edeceğim.
p] Bu rubainin mazmunu Hace
Hafız-i Şirazî'nin şu rindane sözlerinin mealine ne kadar yaklaşır:
Tercümesi:
Nihal-i ömrüm sökülüp ecza-yı
vücudum yekdiğerinden ayrıldığı zaman eğer benim çamurumdan bir desti yapıp da
onu şarap ile dolduracak olur isen, o derhal hayat-ı taze bulur.
-219-
Tercümesi:
Sana gamum ve ekdar gafleten
baskın etmezden evvel, emret de gül renkli şarabı getirsinler. Ey cahil ahmak,
sen altın değilsin ki seni toprağa bir kere gömdükten sonra bir daha
çıkarsınlar!
Bu rubailerfatalisme yani
Cebriyye yahut Kadiriye tarz u şivesindedir:
-220-
Tercümesi:
Ey gönül, mademki hakikât-ı cihan
mecazîdir, zillet-i sa’y ve ihtiyaca neden bu kadar katlanıyorsun? Vücudunu
yed-i takdire tevdi et ve zamana uy; çünkü bir kere yürümüş olan kalem senin
için bir daha geriye dönmez.
-221-
Tercümesi:
Kalemin bir kere yazdığı tagayyür
kabul etmez (denir gün olmaz); mahzun yaşamanın da insanı dilhun etmekten başka
bir faidesi yoktur. Eğer bütün ömründe yüreğini kan götürse (yani için için
ağlayıp sızlasan bile) mevcut olan şeyden bir katre ziyâde olmaz.
Tercümesi:
Benim geçeceğim yolun üstünde bin
yere tuzak kurarsın ve sonra bana: eğer adımını atacak olur isen seni tutarım,
dersin. Cihan senin hükmünden bir zerre hâlî değildir; bana emri kendin
verirsin, sonra da bana “asisin” dersin!
-223-
Tercümesi:
Benim toprağımı kalıba döktükleri
(potada karıştırdıkları) zamandan beri bu topraktan nice nice fesatlar tevlit
etmişler; ben bundan daha iyi olamam; çünkü potadan beni bu bulunduğum
mahiyette ve kabiliyette dışarıya dökmüşler!
-224-
Tercümesi:
İnsanların fıtratında mevcut olan
iyiliği ve kötülüğü, kaza ve kaderde mahbun olan hüzün ve süruru sakın feleğe
atfetme; çünkü tarîk-ı akılda felek senden bin defa daha acizdir.
Tercümesi:
Bundan çok evvel olacak şeylerin
olması takarrür etmiştir. Kalem iyiyi ve kötüyü kayıt ve tespit etmekten hiçbir
zaman hâlî kalmamıştır. Ezelde, o her ne lazım idiyse bize verdi; binaenaleyh,
bizim gam çekmemiz ve çalışıp çabalamamız faidesiz ve boştur.
[2]
Tercümesi:
Daneyi tuzağa yerleştiren ezel
avcısı (yani Allah ) bir av tuttu ve onun adını (Âdem) koydu. Cihanda iyi, kötü
her yapılan şeyi kendi yapıyor da herkese bahane buluyor. (Herkesin üstüne
atıyor.)
Tercümesi:
Yüreğimin kulağına felek gizlice
dedi ki: -kaza ve kaderden gelen bir hükmü sen benden mi biliyorsun? Benim
kendi hareketimde eğer kendi d ahil ve tesirim olaydı, ben kendimi böyle avare
dolaşmaktan (sergerdanlıktan) çoktan kurtarır idim.
-228-
Tercümesi:
Beni sudan ve çamurdan sen
yoğurmuşsun, ben ne yapayım? Bu yükü ve bu kettanı sen eğirmişsin, ben ne
yapayım? Benden zuhur etmekte olan her iyiliği ve her kötülüğü evvelce sen
benim alnıma yazmışsın, ben ne yapayım?
Tercümesi:
Feleğin atına eğer taktıkları ve
onu müşteri ve Ülker yıldızlarıyla süsledikleri gün divan-ı kazadan bizim
nasibemiz ancak bu kadar oldu; bizim taksirimiz ne? Bize ancak bunu kısmet
ettiler.
-230
Tercümesi:
Bu felek birçok bizim gibileri
ekti ve biçti; beyhude keder etmenin hiç faidesi yoktur. Bir kadehi şarapla
doldur ve çabuk avucuma koy da yine içeyim; çünkü olacaklar hep ezelde oldu.
-231-
Tercümesi:
Hakk-teala bizim mevcudiyetimizin
çamurunu yoğurur iken (terkip eder iken) bizden nasıl bir fi’l ve hareket sudûr
edeceğini biliyor idi. Bende onun hükmünün lâhakk olmadığı bir günah yoktur. O
halde, kıyamette bizi yakmağı neden irade etti?
-232-
Tercümesi:
Mescidin kandiline ve kilisanın
dumanına (içinde yakılan buhura) müteallik sözler artık yetmez mi? (ne zamana kadar
?) Cehennemin zararı ve cennetin faidesi sohbetleri artık elvermez mi? (ne
zamana kadar?) Git levh-i kazaya bak; üstat kader her olan ve olacak şeyi daha
olmazdan akdem yani ezelde oraya yazdı.
p] Hace Hafız’ın bu meale yakın
rindane sözlerindendir:
Tercümesi:
Takva ile meluf kimseler, insan
nasıl ölürse öyle kalkar (Yevm-i kıyamette öyle mahşur olur) derler; işte biz
de mahşerde şarabımız ve maşukamızla birlikte mahşur olmak için bu dünyada
daima şarap ve maşuka ile birlikte vakit geçirmekteyiz.
-234-
Tercümesi:
Ben eğer ateşperestlerin
şarapıyla sarhoş isem, varayım sarhoş olayım. Eğer kâfir ya Zerdüştî ya
putperest isem, varayım öyle olayım. Her fırka (her taife) beni bir başka türlü
zanneder: Ben kendiminim (kendi kendime malik ve hâkimim) nasıl isem, öyleyim
(Buna kim ne karışır?).
p] Tab ve akidesinin istiklal ve
metanetine şahid olan kutlu rubailerdendir.
-235-
Tercümesi:
Cihanın daima yeniden yeniye
doğurduğu hadisattan korkma; hâdis olan her şey sabit ve sürekli olmadığı için
ondan da korkma; şu bir dakikacık ömrü ganimet bil; geçmiş olan şeyi düşünme,
gelecekten de korkma.
-236-
Tercümesi:
Âşık bütün sene seraser, mest ve
divane (meczup) olsun (olmalıdır); hem deli, hem müteheyyic, hem rüsva olsun
(olmalıdır); ayık iken biz her şeyin tasasını çekeriz; lakin sarhoş olur isek,
herçe bad-a-bad (ne olur ise olsun) deriz geçeriz.
p] Bu rubaiyi Mevlana
Celale’d-din Rumi’ye isnat edenler de olmuştur.
-237-
Tercümesi:
Ey beldenin müftüsü biz senden
daha ziyade faaliz; bu kadar sarhoşluğumuza rağmen senden daha ayığız; sen
halkın kanını içiyorsun; biz ise, asmaların (üzüm ağaçlarının) kanını içiyoruz:
İnsaf et de söyle hangimiz daha hunharız.
-238-
Tercümesi:
Bir insanın zûfünun (hünerli)
olduğuna bakma, ahd ve vefada nasıl olduğuna (sabit olup olmadığına ) bak;
insan eğer ahdini eda eder (yani eğer ahdinin uhdesinden gelirse) o zaman o,
her zannettiğin mertebeden efzundur.
p] Bu mısra nüshaların
bazılarındaşeklindedir. Ebu’l Ala El- Maarri’nin şu
sözleri de ulema-yı gayr-ı âmile
müteveccihtir ve güzeldir:
Bu sözde Ebu ’l-Ala’nındır:
-239-
Tercümesi:
Bu dünyaya gelip biri biriyle
kaynaşan ve oynaşan, zevke, eğlenceye ve şevk ü şetarete dalan kimseler birer
kadeh içince kendilerinden geçtiler; ve yek- diğerleriyle kucaklaşarak adem
uykusuna daldılar.
-240-
Tercümesi:
Erbab-ı tahkik nazarında ister
güzel, ister çirkin, hep birdir; âşıkların mekânı ister cehennem olsun, ister
cennet, hep birdir. Şuridelerin giydiği şey ister atlas olsun ister çul, hep
birdir. Âşıkların başının altında ister yastık olsun, ister kerpiç, hep birdir.
Tercümesi:
Yeryüzünü baştan başa imar etmek
bir gönlü şad etmek kadar olamaz. Hür bir adamı lutuf ve ihsanla kendine kul
etmek bin kulu azat etmekten evladır.
-242-
Tercümesi:
Bil ki ucu bucağı bulunmayan bir
dairenin devr-i layetenahisinden iki nev’ halk-ı mütenaim ve berhurdar
olmaktadır: Bunlar da ya onun iyisine ve kötüsüne tamamıyla muttali olan
kimseler yahut hem kendilerinden hem dünyanın halinden gafil ve bîhaber olan
kimselerdir.
Tercümesi:
Bu kâinat bizim yıpranmış
hayatımızdan bir geçittir; Ceyhun bizim kanla mülemma gözyaşlarımızdan bir
nişanedir; cehennem bizim boşuna çektiğimiz zahmetlerden bir şeraredir; cennet
de bizim asude vakitlerimizden bir lahzadır.
Tercümesi:
Para (gümüş) her ne kadar
akıllılara sermaye olmağa layık bir şey değil ise de parasızlara dünya bahçesi
zindandır. Menekşenin eli boş (fakir) olduğu için başı daima dizindedir (yani
mağmum ve serefgendedir); hâlbuki gülün altun kise (sırma kise) içine açılan
ağzı daima gülümser.
-245-
Tercümesi:
Eğer bir adam iki günde bir
etimek, kırık bir destiden de biraz soğuk su tedarik edebiliyor ise, artık
niçin gidip diğer bir adamın emri altına girsin yahut niçin kendi gibi birinin
hidmetine katlansın?
-246-
Tercümesi:
[2] Bu rubaiyi kitapların
bazılarında meşhur İbni Sina'ya matuf gördük ki öyle olması daha makuldür. Çünkü
bu sözler tabip hakîm İbni Sina'ya her halde daha ziyade yakışır.
Arzın alçak sathından Zühal’in
üstüne kadar kâinatın bütün müşkil meselelerini hallettim; her türlü hile ve
hud’a tuzağından kaçındım ve kurt uldum; her bağ çözüldü, yalnız ukde-i mevt çözülmedi.
Tercümesi:
Cihanda hiç kimse, yüreğine
felekten bir diken saplanmaksızın, gül yanaklı bir dilberin visaline ermedi.
Bir kere tarağa bak ki yüz parça olmaksızın eli bir güzelin saçlarının ucuna
dokunamadı.
[2]
Tercümesi:
Eğer şarap içiyor isen, onu
akıllı ve zeki kimseler ile iç; yahut lale yanaklı ve güler yüzlü bir güzel ile
iç; çok içme, herkese faş etme, diline vird etme: Az iç, arada sırada iç ve
gizlice iç.
Tercümesi:
Eğer şarabı dilenci içer ise
efendi (emîr) olur; eğer onu bir tilkicağız içer ise arslan kesilir; eğer yaşlı
bir adam içer ise yeniden gençleşir; eğer genç içer ise tul-ı ömre nail olur
(sinn-i şeyhuhete erişir).
-250-
Tercümesi:
Maneviyyat âleminin ser levhası
aşktır; şebap kasidesinin beytülkasidi aşktır; ey aşk dünyasından haberi
olmayan Âdem, bunu bil ki hayat yalnız aşktan ibarettir.
FASL-I SANİ
ÖMER HAYYAM’A MENSUP OLDUKLARI BİZCE MEŞKUK (Şüphli) OLAN RUBAİLER: [*]
-251-
Tercümesi:
Eğer senin eline şaraptan bir iki
batman geçecek olursa (eğer bir iki batm an şarap ele geçirecek olur isen)
durmayıp her mahfilde ve her mecliste şarap iç. Zira dünyayı yapan zat ne senin
gibi bir adamın bıyığıyla, ne de benim gibi bir adamın sakalıyla meşguldür.
-252-
]
p] Bu rubailer Oksford
(Oxford)’daki Bodleyn (Bodleian) Kütüphanesi nüshasında dahi münderiçtir.
[2] Bu rubaide gösterilen sanat,
sihr-i helal tarzında bir hüner-i bediîdir; lakin Ömer Hayyam’ın mutadı olmayan
hünerlerdendir. Bu rubaiyi, bilhassa üslûb-ı ifadesi dolayısıyla Ömer Hayyam'a
atfedemeyeceğiz. Çünkü çok musanna’dır. Hayyam ’ın taklit kabul etmeyen dehası
en derin ve en
Tercümesi:
Mademki şimdi bülbül dastan
okuyor, sen sarhoşların elinden
kırmızı şaraptan başka bir şey
alma. Kalk, gel, zira güller (çiçekler) mesadet ü meserretle açıldı. Bir iki üç
gün olsun bostanın zevkini hakkıyla sür.
-253-
Tercümesi:
Benim şarap içmekliğim ne coşup
taşmak, ne de dinin ve edebin hududunu aşmak içindir. Kendimden geçip de
huzur-ı tammla bir nefes almak istiyorum; işte, şarap içmem ve sarhoş olmam
bunun içindir.
-254-
Tercümesi:
Evvelleri ilk gün zihnim şu
heyet-i semada levh-i mahfuzu, kalemi, cenneti, cehennemi arar dururdu;
sonraları bana üstadım bir fikr-i makule istinaden dedi ki: Levh de kalem de
cennet de cehennem de senin kendindedir.
geniş manaları tarz-ı sade-i
Farisî ile ifadeye kâfidir. Kelam-ı Hayyam böyle bililtizam tezyin edilmiş
değildir; lakin onun bütün zeynlerin fevkinde bir pirayesi vardır ki o da tabiî
sadeliğidir.
-255-
Tercümesi:
Ben şarap içerim, lakin sarhoşluk
etmem. Kadehten başka bir şeye el uzatmam (tecavüz etmem). Bilir misin şaraba
tapmaktan maksadım nedir? Senin yaptığın gibi kendime tapmamak içindir.
-256-
Tercümesi:
İç şarabı ki cismin toprak
altında zerrelere inkısam edecektir; ondan s onra da senin toprağından kadeh ve
şarap küpü yapılacaktır. Ne cennetle ne de cehennemle meşgul ol; âkıl bir insan
böyle şeylere niçin güvensin?
-257-
Tercümesi:
Ben şarap ile ve sarhoşluk ile
menus isem halk neden beni levm ve tayîb ediyor? Keşke her haram olan şey
müskir olaydı! Çünkü o zaman ben cihanda hiçbir ayık adam görmeyecektim.
-258-
Tercümesi:
Esrar-ı kâinatı anlayan kimsenin
nazarında bu cihanın gam ve sürurı hep birdir; dünyanın iyisinin de kötüsünün
de mademki bir sonu vardır, ister hep dert ve
elemle muzdarip bulunmuşsun,
ister ilaç ve derman ile müteselli olmuşsun, hep birdir.
-259-
Tercümesi:
Yaşlı olduğum halde (bu yaşım ve
bu başımla ) senin muhabbetin beni tuzağa düşürdü; yoksa benim elim nerede,
şarap kadehi nerede? Aklın verdiği tevbeyi cananım bozdurdu; sabrın diktiği
libası da zaman yırttı.
-260-
[’]
Tercümesi:
Kalk şarabı ver, söze mahal var
mı? Zira bu gece senin o toplu (dar) ağzın benim kısmetimdir (bana nasip
olacaktır); bize kendi yanağın gibi gül renginde bir şarap ver; zira benim
ettiğim bu tevbe senin saçın gibi sık sık bozulan bir tevbedir.
p] Zülf-i pürşiken tabiri kırılıp
bükülen, büklüm büklüm olan saç, diye tercüme olunur ise de tevbe pürşiken
tabiri sık sık bozulan tevbe, diye tercüme olunmalıdır. Farisîde olduğu gibi
her iki mana Türkçede aynı kelime ile pek ifade edilemiyor.
-261-
Tercümesi:
Kalk bu sıkıntılı gönlümün
ilacını getir; o misk kokulu gül renkli şarabı getir, eğer kederi dağıtacak bir
şey (bir ilaç) istiyor isen, yakut gibi olan şarabı ve ipek telli sazı getir.
-262-
Tercümesi:
Her tarafa baktıkça bağlarda
(bahçelerde) Kevser’den birer ırmak akmakta olduğunu görüyorum; kırlar cennet
gibi olmuş, cehennemden az bahset, gel bir huri yüzlü dilber ile cennette otur.
-263-
Tercümesi:
Kalkayım da halis ve safi şaraba
azmedeyim (niyet edeyim); yüzümün rengini unnab rengine çevireyim; ve her işe
karışıp fuzulluk eden bu aklın yüzüne bir avuç şarap serpip onu uyutayım.
-264-
Tercümesi:
Mademki her dakika ömründen bir
nefes geçip gidiyor, onu ancak şevk ve şetaretle geçirmeğe bak. İyi bilmiş ol
ki bu mülk-i vücudun sermayesi ömürdür ve onu sen nasıl geçirir isen öyle
geçer.
Tercümesi:
Ömr-i ebedî demek olan ve zevk-i
şebâbın sermayesi hükmünde bulunan şaraptan iç; o şarap ateş gibi yakıcıdır;
lakin hüzün ve gamı izâle hususunda mâülhayat kadar nâfi’dir (vücuda yarar).
-266-
Tercümesi:
Ömrün temelini takviye etmek ve
âlemde bir müddet kedersiz bir gönülle yaşamak istiyor isen safi ve halis
şarabı içmekten hâlî kalma ki dembedem (anbean) ömründen lezzet alasın.
-267-
Tercümesi:
İç şarabı ki daima senin rahat
ruhun odur; senin mecruh ruhunun ve kalbinin vesile-i emn ve huzuru odur; eğer
tufan gamum seni önünden ve ardından istila edecek olursa, hemen şaraba iltica
et; zira senin sefine-i nevhin odur.
-268-
Tercümesi:
Bahar mevsiminde huri tıynetli
bir güzel, bir mezraa kenarında bana şarapla memlu bir kadeh sunsun -bu sözü
herkesçe çirkin görüleceğini bildiğim halde söylüyorum- hele bir daha cennet
adını anarsam, ben köpekten alçağım.
-269-
I1]
Tercümesi:
Dünyada tahkik ağacı (fidanı)
kat’an semere vermemiştir. Zira bu yolda hiçbir kimse doğru değildir (kimsenin
tuttuğu yol doğru değildir); herkes gevşek bir dala el uzatmıştır
(tutunmuştur); sen şunu bil ki bugün dünkü günün aynıdır, yarın da ilk günün
keza bir aynıdır.
-270-
Tercümesi:
Meyhanede şaraptan başka bir
şeyle yıkanılamaz (abdest alınamaz); bir kere çirkin çıkan bir ad (bir şöhret)
bir daha güzelleştirilemez. Sen keyfine bak, bizim iffet (namus) perdemiz öyle
yırtılmıştır ki bir daha örülemez (artık tamir kabul etmez).
p] Bu sözler bize Efdal
Kaşani'nin şu rubaisini hatırlatıyor:
-271-
Tercümesi:
Meyhanenin mamur oluşu bizim
şarap içmemizdendir. İki bin tevbenin kanı bizim boynumuzdadır. Ben günah
işlemez isem, rahmetin faidesi ne? Rahmet-i Rabbaniyenin güzel oluşu bizim
günahkâr oluşumuzdandır.
-272-
Tercümesi:
Dünyada günah işlememiş olan
kimdir, söyle? Günah işlemeyen kimse nasıl yaşar, söyle? Ben kötülük edeyim,
sen de bana kötülükle mukabele et; öyle ise, benimle senin arandaki fark nedir,
söyle?
['] Nüshaların bazılarında bu
mısra: ( yZ j jly aUT J ) [2] Bu rubai hakkında kitabımızın 53’üncü sahifesinde
münderiç mülahazata bakınız.
-273-
Tercümesi:
Benim şarap şişemi kırdın, ya
Rabbi; zevk ve safa kapısını bana kapadın, ya Rabbi! Benim gül renginde olan
şarabımı toprağa döktün; dilim tutulsun. (Ağzım toprakla dolsun) Acaba sen mi
sarhoşsun, ya Rabbi? Yahut sen sarhoş musun Ya Rabbi?
-274-
fi
Tercümesi:
f1] Nüshaların bazılarında bu
üçüncü mısra: ( ) şeklindedir.
[2] Rubaiyat kitaplarının
bazılarında bu son mısra: ( 4^
i ) şeklindedir.
[3] Bu mısrada: 5^' - yani Hakk (hakikât) acıdır, sözüne bir
telmih vardır.
Mai renkli sabah (fecr) doğar
iken elde daima bir ak kadeh (safi ve raik şarap) bulunmalıdır; şarabın acı
olduğu tevatüren (ağızlarda ) söyleniyor; eğer öyle ise, mutlaka şarap haktır.
-275-
Tercümesi:
Tekyede (zaviyede) medrese,
mabedde, kilisada herkes cehennemden korkmakta ve cenneti aramaktadır (arzu
etmektedir); lakin Allah’ın esrarına muttali’ olan kimse gönlünün içine bu
tohumdan hiç ekmedi. (Bu kuruntuları etmedi.)
-276-
[’]
Tercümesi:
] Diğer bir rubainin son iki
mısralarının buna yakın bir şekilde olduğunu ve mazmunen bu rubaiye pek
benzediğini yukarıda asıl (Ömer Hayyam)’ın olmak üzere gösterdiğimiz rubailer
faslında gördüktü ki o şekil de budur:
Şarap içmek ve güzellerin
etrafında (peşinde) dolaşmak zerk ü riya ile zahit olmaktan (zahid-i mürâî
olmaktan) hayırlıdır; eğer âşık ve sarhoş cehennemlik olacak iseler, o halde
cennetin yüzünü kimse görmeyecektir.
-277-
Tercümesi:
Ey dostlarım, yekdiğerinizle
görüştüğünüz zaman bu dostunuzu çok hatırlayınız. Leziz şarabı birlikte
içtiğiniz zaman bizim nöbetimiz gelince, kadehi deviriniz. (Baş aşağı ediniz.)
FASL-I SALİS
HAYYAM’A MENSUP OLDUKLARI MEVSUK
OLMAYAN DİĞER MÜTEFERRİK RUBAİLER. ]
-278-
Tercümesi:
t1] Bunları en eski nüshalarda ve
alelhusus Bodleyn (Bodleian) nüshasında dahi gördüğümüz için iktibas etmeye
mecbur olduk. Sahih oldukları her halde şüphelidir.
[2] Ceberriyane bir sözdür.
Git keyfine bak ki seni daha
dünden düşünmüşlerdir ve senin her türlü temenniyyatını daha dünden is’âf ve
tatmin etmişlerdir; git meserretle yaşa, zira sen daha bir şey istemeden, senin
yarınını işinin kararını daha dünden vermişler dir. (Senin işini daha dünden
tesviye ettiler, demektir.)
-279-
Tercümesi:
Biz Allah’ın lutfuna güvenmiş ve
ibadet ve masiyetten de teberri eylemişizdir. Senin inayetinin tecelli ettiği
yerde yapılmamış şey ve yapılmış şey gibidir ve yapılmış şey de yapılmamış şey
gibidir.
Tercümesi:
[T] Bu rubai umumen Hayyam"a
atfedilmekte ise de hakikâtte hakîm İbni Sina’nındır.
[2] Bu rubai dahi her yerde
Hayyam"a nisbet edilmekte ise de hakikâtte, İbni Sina’nın
… beytiyle
başlayan rubaisine cevap olmak
Ey iyilik etmeyip kötülükler
etmiş olan ve ondan sonra da Allah’ın lutfuna dayanan kimse, sen afv ve gufrana
güvenme; zira hiçbir zaman yapılmamış şey yapılmış şey gibi olamaz ve yapılmış
şey de yapılmamış şey gibi değildir.
[’]
Tercümesi:
Bütün hilkatin kasdettiği umde
bizleriz. Aklın gözündeki basiret cevheri bizleriz. Bu daire-i cihan bir yüzük
halkası gibidir. Hiç şüphe yok ki onun kaşındaki yazı bizleriz.
[2]
Tercümesi:
Eğer nasibimiz gül olmasa da
diken bize yeter; eğer nur bize çok görülüyor ise nâr dahi yeter. Eğer bir
hırka, bir zaviye ve bir şeyh bulamazsak, bize nakus ve kilisa ve zünnar da
yeter.
-283-
Tercümesi:
Ey dört unsurun ve yedi
seyyarenin (yedi semanın) mahsul-i ibdâı olan insan, sen daima yedi ile dördün
arasında tutuşup (kıvranıp ) durmaktasın; iç şarabı; çünkü şimdiye kadar sana
bin kereden fazla söyledim: Geriye dönmek yoktur, buradan bir kere gider isen
tamamıyla gitmişsin.
-284-
[’]
Tercümesi:
Padişahım, felek seni makam-ı
saltanata nasip etti ve senin için padişahlık atına eğer taktı ve senin altın
nallı atın esna-yı harekette ayağını çamura (toprağa) basmasın diye toprağı
gümüşle kapladı.
Ey dostlar! Bilanifak
yekdiğerinize mülaki olduğunuz ve birbirlerinizin yüzünü görüp sevindiğiniz
zaman, saki Zerdüştîler şarabını eline alacak olursa, zavallı filanı (beni) bir
dua ile yâd ediniz.
[2]
Tercümesi:
Gök, buluttan yere beyaz
nesterenler döküyor; zannedersin ki çimenzarlara çiçek dökülüyor; susam çiçeği
gibi olan kadehe ben de gül rengindeki şarabı dökeyim, zira menekşe renkli
buluttan arza yaseminler dökülüyor.
Tercümesi:
Ya Rabbi. Benim (esir) mahpus
gönlüme acı (merhamet et); benim mağmum kalbime (göğsüme) acı (merhamet et);
benim harabata (meyhaneye) yürüyen ayaklarımı affet; benim kadeh tutan elime
acı (merhamet et).
-288-
Tercümesi:
Elinden geldiği kadar kimseyi
incitme; kimseyi hiddet ve infial ateşine oturtma (kimseye hiddet etme,
darılma); eğer daima bir rahata ermek istiyor isen, daima kendin incin, lakin
kimseyi incitme.
Tercümesi:
Bir kadeh şarap yüzlerce gönle ve
yüzlerce dine değer; bir yudum şarap bütün bir Çin memleketine değer;
yeryüzünde binlerce tatlı cana değer acı bir şey var ise o da ancak ve ancak
kırmızı (yakut renkli) şaraptır.
Ey gönül, birtakım malûl
(müptela) adamların ve visalini isteme; birtakım meşgul adamların muhabbetiyle
meşgul olma; dervişlerin asitanı (kapu eşiği)
etrafında dolaş (yani daima
dervişlerle ülfet ü ünsiyet et); belki o zaman birkaç makbul adamın hüsn-i
kabulüne nail olmuş olursun.
Tercümesi:
Mademki hep bu mevcut olan
şeylerden elde rüzgârdan başka bir şey kalmıyor (mademki her mevcut sonunda
fâni ve zaildir) ve mademki gayr-ı mevcut şeyler yüzünden de hiçbir nakise ve
halel tevellüt etmiyor; o halde cihanda her mevcut olan şeyi gayr-ı mevcut farz
ediver ve her gayr-i mevcut olan şeyi de âlemde mevcut zannet.
Tercümesi:
Bu zamanda kendine az dost edin
(az dost edinmekliğin iyidir); ebna-yi zamanla uzaktan görüşmek evladır.
Fatanet gözünü açar isen görürsün ki senin hakiki düşmanın, kendisine tamamiyle
istinat ve itimat etmekte olduğun kimse imiş.
p] Tamamiyle sofistaî
(Sophistique) bir rubaidir.
[2] Amelî ve ahlâkî (pratique)
bir rubaidir; Hayyam sözüne benzemiyor, zayıftır.
-293-
Tercümesi:
Bunca mal ve servet düşüncesi ve
dünya tahassürü nedendir? Sen ci handa ebediyyen berhayat kalan bir kimse
gördün mü? Bu bir iki nefes (soluk) senin bedeninde iğreti bir şeydir ve iğreti
şeyle de iğreti yaşamalıdır.
-294-
Tercümesi:
Yazık o gönle ki onda bir dağ
(bir yanıklık ) yoktur; yazık o gönle ki bir güzellin muhabbetine müptela
değildir; senin aşksız geçireceğin günden daha zayi (daha boş geçirilmiş) bir
günün yoktur.
Tercümesi:
Şarap sayesinde kafalardan kibir
ve nahvet çekilir (azalır yahut zail olur); sağlam bağlar (müşkil ve gamız
meseleler) şarap sayesinde çözülür (halledilir); şeytan (azazil) eğer şaraptan
bir yudum içmiş olaydı, Âdemin önünde iki bin defa secde ederdi.
Bu da Hüsn-i DehlevVnindir:
-296-
Tercümesi:
Şarap erimiş yakuttur, sürahide
onun madenidir; kadeh bedendir, şarap da onun canıdır; içinde şarabın
gülümsediği billur kadeh, kendinde yürek kanını gizleyen bir gözyaşına benzer.
p] Bu rubaide şeytanın^ ^diyerek Âdeme secde etmekten ibâ ve istikbar
etmiş olduğuna telmih ve işaret
vardır.
O ruhtan ki ona râh-ı nab yani
şarab-ı saf derler ve onu yıkık (mariz) gönüllerin medar-ı tesellisi (ilacı)
bilirler, ondan serian bana iki üç dolu (ağır) kadeh getirin; bilmem hayrab denilmek
lazım gelen bir şeye niçin şarap diyorlar!
-298-
Tercümesi:
Ya Rabbi, eğer senin ibadet
mücevherini hiçbir zaman delmedi isem de (seni zikr ü tehlil ederek Esma-yi
Hüsnâ’nı tesbih daneleri gibi delip bir ipe
t1] Bu rubaide şarap kelimesi ile
oynanıyor. Bu kelime guya şer ve ab cüz’lerinden mürekkep imiş gibi tasvir
olunarak ona hayrâb kelimesi mukabil tutuluyor. Faidesiz, abes ve tatsız bir
oyundur ve bu gibi ve oyunlarda tabiîlikten çıkmayarak hakikâten muvaffakıyet
gösterebilen edipler nadirdir. Şimdi zaten cinas, kalıb ü tashif gibi
hezellerin vakti geçmiştir. Maazalik, şarkın muteber ve muktedir şairlerinden
her biri bu vadilerde kimi az, kimi çok muvaffakıyetle daima tecrübe-i tâli’
edegelmiştir ve sihri-i helal sanatı bu tecaribden doğmuştur. Yazılarında daima
sadeliğe ve tabiîliğe mütemayil olan Şeyh Sadi bile bu kusurdan münezzeh
değildir. Hatta aynı şarap kelimesiyle bir şiirinde oynar ve onu yukarıdaki
rubaide olduğu gibi iki müstakil parçaya ayırır da der ki:
.
[2] Bu ( 4 )
gibi ifadeler îran üdebasının âsârında çok görülür.
Ezcümle, Şeyh Sadi:
der/ u
Keza Hace Hafız söyler:
geçirmedim yani tekrar etmedim
ise de) ve günah tozunu yüzümden hiçbir zaman silip ref etmedim ise de yine
senin lutfundan meyus değilim; çünkü hiçbir zaman bire iki demedim.
-299-
Tercümesi:
Şu bir iki gün elinde fırsat var
iken halis ve safi şaraptan iç; çünkü bu iki günlük ömür bir kere geçer gider
ise bir daha dönüp gelmez; bunu iyi anla da ondan istifade et. Cihanın harabiye
(izmihlâle) doğru gittiğini biliyorsun, öyle ise sen de gece gündüz durma iç.
(Harap ol.)
-300-
Tercümesi:
Ben yokluğun ve varlığın her
ikisinin de zahirini bilirim. Ben her yukarının ve aşağının iç yüzünü (bâtını)
bilirim. Bununla beraber, eğer sarhoşluğun ötesinde bir mertebe biliyor ve
tanıyor isem, kendi ilmimden utanayım. (Bana âlim demesinler.)
f1] Hafız-i Şirazî aynı meali
bilaşüphe bu rubaidekinden daha güzel söylemiştir: X'-*JJ V. V.
-301-
Tercümesi:
Sabahları lalenin yüzü şebnem ile
ıslandığı ve çimende menekşenin boyu (kameti) eğildiği sıralarda eteğini
etrafına derleyip toplayan goncanın hali gerçekten benim hoşuma gider.
-302-
Tercümesi:
Gönül bana: Ben ilm-i ledüniyi
heves ediyorum; elinden gelir ise onu bana talim et-dedi. Ben: Elif, der demez
o bana: Artık yeter, başka bir şey söyleme; evde eğer bir kimse var ise bir söz
kâfidir- diye mukabele etti.
-303-
Tercümesi:
Gönül daneyi (yemi) tuzaktan fark
etmiyor; bir taraftan mescide, diğer taraftan kadehe (şaraba) mütemayil
görünüyor. Bununla beraber, ben aleddevam şarap ve maşukam ile celis ve enis
olmak isterim. İnsanın vahdethanede (savmaada) hâm yaşayacağına meyhaneye
müdavim olup da pişkin olması evladır.
-304-
Tercümesi:
Bak o kadehin cismi cana gebedir,
tamamıyle bir yaseminin bir erguvana gebe kalışı gibi- hayır, hayır yanlış
söyledim: Şarap ile memlu olan kadeh kemal-i letafetten aynıyla kızgın ateşe
gebe kalmış ab-ı zülale benziyor.
Dünya mademki fânidir, ben de
mekr ü hileden başka bir şey düşünmem; zevk ve safadan başka bir şeyle meşgul
olmam ve parlak şaraptan başka bir şeye temayül etmem. Bana: Allah seni
günahtan taib etsin, diyorlar. Allah bana tevbe ettirmez; o ettirse de ben
etmem.
-306-
Tercümesi:
Ömrün ölçüsünü (tûlunu) altmıştan
fazla hesap etme; her nereye adım atıyor isen daima sarhoş olarak at; başının
tasından desti yapılmazdan evvel, sen hemen destiyi omzundan ve tası (kadehi)
elinden bırakma.
I1] Bu şiir kitabımızın 207
numaralı rubaisinin bir şekl-i diğeridir. O rubainin son mısraları şöyle idi:
[2 ] Ömer Hayyam kendi sinnin altmışı tecavüz
ettiğini başka bir rubaisinde söylemiştir ki bu rubai kitabımızın
mukaddimesinde (sahife 88) tercümesiyle birlikte gösterildi. Her iki rubaide
bir şairin olamaz. Olsa olsa bu son rubaiyi Hayyam daha altmışıncı sâl-ı
hayatına girmeden ve daha ne kadar yaşayacağını bilmediği bir zamanda söylemiş
olabilir. Yahut insanda ömr-i tabiî-i vasatîyi altmış farz ettiği için
söylemiştir.
Tercümesi:
Aşk yolunda insan temiz (vefakâr)
olmalıdır, en sonra, ecelin pençesinde helâk olmak zaruridir; ey güzel çehreli
saki, sen boş oturma (boş durma); bize bir su ver ki bir gün toprak olmamız
mukarrerdir.
- - [2]
Tercümesi:
Gerek halis ve safi şaraptan
daima içenlerden, gerek gecelerini daima mihrapta ibadetle geçirenlerden
hiçbiri karada değil, sudadırlar (bunların kâffesi terdamendirler); ayık olan
yalnız bir kişidir, diğerleri kâffeten uykudadırlar.
p] Bu da Şeyh Sadi’nin yüksek ve
ibretamiz sözlerindendir:
[2] Şeyh
Sadi’nin zirdeki sözünü uzaktan uzağa andırıyor; Lakin Hayyam sözüne hiç
benzemiyor. Hem ifadesi düşkün, hem meali gariptir:
-309-
Tercümesi:
Aklını başına al (müteyakkız
bulun), zira zamane daima ika’-ı mefaside saidir; sakın emin olma, zira dehrin
kılıcı keskindir; eğer zaman senin ağzına baklava dahi koysa sakın onu yutma,
zira zehirlidir.
Ben madum olmaktan korkar bir
adam değilim; çünkü öbür yarım (madumiyet) bana bu yarımdan (mevcudiyet) daha
hoş gelir; bu dünyada bende eğreti bir ruh var; onu da teslim etmek zamanı
gelince, teslim eder giderim.
Tercümesi:
Şu dünyadan kendime bir köşecik
(zaviyecik) ve iki parçacık etimek ayırdım (ihtiyar ettim); dünyanın satvet ve
haşmetinden de bir şey arzu etmedim (debdebe ü haşmet-i dünyeviyeden tamaı
kestim); dervişliği can ü dilden istedim (satın aldım) ve dervişlikte
(fakirlikte) miknetler ve servetler buldum (gördüm).
Tercümesi:
Kadehin içinde şarap, hakka ki,
latîf bir cânâ benzer; şişenin cisminde o latif bir ruhtur; hiçbir sakîl adam
şarapla arkadaş olmağa layık değildir; bu arkadaşlık ancak şarap kadehine
yakışır; çünkü kadeh latif bir sakîldir.
Ey eski dostlarımın zübdesi (bir
güzidesi) olan zat, beni dinle: Bu başsız dipsiz felekten hiç endişe etme
(çekinme, tevahhuş etme); kanaat arsasının bir köşesine çekil de dehrin
oyunlarını temaşa et.[ ]
-314-
Tercümesi:
Ben şarap içerim ve benim gibi
ehliyetli olan her bir kimsenin şarap içmesinin mantık nezdinde o kadar bir
ehemniyeti olmaz (yahut masiyet sayılmaz); benim şarap içeceğimi Allah ezelden
beri bilirdi; eğer şimdi şarap içmeyecek olursam; Allah’ın ilmi cehl olmuş
olur.
[3] Bu kitabın 55’inci sahifesinde iş bu rubai hakkında serd
edilen mülahazata bakınız.
Tercümesi:
Şarap Müslümanlıkta haramdır,
lakin şunu bilmek lazım ki onu içen kimdir, ne miktarda içiyor ve kimle içiyor.
Bu üç şartın istilzam ettiği şeyler tamamen mevcut olduğu surette (sana
soruyorum) bana söyle: Şarabı âkıl ve âlim adamlar içmesin de kim içsin?
-316-
Tercümesi:
Akıl ve idrağın esiri (zebunu)
olan kimseler var ve yok hasretiyle tükendiler (yıprandılar); sen git
dalgınlığı (gafleti) ve suyunu (şarabı) ihtiyar et (her şeye tercih et); çünkü
vukuf iddiasında bulunanlar (her şeyden haberdar olduklarını zannedenler) daha
koruk iken kuru üzüm oluverdiler.
^Farisî’de maruf bir ıstılahtır
ki (vaktinden evvel tükenmek, çökmek çiçeğinde
kurumak) manalarını mutazammındır.
Burada olduğu gibi manası tevsi edilerek kullanıldığı da vardır.
-317-
Ey saadet kadehinde tecelli eden
şarab-ı leziz, sen aklın ayağına takılmış tam bir bağ ve bir düğümsün; senden
içen kimseye, mahiyetini avucu içine koymadıkça (yani onun mahiyetini tamamen
meydana koymadıkça) kat’an eman vermezsin.[2]
-318-
Tercümesi:
Kur’an ki ona en yüksek kelâmdır,
derler, onu arada sırada okurlar ve aleddevam okumazlar; hâlbuki kadehin
çizgilerinde bir ayet-i mübin (parlak bir alamet ) vardır ki her yerde ve
aleddevam onu okurlar.
[2 ] Türk şairi merhum Ziya Paşa
dahi böyle söyler:
Bed-mâye olan anlaşılır meclis-i
meyde
İşret güher-i âdemi temyize
mihenktir
[3] Nüshaların bazılarında bu mısra: y- şeklindedir. İran’da eskiden
derunlarda şarap içilen madeni
kadehlerin çepçevresinde şarabın vasfına müteallik şiirler ve münasip cümleler
yazılmak ve kazılmak mutat idi. Hatta rivayet edildiğine göre tarih-i esatir-i
İraniye’de pek meşhur olan cam-ı Cemşidyahut cam-ı Cem’in etrafında mahkuk olan
yazılar yedi halka teşkil ederlermiş.
[4] Bu mısrada bir iham vardır. Hem “ aleddevam” hem “şarap”
manalarını ifade eden “müdam” kelimesi bu iki mazmuna da müsait bir tarzda
istimal olunmuştur. Mezkûr mısra hem: -Ki onu her yerde aleddevam okurlar, hem:
Ona her yerde şarap derler, tarzlarında tercüme olunabilir
-319-
Tercümesi:
Gül mevsiminde gül renkli
şaraptan iç; onu neyin iniltisi ve kanunun (sazın) tagannisiyle iç; ben şarabı
gövdeye atarım ve kalbim ferih olarak keyfimi çatarım; sen eğer ondan içmiyor
isen ben ne yapayım, zıkkım iç.
^] Bu rubai nüshaların
bazılarında şu zirdeki şekilde münderiçtir.
Ömer Hayyam"ın kendi
sözlerinden oldukları bile şüpheli olan bu iki rubaiden biri kıymeten diğerine
faik ad olunamaz. Zaten biri diğerinin naziresi yahut kopyası gibi bir ş eydir.
Kelam-ı Hayyam’ın bu kabîlden sözlerin çok fevkinde ince bir çaşnisi vardır ki
zevk-i selim ashabına o daima malumdur.
Tercümesi:
Gül dedi ki: Ben Çimenzar-ı
Mısrî’nin (şehrinin) Yusuf’uyum, ağzı altunla dolu kıymetli bir yakutum; ben
dedim ki: Sen gerçekten Yusuf isen, bir alamet-i farika göster, o da cevaben:
Bak gömleğim kana nasıl müstağrık, dedi.
-321-
Mekr ü tezviri işlerine esas
ittihaz eden kimseler gelirler ve can ile tenin (cisim ile ruhun) arasına fark
koyarlar (yani ruh ile cismi yekdiğerine mübayin addederler); ben şarap
sürahisini bundan böyle tepemde taşıyacağım, velev tepeme, horosun tepesindeki
gibi bir destere dayasalar dahi.
Tercümesi:
Nefehat-ı nesim ile cihanın
süslendiği zaman bu zamandır; bulutun gözlerinden çeşmelerin boşandığı zaman bu
zamandır; yed-i beyza tesirli çiçeklerin, dallarından avuçlarını gösterdikleri
ve Isa nefesli (ihya-yi emvata kâdir) namiyenin yani otların topraktan
fışkırdıkları zaman bu zamandır.
-323-
Tercümesi:
İşte biz, işte şarap, işte
meyhanenin peykesi (destgahı), işte harap ocak; Allah’tan rahmet ümit
etmediğimiz gibi azabından da korkmuyoruz; ruhumuz, kalbimiz, kadehimiz,
libasımız hep şarap tortusuyla aludedir; topraktan, yelden, ateşten ve sudan
(anasır-erbaadan) da fariğ ve müstağniyiz.
-324-
I ]
Tercümesi:
Mecazî olan (hakiki olmayan)
aşkın revnakı olmaz; yarı sönmüş ateş gibi şaşaası (parıltısı) olmaz; âşık olan
kimse aylarca ve yıllarca gece ve gündüz, ne yemeli, ne içmeli, ne uyumalı ve
ne karar ve aram etmelidir.
-325-
[ ]
Tercümesi:
Gülün yüzünde hâlâ buluttan bir
nikab var, tabımda ve gönlümde hâlâ şaraba istek var; uyuma, şimdi uyku vakti
midir? Bana bir kadeh şarap ver; çünkü daha ortalık aydındır.
-326-
Tercümesi:
Ey derviş, libas-ı sûrîyi
sırtından çıkar ki libas-ı sûrîye kendini kaptırmayasın (teslim-i nefs
etmeyesin); git o eskimiş olan kilim-i fakrî omzuna at ve o kilimin altında
saltanat davulunu çal.
-327-
[ ]
Tercümesi:
Mademki benim istediğimi Allah
istememiştir, benim istediğim nasıl doğru olur? Eğer onun istedikleri sevap
ise, benim istediklerim hep hatadır.
I1]
Tercümesi:
Zannetmeyesin ki ben
kendiliğimden mevcudum; yahut bu karanlık yolu kendiliğimden tayy ettim;
mademki benim varlığım onunla var olagelmiştir, öyle ise, ben kim idim, nerede
idim, ne zaman var idim?
-329-
Tercümesi:
Ehil (ehliyetli) olan kimseye
canım feda olsun; böyle bir kimsenin kademine başımı koysam da caizdir.
Gerçekten cehennem nedir bilmek ister misin? Dünya’da cehennem ehliyetsiz
kimselerle muaşeret etmektir.
I1]
Tercümesi:
Benim gaye-i aklım seni ispat
edecek kudreti haiz değildir; benim bütün düşüncem senden daima istigase etmek
arzusundan ibarettir. Ben senin zatını gereği gibi nasıl tanıyabilirim? Senin
zatını zatından başka tanıyan yoktur.
-331-
[2]
Tercümesi:
Bu nakş-i mecazî nedir? diye
soruyor idik. Onun hakikâtini söyleyecek olur isem, söz uzar. Bu, bir denizden
çıkmiş ve bir müddet sonra tekraren o denizin dibine batıp nayab olmuş bir
nakştır (bir timsaldir).
-332-
Tercümesi:
Cürümüm ağır ve günahım büyük
olmakla beraber rahim olan Allah’ımdan ve Yaradan Rabbimden meyus değilim; eğer
bugün sarhoş ve sefil bir halde olsam bile, o yarın benim çürümüş kemiklerime
elbette merhamet eyler.
-333-
Tercümesi:
Nefsimle daima çekişmekteyim, ne
yapayım? Kendi ettiklerime keder ediyorum, ne yapayım? Farz edeyim ki beni,
lutfunun muktezası olarak, affedeceksin; ya yaptıklarımı gördüğünden münbais
hicabımı ne yapayım?
-334-
Tercümesi:
Ey felek, sen benim kalbimi daima
mahzun edersin; benim kamîs-i sürurumu daima yırtarsın; bana doğru esen serin
rüzgârı sen ateşe tahvil ediyorsun; içtiğim suyu da ağzımda toprağa
döndürürsün.
-335-
Tercümesi:
Ey gönül, cism-i tozundan kendini
tathir edecek olur isen, sen bir ruh-ı mücerred olarak eflağa yükselirsin.
Senin makamın arştır, yazık değil mi ki gelip hıtta-i arzda sâkin oluyorsun?
-336-
Tercümesi:
Diyorlar ki: Şarap içme, belaya
uğrarsın ve yevmülhisapta ateşte yanarsın. Bu böyledir, lakin sekran-ı şarap
olduğun bir lahza bütün cihana malik olmaktan iyidir.
-337-
| \ | . IA' jv
t1]
Tercümesi:
Ey felek, senin hareket ve
deveranından memnun değilim; beni azat et; çünkü ben bağlanmağa müstehak
değilim; eğer sen akılsızlara ve ehliyetsizlere mültefit isen, ben de pek o
kadar ehliyetli ve akıllı değilim.
p] Bu rubaiyi Kemâl İsmail
Îsfahanî’nin muasırlarından ve Hacenin Nasir Tusfnin telamizinden Esirü’d-din
İdmani'ye isnat edenler de vardır. Herhalde Hayyam’ın olduğu şüphelidir.
-338-
Tercümesi:
Ey Hayyam, günah için bu kadar
keder ve matem nedir? Kederlenmenin az yahut çok bir faidesi var mıdır? Günah
işlemeyen gufrana nail olmaz. Gufran günahkârlar içindir, bunda mağmum olacak
ne vardır?
Benim gönlüm hiçbir zaman ilimden
mahrum olmadı; esrar-ı ulumdan anlayamadığım az şey kaldı; yetmiş iki sene
geceli gündüzlü yaşadım ve en sonra hiçbir şey bilmemiş olduğumu bildim.
P ] Bu rubai yukarıda 248’inci
sahifede 270 numara tahtında münderiç olup
Beytiyle hitam bulan rubaiye
mazmunen pek benziyor. Kailinin Hayyam olduğu meşkuk rubailerdendir.
[2] Bu rubai Fahre’d-din Razi
sözü olmakla maruftur. Bu rubai için kitabımızın 82’nci sahifesindeki
mülahazata dahi bakınız.
-340-
Tercümesi:
Bünyanı yüksek olan bu zalim
felek hiçbir kimsenin müşkilini halletmiş (boğuk düğümünü çözmüş) değildir. Her
nerede bir dağdar görmüş ise onun dağı (yarası) üstüne bir dağ daha urmuştur.
-341-
Tercümesi:
Zevke bak; çünkü ahzan ü ekdarın
ardı arkası hiçbir zaman kesilmeyecektir; günde birçok kevakib kırân edecektir;
senin kalıbından yapılacak olan kerpiç başkalarının köşklerinin ve saraylarının
inşasına yarayacaktır.
p] Yıldızlardan bazılarının
yekdiğeriyle kırânı müneccimlerce nahs ad olunur.
-342-
Tercümesi:
Dünyada meşhur olmayan ve ne
futaya, ne atlasa, ne sofa girmeyen (yani bunları giymeyen) kimsenin yüreği ne
kadar memnundur! O kimse anka gibi her iki dünyanın sevdasından fariğ olmuştur
(sarf-ı nazar etmiş); benim gibi harabe köşelerinde baykuş olmamıştır.
-343-
Tercümesi:
Ruh âleminde insan müteyakkız
olmalıdır; dünya işlerinde ise sakit olmalıdır. Göz, dil ve kulak yerlerinde
oldukları müddetçe insan gözsüz, dilsiz ve kulaksız (sağır) olmalıdır (yahut
görünmelidir).
p] Dünya’da sükût ve inzivayı ve
nutk ü sem’ ü basarda imsağı tavsiye ediyor. Hayyam’ın meşgul olduğu şeylerden
değildir. Bu, ehl-i batına yakışır hareketlerdendir.
-344-
Tercümesi:
O kadar güzel imal edilen ve
sonra kırılıp yol üstüne atılan kâseye sakın mühimsemeyerek (hor) basmayasın;
çünkü onu birçok kafataslarından yapmışlardır.
-345-
Tercümesi:
Yeryüzünde eğer benim bir kerpiç
parçasından başka bir şeyim dahi olmasa, onun bedeli -söylemek ayıp olmasın-
şarap (içki) parasıdır. Bana hani yarınki içki paran? Diyorlar. Ben de: Cübbeyi
ve sarığı Hazret-i Meryem dokumadı ya, onları satarım-diye cevap veriyorum.
p] Hayyam’ın bu mealde olan diğer
rubailerinden ifadece çok aşağıdır. Onları takliden sonradan yazılmışa
benziyor.
-346-
Tercümesi:
Sen keyfine bak, zira dünya
geçicidir (geçecektir); ruh bedenin ardından birçok bağırıp çağıracaktır
(telehhüf edecektir); şimdi gördüğün bu kafatasları yarın çömlekçilerin tekme
ve tokatları altında kalacaktır.
-347-
Tercümesi:
Temiz ahlâklı, ehliyetli ve
akıllı kimselerle ihtilat et; ehliyetsiz kimselerden ise yek fersah uzağa kaç;
akıllı bir adam sana zehir verecek olursa iç; ehliyetsiz adamın eliyle verilen
şey, bal (şerbet) de olsa, onu dök (içme).
-348-
Tercümesi:
Ey Hayyam, senin bedenin
tamamiyle bir çadıra benziyor; ruh da makamı dar-ı beka olan bir padişaha
benziyor; sultan kalkınca, ferraş-i ecel çadırı başka bir menzile kurmak üzere
devirmez mi?
-349-
Tercümesi:
Ey kaza ve kader ciridiyle top
gibi kapılıp koyuverilen insan! Soldan itil (kakıl), sağdan (yahut doğru) yürü
ve sesini hiç çıkarma; zira seni böyle koşup didinmeye kim mahkûm ettiyse ancak
o bilir, o bilir, o bilir.
p] Hayyam’ın kendi sözü olmak
üzere kabul edilmeğe layık olan rubailerdendir. Fiç Cerald (Fitz Gerald) dahi
bunu öyle addederek nazmen tercüme etmiş olduğu 101 rubainin arasına idhal
eylemiştir.
[2] Kitabımızın 87’nci
sahifesinde bu rubaiye dair olan mülahazata bakınız.
-350-
Tercümesi:
İlim kitabından bir fal açtım;
ansızın, halden anlar bir adam yüreği yanarak dedi ki: Kucağında ay gibi bir
sevgilisi ve yıl kadar uzun bir gecesi olan kimse ne kadar bahtiyardır!
-351-
Tercümesi:
Dedim ki: Artık gül rengindeki
şaraptan içmeyeceğim; şarap üzüm çubuklarının (asma fidanlarının) kanıdır, ben
artık kan içmeyeceğim, üstad-ı akıl bana dedi ki: Söylediğin acaba ciddi mi?
Ben de cevaben: Şaka ediyorum, nasıl içmem, dedim.
Tercümesi:
Başım asma (üzüm çubuğu) suyuyla
neşvemend olmadığı günde eğer felek bana padzehr verecek olsa o padzehr bana
zehir gelir. Gam-ı cihan zehre benzer; onun padzehri şaraptır. Ben padzehri içerim
ve zehirden korkmam.
-353-
Tercümesi:
Mademki şu zamanda akıldan bir
faide memul değildir ve zamaneden müstefit olan ancak akılsızdır; sen aklı
baştan alan o şaraptan bize getir ki zaman bize biraz daha iyi bir nazarla
baksın.
-354-
Tercümesi:
Farz et ki ben günahkâr bir
kulum, ya senin rızan nerede? Farz et ki benim gönlüm kararmış, ya senin nurun
ve ziyan nerede? Eğer sen bize cenneti ibadet bedeli olarak verecek isen bu
alışveriş olmuş olur, ya senin lutuf ve keremin nerede?
-355-
Tercümesi:
Tab’ım namaza ve oruca temayül
ettiği gün başlıca muradım (en büyük meramım ) hâsıl oldu, zannettim; yazık ki
o namaz için aldığım abdest bir
la
bozuldu, o oruç da yarım yudum
şarapla bâtıl oluyordu.
-356-
Tercümesi:
Güneş sabah kemendini dama attı;
gündüz Keyhüsrev’i (sultanı) şarabı kadehe döktü; iç şarabı, zira sabahleyin
erken kalkanların (seherhîzlerin) müezzini eşrebu nidasıyla ortalığa velvele
saldı.
-357-
Tercümesi:
Bu suret-i mükevvenat bütün
nakıştan ve hayalden ibarettir; bu hali bilmeyen arif değildir; otur, bir kadeh
şarap iç ve keyfine bak ve muhal görünen birtakım hayaller ile meşgul olma.
-358-
[2]
Tercümesi:
Toprak (çamur) bulaşıklığından
münezzeh olan ruh temiz bir cihandan sana misafir gelmiştir; senden yani akşamın hayır olsun, deyip
ayrılmazdan
akdem sen ona şarab-ı sabuhi ile
imdat et.
p] Görünüşte tasavvuftur. Yalnız
rubainin ikinci beyti gerçekten Hayyamane bir şivededir.
[2] Bu rubaide Spiritualisme’ye
kaçıyor. Hayyam’ın olduğu şüphelidir.
-359-
Tercümesi:
Ben harabat (meyhane) ile fahr
ederim, zira onun ehli ehliyetlidir; iyi bakacak olur isen onun kötü hallerinin
de bir mahzuru yoktur (kötü tarafları da şayan-ı kabuldür); medreseden hiçbir
sahibdil (bir arif ) zuhur etmedi; yıkılsın bu harabe çünkü bir darülcehldir.
-360-
Tercümesi:
Meserrete dair olmayan her şeyden
kat’-ı münasebet etmek evladır; şarabı dahi muhteşem otaklarda gezip dolaşan
güzellerin elinden içmek evladır; daima sarhoş, kalender ve taşkın olmak
evladır; bir yudum şarab ka’r-ı deryadan (balıktan) re’s-i semaya (kamere)
kadar her ne mevcut ise, onların hepsinden iyidir.
p] Ömer Hayyam’ın fikr ü
meşrebiyle tamamen imtizaç eder sözlerdendir. Tarz-ı ifadesi de güzel ve
metîndir. Müşarünileyhin kendi rubaileri arasına konulabilir
-361-
Tercümesi:
Benim gibi bir adamın eli bir
kere kadehe ve bardağa değdikten sonra o elin artık kitaba ve minbere değmesine
yazık; sen kuru (hâm, toy ) bir zahitsin, ben de yaş (aludedamen) bir fasıkım,
ben ateşin yaş şeyi tutuşturduğunu hiç işitmedim. (Yani cehennem yakar ise
ancak seni yakar, beni değil, diye Ömer Hayyam burada kaba sufilerle
şakalaşıyor.)
-362-
Tercümesi:
Ne vakte kadar herkesin züll-i
cefası altında ezileceksin? Ne zamana kadar bu desais-i zamanın tazyiğına maruz
kalacağız? Hafif ruhlu sevgilimizle bir lahza oturup içki ile dolu iki üç ağır
kadeh devirelim.
-363-
Tercümesi:
Bedehşan yakutu rengindeki
kırmızı dudak nerede? Ruhun mûcib-i istirahatı olan şarab-ı reyhanî nerede?
Şarap Müslümanlıkta haram olsa sen yine onu iç ve hiç keder etme; hani
Müslümanlık?
-364-
Tercümesi:
Yaşlı bir adam gördüm ki
sarhoşluk uykusuna yatmış ve şüphe evini akıl tozundan tathir etmiş idi; şarap
içmiş, kendinden geçmiş ve ^1
yani Allah
kendi kullarına rahîmdir, deyip
sızmış idi.
-365-
Tercümesi:
Dün gece sarhoş olarak meyhaneye
uğradım; orada sermest ve şarap destisi omzunda yaşlı bir adam gördüm. Ona:
Allah’tan hiç utanmaz mısın? Be hey kocamış herif? Dedim. Cevaben: İnayet
Allah’tandır, iç şarabı da sus! - dedi.
-366-
Tercümesi:
Bir şarap fıçısının ağzını
hırka-i zühd ile kapadık; meyhanenin toprağıyla da teyemmüm ettik; medreselerde
şimdiye kadar zayi etmiş olduğumuz ömrü belki bundan sonra meygede kapılarında
bulur ve telafi ederiz.
p] Hayyamane bir rubaidir. Şivesi
de çok selistir.
-367-
Tercümesi:
Bir gün sen beni sarhoş, başımı
senin ayağına koymuş ve alçalmış göreceksin; sarığı başından, kadehi elinden
düşmüş olarak beni putperest saçların zincirine tutulmuş göreceksin.
-368-
Tercümesi:
Eğer içki (şarap) içiyor isen,
aklını kaçırma; sersem olma, cehle mekân olma; yakut renkli şarabın sana helal
olmasını ister misin? Kimseyi iza etme ve çıldırma.
p] Alelekser beyaz ve güzel
yüzlerin etrafına döküldüğü için edebiyat-ı Farisiye’de saça bazen putperest
vasfını münasip görürler. Bu rubai, Ajljjj^lj^ yapılmış güzel bir rubai-i
teranedir. Lakin bizce yine Ömer Hayyam’ın olduğu şüphelidir.
-369-
I1]
Tercümesi:
Kalk, gel de pençemizi saza
uralım (yani saz çalalım), şarap içelim ve namusu âra çarpıp parçalayalım;
seccadeyi bir kadeh şaraba mukabil satalım ve bu zühd şişemizi taşa urup hurd ü
hâk edelim.
-370-
Tercümesi:
Mademki ecel eman vermeyecektir,
sen hemen bana şarap ile dolu kadehi ver, ey saki; içinde ancak iki, üç gün
yaşayacak olduğumuz şu cihanda beyhude keder etmek bizim yüreğimizin harcı
değildir, ey saki!
p] Alat-ı tarabdan bir alet
ismidir ki onu kullanana çengi derler ve bu ikinci kelime Türkçede dahi
müstamildir. Bu rubainin birinci mısraında bir cinas-ı tamm vardır.
-371-
Tercümesi:
İyi nam ile meşhur olmak iyi bir
şeydir; feleğin cefasından müteellim olmak ayıptır; üzüm suyunun kokusuyla
mahmur olmak kendi zühdüne mağrur olmaktan her halde evladır.
-372-
Tercümesi:
Bayram geldi, işleri yoluna
koyacak (iyileştirecek), saki kırmızı şarabı sürahiye dökecek, namaz yularını
ve oruç ağızlığını (köpeklere takılan ağızlığa “pûze bened”derler) bayram bu
eşeklerin başlarından çözüp çıkaracak.
p] Pek kaba bir istihzadır.
Hayyam’ın ühkûmelerinde daima gördüğümüz zarafet ve bedaattan bunda eser
yoktur; binaenaleyh kendi sözü olduğu şüphelidir.
Tercümesi:
Sünneti icra etme ve farizayı da,
ister isen hiç eda eyleme; kendinde olan bir lokma yemeği başka kimselerden
kıskanma; gıybet etme ve kimsenin yüreğini kırma; sen bunları yapacak olur
isen, öteki dünyayı (ahireti) ben sana taahhüt ederim (yani ahiretin senin için
iyi olacağını ben sana temin ederim), sen bana şarabı getir.
-374-
Tercümesi:
İkametgâhımız olan bu vefasız
cihanda kendi kıyasıma göre pek çok aradım, lakin orada ne senin gibi parlak
bir ay gördüm, ne de senin endamın gibi düzgün bir servi buldum.
p] Bu son iki beyit: Senin çehren
gibi ay yoktur. Bunu açık söyledim. Senin endamın gibi servi bulunmaz, bunu
doğru söylüyorum, diye de tercüme olunabilir, bir me’labe-i edebiyedir.
-375-
Tercümesi:
Ömrümün ümit balığı ağdan kaçtı
(gitti); hayatım sarhoşların geceleri gibi beyhude geçti; yazık ki her bir anı
(saniyesi) bir cihan kıymetinde olan ömür elimden ucuz gitti!
-376-
Tercümesi:
Dünya bütün mihnettir, zaman ise
bir baştan bir başa kederdir; felek bütün afettir ve cihan seraser zulmettir;
velhasıl, şu dünyanın işlerine bakıyorum ve görüyorum ki orada asude (müsterih)
bir adam yoktur, var ise bile azdır.
-377-
Tercümesi:
Her kim ki meyhanenin kapısını
bıyıklarıyla süpürmüş (yani postu meyhaneye sermiş) ve bütün cihanın iyisinden
ve kötüsünden sarf-ı nazar etmiştir, eğer her iki cihan (dünya ve ahiret) bir
top gibi bir çukura yuvarlanacak da olsa - mademki o adam içmiş ve sızmıştır-
onun nezdinde bu hadisenin bir arpa kadar kıymeti ve ehemmiyeti olmaz.
-378-
[’]
Tercümesi:
Tatlı ve nazenin olan ömür
geçmektedir; sen durma hemen ondan istifade etmeğe bak. Bak o ömr-i aziz nasıl
hüzün ve elemle geçiyor; bütün müddet-i hayatımda hiçbir huzur ve safa görmedim;
böyle geçen ömre yüz kere yazık!
P] Arif Hakîm Hacı Molla Hadi-i
Sebzvarî’nin aşağıdaki beyti mazmunen bu rubaiye ne kadar benziyor:
Tercümesi:
Sakın, daha iktidarın var iken
dostların (azizlerin) yüreğinden bir yükü olsun kaldır; çünkü bu güzellik
saltanatı (mülk-i cemal) ebedî değildir; bir de bakarsın ki senin elinden de
bir gün çıkıvermiş.
-380-
Tercümesi:
Ey gönül! Mademki sen bütün
esrara vâkıf değilsin, her şeye niçin boşuna bu kadar keder ediyorsun? (Bunca
beyhude gamı neden yiyorsun?) Mademki hiçbir iş senin istediğin tarzda
gitmiyor, bari şu içinde bulunduğun anı (dakikayı hoş geçir.)
p] Bu rubainin iki son mısraları
Hafız-i Şirazfnin: sözünü andırıyor.
-381-
Tercümesi:
Eyvah benim biçare, dertli ve
viran gönlüm akıllanıp sevgilimin muhabbetini üstünden silkip atamadı;
anlaşılıyor ki muhabbet (aşk) şarabını herkese sundukları gün benim kadehimi
(kâsemi) ciğer kanına daldırıp doldurmuşlar!
-382-
Tercümesi:
Eğer müteyakkız ve fatin bir adam
isen, kendini düşün ki ibtidadan buraya ne getirmişsin ve buradan bilahere ne
götürüyorsun diyorsun ki şarap içmem; çünkü ölüm var. Ben de diyorum ki içsen
de içmesen de o ölümün vardır.
Tercümesi:
Bir mezraanın (bir bostanın) bir
köşesine bir kadeh, biraz şarap ve bir güzel saki ile birlikte çekilebilsem ve
bunların peşin olarak orada sefasını sürsem, ve resiye olan cenneti (bütün
lezzat ü müşteheyatıyla birlikte) sana terk ederim. Cennet ve cehennem
sözlerini hiçbir kimseden sorma ve dinleme. Cehenneme kim gitmiş ve cennetten
kim gelmiş?
-384-
Mezahib-i muhtelife salikleri
aşağı yukarı yetmiş ikidir; dinler ve mezheplerden benim mezhebim meslûkum
senin muhabbetindir. Kâfirlik imiş, müselmanlık imiş, ibadet imiş, mâsiyet
imiş, bunların hiç ehemmiyeti yok. Cümlenin maksûdı sensin, bahaneyi ortadan
kaldır!
-385-
t1]
Tercümesi:
Bak, şafak attı (sabah oldu) ve
gecenin eteği yırtıldı. Kalk, sabah şarabı iç, niçin mahzun duruyorsun? İç
şarabı, ey gönül! Zira, bundan sonra daha nice sabahlar yüzünü bize çevirmiş
olduğu hâlde tulu edecek, hâlbuki biz yüzümüzü o zaman toprağa çevirmiş
olacağız!
-386-
Tercümesi:
Ya Rab! Senin saltanatının benim
ibadetim yüzünden bir şeyi arttı mı? İrtikâb ettiğim masiyet yüzünden de bir
şeyi eksildi mi? Değilse, affet (vazgeç) ve beni muateb etme; çünkü senin geç
yakalayıp geç mücazat eden ve çabuk (sühuletle ) afV ve mağfiret eden bir zat-ı
rahim olduğunu biliyorum.
-387-
Tercümesi:
Boşu boşuna her kapuya
seğirtmemelidir: Zamanın iyisiyle kötüsüyle imtizaç eylemek gerektir. Felek tasından
ve takdir zarlarından önümüze hangi bir yazı yahut rakam çıkar ise, onu oynamak
gerektir.
-388-
[’]
Tercümesi:
Ey şarap, sevgilimin kırmızı
dudağını elde tut (salıverme); çünkü sen bu işi güzel ve ekmel bir tarzda idare
ediyorsun (buna calib-i hayret olacak bir tarzda muvaffak olmaktasın); kadeh
kırmızı dudağı öpmeğe muvaffak oldu. (Yahut kırmızı dudakla mütenaim oldu);
çünkü mahbubenin dudağını o birçok yürek kanıyla elde etti.
Tercümesi:
Eğer beldede meşhur bir adam olur
isen, nasın en şeriri olmuş olursun: Eğer bir uzletgaha çekilecek olur isen, o
zaman büsbütün mütevesvis sayılırsın. Eğer Hızır yahut İlyas da olsan, senin
için en hayırlı şey kimsenin seni tanıyamaması ve senin kimseyi tanıyamandır.
[2]
Tercümesi:
Senin rahmetin bana şamil oldukça,
ben günahtan korkmam; senin nevalen benimle birlikte oldukça, ben yolun
zahmetinden korkmam; senin inayetin beni ak yüzlü olarak ba’s edecek olduktan
sonra, ben kara name-i a’malimden zerre kadar korkmam.
-391-
Tercümesi:
Cihanın zübdesi hükmünde olan ve
tefekkür Burak’ını asumanın fevkine süren kimseler, senin zatını anlamak ve
bilmek hususunda tamamıyla felek gibi aciz, meyus (baş aşağı) ve avaredirler.
-392-
Tercümesi:
Bir hânende, biraz şarap ve bir
de huri tıynetli bir güzel bulunacak olursa, yahut bir akarsu ve bir mezraa
kenarı mevcut olacak olursa, sen bundan daha iyisini arama ve soğumuş (donmuş)
olan cehennemi kızdırma (alevlendirme); çünkü eğer bir cennet var ise, elbette
bundan başka bir şey değildir.
-393-
Tercümesi:
Hızır’ın müteberrik bilerek
sakladığı şarap adeta ab-ı hayattır, ben de onun
diye tavsif
etmiş, ben de ona “gıda-yı-dil”
ve “kuvvet-i ruh” derim.
-394-
I1]
Tercümesi:
Sevgilim, ben ve sen bir pergara
benzeriz; başlarımız birbirinden ayrı ise de bedenimiz birdir. Şimdi daire gibi
bir nokta üzerinde deveran etmekteyiz ve nihayet bir gün başlarımız bir noktada
birleşecek.
Tercümesi:
Pek uzun zamanlardan beri ben
şarabın meddahıyım; etrafımda bulunan şeylerin kâffesi de içki takımları ve
levazımıdır; ey müttaki! Eğer bu meselede seni n üstadın akıl ise, emin ol ki
senin üstadın benim şakirdimdir.
-396-
Tercümesi:
İçeceğin şeylerin yine en
müntahabı şaraptır; tevekkülleri daha yeni beliren gençlerle birlikte
bulunulduğu zaman safî ve berrak şaraptan içmek evladır; cihan baştan başa
harap ü yebaptır; harap yerde de insanın harap (mest-i laya’kıl) olması
evladır.
-397-
Tercümesi:
Yazık ömrüm boşa gitti; hem
yediğim haram, hem nefsim bulâşıktır. Yapılması emredilip de yapılmayan şeyler
yüzümü kararttı (beni utandırdı); hele emredilmemiş (nehy edilmiş) olduğu halde
yapılan şeylerden neuzubillah!
MÜLAHAZA
Cümlelerinin terkibindeki
düşkünlük, mazmunlarındaki ıttıradsızlık ve bizce malum ü müsellem bulunan meşreb-i
Hayyamane ile olan tezat ve muhalefetleri pek göze çarpan diğer üç beş rubai
meşhur Bodleian nüshasında mevcut idiyse de bu kitaptan tayy edildi. Biraz
yukarıda dediğimiz gibi kitabımızın bu son faslını teşkil eden rubailerin Ömer
Hayyam"a mensubiyetleri meşkuktur; hele terk ü tayy ettiklerimizin,
müşarünileyhin sözü olmadıkları bizce muhakkaktır. Rubaileri burada hatmederken
şairimizin rubai tarzından gayrı bir şekilde söylemiş olduğu zirdeki zarif ve
hakîmâne manzumeyi de bazı vesaikte müşarünileyhe matuf gördüğümüz için aşağıya
tercümesiyle birlikte derc ettik. İşte o manzume:
Tercümesi:
Dün gece akla dedim ki: Sen bana
bazı müşkil meseleleri hallet. Ona dedim ki: Ey her ilm ü fazlın sermayesi! Ben
senden birkaç şey soracağım.-Dedim ki: Ben ömrümden bîzâr oldum. Cevaben dedi
ki: Birkaç sene sıkıl (yan) ve katlan .-Dedim ki: Bu devre-i hayat nedir?
Cevaben dedi ki: Birkaç rüya yahut birkaç hayaldir. - Dedim ki: Ağalık nedir?
Cevaben dedi ki: Biraz ayş ü rahat ve senelerce mihnettir.- Dedim ki: Zalimler
ne türlü kimselerdirler? Cevaben dedi ki: Kurt, köpek ve çakal
kavlesindendirler.-Dedim ki: Onları sen nasıl tavsif edersin? Cevaben dedi ki:
onlar birtakım vefasızlar ve bed-endîşlerdir. Dedim ki: Bu gönül ne zaman
akıllanacak? Cevaben dedi ki: Birkaç defa kulağı burulduktan sonra belki aklı
başına gelir. - Dedim ki: Hayyam’ın sözü nasıldır? O da cevaben: O birkaç
hasbihal yapmış (Yani kendi kendine biraz dertleşmiştir.) dedi.
ZEYL Ü HATİME
Gıyase’d-din Ebü’l-feth Ömer İbni
İbrahim el-Hayyamî’nin tarz-ı tefekkürü, mesleği ve meşrebi hakkında
kitabımızın rubaiyata takdim eden fasıllarında serd ü beyan edilmiş olan
fıkarata ilaveten bazı mülahazatın bir vech-i zeyl irad ü ityanı münasip
gördük. Şöyle ki: Müşarünileyh Ömer Hayyam kendi meslek-i muhtarına ittibaen
felsefî ve riyazî eserler yazmış ve zamanındaki ulema-yı müteşerri’în ile
mücadelat-ı fikriyye ve münakaşat-ı kalemiyeye de girişmiş, zamanında istimal
edilen takvimin ıslahına resmen memur bir heyet-i ilmiyenin azasından bulunmuş
bir mütefekkir (Penseur) ve bir âlim (Savant)’dir. Şiir onun meslek-i mahsusu
değildir. Onun rubaileri yazması, bir amatörün yani diğer işleri arasında şiire
de biraz merak saran bir adamın arada sırada kendi zevki için bir iki manzum
söz söylemesi kabîlindendir. Zaten, envai şiirden onun meşgul olduğu şey yalnız
rubaidir. Gariptir ki bu meşgale onun diğer ciddî ve ilmî meşagilinin en hafifi
ve en az ehemmiyetlisi olduğu halde, yine lisan-ı Farisî’de rubai söyleyenlerin
kâffesine tefevvuk etmiştir. Çünkü söylemiş olduğu rubailer şeklen ve manen
birer şahkârdırlar. Şark’ın erbab-ı zevki onların hem suretine hem manasına
üftade, Garb’ın hünerveranı da onların serazade mezaminine dildadedir.
Biraz da Hayyam’ın rubailerde
mevzu-i bahs ve münakaşa ettiği efkâra gelelim ve onları burada hulasa edelim:
Müşarünileyh, mütemadiyen değişip
gitmekte olan bu âlemin bir “âlem-i hadisat” olup daima inkılâbata maruz
olduğuna ve olacağına kâildir; binaenaleyh, bunun maverasında başka bir “âlem-i
hakikât” bir “Hak-ı kâim velâyet-i gayr” aramış; lakin afak-ı şühudun ötesinde
karanlık bir boşluktan başka bir şey seçilemediğini görünce meyus olarak birkaç
rubai ile itiraf-ı acz etmiş ve nazar-ı tecessüsünü âlem-i hadisata tevcih
ederek, hiç değilse bu ömr-i güzeranın, bu geçici hayatın manasını ve hedefini
anlamağa çalışmıştır.
Onun hadisata bakışı da pek
feylesofanedir. O tamamen felsefe-i inkılâp yani (mobilisme) taraftarıdır.
Demek istiyoruz ki müşarünileyh bu kâinatı ezelden ebede doğru akıp gitmekte
bulunan bir seyl-i daimiye benzetmiş ve bu akıntının içinde insanın bir çöp
gibi yuvarlanıp gittiğine ve nereden gelip nereye gittiğinden tamamen gâfil
bulunduğuna kâil olmuş; zira anlamış ki daimi bir kâide-i kevn ü fesada tebean
anasır mütemadiyen terekküp ve inhilâl ediyor; mevcudatın madde-i asliyesini
teşkil eden erkân-ı basîta hep toplanıp dağılıyor; binaenaleyh insan dahi ölüp
de “tabiat” dediğimiz o büyük ameliyathaneye tevdi-i vücut edince tekraren
inhilale duçar oluyor ve darmadağın olan anasırından bazısı bir servi
kozalağının yahut bir ebegümeci çiçeğinin terkibine dahil ve devam-ı hayatında
âmil olduğu gibi diğer birtakımı da faraza lüleci çamurunun kütlesine karışarak
çömlekçinin lâkayd ve bîhaber elleriyle yoğrula yoğrula nihayet bir desti
karnında yahut bir toprak ibrik kulpunda mekân tutuyor. Bunun böyle olduğunu
gören Hayyam: “Sakinin elinde dolaşan şarap kadehinde belki İskenderlerin ve
Keyhüsrevlerin kafataslarının eczasından zerreler vardır!.. Nazar-ı ibretle
etrafımızdaki şeylere bakacak olur isek diyebiliriz ki mesela akan su kenarında
yetişen her çiçeğin toprağa gömülmüş melek- haslet bir kızın belki
dudaklarından peyda olmuştur.” demekten kendini alamıyor. Çünkü Ömer Hayyam’ın
ve bütün tabiiyyunun itikadına göre ezelden beri böyle serseri dolaşan ve durup
dinlenmek bilmeyen “madde” bu sarsar-ı inkılâbın sevk ü tesiriyle mevki
değiştirerek ve -cisimden cisme intikâl ile -şekilden şekle girerek deveran
edip gidiyor!.. Ve ezelden beri böyle tahavvül etmekte olduğu için ilelebed
böylece deveran edeceğinden de kat’an şüphe olmasa gerek... İnhilâl ile
perakende olan bir cismin anasırı, başka başka cisimlerin terkibine dahil
olmakla o anasırın tekraren bir araya toplanıp da yine evvelki cismi vücuda
getirmelerine ne imkân, ne fırsat olmadığı da aşikâr. İşte, bunları düşünen
Hayyam: “Her halde, bu bir gidiş ki onun ihtimal-i avdeti yok.” diyor.
Hayyam’ın rubailerinden
mütemadiyen tereşşuh eden ve şu birkaç cümle ile burada telhisen arz edilen
düşünceler, zaten tabiiyyun felsefesinin mutekidat-ı asliyesindendir. Usul ü
ahkâmını ulum-ı tabiiyeden iktibas eden maddîliğin (Materialisme) dahi akide-i
esasiyesi budur. Her şeyin akıp gittiğine ve ortada hiçbir şeyin kalmadığına
itikat eden hakîm Yunanî Heraklit (Heraclite) de böyle düşünür ve böyle her
şeyin seyl-i inkılâp içinde ilelebed fâni olup gittiğine kâni olduğu için daima
meyus ve mahzun bulunurmuş. Görüyoruz ki “İnkılab-ı sermedî” itikâdında “Ömer
Hayyam” tamamen bu adamlara ve ezcümle Romalıların feylesof şairleri
Lukreçyus’a (Lucrece) ve Arap’ın en muciz dahîlerinden şair-i hakîm Ebu’l-Ala
El- Maarri’ye ve İngilizlerin en büyük şairleri Şeikspir (Shakespeare)’e çok
benziyor. Şu kadar ki, o kendi eslafı, muasırînı ve ahlafı meyanında benzediği
eazım-ı mütefekkirînden çok farklı bir şahsiyetle mümtazdır. Mesela,
müşarünileyhi, sözlerinin birçoğunda bedbin olduğu için, Ebu’l-Ala’ya ve
Şopenhavr (Schopenhauer)’a çok benzetmişler. Bu benzetişte isabet edilmemiş
değildir. Lakin bunu da söylemeli ki Hayyam’ın yalnız felsefe-i nazariyesi
bedbindir. Yoksa mizacı şuh ve şendir. O hayata, bu iki zatın baktığı gibi
meyus ve mahzun bir nazarla bakmamış ve seriüsseyr olan varlığın imtidadı
müddetince iyi yaşamağı makul görmüş ve ömrü hoş geçirmeği düsturulamel olarak
herkese tavsiye etmiştir ve birçok rubailerinde sarahaten oportunisttir
(Opportuniste) ve bu itibar ile herkesten ziyade Yunanlı Epikür’e (Epicure)
benzer; çünkü saadeti zevkte, tayyib-i ayşta ve kâmranîde görüyor ve
inkılâbat-ı âlemin sermedi ve fasılasız cereyanıyla hayat-ı seriüzzeval-i
beşerî kıyas edince onu hal-i hazırdan ibaret bir an, bir nefes gibi telakki
etmekte muztarr kalıyor; çünkü akıp gitmiş olan zamanın ricati bir emr-i
muhaldir; giden gelmez, gelen durmaz; istikbal ise henüz doğmamış, tahakkuk
etmemiş bir ihtimaldir; Binaenaleyh, hakikât-ı hayat bittabi ve bizzarure şu an
hazırdan ibaret kalır ki onun da kıymeti şuur ile kâim ve ancak âmed ü şüd-i
enfas ile daimdir. Hayyam-ı Nişaburîden birkaç asır sonra dünyaya gelen Sadi-i
Şirazi’nin dahi kendi şive-i beyanıyla dediği gibi:
Yani demek istiyor. Bedbinliğin mütefekkir ve
zihinlere musallat bir arıza
olduğunu ve bîşuur benliğimizin daima yaşamağa mail bulunduğunu kabul eden her
asrın ve her devrin ümidperver hükeması halka daima sade, safderunane ve
düşünmekten mütehaşi, muhakemeden müteneffir, basit ve mütevekkil bir imanı telkin
edegelmişler ve Almanların meşhur feylesof şairi Göte’nin (Goethe) Faust’unda
gösterdiği gibi yeise galebe çalarak insanı ümit ile yaşatabilecek yegâne
çareyi, hayatın her türlü mahrumiyetlerine ve eziyetlerine karşı vicdana
kudret-i tahammül ve takat-ı ıstıbar verecek kuvve-i kudsiyeyi din ve imanda
bulabileceğimizi söylemişlerdir. Buna binaen dir ki bazı mütefekkirler, dine
inanamadıkları halde talimatını beğeniyorlar ve onu vicdan-ı insaniyenin huzur
ve sukûnu için faideli görüp tervic ediyorlar. Bedbinlik hakikâtte ihsasat-ı
kalbiyemizle muhakemat-ı akliyemizin yekdiğerine uygun olmayışından ileri
geldiği için daima muhakemat-ı akliyesini saika-ı gariziyesiyle tevfik
edebilenler bu dünyada gerçekten bahtiyardırlar. İran’ın maruf şairlerinden
(İbni Yemin) bu nükteyi işaret ederek bir şiirinde diyor ki:
Ömer Hayyam’ın Romalı Şair
Lukreçyus (Lucrece)’a benzeyişi de yalnız akide-i felsefiyesi itibarıyladır;
yoksa mizaçları büsbütün mütebayindir. Hayyam dünyayı seviyor ve buradan
gidince bir daha gelmeyeceğini bildiği halde gideceğinden dolayı müteessir
oluyor ki bu tesirine rubailerinin ekseri şahittir. Hâlbuki Lukreçyus’un
tabiatı intak için yazmış olduğu tabiat-ı eşya (De Natura Rerum) sahihan pek
lâkayd bir hutbe-i hakîmanedir; onda teessürden hiçbir nişane yoktur.
İnsanın yaşamaya olan bu
meczubiyeti, bu ümid-i beka bizi bir saika-ı gariziye ile tahrik etmekte olan
hamle-i hayatın (Poussee Vitale), kim bilir, belki ebediyete kadar gölge salan
bir aksidir... Bildiğimiz şudur ki hayat, fıtraten devama meyl-i hassiyyetiyle
mümtaz görünüyor, yani yaşayan şeyler alettemadî yaşamak, ilelebed yaşamak
istiyorlar. Hatta insan kendi anasır-ı hayatiyesinin inkırazını, kuvâ-yı
bedeniyesinin tedricen zevalini re’y-el-ayn müşahede ettiği halde dahi
ölmeğe bir türlü razı olmuyor ve
bu muvakkat dünyanın maverasında bir cihan-ı baki tasavvuruyla müteselli ve
mutmain olarak hayatdan memata intikal etmek istiyor...
Ömer Hayyam’ın, şair-i dâhi Arap
Ebu’l Ala El-Maarri ile olan esaslı müşabihete gelince, kendinden akdem dünyaya
gelip gitmiş olan Maarri" den Hayyam’ın müteessir olmuş bulunduğunu
Lüzummiyafı nazmen İngilizce’ye tercüme eden (Emin Reyhani)’nin 79-80’inci
sahifemizde mestur ifadesinde dahi görüldüğü vechile rubailerin birçokları bize
hissettirmektedir. Bununla beraber biri Arap’tan, diğeri Fars’tan zuhur etmiş
olan bu iki büyük mütefekkir yekdiğerinden büsbütün ayrı iki şahsiyet-i bârize
nümunesi arz etmektedirler. Ve bu ihtilaf-ı emziceden dolayıdır ki hayat
meselesinin halli yani bunda kendilerine birer düsturulamel tayini için ittihaz
ettikleri mirsatlar ve dünyaya karşı aldıkları vaziyetler birbirinden epeyce
farklı düşmüştür. Bir de Ebu’l-Ala’nın bedbinliği Hayyam ’ınki gibi sarf-ı
nazarî ve şairane olmaktan ibaret kalmıyor; bilakis bu bedbinlik pek ciddi, pek
kâhir ve pek muzlimdir; bu bedbinlik biçare âmâ şairin bir kâbus gibi ruhuna
çökmüş ve bir leyl-i bîsihr gibi ömrünü baştan başa karartmıştır. Hayyam’ın
yeisinde arada sırada dünyanın masharalıklarına karşı birtakım dokunaklı ve
müstehzi tebessümler, hatta terahhum neşâlarına meşhud olduğu halde hakîm-i
Arap’ın şivesi bilakis pek ağır, pek vakur ve daima abus bir çehre-i melal arz
etmektedir. Ebu’l- Ala"da mantığın daima hissiyata galebe ettiği görülür.
Ömrünü de öyle hakiki bir zühd ü takva ile geçirmiştir ki eğer bütün edyan ve
mezahibi sarahaten redd ü inkâr etmemiş olsa idi, kendisini bilatereddüt
ekabir-i evliya ve asfiyadan addedebilirdik. Hâlbuki Hayyam tab’an zarif ve
zevke münhemik, güzelliklere meftun, dünyada hayatı en hoş ve en iyi tarafından
telakki etmesini bilir, hem iktizasınca hareket eder, tam Epikürist
(Epicuriste) bir hakîmdir ve insanlara fazilet ve ahlâk dersi vermeğe hiç
meraklı değildir. Ebu’l-Ala"yı ise, ahlâk meseleleri itikad meselerinden
çok ziyade işgal etmiş ve dünyada zevkî değil, zühd ü takvayı ve kanaati talim
eden hükema sırasında büyük bir mevki tutmuştur. Bu iki Arap ve Fars şairleri
arasındaki bu mübayenet-i mizacı kaydettikten sonra diyebiliriz ki mesail-i
mâ’badettabîiyye ve ilâhiyede Ebu’l- Ala dahi (Ömer Hayyam) gibi lâedriyyedendir
ve bu husustaki itikadını -Hayyam gibi- samimi bir kanaatle hem daha büyük bir
cesaretle beyan
etmiş ve gariptir ki öyle
mutaassıp ve cebbar bir devirde -birçok muarızlarının gayz ü garazına rağmen-
felaketten masun kalarak maskatürre’si olan Maarretü’n-Numan kasabasında seksen
dört yaşına kadar yaşayabilmiştir. (Ömer Hayyam)’ın lâedriyyeliği hususunda
şunu da söylemek lazımdır ki bu şair Allah namına bir kudret-i külliyyeye
inanıyor ki dinî olmaktan ziyade felsefî bir itikada benzer ve erbabı Cebriyye
(Fatalisme) akidesine sürükler. Filhakika, Hayyam ve Ebu’l-Ala'nın her ikisi de
bu itikattadırlar. Yalnız İran şairi bir İlah-ı müşahhas tanımıyor gibi görünür
ve şiirlerinin büyük bir kısmında mafevkalbeşer bir kudret-i kâhirenin hükmü
altında bulunduğumuzu arifane bir tavır ile ima eder olduğu halde Arap şairi
Allah’tan çok bahseder ve ifadesi lisan-ı şer’in adabına da muvafıktır. Ebu
’l-Ala bir Allah’a sıdk ile inanıyor, lakin Hıristiyan Allah’ına değil; ırk-ı
Sami’nin fıtratına muvafık olan kahhar ve zülcelal, aziz ve zuintikam bir
Allah’a inanıyor. Şurası da düşünülmeli ki böyle hakîm adamlarda bu bir nakise
değildir. Bu itibar ile Ebu’l-Ala hakkında “Hayyam’dan daha mümindi.”
diyebiliriz. Mesela bu söz Ebu’l- Ala ’nındır:
Bazen de “ilmülyakin” ihtimali
olmadığını ve kendi aksa-yı içtihadının zann ü hades derekesinden öteye
gidemediğini söyler ki bu tamamen reybî (sceptique) bir mülahazadır:
f ] Yani: “Bizim için bir yaradan
vardır ki onun kadîm olduğunda akıl hiç şüphe etmiyor. Sonradan ortaya çıkan bu
söz nasıl şeydir? Yani Allah kadîm midir? Hâdis midir? Gibi mantıksız
lakırtıları kim çıkardı?”demektir.
[ ] Yani: Birçok müstebidd
padişahları tepeleyen ve onların saraylarını dar mezarlara tebdil eden bir
Rab-ı kadîr vardır ki ben onu ikrar ederim ve ben onun bedayi’ni mahza küfr-i
inâdî sebebiyle atmam, red ve inkâr etmem.” diyor.
Şerayi-i muhtelifenin beynelümem
mûcib-i münazaa olduğunu beyan etmek isterken der ki:
Hatta ba’sübadelmevte ve haşr-ı
emvata Hakk-tealanın kâdir olduğuna inanır ve der ki:
Hâlbuki Hayyam’ın muhatap ve
merci-i manevîsi hemen daimâ “çerh”, “dehr”, “felek”, rüzgâr, “günbed-i
gerdan”, “sipihr, “sitare” ve bunlara mümasil şeylerdir. Beşerden nefretlerine
yani ne derecede “Cynique” olduklarına gelince, her iki şair de bu hususta
cesur ve bîpervadır. Mesela, Ebu’l-Ala kurdun sesini insanın sesinden daha
tatlı, daha menus buluyor ve insana kurttan daha vahşi bir hayvan nazarıyla
bakıyor ve şöyle diyor:
Ömer Hayyam dahi insanları
eşekler derekesine indirerek diyor ki:
Yukarıda da bilmünasebe
söylediğimiz gibi Ebu ’l-Ala nizam-ı içtimaiyeyi ihlâl eden ve fezail-i
ahlâkiyeye muhalif olan etvar ü harekâta da ilan-ı husumet etmiştir ki
Hayyam’ın böyle şeylerle meşgul olduğunu hiçbir zaman görmedik ve görmeyiz.
Mesela, bu sözler dahi Ebu’l-Ala’nındır.
Ömer Hayyam’ın Almanyalı feylesof
Şopenhavr’a (Schopenhauer) ne vechile müşabih olduğu kitabımızın 79’uncu
sahifesinde bast edilmiş olduğu için onu burada tekrara lüzum görmüyoruz.
Fransalı hakîm Voltaire’e ne dürlü ve ne için benzetilmiş olduğuna gelince
edyana karşı mübalatsızlığında Hayyam filvaki biraz Volter’e benzer; yoksa
Fransız muharririn o keskin ve ince mizahları, o şeytanatkârane muziplikleri
rubaiyat şairinde görülmez. Mizaçları ve selika-i tahrirleri birbirinden çok
farklıdır. Filcümle, bundan takriben sekiz yüz sene akdem Asya’nın orta yerinde
doğmuş ve hem taassubun hem tasavvufun cilvegâhı olan bir muhitte yaşamış olan
bu adamın Şark’ta ve Garp’ta bugüne kadar maruf ve mümtaz en büyük
mütefekkirler ve feylesoflar ile mukayese edilince ekseriya fazl ü meziyet
kendisinde kalacak kadar değerli ve kıymetli dehaetten olduğunun sabit
bulunması ve şiirleri kendi zamanında açıkça söylenemeyecek meâlî-i efkâr ile
mahmul olması cidden pek çok tetkik ve teemmüle sezâdır.
SONUÇ
Ömer Hayyam ve rubaileri,
edebiyat alanında araştırma yapanların yanı sıra Doğu bilimcilerin
(oryantalistlerin) ve felsefe araştırmacılarının da dikkatini çeken ve üzerinde
en çok araştırma yapılan, söz söylenen bir alan olmuştur. Tüm bu kitapların tespiti
ve tasnifi oldukça zordur. İncelememizi Türk edebiyatında bu alandaki en önemli
kaynaklarından biri üzerinde gerçekleştirdik. Hüseyin Daniş, kendisinden önce
yapılan rubaiyat alanındaki tasnif ve incelemelerin yetersizliğini bu eser
aracılığıyla ortaya koymuş oluyor. Bu anlamda üzerinde çalışılması gereken
önemli bir konu olarak karşımıza çıkmıştır.
Hayyam’ın şiirinin ve mizacının
beslendiği İran kültür ve medeniyetine, incelediğimiz eserde değişik şairler
aracılığıyla birçok yönden değinilmiştir. İncelememizin giriş kısmında
Rubaiyat-ı Ömer Hayyam alt başlığıyla eseri tanıttığımız bölümde bu yönlere
işaret edilmiştir. Hayyam, rubailerinde hayatı evreni, yaradılışı ve tüm
bunların ardındaki gerçekliği kendince algılamış ve bu algılayışı o dönemde cesurca
bir söyleyişle dile getirmiştir. Rubailerin sayısının tam olarak bilinmediği
için Hayyam’a isnat edilen rubailerden dolayı Hayyam’ın yanlış anlaşıldığını ve
şiirlerinin yanlış yorumlandığını görüyoruz. Bu yorumlamalardan dolayı da
değişik felsefî akımlar ile Hayyam arasında yakınlıklar kurulmaya
çalışılmıştır. Bu eserde de buna temas eden Daniş, Hayyam’ı bu
vasıflandırmaların dışında tutar ve Hayyam’ın bu akımlardan sadece biri ya da
birkaçıyla sınırlandırılarak anlaşılamayacağını ve anlatılamayacağını belirtir.
Rubai, tek bir düşünce etrafında
bütünleşir. Rubai, felsefî ya da tasavvufî bir konu etrafında kısalığı
nispetinde bir o kadar derin bir söyleyişe sahiptir. Bu anlamda rubai klasik
Türk edebiyatında bir tefekkür manzumesidir diyebiliriz. Tefekkür ile ilgili
oluşu, onu felsefenin de malzemesi yapmıştır. Varlık, ölüm, hayat gibi geniş
bir tefekkür konusunu dört mısralık bir nazım şekli içinde benzer söz
kalıplarından yararlanarak ifade edebilmek oldukça zordur ve bunu yapabilmek de
rubaide başarılı olmaktır.
Devrinin büyük bir matematik ve
astronom âlimi olması, Hayyam’ın rubaiye felsefeyle girmesini sağlamıştır.
Hayyam’ın bilim adamı kimliğinden kaynaklanan farklı duyuş ve görüşü onun
rubaide filozofça söyleyiş ve sorgulayış tarzını oluşturmuştur. Bu da rubaideki
başarısını ortaya çıkarmıştır. Diğer rubai şairlerinden farkı bu filozofça
söyleyiştedir. Hayat karşınındaki en derin heyecanlarını, yaradılış, hayat ve
ondan sonrası hakkında, o devirde söylenemeyecek kadar derinliğe sahip olan
düşüncelerini serbestçe dört mısra içine sığdırarak söyleyebilmiştir.
Hayyam, rubailerini İran’ın ünlü
şairlerinden biri olmak için yazmamıştır. Rubailerini ancak kendisi ve nihayet
yakın dostları arasında okunsun diye yazmıştır. Bundan dolayı fikirlerini ve
coşkusunu oldukça hür bir şekilde dile getirmiştir. Rubailerinin kuvveti,
samimiyeti de buradadır. Rubailerinde şarap, saki, mutrip, ayş, nuş, sürud,
çeng gibi sözcükleri sıklıkla kullanır. Bu sözcüklerin bildirdikleri mana için
Daniş, şu tespitte bulunuyor:
“Zamanın akışını durdurmak mümkün
değildir; ömür dediğimiz şey de sürekli değildir, o halde şu andan istifade
edelim. Buraya nereden geldiğimizi bilmiyoruz; buradan nereye gideceğimiz de
meçhuldür. Öyle ise şu yaşamakta olduğumuz zamandan daha hakikisi ve daha iyisi
yoktur. Ayrıca bu dünyada olan her şeyi anlamamız mümkün olmayacağı için her
şeyi olduğu gibi kabul edelim ve bunun için keyfimizi bozmayalım. Bu dünyada
her şey yolunda değilse de bundan dolayı da kederli ve üzgün olmayalım,
zevkimize bakalım.”
Hayyam’ın kişiliğiyle, onun hayat
ve gerçekliği algılayışıyla şiirinin manası arasındaki uyumu dikkate almadan
rubaileri doğru yorumlamak mümkün değildir. Hüseyin Daniş de Hayyam’a ait
olmayan ve çelişkilerle, tezatlarla dolu rubaileri incelerken bu gerçekliğe
değiniyor. Umut ediyoruz ki okuduğumuz bu eser Rubaiyat alanında çalışma
yapacaklara rubailerin tespit ve tayini hususunda önemli bir kaynak teşkil
eder.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar