Print Friendly and PDF

RUBAİYAT-I ÖMER HAYYAM

Bunlarada Bakarsınız



Önemli Not:
Bugüne kadar yapılan Hayyam tercümelerinde Hayyam‘a ait olmadığı halde yakıştırma yoluyla toplanan rubailerin sayısı da epeyce fazladır. Bu eklediğimiz kaynak sizin için referans kaynak mahiyettedir. Eğer burada bulamıyorsanız, Hayyam'a ait değildir, diyebilirsiniz.

RUBAİYAT-I ÖMER HAYYAM

Bu kitabı Kembric müderrislerinden fakidüşşark merhum Profesör Edvar J. Bravriın nam pakine, bir vesile-i teşekkür olmak üzere, ithaf ettim.

Hüseyin Daniş

ÖMER HAYYAM

Elinde sâgar-ı nisyân okur neşîd-i hayât,

Gezer harâbe-i hestîyi bâde-nûş u hamûş,

Yürür önünde peyâpey ketâ’ib-ı emvât,

Durur selâmına saf saf gumûm-ı cûşâcûş

Edip hitâb benî âdeme eder tekrâr:

“ ‘Ademdi menşe’in, insân, ‘adem me’âdındır;’’

“Mesâ’ibiyle bu dehrin didişmeler, nâçâr ,”

“Senin nasîbe-i hestî-i sifle-zâdındır”

“Yeşil cibâli öperken akan sular ser-mest”

“O der ki: ‘İşve-i meh-peykerân-ı makberdir;”

“ Ezerse balçığı çömlekçi bâ-huşûnet-i dest,”

“Sakın, sakın, der o uzv-ı rakîk-i dilberdir.”

“Ederken ay geceler ordusuyla kat’-ı semâ,”

“-Bir ordu kim neferâtı nücûm-ı ‘âlem-tâb”

“Getir şarâbı - der- ey sâki-i melek-sîmâ”

“Ki sen ve ben gideriz de durur semâda şihâb.”

“Olaydı kâş ki bir cây-ı imtinân-ı huzûr,”

“Bu yol nolurdu diyâr-ı bekâya gitseydi!”

“Ölüp de ‘aöm-i remîmi olunca tu’me-i mûr,”

“Nolurdu ot gibi yerden beşer de bitseydi!”

“Senin, a vâ’iz-i müşfik, cihân-ı bâkîde,”

“Yeter yeter bana vadettiğin şarâb ü leben;”

“O nisye bâde-i mev’ûdu dest-i sâkîde”

“Peşîn bulunca bugün ben, ne beklerim senden?”

Avâm-ı nâsa göre dîni olsa da merdûd,

Zevâl-i dehre olan i’timâdı îmândır;

Ne tâli’e müteşekkir, ne kimseden hoşnûd,

Cihâna geldiğine dembedem peşîmândır.

Göründü müydü ufuktan bir eşk-i zû-zenebi,

O anda görmeli havf u hirâs-ı Hayyâm’ı

Sıkar eliyle hemân tâsa şîre-i inebi,

Boğar içinde onun germ ü serd-i eyyâmı.

7 Haziran sene 1922

Hüseyin Daniş

Tâbi’in İkinci Tab’a Dair Maruzatı

Rubaiyyat-ı Ömer Hayyam’ın ilk tabedilen iki bin nüshası iki seneden kısa bir müddet zarfında muhterem kârieler ve kârilerden gördüğü büyük rağbet sayesinde satılıp tükenmiş ve şu son zamanlarda gerek Türkiye, gerek İran, gerek diğer memalik-i ecnebiyeden taliplerinin çoğaldığı müşahede edilmiş olduğundan hem bu ihtiyacı tatmin etmek, hem ilk tabın biraz müstacelen vuku bulmuş olması yüzünden matbu nüshalarda naçar tesadüf edilen bazı nevâkısı dahi ikmal eylemek azmiyle işbu ikinci taba teşebbüs ettik. Bu ikinci tab, müellif-i kitap Hüseyin Daniş Bey’in Hayyam’ın mişvar-ı edebîsine ve meslek-i felsefîsine müteallik olan dibacede icra ettiği tadilat ve rubaiyatın Türkçe tercümelerinde, fuzaladan bazılarının ikazı üzerine, yapmağa lüzum gördüğü tenkihat itibariyle birinci tabdan daha mutena ve daha mükemmeldir.

Kitabın ilk tabı akibinde matbuat-ı Türkiye’de görülen ciddi intikatlar ayrı ayrı nazar-ı dikkate alınarak birincisinden daha az nakisalı olmasına çok ihtimam ve resimlerinin çok daha nefis olmasına başkaca itina edilmiş olan bu ikinci tabın, okuyanlar tarafından, evvelkinin görmüş olduğu rağbete faik bir teveccüh ile karşılanacağı kaviyen memuldür.

Müellifin Mukaddimesi

On dokuzuncu asr-ı milâdî birçok keşfiyatın zaman-ı vukuu olmak itibariyle tarih-i medeniyette hakikâten mümtaz bir devr-i muvaffakiyattır. Hele nısf-ı ahirî iptidasından çok daha parlaktır. O zamanlar yalnız ulum ve sanayi vadisinde değil, filoloji ve lisaniyat dairesinde dahi harikulade bir feyz-i terakki görülmüş idi; hatta filoloji ancak o zaman bir ilim olarak teessüs etti ve dünyanın en büyük filologları o devirde yetişti idi. Mısır’ın, Asur’un, İran-ı kadîmin, Orhun Türkleri’nin ketum ve esrarengiz yazıları o esnada halledilebildi. Nice asırlardan beri metruk ve mühmel kalan birçok harabelerin sine-i kitmanından gayet manadar ve binaenaleyh kıymetli bir sürü âsâr-ı kadîme daha çıkarıldı ve kemal-i ferasetle tetkik ve tetebbu olunabildi. Bu keşfiyat-ı nafia birçok ulemanın nazar-ı tecessüsünü Şark’ın cilvegâh-ı serair olan afakına tevcih edince onlara rehberlik eden ketibe-i müsteşrikinin nazar-ı dikkatine de yeni bir saha-i faaliyet açtı. O vadi-i tetkikatta herkes kendi mizaç ve merakına göre bir cihet-i ihtisas bularak tahkikat-ı hususiyeye koyuldu. Bu himmet-i müştereke nispeten pek az bir zamanda o kadar müsmir neticeler verdi ki tarih-i insaniyet ve medeniyetin, o zamana kadar, pek karanlıkta kalan müphem köşeleri bu istikşafattan müstenir oldu; öyle ki bugün akvam-ı Şarkıyyenin mahiyet-i medeniyetini, edyan ve mezahibini, sanayi ve edebiyatını, usul-i siyasiyat ve içtimaiyatını, Avrupa müsteşrikini Şark ulemasından daha iyi ve daha etraflı biliyorlar.

Vakıa bu tetebbu merakı kurun-ı vusta nihayetlerine doğru zuhur eden ümanistler (Les humanistes) ile başlamış ve onların nefha-i gayretiyle yaşayıp devam edebilmişti. Fakat on dokuzuncu asrın nısf-ı ahirinde fevkalade bir ehemmiyet kazandı ve birtakım müstesna dahiler bu maksada hasr-ı vücud ederek gösterdiler ki yalnız ulum-ı tabiiye ve mihanikiyenin terakkisi ile mana-yı medeniyeti anlayabilmek ve ona taalluk eden mesail-i gamızayı halledebilmek mümkün değildir. Dinin, teşkilat-ı ictimaiye ve siyasiyenin, felsefenin, sanayi-i nefise ve edebiyatın menşelerinde gizli duran muammaları halledebilmek için ulum-ı tabiiye ve riyaziye mebahisinde bir ipucu bulmak ihtimali yoktur.

Bu çok doğru bir iddia idi. Filhakika arkeoloji (archelogie) filoloji (philologiej, lengistik (linguistique) ve emsali gibi ulum-ı medeniyetin menşeleri ve safahat-ı tekâmülü hakkında o kadar manadar ve akla yakın fikirler verdi ki onları ulum-ı sahiha ve sabiteden bekleyemezdik; zira bu türlü ilimler -mevzuat-ı mahsusalarına nazaran- medeniyet mesailini tetkik hususunda erbabına bir dereceye kadar teshilat göstermekle beraber o mühim mesaile karşı bittabi ve bizzarure lal ve ebkem kalmağa mahkûmdur.

Hadd-i zatında pek tabii olmakla beraber gariptir ki mukadderat-ı âleme hayli zamandan beri müessir olan Avrupa’nın emperyalist (imperialiste) politikası dahi binnetice o tahkikata vasi ve azade bir zemin-i müsaid ihzar ederek istikşafat-ı nafiaya ziyadesiyle hizmet etti. Çünkü o sayede fetholunan müstemlekat Avrupa uleması için pek engin ve zengin bir meydan-ı tetkik ve tetebbu oldu. Yerli ahali ile daha samimi ve devamlı bir temas mecburiyeti yüzünden dahi bu nev-i tetkikatın edvar-ı kadîme hududuna ve binaenaleyh yalnız âsâr-ı atikaya münhasır kalamaması pek zaruri idi. O sebepledir ki edebiyat-ı hazıra tetebbuatı da hayliden hayliye tevessü ve terakki ederek usul-ı sahihaya raptolunabildi.

İşte o sıralarda idi ki hayırlı bir tesadüfün eser-i lutfu olarak Ömer Hayyam’ın bir iki rubaisi de tercüme edilip Avrupa âlem-i irfanına naklolunmuş idi.

İran hazine-i edebiyatının en kıymettar incileri mesabesinde olan bu mini mini manzumelerin gayet zarif ve büsbütün şahsi bir üslûp ile mümtaz bulunması ve öyle dört mısra ile mahdut bir daire-i ifade içinde pek mühim bazı akaid-i hikmeti natık olması, Garp’ta evvela bir iki edibin ve sonra birkaç mütefekkirîn nazar-ı dikkat ve tahsinini celp etmişti. Bunun üzerine, erbab-ı tecessüs, bunların kâilinin tercüme-i hali ve hüviyet-i sahihasi hakkında bilmecburiye tahkikat-ı ciddiyeye giriştikleri gibi diğer rubailerini de araştırdılar. Umumi kütüphanelerin unutulmuş köşelerini sabırsızlıkla karıştırdılar. Akıbet İngiltere’nin Oksford (Oxford) şehrinde meşhur Bodleyen (Bodlei'an) Kütüphanesi’nde Rubaiyat-ı Ömer unvanlı bir mecmua bulundu. Kütüphanede 525 numara ile murakkam bulunan bu kitap, tarih-i hicretin 865’inci (milâdın 1461’inci) senesinde yazılmış olmak haysiyeti ile hayli eski ve şayan-ı itimat bir vesika olarak telakki edildi. Filhakika, şimdiye kadar şurada burada keşfolunan ve bazen de elden tedarik edilen birçok nüshaların en eskisi o idi; nitekim hâlâ da odur ve 158 adet rubaiyi muhtevidir.

O esnada Fiç Cerald (Fitz Gerald) namında bir İngiliz şairi bu nüshayı kemal-i şevk ile tetebbu ederek birtakım rubaileri nazmen ve nefis bir tarzda İngilizce’ye tercüme etti ve bu sayede Hayyam’ı Anglo-Amerikan âlem-i irfanına güzelce tanıttı. O tarihten itibaren İngiltere ve Amerika’da ve biraz sonra da Almanya ve Fransa’da, Avusturya ve Rusya’da, elhasıl bütün garb muhitinde Hayyam namı velvele saldı ve şöhreti âlemgir oldu.

Fiç Ceraldın o sıralarda zuhuru Hayyam’ı ihya etmek için pek güzel bir vesile olmuştu. Kendisinin de ne kadar nezih ve ne derece yüksek bir şair olduğu rubaiyat tercümesi sayesinde tebeyyün etti. Filhakika, o zarif küçücük manzumeleri İngilizce’ye nazmen nakletmekte bu zat öyle bir kudret-i tasarruf, öyle bir hüner-i tebliğ ibraz etmiştir ki Hayyam’ın efkârına iksa edebildiği üslûb-ı nezih ü münakkah sayesinde o efkârı adeta benimsemiş ve İran şair-i hakimine Garb âlem-i irfanında layık olduğu makam-ı iştihar ü itibarı hazırlarken, onun lâ-yemut olan cilve-i dehasını bizzat temsil ederek kendisi de aynı derecede büyük bir şöhret kazanmıştır ki bu şöhret sahihan mertebe-i şairiyetine layıktır. O kadar ki bugün rubaiyata iddia¬yı sahabet etmekte Hayyam ile Fiç Cerald aynı derece-i salahiyeti haizdirler, denilebilir. Faust’u yazan Göte (Goethe) ile besteleyen Gunu (Gounaud) gibi.

Farisi ve İngiliz lisanlarını iyi bilenler ve şiirden anlayanlar bu iki büyük şairi yek-diğerinden fark edemezler birini diğerine tercih dahi edemezler. İkisi de aynı mertebede büyük şairdirler.

Rubaiyat tercümesinin bütün Garp âlem-i irfanında üdeba-i kâriine verdiği şevk, şayan-ı hayret bir dereceyi bulmuş olduğu için, belli başlı ulema-yı müsteşrikinden birçok kimseler Hayyam’a taalluk edebilen her hususa şiddetle

alakadar olarak tevsi ve tamık-ı tahkikat etmişler ve bu vadide mümkün olabildiği kadar ileri gitmişlerdir.

Bugün her veçhile sabit olmuş ve müsteşrikin indinde müsellem bulunmuştur ki Hayyam Şark’ta yetişmiş olan fuzala arasında pek müstesna bir dâhidir. Birçok kabiliyetlere aynı derecede malik bir harikadır.

Evvelen: Sahib-i meslek bir âlim-i mütehassıstır; bu haysiyetle ilm-i heyet ve riyaziyât tarihinde şerefli ve sürekli bir nam bırakmıştır.

Saniyen: Bizim tahkikat-ı mahsusamız neticesinde elde edebildiğimiz birtakım yeni vesikalar sarahaten ispat ediyor ki zamanının etıbba-yı meşhurasından da biri imiş ve içinde yaşadığı muhit-i kibara mensub bazı kimseleri tedavi etmekle de muvazzaf bulunmuş.

Salisen: Bir şair-i hakîm imiş ve asrının en salâhiyetdar müderislerinden olmak üzere de şöhreti varmış. Felsefeye dair birtakım âsâr-ı mühimme telif etmiş olduğu gibi, şevk-i ilham ile ara sıra bazı zarif rubailer yazıp mecalis-i ülfettte samimi dostlarına okurmuş. O zamanlar sanat-ı tıbaat henüz malum olmadığı için bu bediî şiirler münevverülfikr ve kadirşinas edipler cemiyetinde -kıymetli ve nadide hediyeler gibi- elden ele intikal ederek revaç bulmuş ve birçok mecmualarda lâ- alettayin zabt ve kaydedilmiştir.

Mamafih Hayyam’ın mizaç ve efkârından şiddetle müteneffir ve itikadat-ı azadesine hiss-i gayz ile muarız bulunan müteşerri’în ve mutasavvıfın Rubaiyat nazmını bilhassa kibar-ı nas ve havas nazarında tezlil edip teveccüh ve itibardan düşürmek için çok gayret göstermişler ve en manadar rubaiyatından bazılarını iltizamen teşhir ve bir maksad-ı mahsus ile tefsir etmişlerdir. Bu hususta vaki olan hizmetleri meşkur olmuştur; bizler onlara minnettarız; zira Hayyam’ı dostlarından ziyade bu düşmanları ahlafa layıkıyla tanıtmışlardır. Ancak onların tenkidatı sayesinde o şair-i hakîmin ahkâm-ı itikadiyesini bugün yakinen biliyoruz.

Bugünkü tarz-ı medeniyet o ahkâmı zımnen tasvip ve alenen takip ediyor. İleride bu bahsi tafsilen müzakere edeceğiz; Hayyam’ın bugün niçin bu derece umumî bir teveccühe ve itibara mazhar olabildiği o zaman esbab-ı hakikiyesiyle anlaşılacaktır. Yine o sebeplerden dolayıdır ki artık medeni lisanların cümlesinde manzum ve mensur birçok Rubaiyat tercümeleri vardır; hem bazıları gayet zarif tasvirlerle müzeyyen ve pek mükellef ve nefis bir surette tab ve teclid edilmiştir. Hatta bazı zürafa Avrupa’da yılbaşı ve yevm-i viladet hediyesi olarak- bu nüshaları teati ederler; hâlbuki bizde bu dilber rubailerin henüz bir güzelce tercümesi yoktur.

Vakıa, bundan takriben otuz beş kırk sene evvel, Muallim Feyzi Efendi merhum ilk defa olarak Hayyam hakkında Türkçe muhtasar bir risale yazmış ve buna yirmi otuz kadar da rubai derc etmişti. Muallim-i merhum, İran’ın Azerbaycan vilayetinde zuhur etmiş olduğu halde memleketimizi vatan ittihaz ederek ömrünün kısm-ı küllisini İstanbul’da hidmet-i tedris ile geçirmiş ve burada vefat etmiştir. Kırk elli seneden beri cereyan eden hadisat-ı edebiyenin şehadet ettiği vechile kendisi Osmanlı edebiyatının amillerinden bulunmuş ve Naci Efendi merhum ile aynı meslek-i edebiyi takip ederek edebiyatımıza hizmet etmiş ve hürmet kazanmıştır. Merhumun Hayyam’a dair tab ettirmiş olduğu risalenin kabında münderiç bulunan şu aşağıdaki Türkçe rubai pek haklı bir sözdür; çünkü İran şair-i şehirînin kemalatını hesaba katmayarak iltizam-ı itiraz edenlere tevcih edilmiş bir hitabediîr. Filhakika merhum Feyzi Efendi’nin dediği gibi:

Erbâb-ı kemâle naks bulmak müşkil;

Sahrâ-yı ta’asubda yorulmak müşkil

Hayyâm’a ta’arruz etmek âsân ammâ

Hayyâm gibi sühanver olmak müşkil!

dir.

Merhum Feyzi Efendi hayli zaman sonra yani bundan birkaç sene evvel Doktor Abdullah Cevdet Bey dahi Rubaiyat-ı Hayyam unvanıyla bir kitap bastırmış ve mukaddimesinde o şaire dair bazı malumat-ı sahiha nakletmişti. Türk muharrirleri arasında herkesten evvel kendisi böyle ciddi bir teşebbüste bulunmuş ve kitabını ahiren ikinci defa olarak tabettirmeğe de muvaffak olmuş olduğu için himmet-i vakıasını hiss-i şükran ile takdir etmek üdeba-yı Türkiye’ye farz olmuştur. Biz bu hususta tereddüt edenlerden değiliz.

Mamafih, Hayyam’ı nice senelerden beri tanıdığımız etrafıyla tetebbu etmiş olduğumuz için hem kemâl-ı hulus ile hem biraz salahiyet ile iddia edebiliriz ki Abdullah Cevdet Beğ’in kitabı -fazl-ı takaddümü haiz bulunmak ve ikinci tabı birinci tabına çok faik olmakla beraber- birçok nakaisten de ‘ârî değildir; bir taraftan Rubaiyafın daha iyicesini tertip etmek ihtiyacı ve diğer taraftan ilk tabımızın nüsah-ı mevcudesinin kamilen satılıp tükenmiş olması bu ikinci tabı ihzara bizi saik olmuştur. Cevdet Beğ’in kitabının en büyük kusuru, Hayyam’a nispeti mümkün olamayan yüzlerce rubaiyatı câmi’ bulunmasıdır.

Şüphe yoktur ki Abdullah Cevdet Bey vaktiyle Mösyö Nikola (Nicolas)’[*]nın Fransızca’ya tercüme ve tab ettirmiş olduğu mecmua-i rubaiyyatı esas tutmuş ve hatta ona daha birçok yabancı rubailer bile ilave etmiştir. Hâlbuki ekallen otuz seneden beridir Hayyam’ın hüviyet-i şahsiyesi, zamanı, hayatı ve bilhassa rubaiyatı hakkında birçok büyük müsteşrikler tahkikata koyulup hayli mühim yanlışlıklar tashih etmişlerdi. Hele, Rus müsteşriklerinden meşhur Profesör Valentin Zuhofski (Valentin Zhukowski) Mösyö Nikola’nın o kitabında Hayyam namına nispetle cem ve tercüme olunan bilcümle rubaiyatı fevkalade bir sabır ve metanetle birer birer tetkik ve nihayet sahib-i hakikilerini keşfetmiş ve göstermişti ki

[*]-Nikola (Nicolas) Fransa hükumetinin vaktiyle Reşt konsolosu idi. Hayyam vesilesiyle ismi çok geçen bir müsteşriktir. Rubaiyat-ı Hayyam unvanıyla Fıransızcaya tercüme etmiş olduğu eser tabolunalı elli seneyi geçmiştir. Bir zamanlar İran’da sahipleri layıkıyla tetkik olunmayarak Hayyam namına izafetle dört beş yüz kadar rubai cem olunup taş basmasıyla basılmıştı. Bombay’da dahi aynı suretle bir mecmua-ı rubaiyat tabedilmişti. Nikola bu mecmualarda münderiç bulunan rubaiyatın cümlesini hakikâten Hayyam’ın malı zannederek Fransızcaya tercüme edip tabettirmiş ve onlardan yanlış olarak bir mana-yı tasavvuf çıkarmıştır. Mamafih, müteveffa Mösyö Nikola’nın eseri Hayyam hakkında büyük bir şevk uyandırmış ve bu yüzden Şark edebiyatı meraklılarına hayli hizmet etmiştir o nüshada diğer muhtelif şairlerin seksen iki kadar rubaisi Hayyam’a atfedilmiştir. Müdekkik-i mumaileyh o yabancı rubaileri asıl sahiplerinin esamisiyle beraber tayin de etmiştir. Biraz zahmet çekilecek olursa daha fazlası da bulunabilir.

Avrupa müsteşrikleri meyanında gerek Zuhofski’nin, gerek emsalinin bu gibi keşfiyatından haberdar olmayan belki bir kişi yoktur. Farisîşinas-ı şehir ve fakidüşşark merhum ve mağfur Profesör Bravn (Professor E. G. Browne) İran edebiyatına dair telif etmiş olduğu mufassal tarihinin ikinci cildinde Hayyam’dan bahsederken bu cihetleri tamamiyle zikir ve tetebbu ederek kâriini tenvir ve galiz hatalara düşmek ihtimalinden tahzir etmiştir.

Fakat bu mükemmel ve muteber eserlerden evvel Şark âleminde de öteden beri meşhur ve mütedavil bazı tezkireler ve teracim-i ahvale dair kitaplar vardır ki onlardan dahi gerek doğrudan doğruya, gerek dolayısıyla Ömer Hayyam’a müteallik birçok malumat-ı sahiha ve vesaik-i müfide istihsali mümkündü. Biz bu mehazlerden çok istifade ettik ve alelhusus İstanbul kütüphanelerinde pek mühim bazı vesikalar keşfedebildik ki şimdiye kadar onlara hiçbir Hayyam meraklısı destrest olamamıştı. Bayezid Kütüphane-i umumisi müdürü efazıl-ı ulemadan İsmail Saib Efendi bu muvaffakiyetimize ziyadesiyle hadim oldu. [**]

Müşarünileyhin hatırladığı nice esami-i kütüb delaletiyle yolumuzu bulduk ve bu girive-i müşkilat içinden onun rehberliği sayesinde muvaffakiyetle çıkabildik; binaenaleyh, kendisine rehin-i minnet olduğumuzu burada söylemeği bir vazife addederiz. Keza, kitabımızı vâkıfane ve müdekkikane okuyup ilk tabımızın mündericatı hakkında vaktiyle bize İzmir’den tahriren mütalaat-ı makule ve müfide göndermiş olan edib-i kadrdân varıp Tokadîzade Şekîp Beğ Efendi’ye mülahazatından ettiğimiz istifade mukabilinde medyun-ı şükranız.

[*’] Bu zat-ı muhterem otuz iki seneden beri Bayezid Kütüphanesi hafız kütüplüğü ve vazifesini hakkıyla ve layıkıyla ifa etmiş ve erbab-ı maarife hidemat-ı vefiresi sebkat eylemiş bir danişmenttir.

Abdullah Cevdet Beğ’in sade edebiyat-ı Farisîyye’ye değil, edebiyat-ı umumiyeye dahi hidmeti itibariyle esasen pek müfid olan kitabının diğer bir kusuru da tarz-ı tercümesinde ve alelhusus rubaiyatı kendi hissiyatına göre tefsir ve bazılarının manasını tahrif ve tağlit etmiş olmasındadır.

Biz bu mecmuada gerek Hayyam"ı gerek efkâr ve itikadatını mümkün olduğu kadar hakk ve hakikâta makrun olarak arz etmek için çalıştık. Şair-i İranî’nin Tercüme-i haline dair büsbütün yeni vesikalar arz ettikten ve bu suretle birçok tashihata muvaffak olduktan maada, sarf-ı edebi bir nokta-i nazardan da rubaiyatı mütalaa ve tetebbu ettik. Mahiyet-i felsefiyelerini dahi tetkik ederek o hususta izahat¬ı kâfiye verdik. Eazım-ı mütefekkirînden kimlere benzediğini ve hangi ahkâm-ı itikadiyede en büyük feylesoflarla müşarik bulunduğunu âsâr ve vesaik-i mutebere ile gösterdik; o suretle ki bu kitapta rubailerin istinsah ve tercümesinden evvel serd ettiğimiz mütalaat başlı başına kâim bir eser addedilebilir. Bittabi asıl Hayyam’ın rubaiyatını sairlerinden temyiz edebilmek için hayli dikkat ve himmet sarf etmekliğimiz lazım gelmişti. Biz bu zahmetten kaçınmadık ümit ederiz ki bu kitabı mütalaa buyuranlar da mahzuz olacaklardır.

Maazalik, Hayyam’ın kendi hatt-ı destiyle yazılmış ve belki kendi eyyam-ı hayatında dostları veyahut şakirtleri tarafından cem-i tedvin edilmiş bir mecmua-i rubaiyat henüz keşfedilememiş olduğu için bu adamın müdded-i ömründe kaç tane rubai söylemiş olduğu meçhuldür. Olabilir ki Profesör Bravrinın dediği gibi günün birinde böyle mühim bir nüsha keşfedilir o zaman yeniden bir Rubaiyat-ı Hayyam tabettirmek lüzumu hâsıl olur ki bu tabiidir. Fakat her ne olursa olsun, kemal-i cesaretle kâriîn-i kiramı temin edebiliriz ki Ömer Hayyam’ın şiiri ve felsefesi hakkında verdiğimiz malumat-ı müdellele ileride zerre kadar kıymetini gaib etmeyecektir; çünkü her vechile müberhen ve bedahet menzilesinde sabittir.

Bir de Rubaiyatı tasnif edebilmek için şimdiye kadar muteber tutulmuş bir kaide-i müttehaza vardı: Kafiyelerde elif ba tertibi gözetilir ve ona göre rubaiyata bir silsile tayin edilirdi. Surî bir intizam arz etmekten başka bir faidesi olmayan bu tertib-i kadîmi biz hoş görmedik. Bilakis rubaileri, mutazammın ve natık oldukları efkâr-ı hükemanenin mahiyetine göre tertip etmeği daha makul bulduğumuz için o sureti tercih ettik. Hayyam’ın felsefesini tetkika tahsis ettiğimiz faslın fihrist-i mevadd u silsile-i mesailine her halde tevafuk eden ve muvazı düşen tertip bizimkidir. İşte, Ömer Hayyam ve âsârı hakkında şimdiye kadar icra ettiğimize kani olduğumuz derin taharriyat ve geniş tetebbuata istinaden öyle zann u tahmin ediyoruz ki bu kitabımızın intişarından sonra Rubaiyatı tekraren tercüme ve neşre kıyam edecek kimselerin önünde mebzulen iktibasatta bulunmağa ve nakiselerini ikmal eylemeğe müsaid metîn ve mükemmel bir nüsha mevcut olacağı için bundan böyle Rubaiyat mütercimlerinin işi gereği gibi kolaylaşmış olacaktır. Yani demek istiyoruz ki bu kitabımızın neşrinden sonra artık bol bol rubaiyattan ve Hayyam’dan dem urmak herkes için mümkün olacaktır.

Hüseyin Daniş

ÖMER HAYYAM

BİRİNCİ FASIL

ŞARK MÜVERRİHİN VE MÜNEKKİDÎNİNİN ÖMER HAYYAM

HAKKINDAKİ MÜTALAATI

Hace İmam Ömerü’l-Hayyamî yahut Hayyamü’l-Nişaburî beşinci asr-ı hicrînin evahirinde ve altıncı asr-ı hicrînin evailinde on ikinci asr-ı milâdî zuhur etmiş olan hükema ve riyazi yunun meşhurlarındandır. İran’ın da en büyük mefahirindendir. Lakin bilâd-ı Şark’ta ve son zamanlarda Avrupa ve Amerika’da iktisap etmiş olduğu şöhret bilhassa feragat zamanlarında tefrih-i hatır maksadıyla söylemiş olduğu hikmetamiz rubailerden ileri gelmektedir. Müşarünileyhin fezail ve menakıb-ı sairesini şiirinin şöhret-i şayiası örtmüştür.

Hayyam, zamanının vakayi-i külliyesine gerçi doğrudan doğruya karışmamış ise de birçok cihetlerden müteşebbislerini asrın ekâbirinden saydıracak tetkikât-ı ilmiyede mühim amillerinden olmuş ve kendi muasırı bulunan hükümdaran ve ulema nezdinde büyük bir kıymet ü haysiyet kazanmıştır. Müşarünileyhin Tercüme-i halini muhtevî olan kütüb-i Arabiyye’nin ekserinde ve cebr ü mukabele fennine müteallik bulunan kendi eserinin baş tarafında ismi yâ-yı nispetle Hayyamî’dir. Diğer taraftan, Farisî kitapların ekserinde ve kendi rubailerinde Hayyam şeklindedir ve her iki şekil de sahihdir. Ve biri diğerini iptal etmez. Bunda görülen tabir ihtilafı Arabî ve Farisî şivelerinin ihtilafından mütevellittir.

Ömer Hayyam’ın bazı rivayata göre kendinin ve bazı rivayata göre pederinin çadırcı olduğu ve şiirde Hayyam tahallus etmesinin bundan ileri geldiği mütevatir ise de bu rivayetler şayan-ı itimat addedilebilecek bir vesikaya müstenid değildir.

Ömer Hayyam Avrupa’da ve Amerika’da rubaiyatın mütercim-i muktediri Fiç Cerald (Fitz Gerald)’ın|1 ] deha-yı edebîsi sayesinde vesî bir şöhret-i şairane ihraz etmiş olduğu halde memalik-i Şarkiyye’de en ziyade mabihittemayüzü olmak lazım gelen şiiri meskût ü metruk kalmış ve ismi şairler meyanında değil, riyazîler ve müneccimler arasında zikredilmiştir.

Ömer     Hayyam’dan       meşruhen bahsetmiş olan yahut derunlarında müşarünileyhin sadece zikri geçen kitaplar zaman sırasıyla ber vech-i zeyldir:

p] 1809 sene-i milâdiyesinde tevellüd ve 1883 sene-i milâdiyesinde vefat etmiş olan Fiç Cerald (Fitz Gerald) Hayyam’ın rubailerini nazmen İngilizceye en iyi tercüme eden İngiliz edibidir. Yine Ingiliz üdebasından Voinfild (Whinfteldyden tutunuz da Heron Allen (Heron Allen) ve Riçard Lögalyen (Richard le GailienneYe gelinceye kadar Hayyam’ı tercüme edenlerin hiçbiri Fiç Cerald (Fitz Gerald)’ın tercümesini hiçbir zaman unutturamayacaktır. Çünkü Fiç Cerald (Fitz Gerald)’ın Ingiliz rubaiyatı ifadesinin metaneti, tarz-ı beyanının münakkahiyeti ve klasik selaseti itibariyle gerçekten bir şahkâr-ı dehadır.

Hayyam ’dan bahseden ve bugün elimizde bulunan en eski vesika on ikinci karn-ı milâdînin evasıtına doğru Semerkand, Tus, Herat ve Nişabur cihetlerinde yaşamış ve 506 sene-i hicriyyesinde (tahminen 1112 sene-i milâdiyesi) Belh’te hakîm-i müşarünileyh ile mülakat etmiş olan Nizamî-i Aruzî-i Semerkandî’nin [ ] Çehar Makale nam eseridir.

Yine bu Nizamî 530 sene-i hicriyyesinde tahminen 1135 sene-i milâdiyesi Nişabur’da Hayyam’ın kabrini ziyaret etmiştir. Nizaminin Ömer Hayyam hakkında anlattığı iki hikâye hakîm-i müşarünileyhin Tercüme-i haline mehaz olan en sahih ve en kadîm iki mühim vesikadır. Bunlar kadar mühim üçüncü bir vesika da yine Çehar Makale"de, Sultan Gıyase’d-dünya Ve’d-din (Muhammed İbnü’l-Melikşah)’ın Hille’de isyan ederek Bağdad üzerine yürüyen Arap hükümdarı Sadaka’yı te’dip etmek için üzerine ordu sevk etmesi iyi olup olmayacağı hakkında müneccimlere müracaat ettiğine ve müneccimler o hususta bir rey-i sâip beyanından izhar-ı acz edince bir kâhin-i Gaznevî, sevk edilecek askerin nail-i zafer olacağını temin ü tekeffül eylemekle Sadaka üzerine kuvvet izam olunarak muvaffakiyet hâsıl olduğuna ve Sultan Gıyase’d-din (Muhammed) seferden avdetle Gaznevî müneccimi taltif eylediğine ve kablessefer ne için o hususta beyan-ı reyden istinkâf etmiş oldukları diğer müneccimlerden sorulunca padişahın o zaman tertip ettiği seferberlikte meymenet görmemiş olduklarına ve o vakit hiçbir müneccimin böyl e bir sefere rıza göstermediğine ve kendilerine inanılmazsa keyfiyet Horasan’a yazılıp İmam (Ömer-i Hayyamî)’dan dahi istizah edilebileceğine dair olan hikâyedir. Biz bu 

- …- faslından

sırasıyla iktibas ve tercümeleriyle birlikte buraya derc ettik:

Yani 506 sene-i hicriyyesinde Belh’te Esirciler Mahallesinde Emir Ebu Sa’d Cere’nin hanesine Hace îmam (Ömer Hayyam^ ve Hace îmam (Muzaffer Îsfezarî) nüzul etmiş idiler. Ben o sırada onların nezdinde bulunuyor idim. Sohbet esnasında Hüccetü’l-Hakk (Ömer)’tan (Bu tabirden maksadı Hayyam’dır.) işittim, dedi ki: Benim kabrim bir yerde olacak ki her baharda rüzgâr onun üstüne çiçekler serpecek. Bu söz bana pek mümteni göründü. Lakin bilirdim ki öyle bir adam beyhude ve bîmana söz söylemez. Vakta ki 530 sene-i hicriyyesinde Nişabur’a geldim, o büyük adam çehresini hafagâh-ı türaba çekmiş ve âlem-i süfliyi yetim bırakıp gitmişti. Müşarünileyhin benim üzerimde Hakk-ı tâlimi var idi. Cuma günü onun kabrini ziyarete gittim ve onun toprağını bana göstersin diye birini kendimle birlikte aldım. Beni Hire Kabristanı’na çıkardı. Sol tarafa döndüm. Bahçenin duvarının dibinde müşarünileyhin kabrini gördüm. Armut ve zerdali ağaçları uçlarını bahçenin duvarı üstünden sarkıtmış ve onun kabrinin üstüne o kadar çok çiçek dökmüşler idi ki toprağı çiçekler içine gömülüp kaybolmuş idi. O zaman, müşarünileyhin Belh’te söylediği sözler hatırıma geldi, ağladım. Çünkü yeryüzünde onun bir nazîrini daha görmüyor idim. Hakk-teala onun makamını cennet etsin, bimennihi ve keremihi.

Keza:

Yani: “508 sene-i hicriyesinde Merv beldesinde padişah, vezir-i kebir Sadre'd-din Muhammed İbnü’l-Muzaffer Rahimehullah (*) nezdine birini gönderip

ona dedirtti ki imam Ömer’e söyle, ahkâm-ı nücuma tevfikan bir iki münasip gün ihtiyar etsin de ava gidelim ve avda bulunacağımız birkaç gün içinde kar ve yağmur yağmasın. Hace îmam Ömer vezir-i müşarünileyhin musahiplerinden idi ve nezdine gelip giderdi yahut onun hanesine nüzul ederdi. Vezir birini gönderip Ömer’i çağırdı ve macerayı ona nakletti. Ömer gitti ve iki gün rasat etti ve iyi bir gün intihap ederek padişahı müteyemmin bir saatte ata bindirip ava gönderdi. Padişah ata râkiben selametle çıkıp birkaç merhale (   ) kat eder etmez hava karardı, rüzgâr çıktı, ortalığa bulut yayıldı, kar ve tipi emareleri göründü. Bu hale herkes güldü. Padişah geri dönecek oldu. Hace îmam Ömer dedi ki: Sultan müsterih olsun, bulutlar şimdi dağılacak ve bu dakikadan itibaren beş gün kadar hiç yağmur yağmayacak ve yaşlık görülmeyecek. Sultan atını sürüp yoluna devam etti. Ve hava açıldı. Ve o birkaç günün içinde hiç yaşlık olmadı ve havada bulut görülmedi. Fenn-i nücum her ne kadar maruf bir sanat ise de, ona pek güvenilmez. Müneccim ona pek itimat etmemelidir ve her verdiği hükmü kaza ve kadere havale etmelidir.”

Keza:

 

Bu hikâyenin hulasa-i mealini bilmünasebe yukarıya derc ettiğimiz için burada harfiyyen bir daha tercümesine lüzum görmüyoruz.

Çehar Makale den sonra Ömer Hayyam"dan bahseden eserlerden biri de 595 sene-i hicriyesinde (tahminen 1198 milâdî) vefat etmiş olan Hakanî-i Şirvanfnin eş’ârıdır. Müşarünileyh kasidelerinden birinde memduhunu şöyle tarif ediyor:

Yani: -“İşte bunun için akıl ona dedi ki: Ey Ömer Bin Osman! Sen hem ilimde Ömer Hayyam gibi birinci mertebeyi haizsin hem adalette Ömer İbni Hattab gibi birinci derecedesin”. Bundan sonra, müellifat-ı kadîmeden olup Ömer Hayyam" dan bahseden dört eser daha vardır ki meşhur Rusyalı müsteşrik Valentin Zuhofski (Valentin Zhukowski) onları Hayyam’a müteallik tetebbuatında mehaz olarak almıştır. Bu eserlerden biri yedinci karn-i hicrî (on üçüncü asr-ı milâdî), biri sekizinci karn-ı hicrî (on dördüncü asr-ı milâdî), biri dokuzuncu karn-ı hicrî (on beşinci asr-ı milâdî) ve diğeri onuncu karn-ı hicrî (on yedinci asr-ı milâdî) de yazılmıştır. Bu dört muhim mehazlardan birincisi 620 sene-i hicriyesinde (tahminen 1223 milâdî) Şeyh Necme’d-din Razi’nin (ki daye denilmekle maruftur) telif etmiş olduğu Mirsadü’l-İbad namındaki kitaptır. Bu vesikanın ehemmiyeti büyüktür; çünkü muharriri müfrit bir mutasavvıf olmakla maruf bulunduğu için Hayyam’ı “felsefî ve dehrî ve tabiî” diye tavsif eylemiş ve buna burhan olmak üzere hakîm-i müşarünileyhi “lâedriyye” mezhebi siyakında yazmış olduğu rubailerden ikisini ayırıp zikretmiştir. Mirsadü’l- ‘İbadın bu ibaresini aynen buraya nakl ediyoruz:

Yani: “Temiz ve ulvî ve nuranî olan ruhu topraktan yapılmış, süflî ve zulmanî bir kalıba yerleştirmekte ne hikmet olduğu ve sonra ruhun cesetten alakasını kat edip bunları birbirinden ayırdıktan ve kalıbı tahrip ettikten sonra tekraren 

mahşerde neşr eylemenin ve onu ruha kılıf yapmanın sebebi ne olduğu malumdur. Bu onun içindir ki insan     ek…[*] zümresinden çıkıp âdemiyyet

mertebesine erişsin ve (…)[**] hicap gafletinden kurtulsun ve zevk ve şevk ile tarîk-i süluğa adım atsın. Zavallı “felsefî ve dehrî ve tabiî” bu makamların ikisinden de mahrum olduğu için yolunu şaşırmış ve avaredir. Hatta onların nazarında fazıl ve hikmet ve kiyaset ve irfanla şöhret bulmuş olan fuzaladan biri -ki maksadım Ömer Hayyam’dır- fart-ı hayret ve dalaletten şöyle şiirler söylemeğe kadar varıyor: Birinci rubainin tercümesi: “İçine girip sonra çıktığımız bu dairenin ne bidayeti, ne nihayeti malumdur. Şu dünyada kimse bana doğrusunu söylemiyor ki buraya gelmiş isek nereden gelmişiz ve gidiyor isek nereye gidiyoruz”. İkinci rubainin tercümesi: “Hâlık-ı kâinat tabiatları bir kere terkip ü telif ettikten sonra ne sebeple yeniden tahrip ü ifna ediyor? Eğer yapılmış olan ecsam u suver çirkin ve kötü iseler, bunda tayip edilmek lazım gelen acaba kimdir? Yok, eğer güzel iseler, onları niçin tahrip etmelidir?”

Mirsadü’l- ‘îbad’dan sonra Ömer Hayyam’ın tercüme-i halini hâvî olan eser Şemse’d-din Muhammed îbni Mahmudü’ş-Şehrizuri’nin 586-611 senelerinde (tahminen 1190-1214 milâdî) telif etmiş olduğu Nüzhetü’l-Ervah ve Ravzatü’l-Efrah fi Tevarihi’l-Hükemai’l ve ’l-Müteahhirîn ismindeki kitaptır. Bu kitaptan biri Farisî, diğeri Arabî olmak üzere iki rivayet mevcuttur. Biz Arabiyülibare olanından o fıkrayı aynen zire nakl ediyoruz:

Kur’an’ın iki yerinde iki şekl-i diğer de variddir. Biri Sure-i A ’râf’tadır ki aynen şöyledir:

Diğeri de Sure-i Furkan ’da olup aynen şöyledir:

-Bu ayetlerin mazmun-ı münifleri de şudur: “Onların gözleri vardır da onlarla görmezler; onların kulakları vardır da onlarla işitmezler; onlar hayvanlar gibidirler belki de daha gümrahtırlar; onlar birtakım gafil kimselerdir”. İkinci ayetin mazmunu da şudur: “Zanneder misin ki onların çoğu işitir yahut anlar; onlar ancak hayvanlar gibidirler; belki de hayvanlardan daha ziyade yollarını şaşırmışlardır.” [**] Bu ayet-i kerime Sure-i Rum’da olup manası şudur: “Onlar hayat-ı dünyeviyeden zahiri bilirler ve onlar ahiretten gafildirler. 

Yani: Ömerü’l-Hayyam’ın âbâ ve ecdadı Nişaburlu ve vatanı da orasıdır. Aksam-ı ulum-ı hikmette Ebu Ali Sina’ya tebaiyet ederdi. Lakin huysuz ve titiz bir adamdı [ ] Meskeni dar ve hakîr idi. İsfahan’da bir kitabı yedi kere gözden geçirmekle hafızasına öyle nakşetti ki Nişabur’a avdet edip de mündericatını birine imlâ etti ve bu imla etmiş olduğu metin nüsha-i asliyye ile mukabele edildi. Aralarında büyük bir fark görülmedi. Müşarünileyhin tasnif ve talim hususlarında mahareti var idi. Ulum-ı tabiiyeye dair muhtasar bir eseri, vücut mebhas-i felsefiyesine dair bir risalesi ve kevn ü teklif meselesine müteallik diğer bir risalesi vardır. Fıkıh, lugat ve tarihin dahi âlimi idi.

Bir gün Hayyam vezir Abdü’r-Rezzak’ın nezdine gitti. O gün reisü’l-kurrâ (Ebu’l-Hasenü’l-Gazali) dahi orada bulunuyor ve o esnada Ayat-i Kur’aniyyeden bir ayetin tarz-ı kıraati hakkında aralarında bir münakaşa cereyan ediyordu. Vezir, Hayyam’ın içeriye girdiğini görünce : “  dedi. Hayyam meseleyi

tetkik edip kârilerin o husustaki ihtilafını beyan etti ve onlardan her birinin nokta-i nazarını ilel ü esbabıyla izah eyledi ve şevazı ve esbabını anlattı. Nihayet meseleyi bir şekl-i kat’îde hall ü fasl etti. Bunun üzerine Gazalî dedi ki: Allah ulema içinde senin emsalini kesir eylesin. Kurrâdan bunu hıfz etmiş bir kimsenin bulunabileceğini zannetmiyordum. Nerede kaldı ki hükemadan birinin... Riyaziyât ve makulat gibi aksam-ı felsefeye gelince, Hayyam tamamiyle bunların ehli idi. Bir gün Hüccetü’l- İslâm Gazali müşarünileyhin nezdine gelerek şu suali ona irat etti: Ecza-yı kutbiye-i felekten öyle bir cüz’ü tayin et ki o ecza-yı kutbiyenin gayrı olmakla beraber onlarla müteşabihül-ecza olsun. Bunun üzerine, Hayyam sözü uzattı ve birtakım sözlerle kelama iptida ederek münazaun fih olan meseleye girişmekten ihtiraz etti. Zaten bu Şeyh-i mutâ' ın âdeti daima bu idi. Nihayet, öğle ezanı okundu. Gazali ezan sesini duyunca: …         “[ ] dedi ve ayağa kalktı. Bir gün de Hayyam Sultan

Sencer’in nezdine girdi. Sultan o vakit henüz sabi idi. Ve o aralık çiçek hastalığına tutulmuş idi. Sultanın nezdinden çıkınca vezir ona: Sultanı nasıl gördün ve onu ne ile tedavi ettin? Diye sordu. Ömer sabinin hayatı tehlikededir (korkuludur), dedi.

Habeşî bir köle bu sözü sultana isal etti. Sultan iyileşince Hayyam’a karşı kin bağladı. Ve onu sevmez oldu.

Melikşah-ı Selçukî, Hayyam’ı nedimi menzilesine indirmiş idi. Buhara’da icra-yı hükümet eden Hakan Şemsü ’l-Müluk ise, müşarünileyhi pek çok tekrim ve tazim eder ve kendisiyle birlikte tahta oturtur idi.

Rivayet ederler ki Ömer Hayyam bir gün bir altun hilal ile hem dişlerini karıştırmakta, hem İbni Sina'nın Şifa namındaki eserinden ilâhiyat faslını mütalaa eylemekte idi. Bu mütalaa esnasında El-Vâhid ve’l-Kesîr faslına gelince, hilali kitabın iki yaprağı arasına koydu, ayağa kalktı, namaz kıldı, vasiyet etti, yemedi, içmedi. Son yatsı namazını da eda ettikten sonra, secdeye kapanarak: “Ya Rab, ben seni tanımaklığım mümkün olduğu kadar tanıdım. Beni mağfiret et. Benim seni tanımaklığım mahza sana tevessül etmek içindi.” dedi ve teslim-i ruh etti. (Allah onu rahmet eylesin.) Müşarünileyhin Arabî ve Farisî lisanlarında güzel şiirleri vardır ki zirdeki parçalar o cümledendir.”

Birinci kıt’a-ı Arabiyyenin tercümesi: “Tab’ım galeyana gelince dünya, yedi kat hatta ufk-ı a’lâ bana inkiyat ederler. Gerek gizli, gerek açık fevahiş ve zemaimden iffete riayeten ihtiraz ederim (Arapçası saimim) ve bu orucumu, Yaradanımı takdis etmekle bozarım (yahut fâtırımı takdis edişim savmımın iftarıdır). Nice fırkalar tarîk-i hakktan çıktıktan sonra benim katre katre akan feyzim sayesinde rah-ı hidayete girdiler. Benim doğru yolum, cehl ve amâ deresi üzerine köprüler gibi atılmış olan hüccetlerdir.”

İkinci kıta’-i Arabiyyenin tercümesi: “Mademki nefsim sedd-i ramak edecek kadar ele geçen bir şey ile kanaat ediyor, benim elim (avucum) bileğim onu sa’y ile tahsil eder. Hadisatın bütün tahavvülatından ben emin ve masunum, ey zamane, sen ister beni tehdit, ister tebşir et.

Benim menazilim güneşin ve ayın fevk re’sinde ve yükseldiğim yerler ferkadına kadar olan mesafenin daha üstündedir. Bütün mesadetleri devr-i daimiyle nuhusete tebdil eden kaza-yı eflak değil midir? Öyle ise, ey nefs sen mahrumiyyetine sabret; çünkü o eflağın da bir gün temelleri sarsılmakla zirveleri çöküp yıkılacaktır. Dünya sana yaklaştıkça bir musibet olur. Bu, yakın göründüğü halde uzaklaşan şey ne kadar aciptir! Mademki hayatın mahsulü (neticesi) ölümdür, demek ki oturan ile çalışan halce biri birine müsavidirler.”

Üçüncü kıt’a-i Arabiyyenin tercümesi: “Pek uzun müddetler dünyayı bir karındaş bulacağımı ümit ederek dolaştım ve öyle bir kardaş istedim ki bir dostum bana hıyanet ettiği zaman o benim meveddetime riayet etsin. Karındaşlığa layık olmayan nice kimselerle ülfet ve akd-i uhuvvet ettim ve nice karındaşları değiştirip onların yerine diğerlerini karındaş edindim. Ve nefsin matlubu müşkilleşince ona: Billah artık sen yaşadığın müddetçe hiçbir insan ile üns ve ülfet etme, dedim.f1 ]”

Şehr-i ZurFden sonra tertib-i zaman itibariyle (İbnü’l-Esir) hicretin 628. senesinde (milâdın tahminen 1231 senesi) telif etmiş olduğu Kâmilü’t-Tevarih’de 427 senesi ve vakayi’ini anlatır iken Ömer Hayyam hakkında şöyle der:

Yani: -“Ve o senede Nizamü’l-Mülk ve Sultan Melikşah müneccimlerin ileri gelenlerinden birtakımını bir araya toplayıp nevruz-i hamlin ilk noktası olmak üzere

p] Bu bize şair Mütenebbî'nin şu sözlerini hatırlatıyor:

tayin ettiler ve o tarihten akdem nevruz, güneşin nıfs-ı huta vasıl olduğu zaman hulul ederdi. Bu suretle, sultanın yaptığı şey takvimlere mebde ittihaz edildi. Yine o senede Sultan Melikşah için rasat yapıldı ve bunu yapmak için müneccimlerin ileri gelenlerinden bir kısmı içtima ettiler ki bunlar Ömer İbni İbrahimü’l-Hayyamî, Ebu ’l-Muzafferü’l-Isfezarî ve Meymun Bin-En-Necibü’l- Vasitî ve gayrihim idiler. Bunlara bu iş için emval-ı azime ita edildi ve rasad sultanın vefat etiği dört yüz seksen beş sene-i hicriyesine kadar mer’i olmakta devam etti. Ve onun vefatından sonra batıl oldu.”

Ondan sonra, Kadı Ekrem (Cemale’d-din Ebu’l-Hasan Ali İbni Yusuf-El Kaftî) zahiren 624-646 sene-i hicriyyeleri arasında telif etmiş olduğu Tarihü’l- Hükema’’nın ayn harfinde şöyle der:

Yani:- Ömer Hayyam, imam-ı Horasan ü allâme-i zaman idi. Ulum-ı Yunaniyye’yi talim ederdi. Ve nefs-i İnsanînin tezkiyesi için tathir-i harekât-ı bedeniyeye ve o vasıta ile zat-ı vacibül-vücudu arayıp tanımaya teşfik ederdi. Kavâid-i Yunaniyye iktisasınca siyaset-i medeniyeyi iltizamı emir ve tervic ederdi.( r) Müteahhirîn-i sufiye, onun eş’ârının zavahirinden bazı şeyler istinbat edip bunları kendi tarikatlarına naklettiler ve onları mecalis-i aleniye ve mahafil-i hususiyelerinde zikir ve tetkik eylediler. Hâlbuki Hayyam’ın bevatın-ı eş’ârı şeriat için sokucu yılanlar gibidir. Ve iğfal için bütün lazım gelen şeyleri câmi’dir. Dini ve itikadı sebebiyle muasırları müşarünileyhi kadh ü esrar-ı zamirini keşf ü faş edince canından korktu ve inan-ı lisan ve kalemini kasr etti. Ve takva ile değil, lakin takkiyye suretiyle hac etti ve levs ve şaibeden hâli olmayan bazı esrarı faş etti. Bağdat’a geldiği zaman, ilm-i kadîmde onun tarikatına salik olanlar kendisine teveccüh ettiler ise de müşarünileyh bir nedim tarzında değil lakin ettiğine nadim olmuş bir adam tarzında onlara kapısını kapadı. Ve hacdan kendi beldesine avdet edince sabah akşam ibadethaneye gider gelirdi. Ve esrar-ı derununu ketm ederdi. Lakin ister istemez o esrar kendiliğinden zahir olurdu. İlm-i nücum ve felsefede bînazir müşar ü bilbenan idi. Ulumun bu nevilerinde ifadatı misal olarak irat edilir idi. Eğer kendisine ismet merzuk olaydı. Rumuz ve hafayası ancak kanatları altındaki kısa tevekküllerinde görünen ve her tarafta tair ve münteşir olan öyle şiirleri vardır ki bunlarda maksadının zülal-ı sâfını daima kedürât nihanisi bulandırır. Ezcümle şu ebyat müşarünileyhindir: [ ]…

Ondan sonra Zekeriyya Bin Muhammed Bin Mahmud El-Kazvinî 674 sene-i hicriyesinde milâdın tahminen 1275 senesi telif etmiş olduğu Âsârü’l-Bilad ve Ahbarü’l-İbad nam kitabının Nişabur bahsinde Ömer Hayyam’dan şu yolda bahsediyor:

Yani: -Hükemadan Ömer Hayyam bu beldeye mensuptur. Müşarünileyh, enva-i adide-i hikmetin kâffesine vâkıf ve alelhusus fen-i riyazîde sahib-i yed-i tula bir hakîmdir. Melikşah-ı Selçukî zamanında zuhur etmiştir. Sultan-ı müşarünileyh, Hayyam"a alat-ı rasat iştira etmesi ve onlarla yıldızları tarassud eylemesi için külliyetli pare vermiş ise de o sırada Melikşah vefat etmiş ve bu iş ikmal edilemeyerek kalmıştır. Naklederler ki bir gün Hayyam bir ribata (bir misafirhaneye) inmiş, bakmış ki bu ribatta ikâmet edenler oradaki kuşların çokluğundan ve kuş terselerinin düşerek herkesin üstünü başını telvis etmekte olmasından şikâyet ediyorlar. Bunu görünce Hayyam çamurdan bir kuş yapıp onu o ribatın şerefelerinden birine nasbetmiş, bunun üzerine bir daha oraya kuş gelmemiş. Yine naklederler ki fukahadan biri her sabah daha güneş doğmadan Hayyam’ın nezdine gidip ondan felsefe dersi alır ve sonra gidip ahalinin içinde müşarünileyhin seyyiatından bahseder imiş. Hayyam bunu işitince birçok davulcuları ve zurnacıları evine davet edip orada gizlemiş. Ma’hud fakih bermutad, ders okumak için gelince, Hayyam davullar çalınsın ve zurnalar öttürülsün, diye emir vermiş. Bu sesleri işiten ahali akın akın Hayyam’ın ikametgâhına koşuşmuşlar o zaman, Hayyam mevcut ahaliye hitaben demiş ki: Ey Nişabur ahalisi, bu adam her gün bu saatte benim nezdime gelip benden tahsil-i kemâl eden ve sonra buradan gidip beni nezdinizde bildiğiniz gibi tavsif eyleyen âliminizdir. Eğer ben onun dediği gibi isem, niçin gelip benden ilim ahz ediyor? Eğer öyle değil isem, niçin üstadını zemm ve kadh ediyor? Bir kere bunu ondan sorunuz.”

Âsârü’l-Bilad"dan sonra Ömer Hayyam" dan bahseden en eski kitap 718 sene-i hicriyyesinde katledilen vezir Reşidü’d-din Fazlullah" ın Câmi’ü’t- Tevarih" idir. Reşidü’d-din Kütüb-i İsmailiyye’den Sergüzeşt-i Seyyidina namındaki eserden- ki bundaki seyyidina’dan maksad Hasan Sabbah’tır- naklen Hasan Sabbah ve Tavaslı Nizamü’l-Mülk ve Ömer Hayyam’ın çocukluklarında Nişabur’daki mektep arkadaşlıklarına dair olan meşhur hikâyeyi ve bunlardan herhangisi yüksek bir mertebe-i içtimaiyeye vasıl olacak olur ise diğer ikisini himayeyi deruhde eylediğini sonuna kadar naklediyor. Zikrolunan Sergüzeşt-i Seyyidina vaktiyle Alamut Kalesi’nde kalmış olan kitaplardandır. Hülagü Han Alamut Kalesi’ni zabt ettikten sonra Tarih-i Cihan-GGüşa’yı müellifi Alaaddin Ata Melik Cüveyni’yi İsmailîlerin kütüphanesini tecessüs ü tasaffuha memur etmiş ve her müfid gördüğü kitabı alıkoyup mütebakisini yakmasını müşarünileyhe tavsiye eylemiş olduğundan o da bu emre tevfikân hareket ederek o kitapların büyük bir kısmını imha etmiştir. Tarih-i Cihan-Güşa’nın üçüncü cildinde İsmailîlerin tarihinden iktibasen münderiç bulunan fasl-ı nefis ve müfid dahi Alamut Kalesi’ndeki kitaplardan nakledilmiştir. Lakin Ata Melik ’in bizzat bu hikâyeyi kat’an işaret etmemiş olması aciptir. Velhasıl, zikrolunan hikâye yani Ömer Hayyam, Hasan Sabbah ve Nizamü’l-Mülk"ün o an tufûliyetlerine müteallik bulunan masal herkesçe maruf ve meşhurdur. Ve Câmi’ü ’t- Tevarih, Tarih-i Güzide, Ravzatü’s-Safa, Habibü’s-Siyer, Tezkire-i Devletşah ve mec’ûl olduğu söylenen Vesaya-yı Nizamü’l-Mülk gibi kütüb-i tarihiyenin ekserinde mevcuttur. Ve keza Rubaiyat-ı Hayyam"ın Farisî, İngilizce vesair matbu ve mütercim nüshalarında ve tezakir-i şuaranın bazılarında münderiçtir.

Şu kadar ki Avrupa müsteşriklerinin ekseri bu hikâyeyi asılsız addediyorlar ve meçhul bir efsane biliyorlar. Çünkü Nizamü’l-Mülk 408 sene-i hicriyesinde tevellüd etmiştir ve Ömer Hayyam ile Hasan Sabbah’ın tarih-i veladetleri malum değil ise de Ömer Hayyam"ın tarih-i vefatı, meşhur olduğu üzere, 517 sene-i hicriyesi ve Hasan Sabbah"ınki de 518 sene-i hicriyesidir. Eğer bu hikâyenin muktezasınca Ömer Hayyam ve Hasan Sabbah, Nizamü’l-Mülk ile hem-sinn yahut mütekarib-i sinn ola idiler, Hasan Sabbah ile Ömer Hayyam’dan her birinin yüz seneden fazla yaşamış olmaları lazım gelir idi. Ve bu ise, muhal olmamakla beraber müstebattır. Bu iki zatttan yalnız birinin mesela yalnız Ömer Hayyam’ın yüz yirmi sene yaşamış olduğu iddia edilse idi, yine pek istib’ad edilmez idi. Lakin ömürlerinin fevkalade uzun olmuş olduğuna hariçten hiçbir delil mevcut olmayan iki şahs-ı meşhur tarihinin, her ikisinin birlikte yüz yirmi sene yaşamış olmalarını icap eden bir hikâye baîdülvuku ve zaîfül-ihtimaldir ve vallahu alemu bissavab.f1] Câmi’ü’t-Tevarih’ ten sonra zaman sırasıyla Mevlana (Hüsrev İbrakuhî)’nin 808 sene-i hicriyyesinde (milâdın tahminen 1405 senesi) telif etmiş olduğu Firdevsü’t-Tevarih gelir ki bunda Ömer Hayyam’ın Tercüme-i Haline dair olan fasıl ibaresi ibaresine şöyledir:

Yani: Hayyam, Ömer İbni İbrahim Hayyam’dır. Ulumun birçoklarında ve alelhusus ilm-i nücumda zamanının ileri gelenlerinden idi. Cihangir risaleleri ve bînazir şiirleri vardır. Bu rubai cümle eş’ârındandır: Bir toprağın üstünde görülen herbir zerre güneş yanaklı ve Zühre alınlı bir güzelin ecza-yı perakendesindendir. Esvabın kol ağzından tozu silker iken edeple silk, çünkü o da bir nazeninin gubara münkalib olmuş çehresidir ve saçlarıdır.[r]

Hikâye: Ebû’l-Hasan Beyhakî diyor ki: Ben 505 sene-i hicriyesinde İmam Ömer’in meclisine girdim. Müşarünileyh o sırada hamaseden olan şu beytin manasını benden sordu:               131        ki Türkçesi şudur: Onlar

izzet ve cüretleri iktizasınca sulh ve safanın mübah kıldığı ve asayiş ve sükûnun yumuşatıp yatıştırdığı nevahiye girmeğe tenezzül etmezler ve eğer girerler ise himaye ve muhafaza tahtında olan sarp ve meni’ yerlere girerler.”[ 2]-Ben de ona cevaben dedim ki:^jA tasgîr sigasıdır ve ism-i mükebbiri yoktur, nasıl ki Süreyya ve Hümeyya kelimeleri de böyledirler. Şair burada bir taife-i şüceanın izzet-i nefislerinin ayıp ve nakiseden müberra olduğunu anlatmak ve onları maali-i umura tahriz ve teşfik etmek için bu sözleri söylemiştir. Sultan Melikşah-ı Selçukî Hayyam’ın muasırıdır.

p] Bu bize Hafız-i Şirazî’nin şu beytini hatırlatıyor:

Halife... Vefatı. İmam Muhammed Bağdadî diyor ki müşarünileyh Kıtabu ş-Şifa[ ] dan İlahiyat kısmını mütalaa ediyordu. Vahid ve Kesir faslına gelince mütalaa etmekte olduğu yaprakların arasına bir şey koydu ve b ana dedi ki cemaati çağır da bir vasiyet edeyim. Ashap hazır olunca şerait-i vasiyeti eda etti ve sonra namaza durdu ve gayrden yüz çevirdi.

Sonra yatsı namazını kıldı ve yüzünü toprak üstüne koydu ve ya Rab, ben seni benim için mümkün olan hadde kadar tanıdım. Sen beni mağfiret et. Çünkü benim seni tanımaklığım mahza sana mütevessil olmak içindi, dedi ve ruhunu Hakk’a teslim etti. Rivayet ederler ki müşarünileyhin manzum sözlerinin sonuncusu bu idi: Ya Rab, kendi varlığıma doydum sıkıntıma ve fakr u zaruretime doydum-Sen mademki yoktan var edensin, kendi varlığın hürmetine beni yokluktan kurtar.”

Profesör Zuhofski (Zhukowski)’nin müracaat etmiş olduğu son mehaz, 1000 sene-i hicriyesine kadar olan İslam-ı Vakayi’ Tarihiyesi’ni müştemil olduğu için Tarihül-fı denilen ve Sindli Ahmed İbni Nasrullah Tattavi tarafından Hintli Ekber Şah namına telif edilmiş olan kitaptır ki Hayyam hakkındaki mündericatı aynen bir vech-i atîdir:

Yani:-Hakîm Ömer Hayyam, Horasan hükemasının seramedanındandır. Onu hikmette Ebu Ali Sina’ya yakın bilirler. Fazıl Muhammed Şehr-i Zûrî’nin tarihinden anlaşıldığına göre müşarünileyh Nişabur’da doğmuş ve ecdadı da Nişaburlu imişler. Bazı kimseler onu Belh tevabiinden olan Şimşad Karyesi’ne mensup bilirler ve bazıları da müşarünileyh Esterabad mülhakatından olan Besnin karyesinde tevellüt etmiştir, derler. Velhasıl, ekseriya Nişabur’da tavattun eder imiş. Müşarünileyh daima bildiğini başkalarından kıskanmış olduğu için tasnifatı vüsat ilmiyle hiç mütenasip değildir. Kendisinden meşhur olarak bize kalan eserlerden biri, murassa şeylerin üstlerindeki mücevheratı kazımaksızın kıymetlerini tayin etmenin usulünü öğreten Mizanü’l-hikem isminde bir risale ve dört mevsimi ve bilad ve ekâlimin muhtelif hevalarını ve bu ihtilafın esbabını bildiren Levazımü’l-Hikmet isminde diğer bir risaledir. Kitapların çoğundan anlaşıldığına göre, müşarünileyh tenasüh mezhebine itikat eder imiş. Rivayet ederler ki Nişabur’da eski bir medrese tamir ediliyor ve bunun için eşekler kerpiç taşıyorlar imiş. Hayyam da talebeden birtakımı ile medresenin havlısında o esnada dolaşıyor imiş. O eşeklerden biri her nedense hiçbir vechile içeriye girmiyor imiş. Hayyam bu hali görünce tebessüm etmiş ve eşeğin yanına gidip demiş ki: Ey gidip “<* J J ”olarak geriye dönen, ey ismi isimler arasında gayb olan, ey bütün tırnakları bir araya gelip de “zılf” şeklini alan,

[* ] “* Ayet-i Kerimesine işarettir ki geçen notlardan birinde izah edildiği veçhile

Kur’an’ın iki muhtelif suresinde başka başka şekiller de vardır.

ey sakalı kıçının arkasından çıkıp da kuyruk olan kimse! Eşek, bu sözü işitince, içeriye girdi. Hayyam’dan sebebini sordular. Dedi ki: Bu eşeğin cisminde dolaşan ruh medresenin bedeninde idi. Binaenaleyh, içeriye giremiyordu. Şimdi arkadaşlarının kendisini tanıdığını anlayınca bizzarure içeriye girdi.” Avrupa musanniflerinden pek çokları Ömer Hayyam"ın vefatı tarihi olmak üzere 517 sene-i hicriyyesini gösterirler ve ezcümle Alman Brokelman (Brockelmann)^] Ulumu Arabiyye tarihinde 515 senesini müşarünileyhin sene-i vefatı olmak üzere işaret eder. Bu iki tarihi ayrı ayrı zikreden[ ] Fazıl Maruf Iranı Muhammed ibni Abdu l-Vahab Kazvinî kendisinin bu iki tarihten hiçbirini mevsuk addettirecek bir senet elde edememiş olduğunu söyler ve Çehar Makalemden müsteban olduğuna göre Ömer Hayyam’ın vefatı 508 ile 530 sene-i hicriyyeleri arasında vuku bulmuş olmak lazım gelir, çünkü 508 senesinde müşarünileyh daha hayatta imiş ve Nizamî-i Arûz?nin Hayyam’ın kabrine vuku bulan ziyareti ki bu ziyareti 530’dadır, hakîm-i müşarünileyhin vefatından birçok seneler sonraya tesadüf ediyor, der.

TEZKİRELERİN İFADATI

Ömer Hayyam hakkında şimdiye kadar Farisî tezkirelerde yazılan şeyler pek sathi ve adi rivayetlerden ve masallardan ibaret olup hiçbir ehemmiyet-i tarihiyeyi haiz değildir. Mesela en eski Farisî tezkiretü’ş-şuara müelliflerinden addolunmak lazım gelen Ay/î’nin on üçüncü asr-ı milâdî mebadisinde (yedinci asr-ı hicrî-i mebadisi) yazdığı Lübabü’l-elbab’ında Hayyam’a müteallik bir şeye tesadüf edilmez. Hatta, Monla Câmi’’ye kadar gelen şuaranın teracim-i ahvalini muhtevî tezkiresini 1487 sene-i milâdiyesinde (892-893 hicrî) ikmal etmiş olan Devletşah-ı Semerkandî bile o eserde Hayyam’a hiçbir mevki tahsis etmez ve yalnız Nişaburlu şair Şahfûr

Eşheri’den bahsederken … diye onun Ömer Hayyam evladından olduğunu söyler.

Ateşgede nam tezkirenin (ki 1180 sene-i hicriyesinde yani tahminen 1766 sene-i milâdiyesinde yazılmıştır) müellifi Lutf‘ali Beg Âzer dahi Hayyam hakkında şu kadarcık bir tarif ile iktifa eder:

Yani ismi Ömer Hayyam’dır. Derler ki Sultan Sencer ile bir tahtta oturur imiş. Rivayet ederler ki meşhur —Nizamü’l-Mülk” ve -Hasan Sabbah” ile mekteb arkadaşı imişler ve şayet zaman ileride onlardan birini terbiye yani nail-i ikbal edecek olur ise, o da diğer iki arkadaşını kendi saadetine teşrik eylemek üzere daha mektepte iken aralarında ahd ü peyman etmişler. Nizamü’l-Mülk mesned-i vezarete geçince Hasan Sabbah onda müşareket iddiasına kalkmış ve iş en sonra niza ve mürafaaya müncer olmuş ki bu vakayi tarihlerde mufassalan masturdur. Ömer Hayyam ise, Nizamü’l-Mülk’ten hisse-i müşareket olarak Nişabur’da yalnız bir iki mezraa almakla iktifa etmiş. Hayyam rubaiyi pek güzel söyler imiş. Anlaşılıyor ki mektep arkadaşlığı masalını herkes bilatahkik dinlemiş ve kuyud-ı tarihiyeyi tetkik etmeyerek Profesör Bravria ve fazıl namı (Muhammed İbni Abdu’l-Vahab Kazvinî)’ye gelinceye kadar öylece nakletmiş.

730 sene-i hicriyesinde (tahminen 1329 sene-i milâdiyesinde) ikmal ettiği Tarih-i Güzide ismindeki eserine Hamdullah Müstevfî-i Kazvinî dahi Hayyam hakkında yalnız şöyle küçük bir fıkra derc eder ki hemen aynen Hüsrev Ibrakuhî’nin Firdevsü’t-Tevarih’inden yukarıya derc ettiğimiz ibarenin bir parçasıdır: 

.

Yani: “İbrahim’in Oğlu Ömer’dir. Ekser-i ulumda ve alelhusus ilm-i nücumda asrının seramedanından imiş. Sultan Melikşah-ı Selçukî’nin nüdemasından olup güzel risaleleri ve bedî’ şiirleri vardır. Bu rubai onun şiirlerindendir.”

Bundan takriben 35-40 sene akdem hayatta olan üdeba-i İran’dan Rıza Kulu Han Hidayet Mecmaü’l-Füsehâ nam tezkiresinin birinci cildinde Hayyam"a dair aynen şu birkaç satırı yazar, lakin yine bize yeni bir şey öğretmiş olmaz:

Yani: “Fazıl bir hakîm imiş, lakin iyi bir şöhrete malik değildir. Selçukîler zamanında zuhur etmiş ve Sultan Sencer ile münasebeti pek mahrem ve samimı imiş. Birlikte bir mektepte tahsil-i ilm etmiş oldukları mervidir. Biri birilerini himaye edeceklerini daha o zamandan yekdiğerlerine vaddetmişler. Tab’ı rubaiye maildir. 517 sene-i hicriyesinde vefat etmiştir. Hakîmane ve üstadane söylenmiş güzel rubaileri vardır ki onlardan bazıları buraya nakl ve derc edildi.” Yine mezkûr Rıza Kulı Han Hidayet urefa ve mutasavvıfînin tercüme-i haline tahsis ettiği Rıyazü'l- Arifin namındaki kitabında Hayyam hakkında aynen şöyle der:

Yani: “Dünyanın en meşhur hakimlerinden ve zamanın en nadir şairlerinden biridir. Selçukîlerden Sultan Sencer ile bir tahtta oturur imiş. Hace Nizamü ’l-Mülk ve Hasan Sabbah ile çocukluğunda mekteb arkadaşı imiş. Üçü de ahdetmişler ki zaman onlardan her hangisini daha çabuk mevki-i ikbale isad eder ise o diğer iki refikini de saadetine teşrik etsin. Nizamü’l-Mülk rütbe-i vezarete erince Ömer Hayyam ondan zer’ etmek üzere birkaç parça toprak almakla iktifa eylemiş. Lakin Hasan büyük iddialara kalkışmış ve en sonra ref-i liva-yı isyan etmiş ki bunun mufassalı tarihlerde münderiçtir. Hayyam birçok fazaili haiz ve müsaviden muhteriz bir adam imiş. Bir zaman pek ziyade zühd ü takvaya mütemayil ve heva vü hevesten pek ziyade müctenib imiş. Bir zaman da tan ve tariz kapılarını kendi yüzüne açmış ve Melamiler silkine girmiş. Velhasıl zeki bir hakimdir. Ve âlîmeşreb bir rinttir. Rubaileri metindir ve bazıları şunlardır.

Farisî tezkirelerde Hayyam’a müteallik olarak tesadüf edilen rivayat [ ] işte hep bu kabildendir ve sathidir. Keza ne ibni Hallikâriın Vefeyatü’l-A ’yan ’ında ve ne ondan sonra gelen selefinin nakıs ve mensi bırakmış olduğu cihetleri ikmale çalışan İbni Şâkir ’in Fevatü’l-Vefeyatında Ömer Hayyam hakkında hiçbir şeye tesadüf edilmez. Yalnız meşhur Kâtip Çelebfnin Keşfü’z-Zunun an Esami’l-Kütübi ve’l- Fünuriun üç yerinde ismi geçer ki bu üç mahal kitab-ı mezburun 1835 tarih-i milâdîsinde Leipzig'da Latince tercümesi ve mufassal fihristiyle birlikte altı cilt

üzerine tab edilen nüshasının evvelen ikinci cildinin 584’üncü sahifesinde saniyen üçüncü cildinin 570’inci sahifesinde salisen altıncı cildinin 273’üncü sahifesindedir. İkinci ciltte Hayyam'a dair olan cümle şudur:

Yani: “Fazıl Ömer İbni İbrahimü’l- Hayyamî dedi ki riyaziyede maani-i talimiyeden biri de cebir ve mukabele fennidir. Bu fende cidden müşkil ve halli mutezir enva-i mukaddemata ihtiyaç gösterir şeyler vardır.”

Üçüncü ciltteki cümle de aynen şudur:

..

Yani: Zîc-i Melikşahî Ömer Hayyam’ın eseridir. Bunu Abdu’l-Vâhid namındaki şârih (Hace Nasîr-i Tusi’nin ) Sî Fasl ismindeki kitabının şerhinde zikretmiştir.[ ]

Altıncı ciltteki ibare dahi aynen şudur:

Yani Meheccetü’t-Tevhid (Ruhü’t-Tevhid), Rey Hükümdarı Alâ’ü’d- Devle’nin eseridir; bu zat Hayyam ile muasır idi.

Ömer Hayyam’ın musannefatından baki kalan yahut müverrihler tarafindan onun olmak üzere zikredilen âsâr zirde beyan olunur:

Cebir ve mukabeleye dair olan risalesi ki bunun metn-i Arabîsini Fransızca tercümesiyle birlikte Mösyö Vepke 1851 sene-i milâdiyesinde Paris’te tab ve neşretmiştir. [*]…ki bunun bir nüshası

Filemenk’de Leyden Kütüphanesi’nde mahfuzdur.[ ]

O

Zîc-i Melikşahî ki Hayyam onun müelliflerinden biridir.[ ] Tabiiyyata dair muhtasar bir risale.

Risaletün Fi’l-Vücûd ki Hayyam tarafından Farisî lisanında yazılmış ve Fahrü’l-Mülk Bin Mü’eyyed [?] namına telif edilmiştir. Bu risalenin bir nüshası Londra’da Müze Britanik’te mevcuttur. ] ve mezkûr nüshanın üzerinde kitabın unvanı şu şekilde münderiçtir:

p] Mezkûr kitabın ismi ve unvanı budur: L’algebre d’Omar Alkhayyâmi, publiee et traduite par F. Woepcke, Paris, 1851.

[2] Numara 967 Brokelman (Brockelmann)’ın “Edebiyat-ı Arabiyye Tarihi” nin birinci cildinin 471’inci sahifesine müracaat ediniz.

[3]          Keşfü ’z-Zünun’un Zâ’-i Mu’ceme babına müracaat ediniz.

[4]          British Museum, Or 6572, f. 51

.

Bu son üç risaleyi “Şehr-i Zurî” müşarünileyhe atfeder[6].

.

Almanya’da Guta Kitaphanesi’nde mahfuzdur..

.” ki mevsimlere ve bilad ve ekalim-i cihanın

hevalarındaki ihtilafın esbabına dairdir. Bu son iki risaleyi de “Tarih-i Elfî” müşarünileyhe atfediyor. [ ]

Risaletün Fi Cevabi Îmamü’l-Kadı Ebu Nasr Muhammed Bin Abdü’l-

Rahimü’l-Nesevî[9].»

[5]          Metni Arabî olan bu cevabın muhatabı olan sail ve suallerinin nususu meçhuldür. Risale Mısır’da Matbaatü’s-Saade ’de fâzıl-ı maruf Muhyi’d-din Sabrî El-Kürdi marifetiyle ve diğer birçok resaili daha muhtevî olarak Câmi’ü’l-Bedayi’ namıyla bir kitap şeklinde tab edilmiştir. Oraya müracaat ediniz.

[6]          Şehr-i Zurî: 212’nci sahifeye müracaat ediniz.

[7]          Numara 1158- Brokelman (Brockelmann)’ın Edebiyat-ı Arabiyye Tarihi’nin birinci cildinin 471’inci sahifesine müracaat ediniz.

[8]          Tarih-i Elfî: 219’uncu sahifeye müracaat ediniz.

[ ] Şeyhü’r-Reis Ebu Alı Sındının telamizinden olup 473 sene-i hicriyesinde Fars nevahisinde kadı idi. Ömer Hayyam tarafından kendisine yazılan Arapça cevabı istilzam eden mektubun başında kadı-i müşarünileyh Hayyam’a şu ebyat-ı ihtiramiye ile hitap eder: 

Hayyam’ın risale-i cevabiyesi keza Mısır’da Matbaatü ’s-Saade’de fazıl namı Muhyi’d-din Sabrî El- Kürdî marifetiyle tab ü neşr edilmiş olan Câmi’ü ’l-Bedayi ismindeki silsile-i resailde dahildir. Oraya müracaat ediniz.

İKİNCİ FASIL

HAYYAM’IN HAVÂSS-I FARİKA-İ DEHASI

Hayyam’ın şiirlerinde en ziyade samia-i dikkate çarpan: mey, meyhane, ayş, nuş, kuze, şarap, hum, saki, mutrip, çeng, saz, sürud gibi kelimelerdir ve bu kelimelerin tebliğ ettikleri maani hemen daima şunlardır: Zamanın sürat-i seyrini tevkif etmek mümkün değildir; binaenaleyh ömür seriüzzevaldir, öyle ise şu andan istifade edelim. Yahut: buraya nereden geldiğimizi bilmiyoruz; buradan nereye gideceğimiz de meçhuldür; öyle ise, şu yaşamakta olduğumuz zamandan daha hakikisi ve daha iyisi yoktur; onu fırsat bilelim ve fevt etmeyelim. Yahut: türlü türlü ulum ve keşfiyat gözlerimizin önündeki katmer katmer cehalet perdelerini tedricen yırtıp kaldırdıkça ardından bir tabaka-i muzlime daha çıkıyor. Bu gidişle her şeyin kâmilen bilinmesi her meçhulün tamamen anlaşılması mümkün olmayacaktır. Öyle ise, her şeyi olduğu ve anlaşıldığı gibi kabul edelim ve bunun için keyfimizi bozmayalım. Yahut: Bu âlemde eğer her şey yerinde ve yolunda değil ise bundan dolayı da mükedder ve meyus olmayalım, zevkimize bakalım; çünkü ezelde bu şeyler yapılırken bizim reyimizi soran olmadı, ilh. Daha kısa söylemek lazım ise, deriz ki rubaiyatın bütün mefhumu şu Arabî mısra’da mündemiçtir:

yahut şu Farisî beyitte münderiçtir:

ajlj          ASJJULS (Jslâ

Şu kadar ki zevk-i meyden, çeng ü çeganeden, saki ve meyhaneden pek çok bahseden adamların mutlaka herkesten ziyade zevkperest ve ayyaş olmaları lazım geleceğine dair bir zaruret-i mantıkıye yoktur; nitekim en güzel âşıkane şiirler yazabilenler, belki en vefasız ve en hakikâtsiz âşıklardır. Ömer Hayyam’ın sarhoşluğuna gelince, biz bu mübalağalı iddianın ihtimal -i sıhhatine hiç inanamıyoruz. Çünkü, bu sû-i zann makrun-ı hakikât olsa idi, biraz yukarıda da arz ettiğimiz vechile herkesten evvel ilm-i cebir hakkında mühim bir eser telif eden ve menabi-i mevsukaya nazaran Zic-i Melikşahî de dahil olduğu halde aded-i telifatı ekseri Arabiyülibare ve felsefî yahut fennî olmak üzere- ona baliğ olan ve elbette az çok mazbut ve muntazam bir hayat geçirmiş olması lazım gelen bu zat ciyadet-i fikriyesini hengam-ı hereminde değil, dem-i şebâbında bile muhafaza edemezdi ve zamanının zimamdaranı tarafından o bildiğimiz mevki-i ihtirama ısad edilmezdi. Garp’ta, Alfred dö Muse (Alfred de Musset), Pol Verlen (Paul Verlaine) ve daha birçok şairler ve muharrirlerin sû-i akıbeti iddiamıza kutlu bir delil ve manidar bir misal olabilir. Bu zavallı adamlar işret ibtilasından yakalarını kurtaramadılar ve sersem ya matuh olarak bu dünyadan erken göçtüler yani ayyaşlık uğrunda kurban gittiler. Hâlbuki Ömer Hayyam bilaşek hayli müddet yaşamış [*]ve kendi âlem-i istiğnasında arızasız bir hayat-ı âlimane geçirmiştir.

Hayyam rubaiyatında kelam-ı Farisî’yi makbuliyetin i’lâ-yı derecatına alelhusus müessiriyetin aksa-yı meratibine yetiştirmiş bir şairdir. Çünkü daima fikir ve maksadına en çok muvafık olan elfazı bulmakta muvaffaktır. Çünkü şiiri hem münakkah hem bir aheng-i latif selasetiyle caridir. Çünkü teşbihat ü istiaratında tabii ve sade bir zarafet vardır ve kat’en zoraki ve teklifli değildir. Çünkü etvar-ı ifadeden tam meşrebine ve felsefesine yakışan tavra malikdir. Sözleri mâ’-i zülal gibi şeffaf ve mütebellir ve tezeyyünat-ı bediiyyenin en güzelleriyle arastedir. Bir şiire bu kadar mütenevvi meziyatı defaten iktisap ettirmek dört mısraya öyle tefsirî sahifeler dolduracak metîn ve ciddi mevzuat-ı hikemiye istiab ettirmek şüphe yok ki yüksek bir deha eseridir.

p] Yaşının yetmişe tecavüz ettiğini bir rubaide kendi söyler.

Hayyam’ın yazdıklarında daima rayb ve güman vadilerinde dolaşması zamanının muasırlarının emzice ve meşaribini temeshur etmesi, adab ü edyan hududunu aşıp geçecek kadar bîperva olan cesaret-i beyanı, erbab-ı zühd ü riyayı gerçekten hırpalayan acı ve zehrnak kinayeleri esaslı ve vâsi bir vukuf-ı ilminin verdiği kudret ve salahiyetle söz söyleyerek edebiyatın durgun ve sakin sularını bulandırışı doğduğu ve yaşadığı memlekette herkesin kendisine yan bakmasına sebep olmuştur. Bugün bile müşarünileyhin mesleği fukaha ve zühhad-ı İslam nezdinde medhul ve mezmumdur.

Rubailer mutazammın oldukları manalara göre hususi fikirlerden ziyade umumi mevzularda dolaştıkları ve şekil ve vezin ve kafiyece birbirlerine benzedikleri için Hayyam’ın kendi söylemiş olduğu bir rubai ile Hayyamane söylenmiş başka bir rubaiyi yekdiğerinden tefrik ve temyiz etmek üdeba-i Fürse bile müteassir ve alelekser müteazzirdir. Bunun içindir ki bu herc ü merc-i mezamîn içinden bir yol bulup çıkmak ve badiye-i beyanda hakiki Hayyam ile birlikte yürümek şimdiye kadar kimseye müyesser olmamıştır. Yine bunun içindir ki mazmunu Hayyam’ın mizaç ve meşrebine tamamen tevafık eden ve terakîbinin insicamından ve ibaratının intizamından mütehassıl selaseti müşarünileyhe yakıştırılabilen bir rubaiyi velev Hayyam’ın gayrı bir şairin mahsul-i karihası olsa dahi asıl Hayyam’ın söylediği rubailerden tefrik etmek mümkün değildir. Lakin zarafet ve selaseti ne mertebede olursa olsun, mazmunu Hayyam’da gördüğümüz ve bildiğimiz akîde ve selikaya muhalif bir rubai “bu Hayyam’ın değildir” diye kolayca redd ü tekzib edilebilir.

Ezcümle mebni alelhikâye gibi görünen bazı rubaiyatın menşei izah ve tefsir edilmek emeliyle birtakım gülünç masallar bile uydurulmuştur. Mesela şimdiye kadar Şark’ta tab olunan rubaiyyat mecmualarının kâffesinde aynen mevcut ve münderiç olan:

.

- Ki manası şudur: “Benim şarap şişemi kırdın, ya Rabbi, bana zevk ve safa kapısını kapadın, ya Rabbi benim gül gibi penbe şarabımı yere dökdün, dilim tutulsun ağzım toprakla dolsun acaba sen sarhoş musun, ya Rabbi? ” Rubaisini tefsir etmek için de şöyle bir hadise tasavvur ve nakletmişler: Gûya Ömer Hayyam bir gün havadar ve ferah-feza bir yerde içki takımını önüne koymuş, şarap içiyormuş. O sırada nagehan şiddetli bir fırtına kopmuş, tozu dumana katmış, şarap şişesi devrilmiş, kadehler kırılıp dökülmüş, şair şaşırıp yarı yesinden yarı hiddetinden Allah’a karşı yukarıki sözleri savurmuş, bunun akabinde yüzü kararmış, ağzı çarpılmış, nagehani ve şedid bir buhran-ı asabiye tutulmuş ve gûya derhal tevbe ve istiğfar zemininde şu sözleri söylemiş:

Yani: Dünyada günah işlemeyen kimdir, söyle. Günah cürümünü irtikap etmeksizin nasıl yaşanabilir söyle. Ben fenalık edeyim, sen de bana karşı fenalıkla mukabele et, öyle ise benimle senin arandaki fark nedir, söyle.”

Bu rubaiyi söyler söylemez gûya derhal inayet-i Rabbaniyye ile yüzü ayın on dördü gibi parıldamağa başlamış ve bunun üzerine secde-i şükrana kapanarak canını Hallâk-ı kâinata teslim etmiş!

Bu masallar kadar uydurma ve saçma hiçbir şey olamaz. Zaten bu gibi rubaileri yazıp yazıp da Hayyam ’a isnat etmek kadar küstahlık tasavvur olunamaz. Bizim tanıdığımız ve mahiyet ü hakikâtini kârilerimize tanıtmağa çalıştığımız Hayyam itikadat-ı avamdır ki senden pek balater bir mertebe-i irfana vasıl olmuş olmakla beraber hiçbir vakit böyle alenen ilhadfüruşluk etmemiş ve kabaca dinsiz görünmek suretiyle kendi namı etrafında bir hale-i şöhret çizmek istememiştir. Böyle manasız zevzeklikler etmiş olsa idi, onu hiçbir padişah kendine nedim ittihaz etmezdi. Hayyam bu adi divaneliklerin pek fevkinde bir insan, bir hakîm-i kâmildir; biz onun mertebesini bundan çok yüksek biliriz ve bu suretle İran’da birkaç yüz seneden beri birer ikişer tasni edilip Hayyam’ın sözleri arasına katıştırılmış böyle manaca soğuk, mübtezel, bayağı ve kudret-i fatıraya karşı sadece ta’n ü sebb ü şetmi mutazammın rubaileri ona atfeylemeyi katiyyen tecviz etmeyiz. Vakıâ kendisi erbab¬ı taassubu ve hatta ulema-yı rüsumu kızdıracak müstehziyane sözler söylemiştir. Fakat bunlar gayet ince ve nezih bir üslûb-ı kinaî ile mümtazdır.

Yine Hayyam’a atfolunan ve onun sözlerinden olmadığı muhakkak olan rubailerden bir diğeri de zirde münderiç bulunan kurnaz fakat beceriksiz bir nazmın mahsul-i mahareti olduğu aşikâr olan şu şiirdir:

Bu rubainin nâzm-ı nükteperdazı ki şahsı bizce meçhuldür ve bu sözlerde ibraz-ı sanat etmek istemiş olduğunda şüphemiz yoktur Hayyam’ın bedayi-i fikriyyesi arasına kaydırmak istediği bu iki beytin cümel ü terakîbinin tertibinde göstermek istediği hüner-i bediîde de muvaffak olmamıştır. Birinci parçada Hayyam kelimesinin peşine hayme ’yi takmış ve şair-i hakîme çadır diktirir iken nagehan onu kânun-ı kedere atıp yakmış! İkinci parçada, evvelce şairi yakıp kül ettiğini unutarak yeniden ömrünün ipini mıkraz-ı ecele kestirmiş ve rişte-i hayatını kat ettirmiş olduğu bu zavallıyı sonradan dellal-i kadere ucuzca sattırmış!

-Hayır, bizim bildiğimiz Ömer Hayyam ne kendi hayatında kendi hakkında manaca böyle bîser ü bûn sözler söylemiş, ne de lâfzen böyle soğuk ve münasebetsiz kelime oyunlarına kapılarak şiiri rütbe-i şerefinden ıskât eylemiş bir adamdır. Küçücük rubailerin kabuğundan ortaya öyle mütefekkirlere hayret verecek dâhiyane fikirler ve ciltler dolduracak feylesofane mütalaalar çıkarıp ortaya döken bir adam bitttabi yukarıdaki manzume kabîlinden sözler söylemez. İran’da ve Hindistan’da tab edilen “Rubaiyat”larda görülen bu kusurlar, bu mübalatsızlıklar şair-i hakîmin ruhunu cidden rencide edecek ve nefais-i fikriyesine libas-ı Fürsü iksa ettiğine kâilini cidden nadim eyleyecek maayibdendir.

Yine Hayyam’a isnat olunan ve bütün matbu “Rubaiyat”larda münderiç bulunan şu şiiri tasni eden kimse onu şaire gerçekten yakıştırdığını zannetmişse ne kadar aldanmış, hele bunun için zavallı kim bilir ne kadar zahmetlere katlanmıştır:

Bu rubainin nâzımı Hayyam’ı validesinden evvel vefat etmiş ve cehennemde cayır cayır yanıyor, farz ediyor ve validesini, oğlunun azabdan istihlası için Allah’tan hakkında daima gufran ve rahmet temenni edermiş gibi tahayyül eyliyor. Bir gece gûya validesi Hayyam’ı rüyada görüyor, Hayyam o esnada validesine itaben yukarıdaki rubai ile hitab ediyor ki manası şudur: “Ey yanana yüreği yanan ve yakılmağa layık olan kadın! Ey yanarak cehennem ateşini alevlendirmeğe müstahak olan kadın! Ne vakte kadar, ya Rab Ömer’e rahmet et diyeceksin! Sen mi kaide-i rahmeti Allah’a öğreteceksin?”

Velhasıl Ömer Hayyam’a bilir bilmez o kadar çok rubailer atf ve istinat etmişlerdir ki bazen insan bunların ifade ettikleri mazmunlarda gördüğü tezat ve tenakuza adeta hayrette kalır ve biraz yukarıda da arz ettiğimiz gibi Hayyam’ın kendi söylemiş olduğu rubailerle sahte rubaileri yekdiğerinden tefrik etmekte cidden güçlük çeker ve muammalar halletmek derecesinde müşkilata maruz kalır. Tarz-ı beyan-ı Farisî’nin alâsıyla evsatını ve ednasını birbirinden ayırt edecek kudrete malik olmayanlar ve Hayyam’ın meşreb-i mahsusunu bilmeyenler ve onun sanihat-ı ömrüyle müfad-ı şi’ri arasında mevcut olmak lazım gelen tenasüb ü tevazünü nazar-ı dikkate almayanlar işin içinden asla çıkamazlar. Buna bir misal daha gösterelim: Bugün nüshaları ellerde dolaşan ve İran ve Hindistan’da tab edilmiş olan Rubaiyyat kitaplarında bir şu rubai görülür:

Ki manası: “Ben şarap içerim ve benim gibi ehliyetli olan her bir kimsenin şarap içmesinin nezd-i ilâhide o kadar bir ehemmiyeti olmaz. (Yahut benim şarap içmem masiyet sayılmaz.) Benim şarap içeceğimi Allah ta ezelden bilirdi, eğer şarap içmeyecek olur isem, Allah’ın ilmi cehl olmuş olur.” der. Bir de aynı mecmualarda evelkinin tamamen nakizı olan şu rubaiye tesadüf olunur:

….

Ki irtikab-ı günahın, nezdinde hiç ehemmiyeti olmayan kimse gerçekten ehliyetli bir adam ise onun böyle söylemesi lazım gelir: İlm-i ezeli-i İlahiyi vesile-i masiyet ittihaz etmek nezd-i ukalada cehlin son mertebesidir.”demektir.

Her İrtikâb ettiğimiz günahı Allah’ın ilm-i ezelisine taalluk ettirerek bar-ı mesuliyeti kâmilen sırtımızdan atmak ve her istediğimizi yapmak caiz olacağı mealinde olan birinci rubainin verdiği hükmü ikinci rubai şiddetle cerh ediyor ve ilm-i ezeli-i İlahiyi sebeb-i masiyet olarak göstermek hiçbir zaman tecviz olunamaz, diyor ki böyle biri birine taban tabana zıd olan bu rubainin aynı hakîm tarafından söylenmiş olmasını derhal akl-ı selim reddediyor. Ve bunun için İran fuzalasının bir kısmı bu rubailerden birincisi Ömer Hayyam'ındır ve ikincisi ona cevap veren Hace Nasir Tksz’nindir, diyorlar ve bunu böyle tevil etmekle muammayı halletmiş oluyorlar. Lakin Hayyam’ın ilm-i ezeli-i ilâhiyi böyle zorla şarap içmeğe kadar teşmil etmesine acaba ne ihtiyaç vardı?

Daha nice böyle misaller vardır ki eğer muhterem kârilerimize sudâ’ı müstelzem olmayacağını bilse idik, onları burada teksir ederdik. Bunları zikr ü irad etmekten maksadımız şimdiye kadar bunca suistimallere bunca sû-i tevillere maruz kalmış olan Rubaiyat’ı tayin ve tespit hususlarında derin bir dikkat ve büyük bir ihtiyat ile hareket etmek lazım geldiğini ve rubaiyyat şarih ve müterciminin vazifesi pek ağır ve ciddi olduğunu anlatmaktır.

ÜÇÜNCÜ FASIL

RUBAİYAT VE TERCÜMELERİ

İran’da yahut Hindistan’da taş basmasıyla basılıp bugün eydi-i rağbette gezen Rubaiyat kitaplarının muhtevî oldukları beş yüzü mütecaviz rubainin birtakımının Hayyam’ın olmayıp Abdullah Ensarî, Ebu Said Ebi’l-Hayr, Efdal-i Kaşanî, Akif, Alaü’d-Devle-i Semnanî, Enverî, Ascedî, Esirü’d-din, Attar, İbni Sina, Evhadî-i Kirmanî, Bedihî-i Secavendî, Fahrü’d-dîn-i Râzî, Firdevsî, Ahmed-i Gazalî, Hafız-i Şirazî, Celale’d-dîn-i Rumî, Cemale’d-dîn-i Kazvinî, Hakanî-i Şirvanî, Kemal İsmail-i İsfahanî, Mecdü’d-dîn-i Hemger, Mağribî, Melik Şemse’d- dîn, Necme’d-dîn-i Razî, Nasîrü’d-dîn-i Tusî, Nimetu’l-lâh-ı Kirmanî, Radiyü’d-dîn, Sadü’d-dîn-i Hamevî, Selman-ı Savecî, Seyfü’d-dîn-i Baharzî, Şahî, Siracü’d-dîn Kamerî ve Talib-i Amülî gibi birçok mutasavvıfın ve şuaranın olduğu kendi nezdinde müspet bulunduğunu müsteşrik Zuhofski (Zhukowski) söyler.

En eski “Rubaiyat” nüshası İngiltere’nin Oksford (OksfordJ beldesinde meşhur Bodleyn (Bodleian) Kütüphanesi’nde 525 numara tahtında sebt edilmiş olan el yazısı ile olanıdır ki bu nüsha 865 sene-i hicriyesinde (1460-1461 sene-i milâdiyesi) yani Hayyam’ın vefatından üç buçuk asır sonra yazılmıştır ve binaenaleyh bugün elde bulunan nüshaların en eskisidir ve bunda münderiç rubailerin adedi 158’dir. Ömer Hayyam’ın olmak üzere herkesin bilatetkik kabul ettiği rubailerin adedi altı yüzden başlar ve Misis Kadel (H. M. Cadell)’in dediği gibi bin iki yüze kadar çıkar.

Rubaiyat Avrupa lisanlarının Latince, Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca, Danimarkalıca gibi birçoğuna tercüme edilmiş ve Avrupa’da birçok defalar tab olunmuştur. Hayyam’ın Avrupa’da ve alelhusus İngiltere’de ve Amerika’da şöhreti kendi vatanı olan İran’daki marufiyetinden kat kat fazladır ve bu şöhreti Hayyam’a, Rubaiyatı Farisîdeki aslına muadil bir uzubet ü selaset ile İngilizce’ye tercüme edip 1859’da İngiltere’de neşreden Edvard Fiç Cerald (Edward Fitz Gerald)[1 ] temin etmiştir. Bu tercüme ammece o kadar hüsn-i kabule mazhar olmuş ki ondan sonra kerratla İngiltere’de, Amerika’da tabedilmiş iken nüshaları az bir zaman içinde tükenmiştir. Üdeba vü fuzaladan birçokları rubaiyatın tercümesiyle meşgul olmuşlar ve diğer birçok kimseler dahi rubaiyat tarzında ve onları takliden şiirler yazmışlar ve tabettirmişlerdir. Ve bunlar o kadar çoktur ki bugün İngiltere ve Amerika’da “Edebiyat-ı Ömer’i” eş’ârda adeta bir tarikat ve bir meslek-i mahsus olmuştur. Ömer Hayyam’ın elsine-i muhtelife-i Garbiye’de neşredilen tercümeleri ve bunların yek diğeriyle mukayesesi ve mütercimlerinin kimler oldukları ve Hayyam’ın tercüme-i hali ve mesleği ve meşrebi hakkında mufassalan vukuf hâsıl etmek isteyenler Mistir Nesan Heskel Dol (Nathan Haskell Dole)’un 1898 senesinde iki cilt üzere musavver olarak Londra’da tab ve neşretmiş olduğu kitab-ı nefise müracaat edecek olurlar ise bu hususlarda pek çok malumat edinirler [ ]. Fiç Cerald’ın İngilizce Rubaiyatı’nın tarih-i intişarından bu zamana kadar Garp’ta herkes Hayyam’a an be an mütezayid bir temayül göstermiş ve müşarünileyhin tarz-ı tefekkürünün ve meslek-i felsefîsinin taraftarları çoğalmıştır. 

DÖRDÜNCÜ FASIL

ÖMER HAYYAM ENCÜMENİ

1892 sene-i milâdiyesinde Londra’da Ömer Hayyam Encümeni (Omar Khayyam Club) namıyla bir encümen teşkil edildi. Bu encümenin müessisleri üdeba ve fuzala ve erbab-ı cerayidden idi. 1893 sene-i milâdiyesinde bu encümen iki gül fidanını Rubaiyat’ın muvaffak ve âlişan mütercimi Fiç CeralcTın İngiltere’deki kabri üzerine dikerek zirde tercümesini verdiğimiz İngilizce bir kitabeyi de oraya nasbettiler:

Kev Garden[ ] (Kew Garden)’de yetiştirilmiş olan ve tohumu Vilyam Simpson (William Simpson) tarafından Ömer Hayyam’ın Nişabur’daki kabrinden getirilen bu kızıl gül ağacı Fiç Cerald’ın birkaç dostunun eliyle Ömer Hayyam Encümeni tarafından 7 Teşrin-i Evvel l893 tarihinde buraya gars edildi.”

O vesile ile Fiç Cerald’ın kabrinin başında Ömer Hayyam Encümeni azası tarafından bazı eş’âr ve ezcümle rubaiyattan bazılarının İngilizce tercümeleri okundu ki aşağıdaki rubailer o cümleden idi: 

.

Fiç Cerald’ın kabri üzerine dikilen kızıl gül fidanının nasıl tedarik edilmiş olduğuna gelince bu fidanı Sir Peter Lumsden (Sir Peter Lumsden)’in riyaseti altındaki Afganistan Hudud Komisyonu’yla birlikte Şarkî İran cihetlerine (Mustrated London News) yani Musavver Londra Haberleri ismindeki ceride tarafından muhabir sıfatıyla izam edilmiş olan Mister Simpson (Mr. Simpson) Nişabur’da Ömer Hayyam’ın kabri üzerinden söküp İngiltere’ye göndermiştir. Mister Simpson 1884 sene-i milâdiyesinin teşrin-i evvelinde Nişabur’a vasıl olmuş ve oradan İngiltere’deki dostlarından birine bir mektup yazmıştır ki aslı İngilizce olan o mektubun bazı fıkralarının tercümesi zirdeki minval üzeredir:

“Bugünlerde Nişabur taraflarından geçmekte olduğumuz için ben Ömer Hayyam hakkında pek çok tefahhusat ve tetkikat icra ettim. Onu herkesten sordum. Ömer Hayyam'ın iskân etmiş olduğu hanenin hâlâ mevcut ve mahfuz olup olmadığını ve ondan diğer bir yadigâr kalıp kalmadığını anlamak istedim. Bir makbereden başka bir şeyi mevcut olmadığını anladım. Afganistan Hudud Komisyonu İran toprağında bulunduğu müddetçe Şah hazretlerine [**] misafirdir. Bizi izaz etmek ve ehemmiyetli ehemmiyetsiz her istediğimiz şeyi bize tedarik eylemek vazifesiyle muvazzaf bir mihmandarımız da vardır. Bize tayin edilen bu mihmandar fazıl ve edip bir kimseye benziyor, Ömer Hayyam ve rubaileri yle de menustur. Ömer Hayyam’ın makberesinin nerede olduğunu bildiğini söyledi ve Nişabur’a muvasalat ettiğimiz zaman bizi oraya götüreceğini vadetti. Binaenaleyh Nişabur’a varır varmaz Ömer’in kabrini ziyaret kastıyla hareket ettik. Komisyonumuzun reisi Sir Peter de bizimle birlikte geldi: Ömer’in kabri şimdiki Nişabur’un tahminen iki mil kadar cenubundadır. Atlara râkiben o semte doğru yürüdük. Yolda gidilir iken uzakta laciverdi ve muazzam bir kubbe göründü. Mihmandarımız makberenin orada olduğunu söyledi. Biz ilerledikçe kubbenin fahamet ve azameti daha çok göze çarpıyordu. Bunun ehemmiyetini anlayabilmek için şehrin ve kalanın duvarlarının ve bütün o civardaki binaların kâmilen balçıktan yapılmış olduğunu bir kere

Ömer Hayyam’ın merkadı

hatıra getiriniz, işte o zaman bu kubbenin bizi niçin o kadar cezbettiğine hayret etmezsiniz. Kendi kendime diyor idim ki bakınız, Ömer Hayyam’ın vatandaşları ona ne kadar ihtiram ediyorlar. Ve onun namını tahlid ve büyüklüğünü teyid için ne kadar muazzam bir hatıra vücuda getirmişler. Bu büyük şair kendi vatanında mademki bu kadar muhterem imiş, onun namının memalik-i Garbiye’de o kadar süratle iştihar etmiş olmasına hiç taaccüp etmemelidir. Velhasıl, yolda gider iken benim zihnim bütün bu hayalât ile meşgul idi. Lakin makbereye yetiştiğimiz zaman kendimin tamamiyle yanılmış olduğumu anladım. Meğer o buk’a bir imamzadenin imiş. Ve laciverdi kubbe onun makberesi üzerine bina edilmiş imiş! İmamzadenin şerafeti aba ve ecdadından dolayıdır, hâlbuki Ömer Hayyam’ın şerafeti bizim nazarımızda sıfât-ı zatiye ve hasail-i şahsiyesinden ileri gelmektedir. Bu imamzade Muhammed Mahruk ismiyle mevsumdur ve eimme-i isna aşer olup Meşhed’de medfun ve türbesi bütün fark-ı şianın ziyaretgâhı olan imam Rıza Aleyhi’s-Selam\n karındaşıdır. İmamzadenin makberesi civarında öteden beri derununa herkesin ölülerini defnetmekte oldukları bir kabristan vardır. Ömer Hayyam’ın kabrinin bugüne kadar beka bulmuş olmasının işbu kabristan sayesinde olduğuna hiç şüphe yoktur. Biz İmamzade (Muhammed Mahruk)’a ve bu eser-i nefisin bekasını temin etmiş olan onun şerafet-i irsiyesine (sıfat-ı zatiyesi her ne olursa olsun) müteşekkir ve minnettar olmalıyız. Zira Hayyam’ın merkadını kendi gölgesinde bugüne kadar o yaşatmış. Nihayet, biz sahndan imamzadenin kabrini ihtiva eden revaka çıktık. Oradan mihmandarımız sola döndü. Bir zaviyede Hayyam’ın kabri göründü. Sakfı pek kaba ve namütenasip, üç zaviyeli ve kireç sıvalı, duvarları da sakfı gibi kireç sıvalı idiyse de cabeca kireçleri döküktü. Kabri örten bina tuğla ve kerpiçle yapılmış ve her gûne ziynetten muarra ve şeklen mustatile meyyal-ı murabba bir bina idi. Makbere öteden beri perişan ve harap imiş de biraz evvel meremmet görmüş gibidir. Bundan da Nişaburluların, Ömer Hayyamlarını büsbütün unutmamış oldukları anlaşılıyor. İmamzadenin kabrinin karşı cihetinde saldide bir meşcereyi ve birkaç kavi ve azimülcüsse ağacı hâvî geniş bir saha vardır. Bu sahaya nazır olan revakın sahnının bir tarafında ve Ömer Hayyam’ın tam kabrinin karşısında ben birkaç kızıl gül fidanı buldum. Gül mevsimi tamamıyle geçmiş idiyse de bunların dallarının üstünde tohuma kaçmış birkaç dane gül göbeği kalmış idi. Ben onlardan birkaç danesini birkaç gül ağacı yaprağıyla birlikte koparıp işte melfufen size gönderdim. Bu tohumları İngiltere’de sizin dikip yetiştireceğinizi ümit ediyorum. Ve bu gönderdiğim şeyin Ömer Hayyam’ı sevenlerce en güzel bir hediye gibi telakki edileceğini zannediyorum. Bu gönderdiğim çiçeğin, Ömer Hayyam’ın çok sevdiği ve bilhassa düşündüğü ve şiir yazdığı zamanlarda temaşasıyla mahzuz ve mülhem olduğu gülün cinsinden olması kaviyen muhtemeldir.”

Ömer Hayyam’ın merkadına muttasıl olan İmamzade Mahruk’un merkadı

1895 sene-i milâdiyesinde Ömer Hayyam Encümeni azası Londra’da Burford Biric Hotel (Burford Bridge Hotel)’de umumi bir celse akd ettiler ve İngiltere’nin meşahir ve muteberanından pek çok kimseler o encümene davet edilerek mezkûr celsede hazır bulundular ve bu vesile ile birçok şiirler ve rubailer okudular ve bu suretle encümen azasının adedi tezayüd etti.

1897 sene-i milâdiyesi Martının yirmi beşinci günü Ömer Hayyam Encümeni Heyeti tarafından Lonra’nın Firaskatı lokantasında verilen ziyafette azanın adedi eskisinden daha çok idi ve Viskont Volsley (Viscound Wolsley), Sir Corc Rabertson (Sir George Robertson), Sir Maunt İstivart Gırant Duf (Sir Mount Stuart Grant Duff), Sir Hari Canston (Sir Harry Johnston) ve Doktor Konan Doyl (Dr. Conan Doyle) gibi zevat bu ziyafetin meduvvîninden idiler. O celsede Ömer Hayyam namına ve müşarünileyhin ruhuna ithafen kadeh kadeh şaraplar içildi ve şair-i hakîmin tebcil ve teclili vadisinde manzum ve mensur parçalar okundu.

Şairin Nişabur’daki kabrini tamir etmesini Ömer Hayyam Encümeni vaktiyle Nasirü’d-din Şah Kacar'dan rica etmişti. Mezkûr encümenin 1897 sene-i milâdiyesinde Londra’da verdiği bir ziyafette hazır bulun an Mistir Edmond Gos (Mr. Edmond Gosse) mizah tarîkıyla şunu söylemiş idi: İngiltere melikesi ve Hindistan imparatoriçesi[ ] hazretlerinin payitahtında in’ikad eden Ömer Hayyam Encümeni azasına İran padişahı hazretleri selam gönderiyor ve avatıf-ı şahanesini ve merahim-i mülukanesini mezkûr encümen azası haklarında raygan buyuruyor ve onlara diyor ki: Benim memleketimin şairlerinden herhangi birinin makberesini sıvatmak ve tamir etmek isteyecek olur iseniz yapabilirsiniz ve benim tarafımdan hiçbir mümanaat görmezsiniz ama be-şartı an ki bütün masarif-i tamiriye encümenin muhterem azasının kesesinden ödene![  ]

BEŞİNCİ FASIL

HAYYAM HAKKINDA MÜSTEŞRİKLERİN VESAİR

FUZALANIN MÜTALAATI

Ömer Hayyam’ın Rubaiyatı’nı ilk defa olarak Fiç Cerald’a vaktiyle Kemberic Darülfünunu’nda Arabî ve Sanskrit lisanları müderrisliği etmiş olan Profesör E.B.Kovvıl (Pr. E. B. Cowel) göstermiştir. Rubaiyatı muhtevî olan mecmua Oksford’da Bodleiyen (Bodleian Library) Kütüphanesi’nde bulunmuştur. Profesör Kovvıl bunu istinsah etmiş Fiç Cerald da harikanüma bir şive-i bediî ile İngilizce’ye nazmen tercüme eylemiştir. Sonradan rubaiyatın işbu nüsha-i asliyesinin fotoğrafisi aldırılarak 1898 sene-i milâdiyesinde müsteşrik Edvard Heron Alen (Edward Heron Allen) tarafından tamamıyla nesren İngilizce’ye tercüme edilmiştir. Bu İkinci tercümeden maksat Fiç Cerald’ın hangi yerlerde metn-i aslîye riayet ettiğini ve hangi yerlerde mevzuu sadece temsil ile iktifa eylediğini tahkik etmek idi.[* ] Filhakika, Fiç Cerald’ın o dilrüba şiirlerinin bir kısmı kendi deha-yı ibdakârının mahsulü olduğu ve onlardan nüsha-i asliye-i Farisiye’de hiçbir nişane görülmediği bugün alelumum kabul edilmektedir. Lakin İngiliz lisanını bunca cevahir-i maani ile tezyin etmiş ve muharririne bihakkın ölmez bir şöhret kazandırmış olan bir eserin kıymeti bununla eksilmez.

Fiç Cerald’ın (Fitz Gerald)’ın manzum rubailerini Fransızca’ya nazmen tercüme etmiş olan F.Hanri (Fernad Henry)[**] Hayyam’a müteallik olan mütalaanamesinde rubaiyat hakkında şöyle bir mülahaza yürütür:

Mündericatı bazen hayasızlığa varacak kadar şehvanî, bazen serkeşliğe varacak kadar küstah ve ye’se yakın derecede fâtir görünen istihzaları birer zehr- hand-ı asabi ile raşenak olan, bir yerde kaba ve en maddi hevacise meşher iken başka bir yerde en rakik ve en nazik tabiatları işgale layık mesail-i diniye ve felsefiyeye ma’kes birer beyyine-i deha şeklinde celb-i inzar eden bu rubaiyatı nasıl tavsif etmeli? Kârileri nazarında hem menus, hem vahşi, hem mütevekkil, hem asi, hem haşin, hem nermin bir ruh ve fikre tecelligah olup sırr-ı sınâatına yalnız Hayyam’ın vâkıf olduğu sade, münakkah ve metîn bir lisanla yazılmış olan ve birçok mündericatı hatta şeref-i nefsimizi paymal eden bu kitabı severek açar, okur ve yine severek ve mütalaasına doymayarak kaparız. Bu Mecmua sırasıyla bir silsile-i mütevaliye-i efkârı muhtevî ve yek diğeriyle mümtezic parçalardan mürekkep değildir. Her bir rubai şair-i hakîmin ifade etmek istediği bir fikr-i mahsusu başlı başına ve kemal-i icaz ile tebliğ eden bir manzume-i müstakiledir. Hacmen küçük ve manen büyük olan bu Rubaiyat en kısa ve en doğru manasıyla bir mecelle-i hürriyet ve insaniyettir. Çünkü öyle muğlak ve muhtelit mesaili kurcalıyor ki hakîm-i meşhur Bilez Paskal (Blaise Pascal)’ın kavlince bunlara karşı bîkayd kalmak için insan mutlaka “duygu” denilen şeyden büsbütün mahrum olmalıdır. Çünkü öyle hadisat-ı vicdaniyeye temsilgâh oluyor ki en laubali, en bulheves bir kimse bile ömrünün bir gününde ve bir saatinde mutlaka o hadisattan birini yaşamıştır. Çünkü her bir rubai vecd ve ıstırabımıza, ümid ve ye’simize, ferah ve elemimize beliğ bir tercümandır. Çünkü bu rubailer vicdanımızın bütün ihtilacatına, bütün tenakuzatına, bütün tenazuatına, bütün teheyyücatına cevap vermektedir. Çünkü okuyanlar da onların ikaz ettiği hiss-i hayret ve takdir bir batından diğer batına intikal etmek suretiyle milyonlarca insanları asırlarca düşündürmüş ve bundan sonra da daha pek çok zaman düşündürecektir.”

Rubaiyatın büyük mütercimi Fiç Cerald (Fitz Gerald) Ömer Hayyam’ın felsefesini şöyle tarif eder: Ömer Hayyam’ı hürriyet-i fikriye, celadet-i beyan ve vüs’at-ı kariha itibariyle bazen latin şair-i meşhur Titus Lukreçiyus Kayus (Titus- Lucretius-Caius)’a [*] bazen maruf Arap şairi Ebu’l-Ala El-Ma’arrTye bazen de hatta Volter (Voltarie)’e [ ] benzetenler olmuştur. Hayyam’ın bunlara ayrı ayrı benzer cihetleri yok değildir. Şu kadar ki tamamıyla ve ayniyle bunlardan hiçbirine müşabih de değildir. Lukreçiyus zaman zaman Yunanlı Epikür (Epicure)’ün

O

[ ]mesleğine temayül ederek kâinata bittesadüf vücuda gelen ve mukannenden müstağni bir kanunla işleyen cesîm bir makine nazarıyla bakmış ve bu nazari ye ile kendini hoşnut etmiş, fakat aktörlerinden birinin de kendi olduğu hadisat-ı gunagun-ı dehri Epikür mesleği tâbilerinden (Epicuriens) ziyade Zenun mesleği tâbileri (Stoiciens)’ne [ ] yakışan soğuk, metîn ve lâkayd gözlerle mirsad-ı ibretten temaşa eylemiştir. Encamı bir cebr-i ye’s-engizden başka bir şeye müncer olamayan varlıktan meftur olan Ömer Hayyam ise dehasını ve ilmini umk-ı vüsatını keşfedemediği girdab-ı kâinata bazen memnun ve bazen mahzun bir tavır ile savurup atmış ve ezvak-ı hissiyeyi yegâne maksad-ı hayat bilerek “uluhiyet”, “meşiyet”, “cism”, “ruh”, “hayat”, “memat” gibi mesail-i fikriye ve daha birtakım vasfı kolay, lakin tahkiki güç şeylerle mahza kendisini oyalamak için uğraşmıştır.”

Fiç Cerald (Fitz Gerald) Hayyam’ı sarf-ı maddi bir epicurien gibi telakki ettiği halde ondan daha evvel rubaiyatı nesren Fransızca’ya tercüme etmiş olan Fransalı Nikola (Nicolas) müşarünileyhe aşk-ı hakikiyi ve uluhiyeti şarap, saki ve saire tarzında göstermek isteyen Hafız kabîlinden mutasavvıf bir şair nazarıyla bakmış ki yukarıda da bilmünasebe söylediğimiz gibi bu tamamıyla yanlış bir görüştür. Fiç Cerald buna karşı diyor ki: Hafızın şiirinde vasfettiği ve belki içtiği şarap ne olursa olsun, şu kadar bilirim ki Hayyam’ın sade dostlarıyla birarada bulunduğu zamanlarda ve bezm-i safada alerrüus içtiği değil, hatta kendinde husûlünü arzu ettiği halet-i vecdi bulabilmek için tek başına kullandığı ve medhettiği şarabın da “bintülineb”den başka bir şey olmasının ihtimali yoktur.” Nikola’nın Rubaiyyat tercümesini okumuş olan Fiç Cerald mumaileyhin tevilleri hakkında diyor ki: Mösyö Nikola, eş’âr-ı Hayyam’ı tefsir eder iken “uluhiyet”, ilâh” gibi kelimeleri o kadar çok kullanıyor ki insan onun da bir mutasavvıf olduğuna hükmetmek istiyor. Khayyam s’est donne avec passion a l’etude de la philosophie des Soufis. Sözlerini Mösyö Nikola, kitabının mukaddimesinde hangi salahiyet-i tarihiye ile söylüyor? Ruh, madde, cebir ve tefeyyüz, irade gibi mesail-i felsefiye ile tevaggul ne mutasavvıflara muhtass bir hal idi; ne de onlardan evvel yalnız Lukreçiyus (Lucretius)’a vergi idi. Ve ne ondan daha evvel gelen Epikür (Epicure)’e münhasır idi. Bu, minel-ezel azade etvar mütefekkirlerin kâffesinde görülegelen ve belki ilelebed görülegidecek olan hürriyet-i fikr ü nazardır. Şu kadar ki Hayyam’ın Şark’ta bu tarz-ı müstesnada zuhuru kırlarda çalılıkların hiç umulmaz bir yerinde yabani bir çiçeğin ayağa ilişmesi kabîlindendir.”

Bütün felsefesiyle şuhî-i mizacıyla, üslûbunun kıvraklığıyla, beyanının nezahet ve zarafetiyle, mesele-i hayatı tarz-ı telakkisiyle Yunan kudema-yı şuarasından Ömer Hayyam’a pek çok benzeyen biri vardır ki o da Sisamlı Askalapiyad (Asclepiade de Samos)’dır. Bu nezih şair dahi aynıyle Hayyam gibi Epigram (Epigramme) [ ]yazmakla müştehirdir. Âsâr-ı sairesi zayi olmuş ise de epigramlarından on sekiz tanesi bizlere kadar vasıl olabilmiştir. Güzel bir Yunan tarih-i edebiyatı yazmış olan Fransız Kırovaze (Croiset) biraderler şu mülahazat-ı tenkidiye ile Askalepiyad ın şairliğini takdir ederler:

“Ce qui en fait surtout le merite original, c’est la finesse spirituelle du tour, l’elegance vive de l’image, le soin delicat du style, la nettete scrupuleuse du rythme et de la versification        asclepiade est un rafine, son art est un peu menu, mais

d’une eqwuise elegance.’’

Yani: [Bu adamın şair olarak kabiliyet-i asliyesi tavr-ı ifadenin nükte- perdazane zarafetinde, hayalin canlı ve nezih olmasında üslûba nazikâne bir ihtimam göstermesinde, kavaid-i aheng ve nazma muşikâfane dikkat ve riayetindedir. “Askalapiyadis” pek incelmiş bir hünerverdir; sanatı biraz hürdedir; lakin pek nefis ve nezihtir.]

Bu sözler Hayyam’ın vasfında yazılmış denilse caizdir. Bahusus Askalapiyadın şiirine misal olarak irad edilen şu küçücük Yunanî manzume ki manzum lakin gayr-i mukaffadır, ne kadar çok Hayyam sözlerini andırıyor:


Yani: [İç! Askalapiyadis!..Nedir bu gözyaşları?..Neden müteellim ve mükeddersin? Haşin Kipris (Cypris)’in yani Venüs'ün şikâr ettiği sade sen değilsin. Zalim Eros'un yani aşk ilâhı olan Kupidoriun zehirli oklarıyla yere serilen de sade sen değilsin. Neden diri diri toprağa gömülmek istiyorsun? Şafak sökmeğe başlıyor; kandilin söndü ise onun uyanmasını mı (yani güneşin doğmasını mı) beklemek istiyorsun? Gel, neş’e ile içelim. Ey zavallı! Daha birkaç günümüz kaldı. Sonra, büyük gece (yani leyle-i yelda-yı mevt) üzerimize çökecek ve çok dinleneceğiz.] Bu sözler Hayyam’ın: [^^   ] ve daha ona mümasil sözlerine ne kadar çok benziyor!

Bunun gibi Fransızların on altıncı asr-ı milâdîde yetişen meşhur şairleri Ronsard kendi zamanındaki Fransız melikesi Catherine de Medicis'in nedimelerinden melahatıyla maruf Helene de Surgeres ile muaşakalar ve melaibeler ederek ona sonnetsler ve manzum iştiyaknameler yazıp gönderdiği sıralarda, şiddet-i muhabbetine rağmen kadının bir aralık kendisinden yüz çevirir gibi olduğunu hissedince maşukasına hitaben- onun vefasızlığını işaret ederek- yazdığı şiirlerde ömrün kısalığından, güzelliğin çabuk geçeceğinden ve bir kere yaşlanınca dem-i şebâb ve taravetinden istifade etmemiş olduğuna çok nedamet getireceğinden bahssediyor ve kadına tam Ömer Hayyam şivesiyle şöyle diyor:

“Quand vous serez bien vieille, au soir, â la chandelle,

Assise aupres du fen devidant et filant, Direz, chantant mes vers, et vous emerveillant: “Ronsard me celebroit du temps que j’etois belle.» Lors vous n’aurez servante oyant telle nouvelle, Dejâ sous le labeur â demi sommeillant, Qui au bruit de Ronsard ne s’aille reveillant, Benissant votre nom de louange imınortelle. Je serai sous la terre et, fantöme sans os, Par les ombres ınyrteux je prendrai mon repos; Vous serez au foyer une vieille accroupie, Regrettant mon amour et volre fier dedain, Vivez, si ın’en croyez, n’attendez â demain; Gueillez des aujoud’hui les roses de lavie!»

Yani: [Siz iyice yaşlandıktan sonra, geceleyin mumun ziyası altında ve ateşin başında oturup ipliği yumaklar ve evirir ve benim şiirlerimi hayretle okur iken diyeceksiniz ki: Ben güzel ve yakışıklı olduğum zamanlarda Ronsard bana sitayişkâr idi. O zaman yorgunluğun tesiriyle yarı uykuya dalmış iken bu terennümünüzü işitince, “Ronsar”ın şiiriyle zinde-i cavid olan namınızı takdis ve tebcil ederek uyanacak bir kız hidmetçiğiz de bulunmayacak. O zaman ben toprak altında olacağım ve kemiksiz bir tayf halinde mersin ağaçlarının gölgeleri altında nevm-i rahata dalmış bulunacağım. O zaman siz de kendi yurdunuzda iki büklüm yaşlı bir kadın hali alacaksınız ve benim size karşı olan sevdama gurur ve istihfaf ile mukabele ettiğinize işte o vakit peşiman olacaksınız. Eğer beni dinler iseniz, durmayıp yaşayınız yarını hiç beklemeyiniz! Hayatın güllerini bugünden hemen toplayınız!]

Yirminci asrın güzide bir mütefekkiri ve Fransa’nın o asırda bihakkın en muteber bir muharriri addolunan ve geçen sene bu âlem-i fâniden âlem-i ebedîye intikal eden meşhur Anatol Frans (Anotole France) belki de Hayyam’ı hiç tanımadığı bir zamanda yazmış olduğu Epikür’ün Bahçesi (Le jardin d’Epicure) namıyla maruf olan kitabında kısa kısa ve parça parça birçok mülahazat-ı hikemiye serd etmiştir ki bu mülahazatın pek çoğu Hayyamane efkârı muhtevidir. Hatta bazılarında tarz-ı tahayyül ve teşbihat ve istiarat tamamıyla Hayyamâne ve laubaliyanedir. Mesela, mezkûr kitabın 96’ncı sahifesinde münderiç zirdeki fıkrayı aynen buraya naklediyoruz:

“ Je ne sais si, comme la theologie l’enseigne, la vie est une epreuve; en tout cas, ce n’est pas une epreuve â laquelle nous soyons soumis volontairement. Les conditions n’en sont pas reglees avec une clarte’suffisante. Enfin, elle n’est point egale pour tous. Qu’est-ce que l’epreuve de la vie'pour les enfants qui meurent sitöt nes,pour les idiots et fous? Voilâ des objections auxquelles on a dejâ repondu. On y repond toujours et il faut que la reponse ne soit pas tres bonne, pour qu’on soit oblige de la faire tant de fois. La vie n’a pas l’air d’une salle d’e- xamen. Elle; ressemble plutöt â un vaste atelier de poterie oû Fon labrique:toutes sortes de vases pour des destinations inconnues et dont plusieursj rompus dans le moule, sont rejetes comme de vils tessons ' sans’avoirjjamais servi. Les autres ne sont eınployes qu’â des usages absurdes et degoûtants. Ces pots, c’est nous „

Şimdi şu hakimane bendi- aslındaki zarafet-i üslûbu mümkün olduğu kadar muhafaza ederek- aynen tercüme ediyoruz:

[Bilemiyorum- ilâhiyat ilminin talim ettiği gibi hayat bir imtihan mıdır? Her halde tav’an geçirdiğimiz bir tecrübe değildir. Bu tecrübenin şeraiti lüzumu kadar vuzuh ile tertip edilmemiştir. Elhasıl bu tecrübe herkes için mütesavi de değildir. Ya doğar doğmaz ölen çocuklar için budala ve deliler için hayat tecrübesi nedir? İşte birtakım itirazat ki onlara evvelce cevap verilmiştir. Hâlâ da cevap verilmektedir. Fakat verilen cevap o kadar iyi olmamak gerek ki her zaman cevap verilmeğe mecburiyet görülüyor. Hayat bir imtihan salonuna benzemiyor geniş bir çömlekçi imalathanesini daha ziyade andırıyor ki orada birtakım gayr-ı malum işler de istimal olunmak için her türlü çömlekler imal olunur ve pek çokları daha kalıpta iken kırılmış oldukları için hiçbir işe yaramadan değersiz çanak çömlek kırığı olarak atılırlar. Diğerleri de ancak birtakım iğrenç ve abes işlerde kullanılırlar. Bu çanak çömlekler bizleriz, işte!] 

Nişabur’da bir çömlekçi dükkânı

Demek ki şu içinde yaşadığımız âlem, Fransız muharririnin nazarında dahi aynıyla Hayyam’ın tasavvur ettiği çömlekçi dükkânıdır.

Hayyam’dan birkaç asır evvel gelen ve Hayyam’ın en çok benzediği mütefekkirlerden olan şair-i amâ Arap Ebu’l-Ala El- Maarri dahi insanın çömleğe ve Halık’ın çömlekçiye benzemesi keyfiyetini Anatole FrancEnin ifadesindeki vuzuhu ve Hayyam’ı tarz-ı tasvirindeki kudreti andıran bir maharetle ve nazmen Lüzumiyaf ında şöyle tarif eder:

 

 

Çamur yoğuran çömlekçi

Yani: [Mihraplarda halkı ayetlerle korkutan kimseler görüldüğü gibi içki mahallerinde (tarabgahlarda) oynaşıp gülüşen kimseler dahi görüldü. Namazı kılan bir adamın maksadı keyd ü hile olacak olursa namazı kasten terk eden adam elbette Allah’a ondan daha yakındır. Nef için balçıktan imal edilen bir çanak yahut bir desti haline en sonra avdet edecek olan insan hiç fahr etmesin! Olabilir ki ondan bir kere bir kap yapılır ve bu kaptan her isteyen yer ve içer ve sonra o kap bir yerden başka bir yere taşınır da bunu kendi bilmez. Yazık ona! Çürüdükten sonra da bir yerden bir yere nakledilip duruyor! Ömer Hayyam rubailerini yazdığı asırda Avrupa’da Cid Campeador namıyla müştehir olan Rodrigue Ruy Diaz de Bivar [*]o mahud garaib- alûd gazâlarını icra etmekte idi. Birinci ehl-i salib seferi yapılmış, beytülmakdis alınmış ve on ikinci karn-ı milâdîyi kapatan hadisat-ı uzmâ cereyan etmişti; fatih Gilyum (Guillaume le Conqureant) İngiltere’nin istilasını ikmal eylemişti. Lakin o günlerde sema-yı Garb kalın cehalet bulutlarıyla mestur olduğu halde Arap ve Acem edebiyatı bilakis göz kamaşırıcı bir şaşaa ile parlamakta idi.

Hayyam’ı herkesten evvel Avrupa’ya tanıtan vaktiyle İngiltere’nin Oksford (Oxford) Darülfünunu’nda İbranî ve Arap lisanları müderrisliği etmiş olan Tomas Hayd (Thomas Hyde) nam zattır. Müderris mumaileyh Historie des religions des anciens Perses Medes et Parthes yani: Eski İranîlerin, Medyelilerin ve Partların tarih-i edyanı namıyla 1700 sene-i milâdiyesinde neşretmiş olduğu eserle tanınmıştır. Mumaileyhten sonra yukarıda dahi arz edildiği vechile müteaddit zevat Hayyam’dan tercümeler neşretmişler, fakat hiçbirininki İngiliz Fiç Cerald (Fitz Gerald)’ın ihraz ettiği muvaffakıyeti ve şöhreti kazanamamıştır. Fitz Gerald’ın eseri tamamiyle bir rubaiyyat tercümesi değildir. Rubaiyyatın ruh ve şivesiyle mülhem bir İngiliz edib -i dâhisinin yine İngiliz muhitiyle ve İngiliz tarz-ı tefekkürü ve selika-i beyanıyla mütevafık bir şekilde silk-i nazma çekmiş olduğu Hayyamâne efkâr ve hissiyattır. Lakin bu eserin sertâpâ meşbu olduğu nefha-i deha onu bir tercüme şeklinden çıkarıp kıymetçe ve meziyetçe Hayyam’ınkine muadil bir şahkâr mertebesine is’âd etmiştir.

[*]-“Cid”ın Arapçası -^‘dir. Fransız şairi meşhur Corneille ın maruf faciasının fahr-ı manidir.

Mukaddimemizde dahi arz edildiği veçhile, bugün İngiltere ve Amerika mahafil-i edebiyesinde (Fiç Cerald) Hayyam’ınkine faik değilse bile onun şöhretine müsavi bir şöhrete maliktir. Hayyam’ın da memalik-i Garbiye’deki şöhreti Şark’taki marufiyetinden kat kat ziyadedir. Hatta biraz yukarıda mufassalan beyan edildiği tarzda nam-ı Hayyam’a izafeten İngiltere’de Omar Hall ve Omar Khayyam Club namlarıyla mevsum kulüpler ve holler tesis edilmiştir.

Meşhur Avusturyalı müsteşrik Hammer-Purgsital (Hammer-Purgstall) ki 1856 sene-i milâdiyesinde vefat etmiştir. Ve on sekiz cildlik Histoire de I’Empire Ottoman yani Saltanat-ı Osmaniye Tarihi’nin müellifidir. 1818 sene-i milâdiyesinde hangi el yazısından iktibas ettiğini söylemediği 25 rubainin tercümesini neşretmiş ve o şiirlerin şeriat-ı İslamiye’ye muarız bir şekilde olması nazar-ı dikkatini celp eylemiş olduğundan Hayyam’a “İran’ın Volter (Voltaire)’i vasfını layık görmüştür.

Fransalı müsteşrik Garsin dö Tasi (Garcin de Tassy) dahi 1857 sene-i milâdiyesinde 10 kadar rubai tercüme ve neşreylemiştir. Mumaileyhin bu tercümeye rabtettiği kısa bir mütalaaname şairin eseri hakkındaki vukufunun pek sathi idiğini bize göstermektedir. İngiltere’nin on dokuzuncu asırda yetiştirdiği güzide müsteşriklerden Sir Gor Avuzley (Sir Gore Ouseley)|  ] dahi Hayyam’ın iki rubaisini İngilizce’ye tercüme etmişti.

On yedinci asr-ı milâdîde gelen Fransalı muharrir ve müsteşrik Bartelemi Derbelu (Barthelemy d’Herbelot)[ ] akvam-ı Şarkiye’nin maarif ü edebiyatına dair yazmış ve 1697 sene-i milâdiyesinde neşretmiş olduğu Bibliotheque Orientale yahut Dictionnaire Universel yani Şark Kitaphanesi yahut Lugatname-i Umumî namındaki eserinde Hayyam" dan bahsederken şöyle der: “Philosophe musulman qui a vecu en odeur de saintete dans la fin du premier et commencemnt du second siecles”

Yani: “Birinci asr-ı milâdînin nihayetinde ve İkincinin bidayetinde evliya gibi yaşamış müslim bir hakîmdir.” Müsteşrik mumaileyhin bu sözlerinde Hayyam" a gerçekten vasf olabilecek ancak bir “hakîm” kelimesi vardır. Mütalaa gayet sathidir ve hiçbir vukufa müstenid değildir. 1872 sene-i milâdiyesinde vefat eden ve âsâr-ı adide-i mensuresi arasında İstanbul’a dair yazmış olduğu eseri pek maruf ve Fransa’nın Romantikler Mektebi’ne mensup parlak üdebasından Tehofil Gotye (Theophile Gautier) dahi bir yerde sözü Hayyam"a intikal ettirerek şöyle der:

“En ses quatrains tout le monologue d’Hamlet se decoupe par avence”

Yani: “Hayyam’ın rubaileri “Hamlef’in bütün monoloğunu daha evvelden parça parça muhtevîdir.” On dokuzuncu karn-ı milâdînin Fransa’da yetiştirdiği mütefekkirîn ulemanın ser efrazanından müverrih ve hakîm Ernest Renan (Ernest Renan) eserlerinden birinde başka bir Şark şairinden bahseder iken onunla Ömer Hayyam arasında bir mukayese yürütür ve der ki:

“II n’a nil’audace, ni l’ironie amere de Khayyam, le plus etonnat poete nihiliste qui Jamais ait ecrit.”

Yani: “Onda Hayyam’ın ne celadeti, ne acı hüzû u mizahı var; o Hayyam ki onun gibi muhayyirülukûl bir nihilist şair hiçbir zamanda yazmamıştır...”

İran’ın ruh-ı siyaset ve mevcudiyetini herkesten ziyade tetkik etmiş olduğu şüphe götürmeyen İngiltere devletinin sabık hariciye nazırı müteveffa Lord Kurzon (Lord Curzon) İran’a taalluk eden ve iki büyük ciltten mürekkep olan “Persia and Persian Question” ismindeki eserinde kendi Nişabur’da bulunduğu hengâmda gördüğü şeylerden bahsederken diyor ki: “Namı ve âsârı batn-ı hâzıra “ Fitz Gerald”ın dâhiyane kalemiyle ve daha birtakım ondan aşağı şairlerin ve

mütercimlerin yazılarıyla tanıtılmış olan müneccim şair-i İranî Ömer El- Hayyamî’nin            kabri Nişabur’dadır. Hayyam’ın mütercimlerinden yahut

mukallidlerinden birinin dibacesinde, İngilizce rubaiyatı muhtevî cildi bir kimsenin götürüp Nişabur’da şairin huzur-ı merkadine bir adak gibi vaz’ etmesini müstemendane temenni eylediğini vaktiyle okuduğumu hatırlıyorum. [  ] Nişabur’a gittiğim zaman eğer o kitap nezdimde olaydı, hem muharririn o arzusunu yerine getirmiş olmak, hem yolculukta yükümü kısmen hafifletmek için bu nezri eda etmek ister idim. Lakin korkarım ki benim Nişabur’da gördüğüm kabrin hal-i perişanı Hayyam’ın hayran-ı dehası olan İngilizleri çok müteessir edecektir. Bu mezar vaktiyle çiçek tarhları ve su cetvelleriyle mutarraz iken bugün yabani otlarla mestur ve metruk bir bahçenin içindedir, üstünde şairin namını yahut şöhretini bildirir hiçbir nişane yoktur. Korkarım ki şimdiki İranîlerin merkad-ı Hayyam’a olan hürmeti on dokuzuncu asırda yaşayan bir Londralı’nın bir Matyu Paris (Matthewe Paris)’e yahut bir Vilyam Molmesburi (William Malmesbury)ye olan hürmetlerinden de aşağıdır.”

Ömer Hayyam’ın medfun olduğu bahçenin medhalindeki kapu

İngiltere’nin Kemberic Darülfünu’nu Farisî ve Arabî şubeleri müdürü ve bu iki lisanın salahiyetli müderrisi merhum ve mağfur üstad Profesör Buraun (Pr. E. G. Browne)’nun Ömer Hayyam hakkında ne düşündüğüne gelince onu biz aşağıda merhum-ı müşarünileyhin aynen kendi ifadesiyle, kendi Literary History of Persia’sının ikinci cildinden iktibas ve tespit ediyoruz:

“Umar Idıayyam, who is probably now bettei’ known and more admired in England and America than any other persian poet , is in his own country phıced on a much lower level and is esteemed more as an astronomer and a mathematieian than as a poet. Of course , this is largely dne to the f'act that he had the good fortune to be translated by Fitz Gerald who was himself a poet„

Yani: Ömer Hayyam - ki galiba şimdi İngiltere’de ve Amerika’da diğer herhangi bir Fars şairinden daha maruf ve müstahsendir - kendi memleketinde çok daha aşağı bir mertebede tutulmakta ve bir şairden ziyade bir müneccim ve bir riyazî gibi takdir olunmaktadır; Hayyam’ın Garp’taki bu şöhretinin başlıca sebebi hüsn-i tali eseri olarak Fiç Cerald (Fitz Gerald) gibi şair bir mütercime tesadüf etmiş olmasıdır.”

On dokuzuncu karn-ı milâdînin nısf-ı ahirinde Fransa’da gelen müsteşriklerin en muktedirlerinden ve âsâr-ı müteaddide mütercimesiyle maruf Barbiye dö Meynar (Barbier de MeynardJ de Rubaiyat-ı Hayyam hakkında diyor ki:

“ D’aucuns ont vu dans le Rubayyat une protestation contre le dogmatisıne musluman; pour d’autres, il n’est que le produit d’une imagi- nation maladive, singulier melange de scepticisme, d’ironie et de negation amere; quoi qu’il en soit, il n’est pas moins curieux de trouver en Perse, des le Nieme siecle, un poete qui est, selon le rnot de Renan, “ un frere de Goethe et de Henri Heine . „

Yani: Rubaiyatı şeriat-ı İslam’a bir tariz gibi telakki edenler olmuş; ona malûl bir muhayyilenin mahsulü, biraz şek verip biraz hüzû biraz da meraret-alûd bir inkârdan mürekkeb bir halita-i acibe nazarıyla bakanlar da bulunmuş; fakat her ne olursa olsun, daha on birinci karn-ı milâdîde İran’da Renan’ın dediği gibi Göte’nin (Goethe)[ ] ve Henri Hayne (Henri Heine) [ ] ile karındaş bir şairin zuhuru epeyce garip bir hadisedir.”

Elyum, Amerika’nın Kolombiya Darülfünununun İranî -Hindu lisanları müderrisi muhib-i sadıkım müsteşrik ve üstad muhterem Profesör Wilyams Caksın (Pr.A.V.Williams Jackson) tahminen yirmi sene kadar bundan evvel Horasan taraflarında ettiği seyahatten bahsederken diyor ki: “Nişabur’da Ömer’i belki beş altı kişi evde yaptığı hesaplarla takvim-i salyaneyi ıslah etmiş olan “müneccim ve hakîm Hayyam” diye tanır. Belki onun feylesof ve hazık bir adam olduğunu birkaç kişi bilir. Lakin şair olduğunu hatırlayan yoktur. Zaten Ömer Hayyam’ın Müslümanlığı da İran’ın şimdiki Müslümanlığına uymaz. Hayyam Sünni idi, İranlılar bugün Şii’dirler. Hayyam’ın bir ismi de Ömer’dir. Bu isim daima İranlılara saltanat ve medeniyet-i kadîmelerini darbe-i kâhireleriyle yıkan Arapları ve onların halifelerini hatırlatır. Hatta Hayyam’ın şarap kokusu veren şiirleri - mutasavvıflar zorla onlara bir mana-yı mecazî vermeğe uğraşmadıkları surette - harfi harfine ifade ettikleri manaya alınmaktadır ve şairin Allah’ı “Vâhid-i Kayyum” tarzında tarif eder iken izhar ettiği hürriyet-i fikriye küfürden ancak bir derece ehven bir hareket gibi anlaşılmaktadır.” Profesörün bu ifadatının aynen İngilizcesi şudur:

“At Nishapur , only a half dozen would kııovv of Omar, and then as Hakim Khayyam ( Doctor Khayyam ) , the scientist and astronomer whose computations reduced the year to better reckoning; they might possibly add thathe \vas a philosopher and sage, but non would remem- ber hira as a; poet . Omar, in fact , has not the qualities that appeal to Muhammadanorthodosy inPersia.He was a sunnite,whereas they belong to the shiite sect; his very name recalls the hated sunni caliph Omar and the Arab conquest; and his \vine bibbing verses, except when a strained mystical and allegorical interpretation by the sufis, are taken literally; while his freedom of thought in expressing his attitude toward the One Eternai Being is looked ılpon as liftle less than blasphemy.,,

Ömrünün büyük bir kısmını rubaiyatın asıllarını taharriye vakfetmiş olan müsteşrike-i marufe Misis H. M. Kadel (Mrs. H.M.Cadell) birçok medid ve amik tetkikatten sonra bizzat Hayyam’ın malı olmak üzere kabul edilebilecek rubailerin adedi bin iki yüz kadar olduğunu tesbit etmiştir. Bununla beraber bu kadın en sahib-i salahiyet kimselerin katiyen Hayyam’ın olmak üzere ancak 300-250 rubai kabul etmekte olduklarını da söylüyor ve bunun mevsukıyetini ispat etmek için diyor ki “Farisî metnin gösterdiği vuzuh ve selasetten başka kemal-i itimad ile kabul edilebilecek sade bir tarz-ı beyan, seci ve kafiyedeki mükemmelliyet tariz ve istihzadaki şiddet gibi daha başka delail de mevcuttur. Hayyam düşündüğünü açık yazar, kendi zamanında yüksek bir derece-i tekâmüle vasıl olmuş olan lisan-ı Farisî’ye mütemellik ve mütehakkim bir şairdir. Biz herhangi bir rubaide bir fikri sakat ve düşkün bir ifade çerçevesine zorla geçirilmiş görür isek, o rubaiyi Hayyam’ın olmak üzere kabul etmemeliyiz.” Velhasıl yukarıda birkaç kereler daha arz etmiş olduğumuz vechile, Rubaiyat’ın sahihlerini gayr-ı sahihlerinden tefrik etmek meselesi Hayyam’ın asrından beri lisan-ı Farisî hemen hiç değişmemiş olduğu için - hali pek o kadar kolay olmayan meselelerdendir. Bunda bize miyar olacak şey yalnız Hayyam’ın meşreb-i mahsusu, meslek-i felsefîsi, akide-i zatiyesi, azade tarz-ı beyanı, celadet-i zebanı gibi evsaf-ı farıkadır. Ve bu miyarın muvaffakıyetle istimali de alelumum şiir-i Farisî’de kesb-i rüsuh ve alelhusus şive-i Hayyamane’de ihraz-ı meleke etmeğe mütevakkıftır ki bu ehl-i lisan olan İranîler için bile güçtür, şu muhakkaktır ki:

İngiliz müelliflerinden Layen Felips (M.Wm. Lyon Phelps) Ömer Hayyam’ın bedbinliği ile meşhur feylesof Şopenhavr (Schopenhauer)’unki arasında pek calib-i dikkat bir kıyas yapmıştır. Mumaileyh, bir taraftan Şopenhavr’dan ve diğer taraftan Hayyam’ın efkârını sahih bir surette eş’ârında tecelli ettirdiğini zannettiği Fiç Cerald (Fitz Gerald)’dan karşılıklı birçok misaller zikrederek bilahere şöyle bir neticeye vasıl oluyor: Ömer ve Şopenhavr her ikisi de bedbindirler. Yaşamanın fena bir şey olduğunda ikisi de müttefiktirler. Lakin bunda ittihaz olunacak hatt-ı harekete gelince işte orada birbirlerinden ayrılırlar. Şopenhavr riyazetle, yaşamak iradesinin ibtaliyle, kendi kendimizden firar etmekliğimizi tavsiye ettiği halde Ömer meşgul-ı rebab ü şarap olmamızı ister. Belki Ömer Hayyam’ın sarhoşluğu yalnız şiirlerindedir; Şopenhavr’un ismet ve takaddüsü de belki yalnız yazılarındadır. Fakat bu iki suret-i tesviyenin hiçbiri Layen Felips’i ikna etmiyor. Çünkü bu iki suret-i hallin her birini Alman şairi Göte (Goethe) ayrı ayrı tecrübe ediyor: Faust’u evvela bir mirtaz, sonra da bir ayyaş yapıyor. Şu kadar ki Göte daha ileri gidiyor ve en sonra meselenin en doğru bir çare-i hallini Favusfa bulduruyor ki o da Allah’a iman ve benî-nev’ine muhabbet etmekten ibarettir.

Şair-i hakîm Ebu’l-‘Ala El- Ma’arrî’nin Lüzummiyât ını nazmen İngilizce’ye tercüme etmiş olan Emîn Reyhanî dahi o Arap şairi ile bu Fars şairi arasında bir mukayese yaparak diyor ki: “Her kim bu kitapta Ebû’l-‘Ala’dan tercüme edilen eş’ârı Ömer Hayyam Rubaiyatıyla birlikte okuyacak olur ise, bu iki şairin itikadının yahut itikadsızlığının bazı safahatının şeklen ve manen calib-i dikkat olan müşabihetlerini elbette görür. Ömer’in reybliği ve bedbinliği birçok cihetlerle Ma’arrî den mülhem gibidir. Lakin Arap hakîm efkâr-ı diniyesinde İranlı feylesoftan daha cesurdur. Ben Ömer müntahildi, demiyorum. Yalnız şunu söylemek istiyorum: Fransız hakîm Volter (Voltaire) efkâr-ı hüre ve reybiyesinin büyük bir kısmını nasıl Hobes (Hobbes)[ ], Lok (Locke)[ ] ve Beyel (Bayle)[ ] den aldı ise, Ömer de Ma’arrî den almıştır. Bu mütalaamın redd veyahut kabulünü her iki şairin sözlerini

t1] Meşhur Kromvel (Cromwell)’in müdaheni ve politikada idare-i mutlakanın müdafiî, ahlaksız fakat sözleri tesirli maruf bir İngiliz feylesofudur. 1588 sene-i milâdiyesinde tevellüd ve 1679 senesinde vefat etmiştir.

[2]          Dekart (Descartes) mesleğine salik ve mevcudiyet-i ilâha mutekid meşhur bir İngiliz feylesofudur. Hobes (Hobbes)’in mutlakiyet idare sistemine karşı Hürriyet-i Ferdiye-i Medeniye-(Liberalisme)’yi müdafaa etmiş, ahlakın ve menfaatin lüzumunu tasdik eylemiştir. Felsefesinde Dekarf dan mülhem olmakla beraber Bationalisme’ye karşı bir irtica’ mahsustur. Müşarüniley 1632 sene-i milâdiyesinde tevellüd ve 1704 senesinde vefat etmiştir.

[3]          Monteni (Montaigne) tarzında ve Hıristiyanlıkta akval ve etvar ve ef’al için azadî ve semah taraftarı meşhur bir Fransız feylesofudur. 1647 sene-i milâdiyesinde doğmuş ve 1706 senesinde vefat etmiştir. 

yekdiğerleriyle mukayese zahmetine katlanacak olan kârilerin ihtiyarına bırakıyorum.”

ALTINCI FASIL

ÖMER HAYYAM’IN ŞİVE-İ Şİ’Rİ

Rubainin evzan-ı muhtelifesinden Hayyam’ın istimal ettiği vezin SjüVj veznidir. Evzan-ı saire-i aruz Araplardan mehuz ve muktebes olduğu halde rubai vezni İranîlerin kendi eser-i ibdâıdır ve sonra Arap üdebası tarafından da istimal edilmiştir. Rubai dört mısradan mürekkeptir. Bu mısraların birincisi, ikincisi ve dördüncüsü hemen daima mukaffadır. Bazen her dört mısranın da takfiye edildiği vardır ki buna ahenginin kâmilülayar oluşundan dolayı rubai-i terane derler. Hayyam’ın Oksford’daki Bodleiyen (Bodleian Library)’de mevcut el yazısı nüshasının 158 rubaisinden yalnız 41’i rubai-i terane nev’indendir. Yani: Mısralarının her dördü de mukaffadır. Rubai denilen şekl-i nazm başlı başına bir şiirdir ve daima rubaide bir vahdet-i şekil ve mazmun vardır. Salahiyetli ve kudretli bir şair tarafından kullanılacak olursa Farisî şiirin en muhteşem bir şeklidir. Kısa ve epigram (epigramme) şeklinde oluşu ona sair evzan-ı aruza kıyasen bir başkalık ve bir hususiyet verir.

Rubaide ekseriya üç kafiye-i mütetabianın, kafiyesiz mısranın sükûtunu saran ve teşdid eden tananiyeti esvatta öyle ahenkler ve tezatlar husule getirir ki bunlar mazmun-ı şi’rdeki gizli tenasüpler ve tenakuzları berceste bir tarzda tecelli ettirirler. Muktedir şairler rubailerin o küçücük ve dar hududu içinde tam ve mükemmel bir mazmunu bazen ilk üç mısralarda temhid ve bast eylerler ve dördüncü mısrada bir neticeye isal eder ve tüketirler. İran’da rubai söyleyen şairler, bilamübalağa, yüzlerle sayılabilir. Lakin Hayyam’ın söyleyişi büsbütün başkadır. O rubainin üstazül-esatizesidir:

Dolgun bir fikir yani kendiliğinden bir cüz-i tam teşkil eden bir düşünce mütekâsif, mucez ve müessir bir surette ifade edilebilmek için şairlerce daima rubai şekli tercih edilegelmiştir. Gazel bunun zıddıdır. Bir inci dizisi gibi dilara, lakin perakende ve ekseriya yekdiğeriyle mantıken rabıtasız mazmunları bir çerçeve içine sıkıştıran bir şekl-i nazmdır. Kendine güvenen bir şair eşkâl-i nazmın kâffe-i envaında kalemini tecrübe etmek ve hüner göstermekle mükellef olduğu için İran’da hemen her edip - hatta avam-ı nas arasında yetişenler bile - rubai söylemişlerdir. Lakin dâhi şairler böyle dört mısralık bir manzumede bile üslûb-ı beyanlarının bedaat ve meziyetiyle sıfat-i kâşifelerini ibraz etmişlerdir. Ömer Hayyam’ın bu hususta emsaline ne kadar faik olduğunu göstermek için burada biri Hayyam’a ve diğerleri iki başka şaire matuf üç rubai arz edeceğiz. Aynı mazmun-ı hikemiyi natık oldukları için üçü de aynı fikre tercümandırlar. Biz bunları sade fikirce değil üslûb-ı ifade ve tarz-ı beyan nokta-i nazarlarından dahi mukayese ve tetkik etmek istiyoruz, mesela: Fahre ’d-din Râzî’nin olduğu tevaturen mervi olan şu rubai:

Ki manası:- “Hiçbir zaman kalbim ilimden mahrum olmadı; hemen hemen anlamadığım bir sır ve muamma kalmadı; yetmiş iki sene geceli gündüzlü yaşadım, nihayet hiçbir şey anlamamış olduğumu anladım.” der ve keza meşhur Hakîm Ebu Ali İbni Sina (Avicenne)’nın olduğu malum olan şu rubai:

Ki manası: “Gönül her ne kadar bu badiyede pek çok dolaştı ise de bir kıl kadar anlayamadı, lakin kılı kırk yardı. Benim gönlümde binlerce güneş doğdu; fakat en sonra bir zerrenin kemaline bile yol bulamadı.” der, bilmediğimiz şeylere nispeten bildiklerimizin hemen hiç mesabesinde olduğunu ve mesai-i beşerin hiçbir zaman idrak-i maâlîye kâfi gelemeyeceğini sade, sarih, kinayesiz ve imasız bir tarzda ifade ediyorlar ki bu şiirler tamamiyle lâedriyye (Agnostique) sisteminde oldukları halde Hayyam’ın tamamiyle aynı mealde olan zirdeki rubaisinden şive ve ifade ve tarz-ı tahayyülce çok faklıdırlar:

Ki: “ Fazl ü edebe hakkıyla ve büyük bir ihata ile malik olan kimseler, birçok kemalat iktisap ederek fanuslar gibi mahafil ve mecalis tenvir eden (yahut mahafil ve mecalisin bâdî-i iftihâr u ibtihacı olan) kimseler, bu karanlık gecenin içinden dışarıya katiyen bir yol bulup çıkamadılar; birer efsane söylediler (bir şeyler mırıldandılar) ve yeniden uykularına daldılar.” demektir. Bu rubai yukarıdaki rubailere mazmunca çok benzer ise de şive ve üslûp, tebliğ ve beyanca hiç benzemez. İki evvelkiler bir fikri sarahaten ve bir tarz-ı sade ile ifade ettikleri halde, üçüncüsü yine aynıyla o fikri kinayeli ve zarif bir üslûp ile (symbolque) yani remzi bir şekl-i dilnişinde beyan ediyor. İşte asıl Hayyam’ın rubailerini diğer emsalinden tefrika hâdim olacak alamet-i farıka (signe distinctif) budur.

Bilakis, bir “Rubaiyat” mecmuasında şöyle bir rubai görünce erbabı anlar ki yabancıdır, yani Hayyam’a yakıştırılamayacak bir sözdür:

Bu rubaiyi Hayyam’a nasıl isnat edebiliriz ki o kat’en ve katıbeten haşr ü neşre ve ruz-ı cezaya inanamamıştı. Hatta bu yüzden müteşerri’în-i muasırînının ta’n ü teşni‘ine de duçar olmuştu. İmam Gazali gibi kendisiyle itikadiyat bahsinde münakaşa edenler nusus-ı kâtıa ile müeyyed olan bu gibi ahkâm-ı esasiye-i diniyeyi reddettiği için ondan müteneffir olmuşlar idi. Binaenaleyh yukarıki rubain in Hayyam’a isnadı makul olamaz; çünkü mazmununun bütün kıymeti ahirete itikat şartıyla kâimdir. Bir de bu rubainin mutazammın olduğu mana tamamiyle bir sufiye itikadının ifadesidir. Çünkü bazı sufiyun ahlâk-ı zemimeyi suver-i hayvanata benzetirler ve devre inandıkları için hayat-ı ahireti ve haşr ü neşri başka türlü anlayıp başka türlü tefsir ederler idi. Onlar, insanın öldükten sonra bir başka şekil ü suret üzere yeniden dünyaya geleceğine inanırlar idi. Mesela: Gazub bir adamın badelvefat köpek şeklinde tekraren dünyaya rücu edip bir müddet daha o suret-i hayvaniye üzere yaşamağa mahkûm olacağına kâil idiler; farâza, hilekâr adam tilki, aç gözlü obur adam öküz, düşmanlığa meyyal olan yılan, müvesvis olan sarı arı... İlâ-ahirihi olarak tekraren dünyaya ricatla ceza-yı sezalarını görmüş olacaklarını iddia etmişlerdir. O kadar ki Erzurumlu İsmail Hakkdnın meşhur Marifetname’sinde f1 ]: “İnsanın kalbinde bulunan ahlâk-ı zemimenin suver-i hayvanata müşabihetin ve vakıat ve rüyaların tabiratın huruf-ı hicâ ile” bildirdiğine göre Gönülde sûret-i gazab kelptir. Sûret-i hile sa’lebdir. Sûret-i şehvet ü kesret-i ekl, bakardır. Sûret-i adâvet hayyedir. Sûret-i vesvese zenbûr-ı asferdir. ilh. Tarzında buna dair mufassal izahat vardır.

Zaten tarih-i edyan-ı uleması bilirler ki (Transmigration des âmes = ruhların cisimden cisme intikal suretiyle seyahati) yani Bektaşilerin kısa tabiriyle kalıp değiştirmek eski Mısırlılarda da umumi bir itikat idi. Ruh yine kendi kalıbını bulsun ve kalıp çürümesin diye cenazeyi mumya ederlerdi. Binaenaleyh, bu itikad an ekall altı bin seneden beri malum ve mutekidlerince muteber idi. Antropoloji (Anthropologie) ulemasının tahkikatına bakılır ise, akvam-ı ibtidaiyenin cümlesinde - bazı esbab-ı tabiiye ve maneviyeden dolayı - bu yanlış itikat bizzarure hâsıl oluyor. p] Mısır’ın Bolak Matbaası’nda tabedilmiş olan Ma’rifetnâme nüshasının 218’inci ve 219’uncu sahifelerine bakınız.

Bu türlü itikadat-ı ibtidaiyeyi bililtizam istihfaf ve inkâr eden Hayyam onları nasıl tervic edebilir? Güzellik mecmuaların pek çoğunda yine Hayyam namına münderiç bulunan şu aşağıki rubai müşarünileyhe nasıl isnat edilebilir, bilemeyiz:

Yani: Ben bir şahin idim, hem âlem-ı esrardan uçmuş bir şahin idim. O ümit ile ki belki alçaklardan yani bu (âlem-i süfliden) yükseklere yani (âlem-i illiyyîna) kalkarım ve ererim diye.- Burada esrara mahrem bir kimse bulamadığım için, girdiğim kapıdan yine çıktım gittim, diyor. Bu rubainin sahibi bir ruh-ı mücerred imiş gibi bu sözleri söylüyor ve ne demek istediğini beliğane anlattıktan maada kendi itikadından da vazıh bir nişan veriyor. Bunu söyleyen elbette işrakıyundandır. Evet, ama Hayyam’ın kat’en inanamadığı bir şey var ise o da ruh-ı mücerrettir ve hiçbir veçhile kabul edemeyeceği bir faraziyye var ise dünyadan bir kere gidenlerin bir daha hayata ricatı ihtimalidir. Bu, hikmetülişrak = (Philosophie illuminative) unvanıyla pek meşhur ve sufiye indinde pek muteber ve makbul olan “Neo- platonisme = nuflatoniye” felsefesinin mühim bir itikadını kinayeli bir ifade ile beyan ediyor. Bu itikat Yunan-ı kadîmde ancak Pilotinus (Plotinus) ve Porfiryus (Porphyrius)[ ] ile peyrevane ve Şark’ta Mevlana Celale’d-din Rumî’ye, Senai’ye, Şeyh Attar’a, Muhammed Mağribî’ye, Mahmud Şebisterî’ye yakışır bir mezheptir.

Şimdi de “Hayyam’ın aynı kafiyede ve asıl kendi düşüncelerinden ve sözlerinden bir nümune veriyoruz: 

Yani: Bu uzun yolun yolcularından geri gelmiş biri var mı ki bize sırrı - mavera sırrını demek istiyor - söylesin! Sakın bu kervansarayda yani bu dünyada niyaz yüzünden bir şey bırakmayasın, yani bir şeyde arzun kalmasın. Yaşadıkça her arzunu yerine getirmeğe bak. Çünkü tekraren buraya gelecek değilsin. İşte bu tam Hayyam’ın söyleyeceği bir sözdür. Birinci rubainin davasını reddetmek için bililtizam bir şey yazılmak istense idi, bundan iyisi yazılamazdı. Bir adam zevzek yahut müzebzeb olmalıdır ki hem yukarıki rubaiyi hem bu sonrakini söyleyebilmiş olsun.

Yine bu akideye binaendir ki sufiye bedeni bir kafese ve ruhu bir güvercine benzetirler ve ruh bedende durdukça kuşun kafeste kapalı olması kabilinden mahpus kaldığını iddia ederler ve ruhun bedenden çıktığı anda güvercinin bağları çözülüp kurtulduğuna itikat eylerler ki edebiyat-ı sufiyede buna müteallik birçok rumuz ve kinayata tesadüf edilir.f1 ] Hatta Yunan felsefesini hükema-yı İskenderaniyun (les Philosophes Alexandrins) muharreratından mağşuş bir surette telakki etmiş olan hakim Ebu Ali İbni Sina dahi bu itikatta olduğunu meşhur kaside-i ruhiyesinde şu sözleriyle beyan eder:

Hayyam’ın eş’ârını başkalarının şiirlerinden ayırt etmek için ehl-i ihtisasın riayet etmesi lazım gelen nükâtı Fransız muharrirlerinden Mösyö Claude Anet ile Mirza Muhammed namındaki zat birlikte neşretmiş oldukları küçük bir Rubaiyat tercümesinde şöyle izah ediyorlar:

“Ömer Hayyam’ın metîn ve şüpheden müberra rubailerinde tespit etmiş olduğu fikir o kadar saf ve berraktır ki onun içine karışan yabancı unsurlar onunla birleşmezler ve leke gibi onun üstünde kalır ve görünürler. Çünkü Ömer Hayyam olanca saffet-i ruhuyla, hem imana hem reyb ve gümana karşı bîkaydır. Onun zu’munca ne tetkik, ne muhakeme ne şuur bizlere bir şey öğretir; muamma-yı kâinatı ister din, ister ilim ile halle uğraşanlardan ikisi de aynı derecede acizdirler. O diyor ki biz hiçbir hakikâtı idrak edemeyiz ve bu toprağın maverasında ne bir mesadet, ne bir ukubet vardır. Hayatımızın iki serhaddi demek olan iki adem arasında geçen eyyam-ı ömür kısa bir zaman teneffüsüdür ki ondan muvakkaten olsun, istifadeye şitap etmeliyiz. Onun itikadınca şarap, gençlere ve güzellere taaşşuk, şahnişinlere düşen mehtap, bağları ve kırları ihtizaza düşüren ney-i Irakî, nesim-i seherî, nev-şüküfte güller, bir rüya gibi gelip geçen eyyam-zindeginin yegâne hakikâtı işte bunlardır. Esfar-ı benî İsrail’den sonra Hayyam bir kere daha bizlere: “Her şey boş ve fânidir; öyle ise hemen zevkimize bakalım ki gaye-i hayat budur.” diyor. Ondaki nüfuz-ı fikr ü nazar, şekl-i beyanındaki şeffafiyet, vüsat-ı karihası, füshat-ı hayali, kelamının ıtnabından ârî ve münakkah oluşu Ömer Hayyam"a en nadir şairler arasında hususi bir mevki temin etmiştir. Binaenaleyh, onun elinden çıkmış olan şiirler hangileri olduğunu keşfetmek için onun kazımış olduğu sert elmas pareler arasına mürur-ı dühur ile karışmış olan sufiyane rubaileri, kaba ve galiz bir mana-yı mizahı hamil sözleri tayy etmelidir; hatta Fiç Cerald (Fitz Gerald)’ın o güzel manzum tercümesinde bile Hayyam’a atfedilmesi caiz olmayan rubailer müteaddittir. Ezcümle, Hayyam’ındır zannederek müşarünileyh İngilizce’ye tercüme etmiş olduğu şu rubai:

Ki manası: “Ey kaza ve kader ciridiyle top gibi kapılıp koyuverilen insan, soldan itil, (kakıl), sağdan yahut doğru yürü ve sesini hiç çıkarma; zira seni böyle koşup didinmeye kim mahkûm ettiyse, ancak o bilir, o bilir, o bilir...” der, kat’en Hayyam’ın değildir. Çünkü Hayyam “o” kimdir, bilmez. İşte bunun içindir ki İran’ın zahitleri Ömer Hayyam"a taarruz etmişlerdir. Müşarünileyh, Alparslan Selçukî devri gibi bir devir taasupta kendi muasırları olan sufi müslümanların hedef-i takip ve tecavüzî olmayışı hürriyet-i vicdan hususunda o asır için adeta inanılmayacak bir şereftir!”

Tasavvufun ne kadar çok taraftarı olduğunu ve badelmevt fena-yı mahz ile yüz yüze gelmekten korkmayanların ne kadar az olduğunu bilmeyenler on dokuzuncu asırda Rubaiyafı tercüme edenlerin bu tasfiye ameliyesini niçin kendiliklerinden icra etmemiş olduklarına belki taaccüp ederler. Tasavvufamiz şiirleri Rubaiyat"a katmak ve onları o unvan ile satmak isteyenler Hayyam"ı şeyhuhetin ve zaafın tesiriyle hitam-ı ömrüne doğru her şeyi dindarane düşünmüş gibi tasavvur ve tasvir ederler ise yine aldanırlar. Çünkü mesela bu rubai de Ömer Hayyam’ındır:

Ki ben artık zühd ve tevbe eteğimi toplayacağım; bu beyaz saçlarıma rağmen şarap içmek azmindeyim. Benim hayatımın ölçüsü yetmişe vasıl oldu. Bugün meşgul-ı neşat olmaz isem, bundan sonra ne zaman olurum? - demektir.

Zaten, Hayyam’ın halisülayar altın gibi mihenk-i tecrübeye uruldukça çın çın öten rubaileriyle mağşuş akçe gibi donuk ve sönük bir ses çıkaran başka rubailer arasında büyük farklar olduğu erbab-ı ihtisastan olan sühan-şinasanın teslim ettikleri bir hakikâttir.

Hayyam’ın garip mazhariyetlerinden biri de yukarıda da bilmünasebe söylediğimiz veçhile ilim ile edebi nefsinde cem’ etmiş bulunması yani hem büyük bir âlim ve hakîm, hem nazirsiz bir rubai-gû olmasıdır. Rubai nazmında üstat olmakla beraber bu hassa-i müstesnayı kendine yegâne meslek ve mekseb edinmeyip tefrih-i hatır ve tenşit-i mizaç maksadıyla arada sırada bir iki rubai söyleyen bir amateur gibi görünmüş ve bu rubailerde birtakım geniş ve derin akaid-i felsefiyeyi dört mısranın havsala-i beyanına sıkıştırabilmek gibi sehhar ve hayretfeza bir kudret¬i beyan göstermiştir. Rubailerinin elfaz ve maânîsi kavi bir alâka-i mantıkıye ile yekdiğerine merbuttur. Her biri, bu asrın muhtar ve mergubu olan felsefe-i tabiiyenin veciz ve kıvrak bir nümunesi o felsefenin akaid-i esasiyesinin mütekâsif ve câmi’ül- kelim bir levh tebliğidir.

Tuhaftır ki rubaiden başka bir şekl-i nazma iltifat etmemiş olduğu için İran’da ancak üçüncü, dördüncü derecede bir şair addedilebilen Hayyam’ın Avrupa muharrirlerince hüviyeti ve mahiyet-i itikadı pek çok kîl u kâle meydan açmıştır. Görüyoruz ki kimi onu bir şair-i sufi gibi telakki etmiş; kimi de athee yani lâmezheb fakat riyakâr bir rind-i kallaş zannetmiş; birtakımı da adi ve bayağı bir zevkperest, bir maddî (materialiste) ve ayyaş olarak tasvir eylemiştir. Hayyam’ı böyle yanlış anlayan ve yanlış bildiren Avrupalıların arasında, daha yukarıda gösterdiğimiz vechile mütefekkirler, edipler ve müsteşrikler dahi vardır.

Bunun da sebebi, Hayyam ile aramızda yedi asrı mütecaviz bir mesafe-i zamaniyenin mevcut oluşu ve onun doğru bir tercüme-i halinin mazbut olmayışıdır. Hatta kendi eliyle tedvin edilmiş bir mecmua-i rubaiyatı da henüz keşfolunmamıştır. Bir adamın yaşadığı vasatî hayatını, mizacını, zamanını tahkik etmeyip de yalnız arada sırada söylemiş olduğu birkaç parça şiir ile hüviyet-i şahsiyesine yahut mahiyet-i meslek ü meşrebine hükmedecek olur isek elbet aldanırız. Büyük adamlar hakkında yanlış hükümler verildiği çok defalar görülmüştür. Ömer Hayyam’a gûya

Şark’ta kullandığımız “rind” ve “laubali” mukabili olarak Libertin saffetini atfeden Avrupalı muharrirler, bunun yerine liberal yani “hür ve ser-azat ve bîkayd” vasfını ona isnat etmiş ola idiler, onu daha iyi tarif etmiş olurlar idi.

Ömer Hayyam’ın eş’ârında şarabı fazla methetmesi onun fazla şarap içtiğine ve daimülhamr olduğuna kat’an delalet etmez. O da mesela Hace Hafız gibi şarabı içmiş de olabilir. Lakin bunun ne ehemmiyeti vardır? Hakîm ve tabip meşhur Ebu Ali ibni Sina dahi bizim işrette şarabı kana kana içer ve bâdenûşlukta belki de birçok ahibba ve eviddasını geçerdi. Ve belki de nispeten genç ölmüş olmasına bu ve daha buna benzer birtakım suistimaller sebep oldu. Zaten, şuara-yı sufiyeden birçoğunun sözlerinden mevcut olup aşk-ı ilâhi neşesi diye tefsir edilen “mey” hakiki şaraptan başka bir şey değildir ve mana-yı istiarıyla Vapeur de l’amour makamında irat edilmiştir.

Ömer Hayyam şiirlerinde ne din alakası, ne vatan meclubiyeti ne de insaniyete muhabbet ve ahlâka hidmet gibi gayeler gözetmiştir. Onun kendine mahsus bir düşünüşü, mükevvenat hakkında kendine mahsus bir selika-ı felsefiyesi vardır. Müşarünileyh kimseye şiirde muktedî değil iken, onu tarz-ı tefekkürü ve felsefesi itibariyle şuna buna benzetenler çoktur. Bu benzetişlerin ne derecelere kadar doğru olduğunu yukarıda cabeca ve münasebet düştükçe beyan ettik.

İran’da Hayyam" dan sonra gelen mütefekkirîn-i şuara arasında onun izini takip edenler ve onun mesleğine gitmek isteyenler de görülmüştür. Bu tesir bilhassa Hafız-i Şirazî" de ve sonra Nasır-i Hüsrev"de ve daha diğer bazılarında az çok görülmektedir. Lakin müteahhirînden şive-i Hayyam’ı en çok muvaffakıyetle şi’r-i Farisî’ye tatbik edebilmiş olan zat merhum Mirza Abbas Han Edib dir ki bundan tahminen otuz sene kadar akdem hayatta idi. El-Hakk, merhumun rubaileri min haysüllafz, min cihetülmani doğrudan doğruya nefha-i deha-yı Hayyam ile meşhun birer bedia-i hikmet-nümûndur. Buraya merhum-ı müşarünileyhin iki rubaisini nümune olmak üzere derc ediyoruz ki bunların her ikisi de hatta Hayyam’ındır denilse onun olduğunda hiç kimseyi tereddüde düşürmeyecek kadar güzeldir:

Ki manası şöyledir:

Derununa yüzlerce nevha ve efgan ile girdiğimiz bu haneden bizler gibi birçok kimseler evvelce gitmişler de şimdi oraya bizler gelmişiz. Ne gidenlerden, ne gelenlerden hiçbiri söylememiş ki nereye gideceğiz, nereden gelmişiz!”

Ki manası şudur.

“Korkular ve hatıralar doğuran bu sahra beni hayretten hayrete düşürüyor. Orada lâyenkâti bir kafilenin gittiği, diğer kafilenin geldiği görülüyor; lakin ötekinin nereye gittiğini ve birinin nereden geldiği bir türlü anlaşılamıyor!”

İşte, bu rubailer tamamiyle Hayyamanedir; gerek selaset-i eda, gerek vüsat- ı hayal ve hüsn-i müedda itibariyle gerçekten sehl-i mümteni denecek kadar üstadanedir. Kâilinin hakîm-i Nişabur’a imtisaldeki maharet ve muvaffakiyetine hiç diyecek yoktur.

Türk şairlerden Ömer Hayyam tarzını tetebbu etmiş bir şair görmedik ve bilmiyoruz. Yalnız kasideleriyle meşhur olan Nef’î bir fahriyesinde şöyle diyor:

Hafız ve İbnî Yemîn’im gazel ve kıt’ada

Ger söylesem belki rubâ’ide olurdum Hayyâm

Lakin bu sözleri söyleyen Nef’fy'i yakından biraz tetkik eder isek görürüz ki ne gazel söylemekte “Hafız”, ne kıt’a söylemekte “İbni Yemîn” ne de rubaide “Hayyam”dır. İran’ın “Enverî”si ve “Zahir-i Faryabî”si vesairesi gibi başlıca tumturaklı kasideler söylemekte mahirdir. İşte o kadar.

Ömer Hayyam hakkında yukarıdan beri serd ettiğimiz mülahazattan binnetice şu anlaşılıyor ki: Rubaiyat ve kâili hakkında beyan-ı mütalaa etmiş olan muharrir ve münekkitlerin bir kısmı onun mahiyet-i eserine nüfuz etmekte isabet gösterememiştir. Bir kısım cüz’isi de sahihan Hayyam ı biraz ve sathîce anlamıştır. Bizim anladığımıza göre, Hayyam’ın mahiyet ve kıymet-i hayat hakkında muayyen bir akidesi ve kıymetli bir felsefesi vardır. O nereden geldiğimizi ve nereye gideceğimizi bilmiyor. Esrar-ı ezele kat’an vukufu olmadığını itiraf ediyor. Vücud-ı cismanimizin inhilale uğrayıp sine-i tabiata düşeceğine ve her zerresinin orada ilelebed deveran edeceğine tamamiyle kânidir. Binaenaleyh, hayatı bir an fırsat gibi telakki ediyor ve mümkün olduğu kadar ondan istifade etmekliğimizi ve ömrü hoş geçirmemizi tavsiye eyliyor. Ve zahiren bedbin olan bu tarz-ı telakkiden nikbin ve müfid bir neticeye vasıl oluyor.

YEDİNCİ FASIL

Şİ’RDE ŞARAP

Eski zamanlarda Yunaniler Rabbülhamr olan Diyonizos (Dionysos)’un şerefine mutantan ve şen ihtifaller icra ederlerdi. Bu ihtifallerin bazıları kır eğlenceleri şeklinde ahali tarafından yapılırdı. Bazıları da esrar-ı mesleğe vâkıf olan muharremlere mahsus idi. Yunanistan’ın bütün köylerinde ve kasabalarında Diyonizos’a ihtiramen dernekler, şenlikler yapılır, kır ziyafetleri çekilir ve kadın erkek ahalinin hep birden iştirak ettikleri eğlenceler tertip olunurdu. Lakin, bu ihtifallerin ve bu eğlencelerin en parlak ve en izdihamlıları tarih-i milattan beş ve dört asır akdem Yunanistan’ın Atik (Attique) semtlerinde icra olunanları idi. Atina’da bile her sene bu şenlikleri büyük bir şaşaa ile yaparlardı. Atina’da her sene bu şenlikler o seneye ismini veren dokuz büyük Arhont’den (Archonte) birinin riyaseti altında icra olunur, şairler ve aktörler yazdıkları ve oynadıkları parçalarla bu ihtifallere iştirak ederler, şarap ilâhına kurbanlar takdim olunur ve şuara onu sitayiş yollu tertip ettikleri eş’ârı birbirleriyle müsabaka edercesine huzzarın önünde mütefahirane inşad eylerlerdi. Sanayi ve edebî mahiyette olan bu ihtifaller Yunanlıların şi’r-i gınaî (Poesie Iyrique) ve tiyatro tarihlerinde azîm ve kâhir bir tesir göstermiştir. Yunan tiyatrosunun şahkârları hep bu derneklerde vaz’-ı sahne-i temaşa edilmiştir.

Diyonizos bir Huda-yı rüstayî, bir ilâh-ı millî, bir şarap tanrısı idi ve bu haysiyetle Yunanistan’ın bütün aktar ve muzafatında mazhar-ı ihtifal ve ihtiram olurdu. Diyonizos tarih-i milattan altı asır akdem Yunanistan’da layık-ı perestiş görülen ve Trakya’dan (Thrace), Firijya’dan (Phrygie) ve Lidya’dan (Lydie) Yunanistan’a temdid-i nüfuz eden ecnebiyül-asl bir mabud idi. Diyonizos mezhebi Yunanistan-ı kadîmin Teb (Thebes), Siteron (Citheron), Delf (Delphes), Naksos (Naxos) ve Atik (Attique) nevahisinde münteşir idi. Ve bilad-ı muhtelife-i Yunanî’de mabetleri vardı. Diyonizos mesleği Yunanistan’da dinin, sınaatin ve şiirin terakki ve tefeyyüzüne çok hidmet etmiş ve şive-i esrar-ı rumuzu dine, şi’r-i gınaîde ilham-ı tabiatı ozana [Euripid’in (Euripide) Bakant (Bacchantes) yani bedmest kadınlar demek olan meşhûr eserinde olduğu gibi] ve sanayi-i müşekkelede aşk ve heyecanı nukuş ve heyakile katmak suretiyle büyük istihaleler tevlit etmiştir. “Orphique” vasfıyla tarif edilen dinî ve felsefî şiirler ve bütün mudhik, mübekki ve intikadî tiyatro temsilleri gibi enva-ı adide-i edebiyat hep bu Dionysos mesleğinden doğmuştur.

Din-i Zerdüştî’nin İran’da şayi’ ve hükümran olduğu devirlerde, ayniyle Yunanistan’da görüldüğü gibi, şarap Ahura Mazda"nın yani menba-ı hayrat ve berekât olan Hürmüz’ün bir atiyesi gibi rağbet görür ve içilirdi. Padişahların çekdiği ziyafetlerde her şeyden evvel nefis şaraplar mebzulen bulundurulur ve meduvvine sunulurdu. Dastan-ı cam-ı Cem bütün cihanda meşhurdur. Hatta, Tevrat İran padişahı Assuerus’ın (nam diğerle Xerxes)’in yani Güştasb’ın maşukası Yahuti Nejad Ester (Esther)’e müteallik faslında bed-mest kadınların İran saray-ı padşahîsinde mevcudiyetinden bahsediyor. Müverrih-i maruf Herodot (Herodote) İranîlerin şaraba pek münhemik olduklarını ve en mühim umur u musalihi bile sergerm-i bade iken müzakere ettiklerini ve başlarından şarabın buharı zail olduktan sonra mesaili daha ince eleyip sık dokuduklarını bizlere bildiriyor. Keza, müverrih Eksenofon (Xenophon) Keyhüsrev’in sabavetine dair yazdığı eserde (Cyropedie) İran sakilerinin sabahatlerinden ve şarap dökmekteki maharetlerinden haber veriyor. Keza, Şahname’nin birçok yerlerinde Firdervsî, menakıbını zikr ve tadad eylediği galib kahramanların alelekser neşve-i şaraba zebun olduklarını kendine has olan uzubet-i beyan ile tarif ediyor ve hatta “şarabı içecek isen bari mezheb-i Cemşidî yahut ayin-i Keykavus üzere iç”, diyor ve onu safa ve nefasette nücuma, güneşe, ruha ve daha buna mümasil ecsam-ı latifeye benzetiyor:

Din-i Zerdüştî şarap ile o kadar menustur ki lisan-ı Farisî’de ateşperestlerin rahibi ve keşişi demek olan muğ (mogh) kelimesi bilahere meyhaneci manasında istimal edilmiştir. Pir-i mugan da onun büyüğü ve mürşididir. Hâtif-i İsfahanî’nin meşhur terci-i bentte dediği gibi: 

İran’da İslam’dan sonra gelen şairlerden Firdevsf den maada Minuçehrî, Ömer Hayyam, Hace Hafız, Kaanî gibi birçok üdeba şarabın havas ve mezayasını teşhirde yekdiğerleriyle adeta müsabaka ederler. “Tavsif-i bade” İran sanayi-i şi’riyesinde bir fasl-ı mahsus işgal eder. Mesela, Minuçehrî’nin üzümü bağında ve kütüğü üstünde büyütüp yetiştirdikten sonra bağcılara toplatıp tenekelere ve küplere bastırtan ve onlara ezdirten ve en sonra şişelere ve kadehlere tevzî ettirten meşhur musammatında şöyle abdar parçalar vardır:

Mesela, Hace Hafızdın pek maruf olan Sakiname’sinden başka yine cam ve bade vasfında söylemiş olduğu şu cinaslı eş’âr ne kadar zariftir:

Keza Kaanî-i Şirazf nin zirdeki ebyat-ı garra ile başlayan manzumesi hep bu kabîl hamriyattandır: 

Bunlar da şair-i müşarünileyhin yine bu zeminde söylediği güzel parçalardandır: 

Ömer Hayyam

Bu da Kaanînin Hayyamvarî söylediği tumturaklı sözlerdendir:

Yine medeniyet-i Sasaniye bekayasının mürur-ı zamanla Arap adat ve ahlâkına tesiri saikasıyladır ki şarap badelislam, edebiyat-ı Arabiyyede Kur’an’ın sarih men’ine rağmen, mühim bir mevki tutmuş ve müteaddit müslim şairlerin karihasına inşirah ve güşayiş vermiştir. Bu hususta kârilerimizin tenviri için aşağıda bazı nümuneler gösteriyoruz:

Ebu Nüvas’tan:

Yani: “Bana şarabı sun ve bana o şaraptır, de. Ve onu aşikâr bir surette sunmak mümkün ise gizli olarak sunma. Benim için bir ziyan varsa o da ancak senin beni ayık görmendir ve benim için bir kazanç var ise, o da ancak sarhoşluğun beni peltek yahut abuk sabuk söyletmesidir.”

Ibnü’l-Mutez’ den:

Yani: “Kalk, ey dostum, zevk ve safaya koyulalım. Benim artık şaraba ve üzüme sabrım yok; görmüyor musun gecenin askeri nasıl münhezimen geriye çekiliyor ve sabahın ordusu onu kovalıyor. Zannedersin ki bizim kadehimiz inci kabuğundan, suyumuz gümüşten ve şarabımız altındandır.”

Bediü’l -Hemedanî ‘den:

Yani :“Biz güzel kokulu şarabı iyi tıynetli bir insanın nezdinde içtik. Böyle iyi tıynetli insanların şarabı insana hoş ve leziz geliyor. Onu içtik ve bir yudumunu da toprağa döktük. Çünkü kerim insanların kadehinden toprak da nasibini almalıdır.

Ki bu ikinci beytin bir nazirini aynıyla Hace’nvn şu Farisî şiirinde görüyoruz:

Sahib İbni İbad’ındır:

Yani: Kadeh ince ve rakiktir. Bu iki şey birbirine benzeyince iş müşkülleşti. Zannedersin ki hep şaraptır ve kadeh yoktur; yahut sade kadehtir de şarap yoktur.

Muarrebeden bir diğerinindir:

Yani: Bize boş getirilen kadehler sakil idiler. Lakin safi şarapla doldurulunca hafifleştiler, o kadar ki az kaldı muhteviyatlarıyla birlikte uçacaklardı; işte, ervah-ı ecsama nüfuz edince ecsam böyle hafifleşir.

Yezid İbni Muaviye'nin olup Hace Hafız’ın bir mısraını takdim ve tehir suretiyle iktibas etmiş ve divanına mebde ittihaz eylemiş olduğu şu şiir de hamra taalluk eden sözlerin meşhurlarındandır:

Yani! “Ben zehirlenmişim ve nezdimde ne tiryak var ne efsuncu var.

Piyaleyi dolaştır ve onu bana sun, ey saki!”

Bu da İbni Fâriz’dendir: 

Yani: “Dostumuzu yâd ederek şarap içtik ve üzüm ağacı (asma kütüğü) daha yaradılmadan evvel biz onunla mest olduk. Bedr (on dört gecelik ay) o şarabın kâsesidir ve şarabın kendi de güneştir ve onu hilal dolaştırmaktadır.^"] Ve eğer su ile karıştırılacak olursa, ondan ne kadar çok yıldızlar zuhur edecek yani doğacaktır. Eğer onun rayihası olmasaydı, ben meyhanesine yol bulamayacaktım ve eğer parlaklığı olmasa idi, onu vehim tasvir bile edemeyecekti. Bir kabilenin içinde o şarap anılacak olursa, bütün ehl-i kabile mest olur ve bunun için onlara hiçbir ayıp ve günah tertip etmez. Eğer bir gün o şarap bir kimsenin hatırına gelecek olursa, o kimsenin gönlüne meserretler yerleşir ve oradan keder göçer. Eğer o şaraptan bir ölününün kabrinin

toprağına serpecek olurlar ise, ona ruh avdet eder ve cisminin uyuşukluğu zail olur. Eğer bir hastayı o şarabın asmasının duvarı gölgesine yatıracak olurlar ise, o hasta şifa bulur ondan hastalık uzaklaşır. Eğer bir kötürümü o şarabın meyhanesine yaklaştırırlar ise, o kötürüm yürür. Eğer bir dilsizin yanında onun tadından bahsederler ise, o dilsiz konuşur. Eğer onun güzel kokuları Şark’ta intişar eder ise, Garp’ta mübtela-yı zükâm olup koku duymayan bir adam gaib ettiği kuvve-i şammeyi yeniden bulur. O şarap safadır, su değildir, mahsus-ı lutf ve nefasettir, heva değildir. Nurdur, nâr değildir, ruhtur, cisim değildir. Onun dastanı bütün kâinattan evvel, şeklin ve resmin henüz mevcut olmadığı zamandan beri söylenmektedir.”

İbni Fâriz’in bu şiirleri meşhur Hakanî-i Şirvanî’nin yine böyle şarap hakkında söylediği ebyat-ı garra-yı Farisiyeye çok benziyor ve onları burada bize hatırlatıyor:

Ebu-El-Fahr Muhammedü’l-Vara’ dandır:

Yani:-“Kadehinin ateşini suyunla karıştır ve bana sun. Böyle yapar isen gözyaşlarımı kanımla karıştırmış olursun. Bahçelerin çiçeklerini temaşa ederek iç o şaraptan ki gamımı hemen meserrata tebdil eder. O şarab-ı latiftir, ruh-ı azade nasıl cereyan ediyor ise o da lutf-ı mizacı sebebiyle öyle akar. O şarap eski şaraptır ve üstünde kızıştırılmış ateş ile heva beyninde muallâk mücevherler vardır. O şarabın kadehini taşıyan kimse ayağa kalkıp da onu badenuşlara gösterdiği zaman sen zannedersin ki kuşluk çağının güneşi raksa gelmiş ve gökyüzünün bedri (On dört gecelik ayı) de gûya cevza bir ceng yıldızlar ile onun yüzünü noktalamış.”

Avrupa’da dahi, ilham-ı şarap ile terennüm edilmiş eş’âr az değildir. Ezcümle, Fransa’nın on sekizinci asr-ı milâdî şairlerinden Jozef Berşo (Joseph Berchoux) tamamıyla Hayyam-ı Nişaburî’ye yahut Hafız-i Şirazî’ye nazire yaparcasına der ki:

Approche, bienfaiteur et conquerant de l’Inde, Tu m’ inspireras mieux que les filles duPinde, Verse-moi ton nectar, dont les dieux sont jaloux, Et mes vers vont couler, plus faciles, plus doux.

Birinci beytin son kelimesi            ->           yerine    —. - diye okunmalıdır.

Yani:- “Bana yakın gel ey Hindistan’ın veliyyünniamı ve fatihi! Sen bana Pinde'mn kızlarından yani Muses'lerden daha ziyade ilham-bahşsın. İlahenin bile mahsudu olan şarabını (selsebilini) bana dök ki şiirlerim daha kolay ve daha latif olarak akıp gitsin!”

Bu da Fransa’nın on dokuzuncu asır şairlerinden meşhur Bodler (Baudelaire)’in sözlerindendir:

Tout cela ne vaut pas, ö bouteille profonde, Les baumes penetrants que ta panse feconde Garde au coeur altere du poete pieux.

Yani-! “ Ey derin şişe, bütün bunlar, perhizkâr şairin susamış kalbine nasip olmak üzere senin feyyaz batnının sakladığı keskin belsemî ve muattar rayihalar kadar değerli değildir.”

Bu da yine Fransa’nın son maruf üdebasıdan Pişon (Pichon)’un şarabın tavsifinde yazdığı güzel şiirlerdendir:

.... Est-il de belle couleur !

Quelle fleur lui peut etre comparable ? Un rubis aupres de lui n’est que nuit, Tout parfüm, que ıniserable.

II est frais entre les dents,

Et dedans

La gorge il met de la joie,

De meme qu’il rend au coeur

Sa vigueur,

Şans inquieter le foie .

Yani:-“Rengi ne kadar güzeldir. Hangi çiçek onunla mukayese edilebilir? Bir yakut onun yanında gece gibi karanlık ve sönüktür. Her rayiha onun rayihasına nisbeten revnaksızdır. O içildiği zaman dişlerin arasında ter ü tazedir ve boğazdan

geçerken insana keyif ve inşirah verir ve karaciğeri rahatsız etmeksizin kalbe kuvvetini iade eder.”

Fransa’nın on altıncı asırda yetişen ediplerinin serefrazı olan Ronsar (Ronsard) dahi şarabı şu zarif sözlerle vasfediyor:

En ce bon vin versons ces roses,

Versons des roses dans ce vin .

Yani:-“Haydi, gelin şu güzel şarabın içine bu gülleri dökelim.” demektir. Yine Fransa’dan on dokuzuncu asırda yetişen nasir ve şair-i maruf Tievfil Gutih (Theophile Gautier) diyor ki:

Honte â qui d’eau daire se mouille

Au lieu de boire du vin frais .

Yani:-“ Ter ü taze şarabı içecek yerde bırak su ile kendini ıslatan adam utansın! “demektir. İşte, istenilir ise emsali daha teksir edilebilecek olan şu şevahitle de sabit oluyor ki gerek Ömer Hayyam" dan evvel, gerek ondan sonra Şark’ın ve Garb’ın milel-i kadîme ve cedidesinin birçok üdeba vü şuarası zaman zaman bu meşrub-i latife “bintülineb” yahut “duhter-i rez” yahut “Vierge de la vigne” tabirat-ı sitayişamiziyle perestiş etmişler ve onu içmemişler ise bile ondan bol bol feyz ve ilham almışlardır.

SEKİZİNCİ FASIL

RUBAİYATIN ARAPÇALARI

Üdeba-yi müteahhire-i Arap’tan iki Elbistanî vardır ki bunlardan Elbistanî Elkebir Homeros’un meşhur İlyada’sını (Iliade) ve Elbistanî es-Sagîr dahi Hayyam’ın rubaiyatı’nı lisan-ı Arabî’ye kudret ve muvaffakiyetle nakletmişlerdir. Mütercim-i rubaiyat Vedi’ Elbistanî es-Sagîr eser-i matbuunda,[ ] lisan-ı Farisîye vâkıf olmadığı için rubaileri müteaddit İngilizce ve Fransızca tercümelerinden Arapçaya nakletmiş olduğunu ve Hayyam kelimesi kabail-i kadîme Arabiyyeden birinin ismi olduğu için Arap muharrirlerinden bazılarının bu şairi Halidî Arabîü’l- Asl zannetmiş olduklarını hâlbuki müşarünileyhin İranlı ve Nişaburî olduğunda hiç şüphe olmadığını ve Hayyam'ın Arap olduğunu söyleyenlerin ispat-ı müddea için istinat ettikleri delailden biri de ya şair-i müşarünileyhin yahut pederinin çadırcı ve çadırcılığın ise şehirlilere değil ehl-i badiyeye mahsus bir sanat olması idiğini zikrediyor ve hâlbuki Nizamü’l-Mülk gibi eşraf ve ağniya ile Nişabur’da bir mektepte tahsil etmiş olan Ömer Hayyam'ın sade kendinin değil, hatta babasının bile “çadırcı” idiğine ihtimal verilemez, diyor ve müşarünileyhin renan ü tannan esmâ’-i fahriyeyi sevmediği için şiirde tevazuen “Hayyam” tahallüs etmiş olduğunu bazı isnada atfen beyan ediyor. Mütercim-i Hayyam (Vedi’ Elbistan) rubaiyatı nazmen, lakin yine rubai şeklinde değil, “sübâî” şeklinde Arapçaya nakletmiştir. Bu sübâîyat’ın adedi 40’ı tecavüz etmez. Kitap, Ömer Hayyam'ın veladetine vefatına, nesebine, neş’etine, ulumuna,[ ] amaline, felsefesine ve şiirine rubaiyatın elsine-i Garbiye’de mevcut müteaddit tercümelerine dair muhtasar malumatı câmi’ bir mukaddime ile asıl sübâîyattan ve bir de fuzala- yı Arap’tan kâtib-i bâri‘ Mustafa Lutfî El-Menfalutî'nin mezkûr Arapça tercüme hakkında takriz tarzında yazmış olduğu bir makaleden mürekkep ve musavverdir. Biz, mezkûr kitabın mukaddimesinde tesadüf ettiğimiz ve Ömer Hayyam'a matuf gördüğümüz zirdeki eş’âr-ı garra-yı Arabiyyeyi -daha yukarıda zikredilen ve yine Ömer Hayyam’a mensup olan diğer eş’âr-ı beliğa-i 

Arabiyyeye zeylen- istinsah ve tercüme ediyoruz. Çünkü senedi muteberdir ve Nişaburî şairin Arapçadaki kudretine delalet eder diğer bir beyyinedir.

Tercümeleri:

Fikr-i saibim ve ulüvv-i himmetim ile maalîye irtika etmekte âlimleri geçtim; erbab-ı dalalet için karanlık olan gecelerde benim hikmetimle nur-ı hidayet parladı. Münkirler o nuru söndürmek istiyorlar, hâlbuki Allah onu muttasıl itmam etmektedir.^]

Eyyama (zamana) itimat eden kimseye akıl, kendince, taaccüp eder. Çünkü zamanın atası yel gibi değişici ve nimeti de gölge gibi geçicidir.

İKİ ESKİ RUBAİYAT

NESNELERİ HAKKINDA MÜLAHAZAT

İşbu kitabın ilk telifi ve rubaiyatın tasnifi hengâmında elimize iki gayet kadîm rubaiyat nüshası geçti ki bunlardan biri 867 sene-i hicriyesinde Yâr Ahmed Hüseyinü’r-Reşidî Et-Tebrizî tarafından cem ve tertip edilen mecmua-ı rubaiyat, diğeri de Avrupaca en kadîm ve en şayan itimat addedilen Bodleyn (Bodleian) Kütüphanesi’ndekinin tamamen ve harfiyen bir aynı olup 865 sene-i hicriyyesinde Şiraz’da Şeyh Mahmud Yerbudağî tarafından istinsah edilmiş olan Rubaiyat mecmuasının Avrupa’da güzel tabedilmiş bir nüshasıydı. Biz bu hüsn-i tesadüften son derece de memnun olduk ve bu iki nüshanın muhteviyatını yedimizde mevcut olan (1927 sene-i hicriyyesinde İran kitapları taciri Mirza Muhammed Şirazî’nin Bombay’da tabettirmiş olduğu) Hindistan basması Rubaiyat ile (1284 sene-i hicriyesinde Abbasali tefrişî hattıyla taş üzerine matbu’) İran basması (Rubaiyat) nüshalarının mündericatıyla ledel-mukayese aralarında büyük farklar gördük. Cümlesini birer birer mütalaa ettikten sonra bunlardan hiçbirinin ve hatta Bodleian Kütüphanesi nüshasının başlı başına şayan-ı ihticac ve hiçbirinin kâffe-i mündericatının Hayyam meşrep ve selikasıyla kâbil-i imtizac olmadığını anladık. İşte bu, medid ü amik tetkikatten sonradır ki rubailerden lafzen yahut manen rabıtasız ve rakik oldukları için feylesof şairimizin mesleğine hiç yakışmayanları tayy ederek bakisini, bir kısm-ı mühimi Ömer Hayyam’ın öz sözlerinden ve kısm-ı diğeri Ömer Hayyam’a matuf, lakin hakîm-i müşarünileyhe gerçekten mensubiyeti meşkuk sözlerden mürekkep olmak üzere iki kısma tefrik etmeğe mecbur olduk. 

Yukarıda bahsettiğimiz iki kadîm nüshadan Yar Ahmed İbn-i Hüseyinü’r- Reşidî Et-Tebrizî’nin cem-kerdesi olan Rubaiyatın [ ] Farisiyülibare mukaddimesini aynen buraya naklediyoruz ki şudur:

t1]- fi 

Zire naklolunan hikâyeler dahi Yar Ahmed’in tertip etmiş olduğu Rubaiyat nüshasının sonlarında görülmüştür:

Ingiltere’de üksford"un Bodleyn (Bodleian) Kütüphanesinde nüsha-i asliyesi mevcut olan Rubaiyafa gelince, bunda mukaddime yahut dibace yoktur. Yalnız kitap şöyle Arabiyülibare bir hatime ile kapanıyor:

RUBAİYAT

Burada münderiç bulunan rubaiyat -kitabımızın mukaddimesinde de işaret edildiği tarzda- mutazammın oldukları efkâr ü maânîye göre tertip ve tasnif edilmiştir. Evvela Ömer Hayyam’ın kendinin olduğuna, meşrep ü mesleğine tevafuku dolayısıyla, tamamen kâni olduğumuz rubaileri ayrıca saniyen eda ve müeddaca müşarünileyhe yakıştırdığımız; fakat menşeleri hakkında şüphe ettiğimiz rubaileri de başkaca derc ettik.

Hayyam ’ın kendisinin olduğu meşkûk olmayan rubaileri dahi ifade ettikleri mezamin itibariyle birkaç kısma tefrik etmeğe lüzum gördük ki kârielerimiz ve kârilerimiz bunları mütalaa ettikleri zaman bu tarz tertibimizin isabetini göreceklerdir. Bu taksimatın haricinde kalan ve gerek matbu, gerek el yazısıyla mürettep rubaiyat kitaplarında mevcut olan diğer rubailere gelince, bunları- mişvar ü efkâr-ı Hayyamane ile bir münasebetlerini görmediğimiz ve müşarünileyhin kendi sözleri olduklarına ihtimal vermediğimiz için- terk ü tayy ettik.

Rubaiyat-ı mündericeden hem Hayyam"a, hem bazı diğer şairlere matuf olan parçalar hakkında dahi sahifelerin altına not şeklinde izahat u mütalaat-ı müfide derc eyledik. Aşağıda rubailere vakffettiğimiz sahaifin birinci kısmında Hayyam’ın öz sözü olmak üzere gösterdiğimiz eş’ârın hemen cümlesi müşarünileyhin kendinindir, diyebiliriz. Lakin, Oksford (Oxford)’da kâin Bodlein (Bodleian) Kütüphanesi’nde mevcut olup 525 numara ile murakkam bulunan ve en eski addedilen Rubaiyat nüshasından Hayyam’ın yaşamış olduğu tarihe zamanen daha yakın ve belki daha sahih bir nüshanın birgün İran’ın yahut Turan’ın ve yahut Hindistan’ın bir bucağında keşfedilmesi ihtimali daima mevcut olduğu için şunu söylemeğe lüzum görürüz ki burada her gûne şekk ü şüpheden azade bir surette Ömer Hayyam’ın olmak üzere gösterdiğimiz rubailerin her halde onun olduğuna kanaat-i kâmilemiz vardır fakat bunların haricinde artık Hayyam’a atfolunabilecek rubai kalmadı demeğe de cesaretimiz yoktur.

FASL-I EVVEL

Ömer Hayyam’ın sözleri olduğuna hüküm ve itikat ettiğimiz rubailer.

Bu rubailer Agnostiktir (Agnostique):

 

Tercümesi:

Esrar-ı ezeliyeyi ne sen bilirsin, ne de ben bilirim; bu muammalı kelimeyi ne sen okursun ne de ben okurum; bizim (senin ve benim ) dedikodularımız ancak perdenin arkasındandır; perde inince ne sen kalırsın ne de ben kalırım.

[1 ] îş bu rubaiyi mutasavvıfından Ebû ’l-Hasan Bestamî'ye atfedenler de vardır. “Ebu’l-Ala El- Maarrî’nin şu sözlerini dahi tetkik ediniz:

[2] Nüshaların bazılarında bu mısra:         şeklinde görüldü ki bu da caizdir.

Burada Hafız-i Şirazî'nin şu sözleri hatıra gelir: 

Tercümesi:

Fazl ü edebe hakkıyla ve olanca ve vüsatıyla malik olan kimseler, birçok kemalat iktisap ederek fanuslar gibi mahafil ü mecalisi tenvir eden yahut mahafil ü mecalisin badi-i iftihar ve ibtihacı olan kimseler bu karanlık gecenin içinden dışarıya kafan çıkamadılar; birer efsane söylediler ( birtakım şeyler mırıldandılar) ve yeniden uykuya daldılar. 

-3-

Tercümesi:

Evvela beni bela-yı ihtiyar (benimle istimzaç etmeksizin) arsa-i vücuda getirdi; hayat ise, her gün benim hayretimi biraz daha tezyid etti (hayatt an hayretimin müzdad olmasından başka bir istifadem olmadı); en sonra, niçin buraya geldiğimizi, niçin bir müddet burada bulunduğumuzu ve niçin gittiğimizi bilmeden, buradan istemeyerek göçtük.

-4-

Tercümesi:

Birtakım halk laf ve güzafla (kuru sözlerle) kendilerine mağrur oldular. Diğer birtakım insanlar da hurilere ve cennetteki köşklere heves ettiler. Bir kere perdeler ortadan kalkarsa, bunların cümlesinin senin mahallenden pek çok, pek çok, amma pek çok uzak kaldıkları o zaman anlaşılacaktır.

p] (Kelim Hemdanî) söyler:

-Merhûm Ziya Paşa’nın şu sözü de maruftur:

îdrâk meâli bu küçük akla gerekmez -Zîrâ bu terâzû o kadar sıkleti çekmez.

-5-

Tercümesi:

İnsanların bir kısmı din ve mezhep hakkında imal-i fikr etmektedirler; birtakımı “şek” ve “yakîn” meselelerine saplanıp kalmışlar. Bakarsın nagehan, pusudan münadî çıkıp onlara der ki: Ey gafiller, yol ne odur ne de budur!

-6-

Tercümesi:

Mamureleri ve kırları çok dolaştık; bütün afakı teferrüç niyetiyle gezdik; bu yoldan kimsenin geriye döndüğünü işitmedik; yolcu gittiği yoldan bir daha avdet etmedi.   

Tercümesi:

Kadehin eczası bir kere yekdiğeriyle birleşip ve kaynaşıp teşekkül ettikten sonra onu bir sarhoş bile kırmağı hiç tecviz eder mi? Bunca nazenin başlar ve nazenin el ayaları ve bacaklar acaba kimin eser-i muhabbeti olarak yekdiğeriyle ittisal peyda etti ve kaynaştı ve sonra kimin kiniyle birbirinden ayrıldı ve parçalandı, bunu anlasam!

-8-

Tercümesi:

Yaradan (Malikülmülk) tabiatları bir kere terkip ve telif ettikten sonra indiras ve zevale niçin duçar ediyor. Eğer güzel iseler, onları tahrip etmenin sebebi nedir? Eğer yapılan eşkâl ve suver güzel değil iseler, bunda tayip edilmek lazım gelen kimdir?

-9-

Tercümesi:

Her ne kadar benim renk ve rayiham güzel, yanağım lale gibi pembe ve dilrüba ve boyum servi gibi matbu ve rana ise de benim şeklimi yapan nakkaş-ı ezelî beni bu dârüssürur-ı arzda niçin tekvin ve takvim etmiş, işte bu anlaşılmadı.

-10-

Tercümesi:

Eğer gönül hayatın sırrını hakkıyla bilmiş olaydı, ölümde de birtakım esrar-ı ilâhiye bulunduğunu anlar idi. Sen bugün kendinde iken (kendine malik iken ) hiçbir şey bilemedin; yarın kendinden geçtikten sonra acaba ne bileceksin?

p] Bu son beyit Şeyh Attar Nişaburî’nin şu sözünü hatıra getiriyor:

-11-

Tercümesi:

Bizim bu dünyaya gelmemizin ve buradan gitmemizin faidesi ne? Ömrümüzün ümit argacının arışı nerede? Çarhın çemberinin tazyiki altında bunca azizlerin canları yanıyor, kül oluyor, acaba dumanı nerede?

-12-

Tercümesi:

Bu öyle bir kadehtir ki akıl onu tahsin ediyor. Ve onu pek beğendiği için muhabbetinden onun alnından yüzlerce defalar öpüyor. Bu çömlekçi felek böyle nazik ve latif bir bardağı imal ettikten sonra yerlere çarpıp kırıyor, ya buna ne dersin?

p] Nüshaların bazısında bu mısra: ûtP5?   şeklindedir. 

Tercümesi:

Bu altın tasın (yaldızlı semanın) deverana hangi zamandan başlamış olduğu ve böyle güzel bir binanın (bir temelin) en sonra ne zaman harap olacağı akıl ölçüsüyle bilinemez ve kıyas terazisiyle tartılamaz (anlaşılamaz).

-14-

Tercümesi:

Bu sarayda sakin olan ecram ukalanın teşevvüş-i hatırını müstelzim ve tereddüdünü mucib oluyor; sen sakın akıl ipinin ucunu gaib etmeyesin; çünkü umur-ı cihanın müdürü zannolunan ecramın kendileri hayran ve sergerdandırlar.

-15-

Tercümesi:

Benim dünyaya gelmemden kâinat bir istifade etmedi; buradan gitmemden dahi onun ne şanı ne de şerefi arttı ve hiç kimseden benim bu iki kulağım: Bu dünyaya ne için gelmiş olduğuma ve oradan niçin gittiğime dair bir söz işitmedi.

-16-

 [*]

Tercümesi:

Ey gönül, sen muammayı (müşkili) idrake muvaffak olamayacaksın; fazıl-ı ezkiyanın nükteli sözlerini de fehmedemeyeceksin. Sen hemen burada kırmızı (yakut renkli) şarap ile kendine bir cennet tertip et; çünkü cennet denilen yere ya varırsın ya varamazsın.

-17-

Tercümesi:

Mademki “hakikât” ve “yakîn” denilen şey elde değildir yani o şeye vusul mümkün olmuyor, “şek”e güvenilerek öyle mâdâmülhayat oturulup beklenemez. Öyle ise gel, biz şarap kadehini elden bırakmayalım: İnsan bir şey anlamayacak (bir şey bilemeyecek) olduktan sonra, ister ayık kalmış, ister sarhoş olmuş hep birdir.

-18-

Tercümesi:

Düşün (idrak et) ki ruhtan bir gün ayrılacaksın ve esrar-ı fenâ perdesi arkasına çekileceksin. İç şarabı mademki nereden geldiğini bilmiyorsun; bak zevke mademki nereye gideceğini de keşfedemiyorsun.

-19-

Tercümesi:

Cenneti ve cehennemi kimse görmemiştir, ey gönül; acaba öteki dünyadan geriye bir kimse dönüp gelmiş midir, ey gönül; biz öyle bir şeye ümidimizi bağlamışız ve öyle bir şeyden havf ediyoruz ki ne birinin ve ne diğerinin ortada ne namı ve ne nişanı vardır, ey gönül.

-20-

Tercümesi:

Eğer şehvet ü heva vü heves peşinden gidecek isen, ben sana şimdiden haber vereyim ki biçare ve bedbaht gideceksin. Bak nasıl bir adamsın ve nereden gelmişsin; anla ne yapıyorsun ve nereye gideceksin. 

Tercümesi:

Esrar perdesine nüfuz etmek için kimseye yol yoktur; bu ta’biyeye hiçbir kimsenin ruhu vâkıf değildir. Toprağın içinden gayrı bir menzil yoktur. Dinle, çünkü bu gibi masallar kısa değildir (yani tavilüzzeyldir).

-22-

Tercümesi:

O kimseler ki hep makulat ile uğraşır dururlar va-esefa ki öküzü sağarak süt elde etmeğe çalışan gafillere benzerler. O kimseler belahet kisvesine girecek olurlar ise daha iyi etmiş olurlar; çünkü bugün akla mukabil çarşıda insana bir tutam ot (su teresi) bile satmıyorlar.

Bu rubailer inkılâb-ı âlem ü cereyan ü hadisata (Vanites du monde) dairdir. 

-23-

Tercümesi:

O kasr (saray) ki göklere dayanırdı, o saray ki padişahlar onun eşiğine yüzlerini sürerlerdi (yahut müteveccih olurlardı ), biz işte o sarayın şerefesine konmuş bir kumru gördük ki şöyle diyordu (ötüyordu): Hani o günler, hani o günler! Hay gidi günler hay!..

-24-

Tercümesi:

Bu eski han (kervansaray) ki namı cihan-ı tebah ve “sabah- akşam” denilen alaca ata bir aramgahtır, yüzlerce Cemşid gibi padişahlardan arta kalan bir sofradır ve yüzlerce Behramların vaktiyle dayanıp içinde istirahat etmiş oldukları bir saraydır. 

-25-

Tercümesi:

Behram’ın derununda idare-i akdah ettiği sarayda bugün ceylanlar yavrulamış ve tilkiler aram etmiştir; müddet-i hayatında hep yaban eşeği şikâr eden Behram'ı bak en sonra kabir nasıl şikâr etti!

-26-

Tercümesi:

Benim ve senin temiz ruhlarımız bedenlerimizden bir kere ayrılıp çıkınca, benim ve senin çukurlarımızın üstüne bir iki tuğla parçası koyarlar; bundan bir müddet mürur ettikten sonra da benim ve senin toprağımızı başkalarının kabirlerinde kullanmak üzere kalıplara dökerek ondan tuğlalar yaparlar.

-27-

Tercümesi:

Yer yatağında birtakım uykuya dalmış adamlar görüyorum; toprak altında gizlenmiş birçok insanlar görüyorum; gözlerimin alabildiği kadar sahra-yı ademe baktıkça, orada göçenleri ve bir daha geriye dönmeyenleri görüyorum.

-28-

Tercümesi:

Tavas beldesinde bir saray harabesi (bir kale burcu) üstüne konmuş koca bir kuş gördüm ki Keykavus’un kellesini pençeleri arasına almıştı ve o kelleye bakıp bakıp şöyle diyordu: Yazıklar olsun! Hani senin kapunda vaktiyle çalınan çanların uğultusu ve trampetlerin iniltisi?

I1]

Tercümesi:

Dün akşam bir desticinin (çömlekçinin ) imalathanesinde idim. Orada binlerce destiyi (iki bin toprak ibriği) hem sakit, hem kendi aralarında natık gördüm. Her biri lisan haliyle bana diyordu ki: Hani destici? Hani desti satın alan? Hani desti satan? Göstersen a!

-30-

Tercümesi:

Bir çömlekçinin dükkânına daldım ve gördüm ki adamcağız destigâhının önünde ayak üzerinde durarak destilere ve ibriklere kemal cüretiyle padişahların kellelerinden ve dilencilerin a’za ve cevarihinden boğazlar ve kulplar yapıyordu.

I1] Nüshaların bazılarında bu mısra şu şekildedir: 6

Aynı mısra bugün en eski addolunan Bodleian Rubaiyat nüshasında da şu tarzdadır:

[2] Ebu ’l-Ala El- Maarri bu mazmunu daha geniş bir nefha-ı şairane ile şöyle eda eder:

Tercümesi:

Ey çömlekçi, eğer zeki bir insan isen aklını başına al (müteyakkız ol): Ne zamana kadar insan çamuruna bu hakareti reva göreceksin; Feridun'un parmağını ve Keyhüsrev ’in elini kalıba koymuşsun da çeviriyorsun... Ya sen ne zannediyorsun?

-32-

 

[*]

Tercümesi:

Dün çarşıda bir çömlekçi (destici) gördüm ki bir çamur parçasını tekmeliyor ve ayaklarının altında eziyordu; o çamur da kendi lisanıyla ona: Ben de vaktiyle senin gibi idim, beni pek hor tutma (hırpalama), diyordu.

şeklindedir.

-33-

Tercümesi:

Ellerini çamura bulaştıran çömlekçiler akıllarını ve fikirlerini tamamen o işe versinler (gözlerini açsınlar); çamuru ne vakte kadar tavkatla, tekme ile hırpalayıp duracaklar? Yoğurdukları şey beden çamurudur, acaba onlar ne zannediyorlar?

-34-

Tercümesi:

Bu desti (toprak ibrik) ve vaktiyle benim gibi biçare bir âşık imiş; o da bir zaman güzellin zincir-i zülfüne mukayyet ve giriftar imiş. Onun boynunda gördüğün bu kulup vaktiyle bir dilberin boynuna atılmış bir kol imiş. 

-35-

Tercümesi:

Benden ve senden çok evvel bir gündüz ve bir gece var imiş; bu gökler dahi bir maksatla döner dururlarmış; ayağını yere hafif bas, zira bastığın toprak (kim bilir) hangi bir güzellin gözünün bebeğidir.

-36-

Tercümesi:

Bugün lale yetiştiren her toprağa (her çöle) vaktiyle mutlaka bir padişah kanı akmış da oradan laleler fışkırmıştır. Yerden baş gösteren her bir menekşe yaprağı mutlaka bir zamanlar bir güzelin yanağını süsleyen bir ben imiş.

f1 ] Bu rubai Ebu ’l-Ala El-Maarri'nin şu şiirlerini hatırımıza getiriyor:

Şeyh Sadi bu meali Ebu ’l-Ala" dan iktibasen bir meşhur gazelinde şöyle ifade eder:

f ] Sadi-i Şirazî"nin şu beytine dahi bakınız:

Tercümesi:

Bir ırmak kenarında biten her bir ot (yeşillik) belki melek huylu bir dilberin dudaklarından bitmiştir; sakın, onlara (yeşilliğe) ayağını sıkı (şiddet ve hakaretle) basmayasın ki o otlar pembe (lale) yanaklı bir güzelin toprağından bitmiştir.

 

Tercümesi:

zeminden tenebbüt ettirmez ki onu nihayet kırıp yeniden toprağa iade etmesin. Eğer bulut su yerine toprağı çekip havaya kaldırsa idi, yevm-i haşre kadar havadan eizze ve şüheda kanı yağar idi.

f1] Bazılarının na-be-mahal olarak mutasavvıfından Şeyh Necme’d-din Kübra'ya isnat ettikleri bu rubai Hacevî Kirmanî’nin şu şiirini bize hatırlatır: 

Tercümesi:

Gül bir sabah kendi kendine açılıp saçıldı ve döküldü. Nesim-i sabaya bir şeyler anlattı ve döküldü. Sen zamanın vefasızlığına bak ki gül on günün içinde hem baş gösterdi, hem goncalandı, hem açıldı, hem döküldü.

-40-

Tercümesi:

Bulut yine geldi ve yeşilliklerin (çimenzarların) üzerine ağladı (su serpti); böyle bir zamanda kırmızı şarap içilmeden yaşanamaz. Bugün bu çimenler bize mesire olmuş ya yarın bizim toprağımızdan bitecek çimenler acaba kimlere mesire olacaktır?

-41-

Tercümesi:

Dün akşam bir çini (kâşî) destiyi taşa urdum; bu yaramazlığı yaptığım vakit sarhoş idim. O zaman desti bana lisan-hal ile diyordu ki: Ben de bir zaman senin gibi idim, sen de elbette benim gibi olursun.

-42-

Tercümesi:

Uygun ve vefakâr dostlar birer birer elden çıktılar ve ecelin ayağı altında birer birer çiğnenip gittiler. Hayat meclisinde hepimiz aynı şaraptan içtik; Lakin onlar bizden iki üç devre daha evvel kendilerinden geçtiler.

-43-

ercümesi:

Eyvah, kitab-ı şebâb okunup hatmedildi. Ve o taze mevsim-i sürur geçti. “Gençlik” denilen o şetaret kuşu, eyvah! Bilmiyorum ne zaman geldi, ne zaman gitti?

               -44-

Tercümesi:

Felsefe çadırları diken Hayyam gam ocağına düşüp nagehan yandı; ecel makrazı onun ömrünün ipini kesti; ümid dellalı da onu ucuzca sattı.

-45-

Tercümesi:

Bizler birçok kuklalarız, felek de bir kukla oynatandır, bu mecazen değil, hakikâten böyledir. Bizler sahne-i vücutta, bir müddetten beridir, oynamakta idik; nihayet, birer birer adem sandukına (kutusuna) tekraren atıldık (gittik).

-46-

Tercümesi:

Feleğin kırıntıları (döküntüleri) hükmünde olan ve dünyayı tezyin eden ecram gelirler giderler ve yine dünyaya gelirler. Semanın eteğinde ve arzın yakasında öyle bir halk vardır ki Allah lâyemut oldukça doğurmaktan (tenasül ve teksirden ) hâli değildirler. 

-47-

Tercümesi:

Kabirlerde bu yatan adamlar toprağa ve toza munkalib olmuşlar ve çürümüş bedenlerinin zerratı birbirinden ayrılmıştır; ah, bu nasıl bir şaraptır ki onu daha tamamıyla içmeden kendilerinden geçmişler ve şimdi her şeyden bihaberdirler?

-48-

Tercümesi:

Vakta ki bulut nevruzda (baharda) lalenin yüzünü yıkadı, kalk, şarap kadehine gerçekten (cidden) azmet. Çünkü bugün senin cevelangâhın olan bu çimen, yazın hep senin toprağından bitecektir.

p] Bu rubainin son iki beyti bizlere Sadi-i Şirazî’nin şu güzel ve hazin şiirlerini hatırlatıyor:

-49-

[’]

Tercümesi:

Evvelki gün çömlekçinin dükkânına uğradım, baktım ki o her dakika topraktan (çamurdan) bir hüner yapıyor (bir marifet gösteriyor). Eğer gafil bir kimse göremediyse ben gördüm: Her çömlekçinin avucunda babamın toprağının bir parçası var idi.

-50-

 [   ]

Tercümesi:

Bak nesim-i saba gülün eteğini yırtmış (yarmış); bülbül gülün cemalini temaşa ederek müstağrak-ı serverdir, git gül ağacının gölgesine otur ve düşün ki bu güllerden şimdiye kadar birçokları topraktan çıkmış ve yine toprağa girmiştir.

-51-

Tercümesi:

Yazıklar olsun ki sermaye elden çıktı, ecelin yed-gadrında nice kalpler zedelendi (nice ciğerler kanadı); öteki dünyadan hiçbir kimse gelmiyor ki bu dünyadan oraya sefer etmiş olanların ne halde bulunduklarını ondan sorayım!

-52-

I1]

Tercümesi:

Bir müddet çocuk idik, mektebe (üstad nezdine) gittik; bir müddet de kendi üstadlığımıza mağruf olarak yaşadık; sözün sonunu dinle de bak bize ne oldu: su gibi geldik, yel gibi gittik.

P ] Nüshaların bazılarında bu son mısra (  j' )şeklinde görülmüştür. Lakin

yukarıda metinde gösterilen şekil daha güzel olduğu için bu ikinci şekle tercih edildi

-53-

Tercümesi:

Bu dünyada kalıp eskiyenler ve bu dünyaya yeni gelenler, geldikten biraz sonra birer birer çıkıp giderler; bu eski dünya kimseye müebbeden kalmaz; gittiler, giderler yine gelirler ve yine giderler.

-54-

Tercümesi:

Ey gafiller, bu müheykel vücut (yahut cisim) hiçtir, bu dokuz katlı semanın münakkaş ve mükevkeb kubbesi de hiçtir, sen keyfine bak, çünkü her şeyin hadis ve sonra fasit olduğu bu dünyada biz bir nefese bağlıyız ve o da hiçtir.

-55-

Tercümesi:

Dünyayı işte gördük; her ne gördükse hiçtir; her ne söyledik ise işittikse o da hiçtir; afakı baştan başa dolaştınsa da hiçtir; eve kapanıp oturarak yaşadınsa hiçtir.

-56-

Tercümesi:

Farz et ki dünyada istediğin gibi yaşamışsın, (kâmran olmuşsun), sonu nedir? Farz et ki bu kitab-ı ömrü baştan başa okuyup hatmetmişsin, sonu nedir? Farz edeyim ki bu dünyada yüz sene gönlünün arzu ettiği gibi mamur olmuşsun ve farz et ki bir yüz sene daha yaşayacaksın, yine sonu nedir? 

-57-

Tercümesi:

Bak dünyadan ben ne hayır gördüm? Hiç. Mahsul-i hayat olarak elimde ne var? Hiç. Ben bir şule-i neşatım, lakin bir kere sönecek olursam neyim? Hiç. Ben cam-ı Cem’im (Cemşid’in meşhur olan kadehiyim), lakin bir kere kırılacak olursam ben neyim? Hiç.

-58-

Tercümesi:

Bütün ömrünü sevgilinle geçirmiş ve dünyanın bütün lezzetlerini tatmış dahi olsan, sonunda buradan göçeceksin ve bütün ömrünün bir rüyâdan ibaret olduğunu o zaman anlayacaksın. 

-59-

Tercümesi:

Bir rind (ehl-i dil) gördüm ki şu kürre-i arz atına binmiş idi. Bu adamın ne küfr ile ne islam ile, ne dünya ile, ne din ile bir münasebeti vardı; o ne Hakk’a, ne hakikate, ne şeriata, ne yakîne inanıyordu. Acaba iki cihanda bu cüreti gösterebilecek olan kimdir?

-60-

Tercümesi:

Ne mescide, ne de kilisaya girmeğe layık bir insanım; benim hangi çamurdan yoğrulduğumu ancak Allah bilir; ben fakir bir kâfir yahut çirkin bir orospu gibiyim; ne dinim var ne dünyam var, ne de cennete gidebileceğime ümidim var.

[^-Bu rubainin Şah Sincan'a ait ve mutasavvıfadan Kutbü’d-din Haydar'ın vasfında söylenmiş olduğu mervidir.

-61-

Tercümesi:

Bizi içinde fırıl fırıl döndüren bu feleği ben sihirbaz fenarine benzetiyorum: Güneş onun lambasıdır, cihan fanusudur, bizler de bu fenarin içinden geçen suver ve temasiliz.

-62-

Tercümesi:

Ne olurdu istirahat edecek bir yer olaydı; yahut ne olurdu bu uzun yol bir tarafa çıkaydı! Ne olurdu yüz bin sene sonra, toprağın altından insanın otlar ve yeşillikler gibi yeniden bitmesi ümidi mevcut olaydı!

[*] Merhum Ziya Paşa, terci-i bendinde, bu rubainin her dört mısranın manasını Türkçeye şu suretle nakil ve tekrar ediyor: [Benzer felek ol çenber-i fânûs-ı hayâle - Kim nakş-ı temâsîli serî’ü’l- cereyândır].

[**] Bu dehriyane mülahaza sufi düşüncesine tamamen muhaliftir. Çünkü bir hakîm-i maddi için “memat” çürüyüp mahvolmak, fakat bir mutasavvıf için bilakis yeni bir hayata doğmaktır. Nitekim Mevlana Celale’d-din’in şu sözlerinde bu akide büyük bir rüsuh ve metanetle ifade edilmiştir:

-63-

Tercümesi:

Arzı, semavatı ve eflağı yaratan zat bu bizim gamlı gönlümüzü çok dağdar etmiştir; o nice yakut gibi kırmızı dudakları yer mahfazasına gömmüş ve nice misk gibi siyah saçları toprak hokkasında ezmiştir.

-64-

Tercümesi:

Ey felek, bütün bu tahribat senin kin ve adavetindendir; zalimlik senin ötedenberi bilinen bir âdetindir; ey toprak, senin bağrını deşecek olurlar ise, kim bilir nice kıymetdar mücevherler orada medfun ve mahzun olduğunu göreceklerdir!   

Tercümesi:

Mademki bu iki kapılı yerde (kervansarayda) insanın mâhasal-ı hayatı gönül azabı çekmekten ve en sonra can vermekten başka bir şey değildir, ne mutlu o adama ki yalnız bir an (bir nefes) yaşadı; hele anasından hiç doğmayan pek müsterihtir.

Tercümesi:

Eğer dünyaya gelmek benim elimde olaydı, gelmez idim; eğer gitmek de kendi elimde olaydı, hiç gider miydim? Lakin bu harap mabede (bu dünyaya) keşki ne geleydim, ne oradan gideydim, ne de orada buluna idim (hepsinden iyisi bu dünyaya ne gelmek ne oradan gitmek ve ne orada bulunmak idi.) 

-67-

Tercümesi:

Bu felek baş aşağıya çevrilmiş bir tasa benzer ki onun altında bütün ezki ya zebundurlar (mağdur ve menkûbdurlar); sürahi ile kadehin arasındaki dostluğa bakınız ki dudak dudağa öpüştükleri halde yine aralarına kan düşmüş!

-68-

Tercümesi:

İster iki yüz, ister üç yüz, ister bin sene yaşamış ol, seni bu viran evden mutlaka çıkarırlar. İster padişah ol, ister sokak dilencisi ol, en sonra bunların her ikisi de bir kıymette olacak (birinin değeri diğerinden fazla olmayacak)tır. 

-69-

Tercümesi:

Ne vakte kadar renk ve rayihaya esir olacaksın? Ne zamana kadar güzel ve çirkin kaydında olacaksın? İster zemzem çeşmesi ol, ister ab-ı hayat ol, en sonra toprağın içine gömüleceksin.

-70-

Tercümesi:

İnsanın ibtidadan ne olduğunu sana biraz söyleyecek olursam, acaba mahrem misin? Keder çamuruyla yoğrulmuş bir biçare ki ancak bir gün yaşayıp sonra çıktı gitti. (Tabanı kaldırıp gitti.)

p] Manaca değilse bile şekilce ve üslûb-ı ifadece zayıftır. Hayyam sözüne benzemiyor, şüphelidir.

-71-

Tercümesi:

Önümde hidmet eden saki yakut dudaklı ve endamı mütenasip bir güzel dahi olsa ve şarap yerine bu saki bana ab-ı hayat dahi sunsa; Zühre o mecliste mutrib ve İsa enis dahi olsa, insanın gönlü yerinde olmadıkça (hatırı perişan oldukça) eğlenmeye imkân yoktur.

-72-

Tercümesi:

Eflak ki daima gama gam katarlar, bir şeyi bir yere koymazlar ki onu tekraren kapıp götürmesinler. Daha bu dünyaya ayak basmamış olan kimseler, bizi m burada neler çektiğimizi bilseler cihana gelmezler.

-73-

Tercümesi:

Ey gönül, dehrden iyilik bekleme ki bu onun âdedi değildir; deverandan da miknet ve refah isteme; ilaç arayacak olur isen hastalığın artar; hastalığa sabır ve tahammül et de hiçbir zaman ilaç isteme.

-74-

Tercümesi:

Gül diyor ki: Benim yüzüm kadar güzel bir yüz dünyada yok iken benim suyumu çıkaran kimyagerin bana bu ettiği işkence nedendir, bilsem; bülbül de ona cevaben kendi lisanıyla dedi ki: Cihanda bir gün güldüğüne mukabil bir sene ağlamamış olan kimdir?

-75-

Tercümesi:

Dün gece biraz şarap (içki) bulmak azmiyle ötede beride dolaşıyor idim. Bir ateş kenarında soluk bir çiçek yahut bir gül gördüm. Ona dedim ki: Sen ne yapmışsın ki seni böyle yakıyorlar? -Cevaben dedi ki suçum şu çimende (şu dünyada) bir kerecik ağzımı açıp gülmüş olmamdır.

-76-

Tercümesi:

Mademki felek şimdiye kadar hiçbir aklın istediği gibi devretmemiştir, sen ister gökleri yedi, ister sekiz addet, hep birdir. Mademki bir gün ölmek ve bütün arzuları burada terk edip gitmek zaruridir, ister cismini kabirde karıncalar yesin, ister kırda kurtlar parçalasın, hep birdir.

p] Şeyh Sadi-i Şirazî’nin şu beytini hatırımıza getiriyor:

Tercümesi:

Huzur u meserret arama, çünkü hayat bir nefesten ibarettir; uçuşan zerrelerden her biri bir Keykubat’ın ve bir Cemşid’in toprağındandır; dünyanın hali ve bu ömrün mahiyeti ancak bir rüya, bir hayal, bir hud’a ve bir efsundur.

-78-

Tercümesi:

Nice zamanlar bizler dünyada olmayacağız, hâlbuki dünya yine olacak; o zaman bizlerden ne nam ne nişan kalmış olacak. Evvelce biz yok idik, yokluğumuzdan dolayı hiçbir zarar da yok idi; bundan sonra yeniden yok olduğumuz zaman da yine öyle olacak. 

-79-

Tercümesi:

Ey felek sen daima alçağa izzet ü miknet, hamam, değirmen ve mesken verirsin hâlbuki ötede azade bir adam bazen gece yiyeceği bir lokma etimeği tedarik edebilmek için rehin vermeğe mecbur olur. Böyle bir feleğin yüzüne tükürmemek elden gelmez.

-80-

Tercümesi:

Ey dostum, ne zamana kadar hırs u tama şevkiyle kendini yorarak ve yıpratarak etraf-ı cihanı beyhude dolaşıp duracaksın? Bizden evvel gelenler gittiler, biz de gideriz, başkaları da gelirler ve yine giderler; fakat bir an için olsun istedikleri gibi yaşamadan giderler.

[’] -û^jü ; JÛIJ yû yeli gürültü ile def etmektir. Burada edebe riayeten metn-i mısra mana-yı aslisinden biraz inhiraf ettirilerek tercüme edilmiştir. Müsteşriklerden bazıları bu rubaiyi anlayamadıkları için İngilizceye ve Fransızcaya yanlış tercüme etmişlerdir. 

Tercümesi:

Mademki işler bizim istediğimiz tarz u surette olmayacaktır, o halde bizim düşünmemizin ve çabalamamızın faidesi nedir? Daima- (bu dünyaya ) geç geldik ve erken gidiyoruz-diye tahassür eder dururuz.

-82-

Tercümesi:

Bu uzun yolun yolcularından bir geriye döneni var mı ki (gördüğü şeylerden) bize bir haber versin? Sakın sakın, bu hırs ve ihtiyaç yolları ağzında (bu dünyada) bir şey bırakmayasın ki tekraren buraya gelecek değilsin.   

Tercümesi:

Eğer Cenab-ı Allah gibi ben de kâinata hâkim olsaydım, bu feleği ortadan kaldırır ve yeniden öyle bir cihan ibda ederdim ki onda azade meşrep adamlar kolayca istediklerine muvaffak olurlardı.

-84-

Mademki bir kere ölüp gideceksin (mademki senin ölmen yalnız bir kere ölmektir); bir kerelik ölüver, bunun için o kadar endişe ve acz izhar etmenin manası nedir? Farz et ki biraz kan ve pislik ve bir miktar damar ve deri parçaları hiç yokmuş (hiç mevcut olmamış); bunu ne kadar çok merak ediyorsun? Yani bu o kadar düşünülecek bir şey midir?

-85-

Tercümesi:

Biz kuşlar gibi tuzağa düşmüş, mütemadiyen zamanenin sadematıyla mecruh ve müteellim ve baştan çıkmış birtakım kimseleriz. Bu kapusuz ve damsız dairenin içinde sergerdan, ne istediği gibi bu dünyaya gelmiş, ne de arzu ettiği gibi oradan gitmiş bir sürü mahlûklarız.

-86-

Tercümesi:

Mademki insanın bu kargaşalık dünyasında mahsul-i mesaisi gam yemek yahut can çekişmekten başka bir şey değildir, bu dünyadan erken gidene ne mutlu! Hele cihana hiç gelmeyen ne kadar asudedir.^* ]

-87-

Tercümesi:

Ben bu gafil gönülden usanmışım; ve bu cefakeş canımdan feryâda gelmişim mademki; dünyanın umuru (işi) ben olmuşum yahut olmamışım hep birdir, öyle ise ben acaba ne yapmak için bu dünyaya gelmişim, şunu bilsem?

-88-

Tercümesi:

Eyvah! Boşu boşuna yıpranıp gittik; baş aşağıya çevrilmiş bir bıçkıya (bir orağa) benzeyen asumanın darabat-ı cefası altında doğrandık ve ezildik. Yazık, yazık! Gözümüzü kapayıp açıncaya kadar lemhatülbâsârda kendi dilhahımız veçhile var olmadan (yani yaşamadan) yok oluyorduk.

[** ] Burada merhum Ziya Paşa’nın: -Âsûde olam dir isen eğer gelme cihâna-sözleri hatıra geliyor ki bu rubaiden mülhem gibidir. 

-89-

Tercümesi:

Sakinin himmetiyle (sayesinde) şimdi bende pek cüz’î bir bakıye-i hayat kalmıştır (hayattan bir ramak kalmıştır); halk ile muaşeretten de neticede bir geçimsizlik (adem-i itilaf) kalmıştır; dün geceki şaraptan bir kadehten fazla bir şey kalmadı; acaba ömrümden ne kadarı kaldı; onu bilmiyorum.

-90-

Tercümesi:

Vakta ki ben devrilip kaza ve kaderin ayağı altında kalırım ve ecelin elinde, tüyleri yolunmuş bir kuşa (bir tavuğa )dönerim, o zaman sakın, siz benim çamurumdan sürahiden başka bir şey yapmayınız; çünkü o sürahiyi belki şarap ile dolduruyorlar da ben dirilirim.

Bu rubailer oportonizim (Opportunisme) felsefesini mürevvecdir. 

Tercümesi:

Ne zamana kadar bir şeyim var mı, yoksa yok mu diye düşünüp duracağım ve bu ömrü refah ve mesadetle acaba geçirebilir miyim, yoksa geçiremez miyim diye kendi kendime kuruntular edeceğim? Sen hemen kadehi şarapla doldur ki ben şimdi içeri aldığım soluğu yeniden dışarı verebilip veremeyeceğimi bile bilmiyorum.

-92-

Tercümesi:

Ey Hayyam, eğer mest-i şarap isek, keyfine bak; eğer güzel bir genç ile hemnişin isek, zevkle bak; mademki dünya işinin akıbeti yok olmaktır, sen kendini yok olmuş farz et ve mademki şimdi varsın, memnun ve şadan ol. 

-93-

Tercümesi:

Seher vakti bizim meyhaneden şöyle bir ses geldi: Ey bizim harabatı ve Mecnun rindimiz, kalk, peymane-i hayatımız dolmazdan evvel (hayattan kısmetimiz kesilmezden evvel) biz peymanemizi şarap ile dolduralım.

-94-

Tercümesi:

Yapacağın en iyi şey, şarap içerek gönlünü şen bulundurmak ve müstakbel ile maziyi az düşünmek (Yani olmuş ve geçmiş şeyler ile gelecek ve olacak şeyleri az kurcalamak.) ve bu eğreti olan mahpus ruhu bir lahza (bir dakika kadar olsun) akıl zincirinden boşaltıp salıvermektir.

-95-

Tercümesi:

Küfür menzilinden (inkâr diyarından) diyanet menziline (iman diyarına) kadar olan mesafe bir nefesten ibarettir. “Şüphe” âleminden “ yakîn” dünyasına kadar olan mesafe de ancak bir nefestir. Şimdi yaşamakta olduğun şu dakikayı fırsat bil (ondan istifade et); çünkü hayatımız dahi şu bir nefesten (bir andan) ibarettir.

-96-

Tercümesi:

Mademki bu mabedde (bu dünyada) bizim ikametimiz daim değildir, öyle ise şarapsız ve maşuksuz yaşamak büyük bir hatadır; Ey selimülkalp (saf-dil) adamcağızım! Ne vakte kadar-acaba dünya kadîm midir, yoksa muhdes midir?-diye düşünüp duracaksın? Ben bir kere buradan gittikten sonra dünya ister muhdes olmuş, ister kadîm, benim için hep birdir. 

Tercümesi:

Ben uyur iken rüyâda bana bir hakîm dedi ki: Uyku ile kimsenin şetaret gülü açılmamıştır. Ecele muadil olan bir işe niçin teşebbüs edersin (niçin uyursun?) Kalk, çünkü daha toprağın altında da yatacaksın.

-98-

Tercümesi:

Yarın ben nifak ve riya libasını sırtımdan çıkarıp atacağım; saçlarım ağarmış olduğu halde şarap içmeğe azmedeceğim; benim ömrümün ölçüsü yetmişe vardı; zevk ve safayı şimdi sormaz isem, ne zaman soracağım?

[* ] Bu mısranın mazmununun Türkçedeki “ uyku küçük ölümdür” sözleriyle münasebeti vardır.

-99-

Tercümesi:

Mademki ömür geçiyor ise (hayat-ı muvakkatdır) ister tatlı geçsin, ister acı geçsin, hep birdir. Kısmetin bir kere dünyadan kesilince (ölçü bir kere dolunca ) ister Bağdad’da ol, ister Belh’de ol, hep birdir. İç şarabı, çünkü benden ve senden sonra, bu kamer daha pek çok zamanlar, selhinden gurresine ve gurresinden selhine gidip gelecektir.

Tercümesi:

Kadehi ve sürahiyi eline al da, görelim, çimenzar semtine ve ırmak kenarına çekil (oralarda dolaş); çünkü bu felek birçok ay yüzlü güzellerin matbu endamlarını bozup onlardan yüzlerce defalar bardak ve yüzlerce defalar desti yapmıştır.

-101-

Tercümesi:

Nevruzda lalenin yaptığı gibi kadehi eline al ve eline fırsat geçerse, l ale yanaklı bir güzel ile ayş ü nuşa dal. Şarabı sürur ve safa ile iç, çünkü bu sema-yı laciverdi (felek) seni ansızın devirip hâk ile yeksan edecektir.(Toprak gibi alçaltacaktır.)

-102-

Tercümesi:

Zaman bizi bugün bir tarafa atmazdan evvel bir gün birlikte hiç olmazsa bir şarap içelim; çünkü bu felek hîn seferimizde bize bir su içecek kadar bile aman ve fırsat vermeyecektir.

p] Bu beytin mazmunu Hafız-i Şirazî'nin zirdeki münderiç şiirinin müfadına ne kadar çok yakındır:

-103-

Tercümesi:

Bir yolun üstünde benim ve senin toprağımızı bir çömlekçi çömlek (desti) yapmazdan evvel, hiçbir zararı olmayan şu sürahideki şaraptan bir kadeh doldur, iç, birini de bana ver, güzelim.

Tercümesi:

Sade bir şişe içinde duran ve her şahs-ı azadenin mahrem ve munis olan o kırmızı şarabı getir; bu toprağın (bu arzın) üzerinde geçirilen zaman-ı hayatın çabuk geçer bir rüzgârdan ibaret olduğunu mademki biliyorsun, öyle ise bana sen şarabı getir.

-105-

Tercümesi:

Tabiatımın hep gül gibi yüzlerle rabıtası vardır, elimin hep şarap kadehiyl e münasebeti vardır. Cüzler (küll)e mülhalk olmazdan evvel, ben hemen her şeyden nasibimi almağa bakayım.

-106-

Tercümesi:

Sahra (kır) nevruz (bahar) bulutunun terşihiyle yüzünü yıkadı; bu gönlü kırık zamane (dehr) yeniden tamir edildi (düzeldi). Git tüyleri yeni belirmiş bir genç ile bir çimenzarda şarap iç['] ve o şarabı toprağından bugün çimenler biten bir kimseyi yâd ederek iç.

-107-

Tercümesi:

Kalk, kalk yatağından, ey saki; ver, ver halis şarabı ey saki; kafatasından desti yapılmazdan evvel, destiden tasa şarabı dök, ey saki.

-108-

Tercümesi:

insanın, zemin-i hatırına nihal-ı gam dikmesine mahall yoktur; daima kitab-ı şadmânîyi tilavet etmelidir. Şarap içmeli ve gönlün istediğini yapmalıdır. Zaten dünyada ne kadar kalacağın malum ya!

-109-

Tercümesi:

Mademki daha ilk günden (bu dünyaya)gelmek yahut gelmemek benim elimde değildi ve mademki nail-i meram olmadan buradan gitmek de muhakkaktır, kalk belini bağla (eteğini beline sok) ey tîr-endaz ve çalak saki! Zira ben dünyanın ekdarını şarapla (yıkamak) silip süpürmek istiyorum.

-110-

Tercümesi:

Ne zamana kadar her günkü aklımızın esiri olarak kalacağız? Dünyada ister yüz sene ister bir gün kalmışız, hep birdir. Biz çömlekçilerin dükkânında çömlek (desti) olmazdan evvel sen elindeki şu şarap kâsesini iyi tut (elinden bırakma).

-111-

Tercümesi:

Zalim zamanenin gumumuna kendini kaptırma; geçip gitmiş kimselerin kederlerini dahi bize hatırlatma; gönlünü peri cinsinden ve beyaz tenli bir güzelden başkasına verme, badesiz durma ve ömrünü berbat etme (itlaf etme).

-112-

Tercümesi:

Geçmiş olan bir günü yâd etme; henüz gelmemiş olan yarından da şikâyet etme. Daha gelmemiş olan ve geçmiş olan şeyler üzerine istinat etme (temel kurma); şimdilik vaktini hoş geçirmeğe bak ve ömrünü israf ve itlaf etme. 

Tercümesi:

Gülün yüzüne nevruz rüzgârı yakışır, çimenzarlara da güzel simalar yakışır. Artık geçmiş olan dünden bahsetmenin hiçbir lezzeti yoktur. Zevke bak ve dünden hiç bahsetme; çünkü hoş ve ferah-feza olan ancak yaşamakta olduğumuz bu dakika (bugün) dır.

-114-

Tercümesi:

Müttefiken ellerimizi birbirine urmadıkça, pa-yı meserretle giderek gamın kafasını ezmiş olmayız. Kalkalım ve sabah tulu etmeden akdem biraz içelim; zira bu sabah defaatla tulu edecek ve bizleri bir söz bile söyleyemeyecek bir halde bulacak. (Susmuş bulacak.) 

Tercümesi:

Ben mevcut olalı bir an ayık bulunmamışımdır; hatta kadir gecesi dahi olsa ben o gece sarhoşum. Dudağım kadehin dudağına ve göğsüm şarap küpünün göğsüne dayalıdır ve sabaha kadar elim (kolum) sürahinin boynundadır.

-116-

Tercümesi:

işte sabahtır, gel seninle gül rengindeki şaraptan biraz içelim ve bu namus ve ar şişesini taşa çarpıp kıralım; elimizi medid emellerden çekelim ve güzellerin uzun saçlarına ve sazın tellerine sarılalım. 

-117-

Tercümesi:

Yarının ne olacağını kimse taahhüd edemez; öyle ise, sen şimdilik şu melul gönlünü şad et. Mehtaba çıkıp bir az şarap iç, ey ay yüzlü güzelim; çünkü bir gün olacak ki ay bizi pek çok arayacak, lakin bulamayacak.

-118-

Tercümesi:

Şarap içmek ve şadman olmak benim âdetimdir; hem küfürden hem dinden azade olmak benim dinimdir; dehr-i külliyete senin mihrin nedir, diye sordum; senin şad gönlün benim mihrimdir, dedi. 

Tercümesi:

Ey saki, lale renkli kırmızı şarabı getir! Ve sürahinin boğazından kanı akıt (fışkırt); çünkü bugün benim şarap kadehinden başka temiz yürekli bir mahremim yoktur.

-120-

Tercümesi:

Ey saki, çiçekler ve yeşillikler pek tarabengiz olmuş; hemen durmadan bunlardan istifade et; bir hafta sonra, bakarsın ki, hepsi gubara münkalib olmuş. Şarap iç ve arada sırada bir gül kopar; çünkü sen bakıncaya kadar çiçekler de yeşillikler de toza toprağa karışır gider.

-121-

Tercümesi:

Ruhuma gıda olan şaraptan bana -ben onun tesiriyle daha şimdiden epeyce sergiran isem de- ver; koy avucuma kadehi ki dünya masaldır; ver badeyi ki ömrüm bir rüzgâr gibi geçmektedir.

-122-

Tercümesi:

Bir balık, bir ördekle birlikte tavada kızartılır iken ördeğe diyordu ki: Acaba bir kere akıp giden su bir daha mecrasına döner mi? -Ördek de cevaben ona dedi: Ben ve sen öldükten (kebap olduktan) sonra dünya ister deniz olsun, ister serap, hep birdir.

-123-

Tercümesi:

Derinliği (dibi) belli olmayan bu daire-i sipihrin içinde gönlünü şad ederek şarap iç; çünkü deveran cair ü cefakârdır; içmek sırası sana gelince, ah etme (müşteki olma); çünkü bu, sıra ile herkese sundukları (tattırdıkları )bir kadehtir.

-124-

Tercümesi:

Menekşenin, esvabını boyaya batırdığı ve gülün eteğine bad-ı sabanın pençe urduğu yani saldırdığı hengâmede (mevsimde) gümüş gibi beyaz ve billur endamlı bir güzel ile birlikte şarap içen ve onu içtikten sonra da kadehi taşa urup parçalayan kimse âkıldır. 

Tercümesi:

Kalk ve bu geçici (fâni) dünyanın gussasını (kaygısını) çekme; zevke bak ve bir nefesi (bir dakikayı) olsun safa ve sürur ile geçir. Eğer dehrin (dünyanın )tabiatında vefa ve sadakat ola idi, sevilmek nöbeti, başkalarından, şimdi sana gelmezdi.

-126-

Tercümesi:

Bu felek, benim ve senin mahv ve helâkımızı arzu ediyordu da o benim senin canımıza (hayatımıza) kasteylemek istiyor. Çimenler üstüne otur ve kadehi devir (yuvarla); çünkü çok geçmeden (ankarib) benim ve senin toprağımızdan çimenler bitecek.

p] Hace Hafız da bu mazmunu şöyle ifade eder:

 [2] Şeyh Sadi dahi bu mazmunu bakın ne güzel eda eder:

ülLk jl Jjûjlû         r-h.mjAj jiıııL Ciunjjj

-127-

Tercümesi:

Şarapsız ve sakisiz bu dünyada yaşayış hiçtir; Irak neyinin zemzemesi olmadıkça hayat hiçtir; cihanın ahval ve hadisatına baktıkça (o hadisatı tetkik ettikçe) görüyorum ki iş ömrü hoş geçirmekte (yani zevk ile yaşamakta )dir, bakisi hiçtir.

-128-

Tercümesi:

Bir yığın çiçekten daha taravetli ve daha taze bir servi boylu güzel ile birlikte bulunduğun bir sırada şarap kadehini ve gülün eteğini elden sakın bırakma. Hemen meşgul-ı ayş ve nuş ol. (Kadehi elden bırakma.) Ve bu işi, ecel kurdu senin kamis-i hayatını nagehan gülün gömleği gibi yırtıp parçalamazdan evvel yap.

-129- 

Tercümesi:

İsmin bu cihandan silinip mahvolmazdan evvel şarap iç; çünkü bir gönüle şarap girince gam ve keder oradan çıkar (gider). Mufassalların birbirinden ayrılmazdan evvel bari sen bir güzelin saçlarının tellerini birbirinden ayır. 

Tercümesi:

Meyhaneye müdavim kalenderlerin gitikleri yoldan başka bir yola gitme; şaraptan, simâ’dan güzelden başka bir şey arama ve isteme; kadehi avcuna ve destiyi omzuna al da sevgilim badeyi öyle iç ve beyhude sözlerle vaktini geçirme.

-131-

Tercümesi:

Ömrün ne zamana kadar kendini düşünmekle yahut varlık ve yoksulluk [ ] düşüncesiyle geçecek? îç şarabı, çünkü peşinden bu bunca gam ve elem sürükleyip götüren böyle bir ömrün ya uyku ile veyahut sarhoşlukla geçmesi evladır.

-132-

Tercümesi:

Irmakta akan su gibi ve çölde esen rüzgâr gibi benim ve senin ömrümüzün bir günü daha geçti, ben yaşadığım müddetçe şu iki günü düşünmeyeceğim: Bir henüz gelmemiş olan günü bir de geçmiş günü.

-133-

Tercümesi:

Gül faslıdır, su kenarıdır, mezraa civarıdır; huri seciyyeli taze bir iki dilber de bizimle birliktedir: Sen bana kadehi sun ki sabuh[  ] içen kimseler hem mescide gitmekten fariğ, hem kilisada itikaftan azadedirler. 

-134-

Tercümesi:

Her sabah vakti, seherhîz hurus neden öyle nale ve feryâd eder bilir misin? O mirat-ı seherde, ömürden bir gecenin daha geçtiğini ve senin bundan bîhaber olduğunu görür de onun için durmayıp efgan eyler.

-135-

 

 

Tercümesi:

Beyaz gümüşü ve sarı altını toplamak için sakın gönlüne elem ve endişe yükünü tahmil etme. Sen sıcak nefesin soğumadan evvel malını hemen dostunla ye; çünkü biraz sonra onu düşmanın yiyecektir. 

Tercümesi:

Sırrını kimseye vermeyen (söylemeyen) bu felek şimdiye kadar binlerce Mahmudları ve Ayazları zulüm ile mahvetti (öldürdü). İç şarabı; çünkü kimseye ömür iki kere verilmiş değildir; dünyadan bir giden bir daha gelmez.

Tercümesi:

Daha gelip zuhur etmemiş olan bir iş için neden bu kadar düşünüyor ve gussa çekersin? Uzağı düşünen adamların nasibi elemdir. Sen safanı sür ve zevkine bak ve dünyayı gönlüne daraltma, zira düşünmek ve keder etmekle rızk-ı maksum ne azalır ne çoğalır.

p] Diğer bir İran şairinin şu beyitleri de “Ömr-i dübara” temennisini muhtevî olmak itibarıyla güzeldir:

[2] Hace Hafız da tamamıyla böyle düşünür ve der ki:

Tercümesi:

Bir meyhanede tecrübedide yaşlı bir adam gördüm; ona: Gidenlerden bir haber vermez misin? dedim. Cevaben dedi ki: Sen şarabı içmekte devam et (yani keyfine bak ); zira bizler gibi nice kimseler gittiler ve bir daha onlardan bir geri gelen olmadı.

Tercümesi:

Bak, nesim-i saba gülün eteğini yırtmış; bülbül de gülün temaşasıyla münşerihtir. Hemen durmayıp sağar-ı sahbaya sarılın; zira nice gülleri rüzgâr dallarından koparıp yere dökmüş ve bilahire gubara tahvil etmiştir. 

-140-

Tercümesi:

Bu kafile-i hayat ne kadar süratle geçip gidiyor. Safa ü sürur ile geçen şu bir nefesi ganimet bil. Ey saki, başkalarının yarınının gussasını sen neden çekiyorsun? Getir, sun bana kadehi (şarabı) ki gece geçiyor!

 

 

Tercümesi:

Havayic-i dünyeviyeden yiyeceğine yahut giyeceğine kifayet edecek miktarda bir şey ele geçirmeğe çalışıyor isen, mazursun; bundan ötesi sana caba! Sakın kıymetli ömrünü onun için heba etmeyesin (satmayasın). 

Tercümesi:

Pek latif bir gündür, hava ne sıcak, ne soğuktur. Bulut (yağmur) gülistanın yüzündeki tozu temizlemektedir. (Yıkamaktadır.) Bülbül kendi lisanıyla sarı güle bağırarak diyor ki: işte, şarabın içileceği zaman bu zamandır.

  

Tercümesi:

Ey ayağı uğurlu dilber! Sabuhun içildiği böyle bir sabah vakti sen terane - perdaz ol ve şarabı benim önüme getir; zira peyderpey haziran ayının (mevsim-i sayfın) gelmesi ve kanun-ı evvel ayının (mevsim-i şitanın) gitmesi şimdiye kadar yüz binlerce Cemşidleri ve keyleri (sülale-i kiyan)hak-i helâke sürmüştür. 

-144-

Tercümesi:

Mahtab ışığıyla gecenin eteğini yardı (yırttı); şarap iç ki böyle latif bir zaman bir daha ele geçmez; sen hemen keyfine bak ve bu mahtabın bir vakit ayrı ayrı her birimizin kabrinin üstüne nurlar yağdıracağını düşün.

 

Tercümesi:

Ben elimi ayağımdan ayırt ettiğim dakikadan beri bu alçak felek benim ellerimi bağladı ve esefa ki şarapsız ve maşukasız geçirdiğim zamanları da ömürden sayarak hesabıma geçirecekler!

-146-

Tercümesi:

Daima şarap ile muaşır ol; çünkü saltanat-ı Muhammedi budur ve sazın söylediğini dinle; çünkü lahn-ı davudi budur: Gelmişi ve geçmişi artık hatırlama. Şu şimdiki vaktini hoş geçir ki yaşamadan maksad da budur.

-147-

Tercümesi:

Senin elin bu günden yarına yetişemez (yarını daha bu günden elde edemezsin); binaenaleyh, yarını düşünmek ancak bir malihulyâdır; eğer gönlün uyanık ise şu dakikayı fevt etme; çünkü onu takip edecek bakıyye-i hayatın ne kadar süreceği hiç belli değildir.

p] Şeyh Sadi-i Şirazî der ki:

f ] Hace Hafız-i Şirazî de böyle söyler:

Mevlana (Celale’d-din Rumi) dahi der ki:

-148-

t1]

Tercümesi:

Ey gönül, dünyanın bütün esbab-ı refah ve tecemmülünü istemişsin ve elde etmişsin farz et; ravza-ı zevk ve sürurunu yeşilliklerle bezenmiş farz et; sonra sen de o yeşilliklerin üstüne bir gece şebnem gibi oturup (düşüp) ertesi sabah kalkmışsın farz et. (İşte, hayat budur.)

-149-

Tercümesi:

Bir derenin kenarında oturup bir güzelin simasını şarap içerek ve gül koklayarak temaşa edeceğim ve bu safamı elimden geldiği kadar uzun müddet süreceğim. Oldum olalı şarap içmişim, şimdi de içiyorum, yaşadıkça yine içeceğim. 

-150-

Tercümesi:

Meşagil-i İlmiyeyi tamamiyle terk edip güzellin zülfüne asılmaklığın (yani kendini bir güzelin saçlarıyla meşgul etmekliğin) daha münasiptir; zaman senin kanını dökmezden evvel sürahinin kanını kadehe senin dökmekliğin evladır.

 

[2]

Tercümesi:

Dostum gel yarını hiç düşünmeyelim (yarının kederini etmeyelim ) ve şu lahza-ı hayattan istifade edelim (Ömrün şu demini ganimet addedelim.) Yarın bu köhne mabedi (cihanı) bir kere bırakıp göçer isek, yedi bin seneden beri göçmüş olanlardan hiçbir farkımız kalmaz. 

Tercümesi:

Dur zamandan mütenaim ol (ondan bir faide elde et) meserret tahtına otur ve kadehi dudağına götür; bizim ibadetimizden ve günahımızdan Allah müstağnidir (bizim ne sevabımıza, ne günahımıza Allah’ın ihtiyacı yoktur.); hemen sen sevgilinden arzunu almağa bak.

-153-

Tercümesi:

Zihnine hayal-i muhali hiç yerleştirme; bütün yıl lebaleb dolu kadehleri devir bintülineble oturub biraz safa sür. Bir kızla gayr-ı meşru olarak eğlenmek onun validesiyle meşru olarak eğlenmekten daha zevkli ve daha lezzetlidir. 

-154-

Tercümesi:

Bizden evvel rıhlet edenler hâk-ı gurur içinde yatıyorlar, ey saki, git badeyi iç ve doğru sözü benden işit: Her ne söylemişler ise hevadır (boş ve bipadır) ey saki!

-155-

Tercümesi:

Anasır-ı erbaa ve havas-ı hams sözleri ne vakte kadar, ey saki? müşkil ister bir olmuş, ister yüz bin olmuş, hep birdir, ey saki! Hepimiz toprağız, durma çal sazı (kanunu),ey mutrib! Hepimiz rüzgârız, getir şarabı ey saki! 

Tercümesi:

Ey gönül, mademki zaman seni daima melul yaşatıyor (mahzun ediyor), bir de görürsün ki bir gün ruh-ı latifin cisminden ayrılıyormuş! Çimenler üstüne otur da, toprağından çimenler (otlar) bitmezden evvel, bari birkaç günü iyi yaşa.

-157-

Tercümesi:

İç şarabı; çünkü hayat-ı ebedî budur. Zaten ahd-i şebâbın haysiyeti budur; gül devri, ayş eyyamıdır ve dostlar (arkadaşlar) sermesttirler; sen de bir an (bir lahza) hoş ol (zevk ile yaşa), zira hayat bundan ibarettir.

-158-

Tercümesi:

Dünyada her kimin yarım bir etimeği ve içinde barınmak için bir yuvası olur, kendi de başkalarına karşı ne hadim ne de mahdum mevkiinde bulunmazsa, ona söyle safa-yı hatırla yaşasın; çünkü hakikâten güzel bir âlemi var!

-159-

Tercümesi:

Ahirette cennet, huri ve Kevser var diyorlar; şarap ırmağı, sud ırmağı, bal ve şeker ırmağı var, diyorlar; bunları hatırlayarak bana sen şimdiden birkaç şarap ver ey saki; bir peşin bin veresiye müreccihtir.

p] Bu rubaiyi Mevlana Celale’d-din Rumi'ye atıf ve isnat edenler de olmuştur.

[2 ] Hayyam bu rubaide tamamiyle Ebu ’l-Ala El- Maarri şivesiyle bize tecelli ediyor. Hafız-i Şirazî de bu mazmunu müteaddid şekillerde eda eder. Ezcümle şu beyitlerde:

Keza:

Fransızlar dahi bu makamda (Un tiens vaut mieux que deux tu l’auras) derler. 

-160-

Tercümesi:

Şad olan gönlü keder ile yıpratmak caiz değildir; hoş geçen vakti mihnet taşıyla ezmek caiz değildir; dünyada bundan sonra neler olacağını kim bilir? Şarap içmeli, güzel sevmeli ve bir vech-i dilhah yaşamalı (müsterih olmalı).

Tercümesi:

O kırmızı ve misk kokulu şarabı bana ver ki dedikodudan kurtulayım, ey saki zaman benim ve senin toprağımızdan desti yapmazdan evvel bana bir desti şarap ver, ey saki! 

-162-

Tercümesi:

Ey Hayyam, zamanın elemiyle daima müteellim olan kimseden zaman utanır (sıkılır); şişen taşa çarpıp parçalanmazdan evvel, sen şişeden şarabı sazın (kanunun) terennümüyle iç.

[ ]

Tercümesi:

Lale rengindeki kırmızı ve berrak şarabı bana ver; sürahinin boğazından halis ve safî kanı fışkırt. Zira bugün benim şarap ile memlu kadehten başka temiz yürekli bir dostum yok.

-164-

Tercümesi:

Hayata diğer bir hayat katan badeden -her ne kadar sana baş ağrısı oluyorsam da -bir kadeh doldur ve onu avucuma koy; zira dünyanın işi masaldır; hem acele et, oğlum; çünkü ömrün geçmektedir.

-165-

Tercümesi:

Seher vaktidir, ey taze civan, kalk ve billur kadehi yakut renkli şarapla doldur; çünkü bu bir nefes sıhhat ü selameti bu harap dünyada (bu zaviye-i fenâda) çok ararsın, lakin bir daha bulamazsın.

-166-

Tercümesi:

Ayık olduğum zaman zevk eğlence benden ihtifa eder (yani neşem yoktur); sarhoş olduğum zaman ise aklıma noksan ve halel gelir; sarhoşlukla ayıklık arasında bir hal vardır ki işte ben ona bayılırım; asıl hayat odur.

-167-

Tercümesi:

Mademki bu küstah (korkusuz) feleğin altındasın, mütevazi ve hamul ol mademki bu ateşnak dünyadasın, şarap iç. Mademki senin evvelin ve sonun bir parça topraktan başka bir şey değildir, kendini toprağın üstünde değilsin de toprağın içindesin, farz et.

-168-

Tercümesi:

İç şarabı ki gönlünden (hatırından ) kıllet ü kesret meselelerini çıkarsın (yani onları sana unuttursun). İç şarabı ki yetmiş iki millet kaygısını (düşüncesin i) senden alıp götürsün; bir yutumunu içtiğin zaman binlerce illeti senden izale eden bir kimyâdan (iksirden) hiç ihtiraz etme.

-169-

Tercümesi:

O kadar beyhude keder çekme, şen yaşa; zulüm yolunda sen adl ile yaşa (bir timsal-i adalet ol); mademki bu dünya işinin encamı yokluktur, sen kendini şimdiden yoksun farz et ve hür yaşa.

-170-

Tercümesi:

Dünya ne senin makamındır, ne de oturulacak bir yerdir. Âkıl adamın orada bîhuş ve sermest yaşaması evladır. Elin boş olarak toprağa girmezden evvel, gel keder ateşine biraz su serp (keder ateşini şarapla söndür).

-1l1-

Tercümesi:

Ne vakte kadar ekdar-ı zaman ile mükedder olacaksın? Ne zamana kadar gözün yaşlı ve ciğerin kanlı olacak (yani giryan ve dilhun olacaksın)? Bu dünyadan (bu daireden ) çıkıp gitmezden evvel şarabı iç ve keyfine bak ve yüreğini şen tut.

p] Bu da Hafız-i Şirazî"dendir ve tamamıyla aynı mazmundadır:

-172-

Tercümesi:

Güzel ve şen bir sabahtır, kalk ey saki, geceden kalan şarabı şişeye koy; ondan bana bir kadeh getir ve şu dakikayı ganimet bil; çünkü yarın olunca sen de bir kemerin tuğlasısın (kerpiçisin).

-173-

I1]

Tercümesi:

Baharın gelmesi ve hazanın gitmesi (yani mevsimlerin tevalisi) mevcudiyetimizin yapraklarını tedricen döküyor; şarap iç ve gam yeme, zira feylesof şöyle demiş: Cihanın ekdarı zehre benzer ve onun ilacı (padzehri) şaraptır.

-174-

Tercümesi:

Bu felek-i devvarın (dönen kubbenin) ne kadar bedgirdar olduğunu seyret; dostlar birer birer çekilip gittikleri için dünyanın ne kadar boş kalmış olduğunu seyret; sen elinden geldiği kadar -velev bir an olsun- kendin için yaşa (kendi zevkine bak); yarını düşünme (yarına bakma), dünü arama, şu şimdiki dakikayı gözet (fırsat bil).

Tercümesi:

Saadet yolunda yürüyen bu akıl sana günde yüz kere şöyle hitap eder: Sen şu bir dakikayı hemen fırsat bil; zira sen tere (ot) değilsin ki bir kere biçildikten sonra yeniden topraktan süresin. 

Tercümesi:

Kalk, ey güzel, bizim hatırımız için buraya gel, ve bizim müşekkelimizi cemalinle hallet, bizim çamurumuzdan bir desti yapılmazdan evvel bize bir desti şarap getir de içelim.

-177-

Tercümesi:

Ey saki, bana bir kadeh (şarap) sun; çünkü dünyanın (hayatın) mahiyeti bir nefesten ibarettir. İnsan dünyadan velev bir nefes (bir an ) mütelezziz olsa, o da çoktur (yani o da az bir şey değildir). Önüne her ne çıkarsa (her ne zu hur ederse ) onunla kâni ve memnun ol; çünkü cihan hiçbir zaman bir adamın gönlünün istediği gibi olmaz. 

-178-

Tercümesi:

Şimdi mademki senin saadet çiçeğin açılmak üzeredir, niçin elin şarap kadehinden hâlî durmaktadır? İç şarabı; zira zaman gaddar bir düşmandır ve böyle bir günü bir daha idrak etmek güçtür.

-179-

Tercümesi:

Dostum, bu boş dünyanın kederini sakın çekme; boşuna bu köhne (yıpranmış) dünyanın gamıyla mağmum olma; mademki mevcut olan şey geçti ve mevcut olmayan da daha meydanda yok, sen keyfine bak ve ne varın ne de yokun sıkıntısını çekme.

-180-

Tercümesi:

Kemal-i hırsımdan dudağımı -tûl-ı ömrün çaresini istihsal etmek üzere- destinin dudağına dayadım; o da dudağını benim dudağıma yapıştırıp gizlice bana: İç şarabı; çünkü bu dünyaya bir daha gelecek değilsin, diyordu.

-181-

Tercümesi:

Eğer Mısır’a ve Rum’a ve Çin’e de malik olsan, hatta bütün ekalim-i arzı da zir-i hükmüne geçirsen, (hateminin altına alsan) emin ol ki bu dünyadan senin ve benim nasibimiz on arşın kefen ve iki arşın topraktan ibaret olacaktır. 

-182-

Tercümesi:

Bak, kar gibi ne kadar beyaz bir gün! Doldur kadehi öyle bir şarap ile ki yakut ondan renk iktibas eder (öğrenir). Her iki udu eline al ve mahfilimizi tenvi r ve tenşit et; bir udu çal, öbür udu (öd ağacını )da yak.

-183-

Tercümesi:

Yaşlı olduğum halde, senin aşkın beni tuzağa düşürdü; cismimde can bulundukça şaraptan ayrılmayacağım (kesilmeyeceğim); ben şarapçılara (meyhanecilere ) taaccüb ediyorum: Acaba onlar sattıkları şeye faik bir şey bulup satın alabilecekler midir? (Sattıkları şeye faik ne satın alabileceklerdir?) 

Tercümesi:

Dünyadan tamanı azalt da memnun yaşa; zamanın iyisinden ve kötüsünden rabıtanı kes hemen durmayıp şarabı iç ve bir güzelin saçlarından kavra; zira şu birkaç gün de çok sürmez, çabuk geçer.

-185-

Tercümesi:

Ey saki, benim kederim her tarafa şayi olmuştur (benim hüzün ve kederim i herkes duymuş); benim sarhoşluğum haddini aşmıştır (ölçüyü taşırmış); bak, saçlarım ağarmış olduğu halde sarhoşum; zira senin sunduğun şarap, bu geçkin yaşımda, gönlümün baharını tazelendirmiştir. 

-186-

Tercümesi:

Ben halis şarapsız yaşayamam; şarapsız (içkisiz) beden yükünü taşıyamam; ben o ana ( o saniyeye ) kurban olayım ki onda saki bana: Bir kadeh daha al-der, ben ise onu alacak bir halde olamam.

-187-

Tercümesi:

Ey muğfil (aldatıcının) tezvirine kapılan ve iki günlük hayat için koşup didişen kimse, öldükten sonra acaba nereye gideceğim diye mi düşünüyorsun! Şarabı benim önüme koy (getir) de her nereye ister isen git. 

Tercümesi:

Bırakma ki keder seni kucaklasın (kendini kedere kaptırma); bırakma ki endişe-i muhal senin zamanını işgal ve istila etsin (zamanını endişe-i muhale işgal ve istila ettirme); toprak seni içine alıp mahsur etmezden evvel, su kenarını ve mezraaa (bostan) civarını bir an terk etme.

Tercümesi:

Şarap ile birlikte ırmak kenarında bulunmalı. Kederden de uzağa kaçmalı. Mademki şu kıymetli ömrümüz on günden ibarettir, dudaklarımız daima gülmeli ve yüzümüzden taravet ve beşaşet hiçbir zaman eksik olmamalı.

-190-

Tercümesi:

Senin gözüne dünyayı süslüyorlar; Lakin akıllıların temayül etmediği bir şeye sen temayül etme. Senin gibi pek çok gidenler olmuştur ve daha pek çok gelenler olacaktır; sen kendi nasibeni (bu cihandan ) al (kap); çünkü akıbet seni de kapacaklardır.

-191-

 

Tercümesi:

Mademki şimdi neşat ve mahzuziyetten isminden başka bir şey kalmadı (eser kalmadı) ve ham şaraptan başka pişkin (tecrübeli) bir arkadaş (bir enis) kalmadı, sen de zevk ve neşat elini şarap kadehinden çekme böyle zamanda ki o kadehten başka yardımcı (destgir) kalmadı.

-192-

Tercümesi:

Birtakım adamlar diyor ki hurilerle birlikte cennet her şeyden iyidir; ben de diyorum ki üzümün suyu (şarap) her şeyden iyidir; şimdi elde hazır bulunan bu şeyi al ve icrası ferdaya tavîk edilen öteki şeyden vaz geç (bu peşini al ve öteki veresiyeden vaz geç); çünkü davulun sesi uzaktan daima kulağa hoş gelir.

-193-

Tercümesi:

Gökte bir öküz vardır ki ismi Ülker’dir; diğer bir öküz de yerin altında gizlenmiştir; erbab-ı yakînın yaptığı gibi zekâ ve kiyaset gözünü aç da bu iki öküzden birinin altında diğerinin üstünde bir sürü eşekleri (yani küre-i arzın üzerindeki insanları) gör.

Tercümesi:

 

 

 

Bir adam bir orospuya dedi ki: Sen sarhoşsun ve her an başka bir adamın tuzağına düşersin (bağlanırsın). O kadın da cevaben dedi ki: Ey efendi (ey şeyh) benim hakkımda her ne diyor isen, ben tamamiyle öyleyim; lakin sen de acaba göründüğün gibi misin?

Tercümesi:

Câmi”ye gerçi niyaz ve tazarruyla geldik, lakin doğrusunu ister isen, buraya namaz ve ibadet için gelmedik; buradan bir vakit bir seccade çalmış idik, o şimdi eskidi de yeniden geldik.

[2]

Tercümesi:

Biz hakanın tacını ve şahın sorgucunu alıp satanlardanız. Biz ketan bezinden mamul sarığını ney sadasına feda edenlerdeniz. Tezvir ordusunun peyki olan teşbihi de bakarsın ki nagehan bir kadeh şaraba satıveririz.

p] Bu rubainin ifade ettiği mazmunu Hayyam’ın reviş ve mişvarına muvafık, fakat tavr-ı mutad

-198-

Tercümesi:

Bana diyorlar ki: Şarabı şimdikinden daha az iç, bundan (baş kaldırmamaktaki) vazgeçmemekteki mazeretin acaba nedir? Mazeretim sevgilimin cemali ve şarab-ı saf-ı sabuhîdir. insaf et, bundan daha parlak bir mazeret olabilir mi?

-199-

Tercümesi:

İç şarabı, çünkü toprağın altında pek çok zamanlar yatacaksın; hem arkadaşsız, dostsuz, refiksiz ve zevcesiz yatacaksın. Sakın, sana söyleyeceğim bu gizli sırrı kimseye ifşa etme: Bir kere solan lale bir daha açılmaz.

['] Hace Hafız dahi bu makamda çiçeğe hitap eyleyerek pek Hayyamane sual eder:

-200-

I1]

Tercümesi:

Ya Rabbi sen aşk ve şehveti tahrik eden o güzelin çehresini sümbül gibi büklüm büklüm ve amber kokulu saçlarla süslüyor ve sonra da ona bakma, diye emrediyorsun. Bu bir dolu kadehi eğri tut; lakin içindekini dökme, demekle birdir.

-201-

Tercümesi:

Ey serveran-ı cihana faik olan dilber, bilir misin şarap ne zaman içilir ise ruha ferah ve neşe verir? Ben söyleyeyim: Pazar, pazarertesi, salı, çeharşenbe, pencşenbe, cuma ve cumaertesi, hem geceli gündüzlü.

p] Şeyh Sadi-i Şirazî dahi bu mazmunu şöyle ifade eder:

Tercümesi:

Bize diyorlar ki sarhoş adam cehennemliktir. Bu, yalan ve inanılmayacak bir sözdür. Eğer şarap içen ve güzele taaşşuk eden her adam cehenneme gidecek olur ise, yarın cennetin avuç içi gibi boş kaldığını görürsün.

-203-

Tercümesi:

Diyorlar ki öbür dünyada cennet ve huriler olacak; hem orada halis şarap ve bal bulunacak; biz burada şimdiden şarap içer ve güzel sever isek ne be’s var, sonumuz yine öyle olacak değil mi?

-204-

Tercümesi:

Ramazan ayında eğer ben orucumu yiyor idiysem, zannetmeyesin ki onu habersiz (gafleten) yiyor idim; orucun zahmetinden gündüzüm gece gibi idi de orucu yer iken sahur yemeğini yiyorum, zannediyor idim.

-205-

Tercümesi:

Bir yudum şarap cihanın saltanatına değer; bir şarap küpüne kapak hidmetini gören tuğla parçası bin cana değer; dudaklardan şarabı sildikleri bez, doğrusu, bin taylasana (sarığın yandan sarkıtılan ucudur) değer. 

Tercümesi:

Biz hem eski, hem yeni şarabın müşterisiyiz; cenneti de iki arpa danesine satanlardanız. [ ] Öldükten sonra nereye gideceğini biliyor musun? Sen,

şarabı getir benim önüme koy da sonra nereye istersen git!

Tercümesi:

Beni yaradanın bana cenneti mi mukadder yoksa cehennemi mi nasip ettiğini bilmiyorum. Şu kadar ki elimde şimdi bir kadeh, önümde bir güzel ve onun kucağında da bir rebab olsun, kendim de bir bostanın bir (mezranın) civarında bulunayım: Bu üç şeyi bana peşin verecek olurlar ise, ben veresiye olan cenneti sana veririm.

['] Bu rubai, kitabımızın 186’ncı rubaisinin dahi ayrıca natık olduğu vechile nüshaların bazılarında ( J-J               şeklinde irad edilmiştir.

[2]          Hafız-i Şirazî’nin şu şiiri de bu çaşnidedir:

(51 )

[3]          Hayyam’dan evvel gelen Ebu ’l- Ala El- Maarri de şöyle diyor:

-208-

Tercümesi:

Varsın huri gibi güzellerin muhabbeti başımda ve üzümün suyu (şarap) da daima elimde bulunsun! Bana diyorlar ki: Allah sana tevbe ve nedamet versin! -Bunu ne o verir, ne ben yaparım, bu benden uzak olsun!

-209-

Tercümesi:

Eğer sende şarap var ise, sakın şaraba tevbe edeyim, deme. Çünkü o tevbenin akıbinde bir daha böyle bir şey yapmamağa, nadimane, yüzlerce tevbe etmeğe mecbur olursun. Gülün, esvabını parçaladığı ve bülbülerin naralar attığı böyle bir zamanda tevbe nasıl caiz olur? 

Tercümesi:

Ben ölünce benim toprağımı ortadan yok ediniz ve benim halim başkalara mucib-i ibret ve intibah olmak için toprağımı ve çamurumu şarap ile yoğurunuz ve çürümüş cesedimden hâsıl olacak bu maddeden şarap küpüne bir kapak yapınız. 

Tercümesi:

Ey benim samimi refiklerim, beni şarap ile tagaddiye ediniz (besleyiniz); kehriba renginde olan bu sarı çehremi yakut gibi kızartınız. Öldüğüm zaman, beni şarap ile yıkayınız; Tabutumun tahtasını da asma (üzüm ağacı) kütüğünden yapınız.

Tercümesi:

Ben öldüğüm zaman beni şarap ile gusul eyleyiniz. Hîn-i telakkinimde bade ve kadeh sözlerini zikir ve tekrar ediniz. Yevm-i kıyamette eğer beni arayıp bulmak ister iseniz, benim kokumu meyhane kapısının toprağından alınız.

-213-

Tercümesi:

O kadar şarap içeyim ki ben toprak altına gittikten sonra da onun rayihası toprağımdan yükselsin ve mahmur bir adam benim toprağımın yanından geçecek olursa, şarabımın kokusuyla mest ve medhuş olsun.

p] Bu da bundan evvelki rubailer siyakında bir şiirdir.

-214-

Tercümesi:

Cami, namaz ve oruç ne zamana kadar? Velev dilencilikle de olsa git meyhanelerde çakıştır. Hayyam, iç şarabı; çünkü sen öldükten sonra toprağını bazen bardak bazen sürahi, bazen de desti yapacaklardır.

I1]

Tercümesi:

Elinden geldiği kadar rintlerin hidmetinde bulun; namazı ve orucu temelinden yık. Sen doğru sözü Ömer Hayyam" dan dinle: Şarap iç; yol kes; lakin iyilik et. 

[’]

Tercümesi:

Şarabı eğer dağa içirirsen, dağ raks etmeğe (sıçrayıp oynamaya) başlar. Şaraba kusur bulan (şarabı tayip eden) kimse kendi kusurludur. Niçin bana: Şaraba tevbe et, diyorsun? Şarap insanı terbiye edici bir ruhtur.

-217-

Tercümesi:

Bu gece büyük (bir batmanlık) bir kadeh ile şarap içeceğim; kendimi iki bardak şarap ile gani edeceğim (zenginleştireceğim, her şeyden mustağni edeceğim); her şeyden evvel akıl ve dini talak-ı selase ile tatlik edeceğim (akıldan ve dinden bir daha birleşmemek üzere ayrılacağım); ondan sonra da bintülinebi kendime nikâh ve tezvic edeceğim.

p] Bu rubainin mazmunu Hace Hafız-i Şirazî'nin şu rindane sözlerinin mealine ne kadar yaklaşır: 

Tercümesi:

Nihal-i ömrüm sökülüp ecza-yı vücudum yekdiğerinden ayrıldığı zaman eğer benim çamurumdan bir desti yapıp da onu şarap ile dolduracak olur isen, o derhal hayat-ı taze bulur.

-219-

Tercümesi:

Sana gamum ve ekdar gafleten baskın etmezden evvel, emret de gül renkli şarabı getirsinler. Ey cahil ahmak, sen altın değilsin ki seni toprağa bir kere gömdükten sonra bir daha çıkarsınlar!

Bu rubailerfatalisme yani Cebriyye yahut Kadiriye tarz u şivesindedir:

-220-

Tercümesi:

Ey gönül, mademki hakikât-ı cihan mecazîdir, zillet-i sa’y ve ihtiyaca neden bu kadar katlanıyorsun? Vücudunu yed-i takdire tevdi et ve zamana uy; çünkü bir kere yürümüş olan kalem senin için bir daha geriye dönmez.

-221-

Tercümesi:

Kalemin bir kere yazdığı tagayyür kabul etmez (denir gün olmaz); mahzun yaşamanın da insanı dilhun etmekten başka bir faidesi yoktur. Eğer bütün ömründe yüreğini kan götürse (yani için için ağlayıp sızlasan bile) mevcut olan şeyden bir katre ziyâde olmaz. 

Tercümesi:

Benim geçeceğim yolun üstünde bin yere tuzak kurarsın ve sonra bana: eğer adımını atacak olur isen seni tutarım, dersin. Cihan senin hükmünden bir zerre hâlî değildir; bana emri kendin verirsin, sonra da bana “asisin” dersin!

-223-

Tercümesi:

Benim toprağımı kalıba döktükleri (potada karıştırdıkları) zamandan beri bu topraktan nice nice fesatlar tevlit etmişler; ben bundan daha iyi olamam; çünkü potadan beni bu bulunduğum mahiyette ve kabiliyette dışarıya dökmüşler!

-224-

Tercümesi:

İnsanların fıtratında mevcut olan iyiliği ve kötülüğü, kaza ve kaderde mahbun olan hüzün ve süruru sakın feleğe atfetme; çünkü tarîk-ı akılda felek senden bin defa daha acizdir. 

Tercümesi:

Bundan çok evvel olacak şeylerin olması takarrür etmiştir. Kalem iyiyi ve kötüyü kayıt ve tespit etmekten hiçbir zaman hâlî kalmamıştır. Ezelde, o her ne lazım idiyse bize verdi; binaenaleyh, bizim gam çekmemiz ve çalışıp çabalamamız faidesiz ve boştur.

 

[2]

Tercümesi:

Daneyi tuzağa yerleştiren ezel avcısı (yani Allah ) bir av tuttu ve onun adını (Âdem) koydu. Cihanda iyi, kötü her yapılan şeyi kendi yapıyor da herkese bahane buluyor. (Herkesin üstüne atıyor.)

Tercümesi:

Yüreğimin kulağına felek gizlice dedi ki: -kaza ve kaderden gelen bir hükmü sen benden mi biliyorsun? Benim kendi hareketimde eğer kendi d ahil ve tesirim olaydı, ben kendimi böyle avare dolaşmaktan (sergerdanlıktan) çoktan kurtarır idim.

-228-

Tercümesi:

Beni sudan ve çamurdan sen yoğurmuşsun, ben ne yapayım? Bu yükü ve bu kettanı sen eğirmişsin, ben ne yapayım? Benden zuhur etmekte olan her iyiliği ve her kötülüğü evvelce sen benim alnıma yazmışsın, ben ne yapayım? 

Tercümesi:

Feleğin atına eğer taktıkları ve onu müşteri ve Ülker yıldızlarıyla süsledikleri gün divan-ı kazadan bizim nasibemiz ancak bu kadar oldu; bizim taksirimiz ne? Bize ancak bunu kısmet ettiler.

-230

 

 

Tercümesi:

Bu felek birçok bizim gibileri ekti ve biçti; beyhude keder etmenin hiç faidesi yoktur. Bir kadehi şarapla doldur ve çabuk avucuma koy da yine içeyim; çünkü olacaklar hep ezelde oldu.

-231-

Tercümesi:

Hakk-teala bizim mevcudiyetimizin çamurunu yoğurur iken (terkip eder iken) bizden nasıl bir fi’l ve hareket sudûr edeceğini biliyor idi. Bende onun hükmünün lâhakk olmadığı bir günah yoktur. O halde, kıyamette bizi yakmağı neden irade etti?

-232-

Tercümesi:

Mescidin kandiline ve kilisanın dumanına (içinde yakılan buhura) müteallik sözler artık yetmez mi? (ne zamana kadar ?) Cehennemin zararı ve cennetin faidesi sohbetleri artık elvermez mi? (ne zamana kadar?) Git levh-i kazaya bak; üstat kader her olan ve olacak şeyi daha olmazdan akdem yani ezelde oraya yazdı.

p] Hace Hafız’ın bu meale yakın rindane sözlerindendir:

Tercümesi:

Takva ile meluf kimseler, insan nasıl ölürse öyle kalkar (Yevm-i kıyamette öyle mahşur olur) derler; işte biz de mahşerde şarabımız ve maşukamızla birlikte mahşur olmak için bu dünyada daima şarap ve maşuka ile birlikte vakit geçirmekteyiz.

-234-

Tercümesi:

Ben eğer ateşperestlerin şarapıyla sarhoş isem, varayım sarhoş olayım. Eğer kâfir ya Zerdüştî ya putperest isem, varayım öyle olayım. Her fırka (her taife) beni bir başka türlü zanneder: Ben kendiminim (kendi kendime malik ve hâkimim) nasıl isem, öyleyim (Buna kim ne karışır?).

p] Tab ve akidesinin istiklal ve metanetine şahid olan kutlu rubailerdendir.

-235-

Tercümesi:

Cihanın daima yeniden yeniye doğurduğu hadisattan korkma; hâdis olan her şey sabit ve sürekli olmadığı için ondan da korkma; şu bir dakikacık ömrü ganimet bil; geçmiş olan şeyi düşünme, gelecekten de korkma.

-236-

Tercümesi:

Âşık bütün sene seraser, mest ve divane (meczup) olsun (olmalıdır); hem deli, hem müteheyyic, hem rüsva olsun (olmalıdır); ayık iken biz her şeyin tasasını çekeriz; lakin sarhoş olur isek, herçe bad-a-bad (ne olur ise olsun) deriz geçeriz.

p] Bu rubaiyi Mevlana Celale’d-din Rumi’ye isnat edenler de olmuştur.

-237-

Tercümesi:

Ey beldenin müftüsü biz senden daha ziyade faaliz; bu kadar sarhoşluğumuza rağmen senden daha ayığız; sen halkın kanını içiyorsun; biz ise, asmaların (üzüm ağaçlarının) kanını içiyoruz: İnsaf et de söyle hangimiz daha hunharız.

-238-

Tercümesi:

Bir insanın zûfünun (hünerli) olduğuna bakma, ahd ve vefada nasıl olduğuna (sabit olup olmadığına ) bak; insan eğer ahdini eda eder (yani eğer ahdinin uhdesinden gelirse) o zaman o, her zannettiğin mertebeden efzundur.

p] Bu mısra nüshaların bazılarındaşeklindedir. Ebu’l Ala El- Maarri’nin şu

sözleri de ulema-yı gayr-ı âmile müteveccihtir ve güzeldir:

Bu sözde Ebu ’l-Ala’nındır:

-239-

Tercümesi:

Bu dünyaya gelip biri biriyle kaynaşan ve oynaşan, zevke, eğlenceye ve şevk ü şetarete dalan kimseler birer kadeh içince kendilerinden geçtiler; ve yek- diğerleriyle kucaklaşarak adem uykusuna daldılar.

-240-

Tercümesi:

Erbab-ı tahkik nazarında ister güzel, ister çirkin, hep birdir; âşıkların mekânı ister cehennem olsun, ister cennet, hep birdir. Şuridelerin giydiği şey ister atlas olsun ister çul, hep birdir. Âşıkların başının altında ister yastık olsun, ister kerpiç, hep birdir.

Tercümesi:

Yeryüzünü baştan başa imar etmek bir gönlü şad etmek kadar olamaz. Hür bir adamı lutuf ve ihsanla kendine kul etmek bin kulu azat etmekten evladır.

-242-

Tercümesi:

Bil ki ucu bucağı bulunmayan bir dairenin devr-i layetenahisinden iki nev’ halk-ı mütenaim ve berhurdar olmaktadır: Bunlar da ya onun iyisine ve kötüsüne tamamıyla muttali olan kimseler yahut hem kendilerinden hem dünyanın halinden gafil ve bîhaber olan kimselerdir. 

Tercümesi:

Bu kâinat bizim yıpranmış hayatımızdan bir geçittir; Ceyhun bizim kanla mülemma gözyaşlarımızdan bir nişanedir; cehennem bizim boşuna çektiğimiz zahmetlerden bir şeraredir; cennet de bizim asude vakitlerimizden bir lahzadır.

Tercümesi:

Para (gümüş) her ne kadar akıllılara sermaye olmağa layık bir şey değil ise de parasızlara dünya bahçesi zindandır. Menekşenin eli boş (fakir) olduğu için başı daima dizindedir (yani mağmum ve serefgendedir); hâlbuki gülün altun kise (sırma kise) içine açılan ağzı daima gülümser. 

-245-

Tercümesi:

Eğer bir adam iki günde bir etimek, kırık bir destiden de biraz soğuk su tedarik edebiliyor ise, artık niçin gidip diğer bir adamın emri altına girsin yahut niçin kendi gibi birinin hidmetine katlansın?

-246-

Tercümesi:

[2] Bu rubaiyi kitapların bazılarında meşhur İbni Sina'ya matuf gördük ki öyle olması daha makuldür. Çünkü bu sözler tabip hakîm İbni Sina'ya her halde daha ziyade yakışır. 

Arzın alçak sathından Zühal’in üstüne kadar kâinatın bütün müşkil meselelerini hallettim; her türlü hile ve hud’a tuzağından kaçındım ve kurt uldum; her bağ çözüldü, yalnız ukde-i mevt çözülmedi.

Tercümesi:

Cihanda hiç kimse, yüreğine felekten bir diken saplanmaksızın, gül yanaklı bir dilberin visaline ermedi. Bir kere tarağa bak ki yüz parça olmaksızın eli bir güzelin saçlarının ucuna dokunamadı.

[2]

Tercümesi:

Eğer şarap içiyor isen, onu akıllı ve zeki kimseler ile iç; yahut lale yanaklı ve güler yüzlü bir güzel ile iç; çok içme, herkese faş etme, diline vird etme: Az iç, arada sırada iç ve gizlice iç.

Tercümesi:

Eğer şarabı dilenci içer ise efendi (emîr) olur; eğer onu bir tilkicağız içer ise arslan kesilir; eğer yaşlı bir adam içer ise yeniden gençleşir; eğer genç içer ise tul-ı ömre nail olur (sinn-i şeyhuhete erişir).

-250-

Tercümesi:

Maneviyyat âleminin ser levhası aşktır; şebap kasidesinin beytülkasidi aşktır; ey aşk dünyasından haberi olmayan Âdem, bunu bil ki hayat yalnız aşktan ibarettir. 

FASL-I SANİ

ÖMER HAYYAM’A MENSUP OLDUKLARI BİZCE MEŞKUK (Şüphli) OLAN RUBAİLER: [*]

-251-

Tercümesi:

Eğer senin eline şaraptan bir iki batman geçecek olursa (eğer bir iki batm an şarap ele geçirecek olur isen) durmayıp her mahfilde ve her mecliste şarap iç. Zira dünyayı yapan zat ne senin gibi bir adamın bıyığıyla, ne de benim gibi bir adamın sakalıyla meşguldür.

-252-

]

p] Bu rubailer Oksford (Oxford)’daki Bodleyn (Bodleian) Kütüphanesi nüshasında dahi münderiçtir.

[2] Bu rubaide gösterilen sanat, sihr-i helal tarzında bir hüner-i bediîdir; lakin Ömer Hayyam’ın mutadı olmayan hünerlerdendir. Bu rubaiyi, bilhassa üslûb-ı ifadesi dolayısıyla Ömer Hayyam'a atfedemeyeceğiz. Çünkü çok musanna’dır. Hayyam ’ın taklit kabul etmeyen dehası en derin ve en

Tercümesi:

Mademki şimdi bülbül dastan okuyor, sen sarhoşların elinden

kırmızı şaraptan başka bir şey alma. Kalk, gel, zira güller (çiçekler) mesadet ü meserretle açıldı. Bir iki üç gün olsun bostanın zevkini hakkıyla sür.

-253-

Tercümesi:

Benim şarap içmekliğim ne coşup taşmak, ne de dinin ve edebin hududunu aşmak içindir. Kendimden geçip de huzur-ı tammla bir nefes almak istiyorum; işte, şarap içmem ve sarhoş olmam bunun içindir.

-254-

Tercümesi:

Evvelleri ilk gün zihnim şu heyet-i semada levh-i mahfuzu, kalemi, cenneti, cehennemi arar dururdu; sonraları bana üstadım bir fikr-i makule istinaden dedi ki: Levh de kalem de cennet de cehennem de senin kendindedir.

geniş manaları tarz-ı sade-i Farisî ile ifadeye kâfidir. Kelam-ı Hayyam böyle bililtizam tezyin edilmiş değildir; lakin onun bütün zeynlerin fevkinde bir pirayesi vardır ki o da tabiî sadeliğidir. 

-255-

Tercümesi:

Ben şarap içerim, lakin sarhoşluk etmem. Kadehten başka bir şeye el uzatmam (tecavüz etmem). Bilir misin şaraba tapmaktan maksadım nedir? Senin yaptığın gibi kendime tapmamak içindir.

-256-

Tercümesi:

İç şarabı ki cismin toprak altında zerrelere inkısam edecektir; ondan s onra da senin toprağından kadeh ve şarap küpü yapılacaktır. Ne cennetle ne de cehennemle meşgul ol; âkıl bir insan böyle şeylere niçin güvensin?

-257-

Tercümesi:

Ben şarap ile ve sarhoşluk ile menus isem halk neden beni levm ve tayîb ediyor? Keşke her haram olan şey müskir olaydı! Çünkü o zaman ben cihanda hiçbir ayık adam görmeyecektim.

-258-

Tercümesi:

Esrar-ı kâinatı anlayan kimsenin nazarında bu cihanın gam ve sürurı hep birdir; dünyanın iyisinin de kötüsünün de mademki bir sonu vardır, ister hep dert ve

elemle muzdarip bulunmuşsun, ister ilaç ve derman ile müteselli olmuşsun, hep birdir.

-259-

Tercümesi:

Yaşlı olduğum halde (bu yaşım ve bu başımla ) senin muhabbetin beni tuzağa düşürdü; yoksa benim elim nerede, şarap kadehi nerede? Aklın verdiği tevbeyi cananım bozdurdu; sabrın diktiği libası da zaman yırttı.

-260-

[’]

Tercümesi:

Kalk şarabı ver, söze mahal var mı? Zira bu gece senin o toplu (dar) ağzın benim kısmetimdir (bana nasip olacaktır); bize kendi yanağın gibi gül renginde bir şarap ver; zira benim ettiğim bu tevbe senin saçın gibi sık sık bozulan bir tevbedir.

p] Zülf-i pürşiken tabiri kırılıp bükülen, büklüm büklüm olan saç, diye tercüme olunur ise de tevbe pürşiken tabiri sık sık bozulan tevbe, diye tercüme olunmalıdır. Farisîde olduğu gibi her iki mana Türkçede aynı kelime ile pek ifade edilemiyor.

-261-

Tercümesi:

Kalk bu sıkıntılı gönlümün ilacını getir; o misk kokulu gül renkli şarabı getir, eğer kederi dağıtacak bir şey (bir ilaç) istiyor isen, yakut gibi olan şarabı ve ipek telli sazı getir.

-262-

Tercümesi:

Her tarafa baktıkça bağlarda (bahçelerde) Kevser’den birer ırmak akmakta olduğunu görüyorum; kırlar cennet gibi olmuş, cehennemden az bahset, gel bir huri yüzlü dilber ile cennette otur.

-263-

Tercümesi:

Kalkayım da halis ve safi şaraba azmedeyim (niyet edeyim); yüzümün rengini unnab rengine çevireyim; ve her işe karışıp fuzulluk eden bu aklın yüzüne bir avuç şarap serpip onu uyutayım.

-264-

Tercümesi:

Mademki her dakika ömründen bir nefes geçip gidiyor, onu ancak şevk ve şetaretle geçirmeğe bak. İyi bilmiş ol ki bu mülk-i vücudun sermayesi ömürdür ve onu sen nasıl geçirir isen öyle geçer. 

Tercümesi:

Ömr-i ebedî demek olan ve zevk-i şebâbın sermayesi hükmünde bulunan şaraptan iç; o şarap ateş gibi yakıcıdır; lakin hüzün ve gamı izâle hususunda mâülhayat kadar nâfi’dir (vücuda yarar).

-266-

Tercümesi:

Ömrün temelini takviye etmek ve âlemde bir müddet kedersiz bir gönülle yaşamak istiyor isen safi ve halis şarabı içmekten hâlî kalma ki dembedem (anbean) ömründen lezzet alasın.

-267-

Tercümesi:

İç şarabı ki daima senin rahat ruhun odur; senin mecruh ruhunun ve kalbinin vesile-i emn ve huzuru odur; eğer tufan gamum seni önünden ve ardından istila edecek olursa, hemen şaraba iltica et; zira senin sefine-i nevhin odur.

-268-

Tercümesi:

Bahar mevsiminde huri tıynetli bir güzel, bir mezraa kenarında bana şarapla memlu bir kadeh sunsun -bu sözü herkesçe çirkin görüleceğini bildiğim halde söylüyorum- hele bir daha cennet adını anarsam, ben köpekten alçağım.

-269-

I1]

Tercümesi:

Dünyada tahkik ağacı (fidanı) kat’an semere vermemiştir. Zira bu yolda hiçbir kimse doğru değildir (kimsenin tuttuğu yol doğru değildir); herkes gevşek bir dala el uzatmıştır (tutunmuştur); sen şunu bil ki bugün dünkü günün aynıdır, yarın da ilk günün keza bir aynıdır.

-270-

Tercümesi:

Meyhanede şaraptan başka bir şeyle yıkanılamaz (abdest alınamaz); bir kere çirkin çıkan bir ad (bir şöhret) bir daha güzelleştirilemez. Sen keyfine bak, bizim iffet (namus) perdemiz öyle yırtılmıştır ki bir daha örülemez (artık tamir kabul etmez).

p] Bu sözler bize Efdal Kaşani'nin şu rubaisini hatırlatıyor: 

-271-

Tercümesi:

Meyhanenin mamur oluşu bizim şarap içmemizdendir. İki bin tevbenin kanı bizim boynumuzdadır. Ben günah işlemez isem, rahmetin faidesi ne? Rahmet-i Rabbaniyenin güzel oluşu bizim günahkâr oluşumuzdandır.

-272-

Tercümesi:

Dünyada günah işlememiş olan kimdir, söyle? Günah işlemeyen kimse nasıl yaşar, söyle? Ben kötülük edeyim, sen de bana kötülükle mukabele et; öyle ise, benimle senin arandaki fark nedir, söyle?

['] Nüshaların bazılarında bu mısra: ( yZ j jly aUT J ) [2] Bu rubai hakkında kitabımızın 53’üncü sahifesinde münderiç mülahazata bakınız. 

-273-

Tercümesi:

Benim şarap şişemi kırdın, ya Rabbi; zevk ve safa kapısını bana kapadın, ya Rabbi! Benim gül renginde olan şarabımı toprağa döktün; dilim tutulsun. (Ağzım toprakla dolsun) Acaba sen mi sarhoşsun, ya Rabbi? Yahut sen sarhoş musun Ya Rabbi?

-274-

 

fi

Tercümesi:

f1] Nüshaların bazılarında bu üçüncü mısra: (        ) şeklindedir.

[2] Rubaiyat kitaplarının bazılarında bu son mısra: (            4^ i        ) şeklindedir.

[3] Bu mısrada:  5^' - yani Hakk (hakikât) acıdır, sözüne bir telmih vardır. 

Mai renkli sabah (fecr) doğar iken elde daima bir ak kadeh (safi ve raik şarap) bulunmalıdır; şarabın acı olduğu tevatüren (ağızlarda ) söyleniyor; eğer öyle ise, mutlaka şarap haktır.

-275-

Tercümesi:

Tekyede (zaviyede) medrese, mabedde, kilisada herkes cehennemden korkmakta ve cenneti aramaktadır (arzu etmektedir); lakin Allah’ın esrarına muttali’ olan kimse gönlünün içine bu tohumdan hiç ekmedi. (Bu kuruntuları etmedi.)

-276-

[’]

Tercümesi:

] Diğer bir rubainin son iki mısralarının buna yakın bir şekilde olduğunu ve mazmunen bu rubaiye pek benzediğini yukarıda asıl (Ömer Hayyam)’ın olmak üzere gösterdiğimiz rubailer faslında gördüktü ki o şekil de budur: 

Şarap içmek ve güzellerin etrafında (peşinde) dolaşmak zerk ü riya ile zahit olmaktan (zahid-i mürâî olmaktan) hayırlıdır; eğer âşık ve sarhoş cehennemlik olacak iseler, o halde cennetin yüzünü kimse görmeyecektir.

-277-

Tercümesi:

Ey dostlarım, yekdiğerinizle görüştüğünüz zaman bu dostunuzu çok hatırlayınız. Leziz şarabı birlikte içtiğiniz zaman bizim nöbetimiz gelince, kadehi deviriniz. (Baş aşağı ediniz.)

FASL-I SALİS

HAYYAM’A MENSUP OLDUKLARI MEVSUK OLMAYAN DİĞER MÜTEFERRİK RUBAİLER. ]

-278-

Tercümesi:

t1] Bunları en eski nüshalarda ve alelhusus Bodleyn (Bodleian) nüshasında dahi gördüğümüz için iktibas etmeye mecbur olduk. Sahih oldukları her halde şüphelidir.

[2] Ceberriyane bir sözdür. 

Git keyfine bak ki seni daha dünden düşünmüşlerdir ve senin her türlü temenniyyatını daha dünden is’âf ve tatmin etmişlerdir; git meserretle yaşa, zira sen daha bir şey istemeden, senin yarınını işinin kararını daha dünden vermişler dir. (Senin işini daha dünden tesviye ettiler, demektir.)

-279-

 

Tercümesi:

Biz Allah’ın lutfuna güvenmiş ve ibadet ve masiyetten de teberri eylemişizdir. Senin inayetinin tecelli ettiği yerde yapılmamış şey ve yapılmış şey gibidir ve yapılmış şey de yapılmamış şey gibidir.

 

 

Tercümesi:

[T] Bu rubai umumen Hayyam"a atfedilmekte ise de hakikâtte hakîm İbni Sina’nındır.

[2] Bu rubai dahi her yerde Hayyam"a nisbet edilmekte ise de hakikâtte, İbni Sina’nın

…            beytiyle başlayan rubaisine cevap olmak

Ey iyilik etmeyip kötülükler etmiş olan ve ondan sonra da Allah’ın lutfuna dayanan kimse, sen afv ve gufrana güvenme; zira hiçbir zaman yapılmamış şey yapılmış şey gibi olamaz ve yapılmış şey de yapılmamış şey gibi değildir.

[’]

Tercümesi:

Bütün hilkatin kasdettiği umde bizleriz. Aklın gözündeki basiret cevheri bizleriz. Bu daire-i cihan bir yüzük halkası gibidir. Hiç şüphe yok ki onun kaşındaki yazı bizleriz.

 [2]

Tercümesi:

Eğer nasibimiz gül olmasa da diken bize yeter; eğer nur bize çok görülüyor ise nâr dahi yeter. Eğer bir hırka, bir zaviye ve bir şeyh bulamazsak, bize nakus ve kilisa ve zünnar da yeter.

-283-

Tercümesi:

Ey dört unsurun ve yedi seyyarenin (yedi semanın) mahsul-i ibdâı olan insan, sen daima yedi ile dördün arasında tutuşup (kıvranıp ) durmaktasın; iç şarabı; çünkü şimdiye kadar sana bin kereden fazla söyledim: Geriye dönmek yoktur, buradan bir kere gider isen tamamıyla gitmişsin.

-284-

[’]

Tercümesi: 

Padişahım, felek seni makam-ı saltanata nasip etti ve senin için padişahlık atına eğer taktı ve senin altın nallı atın esna-yı harekette ayağını çamura (toprağa) basmasın diye toprağı gümüşle kapladı.

Ey dostlar! Bilanifak yekdiğerinize mülaki olduğunuz ve birbirlerinizin yüzünü görüp sevindiğiniz zaman, saki Zerdüştîler şarabını eline alacak olursa, zavallı filanı (beni) bir dua ile yâd ediniz.

[2] 

Tercümesi:

Gök, buluttan yere beyaz nesterenler döküyor; zannedersin ki çimenzarlara çiçek dökülüyor; susam çiçeği gibi olan kadehe ben de gül rengindeki şarabı dökeyim, zira menekşe renkli buluttan arza yaseminler dökülüyor.

 

Tercümesi:

Ya Rabbi. Benim (esir) mahpus gönlüme acı (merhamet et); benim mağmum kalbime (göğsüme) acı (merhamet et); benim harabata (meyhaneye) yürüyen ayaklarımı affet; benim kadeh tutan elime acı (merhamet et).

-288-

Tercümesi:

Elinden geldiği kadar kimseyi incitme; kimseyi hiddet ve infial ateşine oturtma (kimseye hiddet etme, darılma); eğer daima bir rahata ermek istiyor isen, daima kendin incin, lakin kimseyi incitme. 

Tercümesi:

Bir kadeh şarap yüzlerce gönle ve yüzlerce dine değer; bir yudum şarap bütün bir Çin memleketine değer; yeryüzünde binlerce tatlı cana değer acı bir şey var ise o da ancak ve ancak kırmızı (yakut renkli) şaraptır.

 

Ey gönül, birtakım malûl (müptela) adamların ve visalini isteme; birtakım meşgul adamların muhabbetiyle meşgul olma; dervişlerin asitanı (kapu eşiği) 

etrafında dolaş (yani daima dervişlerle ülfet ü ünsiyet et); belki o zaman birkaç makbul adamın hüsn-i kabulüne nail olmuş olursun.

 

 

Tercümesi:

Mademki hep bu mevcut olan şeylerden elde rüzgârdan başka bir şey kalmıyor (mademki her mevcut sonunda fâni ve zaildir) ve mademki gayr-ı mevcut şeyler yüzünden de hiçbir nakise ve halel tevellüt etmiyor; o halde cihanda her mevcut olan şeyi gayr-ı mevcut farz ediver ve her gayr-i mevcut olan şeyi de âlemde mevcut zannet.

Tercümesi:

Bu zamanda kendine az dost edin (az dost edinmekliğin iyidir); ebna-yi zamanla uzaktan görüşmek evladır. Fatanet gözünü açar isen görürsün ki senin hakiki düşmanın, kendisine tamamiyle istinat ve itimat etmekte olduğun kimse imiş.

p] Tamamiyle sofistaî (Sophistique) bir rubaidir.

[2] Amelî ve ahlâkî (pratique) bir rubaidir; Hayyam sözüne benzemiyor, zayıftır.

-293-

 

Tercümesi:

Bunca mal ve servet düşüncesi ve dünya tahassürü nedendir? Sen ci handa ebediyyen berhayat kalan bir kimse gördün mü? Bu bir iki nefes (soluk) senin bedeninde iğreti bir şeydir ve iğreti şeyle de iğreti yaşamalıdır.

-294-

Tercümesi:

Yazık o gönle ki onda bir dağ (bir yanıklık ) yoktur; yazık o gönle ki bir güzellin muhabbetine müptela değildir; senin aşksız geçireceğin günden daha zayi (daha boş geçirilmiş) bir günün yoktur. 

Tercümesi:

Şarap sayesinde kafalardan kibir ve nahvet çekilir (azalır yahut zail olur); sağlam bağlar (müşkil ve gamız meseleler) şarap sayesinde çözülür (halledilir); şeytan (azazil) eğer şaraptan bir yudum içmiş olaydı, Âdemin önünde iki bin defa secde ederdi.

Bu da Hüsn-i DehlevVnindir:

-296-

Tercümesi:

Şarap erimiş yakuttur, sürahide onun madenidir; kadeh bedendir, şarap da onun canıdır; içinde şarabın gülümsediği billur kadeh, kendinde yürek kanını gizleyen bir gözyaşına benzer.

p] Bu rubaide şeytanın^  ^diyerek Âdeme secde etmekten ibâ ve istikbar

etmiş olduğuna telmih ve işaret vardır. 

O ruhtan ki ona râh-ı nab yani şarab-ı saf derler ve onu yıkık (mariz) gönüllerin medar-ı tesellisi (ilacı) bilirler, ondan serian bana iki üç dolu (ağır) kadeh getirin; bilmem hayrab denilmek lazım gelen bir şeye niçin şarap diyorlar!

-298-

 

Tercümesi:

Ya Rabbi, eğer senin ibadet mücevherini hiçbir zaman delmedi isem de (seni zikr ü tehlil ederek Esma-yi Hüsnâ’nı tesbih daneleri gibi delip bir ipe

t1] Bu rubaide şarap kelimesi ile oynanıyor. Bu kelime guya şer ve ab cüz’lerinden mürekkep imiş gibi tasvir olunarak ona hayrâb kelimesi mukabil tutuluyor. Faidesiz, abes ve tatsız bir oyundur ve bu gibi ve oyunlarda tabiîlikten çıkmayarak hakikâten muvaffakıyet gösterebilen edipler nadirdir. Şimdi zaten cinas, kalıb ü tashif gibi hezellerin vakti geçmiştir. Maazalik, şarkın muteber ve muktedir şairlerinden her biri bu vadilerde kimi az, kimi çok muvaffakıyetle daima tecrübe-i tâli’ edegelmiştir ve sihri-i helal sanatı bu tecaribden doğmuştur. Yazılarında daima sadeliğe ve tabiîliğe mütemayil olan Şeyh Sadi bile bu kusurdan münezzeh değildir. Hatta aynı şarap kelimesiyle bir şiirinde oynar ve onu yukarıdaki rubaide olduğu gibi iki müstakil parçaya ayırır da der ki:

.              [2] Bu ( 4             ) gibi ifadeler îran üdebasının âsârında çok görülür.

Ezcümle, Şeyh Sadi:

der/       u

Keza Hace Hafız söyler:

geçirmedim yani tekrar etmedim ise de) ve günah tozunu yüzümden hiçbir zaman silip ref etmedim ise de yine senin lutfundan meyus değilim; çünkü hiçbir zaman bire iki demedim.

-299-

Tercümesi:

Şu bir iki gün elinde fırsat var iken halis ve safi şaraptan iç; çünkü bu iki günlük ömür bir kere geçer gider ise bir daha dönüp gelmez; bunu iyi anla da ondan istifade et. Cihanın harabiye (izmihlâle) doğru gittiğini biliyorsun, öyle ise sen de gece gündüz durma iç. (Harap ol.)

-300-

Tercümesi:

Ben yokluğun ve varlığın her ikisinin de zahirini bilirim. Ben her yukarının ve aşağının iç yüzünü (bâtını) bilirim. Bununla beraber, eğer sarhoşluğun ötesinde bir mertebe biliyor ve tanıyor isem, kendi ilmimden utanayım. (Bana âlim demesinler.)

f1] Hafız-i Şirazî aynı meali bilaşüphe bu rubaidekinden daha güzel söylemiştir: X'-*JJ          V. V.

-301-

Tercümesi:

Sabahları lalenin yüzü şebnem ile ıslandığı ve çimende menekşenin boyu (kameti) eğildiği sıralarda eteğini etrafına derleyip toplayan goncanın hali gerçekten benim hoşuma gider.

-302-

Tercümesi:

Gönül bana: Ben ilm-i ledüniyi heves ediyorum; elinden gelir ise onu bana talim et-dedi. Ben: Elif, der demez o bana: Artık yeter, başka bir şey söyleme; evde eğer bir kimse var ise bir söz kâfidir- diye mukabele etti. 

-303-

Tercümesi:

Gönül daneyi (yemi) tuzaktan fark etmiyor; bir taraftan mescide, diğer taraftan kadehe (şaraba) mütemayil görünüyor. Bununla beraber, ben aleddevam şarap ve maşukam ile celis ve enis olmak isterim. İnsanın vahdethanede (savmaada) hâm yaşayacağına meyhaneye müdavim olup da pişkin olması evladır.

-304-

Tercümesi:

Bak o kadehin cismi cana gebedir, tamamıyle bir yaseminin bir erguvana gebe kalışı gibi- hayır, hayır yanlış söyledim: Şarap ile memlu olan kadeh kemal-i letafetten aynıyla kızgın ateşe gebe kalmış ab-ı zülale benziyor. 

Dünya mademki fânidir, ben de mekr ü hileden başka bir şey düşünmem; zevk ve safadan başka bir şeyle meşgul olmam ve parlak şaraptan başka bir şeye temayül etmem. Bana: Allah seni günahtan taib etsin, diyorlar. Allah bana tevbe ettirmez; o ettirse de ben etmem.

-306-

Tercümesi:

Ömrün ölçüsünü (tûlunu) altmıştan fazla hesap etme; her nereye adım atıyor isen daima sarhoş olarak at; başının tasından desti yapılmazdan evvel, sen hemen destiyi omzundan ve tası (kadehi) elinden bırakma.

I1] Bu şiir kitabımızın 207 numaralı rubaisinin bir şekl-i diğeridir. O rubainin son mısraları şöyle idi:

 [2 ] Ömer Hayyam kendi sinnin altmışı tecavüz ettiğini başka bir rubaisinde söylemiştir ki bu rubai kitabımızın mukaddimesinde (sahife 88) tercümesiyle birlikte gösterildi. Her iki rubaide bir şairin olamaz. Olsa olsa bu son rubaiyi Hayyam daha altmışıncı sâl-ı hayatına girmeden ve daha ne kadar yaşayacağını bilmediği bir zamanda söylemiş olabilir. Yahut insanda ömr-i tabiî-i vasatîyi altmış farz ettiği için söylemiştir. 

Tercümesi:

Aşk yolunda insan temiz (vefakâr) olmalıdır, en sonra, ecelin pençesinde helâk olmak zaruridir; ey güzel çehreli saki, sen boş oturma (boş durma); bize bir su ver ki bir gün toprak olmamız mukarrerdir.

-             -             [2]

Tercümesi:

Gerek halis ve safi şaraptan daima içenlerden, gerek gecelerini daima mihrapta ibadetle geçirenlerden hiçbiri karada değil, sudadırlar (bunların kâffesi terdamendirler); ayık olan yalnız bir kişidir, diğerleri kâffeten uykudadırlar.

p] Bu da Şeyh Sadi’nin yüksek ve ibretamiz sözlerindendir:

 [2]         Şeyh Sadi’nin zirdeki sözünü uzaktan uzağa andırıyor; Lakin Hayyam sözüne hiç benzemiyor. Hem ifadesi düşkün, hem meali gariptir:

-309-

Tercümesi:

Aklını başına al (müteyakkız bulun), zira zamane daima ika’-ı mefaside saidir; sakın emin olma, zira dehrin kılıcı keskindir; eğer zaman senin ağzına baklava dahi koysa sakın onu yutma, zira zehirlidir.

 

Ben madum olmaktan korkar bir adam değilim; çünkü öbür yarım (madumiyet) bana bu yarımdan (mevcudiyet) daha hoş gelir; bu dünyada bende eğreti bir ruh var; onu da teslim etmek zamanı gelince, teslim eder giderim.   

Tercümesi:

Şu dünyadan kendime bir köşecik (zaviyecik) ve iki parçacık etimek ayırdım (ihtiyar ettim); dünyanın satvet ve haşmetinden de bir şey arzu etmedim (debdebe ü haşmet-i dünyeviyeden tamaı kestim); dervişliği can ü dilden istedim (satın aldım) ve dervişlikte (fakirlikte) miknetler ve servetler buldum (gördüm).

Tercümesi:

Kadehin içinde şarap, hakka ki, latîf bir cânâ benzer; şişenin cisminde o latif bir ruhtur; hiçbir sakîl adam şarapla arkadaş olmağa layık değildir; bu arkadaşlık ancak şarap kadehine yakışır; çünkü kadeh latif bir sakîldir. 

Ey eski dostlarımın zübdesi (bir güzidesi) olan zat, beni dinle: Bu başsız dipsiz felekten hiç endişe etme (çekinme, tevahhuş etme); kanaat arsasının bir köşesine çekil de dehrin oyunlarını temaşa et.[ ]

-314-

Tercümesi:

Ben şarap içerim ve benim gibi ehliyetli olan her bir kimsenin şarap içmesinin mantık nezdinde o kadar bir ehemniyeti olmaz (yahut masiyet sayılmaz); benim şarap içeceğimi Allah ezelden beri bilirdi; eğer şimdi şarap içmeyecek olursam; Allah’ın ilmi cehl olmuş olur.

 

[3]          Bu kitabın 55’inci sahifesinde iş bu rubai hakkında serd edilen mülahazata bakınız.

Tercümesi:

Şarap Müslümanlıkta haramdır, lakin şunu bilmek lazım ki onu içen kimdir, ne miktarda içiyor ve kimle içiyor. Bu üç şartın istilzam ettiği şeyler tamamen mevcut olduğu surette (sana soruyorum) bana söyle: Şarabı âkıl ve âlim adamlar içmesin de kim içsin?

-316-

Tercümesi:

Akıl ve idrağın esiri (zebunu) olan kimseler var ve yok hasretiyle tükendiler (yıprandılar); sen git dalgınlığı (gafleti) ve suyunu (şarabı) ihtiyar et (her şeye tercih et); çünkü vukuf iddiasında bulunanlar (her şeyden haberdar olduklarını zannedenler) daha koruk iken kuru üzüm oluverdiler.

^Farisî’de maruf bir ıstılahtır ki (vaktinden evvel tükenmek, çökmek çiçeğinde

kurumak) manalarını mutazammındır. Burada olduğu gibi manası tevsi edilerek kullanıldığı da vardır. 

-317-

Ey saadet kadehinde tecelli eden şarab-ı leziz, sen aklın ayağına takılmış tam bir bağ ve bir düğümsün; senden içen kimseye, mahiyetini avucu içine koymadıkça (yani onun mahiyetini tamamen meydana koymadıkça) kat’an eman vermezsin.[2]

-318-

 

Tercümesi:

Kur’an ki ona en yüksek kelâmdır, derler, onu arada sırada okurlar ve aleddevam okumazlar; hâlbuki kadehin çizgilerinde bir ayet-i mübin (parlak bir alamet ) vardır ki her yerde ve aleddevam onu okurlar.

[2 ] Türk şairi merhum Ziya Paşa dahi böyle söyler:

Bed-mâye olan anlaşılır meclis-i meyde

İşret güher-i âdemi temyize mihenktir

[3]          Nüshaların bazılarında bu mısra: y- şeklindedir. İran’da eskiden

derunlarda şarap içilen madeni kadehlerin çepçevresinde şarabın vasfına müteallik şiirler ve münasip cümleler yazılmak ve kazılmak mutat idi. Hatta rivayet edildiğine göre tarih-i esatir-i İraniye’de pek meşhur olan cam-ı Cemşidyahut cam-ı Cem’in etrafında mahkuk olan yazılar yedi halka teşkil ederlermiş.

[4]          Bu mısrada bir iham vardır. Hem “ aleddevam” hem “şarap” manalarını ifade eden “müdam” kelimesi bu iki mazmuna da müsait bir tarzda istimal olunmuştur. Mezkûr mısra hem: -Ki onu her yerde aleddevam okurlar, hem: Ona her yerde şarap derler, tarzlarında tercüme olunabilir

-319-

Tercümesi:

Gül mevsiminde gül renkli şaraptan iç; onu neyin iniltisi ve kanunun (sazın) tagannisiyle iç; ben şarabı gövdeye atarım ve kalbim ferih olarak keyfimi çatarım; sen eğer ondan içmiyor isen ben ne yapayım, zıkkım iç.

^] Bu rubai nüshaların bazılarında şu zirdeki şekilde münderiçtir.

Ömer Hayyam"ın kendi sözlerinden oldukları bile şüpheli olan bu iki rubaiden biri kıymeten diğerine faik ad olunamaz. Zaten biri diğerinin naziresi yahut kopyası gibi bir ş eydir. Kelam-ı Hayyam’ın bu kabîlden sözlerin çok fevkinde ince bir çaşnisi vardır ki zevk-i selim ashabına o daima malumdur. 

Tercümesi:

Gül dedi ki: Ben Çimenzar-ı Mısrî’nin (şehrinin) Yusuf’uyum, ağzı altunla dolu kıymetli bir yakutum; ben dedim ki: Sen gerçekten Yusuf isen, bir alamet-i farika göster, o da cevaben: Bak gömleğim kana nasıl müstağrık, dedi.

-321-

Mekr ü tezviri işlerine esas ittihaz eden kimseler gelirler ve can ile tenin (cisim ile ruhun) arasına fark koyarlar (yani ruh ile cismi yekdiğerine mübayin addederler); ben şarap sürahisini bundan böyle tepemde taşıyacağım, velev tepeme, horosun tepesindeki gibi bir destere dayasalar dahi. 

Tercümesi:

Nefehat-ı nesim ile cihanın süslendiği zaman bu zamandır; bulutun gözlerinden çeşmelerin boşandığı zaman bu zamandır; yed-i beyza tesirli çiçeklerin, dallarından avuçlarını gösterdikleri ve Isa nefesli (ihya-yi emvata kâdir) namiyenin yani otların topraktan fışkırdıkları zaman bu zamandır.

-323-

Tercümesi:

İşte biz, işte şarap, işte meyhanenin peykesi (destgahı), işte harap ocak; Allah’tan rahmet ümit etmediğimiz gibi azabından da korkmuyoruz; ruhumuz, kalbimiz, kadehimiz, libasımız hep şarap tortusuyla aludedir; topraktan, yelden, ateşten ve sudan (anasır-erbaadan) da fariğ ve müstağniyiz.

-324-

I ]

Tercümesi:

Mecazî olan (hakiki olmayan) aşkın revnakı olmaz; yarı sönmüş ateş gibi şaşaası (parıltısı) olmaz; âşık olan kimse aylarca ve yıllarca gece ve gündüz, ne yemeli, ne içmeli, ne uyumalı ve ne karar ve aram etmelidir.

-325-

 [ ]

Tercümesi:

Gülün yüzünde hâlâ buluttan bir nikab var, tabımda ve gönlümde hâlâ şaraba istek var; uyuma, şimdi uyku vakti midir? Bana bir kadeh şarap ver; çünkü daha ortalık aydındır.

-326-

Tercümesi:

Ey derviş, libas-ı sûrîyi sırtından çıkar ki libas-ı sûrîye kendini kaptırmayasın (teslim-i nefs etmeyesin); git o eskimiş olan kilim-i fakrî omzuna at ve o kilimin altında saltanat davulunu çal.

-327-

[ ]

Tercümesi:

Mademki benim istediğimi Allah istememiştir, benim istediğim nasıl doğru olur? Eğer onun istedikleri sevap ise, benim istediklerim hep hatadır. 

I1]

Tercümesi:

Zannetmeyesin ki ben kendiliğimden mevcudum; yahut bu karanlık yolu kendiliğimden tayy ettim; mademki benim varlığım onunla var olagelmiştir, öyle ise, ben kim idim, nerede idim, ne zaman var idim?

-329-

Tercümesi:

Ehil (ehliyetli) olan kimseye canım feda olsun; böyle bir kimsenin kademine başımı koysam da caizdir. Gerçekten cehennem nedir bilmek ister misin? Dünya’da cehennem ehliyetsiz kimselerle muaşeret etmektir.

I1]

Tercümesi:

Benim gaye-i aklım seni ispat edecek kudreti haiz değildir; benim bütün düşüncem senden daima istigase etmek arzusundan ibarettir. Ben senin zatını gereği gibi nasıl tanıyabilirim? Senin zatını zatından başka tanıyan yoktur.

-331-

[2]

Tercümesi:

Bu nakş-i mecazî nedir? diye soruyor idik. Onun hakikâtini söyleyecek olur isem, söz uzar. Bu, bir denizden çıkmiş ve bir müddet sonra tekraren o denizin dibine batıp nayab olmuş bir nakştır (bir timsaldir).

-332-

Tercümesi:

Cürümüm ağır ve günahım büyük olmakla beraber rahim olan Allah’ımdan ve Yaradan Rabbimden meyus değilim; eğer bugün sarhoş ve sefil bir halde olsam bile, o yarın benim çürümüş kemiklerime elbette merhamet eyler.

-333-

Tercümesi:

Nefsimle daima çekişmekteyim, ne yapayım? Kendi ettiklerime keder ediyorum, ne yapayım? Farz edeyim ki beni, lutfunun muktezası olarak, affedeceksin; ya yaptıklarımı gördüğünden münbais hicabımı ne yapayım?

-334-

Tercümesi:

Ey felek, sen benim kalbimi daima mahzun edersin; benim kamîs-i sürurumu daima yırtarsın; bana doğru esen serin rüzgârı sen ateşe tahvil ediyorsun; içtiğim suyu da ağzımda toprağa döndürürsün.

-335-

Tercümesi:

Ey gönül, cism-i tozundan kendini tathir edecek olur isen, sen bir ruh-ı mücerred olarak eflağa yükselirsin. Senin makamın arştır, yazık değil mi ki gelip hıtta-i arzda sâkin oluyorsun?

-336-

Tercümesi:

Diyorlar ki: Şarap içme, belaya uğrarsın ve yevmülhisapta ateşte yanarsın. Bu böyledir, lakin sekran-ı şarap olduğun bir lahza bütün cihana malik olmaktan iyidir.

-337-

| \ | .     IA' jv

t1]

Tercümesi:

Ey felek, senin hareket ve deveranından memnun değilim; beni azat et; çünkü ben bağlanmağa müstehak değilim; eğer sen akılsızlara ve ehliyetsizlere mültefit isen, ben de pek o kadar ehliyetli ve akıllı değilim.

p] Bu rubaiyi Kemâl İsmail Îsfahanî’nin muasırlarından ve Hacenin Nasir Tusfnin telamizinden Esirü’d-din İdmani'ye isnat edenler de vardır. Herhalde Hayyam’ın olduğu şüphelidir. 

-338-

Tercümesi:

Ey Hayyam, günah için bu kadar keder ve matem nedir? Kederlenmenin az yahut çok bir faidesi var mıdır? Günah işlemeyen gufrana nail olmaz. Gufran günahkârlar içindir, bunda mağmum olacak ne vardır?

Benim gönlüm hiçbir zaman ilimden mahrum olmadı; esrar-ı ulumdan anlayamadığım az şey kaldı; yetmiş iki sene geceli gündüzlü yaşadım ve en sonra hiçbir şey bilmemiş olduğumu bildim.

P ] Bu rubai yukarıda 248’inci sahifede 270 numara tahtında münderiç olup

Beytiyle hitam bulan rubaiye mazmunen pek benziyor. Kailinin Hayyam olduğu meşkuk rubailerdendir.

[2] Bu rubai Fahre’d-din Razi sözü olmakla maruftur. Bu rubai için kitabımızın 82’nci sahifesindeki mülahazata dahi bakınız.

-340-

Tercümesi:

Bünyanı yüksek olan bu zalim felek hiçbir kimsenin müşkilini halletmiş (boğuk düğümünü çözmüş) değildir. Her nerede bir dağdar görmüş ise onun dağı (yarası) üstüne bir dağ daha urmuştur.

-341-

Tercümesi:

Zevke bak; çünkü ahzan ü ekdarın ardı arkası hiçbir zaman kesilmeyecektir; günde birçok kevakib kırân edecektir; senin kalıbından yapılacak olan kerpiç başkalarının köşklerinin ve saraylarının inşasına yarayacaktır.

p] Yıldızlardan bazılarının yekdiğeriyle kırânı müneccimlerce nahs ad olunur.

-342-

Tercümesi:

Dünyada meşhur olmayan ve ne futaya, ne atlasa, ne sofa girmeyen (yani bunları giymeyen) kimsenin yüreği ne kadar memnundur! O kimse anka gibi her iki dünyanın sevdasından fariğ olmuştur (sarf-ı nazar etmiş); benim gibi harabe köşelerinde baykuş olmamıştır.

-343-

Tercümesi:

Ruh âleminde insan müteyakkız olmalıdır; dünya işlerinde ise sakit olmalıdır. Göz, dil ve kulak yerlerinde oldukları müddetçe insan gözsüz, dilsiz ve kulaksız (sağır) olmalıdır (yahut görünmelidir).

p] Dünya’da sükût ve inzivayı ve nutk ü sem’ ü basarda imsağı tavsiye ediyor. Hayyam’ın meşgul olduğu şeylerden değildir. Bu, ehl-i batına yakışır hareketlerdendir.

-344-

Tercümesi:

O kadar güzel imal edilen ve sonra kırılıp yol üstüne atılan kâseye sakın mühimsemeyerek (hor) basmayasın; çünkü onu birçok kafataslarından yapmışlardır.

-345-

Tercümesi:

Yeryüzünde eğer benim bir kerpiç parçasından başka bir şeyim dahi olmasa, onun bedeli -söylemek ayıp olmasın- şarap (içki) parasıdır. Bana hani yarınki içki paran? Diyorlar. Ben de: Cübbeyi ve sarığı Hazret-i Meryem dokumadı ya, onları satarım-diye cevap veriyorum.

p] Hayyam’ın bu mealde olan diğer rubailerinden ifadece çok aşağıdır. Onları takliden sonradan yazılmışa benziyor.

-346-

Tercümesi:

Sen keyfine bak, zira dünya geçicidir (geçecektir); ruh bedenin ardından birçok bağırıp çağıracaktır (telehhüf edecektir); şimdi gördüğün bu kafatasları yarın çömlekçilerin tekme ve tokatları altında kalacaktır.

-347-

Tercümesi:

Temiz ahlâklı, ehliyetli ve akıllı kimselerle ihtilat et; ehliyetsiz kimselerden ise yek fersah uzağa kaç; akıllı bir adam sana zehir verecek olursa iç; ehliyetsiz adamın eliyle verilen şey, bal (şerbet) de olsa, onu dök (içme).

-348-

Tercümesi:

Ey Hayyam, senin bedenin tamamiyle bir çadıra benziyor; ruh da makamı dar-ı beka olan bir padişaha benziyor; sultan kalkınca, ferraş-i ecel çadırı başka bir menzile kurmak üzere devirmez mi?

-349-

Tercümesi:

Ey kaza ve kader ciridiyle top gibi kapılıp koyuverilen insan! Soldan itil (kakıl), sağdan (yahut doğru) yürü ve sesini hiç çıkarma; zira seni böyle koşup didinmeye kim mahkûm ettiyse ancak o bilir, o bilir, o bilir.

p] Hayyam’ın kendi sözü olmak üzere kabul edilmeğe layık olan rubailerdendir. Fiç Cerald (Fitz Gerald) dahi bunu öyle addederek nazmen tercüme etmiş olduğu 101 rubainin arasına idhal eylemiştir.

[2] Kitabımızın 87’nci sahifesinde bu rubaiye dair olan mülahazata bakınız.

-350-

Tercümesi:

İlim kitabından bir fal açtım; ansızın, halden anlar bir adam yüreği yanarak dedi ki: Kucağında ay gibi bir sevgilisi ve yıl kadar uzun bir gecesi olan kimse ne kadar bahtiyardır!

-351-

Tercümesi:

Dedim ki: Artık gül rengindeki şaraptan içmeyeceğim; şarap üzüm çubuklarının (asma fidanlarının) kanıdır, ben artık kan içmeyeceğim, üstad-ı akıl bana dedi ki: Söylediğin acaba ciddi mi? Ben de cevaben: Şaka ediyorum, nasıl içmem, dedim. 

Tercümesi:

Başım asma (üzüm çubuğu) suyuyla neşvemend olmadığı günde eğer felek bana padzehr verecek olsa o padzehr bana zehir gelir. Gam-ı cihan zehre benzer; onun padzehri şaraptır. Ben padzehri içerim ve zehirden korkmam. 

-353-

Tercümesi:

Mademki şu zamanda akıldan bir faide memul değildir ve zamaneden müstefit olan ancak akılsızdır; sen aklı baştan alan o şaraptan bize getir ki zaman bize biraz daha iyi bir nazarla baksın.

-354-

Tercümesi:

Farz et ki ben günahkâr bir kulum, ya senin rızan nerede? Farz et ki benim gönlüm kararmış, ya senin nurun ve ziyan nerede? Eğer sen bize cenneti ibadet bedeli olarak verecek isen bu alışveriş olmuş olur, ya senin lutuf ve keremin nerede?

-355-

Tercümesi:

Tab’ım namaza ve oruca temayül ettiği gün başlıca muradım (en büyük meramım ) hâsıl oldu, zannettim; yazık ki o namaz için aldığım abdest bir             la

bozuldu, o oruç da yarım yudum şarapla bâtıl oluyordu.

-356-

Tercümesi:

Güneş sabah kemendini dama attı; gündüz Keyhüsrev’i (sultanı) şarabı kadehe döktü; iç şarabı, zira sabahleyin erken kalkanların (seherhîzlerin) müezzini eşrebu nidasıyla ortalığa velvele saldı.

-357-

Tercümesi:

Bu suret-i mükevvenat bütün nakıştan ve hayalden ibarettir; bu hali bilmeyen arif değildir; otur, bir kadeh şarap iç ve keyfine bak ve muhal görünen birtakım hayaller ile meşgul olma.

-358-

[2]

Tercümesi:

Toprak (çamur) bulaşıklığından münezzeh olan ruh temiz bir cihandan sana misafir gelmiştir; senden               yani akşamın hayır olsun, deyip ayrılmazdan

akdem sen ona şarab-ı sabuhi ile imdat et.

p] Görünüşte tasavvuftur. Yalnız rubainin ikinci beyti gerçekten Hayyamane bir şivededir.

[2] Bu rubaide Spiritualisme’ye kaçıyor. Hayyam’ın olduğu şüphelidir.

-359-

Tercümesi:

Ben harabat (meyhane) ile fahr ederim, zira onun ehli ehliyetlidir; iyi bakacak olur isen onun kötü hallerinin de bir mahzuru yoktur (kötü tarafları da şayan-ı kabuldür); medreseden hiçbir sahibdil (bir arif ) zuhur etmedi; yıkılsın bu harabe çünkü bir darülcehldir.

-360-

Tercümesi:

Meserrete dair olmayan her şeyden kat’-ı münasebet etmek evladır; şarabı dahi muhteşem otaklarda gezip dolaşan güzellerin elinden içmek evladır; daima sarhoş, kalender ve taşkın olmak evladır; bir yudum şarab ka’r-ı deryadan (balıktan) re’s-i semaya (kamere) kadar her ne mevcut ise, onların hepsinden iyidir.

p] Ömer Hayyam’ın fikr ü meşrebiyle tamamen imtizaç eder sözlerdendir. Tarz-ı ifadesi de güzel ve metîndir. Müşarünileyhin kendi rubaileri arasına konulabilir

-361-

Tercümesi:

Benim gibi bir adamın eli bir kere kadehe ve bardağa değdikten sonra o elin artık kitaba ve minbere değmesine yazık; sen kuru (hâm, toy ) bir zahitsin, ben de yaş (aludedamen) bir fasıkım, ben ateşin yaş şeyi tutuşturduğunu hiç işitmedim. (Yani cehennem yakar ise ancak seni yakar, beni değil, diye Ömer Hayyam burada kaba sufilerle şakalaşıyor.)

-362-

Tercümesi:

Ne vakte kadar herkesin züll-i cefası altında ezileceksin? Ne zamana kadar bu desais-i zamanın tazyiğına maruz kalacağız? Hafif ruhlu sevgilimizle bir lahza oturup içki ile dolu iki üç ağır kadeh devirelim.

-363-

Tercümesi:

Bedehşan yakutu rengindeki kırmızı dudak nerede? Ruhun mûcib-i istirahatı olan şarab-ı reyhanî nerede? Şarap Müslümanlıkta haram olsa sen yine onu iç ve hiç keder etme; hani Müslümanlık?

-364-

Tercümesi:

Yaşlı bir adam gördüm ki sarhoşluk uykusuna yatmış ve şüphe evini akıl tozundan tathir etmiş idi; şarap içmiş, kendinden geçmiş ve          ^1 yani Allah

kendi kullarına rahîmdir, deyip sızmış idi.

-365-

Tercümesi:

Dün gece sarhoş olarak meyhaneye uğradım; orada sermest ve şarap destisi omzunda yaşlı bir adam gördüm. Ona: Allah’tan hiç utanmaz mısın? Be hey kocamış herif? Dedim. Cevaben: İnayet Allah’tandır, iç şarabı da sus! - dedi.

-366-

Tercümesi:

Bir şarap fıçısının ağzını hırka-i zühd ile kapadık; meyhanenin toprağıyla da teyemmüm ettik; medreselerde şimdiye kadar zayi etmiş olduğumuz ömrü belki bundan sonra meygede kapılarında bulur ve telafi ederiz.

p] Hayyamane bir rubaidir. Şivesi de çok selistir.

-367-

Tercümesi:

Bir gün sen beni sarhoş, başımı senin ayağına koymuş ve alçalmış göreceksin; sarığı başından, kadehi elinden düşmüş olarak beni putperest saçların zincirine tutulmuş göreceksin.

-368-

Tercümesi:

Eğer içki (şarap) içiyor isen, aklını kaçırma; sersem olma, cehle mekân olma; yakut renkli şarabın sana helal olmasını ister misin? Kimseyi iza etme ve çıldırma.

p] Alelekser beyaz ve güzel yüzlerin etrafına döküldüğü için edebiyat-ı Farisiye’de saça bazen putperest vasfını münasip görürler. Bu rubai, Ajljjj^lj^ yapılmış güzel bir rubai-i teranedir. Lakin bizce yine Ömer Hayyam’ın olduğu şüphelidir.

-369-

I1]

Tercümesi:

Kalk, gel de pençemizi saza uralım (yani saz çalalım), şarap içelim ve namusu âra çarpıp parçalayalım; seccadeyi bir kadeh şaraba mukabil satalım ve bu zühd şişemizi taşa urup hurd ü hâk edelim.

-370-

Tercümesi:

Mademki ecel eman vermeyecektir, sen hemen bana şarap ile dolu kadehi ver, ey saki; içinde ancak iki, üç gün yaşayacak olduğumuz şu cihanda beyhude keder etmek bizim yüreğimizin harcı değildir, ey saki!

p] Alat-ı tarabdan bir alet ismidir ki onu kullanana çengi derler ve bu ikinci kelime Türkçede dahi müstamildir. Bu rubainin birinci mısraında bir cinas-ı tamm vardır.

-371-

Tercümesi:

İyi nam ile meşhur olmak iyi bir şeydir; feleğin cefasından müteellim olmak ayıptır; üzüm suyunun kokusuyla mahmur olmak kendi zühdüne mağrur olmaktan her halde evladır.

-372-

Tercümesi:

Bayram geldi, işleri yoluna koyacak (iyileştirecek), saki kırmızı şarabı sürahiye dökecek, namaz yularını ve oruç ağızlığını (köpeklere takılan ağızlığa “pûze bened”derler) bayram bu eşeklerin başlarından çözüp çıkaracak.

p] Pek kaba bir istihzadır. Hayyam’ın ühkûmelerinde daima gördüğümüz zarafet ve bedaattan bunda eser yoktur; binaenaleyh kendi sözü olduğu şüphelidir. 

Tercümesi:

Sünneti icra etme ve farizayı da, ister isen hiç eda eyleme; kendinde olan bir lokma yemeği başka kimselerden kıskanma; gıybet etme ve kimsenin yüreğini kırma; sen bunları yapacak olur isen, öteki dünyayı (ahireti) ben sana taahhüt ederim (yani ahiretin senin için iyi olacağını ben sana temin ederim), sen bana şarabı getir.

-374-

Tercümesi:

İkametgâhımız olan bu vefasız cihanda kendi kıyasıma göre pek çok aradım, lakin orada ne senin gibi parlak bir ay gördüm, ne de senin endamın gibi düzgün bir servi buldum.

p] Bu son iki beyit: Senin çehren gibi ay yoktur. Bunu açık söyledim. Senin endamın gibi servi bulunmaz, bunu doğru söylüyorum, diye de tercüme olunabilir, bir me’labe-i edebiyedir.

-375-

Tercümesi:

Ömrümün ümit balığı ağdan kaçtı (gitti); hayatım sarhoşların geceleri gibi beyhude geçti; yazık ki her bir anı (saniyesi) bir cihan kıymetinde olan ömür elimden ucuz gitti!

-376-

Tercümesi:

Dünya bütün mihnettir, zaman ise bir baştan bir başa kederdir; felek bütün afettir ve cihan seraser zulmettir; velhasıl, şu dünyanın işlerine bakıyorum ve görüyorum ki orada asude (müsterih) bir adam yoktur, var ise bile azdır.

-377-

Tercümesi:

Her kim ki meyhanenin kapısını bıyıklarıyla süpürmüş (yani postu meyhaneye sermiş) ve bütün cihanın iyisinden ve kötüsünden sarf-ı nazar etmiştir, eğer her iki cihan (dünya ve ahiret) bir top gibi bir çukura yuvarlanacak da olsa - mademki o adam içmiş ve sızmıştır- onun nezdinde bu hadisenin bir arpa kadar kıymeti ve ehemmiyeti olmaz.

-378-

[’]

Tercümesi:

Tatlı ve nazenin olan ömür geçmektedir; sen durma hemen ondan istifade etmeğe bak. Bak o ömr-i aziz nasıl hüzün ve elemle geçiyor; bütün müddet-i hayatımda hiçbir huzur ve safa görmedim; böyle geçen ömre yüz kere yazık!

P] Arif Hakîm Hacı Molla Hadi-i Sebzvarî’nin aşağıdaki beyti mazmunen bu rubaiye ne kadar benziyor:

Tercümesi:

Sakın, daha iktidarın var iken dostların (azizlerin) yüreğinden bir yükü olsun kaldır; çünkü bu güzellik saltanatı (mülk-i cemal) ebedî değildir; bir de bakarsın ki senin elinden de bir gün çıkıvermiş.

-380-

Tercümesi:

Ey gönül! Mademki sen bütün esrara vâkıf değilsin, her şeye niçin boşuna bu kadar keder ediyorsun? (Bunca beyhude gamı neden yiyorsun?) Mademki hiçbir iş senin istediğin tarzda gitmiyor, bari şu içinde bulunduğun anı (dakikayı hoş geçir.)

p] Bu rubainin iki son mısraları Hafız-i Şirazfnin: sözünü andırıyor.

-381-

Tercümesi:

Eyvah benim biçare, dertli ve viran gönlüm akıllanıp sevgilimin muhabbetini üstünden silkip atamadı; anlaşılıyor ki muhabbet (aşk) şarabını herkese sundukları gün benim kadehimi (kâsemi) ciğer kanına daldırıp doldurmuşlar!

-382-

Tercümesi:

Eğer müteyakkız ve fatin bir adam isen, kendini düşün ki ibtidadan buraya ne getirmişsin ve buradan bilahere ne götürüyorsun diyorsun ki şarap içmem; çünkü ölüm var. Ben de diyorum ki içsen de içmesen de o ölümün vardır. 

Tercümesi:

Bir mezraanın (bir bostanın) bir köşesine bir kadeh, biraz şarap ve bir güzel saki ile birlikte çekilebilsem ve bunların peşin olarak orada sefasını sürsem, ve resiye olan cenneti (bütün lezzat ü müşteheyatıyla birlikte) sana terk ederim. Cennet ve cehennem sözlerini hiçbir kimseden sorma ve dinleme. Cehenneme kim gitmiş ve cennetten kim gelmiş?

-384-

Mezahib-i muhtelife salikleri aşağı yukarı yetmiş ikidir; dinler ve mezheplerden benim mezhebim meslûkum senin muhabbetindir. Kâfirlik imiş, müselmanlık imiş, ibadet imiş, mâsiyet imiş, bunların hiç ehemmiyeti yok. Cümlenin maksûdı sensin, bahaneyi ortadan kaldır! 

-385-

t1]

Tercümesi:

Bak, şafak attı (sabah oldu) ve gecenin eteği yırtıldı. Kalk, sabah şarabı iç, niçin mahzun duruyorsun? İç şarabı, ey gönül! Zira, bundan sonra daha nice sabahlar yüzünü bize çevirmiş olduğu hâlde tulu edecek, hâlbuki biz yüzümüzü o zaman toprağa çevirmiş olacağız!

-386-

Tercümesi:

Ya Rab! Senin saltanatının benim ibadetim yüzünden bir şeyi arttı mı? İrtikâb ettiğim masiyet yüzünden de bir şeyi eksildi mi? Değilse, affet (vazgeç) ve beni muateb etme; çünkü senin geç yakalayıp geç mücazat eden ve çabuk (sühuletle ) afV ve mağfiret eden bir zat-ı rahim olduğunu biliyorum.

-387-

Tercümesi:

Boşu boşuna her kapuya seğirtmemelidir: Zamanın iyisiyle kötüsüyle imtizaç eylemek gerektir. Felek tasından ve takdir zarlarından önümüze hangi bir yazı yahut rakam çıkar ise, onu oynamak gerektir.

-388-

[’]

Tercümesi:

Ey şarap, sevgilimin kırmızı dudağını elde tut (salıverme); çünkü sen bu işi güzel ve ekmel bir tarzda idare ediyorsun (buna calib-i hayret olacak bir tarzda muvaffak olmaktasın); kadeh kırmızı dudağı öpmeğe muvaffak oldu. (Yahut kırmızı dudakla mütenaim oldu); çünkü mahbubenin dudağını o birçok yürek kanıyla elde etti. 

Tercümesi:

Eğer beldede meşhur bir adam olur isen, nasın en şeriri olmuş olursun: Eğer bir uzletgaha çekilecek olur isen, o zaman büsbütün mütevesvis sayılırsın. Eğer Hızır yahut İlyas da olsan, senin için en hayırlı şey kimsenin seni tanıyamaması ve senin kimseyi tanıyamandır.

[2]

Tercümesi:

Senin rahmetin bana şamil oldukça, ben günahtan korkmam; senin nevalen benimle birlikte oldukça, ben yolun zahmetinden korkmam; senin inayetin beni ak yüzlü olarak ba’s edecek olduktan sonra, ben kara name-i a’malimden zerre kadar korkmam.

-391-

 Tercümesi:

Cihanın zübdesi hükmünde olan ve tefekkür Burak’ını asumanın fevkine süren kimseler, senin zatını anlamak ve bilmek hususunda tamamıyla felek gibi aciz, meyus (baş aşağı) ve avaredirler.

-392-

Tercümesi:

Bir hânende, biraz şarap ve bir de huri tıynetli bir güzel bulunacak olursa, yahut bir akarsu ve bir mezraa kenarı mevcut olacak olursa, sen bundan daha iyisini arama ve soğumuş (donmuş) olan cehennemi kızdırma (alevlendirme); çünkü eğer bir cennet var ise, elbette bundan başka bir şey değildir.

-393-

Tercümesi:

Hızır’ın müteberrik bilerek sakladığı şarap adeta ab-ı hayattır, ben de onun

diye tavsif

etmiş, ben de ona “gıda-yı-dil” ve “kuvvet-i ruh” derim.

-394-

I1]

Tercümesi:

Sevgilim, ben ve sen bir pergara benzeriz; başlarımız birbirinden ayrı ise de bedenimiz birdir. Şimdi daire gibi bir nokta üzerinde deveran etmekteyiz ve nihayet bir gün başlarımız bir noktada birleşecek. 

Tercümesi:

Pek uzun zamanlardan beri ben şarabın meddahıyım; etrafımda bulunan şeylerin kâffesi de içki takımları ve levazımıdır; ey müttaki! Eğer bu meselede seni n üstadın akıl ise, emin ol ki senin üstadın benim şakirdimdir.

-396-

Tercümesi:

İçeceğin şeylerin yine en müntahabı şaraptır; tevekkülleri daha yeni beliren gençlerle birlikte bulunulduğu zaman safî ve berrak şaraptan içmek evladır; cihan baştan başa harap ü yebaptır; harap yerde de insanın harap (mest-i laya’kıl) olması evladır.

-397-

Tercümesi:

Yazık ömrüm boşa gitti; hem yediğim haram, hem nefsim bulâşıktır. Yapılması emredilip de yapılmayan şeyler yüzümü kararttı (beni utandırdı); hele emredilmemiş (nehy edilmiş) olduğu halde yapılan şeylerden neuzubillah!

MÜLAHAZA

Cümlelerinin terkibindeki düşkünlük, mazmunlarındaki ıttıradsızlık ve bizce malum ü müsellem bulunan meşreb-i Hayyamane ile olan tezat ve muhalefetleri pek göze çarpan diğer üç beş rubai meşhur Bodleian nüshasında mevcut idiyse de bu kitaptan tayy edildi. Biraz yukarıda dediğimiz gibi kitabımızın bu son faslını teşkil eden rubailerin Ömer Hayyam"a mensubiyetleri meşkuktur; hele terk ü tayy ettiklerimizin, müşarünileyhin sözü olmadıkları bizce muhakkaktır. Rubaileri burada hatmederken şairimizin rubai tarzından gayrı bir şekilde söylemiş olduğu zirdeki zarif ve hakîmâne manzumeyi de bazı vesaikte müşarünileyhe matuf gördüğümüz için aşağıya tercümesiyle birlikte derc ettik. İşte o manzume: 

Tercümesi:

Dün gece akla dedim ki: Sen bana bazı müşkil meseleleri hallet. Ona dedim ki: Ey her ilm ü fazlın sermayesi! Ben senden birkaç şey soracağım.-Dedim ki: Ben ömrümden bîzâr oldum. Cevaben dedi ki: Birkaç sene sıkıl (yan) ve katlan .-Dedim ki: Bu devre-i hayat nedir? Cevaben dedi ki: Birkaç rüya yahut birkaç hayaldir. - Dedim ki: Ağalık nedir? Cevaben dedi ki: Biraz ayş ü rahat ve senelerce mihnettir.- Dedim ki: Zalimler ne türlü kimselerdirler? Cevaben dedi ki: Kurt, köpek ve çakal kavlesindendirler.-Dedim ki: Onları sen nasıl tavsif edersin? Cevaben dedi ki: onlar birtakım vefasızlar ve bed-endîşlerdir. Dedim ki: Bu gönül ne zaman akıllanacak? Cevaben dedi ki: Birkaç defa kulağı burulduktan sonra belki aklı başına gelir. - Dedim ki: Hayyam’ın sözü nasıldır? O da cevaben: O birkaç hasbihal yapmış (Yani kendi kendine biraz dertleşmiştir.) dedi.

ZEYL Ü HATİME

Gıyase’d-din Ebü’l-feth Ömer İbni İbrahim el-Hayyamî’nin tarz-ı tefekkürü, mesleği ve meşrebi hakkında kitabımızın rubaiyata takdim eden fasıllarında serd ü beyan edilmiş olan fıkarata ilaveten bazı mülahazatın bir vech-i zeyl irad ü ityanı münasip gördük. Şöyle ki: Müşarünileyh Ömer Hayyam kendi meslek-i muhtarına ittibaen felsefî ve riyazî eserler yazmış ve zamanındaki ulema-yı müteşerri’în ile mücadelat-ı fikriyye ve münakaşat-ı kalemiyeye de girişmiş, zamanında istimal edilen takvimin ıslahına resmen memur bir heyet-i ilmiyenin azasından bulunmuş bir mütefekkir (Penseur) ve bir âlim (Savant)’dir. Şiir onun meslek-i mahsusu değildir. Onun rubaileri yazması, bir amatörün yani diğer işleri arasında şiire de biraz merak saran bir adamın arada sırada kendi zevki için bir iki manzum söz söylemesi kabîlindendir. Zaten, envai şiirden onun meşgul olduğu şey yalnız rubaidir. Gariptir ki bu meşgale onun diğer ciddî ve ilmî meşagilinin en hafifi ve en az ehemmiyetlisi olduğu halde, yine lisan-ı Farisî’de rubai söyleyenlerin kâffesine tefevvuk etmiştir. Çünkü söylemiş olduğu rubailer şeklen ve manen birer şahkârdırlar. Şark’ın erbab-ı zevki onların hem suretine hem manasına üftade, Garb’ın hünerveranı da onların serazade mezaminine dildadedir.

Biraz da Hayyam’ın rubailerde mevzu-i bahs ve münakaşa ettiği efkâra gelelim ve onları burada hulasa edelim:

Müşarünileyh, mütemadiyen değişip gitmekte olan bu âlemin bir “âlem-i hadisat” olup daima inkılâbata maruz olduğuna ve olacağına kâildir; binaenaleyh, bunun maverasında başka bir “âlem-i hakikât” bir “Hak-ı kâim velâyet-i gayr” aramış; lakin afak-ı şühudun ötesinde karanlık bir boşluktan başka bir şey seçilemediğini görünce meyus olarak birkaç rubai ile itiraf-ı acz etmiş ve nazar-ı tecessüsünü âlem-i hadisata tevcih ederek, hiç değilse bu ömr-i güzeranın, bu geçici hayatın manasını ve hedefini anlamağa çalışmıştır.

Onun hadisata bakışı da pek feylesofanedir. O tamamen felsefe-i inkılâp yani (mobilisme) taraftarıdır. Demek istiyoruz ki müşarünileyh bu kâinatı ezelden ebede doğru akıp gitmekte bulunan bir seyl-i daimiye benzetmiş ve bu akıntının içinde insanın bir çöp gibi yuvarlanıp gittiğine ve nereden gelip nereye gittiğinden tamamen gâfil bulunduğuna kâil olmuş; zira anlamış ki daimi bir kâide-i kevn ü fesada tebean anasır mütemadiyen terekküp ve inhilâl ediyor; mevcudatın madde-i asliyesini teşkil eden erkân-ı basîta hep toplanıp dağılıyor; binaenaleyh insan dahi ölüp de “tabiat” dediğimiz o büyük ameliyathaneye tevdi-i vücut edince tekraren inhilale duçar oluyor ve darmadağın olan anasırından bazısı bir servi kozalağının yahut bir ebegümeci çiçeğinin terkibine dahil ve devam-ı hayatında âmil olduğu gibi diğer birtakımı da faraza lüleci çamurunun kütlesine karışarak çömlekçinin lâkayd ve bîhaber elleriyle yoğrula yoğrula nihayet bir desti karnında yahut bir toprak ibrik kulpunda mekân tutuyor. Bunun böyle olduğunu gören Hayyam: “Sakinin elinde dolaşan şarap kadehinde belki İskenderlerin ve Keyhüsrevlerin kafataslarının eczasından zerreler vardır!.. Nazar-ı ibretle etrafımızdaki şeylere bakacak olur isek diyebiliriz ki mesela akan su kenarında yetişen her çiçeğin toprağa gömülmüş melek- haslet bir kızın belki dudaklarından peyda olmuştur.” demekten kendini alamıyor. Çünkü Ömer Hayyam’ın ve bütün tabiiyyunun itikadına göre ezelden beri böyle serseri dolaşan ve durup dinlenmek bilmeyen “madde” bu sarsar-ı inkılâbın sevk ü tesiriyle mevki değiştirerek ve -cisimden cisme intikâl ile -şekilden şekle girerek deveran edip gidiyor!.. Ve ezelden beri böyle tahavvül etmekte olduğu için ilelebed böylece deveran edeceğinden de kat’an şüphe olmasa gerek... İnhilâl ile perakende olan bir cismin anasırı, başka başka cisimlerin terkibine dahil olmakla o anasırın tekraren bir araya toplanıp da yine evvelki cismi vücuda getirmelerine ne imkân, ne fırsat olmadığı da aşikâr. İşte, bunları düşünen Hayyam: “Her halde, bu bir gidiş ki onun ihtimal-i avdeti yok.” diyor.

Hayyam’ın rubailerinden mütemadiyen tereşşuh eden ve şu birkaç cümle ile burada telhisen arz edilen düşünceler, zaten tabiiyyun felsefesinin mutekidat-ı asliyesindendir. Usul ü ahkâmını ulum-ı tabiiyeden iktibas eden maddîliğin (Materialisme) dahi akide-i esasiyesi budur. Her şeyin akıp gittiğine ve ortada hiçbir şeyin kalmadığına itikat eden hakîm Yunanî Heraklit (Heraclite) de böyle düşünür ve böyle her şeyin seyl-i inkılâp içinde ilelebed fâni olup gittiğine kâni olduğu için daima meyus ve mahzun bulunurmuş. Görüyoruz ki “İnkılab-ı sermedî” itikâdında “Ömer Hayyam” tamamen bu adamlara ve ezcümle Romalıların feylesof şairleri Lukreçyus’a (Lucrece) ve Arap’ın en muciz dahîlerinden şair-i hakîm Ebu’l-Ala El- Maarri’ye ve İngilizlerin en büyük şairleri Şeikspir (Shakespeare)’e çok benziyor. Şu kadar ki, o kendi eslafı, muasırînı ve ahlafı meyanında benzediği eazım-ı mütefekkirînden çok farklı bir şahsiyetle mümtazdır. Mesela, müşarünileyhi, sözlerinin birçoğunda bedbin olduğu için, Ebu’l-Ala’ya ve Şopenhavr (Schopenhauer)’a çok benzetmişler. Bu benzetişte isabet edilmemiş değildir. Lakin bunu da söylemeli ki Hayyam’ın yalnız felsefe-i nazariyesi bedbindir. Yoksa mizacı şuh ve şendir. O hayata, bu iki zatın baktığı gibi meyus ve mahzun bir nazarla bakmamış ve seriüsseyr olan varlığın imtidadı müddetince iyi yaşamağı makul görmüş ve ömrü hoş geçirmeği düsturulamel olarak herkese tavsiye etmiştir ve birçok rubailerinde sarahaten oportunisttir (Opportuniste) ve bu itibar ile herkesten ziyade Yunanlı Epikür’e (Epicure) benzer; çünkü saadeti zevkte, tayyib-i ayşta ve kâmranîde görüyor ve inkılâbat-ı âlemin sermedi ve fasılasız cereyanıyla hayat-ı seriüzzeval-i beşerî kıyas edince onu hal-i hazırdan ibaret bir an, bir nefes gibi telakki etmekte muztarr kalıyor; çünkü akıp gitmiş olan zamanın ricati bir emr-i muhaldir; giden gelmez, gelen durmaz; istikbal ise henüz doğmamış, tahakkuk etmemiş bir ihtimaldir; Binaenaleyh, hakikât-ı hayat bittabi ve bizzarure şu an hazırdan ibaret kalır ki onun da kıymeti şuur ile kâim ve ancak âmed ü şüd-i enfas ile daimdir. Hayyam-ı Nişaburîden birkaç asır sonra dünyaya gelen Sadi-i Şirazi’nin dahi kendi şive-i beyanıyla dediği gibi:

Yani       demek istiyor. Bedbinliğin mütefekkir ve

zihinlere musallat bir arıza olduğunu ve bîşuur benliğimizin daima yaşamağa mail bulunduğunu kabul eden her asrın ve her devrin ümidperver hükeması halka daima sade, safderunane ve düşünmekten mütehaşi, muhakemeden müteneffir, basit ve mütevekkil bir imanı telkin edegelmişler ve Almanların meşhur feylesof şairi Göte’nin (Goethe) Faust’unda gösterdiği gibi yeise galebe çalarak insanı ümit ile yaşatabilecek yegâne çareyi, hayatın her türlü mahrumiyetlerine ve eziyetlerine karşı vicdana kudret-i tahammül ve takat-ı ıstıbar verecek kuvve-i kudsiyeyi din ve imanda bulabileceğimizi söylemişlerdir. Buna binaen dir ki bazı mütefekkirler, dine inanamadıkları halde talimatını beğeniyorlar ve onu vicdan-ı insaniyenin huzur ve sukûnu için faideli görüp tervic ediyorlar. Bedbinlik hakikâtte ihsasat-ı kalbiyemizle muhakemat-ı akliyemizin yekdiğerine uygun olmayışından ileri geldiği için daima muhakemat-ı akliyesini saika-ı gariziyesiyle tevfik edebilenler bu dünyada gerçekten bahtiyardırlar. İran’ın maruf şairlerinden (İbni Yemin) bu nükteyi işaret ederek bir şiirinde diyor ki:

Ömer Hayyam’ın Romalı Şair Lukreçyus (Lucrece)’a benzeyişi de yalnız akide-i felsefiyesi itibarıyladır; yoksa mizaçları büsbütün mütebayindir. Hayyam dünyayı seviyor ve buradan gidince bir daha gelmeyeceğini bildiği halde gideceğinden dolayı müteessir oluyor ki bu tesirine rubailerinin ekseri şahittir. Hâlbuki Lukreçyus’un tabiatı intak için yazmış olduğu tabiat-ı eşya (De Natura Rerum) sahihan pek lâkayd bir hutbe-i hakîmanedir; onda teessürden hiçbir nişane yoktur.

İnsanın yaşamaya olan bu meczubiyeti, bu ümid-i beka bizi bir saika-ı gariziye ile tahrik etmekte olan hamle-i hayatın (Poussee Vitale), kim bilir, belki ebediyete kadar gölge salan bir aksidir... Bildiğimiz şudur ki hayat, fıtraten devama meyl-i hassiyyetiyle mümtaz görünüyor, yani yaşayan şeyler alettemadî yaşamak, ilelebed yaşamak istiyorlar. Hatta insan kendi anasır-ı hayatiyesinin inkırazını, kuvâ-yı bedeniyesinin tedricen zevalini re’y-el-ayn müşahede ettiği halde dahi

ölmeğe bir türlü razı olmuyor ve bu muvakkat dünyanın maverasında bir cihan-ı baki tasavvuruyla müteselli ve mutmain olarak hayatdan memata intikal etmek istiyor...

Ömer Hayyam’ın, şair-i dâhi Arap Ebu’l Ala El-Maarri ile olan esaslı müşabihete gelince, kendinden akdem dünyaya gelip gitmiş olan Maarri" den Hayyam’ın müteessir olmuş bulunduğunu Lüzummiyafı nazmen İngilizce’ye tercüme eden (Emin Reyhani)’nin 79-80’inci sahifemizde mestur ifadesinde dahi görüldüğü vechile rubailerin birçokları bize hissettirmektedir. Bununla beraber biri Arap’tan, diğeri Fars’tan zuhur etmiş olan bu iki büyük mütefekkir yekdiğerinden büsbütün ayrı iki şahsiyet-i bârize nümunesi arz etmektedirler. Ve bu ihtilaf-ı emziceden dolayıdır ki hayat meselesinin halli yani bunda kendilerine birer düsturulamel tayini için ittihaz ettikleri mirsatlar ve dünyaya karşı aldıkları vaziyetler birbirinden epeyce farklı düşmüştür. Bir de Ebu’l-Ala’nın bedbinliği Hayyam ’ınki gibi sarf-ı nazarî ve şairane olmaktan ibaret kalmıyor; bilakis bu bedbinlik pek ciddi, pek kâhir ve pek muzlimdir; bu bedbinlik biçare âmâ şairin bir kâbus gibi ruhuna çökmüş ve bir leyl-i bîsihr gibi ömrünü baştan başa karartmıştır. Hayyam’ın yeisinde arada sırada dünyanın masharalıklarına karşı birtakım dokunaklı ve müstehzi tebessümler, hatta terahhum neşâlarına meşhud olduğu halde hakîm-i Arap’ın şivesi bilakis pek ağır, pek vakur ve daima abus bir çehre-i melal arz etmektedir. Ebu’l- Ala"da mantığın daima hissiyata galebe ettiği görülür. Ömrünü de öyle hakiki bir zühd ü takva ile geçirmiştir ki eğer bütün edyan ve mezahibi sarahaten redd ü inkâr etmemiş olsa idi, kendisini bilatereddüt ekabir-i evliya ve asfiyadan addedebilirdik. Hâlbuki Hayyam tab’an zarif ve zevke münhemik, güzelliklere meftun, dünyada hayatı en hoş ve en iyi tarafından telakki etmesini bilir, hem iktizasınca hareket eder, tam Epikürist (Epicuriste) bir hakîmdir ve insanlara fazilet ve ahlâk dersi vermeğe hiç meraklı değildir. Ebu’l-Ala"yı ise, ahlâk meseleleri itikad meselerinden çok ziyade işgal etmiş ve dünyada zevkî değil, zühd ü takvayı ve kanaati talim eden hükema sırasında büyük bir mevki tutmuştur. Bu iki Arap ve Fars şairleri arasındaki bu mübayenet-i mizacı kaydettikten sonra diyebiliriz ki mesail-i mâ’badettabîiyye ve ilâhiyede Ebu’l- Ala dahi (Ömer Hayyam) gibi lâedriyyedendir ve bu husustaki itikadını -Hayyam gibi- samimi bir kanaatle hem daha büyük bir cesaretle beyan 

etmiş ve gariptir ki öyle mutaassıp ve cebbar bir devirde -birçok muarızlarının gayz ü garazına rağmen- felaketten masun kalarak maskatürre’si olan Maarretü’n-Numan kasabasında seksen dört yaşına kadar yaşayabilmiştir. (Ömer Hayyam)’ın lâedriyyeliği hususunda şunu da söylemek lazımdır ki bu şair Allah namına bir kudret-i külliyyeye inanıyor ki dinî olmaktan ziyade felsefî bir itikada benzer ve erbabı Cebriyye (Fatalisme) akidesine sürükler. Filhakika, Hayyam ve Ebu’l-Ala'nın her ikisi de bu itikattadırlar. Yalnız İran şairi bir İlah-ı müşahhas tanımıyor gibi görünür ve şiirlerinin büyük bir kısmında mafevkalbeşer bir kudret-i kâhirenin hükmü altında bulunduğumuzu arifane bir tavır ile ima eder olduğu halde Arap şairi Allah’tan çok bahseder ve ifadesi lisan-ı şer’in adabına da muvafıktır. Ebu ’l-Ala bir Allah’a sıdk ile inanıyor, lakin Hıristiyan Allah’ına değil; ırk-ı Sami’nin fıtratına muvafık olan kahhar ve zülcelal, aziz ve zuintikam bir Allah’a inanıyor. Şurası da düşünülmeli ki böyle hakîm adamlarda bu bir nakise değildir. Bu itibar ile Ebu’l-Ala hakkında “Hayyam’dan daha mümindi.” diyebiliriz. Mesela bu söz Ebu’l- Ala ’nındır:

Bazen de “ilmülyakin” ihtimali olmadığını ve kendi aksa-yı içtihadının zann ü hades derekesinden öteye gidemediğini söyler ki bu tamamen reybî (sceptique) bir mülahazadır:

f ] Yani: “Bizim için bir yaradan vardır ki onun kadîm olduğunda akıl hiç şüphe etmiyor. Sonradan ortaya çıkan bu söz nasıl şeydir? Yani Allah kadîm midir? Hâdis midir? Gibi mantıksız lakırtıları kim çıkardı?”demektir.

[ ] Yani: Birçok müstebidd padişahları tepeleyen ve onların saraylarını dar mezarlara tebdil eden bir Rab-ı kadîr vardır ki ben onu ikrar ederim ve ben onun bedayi’ni mahza küfr-i inâdî sebebiyle atmam, red ve inkâr etmem.” diyor. 

Şerayi-i muhtelifenin beynelümem mûcib-i münazaa olduğunu beyan etmek isterken der ki:

 

 

Hatta ba’sübadelmevte ve haşr-ı emvata Hakk-tealanın kâdir olduğuna inanır ve der ki:

 

Hâlbuki Hayyam’ın muhatap ve merci-i manevîsi hemen daimâ “çerh”, “dehr”, “felek”, rüzgâr, “günbed-i gerdan”, “sipihr, “sitare” ve bunlara mümasil şeylerdir. Beşerden nefretlerine yani ne derecede “Cynique” olduklarına gelince, her iki şair de bu hususta cesur ve bîpervadır. Mesela, Ebu’l-Ala kurdun sesini insanın sesinden daha tatlı, daha menus buluyor ve insana kurttan daha vahşi bir hayvan nazarıyla bakıyor ve şöyle diyor:

Ömer Hayyam dahi insanları eşekler derekesine indirerek diyor ki: 

Yukarıda da bilmünasebe söylediğimiz gibi Ebu ’l-Ala nizam-ı içtimaiyeyi ihlâl eden ve fezail-i ahlâkiyeye muhalif olan etvar ü harekâta da ilan-ı husumet etmiştir ki Hayyam’ın böyle şeylerle meşgul olduğunu hiçbir zaman görmedik ve görmeyiz. Mesela, bu sözler dahi Ebu’l-Ala’nındır.

Ömer Hayyam’ın Almanyalı feylesof Şopenhavr’a (Schopenhauer) ne vechile müşabih olduğu kitabımızın 79’uncu sahifesinde bast edilmiş olduğu için onu burada tekrara lüzum görmüyoruz. Fransalı hakîm Voltaire’e ne dürlü ve ne için benzetilmiş olduğuna gelince edyana karşı mübalatsızlığında Hayyam filvaki biraz Volter’e benzer; yoksa Fransız muharririn o keskin ve ince mizahları, o şeytanatkârane muziplikleri rubaiyat şairinde görülmez. Mizaçları ve selika-i tahrirleri birbirinden çok farklıdır. Filcümle, bundan takriben sekiz yüz sene akdem Asya’nın orta yerinde doğmuş ve hem taassubun hem tasavvufun cilvegâhı olan bir muhitte yaşamış olan bu adamın Şark’ta ve Garp’ta bugüne kadar maruf ve mümtaz en büyük mütefekkirler ve feylesoflar ile mukayese edilince ekseriya fazl ü meziyet kendisinde kalacak kadar değerli ve kıymetli dehaetten olduğunun sabit bulunması ve şiirleri kendi zamanında açıkça söylenemeyecek meâlî-i efkâr ile mahmul olması cidden pek çok tetkik ve teemmüle sezâdır.

SONUÇ

Ömer Hayyam ve rubaileri, edebiyat alanında araştırma yapanların yanı sıra Doğu bilimcilerin (oryantalistlerin) ve felsefe araştırmacılarının da dikkatini çeken ve üzerinde en çok araştırma yapılan, söz söylenen bir alan olmuştur. Tüm bu kitapların tespiti ve tasnifi oldukça zordur. İncelememizi Türk edebiyatında bu alandaki en önemli kaynaklarından biri üzerinde gerçekleştirdik. Hüseyin Daniş, kendisinden önce yapılan rubaiyat alanındaki tasnif ve incelemelerin yetersizliğini bu eser aracılığıyla ortaya koymuş oluyor. Bu anlamda üzerinde çalışılması gereken önemli bir konu olarak karşımıza çıkmıştır.

Hayyam’ın şiirinin ve mizacının beslendiği İran kültür ve medeniyetine, incelediğimiz eserde değişik şairler aracılığıyla birçok yönden değinilmiştir. İncelememizin giriş kısmında Rubaiyat-ı Ömer Hayyam alt başlığıyla eseri tanıttığımız bölümde bu yönlere işaret edilmiştir. Hayyam, rubailerinde hayatı evreni, yaradılışı ve tüm bunların ardındaki gerçekliği kendince algılamış ve bu algılayışı o dönemde cesurca bir söyleyişle dile getirmiştir. Rubailerin sayısının tam olarak bilinmediği için Hayyam’a isnat edilen rubailerden dolayı Hayyam’ın yanlış anlaşıldığını ve şiirlerinin yanlış yorumlandığını görüyoruz. Bu yorumlamalardan dolayı da değişik felsefî akımlar ile Hayyam arasında yakınlıklar kurulmaya çalışılmıştır. Bu eserde de buna temas eden Daniş, Hayyam’ı bu vasıflandırmaların dışında tutar ve Hayyam’ın bu akımlardan sadece biri ya da birkaçıyla sınırlandırılarak anlaşılamayacağını ve anlatılamayacağını belirtir.

Rubai, tek bir düşünce etrafında bütünleşir. Rubai, felsefî ya da tasavvufî bir konu etrafında kısalığı nispetinde bir o kadar derin bir söyleyişe sahiptir. Bu anlamda rubai klasik Türk edebiyatında bir tefekkür manzumesidir diyebiliriz. Tefekkür ile ilgili oluşu, onu felsefenin de malzemesi yapmıştır. Varlık, ölüm, hayat gibi geniş bir tefekkür konusunu dört mısralık bir nazım şekli içinde benzer söz kalıplarından yararlanarak ifade edebilmek oldukça zordur ve bunu yapabilmek de rubaide başarılı olmaktır.

Devrinin büyük bir matematik ve astronom âlimi olması, Hayyam’ın rubaiye felsefeyle girmesini sağlamıştır. Hayyam’ın bilim adamı kimliğinden kaynaklanan farklı duyuş ve görüşü onun rubaide filozofça söyleyiş ve sorgulayış tarzını oluşturmuştur. Bu da rubaideki başarısını ortaya çıkarmıştır. Diğer rubai şairlerinden farkı bu filozofça söyleyiştedir. Hayat karşınındaki en derin heyecanlarını, yaradılış, hayat ve ondan sonrası hakkında, o devirde söylenemeyecek kadar derinliğe sahip olan düşüncelerini serbestçe dört mısra içine sığdırarak söyleyebilmiştir.

Hayyam, rubailerini İran’ın ünlü şairlerinden biri olmak için yazmamıştır. Rubailerini ancak kendisi ve nihayet yakın dostları arasında okunsun diye yazmıştır. Bundan dolayı fikirlerini ve coşkusunu oldukça hür bir şekilde dile getirmiştir. Rubailerinin kuvveti, samimiyeti de buradadır. Rubailerinde şarap, saki, mutrip, ayş, nuş, sürud, çeng gibi sözcükleri sıklıkla kullanır. Bu sözcüklerin bildirdikleri mana için Daniş, şu tespitte bulunuyor:

“Zamanın akışını durdurmak mümkün değildir; ömür dediğimiz şey de sürekli değildir, o halde şu andan istifade edelim. Buraya nereden geldiğimizi bilmiyoruz; buradan nereye gideceğimiz de meçhuldür. Öyle ise şu yaşamakta olduğumuz zamandan daha hakikisi ve daha iyisi yoktur. Ayrıca bu dünyada olan her şeyi anlamamız mümkün olmayacağı için her şeyi olduğu gibi kabul edelim ve bunun için keyfimizi bozmayalım. Bu dünyada her şey yolunda değilse de bundan dolayı da kederli ve üzgün olmayalım, zevkimize bakalım.”

Hayyam’ın kişiliğiyle, onun hayat ve gerçekliği algılayışıyla şiirinin manası arasındaki uyumu dikkate almadan rubaileri doğru yorumlamak mümkün değildir. Hüseyin Daniş de Hayyam’a ait olmayan ve çelişkilerle, tezatlarla dolu rubaileri incelerken bu gerçekliğe değiniyor. Umut ediyoruz ki okuduğumuz bu eser Rubaiyat alanında çalışma yapacaklara rubailerin tespit ve tayini hususunda önemli bir kaynak teşkil eder.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar