İnsân-ı Kâmil ve TASAVVUF
Yazan: İBNÜTTAYYAR
/Semahaddin Cem
Mukaddime
Nihayetsiz
fazl-u keremiyle kullarını doğru yola hidayet eyleyen Cenab-ı Mevlâ’ya hamdü
senâlar, en yüksek ahlâk üzere yaratılmış bir insan-ı kâmil olan sevgili Resulü
Muhammed Mustafa (salla'llâhü aleyhi ve sellem) e ve onun bizleri Hak yoluna
çağıran âline, ashabına salât ve selâmlar...
îslâm
mecmuasının tahrir heyetinden, kıymetli mütefekkir İbnüttayyar Semahaddin
Cem’in te'lif ettiği bu eseri neşretmekten nihayetsiz bir haz ve sürür
duymaktayız...
Bu eser
başlıca iki bölümden meydana gelmiştir.
Birinci
bölüm; «Mevlâna Celâleddin» adlı kitabında, «Müslümanlık Yunan felsefesinin
aklî münakaşaları karşısında sırf iman kuvvetine dayanan basitliğini
koruyamadı» yavesiyle, ayni zamanda Muhyiddin İbni Arâbî gibi ilim, hikmet ve
marifetle dolu beşyüz eserin müellifi bir zâta karşı yakışıksız kelâmlar
sarfeden bir kişiye reddiyedir..
İkinci
Bölümde ise: Kur'an ve Hadis’e istinaden, «însan-ı Kâmilsin muhtelif yönleriyle
veciz bir tarifi yapılmış, ayrıca büyük mutasavvıfların, hatta İslâm’ın
yüceliğini kavramış bir kısım ecnebi mütefekkirlerin duygu, düşünce ve
kanaatlerine dayanarak
«Tasavvuf»un mahiyeti şerh ve izah olunmuştur.
Eserin
sonuna müellif tarafından .çok zengin bir kitabiyat ilâve edilmiştir,
Zamanımızda
tasavvuf, bir çok yersiz tariz ve hücumlara hedef teşkil etmekte, bu ise daha
ziyade şu sebepten Heri gelmektedir:
İslâmî esaslardan haberi olmayan bazı kimseler şeyh ve mürşid payesi takınarak temiz ruhlu, saf yürekli mü’ıninleri kandırıp; kendi menfaat: ve nefsanî emellerine âlet etmektedirler. Bunlar ulemayı, zâhir ve bâtın uleması diye iki kısma ayırıp, «Şeriat ve Kur’an’ın zâhir mânası avam içindir, biz onlarla bağlı değiliz», diyecek kadar sapıtmış veya haddini bilmez bîçarelerdir.
Bir takım gafiller de kendilerini — semavî dinlerin sonuncusu ve Allah indinde yegâne makbul bir iyman, itikad ve tefekkür sistemi olan İslâm’ın dışında, filozof denilen bazı kimselerin kadîm devirlerden beri devam edegelen şahsî ve indî fikir seylâbina kaptıranlardır.. Bunlar, muazzez ve muhterem İslâm, velîlerini kendi daire-i muhitlerinde görüp göstermek huiyasindadirlar.l Yine bunlar, İslâm mutasavvıflarına «Zahir ulemanın dogmatik zihniyetine ve şeriat ölçülerine uymayan (!?) bazı fikir ve' görüşlerindeki derinlik ve inceliklerif hakkiyle anliyaMImek heryiğidin kârı değildir.» (*) gibi is(*’) Nuri Gencosman, Fusüs-ül Hikem tercümesi, Önsöz, S. II (Mf. V. Klâsikler serisi) natlari irae ederek, yukarıda evsafını belirttiğimiz maksatlı (bâtmîler) veya karacahillerle hemfikir olduklarının farkında değillerdir.
Oysaki,
şerîat’a uymayan tasavvuf merduttur. Nitekim ötedenberi öne sürülen bu kabil
hatalı, zararlı düşünüşlere karşı, tasavvuf büyüklerinden ve tarikat
pirlerinden Seyyid Ahmed-er Rifaî hazretleri diyor ki :
«Tarikat, şeriat’ın aynı; şeriat de tarikat'» aynıdır. İkisinin arasında olan fark lâfzıdir; sözdedir. Maddeten ve manen netice birdir.
Şeriatın
kabul etmeyip reddettiği her şey, zındıklıktır.
Bilip
bilmeyen bir takım kimseler daima (EbûYezid Bistâmi böyle dedi, Hâris-i
Muhâsibî şöyle dedi, Hallac-ı Mansur bu sözlerde bulundu) diyorlar. Bu nasıl
sözdür? Böyle lâkırdılardan önce, İmâm-ı Şâfii, İmam-ı Malik, İmâm-ı Ahmed, Ebû
Hanife ne dediler bir kerre ona bakmalısınız. Kulluk muamelelerini,
kulluk işlerini onların dedikleriyle ölçüp tashih etmeli, işlerinizi onunla
ayarlamalısınız. Ondan sonra da fazla sözlerle tefekkür edebilirsiniz. (Yani
bunların sözleri yemekten sonra meyve yemek kabilinden dir. Evvelâ karnini
doyur da sonra da fazla olarak meyve ye.) Ebû-Hârisî ve Ebû-Yezid’in
sözleri ile birşey artıp eksilmez; lâkin Ebû Hanîfe’nin, Şâfiî’nin, İmaâm-ı
Mâlik ve Ahmed’in sözleri takip edilecek yolların en güzeli, tutulacak mesleklerin
Allah’a en yakın olanıdır.
İlim ve
amel ile şeriat’ın direklerini iyice kuvvetteştirdikten sonra ilim ve amelin
sedleri cihetine himmetinizi yükseltiniz.»
İşte
muhterem okuyucu, «Tasavvuf» ve «Tarîkat»ten bizim anladığımız budur, Okuyacağınız
şu •değerli eserin ana fikri de budur.
İnsan için
hayatın başlıca gayesi han, hamam, rütbe ve makam sahibi olmak değildir. Bu
dünyaya gelmemizdeki asıl gaye; hakkiyle insan olmak, daha doğrusu İslâm
olmak, faydalı bilgiler .edinmek ve bildiği ile âmil,, hulasai kelâm tam bir-'
insan-ı kâmil olarak Allah’a (Âhirete) kavuşmaktır.,
Tevfik ve
hidayet Cenab-ı Hakk’ın lûtf-u inayetine bağlıdır.
22 Nisan-1960 — Ankara
Beşeriyetin
ve milletlerin Kıyamete kadar tek yolu olan 'ileri dünya dîni, İslâmiyet, cihanı
ıslah etmek gayesiyle .gelmiş ve emsalsiz medeniyetiyle bunu isbat etmiştir. Eskiden
olduğu gibi bugün de ve yarin da İslâm dîninin reformasyona ihtiyacı yoktur ve
olmiyacaktir. Zira o, kendisi zâten beşeriyeti reforma’ya tâbi tuttuğundan,
min-tarafillâh «ıstıfâ olunmuş dîn» dir, hatiftir.
İslâm
dininin hangi umdesi reformaya tâbi olmalıdır? İbadetleri mi? Hayır! Çünkü en
kolay, en temiz, en mükemmel ve yüksek ibadet şekilleridir. Ahlâk umdeleri mi?
Hayır! Çünkü en kat’î nezahete, her zaman için mûteber pedagoji sistemine
mâliktir. Zekât farizası veya fâizin hardım mı? Hayır! Zekât müessesesi öyle
muhkem ve âdilânedir, ki tam tatbik edilirse cemiyetlerde ne sefalet ve zillet,
ne de sefahat kalır.. Ribâ ile de tefecilik yâni «Ribennesî» haram kılınmıştır.
Ribel’fazl ve karz-ı hasen gibi .hurmiyeti ref'edilenler İslâm iktisadiyatının
câri muameleleri arasındadır. Evlilik kaideleri mi? Hayır! İslâmiyet monogami
(tek zevce)yi mâkul gören ve hattâ onu gaye olarak alan düsturu (NİSÂ Sûresi,
âyet: 3) ile bunu da halletmiş ve metres hayatına nihayet vermiştir.
Hukukî ve
İçtimaî kanunları mi? Hayır! Çünkü ne Yunan ve Roma, ne de hiristiyanî Avrupa
hukuklarına muhtaç olmadığı gibi onlardan son derece yüksek ve müstesna
müeyyedelere sahiptir. Avrupaya dokuzuncu asırda «Konsolosluk» teşkilâtım bile
ancak İslâm hukuk ve siyaseti sunarak genişletmiştir. Kur’ân, bir fen ve ilim
kitabı değil, bütün insanlığa hidayet ve halâs yolunu gösteren tek İlâhî
rehberdir. Muhkem âyetlerinin kat’î mânâları değiştirilemez, müteşabihleri
tevil ve tefsir olunabilir, onların da hikmeti Allaha aittir. Peygamberin,
Kur’âni kendi bildiği gibi tefsir edenin kâfir olduğuna mütedair hadîsini asla
unutmamak lâzımdır. Usûlü fıkıh ve bizatihi fıkıh ilimleri hiçbir cihetten
Yunan felsefesine borçlu değildir. Yunan felsefesinin islâmlara bil’akis zararı
dokunmuştur. Müsteşriklerin hatâlı kanaatlari bizde birer düstur olarak kabul
edilmiş ve yanlış görüşler uzayıp gitmiştir. Profesör Alfred Bel de, îslâm
hukuku üzerinde ilk asırlardan itibaren Roma hukukunun ve hattâ Yahudi
tesirlerinin çok ehemmiyetli bir nüfuza mâlik olduğunu boş yere iddia ile,
gelenek haline gelmiş olan bu yersiz noktai nazari tekrarlamıştır. Diğer
taraftan, hakikati gören bir,başka müsteşrik, Prof. Nailine diyor ki :
«İslâm
hukuku müstakil ve orijinal bir hukuk olup aslâ Roma hukukunun tesiri altında
kalmamıştır».
İslâmiyetin
yüksek pedagojisini teşkil eden Tasavvuf,, sûfî ve inşânı kâmil meslekleri de
böyledir;. yâni orijinaldir, İslâm dininin öz malıdır, onunla beraber taazzuv
ve inkişaf etmiş, onun sayesinde en âlî mertebeye ulaşmıştır. Sûfî, büyük
sûfîlerden Ebu Ali Rudbarî’ye göre: «Sof’u safa ile giyen, sevgiye cefâ tadı
tattırmayan, dünyayı umursamayan ve Hz. Muhammed Mustafâ’nın yolunu tutan
kimse» dir.
İmâmı İdris
ŞâfK de: «Nâs ile lûtufla geçinerek tekellüfe ait her şeyden kaçınmanın
tasavvuf idâbma uymak demek» olduğunu söylemiştir.
Bu târifler
İslâmiyetin umdeleri dışı mıdır? Aslâ! Halbuki «Mevlânâ Celâleddin» (1) adlı
kitabin sahibi Abdülbâki Gölpınarlı’ya göre öyledir. İşte bu risalemizde
onun bu kitabinin Vahdeti Vücud bahsinde düştüğü fahiş ve fecî hatâları kısaca
şerh ve cerh etmeğe çalışacağız:
Sûfî
(sofî) kelimesi sof dan gelir ki bu da
kaba ve kati bir elbise olup ilk sûfîler (zâhitler) tarafından giyilmeğe
başlanmıştı. Yoksa onun Yunanca «sofos» kelimesiyle zerrece alâkası yoktur;
Osman Nuri Ergin de bu hatâya düşmüştür. Elbirûnî, Hammer, Bel v.s. gibi Şahsiyetler
bu hususta aklanmışlardır. Zira islâmiyetin yarattığı Tasavvuf mesleği, münhasıran
Yunan ve Hint felsefelerim ve putperest nüfuzlarını yıkmak gayesiyle ortaya
çıkmıştı. Aksine o, jüdeo-natüralist felsefeden istifadeye tenezzül dahi
etmemiş ve ihtiyaç duymamıştır. Zaten her iki sistemin maksat ve mefkureleri
birbirine tamamen zld ve mütenâkizdir.
Yukarıda adı geçen eserde, büyük Mevlânâ’yı
sureta yüceltmek için Sadreddin Konevî ve Muyıddîn İbni Arabi gibi
ayni meslek sahibi ve ayni derecede yüksek şahsiyetler ilim dışı ifadelerle
istihfaf ve tezyif hattâ tahkir edilmiştir. Mevlânâ haddizatında
büyüktür, tam bir insân-ı kâmildir, tam bir sûfîdir; fakat Sadreddin ve İbni
Arabi de aslâ ondan küçük değildirler. Hem bu,tatsız mukayeselere lüzum var
mıdır? A. Gölpınarlı, insân-ı kâmil ve tasavvufu İnk’Jâp Kitabevi, 1951. fun'İslâmiyet
te mevcut olmadığım iddia ettiği.-halde, Mevlânayı ister istemez bir sûfî ve
insân-ı kâmil olarak kabul etmekle fecî bir tenakuza düşmüştür. Şems’in birinci
derecedeki tesirini hemen dikkate almamızla beraber diyebiliriz ki, eğer
.Bâyerid, Mansur, Cüneyd ve Muhyiddin olmasalardı. Mevlânâ da olmazdı. Bu
apaçıktır. Zira Mevlânâ enelhak ve tasavvuf .bahislerinde Mansûr Hallac’dan ve
Mubyiddiri’den feyz-i mânevi alarak hâl ve kaali ile onları ' da geçmiştir.
Bunu Mevlânâ kendi: «Hakikatten bir işaret votb
Hallâc, halktarafından asıldı; şayet esrarımı, duysaydı Hallâc da beni
asardı..» diye itiraf eder. Bu nevi «rûfeî aslileşme» ler. Budizm’de ve kadîm
devir inançlarında yoktur. Budizmde
Nirvana, Nilıil Hiçlik’den ibarettir, îslâmiyetteki tasavvufta ve insân-ı kâmil
telâkkisinde öyle mi? Elbette değil! «îmhâ» yok, «ihyâ» vardır; hiçliğe inen
bir bedbinlik (Pesimizm) yerine İlâhî varlığa yükselen bir nikbinlik
(Optimizm) ve huzur vardır. Burada Budizmi uzun uzun anlatıp Müslümanlıkla
münasebeti olmadığını yazmakla saded dışına çıkmaktan çekiniyoruz. İleride
sırası gelecek ve o da isbat edilecektir.
Ingiliz
müsteşriki E. J. W. Gibb (1857-1901), diğer müteaddit şarkiyatçıların,
sûfîliğin, menşeini Hint Vedanta felsefesinden aldığını yazdıklarını ifadeyle kendisi de
sûfîliğin Yeni Eflâtunculuk’un bir çeşit, tekâmülü olduğunu kabul eder. Biz
bütün bu ters fikirleri yeni delillerle düzeltmeğe çalıştık. Zira, zâhiren,
aşkın dinî felsefesi olarak .görünen, ve hakikatte yaradılıştan gayenin ve
Allahı bulmakta muharrikin «aşk» daha doğrusu «muhabbet» olduğunu ' ifade
eyleyen İslâm sûfî telâkkisi, gerçekte Kur’âna istinad ve ondan istinbâd eder;
Neoplâtonizmdeki (Jamblicus, Piotinm, Porphyrius ve Proclus) aşk telâkkisinin
tesiri altında gelişmiş değildir. 0 felsefî ve plâtonik aşk nazarîyesinde böyle
bir müşabehet bulunması İslâmî muhabbet fikir ve tarîkina menşe (kök) olmasını
icap ettirmez. Kaldı ki neo-plâtonik aşk teorisinin kökü yine dinî temayül ve
mezhebi cehddir. İslâm dışı yunanî görüşü yüzünden, Halep Meliki Tâbir bin
Şaiâhaddin Eyyûbî tarafından katledilen Şey hül’işrak.'Söhreyerdi’nin
akiydesinde yaşayan bu sistem, hakikî sünnî sûfîlikten ayrılır ve Işrâkî'lik
adiyle yarı mistik yarı felsefî bir yol olarak mevki alır. Daha önce,
Harzemli Elbirûnî’nin Hint felsefî akiydelerinin İslâmlığa tesirini iddia
etmesi ve Patandjali budist felsefî mektebinin Bîstâmî, Maasar gibi sûfîlere
menba olduğunu söylemesi tarihî ve İslâmî hakikat bakımlarından gayri İlmî -ve
asilsizdir. Aksine, İslâmiyet' Hini Patandjali mezhebine tesir etmiştir,
îslâmda dünyayı terk, Vücûdu mutlak olan Hakk’a' erişmekiçin, olduğu halde
Budizm de terk edilen dünya değil bizzat Varlık yâni Allah’tır. Onun esas
akiydesi adem (Nihil) dir. Sonraki Patandjali budizmi, Adutlak Vücûd İtikadım
kabul ederek, «adem» fikrini atmış, bu suretle bilhassa Necrn-î Kübrâ
müridlerinin ve diğer bazı tarikat mensuplarının Hint'e. götürdükleri İslâmî
maarif sayesinde sistemli bir Hint felsefî mistisizmi ortaya çıkmıştır. Keza
yahudi müelliflerin, Yahudiliğin Müslümanlığa nüfuz ve tesir iddiaları da hâin
bir kasd eseri olup uydurmadır. Yahudilik ancak örf ve âdetlerde, hassaten son
asırlarda sadece müslünıan avam tabakasını avliyabilrniş, onları İslâm
akıydesinden ayırmak istemiş, müslümanlarin -kendi aziz dinlerine arka
çevirmeleri onların yahudiliğin tefeci-ve hıristiyan mezhebine (dînine değil)
sâlik devletlerin müstemlekeci zihniyet plânının çenberine sokmuştur.
Gerçekleri
Siyonizm ve devirmecilik gözü ile görüp tahrif etmek, mutasavvıfları İslâm
dışı tesirlerle itham için betahsis kitaplar yazmak ilmi zihniyete uygun
değildir. İslâm ilimleri ve hikmetleri, gerek Yunan Roma politeist
felsefesinden, gerek İsrâiliyyât ve Hint inanışlarından münezzeh, kimsûye ve
hiçbir itikada ihtiyaç duymayan zengin, muhkem ve müstakildir. Avrupa
tefekkürüne nüfuz eden Yahudi felsefesi, Batıda musâî sânî denen Moşe ben
Maynıon ile mutlak determinizmi mekanist materyalistlere bir ilham kaynağı
olan Spinoza gibi şahsiyetler yetiştirdi. Spinoza'nîn Panteizm (Vücûdiyye)
doktrinine göre, Allah bir şahıs olmayıp âlemden ayrı değildir, diğer manzara
altında görünen âlemdir. Biz Allah tarafından yaratılmadık, Allahın içinde
(!) bulunuyoruz. Allah âlemşümul varlıktır, her mevcut onda ve onunla mevcuttur.
Tabiat ve Allah başka başka şeyler değildir, ikisi bir tek varlıktır.
Vücûdiyye’nin bu tezi Allahın, enaniyetlerin mecmûunun ayni olduğudur ki
tenakuz göstermekte, küfre gitmekte, yahudiliğin havası esmektedir. Zira Allah
ile tabiatın ayniyeti, hakikate, ehlisünnet itikadına ve İslâmî tevhide
külliyen aykırıdır. Nâmütenahî, mütenabînin ayni olabilir mi? Tabiat
mütenahîdir, Allah mütenahî değildir. Ortada hür ve müstakil irade kalmayınca
Vazife fikri de olmuyor demektir. Panteizm mezhebi, Allah bu âlemin mecmû
heyetidir diyerek Hâlıkla mahlûku, müessirle eseri birleştirir. Allahın bir çok
sıfatları varsa da biz bunların «fikir» ve «imtidat» olan yalnız ikisini
bilebilirmişiz!.. Bunlar halbuki mahlûk sıfatlardır, Allah bu sıfatlardan,
Kur'âmn isbatı veçhile, münezzehtir. Mükevvenatta zuhûru zarurî saymak, Allahın
irâdet sıfatını inkâr etmektir. Yanlış olarak Panteizm’e dâhil editen ve fakat
bundan son derece farklı olan Vahdeti Vücûd mutasavvıflarına ve hususiyle
Şeyhüî' Ekber’e göre ise: Vücud birdir ve o da Hakkin vücudu ve zâtıdır.
Eşyanın başkaca .vücudu yoktur. Vücud, Allaha nisbetle kadîm ve eşya da ona
zâhir olan suretlerden ibarettir. Yani Allah eşyanın kendisi değildir! Ancak
vücud itibariyle mevcûdâtin ve zuhurda her şeyin ayn’ıdır. Vücud bir ayna
mesabesindedir. Allah, Allahtır ve eşya eşyadır. Zâtı mutlak, kendisini eşya
ve âlem sûretinde zâhire vurmuştur. Eşya ve mükevvenat Allahın zâhiri, Allah da
eşya ve mükevvenatın bâtını ve rûhu mesabesinde olup O’nun varlığı haricinde
hiçbir varlık tasavvur olunamaz. Bütün varlıklar tek ve eşsiz Vücûdu
Mutlak'dan belirip, Onun kendinde mevcut nisbet ve şe'nleri izharı ile meydana
çıkan kesret gerçek birer varlık olmadığından her lâhza bir hâl ve şe'nde
bulunan Zât-ı Küllinin biribirine benzemeyen tecellileri ile bu kesret mahv ve
yeniden misilleri .ihyâ olunmaktadır. Kısaca, îbn'ül Arabi,İslâmî hikmetleri
söylemiş, bu hikmetler yine onun sayesinde, siyonist ve helenist tesirlerden
mahfuz kalmıştır. Eflâtun! veya Yeni Eflâtun! değildir. Splnoza, Vahdeti Vücud
sistemine idhal edilemez. O, natüralist bir panteisttir. Doğuda, Muattıla'dan,
meşhur bir dehrî olup tevhid ehlini reddeden bir risale yazan ve bir yahudinin
oğlu olan Horasanlı tbnl Râvendî (—910), hakikî varlığın tabiat, Allahın da itibarî
varlık, onun birliğinin ancak tabiâtle mümkün olduğunu, Allahın tabiat içinde
mevcut bulunduğunu iddia ile Spinoza'ya zemin hazırlıyordu.' Korkunç iki
•-müridinin entrikaları sonunda ziyan olan meşhur sosyalist Şeyh Bedreddin
Semâvenî (1340 1420) ile İbnİ Râveudî bu panteist mezhebe mensupturlar. Bunlara
İsrâilî feylesof, yahudi ilâhiyatçısı ve tabibi' Ebu İmran Rabbî Moşeh ben
Maymon (1135'1204) ün İslâmlığa sokmağa çalıştığı maniheist ve gnostik esle
fesi ile bâtinî ve siyasîkaba! izm akiydesinin kötü ve tehlikeli tesirleri
eklenirse Müslümanlığın, dçinden ve dışından karşılaştığı müthiş düşmanlara
rağmen bugüne kadar bütün aslî mevcudiyetini muhafaza etmesi onun ancak en
mükemmel ve ilâhı yegâne din olduğunda aslâ şüphe bırakmaz. Zâten bu mefkûrenin.
hakikî müdafii ancak Cenabı Hak’tır.
Dînin malı
olmayan din dışı kanaatler İslâmda yoktur ve İslâm, din dışı kanaatlere
kat'iyyen yer vermediği gibi din dışı tesirlerden müberrâ ve münezzehtir.
İnsân-ı kâmil itikadı ve mertebesi de Kur’ânda vardır. Filhakika Kur'âmn
heyeti umumiyesinin verdiği atmosfer budur.
İnsanlar
müsavi haklara sahiptirler; fakat akıllan, zekâları, sa’y ve gayretleri, manevî
mertebeleri, ilim ve irfanları bir değildir, derece derecedir. Her müslim,
Kur’âm, kendi kudret ve kabiliyeti nîsbetinde anlar, mânevi ilimde ileriye
varan şahıslar (Velîler = Kâmil insanlar) çok daha geniş ihataya ve mevhibelere
sahiptir.
1) Ali
İmrân Sûresindeki:
«ilimde rüsuh sahibi olanlar; biz ona iman ettik, hepsi de Rabbİmlz
câniblndendir, derler (yâni müteşâbihâtın hakkıyla tevilini Allahdan ve
ilimde rüsuh sahibi olan kâmil velîlerden başkası bilmez!) âyet meâlleri;
2) «Ülül’ilme»
= ilim sahipleri âyeti inşâmı kâmili târif etmektedir.
3) Nisâ
Sûresinde: «Lâkin ilimde rüsuh ve kemâl sahibi olanlar» âyet meâli;
4) Yûnus
sûresinde: «Haberiniz olsun ki Allahın velîleri (kâmil insanlar) için aslâ
korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar» âyet mealleri âlî mertebedeki insanları
anlatan, inşânı kâmili bildiren apaçık birer hüccet ve bejinedir.
5) Sûre!
Muhammed’de dahi: «İlme nail olanlar» âyet meali buna delildir.
Kur’ân:
«Ey insanlar», «ey mü’minler» dediği zaman bütün cemiyete, insan topluluklarına
hitap etmiş olduğu halde yukarıda işaret olunan âyetlerle «îlim» sahibi kâmil
İnsanlara hitap eylemektedir. Bu ilim, fizik kimya, biyoloji, astronomi,
coğrafya değildir; mânevi ilimdir, İlâhi ilimdir, kâmil insana ihsan edilen en
yüksek din bilgisidir; yoksa mızraklı ilmihâli anlatmaz..
Hz.
Peygamber’in de bu bahse ait sayısız hadisleri vardır. Bazılarına «mevzu»
denilmiş ve inkâr yoluna sapılmıştır. Biz muhkem bir kaç tanesinin meallerini
verelim:
i) «Büyüklerle
oturunuz, şüphelerinizi ulemâdan (bilginlerden) sorunuz, ülfet ettikleriniz de
hükemâ ve ukalâ sınıfı olsun!
Burada
hükemâ’dan maksad hakimler, yani mutasavvıfîndir. Asri Saadette tasavvuf
kelimesi henüz telâffuz edilmediği için onun yerine «hikmet» ve «sûfî» yerine
de «hakim» deniliyordu. Yukarıdaki hâdîste üç sınıf «büyük» bildirilmektedir
Küberâ,
Ulemâ, Hükemâ!
Her
birinin mânası ve derecesi, pek âlâ görülüyor ki, ayrıdır. Bu sınıfların, daha
doğrusu, bit mânâ ve irfan mertebelerinin üzerinde şimdilik uzun uzun durmayı
zâit sayıyoruz.
2) «Bir
kimsenin, insanları dimya hevesâtmdan yüz çevirmeğe çağırdığım' görürseniz,
ona yaklaşınız, çünkü telkin ettiği şey «Hikmet» tir.
3) Kudsî
Hadîs : «Benim velîlerim, benim kubbelerimin altında gizlidir. Onları benden
başka kimse bilmez!»
«Allah
ile olmak isteyen, hükemâ (hikmet ehli, tasavvuf ehli)' ite ©tersim.»
4) «Cenabı
Hak, her yüz sene başında bu ümmete birisini gönderir dînlerini tecdit
etsin!»
Buradaki
müceddit, bir dünya bilgini değil, herhalde velî olan bir inşâm kâmil, dînin
ledünniyatına vâkıf ve âşinâ bir ârif kimsedir. .
Mevlânâ ve
Muhyiddin de asırları istilâ ve ihata eden •iki aziz inşâm kâmildir, her ikisi
de müctehiddir. Esasen fütûhate kapısı kapanmayacağı gibi velâyet kapısı da kapanmaz!
Ancak, nübüvvet kapısı kapanmıştır. •
5)
Evliyâullah öyle zevattır ki görüldükleri
zaman Allah zrikr ve yâd .olunur, -siyretleri. ve -halleri derhal .Allahı hatırlatır.»
6) «Allahın
kullarından bir takım' insanlar vardır ki enbiyâ değil şühedâ da değüdirfer..
Fakat Kıyamet günü Allah indindeki makamlarından dolayı onlara' nebiler ve şehidler
gıbta edeceklerdir. Bunlar bir. tâifedir. ki aralarında ne akrabalık ve teati
edecekleri malların alâkası olmaksızm İlahi ruh ile Allahta sevişirler. Yüzleri
nâr ve kendileri aûrdate ‘birer minber üzerindedir. Nâs korktuğu vakit bunlar
kbrkmazlar, nâs tasalandığı zaman bunlar tasalan^, .mariar».
Peygamber
bundan sonra Yûnus sûresindeki ve yukarıda bahsettiğimiz âyeti okumuşlardır.
7)
«Mü’min-i kâmil olanlar Âllah
indinde melâikeden efdaidir.»
Hz. Ömer’in
hikmet ve adaletini düstur olarak gösteren, kâfirlerle daima mücadeleyi
tavsiye eden, inşânı kâmil akiydesinin tamamen İslâmî olduğunu ve Kur’ânda
hüccetler bulunduğunu isbat eden, velâyet-i hâssa ile velâyet-i âmmeyi
birleştirerek velâyet-i ilâhiyede Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellemi
gören, bâtınla zâhirin ve hiristiyanlıkla rüsûm ulemâsının birleşmesinin
«KEMÂL-İ MUHAMMEDİ» ile mümkün olduğunu söyleyen, muhabbet makamım en yüksek
makam gören ve bu makamın, bütün insanların üstünde olan Hz. Muhammed salla'llâhü
aleyhi ve sellemin makamı olduğunu ifade eden bir şahıs, gelmiş geçmiş
sûfîlerin ve tevhid ehli mutasavvıflarının şüphesiz en ön safında gelir. O,
baştan aşağı Peygamber’in sünneti ile doludur ve Mulıyiddin’le Gazzâlî («Benî
İsrail» enbiyâsı gibidir) ler.
Halbuki,
incelediğimiz eserde İbnü’l Arabi için «hâtem» lik dâvası» eden, «hudutsuz bir
egoizm», «en hâd şekilde terimler hastalığı» na tutulmuş gibi çirkin ve yakışıksız
tâbirler kullanılmış, en mâruf ve muteber eserleri istihdaf ve tezyif edilmek,
istenmiştir.
Ayrıca,
Allaha (mutlak) lâfzının verilemiyeceği de yazılmıştır ki bu da yanlıştır.
Allah
«Vâcibülvücud» dur. Onun vücudu kendisinden ‘başkasına muhtaç olmayıp vücudu
kendi Zâtinin iktizâsıdır. Yani Vâcibül’Vücûd «sonradan olmuş» yahut «ösacesi
var» değildir! Evveli ve âhiri yoktur ve binaenaleyh Vâcibül’Vücud olan Allaha «Vücud-u
mutlak» ve «ezelî ebedî vahdet-i mutlak» niçin denmesin? Allahın
KIDEM ve BEKA gibi tenzihi sıfatları nasıl _ oluyor da unutuluyor? Bunlar
Hakkin zâtı olan «mevcud-u mutlak» ve Hâlık-ı mutlak» demektir. Her
viicud ve her taayyün Allahın (Hakkin) vücud-u mutlak’ı önünde tamamen
silik ve sönüktür. Fâtiha sûresindeki «Mâlik» , ismi kayıtsız şartsız mülküne
sahip .olan; arzu ve iradesini dilediği gibi mülkünde yürüten varlık demektir.
Keza Haşr sûresinde «Melik» ismi de mülkün sahibi, mevcudât üzerinde emir ve
nehiy ile tasarruf eden, zahirde ve bâtında hüküm, kudret ve~ kuvvet kendisinin
olan yegâne hükümran, zâtında ve sıfatında bütün eşyadan müstağni, herşey
vücudunda ve bakâsinda kendisine muhtaç bulunan Vücud-u mutlak, zât-ı Hak olan
«Melîk-i mutlak» demektir.
Kitabin hele
.15 inci sahifesinde «Müslümanlık, Yunan felsefesinin aklî' münakaşaları
karşısında sırf îman, kuvvetine dayanan basitliğini koruyamadı..» cümlesiyle
islâmiyete âdeta tecavüz edilmiş ve bunu Kur’ân tercemesi yapan bir zâtın hadden
aşın giden kalemi işlemiştir.
Müslümanlıkta
hiç de basit bir îman kuvveti yoktur. Onun îman kuvveti «sâde» olabilir amma
aslâ basit değildir; basitlik bunu, böyle düşünenlerdi, böyle yazanlarda ve
îslâmiyeti böylece gayet yanlış anlayanlardadır. Sonrabu kalem sahibi Ortaçağ
medeniyet ve felsefesini hiç tedkik etmemiş olsa gerektir; zira kitaptan bu
mânâ çıkmaktadır. Eğer etseydi bu şekilde uydurma mülâhazalara kapılmaz;
İslâm akiydesinin Yunan felsefesine karşı nasıl reel (şe'nî) ve sağlam bir kale
gibi dikildiğini, onu nasıl yumuşattığini, ona nasıl yepyeni bir veçhe ve
istikamet verdiğini yazardı. Müslümanlık aslâ bir aczin ifade ve nümunesi
olmamıştır, O ancak Hakkaniyetin ve Hakkin 'bâtıla' karşı galebesinin, en
kat'î, itirazsız ve en veciz beyanıdır. Bu beyanı da daima korumuş, bir ân
gerilemek şöyle dursun, cemiyetleri maddeten ve manen, aklen ve ferâseten,
zaferden zafere ulaştırmıştır.
îmanın, îman
kuvvetinin en olgununu, elemelini, basitliktenmünezzeh uhrevî ve ilâh.î
kudretini cihana, hediye ederek :
«Aklı
olmayanın dîni yoktur!» diyen tek dîn ancak ve ancak îslâmiyettir!
Bu bedaheti
böylece bilmeliyiz.
K.ur’ân,
«İnsân-ı Kâmibi en beliğ ve mükemmel ifade ve mânâlar içinde tarif ve tavsif
eder.
Bakare
Sûresindeki şu âyet meâlleri birer misâldir :
a) Bâzı
kimse de Allahın nzâsı uğrunda öz nefsini (nefseh’übtigaae) satar; Allah
kullarına karşı pek merhametli (raûf) dur.»
b) «Allah
dilediğine hikmet (ilim, fehim, mârifet, tâat) verir. Her kime hikmet verilirse
ona bir çok hayırlar, (hayren kesîrâ) da verilir; budu ancak tam akıllılar
(uliiT elbâb) hatırlarlar.»
c) «Kendini,
bütün varlığıyla, Allaha teslim ederek iyi işler işleyen (hâlis olan) insan
Rabbinin nezdinde mükâfata erer, bunlar hiçbir korkuya uğramazlar, mahzun da
olmazlar.»
d) «Benden
size bir rehber (hidâyet) gelir de, Mm benim rehberimin izinden giderse (tâbi
olursa) onlara korku yoktur, mahzun da olmazlar.»
(Burada,
hidayet getiren rehber (peygamber) kâmil insanin en yüksek derecesinin timsâli
ve' sahibidir).
Kehf
sûresindeki şu âyet, meâlen: «Biz ona nezdimizden gayblara ıttılâ (nıugayyebât)
ilmini (ledünnâ ilmen) öğrettik».
Ankebût
sûresinde şu âyetler, meâlen :
a) «Her
kim mücâhede ederse, adcak nefsi için (kendinin, faydasına) mücâhede eder.
b) «Biteniz
ki (Kur’ân) beliğ’ w âşikâr âyetlerdir ki, kendilerine ilim verilmiş (ûtül'ilme
ilim erbâbımnın, ilim ve irfâna .sâhib) olanların kalblerînde yerleşmiştir.»
Buradaki
ilim, kudsî bir kuvvetintecellisi olan bâtın ve hakıykat ilmidir ki İlâhî bir
mevhibedir. Hamdi Yazir Hoca’nln deyişiyle; eserden müessire, vicdandan vücûda
doğru giden bir ilim değil; müessirden esere, vücûddan vicdana, gelen evveli
bîr ilimdir, bir keşifdir.
Mücahedeyi
bildiren diğer âyet ise nieâlen; «Allaha ermek için ecel gelinceye kadar
mücâhede etmek» dir ki, bu da Islâmin bütün künhünü, en yüksek gayesiyle en yüksek
. vazifesini hulâsa etmektedir.
Kur'ânda
insandaki manevî mertebelere, esasen üç derece ile temas edilmiş ve ıstılah
olarak kaydolunmuştur.
' 1 —
îimeFyakıyn (Hakki ilmen biliş) umumiyetle bilgi sahipleri içindir ki Rûhlar
âlemine vâsıl olunur.
2 —•
Âynel'yakiyn (Hakkı mükâşefe ile müşâhede); evliyâ, sûfî zâhid, kâmil insanlar
içindir ki hakiykî muhabbet (aşk) âlemine vâsıl olunur,
3 —
Hakkal’yakıyn (Hakk’la birlik oluş), peygamberler içindir ki Zât âlemine vâsıl
olmuşlardır."
Abdurrahmân
Câmî «yakın seheri, akılla anlaşılmayan--AŞK’ın nurundan doğar» demiştir, '
Bunlara ek
olarak Peygamber Aleyhisselâmdan şu kudsî hadîs ve 'başka bir çok hadîsler
rivayet edilmiştir:
1) «Benim
velîlerim, gelinlerimdir.»
2) «Ben
bir gizli hazîneydim, bilinmek istedim (diledim) ve halkı yarattım, onlar da
beni benimle tanıdılar.»
3) «Nefsferinizi
(Âhirette) hesaba çekilmezden önce hesaba çekiniz; amellerinizi, orada
tartılmazdan önce bocada tartınızve ölmeden önce öliinfe.»
4) «Mü’ınimn
ferâsetinden sakımniz; çimki o, Allahla nûruyla nazar eder.»
5) Hakk
Teâlâ şöyle buyurur: «Benim velî kullarıma düşmanlık gösterene karşı ben savaş
açarım. Hiç bîr kul, kendisine farz kıldığım şeyleri yapmakdan daha iyi bir
şeyle bana yaldaşamaz. Kul (sevimli ibâdet ve tâatle) bana yaklaşa yaklaşa
nihayet kendisini bana sevdirir; ben de -onu sevdim mi onun işiten kulağı,
gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, hisseden kalbi, söyleyen dili olurum. Söyleşine
dilerse veririm. Bana sığınırsa onu korur ve barındırırım.»
6) «Allah
bir kulun İyiliğini dilerse onun dîn bakımından derinleşmesini ister, dünyadan
el etek çekmesini kolaylaştırır ve kendisine kusurlarını gösterir.»
7) «Ebrârm
(iyi ve Özü temiz kimselerin) iyilikleri (hasenatı, yani güzel şeyleri),
mukarribînin (Allaha yaklaşmış velî kimselerin) kötülükleri (seyyiâtı yani
çirkin şeyleri) dir.»
8) «Hikmet
on'dur, dokuzu yalnızlıktır; bM de halka yaklaştığın zaman sükût etmektir.»
9) «Benim gözüm uyur, lâkin kalbim uyumaz
10) «Hakk
teâlâ sîzin cüretlerinize değil, lâkin kalelerinize ve niyetlerinize bakar.»
11) «Dünyadan
el etek çekersen Allah muhabbetini, insanların elini gözetmekten kaçınırsan
herkesin sevgisini kazanırsın.»
12) «Allahın
öyle kullan vardır ki zikir meclîslerini do laşırîar; bir mecliste zikir olursa
orada kalırlar ve cenahlariyle yer-gök arasını ihata ederler.»
13) «Kendini
bilen Rabbini bilmiş olur» (bu kelâmın sâhibinin Hz. Ali kerrem'allahü veche
radiyallâhü anh olduğunu iddia edenler de vardır).
14) «Allahın
en sevgili dostları, bütün günahlardan sakınarak gizli ibâdet edenlerdir.»
15) «Peygambere
velîlerden soruldu, buyurdu kî: Onlar öyle kimselerdir kî görüldükleri vakit
Allah-ı Teâlâ rikr olunur..»
16) «Hakk
Teâlânm öyle kulları vardır ki insanın içini ve ahvâlini ferasetleriyle
bilirler.»
17) «Körlüklerin
en kötüsü, kalb körlüğüdür.»
18) «Kim,
kırk gün Allaha karşı ihlâs üzere yaşarsa kalbinde ve dilinde hikmet kaynakları
belirir.»
«Dünya, âhıret ehli olanlara; âhıret, dünya
ehli otedara; dünya İte
âlüretin her ikisi ehl-i dîn olanlara haramdır» (burada, dünya ehli: makbul olmayan
sınıf; âhiret ehli: mü’ıninler; ehl-i dîn de: kemâl sahibi mü’ıninler ve kâmil
insanlardır).
19) «Dünyada
zühd ve takvâyı iltizâm et, Allah seni sevsin! halkı» elindekine göz dikme, halk
da seni sevsin!»
20) «Rab
Azze ve Celle şöyle buyuruyor: Kulum ban» bîr karış yaklaşırsa ben ona bir
arşın yaklaşırım; bana bîr arşın yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım; yürih
yerek bana gelirse koşarak ona gelirim..
21) «Yâ
Rabbî; Eşyayı (Hakikâtini) bîre olduğu gibi göster (Peygamberin duâsidir).»
22) «Yâ
Rab! Nezdinde hayret ve istiğrâkımı arttır»
23) «Şeriat
sözlerîmdlr, tarikat etvârımdır, mârifet nakd-ı halimdir, hakıyket re’sülmâlimdlr.»
24) «Kudsî
Hadîs; Benim mümtaz kularım vardır, biri* birlerini bir mânevî alâmetle bilirler.»
(irme lî ibâden ya’rifûnehüm bittevessümi).
25) Kudsî
Hâdis: «Hakk Teâlâ şöyle buyurur , insan benim sirrimdir ve ben onun sırrıyım»
(el'insân sirrîy ve ene sırruhû).
26) «Mü’ıninin
kâmili ve kuvvetlisi, nefsini yenen kimsedir.»
27) «Dünyadan
(dünyaya tapmaktan) perhizkâr (zâhid, müttakî) ol ki seni Allah sevsin;
insanların ellerinde olandan perhizkâr ol kİ seni insanlar sevsin!»
28)Duâ:
«Yâ Allah, özümü (nefsimi) sana teslim ettim! Yâ Allah, sana teslim oldum..»
Kâmil insan,
sirât-ı müstakim’den gayrî bir yol bilmez ve bildirmez ki.. O da ancak Hakkin
yolunu gösterir. Bunun için, Sebe’ sûresinde «kendilerine ilim verilenler ise
Rabbinden sana indirilenin hakıykatin ta kendisi olduğunu bilirler ve her
hamde lâyık olan Allahın yolunu gösterirler» meâlmdeki âyetler gayet açıktır.
’ Böylece,
Peygamberimizin bu mevzu ile. ilgili bâzı fiilleri ve sözleri (bilumum Sünen)
tasavvuftaki nefs mücahedesinin, riyâzet, ’vecd-ü istiğrak, mükâşefe, murakabe,
makam ve mertebelerin esas kaynağı sayılabileceği gibi, kendisi .de dâima, son
derece sâde ve gösterişsiz fakat vakarlı giyinirdi ve SOF denilen aba ile
pamuklu veya, keten gömlek her zamanki elbiseleri idi.
fîş’ariyyeden
îmâm .Zürkaanî, nebilerin dâima «sûf» denen yün elbise giydiklerini söyler.
Hazret-i Peygamber de yünden, ve sert maddelerden dokunmuş elbise (ruk’a/
midrâ'a, burnus, bürde) .giyer idi ve Tebük seferinde yünden' dokunmuş.
«cübbe-i rûmîyye» giymişti. İşte buna imtisâlen gerek salıâbeden gerekse
tabiînden bâzı zühd ve takvâ ehli, yünden ve ketenden sûf. giymişlerdir.
îbn Arabi (Muhyiddîn ibn’ül Arabi) diyor ki:
'«Sûfî, mutasavvıf o zâttır ki Hakk, kendi kitâbmda ve kitaplarında nasıl
kaaim ise o da kendi nefsinde, zahirinde ve' feâtînmda öyle kaaim olur.
Tasavvuf da Allahm ahlâkı ile tahallûk etmektir; tasavvuf hikmettir -çünkü ahlâkta; tertemiz, : güzel
ahlaktan ibarettir.»
«Şâh-ı Velâyet» Hz. Ali ise «sanırsın ki sen küçük
bir cirimsin, o âlem-i kübrâ ise senin içindedir?» der ki bu kibar
İslâmî kelâm, kâmil insan telâkkisinin ve «küçük âlembüyük âlem» anlayışının
İslâmiyette bulunmadığını, sonradan bu itikada eklenmek suretiyle girdiğini
zan ve iddia etmiş olan müslim, gayrimüslim zevâta en açık cevaplardan
biridir.
Bunun gibi, Seyyid Ahmeder ’Rifâî de: «âlefn-î
ekber akıMır ki şendedir, sen de içinde bulunduğum bu âlemdeıj çok küçük
sandığın kendi cirim ve cismâniliğinin keyfiyetini ancak temanla bilirsin!»
demiştir.Mevlânâ Celâleddîn (1195-1273), bir gazelinde «mâ sûfiyânü
râhâym — biz bu yolda yürüyen süflileriz!»;' Ebul’ Ka•asW Cüneyd «okuyanlar
(esmâ ile meşgul olanlar)' erişemedi, fakat stıfîler. erişti»; HâceAbdülhâlık
Gocdevânî de «şeyhlik kapışım ört, dostluk kapısını aç! halvet''kapısını ört;
sohbet kapışım aç!» ve Sâdeddîn Mevlânâ ICaşgârî (-1456) ise '«sennı Hakk’a'
vuslatın,, senin .yokluğundan ibâdettin» demişlerdir.
Arifin kalbi
derecesinde hiç bir şey vâsî değildir; kalblercîekivüs’at aynidir ammâ
marifetlerin vüs’ati bir değildir» 'diyen meşhur Hâce Bahâeddin Nakşıbend’e
göre: Öalik’ı bulmağa âriflerin üç vâsıtası olup bunlar murâkabe (mahlûku
görmez olmak), müşahede (kalbe Gayb’dan nâzii olan vâridât), muhâsebe (erişilen
hâlleri henüz erişilemeyen makamlara hicab perde etmemek) dir.
lymâm, amelî
akim eczası saymış olan Gazzâlî için tasavvuf, bir ahlâk sistemi demek idi.
İnâyetullâh Hân da «înşanları birbirinden ayıran şeyin üstünde insanlara birleştiren
Hakikât Tasavvurdur» demiştir. Tasavvuf ilmi; tefsir, hadîs ve fıkıh’in hulâsası
olup bunun sonu kâmil insanların ve evliyâmn erdikleri mertebedir. İnsân-ı
kâmil, nokta-i Hakikâtdir. Sâlikin fenâ mertebesinden Hakkin bakaa’sina ârif
olması makamı, mürşidler ve kâmiller makamıdır.
Cenabı
Halde, Büyük. Resûl’e «mürâkabe» yolunu tâlim etmiş ve bu sistem bütün sûfî,
velî, melâmetî ve kâmil insanlarda ve onlarla devam cdegelmiştir. Mutasavvıf,
sûfî' ve melâmî (melâmetî), insân-ı kâmil’de birleşirler.
Allahın velî
kulları da kâmil insanlardır.
Sûfî ve
melâmetî, nefsinihakîr görüp ona karşı dâima suizanla ve ihtiyatla durur; onu
hoşlandıracak şeylerden ve hâllerden kaçar, zikr-i kalbî’den gaafil olmaz;
nefsini ve varlığım Hakka teslim için rûhî asilleşmelerle dolup taşar, Allaha
sığınır ve tevekkül eder. Nefsinin gösterdiği yoldan. gitmez; beşerî bâzlara
uymaktan, riya ve medihten âdeta Ödü kopar. Zahiren halk ile, hakikatte ve
bâtinen Hakk ile «hemhâl» dir. Allah onun dış yüzünün örtüsünü iç yüzüne örtmüş
ve esrarını muhafazayı yed-i kudretine almıştır. Kalbi, kudsiyet saltanatı ile.
doludur, hâl sâhibi (ehl-i hâl) dir ve nezdindeki emâneti (sırları) fâş (ifşa)
etmez. Bu bapta, Varidat müellifi Şeyh Bedreddin Semâvenî’nin, evliyâullâhı
münafıklıkla itham etmesi doğru değildir: velînin mahfuz oluşu onun nifaka
düştüğüne asla delil olamaz. Bedreddin, diğer bir çok mühim bahislerde olduğu
gibi bunda da aldanmiştir.
İnsân-ı
kâmil (olan velî, sûfî ve melâmetî) nefsini zillet içinde her şeyden uzak
tutar ve haddi aşmasına imkân vermez. Zira nefs, ona göre, kirli bir sudan ve
kuru balçikdan yaratılmıştır. Hakkın ona hitâb-ı izzeti, ona emânettir,
cibillî değildir.
Bu
emâneti ve esrarı fâş etmemek sadedinde Peygamber Aleyhisselâmdan telmihan ve
tenbihen: «meclislerde konuşulanlar emânettir» meâlinde bir hadîs rivayet edilmiştir.
Molla Câmî diyor ki : «Hakkın güzellik kemâlinin sıfatlan son derece gizli
olmakla beraber, görünürler de.. Lâkin ben batının keyfiyetini birine
söyleyiversem ondan yüzlerce fitne meydana gelirdi..» Büyük şâir Mehmed Fuzûlî
(1494-1556) de bu bahiste, yukarıdaki hadîs meâlinî nazma alarak der ki:
Ey İd her
meclis İçre mahremse»,
Sende
meclis sözü emânettir;
Kılma
ifşâ-i râzı her meclis
Kİ bu
siyret büyük hıyânettir»
Erzurumlu
İbrahim Hakkı da: «hikmeti, ehlinden men etmek ehline zulümdür ve hikmeti
nâehle söylemek de hikmete zulümdür» 'demiştir.
§
Nefsin nesi
varsa her Şeyi, hepsi âriyettir. Nefsine meyletmek şöyle dursun, sûfî onu
itham ve töhmet altında levm eder. Hiç bir kötülüğü gizlemez, hiç bir iyiliği
belli etmez. Allah nazarında her ân haddini bilir. Nefs. hastalığınin devâsimn
Allahın kazâ ve kaderine dayanmak, mârifetin gayesinin Hakka hüsnüzan ve itaat
etmek olduğunu anlamış ve bu manevî zevke ermiştir. Halk'a kendi gözü ile
değil, Hakk gözü ile bakar. Vakti ve kalbi en aziz şeylerdir. Sûfî. ve melâmî
her hususta Hazreti Peygamberi imtisâl numunesi olarak tutar. îbn Arabi'ye
göre, Allaha yakınlık demek olan Melâmetiyye, «Kaabe kavseyn» makamıdır. Her
sûfî ve rnelâmetî ayni zamanda deryadil (quietiste). nikbin ve kayıtlardan
âzâde insandır. Onun gayesi, nıükâŞefe mertebesine ulaşmak ve kalbiyle
nazar etmektir; gözleri uyuşa da kalbi uyumaz. Bir iddiası yoktur, çünki dış
yüzde riyâsi, iç yüzde iddiası yani Hakk’dan gayri müşâhede ve nazargâhi
yoktur. Ali ibni Dâvud-ül Akkî’.nin dediği gibi: her iş ve hâlde, söz ve
zikirde Hakk için nefsine karşı hasımdır. Vesîyle ve çarepeşinde koşmaz, dâva
adamı değildir. Mahbus olarak gördüğü mahlûktan değil, Haliktan yardim diler;
İzzeti halka, zilleti kendine ayırır. Nişâburlu Ebu Hafs Amr ibni Seleme el’Haddâd
(vefatı; 883 M.): «sâfî, ihlâs..içinde kaybolmuş;melâmî ilılâsı tammış ve ana
tutunmuştur. Melâmînin hâHiMâsve sûfînin hâli de fiblâs ile muhâsaladır»
demiştir. Hâfiz Ebu Nuaym el’İsfalıânî (951-1038) de Hilye’sinde; tasavvuf -taifesi.
mezhebinin, hakikatinin Peygamberin bildirdiklerine uyarak, tasavvuf erbâbinin
muhakkiklerini, hadis râvîleriyle büyük fakikleri imtisâl -numunesi saymak
olduğunuEbu Abdurrahmân .Sülemî ı(941-1021 )’ye atfen bildirir.
Kur'ânda,
melâmetiyyenin ilham kaynaklarından biri olan bir ..lâfza da kısaca göz
gezdirmek yerinde olacaktır:
Mâide sûresinde meâlen: «Allah onları (o kavmi, o cemaati) sever, onlar da O’nu severler; onlar .mü’ınlnlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı zorludurlar; Allah yolunda. savaşırlar dil uzatanların kınamasından korkmazlar.» Dînden irtidâd eden kavimler hakkında nâzil olan bu âyetle, Allahın sevdiği ve Allahı seven bir kavmin yakında îslâmiyeti kabul edeceği tebşir, olunmuştur ki,'Allahın mükerrem kıldığı bu kavim, Resulü Ekrem Aleyhisselâm’in âhireti teşrif buyurmalarından sonra, onun mübarek nâmını kıt’alara götüren ve dünyaya Müslümanlığı yayan Türk milleti olsa gerektir. Zira Türklerfi Hakk’ı sever ve ancak Hakk’â secde ederler; mü’ıninlere karşı yumuşak ve mütevazı, din ve millet düşmanlarına karşı ise gözüpek, zorlu ve âteşindirler; bedenen ve rûhan ancak Allah yolunda cihad ederler.; diğer kavimlere, hatta îslâm camiasına örnek olurlar.. Ayetin zahirî mânâsı, gaalip ihtimal, budur. Batında mânâsında da melâmetîliğin bir İslâm, cemâati olarak zuhûr edeceği bildirilmiştir.. Zira melâmî, kendine dil uzatanın kınamasından aslâ çekinmez, hattâ nefsinin kınanmasını ister.
îbrâhim
sûresinde; (kendinizi nefsinizi-îevmedin (kınayın»»
Şeytanın,
hesap gününde korkusunu açıklayan ve kabahati insanin üzerine atan bu
âyetlerde m ân en nefsi levmetmeğe de ikaz ve işâret vardır.
Kıyamet
sûresinde: «kendisini levmeden, kınayan nefse yemin ederim..» Bu âyetin
tefsiri mânâsını, selîm. yürekli okuyucunun irfânina bırakıyoruz.
Ruhiyatçı
William James’e 'göre insan hâlihazırda bütün maddî, rûhî meleke ve
kuvvetlerinin ancak onda birini kullanarak bundan istifade şansım
kazanabilmiştir. Bu rûhî meleke ve kaabiliyetlerin onda dokuzunu uyandırarak
Allahın verdiği mânevi kuvvetlerden istifade ve feyiz görenler, hâl ve niyaz
ehli olan insân-ı kâmil tabakası, evliyâ ve ’ sûfîlerle melâmetîlerdir. Bu
sınıf insanlar bütün ' rûhî melekeleri son derece münkeşif ve faâl olan -Allah
dostlarıdır.
Alman
ilâhiyatçısı Prof. F. Heiler, Allahı bilmenin ilâhiyatçılar değil, ancak
«İlâhî savt» ı vâsitasiz duyan, ve «Peygamberler Sûfîler» diye iki kola ayrılan
ârifler vâ~ sıtasiyle mümkin olabileceğini; bunların derûnî rii’yet, ihsas ve
aşinalığa sahip bulunan, İlâhî ilhâma mazhar hâl ehli âşıklar (âşıkaan-ı ehl’i
hâl) olduğunu söylemiştir ki insân-ı kâmil de, emniyetle diyebiliriz, bu
demektir,
Mevlânâ
Celâleddin’in (bu zâtın doğum yılı için İslâm Mecmuası, 1959, 23 ncü
nüshasındaki yazımıza lütfen bakiniz) -kalb ateşini alevlendiren ve .onun
ateşiyle alevlenerek «beni bana Celâleddin tanıttı» diyen. Şemseddin Mehmed
bin Melekzâd Tebrizî (-1247) de tamamen sûfîyâne ve insânı kâmilin mesleğine
yakışır tarzda «namazın k.a.«âsi vardır amnsâ, huzûrun kazâsı yoktur» demiştir.
Sûfîlik,
büyük sûfîlerdeıı Ebul' Hasan Ali Harkaanî (997-1030) ye göre: «varlığa
ihtiyacı olmayan yokluk» dur.
Sûfi (sofi)
kelimesinin menşei dâima' münakaşa mevzuu olmuştur. Asr-ı Saâdet'teki «ashâbı
Soffe» nin bulundukları «sofa» dolayisiyle ortaya çıktığı, iddialardan bîridir.
Risâle sahibi Abdülkerîm Kuşeyrî (986-1072) sof kelimesinin arapça
«suffe» ile ve. yün demek olan «sûf» ile alâkası olduğunu kabul etmez. Bununla
beraber onun «SOF» dan geldiği hakkindaki fikri müdafaa edenler ekseriyettedir.
Bu arada, Manchester üniversitesi eski profesörlerin-, den John Murplıy,
kelimenin yün ve aba demek olan «suf» dan geldiğini yazdığı gibi bu mesleğin de
zamanındaki Hıristiyan keşişlerinin nüfuz ve tesirinde ‘kalmaksızın meydana
çıktığını belirtir. On dördüncü asırda büyük müverrih ve içtimâiyatçi
Veliyüddin Abdurrahmân ibni Hâldûn (133.2-1406) da tasavvufu bir ilim olarak
kabul ve kelimenin kaba çuha mânâsına gelen «sof» dan alınıp söylenildiğini
kabul eder.
Zâten
«sûfi» tâbiri, yunanca,eserler daha arapçaya çev-silmediği sıralarda dahi,
İslâmiyetten önce «Hanîfler» in Kâbeyi tavafları esnasında ve sonra milâdî
sekizinci asırda zahitlerce mâlûm ve müstâmel olup «sofos» henüz bilinmiyordu,
Filhakika, muhitleri iycâbı, araplar eskidenberî âdetleri olarak sof
giyerlerdi. Müsteşrik Nöldeke (ölümü: 1930) de sûfî kelimesinin yün mânâsına
gelen sof’dan geldiğini, Louis Massignon
da
Kur’ân ve
Hadîsin, Islâm tasavvufunun kaynağı olduğunu söyler. 1327 de M. Lûtfi Cum’a
«İslâmî tasavvuf, Islâmiyete yabancı olmayıp Budizm ve Nasrânîlikden de alinmiş
değildir; menbâı Kur’ân ile Hadîstir» demiştir.
Keza,
İngiliz müsteşriki Eüas J. W. Gibb (1857-1901), tasavvufta Yeni-Eflâtuncu
tesirlerin varlığım incelerken şöyle diyor: «Hakikât hakle İslâmiyet umumiyetle
tasavvur edildiği kadar tahavvül kabul etmeyen bir şekilde katı değildir;
Kur’ânda ve Hadîste sirrî bir tefsire müsâit bir hayli parça mevcuttur. İşte
sûfîler bunlarla vaziyetlerini (mesleklerini) tahkim etmişlerdir». Gibb’e
göre, sûfînin gerçek ideali fenâfillâh olmakdir. Bir mevcudun nihâî saadeti,
kendi kendisini tamamen tekâmül ettirmek olup, rabbânî rûh ile birleştiği ânda
insan rûhu, ulvî saadete ulaşır. Bu birlik (Vahdet) de «cezbe» adı verilen bir
hâl ile kaabildir; cezbeli rûh, ruhanî âleme vâsıl olarak orada esrân öğrenir.
İnsan, «adem» unsurunu, nefsine hüküm ve galebe ile yenebilir; gerçek
sandığımız bu nefs, bilhassa «mahz-ı hayâl» olup bilcümle elemlerimizin
sebebidir. Nefs’le alâkalanmakta devanı ancak elem doğurur. Nefsi de sâdece aşk
ile yenebiliriz. Ve böylece ademin karanlık hayâli silinir ve insânî rûh, İlâhî
menşeine vâsıl olarak gayelerin gayesinde Hakk ile buluşur. Yani tasavvuf
ilmiSûfiyye-denen sirrî felsefe sistemi gerçekten ideal bir Vahdet-i Vücûd.
doktrini olarak tavsif edilmiştir.
«Hayat-ı
Nebî» adlı bir eser yazarak Peygamberimizi imkân nisbetinde Batı dünyasına
tanıtmağa çalışan Emile Dermenghem de şunları söyler: «Bir dînde mutasavvıflar
ve velîler, İlâhi ilhâmm haklarını temsil için çok lüzumlu insanlardır. Onlar
olmadan, orta tabaka insanları bir müstehâse haline gelir’».
Neo-plâtonist
Yunan teozofisinin ve Hıristiyan gnostik felsefesinin tasavvufta tesir
derecelerini incelerken iki sistem .arasındaki
benzerliğin, her ikisinin de-biribirinde» neş’et edeceği hususuna delil
olamiyacağim belirten Prof. Reynold A. Nicholson, tasavvuf! düşüncenin
îslâmiyette hayli eski olup Basralı şâire Râbiatül' Adeviyye (717-801 > nm
şiirlerinde Allah sevgisi mevzuunda sûfîyâne mısralar bulunduğunu kaydeder.
Mahzun ve
âşık Tâcürricâl Râbia biuti İsmail, İslâm, tasavvufunun ilk büyük ve kıymetli
kadın sûfî ve zahitlerinden. olup bii' İlâhisinde: «kalbimin içinde
»sohbette bulunduğum biri varsa o da ancak Şensin! Herkes benim dış yüzüme
söyler; dış yüzüm yanlındakilerle biraradadir… halbuki kalb dostum (enîsül’
kalb), kalbimin içinde bulunan sevgili (Mahbûb) dur!» diyerek Allaha, olan
derin zühd ve aşkım anlatmak istemiş ve «dünya ve ukbâda Hakk’dan gayri dost
ve gayesi olmayanlar, Hakka yakınlık arayanların en ileride olanlarıdır..» demiştir.
Rûh ve İlâhî aşk insanı olan Râbia, velîler gülistanında samimiyet ve muhabbetle
açan ilk iztırap gülüdür. Daha sonra yani on ikinci asırda yetişen kadın
sûfîlerden Fâtirna bintü Müsennâ el Îşbilî ise Râbia'nin ıztırap
neş’esine zıt olarak saadet neş,esini .koyar; Râbia ağlar, Fâtima güler..
Halle
üniversitesi müteveffa profesörlerinden Carî Brockelmann; sûfîlik (bilhassa
Takvâ) tâlimlerinde hıristiyânî tesirin gayrimâlûm olmadığını kabul etmekle
beraber hareketin menşeinin tamamen, sırf arab ve İslâmî olduğunu, sûfî
kelimesinin yün aba demek olan sof (sûf= çouf) dan kurulduğunu; Hasanül ’Basrî
(-728) den sonra, 781 de Basrada doğup 837 de (Louis Gardet'ye göre 857 de)
Bağdatta ölen Haris bin Esed'el Muhasibi tarafından bu mesleğin sistemleşmeğe
başladığını açıklar, öyle ki
ilk nüveyi
Peygamberin hayatında ve sünnetinde bulmak mümkündür.
Nitekim
Ramazan i’tikâfı buna örnektir ve sûfîlik tâlimlerinde en ehemmiyetli
kaynaktır. Buhârî, .Müslim, Ebû Dâvud ve' îbni Mâce’ye göre; Hasreti Âişe’den
rivâyetle: Resûlü Ekrem, ramazanın son on gününde i’tikâfa girerdi. Bu
âdetlerine irtihâline kadar (aralıksız) devam ettiler. Peygamber i’tikâf etmek
istediği zaman sabah namazını kılar, sonra i’tikâf mahalline girerdi. Ramazanın
son on günü eriştiğinde, Peygamberimiz âile hayatından tecerrüd ederek kendini
tamamen ibâdete verir, o geceleri baştan sona ihya eder; âile efradım da ibâdet
etmeleri için uyandırırdı.
Peygamberimizin
fiilleri, hareket ve hükümleri, ümmete tâlim içindir. Onun hâliyle
hallenmekte, ahlâkıyla ahlâklanmakta müslimler için dâima fâide vardır.
İ’tikâf
ruhbanlık değildir, nefs. terbiyesidir. Ruhbanlık olsaydı ilk önce Peygamber
bu hareketi ihtiyar ve buna mü’ıninleri teşvik etmezdi; buna mütedâir âyetler
de nazil olmazdı. Peygamber, ruhbanlığı nehyettiği; cemiyet hayatını, .ferdî ve
içtimâi münâsebetleri, evlilik müessesesini en mükemmeliyle terviç ve tanzim
eylediği halde; nefs terbiyesi için zarurî olan, mücâhedeyi de terviç ve teşvik
etmiştir.
İnsân-ı
kâmil olan sûfîye tâifesinin de yaptığı bundan gayri bir şey değildir.
Bilindiği
üzere, bir yerde (büyük bir mescidde) nefsi habs ederek durup beklemeğe,
Allahdan istimdâd ve aff dilemek için o yerde devamlı ibâdete «İ’tikâf»
denmiştir ve i’tikâfın asgarî, müddeti, tercihan oruçlu olarak, bir gündür,
İ'tikâf,
halvet yolu ile vahdettir.
_ Beş vakit
namaz kılınan .ibâdethanelerde i’tikâf, pek tabii, ramazanda sünnettir.
İ’tikâfa çekilen, o mâbette ibâdetle birlikte Kur’ân da okur ve zikreder,
murakabe, hâlinde -Allah ile olur.
Fahr-i Âlem
Aleyhisselâm bunu fiilen, ömrünün. , son yılında dahi yirmi, gün i'tikâf ederek
yerine getirmiştir; çünkü bir hadîste «oruçsuz i’tikâf yoktur» diye şeref-vârid
olmuştur, İ’tikâf, ayni zamanda, o beklenin her türlü belâ ve âfetten vikayesi
için de lâzım olmaktadır.
Kur'ânda
Bakare sûresindeki şu âyet mealleri i’tikâfdan. bahseder: 126-(beytim.de
i’tikâf edenler, ibâdete kapananlar), 187-(mescidlerde i’tikâfda bulunduğunuz
zaman).
İslâm
dîninin ve Kur’ânı Kerîmin beşeriyete getirdiği en ehemmiyetli mes’ele
(porblem) terden biri nefs terbiyesi ye aşk ahlâkıdır. İslâmiyete gelinceye
kadar diğer bütün doktrinler, kültler ve «İzm» ter bunu tam ifâde ve târifden
dâima mahrum kalmış, ancak Müslümanhkdır ki nefs terbiyesini ve aşk ahlâkını en
iyi şekilde ve ön plâna alarak İlâhî kanun hâlinde insanlığa hediye etmiştir.
Nusûs bunu .isbat ve teyid eylediği gibi Allahın velî kullan olan kâmil
insanlar, mürşidler ve sûfîler dc cemiyetlere bunu tâlim ettirmişlerdir. Mânevi
hasletler ancak nefsi murâkabe ve terbiye (kiyâs-ı nefs) ite kazanilabilir.
Bütün hikmetlerin başı da, hadîs gereğince, Allah korkusudur. Allahdan korkan
ise çeşitli fenalıklardan ve kötü niyetlenmelerden kendisini korumağı ve
cemiyete fâideli olmağı bilir ve buna çalışır. Maddeye tapmamak, her türlü
nefsi, maddî ve muhteris endîşe ve alâkalardan soyunmağı başarmak demek olan
FAKR, nefs muhâsebesinin özüdür. Peygamber, mâruf iki hadîsinde «fakr benim
fahrimdir, onunla iftihar ederim» ve «fakirin Allahdan başka şeye ihtiyacı
yoktur ve fakr tamamlanınca Allah zâhir olur» der ki buradaki fakr, tabiatiyle
maddî ve beşerî fakirlik, zillet ve yoksulluk olmayıp yukarıda sayılan
hususlara ilâveten tevâzû, kanaatkârlık, uysallık ve yumuşaklık, dünya nimetlerine
ganî olmaktır; servet ve sâmâna güvenmeyen, ancak Hakka güvenen mânevi,
zenginlik ve yüceliktir. Allah, mü’ıninlerine ve velî kullarına maddî servet
ve zenginlik veriyorsa, bunun da sebebi, onların cemiyetteki dindaşlarına
yardim etmesinin farz olması, zekâtlarım ödemeleri içindir; bu mânevi duyguyla
takviye edilmeyen servet cemiyetlere hayır getirmez. Mutasavvıflar ve sûfîler
yukarıda mealleri verilen hadîslerden de kuvvet ve ilhârn alarak bunu nefs
terbiyesinde bir düstûr saymışlardır.
Yunus
Emre (1248-1321)
bunu:
«Döğene
elsiz gerek
Söğene dilsiz gerek
Derviş gönülsüz gerek
Sen derviş olamazsın»
beyitleriyle pek güzel
anlatır.
Zilletin,
yoksulluğun ve dünyevî fakirliğin bu fakr’dan farkını, ayrılığını, fenalık ve
zararım Büyük Resûl: «Fakr, sizi küfre götürür» meâlindeki hadîsiyle
belirtmiştir ki İşlâmda zekât müessesesiniri kuruluş sebeplerinden bîri
de Isiâmiyetin, meşrû ve müslümanca zenginliği âdeta âmir olmasıdır. İslâm
aktydesî (hâşâ) bir züğürt tesellisi değildir. . '
•Binaenaleyh,
yukarıdaki ilk hadîste geçen fakr, besbellidir ki vahdâniyete götürücü ve
tevhid ahlâkını bildirici bir mâhiyettedir, ve fakr'in gerek dış gerekse iç
mânalarımı açıklayan her iki hadîs te biribirini tamamlar. Mutasavvufdaha
doğrusu melâmetî Ebûl Fevâris Şâh bin Şu•câ-i Kirmânî (-883 M.) «fakr, Allahın
kul nezdindeki. simdir;-onu gizlerse emîn olur, fâş ederse fakr sıfatını
üzerinden atar..» diyor. '
Fakr, bilcümle sebeplerden elini çekmeklik
hâlidir. Hâce Mehemmed Bahâeddin Nakşıbend (1318-1389) :• «biz? ler her ne
bulduksa Fakr sıfatı ile bulduk 1» demiştir ki, bu fakr, -külli istignâ
makamıdır; sûfîlîğin başı ve özü olup
mülk ve mâlik olmaklıktan geçiş ve Hakka yaklaşmak için nefsin tam fenâya
ermesi (ifnâ) hâlidir (küllî mahrûmiyet).
Mâruf sufî,
insâni kâmil Bâyezid Tayfur Bistâmî (776874) bir halvette, mükâşefe ânında:
«içimden, hazînelerimiz hizmetine hazırdır; biri dilersen, sen ihtiyaç ve
.tevâzu içinde gel! diye, nidâ edildi..» diyor. Onun, nefsterbiyesinin
zorluğuna ait ve tecrübeye dayanan şu sözü tamamiyle samimî olması gereken,
İslâmî ve sûfiyânedir:
«Ben
on ifâ yıl, nefsimin demircisi ve beş yıl' da gönlümün aynası oldum. Sonra bir
yıl, kalbimle nçfsimin arasına -baktım ve ortasında bir .küfür zünnân gördüm.
Bunu kesmek içfe de on iki yıl çalıştım. Baktım ki. bu defa bâtınımda bir
zütmâr gördüm. Onu kesmek için de'beş yıl uğraştım. Nihayet o koptuğu zaman,
halk’a baktığımda onları ölmüş gördüm ve dört /tekbir getirdim... ' Böylece Hakkın
birliğine vâsıl oldum...». '
’
Zünnâr,' küfür ve şirk alâmetidir. Domuz kılından yapilmiş olup kırk gün şarap
içinde durduktan sonra nasârâ papazları bellerine kuşak olarak sarıp
bağlarlar. Zâhiren nasârâda bulunan bu küfür zünnâri, bâttnen bir çok
insanlarda (gafletle) bulunur ki Bâyezid’in kasd ettiği mânâ da gerçek budur
ve ancak nefs terbiyesi sayesinde bu gizli şirk, ve küfürden mü’ıninler kurtularak
. selâmete . çıkabilir. Bu mânâda Peygamber, meâlen: «mücâhid, kendi nefsi
ile savaşandır» dediği gibi bu nefs mücadelesinin (cihâd-ı mânevi) ne suretle
yapılacağını da«senin nefsin binek atındır, onu hoş (yumuşak) tut’» mealindeki
hadîslebildirmiştir. .
§
İslâm akiydesinin ve ahlâk sisteminin iki
ana-müeyyedesi, pedagojisinin iki düsturu olan:
a) Hubb-u
gayr (ferâgat-i nefs),
b) Kiyâs-ı
nefs (mârifet-i nefs),
evliyâ,
sûfiyye ve melâmetiyye taifeleri tarafından genişletilmiştir. Şu zâtların
adlarını misâl olmak üzere zikredebiliriz :
RâbiatüL
’Adevıyye (717-801), Yusuf bin Hüseyni 'Râzî '(-913), Ebul Hasan el Harakanî
(997-1030), «Allaha korku ve ümitle ibâdet eden sefildir. Ben dostluk
aşkıyla ibâdet ederim, sûra Allah dostluğunun aşkı beni hizmet ve kulluk
mertebesinde tutar..» diyen, şakiden saîd olmuş Fudayl bin lyâd Tâlekauî
(-803), Ebû Medyen Şuayb Mağribî (-1198), meşhur Ebû Hâmid Gazzâlî (1058-1111),
Ebû Salih Hamdûn’el Kassâr (-884), Ebû Bekr bin Hacder-i JŞiblî (861945), Ebû
Ali bin İbrahim Şakîk Belhî (-810), Bişr bin idârisi Hâfî (767-84.1), «Allah
bir sûretde iki defa tecelli etmez ve bir sûretde iki şahsa da tecellî etmez»
diyerek İlâhî tecellîde tekerrür olmadığım anlatan Ebû Tâlib-i Mekkî
(-996), Ebul 'Hasan Seriyy’üs Sakatî (-870), «Sünnet, dünyayı terk; farz da
Allah ile olmaktır ve «ism-i âzam, Hakkın vahdaniyetine kalbin bağlılığıdır!» diyen
Bâyezid Bistâmî (776-874), Ebû Saîd Ahmet Harrâz (-899), Sehl bin Abdullah
Tüsterî (818-896), Ebû Türâb-ı Nahşebî (-859), Ebû Abdullah Hâris bin Esed'il
Muhâsibî (781-857), «Sûfîier Hakikât erenleridir» diyen Ebû Ahmed Rüveym
Bağdadî (-915), Hüseyin bin Mansûr el Hallâc’ın mürşidi Amr bin Osmân Mekkî (-908),
«Ârif, sükût ettiğin halde sırrını bilendir» diyen Bağdatlı Cüneyd
Kavârirî (820-910), güzel ahlâk için Allah sevgisini, kin tutmamayı, Kur’âna
uymayı, dalâlet korkusu taşıyarak zühd ve takvâya tâbî olmağı tav siye eden
Ebul Fe.yz Sevbân Zünnun Misrî (796-859), «Sûfî bu âlemde misafirdir;
yolcunun nazı ise ev sahibine cefadır. Edepli yolcu kendine verilen nimeti
alır, naza ve iddiaya kalkmaz!» diyen Ebû Mahfuz Mârûf bin Fîrûz’el Kerhî
(-816), «Hakka yakın olduğunu söyleyen ondan uzaktır; uzağım diyenin uzaklığı
da Hakkın yakınlığı ile örtülmüştür» diyen Ebû Bekr Vâsitî (-918), «kulun Allahla
vuslatının ibtidâsı, kendi vücudundan fâni olmasıdır ve Hakk’dan firâkımn
ibtidâsı kendi nefsiyle vuslat ve sohbete başlamasıdır» diyen Sümnûn bin
Hamza Muhib (-910), ilk safîlerden Ebul 'Gays Cemîl-i Yemenî (-768), Habîb
A'cemî (-737), Ebû İshak İbrâhim Havvâs (-903) ve üstâdı Yahyâ bin Muâz Râzî,
Mümşâd Dîneverî (-911). Ebû Süleyman Dâranî (-830), Ebül Hüseyn Ali bin Osman
Nasr-ı Kurafî (884-990), Ebul Hasan bin Sa'd Verrâk (-931) ve Ebû Bekr Verrâk
Tirmizî (-980), «Tevhid, borcu ödenmez bir alacaklı ve hakkı ödenmez bir
garîbdir» diyen sûfî Ebû Ali Hasanül’ Dekkak Nişâpurî (-1014), «Hakk’dan
gayri ile ülfet edeni Hakk bırakır, yalnız Hakk’a bağlandığını zannedene de
Hakk’dan gayriye bağlanmak yolu bağlanır..» diyen
milâdî
dokuzuncu asır sûfîlerinden büyük zâhid Şeyh Ebû Câfer Nesevî, «Şeyh-i Ekber»
unvânıyla bilinen şöhretli mutasavvıf Muhyiddîn ibnül 'Arabi el’ Endülüs!
(1165-1240). Fahrüddîn Irâkî'nin mürşidi olup: «İymân selâmeti, Peygamber’e
salâvât getirmekle ve vücûd selâmeti az yemekle mümkin olur» diyen Sühreverdîyye
tarîkati mensubu Ebû Mehemmed Bahâüddîn Zekeriyyâ (1169-1267).
Bunlardan
Bâyezid; «Aşk, âşık, mâşuk neticede birdir; zira Vahdet âleminde her şey
birdir» diyerek Fenâfillâh'dan Bakaabillâh’a nâil oluşu anlatır. Celâleddin
Rûmî de; «..bunlar hayvânî rûhun eseridir; sen ileriye yürü, insânî rûhu
gör!» der ki, insânî rûhu görmek vc ondan feyz almak gerekir. Mevlânâ da
bunu anlatıyor ve «kendinden kendine sefer et! Aşk, âbı-hayattir; bu suya
dal! Bu deryanın her damlası başka bir ömürdür. Öl, öl’.Bu aşkta Öl!
Bu aşkta
ölürsen hakıykî rûha mâlik olursun! Öl, öl! Bu nefsden ayni, bu nefs bir
kayıttır, ve sen onun kölesisin! Aşkın daü Ezelde, kökü Ebed’dedir. İnsanın
akıl ve canından başka o deme mensup velî,de de bir can mevcuttur!» diyor. Bu velî, insân-ı
kâmildir. Yine Mevlânâ «Ey âşıkan, ey âşıkan, men âşıkı rüsvâ sitem!» diye
başlayan bir gazelinde: «oradayım, buradayım, her yerdeyim. Arşta ve
Kürsîde olan benim, aslâ hatâ etmeyen benim! Âdem be«imle tasavvura geldi.
Dünya ve ukbâ benim, Tûtî, kumru, in’ ve cin benim. Hem ferman eden, hem
ferman ettiren., hem-can'alan, hem can veren benim! Can bendendir, ben
'candanım “ demesiyle açıkça Vahdet-i vücûd taraftarı ve mensubu bir -insân-ı
kâmil olduğunu söylemektedir. Böyle, sayısız gazel, rubâî ve
mesnevilerinden misaller bulabiliriz.'Tekrar katiyetle söyteyelim ki, Kur’ânda
ve Sünende inşânı kâmil telâkkisi mükemmelen vardır ve Mevlânâ Rumî de, kendinden öncekiler gibi,
büyük bir velî, mürşîd, yüksek bir mutasavvıf ve kâmil bir insândir.
Hâce'
Ubeydullâh Ahrâr-ı Taşkendî (1404-1490) ye göre, kâmil, velîlerin eriştikleri
mertebe, tasavvufun nihayetidir. ' •
Tam kanâat,
sabır, şükürve nihâî-refâgatle istiğnâ faziletinin İslâm ahlâk ve
tasavvufundaki yüksek derecesini şu .menkıbe gayet _güzel anlatmaktadır:
İmâmı. Ziifer (728-774) in talebesi ve sûfî Hâtemi Asam (-851) m mürşidi
sûfiyye taifesinin ilk şehidlerinden Ebû.Ali Şakiyk (-810), Halîfe Hârunürreşîd
tarafından Bizansln zabtı için gönderilen İslâm ordusunun cihâdı sırasında ölen
sûfî ve zâhid İbrahim, bin Edhenı Belhî (-780) ye sorar: «geçim için, hâlin
nicedir?». İbni Edhem’den «bulunca şükreder, 'bulmayınca sabrederiz!» cevabını
alır ve «bunu Horasanın köpekleri de yapar; biz ise bulunca dağıtır,
bulmayınca .şükrederiz..» der,
Peygamber’den
ve Selefiyye’den gelen yüksek .dinî ahlâk ancak budur.
Bir
menkıbeye göre, İbrahim bin Edhenı, Ebû Hanîfe Nûnıân’in* sohbetinden
ayrılınca, hakkında sual eden .etrâfma'İmâmı -Âzam’ın «bu zâtlar her -ân ve
dâima Allah ' ile
ıneşbû
ve meşguldürler; biz ise hep başka
işlerle,..» 'karşılığında .bulunduğu meşhurdur
Mansûr’u»
çağdaşı Şeyh Ebû Bekr Cafer bin Yûnus Şibli (8'58-945)., ikîyüz dirhem gümüşün
zekâtının kaç dirhem olduğunu soran, birine «malın hepsini verip ayrıca zekât
payı kadar borca girerek onu da ayni yere vermektir!» der ve bunun kimin
mezhebi ve içtihadı, olduğunu soran adama da «Hâtemül 'Enbiyânın ejş ileri
dostunun, Hazreti Sıddıykhn 'inezhebi!» diye cevap verir. İslâm ahlâkında
feragat ve istiğnâ sistemi olan Tasavvufta, hiç bir İslâmî kelâm yoktur ki
Selefiyye’ye, Râşid Halîfeler’e .ve' Peygamber ile Nusûş’a bağlanmamış
olsun... Bu pedagojide Öz, Bakî ve Kadîm huzûrunda olduğunu idrâk eden insanin
kendi yokluğunu. ve fâniliğini bilmesidir. Hâce .Alâeddin Attâr (-1400) «Varmı
Vahdette yok eyle ki, visâl ancak budar!» ve Mevlânâ Sâdeddin KaŞgârî (-1456)
«senin. Hakk'a vuslatın senin yokluğundan ibâret'tir..» demişlerdir.
Mâverâünnehirde İslâm erginlerinden Hâce Ahrâr’a göre ise, Hakk’ı anlamak ancak
Hakk’in kendi ilmi (ilm-i İlâhî) ile mümkündür. Küllî maksud şudur ki, lâtîfe-i
müdrikenin (yani kalbin hakikatinin) dâima ikbâli, Hakk cânibine olsun! Lâkin,
sâdece hüzûr ve rnüşâhedeye giriftar, olan, gayr’a giriftardır; hakikatte ise
dileklerin ve abdiyyet mertebelerinin sonu fenâ ve yokluktur..
Sûfiyye
indinde «adem» (yokluk), zulmânî külli bir mânâdır ve nûrânî külli mânâ olan
Vücûd (Varlık) m ziddıdir. Varlık sonsuzdur; var olan yok olmaz, yok olan da
var olmaz. Muhyiddîn «mutlak vücûd, sonsuz bir hazînedir ve butûn’ımdakiler
kendisinde.» .gizlidir. Nefsini bilmeklik de bir«fathr ve nıahz-) vücûd
.bundan münezzehtir»® der. . . . .
Hayret-i aşk
mezhebenin sahibi Sultân-ı Ârifîyn Bâyezid Bistâmî (doğumu başka bir rivayete
göre 801), iştiyak makamında istiğrak ile: «Sübnânî! mâ a’zama şânî!» demiş
olmakla beraber bu bir sekir hâli olduğu için, kendi tasavvuf! nazariyesini «Entel
’Hakk ve bil’ Hakk-ı nerâ! ~ Sen Hakk’sın ve. biz Hakk ile görüyoruz»
formülü ile iyzâh ve hulâsa etmiştir. Bağdatlı Cüneyd de «Leyse fî cübbeti
sivallâh!» demişti.. Bilâhare, Mansûr’el Hallâc «Ene sultân-ı salâtin»
makamında durarak ve Hakk’ın varlığının en yüksek isbâtı olan insana Hakk'ı
nisbet ederek, dile gelmez hakikatleri dile getirmiş, «Enel ’Hakk»
nazariyesini halk arasında alenen ilân ile fâş yüzünden ittihad ve hulûl ile
itham edilmiştir. İbrahim Hakki Erzurumî:
«Mansûr
Enelhakk söyledi,
Haktır
sözü, Hak söyledi
Nadan
mukayyet anladı;
Ammâ
ki mutlak söyledi..»
der.
Mansûrun îdâraina sebep en mühim hâdise olarak «sâlihîn» zümresini teşmil edip
bütün insanları şefâat dairesine almak ve İslâmî anlayış haddini aşan bu arzu
yüzünden mânen Peygamber tarafından ceza verildiği gösterilir.
Bu «Enel
’Hak» telâkkisi Muhyiddîn'de. Vahdet-i vücüd sistemini meydana getirirken,
Mevlânâ Celâleddîn’de artık bu birlik aşk-ı hakîkîde karar kılmış ve
«Enel’aşk» diye hulâsa edebileceğimiz yeni bir İslâmî duyuş ve anlayışa,
hakikatler hakikatindeki «kemâl aşkı» na varmıştır... Bu sıralarda. Şey Semnânî
diye mâruf Ebül’ Mekânın Rükneddin Alâüddevle (1258-1335) ortaya çıkmaktadır ve
Vahdet-i vücûd sistemine karşı, Vahdet-i şuhûd nazariyesiııi tesisle bünu
Hâcegâna ulaştırır. Bu zâtı, Bâkıllânî’nin tilmizi Musul eş’arî kadısı Ebû
Cafer Ahmed Sümnânî (-1052) ile kariştirmamalıdir.
Şeyh Ebül ‘mekârimden
sonra «heme ez isi -her şey Hakk tandır» diyen Şeyh Ebû Bekr Zeynüddîn Hâfî
(-1454) ile «heme âst = her şey O'dur (Hakk’dır)» diyen Seyyid Kaasını Tebriz)
ve nihayet Müceddid-i sânî İmâmı Rabbânî Fârukî bin Abdül’ Ahad Serhendî
(1563-1624) bu ikinci sistemin üsladlaridir. Hâce Şâh-ı Nakşıbend «eğer yeryüzünde,
o vakit Hazreti AMülhâhk (yani Gocdevânî hâlifelerinden biri bulunsaydı Mansûr
darağacma gitmezdi» demiştir. Nitekim, dil ifâde edilemeyen İlâhî hikmetin insana
yakınlık deresecini Mevlânâ Hâce Sâdeddîn Kaşgârî: «Hakk, kuluna her şeyden
yakındır amma bu hâl, tarife sğmaz; Habbe yakınlıktan bahsedenlerin
durumu O’,na uzaklıktan ibarettir» der.
Mîrâc
hâdisesi de Sûfiyye’ce sembolize edilmiş ve cismânî bağlantılardan rûhun
halâs’ı ile mârifetullâha urûc diye târif olunmuştur. Necmeddîn Ahmed Ebül
'Cennâb Kübrâ (1145-1221) Hakk’a visâlini şöyle anlatır: Rabbimi, kalblere
geldiğinde nefsin ancak tasdik edeceği İlâhî varidatla buldum ve bildim..».
Rabbini
bilen, Attâr’a göre, BAKAA'yı FENÂ mertebesinde görür. Ârif, dünya ve
âhiretten çiçekmiş olup marifet de Hakk’da fânî olmaktır.
Mahlûk,
gayr-i mahlûkla kaaim olunca, mahlûk olan, gayr-i mahlûkta fânî olur; mahlûkun
vücudu ve nefsi âriyettir. Hakki, müşâhedede bâkî olan 'kâmil insanin ve velînin
kendi nefsinin varlığından haberi yoktur. İhlâs eden melâmî ile halâs olan
sûfî, mahv içinde mahv ve fenâ içinde fenâ: buldukları için bu înakarftda
beraberdirler. Mükâşefe, yakiyn’in ihtidasıdır ve gayblan safvet-i kalb ile
müşâhede demek olan yakıya hâli, eşyânm' hakikatine kalbin itminan kemâlidir
ve ledün ilmi içinde istiğrâkıdir. Yakiyn hâlinde kalbi nûr istilâ eder. İrfan
ve mârifet sâhibi olan kâmil insanların kalbleri birer aynadır, orada dâima ve
ancak Hakk’ı müşâhede ederler. Bu ayna, hakiykî muhabbetin vuslat makamıdır ki
bu muhabbet ne eksilir, ne artar; ne biter ve ne de tükenir. Kalb, ilim ve
mârifetin sığmağı; rûh da aşkın ve muhabbetin sığınağıdır. Zünnûn’un çağdaşı
Tâhir Mukaddesi demiştir ki: ârifin nûranu halk görseydi baştanbaşa
yanardı; Vücûd’un nûranu da arif görseydi bu defe kendi yanardı..».
Âlimler,
Hakka delilden nazar ettiği halde arifler Hakka Hakk'dan nazar ederler.
Zâhidlerin taâmi riyâzet, ariflerin taamı da zikirdir. Allaha Allah için
ibâdet ederler. Bu kâmil insanlara göre zikrin Hakikâti, zikredenin aradan
kaybolması ve Hakkın zikrettiği olmasıdır.
Bunlar,
Hakka olan muhabbetlerinin ancak bu yolu gösteren Habî'bullâh'ı sevmekle
olduğunu bilenlerdir. Peygamber bir hadîsinde meâlen: «her kimin hicreti Allaha
ve Resulüne müteveccih ise Allaha ve Resulüne müntehidir; her kimin de
hicreti dünyâya müteveccih ise dünyâya
müntehidir» buyurmuştur.
Muvâfakat ve
teslimiyet, muhabbetin aslıdır. ' 'Habî.b, mahbûbunun rızâsını her işeyin
üstünde tutar. Habîbin Hakikâtî Resûl, mahbûbun Hakikâti de Hakk’dir.' Hakıykî
muhabbete eren' sûfî, nâsm dîn ve dünyasını ' nâsa' terk eder. Hakkin celâlini
bilip cemâlini müşâhede ve hazar46 gâh edinerek aşk, iştiyak, teslimiyet ve
hayrette müstağ'rak kalır. Ârif-i billâh, vukuf makamı ehlidir. Sûfî, melâmetî.
ârif ve umumiyetle insân-ı kâmil, sıfat ve kayıtların dışındadır. Ebû Hafs’ın
çağdaşı ve milâdî sekizinci asır sûfîlerinden Ebû Abdullah Sencerî'ye göre:
Velilik alâmetleri, yüksekte iken küçülmek, imkânlı iken dünyadan perhiz
etmek, kuvvetli iken insaf etmektir.
Hakikati,
mecâz rengiyle gösteren muhabbet bütün eşyanın mayasıdır. Mevlânâ Rûmî'deki
aşk ateşi de aslına rücû için duyulan iştiyak olup başka her duygu sâdece
hezeyandır.
Zâti
tecellîlerin aynası kalbdir; Hakkin, kendi zâtıyla peydâ olan nûru bu kalb
aynasını ışıklandırır; bu ayna sırra mahrem olup ancak,suretler zuhûr eder.
Hakk’ın hakikati olan Zât-ı Baht, örtüsüz gizlenip ancak örtü ile zâhir olur.
Hakkın nûrdan zuhûr eden kemâl tecellîsi ezelî aşkın harimindeki ezel kıblesi
olan mutlak güzelliktir ve gizli bulunan da kemâl sıfatlarıdır. Hakikatin
sırrına beşer vücûdu ve benliği örtüdür; perde olan bu örtü yirtllmalı ki
hilkatin ve hakikatin sırrı olan hazîneye kavuşulsun ve nakıştan Nakkaş-ı Ezel’e
ulaşılsın.. 1404 yılında Halepte idâm edilen îmâdeddin Nesîmî’nin bir
mesnevisinde söylediği:
dahi bundan
başka mânâya bağlanmaz.
Muhabbetin
hakikati her hâl ve kârda Mâşûk’a râm olmaktır. İnsân-ı kâmilin yöneldiği nihâî
yol, tevhid ve vahdet deryâsinda boğulmaktan ibarettir. Gaye,' rubûbiyeti
bilmektir; fakat ubudiyet bilinmeden rubûbiyet bilinmez.' İşte nefs mücâhedesi
bunun etika’sidir. Çünki, nefsin ölümü' kalbin Hakikâtinin hayâtına nişanedir.
Hakk’in kemâlini görmeğe uğraşınca nefsin gözleri kör olur. Bu hususda iki
hadîs-i şerî'f meâlî kay dolanabilir t a) Hakkın (büzündüğü) hicâbı (perdesi)
nûrdur; eğer ona açmış olsaydı ZÂT’sam büyüklüğü, ilminin i'hâta ettiği bütün
mahlûklarım muhakkak yakardı., b) Allah, hûr ve zulmetten çekilmiş yetmiş bin
hicab arkasındadır; bunları açacak olsa yüzünün nârlarındaki şiddet, daha.ilk
bakışta kendisini görmeğe meydan kalmadân ne varsa yakar..
Câri
yüzünden hicab kalkmalı ki aşk, âşık, maşuk bir olsun. Nefs, kalbin aynasında
en kalın perde, kalb. ise Allahın arşıdır; Kur’ân da, kalbin aynasını örten ve
insanin mânâsını karanlıkta gizleyen .kaim nefs perdesini kaldırmak için
nâzil oldu. Bu suretle kalbi., nimet sahibine (yani Hakka.) bağlamak
hikmetlerin özüdür ki 'tasavvufta şükrün Hakikâti budur, ahde vefâ budur!
İlâhî ilim
(Hakk'ı bilmeklik ilmi) karanlığa karşı basiret nurudur. îlmin kaktykati,
halkla olunduğu zaman halk’a rahmet etmeklik ve kalbin mâsivâ'dan halâs’1 için
Allahdan utanmaklık ile Ona niyaz, nedamet ve teslimiyettir. Yoksa, Zünnûn’urf
dediği gibi, Hakkin Zâtı mevzuunda ilim ancak cehildir. Mahlûk olan akıl ve
fikir, Hakk’ı tefekkür edemez. Dünyayı terk, aklın süflisi, Hakkın Zâtı
üzerinde tefekkürü bırakmak da aklın ulvîsidir.
Terk :
bahsinde Mansûr el’Hallâc: «dünyayı terk, nefsin zühdüdür;' âhıretı terk,
kalbin zühdüdür; kendi kendini terk,, cantn zühdüdür» der.
Simavlı Şeyh
Abdullah İlâhî (-1490) m tilmizi nakşıbendî Seyyid Ahnıed Buhârî (-1516) ise
Ariflerin bu âlemde dört tâc giydiklerini ve bunların neler olduğunu Şu güzel
beyitle anlatmıştır:
«Hest
tâc-ı ârifân-ı ender ez çâr-ı terk:
Terk-i
dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk!»
Hakikat,
Hakk’in ilmidir ve ilim de Hakk’in hakikatidir. İlmin bâtınından zâhirine
düşmek, sûfî ve insân-ı kâmil için bir edep noksanlığı ve Hakka hicabdir. Bu
hicab engelini (dünyevî hicabları) yırtan da mârifettir. Mârifet, vicdan ve
zevkle ilgili manevî bir haslet olup, mârifet hâli, Hakkin tevhid nûru ve
inâyetiyle meydana gelir. Ebû Süleymân Abdurrahmân Dâranî (-830 M.)
«mârifetin sırrı, İki cihanda muradı BİR’den gayri olmamaktır» demiştir.
Mansûr ise mârifeti «eşyayı, mânâda yok görmekten ibarettir» diye târif
etmiştir.
Allahın,
göklerde ve arzda apaçık gösterdiği bütün sıfatlarım, hakiykî tâlib olanlar gördüler ve
bildiler. Bu Allah dostları nazarında mâşuk-u hakiykî derecesinde hiç bir şey
ayân-beyân değildir. İlâhî kitâbin bildirdiği Hakikâtleri, bunların Hakikâtinin
rü’yet merkezi olan kalblerinde müşâhede sırrına ulaşan kâmiller ne korkarlar,
ne de mahzun olurlar. Hakk dostu olan bunlar kendilerini bildirmezler, halkla
beraber oldukları halde halkın gözünden gizlidirler( Halvet der encümen -
kesrette Vahdet). Bunlar tecrid ehlidir. Ebû Saîd bin Ebil ’Hayr (967-1049): «Allah
dostları halk içinde oturur, halk’a karışır, alışveriş eder, evlenir ve bir
nefes dahi Hakk’dan gaafil olmaz» demiştir.
İnsân-ı
kâmil için duâdan duyulan hâzz dahi, arzunun olması değil ancak Mâşuk’a niyâz
etmenin hâzzidir. KâmilTer, nefslerini tasfiye ile hikn?^ ^ereğince ahlâklarını
tehzib ederler. îbni Sînâ, bunların külliyât ve ebediyâtı idrâk ile,
rûhâniyatla imtizaç ve sırlarının arş etrafında cevelân ettiğini ve seyr-i
ilâllah ile meşgul olduklarını bildirir. Ârif için «fikriyle kuds-i
ceberûta mutasarrıf ve sırrında dâima Hakk nûru parlayan» der; «ârif'e göre
zühd, sırrını Hakk’dan meşgul kılan her şeyden tenezzüh ve Hakkdan gayrî her
.şeye karşı tekebbürdür, mâsıvâyı ayak altına almakIıktır. Bütün maddî
şâibelerden kurtulup kuds âlemine girmişler, noksan ve çerden beri olmuşlar, bunlara
müşâhede kapısı açılmıştır. O, her ilmi, Hakkın ilminde müstağrak bulup ondan
hariç bir şey bulmaz olur; her irâdeyi Hakkın irâdesinde müstağrak (müstehlek)
görür. O zaman Hakk, ârifin görür gözü, işitir kulağı, işlediği kudreti,
bildiği ilmi olur ve vücudunun ondan vücud bulduğunu görüp böylece de ahlâk-ı
İlâhiye ile mütehallîk olur. Ârif!, vahdete iysâl ve ona bunu ihsan eyleyen
Hakkdır. Burada da vâsıf-mevsûf, sâlik-meslûk, ârif-mâruf kalmaz; burası
makam-ı vukuf’dur. Hakk ile iştigalinin şiddeti, arifi her şeyden gaaffl kılar.
Ârif Kaderde olan sırrullâh’a vâkıfdır.»
Molla
Câmî de: «ârif, Hakikâtte, yaradılmışlann varlığından halâs ve âzad olandır»
diyor.
Hakikât ehli
olan ârif-i billâh, istikrar ve bakaa bulmuş olup hakîkatüHıakaayik mertebesinde
gerçek tasavvuf sahibidir.
Tasavvufa
girişte bâtın yolu, sirasiyle; mücâhede, terk, aşk ve irfân merhalelerinden
mürekkeptir. Cüneyd-i Kavârirî’ye göre tasavvuf, keremli bir kavim içinde,
keremli bir zamanda, keremli bir kişiden, keremimin izhâr ettiği kerem
ahlâkıdır..
Yine
Cüneyd'e nazaran tasavvuf şu üç şeyin terkibi ve hâsılasıdır :
Gazzâlî:
«mutasavvıflar Hakka inanan bir zümredir, Allahı zikre devam ve nefsânî
isteklere muhalefet ederler, dünyadan vazgeçip (zühd ile) Hakka ulaşan yolda
yürürler Cenâbı Hakk,arzı bımlarsiz bırakmaz. Yeryüzünün mânâ ufalan dört
cihetteki temeîtaşları (evtâd) bunlardır. Ounya halkına bunların bereketiyle
rahmet iner. Sûfîlerin gktaY gidişlerin en iyisi, yollan yolların en doğrusu ve
ahlâkları da ahlâkların en temizidir; onların iç ve dış bütün hareket ve
sükûnları ancak nübüvvet kandilinin ışığından alınmadır. Bunlar öyle bir
topluluktur ki sohbetlerinde bulunan kimse dalâlete uğramaz. İlim, bir hâli
aklî delillerle tahkıyk; zevk o hâlin kendisiyle hallenmek ve iymâa da hüsn-ü
zannm tesiriyle işitip tecrübe ederek kabuldün» demiştir.
Mevlânâ
Câmî de der ki :
«Evliyâyî
kez ümmet-i ûyend
Peyrev-i
şer’ü sünnet-i ûyend
Behrevân-ı
reh-i Hüdâ bâşend!
Büfeler
ez gayr-i enbiyâ bâşend» (yani: Peygamberin ümmetinden olan velîler ki, onun şerîât
ve sünnetini tâkip ederler; onlar hidâyet yolunun yolcularıdır ve
peygamberlerden, başka bütün mahlûklardan efdâldirler..).
Ekberiyye
medresesine bağlı Tabakaat sâlıibi İmâmı Abdülvehhâp Şa'rânî (-1530) de:
«Tasavvuf, şeriat hüküm» teriyle-amel eden bir kimsenin amellerinin zübdesidir;
tasavvuf müstakil bir ilimdir, Kitap ve Sünnet ile mürşid olur» demiştir.
…
Abdülkerîm
Ebul Kaasım Kuşeyrî: «sûfî hâlinin başı hezeyân, sonu sükûndür ve tam kıvamda
sûfî dilsizdir» diyor.
Bu hâli,
Şâh-ı Velayet Hazreti Ali şu kibar kelâmla ' hulâsa eylemiştir: «Hakikât,
Hakk’ı işâretsiz olarak mükâşefedir!»
Sûfiyye
mesleği hâcegân ve kâmiller mesleği, Peygamberin .işâretiyle «zikrullâh»
yoludur. Nitekim Ebul ’ Hasan Ali bin Cafer Haraka ani: «Peygamberin vârisi
odur ki, peşi sıra gider.. Dünyada sana fayda, her gün akşama kadar halkın
beğendiği işde ol. Her gece sabaha kadar da Hakkın beğendiği işde ol te
demiştir.
Zerdüştîleri
ihtidâ ettiren dîn naşiri ve Ishakiye piri Şeyh Ebû İshak İbrahim bin Şehriyâr
Kâzerûnî (963-1034) mânâsında Hazreti Risalet penah’a varır ve tasavvufu sorar,
Büyük Nebinin cevabına göre bu «dâvalardan vazgeçmek ve mânâları gizlemek»dir.
Hâce Mehemmed Alâeddin Attâr da, irâdesi Hakk irâdesinde, kud' reti Hakkın
kudretinde fenâ bulmayanın Hakka varamiyacağmı; bunun için yolun, Şeriat
Sâhibi’nin (yani Peygamber ’in) her .emrini yerine getirip Hakkin murâdipi
nefsin muradına" takdim etmek olduğunu bildirir. Kendisinde ilim olup da ameli
olmayan, ameli olup da ihlâsi olmayan ve evliyâüllâhm yüzünü görmek nimetin
erdiği halde onlara bağlanmağı bilmeyen gaafil, tasavvufta «şaki» din
Zeynüddîn
GazzâJî’ye göre: Sûfiyye yoluna girmek ancak mücâhede ile olur, riyazet
kılıcıyla hava ve hevesini söndürmek ve nefsini öldürmekle olur. Gerçek bir
mücâhedeyle nefsini öldürmezsen kalbin aslâ marifet nurları ile aydınlanamaz! - .
«Tabakaat-us-sûfiyye»
ve Târihissûfiyye» adlı eserlerin müellifi meşhur melâmetî Ebû Abdurrahmân Sülemi
(941-1021), «Risâle-i Melâmetiyye» sinde ezcümle «nefs, karanlık bir kalıp
içinde avâm'.n görüşlerine bağlı bir avuç medih ve küstahlık kaübı dâhilinde
ihtiras bağlariyle perçini! bir avuç cehalettir. Bamlardan yüz çevirmek ilâç,
karşı koymak edeb, levm etmek de korunmaktır. Nefs, en az eğmekle dahi'
azarsa, bil ki, onun Hakk yoluna girmesi imkânsızdır;asılsız medhiyelefie
hoşnut olur, asılsız zemmiyelerle kederlenir., İnsan, nefsini küçük görürse,
medihler aslâ ona dokunmaz ve zemler de onu aslâ üzmez. İnsan işte o vakit
«Melâmet» hâline ulaşır. Melâmî, nefsinin arzusuna karşı gelir ve nefsine rahat
^ınzur veren her şeyi bırakır. Dış yüzü ,mânâ' uğruna hur görüp nefsini alçaltır;
hâlini ve esrârını halkın nazarından saklar..» diyor.
Diğer bir
insân-ı kâmil, Ebû Bekr Mehemmed bin Mû sâ el’Vâsitî (-918) de «hpr hâl ve
kârda nefs’den atanın (korunun)» diye tavsiyede bulunmuştur
Nef
mücâdelesi, Ferideddin Attâr'a göre, sükût, riyâzet, îtikâf (tecrid), yakaza
ile olur ve nefs ölür.
Nefsin
sükûnu ve kalbin itminanı da «Hakkal’yakıyn» olmadan temin edilemez.
«Aşk
ateştir!» diye sema’ eden Seyyid Ahmed el ’Rifâî (1118-1183), «kalbdeki
perdelerin en kesifi mahlûk ile meşgul olmak perdesidir. Kulluğun kemâli,
hürriyettir; hürriyet de mâsîvâya boyun eğmekten halâstır. Mârifet-j nefs,
mârifet-i Rabbe sebeptir. Velîler, Hakk yolunda köprü gibidirler; halk,
Allahın huzuruna (nezdine) onların üzerinden geçip vâsıl olur..» der.
Sûfîlcrden
Hâce Ahmed Semerkandi adlı ârif, mânâsında Peygamberi görür ve «Vücûd»
hakkında ne buyurduğunu sordukta şu cevabı alır; «Vücûd, Kadîmde kadîmdir ve
hadiste hâdistir.. Ente ilâhün ve en te me’lûhün! (mâbud sensin, âbid de
sensin.. İlâhî sıfatların sende zuhûrundan ve ulûhiyete mazhar olmandan ötürü
sen ilâhsın! Ve sen, mukayyedliğinden, mahlûkluğundan ve taayyününden dolayı
da me’lûhsun!).
Bununla
beraber, bir noktayı da belirtelim ki, Şevkânî (-1839) «sûfiyye tefsirleri
cumhurun îtikadı mânâsında tefsir değildir; zîrâ onlarda bâtınî iyzahlar dâima
hâkimdir» demiştir.
İranlı büyük
mistiklerden olup «Vahdetin hâlis şarâbım içen, dünyayı da ukbâyı da unutur.
Sâdı diridir, zira onu aşk Öldürmüştür!» diyen Şeyh Sadî Müşerrefeddîn Şirâzî
(doğumu 1209-1212 arası, vefatı 1292; ara not: eski kaynaklara göre,
Sâdî, Şîrazdan 12 yaşında ayrılmıştır ki, Celâleddin Harzemşâhin, Fars'a
giderek Atabeg Sa'd bin Zengî’yi ve biraderi Giyâseddin Pîr Şâh'ı Isfahanda
itaati altına aldığı 1223-24 yılma raslar; şu halde 1212 de doğmuş demek olur.
Şâir kendisi de 656 Hicride yazdığı Gülistan adlı eserinde ömrünüm 50 nci
yılım geçirdiğini bildirdiğine nazaran 606 H. (1209 M.) de doğmuş oluyor.
Gerçi Bustân'da da bü defa ömrünün yetmişe ulaştığım söylerse de bunu fam bir
rakam değil de, geçkin bir yaşa erdiğini biraz mübâlega ile söylemiş telâkki
etmek daha doğru olur. Bu itibarla da 1184 diye gösterilen, doğum târihine
itimat etmemek ve Sâdînin 1209-12 arası doğmuş oi duğunu kabul etmek akla,
mantığa ve kayıtlara daha uygundur; Sâdî, Bağdat Nizâmiyesinde okumuş olup
orada İbnül ’Cevzî’nin talebesiydi)' den şunları naklediyoruz: «âriflere göre,
Hakk Teâlâdan gayri hiçbir şey yoktur. Vecd hâlinde müstağrak olanlar gece
gündüz Cenabı Hakkın muhafazasmdadır. Aşk, seni helâk ederse, ebedî olursun.
Seni benliğinden kim kurtarırsa, Hakka seni o zât âşinâ eder. Âşıkların kalblerine
İlâhî vâridâttan bir kapı açılır. Eğer âşıksan yâr’ın eteğine yapış! Yâr sana
«canını ver!» derse «al!» de ve hemen ver. Kalbin huzûr ve safâ cennetine,
yokluk cehennemini geçince varabilirsin. Hakk âşıkları feleğin altında şuraya
buraya dağılmış bir takım insanlardır. Bunlar melekler gibi dâima, dinlenmeden
Hakkı zikrederler. Bunlar halkın gözlerinden gizli azizlerdir. Bunlar Elestü
meclîsinin harîmine girmiş insanlardır. Gerçek âşıklar cânân sevdâsiyle
candan, Dost yâdıyla cihandan vazgeçmiş kimselerdir. Onlar yalnız Hakk’ı
bilir, Onu arar, Onu anmak için de halkdan kaçarlar. Ezel bezmindeki «Elestü»
hıtâbı henüz onların kulaklanndadir ve hâlâ «Beli!» diye cûş-u hurûştadırlar.
Onlar tasarruf sâhibidirler. Velîler, tene yani zâhire gönül vermemiştir.
Sûretleri nakş eden Nakkâş-ı Ezel'in güzelliğine öyle meftûndurlar ki hiç bir
güzelin yüz güzelliği ile bir alâkaları yoktur. Ariflerin, dervişlerin yolu şu
on esasdir: Zikir, şükür, hizmet, tâat, başkasını kendine tercih, kanâat,
tevhîd, tevekkül, teslim, tahammül’dür..» der.
Sultan-ı
Evliyâ (Gavs-ı Âzam) Abdülkaadir-i Geylânî (1077-1166) sahâvet, esâret, rızâ,
sabır, sûfî libâsı, seyâhat, gurbet ve fakr olmak üzere Tasavvufta sekiz hâl
bulunduğunu söyler ki bunlar da tamamen İslâmî ahlâk ve irfan sisteminde
mevcuttur. Bu, felsefe değil hikmettir.
Tasavvuftaki
hikmet, Gayb âleminden Melekût âleminin hazînesi olan kalbe doğar; arifin
kalbinde zuhûr eden ve yakiyn mükâşefe nûru olan bu hikmet tezekkürle bu-.
lunur ki buna «Sırr-ı hafî» dcnilcgelmiştir. Bu sırra ve bu huzûrî ilme âgâh
olap «âlim-i biHâh» da insân-ı kârnil’dir.
Müslümanlığın
büyük nâşiri Hazreti Nebî Aleyhisselâm «dünyada, garip ve geçici bir yolcu gibi
ol!» diyerek nefsin besleyicisi olan dünya hevesâtina kapılmamağı ve nefsânî kayidlarla
kalbin mânâ aynasını karartmamağı; “şüphe ettiğin şeyi bırak, şüphe
etmediğini tut” veciz emriyle de Allahın emirlerini dikkatle yaparak
şüpheden vâreste olan hususlara, yani tevhîd’e yapışmağı, Allahdan gayri
nefsânî her şeyden şüphe edip Allahdan emin olmağı (zira şüphe rahmânî değil,
şeytanîdir) tavsiye ve emir buyurmuştur. Keza «güzel ahlâk sana darılan kimse
ile görüşmesidir, seni mahrûm bırakana vermendir, sâna zulmedeni
affvetmendir» hadîsi ile de nıü’ınin ve müslimle-. rin hâl ehli. olmalarım
istemiştir. Zira, Peygamberin tavsiye ve tenbih eylediği bu işleri yapmak öyle
kolay da değildir; nefsinin putuna tapar olmuş ve dünyasının gayyasına batmış
insan bu güzel ahlâk kaaidelerini kolayca tatbiyk ve îfâ edemez. Nitekim
Remle’de ilk hânkahi açıp tasavvufa ilk defa meslek hüviyetini îslâmda veren
Küfeli Ebû Hâşim Sûfî (vefatı: 770): «dağı iğne ucu ile kökünden kazımak,
gurur ve kibir denen çirkin huyu'gönülden (kalbden) atmaktan çok kolaydır..»
demiştir. Herkes kendi şeytanim îmana getirip müslüman etmeğe çalışmalıdır.
Allahın ahlâkıyla ahlâklanmak, Kur’ânin gösterdiği ve ledün ilmi
mensublariyla, sûfîlerin ve kâmil insanların delli (kılavuz) oldukları Vahdet
bahçesine dalıp Tevhîd gülünün kokusunu almak ve duymak gerektir! Çünki, Hadîs
gereğince «İymân çıplaktır, onun elbisesi takvadır, ziyneti hayadır, meyVasi
ilimdir!». Bunları da Kur’ân, en büyük mürşid ve en son muallim olan Hazret!
Resûl Aleyhisselâm ile ona merbut ve mensub kâmil insanlar öğretir.
Son
Nebî-son Resûl Hazreti Risâletpenâh Aleyhisselâm, beşerin, Rabbini bırakarak
ve mahlûk şeyleri ilah edinerek nefsine kapılıp güvenmekliğinin tehlikesini
«düşmanlannm en zararlısı (azılısı), iki yanın ortasındaki nefsindir» ve «her
harîs’i bekleyen bir fütûr vardır!» mealindeki ' hadîslerle belirtmiştir. .
Nefse
îtimad., her zaman carî ve mû teber olabilecek kuvvet ve değerde bir pedagojik
müteârife vasfına lâyık değildir. Asi olan: Sâdık Haber’e ve Sâdık Muhbir’e itimattır!
«Men arefe» hadîsinin mânâsı tereddütsüz, budur.. «Tasavvuf! Hadîsler»
bahsimizde bu hususun açıklanmasına çalışılacaktır.
Kur’ân,
Ehâdis, Sünen, ehl-i sünnet âlimleri, sahâbîler (sahabe=ashâb), elviyâullaâh,
melâmetîler, sûfîler, nefs-i emmareye itimâdı, nefse kulluğu ve kula kul
olmaklığı değil, ancak Allaha kul olmağı ve nefsini;yenerek Onu bilmek için de
nefs mücâhedesini tavsiye etmişlerdir. Bunlar İslâm ve Kur’ân dışı midir? Her
şeyin, yeryüzünde insana müsahlıar kılındığı, insanın da mahlûkların en
şereflisi olarak yaratıldığı, Hitâb-ı İzzet’e muhâtap olduğu Nüsûs’da açıkça
beyan buyurulmuştur.
Peygamber’imizin,
meâlen: a) Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı.
b) muhakkak
Allahu Teâlâmn on sekiz bin âlemi vardır ve dünyânız da gerçek onlardan
biridir..» hâdislerini unutmamak lâzımdır.
İnsanin hilkati
ve âlemdeki mevkii mevzularında hazırlandığımız «Ahsen-i Takvim» adlı
risâlemizde «Evolüsyomzm» ve «Transformizm»nazariyeleriyle ilgili olarak tafsilât
vardır.
Fenâfillâh
ve Bakaabillâh mertebelerine ve İlâhî aşk (muhabbet) sırrına mazhar olan
kâmil insan, melekten •de yücedir. Mesnevî sarihlerinden Ahmed
Avni Konuk (-1938)’e göre de «insân-ı kâmilin Ney gibi boş olan vücûdundan
zahir olan fiiller ancak Hakk’ın tasarrufu iledir».
Nihâî Netice :
İnsan-ı kâmil sistemi İslâm akîdesinin
ve hikmet— tefekkür irfanının öz malıdır.
Mevzu ile yakından veya uzaktan alâkalı mitellefât ve müellifleri
ARBERRY,
A. J. — An Introduction to the History of Su» fism
ASTER, Emst
von — Histoire de la Philosophie
ATTÂR,
Feridüddîn — Pendnâme
ATTÂR
Feridüddîn — Tezkiretül' Evliya
AYNÎ, Mehmed
Ali — Tasavvuf Târihi
BEHÎYY,
Muhammed el' — Fuad Sezgin : îslâm Düşüncesinin Îlâhî Tarafı
BELHÎ,
Süleyman el' — Yenâbiûl Mevedde (Tasavvufi Ehâdis)
BOER,
Tj. de — Geschichte der Philosophie im îslâm
BREHÎER,
Emile — Les Idees philosophiques et religîeu» ses de Philon d'Alexandrie
BREHÎER,
Emile — Histoire de la Philosophie
BREWSTER, E.
H. — Gotama le Bouddha
BROCKELMANN,
Cari — Geschichte der Arabischen Literatur
BROCKELMANN,
Cari --Histoire des Peuples et des Etats islamiques
B.ROWNE,
Ed. G. — A literazy history of Persia
EROWNE,
Ed. G. — Religious Systems of the World BURNET, John —•L’ Aurore de la
Philosiphie grecque BURS AVÎ/.Ismâil Hakkı — Kitâbün' Necât
CÂMÎ, Abdurrahnıân —
Lâmiî. Çelebî.: Nefahâtül’üns inin HazerâtüF kuds
CÂMÎ, Abdu.rrah.man
—Silves’tre de Sacy: Les Haleinm de la Familiarite
CÂMÎ,
Abdurrahnıân’ —Bâhârîstân
CEYLÎ
(Cîlî), Abdülkerîm — El’ însân-ı Kâmil
ÇELEBİ,
.Asaf Halet --Mevlânâ '
ÇELEBİ,
Asaf Hâlet — Mevlânâ ve Mevlevîlik
ÇELEBİ,
Asaf Hâlet. — Molla Câmî.
DANİELOU,
J. — Platonisme et Theologie mystigue
DARMESTETER,
Y. — Les Origines de la Poesie persane DOĞRUL. Ömer Rızâ Melâmet
DOĞRUL,
ömer Rızâ — îslâmiyetin Geliştirdiği Tasavvuf DU.RANT, Will — Vies et Doctrines
des philosopb.es ERTUGRUL, Ismâil Fennî —• Haldkat. Nûrlan
FENÂRÎ,
Molla Şemseddîn — Vahdet-i Vücûd
FENNÎ,
İsmâil — Lûgatçpi Felsefe
FENNİ,
Ismâil — Vahdet-i Vilcid ve Muhyiddin-i . Arabi FOUCHER, A. —La vie de
Bouddha
FOUİLLET, Alfred — Histoire de la Philosophie FREUDENTHAL, J. — Spinoza, sein Leben und seme Lehre
GARDET, Louis — M.
ANAWATÎ : Introduction â la ThA ologie musulmane
GAUTHİER, Leon —
Introduction â 1’ etüde de la Philosophie musulmane
GAZZÂLÎ,
Ebû Hâmid — EF Munkizu mineddalâl.
GELBHAUS, S. —;
Die-Metaphysik der 'Ethik • Spinozas im Ouellenlichte der Kabbalah
GİBB,
E, J. W. — History of the Ottoman Poetry GLASENAPP, H. de — Buddhistische
Mysterien GLASENAPP, H. de —La Philosophie indienne GOLDZİHER, I. — Le Dogme et
la loi de 1' İslam GOLDZİHER, I. — Die Richtungen der Islamischen Koran '
auslegung
GOODENOUGH,
E. R. — An In troduction to Philo Judaeus GÖLPINARLI, Abdülkâkî — Mevlânâ
Celâleddîn
GRİM
— Buddhism, the religion of reason
GRÜNWEDEL
— Mythologie du Bouddhisme
HESCHEL,
Abraham — Maimonide
H.OCAZADE
Ahnıed Hilmi — Hadîkatül’ Evliyâ HOPKİNS, E. W. — The Religlons of India
HORTEN, Max — Die Philosophie des İslam
HUSİK, Isaac — A History
of mediaeval Jewısh Phiio sophy
JRÂKÎ,
îbrâhim Fahrüddîn — Lemeât
TSFAHÂNÎ,
Ebû Nuaym el’ — HilyetüV Evliyâ
İBN İSHAK binYesâr,
Muhammed — Kitabili’ Lüm’a fit’ Tasavvuf
İBNÜL’
ARABÎ, Muhyiddin — Fütuhât ~ı Mekkiyye İBNÜL’ ARABÎ, Muhyiddin — Fusûsül’ Hikem
İMÂMI
RABBÂNÎ Fârukî — Mektûbât
İZMİRLİ,
İsmâil Hakkı — Yeni İlm-i Kelâm JANET, Paul — Principes de Metaphysique KAM,
Müderris Ferid — Vahdet-i Vücud
KARPPE, S. — Etudes sur
les origines et la nature du har
KEİTH,
A. B. — Buddhist Philosophy
KÖPRÜLÜZÂDE M. Fuad —
Türk Edebiyatında ilk mutasavvıflar
KREMER, A. von —•
Geschichte der herrschenden Ideen des Islams
LAMMENS,
H. — İslam
LEWIS,
Bernard — The Origin of Istnailism
LÜTFİ GUM’A, Muhammed —
Târih-i FelâsifetüF İslâm filmaşrik vel' mağrib
MARMORSTEİN, Arthıır —
The Old Rabbinic Doctrine of God
MASSIGNON,
Louis — La Passion d’ Al Halladj MASSIGNON, Louis — Lexique technique de la
Mystîgue musulmane
MÜLLER,
Ernst — Histoire de İa Mystique juive MÜLLER, Ernst — Der Sohar und seine
Lehre' NICHOLSON, R. A. —> Etudies in Islamic Mysticism NİŞÂB'ÛRÎ, Ebû
Abdurrahmân Mehemmed — Tabakaat-ı Sûfiyye
OLDENBERG
™ Buddha
ÖNDER,
Mehmed — Hasreti Mevlânâ
PHILON
— Commentaire all£gorique des Saintes Lois
PORPHYRIUS
— Isagoge
PROCLUS
— Etements de Theologie
OUADRİ, G. — La
Philosophie Arrabe dans F Europe Mddievale . .
RADHAKRISHNA
— Indian Philosophy
RIZA
TEVFİK — Kamûs’u Felsefe
ROSS,
W. D. — Aristote
RÛMÎ,
Mevlânâ Celaleddin — Mesnevi^,
RÛMÎ,
Mevlânâ Celâleddin — Dîvân-ı Kebîr SACY, Baron Silvestre de — Vies des Sofis
SÂFÎ, Ali bin Hüseyn —
A. Râif Çelebi: Reşehât’1 AyuüF Hayat
SARI
ABDULLAH — Semerâtül’ Fuâd
SCHOLEM, Gerhard — Les
Grands courants de la Mystigue juive
SCHWEITZER,
Albert — Les grands Penseurs de 1’ inde SMITH, Margareth —Al’ Ghazâlî the
mystic STCHERBATSKOY — Buddhist Nirvâna
SUNAR,
CAVİT — İmâm RABBÂNİ — Ibn ARABÎ: Vahdeti.
Şuhûd
— Vahdeti Vücûd Meselesi
ŞÜHREVERDİ,
Şihâbüddîn Maktûl — Heyâkil’i Nûr ŞA’RÂNÎ, Abdülvehhâb — Tabakaatus’ Sıfiyye
ŞEBÜSTERÎ, Mahmûd — Gülşen'i Râz ŞEYH SAFFET — Tasavvufun Zaferleri ŞÎRÂZÎ,
Sâdî — Gülistan ŞÎRÂZÎ, Sâdî — Büstün
ŞUŞUD,
Hasan Lûtfi — Hâcegân Hânedânı
TÎBAVÎ, AbdüIIâtîf el' —
El’ Tasavvufül İslâmiyyül’ arabî
TRITTON,
A. S. — Müslim Theology
UEBERWEG — GEYER :
Grundriss der Geschichte der Philosophie
ÜLKEN,
Hilmi Ziyâ — İslâm Düşüncesi
ÜLKEN,
Hilmi Ziyâ — İslâm Felsefesi Târihi
ÜLKEN,
Hilmi Ziyâ — Türk Tefekkürü Târihi
VALLRF, — POUSSIN, Louis
de la: Le dogme et la philosophie du Bouddhisme
VAÜGHAN
— Hours with Mystics VAUX, Baron Carra de — Gazâlî
VAUX,
Baron Carta de —• Les Penseurs de 1’ Islâm
VİCDANÎ,
Sâdık — Sûfî ve Tasavvuf
VU.LLIAUD,
Paul — La Kabbale Juive, histoire et doctrîne
WERNER,
Charles — La Philosophie grecque
VVOLFSON,
H. A. — Philo
YAZIR,
Muhammed Hamdi — Metâlib ve Mezâhib
YAZIR,
Muhammed Hamdi — Hak Dîni Kur’ân Dili
YUNUS
EMRE — Dîvân
ZEKİ
MÜBAREK — El' Tasavvufül’ İslâmî
ZIMMER,
Heinrich — Les Philosophi.es de 1’ In.de
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar