Print Friendly and PDF

OTUZ ALTINCI SİFİR 2.Bölüm

 


Tavsiye

Soğuk günlerde abdestte suyu bütün abdest organlarına ulaştırman gerekir. Buna mukabil sıcak havalarda ise serin suyu kullanırken ondan haz almaktan sakın. Sıcak havalarda kendisinden zevk aldığın için ab­dest suyunu organlara bolca dökersin ve ibadet maksadıyla abdesti hak­kıyla almış olduğunu zannedersin; hâlbuki suyu o esnada sıcak havanın yol açtığı harareti ortadan kaldırmak üzere haz alarak yapmışsındır. So­ğuk havada suyu bütün organlara ulaştırdığında, bu davranış, senin için âdet haline gelir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Hayır bir adettir.’ Sıcak zamanlarda bu niyet sana eşlik etmelidir. Suyu bütün organlara ulaştı­rırken bu esnada hissettiğin maddi zevk ye haz duygusu hakim olursa, bilmelisin ki, haz almak sıcaklık acısını uzaklaştırmak ve ortadan kal­dırmakla gerçekleşir. Bu durumda sen acıyı nefsinden uzaklaştırmaya niyet etmelisin! Dikkat ediniz! Allah Teâlâ intihar edene cerineti nasıl haram kılmıştır. Nefsin sahibi üzerindeki hakkı başkasının onun üzerindeki hakkından büyüktür. Aynı durum acıyı uzaklaştırmadaki ücrede ilgili­dir. Allah Teâlâ abdest suyunu bütün organlara ulaştırmakla kulun derecesini yükseltir. Bu davranışı karşılığında onun hatalarını siler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın hataları sildiği ve dereceleri yükselttiği bir ameli size söyleyeyim mi? Abdest suyunu organlara ulaştırmak ve yaymak!’ Böyle yapmak hataları siler. Çünkü bu davranış temizler ve pak yapar. Sonra şöyle eklemiştir: ‘Mescitlere çokça yürümek’ Kastedilen yaya yü­rümek ve gitmektir. Hadisi tamamlarken şöyle der: ‘Bir namazın ardın­dan ötekini beklemek. İşte bu bağ demektir, bağ demektir, bağ demek­tir (rıbat).’ Kastedilen bir şeyi ötekine bağlamaktır. Beklemeyle insan kendini zorlar ve bir namazı vaktinin girmesini gözeterek öteki namaza bağlar. Beklemenin amacı namazı vaktinde kılma niyetidir. Ondan daha büyük bir gereklilik olabilir mi? Bir gün beş namaza taksim edilmiştir. Bir namaz kılınıp eda edildiğinde, ardından diğer namazın vaktinin girmesi beklenir ve gözetilir. Gün tamamlanıp öteki gün gelinceye ka­dar böyle sürer. Hiçbir vakit yoktur ki, kişi namazın eda edileceği vakti gözedemesin! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hadisin sonunda bu kelimeyi üç kere tek­rarlayarak pekiştirmiştir. Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in işleri nasıl bildiğine dikkat etmelisin. O her ameli dünya ve ahirette yerli yerine yerleştirmiş, hükmünü belirlemiş, hakkım vermiştir. Bu meyanda abdesti zikretmiş, yürümek, beklemek, sonra da hataların silinmesi ve derecelerin yüksel­tilmesinden söz etmiş, bağlanmayı üç kere ifade etmiştir. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in hikmet mevzilerini müşahede ettiğini gösterir. Bu ve benzeri durumlar nedeniyle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisi hakkında ‘Bana cevamiu’l-kelim verildi’ demiştir.

Tavsiye

Müslüman olması bakımından her müslümanı gözetmen gerekir. İslam bireysel varlıklarında bütün müslümanları eşit kıldığı gibi sen de Müslümanlara eşit davranmalısın. ‘Şunun yetkisi, bunun malı vardır, öteki büyüktür, şu küçüktür, beriki yoksuldur, diğeri değersizdir’ deme, sakın! Küçük veya büyük hiç kimseyi kendi zimmetinde hor görme. Bütün Müslümanları bir şahıs gibi görmelisin. Müslümanlar tek bir şahsın organları mesabesindedir. Vakıada da durum öyledir. Çünkü in­sanın varlığı kendi organları, zahirî ve bâtını güçleriyle mümkün olabi­leceği gibi İslam’ın varlığı ancak Müslümanlarla olabilir. Söylediğimiz bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bir hadiste belirttiği bir meseledir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Müslümanların kanları eşittir, onlar kendi dışla­rındaki kimselere karşı tek bir el gibidirler.’ Başka bir hadiste şöyle der: ‘Müslümanlar bir adam gibidir. Birisi şikâyet etse, bütünü şikâyet eder; başı şikâyet etse bütünü şikâyet eder.’ Bu benzetmeyle birlikte her birini kendi konumuna yerleştirmen gerekir. Nitekim her organa o organın yaratılış sebebine layık şekilde davranırsın. Gözünü kulağının yapama­yacağı bir işte kullanır, kulağını gözün yerine getiremeyeceği bir şeye açar, elini ayağının yapamayacağı bir işte kullanır, kısaca her bir gücünü kendilerine mahsus işlerde kullanır, her bir organını yaratılmış olduğu gayeye yerleştirirsin. Bununla beraber Müslüman İslam’da eşit olduğu gibi sen de onlara eşit davranırsın. Bu itibarla alime layık olduğu saygı­yı gösterip sözlerine kulak vermelisin; cahile de öğüt verip bilgi ve saa­detini aramak üzere uyarmakla hakkını vermelisin. Gafile de kendisini gafletten uyandıracak öğütlerle hakkını vermelisin. Gafil bildiği fakat yerine getirmediği bilgisi hakkında öğütlerle uyandırılır. Aynı durum itaat eden veya günahkâr olanlar için geçerlidk. Sözünü dinleyerek ve yapıp yapmamanın mubah olduğu işlerde itaat ederek hükümdara hak­kını vermelisin. Onun emir ve yasaklarını dinlemek ve kendisine itaat etmek senin görevindir. Daha önce mubah olan bir iş hükümdarın sözü veya yasaklaması nedeniyle -Allah Teâlâ’nın bu konuda belirlediği meşru hük­me görevacip veya haram olabilir. Allah Teâlâ ‘Sizden olan emir sahiplerine itaat edin339 demiştir. Bunun yanı sıra küçüğe hakkını vermelisin; onun hakkı kendisine yumuşak davranmak, merhamet ve şefkat göstermektir. Büyüğün hakkı, saygı ve itibar görmektir. Küçüğe merhamet göster­mek, büyüğe saygı ve onun değerini ve itibarını bilmek, Sünnetin bir gereğidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu aktarılır: ‘Küçüğümüze merhamet etmeyen, büyüğümüze saygı göstermeyen bizden değildir.’ Başka bir hadiste ‘Büyüğümüzün değerini bilmeyen’ denilir.

Bütün yaratılmışlara merhamet etmen gerekir; kim olursa olsun her birine merhamet etmek, vazifendir. Günahkâr olsalar bile, onlar, Allah Teâlâ’nın kullarıdır; bir kısmı diğerlerinden üstün olsa bile, hepsini Allah Teâlâ yaratmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem her güçlükte bir sevap ve ecir bulunduğu­nu söylemiştir. Bu itibarla taşkınlık hakkındaki bir hadise dikkat etmeli­sin! İsrail oğullarından kötü yola düşmüş bir kadın susuzluktan dilini çıkarmış bir köpeğe rasdamış, kendisi de kuyunun başındaymış. Kadın köpeği görünce, ayakkabısını çıkarmış, suyla doldurmuş ve köpeği su­lamış! Allah Teâlâ bu davranışını beğenmiş, köpeğe yaptığı iyilik nedeniyle onu bağışlamıştır.

Malatya’da İranlı bir müderris olan Hasen el-Vecih Buhara vali­sinden aktarmıştır. Vali nefsine karşı haddi aşan, zalim birisiymiş. Bir gün soğukta bir köpek görmüş, köpek soğuk nedeniyle titriyormuş. Adamlarından birisine emretmiş, köpeği evine götürtmüş, sıcak bir ye­re koymuş, yemek yedirmiş, su vermiş, köpek kendine gelmiş. O gece rüyasında -veya hatiften bir ses duymuş, kuşku bana aittirkendisine şöyle denilmiş: ‘Ey falan kişi! Sen bir köpek idin, biz de bir köpek vesi­lesiyle sana ihsanda bulunduk.’ Birkaç gün sonra adam ölmüş! Bu kö­peğe şefkati nedeniyle büyük bir müşahedesi gerçekleşmiş oldu. Bir Müslüman nerede, bir köpek nerede! Sen hayır işle ve kimin için yaptı­ğına bakma. Böyle yapabilirsen hayrın ehli olabilirsin. Güzel ahlak ol­ması itibarıyla bütün güzel özellikleri yerine getirmek gerekir. Onlarla süslen, Allah Teâlâ katındaki değerleri, Hakkın kendilerini övmesi nedeniyle söz konusu özelliklerin ve ahlakın mahalli ol! Fazilederi kendileri için talep et, örfte kötü kabul edilen erdemsizlikleri kendileri nedeniyle terk et! İnsanları tâbi olarak kabul et, onların kınama veya övgülerine göre hareket etme. Allah Teâlâ’nın adabıyla edeplenmiş hakimlerle beraber olmak istersen, daha mühim ve öncelikli olan işleri yerine getirmeye çalışmalı­sın. Allah Teâlâ o adabı peygamberlerinin dilleriyle müminlere öğretmiştir.

Bilmelisin ki, bir mümin için öteki mümin bir duvar gibidir; du­vardaki tuğlalar birbirini tutar ve destekler. Alemde herkes mümindir, çünkü âlemdeki herkes, Allah Teâlâ’ya secde edicidir. Bunun istisnası insanlar ve cinlerin bir kısmıdır. Bir insanda -ki onlar çokturAllah Teâlâ’yı tespih eden, O’na secde eden parçalar bulunduğu kadar secde etmeyen parça­lar da bulunur. Öyle birine azabın ulaşması haktır. Şu ayete bakmalısın: ‘Ey iman edenler! İman ediniz.’340 Allah Teâlâ onları ‘mümin’ diye isimlendir­miş, ardından iman etmelerini emretmiştir. Ayette zikredilen birinci iman, genel imandır. Nitekim Allah Teâlâ bir grup hakkında ‘Bâtıla iman edenler341 tabirini kullanmıştır. Emredilen iman ise özel imandır. Bu itibarla birinci iman kendisine bir yükümlülük bitişmeksizin ikrar ve onaylamak demektir ve bilgiden meydana gelir. Bunun en basit derecesi Âdemoğullarının nefislerine karşı şahit tutulduğu durumdur. Allah Teâlâ şöy­le der: ‘Rabbin Âdemoğullarından zürriyetlerini çıkartıp onları kendilerine karşı şahit tutmuş, 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye sormuş, onlar ‘evet’ demişlerdir.’342 Allah Teâlâ onlara hitap ederken ‘müminler5 diye hitap etmiş, ardından bu diğer durumda iman etmelerini emretmiş, onlara olan merhameti nedeniyle mutlak tevhide değinmemiştir. Çünkü ‘Onla­rın çoğu Allah Teâlâ’ya şirk koşarak iman ederler343 diyen O’dur; kastedilen gizli şirktir. Nitekim biz bundan daha önce söz etmiştik. Bu sebeple Allah Teâlâ onlara ‘Allah Teâlâ’ya iman edin344 demiş, ‘O’nun birliğine iman edin’ deme­miştir. Allah Teâlâ’nın varlığına iman eden iman etmiş olduğu kadar O’nun birliğine iman eden de şirk koşmamıştır. İman ispat demek iken tevhid ortağı reddetmektir. Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi el-Mü’min’dir. O yara­tılmış müminden güç alır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ kardeşim Lut’a yardım etsin! Güçlü bir rükne dayanıyordu.’ Kastedilen elMü’min ismidir. Demek ki mümin de el-Mü’min’den güç alır, bunu bilmelisin.

Fiilin Hz. Ömer’inki gibi olsun. Hz. Ömer, yani Ömer b. elHattab şöyle derdi: ‘Allah Teâlâ yolunda bizi kandırandan uzak dururuz.’ Bi­rinin seni Allah Teâlâ yolunda kandırdığını görür ve bilirsen, güzel ahlak, onu böyle davranıştan vazgeçirmeni gerektirir. Onun hilesini bildiğin halde -ki kendisi bunu fark etmeyebilirsana tesir ettiği zannıyla kendisini bı­rakmaman gerekir. Böyle davrandığında hiç kuşkusuz işe hakkını ver­miş olursun. Çünkü sen sadece sana görünen niteliğe göre davranırsın.

Bu itibarla insan başka insanlara -onların varlıklarına ve hakikatlerine göre değilsıfatlarına göre davranır ve muamele eder. O kişi hile yap­maksızın dürüst davransaydı, ona karşı sana gözüken davranışına göre davranman gerekirdi ki, bu da onun doğruluğu demektir. O da seni al­datarak ve ikiyüzlülüğüyle bedbaht olmuştur. Aldatan münafıktır. Onun aldatışını ortaya çıkartma, onu görmezden gel, senin kendisine karşı davranmanı istediği renkle ona görün, ona dua et ve acı! Belki Allah Teâlâ senin vesilenle ona fayda verir, hakkında ettiğin salih duanı kabul eder. Böyle davrandığında, gerçek bir mümin olursun. Çünkü mümin toydur, asildir! İnsanın yaratılışı zahire göre davranmayı gerektirir. Bu­na mukabil münafık değersiz ve bayağıdır. Başka bir ifadeyle necat ve saadet yolunu takip etmediği için nefsine karşı saygısız ve değersizdir. Mümin kardeşin için bir örtü ve gömlek ol! Onu ardından muhafaza et; canı, ırzı, ailesi ve çocukları hakkmda kendisini muhafaza et. Mümin -aziz kitabın buyruğuylasenin kardeşindir. Sen de onu kendisinde kendini gördüğün bir ayna kabul et. Aynanın yüzünde gösterdiği bütün bozuklukları sildiğin kadar mümin kardeşinden de bütün sıkıntı ve eziyederi gidermeye çalışmalısın; bir şey, onun yüzü ve hakikati demektir.

Tavsiye

Komşuya ve komşu hakkına riayet et! Bunun için kendine en yakın evi esas almalısın. Allah Teâlâ’nın sana ihsan ettiklerinden komşuna ihsan et, çünkü sen komşudan sorumlusun. Her kim olursa olsun komşularından sıkıntıları uzaklaştırmaya çalış. Onun (komşu anlamında) ‘câr’ diye isimlendirilmesinin sebebi, senin iyilik yapmak üzere ona veya onun (iyilik yapmak üzere) ve zararı uzaklaştırmak üzere sana meyletmesidir. Kelime bir şeyin yönelmesi ve meyletmesi anlamındaki ‘care’den türe­tilmiştir; cart meyil demektir. Kelimeyi bâtıla ve zulme yönelmek an­lamındaki ‘cevr’den türetenler ise sanki anlamı tersten çıkartarak ‘yılanın soktuğu kimseyi sağlıklı kabul edenlerdir5. Bu yorumda, her kim olursa olsun, komşuluk baskın gelmiştir. Bu yorumu kabul edenler adeta şöyle der: Komşu cevr ehli, yani bâtıla yönelerek şirk koşan veya kâfir olan­lardan bile olsa, bu durum onun hakkını gözetmeyi ortadan kaldırmaz ve engellemez. Hal böyleyken mümin olan bir komşu hakkında ne der­sin? Komşunun hakkı komşunun üzerinde bir vecibedir. Bu hususta şeyhlerimizin birinden duyduğum garip ve sırlı bir hadise vardır: Bir bedevinin menkıbesinde çekirgelerin birinin evinin civarına yerleştiği anlatılır. Başka bedeviler ise silahlarıyla çekirgeleri avlayıp yemek için evin yakınına gelmişler. Evin sahibi onlara ‘Ne istiyorsunuz?’ diye sor­duğunda, çekirgeleri kastederek ‘komşularını istiyoruz’ demişler. Bunun üzerine ev sahibi şöyle demiş: ‘Onlara ‘senin komşun’ dedikten sonra Allah Teâlâ’ya yemin olsun kikendilerine ulaşmanıza ve zarar vermenize mü­saade etmem!’ Hemen kılıcım çekmiş, komşunun hakkını savunmak üzere mücadeleye girişmiştir. Malik b. Enes’e deniz domuzunun etinin yenilip yenilmeyeceği sorulduğunda şöyle demiş: ‘Haramdır.’ ‘Nasıl olur? O bir deniz hayvanıdır, Allah Teâlâ bize deniz hayvanlarını helal kılmış­tır’ dediklerinde, şöyle cevap vermiştir: ‘Onu siz domuz diye isimlen­dirdiniz, denizdeki balık demediniz ki?’ Allah Teâlâ’nın yasaklamış olduğu bir işten uzak durmalısın. Allah Teâlâ komşuya eziyet vermeyi yasakladığına gö­re, ona eziyetten uzak kalmalısın. Ayette şöyle denilir: ‘En güzel şekilde savman gerekir, böyle yapınca seninle arasında düşmanlık olan kişi samimi bir dost haline gelir. Buna ancak sabredenler dayanabilir, buna ancak bü­yük haz sahipleri dayanabilir.’345 Ayetin nüzul sebebi hakkında aktarılan rivayetlerde, bir bedevinin Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e gelişi zikredilir. Arapların şairlerinden bir müşrik olan bu bedevi, Allah Teâlâ’nın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ken­disine karşı koymanın mümkün olmadığı bir kitap indirdiğini duymuş, buna karşı şöyle demiştir: ‘Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi! Allah Teâlâ’nın sana in­dirmiş olduğu vahiyde benim sözlerime denk bir şey var mı?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Sen ne söylüyorsun ki?’ deyince, bedevi şu dizeleri okumuş:

Kin öyle bir şey ki sahiplerinin akıllarını esir alır Yakınlara selam vermen bazen bağışı kaldırır Sözü açık söylerlerse kerem gereği onları bağışla Kınamayı gizlerlerse ona değer verme Dinlemesi eziyet ederse sana bir sözün Bil ki, ardından söylenmiş olan sanki söylenmemiştir

Bunun üzerine Allah Teâlâ şu ayeti indirmiştir: ‘İyilik ve kötülük bir değil­dir, en güzel şekilde savman gerekir. Böyle yapınca seninle arasında düş­manlık olan kişi samimi bir dost haline gelir. Buna ancak sabredenler daya­nabilir, buna ancak büyük haz sahipleri dayanabilir.’346 Bedevi şöyle de­miştir: ‘VAllah Teâlâi! Bu helal bir sihirdir. VAllah Teâlâi! Söylediğimden daha gü­zel bir sözün söylenemeyeceğini zannediyor ve düşünüyordum. Senin Allah Teâlâ’nın peygamberi olduğuna şahitlik ederim. Böyle bir ifade vahiy alan birinden meydana gelebilir.’ Onlar Kur’an’m icaz özelliğini bilen­lerdir.

Dostum! Bu bedevi kendi vasfı olarak zikrettiği eziyedere taham­mül etmek, günahlara karşı bağışlayıcı olmak, gücü yettiği halde kendi­sine karşı yapılan hataları affedici olmak, nefse ağır gelen işleri geçiştirebilmek, izhar edilince kendisini mahcup edebilecek bir işi gizlemeye çalışanı görmezden gelmek gibi hususlarda Allah Teâlâ’dan daha keremli ol­duğunu iddia etmiştir. Ona göre kendisi -bilerek veya bilmeyereksuç işleyenleri bağışlar. Hâlbuki Allah Teâlâ ondan daha cömert, daha bağışlayıcı, daha hilim sahibi ve daha doğru sözlüdür. Bedevinin bu sözü doğru ol­sa bile, fiil gerçekleştiğinde kendisinden neyin meydana geleceği bili­nemez. Allah Teâlâ -aklın deliliyle sabit olduğu üzere (herkesin bildiği gibi)doğru sözlüdür. Allah Teâlâ bir cömertliği ve keremi emrettiğinde, kendi ni­teliğiyken onu emreder, o niteliğe göre kullarına davranır. Kınanmış ve değersiz bir niteliği yasakladığında ise kendisi o nitelikten daha da uzaktır. Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur. O aziz, hakim, gafur ve rahimdir.

İster zalim, ister mazlum olsun kardeşine yardım et. Zalime yardım etmek mazlum olması itibarıyla kendisine yapılan bir yardımdır. Çünkü şeytan kalbine verdiği başkasına zulmetme vesvesesiyle onu zalim kıl­mış, kendisine de zulmetmiş (o da mazlum olmuştur). Sen ise başkası­na zulmetmeyi kendisine güzel gösteren şeytanın vesvesesini kendisin­den uzaklaştırmada yardım edersin. Demek ki sen ona onun kalbine vesvese veren (şeytan) karşısında mazlum olduğu için yardım edersin. Şeytan verdiği vesveseyle onunla hidayet ve doğruluk -ki meleğin ilha­mı demektirarasına girer. Şeytan meleğin ilhamını ve hidayetini dala­leti vererek satın almış, hidayeti yitirmekle o kişi ‘zalim’ diye isimlendi­rilmiştir. Ona vereceğin tavsiyeyle hakikati açıklayıp alış verişinin dince geçersiz ve gerçekleşmemiş zararlı ve caiz olmayan bir alış veriş oldu­ğunu, bu ticaretin neticesinin hüsran ve ziyan olduğunu açıkladığında, hiç kuşkusuz zalim bile olsa mümin kardeşine yardım etmiş saydırsın. Bu gerçeği öğrenmekle o insan zalimliğinden döner, tövbe eder. İşte alışverişin feshi budur. Allah Teâlâ böyle insanlar hakkında şöyle der: ‘Onlar hidayet karşılığında dalaleti satın almışlardır, ticaretleri fayda vermemiş, doğru yolu bulamamışlar dır.347 Senden yardım isteyeni yardımsız bı­rakmaktan kaçın! Allah Teâlâ sana muhtaç olmadığı halde şöyle der: ‘Allah Teâlâ’ya yardım ederseniz, O da size yardım eder.’348 Demek ki Allah Teâlâ sizden ken­disine yardım etmenizi talep etmiştir ki, o yardım söylediğimizden iba­rettir.

Mümin kardeşine zulmetme! Zulüm kıyamet gününde karanlık olarak ortaya çıkar. Kim zulüm peşinde koşarsa, onun tuzağına ne za­man düşeceğini bilemez. Veya sokmasıyla zehirlenmesine yol açacak bir haşerenin ne zaman yoluna çıkabileceğini kestiremez. Allah Teâlâ’nın yaratıkla­rından hiçbirini küçük ve değersiz görmemeni tavsiye ederim. Allah Teâlâ hiç kimseyi yaratırken küçük ve değersiz görmemiştir.

Allah Teâlâ’nın kullarını zinhar küçük görme

Bütün makamları toplaşan da herkesin bir değeri var

Allah Teâlâ yokluktan349 bir şeyi var ederek inayetini izhar ederken sen onu değersiz göreceksin! Böyle bir davranış Allah Teâlâ’nın var ettiği bir şeyi değersiz görmek ve küçümsemek demektir. Cahillerden olmaktan Allah Teâlâ’ya sığınırız. Küçümsemek en büyük günahlardandır. Her şey Allah Teâlâ’nın nimetidir ve her kim olursa olsun bütün kullarını o nimetlerle besler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Kimse komşusunun ona verdiği hediyeyi küçük görmesin. Bir koyun bacağı bile olsa, küçük görmesin. Çünkü küçük görmek tam bir cehalettir.’ Lanetçi veya küfürbaz veya alaycı da olma! Mümine lanet etmek onu öldürmek gibidir. Hz. İsa karşılaştığı bir domuza şöyle demiş: ‘Selamede geç!’ Böyle demesinin sebebi soru­lunca şu karşılığı vermiş: ‘Dilimi güzel söze alıştırıyorum.’ Sen de her daim güzel söz söyle. Bu konuda şu dizeleri söyledim:

Bütün insanlar bir sözdür bilesin Sen dinlenen en hayırlı söz olmaya bak Onlardan gelen bir diken ayağına batsa Sana bir bela olarak görünmesin Onların arasında böyle olursan : Vallahifayda veren bir imam olursun

Mum kendine eziyet eder                                                    *

Bakan için parlak bir ışık hâlbuki Kınama nedir ki onu bilen insan için?

Bir nimettir, himaye edilen bir şahsın elinde

Tavsiye

Böbürlenmekten sakın, elbiseni topuğunun üzerine hatta biraz da­ha yukarıya çek. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediği aktarılır: ‘Müminin eteği topuğunun yarısına doğru olmalıdır.’ Ali b. Ebu Talib bu konuda şu dizeleri söylemiştir:

Elbiseyi kısaltmak temiz tutar onu

Bir de eskimekten korur ve takva sahibi kılar sahibini

Temiz tutar5 bunun sebebi, elbisenin yollardaki kazurat ve necaset bulaşmayacak kadar yüksek olmasıdır. ‘Eskimez5 çünkü elbise uzun iken yürümekle yollara sürünür, hızla parçalanır, elbisenin ömrü kısalır. İn­san aceleci yaratıldığı için yol uzun olunca hızla gitmek ister. Başka bir ifadeyle toprak temas edince elbise eskir. Takva sahibi kılar5 çünkü bu meşru bir hükümdür. Yani elbisenin topuğun yarısına kadar uzatılması bir hükümdür. Takva sahibi şeriatı kendisi için kalkan edinendir. Böyle­likle insan ve cin şeytanların vereceği eziyederden sakınmış ve korun­muş olur. Allah Teâlâ böbürlenerek elbisesini sürüyerek yürüyene nazar et­mez! Elinde seni zengin kılacak miktarda varken daha çoğunu elde et­mek maksadıyla insanlardan bir şey isteme. Dilencilik kıyamet günü se­nin yüzünde bir iz olarak tezahür eder. Allah Teâlâ sana rızık vermemiş, mec­bur kalmış, bir iş de bulamamışsan, gıdanı iste, fakat Allah Teâlâ’ya güvenerek ve itimat ederek, daha fazlasını talep etme! Bu istemenin kefareti ve be­deli ise çoğaltmaman ve içinde bulunduğun halde ihtiyacını karşılayanla yetinmendir. Çünkü müminin dilenmesi ‘ateş yarığıdır5. Bunun anlamı şudur: Mümin dilenirken ve bir şey isterken, zorunlu ihtiyacım karşı­lamada -onun gibi muhtaçbir hemcinsini bulur. Bu durumda dileğini her şeyin melekûtunu elinde tutan rabbine havale edip arz etmediği için kalbinde hayadan kaynaklanan bir ateş bulur.

Tavsiye

Himmetin üstünlüğü himmetin düşük olmasından değerlidir. Kul kendisi gibi bir kula karşı izzet sahibidir. Onun şeref ve iftiharı da efen­disine muhtaç olmada ve zorunlu ihtiyaçlarını karşılaması için O’ndan talepte bulunmasında tezahür eder.          -

Tavsiye

Ensar’dan bir erkek veya kadın gördüğünde, sana düşman olsalar bile, onları güçlü bir şekilde sevmelisin. Sakın onlardan nefret etme! Böyle bir şey yaparsan imandan çıkarsın. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yolda Ensar’dan bir kadınla karşılaşmış, ona şöyle demiştir: ‘Sizler bana Allah Teâlâ5ın en sevimli gelen kullarısınız.5 Başka bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şöyle dediği aktarılır: ‘İmanın alameti Ensar5ı sevmek, münafıklığın alameti onlardan nefrettir.’

Bilmelisin ki, hangi zamanda olursa olsun Allah Teâlâ’nın dinine yardım eden herkes Ensar’dandır ve bu hadisin hükmüne girer. Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın dinine yardım edenler, iki kısma ayrılır: Birincisi üzerine vacip olduğunu bilmeksizin, kendiliğinden O’nun dinine yardım edenler iken ikinci kısım dine yardımın farz olduğunu bilenlerdir. Bu farz ‘Ey iman edenler! Allah Teâlâ’ya yardım edin350 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ kendisine yardı­mı onlara emretmiştir. Bunu bilen insan Allah Teâlâ’ya yardım ederken farzı yerine getirmiş, hem yardım sevabı ve hem de bu hususta onun üzerin­de ortaya çıkmış Allah Teâlâ’nın emrine uyma niyeti nedeniyle farzı eda sevabı kazanır. Bu yardım hususunda başka bir iş yapmak bile yardım olarak yeterli gelseydi, yine de Allah Teâlâ’nın emrinden geri kalmazdı. Bazen Allah Teâlâ’ya yardım etmek, bâtılı ortadan kaldıracak şekilde hakikati izhar eden bil­giyle gerçekleşir. Öyle bir yardım manevi ve maddi cihat anlamına ge­lir; manevi olması, bâtılın kendisini kabul etmesinden kaynaklanır, çün­kü bilginin yeri nefistir. Yardımın maddi/mahsus olması, dil ve yazı gi­bi ibareyle ilgili olmasından kaynaklanır. Bu durumda konuşanın sözü­nün duyulması yoluyla kulakta veya -yazı söz konusu oluncaona bak­mak yoluyla gözde yardım gerçekleşir. Düşmanla savaşmak esnasında gerçekleşen yardım -manevi değilmaddi bir yardımdır. Çünkü düşman onunla savaşanı inancından çevirmek tarzında onun bâtınından herhan­gi bir şey elde edemez. Hâlbuki alim ona bilgi öğretip kendisi de alime kulak verdiğinde, Allah Teâlâ kabul etmesini nasip edip alimin öğretmiş ol­duğu bilgileri anlamak üzere anlayış ve idrak gözünü açtığında, alimden manevi fayda kazanır. Bu da en büyük yardım demekken, o yardımı yapan Allah Teâlâ’nın en büyük yardımcısıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın senin vasıtanla birine hidayet etmesi güneşin üzerinde doğduğu her şeyden senin adına daha hayırlıdır.’ Hiç kuşkusuz güneş iyilik yapan bütün alimlerin üzerinde de doğar. Demek ki sen, Allah Teâlâ’nın dinini öğ­retmekle muhatabın nefsine yardım ettiğinde, ondan bile hayırlı olur­sun!

Doğru söz söylemek, emaneti yerine getirmek, sözünü tutmak, yapmak gerekenlerdir. Buna mukabil yalandan, emanete hainlikten ve sözünü bozmaktan uzak durmalısın. Bir insanla hasımlaşırken ona karşı aşırı gitme! Münafığın alameti ve delili, konuştuğunda yalan söylemesi, söz verdiğinde bozması, emanet edildiğinde emanete hainlik etmesi, hasımlaştığında da aşırı gitmesidir. En büyük hıyanet, doğru olmadığın halde, mümin kardeşine doğru olduğunu izhar edecek söz söylemendir.

İnsan yalan söylediğinde, yalanın yaydığı kötü koku nedeniyle, melek ondan otuz mil uzaklaşır. Şeytan da Âdemoğluna günah işlemeyi em­rederken insan günah işlediğinde şeytan Allah Teâlâ’dan korkarak ondan uzak­laşır. Bu manevi kokulan koklamak ve idrak etmek üzere çalışmalısın! Çünkü şeytanın burnunun üzerinde bulunan perdeleri vardır. O perde­ler pis kokuları algılamanı engeller. Kâfir olmakla beraber şeytan, işleri sana göre daha iyi idrak edicidir öyleyse sen Allah Teâlâ’dan daha çok korkan bir durumda olmasın! Onun günah işleyenden uzaklaşmasını ibretle in­celemelisin. Çünkü hükmü ortaya çıkıncaya kadar, Allah Teâlâ korkusu kalbi­ne işlemiştir. Bununla beraber şeytan Allah Teâlâ’dan korkmak ve günahkâr­dan uzaklaşmak özelliğinde yaratıldığı gibi saptırmak özelliğinde yara­tılmıştır. Allah Teâlâ ondan haber verirken insana ‘kâfir ol’ dediğini, insan kâ­fir olunca şeytanın bu kez ‘Ben senden uzağım, âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’dan korkarım351 dediğini aktarır. Şeytan -bilgisinin değeri nedeniylehiçbir zaman bilgisi nedeniyle cezalandırılmaz. O sadece söylediği hususlarda doğru söyleyen Hakkın âdet çıkartmakla ilgili beyanı nedeniyle ceza­landırılır. Hakkın söylediği şudur: Kim kötü bir âdet çıkartırsa, onun ve âdete uyanların vebali üzerine kalır. Kıyamet günü şeytan başkaları­nın yüklerini de taşır; çünkü şeytan her kışkırtmanın ardından kendisi tövbe ederken ardından başka bir kışkırtmaya yönelir. Bu durumda şey­tan başkasının ameli (ve ona vesile olması) nedeniyle cezalandırılır. Onun ameli şeytanın vesvesesinden meydana gelmişti. Tövbe etmeyen insan kötü bir âdet başlattığında, hem âdetin günahını, hem onu yerine getirenlerin günahlarını üsdenir. Böyle bir durumda şeytan ondan defa­larca daha iyi haldedir.

Vaadini yerine getir, tehdidini ise uygulama! Tehdidini bozmakla nitelenmen vaadini bozmakla nitelenmen gibi değildir. Bu konu Mutezile’nin kuşkuya kapıldığı bir meseledir. Onlar bu konuda ‘Her peygam­beri kendi kavminin diliyle gönderdik352 ayetinden habersiz kalmışlardır. Arapların aşina oldukları ve üzerinde uzlaştıkları anlam şudur: Birini tehdit ettiğinde veya ona kötü bir şey vadettiğinde, bağışlamak keremin gereğidir. Böyle bir davranış güzel ahlakın parçasıdır. Allah Teâlâ onlara aşina oldukları ahlaka göre muamele etmiştir. Mutezile burada hakikatten uzaklaşmıştır. Onları bu hataya düşüren ise verdiği haberde Allah Teâlâ’nın ya­lan söylemesinin imkânsızlığı inancıdır. Hâlbuki böyle bir davranışın şeriatın kendisiyle indiği Arap örfünde ‘yalan’ diye isimlendirilemeyeceğini anlamamışlardır. Başka bir ifadeyle aklî delil hükmî ve vazî mesele­yi anlamaktan onları perdelemiştir ki bu da akılların eksikliklerindendir. Akıllar her yerde kendi delilleriyle sınırlı kalır ve böyle bir tavır göster­meye hakları yok iken kendi delilleriyle yetinirler. Hâlbuki ilahi hitapta şer5! maksadarı incelemek gerekir. Hitap eden kimdir? Hangi dille ve hangi örfe göre hitap gerçekleşmiştir? Her ümmete bu şekilde muamele yapılır. Bir Arap halkına cömertlik yaparken şöyle der:

Tehdit edersem veya vaatte bulunursam Tehdidimi bozarım vaadimi ise tutarım

Böyle bir durumda vaadi bozmaktan söz edilemez. Söylenmesi ge­reken, Hakkın kulunu affettiği ve günahını bağışladığıdır.

Tavsiye                                                                                               1

Eski ve kötü elbiseler giymelisin. Böyle davranmak imanın parçası olduğu kadar dünyada şımarmamak anlamına gelir. Bir hadiste ‘kaba ve sert elbiseler giyiniz’ denilir. Bu elbise hacının niteliklerinden ve kıya­met günü orada bulunanların sıfadarındandır. Onların gözleri korku­dan dışarı fırlar. Bütün bunlar kibri kırar, kendini beğenmeden, caka satmaktan ve böbürlenmekten uzak davranışlardır. Söz konusu nitelik­ler şeriatın kınadığı ve nahoş bulduğu özellikler olduğu kadar hem in­sanların nezdinde hem Allah Teâlâ nezdinde kınanmış davranışlardır. Bu ne­denle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem eski elbise giymeyi imanın parçası saymış, onu iman şubelerine katmış ve şöyle demiştir: ‘İman yetmiş küsür şubedir. En üstünü La-ilahe illAllah Teâlâ (Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur) demek, en aşa­ğı derecesi yoldan eziyet veren şeyleri kaldırmaktır.’ Hiç kuşkusuz ken­dini beğenmek, böbürlenmek ve kibir, müminin saadet yolunda bulu­nan eziyederdir. O eziyeder ancak tevazu vasıtasıyla kaldırılabilir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu imanın parçası saymıştır.

Tavsiye

Hayâ sahibi olmalısın. Allah Teâlâ hayâ sahibi olduğu gibi aynı zamanda hayâ imanın bir parçasıdır. Hayâ bütünüyle hayır ve iyiliktir. Allah Teâlâ kı­yamet günü yaşlıdan utanır. Kul Allah Teâlâ’dan utanmak özelliğiyle nitelen­diğinde, Allah Teâlâ’nın razı olmayacağı bütün işlerden uzaklaşır; bunlar Allah Teâlâ’nın katında ve peygamberin nezdinde onu küçük düşürecek işlerdir. Hayânın anlamı terktir. Ayette ‘Kuşkusuz Allah Teâlâ hayâ etmez353 denilir. Bunun anlamı terk etmez demektir. Devamında ‘Sivrisinek veya başka bir şeyden misal vermekten354 denilir. ‘Başka bir şey5 ile kastedilen, veri­len misal hakkında konuşmuş olan ve bundan dolayı dalalete düşen müşriklerin sözleri nedeniyle, daha küçük şeylerdir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onunla pek çoğunu saptırır, pek çoğuna hidayet eder. Bu misalle sa­panlar /asıklardır.’355 Onlar bu konuda hayrete düşmüşlerdir ve dalalet hayret demektir. Müşrikler Allah Teâlâ’nın izzeti, celali ve kibriyası ile yaratıl­mışlar arasında sivrisineğin değersizliğini görmüş, O’nun şanının kulla­rına böyle bir misal verecek kadar tenezzül edemeyeceğini zannederek O’nu yüceltmişlerdir. Bunun sebebi varlıkları bilmeyişleridir. Gerçekte yaratılmış en büyük şey -ki kuşatıcı Arş’tırile zerre veya sivrisinek ara­sında yaratılış ve yokluktan varlığa çıkma itibarıyla bir fark yoktur. Onu değersiz kılan, büyük cisimle karşılaştırdığında, cisimlerinin küçüklü­ğüdür. Hâlbuki sivrisinekteki hikmet daha tam olduğu kadar kudret de etkindir. Çünkü küçüklüğüne rağmen sivrisinek, Allah Teâlâ’nın büyüklüğüyle birlikte filin suretinde yaratmış olduğu bir varlıktır. Bu itibarla mesele­ye ibretle bakan ve hakikati görenler için sivrisineğin yaratılması, Yaratan’ın kudretine delil teşkil etmede, filden daha azametlidir. Allah Teâlâ da azametini yücelten bir delil olması hasebiyle sivrisinekten misal vermek­ten çekinmek ve hayâ sahibi olmakla zatını nitelememiştir.

İnsan için hayâ mertebeleri ve yerleri pek çoktur. Bu çokluk hayânın faydası pek çok şeye ulaşan insandaki bir nitelik olmasından kay­naklanır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Hayâ tamamen iyilik ve hayırdır’, ‘Hayâ hayırdan başka bir şey getirmez’ demiştir. Bunun anlamı, insanın yaptığı şeyi bildiğinde utanılacak bir şey yapmayacağıdır. Mümin Allah Teâlâ’nın (her şeyi) bildiğini ve gördüğünü bilir; kul hangi hareketi yaparsa yapsın, Allah Teâlâ onu görür ve bilir. Böyle bir bilgiye sahip olan kul, hare­ket ve davranışlarında Allah Teâlâ’dan utanır ve çekinir. Aynı zamanda Allah Teâlâ’nın kıyamette kendisini ameline göre hesaba çekeceğine iman etmiş­tir. Bu bilgi ve iman nedeniyle mahcup olur, bu mahcubiyet onu öyle bir işi yapmaktan uzaklaştırır. Hayâ da budur. Bu nedenle de hayâdan hayırdan başka bir şey meydana gelmez. Allah Teâlâ kendisinden hayâ edil­meye en layık olan varlıktır.

Tavsiye

Hiçbir kişiyi ve şam düşünmeksizin herkese karşı samimiyetle dav­ranman ve öğüt vermen gerekir. Çünkü din, samimiyet ve öğüt demek­tir. İmam Müslim, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle söylediğini aktarır: ‘Din na­sihat (samimiyet, öğüt) demektir.’ Sahabe ‘Kim için?’ dediklerinde Hz.

Peygamber: ‘Allah Teâlâ için, peygamber için, müminlerin önderleri ve sıra­dan fertleri için’ diye cevap vermiştir. Bilmelisin ki, nasihat eden kişi bir terzi, nasihat konusu da iğneye benzer. Nasihatçi elbisenin parçalarını bir araya getiren bir terzidir. Bunun neticesinde kumaş gömlek veya başka bir şeye döner. Demek ki terzinin dikişiyle insanlar faydalanırken dikmenin kendisi nasihat ve samimiyetiyle gerçekleşmiştir. Allah Teâlâ’nın dini hakkında nasihat eden O’nun kullarıyla Allah Teâlâ katında saadete ulaşmala­rını sağlayan işler arasında ülfet tesis edendir. Öyle biri Allah Teâlâ ve yaratık­larını birbirine sevdirir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Allah Teâlâ için’ nasihat derken kastettiği budur. Burada Allah Teâlâ katında şefaat hakkında bir uyarı vardır. Nasihat eden kul Allah Teâlâ’nın suçuna karşılık kulun cezalandıracağını gö­rünce Allah Teâlâ’ya şöyle der: ‘Rabbim! Sen kullarına affetmeyi tavsiye ettin ve affı güzel ahlakın parçası saydın. Affetmek yaptığı kötülüğe karşılık günahkârı cezalandırmaktan daha iyi bir davranıştır.’ Kula da şöyle der: ‘Kendilerine yapılan kötülüklere karşılık insanları affedenlerin ecri ve sevabı Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Bu kötülükler kendi haklarına yönelik olarak ortaya çıkmış hususlardır. Sen sahip olduğun kerem, cömertlik ve lütuf sebebiyle bu vasfa daha layık olansın. Bu konuda seni zorlayan biri yok­tur. Sen affedici, günahkâr ve yaptığı kötülükle haddi aşan kulunu ba­ğışlayıcısın. Günahkârı affetmek onu cezalandırmaktan daha yüce bir iştir çünkü cezalandırmak ve yargılamak bir karşılıktır. Cezada ise ihsan ve fazilet bulunmaz. Bununla beraber dünyada genel zararları uzaklaş­tırmak maksadıyla ilahi cezalar tatbik edilir ve uygulanır. Bunun başka bir nedeni de insanlara dönen bir takım maslahat ve faydaların cezalar­da bulunmasıdır. Misal olarak ‘Kısasta sizin için hayat vardır356 ayetini verebiliriz. Ahirette günahkârın cezalandırılmasıyla birlikte -dünyada olduğu gibiortadan kalkacak bir durum yoktur. Kıyamet günü kul bu sözleri söylediğinde, daha doğrusu şefaatçi olarak Allah Teâlâ’ya bu sözü söy­lediğinde, ilahi makam için âdeta bir nasihatçi haline gelir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ günahkârı keremi, ihsanı ve cömertliğiyle bağışladığında, bu sözleri sebebiyle kul ilahi makamı övmüş olur. Burada ihsanın ta kendisi vardır. Bu da ‘din Allah Teâlâ için nasihattir’, yani Allah Teâlâ hakkında na­sihattir ifadesinin anlamıdır. Çünkü orada kul, kullarını bağışladığında Allah Teâlâ’yı güzel bir övgüyle övmek için gayret etmektedir. Bu meyanda bir hadiste şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ’ya methedilmekten daha sevimli gelen bir iş yoktur.’ Allah Teâlâ dünyada kullan için ortaya koymuş olduğu ve onlardan sıkıntıları uzaklaştıracak kuralları nedeniyle övüldüğü kadar ahirette de bağışlamak ve affetmek özelliğiyle övülür. Müslümanların önderleri o kuralları günahkârlara uyguladığında kullardan zarar ve sıkıntılar uzak­laştırılır. Ahirette ise kuralların kendileri için konulmuş olduğu masla­hat kalkar. Dünya hayatında bu cezalarda şefaat geçerli değildir. Başka bir ifadeyle hırsızlık yapan, zina edene vb. suçlarda uygulanacak cezala­ra karşı şefaat geçerli değildir. Bu durumlarda Allah Teâlâ’nın Hakkın kayıtsız bir şekilde tatbik edilir. Kulun hakkı olan hususlarda Allah Teâlâ affı ve bağış­lamayı teşvik etmiştir. Affetmek kan sahibinin yetkisindedir veya diyet kabul edebilir. Mazlûm maktuldür, o ise ölmüştür. Kısas isteyen de hü­kümdara kendisine zulmedeni şikâyet etmek üzere giden kimse mesabe­sindedir. Bu itibarla diyet kan sahibine (ailesini ikna etmek üzere) ve­rilmiş bir ihsandır. Bu sayede yakın akrabalarına ihsanı ulaşır, belki su­sarlar ve öldürülenin kanı karşılığında el-Adi ve el-Hakem olan Hakkın katında hiçbir şey talep etmezler.

‘Din peygamber için nasihattir’, bu husus Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in dev­rinde şöyle açıklanır: Sahabe daha önce tersini onayladığı bir işi Peygamber’den görür. İnsan gaflet sahibidir ve bu durumda sahabe Allah Teâlâ’nın peygamberini o konuyla ilgili ikaz eder. Bazen Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem o işi kaşıdı olarak yapar ve yapılan iş meşru bir hükme döner; bazen de unutarak yapmıştır, hatırlatmayla birlikte ondan vazgeçer. Böyle bir ha­tırlatma Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e nasihat etmek demektir. Misal olarak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in namazda unutmasını verebiliriz. Dört rekâtlı namazlarda yapılması gereken onları dört rekât olarak kılmak iken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ikinci rekâtta selam vermiş, bu durum kendisine hatırlatılmıştır -bu da Allah Teâlâ’nın peygamberine nasihat demektirRasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem geriye dön­müş, namazını tamamlamış, sehiv secdesi yapmıştır. Bu konuda pek çok rivayet vardır. Bu nedenle Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e kendisine vahiy gelmeyen hususlarda sahabesiyle istişare etmesini emretmiştir. Onlarla istişare ettiğinde, onların da -bilgilerine göreistişare edilen hususta kendisine ‘nasihat’ etmeleri gerekir. Bu durumda bilgilerine ve maslahat olduğunu düşündükleri işlerin gereğine göre hareket ederler. Misal ola­rak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Bedir savaşında suyun bulunmadığı bir yerde konaklamasını verebiliriz. Sahabe ona nasihat etmiş, suyun bulunduğu mekâna yerleşmesini tavsiye etmiş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de öyle yapmıştır. Ömer b. el-Hattab Bedir esirlerinin öldürülmesi hususunda kendisiyle istişare ederken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e görüşünü söylemiştir. Allah Teâlâ’nın Pey­gamberinden sonraya gelirsek, artık ona nasihat etme imkânı kalmamış­tır. Fakat hadiste geçen cli-rasulihî’ ifadesindeki lam sebeplilik bildirirse (peygamberden dolayı nasihat), nasihat sürebilir. Böylece Allah Teâlâ’nın Pey­gamberine nasihade ilgili hususları açıklamış olduk, işaret edilen nasihatçi Allah Teâlâ’nın peygamberi ile maslahatın bulunduğu görüşü bir araya getirdiği kadar terzi anlamındaki nasihatçi de kumaşta bedenin ölçüsüy­le dikilen parçaları ölçülü bir şekilde bir araya getirmekle işini yapar.

Müslümanların imamlarına nasihat etmek de hadiste zikredilmiştir. Onlar aramızdaki yöneticiler, Allah Teâlâ’nın kullarının dini menfaatlerini gö­zetenler, hakimler, din hususunda fetva veren alimlerdir. Onlar da Müs­lümanların imamları arasındadır; hakim meseleyi biliyorsa durum böyledir. Bir meselenin hükmünü bilmiyor ve onu bilenlere sorarsa, fetva sorulan müftünün ona nasihat etmesi ve doğru olduğunu düşündüğü görüşe göre fetva vermesi, verdiği fetva hususunda da delilini zikretme­si gerekir. Öyle biri Allah Teâlâ’nın katında ihlaslı olur. İşte Müslümanların imamlarına nasihat etmek bu demektir. Müslümanların imamlarının masum olması gerekli değildir. Onlar bazen yanılabilir ve arzularına uyabilirler. Bu nedenle dini bilen alimlerin Müslümanların imamlarına nasihat etmeleri, onları insanların arasında (hüküm verirken) arzularına uymaktan döndürmeleri ve vazgeçirmeleri gerekir. Böylece onlar ile di­nin gerçekte bulunduğu durumu birleştirir ve uzlaştırırlar. Bu uzlaştır­ma Müslümanların imamlarına nasihat etmek iken faydası da insanlara döner.

Sıradan Müslümanlara nasihat etmek ise malum ve bellidir. Bunun anlamı din ve dünya işlerinde kendilerine zarar vermeyecek maslahatı göstermektir. Bununla beraber bir zararın ortaya çıkması söz konusu olabilir ve bu zarar ya dinde veya dünya (işlerinde) ortaya çıkar. Böyle bir durumda alimler onlara tavsiyede bulunurken dünya işlerindeki za­rarı din işlerindeki zarara tercih etmelerini tavsiye eder, dinlerini sela­mete erdirecek görüşleri hatırlatırlar. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ size dinde güçlük yaratmadı.’357 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de ‘Allah Teâlâ’nın dini kolaydır’ demiştir. Ayette ‘Gücünüz ölçüşünce Allah Teâlâ’dan sakının358 denilir. Bununla beraber insanların dünyevi işlerine zarar verebilir. Bazen belirli bir yönden hem din ve hem dünyevi işlerinden zararı uzaklaştırabilirler. Onlar bunu öğ­renir; bu konuda insanlara tavsiyede bulunmak ve açıklama yapmak öğ­renenlerin üzerinde vazifedir. Fetva isteyen Allah Teâlâ’nın ona nasip ettiği Hakk göre muhayyerdir. Benim görüşüm nasihatin genel olmasıdır. Çünkü nasihat dinin ta kendisidir. Bu da nasihat edenin niteliğidir. Menfaati ise nasihat edenden tüm âleme yayılır. Bu kişi dindarlığını kötülükler­den arındırır, yüce işleri talep eder. Bu meyanda bir hayvanın susuzluk­tan bitkin bir halde olduğunu görür. Hayvan suyun yolunu şaşırmış, başka yola gidiyorken bu kişi onu su yoluna yöneltir veya imkan dahi­linde ise onu sular. Bu da dinî bir nasihattir. Öte yandan İslam dinin­den olmayan birisinin kötü bir ahlak işlediğini gördüğünde nasihatçi onu imkânı varsa güzel ahlaka döndürmeye çalışır, gücü yetmezse bu konudaki eksikliğini açıklar. Belki o şahıs bu konudaki güzel övgü ne­deniyle nasihatten yararlanır. Bu nasihat sayesinde zarar vermek istediği kişi -müslüman olmasa bileonun zararından kurtulmuş olur. Bu me­yanda dindar insan, Allah Teâlâ’nın kullarına hiçbir ayrım gözetmeksizin nasi­hatte bulunur (ve nasihatiyle fayda verir). Bu nedenle hükümdar, savaşa başlamadan önce kâfir düşmanlarını İslam’a davet etmekle yükümlüdür. Davete icabet ederlerse ne ala! Aksi halde onları kitap ehlinden iseler cizye vermeye çağırır; bu şartlar dahilinde barışa yanaşırlarsa gerekli şardara göre barışı kabul eder. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlar barışa yanaşırsa sen de yanaş ve Allah Teâlâ’ya tevekkül eyle.’359 Müslümanların menfaati barışta olduğunda, barış yapılmış olur. Kâfirler savaştan başka bir yolu kabul etmezlerse, Müslümanların hükümdarı onlarla savaşır ve bütün Müsr lümanlara kâfirlerle savaşmayı emreder. Savaşın gayesi Allah Teâlâ’nın kelime­sinin üstün ve kâfirlerin kelimesinin süfli olmasını sağlamaktır. Bununla beraber nasihat eden kişinin dostları pek az olur, çünkü insanlara hakim olan, arzulara uymaktır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Hakk Ömer için geride arkadaş bırakmadı’ demiştir. Veys el-Karni (Karanî) de Hz. Ömer’e ‘Sözün doğru, Allah Teâlâ senin için arkadaş bırakmamıştır’ demiştir. Bu konuda şu mısraları yazdık:

Tahkik yoluna bağlan ve nasihatten ayrılmayınca

Varlıkta bir arkadaş bile kalmaz sana

Nasihatçi insanların bütün hallerini kuşatan genel bilgi demek olan şeriat ilimlerinden pek çok meseleyi öğrenmelidir. Bunun yanı sıra ken­di devrindeki ve mekânındaki ilimleri öğrenmelidir; hal, zaman ve me­kândan başka bir şey de yoktur. Nasihatçi bu işler ve durumlar birbiriyle çeliştiğinde, nasıl tercih yapacağını da öğrenmelidir. Bu itibarla za­mana uygun bir iş hali veya mekânı bozabilir. Bunlardan her birisi için aynı ihtimal geçerlidir. Böyle bir durumda hangisini tercih edeceğine bakıp tercihine göre hareket etmelidir. Bu da onun imanının kadrine bağlıdır. Şöyle bir misal verebiliriz: Zaman kendi haliyle iki durum ge­


rektirir ve bunlar bir şahıs adına uygun olabilir. Zaman her ikisini be­raber yapmaya yeterli değildir. Bu durumda o ikisinden daha uygun olana yönelmek ve kendisiyle istişare eden kişiye onu göstermek lazım­dır. Aynı şekilde bir şahsın halinde (Hakkın emrine) muhalefet ve inat­çılık görebilir. Nasihatçi inatçıya maslahatının bulunduğu işi gösterse bile o kişi onun tersini yapacaktır. Böyle bir durumda nasihatin gereği kişiye nasihatte bulunmak değil, aksine işin tersini göstermek ve işaret etmektir. Fakat bu durum -kişi inatçı ve muhalefet ediciykenişin onu yapmak ve maslahatın bulunduğu o işle sınırlı olması durumunda mümkündür. Böyle bir durumda nasihatçi uygun olmayan bir işi ona gösterir, o da bunun tersini yapar ve doğruyu ve gerekeni yapmış olur. Bana göre işin doğrusu onu kendi haline bırakmaktır. Bazı insanlarla aramda böyle bir hadise gerçekleşmişti. Onlara kendilerinden istemiş olduğum hayrı yapmalarını söylemiştim, onlar ise başka bir şey istiyor­lardı. Ben de kendi istediklerini yapmamalarını işaret ettim. Benim işa­ret ettiğimi yapmada büyük menfaaderi varken yapmadılar ve yapmala­rını istemediğim işi yaptılar. Burada da herkesin fark etmediği gizli bir nasihat vardır. Bu davranış ‘siyaset ilmi’ diye isimlendirilir. Çünkü işa­ret yolunu seçmekle maslahat yolunun dışına çıkmış katı nefisler eğitilir ve yönetilir. Bu nedenle şöyle dedik: ‘Allah Teâlâ’nın dininde nasihat eden kişi pek çok bilgiye, akla, doğru ve güzel bir düşünceye muhtaç olduğu gibi mizacı ve ahlakı mutedil olmalıdır.’ Bu özellikler bir kişide bulunmazsa doğrudan daha çok hata yapmaya açıktır. Güzel ahlak içerisinde nasi­hatten daha ince, gizli ve büyük bir iş yoktur. Bu hususta Kitabu’nNesaih (Nasihatler Kitabı) diye isimlendirdiğimiz ve içerisinde itimat edilen ve edilmemesi gereken hususları ele aldığımız küçük bir kitabı­mız vardır. Kitabın büyük kısmı insanların itimat ettiği (ve gerçekte edilmemesi gereken) hususlarla ilgilidir, fakat onlar bunu bilmez.

Tavsiye

İki namaz arasında bulunan vakit içinde halini murakabe etmelisin. Her halükarda iki namaz arasındasın, çünkü vakit döner durur. Öğlen ve ikindi arasındaki vakit iki namaz arasındaki bir vakit olduğu gibi ikindi ile akşam, akşam ile yatsı, yatsı ile sabah, sabah ile öğlen arasında bir zaman dilimi yardır. Zaman döner ve öteki vakit gelir. Bir namazın vakti çıktığında, öteki namazın vakti girer. Bunun istisnası sabah nama­zıdır; öğle namazının vakti sabah namazının vaktinin çıkmasıyla gel­mez. Bu konuda herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Karanlık ile sabah vakti arasında boşluk bulunup bulunmadığında ise görüş ayrılığı vardır. Bununla beraber öğle vakti mudaka sabah vaktinin çıkmasından sonra gelir ki bu zorunludur Demek ki herhangi bir namaz vakti öncekinin vakti bitmeden girmez. Giren vakit her zaman çıkanın ardından gelir. Bazen güneşin doğumundan sonra ve zeval vaktine kadar sabah nama­zının edası olabilir. Ardından öğle vakti gelir. Mesela insan sabahın ilk rekâtını güneşin doğumundan önce kılmaya başlar. Bu durumda Şâri ona sabah vaktine ulaştığını söyler. Ardından üzerine güneş doğar ve bu esnada sabah namazının ikinci rekâtına başlamıştır. Kıraati güneşin zeval vaktine ulaşmasına kadar uzatsa caizdir. Bu durumda içinde bu­lunduğu vakit onun için sabah vaktidir ve kişi namazını vaktinde eda etmiştir. Öyle biri için sabah vakti öğlen vakti girinceye kadar çıkma­mıştır. Bütün namazlarda durum böyledir. Namaz vakitleri hususunda alimler arasında bir takım görüş ayrılıkları vardır ki biz de bu konularda görüş ayrılığı bulunduğuna dikkat çekmek üzere bunu belirttik. Bu iti­barla arada bir boşluk ve lağv (boş söz) olmaksızın bir namazın diğer bir namazın ardından gelmesi caizdir. Şâri iki namaz arasında kendisin­de namazın bulunmadığı bir zaman yaratmıştır ki o zaman lağv zamanı veya namazın terki vaktidir. Burada ‘lağv5 veya onun terki dedik, bunun nedeni, bir hadiste ‘arada bir lağv olmaksızın bir namazın ardından kı­lınan namaz illiyyînde yazılır’ denilmesidir. Nafileden sonra nafile na­mazı kılmak veya farzdan sonra nafile, nafileden sonra farz, farzdan sonra farz kılmak da bu hadisin kapsamına girer. Boş söz anlamındaki lağv, sakıt olmuştur ve onun teraziye girmesi söz konusu değildir. Kas­tedilen mubah sözlerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem namaz kılıp sonra ona başka bir namaz ekleyip iki namaz arasında söz veya amel olarak mubah hiç­bir şey yapmayan bir adamdan söz etmiştir. O adam teraziye giren zikir veya zikrin dışındaki mendub ve müstehab işlerle ilgilenir, sonra diğer namazı kılar. İşte böyle bir amel illiyyîn mertebesine yazılır. Çünkü o kişi iki namaz arasında hiçbir şekilde boş söz söylememiştir. Böyle in­sanları bulmak pek çetindir. Artık günümüzde insanların halleri arasın­dan en çok övüleni -lehinde veya aleyhinde olmaksızınmubah işleri yapanların halidir, insanların hakim halleri, mekruh veya haramlarla il­gilenmektir. Bu nedenle iki namaz arasındaki zamanı gözetmeni tavsiye ettim. Bu konuda kimsenin dikkat çekmediğini gördüm; gerçi dikkat çekmiş ve bize ulaşmamış olabilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu hususlara dikkat çekmiştir. Zaten biz de bu bilgiyi ondan aldık.

Tavsiye

Farz namazları ezanın okunmasının ardından cemaatle eda etmek gerekir. Mescider farz namazlar kendilerinde kılınsın diye mescit sayıl­mışken ezan da mescitlere gidilsin diye okunur. Bu da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin bir sünnetidir. Maksat dini hakkıyla uygulamak ve dinde tefrikaya düşmeden birliği temin etmektir. Bu sebeple insanlar farz namaz hak­kında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. İnsan cemaate gidebilecek bir du­rumda iken tek başına evinde kılabilir mi, kılamaz mı? Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sünnetini terk eden kişi, hiç kuşkusuz, dalalete düşmüştür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir işi kendisine uyulsun diye sünnet kılmıştır. ‘Hakkın dı­şında dalaletten başka ne olabilir ki? Nasıl da yüz çevirirsinizT5360 Sen de farzları ısrarla yerine getir, bil ki bütün yeryüzü mescittir. Yeryüzünün neresinde bir cemaat teşekkül etmiş olsa, onlar mescitte cemaat olmuş sayılırlar. Bu nedenle evindeki mescitte cemaat halinde namaz kılanın ezan okuması lazım iken kâmet getirmek de ezan sayılır. Onun kamet diye isimlendirilmiş olması, namaz kılanın o özel ezan esnasında nama­za kalkmasından kaynaklanır; iki ezan arasındaki fark namaza kaldır­maktır. Ezanın anlamı bildirmektir. İnsanlar vaktin girmesiyle ilgili bi­rinci ezanın adını böyle muhafaza etmişlerdir. Birinci ezan vaktin giri­şini bildirirken ikinci ve kamet anlamındaki ezan da namaza duruldu­ğunu bildirir; böylece birinci ezandan iki kez söylenen £kad kâmet essalah (namaza duruldu)’ ifadesi ile ayrışır.

Tavsiye

Evvabin namazını kılmalısın. Bu namaz insanların çoğunun gafil kaldığı vakitlerde kılınan bir vakittir. Bu vakider kuşluk ile zeval vakti arasmda veya ikindi ile öğlen, akşam ile yatsı namazının son vakti ara­sındaki vakittir. Teheccüde de devam etmelisin. Teheccüd yatsı nama­zını kıldıktan sonra gecenin başında uyuyup namaza kalkmaktır. Nama­zın ardından fecir doğuncaya kadar tekrar uyur sonra namaza kalkarsın. Fecir doğunca iki rekât fecir namazı kıl, sonra sağ yan üzerine uyumak­sızın uzan. Sonra sabah namazına kalk. Vitir namazını teheccüd vak­tinde on üç rekât olarak kıl, çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem öyle yapardı. Teheccüdde ilk iki rekâtı uzatır, sonra ikisini daha kısa yapar, her rekâ­tın birincisini önceki iki rekâttan birisi kadar yapardı. En sonunda tek


başına vitir -yani tek kılıncaya kadarher rekâttan ikinci rekât, birinci rekâtın yarısı kadar veya buna yakın olmalıdır. Dilersen rekâtın sonun­da selam verir, dilersen beş, yedi, dokuz rekât kılıp selam verirsin. Bun­ların hepsi mümkündür. Akşam namazına benzeyeceği için üç rekâtta selam verme! Bu konuda yasaklama bildiren bir rivayet vardır. Aynı şey tek rekât için geçerlidir. Böyle bir namaz ‘betîra’ diye isimlendirilir. Gü­cün ölçüsünde tartışmalı konulardan uzaklaşmalı ve görüş birliği bulu­nan hususlara yönelmelisin. Bununla beraber Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in vitri üç rekât olarak kıldığı sabittir. Üç rekât kıldığında, ancak sonunda otur ve selam ver. Böyle yaparsan kendisini akşam namazından ayırırsın.

Geceleyin namaza kalkıp abdest aldığında, uzun olmayacak şekilde iki rekât namaz kıl. Ardından sana açıklandığı üzere gece namazına baş­la. Teheccüde kalktığında uykudan tam uyanabilmek için gözlerini elle­rinle ovuştur, sonra da şu ayeti oku: ‘Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün peş peşe gelmesinde akıl sahipleri için ayet vardır.’361 Bu ayet­leri tamamen okumalısın. Sonra kalk, abdest al, namazını kısa iki rekât­la aç, ardından elinizdeki kitabın namaz bahsinde zikrettiğimiz şekilde gece namazına ve zikirlere başla. Onları iyice düşün, Allah Teâlâ izin verdiği ölçüde (namazın ve zikirlerin) bâtınî anlamlarını da düşün. Evvabin namazının mevsimler ısındığında (kılındığı sabittir). Güneşin tam te­pede bulunduğu istiva vaktinde veya güneş batıncaya kadar ikindiden sonra, sabah namazının ardından da güneş doğana kadar namaz kılma. Namazları cemaatle kıl. Cemaatle kılınan namaz tek başına kılınan na­mazdan yirmi yedi kat daha sevaplıdır. İşrak vaktinde sabahın ilk nama­zında dört rekât olarak kıl. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Gece ve işrak vakti tes­pih ederler.’362 Tespih bir Arap olan Abdullah İbn Ömer’in sözüne bi­naen nafile demektir. Sefer hakkında şöyle der: ‘Nafile kılıyor olsaydım (lev küntü müsebbih), tamamlardım.’

Sonra kuşluk namazı sekiz rekâttır ve işrak namazının ardından kı­lınır. Öğlenin öncesinde ve güneşin tepe noktasından batıya doğru meylettiği zeval vaktinden sonra dört rekât, öğleden sonra dört rekât, ikindiden önce dört rekât, akşam namazının ardından altı rekât, sonra on üç rekât vitir kılmak lazımdır. Bu rekâtlar arasında fecir namazı da vardır ki geride on bir rekât kalır. O da gece namazıdır. Sünnete uymak ve tâbi olmak isteyenin böyle hareket etmesi gerekir. Bir rivayette ak­şamdan önce iki rekât denilir. Bunu artırabilirsin, çünkü (nafile) namaz tam olarak belirlenmiş değildir; dileyen azaltabilir, dileyen çoğaltabilir.

insan namazda Rabbiyle konuşur. Allah Teâlâ ile konuşmak ve bu konuşmayı çoğaltmak, insanın en şerefli halidir.

Sadaka ve orucu tavsiye etmeye gelirsek, daha önce zekât bahsinde bunlardan söz edilmiştir. Elinizdeki kitabın oruç ve hac bahsinde de bu konular ele alınmıştı.

Tavsiye

Yemek yerken ve içerken vera sahibi olman gerektiği gibi konuşur­ken de vera sahibi, yani kuşkulu sözlerden uzak durman gerekir. Vera haram ve kuşkulu işlerden uzaklaşmak demektir. Kuşku veya şüphe in­sanın gönlüne sıkıntı veren şeydir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu aktarılır: ‘Günah gönlüne sıkıntı veren şeydir.’ Allah Teâlâ ehli olan bir alim şöyle demiştir: ‘Bana veradan daha kolay gelen bir şey görmedim. Bir şey nedeniyle nefsime ağırlık geldiğinde, hemen onu terk ediyorum.’ Bir rivayette şöyle denilir: ‘Sana kuşku vereni, kuşku vermeyene bırak.’ Başka bir rivayette ‘Müftüler sana fetva verse bile fetvayı kalbine sor!’ Yani müftüler sana bir şey helaldir deseler, içinde ise o konuda bir te­reddüt bulursan, ondan sakınman gerekir. Böyle yapmak senin için da­ha uygundur, yoksa onu haram saymazsın. Binaenaleyh salih yola uy­man lazımdır. O yol peygamberlerin yoludur. Başka bir ifadeyle salih yol, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e kendilerine uymak emredilmiş olan izlerini takip etmektir. Bu durum ‘Allah Teâlâ’nın hidayet ettiği kimselerdir onlar, sen onların hidayetlerine uy363 ayetinde belirtilir. Aynı şekilde salih ve iyi bir yöne­lim içinde bulunup bütün işlerinde orta yolu takip etmen lazımdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen bir rivayette salih hidayetin ve doğru yönelmenin ve itidalin peygamberliğin yirmi beşte birlik parçası olduğu söylenmiş­tir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in acele etmenin veya koşmanın gerektiğini söyledi­ği durumların dışında aceleden uzak kalmalısın. Misal olarak ilk vaktin­de namazı kılmak, misafiri ağırlamak, ölüyü kefenlemek ve defnetmek gibi durumları verebiliriz. Daha doğrusu ahirete ait bütün işlerde acele etmek yavaş davranmaktan üstündür. Buna mukabil dünya işlerini ağır ve geciktirerek yerine getirebilirsin. Çünkü dünyadan kaçırdığın bir iş nedeniyle pişman olmaz, aksine mutlu olursun. Ahiret işlerini kaçırdı­ğında pişman olursun. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediği aktarılır: ‘Ahiret işlerinin dışında her işte ağır olmak gerekir.’ İmam Müslim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Abdulkays el-Eşecc’e şöyle dediğini aktarır: ‘Sende Allah Teâlâ’nın ve peygamberin sevdiği iki özellik var.’ ‘Onlar nedir?’ diye sorduğunda, şöyle cevap vermiştir: ‘Gücün yettiği halde bağışlamak ve teenniyle ha­reket etmek.’ Bağışlamak derken kendine karşı suç işleyeni bağışlamayı, teenni ile hareket derken de dünya işlerinde ve nefsin arzularında ağır davranmayı kasteder. Bununla beraber sorumlu olduğun bir ailen olun­ca, onlar hakkında ciddi ve titiz davranmalısın. Yoksul ve ailesi için çalı­şan insan Allah Teâlâ yolunda cihat eden mesabesindedir. Sen de Allah Teâlâ’nın genel olarakseni mükellef tuttuğu işlerde hayırlı bir çoban olmalısın. Hükümdar bir çoban olduğu gibi her çoban güttüklerinden mesuldür; yönettiklerine nasıl davrandığı, onlara davranırken Allah Teâlâ’dan çekinip çe­kinmediği sorulacaktır. İnsan ailesi üzerinde bir çobandır, kadın koca­sının evi ve çocukları üzerinde bir çobandır, köle efendinin malı üze­rinde çobandır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in adı söylendiğinde veya yanında adı zikredildiğinde, salâvat getirmekten gafil kalma! Salâvat getirirsen cimrilikten ko­runmuş olursun. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediği aktarılır: ‘Cimri kişi yanımda adım söylenmişken salâvat getirmeyendir.’ Sadece cimri adı verilmiş olsa bile, bu da en kötü ve kınanmış niteliklerden birisi olarak sana kâfidir. Burada cimriliğin anlamı, insanın kendisine karşı yaptığı cimriliktir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen bir rivayette, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e bir kez salât ve selam getirene Allah Teâlâ’nın on kere salât getireceği söylenir. Demek ki her kim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e salât ve selam getirmezse; Allah Teâlâ’nın salâtından kendini mahrum bıraktığı için nefsine karşı cimrilik yapmış demektir. Bir kez salâvat getirdiğinde, Allah Teâlâ ona on kez ya da daha fazla salât getirecektir.

Tavsiye

Allah Teâlâ rızası için bir şeyden çıktığında veya ondan uzaklaştığında, bir daha ona dönme. Allah Teâlâ’ya söz verip ahdettiğinde onu bozma, verdi­ğin sözü ihlal etme, geçersiz kılma; hayırlı bir nedenle bile olsa, sözünü bozma! Verdiğin sözü bozmanı gerektiren böyle bir düşünce şeytanî bir düşüncedir. Sen hem Allah Teâlâ’ya verdiğin sözü yerine getir, hem de bi­rincisini yerine getirmesen bile şeytanın sana getirdiği düşünceden baş­ka bir hayır yap! Şeytanın maksadı verilmiş sözden sonra Allah Teâlâ’ya ver­dikleri sözü bozanların niteliğini sana kazandırmaktır.

Sıla-i rahim yapman gerekir. Sıla-i rahim Rahman’ın dalıdır. O sa­yede bizimle Allah Teâlâ arasında bağ ve nesep gerçekleşir. Kim sıla-i rahim yaparsa, Allah Teâlâ onu kendine kavuşturur; kim onu keserse, Allah Teâlâ da onu kendinden uzaklaştırır. Bir konuda seninle istişare edilirse, hiç kuşku­suz, istişare eden kişi sana emniyet duymuştur, sen de bu emniyete kar­şı hainlik yapmamalısın. Evlilik hakkında seninle istişare edilirse, hak­kında soru sorulan hanıma dair bildiğin ve söylediğinde kişinin üzülme­sine yol açacak bilgiyi verebilirsin. Böyle bir hatırlatma kınanması gere­ken bir gıybet değildir. Kuvvetli vera sahibi olup da o kadın (veya er­kek) hakkında vereceğin bilgi nedeniyle gönlünde sıkıntı oluşacaksa, kötü olduğunu bildiğin hususu söylememelisin. Buna mukabil genel bir ifade söyleyebilirsin. Misal olarak ‘sizin onunla evlenmeniz uygun de­ğildir’ diyebilirsin ve bu kadar açıklama kâfidir. Senin gözünde o kadı­nın kınanmasına yol açan durumun -hal karinelerine bakarakonunla evlenmek isteyenlerin gözünde bir sorun teşkil etmediğini anlarsan, on­lara vaziyeti bildirmemek (istişarede) hainlik anlamı taşımaz. Çünkü senin kötü gördüğün o vasıf ve durum, onunla evlenmeye niyetlenmiş kimsenin gözünde kötü değildir. Böyle bir tavır insanların hallerini bilmeye bağlıdır. Böyle bir durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in hadislerinin isnat zincirleriyle ilgili bir hadisede geçer. Ahmed b. Hanbel Yahya b. Main’e şöyle demişti: ‘Gel! Allah Teâlâ yolunda dedikodu yapalım.? Binaenaleyh isti­şare edilen kişi güvenilir olmalıdır.

Altın ve gümüş kaplarda yemekten ve içmekten sakınmalısın. Etra­fına şarabın veya haram bir yiyeceğin konduğu herhangi bir sofraya oturmaman lazımdır. İpek elbise ve altın kullanmaktan sakın. Bunlar erkeğe yasakken kadına helaldir. Seni üzen bir rüyanın ardından uyan­dığında, üç kere soluna tükürerek ‘gördüğüm rüyanın şerrinden Allah Teâlâ’ya sığınırım’ de! Sonra da rüya esnasında üzerine yattığın tarafı değiştire­rek başka bir yanın üzerinde yat. Gördüğün kötü rüyayı ise anlatmamalısın. Kötü rüyayı anlatmazsan sana zarar vermez. Öyle bir rüyayı içinde sakla ki, delilini görebilesin. İnsanların çoğu öyle bir rüyadan Allah Teâlâ’ya sığınsalar bile gördüklerini konuşurlar ve anlatırlar. Bir rivayette rüya­nın kuşun ayağına bağlı olduğu söylenmiştir; anlatlınca bağdan çözü­lür.

Güzel koku kullanman gerekir, güzel koku kullanmak sünnettir. Erkekler kokusu yayılan fakat rengi gizlenen kokuları tercih etmelidir. Kadın ise kokusu gizli fakat rengi açık bir koku kullanmalıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in hadisi bunu böyle beyan eder. Her namaz ve abdest için veya evine girerken misvak kullanman gerekir. Misvak ağzı temizlerken Rabbin rızasını kazandırır. Bir hadiste şöyle denilir: ‘Misvakla kılınmış bir namaz misvaksız kılınan namazdan yetmiş kat daha sevaplıdır.’ Ha­disi et-Terğibfi-Fedaili’l-A’mal isimli kitabında İbn Zencevi aktarır. Kötü yemin etmekten uzak durman gerekir. Çünkü öyle bir yemin insanı gü­naha batırır. İnsanlar böyle bir yeminin kefareti hakkında görüş ayrılı­ğına düşmüşlerdir. Bir kısmı onu yeminlerin kefaretine katmışken bir kısmı öyle bir yeminin kefareti olmadığını söylemiştir. Kastedilen üze­rinde vacip olan başkasına ait bir hakkı ihlal etmeni sağlayan yeminler­dir. Burada hakkın zorunluluğu hakkında kendisini inceleyip derinden kavrayanın anlayabileceği ince ve sırlı bir mesele vardır: Acaba Hakk ne zaman ve hangi özellikte zorunlu olur? Bunu insanlara açıklamamı en­gelleyen husus kötülüğün önüne geçmek arzumdur. Aksi halde cahil in­san bu konuda tevile kalkar ve bizim zikretmiş olduğumuz kısmı aşar, farkında olmadan günaha düşer. Çünkü fakihler işaret ettiğimiz veya söylediğimiz bu yönün farkına varamamışlardır.

Kur’an-ı Kerim üzerinde tartışma yapmaktan sakınmalısın. Öyle bir davranış -hadis-i şerifin buyruğuylaküfür addedilmiştir. Kastedilen Kur’an-ı Kerim’in hadis veya kadim midir veya Mushaflarda yazılmış ve telaffuz edilerek okunmuş kısmıyla Allah Teâlâ’nın kelamı mıdır, değil midir? tartışmasıdır. Böyle bir konuda konuşmak ve söz söylemek Allah Teâlâ’nın ayetleri hakkında tartışmak demek iken aynı zamanda Kur’an-ı Kerim hakkında cidal ve tartışmak anlamına gelir. Böyle bir tartışma ‘Allah Teâlâ’nın ayetleri hakkında tartışanları gördüğünde başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir364 ayetine eleştirilen tartışmaya dahildir. Onların ko­nuşmasını ‘söz’ diye ifade etmiştir, hâlbuki hakkında konuştukları şey Kur’an’dır. Kur’an’ın dışında ayetleri kastetmiş olsaydı, hiç kuşkusuz, ayet zamirini veya ayetler (dişi zamir) ifadesini kullanırdı. Demek ki eril zamir kullanmış olmasının Kur’an ayetlerini kastetmenin dışında bir an­lamı yoktur. Kur’an Allah Teâlâ’nın haberiyken haber de söz demektir. Ayette ‘Onlara zikir geldiğinde’ ve ‘Biz zikri indirdik365 demiştir. Zikir söz de­mektir.

Tavsiye

Yapabildiğin ölçüde öfkeni tutmaya çalış; öfke şeytandandır. Öfkeliysen sesini yükseltme, o da şeytandandır. Namazda hapşırmak şeytan­dan iken namazın dışında şeytandan değildir. Falcılıktan uzak dur, kas­tedilen taşlarla oynamaktır. Şâir şöyle der:

Yemin olsun ki taşlarla oynayanlar bilmiyor Uğursuzluk sayanlar da bilmiyor; Allah Teâlâ ne yapacak onlara!

Bir şeyi uğursuz saymak veya falcılıktan sakınman gerekir. Falcılık ve uğursuz saymak kötülük olarak insana yeter. Buna mukabil tefe’ül yapabilirsin. Tefe’ülü olumsuz saymak ise insana zarar verir. Mescide tükürme! Farkında olmadan yapmışsan üzerini ört (onu temizle). Tü­kürmek üzere veya abdest bozmak üzere kıbleye yönelme. Küçük veya büyük abdesti bozmak üzere de kıbleye dönme. Kıbleye saygı göster­mek peygamberlik adabındandır. Yemeğe niyetlendiğinde, yemeden önce ve sonra ellerini yıkamalısın. Yemekten sonra bir de ağzını çalkamalısın. Cariyen veya kölen olduğunda onlara karşı iyi davranmalısın; güçleri yetmeyecek işlerle onları sorumlu tutmamalısın. Öyle bir işle so­rumlu tuttuğunda ise kendilerine yardım etmelisin; çünkü ‘köleler kardeşlerinizdir’. Sadece Allah Teâlâ onları sizin mülkünüz haline getirmiştir, yoksa herkes Adem’in oğullarıdır. Bu itibarla köleler bizim kardeşleri­mizdir. Köleler hakkında Allah Teâlâ’nın (hukukunu) gözetmelisin. Bilmelisin ki, sen de kıyamette kölelerden dolayı hesaba çekileceksin. Suç karşılı­ğında birini cezalandırırsan, bilmelisin ki, Allah Teâlâ kıyamette köleyi ve efendiyi önüne alacak, işlediği suça ve efendinin suça verdiği cezaya karşı her ikisini hesaba çekecektir. Suç ile ceza birbirine denk ise ta­mam; ceza suçtan fazlaysa, köle adına efendiden hakkını alacaktır. Böy­le bir durumda üç kırbaçtan fazla ceza vermemen gerekir. Daha artır­man gerekirse, en çok ona kadar çıkabilirsin. Allah Teâlâ’nın belirlediği cezaları uygulamada artış söz konusu olamaz, onun sayısını Allah Teâlâ belirlemiştir, sen o sayıyı aşamazsın. Bir suça karşılık köleyi bağışlamak, senin için daha uygun ve ihtiyadı bir davranıştır.

Bir kavmin evine girerken üç kez izin istemen lazımdır; izin verilir­se girer, verilmezse dönersin. Seni fark etmedikleri bir yönden, kardeşi­nin evine bakmaman gerekir. Öyle bir yerden kardeşinin evine bakınca, içeri girmiş sayılırsın. Hâlbuki izin, görmekle ilgili olarak emredilmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey iman edenler! İzin verilinceye kadar başkalarının evlerine girmeyin.’366 Başka bir ayette şöyle denilir: ‘Size, izin verilene ka­dar evlere girmeyin. Geriye dönün denildiğinde de geriye dönün.’367 Hadis­te izin talebinin üç kez olacağı zikredilmiştir. İzin verilirse içeri girersin, yoksa geriye dönmek gerekir. Hayvanın boynuna zil takmaktan sakın! Zil takılı bir hayvandan melekler kaçarlar. Bu konuda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden gelen bir hadis vardır. Mekke’de İbnu’l-Esad denilen ve Ebu

Medyen’in arkadaşlarından olan keşif ehli biri vardı. Becaye’de Ebu Meyden ile arkadaşlık yapmıştı. Bir gün tavaf ederken meleklerin de in­sanlarla beraber tavaf ettiğini müşahede etmiş. Onlara bakarken melek­ler bir anda tavafı bırakmış, sürade Kâbe’nin dışına çıkmışlar. Bunun sebebini anlamamış. Bir anda Kabe’de hiçbir melek kalmamış. Biraz sonra boyunlarında ziller takılı olan develerin insanlara su vermek üzere çobanlarıyla beraber Kabe’ye girdiklerini görmüş. Develer dışarıya çık­tıklarında melekler tekrar geri dönmüş. Zilin şeytanın çalgı aleti olduğu aktarılmıştır.

Sana yapacağım bir tavsiye de kendini Allah Teâlâ’ya satarak cehennem­den azat olmanı sağlamandır. Bunu ancak yetmiş bin kere ‘La-ilahe il­lAllah Teâlâ’ diyerek yapabilirsin. Yetmiş bin kere bu cümleyi söylediğinde, Allah Teâlâ onun karşılığında seni cehennemden azat eder. Veya kimin adına bu zikri yaparsan Allah Teâlâ onu cehennem ateşinden azat eder. Bu konuda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen bir rivayet vardır. Ebu’l-Abbas Ahmed b. Ali b. Meymun b. et-Tevzeri -ki Kastalani diye bilinirMısır’da bu konuda bana şöyle demişti: Şeyh Ebu’r-Rebi’ el-Kefıf el-Malikî bir yemek sofrasındaydı. Bu zikri yapmış, fakat kimseye bağışlamamıştı. Sofrada onlar­la beraber salihlerden keşif sahibi bir delikanlı varmış. Delikanlı elini yemeğe uzattığında ağlamaya başlamış. Oradakiler ‘niçin ağlıyorsun?’ diye sorduklarında şöyle demiş: ‘Cehennemi görüyorum, annemin ora­da olduğunu görüyorum. Bu nedenle yemekten elimi çektim ve ağla­maya başladım.’ Şeyh Ebu’r-Rebi’ şöyle demiş: ‘İçimden şöyle dedim: Allah Teâlâ’m kelime-i tevhidi yetmiş bin kez söylediğim sana malumdur. Okuduğum kelime-i tevhidi bu delikanlının annesinin ateşten azat ol­ması için bağışlıyorum.’ Bunu içimden söylemiştim. Çocuk hemen şöy­le dedi: ‘Allah Teâlâ’ya şükür! Annemin cehennemden çıktığını gördüm, fakat niçin çıktığını bilmiyorum.’ Çocuk muduluk içinde oradakilerle beraber yemeye başladı. Bu çocuğun keşfiyle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in hadisi benim için sahih olduğu gibi hadis sayesinde de çocuğun da keşif sahibi oldu­ğunu öğrenmiş oldum.’ Ben bu hadise göre amel ettim. Hadisin bere­ketini eşim öldüğünde kendisinde tecrübe ettim.

İnsanların arasını bulman lazımdır; ara derken kastedilen ayrılıktır. İnsanların arasını bulmak Kitap’ta belirlenmiş bir iyilik ve hayırdır. Allah Teâlâ bunu teşvik etmiş, hatta kâfirler barışa yöneldiklerinde barışı kabul etmeyi Müslümanlara emretmişlerdir. Hal böyleyken birbirlerine küsen Müslümanları barıştırmak daha önemlidir. Ara bozmaktan sakınmalı­sın; kastedilen birliktir. Böyle bir davraniş günahtır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem (berber anlamına da gelen halika) bozgunculuğun iyilikleri tükettiğini bildirir. Berber saçları kestiği gibi bozgunculuk da iyilikleri keser ve yok eder. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sizin aranızı bölmüştür.’36* Burada ‘ara’ derken kastedilen vuslat ve beraberliktir. Bu itibarla ara kelimesi dilde zıt an­lamlı kelimelerden birisidir.

Dostum! Kölene yediğinden yedir, giydiğinden giydir, onun değe­rini gözet, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in onlar hakkında söylemiş olduğu sözü dik­kate al. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Onlar sizin kardeşlerinizdir, Allah Teâlâ onları sizin kudretinize vermiştir’ der. Bir kardeşi tasarrufunun altında bulunan in­san kardeşine yediğinden yedirir, giydiğinden giydirir. Beden sağlığını ve dünya işlerinden uzak kalmayı bir nimet saymalısın. Allah Teâlâ’nın sana ih­san ettiği iki nimeti (boş vakit ve sağlık) Allah Teâlâ’ya itaatte kullanman gere­kir. Beden sağlığının veya dünya gamlarından zihninin boş olmasının gayesi, Allah Teâlâ’ya itaat etmek, O’nun kurallarını uygulamak olmalıdır; aksi halde sağlık ve boş vakit aleyhine delildir. Allah Teâlâ’nın senin hasmın olma­sından sakın. Her sabah yüz kere şu zikri söylemelisin: ‘Subhanallahi ve bihamdihi Subhanallah el-azim (Allah Teâlâ’yı tenzih ederim, O’na hamd ede­rim, Allah Teâlâ’yı tenzih ederim, O yücedir.)’ Bu zikir, üzerinde günah bı­rakmaz.                    .

Tavsiye

Organlarını muhafaza etmen ve gözetmen gerekir. Organlarını ba­şıboş bırakmak, kalbi yoran bir iştir. Şöyle ki: İnsan organlarını serbest ve başıboş bırakıncaya kadar rahatlık içindedir. Bazen insan güzel bir surete bakar, kalbi surete bağlanır, o suretin sahibi ise kendisine ulaşı­lamayacak şekilde izzet sahibi olabilir. Bu durumda öyle birini sevmek, insanı uykusuz bırakır, artık Mutlu ve rahat bir hayatı kalmaz. Bu hal helal bir şeyde böyleyken kendisine bakmanın helal olmadığı birine ba­kınca durum nasıl olabilir? Bu nedenle Allah Teâlâ bize organları kayıt altına tutmayı emretmiştir. Gözlerin zinası bakmak, dilin zinası yasaklanmış şeyleri konuşmak, kulağın zinası yasaklanan bir söze kulak vermek, elin zinası tutmak, ayağın zinası yürümektir. Bu itibarla her organın zinası kendisine yasaklanmış fiilin peşinde gitmektir. Yasaklanmış fiili yerine getirmek ise cinsel organın zinası diye isimlendirilir. Bu itibarla bazı kimseler şöyle der: ‘Beni tehlikelere düşüren dilimdir.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘İnsanların çeneleri üzerinde ateşe düşmelerinin sebebi dille­rinin ürünleridir.’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘O gün dilleri, elleri ve ayakları yaptık­ları hakkında şahitlik eder.’369 Mesela el şöyle der: ‘Beni şu işte kullandı.’ Yani tutulması haram bir işte haksız yere beni kullandı. Ayak aynı sözü söylediği gibi dil, göz ve bütün organlar aynı sözü söyler. ‘Hiç kuşkusuz kulak, göz, kalp hepsi mesuldür.’370 İmam Müslim Muhammed b. Ebu Amr’dan, o da Süfyan’dan, o da Süheyl b. Ebu Salih’ten, o da babasın­dan, o da Ebu Hureyre’den aktarmıştır. Ebu Hureyre şöyle der: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e kıyamet günü ‘Rabbimizi görecek miyiz?’ diye soruldu. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle cevap verdi: ‘Canımı elinde tutan Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki Rabbinizi görürken birbirinize rahatsızlık vermeyeceksiniz. Allah Teâlâ kula der ki: Ben sana ikramda bulunmadım mı? Seni efendi yapma­dım mı? Evlendirmedim mi? Sana atlar, develer amade kılmadım mı? Kul şöyle der: Evet, ya Rabbi! Allah Teâlâ şöyle der: Bana kavuşmayacağını mı zannettin? Kul şöyle cevap verir: Sana, kitabına ve peygamberlerine iman ettim, namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim, gücüm yettiği kadar iyilik yaptım. Allah Teâlâ şöyle der: ‘İşte onlar buradadır.’ Sonra ona şöyle der: ‘Şimdi sana bir şahit göndereceğiz.’ Kul içinden ‘Bana karşı şahitlik edecek kimdir?’ diye düşünür ve bu konuda bir karara varamaz. Sonra topuğuna ‘konuş’ denilir. Konuşmaya başlar. Sonra eti ve kemik­leri yaptıkları hakkında şahitlik ederler. Bu sayede kendi nefsi hakkında mazeret beyan eder. Öyle biri Allah Teâlâ’nın gazap ettiği bir münafıktır.’ Dünyanın durumunu anlatan bir hadiste şöyle denilir: ‘Kişiye ailesinin yaptığını kırbacının ve ayakkabısının bağı haber vermeden kıyamet kopmaz.’ Bunu yorumlarken şöyle denilir: ‘İnek hadisesinde İsrail oğul­ları arasında öldürülmüş birine Allah Teâlâ’nın hayat verdiği zikredilir. Ölüye ineğin bir parçasıyla vurulmuştur. Bu durum ‘Ona bir parçasıyla vu­run371 ayetinde ifade edilir. Hâlbuki Allah Teâlâ o parçayı belirlememiş ve te­sadüfen topuğuyla ölüye vurmuşlardır. Kardeşim! Deri ve organların aleyhinde şahitlik edeceği günden sakınmalısın. Kendine karşı ölçülü ve insaflı ol, Allah Teâlâ katında sana teşekkür edecekleri şekilde organlarına öl­çülü davran! Biz bu durumu içerisinde bulunduğumuz hallerde dünya hayatında açık bir şekilde müşahede ettik. Başka bir ifadeyle organların konuşmasını açıkça gördük. Kul dince helal olmayan işlerde onları kul­landığında organ kendisine şöyle der: ‘Ey adam! Bunu yapma! Beni sa­na yasaklanmış bir işi yapmaya zorlama, kıyamet günü senin aleyhine şahitlik edeceğim. Beni aleyhine değil, lehine şahitlik yapacak birisi kıl, bana iyi ve ahlaka göre davran.’ Adam gaflet halinde olur ve bu sözleri duymaz. Bir fiil kendinden meydana geldiğinde organ şöyle der: ‘Rab­bim! Ben bu adamı engellemeye çalıştım, o ise beni dinlemedi. Allah Teâlâ’m! Onun benim vasıtamla işlemiş olduğu günahtan ve hatadan sa­na sığınırım. Her durumda organları serbest bırakmak, kalbin yorulma­sına vesiledir. Çünkü Allah Teâlâ seni senin için yaratmış, senden de kendine ayırdığı kısmı kalbin yapmıştır. Bir kalp imanlı, veralı ve temiz iken O’nu sığdırabileceğini söylemiştir. Organlarının tasarruflarıyla kalbini meşgul ettiğinde, Hakkın sende kendisine ayırdığı organ hakkında gazaplandığı kişilerden olursun. Hakka haksızlık etmekten daha büyük bir zulüm olabilir mi? Binaenaleyh Hakkı hasmın yapma! Susturucu delil Allah Teâlâ’ya ait olduğu gibi Allah Teâlâ onu bildirmiş, her bakımdan yaratıklarına karşı susturucu delilin nasıl ortaya çıkacağını bana göstermiştir. Bunun açıklaması bilginin maluma tâbi olmasıdır. Bunu anlamalısın, daha açık bir ifade mümkün değildir.

Tavsiye

Her namazda ya ezan okumalısın veya ezan okuyan müezzinin söz­lerini tekrarlaman gerekir. Ezan okuduğunda, sesini yükseltmelisin. Çünkü kıyamet günü sesinin ulaştığı yerlerdeki yaş ve kuru her şey mü­ezzin lehine şahitlik edecektir, insan ezanda bulunan nimeti bilseydi, onu asla terk etmezdi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘İnsanlar ezan okumak ve birinci saftaki sevabı bilselerdi, onu paylaşabilmek için arala­rında kura çekerlerdi. Hicretteki sevabı bilselerdi, bu konuda yarışırlar­dı. Sabah namazındaki sevabı bilselerdi sürünerek bile olsa ona gelirler­di.’ Bir insan ezan okumaz fakat ezanı duyarsa, müezzinin söylediklerini söylemelidir. Müezzin bitirdikten sonra her kelimesinde ezanı tekrarlar­sa, bu dinleyici huzur ve huşuyla sözleri söylemiş olur. Bir gün ezan okuyordum. Ezanda her cümleyi okuduğumda, Allah Teâlâ gözümden per­deyi kaldırdı ve gözümün gördüğü yerlerde bulunan hayırları müşahe­de ettim. O esnada büyük bir hayır ve iyilik gördüm. Akıl sahibi insan­lar onu görselerdi, her kelime karşılığında kendilerinden geçerlerdi. Ba­na şöyle denildi: ‘Bu görmüş olduğun hayır ezanın sevabıdır.’ Dinleyi­ciye müezzin ezanı okurken her kelimeden sonra sözlerinin benzerini söylemesini tavsiye ederiz ve bunu doğru buluruz. Tirmizi, İbn Veki’den, o da İsmail b. Muhammed bCuhade’den bir hadis aktarmış­tır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilir: ‘Kim la-ilahe illAllah Teâlâ, Allah Teâlâu ekber (Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, Allah Teâlâ pek büyüktür)’ derse, Rabbi onu tasdik ederek şöyle der: ‘Benden başka ilah yoktur, Ben tek büyük olanım.’ Kim ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, yalnızca O ilah’tır* derse Allah Teâlâ şöyle der: ‘Benden başka ilah yoktur, sadece Ben ilahım.’ Bir kişi ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, O’nun ortağı yoktur5 derse, Allah Teâlâ şöyle der: ‘Benden başka ilah yoktur, benim ortağım yoktur.’ Kim ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, mülk ve hamd O’na mahsustur’ derse, Allah Teâlâ şöyle der: ‘Benden başka ilah yoktur, mülk ve hamd bana mah­sustur.’ Kim ‘La ilahe illAllah Teâlâ ve la havle ve la kuvvete illa billah (Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, O’ndan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur)’ derse, Allah Teâlâ şöyle der: ‘Benden başka ilah yoktur, benden başka güç ve kuvvet sahibi yoktur.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hadisin devamında şöyle der: ‘Kim Allah Teâlâ’yı razı ederek bu sözü söylerse cehennem onu yakmaz.’

Ezan emri hakkında akıllı insanın şunu bilmesi yeterlidir: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem müezzinin sesini duyanların onun söylediklerini tekrarlamasını emretmiştir. Böyle yapmak ezan kabul edilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bu em­ri ve teşviki, müezzini tekrarlayanın aynı sevabı alacak olmasından kay­naklanır. Ezanı tekrarlarken insan kendisine ezanı öğretir ve ezanın su­retiyle Rabbini zikretmiş olur. Demek ki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem insana pek çok hayrın bulunduğu bir işi emretmiştir. Ezanı en kâmil rivayete ve zikri en çok olan ifadeye göre okumak gerekir. Çünkü sevap zikrin ço­ğalmasıyla artar. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’yı çokça zikreden erkek ve kadın­lar..’372 Başka bir ayette ‘Allah Teâlâ’yı çokça zikredin373 denilir. Bir rivayette şöyle denilir: ‘İnsan çöl bir yerde bulunup yanında kimse bulunmadığı halde namaz vakti girerse ezan ve kamet getirir. Ezan okuduğunda, dağlar kadar melekler arkasında saf tutarak namaz kılarlar. Bir insanın cemaati böyle müminler iken onun duası icabetsiz kalır mı? Biz de in­sanların kendisinden habersiz kaldığı böyle davranışları yapmanı tavsiye ederiz. Akıllı insan Allah Teâlâ katında sürekli bir hayrın bulunduğu böyle iş­leri yapmaktan habersiz kalmaz. Bunları yapmak insanın kendisine merhameti demektir. Allah Teâlâ insanın kendisine merhamet etmesini başka­sına merhametten daha büyük bir iş saydığı kadar kendine eziyet etme­ni de başkasına eziyetten daha büyük bir günah saymıştır. Başkasını öl­dürenin durumu Allah Teâlâ’ya kalmıştır; dilerse affeder, dilerse cezalandırır, dilerse bağışlar. Kendini öldüren, yani intihar eden hakkında Allah Teâlâ şöy­le der: ‘Ona cenneti haram kıldım.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Merha­met edenlere Rahman merhamet eder.’ Kim kendine merhamet ederse, hidayet yolunu tutmuş, nefsiyle hevanın arasına girmiş olur. Allah Teâlâ öyle birine sınırsız ve hadsiz bir şekilde özel rahmetiyle merhamet eder. Çünkü o kendine en yakın komşu olan nefsine merhamet etmiş, başka bir ifadeyle Allah Teâlâ’nın kendisinde onu yaratmış olduğu surete merhamet göstermiş, komşuluk hakkı ile (ilahi) sureti gözetmek şeklinde iki gü­zelliği ve hayrı birleştirmiştir. Nefsinin dışındaki her komşu, senden daha uzaktır. Bu nedenle insan duaya önce kendisinden başlamalıdır. Bunun bir sebebi kendi hakkını gözetmesinin gerekliliğiyken diğer bir sebep başkasına dua edenin içinde başkasının ona muhtaç olacağı hak­kında bir duygunun teşekkül etmesidir. Bu itibarla insan başkasına dua ederken kendisinin muhtaç olduğundan habersiz kalabilir, bazen nefsi­ne bu sebeple beğenme ve böbürlenme duygusu gelebilir; bu da büyük bir hastalıktır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem duada insanın önce kendisiy­le başlamasını emretmiş, kendisinin muhtaç olduğunu öğrenmesini te­min etmiştir. Böylece başkasının ona muhtaç olduğu duygusu, kendini beğenmek ve başkası üzerinde minnet sahibi olma duygusu ortadan kalkar. Ardında muhtaç ve temizlenmiş bir halde başkasına dua eder.

Bu nedenle kulun duaya kendisinden başlayıp ardından başkasına dua etmesi gerekir. Böyle bir dua kabule daha yakındır. Böyle bir dua zorunluluk ve kulluğu ifade etmede daha halisane sayılır. İnsanlar mese­leye böyle bakmaktan habersiz kalmışlardır. Anne babadan daha çok Hakk sahibi veya bir mümin üzerinde peygamberlerden daha Hakk sahibi kimse olabilir mi? Bununla beraber dua edene Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem önce kendisini zikretmesini emretmiştir. Hz. Nuh şöyle der: ‘Rabbim! Beni ve anne babamı bağışla, iman ederek evime giren erkek ve kadınları bağış­la.’374 Hz. İbrahim şöyle demiştir: ‘Beni ve çocuklarımı koru.’375 Hz. İb­rahim önce kendisini zikretmiştir. ‘Rabbim! Beni namaz kılanlardan et, Zürriyetimden de.’376 Başka bir ayette ‘Rabbim! Beni, anne ve babamı, müminleri hesap gününde muhafaza et377 denilir. Burada da önce kendi­sinden başlamıştır. Başka bir ayette ‘Onlar Allah Teâlâ’nın hidayet ettiği kimse­lerdir, sen onların hidayetlerine uy378 denilir. Sana kıyamet günü Allah Teâlâ katında içerdiği sevaplar nedeniyle ezan okumayı tavsiye ederim. Müez­zin kıyamet günü boyları en uzun kimselerdir. Bütün insanlardan farklı olarak o gün müezzinlerin boyları uzatılır. Onlar Allah Teâlâ’nın ezanlarına karşılık olarak ihsan edeceği nimederi ve iyilikleri görmek üzere boyun­larını uzatırlar. Bu yorum kastedilenin uzunluk anlamındaysa geçerlidir. Kelime ihsan anlamında da olabilir. Bu durumda müezzinler en faziletli kimselerdir. Boyun cemaat anlamında da olabilir. Bu durumda müez­zinler cemaat bakımından en faziletli kimselerdir. Bu kelimeyi hemze­nin kesre okunmasıyla (ifdal şeklinde) rivayet edenlere göre ise ‘görmüş oldukları hayır nedeniyle müezzinler en ahlaklı ve insanlara karşı ihsan sahibi’ olan kimseler sayılır. Çünkü müezzin vakitleri muhafaza eder. Bu itibarla müezzin namazın vaktinin girmesiyle birlikte süratle namaz vaktini bildirir ve onun görevi vakti gözetmektir.

Tavsiye

Vali olduğunda insanlar arasında hakkı uygula ve ‘hevaya uyma. Seni Allah Teâlâ’nın yolundan dalalete düşürür.’ Allah Teâlâ’nın yolu peygamberlerin dilleriyle ve kitaplarında kullarına şeriat yaptığı yoldur. ‘Allah Teâlâ’nın yolun­dan saptıranların hesap gününü unutmalarına karşılık büyük azapları var­dı r.’379 Allah Teâlâ kendisinde nefislerin hesaba; çekilmemiş olduğu dünya gü­nünü bildirmiştir. Çünkü ayette geçen unutmak terk etmek demektir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Nefislerinizi hesaba çekilmezden önce hesa­ba çekiniz.’ Allah Teâlâ bana bu hususta 586 senesinde İşbiüye’de büyük bir müşahede gösterdi. Dünya günü aynı zamanda din günü demektir. Ya­ni cezaların tatbik edileceği ceza günü de demektir. ‘Onlara yaptıkları­nın bir kısmı tattırılır ki, belki geri dönerler.’380 O da cezanın ta kendisi­dir; bu, günahkâr kul hakkında ahiret cezasından daha iyi ve üstündür. Çünkü dünya cezası hatırlatıcıdır ve o amel günü demektir. Ahiret ise öyle değildir. Bu nedenle dünya hakkında ‘belki dönerler381 denilir. Yani tövbe ederek Allah Teâlâ’ya dönerler. Demek ki ceza günü ahiret günü demek iken aynı zamanda dünya günü demektir. Bu itibarla onun dünya günü olması daha faydalıdır. Hakka göre hüküm ver! Allah Teâlâ kulları için belir­lediği şeriata göre dünyada hakka göre hüküm vermişken ahirette de buyruğuyla hakka göre hüküm verir. Bu itibarla dünyada üç kadı var­dır, bunların birisi cennete, ikisi cehenneme gider.

Allah Teâlâ basiret gözünü açıp ‘tövbe’ denilen bir dönüşle Hakka rücu etmeyi nasip ettiğinde, sana tavsiyem, üzerinde bulunduğun hali dikkade incelemen ve bu esnada üzerinde bulunduğun hayır ise ondan ayrılmamandır. Bir vali isen valililiğini sürdürmelisin; bekâr isen o halde kalmalısın; eşin varsa onu boşama, ailenle beraber yaşamaya devam et. Sonra yapmakta olduğun hayra göre Allah Teâlâ’dan sakınarak amele başla! Allah Teâlâ’nın her durumda kendisine açılan bir yakınlık kapısı vardır. O ka­pıyı çal ki, kapı açılsın. Kapının hayrından kendini mahrum bırakma. Hallerin en azı günah işlediğin bir vakitte üzerinde bulunmuş olduğun halde bulunmalıdır. O hal üzere sabit kalırsan, içinde bulunduğun hal seni över ve metheder. Ondan ayrılırsan, lehinde değil, aleyhinde şahit­lik eder, çünkü senden bir hayır görmemiştir. Burada herkesin dikkat çekmediği ince ve latif bir anlam vardır, şöyle ki: Halin senin için ancak gördüğüne göre şahitlik eder; hayır görürse hayra göre ve lehinde şa­hitlik eder. Zikretmiş olduğum meşru hayrın bulunduğu işlere ulaş­maktan mahrum kalmayasın! Burada üzerinde bulunduğun mubah hal­leri kastediyorum. Çünkü tövbe günahlardan hakka dönmek demektir, içinde Allah Teâlâ’ya yaklaşma niyeti taşımadığın herhangi bir harekette bu­lunmaktan sakın. Mubah bir işi işlerken onu Allah Teâlâ’ya yaklaşma niyetiyle yapmalısın; o niyet o işin mubahlığına inanmandır. Bu nedenle onu yapmışsan onun karşılığında sevap kazanırsın. Günahı işlerken bile onun günah olduğuna inanarak niyet sahibi olmalısın. Onun günah ol­duğuna inanman nedeniyle sevap alırsın. Bu nedenle müminin günahı kendisine salih bir amel katışmaksızın hiçbir zaman saf bir günah ol­maz. Ona katışan salih amel, onun günah olduğuna inanmaktır. Böyle hareket edenler haklarında ‘Başkaları günahlarım itiraf ederler, ona salih amel ve günah katıştırırlar382 denilen kimselerdir. Günaha salih amelin katışması budur. Burada salih amel o amelin günah olduğuna iman et­mek demektir. ‘Umulur ki’ ifadesi Allah Teâlâ için kullanıldığında zorunluluk bildirir. Böylece Allah Teâlâ’nın rahmeti onlara döner. Allah Teâlâ kendisine katışan iman nedeniyle söz konusu günaha mağfiret eder. Burada ‘umulur ki’ ifadesi Hakkın rahmetiyle onlara dönmesi demektir, yoksa onların Allah Teâlâ’ya dönmesiyle ilgili değildir. Çünkü başka yerde olduğu gibi burada Allah Teâlâ onlar için tövbe zikretmemiştir. Allah Teâlâ başka bir yerde mesela ‘on­lar da tövbe etsin diye kendilerine döndü’ demiştir. Burada onların töv­beleri zikredilmemiş, başka bir hüküm getirilmiştir. Ayette sadece Allah Teâlâ’nın onlara dönüşü zikredilmiştir.

Sana tavsiyelerimden birisi de bir meclisi aktarırken veya otorite sahibi birine söz söylerken sadece doğru söz söylemendir. Tirmizi Huzeyfe’den o da başkalarından -ki kuşkuya kapılan benimbir hadis akta­rır. Bir adam kendisine uğramış, adamın bir hadiseyi bildirdiği kendisi­ne söylenmiş. Şöyle demiştir: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem cennete katat giremez demiştir.’ Ebu İsa şöyle der: Hadiste geçen katat söz taşıyan demektir. Bir insan seninle konuşur ve sağına ve soluna bakarak başkasının söyle­diklerini duymasından çekinirse, o sözün sana tevdi edilmiş bir emanet olduğunu bilmelisin. Öyle bir sözü başkasına söyleyerek emanete hain­lik etmemelisin. Hainlik edersen emaneti ehli olmayana vermiş ve ulaş­tırmış, zalimlerden olmuş olursun. Meclislerin emanete dayandığı sabit­tir. Benim sana tavsiyem otorite sahibine kötü söz taşımamandır. Öyle bir davranış laf taşımaktır ve Allah Teâlâ ‘laf taşımak ne kötüdür383 der.

Bu tavsiyelerden birisi de neseplere sövmekten rıkınmandır. Bir şahıs ile yatağın sahibi olan babası arasına girmemen gerekir. Şâri’nin bu konudaki buyruğu nedeniyle, böyle bir davranış o kişiye küfür de­mektir. Ezan vaktinde duayı, dua vaktinde ise vakitleri gözetmelisin. Aynı şekilde savaş vaktinde, namazın başlangıç vaktinde duayı gözetlemetisin.. Dua derken kastedilen de talep edilen hususta Allah Teâlâ’nın karşılık vermesidir. Bu itibarla kabul vesileleri pek çoktur. Bunlar zaman, me­kân ve halle sınırlı olduğu gibi dua ederken dile getirmiş olduğun zikir kelimesi de bu kapsamdadır. Çünkü bu dört husus duaya bitiştiğinde, duaya icabet edilir. Bunların arasında en güçlü olanı isim, sonra haldir. Allah Teâlâ’nın hakkının olduğu kadar yaratıkların hakkının da üzerinde bu­lunduğunu bilerek bu hakları gözetmen gerekir. Allah Teâlâ bu durumda iki sevap verir: Birincisi onun hakkını yerine getirmiş olman, diğeri de Allah Teâlâ’nın yaratıklarından birisinin senin üzerinde ortaya çıkan hakkını yeri­ne getirmek sevabıdır. Bir cariyen olsa ve onu terbiye edip güzelce eği­tirsen, büyük bir sevap kazanırsın. Onu azat edersen azatlık nedeniyle de büyük ve genel bir ecir elde edersin; onunla evlenirsen başkasıyla ev­lenmenden daha çok sevap kazanırsın. Bir mücahit gördüğünde, malı­nın bir kısmıyla ona yardım etmelisin. Sözleşmeli köle de öyledir. İffe­tini ve dinini korumak üzere evlenmek isteyen birine de yardım etmeli­sin. Böyle davranıp söz konusu kişilere yardım ettiğinde, onlara Allah Teâlâ’nın naibi olarak yardım etmiş sayılırsın. Çünkü öyle insanlara yardım etmek, hadisin buyruğuyla, Allah Teâlâ’nın üzerindeki bir haktır. Kim onlara yardım ederse, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’nın onlar için üzerine yazmış olduğu görevi ve vazifeyi yerine getirmiştir. Bu durumda ona ikram etme işini bizzat Allah Teâlâ üsdenir. Binaenaleyh kendisine yaptığın yardımla bir insan Allah Teâlâ yolunda mücahit olduğu sürece, kendi ücretinden bir şey eksil­meden sen de ücrette ve sevapta ortaksın. Aynı durum evlenen insana yardımda geçerlidir. Onun bir çocuğu doğup salih evlat olduğunda, ço­cuğu ve torunları nedeniyle de kıyamette Allah Teâlâ’nın katında bol bir sevap elde edersin. Öyle bir davranış sözleşmeli köle veya mücahide yardım etmekten üstündür. Çünkü insanları evlendirmek nafile hayırların en üstünüyken âlemi var etmedeki ilahi lütufla en yakın ilişkideki hayırdır. Ecir ve sevap nesebin bağıyla irtibatlı olarak yücelir.

Bilmelisin ki insan yoksulluk ve ihtiyaç özelliğinde yaratılmış oldu­ğu için aym zamanda dilenme ve isteme özelliğinde yaratılmıştır. Allah Teâlâ’nın seni yakînen rızıklandıracağına iman etmişsen, sana dönecek bir fayda veya sana inecek bir zararı uzaklaştırması için sadece O’ndan ta­lepte bulunmalısın. Bir kişi -yakınlık veya Allah Teâlâ’nın rızası dışında bir şey olmaksızınsadece Allah Teâlâ rızası için senden bir şey isterse, isteğini ver­men gerekir. Verdiğini de bir tek isteyen bilmelidir. Verdiğini de sade­ce kendisinin bildiğini ona söylemen gerekir; çünkü dilenirken kendi­sinde meydana gelen ezikliğe karşı bu bilgiyle durumunu düzeltir ve kı­rıklığını giderebilir. Bu istemenin bir fayda olduğunu bilmezse, kırılır. Kendisinin bilgisi olacak şekilde, onun isteğine ve talebine karşılık ver­men lazımdır. Onun isteği olmaksızın, halinden ihtiyacını anlarsan, böyle bir durumda hal ile ona isteğini vermeye çalış. O senin kendisine bir şey verdiğini bilmesin. Kendisi istemeden sen ona bir şey verirsen, hiç kuşkusuz, utanır. Özellikle mert veya daha önce zengin olan veya böyle bir alışkanlığı bulunmayan birisi olunca utanır. İki durum arasın­da ince ve hassas bir fark vardır. Birinci dilenci kendisine verdiğini bil­mezse mahcup olurken İkincisi verdiğini öğrenince mahcup olur. Mak­sat fakirden utanma ve mahcubiyeti gidermektir. Allah Teâlâ’dan gafil olanlar arasmda -seni tanımayacakları bir şekildeAllah Teâlâ’yı zikretmen gerekir. Arifin Rabbiyle yalnızlığı ve halveti budur. Bu durumda arif, iki uyu­yan arasında namaz kılana benzer.

Muhtacı suyun fazlasından mahrum bırakmaktan sakınmalısın. Ve­rirken de başa kakmaktan sakınmalısın. Verirken başa kakmak, çeşidi açılardan vereni bilmemek demektir. Bunlardan birisi, insanın kendisini nimetin sahibi olarak görmesidir. Öyle biri yaratılış ve varlık verme iti­barıyla nimeti kendisine ait görür. İkinci yön Allah Teâlâ’nın verdiği ve üze­rinde bulunan nimederde ilahi ihsanını unutmasıdır. Öyle bir insan elinde bulunana ötekinden daha çok muhtaçtır. Üçünciisü, vermiş ol­duğu sadakanın Rahman’ın eline düşmesidir. Meselenin başka bir yönü de bu konuda kendisine dönen hayır ve iyiliktir. O iyilik kendisine ait iken, o, kendisi için çalışmış ve iyilik yapmıştır. Hal böyleyken sadece kendisine ait bir şeyi ulaştırmış olmakla öteki insana karşı nasıl minnet duygusuna sahip olabilir ki? Rızkını ona ulaştırmamış olsaydı, farkında olmadığı yönden, emaneti ulaştırmamış saydırdı. Öyle biri bütün bunlan bilmemesi nedeniyle rızkını ulaştırdığı kimseye verdiğini başa ka­kar, amelini boşa çıkartır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Başa kakmak ve eziyet etmek­le sadakalarınızı boşa çıkarmayın.’384 Başka bir ayette ‘Müslüman olmala­rını başına kakarlar, de ki, müslümanlığınızı başıma kakmayın, Allah Teâlâ şük­redin ki size iman nasip etti385 denilir.

İmam olmanı uygun görmeyen bir cemaatin önüne geçerek na­mazda veya namazın dışında imamlık yapma! Fakat burada ince bir sır vardır, şöyle ki: Onların sende nahoş bulduğu ve hoşlanmadıkları özel­liği düşünmelisin. Şeriatın hoşlanmadığı bir özelliği kerih görmüşseler, imam olmaktan sakınmalısın; şeriatın onayladığı bir işi kerih görmüş­lerse, kerih görmelerine değer vermemen lazımdır. Onlar şeriatın sev­diği bir işi kerih görürlerse mümin sayılmazlar; mümin değilseler, dik­kate alınacak bir tarafları yoktur. Bu durumda onlar isteseler de dirense­ler de öne geçmen gerekir. Bunların birisi aralarında bulunduğun insan­ların en iyi Kur’an okuyanı olmandır. Öyle bir durumda imamlık senin hakkın olduğu kadar yetki sahibi olman durumunda da imamlık senin hakkındır. Bu durumda seni onların önüne geçiren Allah Teâlâ’dır. Bununla beraber kendine karşı insaf gösterenin nahoş bir nitelikle nitelenmemesi gerekir. Başka bir ifadeyle gücü ölçüşünce öyle bir niteliği kendinden uzaklaştırıp din işlerinde nahoş bir özellikle nitelenerek insanların önü­ne geçmemek lazımdır. Namazı ilk vaktinde kılıp vakti çıkacak şekilde onu geciktirmemen lazımdır. Hür bir insanı köle yapıp sonra da kuşku nedeniyle azat etmen uygun değildir. Kimseye karşı üstünlüğünün ol­madığını bilmelisin. Bütün üstünlük Allah Teâlâ’ya aittir. Ayette ‘Onu dilediği­ne verir, Allah Teâlâ büyük ihsan sahibidir386 denilir. Hür insan iki şekilde köle yapılır: Birincisi asıl itibarıyla hür olan birisini alıp onu satarsın; İkincisi bir köleyi azat edersin ve buna rağmen ona imkân tanımaz, efendinin kölesine davrandığı gibi kendisine davranırsın. Hâlbuki onun izni ve müsaadesi olmaksızın böyle bir şey yapmaya hakkın yoktur. O kadar insan gördüm ki, kölelerini azat ettikleri halde, köleye azatlık belgesi vermez, hür olduğu halde köle olarak kullanırlar. Hâlbuki efendi köleyi azat ettikten sonra -onun izni olmaksızınüzerinde bir hüküm sahibi değildir. Bir köleyi azat ettiğinde hür bir insanı çalıştırdığın gibi onu hizmetinde kullanabilirsin; hür bir insanı ya onun rızasıyla veya izniyle çalıştırabilirsin. Bu hususta azat edilmiş köleyle hür insan eşittir, çünkü artık o da hürdür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hürriyeti kendisine verilmiş birini köleleştiren hakkında şiddetle tehditte bulunmuş olduğu kadar hür bi­rini köleleştiren veya onu satıp bedelini yiyen hakkında ağır ifadeler kullanmıştır. Bir kişiyi ücretle çalıştırdığında sana tavsiyem onun hak­kını ödemen, geciktirmeksizin ücretini kendisine vermendir.

Tavsiye

Cenabet iken gusül abdesti almamışsan, su bulunca abdest alman veya teyemmüm etmen lazımdır. Dışarıya çıkmak istediğinde, bunların arasında abdest alırsın. Cünüp iken uyumak istediğinde abdest almalı­sın. Cünüp değilsen de abdestli bir halde uyumalısın. Yemek veya iç­mek istediğinde cünüp iken abdest alman lazımdır. Üzerine safran sürmekten sakın. Allah Teâlâ bedeninde böyle bir koku bulunanın namazını kabul etmez. Bir rivayette meleklerin ona yaklaşmayacağı, abdest alana kadar cünüp olana yaklaşmayacakları bildirilir. Meleklerin kâfire yak­laşmayacakları da sabittir. Abdesti terk etmek nedeniyle meleğin uzak­laştığı bir kâfir mesabesine kendini indirmemen gerekir, çünkü melek­ler, Allah Teâlâ’nın şahitliğiyle temiz kimselerdir. Ayette ‘O kerim Kur’an’dır, saklı bir kitaptadır, ona temiz olanlar dokunabilir387 denilir. Yani saklı ki­taba temiz olanlar dokunabilir. ‘Saygın sahi/eler içerisinde temiz ve yük­sektedir, değerli ve saygın yazarların ellerinde.’388

Aldatmaktan sakın! Kastedilen söz verip sözünü tutmamaktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Muğire’nin Müslümanlığını kabul etmiş, arkadaşı kâfir ol­duğu halde arkadaşına ihanet etmesini kabul etmemiştir. Hal böyleyken mümine nasıl ihanet edilebilir ve verilen söz bozulabilir? Allah Teâlâ bu ko­nuda şiddede tehdit etmiş, azap edeceğini bildirmiştir. Sözü bozmak güzel ahlak olmadığı gibi şeriatın izin verdiği bir davranış da değildir. Anne-babaya saygısızlık etmekten uzak durmalısın. İnsanların en bed­bahtı anne babasına yetişmişken cehenneme girenlerdir. Ayette ‘Onlara öf deme, onları azarlama, güzel söz söyle, onlara merhamet kanatlarını yay, Rabbim, onlara merhamet et, onlar bana küçükken merhamet ettikleri gibi’389 denilir. Anne baba kâfir iseler ‘Dünya hayatında onlarla iyi ge­çin390 denilir. Başka bir ayette ‘Bana ve anne babana teşekkür et391 deni­lir. Önce anne söylenmiş, iyilik edilmede önce zikredilmiştir. Rivayete göre adamın biri Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle sormuş: ‘Kime iyilik yapayım?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘annene’ diye karşılık verince ‘sonra kime iyilik yapa­yım?’ diye tekrar sormuş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem üç kere ‘annene’ diye cevap vermiştir. Adam dördüncü kez sorduğunda ‘annene, sonra babana’ diye cevap vermiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem anneyi iyilik yapmada babadan önce zikretmişken yakın komşuyu da uzak komşudan önce zikretmiştir. Her birinin bir hakkı vardır. Annen yok ve teyzen varsa, teyzeye iyilik etmek anneye iyilik yapmak gibidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem teyzeye iyi davranmayı tavsiye etmiştir.

Kardeşim! Burada sana yaptığım tavsiyeler kendimden çıkarttığım tavsiyeler değildir. Ben hiç kimse hakkında kendimden bir hüküm söy­leyerek Allah Teâlâ’ya hüküm dayatmam. Yaptığım tavsiye Allah Teâlâ’nın veya Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in yapmış olduğu tavsiyelerdir. Bu tavsiyeler açık ve belli olursa, ben de onları açık zikrederim; özet ve genel olunca, öyle zikre­derim. Bunun dışında herhangi bir şeyi sözlerime eklemem. Kardeşim! Hiç kimseyi Allah Teâlâ’ya karşı tezkiye etme. Allah Teâlâ sana böyle bir şeyi yasak­layarak ‘Kendinizi tezkiye etmeyin392, yani hemcinslerinizi tezkiye etme­yin demiştir. ‘Allah Teâlâ takva sahiplerini en iyi bilendir.’393 Fakat ‘şu kişiyi şöyle zannediyorum’ veya ‘şunun böyle olduğuna inanıyorum’ demeli­sin. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de böyle emretmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Ben kimseyi Allah Teâlâ’ya karşı tezkiye etmem’ demiştir. O’nun bildirmesi ve öğretmesi olmaksızın yaratıkları hakkında Allah Teâlâ’ya hüküm söylememek, O’nun karşısındaki edebin gereğidir. ‘Nefsini tezkiye eden felaha erdi394 ayetinde belirtilen bu tezkiye değildir. Çünkü burada sözü edilen nefsi kötü ahlaktan arındırmak, temizlemek ve güzel ahlakı yerine getirmek demektir.

Bilmelisin ki, iman yetmiş küsur şubedir; en alt mertebesi yoldan eziyet veren şeyleri kaldırmak iken üst derecesi La-ilahe illAllah Teâlâ (Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur) demektir. Bunların arasında bulunanlar ise iki kısım halindedir: Bir kısmı Allah Teâlâ’nın yap dedikleri, diğer kısım terk et­mekle ilgili olanlardır. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ’nın emrettikleri ve yasak­ladıkları bunların arasını doldurur. Yasaklanmış olanlar terk etmekle il­gili olanlardır. Bu durum ‘yapma’ diye ifade edilir. Emredilen yapmakla ve amel etmekle ilgili kısımdır. Bu kısım da ‘yap’ diye ifade edilir. ‘Pey­gamber size neyi verirse onu alın, neyi yasaklarsa uzak durun.’395 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Bir şeyi size yasaklarsam ondan uzak durunuz.’ Burada sınırlamadan genel bir ifade kullanmıştır. Emirle ilgili de ‘Bir şeyi emredersem gücünüz ölçüşünce onu yapın’ der. Bu ayrım Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ümmetine olan merhametinin bir tezahürüdür. O kendi arzusundan konuşmaz. Bu itibarla bu davranış, Allah Teâlâ’nın kullarına mer­hametidir. İman edilmesi vacip hususları emretmek iki kısma ayrılır: Birinci kısım farz, ikinci kısım mendub diye isimlendirilir. Yasaklama da iki kısma ayrılır: Birincisi haram, diğeri mekruh tarzındaki ,yasaklamadır. Farz iki kısma ayrılır: Bir kısmı herkese, bir kısmı bir gruba yö­neliktir (farz-ı ayn, farz-ı kifaye). Vacip geniş ve dar vacip olmak üzere iki kısma ayrılır. Geniş olan vacip zamanı itibarıyla veya muhayyerlik bakımından geniştir. Kastedilen temettü’ kefaretinde olduğu gibi ser­best farzlardır. Bütün bunların yerine getirilmesi veya terk edilenlerin de terk edilmesi, kulların saadetinin bağlı olduğu iman demektir, ima­nın yetmiş küsur şubesi, yapmak veya terk etmek şeklindeki farzlardır. Farz olmayanlar mendublar ve mekruhlardır. Bunlar bütün alimlere gö­re neredeyse sınırsız gibidirler. Kur’an ve Sünnette bu kısımları araş­tırman gerekir.

imanın şubelerinden birisi de tevhide ve peygamberliğe iman, na­maz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak, hacca gitmek, cihad etmek, abdest almak, yıkanmak, Cuma günü yıkanmak, sabır, şükür, vera, hayâ, eman, nasihat, yöneticilere itaat, zikir, eziyet etmemek, emaneti ye­rine getirmek, mazluma yardım, zulüm yapmamak, başkasını küçüm­sememek, gıybet yapmamak, laf taşımamak, kusur aramamak, gözü ha­ramdan sakınmak, ibretle bakmak, sözün en güzelini duymak ve ona uymak, belayı en güzel şekilde defetmek, yanlış sözü açıktan söyleme­mek, güzel söz söylemek, cinsel organı haramdan korumak, dili koru­mak, tövbe, tevekkül, huşu, boş işlerle ve ilgilendirmeyen hususlarla il­gilenmemek, yani kişinin kendisini ilgilendirmeyen işlerle ilgilenmeme­si, sözü tutmak, akidere vefalı olmak, iyilik ve takvada yardımlaşmak, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmamak, takva, iyilik, Allah Teâlâ’ya yönelmek, sadaka, iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak, ev ahalisini barıştırmak, insanlar arasında bozgunculuk yapmamak, zayıflara kanat germek, yu­muşaklık, anne babaya iyilik, onlara kötülük yapmamak, yaratıklara dua ve merhamet etmek, büyüğe saygı ve değerini bilmek, küçüğe merha­met, Allah Teâlâ’nın kurallarını uygulamak, cahiliye iddialarından vazgeçmek­tir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘bu iddialardan vazgeçin, çünkü onlar kötüdür’ de­miştir. Bunların yanı sıra Allah Teâlâ yolunda dostluk ve sevgi sahibi olmak, Allah Teâlâ uğruna düşmanlık, gücü yeterken bağışlamak, iffet, cömertlik, es­ki elbise giyinmek, birbirine sırt dönmeyi terk, hasetten uzaklaşmak, nefreti terk, yalanı terk, yalan sözü terk, kaş ve gözle alaycılığı bırak­mak, cemaatlere şahitlik etmek, selamı yaymak, hediyeleşmek, güzel ah­lak sahibi olmak, salih bir seciye sahibi olmak, sözü tutmak, sırrı koru­mak, evlilik ilişkisinin iyi olması, tefe’ülü sevmek, Ehl-i beyt’i sevmek, uğursuzluğa inancı terk, kadınları sevmek, güzel kokuyu sevmek, Ensar’ı sevmek, şiarlara saygı göstermek, Allah Teâlâ’nın yasaklarına saygı gös­termek, dedikoduyu terk, mümine karşı silah çekmemek, ölüyü kefen­lemek, cenaze namazı kılmak, hasta ziyaret etmek, yoldan eziyeti kal­dırmak, kendin için istediğini her mümin için istemek, Allah Teâlâ ve Pey­gamberini başka her şeyden değerli görmek, iman ettikten sonra küfre dönmeyi nahoş bulmak, Allah Teâlâ’nın meleklerine, kitaplarına, peygamberle­rine ve onların Allah Teâlâ’nın katından getirdiği hususlara imandır. Bunlar sa­yılamayacak kadar çoktur. Allah Teâlâ izin verirse bu tavsiyede Allah Teâlâ’nın nasip ettiği ve aklıma ve kalbime getirmiş olduğu kısımlarını sayacağım. Allah Teâlâ’nın kitabını ve peygamberin hadisini inceleyen kimse zikretmiş ol­duklarımızı ve bizim zikretmediklerimizden daha fazlasını bulabilir. Bunların her birine mahsus vakitler, mekânlar, haller ve mahaller var­dır. Binaenaleyh bütün bu hususlarda bütün hayrı kendinde toplayan cümle ‘yaptığın ve terk ettiğin her işte Allah Teâlâ’ya dönmek’ niyetidir. Niyeti kaçırırsan, bütün hayrı kaçırmış olursun. Allah Teâlâ’nın kendisine emretmiş olması nedeniyle bir işi niyet ederek terk eden ile öyle bir niyet taşımak­sızın terk eden arasında büyük fark vardır. Aynı şey bir şeyi yapmakla ilgilidir. ‘Onlara ihlasla Allah Teâlâ’ya ibadet etmek emredilmiştir.’396 İhlas niyet demek iken, ibadet yapmak veya terk etmek demektir. Bu itibarla ihlas dinde emredilmiş bir husustur.  ,

Tavsiye

Bir kavmin imamı olup dua ettiğinde, onları bırakarak sadece ken­dine dua etme. Böyle davranırsan hiç kuşkusuz onlara ihanet etmiş sayı­lırsın. Böyle bir dua Hakkı cimri saymak, her şeyi kuşatmış rahmeti sı­nırlamak, kendini başkasına tercih etmek gibi bir anlam taşıdığı için kö­tü ahlaktır. Allah Teâlâ Kur’an’da başkasını kendine tercih edenleri övmüştür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bedevilerden birisinin şöyle dediğini duymuş: ‘Allah Teâlâ’m! Bana ve Muhammed’e merhamet eyle, başka birisine değil!’ Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Sen geniş olanı daralttın’ diyerek ‘Be­nim rahmetim her şeyi kuşatır397 ayetini kasteder. Sana tavsiyelerimden birisi de yorgun iken dinlenmeksizin namaz kılmam andır. Yemek hazır iken namaza niyetlendiğinde, önce yemeğe başlaman, ardından namaz kılman gerekir. Namazdan sonra yemeğini yemek âdetinde isen önce namazı kılabilirsin. Anne ve babaya veya yolcuya ısrarla dua etmelisin.

Mazlûmun bedduasından kork, çünkü onun bedduasıyla Allah Teâlâ ara­sında hiçbir perde yoktur. Ölçülü bir şekilde tıraş olmalısın. Bunun an­lamı, sakalı kısaltmak, bıyıkları kesmek, tırnaklarını düzeltmek, koltuk altlarını temizlemek, selamı alman, hapşırana yerhamukellah (Allah Teâlâ sa­na merhamet etsin) demen, davete icabet etmen gerekir. Bütün işlerin­de adil ve mutedil olup Allah Teâlâ’ya ibadeti muhafaza etmen gerekir. İki şehveti de kırmalısın. Namaz için mescidere aşina olmalısın. Allah Teâlâ kor­kusuyla ağlamak, O’nun ipine sarılmak gerekir. Allah Teâlâ’nın sevdiği ve razı olduğu işleri yapmalı ve onları araştırmalısın. O işlerden birisi de mes­cidere alışmak ve aşina olmaktır. Hz. Davud gibi oruç tutmalısın. Bu oruç Allah Teâlâ’ya en sevimli gelen oruç olduğu gibi en faziletli ve düzgün oruçtur. ‘Davud orucu’ bir gün oruç tutup diğer gün tutmamaktır. Bu kitabın oruç bahsinde oruçla ilgili faydaları ve sırları daha önce zikret­miştik. Aynı şey temizlik, namaz, zekât, hac için geçerlidir. Bunlar için ilgili bahislere bakmak gerekir. Allah Teâlâ’ya en sevimli gelen namaz Davud namazıdır: Hz. Davud gecenin yarısında uyur, üçte birinde ayakta kalır, altıda birinde uyurdu. Teheccüd de budur. Bir çocuğun varsa ona Ab­dullah veya Abdurrahman ismini koy; künyesini de Ebu Muhammed koy. Veya adını Muhammed, künyesini Ebu Abdullah, Ebu Abdurrahman koyabilirsin.

Bir hayır yaptığında, az bile olsa onu sürekli yapmalısın ve en fazi­letli iş budur. Çünkü siz bıkana kadar Allah Teâlâ bıkmayacaktır. Ameli terk veya ona devam etmemek, Allah Teâlâ karşısındaki bağı kesmek demektir. Kul Allah Teâlâ’ya yaklaşma amacıyla bir amel işlediğinde, onun ameli meşru amel olur; terk ettiğinde de hiç kuşkusuz Allah Teâlâ’ya yakınlığı terk etmiştir. Sürekli Allah Teâlâ’ya yakınlık halinde kalmak isteyen birinin bütün fiil ve terklerinde Allah Teâlâ karşısında huzur halinde olması gerekir. Yaptığın her işi Allah Teâlâ’nın o iş hakkındaki hükmüne iman ederek yapman gerekirken bir işi terk ederken de onu terk etmeyle ilgili Allah Teâlâ’nın hükmüne iman ederek terk etmen lazımdır. Bir insan böyle davrandığında, her nefes Allah Teâlâ ile beraberdir. Öyle biri Allah Teâlâ’nın haram kıldığını haram, helal kıl­dığını helal, kerih gördüğünü kerih, mubah kıldığını mubah sayar. Bi­nâenaleyh bu kişi her durumda Allah Teâlâ’nın karşısında huzur halindedir.

Allah Teâlâ’nın ayetleri hakkında ilhada gitmekten veya içindeyken O’nun hareminde sınırı aşmaktan ve ilhada gitmekten sakınmalısın. İlhad din­ce doğru diye belirlenmiş bir işten yüz çevirmektir. Bu nedenle ayette ‘Kim orada ilhad niyeti taşırsa398 denilmiş, ardından da zulüm zikredil­miştir. En üstün sadakayı vermelisin. En üstün sadaka müstağni bir halde verilen sadakadır. Bunun anlamı vermiş olduğuna karşı Allah Teâlâ’nın (verdiği zenginlikle) müstağni kalmandır; muhtaç bile olsan, o malı sa­daka olarak verirdin. Allah Teâlâ bir kavmi överken şöyle der: ‘Onları kendile­rine tercih ederler, ihtiyaçları olsa bile...’399 Onlar Allah Teâlâ sebebiyle müs­tağni kalmadıkları sürece muhtaç iken başkalarını kendilerine tercih edemezler. Bu derecenin aşağısında bulunursan, nefsin peşinden gitme­yecek şekilde sadaka vermelisin. Önce nefsin verdiğine tamah etmeye­cek şekilde müstağni davranırsın. Elindeki fazla mala karşı müstağni olunca, onu sadaka olarak verirsin çünkü sen onu ancak ondan müstağ­ni kalarak sadaka olarak verdin. Böyle bir sadaka o kişi için müstağni kalınarak verilen sadakadır. Ancak ilki daha üstündür.

Recep ve Şaban ayında oruç tutmalısın. Bu iki ayı bütünüyle oruç­lu geçirebilirsen geçir. Bir hadiste ‘Ramazan ayından sonra tutulacak en üstün oruç Allah Teâlâ’nın haram kılınmış ayındaki orucudur’ buyurulur. Kas­tedilen ay Recep’tir. Çünkü o aya Allah Teâlâ’nın adı verilmişken diğer hiçbir aya böyle bir isim verilmemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Şaban ayında çok oruç tutardı. Rivayeti aktaran ravi şöyle der: ‘Neredeyse bütün ayı oruçlu geçirirdi.’ Ayın on üç, on dört ve on beşinde oruç tutman gere­kir ve imkânın olursa bu oruçları kaçırmamaksın. Şaban’ın on altıncı günü orucunu bozmalısın. Bu konuda ihtilafın dışına çıkmak lazımdır. Böyle davranmak yerinde bir davranıştır. Bu esnada orucu bozmak herhangi bir görüş ayrılığı olmaksızıncaiz iken oruç tutmak hakkında görüş ayrılığı vardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Şaban ayının yarısı geldiğinde artık orucu bırakın.’

Kendisinden korkulan veya bir şey umulan bir hükümdarın bulun­duğu mecliste doğruyu söylemen gerekir. Hakkın karşısında hiçbir şey gözünde değerli ve saygın olmamalıdır. Bunun istisnası Allah Teâlâ’nın saygı göstermeni emrettiği şeylerdir. Kurban bayramında iyilik yapman gere­kir. Kurban bayramı Allah Teâlâ’nın katında en değerli gündür. Bu hususta Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen rivayet vardır. Ogün Allah Teâlâ’yı çokça zikretmek ve sadakayı arttırmak gerekir. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ için iş yapman, O’nu razı edecek işleri yapman lazımdır. O gün yapabileceğin işleri başka güne ertelememen gerekir. Kurban bayramı Arife gününden üs­tün olduğu kadar Aşure gününden de üstündür. O gün içinde büyük hayır vardır. Daha önce söylediğimiz üzere, her Hakk sahibine hakkını vermek gerekir; öyle ki hakkın kendisine de hakkını vermek gerekir.

Buna mukabil kimse üzerinde hakkın olduğunu düşünme ve kimseden Hakk talep etme! Böyle yapmakla kendine karşı insaflı davran, başkasın­dan insaf bekleme. Mazeret beyan edenlerin özrünü kabul eyle, fakat kendin mazeret beyan etmekten uzak dur. Mazeret beyan ettiğin kişiye karşı suizan beslemiş olursun. Ona mazeret beyan etmenin onun adına hayır ve dininde iyilik taşıdığını bilirsen, suizan beslemeksizin, ona ma­zeret beyan edebilirsin. Böyle bir durumda mazeret beyan etmek, onun senin üzerinde ortaya çıkan bir hakkını ifa demektir; en öncelikli Hakk Allah Teâlâ’nın hakkıdır.

Tavsiye

Secde halindeyken duayı arttırman lazımdır. Bu itibarla secde Allah Teâlâ’ya en yakın olduğun haldir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kulun Rabbine en ya­kın olduğu hal secdedir5 demiştir. Duayı çoğaltmanız gerekir; secdeden daha yakın bir hal olmadığı gibi dua da Allah Teâlâ’ya yakınlık halinde yapıla­bilir. Secde halinde dua ettiğinde Allah Teâlâ’ya istenilen yakınlığın sürekli ol­ması için dua etmelisin. Çünkü Allah Teâlâ’nın bütün yaratıklarına yakın oldu­ğunu biliyorsun. Bu meyanda Allah Teâlâ bulundukları her yerde yaratıklarıy­la beraberdir. Talep edilen yakınlık ise kulun Allah Teâlâ’ya yakın olması ve O’nun kendisinde bulunduğu her işte ve şe’nde Allah Teâlâ ile beraber olma­sıdır. Çünkü Allah Teâlâ için şe’n ve işler, yaratıklar için haller mesabesinde­dir. Daha doğrusu onlar yaratıkların kendilerinde bulundukları haller­dir. Babanın ölümünün ardından onun dosdarıyla ilişkini sürdürmen gerekir. Böyle bir davranış en iyi işlerdendir. Bir hadiste şöyle denilir: ‘En iyi iş insanın babasının sevdikleriyle ilişkisini sürdürmesidir.’ Böyle bir davranış Allah Teâlâ’ya en sevimli gelen işlerden olduğu kadar kastedilen o insanlara iyilik, kendilerine saygıyla selam vermek, hizmet etmek, im­kân ölçüşünce ihtiyaçlarını karşılamak ve onlara yardım etmektir. Aile ve akrabalarınla latifeleşmek gerekir. Bütün yaratılmışlara -Allah Teâlâ’yı kız­dırmayacağın süreceen iyi şekilde davranmalısın. Birisini Allah Teâlâ’yı kızdı­racak şekilde razı etmen gerekirse, O’nu razı etmeyi tercih etmelisin.

Tanıdığın ve tanımadığın herkese selam vermelisin. Karşılaştığın kişinin sana selam vereceğini bilirsen, selama onun başlamasına izin ve­rip ardından onun selamını almalısın. Böyle yapınca farz sevabı kazan­mış olursun. Selamı almak farz iken vermek mendubdur. Allah Teâlâ’ya yak­laşmada en sevimli gelen ibadet, kullarına farz kıldığı ibadederdir. Biri­ne selam vermenin onun tarafından nahoş bulunduğunu bilirsen, muh­temelen selamı nahoş karşılamak ona zarar getirir. Başka bir ifadeyle ona selam verirsin, o da senin selamını almaz. Böyle birine -onu kendi­sine tercih ederek ve şefkat göstererekselam vermemen lazımdır. Sen ona selam vermeyerek, kendisiyle selamını almadığında düşeceği güna­hın arasında perde çekmiş olursun. Çünkü selamını almaması bir gü­nahtır ve öyle bir durumda Allah Teâlâ’nın farz kıldığı bir şeyi terk etmiştir. İmanın gereği, Allah Teâlâ’nın yaratıklarına karşı şefkatli olmaktır. Bu niyede selamını almayı nahoş bulana selam vermemen gerekir. Buna mukabil senin selamını alacak kadar dindar olan birisine, -nahoş karşılasa bileselam vermen gerekir. Bu durumda selamı yüksek sesle ve önce sen vermelisin. Böyle yapınca selamını almakla ona sevap kazandırmış olur­sun. Aynı zamanda sana beslediği nahoş duygulan da -imanı ve iyi ah­lak üzere yaratılmışsa salih nefsi ölçüşüncedüşürmüş olursun.

Dünyevî işlerde senden aşaiğıda bulunanlara bakman gerekir. Buna mukabil fitneye düşme korkusuyla servet ve makam sahiplerine bakmamalısın. Dünya her nefse sevimli ve tadı gelen bir yerdir. Bu itibarla nimet tabiat gereği nefislere sevimli gelir. Zahidin zühtte bulmuş oldu­ğu nimet olmasaydı zahit olmayacağı gibi Allah Teâlâ’ya itaat eden de itaatte haz bulmasaydı Allah Teâlâ’ya itaat etmezdi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin adımıza en çok korktuğu iş Allah Teâlâ’nın bizim için ortaya çıkartacağı dünyanın güzellikleri­dir. Allah Teâlâ peygamberine şöyle hitap etmiştir: ‘Onlardan bir kesimi fay­dalandırdığımız dünya hayatının. çekiciliğine gözlerini dikme400 Sonra Rabbinin rızkı ona sevdirilmiştir, Rabbin rızkı daha hayırlı ve kalıcıdır. Bu rızık, o esnada üzerinde bulunmuş olduğu haldir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ’nın vermiş olduğu rızklardır. Allah Teâlâ kuluna en uygun ve layık olanı verir. Onun hakkında daha hayırlı olandan maada bir şeyi kuluna ver­mediği kadar verdiği de O’nun katında saadet kazandıran nimettir; az bile olsa böyledir. Kulun bütün temenni ettiklerini Allah Teâlâ vermiş olsay­dı, kul taşkınlığa gider, saadetinden mahrum kalırdı. Dünya hayatı im­tihan yeridir.

Herhangi bir insanın senden alacağı varsa onu en güzel şekilde ödemen, hatta fazlasıyla ödemen lazımdır. Böyle yaptığında -Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bildirdiğine göreAllah Teâlâ’nın en hayırlı kullarından birisi olur­sun. Böyle yapmak sünnettir ve gizli verilen sadakaya eklemlenen gizli cömertliktir. Çünkü verilen kişi, onun sadaka olduğunu fark etmez. Hâlbuki Allah Teâlâ katında açıktaki gizli bir sadakadır. Bu sadaka verdiğin kişinin nefsinde muhabbet, derin sevgi meydana getirir. Sen ise sadaka­yı ona verirken nimetini gizlersin. Borcu iyi ödemenin pek çok faydaları vardır. Kardeşim! Mümin kardeşinin iffetini, canını, malını koruman ve gözetmen gerekir. Akrabanınkirti de -Allah Teâlâ katında günaha girmeyecek şekildekoruman ve kollaman gerekir. Bütün tasarruflarında Allah Teâlâ’nın hakkını gözeteceğin bir terazi sürekli elinde bulunmalıdır. Herhangi bir hususta hevana uyma! Yoksa Allah Teâlâ’yı kızdırırsın. Allah Teâlâ’dan başka bir ar­kadaş ve yoldaş bulamazsın. O’nun hakkını yerine getirmede ihmalkâr­lık yapma. Allah Teâlâ hakkı üzerimizdeki en önemli ve zorunlu haktır. Bir rivayette ‘Allah Teâlâ’nın hakkı ödenmeye en layık haktır’ denilir.

Evlenmeye niyetlendiğinde, Kureyş kabilesinden birisiyle evlenmek için gayret etmelisin. Gücün yeterse Ehl-i beyt’ten birisiyle evlenmelisin. Bu hususta olabildiğince kararlı ve azimli davran. Bir rivayette de­velere binen en hayırlı kadınların Kureyş kadınları olduğu rivayet edilir. Onlara karşı ahlaka uygun davranmalı, onlar hakkında Allah Teâlâ’dan çekin­melisin. Şartların en doğrusu ve iyisi onlarla nikâh kıymanı temin eden şardardır. Her konuda onlara karşı iyilik yapmalısın. Elinin altında iken can taşıyan herhangi bir şeye azap etmemelisin; keseceğin kurbanlar da buna dahildir. Bu nedenle bıçağı bilemen, hayvanı hızla kurban etmen ve -imkân ölçüşünceacı çeken herkesten acıyı uzaklaştırman lazımdır. Acının maddi bir acı olması veya hayvan ve insanın çektiği nefsi bir acı olması durumu değiştirmez. Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın razı olduğu işler, yapmana müsaade ettiği işlerdir.

Neccar kabilesinden Ensar’dan birisini gördüğünde -bütün Ensar’ı sevsen bileonu diğerlerinin önüne geçirmelisin. Sözün en güzelini din­lemen gerekir; en güzel söz Allah Teâlâ’nın kitabı ve kelamıdır. Bu nedenle dü­şünerek ve tefekkür ederek O’nun kitabını okumalısın. Umulur ki Allah Teâlâ sana anlayış ve idrak nasip eder. Kur’an’ı öğrendiğinde, Rahman’ın ve­kili olursun. Ayette ‘Rahman Kur’an’ı öğretti, insanı yarattı, beyanı öğret­ti401 denilir. Kastedilen Kur’an’dır. Allah Teâlâ Kur’an hakkında ‘Bu insanlar için bir açıklamadır402 der ki, o da Kur’an’dır. Ayetin devamında ‘Takva sahipleri için hidayet ve öğüttür5403 denilir. Kur’an’a öğretilen bilgi insan­dan öncedir. Bu bilgi insan yaratıldığında Kur’an’ın kendisine inecek olmasıdır. Böyle de olmuştur, çünkü onu Cebrail Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in kalbine indirmiştir. Kur’an-ı Kerim tilavet esnasında kendisini okuyan­ların kalbine iner. Bu itibarla Kur’an’ın inişi sürekli ve daimidir. Allah Teâlâ Kur’an’a (hangi kalbe ineceğini) öğrettiği gibi insana da Kur’an’ı öğ­retmiştir. Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir. Tabiatın taşkınlığından sakınman gerekir. Allah Teâlâ katında kurtuluşa eren, nefsinin taşkınlığından kendini koruyandır. Allah Teâlâ’nın sana yerine getirmeyi em­retmiş olduğu azimetli işleri yerine getirirken cesur ve atılgan olmalısın. Böyle yapınca azamet sahiplerinden biri olursun. Korkak olma, çünkü Allah Teâlâ bu konuda O’ndan yardım istemeyi emretmiştir. Yardımcın Allah Teâlâ ise hiçbir şeye önem verme. Çünkü hiçbir şey O’na karşı koyamaz; O her şeye güç yetirendir. İlahi yardım karşısında Hakkın gücüne karşı koyacak bir güç yoktur. Allah Teâlâ yardım isteyen hakkında şöyle der: ‘Ku­luma istediği verilecektir.’ Hadis sahih bir hadistir. Kul ‘ancak sana iba­det eder ve ancak senden yardım dileriz’ dediğinde, Allah Teâlâ ‘bu ayet be­nimle kulum arasında taksim edilmiştir, kuluma istediği verilecektir’ der. ‘Bizi doğru yola ulaştır’40* -ve surenin sonuna kadar olan dua kısmıdediğinde, kulun hidayet talebi de Allah Teâlâ’nın yardımı kapsamındadır. Allah Teâlâ ‘Bu da kuluma aittir ve istediği verilecektir’ der. Allah Teâlâ’nın verdiği ha­ber doğrudur. Binaenaleyh Allah Teâlâ kuluma istediği verilecektir demiştir. Demek ki O’nun kula yardımı kaçınılmazdır. Fakat böyle bir ayeti oku­yanın gafil kalmaması gereken bir şart vardır: Alim kişi bu ayeti oku­duğunda, onu aktarma ve hikâye tarzında okumamalıdır. Öyle bir okuma -bizim vardığımız görüşe göre ve ondan istenilen amaca görekula fayda vermez. Allah Teâlâ’nın ona emretmiş olduğu, kendisine öğrettiği üzere, Kur’an’ı okuması ve bu zikri söylemesidir. Böylece Allah Teâlâ’nın iste­diği şekilde onu söyler. Bu okuma ve söyleme muhtaçlık, zorunluluk ve rabbinin kendisinden istemesini emrettiği hususlarda huzur sahibiyken yapılır. Öyle bir dua Hakkın istenilene icabet edeceği duadır. Kişi ayeti hikâye ve aktarma tarzında okursa, Haktan isteyen ve dua eden biri ola­rak görülmez; istemediğinde ve isteği bir hikâye olduğunda, Allah Teâlâ öyle birine icabet etmez. Okuyanların çoğuna hakim hal, hikâye ve anlatım tarzında okumaktır. Böyle okuyanların nezdinde herhangi bir netice meydana gelmez. Onlar Kur’an’ı dilleriyle okuyan, okudukları ise hançerelerini geçmeyenlerdir. Onların kalpleri tilavet esnasında ve okurken ilgisiz ve boştur.

Allah Teâlâ hakkında güçlüklere atılan birisini gördüğünde, onun sadık bir mümin olduğunu bilmelisin. Allah Teâlâ’nın dini hususunda olduğu kadar dinin dışındaki başka işlerde de azimet ve kararlılık sahibi olduğunu gördüğünde, öyle birinin esas itibariyle güçlü iman sahibi değil, güçlü nefis sahibi olduğunu anlamalısın. Mümin bilhassa Allah Teâlâ’nın hakkında güçlüyken arzu ve heva hakkında zayıftır. Sadık mümine heva gücü ge­lip bir konuda yardım istediğinde* o arzusuna yardım etmez. Bunun nedeni zayıflığı ve umutsuzluğu hakkındaki kesin kanaatidir. Müminin yardımını göremeyince heva kırılır, bu kez organlar hevanın kendisine çağırmış olduğu işi yerine getirmekten kurtulur. İman varidi geldiğin­de, onda bir güç ve Allah Teâlâ’nın yardımını bulur. Bu yardıma hiçbir şey karşı koyamaz. Çünkü ona yardım eden Allah Teâlâ’dır. İnsan ‘insan’ olması itibarıyla korkak yaratılmıştır. Mümin ‘mümin’ olması itibarıyla cesur ve atılgandır. Amr İbnu’l-As olduğunu zannettiğim sahabeden birisi hakkında böyle bir hadise aktarılmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onun Mısır’a vali olacağını bildirmişti. O bir şehri muhasara ederken arkadaşlarına şöyle demiş: ‘Beni mancınığın içine koyun, sonra onlara doğru fırlatın. Onların olduğu yere ulaşınca size kalenin kapısını açarım.’ Bunun tehli­kesi kendisine söylendiğinde şöyle demiş: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bana Mısır’a vali olacağımı söyledi. Oraya vali olmadan ölmeyeceğime inanıyorum.’ Buradaki cesaret iman gücünden kaynaklanır. Çünkü tabiattaki âdet, mancınığa konulup atılan her insanın ölmesini gerektirir. Bu itibarla mümin cesur kişidir. Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi de el-Mümin’dir. Bir hadiste ‘Mümin için mümin birbirini tutan binaya benzer’ denilir. Yara­tılmış mümin yaratan el-Mümin’den yardım ister, O’nunla güçlenir, ya­ratılmış olmaktan kaynaklanan zayıflığı kuvvetlenir. Allah Teâlâ onu bir zayıf­lıktan yaratmış, sonra zayıflığın ardından kendisinde kuvvet yaratmıştır. Bizim söylediğimiz meselenin işarı yorumudur. Bununla beraber ayetin tefsiri gençlik kuvveti ve dinçlik anlamına gelir. Bu, kendisine uyarı ola­rak emredilmiş iman kuvvetidir, bunu fark etmelisin!

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar