Filibeli Ahmed Hilmi SENÛSÎLER ve SULTAN ABDÜLHAMİD (Asr-ı Hamîdî’de Âlem-i İslam ve Senûsîler)
Hazırlayan İsmail CÖMERT
Yazar hakkında
Hayatı
Ahmed
Hilmi Bey 1865 yılında Filibe'de doğdu. Babası, Şehbender Süleyman Bey, annesi
Şevkiye Hanım'dır. HazerTürkmeni Süleyman beyle, KafkasyalI Şevkiye Hanım'ın
Bulgaristan'a ne sebeble ve ne şekilde gittikleri hakkında bilgimiz yoktur.
Ailenin
büyük çocuğu Ahmed Bey ilk derslerini Filibe müftüsünden alır. İstanbul'a
geldikten sonra Galatasaray Sultanisi'ni bitirir. Bir müddet sonra ailesiyle
birlikte İzmir'e taşınır, ilk memuriyetine Posta ve Telgraf Nezareti'nde
başlar. 1890 yılında Düyün-u Umûmiyye İdaresi'nce Beyrut'a gönderilir.
Olayların
seyri ve gençlik heyecanı nedeniyle Mısır'da Terakki-i Osmanî Cemiyeti'ne
girer. Bu arada, Çaylak adlı bir mizah gazetesi çıkarmaya başlar. Bir müddet
sonra İstanbul'a dönerse de Fizan'a sürgün edilir. Niçin sürgüne gönderildiği
hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Trablusgarp'da bulunduğu sıralarda ilgi
alanı bir hayli genişlemiştir.- O bölgede oldukça yaygın olan Arûsî tarikatına
girer, tasavvuf ve felsefe ile ilgilenmeye başlar. Senûsîlikle ilgili bu eseri
büyük ölçüde bu sürgün dönemindeki gözlemlerini yansıtmaktadır. îkinci
Meşrutiyetin ilanıyla 1908 yılında İstanbul'a dönen yazar Darül-Fünûn'da
Felsefe okutmaya başlar. 1 Aralık 1908 yılında İttihad-ı İslam adlı bir
gazete çıkarır. Bu gazetenin kapanmasıyla önce İkdam'da, daha sonra da Tasvir-i
Efkar'da siyasi ve felsefi yazılar yazar. 1910 yılında
Hikmet adlı bir dergi, 1911 yılında aynı adla günlük bir gazete çıkarır.
İttihatçıların icraatına karşı çıkması sonucu gazetesi bir kaç kez kapatılır.
O, yılmadan direnir. Mübâhase, Coşkun Kalender, Kanat, Nimet, Münakaşa adlarıyla
yeni gazeteler çıkararak düşüncesini söylemeye devam ederse de sonunda gazetesi
kapatılır, kendisi de Bursa'ya sürgün edilir.
Gittikçe
gücünü yitiren İttihatçıların iktidardan uzaklaşmalarından ve yeni kabinenin
kurulmasından sonra yazar İstanbul'a döner, 1 Ağustos 1912'de tekrar Hikmet gazetesini
çıkarmaya başlar. Aynı yıl Coşkun Kalender adlı haftalık mizah
gazetesini de çıkarır.
Filibeli
Ahmed Hilmi, ömrünün büyük bir kısmını sürgünlerde geçirmiş; eserlerinden de
anlaşılacağı gibi, zamanının siyasi, felsefi, ilmi tartışmalarına kalemiyle
önemli katkılarda bulunmuş bilhassa İkinci Meşrutiyet döneminde ülkede iyice
yaygınlaşan maddeci düşünceye karşı ruhçu düşünceyi savunmuştur. Ahmed Hilmi
Bey, 17 Ekim 1914 yılında en verimli çağında vefat etmiştir.
Yazarın
ölümüyle ilgili iki düşünce ileri sürülmektedir. Birinci rivayete göre kalaysız
kaptan pilav yemiş ve bakır zehirlenmesinden vefat etmiştir. Diğer rivayet de
masonlar tarafından öldürülmüş olduğu yolundadır.
Pek
kısa bir dönemde 40 kadar eser ve sayısız makaleler yazan Ahmed Hilmi Bey,
çıkardığı gazete ve dergilerin yazılarının çoğunu kendisi yazardı. Bu nedenle
Tasavvuf! yazılarında "Şeyh Mihrüddin
Arûsi", mizahi yazılarında"Coşkun Kalender",
"Kalender Geda", milli ve hamasî yazılarında da "Özdemir"
mahlaslarını kullanmıştır.
Eserleri
·
1.
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi Nebimizi Bilelim: 32 sayfalık küçük bir
eserdir. 1331 yılında Hikmet Matbaasında basılmıştır.
·
2.
Yeni Akaid: Üssü'l-İslam: 1332 yılında Hikmet Matbaasında basılmış olan
32 sayfalık küçük bir eserdir. Eserin giriş kısmında Auguste Comte'un 3 hal
kanununu ele almakta ve tenkit etmektedir. Bu eser, İslam İnancının Temel
Esasları adıyla N. Ahmet Özalp tarafından sadeleştirilerek yayınlanmıştır.
(Kültür Basın Yayın Birliği, 1987, İstanbul).
·
3.
İki Gavs-ı Enam, Abdiilkadir ve Abdüsselam: Hikmet Matbaasında hicri
1331 yılında basılan bu eser 64 sayfadır. Abdül-kadir Geylani ile Abdüsselam
Esmer’den bahseden bu eser me-nakıbname tarzında yazılmıştır. Yazar, bu
eserinde Mihrüddin Anisi imzasını kullanmıştır.
·
4.
Huzur u Akl ü Fende Maddiyyûn Meslek-i Delâleti: Bu eser, Hikmet
Matbaasında yayınlanmıştır. 159 sayfadır. Sadık Al-bayrak'm sadeleştirmesiyle
Tercüman'm 1001 Temel Eser serisinde basılmıştır (1975, İstanbul).
·
5.
İstibdadın Vahşetleri yahut Bir Fedakarın Ölümü:
68 sayfalık ve 3 perdelik bu piyes. Müşterekül-Menfaa Osmanlı Şirketi
Matbaasında Hicrî 1326 yılında basılmıştır.
·
6.
Öksüz Turgut: İstanbul'da 1326 yılında Hikmet Matbaasında basılan bu
eser 130 sayfadır. Eser, daha sonraları yeni harflerle de yayınlanmıştır.
·
7.
Melek-zade Ailesi'. Milli ve mukaddes değerleri hafife alarak çocuk
yetiştirmenin acı faturasından bahseden bir romandır.
·
8.
Vay Kız Bey çiği Seviyor. Batı taklitçiliğinin acı neticelerini
irdeleyen mizahi bir hikayedir.
·
9.
Yirminci Asırda Alem-i İslam ve Avrupa,
Müslümanlara Rehber-i Siyaset Hikmet Matbaasında Hicrî 1327 yılında
basılmıştır. "Müslümanlar Uyanın" adıyla Bedir Yayınevi tarafından
yeni harflerle yayınlanmıştır (İstanbul, 1966).
·
10.
A'mak-ı Hayal, Raci'nin Hatıraları'. Giridî Ahmed Sâki Matbaasında 1326
yılında basılmış olan tasavvuf! bir romandır. Eski
harflerle iki kez, yeni harflerle bir kaç kez basılmıştır.
·
11.
Akvâm-ı Cihan: Hikmet Matbaasıda 1329 yılında basılan bu eser, 104
sayfadır. Beşerî coğrafya ile ilgilidir. Hikmet matbaasında yayınlanmıştır.
·
12.
İlm-i Tevhid: Yeni Akaid’deki konuların tafsilatını, ilm-i kelam
münakaşalarını ihtiva eden bir eserdir.
·
13.
Muhalefetin İflâsı,İtilaf ve Hürriyet Fıkrası:
Hicr 1311 yılında Hikmet Matbaasında basılan bu eser 80 sayfadır. Ahmet
Eryüksel'in sadeleştirmesiyle Nehir Yayınlan tarafından yeni harflerle
yayınlanmıştır (İstanbul, 1991).
·
14.
Hangi Meslek ve Felsefeyi Kabul Etmeliyiz?:
Hicri 1329 yılında Hikrtıet Matbaaası'nda yayınlanan bu eser 48 sayfadır.
Üniversiteli gençlere konferans olarak verilmiştir. Bedir Yayınevi tarafından
yeni harflerle yayınlanmıştır.
·
15.
Tarih-i İslam: İki ciltlik bir eserdir. Birinci cildi Hicrî 1326, ikinci
cildi Hicrî 1327 yılında Hikmet Matbaası'nda ya-ysnlanmıştır. Bu eser, Ziya
Nur'un ilaveleriyle Otüken Yayınevi tarafından neşredilmiştir.
·
16.
Üç Filozof.
·
17.
Yer, Gök, İnsan.
·
18.
Tabakât.
·
19.
Şeyh Bedreddin.
·
20.
Gazâl-i Bedeviyye.
·
21.
Aşk-ı Bâlâ.
·
22.
Tortu.
·
23.
Türk Armağanı.
·
24.
Türk Ruhu Nasıl Yayılıyor.
·
25.
Yaşasın Bâd-ı Sabâ.
·
26.
M ur ad Orta.
·
27.
Müslümanlar Dinleyiniz.
·
28.
Yunus Emre.
·
29.
İttihad-ı İslam.
Yazarın
bazı eserleri ne yazık ki tamamlanmamıştır. Bunları şöylece sıralamak
mümkündür.
·
30.
Allah'ı İnkar Mümkün müdür? Yahut Huzur u Fende Me-salik-i
Küfür. Hicrî 1327 yılında Hikmet Matbaasında basılmıştır. Bu eser, yeni
harflerle sadeleştirilerek yayınlanmıştır.
·
31.
İslam ve Din-i İstikbal.
·
32.
İlm-iAhyal-i Ruh: Hicri 1327 yılında Hikmet Matbaasında basılmıştır. 160
sayfadır.
·
33.
Tarih-i İslam ve Osmanî.
·
34.
Tasavvuf-ı İslâmî.
·
35.
Battnîler, İblis İzzettin Behmen.
·
36.
Yeni Mantık.
·
37.
Bektaşiler.
·
38.
Alem-i İslam ve Kadın Meselesi.
·
39.
Divançe (elyazması).
Yayıncının notu
Bizim,
"Senûsîler ve Sultan Abdülhamid" adıyla sunduğumuz bu eserin Hicrî
1325 tarihinde İkdam Matbaası'nda basılan nüshasında uzunca bir başlık var.
Şöyle: "On üçüncü asrın en büyük mütefekkir-i İslamîsi Seyyid Muhammed
es-Senûsî - Ab-dülhamid-Seyyid Muhammed el-Mehdî - Asr-ı Hamîdî'de âlem-i İslam
ve Senûsîler." Kitaptaki yazılar "ikdamda mâkâlât-ı mahsûsa
sûretiyle neşredildikten sonra" kitaplaştı-nhnış.
Kitapta,
Kuzey Afrika'daki tarikatler, işlevleri, bölgedeki siyasi, askeri durum, sosyal
yapı hakkmdaki çok yararlı genel bilgilerin yanında, Kuzey Afrika'daki en
yaygın tarikatlerden biri olan Senûsîyye'nin şeyhi Seyyid Muhammed es-Senûsî,
oğlu Seyyid Muhammed el-Mehdî ve devrin padişahı Sultan 2. Abdülhamid hakkında
önemli değerlendirme ve 'yargılar' var.
Ahmed
Hilmi Bey, kitaptaki makalelerinden de anlaşılacağı gibi, Abdülhamid'e
muhalefet konusunda kendi dönemindeki aydın ve alimlerle
hemfikir. Abdülhamid hakkmdaki yargılarının aşırdığı biraz bu genel eğilimden,
biraz da muhtemelen bir 'jurnal' sonucu kendisinin de sürgüne gönderilmesinden
kaynaklanıyor. Aşırılığına ve sübjektifliğine rağmen, bazı
eleştirilerinden gerçeğe ilişkin ipuçları elde etmek mümkün.
Filibeli
Ahmed Hilmi'nin bu kitabı aslında bilinen bir kitap. Yukanda da belirtildiği
gibi, bir çok kitabı latin harfleriyle veya
sadeleştirilerek yayınlanan yazarın bu kitabı bilhassa Sultan Abdülhamid’le
ilgili yargılannın aşı nhğı yüzünden ihmal edilmiş. Filibeli’nin sunduğu tarihî
bilgiler bu yargılar sebebiyle uzun süre okuyucunun ulaşamayacağı sayfalarda
kalmış.
Filibeli
Ahmed Hilmi, dönemin İslamcı’ olarak niteleyebileceğimiz yazarlarından. Batıyla
ilgili görüşleri, dönemin diğer Müslüman düşünürlerinde de rastladığımız
zaafları taşıyor. O da herkes gibi müslümanlann Batı'nm ilim ve medeniyetini benimseyip
kendi dinlerini korumalarından yana. Doğal olarak, müslümanlann bugün bile,
telaffuz etmekten kaçınsalar da etkisinden sıynlamadıklan bu görüşler kitaba
yansımış.
Bugünkü
okuyucunun en azından bir kısmının yadırgayabileceği bir husus da, yazann, o
dönemde bilimsel alandaki etkinlikleriyle dikkat çekmeye başlayan Yahudiler
hakkmdaki bazı sözleri. Ancak, okuyucuların çoğu o dönemde siyonizmin henüz
bugünkü vahşet düzeyine ulaşmadığını takdir edecektir.
Biz,
bu kitabı yayınlarken, öncelikle, Kuzey Afrika'nın yakın tarihinde çok önemli
bir rolü olan Senûsîlik hakkında orada bizzat bulunmuş olan bir müslüman yazann
gözlem ve yorumlan-nı Türkiye'deki okuyucuya aktarmanın yararlı olacağını
düşündük. Kitabın yer yer seyahatname özelliği taşıması da karar vermemizi
kolaylaştırdı.
Başlangıçta
kitabı hiç sadeleştirmeden yayınlama düşüncesin-deydik. Ancak latin harflerine
dönüştürülmüş metin elimize ulaştığında, dilin, yer yer ihtisas gerektirecek
kadar ağırlaştığını gördük. Bu yüzden, Osmanhca terkiblerin yoğunlaştığı
yerlerde sadeleştirmeler yaptık. Üslûbun fazla zedeleneceğini düşündüğümüz
yerlerde kelimelerin anlamını parantez içinde verdik. Ancak, kitabın genel
havasını korumak için sadeleştirmeyi mümkün olduğu kadar az yaptık. Kitabın tek
bir harfine dokunmadan okuyucuya sunmayı çok isterdik. Eski dilin meftunları,
inşaallah bizi mazur görürler.
Küçük
hacmine ve bazı zaaflarına rağmen bu eserde öğrenilmeye değer bir çok şey olduğu görülecektir. Hem, bu sözünü ettiğimiz
zaaflar da öğrenilmeye, tartışılmaya değer değil midir?
Ses
Yayınları
Şehbenderzâde
Filibeli Ahmed Hilmi Bey
Mukaddime
Afrika'da
tarîkatler
Tarikatlerin
ehemmiyeti ve vazifeleri
Ar
âsiler, îseviler ve Senûsîler
Afrika'da
tarîkatlerin büyük ehemmiyeti vardır. Tarikatlerin bizdeki mevcut durumuna
bakılarak Afrika'daki tarikatlerin hizmet ve vazifeleri, ahvâl-i içtimaiye
üzerine olan özel ve güçlü etkileri asla takdir olunamaz.
Şarkta
Şeriat âlimleri ile tarikat âlimleri arasında tezat ve rekabet bulunmakta olup
"tarikat" hiçbir vakit meslek-i umûmî olmamıştır. Afrika'da ise durum
tam aksinedir. Bunun bir çok sebepleri vardır.
Bu
sebeplerin tedkik ve tenkidi pek faydalı hakikatleri meydana çıkaracağından bu
yolda birkaç söz söylemeyi lâzım görüyoruz. Evvelâ şurasını söyleyelim ki bu
taraflarda Şeriat âlimleriyle tarikat erbabının arasını açmağa başlıca sebep
olan mesail-i tarihiye munazaati (tarihî meselelerle ilgili çekişmeler) ve Şia
tefemıkalan Afrika'da çoktan beri görülmediği gibi tarikat nâmına hiç bir vakit
bu kabil meseleler bahis mevzuu olmamıştır.
Sûfî
mezhebler, Sünnî mezhebler ile pek güzel telif ve terdif edildiğinden oradaki
mütefekkirler ehl-i zâhir ve ehl-i bâtın na-
nüyle
iki muhalif fırkaya ayrılmamıştır. Bu sebeple dînî ve ictimâî vazifelerin
cümlesi tarîkatler tarafından ifa edilmektedir.
Oralarda
"zâviye" demek mektep, yetimhane, darülaceze, yardımlaşma ve şefkat
merkezi, hastahane demektir. Helkesin dînî, siyasî ve ictimâî mercii zâyiyedir.
Afrikanın
yakıcı, kavurucu güneşi altında, çöllerin, şerirlerin insan tâkatini aşan zorluklarına
göğüs gererek bir kasabaya, bir köye can atabilen seyyah doğruca zaviyeye
gider, kemal-i şevk ve uhuvvetle kabul olunur. Ardından hemen doyurulur.
Yatacak yer bulunur. Hastalanmış ise tedavi olunur. Fakir ise diğer bir
zaviyeye gidinceye kadar azığı ve zâhiresi verilir. Bununla beraber, o
mihnetlere katlanan bîçare, yine memnun, yine razıdır. Bu mihnetler, bu
meşakkatler hakkında bir fikr-i sahih edinebilmek üzere şu satırlara saygıdeğer
okuyucuların özel bir dikkat atfetmelerini niyaz ederiz.
Deniz
sahilindeki şehirlerden birinden, meselâ Trablus'tan dahile,
Fîzan'a gidecek bir yolcu 30 ila 40 gün arasında devam edecek seyahati için bir
deveyi, devecisi ile beraber 140 kuruşa kiralayabilir. 140 kuruş, yani yevmiye
4,5 kuruş!
Bir
deve, senede ekseriyetle bir ve nadiren iki sefer edebilir. Demek ki deveci
devesinin arkasında yayan yürüyerek o müthiş çöllerin tâkatşiken mihnetlerine
katlanmak, seyyahın eşyasını indirmek, su tulumlarını doldurmak, ateş yakmak
için odun toplamak vesaire gibi hizmetleri mukabilinde yevmiye ancak 4,5 kuruş
kazanabiliyor. Ve bu da senede bir kere ve ancak bir ay müddet için mümkün
oluyor.
Seyahat
5-6 gün devam ettikten sonra arazi tebdil-i manzara ve sûret etmeye başlar. Bir
kaç gün daha tek tük ağaççıklar, kaba otlar görüldükten sonra şerir tabir
olunan dehşetli çöller başlar. 60-70 dereceyi bulan harâret seyyahı canından
bîzâr etmeğe başlar. Yorgun gözlerini kemal-i acz ve fütûr ile ulka çevirir.
Gözü okşayacak, ruha sabır ve metanet verecek bir manzara, bir şey arar. Hiç...
Her
tarafta kasvet saçan, kirli san bir renk; hayattan hiç bir eser yok... Seyyahın
kalbini tahammülsüz bir tazyik hırpalamağa başlar. Mânâsız bir yeis, idrakini
kaplar. Ateşler içinde yanan boğazını, ıhk suya dönen gar-gar testisindeki su
ile söndürmeye çalışır. Hayvanlann en gayretlisi olan, kanının son damlasına
kadar insanların hizmetinden feragat etmeyen devenin adımlan seyrekleşmeye
başlar. Bîçâre hayvanın gözlerinde beliren bıkkınlık, bıkkınlıkla karışık
teslimiyet insan kalbini rikkate getirecek haldedir.
Seyyah
bîtab ve me’yus, deve mağlup ve bî kudret...
İşte
o sırada bir sadâ, kulaklan yırtan bir ses işitilir. Çölün makberâne sükûtunu
ihlal eder. Bu ses deyneği elinde, abası zavallı sırtında, devenin arkasında
yürüyen devecinin sesidir. Bu nedir? Maval mı? Gazel
mi? Neşîde mi? Hayır hayır! Bu bildiğimiz makamlann hiç birine dahil edilemez bir inleyiştir. Gûya deveci, bir lokma ekmek
için dûçar olduğu mihnet ve meşakkati kendine nâzır olduğuna imanı buluıjan
Rabb-ı Rahîm'e arz eder. Bu inleyiş bir şikayettir...
Gûya deveci bir an için mağlup, yorgun ve bitkin olarak vicdanının infiallerini
izhar eder... Bu bestenin, bu enînin güftesi pek şairane, pek masumanedir.
Deve, sahibinin sözlerini anlar! Evet, bu mübarek hayvan sahibinin sözlerini
tamamen anlar!
Mübarek
hayvan bu vâdi-i veylde, bu azabgâhta yalnız olmadığını, sahibinin de aynı
meşakkatlere maruz olduğunu pek güzel anlar. Mânâ maddeye, ruh cesede galebe
eder.
Üç
beş adım daha atmaya takati kalmayan hayvanda yeni bir faaliyet, şâyân-ı hayret
bir gayret görülür... Ümit ye'se, hayat memâta galebe eder. Adımlar sıklaşır;
hayvancağız bu mihnet denizinden, bir selâmet ve rahat limanına varabilmek için
çalışmaktan başka çare kalmadığım takdir eder. Deveci okur: Develeri
döğmeyiniz!
Onlar
kendileri giderler!
İşte
zaten yaklaştık!
Yiyecek,
içecek bulacağız!
Deveci,
ekseriyetle kendiliğinden doğan şiirin her kıtasından sonra "hayyâ,
hâ!" gibi teşvikat sarf eder. Saatlerce daha gidilir, deveci de teselliye
muhtaç bir hale girer. Bu defa kendi mânevîyatını takviye için okur.
Bitirdiği
gibi elini başına götürüp "Ya Seyyidî Abdüsselâm!" diye istimdat eder
ve Nebiyyi Zîşana selam göndererek yürür gider. Bu kaside Tarikat-ı arusiye
pirlerinden Abdüsselâm El-Esmeri Feyturî hazretlerinindir. <
İnsanların
dillerinde tedavül ettiği gibi yazıldı. Mânâsı kısaca şudur:
"Müride
nasihat ederim, sözümü anlamalıdır. Büyük azim sahibi olmalıdır; tâ ki kazanıp
merâmına nâil olsun. Nâsın hayrete düştüğü gün (yani mahşer meydanında) beni
bayrağımı dikmiş bulurlar. Kuru kemikleri ihya eden Rabbim sözümün doğruluğuna
şahittir ki yevm-i kıyamette bile müridimi bırakmam! Sana kötülük gelemez. 'Ya
Abdüsselâm’ diye beni çağır. Havz-ı Resûlullâh'a vasıl olacağımız zaman fukarayı
suvarırım." Bu ve emsali kasideler, mihnetkeşlerin elem yüklerini
hafifletir, kalplerinde ümit ve tesellinin yeşermesine sebep olur.
Bir
tarafta siyasi musibetler, diğer taraftan tabii zorluklar yüzünden pek bedbaht
olan ekser-i ahali, şiddet ve belaların amansız hücumlarıyla zebun kaldıkça,
anne kucağına iltica eden bir masum gibi, zaviyeye gider, müteselli ve metin
olarak döner.
***
Şimalî
Afrika'da İslam tarîkatlerinin kısm-ı âzami mevcut ise de en yaygın tarîkatler
şunlardır:
Senûsîye,
Arûsiye, îseviye, Şâzeliye, Kadiriye, Tayyibiye, Ticaniye, Rufâiye... Tedrisat
hususunda bilcümle tarikatlerin usûlü birdir.
5-6
yaşına vâsıl olan bir çocuk, bir tahta parçası, biraz beyaz toprak (tebeşir,)
bir toprak hokka, bir beyaz kamış kalem alıp, "Mahzara" nâmı verilen
mektebe gider. Bu mektepler zaviyelere bitişik büyücek birer odadan ibarettir.
Bazı zaviyelerde ayrıca odalar bulunmaz, talebe bizim "semaathane” ismini
verdiğimiz zikir yerinde ders okur.
Çocuk
muallimin yanına gider. Muallim, üzerine tebeşir sürülerek beyazlatılmış olan
tahtaya besmeleyi ve Fatiha'nın ilk'ayetini yazar. Çocuğa yazdığını tekrar
tekrar okur. Çocuk ayeti hıfza memur ve mecburdur.
Akşam
üzeri çocuklar,
birer birer gelip hocanın önünde, ezberledikleri ayetleri okurlar. Ayet hıfz
edildikten sonra tahta silinir, kurutulur. Üzerine tebeşir sürülür. Hoca ondan
sonraki ayeti yazar. Çocuk bu usul ile Kur'ân'ı hıfzeder! Kur'ân'm üçte birini
hıfz eden çocuklar ezberleyecekleri sûreleri bizzat yazmaya muktedir olurlar.
'
Kullanılan
hat (erkanı), Hatt-ı Mağribîdir ki, KûfTnin biraz
ıslah edilmişi ve kolaylaştırılmışı demektir. Bu usûlün zarûri ve tabii
neticesi olarak, mektebi bitiren bir talebe ekseriyetle hâfız-ı Kur'ân olur. En
anlayışsızı bile Kur’an'ın yansını ezberden okuyabilir.
Usûl-i
tedris bu derece müşkil iken oralarda okuyup yazmak bilmeyenler yüzde onu
geçmiyor!
Burası
şayan-ı hayrettir. Bu derece gayretli, bu kadar zekî bir halkın nelere muktedir
olabileceğini takdir edebilen bir mütefekkir-i Îslamî, bu halkın mahrumiyet ve
rehbersizlik yüzünden dûçâr olduğu sefaletleri tahattur ederek (düşünerek)
kalbinin kanadığım hisseder.
Şimalî
Afrika’nın sefil ve en fakir yeri olan FEzan köylüleri bile onda dokuz
itibarıyla yan yanya Hafızdır. Ekserisi okur, yazar.
Afrika-i
Şimalî’de münteşir tarikatlerden Kâdirf, Rufâî gibi bizim tarafta bulunanlan
hakkında, bu mebhasta tafsilât vermeğe lüzum yoktur. Zaten bu tarikatlar
oralara şarktan ithal edilmiş olup mahsusiyetini az çok muhafaza etmiştir.
Diğerleri
Afrika'nın yerli tarikatleridir. Tarikat-ı Şazeliye bu taraflarda meçhul değil
ise de hikmet-i Şazeliyenin meçhul kaldığı şüphesizdir. Bir
çok şubelere ayalmiş olan Şazeliye'ye, sair tarikatlerden pek çok
merasim kanşmıştır. Asıl Şazeliye merasim ve kıyafetten âri, ilim ve çalışmayı
teşvik eden, sûret-i kat'iyyede ta'assub ve şiddetten uzak, medenîliği ve
terakkiyi temin edici usullere* mâlik ise de şubeleri pek ziyade tebeddülâta
uğramıştır. Senûsiye tarikatı kendi bahsinde tafsilatıyla bildirilecektir.
Ticaniyye
pek müsait bir tarîktir. Tayyibiye ise fâsitten harice pek de çıkamamıştır.
Bunlardan maada Zerkaviye (Derkaviye), Ammâriye (Kadiri Melâmiye) vesaire gibi bir çok tarikat şubeleri var ise de Senûsiyeden sonra, en
ehemmiyetli ve mensuplan en çok olan tarik Arûsiye ve îseviyedır. Îsevîler,
Seyyid Muhammed bin îsa nam zâta mensubdurlar. Zevk ve şevka meyyal olurlar.
Hazrâlannda (semâlannda) her türlü âlât-ı musikiyye istimal ederler.
îseviler
hazral arında ve hele özel günlerde çivi, cam, çanak, toprak vesaire gibi yenemez
şeyleri yutarlar. Yılan, akrep ve emsali haşerâtı yerler.
Tarikat-ı
Arûsiyenin esası, Afrika'ya Horasan'dan "Fethullah el-Acemi" nâmında
bir şeyh tarafından getirilmiş olup bu da Tarikat-ı İbrahim Ethem'dir.
Tarikatın
Piri Tunuslu "Ahmed bin Arûsî" olup İbrahim Ethem'in tarîki ile
Şazeliye'yi mezcederek Arûsiye tarîkini meydana getirmiştir. Mamafih pîr-i sâni
Seyyid Abdüsselâm El-Esmerî El-Feyturi hazretlerinin şöhreti pek azîm
olduğundan, bu tarikat kendilerine nisbet edilmiştir.
Tarikat-ı
Arûsiye'de şâyân-ı dikkat noktalar vardır. Arûsî kanaatkar,
çalışkan, şen ve şatır, taassuptan âzâde, riyasız, kerîm olur. Arûsiye
"millî" bir tarîk olmayıp, Islâm namı altında birleşmiş olan ümmet-i
azîmenin her ferdini müsavi görür.
Bilhassa
Türklere karşı Arûsîlerde büyük bir muhabbet ve kardeşlik hissi vardır. Tarikat
rivayetlerinden olarak ihvan-ı Arûsiye arasında nakledildiğine göre, Seyyid
Abdüsselâm hazretleri ihvanına "Türkler İslam'ın hizmetkârı, İslam'ın
muzaffer askerleridir. Onlara muhabbet ediniz" diye nasihat ettiğinden,
Arûsîler Türkleri kardeş gibi sevip makâm-ı Hilafete dahi kemal-i safvet ve
samimiyetle bağlıdırlar. Bu noktada olduğu gibi diğer pek çok hususatta dahi
Senûsîlerle Arûsiler arasında farklılıklar görülmektedir.
Tarikat-ı
Senûsiye aşağıda tafsilatıyla beyan edileceği üzre, mezhep, tarîk, siyaset ve
içtimaiyattan mürekkep bir cemiyet olduğu halde Arûsîlerin millî bir fikr-i
siyasîleri yoktur.
Senûsîler
ehemmiyet-i mahsusalannı, yüklendikleri gayelerin büyüklüğünü takdir eder,
okur, fikirlerinin merkeziliğine ehemmiyet verir ve şahsın cemiyete fedâsını
lâzım görür adamlardır.
Arûsîler
ise riyadan nefret eder, serbest fikirli olurlar.
Arûsîler
ekseriyetle fakir ve umumiyetle ziraat ve sanatla iştigal ederler.
Senûsîler
ise ekseriyetle zengin olup ticaretle iştigali tercih eylerler.
İlgili
kısımda sebepleriyle beyan edileceği gibi, Senûsîlerin manevi istilalarına
karşı ancak Arûsîler mukavemet edebilmişlerdir. Senûsîler çoğu yerde diğer
tarîkatleri bünyelerinde eritmişlerdir.
Seyyid
Abdüsselâm hazretlerinin maneviyatı o kadar büyük, takipçilerine terk ettikleri
kelimât o kadar tesirlidir ki bilcümle evliyâ ve pîrânın ismini unutturacak
derecede yüksek bir kudsi-yet mevkii tutan Seyyid Muhammed El-Mehdî bin
Muhammed Ali El-Hâdî es-Senûsî'nin büyük şöhreti yalnız Seyyid Abdüsselam'ın
şöhretine galebe edememiştir.
Bugün
bile milyonlarla insan, müşkil ve mühlik anlarında elini başına koyup "Yâ
Esmer!" "Yâ Abdüsselâm" diye nida ve istimdâd etmededir.
Arûsîler
terakkiye ve medeniyete meyyal, içtimâi ıslahatlara pek müsait olduklarihdan ve
dediğimiz gibi Türkleri ziyadesiyle sevdiklerinden OsmanlI Afrikasında tatbik
edeceğimiz ıslahatta bize pek ziyade muâvenet edeceklerdir. Bu anlatılanlardan
Şimâlî Afrika'da tarikatlar'm ehemmiyet derecesi hakkında kısaca bir fikir
peydâ oldu zannındayız.
Şimdi
Afrika âlem-i İslâmî'nin pek mücmel (özet) bir tarihçesini yazmak ve
Senûsîlerce takip edilen maksadın tarihî esaslarını göstermek lâzımdır. Bu iki
noktanın çok büyük ehemmiyeti vardır.
Şimalî
Afrika'nın mukadderatı, Senûsîlerle pek ziyade alâkadardır.
Tenkid
ve muhakemelerimizin, terakkî ve teali-i İslâm muhibleri (İslâmın ilerlemesini
ve yükselmesini isteyenler) tarafından tedkik ve tefekkür terazisine
vurulmasını ziyadesiyle arzu ederiz.
Geçenlerde
"İkdam" ile neşredilen "Şark Rehberleri" ünvanh bir
makalede kısaca beyan edildiği üzere, Türklerin âlemde ve bilhassa âlem-i
İslâm'da îfâsına çağrılı oldukları İnsanî ve medenî hizmetler pek büyüktür.
İslâmiyet, menşe-i İslâm olan necib Arap kavminden nasıl istiğna gösteremez
ise, Allah tarafından İslâmiyete son rehber olarak yüceltilen ve İslâm'ın
serhaddine sevk edilen ve bugün medeniyette rehberlik vazifesini hakkıyla îfa
edebilecek yeni bir aydınlanma ve yükselme yoluna giren Türklerden dahi asla
istiğna edemez.
Aşağıda
gelecek makalelerimizden anlaşılacağı üzre nice asırdan beri alem-i
İslâmda misli görülmemiş bir fâzıl, beşeriyette nâdir yetişir bir dâhî olan,
Seyyid Muhammed es-Senûsînin benzeri olmayan çalışmalarını akim bırakan iki
esas sebebin birisi Avrupa medeniyetine ilgisiz ve vukufsuz kalış, diğeri ise
Türklere karşı gösterilen emniyetsizlik ve bir nevi düşmarihk olmuştur.
Bu
bir Tarihî hakikattir. Bugün dahi bu iki fikir necib Arap milletinin gelişme ve
yükselmesine manidir.
Eğer
Cenab-ı Seyyid-i Senûsî'nin nur zekâsı bu iki şübhederi uzak olaydı bugün
Avrupa'ya muadil büyüklükte bir kıta, Afri-kanın bütün kuzey ve orta kısımları
Türklerin himayesi altında büyük bir hükümet-i İslâmiye şeklinde bulunurdu.
Yüz
sene evvel Orta Afrika tamamen sahipsiz ve henüz AvrupalIların istilası altına
düşmemiş idi. Böyle büyük bir hükümet teşkili imkânsız olmadığını fiile
çıkarmak için şartlar hemen hemen müsait idi.
Lâkin
ne çare! Cenab-ı Seyyid bu iki nokta-i mühimmeyi layıkı veçhile göremedi.
Mamafih vaktiyle iyi kullanılamayan kuvvetler, bugün istilaya değilse de
yükselmeye ve medenileşmeye sarf ve sevk edilebilirler.
Alem-i
İslâmın şimdilik bundan başka bir şeye ihtiyacı da yoktur.
İdrakimiz
muhakeme kudretini kesb edeliden, gözlerimiz İslâmın hâl-i perişanını müşahede
eyleyeliden beri söyleye geldiğimiz ve söylemesini vicdanî bir borç bildiğimiz
şu sözleri burada dahi tekrar eyleriz!
İslâmın
iki düşmanı vardır. Birisi cehalet, diğeri körlük!
Necib
Arap kavminin umumiyetle değilse bile, mütefekkirlerinin ekseriyeti itibariyle,
Türklere karşı gösterdikleri noksan-ı muhabbetin sebeplerini, tarihi
sebeplerini aramak elbette lazımdır.
Bu
sebepleri bulduğumuz gibi hem Cenâb-ı Seyyid’in Türkler-den uzaklaşmasıyla,
muvaffak olamamasının hikmetini bulmuş hem de mühim bir İslami meseleyi
halletmiş oluruz.
Malûmdur
ki ilk Hicri asırda Türkler yeni yeni İslam dairesine dahil
olmağa başlamışlar idi. Binanaleyh Araplarla münasebet ve temasları hemen hemen
yok gibiydi. Bu sebeple Arapların Türkler hakkında, Hakiki malumatları olmayıp
hurafat-ı İsrai-liyye ve İraniyyede yazılı olan rivayetleri kabul ile iktifa
etmişler idi.
Eski
İranilerin Turaniler, yani Türkler hakkında büyük bir düşmanlık besledikleri ve
bu adâvetin âsân şiirlerinde ve hurafelerinde dahi görüldüğü malumdur.
Semûd
rivayetlerine ve İsrail! hurafelere gelince: Akvam-ı
Be-şeriyeyi bir takım muhayyel silsilelerle ve yalan ve uydurma tarihlerle
insanoğlunun ikinci babası Hazreti Nuh'un oğluna da-yandınp bağlamayı bir
Tarihî usul ittihaz eden Beni İsrail hahamları kendilerine tamamen meçhul
kalmış olan Türkleri Gog ve Magûg (batıhlara göre İskender
tarafından Kafkasların ötesine hapsedilen iki kavmin adı, 1. C.) namında iki
şahıs vasıtasıyla hazret-i Nuh'un oğlu Yafes'e rabt etmişlerdir. Kur’an-ı Kerim'de yazılı olan Yecuc ve Mecuc, anlatıldığı şekliyle
Türklerin hiç bir benzerliği ve münasebeti olmadığı ve hatta İslam
tarihçilerinin yazdığı eserlerde yecuc ve mecuc taifesinin Türkleıe hiç
benzemeyen bir şekilde tafsil edildiği meydanda iken ehl-i İslâm ve daha doğrusu
Araplar, o vakit durumları bilinmeyen Türkler hakkında acaip İsrail
rivayetlerini aynen kabul etmişlerdir.
Hele
Kur'an’da yazılı olan "yecuc ve mecuc" taifesiyle Türkleri aynı kavim
zannetmek Kur'âriı yalanlamak demek olacağını kestiremeyen avam, bu fikri körü
körüne kabul etmiştir.
Emeviyenin
zaman-ı Hükümetinde, Irak valisi Haccac tarafından "Suğd"
memleketimin fethine sevk edilen İslâm gazilerine karşı galebe edebilmek için Suğd
hâkimesi Türklerden yardım istedi.
O
güne kadar Roma ordularının murabbilerini ve İran ordularındaki fillerin
sinesini delmiş, önünde hiç hail ve mani tanımamış olan Arap mızraklan, kısa
kılmçlar önünde acze düştü.
Muharebeye
girişse mağlubiyetin muhakkak olduğunu fark eden İslâm komutanı Kuteybe
Sağdîlerle Türklerin arasını açmaktan başka kurtuluş çaresi kalmadığını anladı.
Müstahkem ' bir mevkiye sığınarak muharebeden kaçındı.
Kuteybe'nin
mevkii kale ile Türkler arasında idi. Bu suretle hem muhasır ve mahsur (hem
kaleyi kuşatmış hem de Tüıkler tarafından kuşatılmış) bulunuyor idi. Irak’a
İslam ordusu hakkında üzüntülü haberler geliyordu. Alem-i
İslam'ın her tarafında İslâm ordusunun kurtuluşu için dualar okunuyor, Türklere
beddualar yağdırılıyor idi.
Kuteybe
kuvvetle yapamadığını siyasetle yaptı. 4 ay kadar mahsur kaldıktan sonra, bir
Nehri vasıtasıyla, İranilerle Türkler arasına ihtilaf sokabildi.
Türk
Hanı muhasarayı kaldırıp memleketi yağma ederek savaştı. İslâm ordusu kurtuldu.
Suğd'ı istila etti.
Türklerin
İslâm ordusunu 4 ay muhasara etmeleri Araplara pek fena tesir etmiş idi. Bu
tesirat hatıralarda ukde gibi kaldı.
Arapların
izzet-i nefsi birinci defa olarak Türkler tarafından yaralanmış idi.
Bundan
sonra Türkler Din-i İslâm'ı kabule başladılar.
Türkler,
zahiren asker ve esir sıfatıyla ve hakikaten hakim ve
galip olarak merkez-i Hilafette bile mevki tuttular.
Arapların
yönetimi altındaki arazi birer birer Türklerin eline geçmeğe başladı.
Türklerle
ırkî yakınlığı olan Moğallarm her şeyi silip süpüren istilaları ve dehşetli
tahribatları Arap milletinin kalbinde derin yaralar açtı. Şevket ve satvet-i
Arabiyenin mahvedicisi Türkler göründü.
Bu
sebeplere eski müelliflerin yazdıkları, İran ve İsrailoğullan hurafelerinden
kopye ettikleri tarihin bölümlerinde serd edilen acaip şeyler de eklenerek
Araplarda Türklere karşı bir hissî soğukluk meydana getirdi.
Allame
Kurtubî ve Şa'ranî gibi meşahir-i ulemânın halen matbu ve Araplar arasında
dolaşmakta olan eserleri incelenirse Arapları mağdur görmek ve bununla beraber
fikirlerini ilim ve marifetle tenvîr etmek lazımdır. Bu, o kadar müşkil
değildir. Yalnız tarihî hakikatleri meydana koymak kafidir.
Bütün
tarih alimleri müttefikan beyan ediyorlar ki ahkâm-ı
Dini unuttukları, sefahet ve zevke koyuldukları, cebîn ve ahlâksız kaldıkları
için Arap hükümetlerini idare eden Arap idarecileri ve Arap büyükleri necib
Arap milletini kesin ve sür'atli bir çöküntüye doğru sürükleyip götürüyorlar
idi. Arap hükümetleri, bilhassa Abbasiler mahv ve inkıraza mahkum idi.
Eğer
Türkler, Allah tarafından İslâm’ın imdadına yetişmeye idiler, Din-i Mübin-i
İslam yalnız Hicaz'a münhasır ve mahallî bir din hükmünde kalacak idi.
Avrupanın
en büyük tarih araştırmacılarından biri diyor ki: "Avrupa'nın şarkı
istilasına Türkler mani oldular. Türk, Hıristiyan Avrupaya karşı Müslüman
Asya'nın müdafii oldu. Cinsiyetiyle mağrur, herkesten daha cesur ve inatçı olan
Türkler, bütün maddi ve manevi kudret ve kuvvetlerini İslâmın hizmet ve
müdafaasına vakfettiler."
Bu
hakikati meydana koymakta tarihçiler müttefiktirler. Bu ha-kikaia mebnidir ki
Ümmet-i vahide fikrini kendi milliyetinden üstün tutan Seyyid Abdüsselam El
Esmeri hazretleri "Türkleri seviniz çünkü Türkler, İslam’ın muzaffer
askeridir" buyurmuştur.
Seyyit
Muhammed Es-Senusî hazretleri bu noktayı ihmal etmişlerdir. O İslamm uyanması
ve yükselmesi için Arapların kuvvetli ve müstakil olmasını arzu etmiş ve bunun
için Türkü ref a lüzum görmüş idi.
i
Halbuki
bugün dünyada 50 milyon Arabın mevcudiyeti de Türklerin İslâmiyeti kabul etmesi
ve kavm-ı necib-i Arab’ı Din'in doğuş yeri ve mürşid-i muhterem bilmesi sebebi
iledir. Bu da bir 'tarihi hakikattir. Yine tekrar ederiz ki Arap hükümeti mahv
ve inkıraza mahkum olmuş idi. Eğer hükûmet-i
Arabiye-yi istilâ ve imha edenler, İslâm'dan başka bir dine sâlik, meselâ
AvrupalIlar olsa idi, Ispanya'da korkunç misali görüldüğü üzere İslam ile Arap
milleti dahi mahvolur ve yalnız hüzün verici eserlerin kalıntıları baki
kalırdı.
İşte
Endülüs:
Türkler
Cezayir'i, Fas'ı, Trablus'u, Mısır'ı aldılar. Lâkin muhakkakât-ı
tarihiyedendirki, bu memleketleri Türkler alma-yaydılar, İspanyolların riyaset
ettikleri AvrupalIlar alacaktı.
Acaba,
Avrupa'nın yansına malik olan İspanya hükümetine, Andrea Dorya'lara, o dehşetli
donanmalara şimali Afrika'daki küçük Arap hükümetleri mukavemet edebilir mi
idi?
Asla!
Medeniyet-i
îslâmiyeyi mahv ve istila için bela seli gibi şarka akıp gelen vahşetengiz
ehl-i salîb sürülerine karşı duran kim idi?
Bir
Selahaddin, bir Kılıçasrlan değil mi?
O
hengâmede ki, İslâm ve alem-i İslâm mahv ve inkıraz
tehlikelerine düşmüş iken Reis-i İslâm olan Halife-i Abbas, sarayında bir
putperest gibi vaktini ayş ve sefahetle geçiriyor idi.
Hilafet
ve Riyaset-i İslâmiyenin Kahire'de tekke şeyhi menzilesine inmiş bir zât-ı
âcizde bulunmasından ne İslâmiyetin ve ne de Arap milletinin hiç bir şekilde
istifadesi tasavvur olunamaz iken Livâ-ı Hilafet Yavuzlann, Murad-ı Rabilerin
elinde temevvücnümâyı Şeref ve Şan olmuştur.
Arap
hükümetlerine halef olan Türkler, Arap milliyetine tecavüz şöyle dursun, kavm-ı
necib-i Arabi kendi milliyetlerinden bile daha ziyade muhterem saymışlar, şan
ve hükümet kapılarını bilhassa Araplar’a açık tutmuşlardır. Arapları ayn bir
millet değil, ümmet-i vahidenin rükn-i celil-i evveli ve kendilerinin büyük
kardeşi bilmişlerdir.
Eldeki
ölçü ve tartı insaf ve vicdan olursa, Birinci Osman'ın, Orhan’ın, Murad'ın,
Fatih'in; bir Yezid birMervan, bir Hakem Biemrihî ile kâbil-i kıyas olmayacak
faziletli ve büyük insanlardan olduklarım teslim zaruridir. Ne hacet! Halife-i
muhterem ve şefik Muhammed El-Reşad Hamiş hazretleriyle Fas Emiri Mevlayı
Abdulhafız'ın mukayesesi vicdan sahipleri için, din ve milletini seven Arap
mütefekkirleri için adil bir hüküm veımeğe kafidir.
Vakıa daha evvelki hal'edilmiş zât riyaset şartlarına sahip bulunmamış ise de
bunu anlamak ve Makam-ı Hilâfet'i ehline tevdi' etmek yine Türkler'in milli
şerefidir.
Türkler
hiçbir vakit kavm-i Araba ayrılık gayrdık namına tahakküm düşüncesini takip
etmemiş oldukları gibi bugün dahi milli gâye büyük biraderimiz olan muhterem
Arap kavmiyle kemal-i adi ve müsâvât üzere bulunmaktan ve beraberce feyz ve
yükseliş yolunda yürümekten ibarettir. Bir aile içinde vazifelerin taksimi
sırasında işlerin yönetilmesi efrâd-ı aileden birine düşer. Lâkin bundan
tegallüb ve tahakküm mânâsı elbet çıkarılamaz.
Bu
gün kavm-i necîb-i Ara'om saadet ve refahım temin için yine Türklerin çalışması
lâzımdır.
Bu
anlatılanların hepsi vukuât-ı tarihiyeye ve mevcut dürüma müsteniddir. Şu halde
İslâm'ın yükselişi me bu meyanda Arab milliyetinin yükselmesi ancak Türklerie
tam bir dostluk ve kardeşlik tesisi ile mümkün olduğu tamamıyla tezâhür eder.
İşte
Cenab-ı Seyyid Muhammed Es-senusî bu temel noktada yanıldı.
Yanıldığı
için muhterem dehâsı azametine layık neticeler meydana getiremedi. Bu emsali
görülmemiş İslâm mütefekkirinin bu hatası bir tarafa bırakılınca diğer hususlar
hakkındaki tefekkürât ve nazariyâtı o kadar büyük, faaliyet ve teşebbüsü o
kadar geniştir ki, bunlan tetkik ile irşad ve delâletinin neticelerini görenler
hayretlerini açığa vurmaktan kendilerini alamazlar.
Cenab-ı
Seyyidin maneviyatı üzerine Cezayir'e tecavüz, Mısır'ın Mehmet Ali Paşa
tarafından zabtı gibi hadiselerin de mühim tesirleri olmuştur.
Mukaddimemizi
bitirdik; şimdi de sıra, Seyyid Muhammed es-Senûsînin büyük icraatını
açıklamağa geldi.
Birinci Kısım
Senûsîlik ve Seyyid Muhammed Senûsî
Senûsî
Cemiyetinin Suret-i Teşkili
Seyyid
Muhammed Senûsî'nin Tercüme-i Hali
Yaptıkları
ve Gayeleri
Mezheb,
Tarikat
Nice
asırlardan beri alem-i tslâmda nâdir zuhur eden dahi
insanlardan biri ve belkide düşüncelerinin kapsamı ve gayelerinin ehemmiyeti
itibariyle en büyüğü olan Seyyid Muhammed Es-Scnûsî El-Hasenî El-Hattabî
El-İdrisî, Hicrî 1206 senesinde Cezayir'in güneyinde "Müsteğanim"
kasabası civarındaki bir vahada insanlık alemine kadem basmıştır.
Cenab-ı
Seyyid, sülale-i tahire'den ve soyu Hz. Hasan'a dayanan, Afrikada Hükümdar,
tarikat şeyhleri ve pirleri, ulema ve fudala yetiştirmiş olan ve Harun
El-Rcşid'in baskılarından Afrika'ya firar ettiği halde, bu Halife tarafından
zehirlenen meşhur "İdris Alevî" ailesindendir.
Pederleri
mezkûr vahadaki zaviyesinde irşad ile meşgul olurdu. Seyyid Muhammed Es-Scnûsî
temel ilimleri pederinden tahsil etmiştir.
Genç
Senûsî çocukluğundan beri gayet ciddi olup vaktinin çoğunu dalgın bir halde ve
tefekkürle geçirir idi.
Ciddiyeti,
fevkalade fesahati, sözlerindeki halâvet ve tesir sebebiyle genç Senûsî umumun
hürmet ve muhabbetini kazanmış idi. Zaviyeye uğrayan kafileler, şöhreti sahraya
ve sahillere kadar yayılmış olan genç seyyidi ziyaret ederler ve nasihatlerini
dinlerler idi.
Cenab-ı
Seyyidin ziyaretçilere verdiği va'z ve nasihat, öteden beri söylenen sözlere
benzemez idi.
Selametle
gidip gelmek, düşmanların kötülüğünden ve belâdan emin olmak için kendisinden
dua ve Fatiha talep edenlere, Fatiha verdikten sonra "Birbirinizi seviniz.
Birbirinizin kardeşi olduğunuzu biliniz ve birbirinize bu suretle muamele ve
muavenet ediniz. Tâki Allah sizleri korusun, enbiyânın ruhları sizi
gözetsin!" der idi. Cehab-ı Seyyidin devamlı tefekkür halinde olması ve
insanlardan uzak durarak inzivayı sevmesi nihayet pederinin ve bölgedeki
şeyhlerin merak ve endişesini celbetti.
Bir
gün pederi onu bir kum tepeciğinde yalnızca oturmuş ve ummân-ı tefekküre dalmış
iken buldu. Peder, oğluna, endişeli ve gamlı bir şekil alan inziva ve
tefekkürlerinin esbâbıhı sordu.
Genç
seyyidin verdiği izahat pederinin hayret ve iftiharını mu-cib
oldu. Muhammet Es-Senûsî demiş ki: "Alem-i İslâmî
düşünüyorum. Bu kadar sultan ve ümerâya, bu kadar meşâyıh ve ruesâya rağmen
bugün alem-i İslâm çobansiz bir koyun sürüsüne
benziyor.
Her
yerin mürşidleri, fâdıllan var; lâkin alem-i İslâmî
birleşme noktasına, bir gâye ortaklığına sevk edebilecek umumî ve hakîkî bir
mürşid yok. Dîn-i mübînimiz tevhid ve ittihad üzeri-
ne
tesis edilmiş iken alem-i Islâmın her tarafında ihtilaf ve ayrılık var. Her tarafı
cehalet kaplamış, çünkü ulema ve meşâyıhta; bilgiyi, irfanı yayma emeli, din
gayreti kalmamış.
Bakınız:
Sudan ve Sahra'da hâlâ sürülerle putperest vardır! Meskûn yerlerdeki bütün
mescidlerde ilmiyle âmil olmayan sürülerle ulema var iken bunlar rahat; bu
bîçarelere hidayet yolunu göstermeyi akıl etmiyorlar!
Ahvâl-i
alemi, gelen kafilelerdeki kulağı delik şahıslardan
öğreniyorum. Her tarafta mağlub oluyoruz. Memleketler, mâmureler gidiyor. İslam
bir uçuruma doğru koşuyor. Bunu gören, çare düşünen yok. İşte ben, bunlan
düşünüyorum."
Cenab-ı
Seyyidin pederi bu ahvâle karşı ne yapılabileceğini sordu.
"Çalışacağım" cevabını aldı.
Pederinin
müsaadesi ile Seyyid Muhammed Es-Senûsi tahsilini tamamlamak için Fas'a gitti.
Cenab-ı Seyyid geceli gündüzlü çalışarak, henüz 30 yaşında iken Fas Cami-i
Kebir'inde tedrise baladı. Fas'ın durumu Seyyid'in dilhûn
olmasına sebep olacak bir derecede idi. İslam'ın ilim merkezlerinden biri olan
Fas’ta ahlâktan eser kalmamış idi. Memleket daimî keşmekeşler, mütemâdî
ihtilaller içinde kalmış idi. Seyyid Muhammed Es-Senûsî bu ahvale karşı
şiddetli bir lisan kullanıyor idi. 8 sene devam eden tedrisâtında beyhude yere
İslâmları birlik ve uyanışa davet etti.
Bu
kadar çalışmanın bir semere vermemesi bir yana, Hükümetin kem nazarını da celbetmiş
idi. Şeyhlikle başlayıp saltanatla işi neticelendirmek Afrika’da ve bilhassa
Mağrib-i Aksa’da görülmüş şeylerden idi.
Fas
Emirleri bu genç şerifte bir rekabet, bir iddia gördüler. Ce-
nab-i
Seyyid Fas'ta ikametten hiç bir fayda hasıl olmayacağına
hükmederek Cezayir'in güneyindeki Tuvat şehrine yakın ve Sahranın
anahtarlarından biri durumunda olan "Lağavat" kasabasına azimet etti.
(1245).
Seyyid
Muhammed Es-Senûsî'nin Lağavat'ı ikametgâh edinişi, bir taraftan ye's ve fütura
ve diğer taraftan da beslediği emel-i muhtereminden tamamen vazgeçmediğine
alamettir.
Lağavat
kasabası Tuvat yolu ile sefer eden kafilelerin toplanma yeri olduğu gibi,
Türklerin de pek sık ziyaret etlikleri bir yer idi. Lağavat’ta Cenab-ı Seyyid'e
rekabet edebilecek ulemâ ve fudalâ dahi yok idi.
Seyyid
Muhammed Es-Senûsî burada fikirlerini kabul ettirecek pek çok kimse
bulabilirdi. Lağavat gibi meçhul bir noktada ikametle Cenab-i Seyyidin,
fikirleri ve emelleri icra sahasına konulamayacağı Lağavat’ta yükseltilen sesin
âlem-i İslâma du-yurulamayacağı düşünülürse Cenab-ı Seyyid’in Fas'taki
mağlubiyetinden ye'se düştüğü ve ne yapacağını tayin edemediği ortaya çıkar.
Seyyid
Muhammed Es-Senûsî, ümid ettiği kolaylık ve rahatı Lağavat'ta bulamadı. Lağavat
kasabası "Tarîkat-ı Ticaniyye" mensuplarının nüfuzu altında idi.
Ticânîlcr hararetli va'zlar ve ren, bir takım muazzam işlerden bahseden Seyyid
Scnûsî'y murakabe alıma aldılar. Cenab-ı Seyyid kasabayı terk ile soya hata
çıkmağa mecbur oldu. Bu tarihten itibaren Seyyid Mu hammed Es-Senûsî'nin hayalındaki ikinci devre başlıyor. Ce nab-ı Seyyid Mesad,
Kabıs, Trablusgarb, ve Bingazrşehirlerini ziyaret
etti. Bu şehirlerin her birinde bir müddet ikametle, günlerini va'z ve nasihate
vakfeyledi.
Seyyid
Muhammed Es-Senusî Bingazi'den sonra Mısır'a gitti. Mısır bu tarihte Mehmed Ali
Paşa'nın idaresine geçmiş idi. Mısır'ı ziyaretinin Cenab-ı Seyyid'in hâlet-i
ruhiyesinde büyük değişiklikler meydana getirdiğinde hiç şübhe edilemez.
Mehmed
Ali Paşa'nın bir avuç serseri ile askerliğe istidadı olmadığı zannedilen
Mısırlılardan teşkil ettiği ordu koca Hükü-met-i Osmaniye'yi düşündürüyordu.
Mısır'ın muvaffakiyetleri, Hükümet-i Osmaniye'nin çöküşe doğru yürüdüğü
düşüncesini Cenab-ı Seyyid'in dimağına yerleştirdiğine asla şübhe edilemez.
Garipdir
ki bu büyük dâhi Mehmed Ali Paşa'nın muvaffakiyetinin sebepleri, Hükûmet-i
Osnianiye’nin mağlubiyetindeki sâikleri hakiki mahiyetiyle göremiyor ve bu
sebepleri pek başka noktalara atfediyordu:
Hayat
mücadelesinde galebe ve muvaffakiyetin, Avrupa tekamülât ve medeniyetine
tamamen sahip olmağa bağlı bulunduğunu Seyyid Muhammed Es-Senusî göremedi.
Bunun
sebebi de bulunduğu muhitlerde Avrupa'daki ilerlemenin korkunç dehşetine vâkıf
olamamasıydı. Mamafih Mısır'ı ziyareti "Avrupa medeniyeti ve Türkler"
hakkındaki fikirleri dışındaki konularda Cenab-ı Seyyidin feVkal’âde
istifadesini mucip oldu.
Evvela:
Seyyid Muhammed Es-Senûsî daha tahsile muhtaç olduğunu farketti. Saniyen:
Mczheb ihtilaflarının, tarikatlcrin çokluğunun, tek kişi hakimiyetinin bütün alem-i İslâmda, hareketliliğe ve gayelerin birleşmesine mani
olduğunu anladı.
Seyyid
Muhammed Es-Senûsî Mısır'da pek çok itirazlara hedef oldu. Mehmed Ali Paşa'nın
idare usulüne, ıslahallanna itiraz ettiğinden Mısır’ı da terke mecbur kaldı.
Hicaz tarafına yöneldi. Seyyid Senûsî Mekke'de hiç bir zaman eksik olmayan
seçkin ilim adamlarından noksanlarını tamamlamaya çalışmakla beraber, meşhur
tarikat pirlerinden Şeyh Ahmet bin İdris'e inti-sab etti.
Mevcut
İslâm Mezheplerinin hepsini tetkik eyledi. Bütün alem-i
İslâma hitap edebilmek için maarif-i İslâmiyenin mecmûuna vakıf olmak lüzumunu
takdir ile, ona göre çalıştı.
Ahmet
bin İdris, Şazeliye'nûn uzantısı olan bir tarikat-ı mahsu-şanın sahibi idi.
Seyyid
Muhammed Senûsî, şeyh-i müşarunileyhden istihlaf eyledikten (hilafet aldıktan)
sonra mücaveret sûretiyle Mekke'de ikamet eden ve Hac yapmak üzere gelen
şeyhlerden dahi icazet aldı. "Es-Selsebil El-Mu'în” nam eserinde
bildirdiği üzere Cenab-ı Seyyid 40 tarikattan istihlâf eylemiş idi.
Tasavvuf
ve Hikemiyatta dahi hiç bir nokta, meçhûlü kalmamış idi.
Cenab-ı
Seyyid, Akvam-ı Muhtelifenin toplandığı bir yer olan Mekke'de muhtelif ırklara
mensup, muhtelif dillerle mütekel-lim müslümanlan hadde-i tetkikten (tetkik
süzgecinden) geçirmiş, Akvâm-ı Şarkıyyenin ahvâl-i rûhiyelerini pek mükemmel
anlamış ve öğrenmiştir.
Her
kavmin fâzıl ve mütefekkirleri ile konuşmuş, Alem-i
İslâmm her tarafı hakkında malumat-ı mükemmele almış, fâzıl kimselerden
istifade etmiş, mustaid (anlayışlı) gördüğü zevata fikir ve maksadını, meslek
ve tarikatım neşre ve telkine başlamış idi.
İşte
Cenab-ı Seyyid, bu suretle tezeyyun-i zat ettikten, zamanının ulemaları ve
meşâyih-i kâmilîni adedine dahil olduktan sonra
maksad-ı azîmine başlama zamanı geldiğine hükm etti.
Edindiği
tecrübelerle, ihtilâl ve inkılâb husule getirecek bir
Senûsîlik
ve Seyyid M uhanuned Senûsi kimsenin
her türlü tazyikat ve tahakküm-ü haricîden âzâde kalması lüzumunu Cenab-ı
Seyyid pek güzel takdir ediyor idi.
Büyük
şehirlerden, İslam’ın önemli merkezlerinden herhangisini makarr ve merkez ittihaz
etse, hükümet-i mahalliyenin müdâhalesine uğrayacağı şüphesiz idi.
Bundan
maada Seyyid Senûsîgibi bir dâhi, meçhûliyetin yan kudsiyet olduğuna vakıf idi.
Bununla beraber, Alem-i tslâmla kolayca münasebette
bulunabilecek, daimî irtibat mümkin olacak bir yer intihabının zarûreti de
ortada idi.
Cenab-ı
Seyyid, bu şeraitin ekserisini cami' olan Bingazi cihetlerine göz attı.
Hükümet-i
Osmaniyenin o vakıtki zayıflığı, Bingazi gibi, merkez için ehemmiyet-i
fevkaladesi meçhul bir memleketin emniyetiyle uğraşmaya vakit bırakmayacak
derecede idi.
Filvaki,
Osmanlı Hükümeti yalnız sahildeki kasabalara, o da bir çok
ihtiraz kaydı ile icrayı nüfuz edebiliyor idi.
Bir
vakit İtalya'nın zahire anban ismini almış, gaye-i ümran ve refaha cilvegâh
olmuş olan "Cebel-i Ahdar" adeta boş ve sahipsiz idi. Cebel-i
Ahdar, Bingazi ve Deme'ye uzak değil idi. Bu iki iskele vasıtasıyla her tarafla
irtibat mümkün idi. Fazla olarak Mısır'a gidip gelen kârbanlar (kervanlar), Burnu,
Va-day gibi mahallere işleyen kafileler, Cebel-i Ahdar'a uğrar idi.
Trablusgarb ve Fîzan'la münasebat-ı kâmile mevcut idi. Binga-zi'deki
OsmanlIların teftişinden korkmağa da mahal yok idi.
İşte
bu sebeplere binaen Seyyid Muhammed Es-Senûsî ilk zâviyesini Cebel-i Ahdar'da
tesis etmiştir.
Seyyid'in
bu hareketi, ne kadar metin düşündüğüne delildir. O, Alem-i
İslam'ın ruhu olmak istiyordu. Ruh, vücudun her noktasında mevcut ve âmir
olduğu halde, makam, mahall-i mahsusu meçhul kaldığı gibi, Cenab-ı Seyyid dahi
hüküm ve tesirini artıracak bir meçhuliyette kalmağı münasip gördü.
Pek
az zamanda Cebel-i Ahdar zaviyesi bir kasaba şeklini aldı.
Bu
sürat, beklenenin hilafına, ilkin Osmanlı memurlarının na-zar-ı dikkatini
celbetti. Cenab-ı Seyyid zaviyesini sahile biraz fazla yakın ve ileride
müdahale halinde Bingazi hükümetinin nüfuzunu hissedecek bir mevkide inşa
ettiğini farketti.
Asıl
merkez olmak üzere "Cabub" dahilindeki
zaviyesini tesis etti. Cabub o tarihte, Cebel-i Ahdar'da mümkin ve mutesavver
olan mahzurlardan ârî olduktan maada etraf-ı civarında şecî ve müstakil pek çok
göçebe Arap kabileleri bulunuyor idi. Bunların hemen hepsi pek az zamanda
"ihvan-ı Senûsîye" adedine dahil olmuşdur.
Cenab-ı Seyyid’in akraba ve dostlan, havass-ı mürîdanı Cabub'a hicret ettiler.
Orası da az vakitte bir kasaba oldu. Cesîm hurmalıklar yetiştirildi.
Muhammed
Scnûsî'nin ilk işi, mezâhib-i makbûle-i İslâm'ın kâffesini tetkik ederek 4
mezhebin behrindeki eshel ve ekmel müctehidatı (daha kolay ve mütekâmil
içtihadlan) kendi içti-hadlanyla meczetmek oldu.
Lâkin
bu mezheb, dört sünnî mezhebin aynı ve zübdesi olmakla beraber, sui zannı ve
yeni bir mezhep icadı fikrine sapılmasını mucib olmamak üzere ayrıca tamim
edilmeyerek Senûsî tarîkatine dahil olacak ihvana
tahsis kılındı.
Mamafih
Cenab-ı Seyyid bu babda bir kaç eser telif etmiştir ki bilhassa fukahâyı
Malikiye arasında tedavül etmekledir. Cc-nab-ı Seyyidin içtihad ettiği
tarikat-ı Senûsîye, Marifet ve
Usûl-i
tasavvuf itibariyle, bu tarikatin özü ve özeti sayılır.
Binanaleyh,
bazılarının yaptığı gibi Tarikat-ı Senûsîye’yi, Şazeliye'den İdrisiyye'nin bir
şubesi addetmek hatadır.
Zaten
Tarikat-ı Senûsîye'ye "Cemiyet” namı vermek daha doğrudur. Bu cemiyet
kadar teşkilâtı mükemmel ve muntazam hiç bir cemiyct-i hafıyye veya diniye
görülmemiştir. Vasıtaların azlığı gayelerin azamet ve ihtivası, göze alınan
muşkilatın ve mevâniin (engellerin) cesameti nazar-ı itinaya alınır da Çeşniye
t-i Senûsîye Avrupa ve şarkta zuhur eden cemiyetlerle mukayese edilirse, Cenabı
Seyyid'in dehasına hayran olmamak elden gelmez.
Tarikat-ı
Senûsîye'de künhüne varılmaz muğlak hikmetler, su’ûbetli (zor) merasim ve
riyazat olmadığı gibi makbul bir mantıka, nezih bir suret-i tefekküre mugayir
şeyler de mevcut değildir. Tarikat, amelî ve içtimai bir hikmet üzerine
kurulmuştur.
Cemiyet-i
Senûsîye'de üssul esas (esasların en önemlisi) "uhuvvet" ve
"te'âvün" (kardeşlik ve yardımlaşma) hususlarıdır.
Senûsîler
eyyam-ı mahsusadan başka, Cuma ve Pazartesi geceleri biraraya gelirler. Ayrıca
sema'lan ve usul-i merasim olmayıp ietimalannda fukara doyurulur. İhvan
sema'hanede bir "mukaddem" denilen şeyhin riyaseti altında
Kur'an sûrelerinden bazılarını kıraat ederler. Salât-ı azmiye denilen ve
Şeyh Ahmet bin îdris tarafından tertib edilmiş olan salât ile Ruh-i Nebiyyi
zîşanı tevkir ederler (ağırlarlar).
Tarikat-ı
Senûsîye, ihvanını nevâfıl ile işgal etmeyip iş ile,
güç ile çalışmağa ve talim ve taallüme mecbur ederler.
Tarikat-ı
Senûsîyeye giren bir kimse aciz ve malûl olmadıkça, çalışıp kazanmağa, faydalı
bir adam olmağa sevk edilir.
Büyük
zaviyelerde fıkıh ve hatta yüksek ilimler tedris edecek fakihler bulunur.
Tarikat-ı
Senûsîye'nin, dediğimiz gibi, esası uhuvvet olup bu tanka dahil
olanlar bu esasa tamamen riayete mecburdurlar. İhvan derecâta munkasimdır:
Halife, Şeyh, Nakıp, Mukaddem misilli hizmet mertebeleri bulunduğu gibi alelumum
ihvan, avam, havas ve havvassul havas sınıflanna ayrılırlar. Cemiyet-i Senûsîye
bir tarikat-ı mahsusaya sahip olmakla beraber, siyasi bit cemiyettir.
Şu
kadar ki makâsıtdve efkâr-ı siyasiyesi ihvanın havassma, halifelere ve şeyhlere
malûm olup avam-ı ihvan yalnız bazı müphem malûmata maliktir.
İhvan-ı
Senûsîyeden her biri malûl ve mâzur olmadıkça, daima harbe âmâde bulunmağa ve
indel icab alacağı emir üzerine harbe gitmeğe memur ve mecbur olup bu babda ve
her hususta itaat ve sadakat göstermeye yemin etmiştir.
Teşkilat-ı
Senûsîyenin bu maddesi Afrika'da bütün manasıyla tatbik edilmekte olup yalnız alem-i îslâmın diğer kısımlarında bu husus muâvenet şeklinde
bırakılarak tamamen tatbik olunamamıştır.
Afrika’da
ihvandan her biri iktidarı nisbetinde silahlı bulunmağa, bir deve sahibi
olmağa, hiç olmazsa eslihâdan bir şey bulundurmağa mecburdur. Aşın derecede
fakir olursa indel icab kendisine lazım gelen silah zaviyeler veyahut ihvanın
zenginleri tarafından verilir. ,
Zenginler
ve rüesâdan olanlar, derece-i servetine göre müteaddit develer ve silah
takınılan bulundurmağa, maiyyetindeki hademeyi ve kölelerini silahlandırmağa
mecburdur. Bir Senûsî uhuvvet ve teâvün esaslanna karşı hile ve ihanet edemez.
Bir Senûsî, elinden geldiği kadar sık taam ihzar edipzâviyeye götürür. Sair
ihvanın getirdiği yemeklerle birleştirilerek umumiyetle ve ihvanca taam edilir.
Mamafih
bu umûmî taamlar olsun, zâviyelerde her gece çıkan-lan
taamlar olsun yalnızca ihvan-ı Senûsîye'ye has ve münhasır olmayıp her kim
müracaat ederse kabul ve i'zaz ve ikram edilir.
Tarikat-ı
Senûsîye, ihvanına inziva ve inkıta tavsiye etmedikten maada, bir suretle
maişet teminine sevk ettiğinden, tarikat namına dilencilik ve sadaka kabulü
yasaktır.
Senûsîler
arasında bu teâvün hususu o derece intizamla cereyan ve o kadar menâfi istihsal
eder ki, yalnız bu menâfi çoklannı bu tarîkate girmeye sevk eder. Bu usul
sayesinde her zâviye mükemmel bir imârete malik imiş gibi gündüz ve gece yemek
çıkarır.
Zâviye
şeyhleri kısmen alenî, kısmen hafi (gizli) birer mahallî cemiyetin reisleri
demek olmakla beraber, tam manasıyla da birer şehbender (ticari temsilci,
koordinatör), aynı zamanda tica-ret-i mahalliyenin reisi, sigorta kumpanyalan
vekili demektir.
Her
şeyh icrayı ticarete memurdur. Kazancının bir kısmı kendine, bir kısmı cemiyete
aittir. Bir zâviye şeyhi sahil ve dahilin pi-yasalanna
vâkıftır. İhracat mallannm mahallî fiyatını bildiği gibi ithalât emvâlinin
transit merkezlerindeki fiyatlarına dahi vakıftır.
Kafile-i
ticariyesinin hücum ve taarruzdan masuniyetini arzu edenler zaviyelerden birer
"eman," "sigorta kağıdı" alırlar.
Emanların
fiyatları kafileye göredir.
Dünyada
kuvvetten başka hiç bir kanuna tabi olmayan Teybu, Tuvank (Tuareg) vesaire gibi
kavimler, Senûsî zâviyelerinin verdiği em ana fevkal-had hürmet ve riayet
ederler. Zâviye şeyhleri, zengin Senûsîler, bulundukları mahallerin bankerleri
hükmünde olup erbab-ı ticaret ve ziraate para ikraz ederler, lâkin bir
Senûsîden aldıkları faiz ile bir haricîden aldıkları faiz arasında fark-ı azim
vardır.
İşte
bu tafsilâttan anlaşılır ki Cemiyet-i Senûsîye, bulunduğu mahalli tamamiyle
taht-ı hakimiyetine alacak ve insanlara bilcümle
vesait ile tahakküm edecek teşkilata maliktir.
Cenab-ı
Seyyid bu esasları vaz ettikten sonra, etraf ve civara ve giderek bütün alem-i İslâma Halifeler ve vekiller göndermeğe başlamıştır.
Afrikanın
her tarafında zâviyeler açılmağa teşebbüs edilmiş ve tamamıyla muvaffakiyet
oluvermiştir.
Zâviye
açılan mahallere ekseriyetle o yer ahalisinden biri terbiye edilerek Halife
tayin edilmiştir. Vekiller ise daha büyük ve mühim vezaiflc mükellef olup
ekseriyetle umuma karşı meçhul bırakılmıştır.
İslam'ın
mühim merkezlerinin kâffesinde Cenab-ı Seyyidin vekilleri ve muhabirleri var
idi.
Bu
vekiller mümkün oldukça bulundukları mahallin ahalisinden intihab edilirse de,
vazife-i vekaleti yapabilecek dereceye gelinceye kadar
terbiye ve talim edilirler idi.
Hulefa
ve vükelânın yerlilerden seçilmesi bile Seyyid Muham-med Es-Senûsî'nin ne
derece metin muhakemeli bulunduğuna bir delildir. Bu mühim hizmetlerde yabancı
adamların istihdamında bir çok mahzur mutasavver olup yerlilerde ise bu maha-zır (mahzurlar) yok idi.
Merkezî
zâviyelerin vükelâ, Hulefâ ve muhabirin ile muhaberâtı şayan-ı hayret bir sür'at
ve intizamla cereyan etmiş ve etmekte bulunmuştur. Bir haldeki hakikaten
keramet ıtlaki-ne müstehak olan bu sür'at, ekseri ihvanca mânâyı tâmmıyla
keramet görülüyor idi.
Türkiya,
Hicaz, Yemen, Hind, Cava, Mısır, Tunus, Cezayir ve Fas gibi mahallerdeki vekil
ve muhabirler, vukuât-ı mühimme-i mahalliyeye dair raporlarını Bingazi'ye
göndermekte ve oradan dahi hecinlerle zâviye-i merkeziyeye gönderilmekte idi.
Sudan,
Bomu Ayır, Zender, Suvat, Sahrayı Kebir vesair mülha-kat-ı dahiliye
zaviyeleri şaşılacak bir sürat ve intizamla vukuât-ı câri yeyi (cereyan eden
hadiseleri) merkeze bildiriyorlar idi.
Bütün
Senusîlerin nazar-ı ruhu önünde ulvî bir hayal, himmetiyle arz-ı cemal etmekte
olup cümlesi, bu hayalin gerçekleşmesinin Cenab-ı Seyyidin delâlet ve irşadıyla.mümkin bulunduğuna kail olarak ona göre
cansiperâne çalışmakla idi.
Senûsîlerin
seyyid ve reislerine karşı hissettikleri hürmet ve bağlılık en yüksek derecede
idi.
"Maksad-ı
Mukaddes" ihvandan herbirine bütün vuzûhu ile malûm değil idi.
Hatta
milyonlara baliğ olan ihvânın kısm-ı âzami takip edilen maksadın teferruâtma
asla vâkıf olamazdı. Hâlâ da böyledir. Lâkin cümlesinin bildiği bir şey var idi
ki o da itila ve ittihad-ı îslamm (İslam'ın yücelme ve birleşmesinin), rcfah-ı
millînin ve
hatta
saadet-i beşeriye'nin ancak Seyyid'in emrine ittiba ile hâsıl olacağı idi. Buna
hepsi inanıyor, bu hâyal-i ulvînin verdiği şevk ve hâheşle (hevesle) çalışıyor,
ciddiyet-i tâmme ve azm-i kat'i ile çalışıyor idi.
Seyyid
Senûsînin bir çöl ortasında ikamet ediyor oluşu hayalperest olan dimağlara
başka bir tesir-i şedîd îkâ ediyor idi. Müşarünileyh, büyük bir merkezde,
gözler önünde bulunsaydı, şübhesiz bu derece kuvvetli tesirat meydana
gelemezdi.
Cenab-ı
Seyyidin irfan ve kemalâtı, İslâm mütefekkirleri nez-dinde
ne derece takdir ve takdis edilmiş ise avam indinde dahi kerâmât ve kuvve-i
kudsiyesi o suretle şöhret bulmuş idi. Senûsî halifelerinin önde gelenleri,
hazret-i Seyyid'in keramet ve keşfiyatım zâviyelere ananesiyle yazıp
bildirirler. Kerâmât, vekiller, halifeler vasıtasıyla ihvana ve bunlar
tarafından âleme ilân olunur. Bir şükran ve memnuniyet arzı olarak bilumum
zaviyelerde ziyafetler tertip ve fukara itam edilir.
Afrika
ahalisinin havarika (harikulade işlere ve olaylara) verdikleri ehemmiyet pek
büyüktür. Buralarda her asırda hüküm fermâ olmuş bulunan kanşıklıklar ve
birbirini takib eden muharebeler yüzünden refah ve rahat ortadan kalkmıştır.
Kötü
idare ve yolsuzlukların sebep olduğu zorluklardan yakasını nasıl kurtaracağını
kestiremeyen halk, bu mezahimden kurtuluşu havâriktan bekler.
Açların,
sefillerin menbâ-ı ümid ve tesellisi kerametlerdir. Bu fevkalâde şeylere
duyulan ihtiyaç yüzünden ahalideki meyl-i itikad şaşılacak bir ifrat derecesine
varmış ve çocukça bir şekil almıştır. Yine bu sebepledir ki sürülerle hokkabazlar
alelâde maharetle bîçare ahalinin safvetini suistimal edegelmiştir. Ufak bir
meçhuliyetin etrafında derhal şâirane hurafeler peyda olur. Cahil olan halk
kendine meçhul kalan herşeyi harika farz ederek o sûrede tefsir ve te'vil eder.
Şerirlerde,
çöllerde dolaşan ahalinin ruhunda garip bir hassasiyet, fikrinde acaip bir
şairiyet vardır.
Afrika'da
uzun müddet oturmayan bir Avrupalı, bir Asyalı, Afrikalıların halet-i
ruhiyelerinden bir şey anlayamazlar.
Şerir
ve çöl cevvalleri (gezginleri), gayet zeki ve pek hassas ve fakat pek cahil
olan bu halk bir tepeye, bir ağaca, bir çalıya, bir kuşa bile keramet ve
velâyet atfederler. Sıradan bir eser-i tabiatta harikalar görürler. Bu
derecesini biz gülünç buluruz. Lâkin bizim bu hareketimizde dahi noksan tetkikten
eser var.
Çöl
adamı bir ağaca keramet isnat ediyor, çünkü bunun sayesinde 20-30 günlük
metâib-i takat-fersânın (dayanılmaz zorlukların) verdiği dehşetli yorgunluğu
çıkaracak bir uyku uyuyabilmiş, yapraklarından ve dallanndan mübrem ihtiyacını
tesviye için istifade etmiştir.
Bir
tepe, bir tümsek kendisini kum fırtınasından, sam yelinin savurduğu kum
mermilerinden muhafaza etmiştir.
Kuşcağız,
meyus kaldığı, ölümün yaklaştığı bir günde, kendisine, kaybettiği kuyunun
yakınında bulunduğunu tebşir etmiş, ruhuna metanet vermiştir.
Şerirlerin
makberâne sükutu içinde dalmış, gözlerini kapamış olan
seyyahın samia-i hayretine, sanki latif elhanlar, ruhnevaz (ruhu okşayan)
cıvıltılar gelir.
Şerirlerde
çöllerde geceleri hüküm fermâ olan nîm zulmette (yarım karanlıkta) seyyahın
gözlerine taşlar, tepeler garip şekiller, tasviri müşkil tesirler ika ederler.
Tabiat, buralarda pek garabet efza (garipliği çoğaltan) ve adeta "gayr-ı
tabii" dir.
Bir
gün hiç unutmam, bir refik-ı muhteremle Merzak kasabası haricinde bir saatlik mesafede
bir bahçeye gitmiş idik. Kasaba ile bahçe arasında ne bir anza-i tabiiyye ve ne
de şayan-ı dikkat bir şey yok idi. Bu mesafe düz bir kum çölünden ibaret idi.
Gece saat 4'te refikımla kasabaya avdet için yola çıktık. Her ikimiz de
düşünerek yürüyor idik. Birdenbire gözümün önünde bir man-zara-i veleh'aver
(hayret verici) peyda oldu.
30-40
metrelik bir mesafede, karşımızda cesim ve uzun bir kum tepesi yolu kesiyordu!
Salıverdiğim hayret nidası refikimin sa-dayı taaccübüne karıştı.
İkimiz
de tam manasıyla alıklaşmış, birbirimizin yüzüne bakıyorduk. Gece, soluk bir
ziya ile münevver idi. Yüzlerce defa geçtiğimiz bu yolda değil dağ, şâyân-ı
kayd bir tepecik, bir tümsek bile yok idi. Hatta değil bu yolda, bütün Marzak
civarında dağ denilebilecek irtifalar yoktur.
Lâkin
berikimizin müşahedesi ile sabit oluyordu ki biz koca bir dağın karşısındayız.
Buna ne mana vereceğimizi bir türlü kesti-remedik. Lâkin her halde bir kaç yüz
metrelik bir dağa çıkamayacağımızdan, geriye, bahçeye avdete karar verdik.
Döndük. Hem gidiyor, hem de ara sıra arkamıza başımızı çevirerek dağa
bakıyorduk... Birden bire dağ kayboldu. Durduk, biraz daha düşündük. Yine bir
mana veremedik. Çöl dümdüz, her tarafta sükût.
Eğer
yalnız görseydim işi bir suretle te’vil mümkün idi. Lâkin her ikimiz görmüştük.
Dağın
gözden kaybolması üzerine, refikımla yine tebdil-i istikamet ederek kasabaya
doğru gitmeğe başladık. Gözlerimiz her ânzadan ârî, yola dikilmiş idi... Dağ
yine peyda oldu. Yine ufku kapladı! Bu defa dönecek yere, dağa takarrup etmeye
başladık... Dağ yine kayboldu. Bu tecrübeyi bir kaç kere tekrar ettik.
Anlaşıldı ki bu manzara-i acibe 3-5 metrelik bir mahalden görülebiliyor. Bu
mahalden uzaklaşılırsa manzara kayboluyor.
Ertesi
günü oraya gittik. İzlerimizden manzarayı gördüğümüz yeri tayin ettik. Netice-i
tetkikâtımızda tebeyyün etti ki, dağı gördüğümüz noktanın biraz ilerisinde bir
vakit buğday zer'edil-miş ve bu sebeple oradan kumlar toplanmış, kuyular
açılmış sonra terk edilmiş, kuyu kapanmış, doldurulmuş. Bu bahçenin, bu
mezrânın mevcudiyetinden eser kalmamış. Kumlarla kaplanmış ise de yeri
hissedilecek surette çukur halinde kalmış.
Gördüğümüz
acayip manzarayı bu (çukura) hamlettik. Hadi-se-i tabiiyyeyi bu suretle izah
edebildik.
Bizim
yerimizde bir Bedevi olsa idi bittabii bu kadar uzun düşünemez ve bu hadiseyi
havârika (harikalara) hamleder idi.
Havârik
ıtlak edilen efâl-i mahsusayı tamamen kabul ederiz. Havarikın bir kısmı şer'an
istidrac ismini alıp san'ata râci olur. Makbul değildir. Diğer kısmı ise safvet
ve yücelik sahiplerine ihsan-ı mevlâdır ki kerâmâtdır.
Gelelim
sadedimize:
Cenab-ı
Seyyid'in kerametleri bu suretle neşredilmekten faydalı neticeler husule geldi.
Meftûn-i
havârik olan sürülerle bedevi ve vahşî kabileler, bu kuvvetle dâire-i
medeniyet-i İslamiye'ye alınabildi.
O
vakit evsana (putlara) tapan Teybutbistî, Teyburşada kabileleriyle pekçok
siyahiler İslama idhal olundu.
Yalnız
ismen, müslüman ve hakikatta abede-i can olan (ruha tapan) Tuvariklerden kısm-ı
âzami tamamıyla müslüman oldu. Seyyid Muhammed, es-Senusî'nin gayret ve
irşadıyla İslâmiyet! kabul eden kabâil-i vahşiye
efradı 5 milyondan ziyadedir. Zihi (ne güzel) himmet! Zihi faaliyet!..
Bu
suretle Afrikayı vusta ile şimal arasındaki yağmacı ve cesur kabilelerin mani
olma durumları bertaraf edilerek aynı maksada hizmetleri temin edildi.
Cenab-ı
Seyyid'in pek de uzun olmayan müddet-i hayatında kuvveden fiile çıkardığı
icraatı akıllan hayrete düşürecek mahiyetledir.
Bu
alem-i muvakkati terk edeceği zaman yaklaşmış, velakin
cemiyet tamamen tesis edilmiş, herşey hazırlanmış, bir şey unutulmuş idi.
Fas
hududundan itibaren Cezayir ve Tunus’un güney kısımlan, Tuvat hıttası havalisi,
Hegar ve Ezcer Tuvarikleri memleketi, Teybu havalisi, Vaday, Ayr, Zender
hükümetleri ve daha bir çok Sahra ve Sûdan akşamı,
Fîzan, Bingazi ve o havalideki kabileler, Senûsîlerin daire-i nüfuzuna girmiş
idi. Bu dairede sakin nüfus-ı beşer -Lâ ekal- 20 milyonluk bir kitle-i azîme
teşkil eder.
Lâkin
Senûsîlerin daire-i nüfuzu bu hudutta mahsur kalmıyordu. Alem-i
İslâmın en ücra köşelerinde bile taraftarlan, muhipleri var idi. Mesela: Yalnız
Cezayir'deki ihvan-ı Senûsîyenin miktan 200 bine baliğ oluyordu. Bu itibarla
Senûsîlerin Afrika'da tesis ettikleri hükümet-i maneviye, 40 milyon nüfusa
şamil idi.
Seyyid
Muhammed es-Senusî, istediği vakit kemal-i suretle 40-50 bin kişi toplayabilir,
indel icab bütün Tuvarikleri, Sibula-n, Tuvat Araplannı ve hatta sürülerle
akvam-ı Sûdaniyeyi istediği noktaya sevk edebilirdi.
Lâkin
Cenab-ı Seyyid, cehlin ilim ile, kuvve-i âdiyenin
intizam ile mübâreze edemeyeceğini ve âkıbet için mağlubiyetle neticeleneceğini
pekgüzel biliyordu.
Bu
sebeple küçük bir ihtiyatsızlığın, vakitsiz bir hareketin, ufak bir
aceleciliğin bu kadar emeklerle kurulan binayı bir daha kalkmamak üzere zîr ü
zeber edeceğini tamamıyla takdir ediyordu.
Bu
mütalaâta mebni, Cenab-ı Seyyid faaliyetlerden, siyasi icraatlardan evvel İslam
alemini uyandırmaya, kısmen de olsa, emellerini
anlayacak, tasavvuratını uygulamaya koyabilecek hale getirmeye azmetti.
Heyhat
ki hazret-i Seyyidin bu emeli ne kadar muazzez ve bü-.yük ise bazı hususâttaki
vasıtaları da o kadar noksan idi!
Asırlardan
beri hâb-ı gaflet içinde uyuyan, (Burada tafsili sadet haricinde kalacağı
cihetle başka bir makalemizde teşrih edeceğimiz veçhile) gafleti kendine meslek
ve hal edinen alem-i İslâmm uyuşukluğu 3-5 senede
defedilecek derecede olmadığı gibi, Cenab-ı Seyyidin doğrudan doğruya taht-ı
nüfuzundaki kabâil ve ahalinin seviye-i irfanı bu büyük maksadın muvaffakiyetle
icrasına müsait değil idi. Bu hikmetlerin zorlamasıyla Cenab-ı Seyyidin ömrünün
sonlan zâviyeleri teksir ve maarif-i İslâmiyeyi neşr ile geçmiştir.
Cenab-ı
Seyyidin teşkilâtın temdini için Türklere ve Mısırlılara, yani Mısır'daki
Türklere müracaat etmeyişi, herhalde bir hata olmakla beraber, sebepsiz dahi değil
idi.
Avrupa
tefevvukunun (üstünlüğünün) hakiki ve samimi sebepleri Cenab-ı Seyyid'e meçhul
kalmış idi.
Bu
sebeple Cezayir’in Fransızlar ve Mısır’ın Mehmet Ali Paşa taralından işgali, ne
gibi zorlayıcı saikler altında vukua geldiğini ve Hilâfet merkezinin acz-ı
tabiîsini hakkıyla muhakeme edemiyor idi.
Vakıa
dehası, o nadir zekâsı Avrupa tefevvukunun ilim ve ahlâk ile olduğunu
kestirmiyor değil idi. Şu kadar ki üstünlük sebebi olan bu ilim, Cenab-ı
Seyyidin zannettiği gibi nakliyat ve mantıktan ibaret olmayıp ulûm-ı tabiiyye
ve smaiyye idi.
Cezayir'in
işgaline mani olunmaması, Cenab-ı Seyyid'in nazarında riyaset-i İslâmiyenin
alcm-i İslâma karşı işlediği etliği bir cinayet idi. Gerek bu infial ve gerek hilafet
meselesinde, bir şe-riftebulunmasıpek tabii olan tarz-ı tefekkür saikasıyla,
Cenab-ı Seyyid merkez-i İslâmdan ve dolayısı ile Türklerden mütebâid (uzak) ve
muhteriz kaldı.
Mehmed
Ali Paşa'nın Mısır'ı istilâsı ise Seyyid Muhammed es-Senûsînin fikrinde pek
elim ve kısmen doğru muhakemeler hasıl ettiğine şüphe
yoktur.
Mehmed
Ali Paşa'nın Mısır'ı istilâsı, Cenab-ı Seyyidce, Türklüğün âlem-i Araba
tahakkümü ve menfaat-ı milliyenin imhası suretinde telakki edilmişti.
Hele
Hidiv'in esasen pek müfid ve elzem, fakat suretçe biraz fazla gösterişli
tecdidat ve ıslahatını, Cenab-ı Seyyid İslâmî istihfaf ve Araplığı istihkar
şeklinde görüyor idi.
Böyle
olmayıp da Cenab-ı Seyyid merkez ve Mısır’ın ıslahatından bir nebzesini tatbik
etmiş ve hele ordular tanzimi için Türk zâbitânma müracaat eylemiş olsa idi, bu
gün Afrika'da, hilâfet-i İslâmiyenin himayesi altında 50 milyonluk bir
hükümet-i İslâmiye mevcud olurdu.
Ne
çare ki bâlâda seıdettiğimiz sebepler Türklerin o vakitki zaaf ve inhitatı, o
büyük davetçiyi, bu can alacak noktada yanlış düşünmeye şevketti. Cenab-ı
Seyyid Türklerin rehber-i İslâm ve vasıta-ı te’ali-i müslimîn olduğunu o
vakitki keşmekeş ahval sebebi ile kestiremedi.
Kestiremediği
için, Türklerin edna bir vesile ile göz kamaşıncı bir hâle gelecek kuvyet-i
müstakbelelerini keşfedemediği için Türklerden bir fayda beklenemeyeceğini
zannetti. Böyle zannettiği için Türkleri, icraatına hâil ve engel gördü.
Türklerden uzaklaştı.
Bu
uzaklaşma ne derecelere kadar varmıştır? Buralarının teşrihi hiç bir faydayı müfıd
olamaz. Biz bu meselede Fransızların iddiasını ve hele Senûsîler hakkında bir
takım mutaassıp ruhbanların beyanlarını hiç bir vakit hakikat diye kabul
edemeyiz.
Onlar
diyor ki: Seyyid Muhammed es-Senûsînin niyet ve maksatları şu cümlede
münderictir. "Türk ve Hıristiyan, ikisini bir darbe ile kesredecek!"
Biz
bu rivayetin yalan ve iftira olduğuna eminiz. Cenab-ı Sey-yidin Türklerden uzak
durması bâlâda serdettiğimiz esbaptan ileri gelmiş ise de, bu kaçınma, bir
büyük emelin icrası gayretinden hasıl olmuş büyük bir
hata olmakla beraber, nefret ve adâvet derecesini bulmamıştır.
Bu
mübaadet, bir hata ve hem de pek büyük bir hata oldu. Lâkin tarafsız bir
mütefekkir, insaf sahibi bir münekkid o vakitki ahvali insaf nazarına alırsa bu
hatayı tasdik ile beraber Cenab-ı Seyyidi mazur görür.
Seyyid
Muhammed es-Senûsî hazırladığı muazzam işin itmam ve ikmalini ve icra sahasına
konulmasını mahdum-ı mükerrem-leri Seyyid Muhammed ELMehdi es-Senûsî'ye tevdi
etti.
Hiçten
büyük bir bina kuran, milyonlarla halka rehber ve muktedâ olan bu dâhi-i
mübeccel, Seyyid Muhammed es-Senusî el-Hasenî el-Hüseynî el-Hattabî el-İdrisî,
1274 sene-i hicriyesinde 67 yaşında olduğu halde, bu kârgâhı fenayı terk ile alem-i me'âda intikal buyurmuştur...
Allah
ondan razı olsun. Allah onun yüksek sımnı mukaddes kılsın. Bizi onun
bereketlerinden faydalandırsın. Amin!
İkinci Kısım
1
Muhammed El-Mehdî ve Abdülhamid-i
Sânî
Alem-i İslâmda vukûât-ı mühimme
İttihad-ı
İslâm fikrinin iki sûreti
Tarihte
görülen tezad ve mu'âkese
Bir
mukayese
Seyyid
Muhammed el-Mehdi es-Senûsî 1258 senesinde dünyaya gelmiş olup Afrikaya
pederleriyle intikalinde 15 yaşında idi. Henüz genç iken şeyhlik seccadesine
ku'ûd etmiştir.
Seyyid
Mehdi'nin şeyhliğinden önce ve şeyhliği zamanında alem-i
islamda vukuat-ı mühimme ve azîme zuhûr etmiştir. Kabına sığmayan suyun taşmak
mecburiyetinde kalması gibi, memleketleri nüfuslarına dar gelmeye başlayan
AvrupalIlar da yeniden müstemlekeler edinmek, sınaî mamullerine yeni mahreçler
bulmak, yeni servet kaynaklan aramak mecburiyetinde idiler. Bu emeli istihsal
için ilk adımlar daha evvelce atılmış idi.
Alem-i
İslâmın ekser-i akşamı, eskiden beri cihangirlerin, galip ve fatih kavimlerin
nazar-ı hırs ve tamamı celb edegelmiştir. Hindin hâzineleri, şarkın defineleri,
milletlerin hikayât ve hu-rafatına geçmiştir.
Alem-i
Nasraniyetin intibah (uyanış) ve tekamül dönemlerinden itibaren alem-i islâmın
istilası iki baştan başlamıştır.
Bu
iki başın biri Kazan, Kırım ve Orta Asya; diğeri Hind, Cava ve mahall-i
mütecâvire idi. Alem-i İslâmın müstakil kısınılan bu
iki baş arasında kalan yerler idi.
İlk
teşebbüs-i istila muvaffakiyetle neticelendi. Mamafih müs-temlekat (sömürgeler)
politikası kısa bir müddet için Avrupaca umumilikten kurtuldu.
Lâkin
Avrupa istilası bir seylâb mahiyetinde olup tevkifi (durdurulması) vesait-ı
âdiye ile gayn kâbil olduğundan ve alem-i İslam bu
seylâba mukavemet edebilecek vesaite malik bulunmadığından ikinci devre-i
istila Cezayir'in ve bunu müteakip Tunus'un işgali ile küşâd edildi. Riyaset-i
İslâmiyeyi haiz olan Hükumet-i Osmaniye yeniden bir lakım memleketler kaybetti.
Şark ile garb arasında bir sedd-i şedîd teşkil eden Kafkasya elden çıktı.
Bu
mağlubiyetlerde hep garip bir uğursuzluk, şâyân-ı hayret bir terslik görülüyor
idi.
Bu
mağlubiyetlerin ekserisi, ufak himmetlerle, galibiyete istihale etmek imkanına
malik iken himmetsizlik ve gayretsizlik alem-i İslâmî
parçalayıp duruyordu. Büyük Napolyon, şarkın miftahı Mısır olduğuna hükmederek
orayı istila ve İngiltere'nin Hind müstemlekâtını tehdit etmiş idi.
İmkan
yüz gösterdiği gibi, aynı fikre mebni, Mısır'ı İngiltere istila etti.
Bu
vukuattan ekserisinin vukuu sırasında iki zat alem-i
İslâmın başında bulunmakta idi.
Bunların
birisi makam-ı Hilâfet ve saltanatı işgal eden Abdul-hamid-i Sâni ve diğeri
Seccade-i Senûsîyede kâid Seyyid Mu-hammed el-Mehdî es-Senûsî idi.
Garip
Tezad!
Tarihe
nazar-ı ibretle bakarsak, bu hayret verici tezadı çok kere görürüz. Nemrud ile
İbrahim, Fir'avn ile Musa, Nebiyyi Zîşan ile Ebu Cehil! Tezad, bittabi
müsademeyi, hiç olmazsa taksim-i faaliyet ve kuvâyı icabeder. Ayni sahada, aynı
maksatta tezat, feyze ve terakkiye mani olduğu için, bir felakettir.
Alem-i
İslâmın bu iki şahs-ı mühimmini tetkike, ahval-i ruhiye-lerini teşrihe
borçluyuz.
Asırlardan
beri devam eden inhitat sebebi ile Türkiyenin bilançosunun yapılması zarûri
bulunduğu bir sırada Makam-ı Hilafet ve saltanata cülûs eden Abdülhamid-i Sâni,
bu makamın icab ettirdiği evsâf-ı mümtâzenin hiç birisine malik değil idi.
Abdülhamid,
alem-i İslâm için ilerlemenin yıkıcı bir darbesi demek
idi.
Bu
makamın vezâifini ancak bir dâhi, mümtaz bir vücut, müstesna bir padişah ifa
edebilirdi.
Abdülhamid
ile böyle bir dâhi arasında "tezad-ı tâm" namı verilebilecek bir
mesafe var idi.
Abdülhamid,
hüviyyet-i beşeriyede esasen mevcut olan, bilcümle kötü kabiliyetlere mânâyı
tâmmıyla vakıf idi. Lâkin beşeriyette mevcudiyeti tam mânâsı ile inkar olunamayan meziyet ve güzel istidatlar Abdulhamid’de
tamamen ve daima meçhul kaldı.
Güya
ki beşeriyet bir ayine-i mücella, ve bu ayinede
Abdulha-mid runümâ (görünüyor) idi!
Abdülhamid'in
nefsinde hiçbir fazilet bulunmadığı için fazileti inkar
eder bir halde idi.
Sahte
bir tahlil neticesi olarak ihtisaslar ve yüce insani fikirlerden herbirisi
Abdülhamide göre adi bir hesaptan, şeklen tezey-yün etmiş ihtirastan başka bir
şey değil idi.
Bundan
dolayı Abdülhamid'in dimağında efkâr-ı ulviyeden hiçbirisi incilâ pezir
olamamıştır (yansımamıştır).
Nefsini
herşeye takdim etmek, menfaatini mevcudiyet-i kâinata tercih etmek sözleriyle
hülâsa edilebilecek bir düstûr-1 hükümet ve siyaset, Abdülhamid için yegane meslek ve tarikat idi.
Bu
mesleği yürütme usûlüne gelince: İtiraf ederiz ki Hamidin usulleri her türlü
mantık ve mukayesenin fevkinde, yani haricindedir.
Nâmütenâhi
tezad ve tenakuz ile mebde ve meadını (başlama ve bitiş noktasını) şaşırmış
olan bu usullere nazaran Abdülha-mid’e "Mecnûn-ı muzır" (zarar verici
bir deli) ünvamnı vermek zaruridir.
Abdulhamid'e
AvrupalIlar tarafından atfedilen ittihad-ı İslâm fikir ve siyasetine gelince:
Biz bunun bir zann-ı bî manadan ve başka bir maksadın ittihad-ı İslâm şeklinde
görülmesinden ibaret olduğunu iddia, ve iddiamızı ber
vechi atî (aşağıdaki şekilde) isbat ederiz:
Evvelâ
ittihad-ı İslâm terkibinin manaca 3 sürelini tahlil edelim:
·
1- İttihad-ı
İslâm, siyasî bir ittihad mânâsına gelebilir. Muhtelif kavimlerden mürekkep,
menafi-i mahsusası ayrı, iıiyadatı ve lisanı muhtelif üçyüz milyon müslümanın,
bir hükümetin ida-re-i siyasiyesi altında bugün imkan-ı
içtimaim farz ve kabul etmek mahz-ı cinnettir (apaçık bir deliliktir).
Böyle
bir ittihad, hayal mahsulü bir maksad olmakla beraber, bunu mümkün gören ve
kuvveden fiile çıkarma emeline düşen zatın dehşetli manileri mahvedecek bir
iktidar-ı zahirî ve mane-viyeye malik olması gerekir.
Kendi
memleketinin temin-i istikbalinden aciz kalan, bir sefirin tehdid nazan altında
titreyen, bir hafıyyenin jurnallerinde yazılı mevhum tehlikelerle gece
uykularını kaçıran Abdülha-mid’de, dimağının malûliyetine rağmen, bu kadar azim, ve azameti derecesinde tahakkuku imkansız bir fikrin
vücut bulmadığına kailiz. Bunun aksini iddia tıflâne (çocukça) olur.
·
2- İttihad-ı
İslâm, dinî bir ittihad manasına gelebilir. Esas ve ekseriyet itibariyle böyle
bir ittihad-ı İslâm zaten mevcuttur. Am-me-i İslâm livayı kelime-i tevhid
altında müctemi oldukları ve bu ittihadın şart-ı mutlakı İslâm bulunduğu
düşünülürse iddiamızın doğruluğu meydana çıkar. İttihad-ı dinîyi, bir ittihad-ı
tâm yapmak için ise teferruât-ı mezhebiye ve tahkiyenin tevhidi lazım gelir ki,
işte Seyyid Muhammed es-Scnûsînin binasını kurduğu ve ömrünü vakfettiği
ittihad-ı umumî fikri de bundan ibaret idi.
Lâkin
acaba böyle bir emel ve fikir Abdulhamid'de mevcut mu idi? Ve bu emeli istihsal
için ne yaptı?
Hiç!
Belki
de siyaset sayfası, bunun aksi için her ne lâzımsa yaptı. Türkleri, Araplara,
Amavutlara; Arapları, Arnavutları, Türkle-re yani bu milletler içinden aldatıp
peşine taktığı avenesine ezdirmek, aralarına mahaside (hasetlik) ve rekabet
sokmak suretiyle dinen ümmet-i vâhide teşkil eden kavimleri bir birine düşman
etti. Eskiden mevcut olan yanlış anlamalan düşmanlık derecesine getirdi.
Ana
ile oğulun, Baba ile kardeşin arasını açmak gibi ihtilâlin en çirkin ve
mütenevvi, suretlerini mahz-ı siyaset ve hikmet bilen bir adamın, ittihad-ı
din-i İslama hizmeti tasavvur edilebilir mi? Asla!..
Abdülhamid,
Islâmın hiç bir noktasına hizmet edemediği gibi ittihad-ı din-i İslâma dahi en
ufak bir hizmette bulunmamıştır.
·
3- Şimdi de
ittihad-ı İslam fikrinin eri makul ve lazım suretini tetkik edelim. Bu üçüncü
suret "ittihad-ı İçtimaîdir."
Diyanet-i
İslâmiye, bu sûret-i ittihadın da temellerini atmış ise de hiç bir vakit
müslümanlar tarafından icabettiği ehemmiyete mazhar olamamıştır. Ümmet-i vâhide
fikri ne milliyete ve ne de muhtelif siyasi hükümetlerin mevcudiyetine mugayir
olmamıştır. Umumî ittihad-ı siyasi ne derece imkansız,
bir çok akvam ve hükümâtm menâfi-i mahsusasma mugayir ise, ittihad-ı içtimai o
derecelerde rnüfîd ve mümkündür.
Bu
ittihattan maksad, Din-i İslâm a sâlik olanlar arasında hukuka riayet ve
çıkarların muhafazası üzerine tesis edilmiş bir uhuvvetdir.
îttihad-ı
İçtimaî beynelmüslimîn terakki ve te'âlî fikirlerini kuvvetlendirir. Dinin
siyasetin elinde oyuncak olmasına mani olur.
İslâmlar
arasında ul.uvvet ve teâvün fikirlerini tesis etmek,
iktisadiyatta terakki ve intizamı, müslüman memleketlerinin umrânını mûcib
olur. Maarif ve tefekküratı umumileştirir.
Velhasıl
müsümanlan, müşevveş (karmaşık) siyaset fikirlerinden âzâde bırakmakla, refah
ve zenginliklerini temin eder.
Tarih-i
İslâmda müessir ve mükemmel bir surede tatbiki ancak asr-ı saadette ve yalnız
ilk iki Halife zamanında görebilerek,
Muhammed
el-Mehdî ve Abdülhamid-i Sâni ondan
sonra bir daha tatbik-i umumisini göremediğimiz "itti-had-ı ictimai-i
İslâm" fıkr-i mübeccelinin Abdülhamid'in dimağında neşvu nemâ bulduğunu
hangi sahib-i insaf iddia edebilir? Ne ile? Hangi âsar ile?
Uhuvvet
ve teavün fikirleri ile meyl-i teali ve aşk-ı terakkide hemfikir olmak manasına
gelen "ittihad-ı ictimaî-ı İslâm" ancak "intibah-ı islâm"m,
ilim ve irfanın mahsulü olabilir. İntibah ise yalnız "hürriyet-i
tefekkür" ve "tenkid-i ahval ve a'mâl" ile meydana gelebilir.
Halbuki
Abdülhamid müddet-i Hilafet ve saltanatını, bütün satvet ve vasıtalan ile
hürriyet-i fikriyeyi, fikir ve istidat ve tenkidi mahv etmeğe vakfetmiştir.
Hakan-ı Mahlu' (Hal edilmiş hakan), Müslüm anlan gayn mütefekkir bir kitle-i
beşeriye menzilesine indirmek için hiç bir fedakarlığı
diriğ etmemiştir, (esirgememiştir.)
Bu
fedakârlık öyle bir dereyece getirilmiştir ki, Tüıkiya Müslü-manlannın bir
kısmı ve hele avamı, ahval-i âlemden bile bîhaber kalmış idi. Vaziyet-i
coğrafiyesi ile medeniyet âleminin kapısı demek olan Türkiye ile bu âlemin
birbirinden tecridine muvaffakiyet hasıl olmuştu.
Kendi tebaası hakkında bu usul-i siyaseti reva gören bir adama ittihad-ı İslâm
fikrini atfetmek pek haksız ve mânâsızdır.
Abdülhamid'in
bazı teşebbüsât ve âmâli vardır ki Avrupalılarca yanlış telakki olunarak fikr-i
ittihâda delalet olarak görülmüştür. Bu teşebbüsât ve amalin mahiyetini birkaç
sözle meydana çıkarmalıyız. Abdülhamid'in bir noktada "dâi sevdası"
var idi. Bu da nasıl olursa olsun, Hürriyet ve Meşrutiyete mani olmaktı.
Diyebiliriz ki: Memleketinin yansım feda etmekle meşrutiyeti kabul arasında
muhayyer bırakılsa, Abdülhamid birinci şıkkı kabul etmekte tereddüt etmezdi.
AvrupalIlar,
Abdülhamid’in ahval-i ruhiyesini pek mükemmel tanıdıkları halde, Hamid Avrupa
siyasetini hakkıyla bilemiyor idi.
O
zannediyordu ki İngiltere ve Fransa OsmanlIların ve hiç olmazsa OsmanlIların
gayrimüslim unsurlarının duçar oldukları mihnetleri ve sefaleti nazar-ı
mürüvvete alarak, kendi menfaatleri değil, sırf insaniyet fikr-i muazzam ve
muhtereminin şevki ile OsmanlIları kurtarmağa kalkışacaklar ve ilaç olarak
meşrutiyet usulünü tavsiye ve indelicap kuvvet kullanarak tesis edecekler.
Filvaki
Avrupa düveli muazzama-i meşrutası pek kolay bir sûrede, daha 30 sene evvel,
esasen mevcut olan meşrutiyet-i Osmanîyeyi ihyaya, Abdulhamidi mecbur
edebilirier idi. 30-40 milyon insanın sefalet ve zilleti, menfaattan başka bir
düstur tanımayan siyasetin nazar-ı insaniyet ve mürüvvetini celb edemedi.
Düvel-i
muazzama bilakis Türkiye'nin yıkılmaya ve taksime meyleden idaresini, idare-i
Hamidiyeyi, alâ hâliha terk ettiler. Lâkin bir şartla!
Her
yeri taksim edecekleri zamanı beklerken bir takım faydalar temin etmek
şartıyla. Mamafih Avrupa'da hiss-i insaniyet ve mürüvvetin, siyaset-i tesmiyeye
tahakkümü gayri mümkin olmadığından Abdülhamid rehber-i medeniyet ve insaniyet
olan ve bununla beraber milyonlarla tebaa-i müslimine malik bulunan Fransa ve
İngiltere'ye karşı kendinde bir nüfuz-ı müessir ibda' etmeyi arzu eyledi.
İşte
Abdulhamid'e ittihad-ı İslâm siyasetinin atfedilmesine sebebiyet veren, bu arzu
ve emeli olmuştur.
Abdülhamid
bu arzuyu gülünecek garabetle takib etti. Müddet-i saltanatında, uğrunda la
ekal 30 milyon lira feda ettiği bu takib usulü, hasbettahlil basit bir komedya
idi.
Şarkta
ve bilhassa Hind'de en nüfuzlu tarikatların birisi de "Ka-diriye"
tarikatı bulunmakla, bu tarikat ashabından istediği gibi bir adam bulamayan
Abdülhamid, onun yerine bir başka tarikatı ikameye kalkıştı. Her yerde
zâviyeler açmak, her tarafında taraftar hafiye memur bulundurmak emeli ile
belki de milyonlar sarfeylcdi.
Ekserisi
Arap kavm-ı necibinin erbab-ı safvet ve kemalatından değil, serserilerinden
olan entrikacı ve sefih kimselerin gönderdikleri muhayyelât ve hurafatnameler,
padişaha birer beşaret-name gibi kabul ettiriliyordu. Bütün bu milyonlardan hasıl olan netice, birkaç müstebit ve cebbar emir, reis ve
hakimin Abdul-hamid’e ubudiyetinden ibaret kaldı. İşte o kadar.
Amme-i
müsliminin İslâmi riyaset makamına irtibat ve meved-deti hususunda ise şahs-ı
Hamidiyenin hiç bir dahli yoktur. Hürmet makâma idi.
Gavs-ı
Azam Abdülkadir Geylanî’nin nesebi sahih bir seyyid olmadığını ve sultan-ı
evliya olmayıp yalnız vekil ve nâkıb bulunduğunu fikirlere yerleştirmek üzere
eslâf-ı meşâyıhlan birine atfen Mısır'da tab' ve belki milyonlarca nüshası
alcm-i İslâma tevzi edilen bu kitap dolayısı ile Abdülhamid'dcn koparılan
meblağlar, müdhiş bir yekûna baliğ olduğu iddia edilmiştir. Bu
kitabın çöllere kadar meccânen isal ve tevzi olunduğu düşünülürse bu iddia
mânâsız görülemez.
Afrika'da
ise tarikat-ı kaviyye ve gâlibe, tarikat-ı Senûsiye olduğundan Abdülhamid bu
tarîka karşı da Şazeliye tarikatının şubelerinden bir tarîkatıisiper etmeğe
kalkışmıştır. İşte bu ha-
roketi
de Abdülhamid'in hiçbir şeyi doğru ve dürüst muhakeme edemediğine dair olan
iddiamızın şahitlerinden biridir.
Ne
kadar yanlış düşündüğünü Abdülhamid de anlamadı değil; hatta sonradan Seyyid
Mehdî es-Senûsîye sefir-i mahsus ve pahalı hediyeler göndermesi hatasını
anladığına delildir.
İşte
alem-i Islâmın en büyük zorluklara namzed olduğu bir
sırada İslamiyet! sevk ve idare edecek iki zattan
birini, Abdülhami-di, hususî bir noktadan muhakeme ve amalini tahlil ettik.
Şimdi
İkincisini mizan-ı tenkide vuralım. Meddah-ı zekâsı, meftûn-ı dehâsı olmamak
elden gelmeyen Seyyid es-Senûsî, oğlu Muhammed el-Mehdi'ye bir sağlam bir bina
bıraktı.
Seyyid
Muhammed el-Mehdî mükemmel bir terbiye ve talim görmüştü. Ne çare ki dehâ ve
icraat konusundaki yüksek hasletler, Allah vergisi olup talim ve terbiiye ile
ele girmez. Elindeki asâsından başka silâhı, dehâ ve şiddet iradesinden başka
sermayesi olmayan Muhammed es-Senûsî, hiçten, azim bir saltanat-ı maneviye
kurmuş ve saltanat-ı zahiriyenin esaslarını vaz etmiş idi. Bu (Muhammed
el-Mehdînin eline geçen) saltanat-ı azi-me, Muhammed es-Senûsî çapında bir dahinin eline geçeydi neler yapılmazdı.
Bizim
tetkikatımıza göre, Seyyid Muhammed el-Mehdî'nin önünde bazı engeller zuhurunu inkar etmemekle beraber, faaliyeti, kudret-i teşebbüsiyesi
nakıs olduğu tezahür ediyor.
Dahi
doğurmada tabiat ana pek de sahib-i bezi ve bereket değildir.
Seyyid
Muhammed el-Mehdîye nasib olan hürmet, Abdülka-dir Geylani'den beri kimseye
nasip olmadı desek, bir hakikati ifade etmiş oluruz.
Havass-ı
Müslimîn, ulema ve meşayıh ve müellifler, Mehdi hakkında bittabi! şeriat ve tarikatta mevcut ve makbul olan efkârâ vâkıftırlar.
Lâkin avam-ı Müslimîn bu kadar uzun muhakemeye muktedir olamadıklarından
kıyamete yakın zuhur etmesi icab eden Mehdî hakkında pek garip temayüller
gösterdi ki bu, tarihte görüldüğü gibi, Sudan-ı Mısrî'de zuhur eden mütemehdî
(Mehdi* olmadığı halde mehdilik iddiasında bulunan kimse) ve şimdiki asır
mehdisi ile de tezahür etmektedir.
Seyyid
el-Mehdî es-Senûsî avam-ı ihvan nazarında "Mehd-i m un tazı r"
suretiyle telakki edildiğinden Islamiyette mevcut olan "Mehdî"
fikrinin birbirinden uzak iki noktada sûret-i telakkisini tetkik etmek ve
mehdiliği ortaya atan ruh hallerini izah etmek faidesiz olamaz.
Bu
fikrin suret-i telakkiyatı Avrupahlara meçhul kalmak yü-zündendir ki alem-i Arapta sık sık zuhur eden mehdilerin zuhur
sebeplerindeki farklılıkları bile, nazar-ı dikkate alamayarak hepsini bir
siyasi ve millî fikrin tesirine veriyorlar. Halbuki
mehdilerin, fikri her ne olursa olsun, onlara tebeiyyet eden ahaliyi tahrik
eden esbabın başlıcasını sefalet ve mahrumiyette, iktisadiyat ve idare
cihetlerinde aramak lazımdır. Bu birinci sâikin en büyük yardımcısı,
"Mehdi hakkındaki karışık malumat" olmaktadır ki buna sâik-i dini
diyebiliriz.
Maksad-ı
siyasi ve milli bundan sonra meydana çıkıyor.
Bu
açıklamalarımızın mahz-ı hakikat olduğu vukuatla ve bâhusus mehdilik davasında
olanların, halkı tahrik için kullandıkları lisan ve öne sürdükleri sebeplerle
isbat edilebilir.
"Mehdî"
fikrini birbirinden uzak iki noktadan tetkik edeceğiz demiştik.
Bu
noktalardan birisi mutasavvıflar, diğeri avam-ı müslimîndir.
Mutasavvıfînin
bir kısmına göre, bazı işarât ve hikemiyât gibi, Mehdî fikri dahi bir remizden
ibarettir. Mamafih bu te'vil, âhir zamanda bu remzin bir hakikat-ı kevniye
olarak vukû bulacağına itikat etmeğe mâni değildir. Şimdi her nefiste vukubulan
ahval, dünyanın son zamanlarında nefislerin tamamında birden zuhur edecektir.
Bu
te'vili ve tasavvufi fikre göre Kufan-ı Kerim, sahih hadisler, imamlar, ulema,
mürşid şeyhler, mertebelerine göre "Mehdî" demektir. Çünkü bunlar
beşeri hidayete sevk ederler.
(Demek
ki mehâsinin (iyiliklerin) mecmuu (toplamı), mehdi fikrinin muadili oluyor.
Nasıl ki nefs-i insaniyenin kötü temayülleri mecmuu, Deccal fikrinin muadili
oluyor.)
İmdi
her nefis küçük mukayesede bir dünya ve mamafih nüsha-i kübra olmakla onda
mâhasinle kabâyıh (iyilikle kötülükler), Mehdî ile Deccal mücadele eder.
Deccale yani kabayıha tebciy-yet edenler zümre-i dalalet, Mehdiye tebeiyyet
edenler zümre-i naciycdir.
Mamafih
her insan ihtiraslarının az çok mağlubu olduğu gibi, Mehdî dahi Deccahn zebûnu
iken İsa-el-Mesih nâzil olarak Deccah helak edip Mehdiyi kurtarır.
İsa
el-Mesih, kamil vicdan safvetinin, kalb kanaatinin ve
velâyet-i âmmenin muadilidir.
Şu
halde hasıl olan mânâ "nefs-i emmaresinin zebunu,
reyb ve şekkin mahkûmu olan bir insan esbab-ı hidayete tevessül ederse hikmet
ve safvetle nefsine galebe eder" suretini alır. Mutasavvıfların diğer bir
kısmında buna yakın ve fakat diğer şekillerde te'viller dahi var ise de bu
kadarı maksada kafidir.
(
Ulemanın beyanı ise kari'lerimizin malumudur. Avama gelince: Mehdî meselesi
bunlarda bir çok hurâfâtla içiçe girmiştir.
Muhtelif
kavimler arasında kimler tarafından neşredildiği meçhul bir
çok rivayetler yapılmıştır. Kıyametin kopmasına pek az zaman kaldığı
hakkındaki rivayat-ı acîbe de bu kabildendir.
Gerek
bu kabil rivayetler ve gerek benzeri hurafeler, Mehdî hakkındaki fikrin avâm-ı
nâs tarafından pek kolayca kabul edilmesine yardım ediyor.
Maatteessüf
eslâf-ı ulemadan bir kısmının da Mehdî hakkında -bizim ulemamızça nakil ve
kabul edilmemiş- beyanatı, en basit fikirli bir adamın bile görmeye mecbur
olduğu bir takım ahvali görmemezliğe gelmesine sebep oluyor:
Mesela:
Yemenli, Afrikalı bir Bedevi hiç bir şey bilmese bile, bugün medeni milletlerin
müsellah olduğu tüfenklere, toplara karşı sopalarla, kıhnçlarla muharebe
etmenin ve hele muharebeyi kazanmanın imkansızlığını
pek alâ biliyor. Bildiği içindir ki aç oturup eline geçen para ile silah
tedarikine çalışıyor.
Lâkin
bazı kütüb-i eslâfta Mehdinin 40 bin süvari ile dünyayı ve bu meyanda Roma ve
İstanbul'u feth edeceği yazılı olduğundan amme-i Arap harp sanatından nasipsiz
bir müddcînin mehdilik davasını tasdikde bir tezat göremiyor.
Sudan
mütemehdisinin mağlubiyeti, türbesinin topla berhava edilmesi onun tabilerinin
uyanmasını temin edemediği gibi, bu defa da Yemeride bir çok
akıl fukarasının, İdris ismindeki serseriyi Mehdî tanımasına mani olamamıştır.
Ve yarın îdris'in itaati, derdesti de bedeviler için müstakbel bir iddiacıyı
tasdika mani olamayacağı şübhesizdir.
Şu
halde mehdilere ümitlerini bağlayan adamların hakiki saiki-ni bulmak lazımdır
ki bu da: Havarikla refaha ulaşma, cümlelerinde zübde olunabilir
(özetlenebilir).
Aynı
halet-i ruhiyenin şevki ile Afrika avâmı Seyyid Muham-med el-Mehdî
es-Senûsî'nin "Mehdi-i ahir zaman" olduğuna kânî idi. Bu kanaat
Senûsîlerin faaliyet ve ümidini takviye ediyor idi. Bu sebeple hakikat-ı hale
vakıf olan kibar-ı ihvan tarafından dahi bu itikat tashih edilemiyor idi. Hatta
isna aşeriyye imamlarının on İkincisi olan ve Bağdat'ta serdaba (sıcak
zamanlarda serinlemek için girilen yer altı odası) girdikten sonra ne olduğu
bilinemeyen İmam Muhammed el-Mehdi ile Muhammet el-Mehdi es-Senûsî arasında bir
faik bırakmamak fikri ile çoklan Seyyid Muhammed es-Senûsîyi, "Muhammed
el-Mehdi bin Ali el-Hâdî es-Senûsî" suretinde zikreder.
Muhammed
el-Mehdî es-Senûsî peder cihetinden "Hasenî" olup halbuki
Mehdi-i âhir zamanın "Hüseyni" olacağı kütüb-ı İslâmiyede mazbut ise
de bunun avam farkında olmaktan maada Cenab-ı Seyyid, ana tarafından Hüseyni olmakla
unvanında "el-Haseni el-Hüseyni" kelimelerinde zikredilmek
unutulmamıştır.
Bilcümle
ihvan, seyyid Muhammed el-Mehdi'nin "Kutb-ı zaman ve gavs-ı imkan"
olduğuna ve kamil tasarruf sahibi bulunduğuna itikad ediyor idi. Bu sebeple
Seyyid Muhammed el-Mehdi'nin mevkii alem-i İslâm'da
pek azim, lâkin bu mevkiin tehlikeleri pek büyük idi.
Umumun
bu hüsn-ü zannına rağmen ednâ bir mağlubiyet, bu şöhret-i azîmenin zevâline ve
onun Mehdi olduğuna itikad edenlerin yüksek bir hayal ve emel noktasından alçak
bir ye'is ve fütur noktasına düşmesine sebep olacaktı. İşte bu korku, Ce-nab-ı
Seyyidin fitratmda olan noksan-ı faaliyetine eklenerek, bazı hususlarda,
şayan-ı hayret bir atalet göstermesine sebep olmuştur.
Bazı
hususta dedik, çünkü neşr-i maarif ve saire gibi şeylerde ve Seyyid Muhammed
es-Senûsînin bıraktığı esere ittiba ve ta-mim-i tarikatta Seyyid Muhammed
el-Mehdi'nin himmet ve gayreti pederinden aşağı değildir.
Mısır
Sudan’ına kadar olan orta bölgelerde tarikat tamamı ile neşredilmiştir. Seyyid
Mehdi tarafından Afrika'da meccânen dağıtılan faydalı İslâmi kitaplar
milyonlara baliğ olduğu gibi satılmak suretiyle ve ehl-i ticareti teşvik usulü
ile neşrine sebeb olduğu miktar pek külliyetlidir.
Seyyid
Muhammed el-Mehdî dahi pederleri gibi Türkiye'nin uyanışından ümidi kesmiş
bulunuyordu.
Şimal
cihetinde bir çok yerleri kaybedişimiz, Arabî Paşa
meselesinde Hakan-ı sâbıkın maksadsız ve birbirine zıt entrikaları, Kıbrıs'ın,
Tunus'un, Mısır'ın elden çıkışı, Seyyid Muhammed el-Mehdî'ye, OsmanlI satvet ve
hükümeti ve belki de tamamen Türkler hakkında pek fena, fakat haklı fikirler
vermiş idi.
Seyyid
Muhammed el-Mehdî bu sebeplerin tesiri ile pederinin düştüğü kuyuya düştü. Ordu
teşkiline, asker talimine, mühim-mat-ı harbiye tedarikine hizmet edebilecek
Türklerden başka Müslüman yok idi.
Seyyid
Muhammed el-Mehdî Hükümet-i Hamidiyeye müracaat edemezdi. Lâkin suret-i
hususiyede vuku bulacak davetine hamiyetli Türklerden icabet edecek çok kimse
bulunabilirdi.
Seyyid
Muhammed el-Mehdî böyle bir teşebbüste bulunmadı. Acaba niçin? Bu sualin
cevabını makalatımızın heyet-i mecmuası vermiş olacağından sözü uzatmaya ve
tekrara hacet göremeyiz.
Seyyid
Muhammed el-Mehdî, Afrika'nın müdafaasını temin yolunda hiç bir şey yapmıyordu.
Fransızlar,
İngilizleş Almanlar ve İtalyanlar arasında henüz Afrika taksim edilmemiş idi.
Bomu, Vaday, Havza, Zender gibi hükümât-ı İslâmiye henüz müstakil olup birer
Senûsî şube-i hükümeti hükmünde idi.
Fransızlar
henüz Cezayir'in cenuplarını istilaya ve cenuptan Sudan'ın göbeğine doğru
çıkmağa cesaret edemiyordu.
Kimden
korkuyorlardı?
Seyyid
Muhammed el-Mehdi'den!
Fransa'da
neşredilen önemli risalelerde müteaddit mühim imzalarla yazılmış makaleleri
hatırlayanlar bilirler ki Fransa o tarihlerde istila hususlarını pek müşkil
görüyordu. Hatta Tunus ve Cezayir'in istikbali hakkında bile endişe edildiği
görülüyordu,
Fransa’nın
korkularının sebep ve mahiyeti hakkında muhakeme yürütmeden evvel Senûsîliğe ve
hele Seyyid Muhammed el-Mchdî'nin Mehdiliğine bir darbe hükmünde olan Mısır
Sudan'ındaki mütemehdi hakkında bir kaç söz söylemeği lâzım görüyoruz.
Kuzey Afrika ve Emperyalist Emeller
Fransızların
endişe ve tereddüdü
Sahrayı
Kebir
Afrikayı
Vasatiyede muharebe
Tuvat
ve Vaday urbânı
T
uvarık ve Tey bular
İlk
heyat-ı keşfiyye
Mütemehdî
Âsâr-ı
Acz
Afrika'nın
Mukâsemesi
Cezayir'i
temellük etmiş, Tunus'u temellüke niyetle işgal eylemiş olan Fransa'nın, bu
memleketlerin istikbalini temin etmek, elinden alınması ihtimalâtını kaldırmak
üzere aksam-ı cenubi-yesini de fethetmesi, cengaver ve
metin Tuvat göçebelerini ele alması ve hele Sahray-ı Kebir'in sahipleri olan
Tuvanklan dai-re-i itaata sokması lâzım geliyordu.
Afrika
imparatorluğunu teşkil etmek Fransızlarca mutasavver idi. Lâkin bu tasavvur
henüz kat'i bir şekil almamış ve istila alanı henüz tayin ve tahdit
edilmemiş idi. Mamafih Afrika istilâsı o kadar müşkilât ihtimali gösteriyordu
ki Fransızların ekseriyeti müstemlekelerin artınlması siyasetinin şiddetle
aleyhinde bulunurdu.
Sudan
mağlûbiyeti ve 3. Napolyon'un esareti üzerine feth ve istilâ fikirleri muattal
kalmak icab ediyordu. Filvaki pek kısa bir müddet, dahilî
meseleleri ile meşgul olan Fransa'da bu fikir metruk kaldı.
Lâkin
Julferi ile beraber Feth ve istimlâk fikri yeni bir revnakla (tâzelikle)
meydana çıktı.
Fransızlar
Jülferi'nin müstemlekât (sömürgeler) siyasetini, Prens Bismarck'ın, Fransa'yı
zor ve çok para gerektiren fütühat-ı hariciye ile işgal ederek Avrupa umuruna
karıştırmamaktan ibaret hilesine atfediyordu. Jülferi bilcümle manilere galebe
etti.
Tunus'taki
Bizarat'ı ve limanı gördüğü vakit Jülferi'nin serdey-lediği mutalâat, bugün
Fransızlarca takdir edilmiş ve düstûr-u siyaset hükmüne girmiştir. Bizarat
limanı, Maltaryı îbtal ve ehemmiyetini iskat edecek derecede
mühimdir. Akdeniz'i batı yansını bir Fransız gölü hükmüne koymak, Afrika-i
Şimali’nin batı taraftan ile ortalanna kadar uzanan memalikten mürekkeb cesim
bir imparatorluk teşkil etmek Fransa'nın Julferi'den beri kemal-i sebat ve
intizamla takip ettiği bir işdir.
Fransa'nın
bu emeli bazı noktada İngiltere ve Almanya'nın, bazı noktada bunlarla
Ispanya'nın, ekserisinde İtalya'nın ve cümlesinde alem-i
îslâmın menfaatma mugayir idi.
Nihayet
bu büyük hükümetler, aralannda bir orta yol buldular. Afrika'yı, sahihsiz bir arsa
gibi, taksim ettiler.
İngiltere'nin
Mısır'daki hareket serbestisine mukabil, Fransa da Tunus ve Faşta serbesti-i
harekâta nail oldu.
Afrika'nın
orta kısınılan Almanya, İngiltere ve Fransa arasında paylaşılıp hudutlan tayin
edildi. Bertin "Henterlant" kararlan, nüfuz ve istila derecelerini
sarahate kavuşturdu. Bu muahedeler, bu mukarrerat hep alem-i
islâmın ve bilhassa Hükümet-i Osmaniyenin zaranna yapılıyordu.
Afrika'da
Mısır, Trablusgarb, Bingazi, Tunus gibi büyük memleketlere malik ve bir garibe
olarak temellük hakkı müstevliler tarafından dahi gayr-i münkir olan Devlet-i
Osmaniye bütün bu karar ve muahedelere bigâne bırakılıyor. Ve miskin idare-i
Ha-midiye, yalnız Afrika alem-i îslâmının mahkûmiyet
boyunduruğuna düşüşüne değil, hatta doğrudan doğruya ve hâlâ tabiiyeti
altındaki Trablusgarb ve Bingazi'nin dahi, sahihsiz bir yer imiş gibi
istikbaldeki mukadderatı hakkında (başkaları tarafından) karar ittihazına ses
çıkarmıyordu.
Filvaki
Akdeniz'in Batı kısmı bir Fransız gölü hükmüne girmek üzere Fas, Cezayir,
Tunus'tan ve bu hizadan Güneydoğuya doğru inerek Sudan'ın kısm-ı azanımdan
mürekkeb bir Fransız İmparatorluğu teşkili, İtalya için ebediyyen adem-i tevessua (genişlememeye), müstemlekesizliğe, güç ve
kuvvet kaybına ve binaenaleyh iflâs ve mevte mahkûmiyet demek idi.
Şu
halde İtalya, Fransa’nın bu tasavvuratma karşı hakk-ı sükut
olarak ne kazandı? Aralarında teati edilen muahedelerde birbirine temin
ettikleri mütekabil menfaatler ne idi? Buraları ziyadesiyle şayan-ı
ehemmiyetdir.
İtalya
için ortaya atılan, meydana çıkarılan menfaatler, Trab-lusgaıb ve Bingazi'de
"icrayı nüfuzda öncelik"ten ibaret kalıyordu.
Lâkin
sahihsiz yerlerde icrayı nüfuzun ıstılah! mânâsı, tedrici istilâ demek
olduğundan Osmanlı Afrikası 1 lal yanlara terk olunuyordu.
O
vakitki hükümetin zaaf ve meskenetine, Türkiye'ye, ölüm haline gelmiş bir hasta
adam nazanyla bakılmış olduğuna göre, İtalya'nın bu hareketi tabii ve emsaline
muvafıktır. Şu halde Fransa'nın, hissesine düşen kısımları işgal altına alması
için yalnız mahalli engelleri sökmek ve sindirmek kalıyordu.
Bu
mânilerin bir kısmı perakende ve yekdiğeri ile irtibatsız olmakla ehemmiyetten
ari idi. Lâkin Muhammed el-Mehdî es-Senûsînin vücudu ve Senûsîlik bu mânileri
bir noktaya cemede-bilirdi. Hatta Senûsîlik bu maksad için teessüs etmişti.
Mevani
(engeller) bir nokta-i irtibata bağlanırsa, Afrika istilasının son derece
müşkil ve belki de müstehîl (imkânsız) olacağı düşünülüyor idi. Bu sebebe mebnî
Fransızlar pek ziyade ihtiyatla hareket ediyor ve Seyyid el-Mehdî'den
çekiniyorlardı.
Fransızlar
tamamen haklı idi. Çünkü Seyyid Mehdi'nin dehşetli bir dostu, Fransız'ların
dehşetli bir düşmanı var idi. Aynı şeyden ibaret olan bu dost, bu düşman ise:
Bizzat tabiat idi.
Bu
serdettiklerimiz hakkında bir fikir edinilmek üzere Orta Afrika ve Sahrayı
Kebir hakkında biraz malûmat vermemiz lâzımdır.
Sahrayı
Kebir'in iklimi ve teşkilat-ı mahsusa-i jeolojiyesi bizim taraflarımıza
benzemez. Bu iklimde bir Avrupalınm yaşayabilmesi pek çok şerâite muhtaçtır.
Halbuki
bir AvrupalInın buralarda muharib sıfatıyla bulunması, bu müşkilâtı bir kat
daha tevsi, ve teksir eder. Bununla beraber cesim bir
kuvvet için bu şeraiti cem' ve istihsal etmek adeta imkansızdır.
Sahrayı
Kebir'de ve uzantıları sayılan Libya, Küfre, Fizan ve sair hıtta ve çöllerde
piyade harekâtı fevkalhad müşkildir. Yumuşak ve kumlu yerlerde yürümek o kadar
yorucudur ki, bizim arazimizde 7-8 saat yürüyebilen bir adam buralarda 3-4
saatte kesilir. Bir kaç günde bîmecal ve muattal kahr.
Şerirlerin
sayılamayacak kadar ve çoğu köşeli taş kınklanyla mefruş kısımları en metin
yürüyücüleri bile durdurur. AvrupalIların ayaklan bu şerirlerde bir hafta bile
dayanmaz.
Seyahat
ve askeri harekat deveye muhtaçtır. Lâkin Afrika'nın
hiç bir noktasında, değil bir fırka-ı askeriyeyi hatta birkaç bin kişilik bir
müfrezeyi sevk edebilmeye kafi deve bulunmaz. Bulunsa
bile mevani ve müşkilâtın ikinci kısmı başlar. Yazın sahrada hararet, açıkta 70
dereceyi bulur. Gündüz seyr ü sefer her mevsimde mümkün değildir. Bir kılavuzun
ihaneti ve hatta sehiv ve hatası bir müfrezeyi bir kaç günde mahveder.
Sahrayı
Kebir ve çevresinin çoğu kısımlannda su kuyulan bir kaç günlük uzaklıktadır.
Hiçbir kuyu bin kişiye kafi suya malik değildir. 3-4
bin kişilik bir müfrezenin 3-4 günlük suyunu kırbalarla taşımak lazımdır. Bu
ise binlerle deve istihdamına muhtaçtır. Mamafih bir düşman tarafından 10-15
günlük bir muhitte kuyulan doldurarak iptal etmek veyahut Tuvarık usulu ile
te-semmüm eylemek de (zehirlemek) mümkündür. Bu ise müfrezenin mahv-ı katisi
demektir. Afrika'nın vehamet-i iklimiyesi-yalnız bu kadarla da kalmaz. Scmum rüzgarlan bir kırbadaki suyu şayan-ı hayret bir süratle
buharlaştmp mahveder, kum fır-ıınalan dehşetlidir.
Yabancılar
için helak edici bir çok hastalıklar hükümfcrmâdır. Bu
sebebe mebni hangi devlct-i muazzama olursa olsun, Sah-ra'ya alelade ancak bir
kaç yüz mevcutlu müfrezeler sevk edilebilir. Bir kaç bin adetli müfrezeler
şevki ise, dehşetli fedakarlıklara muhtaç olduktan
maada böyle bir müfrezenin muvaffakiyeti de meşkûktür.
Demek
ki Fransa hissesine düşen memaliki zabt ve İşgal için nihayetim nihaye (en çok)
5 bin kişilik bir kuvvet sevk edebilirdi. Mamafih böyle bir kuvvetin harekete
başlangıç noktası Cenubi Cezayir farz edilse, Sahrayı Kebir'e kadar 40-50 gün
yürümek lazım olacağından, hiç bir tecavüze uğramaması tasavvur olunsa bile
yalnız tabii şartların zorluğu sebebiyle bu 5 bin kişinin ancak bir kısmı
hedefe vasıl olabilirdi.
(Afrika'yı
Fransızlar bir kaç yüz kişilik müfrezelerle ve tedriç usulü, her müstahkem
mevkii bir hareket noktası haline ifrağ etmek suretiyle feth etmişlerdir.)
Fransızlar
Cezayir ve Fas'ın güneyindeki Tuvat bölgesini 20 bin deve istihdam ederek
fethettiler. Her deve ortalama (Fran-sızlar develeri ucuz ve cebren
almışlardır) altmış Franga alınmış olsa, Fransızların Tuvat fethinde deve masrafı
olan 1.200.000 Frank sarf ettikleri tezahür eder.
Tuvat
fethinde istihdam edilen develerin tamamı telef olmuştur!
Tuvat'ta
Fransızlara mukavemet eden ahali bir kaç bini mütecaviz değildi. Demek ki
Fransızlar her tarafta aynı suretle mukavemet görmüş olsalardı, Afrika'nın her
parçasını milyonlarla lira mukabilinde istimlak edebileceklerdi.
Halbuki
Tuvatlılar hamiyet-i vataniyeleri saikasıyle, ve bazı
Fas'lı rüesanın komutasıyla Fransızlara karşı müdafaa etmiş olup, böyle olacak
yerde muntazam ve neticeli bir suretle mukavemet görse idi Fransızların Sahraya
hiçbir vakit giremeyecekleri meydanda idi.
Seyyid
Muhammcd el-Mehdî es-Senûsî ise her ne vakit arzu ederse 40-50 ve hatta 100 bin
kişi bile ayağa kaldırabilirdi.
AvrupalIların
Afrika şerirlerinde ne kadar müşkilata hedef olduklarını gördük. Ve hangi
devlet-i muazzama olursa olsun Sahrayı Kebir'e mühim bir kuvvet sevk
edemeyeceğini de isbat ettik. Şimdi de yerlilerden biraz bahsedelim.
Sahray-ı
Kebir korsanlan demek olan Tuvanklar için 50-60 derece hararet pek ehemmiyet
verilecek bir şey olmadığı gibi 2-3 günlük susuzluk kâle bile alınmayacak
alel-âde şeylerdir.
Tuvanklardan
bir kısmının susuzluğa tahammülü bizim tahminimizin ziyade fevkindedir. Pek
büyük sıkıntıya dûçar olmayarak 5 gün susuz çöllerde dolaşan Tuvarik çoktur.
Gat ile Merzak arası seyr-i adi ile 15 gündür. Mehrî (veya mihıî) denilen
hecinlerle bir Tuvank bu mesafeyi 10 günde kolayca kateder. Gat'dan hareket
eden bir Tuvank yan yolda bir defa su içerek Mazaka gelir. Tuvanklarla develer
birbirine pek benzer. Develer de 3-5 günde bir kere su içerler. Tuvank
zeytinyağı ile kavrulmuş bir okka arpa unu ile 10 gün geçinebilir. Günlerce
uykusuzluğa tahammül eder. Şayet 3-5 gün su bulamaz ise hecinin bir damanın çizerek
çıkardığı kanı içer. Birkaç gün daha su bulamaz ise devesini feda ederek
boğazlar. Devenin işkembe ve emasında (bağırsaklannda) daima bir miktar su
bulunur. Tuvank bu suyu içer bir müddet daha tahammül edebilir.
Teybular
da böyledir. Urban (Bedeviler) bu derece mütehammil değilse de bize nisbetle
tahammülleri pek fazladır.
Tuvanklarla
Teybulann cesareti derece-i kâfiyededir. Tuvat, Vaday ve Bingazi Urbanı ise pek
cesur olup, alel'umum Afrika Araplan şeci' (cesur) adamlardır. Vaday, Zender,
Tuvat Urbanı ile Tuvariklardan mürekkep bir kavi ordu teşkili Seyyid Meh-di'ye
göre pek kolay idi. Lâkin asıl matlub olan yalnız bu orduyu toplamak olmayıp
efrada yeni silahlar vermek ve kendilerini talim etmek idi.
Bu
mühim noktalar her nedense ihmal edildi. Halbuki 20-30
sene evvel Tuvank ve Teybu elinde esliha-i harbiye yok gibi idi.
Bunlar
Roma kılmçlanna müşabih kılınçlar ve mızraklarla silahlı idi. Ürban elindeki
tüfenkler ise ağızdan dolma kaval tüfenkler idi.
Demek
ki Seyyid Muhammed el-Mehdî ve takipçilerinin müdafaa vasıtaları hemen hemen
hiç yok idi. Mamafih Fransızlar yalnız güneyden ilerlemekte, tedbir ve betaetle
(ağır ağır) hareket etmekte ve henüz şimalden tecavüze girişmemekte olduğundan
müstakbel tehlike bütün dehşetiyle görülemiyordu.
Sudan
Mısır'ında zuhur eden mütemehdi, Senûsîliğe iki noktadan mühim bir darbe
hükmüne geçti.
Cengaver
bir halkla meskun olan Bahr-ı Gazal ve Sudan-ı Mısrî bölgeleri Seyyid Muhammed
el-Mehdi'nin daire-i nüfuzundan hariç kaldı. "Mehdî" fikri, bölünme
ve dağılmayla kuvvetini kaybetti. Sudan mütemehdisi, Seyyid Muhammed
el-Mehdi'ye müracaatla ittifak ve tevhid-i harekat
taleb etmiş idi.
Seyyid
Muhammed el-Mehdî bu talebi reddetti. Bu red dahi Cenab-ı Seyyid için pek elim
olmuş ise de gayet tabiî ve zaruri idi.
O
Seyyid Muhammed el-Mehdî, Mehdilik davasında bulunan bir adamla bir çok sebeplerden dolayı ittifak edemezdi. Sudan
müddeîsinin davasını tasdik, Mehdilikten ve buna bağlı olarak en büyük manevî
kuvvetten istifa demekti. Ayrıca, Seyyid Mehdî "kutb ve gavs" diye
telakki olunduğundan ve başkal bir şahsın maiyyetine
giremeyeceğinden maada, Senûsîlik ikbal ve istikbalini, neticesi şüpheli bir
mücadeleye raptedemezdi. Bu sebeble Seyyid Mehdî, mütemehdinin uzattığı dest-i
vifâkı (uzlaşma talebini) reddetti. Halbuki bu, Senûsîlerin
başlıca gaye edindiği ittihad-ı İslama, kendi elleriyle vurulmuş bir darbe idi.
Mütemehdî
taraftarlarının mağlûbiyeti, Avrupa için ümit verici bir tecrübe oldu.
Mütemehdi darbesini müteakib Mısırlı Zü-beyr Paşa'nm kölesi Rabih'in Doğu Sudan
ve Bomu'ya tasallutu Senûsîler için bir ikinci darbe idi.
Muhibban-ı
Senûsîlerden olan Bomu sultanları mahvedilmiş ve saltanat makamına serseri
Rabih geçmiş idi.
Rabih'in
kuvveti, bittabii AvrupalIlar derecesinde muntazam olmamakla beraber silah
durumu da pek mükemmel değil idi.
Böyle
iken bir avuç serseri ile Sudan’ın en büyük ve kavi hükümetlerinden birini
mağlub edişi, az çok muntazam bir askerin ve yeni harp sanatına biraz vakıf bir
kumandan idaresinde hareket eden bir ordunun daima galebe edeceğini parlak bir suretle
gösteriyordu.
Seyyid
Muhammed el-Mehdi, Bomu sultanlarına yardım edemedi. Bu işde, Senûsîliğin
kuvve-i hakikiyesi, iktidarının derecesi tamamen tezahür ediyordu ki, bu da
zannedildiği kadar ürkütücü olmadığını pekala isbat
eyliyordu.
Fransızların
Tuvat'ı fethi ve cenuba doğru istilacı hareketlerinin tefasîli bu mebhase
sığmaz. Şu kadar diyelim ki her adımda ayni hakikat bir kat daha açığa çıkıyor
idi.
Bu
hakikat:
Bedeviydin
medeniyete, cehlin ilme, kargaşanın intizama hiç bir vakit galebe edemeyeceği
idi.
Seyyid
el-Mehdî bu hakikati görmüyor, bilmiyor değil idi. Afrika'nın düvel-i muazzama
arasında taksiminden sonra Afrika alem-i islamının
maruz kaldığı tehlike-i mağlubiyet, Seyyid Mehdiye meçhul değildi. Lâkin
tehlikeye siper edecek çareler bulamıyor idi.
Bu
çareler pek basit olduğu kadar mahfî kalıyordu.
Eğer
makam-ı Hilafette hamiyetle iktidarı mezcetmiş ve seccade-! Senûsîyede ise
İslâmm yükselmesinin ancak makam-ı Hilafetin desteği ve yardımıyla mümkin
olabileceğini anlamış ve anladığını icra sahasına koyabilmiş birer dâhi
bulunsaydı, alem-i İslam yeni bir devreye girmiş
olurdu. Ne çare ki makam-ı Hilafette, artık bir çok
evsaf ile tasvir hüviyetine lüzum görmediğimiz bir adam bulunuyor idi.
Seyyid
Muhammed el-Mehdi ise muntazam bir asker edinmek üzere Vaday, Zender, Havza
müdürü nezdinde mühim bir teşebbüste bulunamadığı cihetle müdâfaa ve galebe
yollannı anlayamamış gibi hareket ediyordu. Eğer yabancıların istilası daha
20-30 sene uzasaydı, ihtimal ki o vakte kadar esbab-ı müdafaa yavaş yavaş ve
adeta kendi kendisine hazırlanabilirdi. Lâkin istila kemal-i faaliyetle
başlamış idi. Gat civannda Miralay Filaris'in katli, Fransız müfrezelerinin
Tuvanklan mahvı istilayı hızlandırdı.
Kendisine
ittihad-ı îslam siyaseti atfedilen Abdülhamid, daha Afrika resmen paylaşılmadan
evvel ve paylaşılıp fiiliyata başlanacağı sırada acaba ne yaptı?
Bu
babta yapılacak iş pek basit idi. Ne çare ki burası Ayr, Zender, Havza ümerâ-i
bedevisinin bile aklına gelmiş iken her basit işi, içinden çıkılmaz bir şekle
sokmakta bî misil olan Abdülha-mid’in dimağına bu basit çare gelmedi. Henüz
kimsenin malı
Kuzey
Afrika ve emperyalist emeller olmayan
ve İslam camiasının bir parçası olması açısından İslam Halifesinin
mukadderatına bigâne kalmayacağı herkesin müsellemi olan Sudan'a sessizce 20-30
vaiz ve nasıh ile bir o kadar zabit ve muallim göndermek Abdülhamid için pek
kolay ve halbuki alem-i İslâm için diriltici bir nefes
hükmünde bir iş idi.
Bunu
seyyid el-Mehdî talep etmedi. Abdülhamid dahi icrayı ya akıl etmedi veyahut
evhamı mani oldu.
Alem-i
İslâmın hatta medenileşmiş bölgelerindeki gaflet, faaliyetsizlik ve
hamiyetsizlik ise böyle bir teşebbüsün hususi ve milletçe ifasına mani idi.
AvrupalIlar
müslümanlara taassup ve metanet-i diniye atfediyorlar! Heyhat ki taassubun
cehil şekli doğru ise gayret ve metanetin artık yok olduğu acaba şübhe
götürüyor mu?
..
'
Hıristiyanlığın,
misyonerlerinin neşr-i din ve medeniyet için ihtiyar eylediği şayan-ı
takdir ve hayret gayretle faaliyet ve fedakarlık
nazar-ı dikkate alınır da buna mukabil müslümanlann i kayıtsızlık ve ataleti
düşünülürse kalb-i hamiyetin kanadığı |( hissedilir! Misyonerler, bu
yorulmak bilmez, fedakar insanlar Afrika'nın en vahimül
heva yerlerinde bile mektepler açıyorlar.
Ahaliye
ziraat ve ticaret öğretiyorlar. Hastalarını meccanen bakıp ilaçlarını sadaka
olarak veriyorlar. Bunca iyiliklerin kaynağı olarak gösterdikleri mezhebi
mahsuslarını dahi neşre çalışıyorlar. Şarktaki din hâdimleri ise, (sistem-i
umumidir) oralarda zemini tamamen hazır ve hatta mühim bir seviyeye de gelmiş
bulunan tedris ve irşad işini hatırlarına bile getirmiyorlar idi.
Bugün
de öyledir.
Ecnebi
tabiiyetine düşmekle beraber nîm (yarım) bir istiklali muhafaza etmiş olan
Afrikayı vustadaki müslüman emirler, ev-
lad-ı
vatanı terbiye etmek için oralara gidecek muallimlere mühim hedâyâ-yı tedris
vermeğe hazır oldukları halde din hizmetlileri içinde bari menfaat saikiyle
olsun icabet edeni görülmüyor.
Velhasıl
dediğimiz gibi ne Mehdi'den ne Hakan-ı sâbıktan ve ne de efrad-ı mütenevvire-i
milletten Afrika alem-i İslâmî için çare-i terakki ve
tahlis düşünülmüyordu.
Fransa'nın
cihet-i cenubiden tecâvüz ve istilaya başlaması üzerine Zender, Ayrve Havza
emirleri tehlikeyi tamamen fark ettiler. İstilâ sırasının kendi memleketlerine
de geleceğini anladılar. Bundan fazla da kendi kendilerini müdafaa
edemeyeceklerini ve makam-ı Hilafete dahalet ve memleketlerini himaye-i
Osmaniyeye tevdi lüzumunu takdir ettiler. İstanbul'a bir sefa-ret-i fevkal'ade
heyeti göndermeğe karar verdiler. Bu heyet yola çıkarıldı.
Ayr,
Zender ve Havza emirleri, devekuşu tüyü, altun tozu, fildişi vesaire gibi Sudan
mahsulatı ve emtiasıyla yüklü bir kafile tertib ve 3 fevkal'ade sefir tayin
ederek hilâfet merkezine .doğru yola çıkarmışlardır.
Bu
kafile Sudan ve Sahra'yı salimen geçerek Devlet-i Osmani-yenin müntehâ-yı
hudud-ı Cenub-i Şarkîsindeki (Güneydoğu sınırının sonundaki) "Gat"
kasabasına gelmişlerdi. O tarihlerde Gafta bizim kaymakamımız var idi. Bu zat
Eba Eyyûb el-Ensarî sülalesinden ve Gafta sakin "Ensarî" kabilesinin
reisi olup, biz, kendisine vermediğimiz bir maaşla kaymakam namını vermekte
idik. O ise "Gat Sultanı" ünvanını taşıyor idil.
Afrika-i
vusta emirlerinin sefirler heyeti Gafta bu kaymakam tarafından izaz ve ikram
gördü... Lâkin kafile Gaftan hareket ettikten sonra Tuvanklann pususuna düştü.
Sefirler ve Maiy-yetleri kılınçtan geçirildi. Hediyeler ve develer
gasbolundu... Ve tabiidir ki hükümet-i Hamidiye'nin ne sefirlerin ağırlandığından
ve ne de sefaret heyetinin telef olduğundan haberi bile olmadı.
O
tarihlerde henüz Afrika resmen paylaşılmamış olduğundan ve Fransa’nın o vakit
işgali altında bulunan memleketlerle Zcn-der ve Ayr gibi arasında 50-60 günlük
bir mesafe bulunduğundan oraların Osmanlı himayesine girmesine kimsenin bir
diyeceği olamazdı.
İşte
Abdülhamid’e Avrupahlar tarafından isnad olunan ittihad-ı İslâm siyasetiyle
badiheva (bedava) giden ve milyonlarca müs-lüman nüfus ile meskûn bulunan
memleketler göz önüne getirilir ise böyle bir siyasetin elifbası bile dimağ-ı
Hamidiyede mü-tecelli olmadığı (Abdülhamidin dimağında yansımadığı) bir kere
daha tezahür eder.
Fransızların
Bomu’da tasaltun eden (sultanlık (aslayan veya
saltanat süren) Rabih’i mağlub etmesi, Tuval’ı istilasının neticesi olarak
güneye doğru istilâya başlaması, Scyyid Mchdi’nin fikrinde Türkler ve Hükümct-i
Osmaniye lehinde bir değişme peyda etmeğe başlamış idi. Cenab-ı Seyyid,
ihtiyatı elden bırakmamakla beraber, Türklerle emel ve amel birliğinden başka
kurtuluş çaresi kalmadığını pek güzel anlıyordu. Seyyid Mu-hammed el-Mehdî'nin
fikrindeki bu değişikliği Abdülhamid'in gönderdiği hediyeler ve sefirlere
hamletmek haladır.
Cenab-ı
Seyyid’in Türkiye vekili, Hicazh Seyyid Falih her hale vakıf bir adam
olduğundan Seyyid Mehdî padişah zamanını pek güzel biliyor ve her hareketinin
samimiyet ve ciddiyyetten ari olduğuna kanaati bulunuyor idi. Seyyid Mehdi,
Abdülhamid'in menfaat-ı İslâmiye haricinde kalan şahsi emellerine hizmet
edemezdi.
Abdülhamid'in
Seyyid Mehdi'yi ele almağa kalkması, hiç şüb-he edilemez ki, değişik ve çeşitli
sebeplerden ileri gelmiştir.
Bu
sebeplerin belli başlısı, Seyyid Muhammed el-Mehdî'nin şöhreti ve manevi
kuvvetten "havf' olduğuna şüphe yoktur.
Seyyid
Mehdi'nin Cabub'dan Küfre çölündeki vahaya hicretini icab eden, bu takarrub ve
uzlaşma emelleri olmuştur.
Bu
sefaret ve muhaberelerden hiçbir netice çıkmadığı, Seyyid Mehdi'nin
Abdülhamid'den muallim, zabit ve ahvale vakıf rical talep etmemesinden ve
Abdülhamid'in göndermemesinden anlaşılıyor.
Hakikaten
bu temasların tarafların ihtiyatını artırmaktan başka bir netice vermediği
hadiselerin seyri takib edilirse anlaşılır.
Demek
ki Seyyid Muhammed el-Mehdi'nin Türklere ve hükümete müsaadekârane davranması
şartların icbariyle vaki olup, bunda Abdülhamid siyasetinin hiç bir dahli
yoktur.
O
tarihlerde Bingazi ve Fizan mutasarrıflıklarında istihdam edilmiş zevatın,
şahsiyet ve icraatları nazar-ı tetkika alınırsa hükümet-i Hamidiye'nin malum
olan kötü idaresinin Afrika'da cinayet ve rezalet derecesine indirildiği
görülür.
Fransızların,
idareten sahihsiz olan her tarafı yavaş yavaş istila edecekleri şüphe
getirmeyecek dereceye gelmesi üzerine, Seyyid Mehdi, ihvanının önde gelenleri
ve nakibleri vasıtasıyla Sahrayı Kebir'in derbentleri ve kapılan hükmündeki
noktaların OsmanlIlar tarafından işgaline çalıştı. Bu husus için hayaller ve
vehimler menbâı olan Yıldız'a müracaat edemezdi. Böyle bir müracaat sonu gelmez
muhaberat ve tekâlife, bir çok şübhelere ve şübhesiz
aksi neticelere sebebiyet verecekti. Bunun için Muhammed el-Mehdi doğrudan
doğruya iş görmeyerek bu mühim işi Tuvank ve Teybular vasıtasıyla istihsale
kalkıştı. O vakte kadar Hükümet-i Osmaniye'yi tanımamış olan Tuvank ümerasından
"Sultan Amud" "İngidazen" ve "Bufenayed" Seyyid
Mehdi'nin teşvikiyle Hükümet-i Osmaniye'ye yani Fizan Mu-tasamflığına
müracaatla kendilerinin ve" Azcer" Tuvank arazisinin himaye-i devlete
alınmasını rica ettiler. "Sultan Amud'un" makberi ve Azcer arazisinin
merkezi demek olan "Canit" kasabasına bir Osmanlı bayrağı göndermekle
iktifa olundu.
Güvar
Teybulan mahallin önde gelenlerinden "Abdullah Yendemî" nam zatın
vasıtası ile tekrar Hükümet-i Osmaniyeye müracaat ettiler. Memleketlerine memur
ve asker gönderilmesini istirham eylediler.
Melun
idare-i Hamidiye ve miskin memurlan bu fırsatı da elden kaçırdılar. Güvar,
Vaday ve Bomu yolu üzerinde, Sudan ticaretinin Gat kadar ve belki daha mühim
bir transit merkezidir.
Lâkin
Güvar hıttasına bizim için son derece ehemmiyet verdirmek lazım gelen cihet
"Bilma" tuzlası idi. O tarihte Fransanın işgal ettiği mevkiler ile
Güvar ve Bilma arasında, pek azim mesafeler bulunduğundan ve henüz mukaseme
(paylaşma) icraya konulmamış olduğundan o vakit işgali pek kolay olan Bilma
hakkında birkaç söz söyleyeceğiz:
Sahray-ı
kebirin Bilma'dan başka hiç bir noktasında ve Sudan'ın çoğu kısımlarında bir
noktada tuz madeni, büyük bir memleha (tuzla) yoktur. Toprak her tarafta ziyade
tuzlu olduğu halde Bilma'dan başka tuz madeni ye memlchasına malik olmaması
teşkilat-ı jeolojiye nokta-i nazarından tetkike şayan bir haldir. Bilma
madenleri ise dünyanın en büyük tuz madenlerinden sayılmaktadır ve bütün
Sahrayı Kebir ve ekseriyetle Orta
Sudan
halkı bu tuza muhtaçtır. Ehlî hayvanların, develerin sıhhat ve belki de
hayatlarının devamı tuz yemelerine bağlıdır. Hele deve tuz yemezse uyuz olur ve
nihayet yaşamaz.
Bu
sebebe mebni Sudan'ın en kıymetli madenlerinden biri de tuz olup bazı yerlerde
kesilmiş tuz parçalan ve tuz levhalan para gibi tedavül ettiği görülmüştür.
Bilma'ya her sene müsait mevsimde 20 binden 100 bine kadar deveden mürekkeb
kafileler gelip tuz yükü ile avdet ederler. Her yük 40-50 kuruştan 100 kuruşa
kadar bir ücret getirir. Demek Bilma memlehası senede ortalama olarak 30-40 bin
lira varidat verir bir tabii servet men-baıdır. Şu halde hudut ve nüfuzumuz dahilinde bulunması ve henüz sahibi ve iddiacısı bulunmaması
sebebiyle, bir bölük asker ve bir memur heyeti göndererek Güvar ve Bilma'yı
işgal ve orada bir hükümet-i muntazama teşkil etmiş olsaydık hem oralarda
bulunduracağımız kuvvetin mesarifıne mahalli bir karşılık bulmuş ve hem de
bütün Sudan'ın ka'be-i ihtiyacı hükmünde bir yeri ele geçirmiş, Sudan
ticaretinin sahib ve vasıtası hükmüne girmiş olurduk.
Ne
çare ki bu kadar kolay bir muvaffakiyeti de elden kaçırdık. Bilma'ya hiç
ehemmiyet vermediğimiz gibi Güvar'a muhafız-sız ve müdafaasız bir sancak
göndermekle iktifa ettik.
Bilma
ve Canit havalisini askerî işgal altına almamamız, oralarda muntazam birer
hükümet teşkil etmememiz yüzünden bilahare Bilma işgal edildi. Seyyid Mehdi'nin
bu teşebbüsü de akim kaldı.
3 Yenilginin sebepleri
Tarihe
bir nazar
Akvam-ı
Sâmiye arasında bir mukayese
Yahudilerce
Mesih
Afrika-yı
Vustânın işgali
Seyyid
Mehdinin vefatı
Abdülhamid'in
hal'i
İstikbal
ve netice
Seyyid
Muhammed el-Mehdî'nin büyük şöhreti artık kemal noktasına gelmiş idi. Bununla
beraber Afrika'nın dört tarafından başlayan işgal de terâkki ede ede geride
işgal edilmemiş bölgeler orta kısımlarda bir kaç memleketle Devlet-i Osmaniye
tabiiyyelindeki mahallerden ibaret kalmış idi.
Artık
tehlikeyi atlatmak, müsademeyi geri bırakmak ihtimalleri kalmamıştı. Afrika alem-i İslâmında hamiyet son derece galeyanda idi. Herkes
çekilmiş birer yay gibi artık Seyyid Mehdî'nin icraatını bekliyordu.
Müslümanlar, o vakte kadar bin türlü teville ehemmiyeti geçiştirilen mağlûbiyet
ve istilalara bir mana verememeğe başlamıştı. Şartlar ne olursa olsun, faaliyet
göstermek gerekiyordu.
Bu
devrede Senûsîlerin gösterdiği faaliyet şâyân-ı hayrettir. Senûsîler, pek az
bir müddette meccânen dağıtım, teşvik ve mübâyaatı (alım-satımı) kolaylaştırma
suretiyle binlerce adamı yeni silahlar ile donattılar. Bu hususta harikalar
gösterdiler. Lâkin iki şey hâlâ eksik ve artık tedariki mümkin değil idi.
·
1-
Efradı teallüm ve muharebeleri idare edecek zâbitler.
·
2-
Top!!
Bu
iki noksan, öyle noksanlar idi ki şâir hazırlıkları bî faide bırakıyordu.
Bu
iki noksan sebebiyle, muntazam bir kuvvete mukavemet mümkün olamayacağını bilen
Cenab-1 Seyyid, me'yûsane mukavemete hazırlanmakla beraber taraftarlarının
galeyânını teskine çalışıyordu. Lâkin muvaffak olamıyordu. Teskin-i galeyana
çalışmasının sebeblerinden biri de kendisince muhakkak olan mağlubiyete
mümkünse bir mânevi sebeb ve özür bulmak idi. îhvan-ı Senûsîye arasında Seyyid
Mehdi'nin bir nutku (şiiri) neşredilmişti. Bu nutka göre
Seyyid Muhammed el-Mehdfnin galebe ve satvet zamanı, Evrehg-i Osmanfye (OsmanlI
tahtına) "Sultan Süleyman’ın” kuud edeceği zaman idi! Bir nevi keşf-i
istikbal demek olan bu nutuk, safvet ve garâbetine rağmen, bir kalb-ı
hamiyyetmendin (Hamiyetli bir kalbin) akıttığı kan ile yazılmış bir enîn
olduğundan her hami-yetmendi garîk-i teessür (teessüre boğacak) mahiyettedir.
Bîçare
Seyyid!
Evreng-i
Osmani'de Abdulhamid-i Sâni oturuyordu... Ve muharebe etmek lâzım geliyordu... galebe ise bu keşf mûcibince mümkün değil idi!
İhvan-ı
Senûsîyenin büyüklerinden bir kaçı bana bu şiiri okuduktan sonra, hanedân-ı
Âl-i Osmâni içinde, bu namda bir şehzade olup olmadığını sormuşlardı. Ben o
tarihte hanedân-ı Âl-i
Osman'ın
mevcud âzâlannı ferd ferd bilmediğimden o vakit ve-liahd olan hakan-ı hazır
hazretleriyle (Sultan Reşad'la) Yusuf îzzeddin efendi hazretlerinin namlarını
zikrettim... Sonra Süleyman efendi merhum hatınma
gelerek haber verdim. Soran-: lar pek meyus görünüyordu.
Çünkü
bahis konusu şehzadenin taht-ı Osmaniye geçmesi mukadder olsa bile buna çok
zaman lâzım idi... Hatta belki de birinci ve ikinci veliahdlar atlanıp şehzade
merhumun saltanatı zamanı düşünülmesi, vakit kazanmak ve bu suretle galeyanı
teskin ve mağlubiyeti mazur göstermekle bareber, ümitleri muhafaza etmek
emeline mebni idi. Lâkin son haddini bulmuş olan galeyanın teskini mümkün
olamıyordu. Amme-i
Senûsîye galebeyi muhakkak biliyordu.
Burada
pek nazik ve pek mühim tetkikat ve tenkidat yapmak mecburiyetindeyiz. Böyle
yapmazsak şu gerçeği hikaye halinde bırakmış ve faide-i hakıkıyeyi kaybetmiş
oluruz..
Bu
mebhas gayet mühimdir. Tetkik ve tenkidimiz, zan ve hissiyata değil, tarih ve
tabiata istinad ettirilmiştir. Şu halde netice bir hakikati, bir vakıayı
meydana çıkaracaktır. Şuracıkta dahi tamamen bî taraf ve yalnız hakikat
sevgisiyle mütehassis olduğumuzu beyandan geri
durmayız.
Âmme-i
Senûsîye, galebeden emin idi dedik. Acaba neden emin idi. Neye güveniyor idi?
Galebeyi neden bekliyordu?
âmme-i
Senûsîye Seyyid Muhammed el-Mehdi’ye güveniyor, galebeyi kerametten ve
harikadan bekliyordu?!
Tarihe
bakarsak görürüz ki; Kendi irâde ve azmine güveneme-yen, etrafında yükselme,
korunma, kurtuluş ve müdafaa yollanın göremeyen bilcümle milletler, her vakit
ümitlerini tesadü-
fe,
harikalara, kerametlere bırakmışlardır. Bunun en parlak ve en aleni delâili,
Benî İsrail tarihinde görülür.
Benî
İsrail, çöküş sebeplerini kısmen anlamış, kısmen anlayamamış idi. Sükun ve banş zamanlarında fisk ve sefahate koyulan Benî
İsrail akvam-ı muharibe ve mühimmenin tazyikine duçar oldukça ve mağlubiyetin
acısını tattıkça sebeplerini tetkike girişiyor. Sebeb-i mağlubiyetini dini
emirlerin terkedil-mesinde, yani zühd ve ahlakın ortadan kalkmasında buluyor.
Vakıa bu da, sebeblerden biri idi. Lâkin sebeb-i aslî değildi.
Sebeb-i
aslî Benî İsrail'deki "fikr-i tavakkuf' (durma, bekleme fikri) idi. Benî
İsrail, hayat demek tekâmül, memat demek tavakkuf demek olduğunu bir türlü fehm
ve keşf edemiyordu.
Keşfedemediği
için bütün faaliyetini şeklî ibadetleri artırmaya ve Talmud bilgilerinin teksir
ve nakline sarfediyordu.
Bu,
pek yanlış idi. Pek yanlış olduğu için Benî İsrail memleketi umumi bir
miskinler tekyesi, umumi bir manastır şeklini alıyordu. Güya Benî İsrail için
lefsirat-ı Talmudiyeden başka ilim ve marifet, ibadat-ı sûriyeden (sûrelâ
ibadet) başka vezaif-i Diniye ve ahlakiye yok idi.
Tekamül
ve terakkiden, hikmet ve hakikattan uzaklaşmanın neticesi olarak İsa'nın
zuhurunda Benî İsrail ve hele alim sınıflarından
sayılan Farisîler sûretperestliği, münafıklığı, kizb ve riyayı öyle bir
dereceye getirmişlerdir ki sokaklarda avazı çıktığı kadar bağırarak Tevrat
ayetleri okumakta, sahte bir zühd ile işi maskaralık derecesine çıkarmakta,
mesela: beş para sadaka verseler aleme i|an için bağıra bağıra tasaddukun
faziletlerini söylemekte idiler.
Bu
şerait dahilinde bilhassa Benî İsrail gibi az nüfuslu
bir milletin kendisini tecavüzden koruması mümkün olamayacağından ister istemez
esaretten kurtulmayı harikalardan ve mucizelerden bekliyorlardı.
Zaten
bakılsa Benî İsrail tarihi, başlangıcından mahkûmiyet-i katiye zamanına kadar
devamlı ve birbirini takib eden mucizat-tan ibaretti. Şu kadar ki ilk
mucizelerin en büyük icazı Benî İsrail'i Allah yoluna ve hamiyyet istikametine
sevk etmek suretinde ortaya çıkmışken Benî İsrail bu kudreti kaybettiği vakit
dahi mucize beklemesi âdetullah hilafında beyhûde ümid idi. Mamafih Benî
İsrail'in bütün ümidi bundan ibaret kalıyordu.
Kur'an-ı
Kerim'de isimleri mezkûr olduğu için enbiyâdan ma-dud olup olmadıkları ehl-i
İslama göre meçhul fakat Benî İsrail'e göre enbiyadan sayılan1 bir çok zevatın ekser-i
mucizatı Benî İsrail'i kurtaracak bir Mesih'in geleceğini ihbardan ibaret
kalmış idi.
Benî
İsrail'in beklediği Mesih nasıl bir adam idi. Zuhuru zamanında Mesih İbni
Meryem'i niçin kabul etmediler?
Çünkü
Benî İsrail, kendilerini sefalet ve esaretten kurtaracak, millî zillete nihayet
verecek, satvet-i kadimeyi iade edecek bir padişah, bir muharib, bir siyasi
bekliyordu. Hem de öyle bir mu-harib ki düşmanlan
mağlub etmek, şeref-i milliyi ihya eylemek için Yahudilerin fedakarlığına,
şecaatine, gayretine müracaat etmeyerek işi yalnız mucize ile yapacak!
İşte
bu sebebe mebnî idi ki (fakirlik iftihar ettiğim şeydir) sim ile zuhûr-ı
dâvetini maneviyata hasredip, mucizatını siyaset haricinde izhar eden İsa
el-Mesih'i kabul etmeyip düşmanlık gösterdiler.
Böyle
bir zâtı Mesih diye kabul etmek, yahudiler için 10 asırdır perverde ettikleri
(içlerinde besledikleri) son ümitten feragat demek idi. Şimdiki asır yahudilerinden
bir mütefekkir olan "îst-raus" yahudilerin ümidi ve bekledikleri
Mesih’in maddeten dahi millî yükseliş ve ilerlemeye rehberlik edecek bir âmil-i
siyasi olduğunu şu sözlerle isbat ediyor.
"Yahudîler,
bekledikleri Mesih'in marifet ve servetten başka bir şey olmadığını
anladılar"
Bu
sözler bir itibarla m^hz-ı hakikattir. Filvaki Benî İsrail'in, henüz her yerde
değilse bile bir çok yerlerde iade-i şeref-i saadete
muvaffak olması, marifet ve servet sayesindedir.
Ne
çare ki bu hakikati vatanlarını ebediyyen kaybettikten ve meydan-ı nikbet ve
mihnette 2 bin sene sürdükten sonra anladılar. Benî İsrail tarihi müslümanlar
için büyük bir ders, onların geçirdiği edvar-ı maziye, bizim için büyük bir
ibrettir.
Heyhat
ki âmme-i Müslimîn ne bu dersi okumuş, ne de bu ibreti göstermiştir.
Âmme-i
Senûsîye, her şeyi kerametten bekliyordu demiştik. Filvaki bir vakit Benî
İsrail'in "Mesih" hakkında fikri ne ise, âmme-i müslimînin dahi
"Mehdi" hakkında fikri odur. Her iki fikrin mutabakatı aynı
sebeplerden ileri gelmektedir: Yükselme ümidi. Araplar da, Yahudiler gibi Sami
kavimlerdendir.
Irk
olarak akvam-ı Sâmiyeden olmayan müslümanlann bile, din birliği hasebiyle bir çok hususta akvam-ı Sâmiyeden addedilmeleri lazım gelir.
îslam
dini, kavâid-i camia ve kamile sahibi bir din olmakla
sa-liklerinin mütefekkirat, içtimaiyat ve sairesine kafi tesirleri vardır.
Hangi
ırktan olursa olsun, her müslim, az çok Arap demektir. Bu sebeble Araplarla
Benî İsrail arasında birbirine benzer bazı ahval bulunması garib görülmeyeceği
gibi Benî İsrail tarihi ile İslâm tarihi arasında bazı noktalarda benzerlik
olması dahi pek tabiidir.
Şu
kadar ki bu müşterek haller ve benzerlikler hiç bir vakit mutabakat ve ayniyet
derecesini bulmamıştır.
Evvela:
Araplar ve bilcümle müslümanlar hiç bir vakit fıtrî cesaretlerini ve dini
metanetlerini kaybetmemişlerdir.
Saniyen:
Hiç bir tarihte yahudiler kadar umumi bir alçaklık, mezellet ve ahlaksızlık
haline düşmemişlerdir.*
Müslümanlar
bir kaç asırdan beri mağlup olmaları neticesinde, kuvve-i maneviyeleri
kırılmamış ise de sarf edilen gayretlerin boşa gitmesi ve esbab-ı mağlubiyetin
avama ve belki de havassa bile meçhul kalması yüzünden yeis ve tembellik anz
olduğu meydandadır.
Ahlâki
metanet ve manevi saflık dahi ekseriyetle haleldar olduğu ve sürelin sîrete,
lafızların dini hikmetlere ve hakikate galebe ettiğini inkar
etmek mümkün değildir.
İşte
alem-i İslam'da, bilhassa Araplarda te'âlîyi
harikalardan beklemek keyfiyeti bu sebeblerle peyda olmuştur.
Tarih-i
İslam'da görüyoruz ki din ve harikalara müsteniden zuhur eden ihtilâl ve
inkılablar, hep muzdar (çaresiz) kalman müşkil zamanlara tesadüf etmiştir.
Mehdî ismiyle zuhur eden erbab-ı iddia ve inkılab ise ekseriyetle çöküş
zamanına ve Arap kavmine münhasır bulunuyor.
*
Bu Yahudiler, zamanımızın müterakki ve mütemeddin, hiç bir hususta ve
ahlâkiyatta hiç bir milletten geri kalmayan Yahudileri olmayıp, kasdedilen iki
bin sene evvelkilerdir. (Filibeli merhum İsrail'i görme bedbahtlığım yaşamadı).
Benî İsrail ile âlem-i
îslamm benzerliği işte bu hususlardadır. Benî İsrail'i, "tavâkkuf"
(bekleme, durma) keyfiyetini bir dinî kaide mertebesine çıkarmak, kanun-ı
terakki ve tekâmülü inkar etmek mahv ve perişan
eyledi. İslam'ın zayıflamasına yol açan sebebler de ayni sebeblerdir.
Din-i
İslâm hakkında kalem oynatan Avrupa müdekkikleri içinde en insaflı ve en
bîtaraf gördüğüm Fransız Mösyö Lö Baron "Karadow" diyor ki:
"Şimdiki
zamanlara kadar ahali-i İslâmiye'de sanayi, hırfet (sanat), maarif ve
medeniyetin nasıl terakki edeceği hakkında fikir ve malumat-ı umumiye
görülmemiştir.
Siyaset,
idare, adliye ve iktisad hususunda mümkün ve daimi bir tekâmül emelinin
işaretleri tezahür etmemiştir.
İslâmda
hikmet, ilm-i itikada merbut kaldığından hareketsiz ve atıl kalmıştır. Hürriyet
fikri ve hatta faaliyet-i fikriye bile bîlüzum
görülmüştür. Bu sebeble İslâm atıl ve mütevakkıf kalmıştır."
Atalet
ve tavakkuf! 2
İşte
İslam'ın umumi hastalığı. Orta
Afrika ahalisinin, Senûsî muhiblerin bu marazdan pek büyük hissesi var idi.
İslam'ın mühim âzâlan hasta iken etraf hükmünde olan aksâmının hastalığı pek
tabiidir. Herkeste bir gayret, bir istek var idi. Lâkin bu gayretin ztmnında
bir yeis, bu isteğin altında bir bezginlik gizli idi. İşte bu sebeblerle ümid-i
galibiyet, harika ve kerametlere matuf idi.
Birkaç
ufak müsademeden sonra Zender zâviyesi önünde büyücek bir muharebe oldu. Bu
defa Fransızlara mukabele eden doğrudan doğruya İhvan-t Senûsîye idi. Tuvank
göçebelerinden mürekkeb olan Senûsî ordusu Fransız!afdan
belki de 10-20 kere daha kesretli (çok) idi. Muhariblerin elinde ’gura martini'
ve ’yencester’ gibi yeni silahlar bulunuyordu. Lâkin birkaç saat sürebilen bu
muharebede Senûsîler kesin bir mağlubiyete uğradılar. Hatta ümid edilen şecaat
ve fedakarhğt da gösteremedikleri muhakkaktır.
Zender
mağlubiyeti evvela şeyhler ve nâkibler tarafından gizlendi. Lâkin,
bu felaket o kadar büyük idi ki gizlenmesi mümkün olamadı. Herkesin hayret ve
gerginliği had gâyede idi. Her şahıs mütevekkilane boynunu bükmüş duruyor,
birşey söylemiyordu. Lâkin her çehrede aşikar olan
yeis ve fütur bulutlan, kalblerdeki burukluğa tercüman oluyordu.
Bu
son mağlubiyetler, Senûsîler için helak edici bir darbe hükmüne girmiş idi.
Bomu'yu îngilizler işgal ediyordu. O vakit henüz müstakil ve Senûsî olan Vaday
Hükümet-i İslâmiyesi her taraftan mahsur ve sair yerlerle irtibatı kesik
bulunuyordu.
Bütün
havza, Sahray-ı Kebir'in hemen tamamı Fransızlar'ın elinde idi. * Devlet-i
Osmaniye son zamanlarda Trablus'daki menfâlar ve bâhusus Receb Paşa merhumla
bazı erkân maiyyeti sebebiyle o bölgeye biraz daha nazar-ı temellük ve
tesahüble bakıyordu.
*
Vaday, şu son günlerde Fransa tarafından zaptedihniş ve şu suretle Afrika-yı
Vustâ ve Sahra'nın fethi ikmal olunmuştur.
Senûsîlerin
serbest kaldıkları ve tam mânâsıyla faal oldukları bölge Libya çölündeki Küfre
vahasına münhasır kalmıştı.
Üç
yüz milyon müslümanı ilerleme yoluna sevketmek, Afrika-yı ecnebilerin
istilâsından kurtarmak emeliyle, ittihad-ı dinî-i İslam'ı bilfiil te’sis ve
azim bir 'Afrika Müslüman İmparatorluğu’ teşkili fikriyle kutlu ve büyük bir
dâhinin husule getirdiği muazzam menba çöküyor, Senûsîlik, hatırat-ı tarihiye
meyanı-na giriyordu.
Bingazi
çölünde çıkan bir fevkalade nûr, dehâ hârikası, bütün İslam alemini
ümid verici şa’şaasıyla tenvir ettikten sonra yine o çöle ricat etmiş... sönmüş idi.
Seyyid
Muhammed el-Mehdî bu son mağlubiyetten sonra çok yaşamadı. Bu şeyh-i zîkemal Ve
safânın son zamanlan pek mu-raretli (acı) geçmiş idi.
Zender
zaviyesinin işgali, yorulmuş olan sıhhatına pek şiddetli bir darbe oldu.
Seyyid
Muhammed el-Mehdi 1322 senesi terk-i âlem-i nasut etti (insanlık âlemini
terketti).
Allah
ondan razı olsun. Allah onun yüksek sımnı takdis etsin.
Avâm-ı
Senûsîye Cenab-ı Seyyid'in ölmediğine ve semâya refolduğuna kani olup tekrar
zuhuruna itikad ederler. Seyyid Muhammed el-Mehdî es-Senûsî lâtif ve sevimli
endamlı, mü-tevazi, zekî, haluk (ahlaklı) ve pek âlim bir şeyh-ı ekmel idi.
Hayatında mazhar olduğu hürmet ve meveddet hakikaten azîm idi. Rüşd ve
kerametinin şöhreti dört bir tarafa yayılmış idi.
Nam-ı
âlilerine verilen bir "eman" varakası vahşilerce, haydut-larca bile
muteber tutulurdu.
Seyyid
Mehdî derecesinde hürmet-i umumiyeye mazJhar olmuş meşayıh ve evliya tarih-i
İslâmda pek azdır. Müşarünileyhin tevazuu ve müraci'îne iltifatı meşhur idi.
Kendilerine
tahriren müracaat edenlere alel müfredat cevap verirler, müşkilini hal ve
kendisini taltif ederlerdi.
Müşarünileyh,
zamanımızın en âli ve en büyük vicdanlarından biridir. Seyyid Muhammed el-Mehdî
evlâd bırakmadı. Elyevm meşîhat seccadesinde biraderzâdeleri "Es-Seyyid
Ahmed es-Senûsî İbn es-Seyyid Ahmed eş-Şerif bin es-Seyyid Muhammed
es-Senûsî" oturmaktadır.
Seyyid
Ahmed'in bir mektubunu gördüm. Bu mektuptaki hat-mede (bitiş)
"Mazharunnûni el-Kuddüsî es-Seyyid Ahmed İbn es-Senûsî" yazılıdır.
Son
bir makale ile Seyyid Mehdî ve Abdülhamid'in âlem-i İslam'dan gaybûbetleri ne
gibi bir mânâyı haiz olduğunu açıklamaya çalışacağız. Bu son makale, bu
eserciğin zübdesi (özeti) ve muhâkematımızın neticesi olacaktır.
4 Netice
İntibâh-ı
İslâm
Genç
Müslümanlar
Ümid
ve istikbal
"İslâm!
İslâm!
"Senin,
tarihlerde gördüğüm, vicdânımm-derinliklerinde, hayalimin sonsuz sahasında hâlâ
mevcudiyetini görmekle olduğum feyz ve fazlının, bütün şa'şaasıyla yine meydan-ı
insaniyete çıktığım, yine milyonlarla insanın rehber-i le'alisi olduğunu
görmeden ölmek istemiyorum"
Serir-i
Mualla Çölü-10 Nisan 1324.
Kuşe-i
inzivaya itilmesi üzerine meydan-ı faaliyetten çekilmiş olan Abdülhamid ile
beraber, 1286 senesinden beri alem-i İslam’da, İslami
kaidelere aykırı olarak devam etmekte olan usul-i mutlakiyet dahi öldü.
Sadr-ı
İslâmî müteakiben, bazı selâtîn-i âdile (adil sultanlar) sebebi ile istibdada
ithal edilemeyecek pek az ve mütenavib adi ve dad fasılalan müstesna olarak, alem-i İslam'da hükümfermâ olmuş bulunan mekruh istibdat
usûlü, bir daha avdet etmemek üzere, Abdülhamid'le beraber zâil olmuştur.
Seyyid
Muhammed el-Mehdi es-Senûsî ile beraber fikr-i tavakkuf (bekleme, durma) dahi
bir daha vücut bulmamak üzere öldü!
Abdülhamid,
İslâmî çöküş ve alçalış çukuruna sürükleyen, aleni fenalığın, kasdî
fenalıkların, yani mutlakiyet ve istibdadın son mümessili idi.
Seyyid
Muhammed el-Mehdî ise İslâmî mahkûmiyet ve inkıraza sevk eden, fenalık olduğu
bilinemeyen, hatta istibdadı doğuran, gayrı kasdî fenalığın yani fikr-i
tavakkuf ve ataletin son mümessili idi.
İhtimal,
her ikisi de, niyetleri itibariyle, İslama hayır kasd ediyorlar idi!.
Şübhesiz,
İkincisi, Seyyid Mehdî, İslâmın hayn için çalışıyordu. Şübhesiz niyeti de ameli
gibi hayra makrun idi.
Lâkin
ne çare ki bize külle yevmin hav e fi şe'nin (o kainata her gün tasarruf
eder, her gün bir iştedir)3
hitabiyle hikmet-i tekamülü bildirmiş olan Hûda, niçin, hayalı tekamül ve
teceddüd ile, mematı tavakkuf ve ataletle mümkün kılmıştır!?
Tarih,
büyük kitab-ı hikmettir! Fakat tabiat sahifesi ibretlerle doludur. Tarihin
ibretle dolu sayfalannı açarsak görürüz ki der-ya-yı insaniyetin kararsız
dalgalan hükmünde olan milletler, tekâmül ve faaliyetle peydâ, teceddüd ve
terakki ile pâydar, tavakkuf ve ataletle mahv olmuşlardır.
İbretlerle
dolu tabiat kitabına bakarsak görürüz ki mevcudiyet demek, faaliyet demektir.
Atalet yokluk ile müsavidir! Zerreler, yerler, güneşler, alem
hep uçuyor, hep koşuyorlar. Hep çalışıyorlar! Varlığı faaliyetle, vücud-ı
mütezahiri teceddütle meşrut kılmış olan Vücud-ı Mutlak Vâcibu'lvücud,
zerrelere de, kürrelere de, alemlere de zamandan
münezzeh ebedi bir hitab, taayyünden arî güzel bir hitabla "ileri!’’
diyor.
Bu
değişmez emre itaat edenler faaliyetle, her hangi bir sebeple etmeyenler
teceddüde mahkûm olup tecdid-i faaliyetle varlığı, muhafaza ediyor.
İslâm
.... Nice asırlar gaflet uykusunda kaldıktan sonra bu
İlâhî hitabı duydu.
Bugün
intibah-ı İslam başlamıştır. Evet, bugün yar-u ağyar itiraf ediyor ki İslâmın
devre-i tavakkuf ve ataleti hatm edilmiş "devre-i teceddüd ve tekamülü" başlamıştır. Lâkin bu intibahın güzel
semerelerinin devşirileceği zaman henüz ne kadar uzaktır. *
Ne
kadar cidal, ne kadar sebat ve metanet laZım gelecek! İnti-bah-ı İslam
rehberleri ne kadar müşkilâta, ne kadar mukavemete dûçar olacaklar.
Bu
mukavemetler, bu müşkilat, hep bizden, bize gelecektir! Asırların vicdan-ı
ümmete tab ve hakk'etliği alışkanlıkların, tarz-ı tefekkürün tebdili; mevcut
fikirlerden dinin ruhuna ve terakki ve tekamül emeline
muvafık olmayanlannm tefrik ve tarhı ne kadar büyük himmetlere, büyük
gayretlere muhtaçtır. Âyât ve ehâdise istinad ettirilmiş olmakla beraber,
teferruâtı ve tatbikatı itibariyle zaman-ı zuhurunun muhiti (ortaya
çıkış za-
*
Bu tarz tefekkür, âlem-i İslam'ın umumiyeti itibariyledir. Bazı akşamında daha
şimdiden görülen semerât, bu fikr-i umumîyi nakzetmez. inanındaki
şartlar), varlık ve tarih bilgilerinin tesiratından bittabi kurtulamamış olan
ve bu suretle terakki ve tekamül ile birlikte yürütülemeyen nice müctehidâtın
(içtihadlann), zamana muvafık ve tekamülâtı haiz müctehidâta tahvili ne kadar
uzun tetebbuata, ne kadar inatçı sebatlara vâbçstedir (bağlıdır)
Lâkin
bunlar olacaktır. Kim yapacak denilirse; genç müslümanlar. O müslümanlar ki
esas ve hikmet dini İslam'ın, bilcümle tekâmülat ve terakkiyâtın üssul
esaslarını (en önemli ilkelerini) muhtevi olduğunu anlamışlardır.
O
müslümanlar ki ne Din-i mübini terke, Livay-ı Hamd-ı Muhammedi'nin gölgesinden çıkmağa, ve ne de orta çağlara mahsus bir hayat-ı
bedeviyaneye mahkûmiyete razı değillerdir.
Zaten
bu hayat-ı bedeviyaneyi icab eden efkarla kavi ve
müstakil kalmak, hayat mücadelesinde galip gelmek, mahkûm ve bedbaht olmamak
mümkün değildir. .
Bir
mızrakla bir tüfenk, bir kılınçla bir topun birbirlerine göre nisbetleri ne
ise, selefin varlıkla ilgili görüş ve malumatından alınmış bir fikir ile mevcut
medeniyetin akıllan hayrete düşüren malumatından ortaya çıkmış bir fikrin
nisbeti odur.
Bir
taraftan mahz-ı insaniyet olan İçtimaî kaideleri, mahz-ı hikmet olan tevhid-i
kâmili ihtiva eden bu yüce dini, diğer taraftan tecrübe ve kesinlik üzerine
teessüs eden maarifi nazar-ı tetkikine alan bir müslüman, yüceliklerden
aşağılara, İlahi alemden insanlık alemine, ilhamdan
izhara doğru yapılan nur ile esfel-den a'lâya, insanlık âleminden İlahî aleme
doğru yükselmeye çalışan nurun hep nur-ı vahid, hep feyz-i İlâhi olduğunu
görür. Bu vahdet esastır, muhakkaktır. Bu vahdete münafi görülen te-zad ise hiç
bir vakit esasa raci olmayıp, muhit, zaman, vesaire gibi âmillere tâbi olan
selef fikirlerine ait kalır.
Bu
serdettiğim şeylerin hakk ve hakikat olduğuna bütün vicdanımla, kalbimle kani
olmakla beraber, eslâf-ı kiramı, onlann güzel gayret ve çalışmalarını, bâhusus
tebcile şayan olan Allah yolundaki himmetlerini ceffel kalem inkar
ediyorum zan olunmasın.
Böyle
haksızlık, ne kadar aciz ve naçiz olursa olsun, hiç bir mütefekkir-! İslaminin
hatır ve hayalinden geçmez.
Lâkin
şu iki suale insaf ile cevap isteriz.
Evvela:
Kâdî Beydâvî, Zemahşerî gibi bir dâhi-i İslam, şu içinde yaşadığımız asr-ı
celil-i fünûnda dünyaya geleydi, acaba ulûm ve fünûndan istifade ile isbat-ı
vacib, tesis-i fıkr-i vahdet gibi meseleleri daha nice-nice kat'î İlmî
delillerle tezyin etmez miydi?
O
Beydâvî, o Zemahşerî ki zamanlarında mütedâvil olan nâkıs tarih, Batlamius'un
astronomisi, maarif-i Yunaniye ve Hindiye gibi yanlış ilimlerden bile din
sevgisi, feyz ve deliller çıkarmaya çalışmaktan çekinmemişlerdir.
Saniyen:
Maksad söylenmiş bir sözü vikaye ve himaye değil de yalnız din namına hizmet
ise, bugün o sözden daha âli ve müs-bet bir sözü kabul etmemek, acaba dine
hizmet midir?
Eğer
bu millette artık bir Zemahşerî, bir Beydâvi yetişemez, denilirse biz bu
miskince ve tekâmüle aykırı hükme İslam için bir hakaret ve insan için bir
zillet olan böyle bir hükm-i tavakkuf perestâneye vicdanımızın bütün ihtilali,
kalbimizin bütün infiali ile itiraz ederiz. İslama göre âlemde misli gelmeyecek
yalnız Enbiya ve Hâtemü'l Enbiyadır.
Bu
inhisar hem dînî hem tabii, hem hakiki ve hem tarihidir. Filvaki Hatem
el-Enbiyadan sonra eser bırakmış, din tesis etmiş hiç bir nebi gelmemiştir.
Hazret-i Nebiyy-i Zîşânımızdan sonra muazzam bir kitle-i beşeriyece kabul
edilmiş hiç bir dinin zuhûr etmemesi Nebimizin en büyük mucizesidir. Nebimizin
hatem-i enbiya oluşu yalnız itikaden değil, tarihçe de bir hakikattir. Fakat bu
inhisarı meşhur alimlere, selefin fâzıllarına da
teşmil etmek ruh-ı islamiyete muvafık mıdır?
Hayır!
Dinimizi
seviyorsak, alem-i İslama bir nazar-ı tetkik atalım.
Hele tarih-i Beşeriyeti göz önünden kaldırmayalım. Biz anka-rib bu ümmet-i
merhumede yüzlerce binlerce allameler, Ze-mahşeriler, Beydaviler yetişeceğine
kailiz.
Biz
intibah-ı îslâmın zuhur ettiğine, itilay-ı İslam devresinin ta-karrub
eylediğine kailiz.
Biz
bu devre-i terakki âveri göreceğiz. Lâkin çalışalım; çünkü "insan için
sadece çalıştığı vardır!"
Enbiyanın
ehl-i İslam ile Benî İsrail arasındaki telakkisi bir değildir. Yahudi-lere göre
nübüvvet adeta bizdeki tarikat şeyhliği gibi bir şeydir. Bir nebî, islediği bir
adamı nübüvvete istihlâf edebilir.
Bu
marazı, ne evâmir-i Kur’ariiye ve ne de esâs-ı din husule getirmiştir. Bilakis,
Kur'anda ve ehâdisteki emr-i feyyâz-ı tekâmülü müteahhirîhden en büyük alimlerin bile anlamayışının sebebi tavakküftur. Pek mübhem
olan bu bahsi diğer rnakâlâumızda tedkik edeceğiz. Kur'an’ın bâis'i tevakkuf
olmadığını Avnıpahlar bile tasdik ediyor. Karadow diyor ki: "Bu
tevakkuftan Kuran mı mes'uldür? Şüb-hesiz hayır! İnhitat-ı akvamı, taklîl-i
kuvâ'yı, inkızâ-i dehâyı (kavimlerin gerilemesini, kuvvetlerin azalmasını,
dâhîleringelmeyişini) mûcib olan sebebleri bulmak pek müşkildir... Hayatta bir
takım esrar-ı amîka (derin sırlar) vardır ki bizim daire-i ıttılâımızm (idrak
alammtzm) dışma çıktyor.
Rahman
Sûresi, 29. âyet.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar