Tarihçi Açısından DİN.... Prof. Dr. Arnold J. TOYNBEE
Tercüme:
Dr, İbrahim CANAN
Fransızca
unvanı :LA RELOON VUE
PAR UM HISTORIEN/1963
Aslî
unvanı :AM HİSTORIAN'S
APPROACH TO RELCOM
Bu
kitabın aslını 1952 ve 1953 yıllarında Edinburg Üniversitesi kürsüsünde verilen
iki ayrı seri dersler teşkil eder. Üniversite bana bu kürsüyü bir ders yılı
boyunca işgâl etme şerefini bahşeden dâvetini yaptığı vakit, işlenecek konuyu
da bizzât tesbît etmemi istedi. Ben de târihçi noktai nazarından baktığımızda
edindiğimiz kâinat görüşünden bahsetmeyi teklif ettim. Teklifi yaptıktan sonra
bu konu bizzat benim cesaretimi kırdı, hele kabûl de edilince cesâretsizliğim
daha da arttı. Bu mevzuyu teklif ettim çünkü bizzat kendi hayatımda «Dîn
karşısındaki tutumunuz nedir?» sualine daha fazla bîgâne kalmama İmkân
vermeyecek kadar ısrarla cevap isteyen bir safhaya ulaşmıştım. Eğer bu sualin
sâdece beni ilgilendiren şahsîbir merak meselesi olduğuna kendimi iknâ
edebilseydim bu konudaki cehalet ve bîgâneliğim bana makûl görünmekte devam
edebilirdi. Çünkü bu takdirde meselemiz başkaları için herhangi bir önem ve
menfaat arzetmeyecekti. Şurası var ki, mezkûr sualin de teşvikiyle Batı
Dünyası’nın bugünkü nesline has çeşitten tecrübeyi kendi hesabıma yaptığımı
zannediyorum. Biz düşmanlık kamçısının zoruyla yeniden Dine getirildik ve bu
müşterek tecrübedir kî bizi herbirimizih şu veya bu hayât tarzını tâkıbederek
elde edebileceği lemhai hakikatin mânâsını tarafsız bir şekilde aramaya
çağırıyor. Eğer lâtince unvanlar okuyucular nezdinde hâlâ makbûl olsaydı Sir
Thomas Brovvne’un kitabının meşhur unvanı «Religio Medici» de olduğu gibi ben
de kitabımı kapağın üstünde görülen altı kelimelik uzun bir ühvan yerine,
Religio Historici diye iki kelimelik bir başlıkla îsimlendirebilecektm.
Bu
eserm «A Sudy of History» ünvanlı kitabımızda işlenen konulardan bir kısmını
mecbûren içine alıyor. Çok daha muhtasar olan bu kitabda, zikri geçen eserde
detaylı olarak incelenen bahislere dokundukça teferruata dalmayı arzu eden
okuyucuya kolaylık olsun diye mezkûr esere atıflarda bulunduk. Bu vecîz
ihtisârda, ne kullandığım tâbirlerin izahlarını tekrar edebildim, ne de ele
aldığım noktaları misâller ve hüccetler getirerek destekleyebildim.. Ortaya
koyduğum tezleri, oldukça kuru bîr şekilde ifâde etmek zorunda kaldım. Bu
kuruluk, hükme bağlanmış şeyler hususunda,, bir hatâ eseri olarak, benim şahsî
görüşlerde bulunduğum intibaını verebilir. İki eserde de birçok ihtimaller
içerisinde nok.tai nazarlardan yalnız birini arzettiğimi çok iyi biliyorum.
Bunu yapmaktan gayem kesin hükümlerde bulunmaktan ziyâde bazı sualler ortaya
koymaktır. Kitabın bazı kısımları dogmatik intibâını veriyorsa da, bu durum
üslûpdaki îcâzın neticesidir, yoksa yazarın zihninde mevcut bazı vehimlerin
neticesi değildir.
Bu
kitabı yazarken Yüksek Araştırmalar Enstitüsünde (Institute For Advanced Study)
geçirdiğim iki ayrı mes'ût ikâmeti büyük bir zevkle yâdediyordum. Zaten
konferanslarımı da Enstitünün misafirperverliği ve Rockfeller Kurumunun
cömertliği sayesinde orada hazırlayabilmiştim. Bu kuruluşlar bana aynı zamanda
Edinburg'da derslerimi verdiğim sırada eşimle beraber geçirdiğim iki mes'ut ayı
tekrar yaşattılar. Bize karşı gösterilen sıcak alâkadan hâsıl olan samimî
dostluğu şükranla anıyorum. Edinburg'lu dostlarımın hepsini burada saymak
imkânsız da olsa Sır Edward ve aLdy Appîeton, Dr ve Mrs Baillie'yi zikretmeden
geçemeyeceğim. Edinburg'da zaman çok daha çabuk geçti ise de orada yaşadığımız
anlar hayâtımız boyunca kıymetli hâtıralarımız arasında yer alacaktır.
Baskıya
vermezden önce 19. ve 20. bölümleri tekrar gözden geçirerek İlâhiyat Birliği
Semineri'nin başkanı Reverend Dr. Henri P. Van Düsen ve B.B.C. nin dinî
yayınlar asistanşefi olan Reverend E.H. Robertson’un tenkid ve tefsirlerinden
istifade etmek imkânını buldum. Bu sevimli tenkıdlerden hiçbiri bu bölümlerin
aldığı son şeklin mes'uliyetîni taşımaz, fakat ben onların bana yaptığı yardımı
müdrikim. Onlara, bu bölümlerin müsveddelerini okumak zahmetine katlanmakla
yaptıkları iyilikten dolayı ziyadesiyle minnettarım.
Bu
kitap tıpkı A Study of History'de olduğu gibi bayan Bridget Reddin tarafından
mûtad itinâsıyla daktilo edildi. Fazlasıyla karmaşık ve zor olan müsveddeyi
okumak için sarfettiği gayret de yâdedilmeye değer.
Eşim,
isimlerden fazla olarak, eserde geçen fikir ve temlerin de mecmâı durumunda
olan sondaki fihristi hazırlamakla bana olduğu kadar okuyuculara da büyük bir
hizmette bulunarak eserin tahrîrinin her safhasında değerli bir yardımcım oldu.
Arnold
J. Taynbee
Birinci
Bölüm
ÜSTÜN
DİNLERİN DOĞUSU
TARİHÇİNİN
NOKTAİ NAZARI
·
2 — İnsanoğlu kâinata nazarların! çevirdiği
vakit, onun sırlarından keşfedebildiği, zâii bir görüntüden başka bir şey
değildir. Hattâ bu bile aldatıcı olabilir. Beşerî müşahit düşüncelerinin
hududunu mekânın noktasından ve içinde bulunduğu zamanün ânından almak
zorundadır. Hükümlerinde bencil olmaktan da kurtulamaz, çünkü bencillik her
canlı mahlûkun ödemesi gereken vergiden bir parçadır. Öyle ise İnsanın hoktai
nazarı zarurî olarak tarafgir ve sübjektiftir. Zâten eğer insanlar belli bir
modele göre seri hâlinde îmâledilmiş bir fabrikanın standart parçaları gibi
birbirinin tıpatıp aynı olsalardı insanlığın hakikatten elde ettiği müşâhede
çok dar ve sınırlı olacaktı. Bereket İnsanî şartlarımız pek o kadar fena değil.
Çünkü beşerî tabiattaki yeknasaklık insan şahsiyetlerinin arzettiği
farklılıklar sâyesinde çeşni kazanıp süslenmiştir. Her şahıs nefsinde kendine
has olan belli bir hususiyete sâhiptir ve her mesleğin de kendi hususî
tecrübesi, kendi görüş zaviyesi ve kendi aklî ele alış şekli vardır. Meselâ
kâinatın sırlarının doktor tarafından incelenişi (Religio Medici) var,
matematikçinin, denizcinin, ziraatçının, iş adamının, çobanın, marangozun ve
aralarında tarihçinin de yer aldığı daha pek çoğunun ayrı bir nîzâm ve metodu
var. Külli beşerî zekâ, ferdî ve meslekî tecrübeleri toplayarak ve müşahedeleri
kıyaslayarak insanın görüş tarzını biraz genişletmeye muvaffak oldu. Kazanılan
bu vüs’at,, umumun olduğu kadar her bir ferdin de menfaatine olmuştur. Her
müşâhede, hangi araştırma nizâmında olursa olsun, bu müşterek gayret için
faydalı telâkkî edilebilir. Bu kitap esas itibariyle yazarının ferdî meşrebini
değil, tarihçi mesleğinin yolunu tâkiple bizzat kendisinin ve tarihçi
meslektaşlarının ulaştıkları noktai nazardan elde edilebildikleri kâinat
görüşünü tasvîr etmek için yapılmış bir denemedir. Şüphesiz her tarihçinin
kendisine has bir bakış zâviyesi vardır. Keza her birinin kendine has ve
tâvîzsiz noktai nazarı olan tarihî metodu takibeden farklı mektepler de vardır.
·
3
— Biz, târihcilerin bu çeşitli mektepleri arasındaki mezkûr farklılıkları
inceleyeceğiz Fakat önce bütün tarihçilerin târihci olmak hasebiyle sâhib
oldukldrı müşterek tarafları tahlille işe başlamak bence daha faydalı
olacaktır.
·
4
— Târîhcilik, sadece ihsan hayatına değil, yeryüzünde mevcut herbir hayata has
fıtrî tahdîdierden bîri olan bencilliği (egocentnsme) kî o bizzat tarihçide de
var ıslâh etmek için yapılan bir teşebbüstür.
·
5
— Târihci canlı bir yaratık olmak hasebiyle bidayette kendisinde pek tabiî
olarak mevcut olan bencil karakterli şahsî görüş zâviyesini terketmek için
şuurlu ve irâdeli bir şekilde yaptığı denemelerle meslekî noktai nazarına
ulaşır.
·
6
— Bencilliğin bu dünya hayâtındaki rolü, iki zıt istikamete muhtemel
(ambivalent) bir roldür. Bencillik, bir cihette arzdaki hayatın cevherinden
tabiî bir parçasıdır. Gerçekten herbir canlı mahlûk, kâinatın küçük bir kısmı
tâli bir parçası olarak târif edilebilir. Fakat, bu parça bütünden kısmî olarak
ayrılmış, başına buyruk bir iktidarla hüviyetini kazanmış ve kâinatın geri
kalan kısmını da kendi egoist gâyelerine râmetmek için bütün imkânlarıyla
gücünün son damlasına kadar mücadele etmektedir. Başka bir ifâde ile, her canlı
mahlûk bizzat kendinden bir kâinat merkezi yapmak için gayret sarfeder. Bunu
yaparken diğer bütün canlı mahlûklarla, bizzat kâinatın kendisiyle, kâinatı
yaratan ve onu destekleyen ve zâil olayların gerisindeki gizli hâkîkattan
ibaret olan Kudretle de rekabete girer. Bu bencillik her canlı mahlûk İçin hayatî
zaruretlerden biridir. Çünkü o, mahlûkun varlığı İçin zarûridir. Bencillikten
toptan bir yüz çevirme, her canlı için hayatın bu geçici, mahallî ve hususî
taşıtının tamamen sönmesine bâis olarak (bu bir bakıma da bizzat hayatın
sönmesini ifâde eder); bu psikoleojik hakikate atılan nazar Budizm'in fikrî
hareket noktasını teşkil eder.
«Arzuların
terki ile tasarruf gider, tasarrüf un terki ile de varlık gider.» (1).
(1)
Upâdâna Sutta : II. 84, Thomas’ın nakli,
E.J., The History of Buddhist Thoght (londres 1933, kegen paul) s. 62.
·
7
,— Böylece anlaşılır ki, bencillik hayâtın bir zarûretidir. Fakat bu zarûret
aynı zamanda bir günâhtır da. Bencillik fikrî bir hatâdır. Çünkü aslında hiçbir
mahlûk kâinât'm merkezi değildir. Bu, aynı zamanda ahlâkî bir hatâdır, çünkü
hiçbir canlı sanki kâinât'ın merkezi imiş gibi, hareket etme hakkına sâhip
değildir. Hiç bir kimse kendi benzerlerini, kâinât'ı, Allah’ı , veya hakikati
sanki sâdece birtek canlı bencil mahlûkun arzularını tatmîn etmek gayesiyle
mevcutlarmış gibi telâkki etme hakkına sâhip değildir. Bu hatâlı inancı
benimseyip icaplarına göre hareket etmek (eski Yunan psikolojisinde tavsîf
edildiği, gibi) hybrîs günâhıdır. Hybris o ölçüsüz kibirdir ki helâk edici bir
mücrim olarak lucifer (şeytan)'ın cennetten kovulmasına sebep olmuştur,
(Hayatın trajedisi hıristiyan mitoleoiisinde böyle anlatılır).
·
8
— Böylece bencillik hem hayâtın bir zarureti hem. de bir «kaynak» ı peşinde
sürükleyen bir günah olması hasebiyle her canlı mahlûk hayatı boyunca devameden
bir dilemin içerisinde mahpus bulunmaktadır. Canlı bir mahlûk, kendi öz
iradesinin ifadesiyle intihar etmekten ve kendi öz benliğinden vazgeçerek
varlığını helake terk etmekten sakmabilme çârelerini elde edebildiği nisbet ve
müddetçe hayatta kalabilir. Orta yol bir usturanın ağzı kadar dardır ve yolcu
bulunmak mecburiyetinde olduğu bu. ortanın iki yanındaki iki uçuruma kendini
çeken iki ayrı kuvvetin son derece ezici sıkleti altındaki muvâzeneyi temîn
etmek zorundadır.
·
9
— Böylece her canlı mahlûka kendi bencilliği tarafından tevcih edilen problem,
bir ölüm kalım meselesidir. Bu mesele, her beşeri varlığa mütemâdi bir surette
tasallût eder. Târihe! noktai nazar da, insanoğlunun bu korkunç tehdide cevap
vermek için mücehhez olduğu pek çok fikri âletlerden biri olmak lâzım gelir.
·
10
— Tarihçi noktai nazari, insanlığın en yeni muktesebâtından biridir. İbtidâî
insan, bundan tamamen mahrumdur. Çünkü ona, ibtidâî insanda mevcut olmayan bir
cihazın yardımı olmayınca ulaşılamaz. Tarihçi noktai nazarı, başka zaman ve
mekânda yaşayan diğer insanların hayatını, târihcinin hayâlinde çok canlı bir
şekilde canlandırabilecek vesikaların kayıt ve muhafazasını derpiş eder. Bu, o
kadar canlı olmalı ki tarihçi, bu yabancı hayatın en az kendisinin ve
çağdışlarının bugün yaşadıkları hayat kadar aynı objektif değer ve aynı ahlâkî
arzulara sahip olduğunu kabul edebilsin, İbtidâî insan, bu cihazdan mahrumdur.
Çünkü insanlığın bu Arz üzerinde günümüze kadar 600.000 veya 1.000.000 senelik
geçmişine rağmen vesikaların tesbit ve kaydını sağlıyan teknik imkânlar ancak
son 6.000 yıl içinde gelişme göstermiştir. İbtidâî insan, geleneğin kısa
geçmişinden daha uzağı, zaman içerisinde hatırlatacak imkânlara sahip değildir.
Şurası bir gerçek ki, hafıza kaabiliyeti, yazılı vesikaların icâdından önce,
bilâhare devam etmiyecek bir güçle gelişmiştir. Fakat onun sumûlü, ibtidâî
insan ruhunda bile bir şecerenin basit isimlerini saymak hâriç, çok nisbî bir
şekilde kısadır. Bu çok sınırlı zihnî ufuk ötesinde bütün mazi, çok bulanık ve
belirsiz bir «Atalar Çağı» içinde kaybolur. Sırf hafızaya dayanan bu dar
çerçevede, ibtidâî İnsan, beşerin fıtrî bencilliğinden kendini kurtaracak ne
fikrî vasıtalara ne de zihnî bir seviyeye sâhiptir. İbtidâî insan için. geçmişbinnetice,
insan zihninin ancak daha önceden tahayyül ettiği bir geçmişe kıyaslayarak
kavradığı gelecek dahi hali hazırdan
kopmuş yarı gölge, çok dar bir dilimden ibarettir.
·
11
— Buna karşılık, vesikaları toplamak ve kaydetmek sanatı, insana medeniyetin
akışı içerisinde, diğer mekân ve zamanlarda yaşayan varlıkları sâdece bugünkü
kendi şahsiyetinin geri plânı olarak değil, fakat kendi benzer ve eşleri, yani
psikolojik muasırları olarak dd nazara alma imkânını sağlar. Böylece o, farklı
zaman ve mekânlarda yaşayan insanların da kendi hayatlarını, tıpkı bugünkü
kendi neslinden olanların zannettiği gibi, kâinatın merkezi olarak gördüklerini
kolayca kavrayabilir.
·
12
— Üstelik insan, medeniyetin akışı içerisinde, kendine tarihçi olma mesleğini
seçtiği vakit, sâdece kendi varlığının geçmiş bir nesil için haklı olarak ifâde
ettiği ehemmiyetin mânâsını kavramakla kalmaz aynı zamanda kendi seleflerinin
hissıyâtına ortak olur. O, buna kaabiidir. Çünkü bir târihciyi mâzinin
arşivlerini inceelmeye sevkeden, hasbî bir meraktır. Öyle, bir merak ki bu, her
canimin hıfzı hayât için kendini ihata eden şeyler için hissetmek
mecburiyetinde olduğu belli bir ölçüdeki merâkın hudutlarını çoktan aşar. New
York'ta, meselâ 1956 yılında, bir târihci, eğer komşularının yollar üzerinde
akan büyük taşıtlara karşı duyduğu merakı onlarla paylaşmazsa, vazifesini ifâ
için yaşayamayacak demektir. Fakat o, bir zamanlar aynı yollar üzerinde atlarla
çekilen «târihî» taşıtlarla şimdi kaybolmuş olan bu taşıtların aniden karşısına
çıkıp cesedinin üstünden geçme tehlikesi mevzubahis olmamasına rağmen
ilgilenmekle 1956 daki yaya çağdaşlarından ayrılacaktır.
·
13
— Bu merâk payı ki faydacı bir noktai hazardan lüzumsuzdur sâdece târihcileri
değil, aynı zamanda beşerî varlıkları diğer canlı mahlûkların çoğundan tefrik
eden vasıflardan biridir. İşte, hassaten beşerî olan bu ruhî kaabiliyettir ki,
insanı, medeniyetin akışı içerisinde vesikaların terakümü ile kendisine sunulan
fırsattan canlı mahlûkun fikrî plândaki fıtrî bencilliğinden kısmen kaçmak için
gerekli nasibini almaya tahrik eder. Târihcinin mesleği için kullandığı bu
ilâve merak payı, aynı zamanda gösterir ki, bu irsî bencillikten kaçış
kaabiliyeti beşerin târihten tevârüs ettiği tabiî değerlerinin ve bizzat insan
tabiatındaki fıtrî gayenin bir parçasıdır. Hülâsa, şurası muhakkak ki, İnsan
ruhu, gerçekten başka zaman ve başka mekânlarda yaşayan kimselerin hayatiyle
bizzât onlar için ilgilenir ilgilenmez kendi bencilliğinden çıkabilecek
durumdadır. Çünkü bir beşerî varlık, bu diğer insanların da kendi zaman ve
mekânlarında bugün burada kendi çağdaşları kadar, kendilerini sanki kâinatın
merkezi imiş gibi sevketme hakkına sâhip olduklarını bir kere kabul etti mi,,
o, aynı şekilde kendi neslinin bu diğer nesiller kadar bencil tutumda devam
etme hakkına sahip olmadığını kabul etmek zorundadır. Zaman ve mekânın farklı
noktalarında bulunan bir kısım insanlar «Zaman Mekân içeriisndeki kendi noktalarını dünyanın
esas merkezî noktası kabul etmek» gibi benzer iddiada bulunduğu vakit sağ duyu
şöyle der: Eğer Zaman Mekân böyle bir
merkezî noktaya sâhib olmak zorunda ise o nokta, bölünmüş insanlığın hiçbir
neslinin geçici ve mahallî noktai nazarında bulunamaz.
·
14
— Batı'da enaz iki asırdan bu yana inkişâf eden sanayi inkılâbından önce
insanların muhaberat vasıtalar rındaki fakirlik nazara alınınca vesikaların
terâkümü târihcilere bencilliği Mekân buudundan önce Zaman buudunda aşma imkânını verdiği daha kuvvetle
muhtemel gözüküyor. Sümerli bir din adamı kendi şehir devletini temsîledeh bir
tanrının mâbedinde müşâhedatını incelemek suretiyle kendi cemâatinden önce
gelip geçen nesilleri şuurunda gerçek şahıslar olarak canlandırabilirdi.
·
15
>— Batılı arkeologların kazı sonucu ortaya çıkardıkları Mısır'daki Tallal, Amorna şehrini düşünelim. Bu
m1*
rada
yaşamış olan imparator İhnaton’un realitesinden bir kısım muârefeyi batılı
arkeoloğun keşfinden birkaç bin yıl önce onun bir hayli uzaklarında kurulmuş
olan bir cemiyette yaşayan nesil elde edebilmiştir. Ortaya çıkarılışından önce
1600 yıllık mazisi içerisinde nîsyând bürünen bu neslin mezkûr muarefesi
Sümerlİ din adamının aynı ruhî plânı içerisindeydi.
·
16 — İhnaton'un ortaya
çıkarılması târihcilerce ölüleri tekrar hayâta kavuşturma sanatının klâsik bir
başarısıdır. Çünkü devrinde buruk bir polemik konusu olan bu şahıs, kendini
ortaya çıkaran kâşiflerde kendi çağdaşları nezdinde tahrik ettiği hissiyata
benzer hisler uyandırmıştır. Nefsinde, bu Mısırlı feylesof kıral hakkında
muhalif veya muvafık tarafı iltizâm için temâyül hisseden bir XX. asır batılı
târihcisi, muhakkak ki, bencillik hapishânesinden kendini kurtarmıştır. Fakat
bu mânevi hürriyet sâhasma giriş kahramanlığı zor ve hattâ ulaşılması nisbeten
kolay olan fikrî plânda çok nâdirdir. Hele bu, hissiyat plânında mevzubahs
olunca dâima nakıstır.
Modern
bir filozof olan Groce, «bütün târih çağdaş târihtir, bundan başkası da olamaz»
dedi. O bu sözüyle şunu demek istiyor: «Beşeriyetin akışı içerisinde geriye
nisbetle çok ilerlemiş olan bir adam dâim ibtidâî insan gibi kendi zaman ve
coğrafî mekânının mahpusudur.» Gerçekten insan bu iki cihetten de onların
esiridir.
Objektif
mânâda o, zaman ve mekânın mahpûsudur. Çünkü müşâhid, târih nehrinin kaynağa
giden kıyılarını tetkik ederken mütemâdiyen akmakta olan bu nehirde mansaba
doğru yol alan küçük bir geminin gözetleme kulesinde yer almış bulunmaktadır.
Yakın çağın müteselsil tarihçi nesillerinden her birini kendine has Roma Yunan
Medeniyetinin
târihini yapmaya sevkeden sebep de burada yatmaktadır. Sırayla her nesil,
gelişen târihin bu son safhasını kendinden önceki nesillere âit durumdan çıkıp
târihî duruma geçmekle hâsıl olan yeni bir perspektiften görmektedir.
Mâlûm
bir manzaranın iyice bilinen vasıfları, bu yeni perspektiften bakılınca
birbirleriyle yeni münasebetler peydâ eder, nisbî değerleri değişir, o ana
kadar görülmeyen noktalar ortaya çıkar, daha önce itibarda olan bâzı noktalarda
ehemmiyetini kaybeder.
Sübjektif
mânâda da tarihçi, içinde yaşadığı zamânın ve bölgenin mahpusudur. Az önce
gördük ki modern batılı târihçilerimiz Mısırlı imparator Ihnaton'u tekrar
hayata kavuşturmaya çok İyi muvaffak oldular ve onlar da Ihnâton’un Mısırlı
çağdaşları gibi onun hakkında şiddetli hissiyât besleme meylini gösterdiler.
Bununla beraber târihçilerinki Ihnaton'un Mısırlı vatandaşlarının beslediği
hissiyâttan farklı değildir. Hayâtı boyunca şiddetli polemik konusu olan bu
tekrar diriltilen Mısırlı hakkında târihçilerin fikirleri, gıdasını M.Ö. 14.
asırda Mısır’ın Yeni İmparator devrinde moda olan felsefî, dinî, siyasî
münakaşalardan değil fakat kendi yaşadıkları devrin cemiyetinde câri günlük
münakaşa konularından alıyordu. Onlar Ihnaton hakkında muvafık veya muhalif
tavır takınırken hemen hemen aynen Lenin veya Hitler, Cörçil veya Franklin D.
Rozvelt’ten bahsederken takınacakları tavrı takındılar. Başka bir deyimle
Ihnaton karşısındaki hissiyatlarına kendi çağdaşlarından en çok münakaşa konusu
olanlar hakkmdaki fikirlerinden birşeyler kattılar ve bu, o hadde ulaştı ki,
Ihnaton'u âdeta kendi sosyal muhitinden çıkarıp 20. asra naklettiler.
·
17 — Tetkikten sonra
görülecek ki bu hususta en de
(Tarih
Şuuru — 2) ğerli
tarihçiler bile belli bir Ölçüde hissiyatlarının esaretinden kurtulamadılar. Bu
duruma Gibbon misâl gösterilebilir. O, The History of the Decline and Fail of
the Roman Empire (= Roma İmparatorluğunun Gerileme ve Yıkılma Târihi) adlı
eserini yazarken ilk nazarda, Batı cemiyetinde yer alan müreffeh ve kendinden
emîn bir durumda olan kendi neslinin hayatından tamamen uzak ve ayrı bir konu
seçmiş gibidir. Bununla beraber Gibbon en az üç tarzda kendi devri ve kendi
muhitinin mahkûmu idi. O, bu konuyu Antohin'İer asrı Roma İmparatorluğu ile
1764 Roma'sı arasında bir ilgi kuran tamamen şahsî tecrübesinin şevkiyle
seçmişti. Antonin'ler devri Roma İmparatorluğunun yaşayışı üzerine bâzı
tahayyüllerde bulunabilirdi. Çünkü o, bu hayâtla kendi neslinin içinde yaşadığı
modern Batı cemiyetinin hayatı arasında bir yakınlık hissediyordu. Netice
olarak da kendininkiyle benzerliğini kabul ettiği diğer cemiyeti fiilen
yakalayan felâketin kendi cemiyetine de isabet etmesinden endişe ediyordu.
■"t
Böylece
görülüyor ki târihçinin kendi bencilliğini aşması kısmî ve noksandır. Hattâ
farklı fikrî muhitlerde yetişmiş çağdaşlar bile hâli hazır modern teknolojinin
birbirleriyle karşılaşma imkânlarını te’min etmiş olmasına rağmen, herbirisi
kendine yabancı olan diğerinin kültürünü takdir edip hoş karşılayacak durumda
değildirler. Günümüzde en büyük fikrî uçurum Batılı yahûdi liberalizmi ile
Batılı yahûdi komünizmi arasındaki açıklık değildir. Bu uçurum bir yandan dinî
ve ideolojik herbir yahûdi gurup Komünizm, Liberalizm, Hıristiyanlık, İslâm ve
hepsinin babası Yahûdilik île, diğer
yandan da felsefî ve dinî her bir Budist gurup Budizm sonrası Hinduizm, Mahâyâna, Hînayâna arasında mevcut olan uçurumdur.
Bu
uçurumu kapamak için çağdaş târihçiye ifası gereken bir rol düşmektedir ki bu
da mühim olduğu nisbette zordur. Mesleğinin esası oian kendini aşmak suretiyle
eide edilecek objektiflik, şüphesiz hiçbir zaman tam olarak elde edilemez.
Bununla beraber bu durumda bile daima birşeyler kazanılmış demektir. Çünkü
objektiflik tabiatı icabı bencil olan canlı bir mahlûkun zihnî noktai nazarını
tashîh edip görüş ufkuna daha çok genişlik vermeye belli bir ölçüde hizmet
eder.
·
18 — Herhangi bir derecede
bu bencilliği aşma ne kadar noksan veya hangi mektebe mensûb olursa olsun
herbir tarihçide görülen müşterek bir husustur, fakat tarihçinin görüş
zaviyesine sezme imkânı veren ufuk ne kadar dar da olsa farklı mekteplerin
tarihçilerine farklı Kâinat görüşleri ilham etmiştir. Şimdiye kadar birbirinden
çok farklı iki görüş tarzı birbirini tâkibetmiştir. Bu İki temâyülden biri,
kâinatın ahengini, gayri şahsî kanunlar tarafından idare edilen devri bir
hareket olarak telâkki eder. Bu açıdan, yıldızlar âleminin (kozmoz) zâhirî
ahengi gece ve gündüzün günlük ve mevsimlerin yıllık devri hareketleri,
kâinatın, bütünü içindeki devri hareketinin ahengi olarak tahmîn ve telâkkî
edilmiştir. Târihin bu astronomik davranışı, her canlıda mevcut bencilliğe olan
temâyülü cezri bir şekilde ıslâh etmiştir. Fakat o, bencilliği ıslâh ederken
târihten daha doğrusu kâinatın bütününden taşıdığı mânâyı kaldırmıştır. Bu
astronomik noktai nazardan târihçi, kendi «ben»inin burada ve şimdihususî bir
önem arzettiğine kat'iyyen inanmaz, fakat aynı şekilde bir başka beseri
mahlûkun da durumu ne olursa olsun herhangi bir ehemmiyet arzetmekte olduğuna
veya gelecekte arzedeceğine de aslâ inanmaz. Yunan terbiyesi almış Romalı
feylesof kralın ifâdesiyle :
«Aklî
rûh bütün feleği (kozmoz) ve onu muhat boşluğu dolaşır ve eşyaların plânına
nüfuz eder. Sınırsız zamanın uçurumlarına vâsıl olur ve kâinatın devrî olarak
yenilenen doğuşuhu sâdece anlamakla kalmaz, aynı zamanda tetkîk eder. Bu
tetkikler, aklî ruhu, bizim mârifetimizin ötesinde olan hakikati
gerçekleştirmeye sevkeder. Bu hakikatten bir nebzeyi ne bizden önce gidenler
gördü ne de bizden sonra gelenler görecekler. Bu mânâda orta seviyede zekâya
sâhip kırk yaşına basan herkes Tabiatın birliği ışığı altında bütün mâzi ve
bütün istikbâli görmüştür demek doğru olur.» (2).
·
19 — Bu esastan hareketle
böyle bir görüş tarzının hâkim olduğu RomaYunan ve Hind Dünyalarında Târihe çok
az değer veriliyordu. Bunu feylesof bir Yunân âlimi de şu sözleriyle teyid eder
:
«Şâir
ve târihçi birbirinden tefrîk edilemez, çünkü ikisi de nazım veya nesir hâlinde
yazarlar. Herodot'un eseri nazım hâlinde de yazılabilirdi. O vezinli veya
vezinsiz de olsa dâima târih türü içinde yer alacaktır. Târihle şiir arasında
tek fark şudur : Biri olanı, diğeri de olabileceği anlatır. Öyle ise şiir
târihe nazaran daha yüksek, daha felsefî bir şeydir. Çünkü, târih, hususî bir
şeyi anlatırken şiir, cihanşümul olanı anlatmaya meyleder. «Cihanşümul» le,
herhangi bir tipe mensub bir kimsenin yeri gelince ihtimaliyet veya zaruret
kanunlarına göre yapacağı veya söyliyeceği şeyi kastediyorum. Meselâ
Alcibiade'ın yaptığı veya fzdırabını çektiği şey hususîdir.» (3).
Hintliler,
bu Yunanlı ve Hintli olan felsefeyi Yunanlı
·
(2)
Marc Aurele, Meditations L, XI., chap. I,
·
(3)
Aristote, Poeties, chap. IX (1451 B), Traduit par Butcher, S.H. dans Aristotes
Theory and Poetry and Fine Art (londres 1902 Macmillan) lordan
da fazla benimseyerek târih yazmaktan nefret ettiler. Yunanlılar, târih
konusunda Hintliierinkine eşit teorik bir istihkâr taşımalarına rağmen
ruhlarındaki aşırı merakla târihi incelemekten, şâyânı takdîr estetik,
duygularıyla bu incelemelerin meyvesini ebedî şaheserler halinde yazmaktan geri
durmadılar. Bununla beraber, târih sahasında ortaya konan bu Yunan ebedî
âbidelerine rağmen, Aristo'nun yukarıda zikrettiğimiz küçümseyici ifâdesi,
sâdece Yunan târihi boyunca, asırlarca ekseri Yunanlıya değil, aynı zamanda
bütün devirlerin herbir Hintlisine hâkim olan derin hissiyata tercümanlık
etmiştir.
·
20
— Diğer mühim temayül,, kâinatın ahengini gayri devrî görür. Zekâ ve irâde ile
idare edildiğini kabul eder. İnsanın bilinen yegâne hareketi, Rûh ve İrâdenin
faaliyetidir ki, bu da kesin olarak gayri devrî bir manzara arzeder. Bu açıdan
kâinat’ın bütününe hâkim olan başlıca ahengin, beşerî bir ferde normâl olarak
hâkim olan âhenge benzediğine hükmedilmiştir. Bu kâinat görüşüne göre bir
başlangıç ve bir sonu olan, yer yer kesin buhranlar ve şaşmaz olayidria
noktalanmış, tehditler ve karşı koymalarla canlandırılmış bir dram yaşandığına
ve bu dramın da bir piyeste cereyan eden entrika gibi bir plânı açığa
çıkardığına inanılır. Târihin böyle bir irâde olarak telâkkisi, onun gayri
şahsî, devrî telâkkisine zıt olarak ona en yüksek bir mânâ kazandırır. Fakat bu
ikinci durumda da tarihçi her mahlûkun mayasında mevcut olan bencilliğe
düşmekle karşı karşıya kalır. Halbuki bundan kurtulmak onun meslekî
vazifesidir.
·
21
— İsrail'de hâkim olan târih telâkkîsi böyle idi. Yahudilik ve onun hemcinsi
Mecusîlik tarafından tevarüs edilen bu telâkkî Hıristiyanlık ve İslâmiyete de
nakledildi. Yahudi cemiyetlerinde, bizzat târihî zekânın tashih etmesi
llb
gereken
aşın hissilik ruhuna tekrar düşme pahasına târihe çok yüksek bir değer
atfediliyordu. Şurası muhakkak ki, bu görüşe göre, târihi idare eden zekâ ve
irâde ki plân ve hedefi gayri tesadüfidir ister ferdî, ister müşterek hareket
eden beşerî mahlûkların değil, her şsye kâdh ve ısEu olan bir tek Altah'm, zekâ
ve İrâdesidir. Ve herşeyden önce Allah'ın büyüklüğü fikri, Allah'ın bu mahlûklarından
herbirinin bencilliğini tedâvide en az tabiat'taki kanunların merhametsizliğine
olan inanç kadar müessir bir ilâç olabilirdi. Fakat Yahudi cemiyetler, bizzat
kendileri (birbirleriyle rekabet ederek ve kendilerinin dışında kaian insanlığı
da unutarak) Allah'ın «seçkin milleti» rolünü deruhte ettiler. Telâkkiye göre
mezkûr millet, Allah'ın onu seçmiş olması hasebiyle, sahte ilâhlara tapan
insanlığın putperest ekseriyetine karşı târih’te hâkim bir rol oynayacaktır.
Bu, sözüm ona «seçkin milletsin geri kalan insan ırkı karşısındaki tutumu,
kendilerini seçtiğine inandıkları ilâha atfettikleri diğer sahte tanrılar
karşısındaki İlâhî tutumun mukâbiii ve paralelidir. Tek hakikî Allah,, kıskanç
bir ilâh olarak teîâkkî edilmiştir. (Haşa!..) Gerçekten O, sadece hakikî olan
tek ilâh olmakla kalmaz, aynı zamanda sahte ilâhlara haksız olarak yapılan
teşebbüse de müsâmaha göstermez. Yahudi dinlerindeki «Allah'tan başka tann
yoktur.» ifâdesi mühtesibieri için zımnen şu emri muhtevidir .* ««Senin benden
başka ilâhın olmayacak,» ve binnetice Allah'ın sahte tanrılar karşısında
hissettiği kabul edilen duygunun, «seçkin milletler» için bu putperestler
karşısında hissetmesi gereken duyguya bir model teşkil ettiğine inanmakta,
bunlar kendilerini haklı gördüler.
Böyle
Yahudi cemiyetlerinde, insandaki fıtrî bencillik, sâdece Kadîri Mutlak değil,
aynı zamanda Hâkimî Mutlak ve Âdîli Mutlak bilinen Allah'ın fazlu bereketiyle
takdîs ve tebcîl edilmiş oluyor. Bencilliğin bu muazzam artışı «seçkin millet»
e ve kendisiyle kendi kabile mensuplarının da bu milleti teşkil ettiğine dâir
olan inanca bas bir marazdır. Bu maraz, peygamberlerin yaptığı gibi, «seçkin
millet» in çağrıldığı üstün ve müsâmahasız bir telâkkiye yükselmekte de
bertaraf edilmedi. Onlar, pek ciddî olan seçilmiş olma doktrinini kabul
edebilirler. Ancak bunu saltanat sürmek, zenginlikten müstefîd, zaferden
şerefyâb olmak için değil, fakat Allah'ın emir ve irâdesinin tahakkuku (4)
yolunda takatin fevkinde yükleri çekmek, görülmemiş zahmet ve sıkıntılara
katlanmak içindir. Fakat bu durumda bile kendi öz birliklerine olan devamlı
inançları, onları dâima, mümtâz vasfım kendilerine bir emirle bahşeden Allah’ta
bulunan bir kutba değil, bizzat kendilerinde yer eden bir kutba doğru
itecektir. Bu te’sir batılı modern ideolojilerde bile görülür: Yahûdi inancının
bir prensibi olan Tek Allah inancı bertaraf edilmesine rağmen, komünizm ve
nasyonal sosyalizm «seçkin millet»
mefhûmunu benimsemiştir.
Böylece,
YahûdiMecûsî Târih temâyüiü tıpkı YunanHind perspektifi gibi bizi bir serden
kaçmaya imkân verirken diğer bir şerre sürüklemektedir. Tabiatın gayri şahsî
kanunlarıyla idare edilen devri bir kâinat tasavvuru,, insana bencilliğini
tedâvi etme imkânı sağlar. Fakat târihten her çeşit ehemmiyet ve değeri
uzaklaştırır. Hakikî bir Allah tarafından idâre edilen devri olmayan bir kâinat
görüşü, târih'e âzamî manidarlık ve ehemmiyeti tanımaya imkân verir. Fakat bu
görüşün müntesipleri, kendilerini bencilliğin katmerlisine atmaya ve hiç
tınmayan sessiz bir
·
(4) Bak: Wright
G.E., The Old Testament against its Enviroment (Londres 1950, Student Christian
Movement Press); Rowley, H.H., The Biblical Doctrine of Election {Londres,
1950, Lutterworth Press).
vicdânla
aşın kutuplara sürüklenmeye müheyyadırlar. Bu iki imkândan birini seçmek
mecburiyeti karşısında herbirinin meş’um olan ters tarafına bakarak bunlardan
birini tercihte tereddüt edebiliriz. Bununla beraber onlar insanlığın günümüze
kadar sırayla benimsediği başlıca iki görüş tarzıdır. Bugün, insanlığın ekseriyeti,
rûhun bu iki görüşünden birine întisâb etmektedir. Bunlardan birini seçmede
ortaya çıkan dilem, bu araştırmamız boyunca peşimizi bırakmıyacaktır. Bu sahada
diğer başka fikirler de mevcuttur. Onlardan en azından ikisi, burada mevzubahs
edilebilecek derecede insanlık târihinde ve medeniyetin akışı içinde ehemmiyeti
haiz olmuşlardır.
·
22 — Bu telâkkilerden
biri, batılı modern bir mûsiki eserinde mevcut olan bünye (strüktür) gibi bir
bünyeyi târih'te görmek ister. Bu görüş, esâs menşe itibariyle batılı değil,
Çinlidir. Bu Çinli anlayışa göre târih, bidayette beyan edilmiş bir tem üzerine
teselsülden tahavvül ve değişmelerin bir devamıdır. Bu görüş, biri diğerinden
hâriç olmakla beraber birbirini tamamlayan ne Yahûdi Me~ cûsî görüşüne, ne de HintYunan görüşüne
tekâbül eder.. Çin telâkkisi, târihî ahengin tekerrür ettiğini müşahede etmek
ve bencil olmamak yönüyle Yunan telâkkisine benzer. Ona göre, hâli hazırdaki
benim neslim, verdiği örnekle müstakbel asırlarda zuhûru düşünülebilen her
çeşit şartlar karşısında mükemmel bir nümunei imtisâl kabul edilen klâsik
maziye nisbetle hiçbir değer arzetmez. Seleflerimize daha az gayri lâyık olmak
için yapabileceğimiz en iyi şey, klâsik edebiyatta nakledilen şekliyle onların
verdiği örneğe elimizden gelen büyük bir sadâkatla imtisâl etmektedir. Bir
diğer cihetten, Çin telâkkisi, târihe şahsî bir karakter atfedip onun büyük
ehemmiyetini kabul ettiği için de Yahûdi Mecûsi telâkkisine benzer. Mâzide geçen klâsik
örneklerin tekerrürü, gayri şahsî bir kanunun işleyişinin otomatik bir neticesi
değildir. Bu, büyük bir ahlâkî gayret pdhasına gerçekleşen, takdir ve
hayranlıktan mülhem, şuurlu ve mukarrer bir fiildir. Çin zekâsı, Yahudi ve Hint
fikirlerini öğrenip kendi görüş tarzı ile kıyasladığı vakit zahir olarak ortaya
çıkan farklı bîr yön ve mânâ gösterir. İşte bu farklılık sebebiyledir ki, Hint
ve Yahudi dünyasıyla olan kıyaslamada ortaya çıkandan kendine en güzel payı
elde eder ve yukarıda arzettiğimiz Yahudi Hint dilemini husûsiyle Çinli olan mahâret ve
fetânet dolu bir başarıyla halleder. Bu Çin telâkkisi, Yunan telâkkîsinde
olduğu gibi, târihî edebiyatın büyük eserlerini ilham etmiştir. Hattâ bugün
bile muhtemelen komünizm ismini taşıyan yeni ve yerli olmayan bir kıyâfete
bürünmüş olarak, insan ırkının hemen hemen dörtte birinin şuur altında
hâkimiyetine devam etmekledir. Bu tarzdaki Çin bakışının, Yahûdi ve Hind'inkine
muhâiif düşen zayıf tarafı onun eski (arkaik) şekle irca edici ve durgun
(statik) olmasıdır.
İkinci
derecede ehemmiyetli diğer telâkkiye gelince o, kâinatın hareketini nizâmsız,
düzensiz, tesâdüfî ve için de hiçbir âhenk, hiçbir plân ve gaye fark edilemeyen
bir akış olarak görür. Bu düşünce, târihin Hıristiyanlık sonrası bîr devrinde
bir kısım batılı târihçilerin intisâb ettiği belli bir mektebin hâkim formülü
îdi. Bu ne Hintii görüşle, ne de Yahûdi teiâkkî ile mukayeseye tahammül edemez.
Bunlardan bîriyle karşılaştığı vakit bütün târihçilerin cevap vermeyi denemek
zorunda kaldıkları «Kâinatın muhteva ve tabiatı nedir?» sualine cevapta âciz
kalır.
·
23 — Böyle birinci
derecede önemi hâiz bir suale verilen bu yeni batılı cevap sathî bir çözümdür.
Çünkü o, feylesofların bu konuda yaptıkları tahlîli öğrenme zahme
tine
katlanmadan (başka hiçbir zarûret olmadığı halde) mezkûr suâle yeterli bir
cevâp olarak tesadüf mefhûmunu kabul etme fikriyle mutabık kalır. Bununla
beraber Bergson, çağdaş diğer feylesoflarla beraber, gösterdi ki (5) «Tesâdüf,
Düzensizlik, Başıboşluk» mefhûmu sâdece izâfî bir mefhûmdur, mutlak değildir :
«Kitaplığımdan
tesâdüf en bir cilt seçip, şöyle bir göz attıktan sonra: «Bunlar nazım
değildir» diyerek onu tekrar raflara koyabilirim. Acaba bu sözüm kitabi
karıştırırken gördüğüm şeyi aynıyla ifâde ediyor mu? Şüphesiz ki hayır. Nazmın
yokluğunu ne gördüm, ne de göreceğim. Ben nesir gördüm. Fakat şiir aradığım
için bulduğumu aradığım şeyle ilgili olarak ifâde ediyorum ve «bu nesirdir»
diyeceğim yerde «bunlar nazım değildir» diyorum. Tersine, içimde nesir okuma
arzusu doğsa ve ben de bîr nazım kitabına tesâdüf etsem «bu nesir değildir» diyeceğim.»
Böylece ben, bana şiirleri haber veren idrâkimin kavradığı şeyi, beklediğim ve
dikkat ettiğim şey diliyle ki o da nesir fikrine bağlanmıştır ve ondan
başkasını dinlemek istemiyorum ifâde etmiş oluyorum.»
Bergson'un
açık bir şekilde izâh ettiği gibi Tesâdüf, Nizâmsıziık ve Başıboşluğun tezahürü
çok sahte bir şekilde pozitif ifâde tarzına bürünmüş menfî bir tesbitten başka
birşey değildir. Hususî bir durumda yokluğunu gördüğümüz nizâm, mutlakta mevcut
olan nizâm değildir. Fakat peşpeşe bulunması muhtemel bir kısım nizâmlar
arasında aradığımız bir nizâmdır. Bir nizâmsızlığa rastlamakla keşfettiğimiz
şey, aslında nizâmsıziık değildir. Biz esas aradığımız hususî nizâm yerine bir
başka nizâma tesadüf ettik.. Araştırmamız, bu bulunanın meçhul ve bek
·
(5) L’evolution
Creatrice,. 24. baskı, Paris, 1921, Aİcan, s.23958.
lenmedik
bir nizâm olduğunu tahkik edinceye kadar devam edecek. Biz bunu gerçekleştirip
onun hüviyetini ortaya koyunca anhyacağız ki önümüzdeki bir nizâmdır,
nizâmsızlık ve başı boşluk değildir.
·
24 — Bu açıdan bakınca,
batılı yeni tenâkuzcu (antinomik) mektebe mensup feylesoflar, târih için: «O,
kavTanılamayan bir nizamsızlıktır» sözleriyle onlarm târihte alışageldikleri
iki nizâm şeklinden hiçbirini bulamadıklarını söylemek istedikleri anlaşılır.
Onlar târihte ne Yahudi'lerin mevcut bir Allah prensibini, ne Yunanlıların gayri
şahsî kanun prensibini bulmuyorlar. Fakat onlara bizzat kendileri için vuzûha
kavuşturmaları gereken varlığı muhtemel üçüncü bir nizâm kalıyor. Eğer onlar bu
iki nizâmdan hiçbirini bulamıyorlarsa mefrûz olanı (e,x hypothesi) keşfetmek
zorunda kalacaklar. Bu durumda onların insânî ruhun (psyche) belli bir
seviyesinde yer alan, târih'te model ve heyet teşkîl eden belli bir nizâma
Taslayacaklarından emîn olabiliriz. Çünkü, şayet onlar târih’te hiçbir şekil
yakalamasaiardı onun hakkında hiçbir telâkki sahibi olamıyacaklardı. Hiçbir
şekil göremediklerini beyân ettikleri vakit hakikatte onlar Kâinatın hafî bir
görüntüsünü şuurun aydınlığa getirmeyi reddetmiş oluyorlar. Bu redle onlar öyle
bir târih telâkkisine sâhib oluyorlar ki, bu telâkki icâbı kendilerinin, rûhuna
şuuraltı seviyesinde defnedilmiş herhangi bir modelle idârç edildiklerini kabul
ederler. Bu şuur dışında yer alan model, şuurlu düşüncelerine istediği gibi
hâkim olacak. Çünkü onlar bunu,, bilerek kendi şuurlarının kontrolü dışında
bırakıyorlar. Şuurlu olarak tenkitten geçilmeyen zihnî bir model ise eski
(arkaik), çocukça ve silik olmanın tam şansına sâhiptir. Bâzı modern
tarihçilerin şuursuz olarak tâkib ettikleri modelin kabalığı şuurları
seviyesine kadar çıkıp tezahür edebilen bâzı parçaların kabalığıyla güzelce
anlaşılmak' tadır. Tıpkı batan bir geminin enkazından ayrılıp denizin üstünde
yüzen parçalarla gemi hakkında bilgi edinildiğî gibi. Mânâsı hususunda mutâbakata
varılan tâbirlerle diğerleri arasında hiçbir tefrîk yapmadan kabul edilen bu
fikrî kalıplardan (klişe) bazı örnekler: «Avrupa'nın İsrail, Yunan ve Roma'dan
devraldığı mirâs», «bir Cathay devri (6)» (bu tâbir ölümün Tennyson'da (7)
yaşamaktan koruduğu «Avrupa'nın yarım asrı» tâbirinden daha mânâsız değildir);
mücerret ve tezyifi olan: tedenni, durgunluk, tefessüh, İstİbdâd, taassûb,
hurafe ve gayri aklilik gibi kelimelerin günlük sıfatı olarak kullanılan
«doğulu» klişesi gibi.
·
25 — Bu gibi kaybolmuş ve
unutulmuş modellerin geride kalan parça ve kısımları, tefekkürünü târih
içerisinde sistemleştirmekten ziyâde nassî hükümlere binâ eden târihçilerin
düşüncelerini hâlâ idâre etmeye muvaffak olabilmektedirler. Hiçbir çeşitten
hiçbir plân yok. Çünkü gerçek şu ki herbir fikir herbir kelime, Rûh tarafından
Hakikat âleminden bulunmuş bir tiptir ve bütün modellerden istinkâf etmektedir.
Eğer bu istinkâf gerçekleştirilebilseydi o, ihsanın kâinat'tan yaptığı
görüntüyü Bellman'ın deniz haritasının (8) en güzel süsü olan «mutlak ve
mükemmel beyazsa İrca edecekti. Kanaatlerinin felsefî neticelerini nazarı
îtibâre aldıktan sonra da onları beyan etme cesâretini muhafaza eden tenkitçi
ruha sâhip bir târihçi, sadece Marc Aurele, Saint Augüstin ve Konfüçyüs
isimlerini, sadece tarihçilerin, bizzat itiraf ettik
te)
Cathay; Marco Polo’clan bu yana Ortaçağ batılı yazarlarının Çin'e izafe
ettikleri isim. (Çevirenin notu)
·
(7)
Tennyson : 18091892 yılları arasında yaşayan bir İngiliz şairidir. (Çevirenin
notu).
·
(8)
Bak: Carroii, Levis, The Hunting of the Snark. leri
gibi, kendi şahsî doktrinlerine uyup uymadığını tahkîk etmeden gelişigüzel
kullanmakta beis görmedikleri «Avrupa», «Doğulu» ve diğerleri gibi yukarıda
zikrettiğimizbu karışık mefhûmları terk,etmeye kendini mecbur hissetmekle
kalmayacak. Evet, aman tanımayan bir tenkîd «Nikaragua» ve «Napoiyon» gibi özel
isimlere, «memleket», «kral» ve «adam» gibi cins isimlere has mefhûmlardan da
istinkâf etmek zorunda kalacaktır. Gerçekten o, kendini olaylar dünyasından
uzaklaştırabilmek için bir mistiğin yoga’sından bir parça olan her çeşit
istidlâlî düşüncenin talikini gerçekleştirmek zorundadır. Bu da pek tabiî,
tarihçi tarafından ulaşılmak istenen hedefin tam zıddı olması hasebiyle, biz bu
doktrini abese (ad absürdüm) irca eden bir neticeye ulaşmış oluyoruz.
Münekkîd
târihçilerie, feylesofların hemfikir olacakları günü bekleyeduralım. Biz
kâinatın tabiatında başıboşluğu kabûi eden telâkkide devri görüş ve irâdî
görüşle atbaşı giden açık ve müsbet bir görüş değil, fakat bu iki ana görüşten
hiçbirisinin münakaşaya arz edilmiş bir hipotezden başka bir şey olmadığına
dair faydalı bir hatırlatma görmekte haklı olduğumuzun tahakkukunu göreceğiz.
2
□
TABİATI PERESTİŞ
·
26 —• Eğer, haklarında
bâzı bilgi sahibi olduğumuz çeşitli cemâat ve cemiyetlerde farklı devir ve
farklı yerlerde yaşayan dinlerin tedkîkini ele alacak olsak insanı hayretlere
düşüren sayısız denecek kadar çeşitli tezahürllere Taslayacağız. Bununla
beraber, dikkatli bir tedkîk ve tahlilden sonra bu zahirî farklılıkların Insanperestliğin
çeşitlerine, veya güttüğü gaye veya perestişine konu olan varlık yönünden üç
ana guruba irca edilebileceğini görürüz: Tabiat, İnsan, Mutlak Hakikat. Bu
sonuncu ne tabiat ne de insandır, onların hem içinde hem ötesindedir.
Her
kim, Yahudi dinlerinden birinin geleneği içinde yetişirse, tevarüs ettiği
manevî mîrâs sebebiyle Hakikati Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyette
müştereken Bir ve gerçek olan Allah'ın şahsında tıpkı insanperestlîk ve bu
şekilde yanaşmaya çalışmak tıpkı İnsanperestlîk ve Tabiatperestlikte olduğu
gibi tapınma fiili olarak vasıflandırılabilir. Fakat mutasavvıflar Müslüman, Hıristiyan veya Yöhûdi olsun zatî olma hasebiyle, bu Hakîkat'a perestişten,
içinde zâtların (şahsiyetlerin) eriyip zayıfladığı Hakîkatla birliğe geçerler.
O'nda fenâ olmaya çalışırlar. Hakikatin böyle gayri şahsî tefrik edilmemiş,
birleştirici bir «olmak tarzı» şeklinde görülüşü Yahûdi patikasını tâkibeden yolcu için
ulaşılması pek zor olan görüş Hakikatten
yapılan ilk sezgidir. Eğer tesadüfler bu sezgiye eren kimseye Yahûdi mâneviyatı
yerine Hint maneviyatının özünü verecek bir muhitte doğmayi müyesser kılsaydı,.
o bunu kavramaya müheyya olacaktı. Bir Budist veya biı Hindû, Hakikat'ı Nirvâna
(arzuların sönmesiyle ulaşılan halj’ıh gayri şahsî veçhesi altında veya Brahma
(1) tefrik edilmiş, binnetîce tarifi imkânsız Varlık Jolarak arayacak ve onun
faaliyeti bir perestiş fiili olmayacaktır. Eğer o, bir Budist'se bâzı
merhaleleri atia
·
(1) Nötr isim,
Sanskritçe’de aynı Mutlak Hakîkat’ı ferdî teşahhusu İçinde ifâde eden müzekker
isim Brehmâ ile karıştırmamak lâzımdır.
layarak
tekâmül edip, içindeki Arzu'yu tamamen öldürünce Nîrvâna’ya kavuşacak demektir.
Eğer mevzûbahs olan bir Hindû ise bu durumda bîr sezgi olarak tavsifi daha
münâsip düşecek olan Hakikat'la birleşmek ameliyesi vuku bulacak demektir. Bu
durumda kendi öz şahsiyeti ile Mutlak arasındaki zahirî tefrik, gerçek olmaktan
ziyâde hayâlîdir.
·
27 — Böylece, Hint ve
Yahûdi dinleri, farklı eie alış yollan içerisinde farklı umumî görünüşler arzetseler
de birbirlerine yabancı değildirler. Hakîkat'ı, varlığın gayri şahsî bir Hâl'i
olarak telakki eden Hint görüşü, Yahûdi dinlerinin meçhulü değil ve ayni
şekilde Yahûdi dinlerinin temelinde yer alan Hakîkat'in zatî veçhesi de Hint
dinlerince meşhûl değildir. Kurtuluşu benliğin öldürülmesinde arayan Budizm’in
Hinâyâna mezhebi, Gotama Buda'nıh şahsında ifâdesini bulan beşerî bir
kurtarıcının mânevî desteğinden kendini müstağnî kılamadı. Mahâyâna mezhebinde
Hakîkat’a yanaşma yolu, beşerî hacıların, isimden başka her hususta zatî bir
kurtarıcı tanrı olan bir Bodhîsatva (2)
İle olan münâsebetlerine bağlıdır. Buda sonrası Hinduizm'de, Mahâyâna
mezhebinin Bodhisatvaları apaçık bir şekilde zâtî ve İlâhî olan kurtarıcılardan
kendi eş benzerlerine sahiptirler.
Böylece,
incelemeden sonra anlaşılıyorki, Hakîkat'in Hintli telakkisi ile Yahûdi
telakkîsi arasındaki fark, bir görüş farkından ziyâde bir değer farkıdır. Her
iki telâkkide de Hakikat iki veçhe altında tezahür etmektedir : Hem zâti bir
Allah, hem de mânevî varlığı birleştirici bir
·
(2) Bodhisatva;
Budizm'de kemâle ulaşıp Buda vasfım kazanan kimseye verilen isim. (ç. n.)
Hâl.
Bu iki veçheden hiçbiri bu iki görünüşün hiçbirinden iskât edilemez. Biz ister
ibtidâî şekilde Hintli tâbirler çerçevesinde, ister ibtidâî şekliyle Yahûdî
tâbirler çerçevesinde düşünelim, Hakîkat’ten başka birşey düşünemeyiz. Siz buna
Brahma Nirvâna veya sâdece Allah deyin,
ayni şeyi söylemiş olursunuz. Bu araştırmamız boyunca, aynı zamanda Hakîkat'ın
zâtî ve gayrî zatî veçhesini ifâde eden tâbirlere göre düşünmeyi denemek
zorunda kalacağız. Böyle ihâtalı bir düşünceye kendimizi zorlamak, hele onu ifâde
etmek oldukça zordur. Hıristiyan bir muhitte yetişen bir târihçi tarafından
birinci plânda hrıstiyaniar ve (laikleşen) sâbık hıristiyanlar için yazılan bir
kitapta muhtemelen ifâde üslûbu, yazarının şahsiyetine çok bağlı kalacak. Fakat
yazara bu Yahûdi Hıristiyân
alışkanlığının galebe çaldığı her defasında okuyucu, onun Yahûdi ifadesini,
Hakîkat'ın yukarıda zikredilen iki cephesine birden veciz bir şekilde atıfta
bulunan bir düstûr olarak îzâh etmelidir. Belki de sonsuz olan bir miktar
içerisinde sâdece bu ikisi şimdiye kadar beşerî araştırıcıların önünde tezâhür
etmiştir.
·
28 — Eğer biz bütün yüksek
dinlerin perestiş için aynı varlığa teveccüh ettiklerine veya farklı veçhe
(veya veçheler) gerisinde, tek ve aynı olan bir Hakîkat'ı aramada aynı gayeyi güttüklerine
hükmedersek, bu iddia ve keşfimizde doğrulanmış olacağız. Dinin şıklı veya objektif konuları üçten fazla değildir. O1
zaman göreceğiz ki, insanın bu üç ihtimâlden birini seçme hikâyesi zamanımızda
henüz son perdesine ulaşamayan bir dramdır. Biz belki de şimdiden entrikanın
unsurlarını ortaya çıkarabiliyoruz, fakat henüz fâcianın sonunu bilmiyoruz.
İnsan önce tabiata tapmaya başlar, tabitperestliği bıraktığı zaman da doldurmak
zorunda kaldığı mânevî bir boşluk
33
® hisseder. İşte o vakit tabiatperestliğin yerine, ya kendine perestişi ya
Allah'a ubudiyeti veya Brahma' ya da Nirvâna aramak suretiyle Mutlak Hakîkat'ı
arzulamayı ikâme edecektir. Bu dinî ihtilâf, medeniyetlerin yeni hamlesiyle
ortaya çıktı, fakat henüz halledilmedi. Bugün bütün insan neslinin teknoloji
tarafından inşâ edilen bir kalıp içinde tek bir cemiyet hâline döküldüğü XX.
asır dünyasında, bu mezkûr mesele, ister iktisâdî( ister siyâsî ve ideolojik
olsun bütün mevcut polemiğin temelinde yatan ana meseledir. İnsan insana mı tapmalıdır,
Allah'a mı tapmalıdır, yoksa Brahma Nirvâna aramaya devam mı etmelidir?
Medeniyetler
çağı boyunca insanın sadâkatini kendine çekme hususunda yanşan bu üç dinden veya manevî patika Tabitperestllk çok daha eski ve çok daha
derinlere kök atmış durumdadır. İnsanın ibtidâî dininin ne olduğu günümüzde en
çok münakaşa edilen mevzudur. Pere W. Schmidt'in bugün yeryüzünün en ücra
köşelerine dağılmış fakat hayatta olan en ibtidâî toplulukların inançlarındaki
müşterek unsurların mukâyeseli tedkîkinden ortaya çıkan neticelere dayanan
teorisini kabul veya reddetmeye hâli hazır mevcut delillerimiz imkân vermiyor.
Pere Schmidt, modern yüksek dinler tarafından ortaya konan Allah’a tapmanın bir
yenilik olmayıp,, hakikatı halde insanlığın en eski dininin yeni bir rönesansı
ve yeniden bir ba'su ba'del mevti olduğu hükmüne varmıştı (3). Nitekim,
İnsan'ın, kendi gayeleri için Tabîat'ı kullanacak seviyeye gelmeden önce ona
tapmadığım kolayca kavrayabiliriz. Çünkü kendisine herhangi bir tesir icrâ etme
.ümîdi olmayan bir kuvvete tapınmak zor olacaktı. Tabit
·
(3) Bak, Schmidt,
Pere W., The Origin and Growth of Religion, İngilizceye Rose, H. J. tercümesi
(Londres, 1927, Methnen).
(Tarih
Şuuru — 3) perestiik en
parlak devrini, İnsan'ıh Tabiat karşısındaki kendini ne tamamen güçsüz (çünkü
bu durumda ona tesir etmeye çalışması tamamen beyhûde değildi) ne de tamamen
ona hâkim hissetmediği (böylece onu eğmeye çalışmak zahmete değerdi) uzun bir
devir boyunca yaşadı. İnsan'ın hayatt akalmak için gıdasını toplayarak elde ettiği
tamamen pasif bir devreden, nisbeten daha aktif olan kara ve deniz avcılığı
safhasına geçtiği vakit başlamak zorunda olan bu devir yüzbinlerce yıl devam
etmiş olmak Bu devre târihinde kendini tabiata hâkim hissedip artık ona tapmak
ihtiyâcını duymadığı bir devreye ulaşan İnsan'ın bizzat insan olan kendisi ile,
taabbüt konusu olarak Allah arasında (veya beşerî güç veya saadet ile manevî
hedef olan Brahma Nirvâna arasında) parçalandığı üç bin yıllık devreye nisbetle
çok uzun bir devredir.
·
29 — Gerçekten insan, gayri
beşerî Tabiat’a hâkimiyete bundan kırk elli bir yıla (4) yakın bir müddet önceye
tekâbül eden Yontma Taş Devri'nde vâsıl oldu. Yâni insanoğlunun arzdaki
varlığına nisbetle çok yakın bir devirde, medeniyetin zuhûruna nisbetle çok
geri bir devirde. Bu tarihdenberi başka hiçbir varlık insanla arz üzerinde
üstünlük münâkaşası yapamadı. Hayâta imkân verdiği zamandan bu yana ortaya
çıkan değişmelerden daha büyük bir iklim tahavvülü, Kürei Arz üzerinde vukûa
gelmedikçe yer yüzünde insan, cansız Tabiat tarafından da mağlûb
edilemiyecek'tir. Yontma Taş Devri sona ermeden önceki son kırk elli bin yıllık
(5) devre içinde beşerî teknoloji ile gerçekleştirilen müteâkip zaferlerin
hepsi hastalıklarla mücâdele veya onların mikroplarını üret
·
(4)
Harfiyyen tercemesi: Birkaç onbin yıl (ç.n.).
·
(5)
Harfiyyen tercemesi: Birkaç onbin yıl. (ç.n.). mek
için bulunan teknikten, atomun parçalanmasına kadar bilkuvve garanti edilmişti.
Şurası muhakkak ki Wells'in icadı herhangi bir «zaman keşif makinası»
tarafından bir XX. asır âlimi maziye nakledilebilseydi, o bütün bu îcâdları
târihin herhangi bir safhasında çok önceden haber verebilirdi.
İnsanın
gayri beşerî olan Tabiat üzerindeki zahiren kesin ve kat'î zaferine rağmen
Tabiatperestlik, modern üstün dinlerde iyice kökleşmiş durumdadır. Onun bugünkü
Hinduizm'deki mevcudiyeti, tevîl götürmeyecek kadar aşikârdır. Meselâ hayatın
devamını sağlayan kuvvetin, sembolü olarak yapılan lingam (6) tabbüdü bu
nev'idendir. Aynı şey Mahâyâna'da da (Mandala'da (7) şuuraltı yapısının
keşfinde) ve Hıristiyanlıkta da (Aha ve Evlât taabbüdünde, Ekmek ve Şarap
âyininde) mevcuttur. Tabiatperestliği (andıran bir hususa) üstün Mûsevî
dinlerin en aklî (rasyonel) olanı ve tevhîd inancındaki ciddîliği ve Allah'ın
ululuğu hususundaki pek berrâk telâkkisiyle mümtâz olan İslâm'da bile raslanır.
Mekke'deki Kâbe'nin duvarına yerleştirilmiş olan Hacerül'lEvsed tabiatperestliğe
âit bâzı unsurların sâdece İslâm’da değil, diğer üstün dinlerin hepsinde devam
edişinin bir sembolü olarak mülâhaza edilebilir (8).
·
(6)
Lingam: Erkek ve kadın cinsinden uzuvlarına müteallik olarak Hint tanrısı Siva'yı
temsîieden üstüvânî put. (ç.n.).
·
(7)
Mandala: Kâinâtı Hint yaratılış telakkisi tarzında gösteren, sembolik renklerle
bezenmiş çizgilerden mürekkep şema.
·
(8)
Haceru'lEsved'e müslümanlar tarafından gösterilen tâzîm, menşeini taşın
zâtından almaz. Bizzat Hz. Muhammed aleyhisselâm hâc menâsikinın bir sünneti
olarak (farzı ve vacibi değil) ona istilâmı teşrî etmiştir, tıpkı namazın bir
sünneti olarak kıraatin bidayetinde tesmiye gibi, Islâmiyette kudsiyetîni
Kur'ânt Azîmüşşân veya Hz, Muhammed aleyhis
·
30 — Bugünün üstün
dinlerine yerleşmiş olan bu Tabiatperestliğe ait unsurlar sönmüş ibtidâî bir
dinelen günümüze intikâl eden fosilleşmiş kalıntılar olmaktan çok daha
ötede başka şeyler ifade eder: Bunlar beşer ruhunun sathı altında Tabiat
perestliğin dâima canlı olarak mevcut olduğunun alâmetleridir. O canlıdır,
çünkü Yontma Taş Devrinde İhsan’ın kendisine karşı kesin bir zafer kazandığı
gayri beşerî Tabiat, İnsan’ın karşı koyduğu Tabiatın sadece yarısıdır ve bu daha az korkunç oian yarıdır. Tabiatın
diğer yarısı İnsan’ın dâima mücâdele etmek mecburiyetinde olduğu kendinde
bulunan Tabiatdır.
selâm'ın
emirlerinden alan bir şeye yönelen tâzîm ve hürmet Allah adındadır ve netice
olarak Allah'a yapılmış bir eşya, kudsiyetini ona izâfe edilen efsânelerden ve
zâtından alır. Ona tazim Allah adına olmayacağından şirktir. Ayrıca eşyanın bir
kısmına kudsiyet îzâfesi yeryüzündeki bütün dinlerin sütrüktürel müşterek vasfı
olması hasebiyle islâmiyette de bazı maddî hâtıralara kudsiyet izâfe
edilmesinden tabiî ne olabilir? Eşyaya kudsiyet îzâfesi ruhî mekanizmanın fıtrî
bir sonucuna benzemektedir. Zira ona en lâik ve çeşit dinî inançlardan kendini
kurtardığını söyleyen kimselerde de Taslamaktayız. Bir müslüman için Haceru'lEsved
veya benzeri dinî bir hâtıra mukaddes addedilirken bir dinsiz için hayrânı
olduğu bir kimsenin putu veya sevgilisinin herhangi bir hediyesi mukaddes
addedilmekte, diğer eşyalara nazaran farklı bir muameleye mazhar olmaktadır.
Müslümanların
Haceru'lEsved’e olan tâzîmlerinin Hz. Peygamber aleyhisselâm'ın sünnetine
ittibâdan başka bir mânâ ve muhteva taşımadığını Hz. Ömer'le alakalı şu târihî
vak'a göstermektedir: İbnu Abbâs (radıyallahu anh) şöyle anlatır: «Hz. Ömer'i
(radıyallahu anh) Haceru’lEsved'i öperken gördüm. Öptükten sonra şöyle buyurdu:
«Şurası muhakkak ki sen bir taşsın, ne bir faydan ne de zararın
dokunabilir. Eğer Allah’ın Rasûlü'nü (aleyhisselâtu vesselâm) seni öper
görmeseydim, ben aslâ öpmezdim.» (Hadîsi Müslim, Nesâî rivâyet etmiştir.)
Gayri
beşerî Tabiat insan tarafından zorîa ehlileştirilebilir. Bu konuda günümüzde,,
gerçekten gayri beşerî tabiat'm müstebit galibinden almaya muvaffak olduğu bâzı
düşündürücü intikam tezâhürleri (meselâ Sarı Nehir (yellow) ve Missîsipi
nehirlerinin havzaları «dustBowls» gibi) vukûa geidi. Umûmiyetle o, uysal bir
kuzu gibi insana itâat etmiştir. Halbuki öte tarafta beşerî tabiat, insan
kontrolüne bir keçi, bir deve ve bir katır kadar serkeş ve dik,kafalı
görünmüştür. İnsan, ne vakit beşerî tabiatı icbâr etmeyi denerse gâyelerinin
tam tersini elde eder. Çünkü icbâr onu ehlîliştireceği yerde, onun inadını,
isyanını ve husûmetini tahrîk eder. Horace, Beşerî Tabiatı kastederek diyor ki:
«Tabiat dâima size geri gelir, hattâ siz onu bir övendire ile kovsanız bile»
(9). İnsanın peşini asla bırakmayan ve söz anlamayan bu arkadaşı, rûhun
şuuraltı «iptidâî görüntüleri» arasında haklı olarak bir boğa şeklinde
gösterilmiştir. İnsandan fizîkî bakımdan çok daha kuvvetli olan mahlûk ki bunu
insan, irâde ve zekâsının gayretiyle iğreti bir tarzda hâkimiyeti altına
almıştır. İrâde ve Zekâ için gayri beşerî bütün canlı mahlûklardan daha korkunç
olan rûhun gayri şuûrî bu güç ve kuvvetlerinin tam yerinde bir sembolüdür.
·
31 — Bu ruhî boğa ile
mücâdele etmek için iki mânidâr efsânede iki farklı politika ortaya konmuştur.
Mithra efsânesinde kahraman, bu ucubeyi öldürür, ve bundan böyle omuzlarındaki
mağdurun cesedinden hâsıl olan kaçınılmaz ağırlık altında ezilmiş, yalpa
yaparak, yoluna
·
(9) Naturam
expellas furca, tamen usque racurret. Horace, Epistulae, I, x, 24. Tabiî olanı
çıkarın, o dört nala geri gelir. (Destouches, Le Glorİeııx. Act IHI, sc. 5.)
Her
insan kalbinde uyuyan bir hınzır taşır. (Daima Ch. Monseiet’e atfedilir heykeltraş Auguste Preault’un notlarında
geçmektedir.)
devam
eder. Budizm'in Zen Mahâyan efsânesinde genç bir çoban büyük öküzle dostluk
kurar. Ucubeye binmiş olarak ve kavalını çalarak evine döner. Meseleyi
halletmek İçin genç çobanın mahir siyâset kahramanın ezici kuvvete
başvurmasından çok daha tesirli bir metoddur. Çünkü bâzeh bizzât kullananın
üzerine (hattâ hedef gayri beşerî Tabiat biie olsa) boşanan kuvvet, bu mânevî
boğaya karşı yapılan mücâdelede büsbütün intibâk edememiş bir vâsıtadır. Bu iki
siyâset arasındaki mübâyenet, (biri diğerinin antitezinde) İkinci Cihân
Harbi'nin sonunda Birleşik Amerika halkını meşgûl eden problemin içinde
mevcuttu. Târihlerinin geçmişteki bir bölümünde fizîkî Kuzey Amerika kıtasını
fethederken Birleşik Devletler halkı Büyük Çayırîık'ın târihî bizonunu Mithra
tarzında mağlûb etmişlerdi: Onlar ona saldırmışlar ve kökünü kurutmuşlardı.
Fakat şimdi onlar, Ruslar tarafından Asya, Afrika ve yerli Amerika halkları
tarafından ve Amerikalıların Avrupai! akrabaları tarafından ve daha müessifi
bizzat Amerikalılar tarafından tecessüm ettirilen ruhî bir bizon'a karşı koymak
zorundadırlar. Üstelik burada ormanlar, vahşî hayvanlar ve yine kıtanın yerli
hayvanlarının bir parçası gibi muâmele edilebilecek vahşî insanlar mevzubahs
olduğu vakit müessiriyetini isbat eden enerjik metodlar kullanılamaz. Günümüzde
Amerikalılar kendilerini tiyatrolarındaki dram kahramanının âni istihâlesiyle
kısa bir zamanda Mithra taktiğinden Budizm Zen taktiğine geçmeye zorlanmış
görüyorlar,, ve bu rûhî intibâk gayreti onlarda ciddî bir sinir gerginliği
husûle getiriyor.
Beşer
tabiatındaki büyük şuuraltı uçurumunun kontrol altına alınmamış her an mevcut
kuvveti, Zekâ ve îrade'nin feylesoflar marifetiyle keşfinden beri insan
tarafından ehemmiyetsiz karşılandı. Gerçi her cemiyette feylesoflar aynı
«hybris» (aşırı kibir günahı) ifradına düşmediier. Çin’de çok müfrit akılcı
olan Hukukçu Felsefe mektebinin yerini neticede, onun akılcılığını akılöncesi
bir geleneğin muhafazakâr hürmeti ile ılımlaştıran Konfiçyus Mektebi aldı.
Hint’te Hinâyâna felsefesine mensûb Budist Mektebi, Beşer Tabiatı'nın şeytanî
ve akıl altı unsurlarının ancak çok şiddetli bir mücâdele ile yenilebileceğini
kabul ediyordu. O, zekâyı sonsuz metafizik sâhasini keşfetmekten caydırarak
(10), irâdenin yapacağı büyük ahlâkî mücâdelede kullanmak için ruhî enerjinin
muhâfaza edilmesini tavsiye ediyordu. Bununla beraber Hinâyâne mezhebi,
gerçekleştirmek istediği vazifenin zorluğunu tam takdir edemiyordu. Çünkü, o,
haricî bir yardım olmaksızın Zekâ ve İrâde’nin kendi gayretleriyle arzuyu
söndürebileceklerine inanıyordu. Yunan’da feylesofların akılcılıkları daha
iddialı idi. O (akılcılık), rûhun şuuraltı uçurumunu hiç tanımamaya, Zekâ ve
İrâdeye sanki beşer tabiatının tamamını teşkil ediyorlarmış müâmelesi yapmaya
ve sanki onlar durumun hâkimi imişçesine onları tanrılaştırmaya mütemâyil idi.
·
32 — Ne zaman Zekâ ve
İrâde Rûh'un gayrî uçurumunu inkâr ederlerse bunu kendi zararlarına yaparlar.
Çünkü beşer tabiatının tamâmı olmaktan çok uzak, onlar sâdece sular üzerinde
yüzen bir rûh (11), soluk ışığını, üzerinde yüzdüğü lambayı dolduran donuk
zeytinyağından alan bir fitilin etrâfa yaydığı zayıf bir ışıktan ibârettir:
«Nûr karanlıkta parlar ve karanlık onu anlamadı» (12).
Zekâ
ve İrâde ile şuuraltıRûh arasındaki münâsebetin yazarın kafasını ziyâdesiyle
meşgûl ettiği bir sıra
·
(10)
Bak: IV, makale, s. 70
·
(11)
Ahdi Atik, Tekvin, 1, 2
·
(12)
Yuhanna, 1, 5
da
o, Güney Kaliforniya'da Los Angeles'in yeşil çimenlikleri arasında bulunuyordu.
Bir .araba şoförünün hızıyla kıyaslansa bile çok geniş olan bu bahçe şehri yaya yürüyen bir yolcu o kadar uçsuz
bucaksız bulur ki uçaktan bakıldığı zaman koca bir çöl ortasında kaybolan
ufacık yeşil bir leke gibi görüldüğünü unutur. Gerçekten yeşillik orada o kadar
devamlıdır kî seyirci bunun varlığını sürdürmek için aynı şekilde devamlı bir
gayret gerektirdiğini de unutur. Her çimenliğin üzerinde sabahtan akşama kadar
sulama âletlerinin kıvrılıp döndüğünü gördüğü halde yolcumuz çabucak bu
çimenlerin yağmur sularıyla tabiî olarak meydana geldiğine sâhib olur. Halbuki
oraya hiçbir zaman yağmur yağmaz. Öte yandan yolcumuz boş bırakılan belki de
bir karaborsacı tarafından batların artması için dasa terkedilen herhangi bir
arazide tozlu ve,kurak bir toprağın haricinde biten çöl dikenlerini gördüğü
vakit hayrete düşer. Bütün bu gördüklerinden anlar ki bu sun'î yeşil çimenlik
altında şu noktada yüzeye kadar kedine bir yol açıp başını gösterebilen aynı
vahşî tabiat pusuda yatmaktadır ve tekrar buralara hâkim olmak için büyük bir
iştahla devamlı fırsat kollamaktadır. İrâde ve Zekânın istikrarsız durumuda tıpkı
beyledir. Her an bunlar, filizlenen fundalığın dikenleriyle şişlenebilir,
boğanın boynuzlarıyla yaralanıp havaya fırlatılabilir. Veya bir volkanın
indifâsıyla toz haline getirilebilir.
·
33 — İnsan, zekâ ve
irâdesiyle m ağrur ve müftehir de olsa, beşer ruhunda dâima yabanî olarak yer aian
ve bu rûhî sahada kuvvet zoruyla da mat edilmesi imkânsız olan bir Tabiata,
kendi hayatının muhafazası için iki kafa tutma imkânı bulmak zorundadır.
Kendisinin fiilen perestiş ettiği şey,, bizzat kendisi veya Allah olduğu
devirde, insan bu zarûrete hiç farkından olma
t
41
•
dan,
Tabiatperestliği muhafaza etmek suretiyle karşı koyar. Bir zamanlar resmî din
olan Tabiatperestliğe ait bugünkü dinler tarafından bariz bîr şekilde muhafaza
edilen, bâzı kalıntılar, dâima mevcut medeniyetlerden kalan piramidler ve diğer
görünen kalıntıların arkeologlar tarafından kazı sonucu yerden çıkarılan
zenginliklere kıyaslanınca çok cüz’î bir önem arzetmeleri gibi. Keza, denizin
üstünde görülebilen buz dağının altta kalan muazzam kısmına nisbetle çok küçük
kaldığı gibi. Bizim neslimiz zamanında gelişen yeni batılı psikoloji ilmi,
Rûh’un şuuraltı boşluğunda yatan tabiatperestiiğin geniş yeraltı mabedini
ortaya çıkarmaya başladı. O, şimdiden gösterdi ki çoktandır hayatın aklî
sathından tard edilen bu perestiş şu aşağı seviyelerde yaşamaya devam etmiştir.
Çünkü bu derinliklerde Beşer Tabiatı her zaman olduğu kadar vahşîdir. Bundan
belki otuz bin yıl önce zekâ ve İrâde harici Fizik Tabiat üzerinde kesin bir zafere muvaffak
oldu. Belki üç bin senedir de onlar Beşer Tabiatında nazarı itibâre alınan
yegâne mümeyyiz unsurlar olduklarını iddia edebildiler. Bununla beraber onlar,
bu vakte kadar daima yabanî olarak kalan bizzat İnsan’m kendi Dahilî Rûhî
Tabiatı'nı keşfedip ortaya çıkarmaya ve belki de bu şekilde adım adım hâkimiyet
kurmaya daha yeni günümüzde başladılar.
İnsanın
kendisine itiraf etmeden ruhun şuuraltı derinliklerinde dâima perestiş ettiği
tabiat, Janus'un (13) her iki yüzüne de sâhiptir.
Tabiat'ın
insan rûh ve irâdesine kendini takdim ettiği birinci yüz, bir umacı yüzüdür.
Öyle bir umacı ki gâ
·
(13) Janus: Eski
Roma inancında biri arkaya biri öne bakan iki yüzlü bir tanrı (ç. n.)
yesiz,
sebepsiz, merhametsiz ve ahlâksızca «ahlâkî olmadan» elemek belki daha isabetli
olacaktı ve müsrifçesine mütemâdî olarak
yaratır ve yıkar. Çünkü bu hayvanî Tabiat, hayır ile şer arasında bir farkın
mevcudiyetinden habersiz gözüküyor. Hint Yunan'ın gayri şahsî bir kanunla idare edilen
devrî bir hareket telakkisinde, hürmete şâyân bir ciheti bulunan kâinat
tablosunun ters yüzü işte budur. Görüntünün astronomik ciheti Beşerî Hayatı,
manasızlığa ircâ ederken şeytanî ciheti de Kâinatı sefahat ve kana susamış bir
kâbusa iter. Hârici fizik noktai nazarda, bu kâbûs Pasifik Okyanusu üzerinde su
hizasında dalgalanan bir sandalda yelkenle yüzen KonTiki ekibi tarafından
yakından yaşanmıştır.
KonTiki
ekibi, bu yüzmesi sırasında Taş Devri sonrası insanının daha 1947 senesinde
bile henüz keşfedemediği Hâricî Fizik Tabiatın yegâne mühim bölgesiyle direk
temasta bulundu. Ahdi Atik'in Eyûb kitabında geçen «Behemoth» ve Leviathan»,,
fizik bundan olduğu kadar ruhî buudda da Tabiatın bu şeytânî veçhesinin
sembolleridir.
«Leviathan’ı
bir olta ile mi avlayacaksın? O, bütün kibir çocuklarının kiralıdır» (14).
·
34 — Tabiatın bu umacı
tezahürü (yaratıcı yıkıcı) Vishnu Shiva, Durga Kafi, Cybele Hecate isimleri altında inşâ edilmiştir. Bu,
Jahus'un iki yüzünü taşıyan çok dönek kuvvetine tapan insanlar, onun sefahate
ve kana susamış zevkini ibâdet perdesini taşıyan fuhuş ve canlı mahlûkları
kurban etmek, gibi amellerle tatmin ederek, kendi beşerî arzuları hesabına onun
yardımını
·
(14) Eyub, XLII 1
ve 34 elde
etmeye çalıştılar. Bu, en tesirli kurbânın, kurbân kesenin tek oğlu olduğu inancının
da yer ettiği farklı dereceleri muhtevi şehitlik telakkisi içinde bir
derecedir.
Umacı
Tabiatla yapılan bu iğrenç perestişin
klasik sahnelerini Meksika, Batı Afrika, Hint ve bilhassa Kenan diyarı teşkil
etmişlerdi.
İzdırabsız
sefâhet ve vahşet bulunmaması ve keza tekvini (kozmik) ucubenin, İzdırâbm
bizzat tahmil edilebileceği kendisinden başka hedefi olmaması itibârîyle UcubeTabiat,
zarurî olarak kendini «Kurban Tabiat»
unvanıyla takdim ettiği bir diğer veçheye sâhip bu veçheyle o, vazifesini ifâ,
ileri yürümesine devam ve varlığını te'minat aitına almak için kendini
kendisine kurbân eder. Bu da, Zekâ ve İrâde ile idâre edilen, gayri devri bir
hareketten ibâret Yahûdî Mecûsî
telakkisinde muzafferâne bir veçheye sâhib olan dünya tablosunun trajik
cihetidir. Tabiatın bu diğer veçhesi de hâricî fizîkî buud içerisinde KonTiki ekibi
tarafından yakından müşahede edildi. Fizîkî olduğu kadar rûhî buuddaki Tabiatın
bu trajik veçhesinin bir sembolü Ti’âmat (15) ejderi tarafından çizildi Sümerli
efsâneye göre, ana kâtiii tanrılar, Tiamat’ın öldürülmüş cesedinden Kâinât’ı
kurdular. Belli bir gâye için elem çeken Tabiatın veçhesi, îzdırab’ın altında
ezilen anne ve kurbançocuk tablosu içerisinde îlâhlaştırıldı; Temmuz ve Ishtar,
Persephohe ve Demeter, artık mevcût olmayan oğullarına ağlayan Rache! (16).
oğlunun çarmıha gerildiğini gördüğü zaman kalbini bir kılıcın yaracağı Anne
(17). Tabiatı bu trajik veçhesi altında perestiş edenler onun sempatisini
kazanmak için, in
·
(15)
Tiamat: Sümer ve Akad efsânesinde kötülük prensibinin ismi.
·
(16)
Yeremya, ai, 15; Matta, 11,18.
·
(17)
Luka, II, 35.
sanlardan
kurbanlar sunma cihetine gittiler. Kenan diyân, Tabiatperesthgin bu şekline
sahne olan başlıca yerlerden biridir.
·
35
— KurbânTabiat'ın UcûbeTabiat’a benzetilmesi, ilk nazarda düşünceye aykırı gibi
gelir. Çünkü tek bir kuvvetin bu iki veçhesi, ahlakî merâtibin iki zıt
uçlarında yer almışa benziyor. Bununla beraber, çağdaş arkeologlarımızın zaman,
Ti’âmat'ın bir peri masalı ucûbesinden, bir trajedinin kahramanı oluşuna şâhid
olurken sempatimizin arttığını hissederiz. Kendi öz evlâdlanna yönelip, onları
ifna etmeye koyulan Kâinaât'ın iğrenç ejder anası, IV. Tabletin son elli satırında da
ifâde edildiği gibi,, genç neslin tanrılar şampiyonu, Marduk'un elleriyle öldürülünce
bizim merhametimizi uyandırmaya başlar.
İnsafsız
bir yığın silâhlarıyla onun kafasını kırdı...
O
zaman Rab, cesede bakmak için durdu.
Ucubeyi
parçalamak ve mâhlr bir çalışmaya girişmek üzere
Bir
midye gibi, onu ikiye böldü. (16)
Şiir
kemâlini, yıkıcı ve kör kuvvetin bir yaratma vâsıtası hâline tahavvülünü
anlatmada bulur ve burada sona erer. Ayrıca bu tahavvül, dramın başlıca
şahsiyeti olan ucubenin bir kurbân şeklini almasıyla tamamlanır.
·
36
— Tanrıçanın bu istihalesine paralel olarak, tapan kimsenin kurbân amelinin
ifâde ettiği mânâ da değişmiştir. Büyük oğlu ve vârisinin Chemosh'a (19) kurbân
edilmesinin Mesha tarafıhdan kabulü, Hz. İbrahim’in
·
(18)
Enûma Elis. Tablette IV, satır 130 ve 135 7, İngilizceye tercümesi: Ancient Near Eastern
Texts, neşreden: Prltchard,, J. B, (Princeton, 1950, University Press), s. 67.
·
(19)
II. Kırallar II). 27.
oğlu
Hz. İshâk'ın, Yahova'ya yanda kalmış kurbânı (20), bizzât kendisi (baba tanrı)
tarafından kabul edilen Oğul Tann’nın, Baba Tanrı'ya kurbân edilmesi perestiş
açısından dâima aynı şeyi ifâde eder. Bununla beraber, saydığımız bu
merasimlerden birinci ve üçüncüsü, mânevî olarak zıt kutuplarda yer alır.
Şefaat elde etmek için kurbân edilen Mesha'nın oğlu gayri iradî olarak bir
ucube Tanrı için boğazlanmıştır. Halbuki Hz. İsâ, kendi kendini isteyerek
kurbân eden Tann'dır. Kendi mûti oğlu Hz. İshâk’ı boğazlayan, Hz. İbrahim'in
yarıda kalan kurbânı, ahlâkî bakımdan birbirine zıt olan bu aşırı uçlan
birleştiren vasat yoldur. Bir Attis'in kendi irâdesiyle vücûdunu sakatlaması
île, bir Hıristiyan keşişinin kendini mânen hediye etmesi arasında perestiş
bakımından fark yoktur. Manevî bakımdan da birbirine zıt kutuplardır ve onları
birleştiren vasat yo! da Incil'in (21) Hz. İsa'nın aşkı için isteyerek kendini
sakatlayan kimseleri metheden pasajıdır. Bu pasajın, Origene'e (22) sanki
kelimeler mânâyı ismiyle anlaşılması gerekiyormuş gibi hareket etmesini ilham
ettiği söylenebilir, i
Tabiatperestliğin
bu şekilde bâzı hususlarda tekessüf etmesi, insanperestliğe ve Allah'a
ubûdiyete yol açıyor. Ucûbe Tabiat'a
perestiş İnsan'ı, menhûs bir perestiş olan bizzât insanperestliğe sevkediyor.
Kurban Tabiat'a perestiş İnsan'ı,
kendilerine karşı olan sevgisiyle bizzât kendini kurbân ederek kullarına İlâhî
bir misâl veren halâskâr bir tanrıya perestişe sevk ediyor.
·
(20) Tekvin, XXII,
119 (Yahudiler kendi cedleri Hz. İshâk'ın kurbân edilmek üzere yatırıldığını
iddia eder. (ç. n.)
·
(21)
Matta: XIX, 12
·
(22)
Origene: Milâdî 185253 yılları arasında yaşamış Mısırlı bîr hıristiyân
ilâhiyâtçıcı ve müfessîridir.
3
□
İNSANA PERESTîŞ
MAHALLÎ
CEMÂATLERİN PUTLAŞTİRILMASI
·
37 — Medeniyet şantiyesine
giren cemiyetlerin çoğu siyasî plânda, tıpkı parça parça bulunan mozayıklar
gibi ortaya çıkmıştır. Bu durum, Hıristiyân çağının hidâyetinden îtibâren
teşekkül eden üçüncü nesli medeniyetinin aslî norma! yapısı (strüktür)
olmuştur. Biz onların müesseselerinin kaynağına kadar inebilmek için
târihlerinin ilk devirleriyle ilgili yeterli vesâike mâlikiz. Mademki,
tarihlerinin üzerinde bayrağın yükseldiği devirde biz birinci ve ikinci nesil
medeniyetlerinde de aslî şeklin parçalı mozayık durumunda olduğu hükmünü
çıkarırız. Medeniyetlerin hidâyetlerindeki bu siyâsî yapının dinî plânda başka
bir mükâbili vardır. Mevcût vesâikin bizi götürebildiği en eski devirlerde üç
neslin medeniyetlerinde de bir cemiyetin teşekkülünün birinci safhasını teşkii
eden mahallî cemâatler sâdece , hâkim siyasî müesseseler olmayıp, aynı zamanda
başlıca perestiş konuşudurlar.
Mahallî
bir cemâat hâline bürünüp, mahallî bîr devlet hâlinde teşkilâtlanmış olan bu
kolektif beşerî güç putperestliği, hakîkatı halde ilk iki nesil
medeniyetlerinde olduğu kadar üçüncü nesil medeniyetlerinde de hâkim dinleri
teşkîl etmiştir. Fakat üçüncü nesil medeniyetlerinde, mahallî cemâatlere
tapanlar, bu kolektif beşer şeklindeki tanrılara (Fransa, Ingiltere vs.) olan
sadâkatları
·
(1) Yazar bu
bölümün mevzûunu çok daha mufassal olarak A Study of History adli eserinde
işlemiştir. Bak: IV. 156 190, 206222, 263291, 303320: IX, 78, 234287. nın,
yüksek dinlerden bîrine olan sadâkatlarına galebe çaldığını itiraf etmekten
hoşlanmıyorlar. Çünkü üçüncü nesil medeniyetleri,, üstün dinlerden daha genç ve
onların hepsi bu dinlerden birinin veya diğerinin himâyesi altında doğmuştur.
Diğer taraftan ilk iki neslin medeniyetleri (ki bu kitabın birinci bölümdeki
incelemelerimiz bunlara inhisar edecek) yüksek dinlerden biri doğmazdan önce
ortaya çıktı. Burada da mahallî cemâatlere perestij daha önce mevcut bir dinin
aleyhine olarak kendi yoluna devam etmek zorunda kalmıştır. Bu durumda eski
ananev' din, Tabiatperestliktir. İnsanperestlik eski din üzerine üstünlüğünü,
kendini kamufle etmek gibi bir duruma girmek şeklinde herhangi bir tâviz
veremeden hâkimiyetini kurdu. Bu ilk dinî inkılâpta yeni dinle eski dinin
birbiriyle uyuşmaz halde olduklarını hissedilmedi. Böylece, târihlerinde
ulaşabildiğimiz en eski devirlerde birinci ve ikinci , nesil medeniyetlerinde,
ibtidâî İnsandan tevarüs edilen Tabiatperestiiği, içinde yeni doğmakta oİan
medeniyetin teşekkül etmekte olduğu küçük cemâatlere perestişle birlikte sâdece
yanyana değil aynı zamanda ortaklaşmış, birleşmiş olarak buluruz. Bu iştiraki
yaparken, cemâatperstlik. aslâ tebdıli kıyafet cihetine gitmemiştir.
·
38 — Meselâ Mısır'da,
kantonların mahallî dinleriyle beraber, Nil'e, buğdaya ve güneşe tapıcılığın da
yanyana devam ettiğini görürüz. Sümer'de, Akad’da şehir devletlerinin kendi
kendisine olan perestişleriyle iyi bir ahenk içerisinde Temmuz ve Ishtar
tapıcılığını da yaşar buluyoruz. Çin'de, Konfiçyus'a ait klasiklerde
zikredildiği üzere, yıllık bir İlâhî merasimi ve bir de yıllık ziraî tapınma
vardır ki bu tapınma sırasında prens, güneşle mânevî irtibât kurar ve ilk
çalışmayı yaparak ziraî yılı küşâd eder. Bu âdetlerin ikisi de muharipler
kıratlıklarının kendi kendine olan perestişi ile bu kıratlıkların yerini alan
umumî imparatorluğa olan perestişle yanyana yaşadilar. Kenan'da, ziraî bereket
tanrıları olan Baal'iere ve Astharoth'ara yapılan perestiği ve Tevrat’ta
zikredilen ziraî perestişleri, şehir devletlerine ve kantolara yapılan perestişlerle
beraber yanyana yaşar buluruz. Yuhan'da, meselâ Atina'da, yıllık ziraî
bayramları Thesmophories, Anthesteries,, Dionysies ve diğerleri mahallî şehirdevletine
olan perestişle yanyana yaşar görürüz.
·
39 — Bu tedricî
.sezilmeyen ve sessizce vukûa gelen dinî inkılâp sırasında yeni din, eskisine
sâdece hâkim olmakla kalmadı. Birçok durumlarda, bu yeni mahallî beşerî güce
perestişe temsilci olmak üzere, eski Tabiat Tanrılarından birini müsadere etti.
Küçük cemâatlerden bazılarının ilâhlaştırıldığı da bir gerçektir: Asshur ve
Romulus gibi. Bu durumlarda cemâatin Tanrısı bizzat cemâatlerin ismini
taşımaktadır ki muhtemelen sâdece siyâsî bir maksatla bu şekilde
isimlendirilmiştir. Fakat böyle sun'î olarak icâd edilen cemâat Tanrıları çok
istisnaî bir durumdur. Bu tarihî cemâat Tanrıları, bazı alâmetlerle bize imâ
eder ki bunlar, sonradan ilâve edilen beşerî cemâatlerin temsilcisi olma rolünü
almazdan önce tabiat Tanrısı olarak mevcuttular.
Eski
Atina'da Athene, mahallî bir cemâatin At hene Polias nâmı altında Tanrısı
olduktan sonra da Athene zeytin ziraatinin pirî olmaya devam ediyordu. Burada
«Athenös» ve «Atheniens» isimleri «Athene isimlerinden gelirler; onlara göre
isimlendirilen Tanrıça değildir). Yahova ve İsrâi! arasında Sîna’da akdedilen
Mîsâk'ın ananevî hikâyesinin şehâdetine göre Yahova, göçebe kabilelerin teşkil
ettiği bir konfederasyon tarafından harp Tanrısı olarak kabul edilmezden önce
bir volkan
49
® Tanrısı veya bir fırtına Tanrısı olarak bilinmişe benziyor. Bilâhare
Thebaîde'in ve netice olarak Mısır'ın umumî bir imparatorluk Tanrısı olan AmonRa,
aslında Güneş Tanrı, Ra ile, müvellit kuvveti bir koç şeklinde tasviri ile
temsil edilen Amon (hayatın nefesi) un terkibinden ibâretti. Zamanla Mısır
Birleşik Kırallığını, daha sonra da Mısır İmparatorluğunu teşkilden kantonları
temsil eden Tanrılar aslında, tapıcılarının yaşamak için bağlandıkları tabiatın
veçhelerini temsil eden totemler idiler. Tabiat Tanrılarının, cemâat Tanrıları
hizmetini de görmesi için böylece müsaderesi, tapıcılarına Cemiyet ve Tabİat'm
ahenk içinde işleyişlerini temin ederek, onları huzura kavuşturuyordu. Bize
öyle geliyor ki Mısır ve Sümer'de bu ahengin muhafazası dinî ve taabbüdî
müesseselerin başlıca hedefini teşkil ediyordu. Ne kadar yetersiz de olsa
üzerine en çok malûmata birinci nesle ait olan bu iki medeniyyet hakkında
sahibiz (2).
·
40 — Farklı nesillere ait
medeniyetlerin tarihinde mahallî cemâatlara perestiş dini, farklı bir safahatla
(processus) önceden te'sis edilmiş olan bir dine böylece kendini empoze etmeye
muvaffak olmuştur. Fakat bu durum her yerde fena neticeler doğurmuştur. Her
seferinde mahallî dinin zaferi yıkımlara sebep olmuştur. Dinî inkılâbın her iki
devresinin en eskisinde mülhâk din, eski tabiatperestliğin herhangi bir şekli
durumunda olduğu zaman mahallî cemâat dinînin zaferinin neticesi felâketli
olmuştur. Çünkü o, çok Tanrıcılığı yıkıcı ve patlayıcı bir kuvvete çevirmiştir.
Tabiatperestlik
mefrûz olan çok Tanrılı bir dindir. Çünkü İnsan Tabiata hâkim olduğu müddetçe
ona tapar.
·
(2) Bak:
Frankfort H., Kingship and the gods (Chicago 1948, Unlvcrsiiy ofg Chicago
press) s. 160.
(i
arih Şuuru — 4)
İnsan,,
Tabiatın sathî farklılıkları, kesreti ve kaprisleri altında hükümrân olan nizâm
basitlik ve umumî birliği keşfedemediği müddetçe Tabiat kendisine hâkimiyet
kurmaya İmkân vermez. Fakat, ziraî bir cemiyette çok Tanrılı taher çeşit
hasadın anası durumunda olan Tabiata perestiş biatperest bir din, farklı Tabiat
Tanrılarına tapanları kendi aralarında mücadeleye teşvik etmez. Kardeş kavgası,
eden çiftçi Kâbil iie sürülere analık eden Tabiata tapan çoban Hâbil ve ay
hayvanlarına analık eden Tabiata tapan avcı Nemrud arasında cereyan eder. Bu
harbin yeni misâlleri olarak yerleşik medeniyet Moskova ve Mançuryalı
müdâfiieri tarafından Avrupa ve Asyaiı göçebelerin XVIII. asırda
yerleştirilmelerini, ve XIX. asırda Kuzey Amerika çiftçilerinin yerli avcılara
ve hayvan besleyicileri olan Texan'a karşı giriştikleri ardı arası kesilmeyen,
kökten imha harplerini zikredebiliriz. Tabiat'a, insan karşısındaki muhtelik
cömertlikleri açısından perestiş edenler arasında cereyan eden bu mücadele,
medeniyet boyunca insanlık târihinde ehemmiyet siz bir konudur. Çünkü ava
dayanan hiçbir medeniyet ayakta kalmadı. Hayvancılığa dayananlardan ise bir
tanesi kalabildi. Diğer uzun ömürlü medeniyetlerin hepsi, ziraata müsteniddir.
Ziraî bir cemiyette zeytin tanrıçalarına tapanlarla buğday tanrıçasına ve şarap
tanrıçasına tapanlar arasında kaçınılmaz mücadele yoktur. Aynı ziraatçı her üç
ziraî ilâha da tapar. Çünkü o, her üç mahsûlün de bereketli olmasını
dileyecektir.
Birbirinden
farklı cemaatlarda yaşayan aynı ziraî ilâhlara tapan kimseler arasında da
kaçınılmaz mücadeleler mevzu»bahis değildir. Aralarındaki müşterek ziraî din,
onları uyuşmazlığa sevketmek şöyle dursun mâbeynlerinî birleştiren bir bağ
vazifesi görür. Çiftçinin faaliyetinin neticesi söz konusu olunca, mahallî
toprak ve iklime tâbi; olarak topraktan elde edilecek mahsûlün ve onu elde
etmeye yardımcı tekniğin değişmesine rağmen her tarafta, her sene devrî olarak
aynı ümid ve endişe devreleri yaşanır. Bu faaliyet bir bitkinin dikilmesi kadar
bir ilâha perestiştir de. Çünkü «Homo Agricola» (çiftçi adamj'ın yaşaması için
zarurî olan başarı, kısmen bizzat çiftçi tarafından yapılan çalışmaya bağlı İse
de, esas olarak Tabiatın esrarengiz faaliyetine tâbidir. Bu müşterek tecrübeye
cevap veren müşterek din her tarafta Demetler (3) ve Diohysos’un (4) kullarını
birbirine yaklaştırır. MeksikalI bir köylü, buğday iiâhesi şerefine kutlanan
eski bir Yunan bayramında kendini mesrûr hissedeceği gibi Yunanlı bir köylü de
Mısır iiâhesi şerefine Meksika'da yapılan bir eğlentiden zevk alacaktır. Ne
berikisi ne ötekisi, pirinç yenen fakat ekmek bilinmeyen dünyanın yarısında
kendisini yabancı hissetmiyecektir.
·
41 — Maalesef, çok
tanrıcılık ne zaman sahasını Tabiatperestlik kırallığından, perestiş konusu
mahallî kollektif insan gücü olan insana tapma kırallığıhın bir vilâyetine
şâmil kalırsa İçtimaî bakımdan zararlı olan yeni neticeler hâsıl etmeye başlar.
Putlaştırılmış küçük cemâatlerin mahallî dinleri, kendi mensuplarını kaçınılmaz
bir şekilde birbirleriyîe harplere sürükler. Müşterek ToprakAnamız olan
Demeter, Attique ve Laconie’de ilahe iken, aynı İsimleri taşımalarına rağmen,
Atina ve İsparta gibi iki mahallî cemaatin mahallî tanrıları Atina'nın Polios
Athâne, İsparta’nınki Athena Chaîcioesuc kaçınılmaz bir şekilde birbirine rakib
olacaklardır. Tabiatperestlik farklı cemâatlerin fertlerini birleştirmeğe
meyleder. Çünkü o, bencil değildir. Bu, mevcudiyeti her beşerî mahlûku kendi
za'
·
(3)
Demetler: Eski Yunan'da münbit toprak tanrısı (ç. n.)
·
(4)
Dionysos: Eski Yunan'da üzüm ve şarap tanrısı, (c.n.) fini
idfâke zorlayan bir kuvvete perestiştir. Diğer taraftan, mahallî cemâatlere
perestiş kendi münfesihlerini birbirleriyle ihtilâfa zorlar.' Çünkü bu din,
bencilliğin bir ifâdesidir, çünkü bencillik bütün mücâdelelerin temelinde yatar
ve çünkü Müşterek «Ben), ferdî «Ben» de daha tehlikeli bir perestiş âmilidir.
Müşterek
ben, iki benden en tehlikeii olanıdır. Çünkü o daha kuvvetli, daha şeytanîdir
ve tapılmayan zâhir bir şekilde lâyık gözükür. Müşterek ben, partizanlarından
herbirinin zayıf benini, onlardan Leviathan (iblis) in müşterek gücünü yapmak
üzere birleştirir. Bu müşterek gücün kaderi şuurun kontrolünün dışında kalan
ihtirasların elindedir. Çünkü o, ferdî «Ben» de belli ölçüde bir îtidâl icbâr
eden Zekâ ve İrâdenin kontrolünden kaçar. Ferdî bir mücrimin vicdanı,
tarafından tereddüt edilmeksizin mahkûm edilen fena oîr fiil, o Leviathan
tarafından. îka. edilmişse, birinci tekil şahsın yâni «ben» in, çoğul şahıs
yâni «biz» olmakla bencillik günâhından mağfûr olacağı zannıyla o fiil kolayca
mâzûr addedilir. Bununla beraber bu, gerçeğin zıddıdır. Çünkü ne zaman bir ferd
kendi bencilliğini cemiyete mâl ederse, yaptığı hâtânın şuurunda olmadan
hodbinliğini çok aşırı bir hadde götürecek durumdadır. «Vatanperverlik, bir
eşkiyânın en son melceidir» (5). Komitelerin duygusuzluğu çok daha beliğ bir
şekilde gösteriyor ki, avam kitlesinin toplu haldeki taşkınlıklarında «ben»,
kendi mes'uliyeti altında münferit hareket ettiği vakit aslâ düşmüyeceği, çok
bayağı seviyelere iner.
·
42 — Mahallî cemaatlere perestiş,
önünde sonunda, ölüm kalım savaşına dönüşecek olan harbe götürür. Kendi eliyle
satın alınan bu kader, gerçekten sinsî ve aldatıcı
·
(5) Dr. Johnson,
7 nisan 1775 (Boswell tarafından zikredilmiştir.
LifĞ)
dır.
Çünkü, bu elinin uzak neticeleri yavaş yavaş ortaya çıkar ve şer de öldürücü
bir ciddiyet kesbetmedikçe kolayca tanınır bir hüviyete bürünmez.
Putlaştırılmış
küçük devletler arasındaki harpler ilk safhalarında umumiyetle rnütedil bir
hava içinde cereyan eder ve mutedil hudutlar içinde sınırlanır. Bu ilk safhada
herbir mahallî tanrının müzminleri, belli bir ölçüde diğer komşu tanrıların
bulunduğu yerlerin meşrû hâkimleri olduklarını kabul ederler. Yine inanılır ki
her mahallî tanrı kendi sahasına tecavüz etmekle kendisine ve halkına karşı
büyük bir haksızlıkta bulunan yabancıları, aynı zamanda cezalandırma hak ve
gücüne de sahiptir. Bu mülâhaza ise yabancı bîr memlekette harp yapıldığı zaman
belli bir ölçüde ihtiyat ve tedbire sevkeder. Harbin umûmileşmesîni önlemeye
meyleder. Çekingen, mütecaviz düşman tarafın mâbedlerine
saldırmaktan,kuyularını zehirlemekten ve meyve ağaçlarını yıkmaktan vazgeçer.
Romalılar düşman bir cemaate karşı mutlaka kesin sonuç alınacak bir harbe karar
verdikleri zaman, fethedilecek şehri boşaltmaları için düşman tanrılara önceden
haber verme ihtiyâtını ihmâl etmezlerdi: Bu civar tanrılarını, mukabilinde Roma
tanrıları arasında (Panteon) şeref mevkileri vermek suretiyle kendi taraflarına
kazanma teşebbüsünde bulunurlardı. Ne vakit mahallî bir cemaat, yerli
tanrıların rızası hilâfına ve üstün imtiyazları nazara alınmadan, yok veya
tehcir edilirse, tecavüze uğrayan yerli tanrı sahasını gasb ve ululuğunu tahkir
edenleri kendi şartlarına boyun eğmedikleri takdirde içinden çıkamıyacakları
bir duruma sokarak onları perişan edebilirdi. İsrail halkının sürgün
edilmesiyle boşalan araziye yerleşen Asurlu birlikler, Isrâiloğullarının sürgün
edilmeyen tanrısı Yahova'nın mahallî otoritesinden hiç bir şey kaybetmediği
fark etmekte gecikmediler. Bu, aleyhlerine bir durumdu. Onlar kendi doğdukları
yerden beraberlerinde getirmiş oldukları tanrılar yerine bu çok yakın olan
mahallî tanrıya tapmayı öğrenmezden önce sulh yüzü görmediler.
·
43 — Böylece herbiri kendi
bölgesinde hür ve birıbirine harbin seyri hidâyette bazı ölçüleri tecavüz
etmez. Fakat bu kanaat ve bundan neşer eden itidal pek çabuk sarsılır. Bunlar
yıkılır, çünkü mahallî bir cemaatin kendi kendini perestişi «herkes
yaşamalıdır» ve «sana yapılmasını istemediğin şeyi başkalarına yapma» gibi
vecîzelerin ifade ettiği itidâlii temelden aykırılık arz eder. İnsanperestliğin
her şekli bencilliğin dinî, bir ifadesidir. Bu, netice itibariyle de Kâinat'ın
bir parçasına sanki onun tamamı imiş gibi muamele etmek ve aslında ona bağlı
bir parçadan başka birşey olmayan bir nesnenin etrafında Kâinat'ı temerküz
ettirmeye çalışarak, onu gayesinin zıddına zorlamak gibi fikren hattâ ahlâken
günâh addedilecek vahîm durumlarla bozulmuş bulunuyor. Bencillik, her canlı
mahlûktan fıtrî olması hasebiyle kendisini okşayan bütün dinlerin itaatini
kazanmıştır. Bundan kurtulmak için yeterli gayreti göstermeden herkese
yakınlarını da kendisi gibi sevmeyi yasaklamıştır. Kendine hâkimiyet gibi bu
pek zor ahlâkî yiğitliğin ifasında toptan mağlûbiyet iştimaî münasebetler
üzerine felâket getirici bir tesi ricrâ eder.
Küçük
devletler arasındaki harbin seyrini daha mutedil psikolojik bir seviyede
tutmanın zorluğuna bir kere daha temas etmek gerekirse Anayurt tanrısına
perestişin felâket getirici bir tarzda bencilliği tahrik ederek sadece
mutaassıpları kendine cezbetmediğini hatırlatmalıyız. Bu din, insanın en asîl
faaliyetlerine, başlangıcın ilk sayfalarında sıhhatbahş bir hamle kazandırmak
suretiyle de kendisine müridler kazanır. Ekseri medeniyetlerin tarihlerinin ilk
safhallrında küçük devletlerin varlığı, sanatları teşvik ederek vatandaşlarının
hayatını zenginleştirmesi yanında, hiçbir fakirliğe sebep olmayan bir miktar
kan ve mal vergisi almasından daha önemli olmuştur. Meselâ, AtinalIlarla
hasımları arasında gitgide harab edici bîr hâl ulan seri harplerle hayat tahammül
edilmez bir hâle sokulmazdan önce, Atina şehir devletlerinin hamlesi, ibtidaî
bereken tanrısına perestişten çıkan eski Atina dramını meydana getirmek
suretiyle hayatı hemşehrilerine daha güzel kıldı.
«Yunan’m
mürebbisi» rolünü oynayan birinci Atina, Atinalı erkek ve kadınların sadâkatini
feth ve muhafaza etmiştir. O, kendinden sonra gelen ve«müstebit bir kuvvet (7)»
olan Atina yararına halkı cazibesi altında tutuyordu. Atina'nın diğer Yunan
şehirleri üzerindeki nüfuz ve tesirini tasvîr için kaleme alınmış olan bu iki
mağrur cümle şükür ki Atina’nın kendi hemşehrilerinin hayatı üzerine olan
rolünü de ortaya koyuyor. Thucydide tarafından yazılan Peîepohez Harplerinin
tarihinin trajik konusu böyledir. Bu aynı trajedi daha pekçok seferler tekerrür
etti. Fakat bunlar kendilerini yapacak Thucydideler bulamadılar.
·
44 — Mahallî uiuhiyete
perestiş tarafından tahrik edilen taassubun kuvveti, kendi müntesiblerini
kölelikte tutar. Hattâ, o, onları felâkete sürüklediği ve hasım küçük devletler
arasındaki harp gitgide artan bir şiddetle daha kesif daha hârab edici bir hâl
almaya meylettiği zaman bile durum değişmez. Komşunun tanrılarına hürmet, bu
yabancı tanrıların koruduğu insanlara artı nazar zarurî olarak yok olup giden
değerlerdir. Mahallî tanrıya olan her perestiş
·
(6)
Thucydide, kitap İl, bolüm 41.
·
(7)
Thucydide, kitap III. bölüm 37. Moioch
perestiiikle (8) son bulur ve b u«korkunç kıra! (9)» Altın Buzağının bile
istemiyeceği, çok daha vicdansızca kurbanlar ister. Küçük devletler arasındaki
ölüm kalım savaşı, şimdiye kadar intihar etmiş bütün medeniyetlerin yıkılış ve
dağılışların ilk harici sebebidir. Bu konuda belki ki de sacede birinci MAYA
(10) medeniyetinin duraklama ve yıkılışı şüpheli bir durum arz eder.
Umumiyetle,
Moloch perestliğe olan taasûb, yıkılmakta olan medeniyeti kurtarmakta çok geç
kalınmış oluncaya kadar devam eder. Gitgide kesafet, vahşet ve yıkıcılık
kesbeden bir harbin devam edebilmesi için gereken kan vergisi mücadele eden bu
devletlerin bir zamanlar vatandaşlarına sağladığı manevî ve kültürel menfaatlere
açık bir şekilde galebe çaldığı zaman, İçtimaî çözülme safhasına ulaşınca
medeniyet çöker. Bu merhalede daima bir reaksiyon husule gelir: Bölgecilik
ruhuna olan takdir ve temayül, kin ve nefrete inkılâb eder. Mahallî cemaate
olan perestişte ifrat sebebiyle medeniyetlerini batıran kaçınılmaz yıkılış,
mevzubahs cemiyetin bütün fertlerine çok tanrılı inancın bütün çeşitlerinden
nefret ettirir. Erkek ve kadınların kalpleri artık getireceği birlikle onlara
sulhü sağlayacak,herhangi bir şeye itaate hazırdırlar. Ancak bu sefer
kendisinden bekledikleri birliği sağlayabilmesi için birleştirici ve cihanşümul
olma vasıflarını arayacaklar. Fakat mağlûp tanrıların reddi meselesi halletmez.
Onların yerine koymak için ortaya çıkan üç ihtimal arasından, hangi! tek
tanrılı din seçilmeli?
·
(8)
Moloch: Ammonite'lerin tanrısı, adına çocuklar ateşe atılarak kurban edilirdi.
·
(9)
Mllton, Paradise Lost (Kaybolmuş Cennet) I. Kitap. Bu bölümün ilerde gelecek
ilâvesine de bak. s. 46 49.
·
(10) Orta
Amerika'da ileri bir medeniyet kurmuş olan bir millet (ç.n.)
·
45 — Tabiatpereslik,
mahallî cemaatpereslikle değiştirildikten ve mahallî cemaate tapmanın da
tecrübelerden sonra maddî bakımdan felâket getirici, ahlâkî bakımdan da menfûr
olduğu anlaşıldıktan sonra, ortaya iki kesin netice çıkacaktır: Biri
tabiatperestliğin ve bütün şekilleriyle insahperestliğin terk edilmesidir.
Diğeri ise bu birincinin sonucu olarak insan ve tabiatın hem ötesinde ve hem de
bizzat içinde yer alan mutlak bir hakikate yönelmektir. İlâhlaştırılmış
devletler arasında şiddetlenen harpler yüzünden medeniyetin yıkılma ve
çözülmesiyle hâsıl olan karışıklıklar devrinde üstün dinlerin ortaya çıkmasıyla
yeni manevî bir neşv ü nema imkânı açılmıştır. Fakat bu üstün dinler,
cemiyetteki doğuşlarını alttan üste doğru yaparlar. Hâkim mevkide olan azınlık husumet, ve hattâ kendi atalarından kalma
müesseslerin dalâletinden kurtarıldıktan sonra bile avam saflarında uyanan bu
yeni dinî hareketi fark edemez veya mübhem bir şekilde sezse de ona cephe alır.
O, (idareci azınlık) bu yeni temayüllere, proleterya menşeli ve yabancı
zevahirinden dolayı menfice bir halete düşer. Hissiyatın daha derin bir
seviyesinde de onlar (halk), hayrı şerden kurtarmada bir vasıta ve fırsat
olarak ızdırabı tercih ettikleri için de onlardan nefret eder. Hâkim azınlık,
itibardan düşen mahallî dinin ortaya çıkardığı manevî boşluğu doldurmak için,
doğmakta olan yüksek dinlere yönelmekten ziyade, insan perestliğin başka
şekillerini dener. Şimdi onun önünde tercih edebileceği iki imkân gözükür.
Mahallî
dinin sükutu hayâle uğramış sabık müntesibleri için en kolay çözüm yolu,
itibardan düşen putlarını aynı neviden fakat bir başka cinsten yeni bir putla
değiştirmekten ibarettir. Yâni yaygın ve şâmil himâyesi altında insanlığın sulh
içinde ve tıpkı bir aile gibi ahenk halin
de
yaşamayı ümid edebileceği cihanşümul bir cemaat. însanperestliğin bu kollektif
yeni şekli insan iktidarı çerçevesindedir. Çünkü mahailî devletlerin
birbirlerini karşılıklı olarak yıkmalarının ve vatandaşlarının putlara olan
sakat ve taassublarının kaybolmasının siyasî neticesi, ortalığa hâkim
cihânşümûl bir imparatorluk bırakmaktadır. Bu imparatorluk küçük devletlerin
kaybettiği sadâkati talep edebilir. Çünkü o, insanlığa nesiller veya asırlar
boyu herbirinin şiddetle arzuladığı umumî suîhü temin etmiştir. Bu uzun asırlar
boyunca bugün ezilmiş ve istihkar edilmiş olan küçük devletler sulhden ziyade
kılıcın hâkimiyetini görmüşlerdi.
·
46 — Bugüne kadar kurulup
yıkılan büyük imparatorlukların hiçbirisi, tam manasıyla bütün dünyaya şâmil
olamadı. Meselâ Çin ve Roma İmparatorlukları, birbirleriyle doğrudan doğruya
temasları olmadan iki asır yan yana yaşadılar. Tam cihânşümûl bir devlet,
günümüzde Batı teknolojisi vasıtasıyla «mesafenin ortadan kaldırılmasından»
önce, mümkün şeyler sırasında değildi. Fakat, Çin İmparatorluğu, Roma
İmparatorluğu ve benzerleri psikolojik mânâda cihânşümûl olmuşlardır. Onlar
önceden birikirleriyle mütemadi harp halinde olan pek çok sayıda küçük
devletleri büyük bir cemiyet olarak hudutları dahilinde kaynaştırdılar. Roma ve
Çin İmparatorlukları bir cemiyetin tamamına birlik ve birlikte beraber sulhü
getirmekle yeni cinsten bir devlet örneği verdiler. Bunlar, belki de yarının
ikâmete elverişli bütün arza şâmil, tam mânâsıyla cihânşümûl müstakbel
devletinin öncülüğünü yaptılar.
Cihânşümûl
bir devlet perestişten başka mahallî dinin yerine ikâme edilebilecek
insanperestliğin ikinci bir şekli kolektif bir suret altında olmaksızın fikren
kendi kendine yeten bir feylesofun ferdî şekli altındaki insanperstliktir.
Burada, nesiller boyu atalarını barındırdıktan sonra kendisi ve muasırlan
etrafında korkunç bir yıkılışla mahallî devlet çöktüğü vakit yalnız başına
ayakta ve kenarda kalabilme manevî gücünü elde edebilen kahraman mevzubahistir.
Yüksek
dinlerin doğuşunu incelemeye ...geçmedn önce, insahperestliğin birbirini tâkib
eden bu iki şeklini incelememiz gerekmektedir.
□
İLÂVE: «MOLOCH» VE MOLK
«Moloch»
veya «Molech», «bir kıra! gibi ibâdet edilen Tanrı» mânâsında alınınca, muteber
dinî metinleri teşkil eden resmî baskıdaki İbrânice kitapların ister aslını, ister
tercümesini tanıyan Yahûdi ve Hıristiyanlar için sıkça kullanılan bir
kelimedir.
Önce
Moloch, bulanmış korkunç kırat,
Beşerî
kurbanlardan, anne ve babaların gözyaşlarından
Fakat
boru ve tamburların gürültüsünde
Meş'um
putuna sunulmuş,
Ateş
içinde İnleyen çocukların çığlıkları işitilmez.
Böylece,
yâhudilik ve hıristiyanlık için «Moloch perestiik» müntesibierinden gitgide
ağırlaşan bir kan vergisi talep eden mahallî cemaatperestliğe muâdil bir
semboldür.
·
47 — İlk doğan oğlanı
canlı yakma ksuretiyle yapılan kurban âyini, Kenân diyarında ve Kenânlıların
denizaşırı bir sömürgesi oian Kuzey Batı
Afrika'da tatbik edilmişti. İsrail, Moab, Yehuda ve Kartaca için bu gelenekle
ilgili edebî deliller mevcut ve Kartaca için de arkeolojik vesikalar mevcuttur.
İsrail
için Yeftan'ın kızının kurban edilmesinin (Hâkimler, XI, 2940) esatirine ve
kıral Ahap'm subayı Hiel tarafından Erihan'ın yeniden inşa edilişinin
hikâyesine sahibiz. O, «ilk oğlu Abiram karşılığında temelini kazdı ve küçük
oğlu Segub karşılığında da kapılarını taktı» (I. KırallarP XVI, 34).
İsrail, Yehüda ve Edom’un müttefik orduları tarafından Moab fecî şekilde
sıkıştırılınca, Moab’ın kıralı Mesa «kendi yerine kırallığa geçecek ilk oğlunu
aldı ve onu duvarın üzerinde yakılan takdime olarak arzetti» (2. Kırallar İli,
27). Yıllıkların anlattığına göre Yehuda da kıral Ahaz: (ki M.Ö. 741 725 yıllarında hükümran oldu) ve kıral Manasse
(ki hâkimiyeti takriben M. Ö. 696 641
yılları arasındadır) her ikisi de çocuklarını ateşte yakarak kurban ettiler.
(2. Kırallar XVI, 3 ve XXI, 6).
M.Ö.
VIII. asırdan itibaren Yehuda'da bu kurban şekli ziyadesiyle münakaşa edilmişe
benziyor. İşaya’ya göre (XXX, 33) Tofeta'da BenHinnom vadisinde Kudüs'ün
duvarları altında kurbanın yakılacağı odun yığını Tânrı'nın nefesiyle «tıpkı
bir kükürt seli gibi» tutuşuyor. Fakat Amos, bu taabbüde karşı gelir (V, 26) ve
Yeremya üç ayrı pasajda (VH,. 31; XIX, 5; XXXII, 35} Yahova'nın açık bir
şekilde bu kurbanı emretmediğini tekrar eder. Yeremya devrinden önce bu kurban
şekli kaldırılmıştı. Tofeta mabedi kıral Josias (ki takriben M.Ö. 639 608 yıllarında hükmetti) tarafından tecavüze
uğramıştı. Bu taabbüdün Levilililerde yasaklandığını görüyoruz. (XVIII, 21 ve
XX, 25). O, Hezekiel’de de takbih edilir. (XVI, 2021) Teşniye'de (XVII!, 10),
İşaya'da (LVII, 5) ve Hezekiel’de (30, 5 ) o, daha önce emredillen kanunları
tahrip eden İsrâiloğullarına Tanrı Tahova’nın tahmil ettiği «hoş olmayan
emirlerinden biri» olarak zikredilir. Peygamber Mika'nın kitabında bu insan
kurbanı İbâdeti üzerinde aksi olmayan bir hüküm ve
rilir:
«Günâhım için ilk oğlumu canımın suçu İçin bedenimin semeresini mi vereyim?»
(Mika VI, 7).
·
48 — Kartaca'da bir müddet
önce arkeologlar tarafından mahallî tofeta ortaya çıkarıldı. O, birkaç yüz
metrelik ince bir toprak şeridi halinde limanın kıyısı boyunca uzanmaktadır
(1). Arsası, ve tabakalanışı, bunun şehrin inşa tarihinde yapıldığını
göstermektedir. Kartaca'da bu ibâdetin tatbikini gösteren edbî vesikalar
arasında Melgart’ta rahip olan oğlu Carthalon'un kurban eden müstebid
Malchus'ün hikâyesi (2) ve (Afrika'da Puniquelerin mâruz kaldığı birinci istilâ
sırasında Moab'ın Mesa zamanında Joram tarafından mâruz kaldığı saldırı gibi.
Kartaca M.Ö. 310 yılında (3) çok fecî şekilde Agathocle tarafından tetkik
edildiği vakit Kartacalı ileri gelen aillerin en tanınmışlarından seçilen 200
çocuğun kurban münasebeti anlatılır.
Kartaca
tofetasından şimdiye kadar keşfedilen en eski iki kitâbe şöyle okunur: nesib
mo!k Ba’al' ve bu ifâde «Ba'al (Homman) de bir kurbanın dikili taşı (hâtırasını
yâd için)» mânâsına geliyor diye tefsir edilmiştir. Eğer bu molk .kelimesinin
(kendi öz evlâdının) kurban edilmesi olarak yapılan tercümesi doğru ise, şimdi
Kitâbı Mukaddes'in resmî baskısının bazı pasajlarında görülen Moloch (ya
Molech) —«kıral Tanrı»— tâbiri molk
kelimesinin galat olarak ak
(1}
Charles, Picard, G., Les Religlons de l'Afrigue (Paris, 1954, Plon), s. 28 9, plânlarla birlikte s, 3841. Bak: Dussaud,
R., «La Religlon des Pheniciens» Mana'da Introduction ö l’Histolre des
Religlons, I. les Anclenes Religion Orientales, II (Paris 1949, P.U.F.), s. 3834.
·
(2)
Justin, Epitoma Historiarum Phîlipplcarum Pompei Trogi, XVIII. kitap, VII.
bölüm (Malchus ismi kitabede geçen Maleus ve Maceus kelimelerinin düzeltilmiş
şeklidir.)
·
(3)
Diodore de Sicile, XX. 14
tarifmiş
şekli olması mümkündür (meslâ Levililer'de XVIII, 21 ve XX, 2 ve I. Kırallarda
XI, 5 ve 7 ve 2. Kırçıllarda XXII, 10). Hülâsa öyle gözüküyor ki öz evlâdın bir
odun yığını üzerinde yakılarak veya, Malchus'un hikâyesinde olduğu gibi, çarmıha
gerilerek, kurban edilmesi Kenan diyarının bir geleneği idi. Bu tarzda İsrâil
ve Yehuda'nın Yahova Moab’ın Chemosh' ve Kartaca'nın Ba'al Hommon tanrılarına
pekçok kurbanlar sunulmuştur. Bu ibâdet de moîk diye isimlendirilmiştir.
Baba
tarafından kurban edilen çocuk, belki de bizzat pederin yerini tutuyordu. Çünkü
Kartacalı şahsî bir kurban misâli, Heredot tarafından (Kitap VII, bölüm 166 167) Kartacahlarla Sicilya ramları arasında
M.Ö. 480 yılında cereyan eden Himera savaşını naklederken anlatılmıştır.
Hikâyeye göre Kartacalıların şefi Hamilcar adamlarının bozguna uğradığını
duyunca hergün üzerinde bağış • ve kurbanların yakıldığı odun yığınının
alevleri İçerisinde kendini atıyor. Sunulan çocuk ister babasının yerine, ister
bir başka mülâhaza ile kurban edilmiş olsun, İsrâil ve Kartaca’da çocuğun
yerine bir hayvan ikâme edildiğine dair deliller var. İsrail'in dinî tarihinde
bu icadın bir aksine Hz. İshâk'ın yerine Koçun kurban edilişini anlatan
hikâyede raslarız. (Tekvin XXII, 1 19) Kartaca’nın dinî tarihinde, çocuğun
yerine bir kuzunun kurban edilmesi nwlk omor Kartacanın M.Ö. 146 yılında
tahribinden evvel tatbik edildi. Bu, arkadan gelen Romalılar devrinde gelenek
halini aldı. Kartaca'nın tofeta'sının üst tabakalarında elde edilen pek çok
çömlek çocuk değil, hayvan artıklarını ihtivâ etmektedir. Dikili taşlar
üzerinde muhtemlen kurbanları temsil eden hayvan resimleri görülür (4). Bununla
·
(4) Charles
Pİcard, aynı eser, s. 4950. beraber M.Ö. VII.
asırdan itibaren Yehuda'da ilgâ edilmiş olan kurban etme gleneği Kuzey
Afrika’daki Kenan sömürgelerinde en azından İmparator Tibere devrine ve belki
de M.S. ili. asra kadar devam etmiştir (5).
·
49
— İnsanlar tarafından yapılan bir taabbüd onlarca daima taptıkları tanrılara
izafe edilmiştir. Nitekim Fenikeli efsânede tanrı El'in oğullarından birini
kendi öz babası olan gök tanrısına (Philode Byblos'a göre) kurban eder görünür.
Keza tanrı El'in Mot isimli diğer bir oğlu da tanrıça Anat tarafından (Ras Ash Shamrah'da keşfedilen efsânevî şiirlere
göre) (6) buğdayın ruhu şeklinde kurban edilmiştir. Kenâniı bu İlâhî davranış
şekli belki de Gedileli bir kaynak vasıtasıyla Hıristiyan ilâhiyâtında tekrar
kendini gösterir. Vücudu ekmek, kanı şarap olan Oğul Tanrı kendisini bizzat kendisi BabaTanrıya
kurban eder. Tıpkı ölümü insanlığın kurtulması için diyet teşkil eden bîr kuzu
gibi.
4
□
İNSANA PERESTİŞ :
CİHANŞÜMÛL
BİR CEMÂATİN PUTLAŞTIR1LMASI (1)
·
50
— Beşerî kolektif bir kuvvetin cihanşümul seviyede putlaştırtması insana
perestişin mahallî şekline nazaran çok fazla avantajlara sahiptir.
Bunun
en bârız avantajı çözülmekte olan bir medeni
·
(5)
Târih, Apologeticus de Tertuillien’in mübhem bir pasaj olan
IX.
bölümün tefsirine bağlıdır.
·
(6)
Bak. Charles Pİcard, aynı eser, s. 43.
yete
yaptığı müdahalenin, onun tarih safhasına çok uygun düşmesidir. Bu, medeniyete
öyle bir anında müdahale eder ki, o ân mûtad mahallî sistem içinde hayatın
artık tahammül edilmez bir hâl aldığı andır. Kadîm rejimin Aristo tarafından
takdir edilmesi, tarihî hâdiseler söz konusu olduğunda doğru olabilir. Daha
önce putlaştırılmış olan mahallî cemâat, onun teklif ettiği şekilde içinde
bulunulan şartların zaruretlerinden biri olarak doğmaya çağrılır. Arkasından da
fertlerin yaratıcı gücüne ehemmiyet vererek, ufka açılmış bir hayattan istifade
etmelerine yarayan bir teşekkül vazifesi görerek ortaya çıkan mevcudiyetini meşrûlaştırır.
Bununla beraber Aristo dünyasında ve onun zamanında feylesofumuz meskût geçmiş
ve hattâ hiç farkedilmemiş de olsa putlaştırılmış bir müâessesenin ki bir müddet için teşvik unsuru olmuştu bir
âfet halini almış olması da çok bârız bir şe'niyettir. Putlaştırılmış mahallî
devletler arasında mütemadî kardeş kavgalarının hâkim olduğu bir devirde bir
cemiyet çözülüp dağılmanın eşiğine gelmiştir. Bu devirde cihânşümûi bir
imparatorluğun pullaştırılması ve hayatın zaruretlerinden biri halini almıştı.
Çünkü, o, kendi kendini parçalayan bir cemiyete iştimaî intiharını
tamamlamasını önlemek suretiyle, kurtuluşun âciîen müessir yegâne çâresini
sunuyordu. Cihanşümul bir imparatorluğu perestiş, birinciden ayrılmayan ikinci
bir avantaja daha sahiptir. Anayurtperestliğin alkışçılarını tutuşturan
heyecan, görüşlerinin darlığı sebebiyle biraz çocukçadır. Bu, maddî bir
müşevvike verilen safçasına nikbin bir cevaptır da.Bu cevap verilirken tarihin
müteakip
·
(1)
Yazar bu konuyu A S. Study of History kitabında uzun uzadıya işledi. Bkz. V. 3839;
VI. 185196 332 338; Vii, 1 52.
·
(2)
Aristo, Poiitique, I. kitap, il. Böiüm, s. 8 (1252 BJ bahîfesinin
hiçbir önsezgisi mevcut değildir. Halbuki müteakip sayfada aynı müessesenin
aynı şekildeki putlaştırılması tatmin edici bir faydalanma yerine fecî bir
değerden düşmeye müncer olacaktır. Buna karşılık cihanşümul bir imparatorluğun
perestişini benimseyen mizaç nisbeten olgundur. Bu, uzun müddet devam eden
ızdırabın tecrübesine verilen bir cevaptır. Böylece o, beşerî bir müesseseden
ümid edilen istifade hudutlarının daha mutedil bir takdiri ile tahdit
edilmiştir.
·
51 —■ Üçüncü bir avantaj
da kooperasyon, ahenk, sulk, gibi cihânşümûl bir cemâatin perestiği ile yayılan
ideallerin, insanın saadetini artırmaya fiilen daha elverişli olmasıdır. Zira
bunlar, mahallî devletlere perestiş tarafından teşvik edilip, şuurla geliştirilen,
husûmet, mücadele ve harp gibi ideallere nazaran daha az bencil ve daha çok
şümûl sahibidirler. Yunanlı bir edebiyatçı bu tezin klasik bîr tasvirini
Antoninler asrı Roma İmparatorluğuna hitaben söylediği bir medhiye nutkunda
yapmıştır:
«Dünya
devletlerinin kendi kardeş kavgaları ve kendi iç kaynaşmalarının kurbanları
olarak alttan tutuşturulmuş odun yığınlarının üzerine atıldıkları bir esnada,
onların hepsi aynı anda Roma hâkimiyetinden istifade ettiler ve yeniden hayata
döndüler (3).
Cihânşümûl
devletler bir dördüncü avantajı kurucularının şahsından temin etmektedirler. Bu
büyük adamların hepsi daha tesirli ve daha haraketli oldular. Kezâ onların kısmı
küllîsi daha merhametli ve hayırhâh idiler. Bunlar cihânşümûl bir devletin
yerleştirdiği harp senyörleri ve savaşça devletlerin politika adamları idi.
Arkalarından gelenlerin, onların hâtırasına ithaf ettikleri hürmet ve tebcîli
·
(3) Arîsteîdes,
P, Aeîius, İn Roman (Or, XXVI), s. 6870
(Tarih
Şuuru — 5) görmek
istediğimizde dünya devletleri kuranların büyüklükte ancak yeni sistem getiren
feylesoflarla üstün din kurucusu peygamberler tarafından geride
bırakıldıklarını görürüz.
«Kader
onu bize ve bizden sonrakilere bir kurtarıcı olarak 7011001. Onun vazifesi
harbe son vermek ve cihâna nizâm koymaktır (4).
·
52 — İmparator Auguste'e
çağdaş olan bu medhiyede ifade edilen hissiyatı şüphesiz Ahamenitlerin
imparatorları Cyrus ve Darıus, Çin İmparatoru Han Lİu Pang ve OsmanlI
İmparatorları I. Murat ve II. Mehmed’e karşı minnettarlık. duyan milyonlarca
insan aynen duymuştur.
Cihânşümûl
imparatorluklar kuran ve kimselerin en büyük hizmetleri,, eserlerinin devamını
sağlayacak amme hizmetleriyle ilgili, sivil ve askerî bir memurlar kitlesini
arkalarında bırakmış olmalarıdır. Bu kitle bazan, tevârüs edeh bir aristokrasidir.
İran'ın Me|istanları ve Peru'nun Orejoneleri gibi. Bazan meslekî bir amme
hizmetidir. Çin imparatorluğunda, Roma imparatorluğunda ve İngiltere
hâkimiyetindeki Hint imparatorluğunda olduğu gibi. Bazan da münzevî lâik bir
guruptur. OsmanlI Sultanı'nın sarayındaki köleler gibi.
Bu
avantajların tümü gerçekten büyük bir kuvvet arzeder. Bu açıdan cihânşümûl bir
imparatorluk hidâyette cemiyeti kendi kendini yakın helakten kurtarmak
suretiyle menfî bir hezimeti ifâ ederek halkın reyini kazanmış olduktan sonra
zamanla gerçek bir hürmet ve gittikçe ar
·
(4) Muhtemelen
M.Ö. IX, asırda Roma'nın Asya vilâyetinden Koİnon tarafından çıkarılan
kararnâme, (Dittenberger tarafından neşredildi) W., Orientis Graecae
Inscriptiones Seiectae, II. cilt, (Leipzig, 1905 Hirzel), s. 48 60. tan
bir sevgi kazanabilir. Onun kazandığı manevî hâkimiyet, husûmet içerisinde
düştükten sonra gösterilebilir.
Cihânşümûl
bir imparatorluk fiilen güçsüz hâle gelinceye kadar; zevâle yüz tutmaya
başlayınca âtıl imparatorları birçok asırlar ve nesiller boyunca daha kendi
aleyhlerine olarak imparatorluğu küçük devletler halinde bölen gösıbları
meşrulaştıran zarurî kaynak olmaya devam ederler. Gâsıbın otoritesine halkın
itaatini garanti etmek için, onu meşru imparatorun bizzat tâyin etmiş olması zarurîdir.
Bu zahiri formalite fiiliyatta o kadar büyük bir ehemmiyet taşır ki en gerçekçi
gâsıblar onu elde etmek için bütün gayret ve ihtimamlarını ortaya korlar ve
ondan bir gösterişin çok fevkinde istifâde ederler. Bir Odoacre, bir Theodoric
ve bir Clovin Roma İmparatorluğundan çalınmış olan batı vilayetlerinde hâlâ
İstanbul’da idâmei hayat eden Roma imparatorluk hükümetinin hıdivi olarak
hâkimiyet sürdürdüler. Hindu Mahretteler ve Hindistan İngiliz şirketi,
Delhi'deki büyük Moğol müslüman âtıllarının hıdivi olarak Hindistan'ı idare
ettiler. Keza Osmanlı İmparatorluğunun vârisleri olan hıristiyan devletlerinin
çoğu siyasî hayatlarının hidâyetlerinde, istiklâllerini taleb mâceralarına
atılmazdan önce padişahın hâkimiyeti altında bir Osmanh prensliği olarak
kalmakla iktifa ettiler.
Şunu
da ilâve edelim ki ölüme yüz tutmuş1 cihânşümûl bir imparatorluk
nihayet uzun zamandır geciken son darbeyi yedikten sonra bile onu tekrar ihyâ
için mükerrer teşebbüsler oldu. Bu ba’sü bâdel mevtlere misaller çoktur: Çin’de
Ts’in ve Han imparatorluklarının Sui ve T’ang hânedanlarıyla ihyâsı, Ortodoks
hıristiyanlığında Roma imparatorluğunun önce Bizans imparatorluğu sonra
«Moskova üçüncü Roma» tarafından İhyâsı, Batı hıristiyanlığında sırayla
Şarlman, I. Otto ve Habsburglar tarafından Roma imparatorluğunun zayıflayan
prestijini tekrar kuvvetlendirmek için Arap hilâfetinin yeniden bir ihyâsı
olduğunu iddia ederek yaptığı teşebbüsler vs.
·
53 — Cihânşümûl bir
imparatorluğun tebaasının kalpleri üzerindeki hâkimiyet böylece hem
kuvvetlidir, hem de değerlidir. Bununla beraber, cihânşümûl bir imparatorluk
bile tam tatmin edici bir perestiş vasıtası değildir. O, kendini ister bir
müessese şekli altında, isterse bir şahıs gibi tapınmaya arz etmiş olsun netice
değişmez. Putun bir müessese olarak takdimi kendini yeteri kadar sevdirmek
işinde çok uzak, gayri şahsî ve mücerret kalacak. Bir şahıs olarak tecessüm ve
takdimi de ziyâde me'Iûf ve çok az değerli olacağından yeterli hürmeti telkin
etmekten uzak kalacak.
Cihânşümûl
bir devletin müessese olarak gayri şahsîliği, tebâasının büyük ekseriyetinin
merkezden uzakta bulunması sebebiyle nâzik bir husus teşkil eder. Roma
imparatorluğunun tebaaları Cadix, Beyrut, Kolin kadar uzak yerlere dağılıp,
Roma, komşu rakib kuvvetlere karşı onları sHâh altına çağırma ihtiyacım
duymadığı gündenberi Tanrıça Roma (Dea Roma) yi artık, bütün Romalı
vatandaşların merkezden bir günlük yaya mesafesinde yaşayıp çalıştığı ve Roma
için Clusium ve Samnium'a karşı her an seferberliğe katılmaya çağrılabilir
durumda oldukları devreye nazaran artık onların kalplerinde aynı aşk ve
heyecanı ilhâm edemiyordu. Bahusus parlak hâtıralarla dolu İsparta, Atina veya
bir zamanlar hür ve müstakil olan diğer herhangi bir şehirdevletinde yaşayan
bir Roma tebaası, Tanrıça Roma'yı hiçbir surette daha önce kendi şehir tanrılarına
(Athana Chalcioecus veya Athenö Polias) gösterdikleri itmînân ve cezbeyi
hatılatacak bir surette perestişte bulunmayacaktır. Onun, o zaman hissettiği
heyecan günümüzde batılı bir ziyaretçinin Atina Akropol'ünde AtinalI Athene'nin
heykeli olan Phidias'ın eserinin yükseldiği meydanda durup Saronik körfezinin
bir taş atımlık öbür tarafındaki Acrocorinthe tepesine ve Egine dağına baktığı
zaman aynen duyulabilir. O, Temaşasını yaparken Korintoslu bir poseidon ve
Eğineli bir Athana Aphaia’nın hayâlleri Atina kraliçesine bir tehdid savurmak
için önünde doğrulabilir. Tanrıca Roma'nın uzun kolu onları makamlarından
koparmazdan önce, mahallî ilâhe oradaki hasmma karşı büyük bir yardımcı idi.
Her yerde hazır ve nâzır polis olan Tanrıça Roma, AtinalI tebâası için aynı
ehemmiyeti hiçbir surette ifâde edemez. Hattâ bilâhare kendilerine Roma
vatandaşlığı lûtfedîldiği ve hatta milâdî III. asırda İçtimaî bir çöküntü
tehlikesinin belirmeye başladığı bir anda Roma'nın kendi medeniyetleri olan
Yunan medeniyetinde yaptığı hizmetin değerini anladıkları zaman bile.
·
54 — Cihânşümûl bir
imparatorluğun tebâası, imparatorluk tarafından ifâ edilen ve bizzat
faydalanmakta oldukları hizmetlerden yeteri kadar minnettarlık duymaya
mütemayil olamazlar. Hattâ bu hizmetler herhangi bîr küçük devlet tarafından
aslâ yapılmamış ve yapılamayacak kadar da ciddî ve esaslı olsa bile. Yeni
cihânşümûl idare altında az çok tesirli bir imparatorluk polisi, az çok iyi
yönetilen bir idare, azçok âdii bir kanun bütün tebâaya, gittiği her yerde
sulh, emniyet ve adaleti garanti ederler Bununla beraber meskûn dünyanın
tamamından böylece istifadeyi ona te’min eden bir rejim, her tarafta kendiisni
hissettirme gücüne sahip değildir. Bu derece bütün dünyaya şâmil bir devet
hizmeti büyük bir sevgi veya derin bir minnettarlık ilham edebilmek için çok
gayri şahsî kalmaktadır.
Devlet
hizmeti, cihânşümûl imparatorluklarda bile gayri
şahsîdir. Böyle bir
imparatorluğun kurucuları ve vazife başındaki büyük devlet memurları bu
dünyanın içinde doğmuşlardır bu durum meselâ (JrNammu'nun «Dört Diyarın
İmparatorluğu» diye bilinen SümerAkad imparatorluğu ve Han Liu Pang'ın Çin
âlemini içerisinde topladığı ve «Gök altında bulunan herşey olmakia övünen
imparatorluk için de vâ kidir, Gerçi, bu noktada bu iki imparatorluk istisnaî
bir durum arzeder. Cihânşümûl imparatorlukların ekserisi, memleket dahilinde
büyüyen, bölgenin evlâdiarı tarafından kurulup ayakta tutulmuş değil, uc
vilâyeti mensubu veya yabancılar tarafından kurulup ayakta tutulmuşlardır.
Sınır vilâyetlerinden olan imparatorluk kurucularına misâl babında
Hammurabî'nin kurduğu «Sümer Akad
imparatorluğu» nun Amoritli kıralianhı, cihânşümûl bir Yunan imparatorluğunun
Romalı idarecileri; cihânşümûl bir GüneybatıAsya imparatorluğunun birbirini
takib eden Arap,. Fars kırallari; Mısır'ın Orta ve Yeni imparatorluğunun Teb'1i
kurucuları; (Çin'de) Eski imparatorluğun daha da güneyli oian kurucuları,
cihânşümûl bir Çin imparatorunun kurucuları olan Ts'inler ki bu imparatorluk
bilâhare Han Liu Panğ tarafından kurtarılıp yeniden kurulacak.
Hindistan'ın
Birleşik imparatorluğunu peş peşe idare eden Moğollar ve İngilizîer, bir
Ortodoks hıristiyanlığının hâkimleri olan OsmanlIlar, bize imparatorluk kuran
yabancıların misâllerini teşkil ederler.
·
55 ,— Yabancılar veya
sınır vilâyeti mensubları iktidarı elde tutukları vakit büyük bir psikolojik
boşluk onları tebaalarından ayırır. Bununla beraber ne İngilizîer Hindistan'da,
ne de Osmanhlar Yakın Doğu'da bu tabiî
mâniayı sun’î bir şekilde genişletmedikçe tatminkâr olamadılar. İngiltere’nin
Hindistan valileri Hindû tebâalarıyla XVIII. asırda kardeşleştikten sonra XIX.
asır boyunca kararlı bir şekilde onlarla aralarındaki mesafeyi açık tuttular,
OsmanlIlar bu hususta hıristiyan Yakın Doğu'nun hür fâtihlerini, kendi
imparatorluklarının idaresinden bertaraf edecek ka~ dar ileri gittiler. Onlar
idareyi imparatorluğun hıristiyan tebâası arasından devşirilen rahbânî lâik
(mosws'Hqu® ■■ La’ique)
bir
cemaatin elleri arasına teslim ettiler. Devletin bu hizmetleri hem müslüman hem
de hıristiyan tebâasının dışında kalıyordu. Zira kendi arzularıyla olan ihtidâ
onları hıristiyan olan aslî İçtimaî muhitten koparıyor fakat doğuştan hür
kimseler olan müslüman dindaşlarıyla tam kaynaşmayı teîmîn etmiyordu. Daha
enteresan olaya Çinde rastlamaktayız. Bizzat Çin arazisinden olup İhtimamla
ananevi Çin geleneklerine göre yetiştirilmiş memurlar tarafından idare edilen
imparatorluk Çin'in de bir devlet memurunun doğduğu kendi vilâyetinde herhangi
bir vazife almaması kaide idi: Bu bir maslahatî hükümetti.
Şurası
muhakkakki ,Çin İmparatorluk hükümetleri olsun OsmanlIlar ve İngilizler olsun
aynı neticeyi elde etmek için bu muhtelif vasıtalara bir tesadüf eseri olarak
tevessül etmediler. Hepsinde müşterek olan «memurlarını tebaadan uzak tutmak
endişesi» bir ahlâksızlık değildir. Bu, tecrübeye müstenid belli bir kanaatı
yakîniyeden mülhemdi. Tecrübe göstermiştir ki aşırı aşinalık ve senli beniilik,
bir idarenin iyi işlemesine ve tarafsız davranmasına manidir. Bu prensiblere
uygun olarak alınan hesaplı bir ihtiyat onların itibarını düşürmüyor fakat o,
tebaanın kalbinde uyandırmayı arzu ettiği sevgi ve minnettarlık hislerine
kaçınılmaz bir şekilde bazı sınrlar koyuyordu.
Cihânşümûl
bir imparatorluğun tebaasında sadakati artıran kaynaklardan biri de
ilâhlaştırılmış bir müessese yerine kâim olan ilâhlaştırılmış bir kıraldır.
Divus (tanrı) Cesar olarak, taşahhus eden bir Roma İmparatoruna perestiş;
uzaklık, gayri şahsîlik,, soğukluk gibi Tanrıça Roma'ya (dea Roma) perestişin
zaaflarından beridir. Roma İmparatorluğu tebaasından çok cüz’î bir miktarın
Roma'yı ziyaret etmesi imkânsız olmasına rağmen, Cesar her yerde seyahat
edebilir. Bulunmasının faydalı olacağına hükmettiği her yerde istediği kadar
kalabilir. Nitekim Cesar, Auguste ve Hadrien fâal hayatlarının büyük bir
kısmını yollarda veya kamplarda geçirdiler. Tanrı Cesar, Tanrıça Roma'ya galebe
çalar: Beşerî bir varlık olan bir tanrı tebâasının ihtiyaçlarına aynen
sahiptir. O, emirleri kanun olan, bütün tebâasının hayat ve serveti kendisine
bağlı bulunan müstesna bir kuvvete sahip beşerî bîr mahlûk olması hasebiyle
tebâasının rûhunda çok şiddetli korku ve ümid, nefret ve hürmet, kin ve sevgi
hisleri doğuracaktır. Fakat Tanrı Cesar'ın temas edilebilen bu beşerî tabiatı,
Tebâasıyta temasında onun kuvvet ve celâdeti olmakla beraber aynı zamanda onun
zaafıdır da. Zira hiçbir insan ne gerçekten Tanrıdır ve ne de Tanrı
suretindedir. Bu ilâhtaştırılan fânilerde görülen bayağı nâkiseler herkesi
şaşırtırken, tanrı Cesar'ın,, bu insanüstü rolünü oynamak için seçilmiş otan en
müstesna bir beşerî mahlûk bile kendi vazifesinin seviyesinde olmayacaktım
(Bunu Cesar İskenderiye'de kendisi müşahede eder.) Cesar veya Auguste gibi bir
dehânın prestiji hâlâ bir Tibere veya bir Claude'u geçebilir. Fakat bu
müessiriyet vekilliğinin de bir sınırı vardır. O, bir Caligula veya bir
Neron'un şöhretini kurtaramaz. Keza'bir Marc Aurele'în şahsiyetini ihâta eden
fazîlet hâlesi de babası tarafından halef olarak seçilmemiş otan bir Commode'un
denâetini tazmin edemez.
·
56 —. Tanrı Cesar ve
Tanrıça Roma müşterek bir zaafa sahiptirler. Cihânşümûl bir imparatorluğun, şu
veya bu şekilde perestiş edilmesi, daha önceki mahallî küçük devletlerin
putperestliğinde olduğu gibi kendiliğinden vukûa gelen bir neşvü nema olma
yerine, sun'î olarak ortaya konan bir mahsûl olmuştur. O, «hikmeti devlet»
icâbı icâd ve teşvik edilmiş, ve siyaset yoluyla yayılmıştır. Siyasî birlik
gibi şiddetli bir şekilde hissedilen gerçek bir ihtiyaca cevap vermesine
rağmen, onun sun'î karakteri menfaatdarlarının kalbini kazanmasına mani
olmaktadır.
Bu
sebeple cihânşümûl bir imparatorluğun idarecileri, zaman geçtikçe tebaalarının
imparatorluğa bağlılıklarını teminde zorluk çekerler. Bu bağhhk, onlara
bîzâtihi imparatorluğun daha ziyade mülâyim olan tanrılaştırılmış bir
müessesenin gayri şahsî şekli altında veya oldukça gayri ahlâkî olan
tanrılaştırılmış bir imparatoru şahsî şekli altında perestiş edilmesi için
aranır. Bir imparatorluğa perestişin böylece siyasî değerini kaybedişi
kendisini siyasî bir değişme şeklinde ortaya kor. Yavaş yavaş imparatoru
tanrılaştırma akîdesinin değerini küçümsemeye veya temamcn reddetmeye ve
böylece ortaya çıkan kayba, siyasî bir telâfi aramaya meyledebilir. Bu kaybın
telâfisi için, bu sefer imparatorluğun haricinde ve onun üstünde yeni bir dinî
müeyyide bulmaya çalışılır.
Meselâ,
Mısır’da imparatorperestlik, Mısır imparatorluğunun uzun tarihi boyunca
birbirini takib eden safhalar halinde tedricen değerini kaybetmiştir. Bütün
hakları nefsinde cem eden «Büyük Tanrı» Firavun, sadece tanrı olan firavun
oldu. Firavun yine tanrıdır, fakat «GüneşTanrı» Ra'nın oğlu olduğu için. Bu
ikinci durumda Tanrı, «Tanrı» tarafından yaratılmış olan cesede bürünmüş ilâh
Yeni imparatorlukta Orta imparatorluka nazaran, Orta imparatorlukta Eski
imparatorluka nazaran daha beşerî bir çehre taşır. Orta imparatorluktan beri o,
«Azîz Allah» tır (5). Yeni
·
(5) Bkz,
Frankfort, H., Kingship and the Gods (Chicago, 1948, University of Chicago
Press), s. 39.
imparatorlukta
sapık İmparator İkhnaton oldukça realist bir tutumla kendisini ailesinin
sinesinde yaşayan beşerî bir vatlık olarak takdim edecek kadar ileri gider.
Saray erkânı tarafından perestîş edilmeye göz yumsa da„ kendisini güneş
kursunda bizzat tezahür eden ulu ve yekta bir tanrının tercümanı ve beşerî bir
kulu olarak takdim eder.
·
57 — Sümer Akad âleminde
hâkimler, nâdir olarak ulûhîyet iddiasında bulundular. Onlar da iddialarında
pek o kadar ısrarlı değillerdi. Akadh fatih Naramsin isminin sadece Tanrıya
alâmet olan hususî bir tarzla yazılmasına müsaade etti. Portresinin bir tanrıya
has oian boynuzlu taçla birlikte yapılmasına göz yumdu (6), Sümer ve Akad
imparatorluğunun kurucusu UrNammu’nun halefleri başkentleri Ur'un otoritesine
boyun eğdirdikleri şehirdevletlerinde, kendi adlarına tahsis edilen mâbedlerde
tıpkı tanrılara olduğu gibi kendilerine perestiş ettirecek kadar ileri gittier.
Fakat «Ur kiralına kendi şehrinde bulunan mâbetlerin hiçbirinde ibâdet
edilmiyordu. O, Eshnunnu'da bir tanrı olabilirdi; fakat Ur'da, şehrin Rabb'ı
olan «Ay Tanrı Nunna (7)» nm bir kulu
idi. Kezâ Babil kıralı Hammurabi, belli bir ara devreden sonra Sümer ve Akad
imparatorluğunu yeniden kurduğu vakit cesede bürünmüş bir tanrı olarak
hâkimiyet kurma iddiasında bulunmadı, Tersine ibtidaî Sümer geleneğince bir
tanrının veziri olarak idare etme teamülüne rücû etti. Hammurabi'nm (tutumu ve
iktidarları mevzuunda) noktai nazarı (te'vilimizde yapışmıyorsak) onun «Amca
{yâni tanrı Morduk) mahmûddur (veya mahmûd yâni övülmüş olmalıdır) mânâsını
ifâde eden ismiyle ilân edilmiştir. İçerisinde bir tanrının zikir veya
·
(6)
Frankfort, aynı eser, s. 22425.
·
(7)
Frankfort, aynı eser, s. 302.
teşbih
mevzuu edildiği bir cümle ile insanları isimlendirmek Kabilen ve Asur'da cârî
bir âdet idi. Bilâhare aynı âdet İsrail'de ve İslâm'da da görüldü. Bu
cümlelerin isini olarak kullanılma âdetinin girdiği her yerde ismin müsernmâsı
kendisini tecessüd etmiş bir tanrı değil, Ulu bir Allah'ın hizmetçisi telâkki
eder.
·
58 — Bizzat kendisi için
ulûhîyet taleb etmemek esâsı üzerine Hammurabi tarafından açıian çığır,
filhakika GüneybatıAsya'nm cihânşümû! devletlerinin müteakip hükümdarları
tarafından aynen takib edildi. Hammurabi, Marduk'un beşerî bir kulu olarak
hükmetti. Marduk, Babi! şehrinin tanrısıydı ve hâkimiyeti arz üzerindeki
vezirininkiyle beraber cihânşümû! bir mahiyet kazanmıştı. Ahemenid'ler Hürmüz'ün
beşerî hizmetçileri olarak ve belki de mahallî olarak mahkûm milletlerin
tanrıları hizmetçileri olarak) hâkimiyet sürdüler. Emevîler, daha vâzıh olarak
Abbâsîler, Allah'ın beşerî kulları olarak hâkimiyet sürdüler. Bâbil'li o ilk
imparator, Roma imparatoru Aurelİen tarafından da takib edildi. Fakat bu
sonuncu selefleri zamanında olduğu gibi imparatorluğunun şark beldelerinde
tebâa için bir tanrı olarak değil de,, ulu bir Allah tarafından seçilmiş bir
vezîri olarak hâkimiyet sürmeyi tercih ettiği vakit eski bir Bâbil kiralının
yolunu takib etmekte olduğunun hiç farkında değildi. Kendisini vezir tâyin eden
tanrı evvel zamanda İhnaton'un tanrısı olan Sol Invıcus «Yenilmez Güneş» idi.
Beşerî
bir hükümdarın ulûhiyetinden, nâmına hareket edilen ulu bir Tanrıya vâki bu
geçişin sebebi, Yunanlı bir tarihçi tarafından Aurelien’e atfedilen bir cümlede
ifşâ edilmiştir. Bu politikanın, tanrılaştırılan seleflerinin dûçâr olduğu
kaderden imparatoru mâsum tutulmaması olayı onun hatâsını ortaya koyar.
«Aurelien,
imparatorların kaderlerinin kendi ellerinde bulunduğuna inanmaktla askerlerin
kendilerini aldatmakta olduklarını söylemeyi âdet edinmişti. Çünkü o, kendisine
saltanatı Allah’ın verdiğini ve... hâkimiyet müddetini O'nuh takdir etmiş
olduğunu söylüyordu (8)».
Tabiî
olarak, bir imparator tarafından cesede bürünmüş bir tanrının öldürülmesiyle
ortaya çıkan muttaliyete, askerlerin hâkim olmalarından îtibaren İmparatorluk
tacını taşıyan kimsenin bizzat bir tanrı değil, kan ve etten yaratılmış
olmaları hasebiyle canilerin bertaraf edemiyecekleri ulu bir Tanrının beşerî
bir vezîri olmak daha az tehlikeye münbais idi. Ölmüş tanrılar intikam
alamazlar. Bertaraf edilebilen bir tanrı bu haliyle bile kendisine karşı
işlenecek olan bir cinayeti arkasından cezalandırma iktidarından da mahrum
kılınacaktır. Fakat kendi beşerî temsilcisinin öldürülmesinden sonra da
berhayat olan ulu bir tanrı onun cânilerini cezalandırmak için yaşamaya devam
edecektir. Nitekim Yahova da öyle idi, Halkı sürgün edildikten sonra da
İsrâiloğüllarınıh yerine geçenlerden hesap sormak için İsrâiloğullarının
yurdunu terketmedi.
Ulûhiyetin,
beşerden yüce bir varlığa geçişini mâhirâne gösteren bu akıl yürütme, ciddî bir
şartla psikolojik bakımdan mûteberdir. Hükümdarın, otoritesine kendi' dışında
dinî bir tasvib aramaktaki gayesi, tebaasının tahayyül ve hissiyatı üzerinde
fiilî bir hâkimiyet kuracak bir şey bulmaktır. Bu arama işi, kendilerinin
imparatorda tecessüm etmiş bir tanrı olarak tebcil edilişlerinin herhangi bir
cinayete karşı hayatlarını uzun müddet vikâye edemiyecek kadar sarsılmış olduğu
ana raslar. Aurelİen’in sonunda kendisini de öldüren askerleri karşısındaki
·
(8) Auctor
Anoymus post Dîonem, âdition Dindorf, s. 229, zayıflığı şuradan neşet
ediyordu: Askerler, kendilerinin (Aurelien'in sözüyle) şuursuz olarak,
memurları bulundukları ulu Tanrıya ciddî bir şekilde inanmıyorlardı. Keza Caiigula,
Neron ve Commode gibi beşerî ulûhiyetlere de ciddî bir inançları yoktu. Beşerî
bir imparatorun, İlâhî ve ulu hâmisi öyle bir tanrı olmalı ki imparatorun tebaası,
samimî olarak ve kendiliklerinden ona imân etsinler, aksi takdirde bu tanrının
oha olan himayesinin hiçbir tesiri olmayacaktır.
·
59 — Burada Hammurrabi ve
Aureiienier tam bir dilem içerisinde bulunuyorlar. Zira onlar, kendi mahlûkları
olmayan ve hiç olmazsa kendileri tarafından seçilmiş bir aday da bulunmayan
İlâhî bir patronun elleri arasına teslim olmaktan tereddüt edecekler. Eğer imparatorluğun
tanrısı, artık bizzat imparatorun kendisi değilse, siyasî ihtiyat onun, kendi
beşerî mahmîsinin kontrolü altında olmasını isteyecek. Bu kontrolün tahakkuku
için de onun imparatorca ortaya konmuş olmasa bile, onun tarafından seçilen,
bizzat imparator tarafından tâyin edilen dinî teşkilâtçı hizmeti görülen,
imparator tarafından tasvîb gören bir menâsikle perestiş edilen biri olması
gerekmektedir. Bu noktada Aşağı İmparatorlukun imparatoru kendisine çözülmesi
imkânsız bir problem çıkarmıştır. Zira hâmi bir tanrıyı, imparator nazarında
Veiiyyü'lnîmet yapan aynı şartlar, onu da tebâası nazarında bir hiç mevkiine
indiriyordu. Bu tebâanın cesaretini kırmak için de İlâhî kukla
görevlendirilmiştir.
Icâbı
devlet olarak siyasî otorite zoruyla, sun'î şekilde imal edilen bir dinî
yerleştirme gayretleri, hakikatı halde, yalpalamakta olan siyâsî otoritesini
destlemek için bu çeşit bir tasvib ve takviye arayan bir hükümdarın tebâasının
yeterli itaatini kazanmaya asla muvaffak olamamistir. Gördüğümüz gibi, yeterli
bir sadakatle uzlaşmadaki acz, bizzât cihanşümul bir imparatorluğa perestişin
zaaflarından biridir. Bu aynı mukadder zaaf, bütün sun'î ikâmelerde
bulunacaktır.
Mısır
târihinin, Firavun ulûhiyetinin zevâle yüz tuttuğu devrinde Ikhnaton, güneş kur
supla temsil edilen, ulu, mücerred bir tanrıyı ananevi, cesede bürünmüş
tanrının yerine ikâme etmekte muvaffak olamadı, Aton, kendi beşer' mahlûkları
tarafından tâ Suriye, Nübya( Sudan'da bir bölge) kıyı vilâyetlerinden esâs
merkez olan Mısır'a varıncaya kadar cihânşümûl Mısır İmparatorluğunda bütün
beşer ırkı için müşterek bir perestiş vasıtası olmak üzere tahsis edilmişti.
Fakat İkhnaton'un tebâası, siyasî otoritenin empoze ettiği bu yeni sun'î
tanrıya inanmaya sevk edilmedi. Bunlar, atalarının kendi, cesede bürünmüş
tanrılarına karşı duyduğu hissiyatı, bu yeni Aton’a karşı duymadılar.
Atalarının tanrısı kendilerine çok yakındı, cesede bürünmüştü. İlâhî babası
Amon'ra, ona ölümsüzlük de vermişti. Bu ölümsüzlük, Mısır dünyasının iki ayrı
kısmının siyasî birleşmesinde husule gelen Teb'li bir Hayat Tanrısı ile Aşağı
Mısır’lı bîr Güneş Tanrısı arasında meydana gelen İlâhî bir izdivaç sonucunda
verilmişti. Aton'da böyle bir sevimliliğin olmayışı, onu kendi yaratıcısı ve
vezîrinin üzerine müessir dinî bîr nüfuûz te'min etmekten alıkoydu. Binnetîce,
bu sun'î din, bizzat İkhnaton'un hayatı ve hâkimiyetinden dafa fazla yaşamadı.
·
60 — Mısır târihinin daha
sonraki bir devrinde, I, Ptolöme'nin sun'î dinden umduğunu elde etmekte
ıkhnaton’ dan başka başarlı olamadı. Ahemenid İmparatorluğunun vârisi bir
devletin kurucusu, bu MakedonyalI Yunan, kıratlık sınırları içerisinde yaşayan
Mısırlı yerli halkla müstevli Yunanlılar arasında müşterek bağlar kurmayı arzu
ediyordu (9). O, siyasî noktai nazardan şâyânı arzu olan bu teşebbüsü, Mısırlı
Tanrı OsirisApis’i, Mısır'ın eski millî başşehirleri olan Mephis'te Osiris
mâbedinde Yunanlaştırarak gerçekleştirmeye çalıştı. Apis'in (boğalar suretinde)
müteaddid cesede bürünmelerini de ortadan kaldırdı. Mephis’li bu yeni tanrı
şerefine Ptoleme'nin, Yeni Yunan başşehri olan İskenderiye’nin Mısırlılara ait
kesiminde ki Rhacâtis diye adlanır bir mâbet inşa edildi. Bu mâbet orada,
zâhirî görünüşü Yunanlaştırıimış bir sûret taşıyan Serapis adı altında dikildi.
Bu durum, onu Ptolöme’nin mülkiyeti hudutları içerisinde ve hattâ her tarafta
Yunanlılarca kabule şayan bir perestiş vasıtası kılmıştı. Daha PtolĞme
zamanında Yunanlılar,, Mısırlıların çoktanberi içine düştükleri dindarlığa
kendilerini vermeye başladılar. Böylece, eski Mısır dininin yeni bir Yunanlı
kolu çabucak kök salıp yerleşti. Fakat, her halükârda başarıya ulaşmış olan
Ptolömöe’nin bu dinî bid'ası, eğer Yunanlılarla Mısırlıların arasında
bir yaklaşma hâsıl etmek gibi uzun vadeli bir gaye ile gerçekten mülhem ise, bu
durumda mezkûr politika iflâs etmiş demektir. Mısır'ın Memphis’li OsîrisApis
dini ve İskenderiyeli yeni Serapis Yunan dini, birbiriyle karışıp kaynaşmaksam'
asırlarca yan yana berhayat oldular. Böylece, Mısırlı bir tanrının, Yunan
âlemince millileştirilmesi, bu aynı müşterek tanrının Mısırlı ve Yunanlı ibâdet
edicilerini kaynaştırmada hiçbir şey yapmadı.
·
61 — Ahemenid
İmparatorluğunun MakedonyalIlar tarafından fethedildiği devirde Serapis dini
yardımıyla, Yunanlılarla Mısırlıların yakınlaştırılması için yapılan bu te
{9}
.Osiris İnancının ortaya çıkarılışını îzâh etmek için modern târihçilerin
ekserisi tarafından PtolömĞe'ye izafe edilen sebep budar. Fakat farklı başka
fikirler de var. (Bkz. Nilson, M.P., Geschhichte der griechlschen Religion, voi
l! (Munıch, 1950, Beck), s. 148).
şebbüsün
başarısızlığı, Meksika’nın Castillan’lar tarafından fethi sırasında yerlilerle
İspanyollar arasındaki uçurumu kapamak için ortaya atılan Guadalupe'lu Bakire
(Meryem Ana) inancının başarısı ile manidar bir tezad arz eder. Bu neticeler
arasındaki fark, küçümsenmez bir sebepten ileri gelmektedir. İçerisinde
Yedilerin ve Creole’Ierin kaynaşacağı yeni bir milletin patronu olacak olan
Bâkire, bir yerli nazarına yerli bir tanrıça suretinde sunuldu. Yerli köylünün
telâkkiler hikâyesi İspanyol otoritelerince bir mucize ile isbat edilinceye
kadar şüphe konusu oidu. Müsteviîler, Gökler
Kraiîçesî'nln bir mühtediye Yerli hüviyetinde
tezahür etmesi için seçilmiş olacağına inanamazdı. Bâkire'nin sapık tapıcıları
olan İspanyollar için beklenmedik bir engel olan, ve bir yerliye çok mûnis
gelen bir şekildeki bu tezâhür, müstevliler tarafından getirilmiş olan bir
ilaheye karşı, Yerlilerin sadakatini kazandı. Bu ilahe kendisini çok sevimli
bir tarzda takdim ediyordu: O, kalbini mağlûplara sonuna kadar açmıştı. Böylece
Eski Dünya'nm Büyük Annesi (Hz. Meryem) Yeni Dünya'nm yerlileri tarafından
«Guadalupe’lu Meryem Ana» adı altında muhâcir tapıcıları nezdindeki
merbûtiyetten hiçbir şey kaybetmeksizin benimsenmiş oldu. Dini, siyasî
gayelerle kullanmak isteyen I. Ptolemee'nin semeresiz teşebbüsünün târihi
ışığından şöyle bir tahmin yürütebilirsiniz: Eğer Guadalup mâbedinin kurucusu,
yerli bir köylü olan Juan Diago değil de İmparatorluğun kurucusu olan Fernand
Cortes olsaydı, o fetihten bu yana Meksika’nın hayatında elde ettiği esaslı
makamı kat'iyyen elde edemiyecekti.
Kalpleri,
müşterek dinî bir inanca celb ederek Yunan ve Mısırlı tebaasını tek bir cemâat
halinde eritmek istediği zaman, I. Ptolemöe'nin uğradığı başarısızlık, birbuçuk
asır sonra İmparator IV. Antiochus’un, buna benzer dinî bir tereddütle kültürel
bir tesviyeyi gerçekleştirme teşebbüsünün patlayıcı bedbaht neticelerinin
aynısı olmadı. Antiochus, imparatorluk sınırları içinde yer olan mahallî
cemâatlerden herbirinin eski tanrılarının yeni bir imparatorluk tanrı olan Zeus
Ouranios'dan farkh olmayıp aynı olduğunu ilân etmek suretiyle muhtelif tebâası
arasında müşterek bir imparatorluk vatanperverliği hissini yaratmak istemişti.
Fakat İmparator Kudüs’ün Yahova’sım imparatorluğun yeni tanrısının akîdesine
uygun olarak, değiştirmeye teşebbüs ettiği vakit öyle bir dinî patlamayı tahrîk
etti ki müteakip bütün dünya tarihinin akışına tesir etti.
IV.
Ahttiochus’tan dört asır sonra, Roma İmparatorlarından Elagabale tarafından da
daha az ehmmiyet taşıyan bir diğer patlamaya meydan verildi. Patlama, Elagabale'în
tersine bir tutumla, Suriye’de kendi doğduğu şehrin mahallî tanrısını Roma
hâkimiyetinde bulunan bütün milletlerin müşterek tanrısı haline getirmek
istediği zaman husûle geldi. Romalılar Emese'in sanemi olan siyah taşı, ulu
tanrı ve Roma imparatorluğunun hâmisi olarak kabul etmek istemediler. Yahûdiler
de kendi mahallî tanrıları bulunan Yahöva'nın mümessili olarak, imparatorluk
tanrısı Zeus Ouranios’un müşterek bir putunu kabul etmemişlerdi. Elagabale'dan
sonra Aurelien, Emese'in siyah taşı vasıtasıyla gülünç bir şekilde
sembolleştirilen GüneşTanrı'yı mücerret ve daha az şaşırtıcı olan Sol İnvictus
(yenilmez Güneş) şeklinde sunmak suretiyle de kabul ettirmekte muvaffak
olamadı.
·
62 — Daha sonra Maximinin
Daia ve Julien herbirisi kendi hükümdarlıkları sırasında câri olan
hıristiyanlık hariç, bütün dinleri Yeni Eflâtunculuk felsefesinden yapılma
(Tarih
Şuuru — 6) bir
harçla sağlamlaştırarak daha geniş bir temel üstünde Roma İmparatorluğu için
sun'î bir din kurmayı denediler. Fakat Maximinin ve Julien'in meselesi Aurölien
ve Elagabale'inkinin aynısı değildi. Bu son iki imparator, seleflerinin sun'î
bir din imâl etme gayretlerini yenilemekle iktidarlarını dinî bir kuvvetle
takviye edip garanti altına almaktan ziyade, tebâalarmın kalblerindeki boşluğu
yaşayan bir dînin doldurmasını engellemek istiyorlardı. Bu yeni din, Romalı bir
imparator tarafından imâl edilip haika icbar edilen bir din olmaktan uzak
olarak ce. miyetin ait tabakasında doğmuş, imparatorluk hükümetinin İrâdesi
hilâfına ilerleme kaydetmişti. Ma.ximinin Daia'nın ümitsiz macerasını taklid
eden Julian sun'î bir putperest kiliseyi
kurarak Hıristiyanlıkla karşısına çıkmasından önce Büyük Constantin, ibâdetini
beşerileştirilmiş olan ve böyle olduğu için de güçsüz bulunan Sol invinctus
yerine Hristiyanlann her şeye Kadir Allah'ına 0/ güçlüydü, çünkü hiçbir surette
harici tesir kabul etmiyordu takdim ettiği zaman Aurölienîin başarısızlığının
sebeplerine çok iyi nüfuz etmiş olduğunu göstermişti.
Gerçeği
söylemek gerekirse,, Constantin imparator tarafından temsil edilen bir
tanrıçaya perestişin ve resmî olarak İmparatorun patronu olmasına rağmen
hakikatı halde imparator tarafından idâre edilen bir kukla olan ve binnetîce
mü'minlerinin kalbine girmekten âciz bulunan ulu bir imparatorluk tanrısına
perestişin, birbirini takip eden iflaslarının arkasından yeni bir temâyülün başgöstermekte
olduğunu keşfetmişti. Sun'î dinler, İmparatorluğa muhtaç olduğu fiilî dinî
müeyyideyi temin etmeye muvaffak olamazlarsa, imparatorluk hükümetine tek şıkkı
tercihten, başka çâre kalmaz. O, kendiliğinden doğan ve İmparatorluk
hükümetinin tebâası tarafından da «icâbı
devlet» olarak imâl
edilmiş diye damgalanmamış bulunan. yaşayan bir dinin himayesine girmek
zorundadır. Roma İmparatorluğunda bu iki zarurî şart hıristiyanhk tarafından
bârız bir şekilde doldurulmuştu. Hıristiyanlığın resmî otoriteler karşısındaki
istiklâli, kurucusunun Çarmıha gerilmesiyle başlayan uzun bir şehitler
silsilesiyle isbatlanmıştı. Constantin, Roma İmparatorluğunu Hıristiyanlığın
nezareti altına yerleştirmekle farkında olmaksızın bir GüneybatıAsyah selefi
takib ediyordu. Nitekim Orelien de kendisini Sol İnvictus'un veziri ilân
etmekle bir başka GüneybatıAsya’lıyı takib etmişti. Aurölien, Bâbiî tanrısı Marduk'un
veziri olan Hammurabı'nin halefi olmuştu. Constantin de Peygamber Zerdüşt'ün
tanrısı Hürmüz'ün vezirleri olan Cyrus ve Darius'un halefi olmuştu.
Ahemenidler, Hıristiyanlık gibi müstakil ruhânî bir iktidar olan üstün bir
dînin nezareti altına girmişlerdi. Bu İranlı örnek, Hz. Muhammed'in siyasî
«halefler» i olan ve «Emîrü'lMü’minîn» olarak hâkimiyet sürdüren Arap
halîfeleri tarafından tâkib edildi.
·
63 — Constantin tarafından
alınan tedbir gerçekten devrimci idi. Çünkü o, imparatorluk hükümetlerinin
kontrolü altında olmayan ve o zamana kadar da hükümetin irâdesine karşı kendini
daima dikbaşı olarak göstermiş bulunan bir Hıristiyan Kilisesinin manevî
otoritesine itaat etmesi kabul edilmişti. Mühtedî imparator, kaderini bu
muzaffer kilisenin elleri arasına terk etmiş olmuyor muydu? Resmen
yerleştirilen bir üstün dinin tahtan indirilmesinin imkânsız olduğu sâdece
Julien'in değil, Ekber ve Hâkim’in de îhlâslarıyla ortaya konmuştu. Ekber,
İslâm'ın yerine I. Ptolemee tarafından uydurulan sun'î Serapis dini ve keza IV.
Antiochus tarafından ivâd edilen Zeus Ouranîos dini gibi aynı gâye ile ortaya
konan sun’î bir İlâhî dini yerleştiremedi. Hâkim de bizzat imparator tarafından
temsil edilen mütecessid bir tanrıya putperestine tapınmayı, İslâmiyet,
Hıristiyanlık ve Yahudilikteki Allah’a (badelin yerine ikâme etme teşebbüsünde
muvaffak olamadı.
·
64 .— Günümüzde (1956)
Hâkimin sun'î dinine sâdece Lübnân ve Suriye Dürzîieri arasında küçük, bir
gurupta raslahır. Ekber’in sun’î dinine tâbi tek kişi yoktur.
Hakîkaten
«Hayy (hayat sâhibi) bir tanrının ellerine düşmek dehşetli şeydir (10)».
Böylece sayısız misâllerle isbat edilen bütün sun’î dinlerin kısırlığı, dinî
bir,destek arayan idarecileri her çeşit «icâbı devlet» kaygusundan münezzeh
yeni bir dine yönelmeye sürüklediği vakit, İnsan Tabiatı, Mutlak Hakîkatla
temas gibi korkunç imtihânı muntazammın bir şıkkı arayacak. Bu durumda, cihânşümûb
mahallî, ve müşterek beşerî güce perestişten sukûtu hâyâle uğramış olan rûhlar,
önce diğerlerinden ne müşterek ne de sun’î olmayışıyla ayrılan bir nevî insanperestliğe
yönelmeye hâzırdılar. İlâhlaştırılmış feylesof, ilâhlaştırılmış mahallî
cemaatla soğukkanlılıkla imâl edilmemiş bir put olma meziyetini paylaşır.
Halbuki aynı feylesof ilâhlaştırılmış cihâhşümûl hükümdarla bir müessese
olmayıp bir şahıs olma meziyetini paylaşır. Şu hâle göre (kendi kendine yeten
bir feylesof oiarak.) insana perestiş denenir. Bu perestişin tecrübe ve
imtihana mütehammil olmadığı anlaşıldığı zaman üstün dinlerin gelmesine meydan
açılmıştır.
(10)
İbrânilere Mektup, X31.
□
ÎNSANPERESTLİK
MÜSTAKİL
FEYLESOFUN! PUTLAŞTÜRŞLMAS8 (1)
·
65 — Önceki bahiste gördük
ki cihânşümûl bir devletin ilâhiaştınlmış bir müessese olarak gayri şahsî perestişi,
bu devletin ilâhiaştınlmış hükümdarını perestiş sureti altında bir başka şekle
bürünmektedir. İlâhiaştınlmış feylesofta, bir fert olarak tapılan insan,
ilâhiaştınlmış hükümdarın kolektif beşerî güce perestiş karşısındaki
bağlılığından tamamen mahrûm olur. Ve tıpkı dimdik, duran bir put gibi
desteksiz ve yalnız kalır.
Putlaştırılmış
müstakil feylesof, bir medeniyetin târihinin ilk sayfasında mahallî bir
cemâatte ferdin tahririnin en üstün ifadesidir. Daha önce de müşahade ettiğimiz
gibi, bu safha boyunca mahallî cemâatler (ki bunlarda doğmakta olan bir
medeniyet dağılmıştır) fertlerine, sadece basit bir hayatı değil bolluklara
garkolan bir hayatı (2) temin etmekle, onların içten ve samimî bağlılığını
garanti altına almıştır. İbtidaî insan,, kovandaki arı, karınca yuvasındaki
karınca gibi, hattâ onlardan da öte İçtimaî bir hayvandır. Ferdin tedricî bir
tahriri ile bencilliğin birinci çoğul şahıstan (yani «bizsden) birinci tekil
şahsa
·
(1)
Yazar bu bölümde temas edilen mevzûyu A Study of History adlı kitabinin
muhtelif yerlerinde geniş olarak incelemiştir. Bkz. cilt v, s. 3940; 56 58; cilt VI, s. 132 148, 242259, 366.
·
(2)
Yuhanna, X, 10.
ibtidaî
listelerden daha mükemmel bir şekilde fertlerin tanımaya imkân vermez. Bu
hususta kesin ilk adım, vesikalara târihî herhangi bir olayın âmili olarak
ferdin kaydedilmesiyle atılmış oluyor.
Bu
merhalede, arşivlerde muhafaza edilmiş olan tahayyül, resimlen mücessem
gösteren dürbünlerde (Stereoscopique) yapılan müşâhedeyi andırır. O bize ferdi,
değişik neticelere müncer hususî bir kariyer dahilinde gösterir. Bu neticeler
bizzat kendisi ve içerisinde şahsî rolünü oynadığı cemiyet için iyi veya kötü
olabilir. O, modern arkeologların, şimdiye kqdar elde ettiği en eski Asurlu
kitabeler vasıtasıyla bize hitab eden, Asurlu k,mallarda olduğu gibi o, bizzat
kendi faaliyetlerini (bir devletin) kurucusu kaydedebildi. O, Solon’un daima
okunan şiirlerde yaptığı gibi bir devlet adamı ve kanûn koyucusu olarak
politikasını açıklayıp başarı ve başarısızlıklarım kaydedebildi. O, Phidiaş'da
olduğu gibi şehrin kendisine icrâ etmek üzere tevdî ettiği amme hizmetlerinden
fazla olarak, ortaya koyduğu şahsî sanat eserleriyle de meşhur olabilir. O,
Eschyle'de olduğu gibi bir şâir olarak da meşhur olabilir: Eschyle aslında
sadece tekrar edilen ve binnetice anonim olan yıllık dinî bir âyinin
merasimlerini edebî eserler halinde âbideîeştirdi. O, haklı veya haksız olarak
kendine büyük bir nâm yapan ve komşu devletler arasında veya kendi cemâati
içerisinde cereyan eden harplerde şahsî iktidarını elde eden bir galip olarak
da rşeşhur olabilir. Bu meş'ûm askerî iştihârın klasik âbidelerinden Asurlu
kıralların kitabelerinde tezahür eden muzafferâhe taarruzî harplerin yıllıkları
gösterilebilir. Bu yıllıklar önce masum âbideler listesine önsöz olarak, sonra
da asıl hikâye olarak kî bu hikâyeye âbideler dosyası, zevâhir kaabilinden
basit bir anlaşma zeyli olarak ilâve edilmiştirAsur kırallarmın kitâbelerinde
ortaya çıkarlar. Harbin şeîyâni «bense) tedricî olarak geçişi, bir cemiyetin
medeniyette ilerlemesi için verilen başlıca tevşîk olmuştur. Şurası şüpheden
âridir ki insan tıpkı arı ve karınca gibi İçtimaî bir davranışla' bizzât
kendini ifade etmeyi reddetmek zorunda olsaydı, tabiatına zıt hareket etmiş
olacaktı. Hakikat! halde kendi kendini ifade eden her bir davranış, aynı
zamanda bizzarûre İçtimaî bir davranıştır. Zira etrafta bîr halk bulunmayınca
kendini ifade etmesi de mümkün değildir. Aynı şekilde, kendine has bir şuur ve
irâde4ye sahip olduğunu hisseden bir ferdin, bu haricileşmesi de
İçtimaî bir davranıştır ki bu davranış, uzvu bulunduğu cemiyetin ezici bir
baskısı altında yaşayan bir beşerî varlığın davranışından çok daha teşvik
edicidir. Onun İçtimaî tarafı, ferdiyetçiliğini şuur seviyesinin altına iter.
Ferdin tahriri, ferde fıtrî ve atılması imkânsız olan içtimaîliğini boşamaya
değil, İçtimaî tabiatının vazifelerini şuurlu ve İradî olarak ifâ etmeye imkân
verdiği mânâda bir medehiyetih ilk devrelerindeki mahallî cemâatlerde insan en
azından istisnaî bazı kimselerle bahşedilen bir nimet olur.
·
66 — Târihin bu bölümünde
ferdin tedrîcî merhalelerle su yüzüne çıktığını görebiliriz. O, ilk tezâhürünü
vazifelerin tevdî edildiği memurların yıllık listesinde basit bir isim olarak
yapar. Bunların özel isimleri, tefrik edici etiketler vermek gayesiyle senelere
unvan kılınmıştı. Seneler böyle tesmiye edilmedikleri takdirde cemâatin
hayatında birbirinden tefrik edilemiyecekti. Meselâ Asurlularda Limmu hizmetine
ait memurların listesi eski Yunan'da senelere adını veren arhontların (devlet
reisi) isimleri listesi ve Roma'lı konsüllerinin listesi gibi. Bu modası geçmiş
(arkaik) yıllık memurlar listesi, sadece hâfızaya emanet edilmeyip, yazılmış
olmaktan öte, ataların isimlerini muhtevî fi olarak ferdin zuhûr etmesi,
askerileşmiş cemâatlerle, hürriyetini bulmuş fertler arasında açılan bir
gediğin başlangıcını gösterir. Daha önce mahallî cemâatler arasındaki
mücâdelenin er geç ölüm, kalım harbi şeklinde kızışacağını gördük. Şehir
devletleri arasında cereyan eden harplerin, böyle felâketâmiz bir derecede
şiddetlenmesi kısmen bu harplerin fâtih hüviyetini taşıyan fertlere tanıdığı
hareket serbestîsinden ileri gelmektedir. Kendini bu şekilde harice vurma
yolunu tutan fertler, şahsî ihtiraslarını tatmin fırsatını bulurlar ki bu
ihtiraslar harpler cemiyetten alınan her vergi artışı sonunda gittikçe büyür.
Fakat, bu askeri liderlerin şahsiyeti, bu antisosyal menfaatleri, diğer
faaliyetlere girişen çağdaşlarının aleyhine olarak gerçekleştirir. Bu durum,
askerileşmiş mahallî bir cemâatin ferdî üyelerinin ekseriyeti için de aynıdır.
Askerîleşme safahatı onların birbirleriyle de cemiyetle olan münasebetlerini
değiştirir. Târihin mürûru zamanla değerini kaybeden bir bölümünde onlara
şahsiyetlerini ortaya koyma imkânı vererek varlıklarını süsleyen bir müessese,
onlardan gitgide ağırlaşan fedâkârlıklar isteyerek onların hayatını fakirleştirdi.
«Cenk eri (3)» Yahova, kendisini «korkunç kırat» Moloch olarak gösterdi ve eski
kabîle tanrısının bu yeni ve korkunç dirilişi, fertiefî mahallî devletleri
karşısındaki tutumlarında bir kısım değişmelere itti. Husûle gelen bu
değişmeler herbir faaliyet sahasında farklı idi.
·
67 — Yolların bu
kavşağında harp kahramanları, her zamankinden daha fazla olarak mahallî
kolektif insan gücüne perestişe sımsıkı sarılırlar. Askerî ihtiraslarını
tatminde onlara her çeşit hareket serbestisıni, bu perestiş temin etmektedir.
İkinci nesil medeniyetleri devrinde A
·
(3) Çıkış XV, 3. surlu
kırçıllar tarafından İL Assurnazipal üslûbunda ve İli. TeglathPhalasar'm çok
daha korkunç üslûbunda kaleme alman parlak zaferlerle sonuçlanan harplerle
ilgili tebliğlerde kendi kendilerine verdikleri hükümlerle bütün gururlarıyla
ayaktadırlar. Birinci neslin medeniyetleri devrinde onlar bizzat kendilerini
mahkûm etmektedirler. Buna Naramsin dikili taşı ile Narmer levhası üzerine
oyulmuş yazılar şahitlik etmektedir. Dikili taş SümerAkad dünyâsının birbirine
düşman devletleri arasında cereyan eden amansız mücadeleler sonunda Gulium
dağlarına karşı hareket halinde olan Akad askeriyicilerinin bir âbidesidir.
Levhada, muhâsım devletlerden muzaffer çıkan bir tanesi hariç, öbürlerinin
tamamen yok olmasıyla sonuçlanan mücadelelerin zirvesindeki Mısır
askeriyiciliğinin bir âbidesidir.
·
68 — Levhateynin diğer
kanadı üzerinde harp kahramanlarının kurbanları tarafından kan ve vergisine
karşı isyân hareketlerini okuyoruz. Askeriyeci kıraHar tarafından kendisinden
talep edilen fedakârlıklara karşı Asur halkının mükerrer isyanları, o kadar
açıktı ki, bizzat devletin resmî vakanüvisleri buniarı görmemezlikten gelip,
kayıt dışı bırakmadılar. Messene'in tekrar fethi için talep edilen
fedakârlıklara devam etme hususunda ispartahîarın nefreti şâir Tyrtee'nin
şiirlerinde yâd edilmiş oldu: Tyrtee ye Ispartah savaşçıların bozulan
morallerini takviye görevi bizzat o.zamanın İsparta hükümeti tarafından
verilmişti. Tyrtee'nin başarısı gösterdi ki bir şâir bir kıral kadar harpten
istifade edici bir duruma gelebiliyor. Tyrtee’nin hamasî şiirleri Ispartahları
hayatlarını fedâ etmeye devam hususunda iknâya muvaffak, olurken, bizzat şâir
de ücretinin yanıbaşmda büyük bir şöhret kazandı. Diğer bir Yunan şâiri de bu
arada meşhur oldu. Fakat bu sonuncu askerî faziletleri şiirlerinde tebcil
ettiği için değil, aksine
bizzat
kendisi kan vergisini ödemeye çağrıldığı zaman bu faziletleri reddettiği için.
Achiloque,
kendi site devleti Sisam için, Thasos adası üzerinde cereyan eden bir sömürge
savaşında harb etmek zorunda kaldı. Bu savaş İsparta'nın komşusu Yunanlı
Messene’i fethetmek için yaptığı harp kadar haksız bir savaştı. Sisamlı şâirasker,
kiâsik askerî şeref kanunlarını açıktan açığa ihlâl ederek hayatını kurtardı.
Arkadan da Yunan umumî efkârına meydan okurcasına yazdığı bir şiirle suçunu
ağırlaştırdı. Bu şiirde o, bütün vatandaşların vatan için hayatını verme
mecburiyetine olan nefretini küstah bir tarzda dile getiriyordu.
«Şimdi
benim kaîkamm neşe ve Sayan’h bîr genç çekerin gururudur. Ben onu bir yabanî
gül fidanının dibine terkettim, Taptaze, sıyrınttsjz olarak.
IMe
merhamet! Evet, fakat ben oradayım,
Canh.
Öfmek ne içindir?
Eski
kaikan, git duvarda asdı dur. Bir başkasını satın alacağım Senin yerine, senden
daha güzel.»
Bu
tahrîk edici şiirin bize kadar gelmiş olması gösterir ki Archiloque, onu
piyasaya sürdüğü zaman ne yaptığını biliyordu. O, Yunan efkârı umûmîyesinde o
sırada kan vergisine karşı isyanın, Sisamiı bir askerin korkaklığı ve kendi
sağduyusu ile övünebilmesine imkân verecek kadar yaygın bir hâl aldığını
mutlaka biliyordu.
·
69 — Archiloque’un bu
şiiri Yunan târihinde bir işaret noktası teşkil eder. Zira o, mahallî şehir
devletinin ısdar ettiği bir kısım kanunları açıktan açığa alay edebilme
cesaretini gösteren Yunan cemiyetinin ilk ferdî üyesi olmuştur. Fakat
Archilogue, bir kahraman olmamayı tercih ederek bir parti kurma veya bir
hareket başlatma hakkını kaybetti. Cemâate itaatsizlik, ferdî bir emirden kaçış
şeklini almaksızın, ananevî İçtimaî bir vazifeyi hayatı pahasına ifâ etme şeklini
aldı. Yunan târihinin büyük bir irade ve dirayet sahibi kahramanı Sokrat'tı ki
manevî, yeni bir ferdi istiklâlin modeli oldu. Archiloque'la şerefli bir tezad
arz eden bu filozof vatandaş, askerî bir seferde hayatim tehlikeye atarak şehir
karşısındaki ananevî vazifesini titizlik ve neşe ile ifâ etmişti. Bu lekesiz
dosya, bilâhare hayatım, bilerek cemâate itâatsizlik göstermek ve kendi
irâdesiyle ölümü tercih etme ksuretiyle feda ettiği zaman, Sokrat'a fevkâlade
ahlakî bir vaziyet kazandırdı. O, vicdanının sesine aykırı düşmektense devlet
kanunlarına itaatsizlik ederek ölmeyi tercih ediyordu.
Sokrat,
vicdanının sesini kurtarmak için, hayatı kaybetmeyi tercih etti. Atina ile olan
düellosunda onun davranışı o kadar asîl ve Atina’nınki o kadar düşükçe oldu ki ölümü
mahallî cemâatlere pereştiş teâmülüne büyük bir darbe indirdi. Cemâatperestlik
bu darbenin ezikliğinden sadece Atina'da değil, bütün Yunan dünyasında bir daha
belini doğrultamadı. Yunan felsefesinin Sokrat sonrası bütün mekteplerinde
Sokrat'a atıfta bulundular ve onu kendi pîrleri olarak tebcit ettiler. Atina’da
M.Ö. 399 da işlenen bu adlî cinayetin yankıları, bütün müteâkip Yunon târihi
boyunca kendisini hissettirdi ve şehirdevletî hâkimiyetinin perestişini sarstı.
Bu sarsıntı, Orta Cağ Batı Hıristiyanlığının mahallî devletlerinde Thomas
Becket'in öldürülüşünün yankılarıyla kırallık iktidârının sarsılışı kadar
kuvvetli oldu. Şurası muhakkak ki Sokrat, ölümünün böyle uzun asırlar boyu
hâsıl edeceği ahlâkî tesiri önceden görüp bu niyetle hareket etmedi. Sokrat,
putlaştırılmış mahallî cemâatlerin itibarını kırmakla, Yunan dünyasında alâkaya
daha lâyık diğer pereştiş eşyaları keşfetme yolunu
açtı.
O, yeni bir ideal olan, beşerî bir tanrının tarihî misali oldu. Bu mütecessid
bir tanrıydı, fakat bu sefer cemâat halinde değil, beşerî bir mahlûk
hüviyetinde tecessüd etmiş ferdî bir tanrı idi.
Böylece
Sok,rafın öldürülmesini, insanperestliğin yeni bir şekline müstakil bir
feylesofun tebcîli ilham kaynağı olarak aimak suretiyle bu yeni Yunan inancının
Sokratsonrası tarafgirleri, Sokrat'ın düşüncelerini tahrif ediyorlar ve ona
karşı bir haksızlık işliyorlardı. Vicdanına karşı olan devlet emirlerini tatbik
etmektense ölmeyi tercih ederken Sokrat, «kendilerini doğru bilerek başkalarını
istıhkâr edenlerden biri oluduğunu (4)» düşünmüyordu. O, kendisinin haricinde,
manevî bir varlığın emirlerini takip ettiğine inanıyordu ve buna «tabiatüstü
rehberim» diyordu. Bu «vicdanın sesiyle» olan münasebetlerdeki samimiyetini
ifade için de rehberine, Yunanca bir ismi tasgir olan daîmonion adını takmıştı.
Böylece, hayatım İlâhî bir rehberin ki bu rehber ne Tabiat kuvvetlerinden
biri,, ne de Sokrat'ıh üyesi bulunduğu cemâat, ne de bizzat Sokrat'ın kendisi
değildi tazyîkiyle fedâ eden Sokrat, umumiyetle huzurla yataklarında ölen
Yunanlı, Hintli, Çinli feylesofların değil, fakat Musevî ve Hıristiyan
şehitlerinin öncülüğünü yapmış oluyordu.
·
70 — Feylesoflar, manevî
istiklâl taîeblerinde (fakat Sokratvâri değil) şelıirperestliğin iflâsından
hâsıl olan manevî boşluğu doldurmaya çalışıyorlardı. Hint ve Çin'de olduğu
gibi, Yunanistan'da da bunlar, o zamana kadar Ben'in her çeşit müşterek
gayretlerle ulaşamamış bulunduğu manevî yüksekliklere ferdî beşer rûhlarının
yükselebileceğini gösterecek derecede yeteri kadar hedeflerine yaklaşmışlar
di.
Fakat sadece Hintliler, meselenin tahlilini teorideki sonuçlarına kadar
görebilecek yetenekte fikrî bir basirete ve bu neticeleri de pratikteki
hedeflerine çekebilecek yeterlikte, bir cesarete sahip oldular. Bununla beraber
onlar da, tıpkı Yunanlı ve Çinli meslektaşları gibi müşterek ideallerindeki
zaaflar hususunda ikna oldular. Bu zaaflar ânzî olmayıp cezrî idi.
Hînâyana
budizmine mensub Hintli feylesoflar paradoksal bir hakikati yakalayıp tatbik
sahasına koydular. Bu hakikat da, istiklâl arayan insanlar için kaçınılmaz
mantıkî hedefi, «benliğin öldürülmesi» teşkil etmesidir. Tam bir manevî
hürriyet, bir «ben olarak devam ettiği müddetçe, herbir canlı varlık için
ulaşılması gayrİ kaabildir. Bunun sebebi ise yeryüzündeki tabiattan necat
bulmayan ruhu hayvani halinde yaşamaya devam eden canlı mahlûklarda mevcut,
mütecessîd mütecessid olduğu için de mahpûs hayatın nefsinde mündemiçtir. Daha
önce de işaret ettiğimiz gibi, herbir canlı mahlûk, bizzat kendisini Kâinatın
bir merkezi yapmak ister.
Fakat
mahlûkun irâdesini ifâde etmek ateşini besleyen odun, «Arzu» dur. Arzu ise,
mahlûku kendi dışında kalan mevcûdâta rapteden bir bağdır. Bu bağ, böyiece onu
Kâinatın efendisi yerine kölesi yapar. Temelden gelen bu tezâd, carî hayatın,
diğer ismi ızdırap olan bir gerilmeden (tansiyon) izaret olduğunu ifade eder.
Bu elemli gerginlikten tam bir necat olmaksızın orada mutlak bir hürriyete
kavuşmak imkânsızdır: Binnetîce mükemmel bir istiklâle, Arzu denilen hem
bencilliğin gıdası hem de hedefine engel olan manevî yakıtı ifnâ etmeksizin
ulaşılamaz. Sâdece Nirvâna'da normal arzî hayatın gerginliği halledilmiştir.
Nirvâna ise arzu ateşinin söndüğü, böylece de Ben*în tamamen terk edildiği bir
varoluş tarzıdır.
·
71 — Lügatta «sönmüş
varlık» mânâsına gelen Nir
vâna
menfî bir ifâde şeklidir. Buda'nm talebeleri için bu kelimeye metafizik lisana
uygun bir tarif vermekten kaçındığı söylenir. Çünkü, o, münfesihlerinin kısır
tefekkür tarlasına gitmek için sevketmekte olduğu çetin aksiyonun zor yolunu
terk etmelerine bilhassa dikkat ediyordu (5). Budist olmayan çağdaş Hint
düşüncesinin metafizik istilâhatında, Arzu alevinin söndürülmesi olayların
hayalî dünyası tarafından Hakikatın yüzüne örtülen perdeyi görmek fiili ile
aynı paralele konabilir. Keza Nirvâna’ya geçiş de, mantıkî bir sezgi ile
mukayese edilebilir. Ben (Atman), Mutlak Hakikat'ın (Brahma) aynıdır; «Sen
susun». Eğer Buda, bu metafizik sahaya girmiş olsaydı belki de çağdaşları,
Budist olmayan Hintlilerin manevî hedeflerinin hakikatı halde kendisininkinin
aynısı olduğunu ilân edecekti. O, Nirvâna ve Brahma’nın aynı Mutlak Hakikat'ın
sadece farklı iki ayrı isimleri olduklarında mutabık kalacak, yine o, Mutlak
Hakikat seviyesinde fakat sadece bu seviyedeBen ve istiklâl arasındaki
uyuşmazlığın ortadan kalktığı hususunda Kendisi ve Çağdaşlarının hemfikir
olduklarını kabul edecekti. Fakat şurası muhakkak ki o, bu müşterek hedefe,
sadece Zekânın eylemi ile değil, ancak İrâdenin kullanılması ile
ulaşılabileceğini iddia ederek hususiyetini arz etmeye devam edecekti. Ben'in
Mutlak hakikatle ayniliğinin basit sezgisi, Brahma Nirvâna’ya ulaşmada kâfi
gelemez: Sâdece Mutlak Hakikat'ın müstakil olmaya kaabil olduğuna hükmeden
akıl,, sâdece Mutlak Hakikat'ın bir «Ben» olduğuna hükmetmez. Ben, olayların
hayalî dünyası olan Maya’nın bir başka adıdır. Böylece Ben’in Mutlak Hakikat'la
ayniliğinin sezgisinin bir birleşme fiili olarak ifâde edilebileceği tek yol,
sadece Mutlak Hakikat baki
kalıncaya
kadar Ben'in kendisini yoke ettiği İrâde fiilidir (6).
·
72 — Buda (Budha Siddhârta
Gautama) ve ibtidaî Hinâyana mektebine mensub talebeleri zamanında Hindistan'da
tıpkı Sokrat ve onun takipçileri, Zenon ve Epikür'ün yaşadığı devrin Yunan
âleminde olduğu gibi küçük devletler arasındaki kavganın şiddeti tahammülfersâ
bir dereceye ulaşmıştı. Tıpkı Yunan düşünürlerinin yaptığı gibi, Budist
feylesoflar tesadüfün onları dünyaya getirmiş olduğu mahallî cemâatlerden
koparılıyorlardı. Fakat bu kopuşta Budişiler Yunanlılardan çok daha ileri
gidiyorlardı. Bunlar, her çeşit dünyevî cemiyetten kopmaya çalıştılar, daha da
öte giderek bizzat dünyevî hayatın İştihâlanndan kurtulma imkânlarını
aradılar.. Bu Hinâyanalı Budist feylesofların manevî mücâhedelerini devam
ettirdikleri azîm ve samimiyetleri iki mesele ortaya çıkarıyor. Birincisi:
Mutlak kopuşa ulaşılabilir mi? Faraza ulaşıldığı takdirde bu hedefin talep
edilip aranması medârı takdir bir faaliyet midir? (7).
Mutlak
kopuşa ulaşmak, fıtratı değiştirmek kadar imkânsız gözüküyor. Zira, kendini
başka her çeşit arzudan koparma hususundaki istisnaî şekildeki çetin manevî
gayretin bizzat kendisi hariç, diğer bütün arzulan yıkma «baş arzusu»na
bağlanmaksızm nasıl ifâ edilmiş olabileceğini kavramak bize çok zor geliyor.
Arzuyu ortadan kaldırmak arzusundan başka bütün arzuların söndürülmesi,
psikolojik bakımdan acaba mümkün müdür? Pek tabiî Hînayâna mektebinin
ruhbanları yollarındaki bu psikolojik düğümün şuurunda idiler. Zira onların
ikinci Dört Mukaddes Hakikatlerinin anahevî terkibinde «şiddetli ifnâ arzusu»
da «e
·
(6)
Bkz. VI. makale, s. 91, Buda'nın davranışı ile muasır Hint düşünürlerinin Noktai
nazarları arasındaki münâsebet.
·
(7)
Bu sualler ileriki bahislerde daha genişçe İncelenecek. Bkz. XIX. makale, s.
273 74; XX. makale, s. 287292. bedîleşmek
arzusu» ve «şehvânî tecrübe arzusu» iîe beraber şerr'in kaynağı olan Arzu'nun
aldığı şekillerden biri olarak tâdâd edilir.
·
73 — İkinci mesele, mutlak
kopuş mümkün bile olsa, bunun hakikaten iyi bir şey olup olmadığını bilmektir.
Eğer, ne olursa olsun her bir arzu, söndürülmeden mutlak kopuşa kavuşulmaz
düşüncesinde olan Buda, bu fikrinde haklı ise ve hiçbir surette yanılmış olma
ihtimali de yoksa, bu durumda Hînâyâna dini sadece normal olarak egoist
olduklarına hükmedilen şahsî zevk, saadet, kendi için iktidâr... gibi arzuların
ilgasını değil,> aynı zamanda umumiyetle diğergâm olarak bilinen, kendi
sefâlet arkadaşlarımıza karşı Aşk ve Merhamet gibi arzuların da ilgasını taleb
etmek zorundadır. Hedefi, kendisini bütün hissî bağlardan âzâd etmek olan bir
feylesof için diğergâm olan ve Merhamet duyguları, ferdî ihtirasların frensiz
peşinden koşmalardan daha az muhataralı değildir. Eğer, iyi veya kötü, bütün
arzuların bu bitaraf ilgâsı Hinayâna budizminin mantıkî bir neticesi ise,
bizzat Buda, mutlak bir mantıksızlıkla müttehem olacaktır. Zira o, mazhar
olduğu feyizli, imkânı dahiline giren Nirvâna'ya âcilen girme iğvâsma karşı
mukavemet etti ve hemcinslerine tarîkj necatı göstermek için Izdıraptan kendi
kurtuluşunu tehir etti. Budizmin bugünkü Mahâyâna kolunun müntesibleri şunu
haklı olarak iddia edebilirler ki, Buda’dan intikâl eden Hînâyana kitabında
mevcut bir masalın şehâdetine göre, Buda hayatı esnasında Hînayâna'yı değil
Mahâyâna'yı tatbik etti. Fakat aynı Mahâyâna budistleri, kendi seleflerini ve
hasım hînayânalılan, kendi müşterek şeyhlerinin aksine olarak Buda'nın
tâliminde emretmiş olduğunu tefrîk etmeksizin mutlak kopuş yolunu takib etmekle
bencilcesine mantıkî olmakla itham ettiler. Mahâyânah budistlerin, hînayânalı
feylesoflar hakkındaki hükümleri, eski Yâhudî vâiz ve münâfıkların çarmıhtaki
Hz. İsâ aleyhisselam üzerine düzdükleri bir îstihzâ cümlesinin ters
çevrilmesiyle özetlenebilir: «O kendisini kurtardı, fakat başkalarını
kurtaramaz (8)».
Hînayâna
mektebinin, Budist feylesofları baklandaki bu hüküm, âdilâne veya gayri âdilâne
verilmiş olsun, pek tabiî olarak Epikür ve stoa mekteplerine mensub Yunan
feylesoflarına tatbik edilecektir. Zira bunlar,, gerek fikren gerekse ahlâken,
bâriz bir şekilde Hînayâna mektebinin Hintli, Budist feylesoflarından aşağı
durumda idiler. Bunlar, Hintli meslektaşlarına paralel olan «mâsûmiyet» ve
«kemâl» aramada, Hînayânalı feylesofların kendilerine gaye olarak «Ben»i aşmayı
benimsemek suretiyle' yaptıkları kadar, meseleyi temele dayamadılar. Diğer
taraftan Yunan feylesofları, kendi sefâlet ortaklarına karşı olan Aşk ve
Merhamet gibi diğergâm hisleri iradî bir tarzda boğmak suretiyle Hînayânalı
feylesoflardan çok daha ileri gittiler. «Merhamet, başkasının ızdırâbını
müşâhededen hâsıl olan zihnî bir hastalıktır... Hakîm kişi bu çeşit
hastalıkların bulaşmasına yol vermez (9)»
«Siz
çocuklarınızdan birini (veya bir kardeşinizi, veya bir arkadaşınızı)
kucaklarsanız, bunu yaparken hayalinizi serbest bırakmayın, dizgini
hissiyatınızın eline vermeyin. Aksine onu frenleyin, onu îtidâle sevk edin
(10)».
·
74 — Yunan tesirinin en
çok yaygın olduğu bir devir stoizmin belli başlı temsilcilerinden ikisinin
eserlerinden alınan bu pasajlar, Stoa akidesine güzel örnek olmaktan başka,
muvaffakiyetsizliğine de muknî deliller olmaktadırlar. Etoa’cılar ve
Epikürcüler yol arkadaşlarından aynla
·
(8)
Bkz. Matta, XXVII, 42; Markos, XV, 31; Laka XXIII, 35
·
(9)
S6rıeque. De Clementia, II. kitap, V. bölüm, s. 4.
·
(10) Epictete,
Dİssertationes, III. kitap, XXIV, bölüm. 85
(Tarih
Şuuru, — 7) rak
kendilerinden tanrılar yapmanın peşinde koşmakla ulaşmayı arzu ettikleri İlâhî
mertebeye yükselmiyorlardı. Onlar kendilerini insanlığın da dûnunda bir
mertebeye bizzat atıyorlardı. Mâruz kaldıkları bozgun ise, işlemiş oldukları
hybris (mağrur olma) günahının tabiî bir intikâmı idi. Gerçek şu ki insan,
Tanrı değildir ve Tanrı’ya dönüşemez de. Binnetîce feylesofların hemen hemen
İlâhî olan bir istiklâle ulaşmak için harcadıkları hodbin çüba, onlar üzerine
müstehzî bir intikâmı çekmekte ve ceza olarak anlardaki ulûhiyete en yakın olan
Aşk ve Merhamet duygularını inkişafla ulvî bir mertebeye yükselteceği yerde
tamamen İnsanî bile olmayan mâdûn bir derekeye ircâya icbâr etmektedir. Ancak
Allah, mutlak bir hürriyetle beraber mutlak bir aşk ve merhamet olabilir. İnsan
imkânı dahilinde olan Aşk ve Merhamet mertebesinde sıkı sıkıya tutunup, mânevî
istiklâl arama çabalarını oluruna bıraksa daha iyi yapardı. O, bütün gücüyle
Aşk ve Merhameti reddederek bir İnsanın seviyesinden daha da aşağılara düştüğü
zaman bile daima Nirvâna'nın bu cihetinden müstakil olmaya gayri kabildir.
Konfiçyus
mektebine mensub Çinli feylesoflar, Yunanlı titiz feylesofların aynı kaderine
mâruz kalmaktan sakındılar; ve onlar gibi muhâtaralı bir duruma düşmediler.
Zira onlar, Hinayânalı Budistlerle Stoacılarda müşterek hedef olan kopmayı
tedris etmediler. Konfiçyus'un talebeleri, kendilerine ananevî ve avamî olan
«İyi evlât», «dürüst memur» olmak gibi ahlâk kâidelerine gâye edinerek zahmet
ve mahrumiyetlere katlanmakla iktifa ettiler. Buda’nınki gibi, Konfiçyus’un baş
eseri de, amelî bir felsefe mektebini kurmak oldu. Bu mektep yine Buda'nınkî
gibi, bir ferdî hoktai nazarın ehveni şerri idi. Fakat, eğer biz, onlardan
herbiri kendi temayülünü takip etmiş olduğu takdirde hangi istikâmeti almış olacaklarını
incelemek isteşeydik her iki mesleğin zahirî benzerliklerinin aslî bir antitez
ortaya çıkardığını görürdük. Mektebini kurmak için Buda, acilen Nirvânaya
geçmeyi kendi arzusuyla fedâ etti. Konfiçyus da kendi mektebini küçük bir
beyliğe vezîr olma ihtirasından vazgeçmeye mecbur olduktan sonra kurdu. «Emre
âmâde durumda» olan bîlkuvve bir memurla, bekleme müddetini bizzat kendisi
uzatan mukadder «arhat»
arasında gerçek bir uçurum
vardır.
·
75 — Göreceğiz ki,
Konfiçyus felsefesi, budist feylesofların ve stoacıların «Arzu» yu ilga için
bütün güçleriyle giriştikleri İnsan Tabiatı’nın fıtrî temeddün kabiliyeti ile
cereyan eden bu mücadeleye sevk etmiyordu. Fiiliyatta, Hintli ve Yunanlı
feylesoflar, hedefleri olan manevî bir hürriyet pahasına temeddün kaabiliyeti
île yaptıkları bir uzlaşmayla bu mücadeleyi kısmen halletmişlerdi. Bu uzlaşma,
onları, teheyyücî gerginlikten azad etmeksizin,,, onları aklî bir tezâda
sürüklüyordu. Bu bedbaht ızdıraplar, Hintli ve Yunanlı feylesofların, insanın
aslında, gerek ferden gerek müçtemian, aslâ uzlaşamayacağı sözde İlâhî bir
hürriyete talih olmakla işledikleri Hybris (kibir, enâniyet) günâhının
neticeleri idi. Çünkü feylesoflar bu manevî tuzaktan sakınmasını ve tehlikeden
sâlim kalmayı başarabildiler. Zira hedeflerini, anahevî ve İçtimaî beşerî
faziletlerin tatbikatında aramaya mani bir gurura sahip değillerdi. Eğer
Konfiçyusf Stoacıların, Epikürcülerin ve Hînâyânahların ulaştıkları neticeleri
ikinci plâna düşüren fiilî, sağlam bir başarıya ulaştı ise, bu, bir tesadüf değildir.
1956'da,
bütün nev'i beşerin beşte veya dörtte birini teşkil eden Çin halkının hayatına
bir komünizm cilâsı altında Konfiçyus sisteminin hâlâ inkârı gayri kaabil bir
şekilde şekil ve yön vermekte olduğu düşünülebiliyordu... M.Ö. İl. asırdan XX.
asrın ilk, başlarına kadar bu kalabalık Çin cemiyetinin münevver kitlesinin,
fasılasız sadakatim Konfiçyus sistemi eiinde tutmuştu. Nazarî olarak, uyuşması
imkânsız olan meselâ Budizm'in Mahâyâne şekli gibiyabancı akidelerin muvakkat
indifalarma rağmen Konfiçyus sistemi kitleler üzerindeki iktidârını, bunlar
belli bir müddet boyunca onu terketmiş bile olsalar, tekrar ele geçirmesini
bildi. Bu aynı 1956 yılında Yunan feylesoflarından hiçbiri, dünyanın fıiçbir
köşesinde herhangi bir taraftara sahip değillerdi. Bu Yunan felsefî okullarının
ortadan kalkışının sebebi belki de daha ziyade onların cemiyetle olan fiilî
uzlaşma tarzlarından ileri geliyordu: Onlar hedefleri olan istiklâle ulaşma
peşinde gösterdikleri aynı kararsızlığı burada da göstermişlerdi.
·
76 — Hînâyâna Budizmine
mensub feylesoflar, mantığı daha çok istihkâr etmek suretiyle aksiyon için daha
büyük bir dehâ göstermişlerdi. Bu Hintliler, cemiyetle olan uzlaşmalarını ve
kezâ manevî istiklal taleblerini Yunanlıların aslâ ulaşamadıkları bir noktaya yükselmişlerdi.
Mantığın zararına olan bu hamaratlıkları onlara fiilî bir mükâfat
kazandırmıştı. Günümüzde,, 1956’da Hînâyâna Budist felsefesi Seylan; Birmanya,
Siyam ve Kamboçya'nın hâkim akidesidir. Bu aynı yılda, Hînâyâna Budizmi’nin
tevhidi bir meclisi rû.hânîsi, biri komünizm, diğeri Batı’nın hâkim olduğu, iki
yarım küreyi ayıran gergin hudûda bir taş atımlık mesafedeki Rangoon'da
sükûnetle yerleşmiş olarak sandalyelerine sahipti. Bu sükûnet, Hînayâna
Budizminin kahraman bir misâlidir. Birçok müşahidler ve hatta hıristiyan olan
Batıklar, Hînayâna'nın, kisveli feylesof rûhânilerin ötesinde, avamı nâsın
ahlâk ve etvârı üzerindeki tesirin kuvvet, nüfuz ve iyiliğinden ziyadesiyle
mütehassis olmuşlardı. Eğer feylesoflar tıpkı peygamberler gibi meyveleriyle tanınmak
durumunda iseler (11).Hînayâna budizmine men
fi!)
Matta VII, 16 ve 20.
ıoı
e
sup
feylesofların kendilerine mahâyânalılarca yapılan tenkitlerle mukayeseden
korkacak bir hususları yok,. Bununla beraber, Hînayânâ'nın Güney Doğu Asya'da mahallî olarak berhayat oluşu
Konfiçyus akidesinin metaneti yanında mütevâzî pratik bîr başarıdan öteye
geçemez ve esasen bu bölge dışında Hînayânâ, Yunanlı feylesoflar gibi diğer
dinlere yerini terketti. Esas doğduğu yer olan Hindistan’da Budizm sonrası bir
Hinduizm tarafından bertaraf ediidi. Çin, Japonya.Kore gibi geniş bir
misyonerlik faaliyeti sahasının eşiğinde olan bir Budizm'in tilmizleri,
muhtevasında Aşk ve Merhametin İçtimaî zaruretlerinin! be'in îfnâsı ile şahsî
istiklâl tâlebinin üzerine bariz bir şekilde galebe çaldığı mahâyânah bir din
için hînayânalı bir felsefeyi terk ettiler.
Sözde
müstakil feylesofun Cemiyetle olan bu uzlaşması, gayri mantıkî olduğu kadar da
zarurîdir, zira ihsan fıtraten İçtimaî bir hayvandır. İçtimaileşme kabiliyeti
onun tabiatının o kadar aslî bir parçasıdır ki cemiyete karşı yapılan
felâketengiz bir perestişi ortadan kaldırmak için bir feylesofun bizzat
cemiyeti terk etmek suretiyle gösterdiği gayret, herbir beşerî varlık İçin
imkânsız olan bir teşebbüstür.
·
77 — Bu hakîkat, Eflâtun tarafından
onun dehlizdeki «Mahpuslar İstiaresi»nde (2) daha ziyade istenmiyerek ve
memnuniyetsizlikle kabul edilmiştir. Eflâtun, şunu teslim eder ki karanlık ve
normal beşer hayatının köleliklerinden, mücadele ve felsefenin nûruna doğru bir
yol açmaya çalışmak, suretiyle kurtulabilen az sayıdaki beşerî varlıklar,
İçtimaî vazife şuurunun icbâriyle, Cehennemin müebbed bedbaht sakinleri
feylesofların müstesna nurundan fâidelendirmek için, mücadele ile mahzene inmek
zorun
(12)
Cumhuriyet, 514 A, 521 C.
dadıriar.
Yunan âleminin küçük devletlerine, yani bütün insanlara gelen felâketleri
durdurmanın tek ümidi, feylesofların kıral olması veya kuralların kendilerini
felsefeye bağlamasında görmekle (18) Eflâtun, yukarda zikredilen aynı
tâvizlerde bulunmakta, fakat bunu daha umumî tedbirlerle ifâde etmektedir.
Eflâtun bizzat kendisi, Syracuse'lü müstebit II. Dionysios’ün bir feylesof
olmasına yardım etmek ümidiyle içinde bulunduğu akademik inzivadan çıkararak
keyfî olarak idare edilen bir devletin siyasetine girdi.
Eflâtun’un
II. Dionysios'un feylesofmüşâviri olma teşebbüsü başarısızlıkla sona erdi.
Fakat daha sonra küçük çaptaki feylesoflar, daha haysiyetli Yunan prensleri
hezdinde münevverlere terettüp eden bu vazifeyi ifâda çok daha başarılı
oldular. Bu vazifeyi, Makedonya Kıralı Antigone Gonatas nezdînde Bion Le
Borysthene, İsparta Kıralı III, Glöomene nezdînde Sphaerus Le Bofysthöne, veya
Bosporan ifa etti. Fakat bir kiralın felsefeye geçişinde oynanan başarılı rolün
târihi misâlini, Konfiçyus'un 2.000 yıllık bir fasıladan sonra Mançuryalı K'ong
Hsi ve Ch'ien Lung üzerinde sonradan hâsıl ettiği tesir teşkil eder. Bu uzak
felsefî otorite, Konfiçyus'un kendi devrinin küçük beyliklerinden birinin
başında iken icrâ ettiği herbir faaliyetinden çok daha büyük siyasî tesire
sahib oldu. Hayatını adamayı temennî ettiği devlet hizmetine işsiz bir tâlîb
olması hasebiyle Konfiçyus, kendine rağmen bir feylesof olmuş olmasaydı, bu
otorite hiç bir zaman bu tesiri elde edemiyecekti. Bir kısım feylesofların,
hayatlarında veya ölümlerinden sonra laîafeylesof hizmetlerinden istifade etme
şerefine eren sözünü ettiğimiz bu prensler, icrâyı hükümetlerine itidâl ve
yumuşaklık getiren bir fel
(13}
Cumhuriyet, 473 D, 499 B, 501 E.
şefe
sıbgasına (boya) rağmen herşeyden önce birer prens idiler. Birinci derecede
feylesof oian ve «hikmeti hükümet»! felsefeye tâbi kılan veya tâbi kılmayı
deneyen prensler çok daha nâdirdirler ve. büyük fasılalarla zuhur etmişlerdir.
Merakı tatmin için manyak feylesof Ale:xarcjue zikredilebilir ki bu, İskender
sonrası bir Yunan âleminde Athos dağı yarımadası etrafında geçici bir
«Uranapolis» (gökler cumhuriyeti) kurabildi. Bu başarıda tâlihi onu, Makedonya
kıralı olan cani harp tanrısı Cassandere'ın kardeşi olarak dünyaya getirmiş
olmasının da yardımı oldu. Fakat tahta geçmezden önce Zenon'un arkadan gelen*
bir talebesi olan Marc Aurele ve saltanatı boyunca Buda'nın hararetli bir
müridi kesilen Açoka, her ikisi de cihânşümûl imparatorlukların hükümdarları
oldular. İlk peşin, bunlardan herbirinin Eflâtun'un ümidlerinı, bunun
tahayyüllerini aşacak bir tarzda gerçekleştirecekleri akla gelebilir.
·
78 — Zâhiren hârika
görülen bu tâlihden. nasibedâr olmak için tesirli tavırlar takınma tarzında
Marc Aurele, Açoka'dan çok daha geri
göründü ise, bu, Romalı prensin Hintli prens karşısında manevî geriliğinin
değil, fakat Stoa felsefesinin Hînayâna'ya nisbetle zayıflığının ölçüsünü
verir. Herşeyden önce bir feylesof olan ve rejimi için, modası geçmiş Roma ve
Cesar perestliğin yerine konacak sırf manevî bir müeyyideyi felsefede aramıyan
bir imparatorun elleri arasında bulunduğu zaman bile felsefenin, Marc Auröle için olduğu kadar, Açoka için de kesin
ve devamlı bir tesir elde etme imkânsızlığı, onun (felsefesinin) manevî güçten
mahrumiyetinin ölçüsünü verir.
Kendi
hususî hayatının safiyâne iihâmlarına dayanarak hükmedilecek olursa Marc Aurele, Eflâtun'un istiaresindeki (rûhî plânda
hürriyete kavuşmuş) feylesoflardan biri, kendisini muvakkat bir nöbet olarak
değil de hayatı boyunca kalmak için mahzene gitmeye mahkûm edilmiş olarak
gördüğü takdirde hissettiği şeyi hissediyordu, MarcAurele için, imparatorluğa
müteallik vazifelerinin yükü, normal hayatın azamî ağırlıktaki yükü idi ve
felsefenin imparatorluk işportacısına yapabileceği yardım ne kadar değerli de olsa
sınırlı idi. Bu, kendisi ve bütün benzerleri için mahsus mevcudiyetten
kurtulmak için bir davranış değil, ferdî yükün neticelerini tahfîf etmek için
bir vasıta idi. Bu vasıta olmadığı takdirde ferdî yük, hayât yolculuğunun
sonuna kadar onu taşımak zorunda olan Rûh için çok ağır kaçacaktı.
«Beşer
hayatı! Müddeti anlık, cevheri mütemâdî bir akış içerisinde maddî cesedi
çürümeye maruz, vicdanı bir girdap, kaderi karanlık, şöhreti istikrarsız, hakikaten,
maddî unsur ardı arası kesilmeyen bir dalga, mânevî unsur da bir buhar ve
rüyâlardan ibarettir. Hayat bir mücadele, uzak bir diyarda bir ikâmet, şöhret
de çok anî bîr unutmadır sonuna kadar bizi ne destekleyebilir? Tek şey, sâdece
tek şey: Felsefe; bu, şu demektir ki biz, bizde her çeşit haysiyetsizliklerden
uzak ve lekesiz olarak mevcut olan rûhu muhafaza etmeye, kendimizi zevk ve
zahmetlere bırakıvermemeye mecburuz. Düşünmeden, veya hile ile, veya gayri
samimî olarak hareket etmemeli, başkasının manevî desteğine güvenmemeliyiz. Bu,
yine şu demektir ki, başımıza gelen her şeyi samimiyetle varlığı kendisine
borçlu olduğumuz safahatın (processus) bir parçası olarak kabul etmemiz
gerekmektedir. Ve bütün bunların üzerinde, ölümü herbir canlı bünyeyi terkib eden atomların bir
dağılması olarak telakkî ederek, onu,, sükûnetle karşılamak zorundayız. Onların
mütemadi istihaleleri, atomlara halel vermez. Eğer büiün bünyeler istihale edip
dayılıyorlarsa sızlanmak neye? Bu bir Tabiat kanunudur ve Tabiat'a ait bir
kanun aslâ yanılmaz (14)».
·
79 — Marc Auröle'in felsefeye
verdiği bu rüşvet asîl bir ruhun damgasını taşır. Bununla beraber, Açoka için
felsefede bundan çok daha fazla bir mânâ taşıyordu. Bu, onun için, hayatı
boyunca, cihanşümul bir hükümetin idaresi gibi mütemadi aklî bir faaliyetten
fırsat düştükçe dinlenmek için Öyle bir tenevvür idi ki bu, bir hükümdarın
iktidârını kullanmakta model ittihâz etmek zorunda olduğu örflerin itibarî
telâkkilerinin şeklini değiştiriyordu. Açok.a muzafferâne bir istilâ harbinin
sebep olduğu ızdıraplardan doğan İstikrah sonucu, Budizme ihtidâ etti. O, bu
harbi, imparatorluğunun sınırlarını kuvvet zoruyla son haddine kadar
genişletmek gibi, gayrİ ahlâkî bir gaye ile başlatmıştı. Fakat hükümdarlığının
geri kalan müddeti boyunca hidâyetteki bütün dünyaya şâmil, fetih gâyesinden
farklı bir plân takip etti. O, böylece güç ve iktidârını kendi dünya görüşünü
değiştiren tenevvürü hemcinslerine tebliğ yolunda kullandı. Bunun için de
icbârî olan askerî vasıtaları kullanmayıp, iknâ edici olan misyoner bir
faaliyete girişti. Çünkü, bu halde, askerî kuvvet tesirsiz kalacaktı. Onun
âbideleri Hînayâna dinini tebaasına izâh ve şerhetmek gâyesiyle kaleme aldığı
kitabelerdir. Bu kitâbeîerde o, ayrıca harice, hususen Ahemenid
imparatorluğunun halefleri olan Makedonya devletlerine misyonerlerin gönderilmiş
olduğunu da kaydetmektedir.
Kurtuluşun
bu yeni müjdesini, hemcinslerine teblîğ için kendi arzusuyla mevkiinde kalan
Açoka,, sadık bir şekilde üstadı Siddhârtha Gautama'nın misâli üzere gidiyordu.
Zira, Buda'nın hayatı, tecrübeleri ve faaliyetinin karakteristik
·
(14) Marc Aurele, Meditations, Livre İl, ad fin. vasfı,
ızdıraptah kaçmanın yegâne tarzı olan sezgisi değil, Arzu'yu söndürmektir. Onda
mümeyyiz hususiyyet bütün hayatını üzerine tanzim ettiği kanaatı yakîniyesidir
ki hakikatin ve hürriyete kavuşturucu sezgisi, tenevvür etmiş rûha başkalarına
Izdırap'tan kurtulma tarzını tedris etmesi için bu dünyada kalmak mecburiyetini
ahlâkî bir vazife olarak tahmil ediyordu. Gautama, tıpkı Hz. İsa gibi, hakikata
en kısa zamanda geçme iğvâlarıha muzafferâne bir şekilde karşı koyarak, kendini
dünyadaki vazifesine hasretti. Gautama hayatının en cehennemi anında yenice
kazanmış olduğu manevî gücü, başkalarına yol gösterme yerine, Nirvâna’ya acilen
girmede kullanmak üzere iğvâya mâruz kalmıştı. Hz. İsâ da aynı şeyi tebliğ
etmek yerine «Gökler İmparatorluğunu» Arz'da hâkim kılmada kullanmak üzere
iğvâya maruz kalmıştı. İğvâlar üzerine kazanılan bu iki zafer, irâdî bir
şekilde yapılan şahsî fedakârlık örneği oldular. Her ikisi de, avamdan kişilere
manevî bir yardım götürmek, gayesiyle onlarla sıkı fıkı münasebetle geçecek bir
hayat için şahsî bir inziva ve züht hayatının terkedilmesihi gerektirdiler. Her
iki halde de misyoner galibin Dünya ile münasebeti, cârî dinin ruhbânları
arasında skandal husule getirdi. Buda'nın hayatı, imtihandan sonra Yogi'leri
şaşkına çevirdi, Keza Hz. İsa’nın hayatı da iğvâdan sonra Iskrib (15) ve
Fariziyen'leri (16) şaşırttı.
·
80 — Bu benzerlikler
gösterir ki Buda, Hz. İsâ’nın tersine olarak, bir felsefe tedisine girişti ise
de hareketlerine yön veren hâleti rûhiye onu da bir din korucusu olmaya
·
(15)
Hz. İsâ zamanında Tevrat üzerinde ihtisar kesbeden Yahûdî hahamlarının
unvanı (ç.n.)
·
(16)
Zahiren dindar oldukları halde iki yüzlülük yapan bir Yahûdî
tarîkatı.
(c.n.)
yöneltmişti.
Mahâyâna dini, Hînayâna kitâbelerinin şehâdetine dayanarak, haklı bir
şekilde Buda'ya kendi kurucusu olarak sahiplenebilir. Budar günümüz
dünyasında hâlâ hayydır ve iş başındadır. Ancak, o, bu hayatiyetini daha çok
tâlimâtında hâkim olan Aşk ve Merhamete borçuludur. Yoksa aşk ve merhametinin
neş’et vesilesi olan ızdıraptan kurtuluş vasıtalarına olan sezgisine değil.
Ben’in ifnâsı suretiyle istiklâle kavuşamak için yapılan manevî idmanlar geri,
Buda'nın eserinin mebdei olduğu kadar müntehâsı da olsaydı, biz onun Felsefesinin
Zenon ve Epikürünkilerin aynı ölümüne maruz kalmış olacağını düşünebilirdik.
Zira bir din hüviyetine yükselmiyen bir felsefe, muhtemelen pek çok sebeplerle
tesirliliğini kaybedecektir. Herşeyden önce Felsefe, aklî sahada inkişaf etmiş
bir kısım münevverler vasıtasiyle onlara yukarıdan uzatılmış olması hasebiyle
öyle gelişi güzel kimselerin kalbine temas edemez. Zira o, halka Zekâ'nın İlmî
ifâdesiyle sunulmuştur, kalbin şâirâne ifâdesiyle değil. Çünkü o, bir vazife
duygusu iie nerdeyse istemeyerek tebliğ edildi, büyük bir aşk ve içten gelen
bir atılışla değil. Feylesof misyoner, bir feylesof olarak, heyecana kapılmadan
misyonerlik yapmak zorundadır. Onun mantık tanımayan İçtimaî hizmet duygusu ona
hidâyet nurunu hemcinsleri olan mahîûkât arasında yaymasını emrederken,
(birinci derecede kendisini ilgilendiren) şahsî, manevî istiklâlini arama azmi,
ayni zamanda ona, Aşk ve Merhamete mağlûb olarak kendi esas gayesinden tegâfül
etmesini emreder.
·
81 — Böyiece felsefe,
mahallî küçük cemâatlere perestişin peş peşe uğradığı muvaffakiyetsizlikler ve
cihanşümul bir cemâatin perestişiyle hâsıl olan manevî boşluğu dolduramaz.
Ferdî istiklâli putlaştırma perdesi altındaki bu insanperestliğin sonuncu
iflâsı da gösterir ki, insanperestlik, hangi şekil altında olursa olsun,
insanın aklî ihtiyaçlarını tatmin etmekten âcizdir. Onları tatmin eden tek
felsefe okulu,. Siddharta Gautama'nınkidir. Bu okul, kurucusunun son derece
gayri mantıkî olan tatbikat rûhu ile akidesinin zâhirini teşvik etmekle buna
ulaşabildi,
6
□
ÜSTÜN DİNLERİN ZUHURU (T)
·
82 — İnsanperestliğin
bütün şekilleri iki büyük hatâyı mutazammındır ki bu hatalar, müstekreh
olmaktan başka ayrıca günahtırlar. İhsana perestiş (ne kadar az da olsa) daima
bir hatâdır. Zira insan aslâ Tanrı değildir. O, ferdî olarak Allah'a son derece
yaklaşabilse de müçtemian yaklaşamaz. Keza beşerî güce bu güç ister kolektif ve
fizikî, ister ferdî ve ruhî olsun perestiş de bir hatâdır, Zira beşer' gücü
perestiş mü'minlerini ızdırap karşısında takınılacak uygun tavın bulmaktan
alıkoyar.
Beşer
hayatında Izdırap, Güc’ün antitezidir, ve bu da kuvvetten ziyade hayatın daha
karakterisitik, daha aslî bir unsurudur. Daha önce de gördük ki Izdırap hayatın
cevherinden bir parçadır. Zira, o, canlı mahlûkun aslî infiali (ki bu infial
kendisini kâinatın merkezi yapma gayretidir) ile geri kalan mahlûkât ve içerisinde
bütün mevcudatın, yaşayıp hareket edip, vücût buldukları (2) Mutlâk
·
(1)
Bu makalenin mevzuu yazar tarafından, A Study of History adlı kitabında genişçe
incelendi: V, 58194, 581 590; VI, 1 175, 259278, 376439; VII, 158163, 381 568,
692768; IX, 395405, 604641,
·
(2)
Resullerin İşleri, XVII, 28.
Hcıkikata
olan aslî bağlılığı arasında vukua gelen halli imkânsız bir gerginliğin
kaçınılmaz bir neticesidir. Diğer taraftan, hangi şekilde olursa olsun beşerî
güç sınırlıdır ve eh nihayet hayâlden ibarettir. Hülâsa hayat karşısında beşerî
gücü putlaştıran her davranış, Izdırap karşısında bizzarûre boş bir davranış
olduğu gibi, bizzat hayat karşısında da boş bir davranıştır. Mahallî küçük
devletlerin patlaştırılması, onların harpteki şeflerini, iktidarı elde etmek
için merhametsizce ızdırapları halka yüklemeye sevk eder. Cihânşümûl bir
imparatorluğun putlaştırtması da Izdırab'ı, kuvvet zoruyla bâzı hudutlar
dahilinde sâbit tutma politikasına sürükler. Bu ise Izdırabı tahdid etmek
gayesiyle bizzat Izdırabı tahmil etme tezadıdır. Cihânşümûl bir imparatorluk,
Insan'ın zamanımıza kadar kurmaya muvaffak olabildiği en takdire şâyan devlet
şekli olması hasebiyle, cihânşümûl bir devlette bizâtihi yer alan ahlâkî bir
tezad, ister en fenâ isterse en güzel şekilleri taşısın, bütün devlet
çeşitlerinin bizzarûre tâbi olacakları bir hükümdür. Devlet Aslî Günah’ın bir
cezasıdır. Sonunda, ferdî ve manevî istiklâlin patlaştırılması, Izdırap için,
merhametin tenkiline, bağdûr için aşkın tepilmesine götürür. Halbuki Aşk, ve Merhamet,
İnsan'ın tabiî hislendir, çünkü o, İçtimaî bir hayvandır.
·
83 — Müstakil feylesofu
putlaştırma ile Cihânşümûl cemâati putlaştırma için mahallî küçük cemâate
perestişin iflâsı ile ortaya çıkan boşluğu doldurmanın imkânsızlığı, bütün
çeşitleriyle beşerî güce perestişi reddetme yolunu açar. Böylece itibardan
düşen bu beşerî putların sihrinin çözülmesi de Izdırap karşısında tavrın
değişmesiyle kalplerin değişmesine yol açar. Mühtedî rûh ister kolektif ve
fizikî, ister ferdî ve rûhânî olsun herhangi bir iktidârın kazanılıp
kullanılması ile kendini Izdırap'tan sakınmaya çalışan gayrı müteğayyir insan
tabiatının gayretini terk eder. Ruh, bunun yerine, kendisi için ızdırabî
kabullenmek gibi muhalif tavrı benimser ve elem pahasına da olsa hemcinsleri
için taşıdığı Aşk ve Merhamet duyguları uyarınca hareket etmek için kendi
ızdırabından yararlanmayı sever, insan kalbindeki bu istihale, gözlerini yeni
bir Allah görüşüne açar. Bu görüş ona Kudret olduğu kadar Aşk olan bir Tanrı
kavrayışı verir. Bu, artık ne Beşerî Tabiat’ın ne de gayri beşerî Tabiat'ın
ilâhlaştınlmasıdır. Aksine o, bunları ve bütün mahlûkâtını herbir varlığın
mahkûm olduğu, bencillik şerrinden kurtarır. Bu kalp değişmesinin ifâdesini
bulduğu yeni dinler «üstün dinler» diye tesmiye edilebilirler. Zira bunlar
İnsanperestlikten de, Tabiatperestlikten de daha yücelere yükselmişlerdir.
Bir
târihçi tarafından üstün dinler ele alındığı takdirde ilk yapılacak iş, o
dinlerin doğduğu İçtimaî muhitin incelenmesi olacaktır. Onlar İçtimaî
muhitlerinin bir ürünü değildirler. Onları doğuran hâdiseler beşerî mahlûklarla
Mutlak Hakikat'ın karşılaşmalarıdır. Mutlak Hakikat ise bütün varlık, Hayat ve
Târih şuurunun içinde ve aynı zamanda ötesindedir. Her ruh her yerde ve herbir
asırda,, târihin herbir ahvâlinde Allah’la karşılaşabilir. Bununla beraber,
İçtimaî muhitin incelenmesi, Allah'la olan bu karşılaşma tecrübesini nev'i
beşere tebliğ eden ve bunu yeni bir hayat tarzının ilhâmcısı olarak tavsiye
eden dinlerin yükselişini ve Tabiat'ı anlamakta bize yardım edecek.
·
84 — İster cihanşümul bir
cemâatin, isterse müstakil bir feylesefon pereştişi şeklinde olsun, beşerî
gücün iiâhîaştırılmasınm her iki şekli de umumiyetle çözülmeye yüz tutmuş bir
cemiyette idareyi elinde tutan hâkim azınlığın hayatta kalan üyeleri tarafından
tesis edilmiştir. Cihânşümûl imparatorlukları kuranların İçtimaî menşei bariz
bir şekilde işte budur. Felsefe mekteplerini kuranlar da aynı İçtimaî muhitten
neşet etmektedirler. Onların ekseriyeti cemiyetin orta ve hattâ yüksek
sınıflarında doğmuş münevver kimselerdir. Konfîçyus işsiz kalmış bir memurdu.
Hfiâtun itibarını kaybetmiş bir aristokrat, Siddharta Gautama (Buda) da küçük
bir beyliğin hükümdarının oğlu idi. Tam tersine üstün dinlerin kurucuları
umumiyetle çözülmeye yüz tutmuş bir cemiyetin büyük çoğunluğunu teşkil eden
halk sınıfı içinde neşet eder. Bu cemiyette ızdırap normal olacağı yerde,
mahallî cemâatin İçtimaî çöküşüyle anormal bir derecede kesafet kazanmıştır. Bu
anormal ızdırapların birbirini takib eden derecelerinde fizikî imhadan başa
değen son taş kendi yuvasından sökülüp ecdâdî muhitinden atılarak bir mülteci,
bir sürgün veya bir yurtsuz olma şeklînde tecellî eden imtihandır. Büyük çapta
icrâ edilen böylesine istîsnâî bir ızdırap bu gaddarlıkların işlendiği cemiyete
karşı bir ithâmnâmedir ve milâdî XX. asrın Batı dünyasında, yuvalarından
edilmenin ızdırabını küçültmek niyetiyle mağdurlara edebî bir kelâmla «yer
değiştirmiş kimseler (personnes deplacees)» diye vasıflamada müdafai nefsin
şuuraltı bir suikastı mevcuttur. M.Ö. V. asrın dünyasında, Herodote onlara
açıkça «yoynukmuşlar (3)» demekten tereddüt etmiyordu.
Üstün
dinler işte bu İçtimaî sınıftan fışkırmıştır. Budizm’in menşei sadece zahirde
bu kaideye bir istisna teşkil eder. Zira Buda feylesofluğa geçen bir prens
olmasına rağmen Siddharta Gautama'nın nur arama sırasında ilk attığı adım, geri
kalan bütün hayatı boyunca kendi irâde
·
(3) Yoynukmuş:
Ermenek civarında yuvasına bir daha dönmeyecek şekilde korkutulup kaçırılan ve
yuvasından edilen kuş için kullandır. Yoynukturmak yuvasız bırakmak, yuvasından
etmek demektir. Mecazî olarak insanlar için de kullanılır. Fransızca deracinö
{kökünden, koparılmış) kelimesine buradatam karşılık olmaktadır.
siyle
«ateşsiz ve mekânsız» yaşamak için babasının sarayım terk etmek oldu. Aradığı
Nûru Hidâyet, her şeyden' önce akîî idi. Fakat aradığını bulduğu zaman, bunun
mantıkî neticesini takib ederek kendisinin derhal Nirvâna'ya dahil etme
iğvâsına kapılmadı. Bunun yerine, aklî olan nûru hidâyetini hemcinsleri bulunan
zavallı insanlara tebliğ gayesiyle ve Zekâ olduğu kadar İrâdeyi de harekete
geçirerek açmış olduğu yolda onları irşâd etmek için dünyada kalmayı tercih
etti. Böylece Buda, irâdî bir yoywkma'dan başka gayri mantıkî bir havârî oldu.
Eğer bir felsefenin bu kurucusu, Hayatının ikidönüm noktasında kendi şahsî
saadetini fedâ ettikten sonra bilâhare yüksek bir dinin kurucusu oldu ise bu,
bir tesadüf değildir.
·
85 — Hînayâna felsefesinin
böylece şekil değiştirerek Mâhâyana adı altında bir din haline gelmesi,
kurucusunun ölümünden üç yüz yıl sonra müridleri arasında kendisini gösterdi.
Esasen Buda tarafından sağlığında verilen örnekler, Mahâyâna azçok belirmişti.
Mahâyâna'nm ağır ilerleyen şafağının ilk aydınlığı M.Ö. II. asırda Hindistan'a
önce Yunanlılar, sonra da Orta Asya göçebelen tarafından yapılan istilâlarla
yerinden yoynukmuş olan halk arasında kendini gösterdi ve yeni doğan bu üstün
din Yunanhlaşmış Hint âleminden,, Yunanlılaşmış GüneyBatı Asya âlemine, tâ Doğu
Asya âlemine kadar yayıldı. Bu yayılma Uzak Doğu, GüneyBatı Asya ve
Hindistan’ın karışıklık devreleri yaşadığı bir asra rastlar. Yunan, Mısır ve
Batı Asya âlemlerinde bu aynı karışıklıklar devri, bir diğer üstün dinin
çıkışını da gördü: Hıristiyanlık. Bu da Makedonya ve Roma menşeli askerî
harekât ve bunları takib eden İçtimaî ihtilâllerle yerinden yoynukmuş haklar
arasında zuhûr etmişti. Daha geri bir asırda, Bâbîl ve Suriye medeniyetlerinin
yıkılmasiyle hızlanan karışıklıklar zamanında daha eski iki üstün din;
Yahudilik ve Mecusilik, Asurlüların ve müteâkiben Orta Asya göçebelerinin
askerî harekâtıyla yerinden yoynukmuş halklar arasında doğmuştu.
Bu
yeni üstün dinlerin, yoynukmuşların ruhunda doğması ne çabuk ne de kolay oldu.
Cemiyetin uğradığı sarsıntı ve çözülme, mağdûrların hayatlarının kök salmış
olduğu fizik mekân dahil, herçeşit ata miraslarını kaybetmeleri, gerçekten
istisnaî bir tehdîddi. Bu musîbete mâruz kalanların ekserisi bellerini
doğrultmaktan temamen âcizdi. İmtihan onları rûhen iyice ezip çökertmişti.
İsrâiloğulîarının kaybolan On Kabilesi, hiçbir manevî iz bırakmadan unutulmaya
mahkûm olan kayıpların çokluğunu ifade eden klâsik semboldür. Mağdurlardan
bazıları, zâlimlere karşı onların kendileri için istîmâl ettikleri maddî
şiddete baş vurmayı denemek suretiyle tehdide karşı koydular. Bu Spartakistler
(4) kılıca sarıldılar ve fakat onun tarafından Imhâ edildiler (5). Diğerleri
şiddete şiddetle değil, yumuşaklıkla mukabele ederek karşı koymaya çalıştılar
ve bunlar arasından bazıları tamamen başka neviden yeni cemiyetler kurdular.
Fakat, bu yeni cemiyetlerden birkaçı, devrini tamamlamış mahallî bir geçmişe
mültehim bu yıkılmış küçük cemaatlerden birinin bakiyesini muhafaza etmeyi
arzuladılar. Bunda muvaffak da oldular. Bu mahallî geçmiş, kendi hatâlarıyla
yıkılmış ve haklı olarak da itibârını kaybetmişti. Yiğitçe bir aksülamelde
bulunan bu ■yoymskmuş arasından sadece devrilmiş puta azimle yüz çevirenlerdir
ki bütün insanlığa şâmil bir hizmeti deruhte eden bir üstün din kurmaya muvaffak
oldular. Bu dinin
·
(4)
Spartakist: M.ö. 71 yılında isyan eden Romalı kölelere, şef. lerinin ismine
nisbetle verilen ad.
·
(5)
Matta, XXVI, 52.
(Tarih
Şuuru — 8) vazifesi,
beşer hayatının büyük meselelerine karşı koyma vasıtalarını vahyetmekti.
•Daima
aynı kalan bir tehdide veriien muhtelif cevaplar, bazı klâsik misâlleri
zikretmek, suretiyle burada kısaca gösterilebilir.
·
86 — Şiddete başvuran,
sözde kurtarıcılar arasında’ kuru kuruya ölü maziye bağlananları (arkaistler),.
geleceğe şâmil hayâller peşinde koşanları (fütüristler ve istemiyerek
müstakbele! (futurist) durumuna düşen mâzicileri (arçhaist) gösterebiliriz.
Böylece onlar hedeflerine varmak için yaptıkları mücâdelenin hamaratlığı içinde
hedefe tamamen ters düşen bir istikâmet tuttururlar. Öiü mâziye samimiyetle
bağlananlara hiç bir şeyi unutmayıp, hiç bir şeyi öğrenmeyen kimselere misâl
olarak GüneyBatı Asya'nın mahallî milliyetçiliğini zikredelim. Bunlar Hystaspe'ın
oğlu Darius’un cihânşûmûl bir İran İmparatorluğu hâkimiyetine, M.Ö. 522521
yıllarında silâh zoruyla mâni olmak istediler. Halbuki bu imparatorluk,
Asurlular ve Göçebeler tarafından harab edilen bu bölgelere sulh getirmişti.
MâziciMüstakbelciler eski idareyi, çözülmekte olan bir cemâat içerisinde silâh
yoluyla tekrar tesis etmeyi denemekle işe başladılar, fakat putlaştırılan
mâzinîn ihtimamla muhafaza edilen en son bâkiyelerini süpürüp atacak bir
ihtilâlle yerine tamamen yeni bir idare kurmaya istemîyerek itilirler. İsparta
M.Ö. III. asırda kıral III.. Cleomene’in ihtilâli buna klâsik bir örnektir.
Cleomene’in niyeti İspanakların, köle ve hizmetçilere hükmeden hâkim azınlık,
durumunda oldukları eski bir idareyi tesis etmekti. İspartahların gittikçe
azalarak üstünlükleri tehlikeye düşmesi hasebiyle Cleomene bu temâyülü köstekleyip,
gelişen durumu ortadan kaldırmaya teşebbüs etti. Fakat, bu öyle bir siyasî ve
İçtimaî bir ihtilâle müncer oldu ki bunun sonunda köle ve hizmetçi sınıfı,
İspartalıların muâfiyet haklarını elde ettiler ve İspartalılara ait arazi
İsparta'da doğanlarla İsparta tabiiyetine girenler arasında taksim edildi.
·
87 — Roma Cumhuriyetinde,,
M.O. II. asırda Caius Gracchus'un ihtilâli önceden hesap edilmeyen aynı
neticeleri intâc etti. Caius da eski bir idareyi yeniden tesis etmek niyetinde
idi ki bu idare sırasında Roma’ya ait amme malları araziden mahrum vatandaşlara
dağıtılmak üzere devletin emrine amade bulunuyordu. O da, cumhuriyetin tâbi
durumundaki cemâatlerine Romalılara ait muafiyetleri elde ettiren sosyal bir
ihtilâlin kopmasına müncer oldu. Ayrıca imparatorluğa hükmeden hânedân, siyasî
bünyenin imtiyâzsız ekseriyetini temsil eden askerî bir dikta tarafından sahip
olduğu bilkuvve siyasî otoriteden mahrûm edildi.
(Sürgünden
sonra zuhur eden, Mûsevî mehdî telâkkisinin istihalesi, tahakkuk etmemiş siyasî
arzular sahasındaki benzer bir ihtilâlin klâsik bir örneğidir. Aslında Mesîh,
I. Darius'un düşmanlarının M.Ö. 522 521
yıllarında arzu ettikleri hedefe Mûsevîlik. hesabına ulaşacak olan millî bir
lider olmalıdır. Mesih, H . Dâvut zamanındaki, Yahûdi ve İsrail mahallî
kırailığını yeniden kurmakla görevliydi. Fakat, mahallî devletlerin modası
geçip, çağdışı olmaya başladığı,, mümkün gözüken tek şıkkın muhalif dünya
imparatorluklarından birini tercih etmekten ibaret bulunduğu bir dünyada,
binnetîce Mesîh, Yahûdî İmparatorluğunun kurucusu olmaktan başka şekilde
düşünülemez; O, İranlı bir Cyrus ve bir Darius'un veya Romalı bir Cösar veya
bir Auguste'ün eseri ile yarışmak, ve onların yerini almak zorundaydı. Mesîh
böylece imparatorluğun hâkim milleti olarak Yâhudilerin kanlılar veya
Romalıların yerini alacağı cihanşümul bir imparatorluğun kurucusu olmak
zorundaydı.
Müstakbelciler
çözülmekte olan bîr geçmişten, yeni bir cemiyet kurmak için şuurlu ve iradî bir
şekilde ayrılan ihtilâlcilerdir. Bununla beraber müstakbelcilerin kurmayı
denedikleri bu yeni cemiyetle, mâzicilerin kurtarmaya çalıştıkları eski cemiyet
arasında iki esaslı vasıf müşterektir. İkisi de bu dünyaya aittir ve ikisi de
kuvvetin çocuklarıdır. Şu halde müstakbelciler, tıpkı mâzici gibi, kendi
gayelerine müstehziyâne bir şekilde zıt düşen neticelere varabilin Müstakbelci,
kendisine rağmen bir mâzici olur, mâzicinin de kendine rağmen müstakbelci
olduğu gibi. Bu hususta bize tipik bir misâl M.Ö. II. asırda düşük doğan bir
ütopyanın Batı Anadolu'da ihtilâlci kurucusu olan BergamalI Aristoniçue
tarafından verilmiştir. Aristonigue kazan kaldıran köleleri ve köylüleri «Güneş
Cemâati'nin Hemşehrileri» şiârını taşıyan bayrağı altında toplanmaya çağırdı.
Onlar bu çağrıya uydular. Onun tanrısı, İkhnaton ve Aurelien'inkiler gibi.
Adaletin sembol ve müdafiî olan semâvî nûr idi. Çünkü, o, ister zâlim, ister
mazlûm olsun herkese aydınlık ve hararetini tarafsız olarak eşit bir surette
gönderiyordu. Fakat aşağı, ezik halk tabakasının kuvvet zoruyla tahririnin
neticesi, Adalet üzerine kurulan yeni bir idare değil, tersine tek değişikliği
sadece rollerin değişmesi olan eski gayri âdil idareyi devam ettirmekten ibâret
olacaktı. «Sonuncular, birinciler olacaklar, birinciler de sonuncular
olacakiar» (6), hükmü yeni bir Gökler İmparatorluğu'nun mânevî hiyerarşisi için
değil, eski Dünya Kıratlığının siyasî ve İktisadî hiyerarşisi için muteberdir.
Mâzicilik’in Müstakbelcilik'teki bu kaynaşması, Roma Asyasındaki
Aristonique’in, ve bunun çağdaşları Suriyeli âsi kölelerin kıralı Eunus, Cldon
ve Athenio'nun Roma Sicilya'sındaki başarısızlıklarını kısmen izah eder.
(6}
Matta, XX, 16
·
88 — Eğer şiddetin
tehdidine sulhâne bir tarzda cevap vererek kurtarıcı rolünü oynamış olanları
incelersek, bunlar arasında mâzicilere Tasladığımız gibi, aynı zamanda tamamen
yeni nev'iden cemiyet kuruculara da rastlarız.
Yunan
târihinde sulhsever mâzicilerin klâsik örnekleri Clâome’în öncüsü olan Agis ile
Caîus Gracchus'un öncüsü olan Tibere'dir. Her ikisi yumuşaklıklarının kurbanı
olarak can verdi, her ikisi de hayatlarını beyhude yere harcadılar. Zira her
iki halde de maktullerin muakkiplen onların kaderlerinden Makyavel'vâri bir
ahlâk dersi çıkardılar: İktidardaki bir reformcu, düşmanla mücadele çok fazla
kendine güvenip, mağrur olmamalarıdır. Yahûdi târihinde klâsik ruhlu mâzici
Rabbî Johanan ben Zaccai'dir. Filistin'deki Ycıhûdi cemâati, şiddete karşı
şiddete müracaat etmenin zarıırîyetine hararetle inanan mâzici müstakbelci bir Mesîhcilikle târihinin ikinci
felâketinin eşiğine getirilmişti. Tam bu sırada Johanan ben Zaccaî ölümü
tatmaksızm yeni bir Yâhûdi yurdunun (Diaspora) (7) kurucusu oluverdi ki bu yurt
onun silâh zoruyla cihânşümûl bir Yâhudiimparatorluğu kurma gayretiyle değil,
fakat Musevî şeriatı, peygamberin getirdiği ruha uygun olarak muhafaza etmek
gayretiyle ayakta kalabilmiştir.
«Muhasara
sırasında, Johanan ben Zaccai Kudüs'ten kaçtı ve Titus'tan, Jabne ve Jammiye
köyüne çekilmek ve orada tam bir hürriyet içerisinde,tedris etmek iznini aldı.
Jammia'da Kudüs'ün düşme haberi alınınca Johana'nın talebesi Joshua ben Hahania
bağırdı: «Bize yazıklar olsun, zira îsrâil’in günahları için kurban sunulup
rahmet talep
.
(7) Diaspora: Vatan olarak tercüme ettiğimiz bu kelime «dağınık» mânâsındadır,
Yâhudî diasporası «Yahûdilerin dağınık halde yaşadıkları yer» şeklinde
anlaşılmalıdır, (ç.n.) edilen
yer yıkıldı» Fakat Johanan cevap verdi: «Oğlum, üzülme! Biz onun değerinde olan
bir kurbana daima mâlikiz, Allah için bir takım iyiliklerde bulunmaktan daha
hayırlı ne var? Zira kitabımızda şöyle yazılıdır: Ben kurban değil, iyilik
istiyorum» (8}.
·
89 — Johanan ben
Zaccai'nin ilhamı Yahûdiliğe, Eski Dünya'nın batı kesimindeki vatanda
(Diaspora) Roma İmparatoru Hadrien'in hükümranlığı sırasında Mûsevî dininin
Filistinde mâruz kaldığı üçüncü felâketten sonra, on sekiz asır boyunca ayakta
kalma imkânı sağladı. Aynı rûh Mûsevilik dinine, Arap orduları tarafından
Milâdî VI!. asırda Sâsânî imparatorluğu’nun devrilmesinden sonra ki bu
imparatorluğun resmî dini idi Hindistan'ın batı kıyısındaki vatanında
(diarpora) ayakta kalma imkânı tanıdı. Yahudilikteki değişme gibi, şiddetten
yumuşaklığı doğru Mecusilikteki bu tadilât da ezici bir siyasî ve askerî
felâketin ızdırâbına karşı verilen cevaptı. Mecusilik târihinde bu değişme
fazlasıyla şâyânı dikkat olmuştur. Zira, o Sâsânî İmparatorluğuna dört yüz
yıldan fazla bir zaman esnasında fiilen öyle bîr hedefe ulaşmıştı ki daha yeni
olan cihânşümûl Mûsevî mesihciliği, ona yaklaşmayı ancak hayâl edebilmişti.
Arap fethiyle sona eren bu dört asır boyunca Sâsânî İmparatorluğu muvâzih bir
dünya imparatorluğu rolünü başarıyla ifa etmişti. O, Roma İmparatorluğu ile
aynı haklarla anlaşmaya oturabiliyor, İran olduğu kadar Irak'ı da Yunan
medeniyetinin tesir sahasından çekip alabiliyordu.
Korkunç
derecede nâmüsait şartlar içerisinde Mûsevî ve Mecûsî vatanların (diaspora)
ayakta kalabilmesi, mâ
·
(8) Burkıtt,
F.C., Jewish and Christian apocalypses (Londrp, 1S14, Mİllford), s. 8, not. 1.
/iciliğîn
yumuşaklık ruhu ile izdivâc halinde İçtimaî bir harç olarak ne kadar müessir
olacağının şahidi olmaktadır. Fakat ziyade bir güç isteyen bu İçtimaî temrinin
fiatı son derece yüksek, olmuştur. Bu iki cemâatten herbiri, maziye ait dinî
bir kanuna son derece titiz ve riayete kendini icbar ederek, yurdu (diaspora)
içerisinde şahsiyetini korumaya muvaffak oldu. Bu kanun, çok zaman önce,
devletin yıkılışını, milletin dağılışı sırasında çöken İçtimaî binanın imhâ
olmamış yegâne parçası olması hasebiyle, bu ibâdete müteallik kanunun âmir
olduğu perestiş pek tabiî ben'e yapılan kolektif perestişin, bu felâketlere
rağmen sayesinde ayakta kalabildiği yegâne şeklidir. Bununla beraber ziyade bir
güç isteyen bu İçtimaî temrinle, umumî kanaate göre değerini kaybetmiş olan
İnsanperestiiğin bir şeklini muhafaza etmek bedbaht bir kahramanlıktır.
Nitekim, hangi dinde olursa olsun dikkat ve gayreti, şeklinde kalan merasimlere
teksif etmek rûhu kısırlaştırır.
·
90 — Eğer şiddet yolunu
tutmayan mâzicilik böylece kör bir müttefik, olduğunu isbat etti ise, Aşk ve
Merhametin telkinlerini takib etme antremanlarının fiatı olarak İzdırabı
kabullenmek ve Mutlak Hakîkata giden yolu açmış olduğunu isbat etmiştir. Bu
yaklaşma birbirinden ayrı iki yol boyunca meydana gelmektedir. Onlardan herbiri
üzerinde ideat bir çehre, rûhânî yolcuya örnek ve rehber olarak kendini
göstermektedir. Hintli yol üzerinde ideai çehre bodhisattva'dır. Filistin yolu
üzerinde ise ızdırap çeken Kul’dur. Her iki yol müşterek hedefleri olan bir
noktaya sonsuzda birleşmek üzere paralel olarak gitmektedir. Zira her iki yol
da aynı Mutlak Hakîkat’a yaklaşma vasıtasıdırlar. Fakat gayeleri böylece
birbirinin aynı da olsa, her iki yol yekdiğerinden ayrıdır ve yolcular
bunlardan herbiri boyunca aynı Mutlak Hakikat'ı bulanık bir cam gerisinden (9)
muammalı surette görmeye muvaffak da olsalar Hintli ve Filistiİi mercekler
arasında bir fark, mevcuttur. Zira Mutlak Hakikat'ı gölgeleyip şeklini bozan
bir aracı vasıtasıyla Mutlak Hakîkat'ın bir kavşağını veren bu yarı şeffaf iki
pencere, insanın manevî rü'yetini sınırlayan şuunât perdesinin farkiı
dilimleriyle imâl edilmiştir, Maya'nın vehmi serapları gibi.
Şurası
muhakkak ki Mutlak Hakîkat tarafından şuûnât âleminde teşâub ettirilen gayri
maddî nûr„ bütün şuûnâta^ hattâ en donuk olanlara bile nüfuz, eder, tıpkı
güneşin fizikî nûru yeryüzünde yaşayan herbir canlı varlığın gözü vasıtasıyla
olduğu kadar derisi vasıtasıyla da girdiği gibi. Eğer bizzat Maya, Mutlak
Hakîkat’ın zayıf ve mııharref bir aksi olmasaydı, o görülemezdi ve müstakil
mevcudiyeti, olan, bizatihi bir varlık olma vehmini de uyandırmazdı. Her şeye
rağmen, eğer canlı bir vücudun bütün âzâlan, bedenle, aydınlık ve harareti,
bedeni hayatta tutan semavî nur arasında irtibat ve muhaberatı temin eden
vasıtalar olarak telakkî edilseier bile orada derinin nakledici gücü ile,
gözünki arasında kıyas yürütülemez. Her ne zaman biz gözün yapısını incelemek
istersek, son derece nakıs da olsa, bu görme uzvunun bir derinin ik.i
parçasından teşkil edilmiş olduğu hârikasıyla karşı karşıya kalırız. O kadar ki
bu derinin geri kalan sathında başka hiçbir noktanın bedene en zayıf bir görme
nûru temin etme kaabiiiyeti yoktur. Rûhânî hayatın gayri maddî âleminde, insan
ruhunun kendileri vasıtasıyla Mutlak Hakikat'ı kısmî olarak görebildiği iki
merceğin, Hıristiyanlık, ve Budizm in târihî aslıları gibi zahiren az ümid vaad
eden dinî sezgi unsuruyla şartlanıp şekillenmiş olması daha az hârika bir şey
değildir. Bu iki karanlık camdan hiçbirinin tamamen şeffâf
·
(9)
Korintoslulara i. Mektup, XIII, 12 laşmaması da, muhakkak
ki ayrı bir lütûftur. «Zira insan beni görüp de yaşamayamaz (10)». Tamamen
perdeli olan Mutlak Hakikatin mükemmel bir rü'yetine hiçbir beşerî ruh tahammül
edemez. Zira Hakîkat'ın tezâhürü, ne rûhun yaptığı bir keşiften ibarettir, ne
de Hakikat tarafından lütfedilen sırf bir vahîy'dir. Bu tezahür, güç yönüyle
kıyas edilmeyecek kadar gayri müsavi olan iki manevî huzurun karşılaşmasıdır.
Bu karşılaşma tekvînî bir fiili boşaltır ve eğer Maya'nın sevk edici olmayan
herhangi bir bakiyesi insanı korumak için rü'yetini tahdîd ederek müdâhalede
bulunmazsa, zayıf beşerî iştirakçiyi yıldırım çarpardı.
·
91 — Daha önce de
kaybettiğimiz gibi (11) Budizm ve Hıristiyanlıkta aynı Hakikat’tan rûha bir
rü'yat temin etmede vasıta olan her İki mercek de çok farklı maddelerden
teşekkül etmiştir. Budizm, Hakikat huşundaki görüşüne nazaran Beşer Ruhu'na
çevirerek ulaşır. Hıristiyanlık ise harice, bir tanrıya bakarak.
Rûh'u
inceleyen Budizm öncesi Hint düşünürleri, bu dahili ruhanî âlemin sahib olduğu kudret ve uçsuz
bucaksizliği karşısında o kadar derin bir şekilde müteessir olmuşlardır ki
kolayca «Ben»in Mutlak Hakikat'la ayniyet arzettiği hükmünü verdiler: «Sen O'sun».
Buda,, Hakikat’ı Nirvâna halinde keşfetmiştir ki orada «Ben» olarak
vasıflandırılan her çeşit arzu çalı çırpıları fena buluyordu (12). Mâhâyana
okulunun Budistleri bu hususta şunu kavradılar ki bizzat Buda, daha derin bir
gerçeğe göre hareket etmişti ki, bu gerçek, birçok Hinayanaiı feylesoflar,
üstadlarının yolunda giderek mucibince âmel etmiş olmalarına
·
(10)
Çıkış, XXXIII, 20
·
(11)
Bkz. li. makale, s. 2627
·
(12)
Bkz. V. makale, s. 71 73
rağmen
hînayâne felsefesine meçhûl kalmıştı. Buda, bizzat kendi hayatıyla verdiği
örnekle Nirvana’yı kendi kendine ve sadece kendisi için kazanmanın yeterli
olmadığını derse vermişti. Kâmil bodhisattva olmak için, kemâle ermeye
kabiliyeti oian feylesof, keşfetmiş olduğu yol boyunca bedbaht hemcinslerine
rehberlik etmek için Nirvâna'ya kendi duhûlünü geciktirme fedâkârlığında
bulunmak zorundadır.
Bodhisattva,
Buda’nm tâlimatmı bütün mantıkî sonuçlarına kadar tâkibetme yerine, onun
yaşayış tarzını sâdıkâne tatbik ederek vermiş olduğu şahsî örneği takip eden
varlıktır. Bu tâlimatın mantığına uymuş olan bir Hînayâna'lı budist feylesof
kendisini, benliğini ifna ederek manevî istiklâle ulaşmayı denemeye, ve bu
gâyeyi ısrarla kendisi için ve kendi kendine yapmaya mecbur bulacaktı. Mahâyâna
efsânesinin bodhisattva’sı Buda'nm takkesine bir namzettir ki o da Buda gibi
nûrlanması sırasında Nirvâna'nm eşiğine, ulaşmıştır, ve şimdi kendisini tahrir
etmek için her an son adımı atabilecek durumdadır. Fakat bu noktaya geldiği
zaman iğvâya mâruz kalan Buda gibi bodhisattva da huzur içerisinde kendini ifnâ
etmeyi tehir eder. O, Buda'nm kırk yıllık kısa fasılasını değil, asırlar süren
bir müddeti nazara alır. Bu tercihî yapmakla O, kensinini kendi iradesiyle,
kaçınmak tamamen imkânı dahilinde olan ebedî meşakkatlere mahkûm ede ve O, bu
kadar büyük bir fedakârlığı Buda'yı bunu yapmaya zorlayan aynı hissin şevkiyle
yapar. «O, başkalarını kurtardı, bizzat kendisini kurtarmak istemiyor!» Bu söz
kadirşinas müridlerin, âlicenâp şeyhleri için hiç bir zaman dillerinden
düşürmedikleri medhiyedir ki bunu büyük bir şahsî fedâkârlık pahasına istihkak
etmiştir.
·
92 — Bodhisattva'n m üstün
muharriki ve alâmeti farikası şu halde hemcinsleri için taşıdığı bir
histir ki bu, hînayânaiı bir feylesof için, şahsî kurtuluş gâyesi üzerine
kendisini hasretmesine gayri aklî bir engeldir. Izdırap karşısındaki bu farklı
tutumları feylesofu bodhisattva’dan ayırır. Arha (budist ıstılâhâtında
hînayânaiı feylesof için istimal edilen tavsifî isim) için ızdırap serlerin en
fenâsı ve ızdıraptan kendini halâs etme imkânlarını aramak da mağdurun manevî
mücâhedelerinîn birinci gayesidir. Bodhisattva için ızdırap, Aşk ve Merhametin
tahriklerine uygun fiilin kaçınılmaz fiatıdır ve bu kendini fedâ etme fiili
orada birinci sırayı tutar.
Hakikatin,
Kudret olduğu kadar da aşk ve merhametten ibaret Mahâyânacı budist telâkkîsine
Hristiyanlık, tamamen başka bir hareket noktasından giderek ulaşmıştır.
Hıristiyanlık Hakikati Allah olarak görür ki O, hem Kadiri mutlak hem de Aşkı
Mutlaktır. Hıristiyanlığın bu Allah görüşü İsrail'den kalma bir mîrastır.
İsrail'in tanrısı Yahova idi ve Mısır'daki «yeni imparatorluksun bir vilâyeti
olan Filistin'e gitmek üzere Kuzey Arabistan steplerini terkettiklerl bir
devirde göçebelerden müteşekkil bir cemâatin mahallî tanrısı olmazdan önce
Yahova'nın Tabiat kuvvetlerinden birini teşahhus ettiren bir tana haline gelmiş
olması kuvvetle muhtemeldir. Tevrat’ın raslanan anânevî hikâyenin muhtevâsınca
hükmetmek gerekirse, Yahova, İsrâii'le ahd u mîsâkda bulunduğu vakit onun
varlığını Sina tepesinde izhâr edip duyuran tecelliler bir takım sesler ve
alâmetler belki de bir volkan veya bir kasırga şeklinde idi. Beşerî bir
kabileyle arasında böylece ayniyet kurulan ve «seçkin milletlini, ne İsrail'in
olmaya ne de Yahova'nın vermeye hakkı bulunmayan bir bölgenin ahâlisine karşı,
bir temellük, imhâ ve tecâvüz harbine sevk eden bir tanrı, Hakikat'a bir
yakınlık kazanmada teşvik edici bir mutavassıt (medyum) olacağa benzemiyor.
Bununla beraber, M.ö. VIII. asırdan VI. asra kadar uzayan bir karışıklık devri
sırasında, İsrâiî ve Yehuda'ya Asurluîar ve Bâbilliler eliyle gelen ızdıraplar,
Peygamberlere mahallî harp tanrısı Yahova'nın şahsında diğer bir Yahova'yı
görmeyi ilhâm ettiler ki bu yeni Yahova'nın Ikhnaton,, Ristonique ve Aurelien
tarafından perestiş edilen Güneş Tanrısı ile daha ziyade müşterek noktaları
vardı.
·
93 — Bu, Yahova Aton Adalet ve merhametti, tıpkı kudret olduğu
gibi. Kudret ve adaleti bazı Filistinli cemâatlerden müteşekkil bir dilenin dar
hudutları ile tahdit de edilmemişti. Onlar herşeye kâdirdi, bîtarafdı ve her
yerde tezâhür ediyorlardı. Peygamberlerin nâfiz görüşleri önünde hakikatla
insan arasındaki hâil, bir perdeden büyütücü bir cama tahavvül etmişti. Fakat,
Adalet ve Rahmet olan her şeye kâdir Allah’ın aynı zamanda merhamet ve Aşk
olduğunu da kavramak suretiyle önceki görüşü daha da tenvir etmek gerekiyordu.
Peygamberlerin en büyüklen çilekeş bir kul tarafından temsîl edilen Merhamet ve
Aşkı görmüş de olsalar, Yahova’nın korkunç yüzünün gerisinde tezâhür eden Ulu
Allah'la bu beşerî çehreyi Hıristiyanlığın aynîleştirmesi Yahudilik için
umulmayan anî bir engel oldu. İsa'ya ve Tesniye’nin telâkkisinde kurtarıcı
kurban beşerî bir kurbandır: O, bazı pasajlarda bir bütün olarak İsrail'in
tamamı, diğer sayfalarda İsrailli ferdî bir lider veya bir peygamber olma
durumunu arz eder. Bu Musevî mefhumun hıristiyan tekâmülnde «şehit kurtarıcı»
bir insan olmayıp, bizzat tahrı’nm kendisidir. Bu tanrı, Beşerî Hayatın cevheri
olan İzdırab’ın, üstün bir tecrübesine iradî olarak bizzat kendisi'ni tâbi
tutmuştur. Bundan gayesi de kendi beşerî mahlûklarını kurtarmaktır. Bu amaçla
beşerî bir varlık, olarak tecessüf ederek «Bizzat kendisi (ulûhiyetten)
tecerrüd» etmiştir.
«Sizde
bulunması gereken düşünce İsâMesih'de mevcut olan düşüncedir. İsa Mesih, tanrı suretinde ve onunla müsavî
olmasına rağmen, o, bunu bir ganimet bilmedi. Fakat bir kui suretini aldı ve
insanların benzeyişinde olarak kendini hâli kıldı ve şekilde insan gibi
bulunarak ölüme, hattâ çarmıh ölümüne kadar itâat edip nefsini alçalttı (13).
·
94 — Anlaşılıyor ki
Mahâyâna ve Hıristiyanlık müşterek iki sezgiye sahiptirler. Izdırabın kamçısına
karşı serkeşlik etmek yerine, her ikisi de Izdırâbı, Aşk. ve Merhametin çağrısı
mûcibince hareket etmek için bir fırsat bilip severek kabullenmişlerdir. Her
ikisi de bu ideâle insanın ulaşabileceğine inanır, zira bu yol, insan için bu
ideâle olan iştiyâkını,. müncî fiilin mecburî fiatı olan ızdıraba bizzat
kendisini tabî kılarak ısbat eden ulu bir varlık tarafından açılmıştır. İlâhî
iştirakçinin bizzat kendisini fedâ eden bir kurtarıcı olarak yer aldığı bir
cemiyette (14) beşerî iştirâkçiler için yeni bir hayat yolu açılmıştır. Bu yol,
daha önceki şartlar içerisinde beşerî hayatın uzlaşmaz gözüken unsurlarına
barışma ümidi getirebildiği mânâda yenidir. Bu yeni bir hayat tarzıdır. Bu
tarzda canlı bir mah
·
(13)
Filipinlere, İl, 58
·
(14)
Her çeşitten bütün cemiyetler kendi efradı arasına beşerî varlıklar, hayvanlar
ve bitkiler kadar tanrıları da katmışlardır. Onları tefrîk eden şey İlâhî bir
üyenin varlığı veya yokluğu değil, değişmez bir şekilde mevcut olan İlâhî
üyenin mütecerrüd etmiş bir tanrıya yer veren hristiyan kilisesi ve meyyiz.
vasfıdır. Tanrısı Yahova olan Kenan'lı bir cemaat, tanrısı Chemosh veya Baal
Hommon olan diğer bir cemaatten farklı olacaktır. Teslis'İn de şehid edilmiş
bir kurtarıcı hüviyetinde teverrüd etmiş bir tanrıya yer veren hristiyan
kilisesi ve bodhisattva'sı bir Avalokita veya bir Amitabha olan. Mahâyâna ile
tanrısı Peygamberlerin Allah'ı olan bir Yahûdî vatanından farklı olacaktır.
lûk
Hînayâna'nın metodu oian kendini ifnadan başka vasıtalarla da fıtrî
bencilliğinin ötesine geçebilir.
«Hayatını
benim aşkım yolunda kim verebilirse onu aynen bulacak (15)» «Ben» hizmet
aşkıyla Izdıraba boyun eğdiği takdirde, ızdırap pahasına Aşk ve Merhamet
fiillerine nefsini adayarak kendini aşabilir. Bu, amelleri sayesinde İçtimaî
bir varlığın bencillikle asla ulaşamıyacağı zatî kemâle, onu aramaksızın
ulaşacaktır. Zatî kemâl, ancak o, aramadığı zaman elde edilebilir, tıpkı Hz.
Süleyman'a rüyâsında lütfedilen malûm bereketler gibi .Hz. Süleyman bunları
taleb etme iğvâsma kapılmamış onlaryerine Rabbındah, halkının saadeti için
kendisini iyi bir hizmetçi kılmasını dua etmişti (16).
·
95 — Bu tarz hıristiyan mahâyâna
yaşayışı, daha önce aşılması imkânsız olan bir diğer dileme daha galebe
çalmıştır. O, Kâinatı «Ben» etrafında merkezîleştirmek zaruretini tazammun
etmeksizin, Kâinata bir mânâ kazandırmıştır. Bu mânâ, hristiyan mahâyâna yolu üzerinde diğer beşerî mahlûklar
yararına ve kudret olduğu kadar da Aşk olması hasebiyle Kâinatın merkezi olan
Ulu Varlık'm aşkına kendini fedâ etmede bulunabilir.
Üstün
dinlerin şafağında, nûr karanlıkta parladı, fakat karanlık onu anlamadı (17),
İkinci nesil medeniyetierinin çözülmesi sırasında üstün dinlerin târihî, Tohum
saçan çiftçi teşbihini doğrulayan bir misâldir. Bu kitabın birinci kısmının son
dört bölümünde, dünya tarihinin bu safhasında saçılmış, teşbîhte tasvîr edilen
yok olma imkânlarından birine mukavemet eden, fakat diğer ikisinden hiçbirine
direnemeyen tohumu dikkatlice müşâhade ediyoruz. İçtimaî
·
(15)
Matta, VXI, 25
·
(16)
Bkz. I, Krallar, III, 514; İL Tarihler, 1, 712
·
(17)
Yuhanna, 1, 5
ufkunun
ötesinde olması hasebiyle Matta İncilinin müellifi tarafından zikredilemeyen
üçüncü bir musibete daha şâhit olacağız.
Birinci
tohumlamalar sırasında filizlerin bu kadar büyük bir kısmının telef olması
Tarihçinin bakış zâviyesinden müşâhede edilirse ne hayret verici ne de cesaret
kırıcı olmamalıdır. Târihçinîn anladığı şekliyle Arz üzerinde hayat, zamanın
bir vetiresidir (Processus) ve hiç bir amel anlık bir tesir elde edemez. 1956
veya 2500 yıllık bir safha bir târihçi nazarında çok kısa bir devredir. Tarihçi
bu müddeti Nev'î Beşerin yaratılışından günümüze kadar geçen müddetle
kıyaslayarak çok kısa bulur. Bütün buna rağmen, üstün bir dinin yer yüzünde ilk
defa zuhurundan bu yana geçen kısa devre esnasında bile tohumun bir kısmının
iyi araziye düştüğüne Azizlerin hayatları şehâdet etmektedirler.
«Tohumun
en çok, müsmir olduğu kimse, sözü dinleyip, anlayan kimsedir. İnsanlar
dinlemeleri nisbetinde bir taneden, bazan yüz, bâzan altmış, bazan da otuz
meyva alır (18).»
İncilin
bu sözü, John Wesley, Sanİt Françoîs de Sales ve bilhassa Saint Françoîs
d'Assise gibi bir çoklarının hayatlarında gerçekleşti.
·
(18) Matta, XIII,
23
□
ÜSTÜN DİNLERLE PUTLAŞTIRILMIŞ
CÎHÂNŞÜMÛL
İMPARATORLUKLARIN
KARŞILAŞMASI
(1)
«Kayalıklar
üzerine ekilmiş olan da odur kİ, sözü işitir ve hemen sevinçle alır, fakat
kendisinde kök yoktur, ancak bir zaman içindir ve sözden dolayı sıkıntı ve ezâ
olunca, he
men
sürgeç» (Matta, XIII, 2021)
·
96 — Tohum atıcıların
karşılaştıkları bütün tehditler içerisinde işkence tehdidi, üstün dinlerin
mensupları tarafından en ziyade başarı ile göğüs gerilenidir. Bütün
İşkencelerde daima, imtihana tahammül edemiyen çok sayıda çıtkırıldım çömlekler
bulunmasına rağmen, üstün dinlerin mensublan bu çeşit imtihâna mâruz kaldıkları
zaman metânet ve cesaretleriyle kül olarak temâyüz etmişlerdir.
Hristiyan
Kilisesi, Roma İmparatorluğu tarafından, Mahâyâna da T'ang hanedanı zamanında
Çin İmparatorluğu tarafından imtihana tabi tutuldular. Her iki kilise de şehidler
vermek suretiyle imtihana göğüs gerdiler. Fakat Roma İmparatorluğundaki
hristiyanlar Çin'deki Mahâyânacı Bu~ distlerden daha metin çıktılar, zira onlar
daha şiddetli bir imtihana tahammül ettiler. Gerçeği söylemek gerekirse
hristiyanların bu zahiri üstünlükleri her ferdin katıldığı
·
(1) Yazar bu
bölümün mevzuunu, çok geniş olarak A Study of History nom eserinde
incelemiştir; bkz. V, 581 587, 646 712,
VII, 95 108, 158 163, 188 193, 237259, 338344, 692 700. müşterek
bir kahramanlıktan beklenebilirdi, Mahâyâna ve Hıristiyanlığın işkencelere
karşı koyarak parladıkları daha çok muhtemel gözüküyor zira üstün dinlerin
mümeyyiz vasfı, daha önce de zikrettiğimiz gibi, Izdırabın fiilî bir hizmet
olarak iradî bir şekilde kabulleniîmesidir. Aynı zamanda bizzat işlemenin eski
dünyanın batı kesiminde doğu kesimine nazaran çok daha şiddetli ve mukavetin de
ona göre çok daha kahramanca olduğunu kabul etmek zorundayız: Güney Batı Asya'da ve Roma Yunan cemiyetinde hayatîn umumî manzarası Hint
ve Çin'e nazaran daha trajik ve daha müternerriddî. T'ang hükümetinin nisbî
merhametini ve onun budist mağdurlarının kısmî yumuşaklıklarıma nazara arz
ederek bu umumî psikolojik iklim farkını belirtmemiz gerekmektedir. Biz T'ang
idaresinin Roma idaresinden daha fazîletli veya budist şehitlerin hıristiyan
şehidlerinden daha az kahraman olduklarını söyleyemeyiz.
·
97 — Eski dünyanın her iki
yarısında hüküm süren aynı mîzac farkı diğer tarihî meselelerde de kendini
gösterir. Meselâ hristiyanlık ve budizm, her ikisi de kendi ana yurtlarından
daha genç rakib bîr din tarafından çıkarıldılar ki bu yeni din, karşı koyduğu
ve bertaraf ettiği eski dinden mülhemdi. Hristiyanlık Güney Batı Asya'dan İslâmiyet tarafından çıkarıldı,
budizm de Hindistan'dan budizm sonrası bir Hinduizm tarafından sürüldü ki,
hinduizm felsefesi esas menşei olan budizmin silinmez izlerini taşır. Fakat
Hindistan'da Budizm aleyhinde Goupta hanedanı sırasında kaybettiği gelişmeler
Budizm’in daha önce İmparator Mauryas ve. Açoka’nın hükümdarlıkları sırasında
Budist öncesi bir putperestlik aleyhine yaptığı gelişmeler kadar suihâne bir
şekilde cereyan etti. Hindistan'da cereyan edenlerin tersine, Güney Batı Asya ve Mısır'da Arap halî
feleri
zamanında Hristiyanlıkın yerini İslâmiyetin alışı bir icbar ve tecziye tarihi
olmuştur: Fakat Hristiyanların, Yahûdı ve Müsiümainlara tatbik ettikleri
muamele ile kıyaslamada, müslümanların ehli kitab'a karşı hareket tarzı hîsbî
müsamahası ile şerefli bir yer tutar.
Hangi
menşeden olursa olsun Musevî veya Budistüstün bir din, cihanşümul bir
imparatorlukla temasa geçince arada çıkan mücadele büyük bir ehemmiyet kesbeder.
Cihânşümûl bir imparatorlukta yüksek bir din en korkunç ve hasmı olan kolektif
beşerî güç olarak İnsanperestlik’e en az meşûm ve en çok ahlâkî bir şekli altında
raslar. İlâhlaştınlan cihânşümûl bir imparatorluk ibâdet vasıtası olarak, eski
bir fitne devrinde çöken selefleri mahallî küçük devletter kendisinin kıymetini
ortaya çıkarmaya yaradığı nisbette parlar. Bu, itibardan düşmüş putların
zıddına, keza doğmakta olan bir mûsevî dinin ve zıddına olarak, cihânşümûl bir
imparatorluk kılıç değil, sulh getirir (2). Bu, umumiyetle hâkim bir azınlık
içerisindeki en iyi unsurların emir ve komutayı elde tuttuğu bir idaredir, zira
sivil memurlarına ve askerliği meslek edinmiş kimselerden müteşekkil orduya
hâkim umumî ruh, icrâyı tesir etmede ferdî olarak mülâhaza edilen bir
imparatorun şahsî beceriksizliğinden ziyade, tebâasının hayatına istinâd eder.
Üçüncü olarak cihânşümûl bir imparatorluk, yıkılmış mahallî küçük devletlerin
antitezi ve bütün nevi beşere bir birlik ve kardeşlik ideali teklif etmekle de
doğmakta olan üstün dinlerin öncüsüdür. Bu uzaklarda bulunan put, cihânşümûl ve
kolektif bir beşeriyetin putu belki de İsparta veya Atina, Yehuda veya Tyr,
Asur veya Babil, T'si veya Chu gibimahallî samimî putlar gibi gerçekten
heyacaniı bir merbûtiyet doğurmaya kâbii olamayacaklar, bununla beraber
·
(2) Matta
İncilinden tersine çevrilmiş bir söz, X, 34 bir imparatorluğun
istikrar,, emniyet ve devamına yönelen her tehdit bir alarm olacak ve sadece
hâkim azınlık arasında değil, halk kitlelerinde de muhalefet doğuracaktır.
·
98
— Roma imparatorluğunun istikrârını hristiyanhğın tehdit etmekte olduğuna dair
sezgi, hrîstiyanhğa Ne’~ ron tarafından tatbik edilen ilk işkenceyi haklı
göstermeye kâfi bir sebep değildir. Zira Neron şahsî tutumuyla nazardan çok
düştüğü için dikkatleri başta tarafa çevirmek gâyesiyie bir şamar oğlanı
arıyordu. Fakat bu sezgi şunu izah eder ki yasaklama hareketi, Nerva'dah Marc
Auröle’e kadar (M. Auröle dahil) gelip geçen «faziletli imparatorlarsın
hükümdarlıkları sırasında, 313 yılında I. Constantin ve Licinius tarafından
Milano Emirnâmesi’yle kaldırılıncaya kadar nizâmnâmeler kitabında görülmeye
devam etti. Romalı zimâmdarlar, eğer hristiyan kilisesinin mukaddes kitabında
yer alan iki pasajı (Matta X, 34 ve Luka XII, 49 53) görmüş olsalardı,
sezgilerinin mucibince amel etme maharetini göstermiş olma faziletine hak
kazanmış olacaklardı. Mezkûr pasajlarda kilisenin kurucusu «sulh ve birliği
tesis için değil, mücadele ve ayrılığı ihdas için geldiğini» söyleyen birisi
olarak tanıtılır. Hristiyan açısından şuna inanılıyordu ki İhsanperestlik,
kollektif ve cihanşümul şekliyle hâlâ berhayat olan putperestliğin en nüfuzlu,
en saptırıcı ve en tehlikelisi idi. Binnetîce hristiyan ona mukavemet etmek
için son derece büyük bir azîm ve amansız bir uzlaşmazlığı İzhâr etmeye
çağrılmış bulunuyordu.
·
99
— Roma İmparatorluğu ve Hristiyanlık arasındaki bu cidal ve her iki tarafı
tahrik eden hissiyat, XX. asır Batı dünyamızda bizleri hassaten ilgilendirir,
zira aynı İçtimaî ve manevî şurütun yeni bir rücûa tarihimizin gelecek
safhasında zuhur edecek ihtimâllerden biri olacağa benziyor. Tahayyülü kolay
bir fırsatta, dünyamızın süratli bir siyasî birliği «Mesafenin imhası» ve buna
eş olarak da harp silâhlarının gücünün artması tarafından haber verilmişe
benziyor. Bu iki muhbir de Batı'nın teknolojik ilerlemesinin artması nisbetinde
süratle gerçekleşiyorlar. Dünyamız, yeni bir tarzda, hepimizin ümit ettiği gibi
anlaşma ile değil, eski kuvvet metodu ile birleşebilir ki, bu metodia Roma Yuan dünyası ve diğer dünyaların ekserisi
geçmişte fiilen birleştirilmişlerdi. Bu vaziyette hayatımızda mâruz kaldızımız
ızdıraplar istikbalde tepemize çökecek olan ve şimdi meçhûlümüz bulunan
ızdıraplara nisbetle bir hiç kalır. Bu ananevî muazzam fiat mukabili,
cihanşümul bir Roma veya Çin İmparatorluğuna muâdil bir imparatorluğu modern
harp silâhlarımızın geçmişte eşine rastlanmayan yıkıcı gücü ile elde etmeye
mecbur kalsaydık,, bunun fiatı olara marûz kalacağımız ızdıraplar mâzîde
görülen her çeşit tecrübenin ötesinde son derece artacaktı. Böyle korkunç fiat
karşılığı tesis edilmiş bir sulh veya cihanşümul bir nizâmın bu cemiyetin
içinden doğacak, zevâhîri tahripkâr olan bir dinin zuhuru ile ortadan kalkma
tehlikesine mâruz kaldığı takdirde, hissiyetaımızın ne olacağını tahayyül
edebiliriz. Bu, bizi, şimdiden hemen hemen tamamiyle bitirmiş olan kâbusa
tekrar gömmek tehdididir. Matta (X, 3437) ve Luka (XII, 4953) da
karşılaştığımız bazı âyetleri komünistler tıpkı Roma İmparatorluğu devrinde
hristiyan propogandacılannın hristiyanlık akidesinin hakkaniyetine ve hristiyan
ideallerinin doğruluğuna delil zımnınra eski Yunan şâirlerini zikretmeyi âdet
edindikleri gibi, marksist «sınıf mücadeleleri» nin sloganları olarak alsalardı
bizde hâsıl edecekleri intiba ne olacaktı?
Roma
İmparatorluğu ile hristiyanlık kilisesi arasındaki dinî mücadele, aynen
Sokrat'ı Atina'nın karşısına âıkaran mücadele gibi aynı sebeplerle çok sıkı
bir, şekilde tehdit edilmişti. Aynen Sokrat gibi hristiyanlar da vicdanlarına
muhoîif düşmeyen medenî vazifeleri ifâ etmekle iyi vatandaşlar olarak hareket
ediyorlardı. İmparatorluk Roma’sında hristiyanlığın sıkı sıkıya yasaklanmış
olmasına rağmen ve İncirlerde rastlanan (az önce zikrettiğimiz gibi) ihtilâlci
metinlere rağmen, fiiliyatta hristiyanlar günlük hayatın her çeşit şartlarında
cihanşümul imparatorluğgun hulûs sahibi sadık tebâası idiler. Oniar normal
yaşayışta, İncil'İn diğer metinlerine göre âmel ediyorlardı ki, bu metinler
onları müesses siyasî idareye itaatin en son haddine sevk ediyordu: «Sezar’ın
hakkını Sezar’a verin (3)» Bu hitap vergiyi ödemeye bir dâvetti. Kezâ Saint
Paul'ün Romalılara Mektubunda (4) her bir hususta kanuna itâat emri mevcuttur
ki, bu hususlar üçtü: «Allah tarafından olmayan hiç bir hükümet yoktur; mevcut
hâkimiyetlerin hepsi Allah tarafından tanzim olunmuştur. Bu sebepledir ki
hükümdara mukavemet eden Allah'ın kurmuş olduğu nizâma karşı gelmiş olur.»
·
100 — Eğer Romalı
imparatorluk zimâmdarları seyyar bir hristiyan misyonerinin payitahtta bulunan
mühtedîlerine yolladığı bir mektubun bu pasajını tanımış olsalardı, mütenâkız
hisier içinde kalacaklardı. Onlar şu kanaate varacaklardı ki hristiyan
tebaaları nezdinde şahsî amel kâidesi onlara yapılması gerekeni emrediyodu
fakat, bu, sebeplerin en fenası içindi. Pek, tabiî, kanunlara itaat etmelerini
emretmek iyi bir şeydi.
Fakat
«İktidarın Allah tarafından tesis edildiğini» ileri sürerek bu talimatı vermek
sahte bir davranıştı. Zira, eğer Ulu hükümdar ne bizâîihî cihanşümul cemâat ve
ne de cihanşümul hükümetin temsilcisi olmayan ve fakat
·
(3) Matta, XxJJ,
21
£4)
Rom. XIII, 1 7 husûsî bir
cemâatin hür bir şekilde seçtikleri bir tanrı olunca kullarına bu gün için
hükümete itâat etmeyi emreder bu ulu tana ertesi gün ona itaatsizliği
emredebilirdi. Hükümete itâat etmenin gerçek sebebi devletin Allah tarafından
kurulmuş olması değil, bizzat tanrının kendisi olması veya en azından onun
(devletin) sahibi olmasıdır.
·
101 — Bu durum, askerlik
hizmetine karşı menfî bir tavır takınmadan neşet etmiyordu. Ortada mücadele
için kuvve halinde bir sebep olsa bîie fiilî hiç bîr şey yoktu. Cihânşümûi Roma
İmparatorluğunun beşiği olan kısmî Roma Devletinin bütün hemşehrilerine
terettüp eden askerlik hizmetinden açık bîr tenkis hiç bir zaman vâki
olmamıştı. Diğer taraftan hristiyanlar harp ederek kan dökmeye ve binnetîce
orduda hizmet almaya karşı vicdanî bir muhalefet ifade ediyorlardı. Vicdanla
medenî vazife arasında husule gelen bu gerginlik,, Atina ve Sokrat arasında
vukua gelen ihtilâfta zuhûr etmemişti. Zira bu berikinin askerlik hizmetine
karşı vicdanî bir muhalefeti yoktu ve kendine terettüp edeni de gerçekte
yiğitçe yapmıştı. Bununia beraber, fiiliyatta Roma İmparatorluğu ile bu
hristiyan kilisesi arasında kuvve halinde mevcut olan bu mücadele imkânı hemen
hemen hiç bir müşkiiât çıkarmıyordu. Zira Auguste'den sonraki Roma ordusu,
Marius’dan önceki Roma ordusunun tersine gönüllülerden teşkil edilen meslekî
bîr ordu idi. Ve ayrıca ordu, ve kilisenin taraftar topladıkları muhitler çok
farklı idi. Ordu, umumiyetle hemen hemen tamamiyle vahşî olan imparatorluğun
sınır vilâyetleri köylülerinden asker topluyordu. Kilise ise daha ziyade içerde
yer alan şehirlerin ahâlisinden münfesihler kazanıyordu. Diğer üstün dinler
aynı devrinde, hristiyanlığın tersine olarak ordunun asker kaydettiği esas
yerlerde icrayı faaliyette bulundular, orada en çok müntesib elde eden perestişler
Mithuo ve Jüpiter Dolichöne perestişleri idi ki bunların hiçbiri de prensip
olarak kuvvet kullanılmasına karşı gelmiyorlardı.
Hristiyanhğın
davranış kaidesi olarak devlete itaati emrettiğini ve Roma imparatorluk
hükümetinin fiiliyatta vatandaşlarına mecburî askerlik hizmetini koymadığım tesbit
ederek görebiliyoruz ki kilise ile devlet arasında amelî hayat planında bir
çatışma, mutlaka kaçınılmaz bir zaruret değildir. Onların birbirine karşı
üzerinde mücadeleye giriştikleri nokta tamamen bir prensip meselesi idi. Her
iki taraf da bu meselenin büyük bir ehemmiyet taşıdığını kuvvetle hissediyordu,
ve bu görüş birliğinde yanılmıyorlardı da. Meselâ, Cesar'm bizzat kendisinin
tanrı olup olmadığını veya imparatorun kendisi tarafından seçilmemiş bulunan kontrol
edemediği ve kontrol da edemiyeceği Tek
olan gerçek /Allah’ın sadece beşerî nâibi saltanatı olup olmadığını bilmekti.
İnsan'm bu beşer üstü iki suretten biri altında tanrı olup olmadığını veya
gerçek Allah'ın ne insanda ne de gayri beşerî tabiatta bulunup bulunmadığım
bilmek meselesi her zaman için insan akimın karşılaşmak zorunda olduğu
meselelerden biri olmuştu. Ve olmaya devam edecektir.
Hrîstiyan
kilisesi ile Roma imparatorluğu arasında cereyan eden mücadele trajedisinde
dört tane trajedi kahramanı vardı; RomaYunan cemiyetinin hâkim azınlığı, Roma
imparatorluk ordusu, halk kitleleri, aralarında hristiyankğın ki sonunda galebe çalacaktır da yer aldığı üstün dinler,
·
102 — Roma imparatorluk
idaresi altında, hâkim ozınlıkın en çok hürmet ettiği unsurlar, komuta
mekanizmasını ellerinde tutarlardı. Bu durum eski karışıldıklar devrindeki
vaziyetten farklılık arz ediyordu. Zira o devirde askerler ve harpten
yararlananlar çok serbest İdiler. Bu diplomalı mücrimler şuurlu memurlarla
değiştirilmişler di «ancak bu berikiler Seneque'in kardeşi Gallion'un Corinthe'de
(5) Saint Paul'a hakkını teslim ettiği vakit gösterdiği heyecandan mahrum bîr
halet içerisinde vazifelerini ifâ ediyorladı. (Moloch'lar hâline dönerek
itibarlarım kaybettikten sonra) RomaYunan Dünyasının ilk mahallî küçük
devletlerinin ortadan kaldırılmasından veya mahkûm duruma düşmelerinden beri
hayat, eski idareci sınıf haricinde kalanlar için bütün lezzetini kaybetmişti
ve eğer son derece geniş yapıcı çalışma (ki bunu ihmâi etmiyorlardı) yapma
imkânlarına rağmen cihanşümul Roma devletinin memurları için de hayat lezzetini
kaybetmiş ise, o, her çeşit tadını Romalı avukatlar, arızalı edebiyatçılar ve
hatta Atinaiı sanatkârlar ve İskenderiyeli âlimler için de kaybetmiş olmalıdır.
Kabaca
şunu söylemek mümkün : İmparatorluk devrinde (prensipa) Roma imparatorluğu
Yunan feylesoflarının mahallî küçük seviyeden alınıp cihânşümûl bir seviyeye
konulan bir Ütopya’sma benzer imparatorluk,, şehir devletlerinden müteşekkil
bütün dünyaya şâmil bir federasyon idi. Burada orta sınıfa mensub her bir
münevver kimse, aynı zamanda hem mahallî bir cemâatin hem de cihânşümûl bir
cemâatin hemşehrisi bulunuyordu. Milâdî 235 yılındaki dağılmanın arafesine
kadar imparatorluk dahilindeki şehir devletlerinin sayısı gittikçe çoğalıyordu.
Hattâ bunlar arasında en genç ve en taşralı olanlar bile muhteşem devlet
inşaatlarıyla tezyin oluyorlardı. Bununla beraber, sistem görünür bir şekilde
yıkılarak zaafını ortaya koymazdan çok önce, şehir hayatının bu üst yapısı burjuvaziden
istifadeye devam etmeksizin, köylü sınıfı üstünde bir kâbus gibi ağırlığını
hissettirmeye başlamıştı.
·
(5) Bkz.
Resûller'in işlemi, XVIII, 17
O,
artık, M.ö. V. asırda Roma Yunan
medeniyetinin birinci yıkılışından önceki devirde mahallî küçük cemaatlerden
elde ettiği kuvvei münebbiheyi köylü sınıfına veremiyordu. Burjuvazi ve
bilhassa hür meslek erbâbı, imparatorluk devri (prensipa) idaresi altında
hayatı monoton buluyordu.
Bu
zaman esnasında, daha önce de kaydettiğimiz gibi, ordu askerlerini gitgide
büyüyen bir nisbetfe, son derece tehlikeli bir tehdide mâruz hudut
vilâyetlerinin henüz yontulmuş yan vahşî köylüleri arasından seçiyordu. Bu,
hudut vilâyetlerinden İllyriennes ve Thrace baş köşeyi işgal etmekteydi. Kültür
seviyeleri bir taşra vilâyetinin vatandaşlığını bile kazanmaya eivermiyecek
kadar düşük olan mühtedîlerin Roma Yunan
cemiyetine girecekleri yolu ordu onlara açıyordu. Medeniyetin bu askerî adayian
gönüllülerdi. Onlarda safça bir asabiyetî milliye vardı ki, bu, asabîyeti
milliye'nin binnetîce bizzat Roma Yunan
cemiyetine sadakât şeklinde tezahür ettiği, HL asırda İmparatorluğu ve Cemiyeti
yıkılmaktan kurtarmak için kendilerini fedâ etmeleri onlardan ta leb edildiği
vakit görülmüştü.
·
103 — Hristiyan şehitleri
sahneye çıkıncaya kadar askerliği kendine meslek edinen bu askerler,
imparatorluğun geri kalan halkından tefak ediliyordu. Çünkü, bunlar, uğrunda
hayatını vermek gibi büyük bir fedakârlığa layık gördükleri bir dava için
hayatlarım vermeye her an çağrışabiliyorlardı. Hayata verilmesi gereken
ehemmiyeti vazifeye verme işi, askerlere öyle bir atılganlık kazandırıyordu ki,
hristiyan şehitler, zuhur edinceye kadar buna sadece onlar sahiptiler.
Roma
Sulhunun nizamlı,, biriikli ve insancıl idaresi altında halklara, önceki
devirde mükerrer patlamalar halinde işyarlara sevk eden, tahammülün fevkinde
bir zulüm yapılmamıştır. Esasen mahallî savaşların sona ermesi köle ticaretini
besleyen kaynaklardan birini kurutmuştu. Bununla beraber halklar, isyana tahrîk
edilmeseler de cemiyetin biracısı olmaksızın onun içinde yer aldıkları mânâda
daima bir proletarya idiler. Hatta «ekmek ve sirk oyunları» imtiyazına sahip
olmalarına rağmen, şehir devleti kültürü
zahmetiyle mütenâsip bir randıman sağlamayan yüksek bir hata maioluyordu.
Halklar çobansız bir sürü idi ve cemiyetin hâli hazır durumu karşısındaki
tutumları, tam bir tarafsızlık arz ediyordu: Ne ona karşı siiâha sarılmışlardı,
ne de henüz sadakatli idiler. Böytece bu halklar, müesses nizamı değiştirmek
için kendini aday olarak takdim ettiği takdirde, yeni bir cemiyet için hafî bir
seçim sahası idi. Bu muammalı geniş halk kitlesinin, sessiz fakat tehdit edici
mevcudiyeti, Roma İmparatorluğunun hâkim azınlığına 1956’da Amerika Birleşik
Devtetleri’nde aşağı sınıfların idareci azınlıkta uyandırmakta olduğu ite
kıyaslanabiten bir emniyetsizlik ve huzursuzluk hissini tevlit etmiş olmalı.
İmparatorluk hükümetinin imparatorluk ahalisi içerisinde alttan üste doğru
sızmakta olan hristiyanlık ve diğer üstün dinlere karşı gösterdiği asâbiyetin
sebeplerinden biri de budur.
Üstün
dinler, hayatın monotonluğu ite, imparatorluk ahâlisinin büyük ekseriyetinin
ruhunda husule gelen manevî boşluğu doldurmak için birbirini takip eden biri
diğerine rakip teşebbüsler olduiar. Muhtelif felsefe sistemleri (müneccimlik
dahil) münevver orta tabakayı iğvâ ediyordu. Zira amelî kaidelerini aklî
muhakemeler üzerine bina ediyorlardı. Mithra ve Jüpiter Dolichene ubudiyetleri
orduya câzip geliyordu. Zira bu tanrılar, gösterebilecek gayrette fazîletin
geliştirilmesini destekliyorlardı. İsis, Cybele ve Büyük, Ana’nın diğer
mücessed vekilleri adına yapılan perestişler kadınları heyecana getiriyordu.
Hristiyanlık üç sebepten dolayı kitleleri kandırabiliyordu: Onlara âvam sınıfı
olarak değil, beşerî ruhlar olarak muamele ediyordu; o, onlar hakkındaki
mülâhazasını onlara karşı dullar, yetimler, hastalar ve ihtiyarlara gösterilen
ihtimamı göstererek izhâr ediyordu ki, böyle merhametkâr bir tutumu ne şehir
devletlerinin beledî hükümetleri,, ne de imparatorluğun umumî hükümeti kendilerine
vazife edinmiyorlardı (6).
·
104 — Hıristiyanlık, bütün
bunu Hıristiyan ideallerinden mülhem olarak, hasbî şekilde yayıyordu, kendisine
müntesipler kazanmak gibi gizil bir gâye taşımıyordu. Hristiyanhk merhametinin
bu eserlerine sunuian en muknî nezâket borcu, hristiyanlığa on üçüncü saatin
mukavemetçisi, eski bir katolik olan Roma İmparatoru Julien'in kendi kurduğu
muvaffak müşrik mukabil kilise rûhânîlerinden birine hitâben yazdığı mektupta
ifade edilmiştir.
·
(6) İmparatorluk
hükümeti kendi şerefine İçtimaî bir hizmet tesis etti: Aiimenta italiae. Bu
müessese hukukî bir tarzda tefâkkî edilmiş, yapıcı, uzak görüşlü bir idareciiik
âbidesi olmuştur. (Bkz. Hırschfeld, O., Die Kaiserlichen Verwaltungsbeamten
(Berlin, 1905, Wiedman), s. 212224) Öyle geliyorki bu işte ilk teşebbüsü Nerva
yaptı, Trajan da onları teşkilâtlandırdı. Trajan’ın hedefleri tarafından Marc
Aurele'e kadar (Marc Aurele dahil) sayıları artırıldı. İmparatorun tahtı tasarrufunda
bulunan imkânlardan alınan sermâyeler çok düşük bir faiz nesbetiyle
İtalyalı çiftlik sahiplerine borç ve' rildi. Buradan gelen faizler de para
yardımı olmaksızın yerleşemiyecek kadar fakir olan genç evlilere tahsis
edilmişti. Böylece bu müessese ziraatı takviye ve nüfusun artmasını teşvik
etmek gibi çifte vazife ifâ ediyordu. Bununla beraber Alimenta'lar İtalya
hudutları dahilinden dışarıya çık
1
mamışa benziyor ve Marc Aurele’in ölümünü müteakip zuhur eden kargaşalıklar
sırasında mîlâdî İli. asırda husûle gelen büyük enflasyonla ortadan
kaldırıldılar.
«Dinsizliğin
(7) başarısını her şeyden önce, yabancılar karşısındaki Insâniyetperverîiğlne,
cenaze alaylarına yaptığr yardema son derece titiz görünüşlü üstün ahlâkına
borçlu olduğuna müteallik müşahedemizi red mi edeceğiz?»., YahÛdi cemaatinde
tek bir dilenci yokken, GaiİIeîi dinsizler sadece bîçârelere değil, bizimkilere
de ihtimam gösterirlerken kendi hemşehrilerimizin bizim yardımımdan mahrum
kalması bizim için, bir yüz karasıdır.»
Gaietie'nin
büyük müşrik ruhanî reisi Arsace’ye JuH en'in yazdığı bir mektuptan alınan bu
pasaj, hristiyanlıktakı yardım ve merhametin müşriklerin kalplerini fethetmiş
olduğuna şehâdet eder. Aynı zamanda, hristiyan düşmanı imparatorun,
hristiyanlık rûhunun hâsıl ettiği bu manevî tesiri, kendiliğinden husule gelen
bir ameliyenin müşrikine zorakî bir taklidi île bertaraf edileceği hakkındaki
ümidinin zayıflığını da göstermektedir.
Gerçekten
Julien, Paris'te tahta çıkarılmazdan önce halledilmiş olan meselede yeniden
münâkaşa açmayı denemek için imkânsız bir şeyi kendine vazife edinmişti. Bu
tarihte hristiyanlık iki ayrı cephede kesin zaferler kazanmıştı: Yunan
Dünyasının batı yarısında (8) kendisiyle rekabet halinde olan diğer üstün
dinlere ve Roma imparatorluk hükümetine karşı. Bu çifte zaferin, hristiyanlığm
hitap ettiği erkek ve kadınların ruhlar üzerinde hâsıl ettiği tesirle izah
edilebildiği ölçüde o, yukarda kaydettiğimiz iki sebebe .izâfe edilebilir.
Hristiyan kilisesi kitlelerin kalplerini fethediyordu. Çünkü, o, kendisine
rakip diğer üstün
·
(7) Yani
Hristiyanlık, Julien, Hristiyanlığm Roma Yunan inancında mevcut tanrıları reddetmesine
imâen onu böyle adlandırır.
dinlerin
ne de meşru idarecilerden ister beledî, ister İmparatorluğa ait olsun hiç biri
tarafından ifâ edilmiyen hizmetlerin çok ötesinde olanları yapmıştı. Keza Roma
İmparatorluğu sakinleri arasında, askerliği meslek ittihâz edinmiş askerler
hâriç, hayatlarını bir ideal uğruna vermeye hazır kimseler sadece
hristiyanlardı.
·
105 —■ Bu cehennemi nokta
üzerinde hristiyan ruhu ile asker ruhu arasındaki karabet hristiyan kilisesinin
ilk şefleri tarafından tanındı ve müntesiplerine yaptıkları teşvik ve
irşadlarında ifade edildi. Onlar müridlerine Roma askerî faziletlerini tebliğ
ediyorlardı. Zira kan dökmeye (ki bu orduda diğer faziletlerin, adına kudsiyet
kazandığı şeydi) karşı vicdanî bir muhalefetleri olsa da onlar askerin diğer
meslekî bir ahlâk temayülüne hayran oluyorlardı. O da şu idi: Bir asker
düşmanının hayatını ortadan kaldırmak için yaptığı mücadelede kendi hayatını
feda etmeye hazırdı. Şahsî fedakârlığın bu evciâlâsına yükselmeye hazırlanmak
için tâkip ettiği disiplin ve merbûtiyet, askeri sivilden ayıran mümtaz vasfı
idi. Efesoslular'a mektula (VI. 1017) ortaya konan üslûp Clement ve Ignace'den
Tertullen’e kadar ilk Kilise Babaları tarafından takip edildi.
«Hükümdarlarımızın
hizmetindeki askerlerin kendilerine tevdî edilen vazifeyi ifada takip ettikleri
disiplin ve körü körüne itâate ziyadesiyle alâkadar olmamız gerekmektedir.
Onların hepsi papalık valisi, müddei umumî, bölükkomutanı, veya diğer bir rütbe
taşıyan subay olamazlar. Fakat her biri, tâyin edildikleri mevkîde imparatorun
ve üstlerinin emirlerini icrâ ederler(9).»
«Askeri
bulunduğunuz ve ücretinizi kendisinden aldığınız hükümdârı memnun etmeye
bilhassa gayret gösterin... Sizden hiç birinin firarî olmamasi için de ihtimcim
gösterin. Vazifelerinizi, tevdî ettiğiniz emanetler gibi düşünün, o zaman ondan
elde edeceğiniz gelirin arzu edeceğiniz seviyede olmasını tahkik etmeye gayret
edeceksiniz (10).»
·
106 — Böylece Roma
ordusunun askerî şeref kanunu, hristiyan şehitlerine ilham kaynağı oldu. Fakat
şehidin kendi irâdesiyle gönüllü olarak hayatını fedâ etmesi, askerinkinden
daha büyük bir tesir husûle getiriyordu ki, bununda sebepleri muhtelifti.
Herşeyden önce askerler, şâşââlı fiillerini çok uzaklarda bulunan hudutlarda
icrâ ediyorlardı. Buralarda onların bahadırlıklarını görecek kimse yoktu.
Halbuki hristiyanlar, yiğitliklerini Roma Yunan dünyasının dahilinde yer alan büyük
şehirlerin tiyatro meydanlarında herkesin müşâhedesi önünde icrâ ediyorlardı.
İkinci olarak, askerler yarı yontulmuş cengâver kır ahalisi arasından seçilip
silâh altına almıyorlardı. Bunların eski tarzda yiğitlikleri devam edeceği
muhakkaktı. Halbuki hristiyanlar çoktan medenî bir olgunluğa ulaşmış, askerî
vasıtalardan oldukça uzak şehirli halklardan geliyordu. Bu sınıfın ihtida
etmeyen üyeleri, ne idealist olmaya, ne de cesaret örneği vermeye mütemayil
idiler. Böylece hristiyan şehitlerince isbat edilen, ihtidânm rûhî tesiri
şayanı hayret bir şey oluyordu. Ayrıca askerlerin kahramanları sahih olmasına
rağmen aynı zamanda bilkuvve mecburî idi. Askere kaydolmaları iradî amellerinin
sonuncusu idi. Askere intisâp eder etmez takip edecekleri hattı hareket tarzını
seçme hakkına sahip değillerdi. Harp meydanında hayatlarını vermede tereddüt
edecek olsalar, askerî vazifelerini ihmâl etmiş olmakla silâh arkadaşlarınca
rüs
vay
edildikten sonra divânı harp kararıyla ölüme mahkûm edilmiş olacaklardı.
Böylece her hâl ü kârda hayatlarını vereceklerdi. Fakat onu şerefle vermek,
yerine rüsvaylıkla kaybetmiş olacaklardı. Tersine, sivil hâkimler hristiyanlara,
azıcık bir pprestiş kaybı ile ölüm hükmünden sakınmanın en büyük şansını
tanıyorlardı.
·
107 — Kendisi ile iş
birliği yapmaya istenilen ölçüde hâkimi ikhâ edebildiği takdirde insanlık kadar
siyaset de mahkemenin huzuruna çıkan hristiyanın tohum hükmünde olduğunu hâkim,
mahkûmdan daha iyi biliyordu (11). Fakat mahkûm tam olarak bu gâye ile şehâdete
azmetmiş ise hâkimin elini bu işe zorlamak onun imkânı dahilîndeydi. Zira
hâkimin tutumu siyasî ve İnsanî olduğu kadar gayrî mantıkî idi. Daha önce de
kaydettiğimiz gibi, Hristiyahların, Roma’nm ve Cesar’ın ulûhiyetini tanımaya
mecbur olup olmadıklarını bilmek sorusunda birinci derecede ehemmiyeti hâiz bir
noktai esasiyenin söz konusu olduğu her iki tarafta da müşterek hissiyatı
teşkil ediyordu. Binnetîce en sonunda Roma hâkimi, sembolik bîr hareketi alenî
olarak yaparak bu ulûhiyeti tanımayı reddeden her Hıristiyanı ölüme mahkûm
etmek zorunda kalmıştı. Hâkimin mûtad tâbyesi, mahpusu malûm hareketi yaparak kendini
tebrik etmeye bunun basit bir formaliteden ibâret olduğunu söyleyerek ikna
etmekten ibaretti. Bu sebepten dolayı da hâkim, sağlam bir zemine istinad
etmiyordu. Zira gerçekten bu taabbüdî hareket bir formaliteden başka birşey
değilse devlet için bunun üzerinde ısrardan vazgeçmiyor da bunu reddedenleri
ölüm cezasına mahkûm ediyordu? imparatorluk hükümeti, Neron dan beri
Hristiyanlığı umumî olarak yasaklamak suretiyle
(11)
Semen est sanguis Christionorum, Tertullîen. Apologeticus, bölüm, L.
Hristiyan
kilisesine karşı taarruza geçmiş de olsa, Hristiyanlara karşı ferdî takiplerde
hapislerin hâkimlerden daha ziyade taarruza geçtikleri anlaşılıyor. Şehâdet
namzetleri, meseleleri kesin olarak en son haddine kadar götürmek istiyorlar ve
kasten hâkimi ölüm cezasından kaçınmayı imkânsız kılacak vaziyete sokuyorlardı.
Bir
dâva uğruna hayatını veren sayısız beşerî varlıklar arasında, üstün dinlerin
değer ve hakkâniyetine olan inancı için şehit edilenler, gerek cihânşümûi,
gerek mahallî herhangi kollektif beşerî güçlerden birisi olmayan bir Allah'ın
aşkına bu fedakârlığı yapan yegâne mahkûmlardır. Şahsî fedakârlık
davranışlarının çoğu, ilâhlaştırıian herhangi bir devlet şerefine harp
meydanında ifâ ediliyordu. Fakat Roma imparatorluğundaki Hristiyan şehitler
kendi nev'ilerinin ne birincileri ne de sonuncuları idiler. Tarih yönünden
ilkleri belki de„ M.Ö. 167 yılında Seleucide saltanatı altında işkenceye maruz
kalan Yahûdî şehitler oldular, ve 313 yılında Roma imparatorluğu dahilinde Hristiyanlığı
yasaklayan kanunun ilgasından bu yana daha başka bazı Hristiyan şehitler de
verildi. Meselâ Batı târihinde Yeni Çağın bidayetinde Japonya ve Çin’de şehit'
edilen katolik misyonerler ve onların oralarda kazandıkları müridler gibi.
Yahûdîler muhtelif devirlerde ve muhtelif memleketlerde şehâdete mâruz kalmaya
devamettîler. Müslümanlar aynı ızdırabı cihânşümûi Moğol imparatorluğu devrinde
çektiler, tıpkı Çin’i! mcıhâyâna budistlerinin T’ang hanedanı idaresinde
çektikleri gibi. Gönüllü olarak hayatın, putlaştırılan bir devletin hizmetinde
değil, üstün dinlerle vahyedilen Allah'ın veya Mutlak hakikatin aşkına fedâ
edilmesi, hakikatı halde başladığı gündenberi hiç inkıtaya uğramadı.
·
108 — Şehitlerin tarih
sahnesine çıkışı hârika bir durumdur. İnsan tabiatının fıtrî vahşetini ve
gevşeklik içerisinde elde tutmaya gayret ettiğimiz kontrol dizginlerinden
kurtulmak için Aslî Günahın her an tetikte beklediğini nazara alınca, beşerî
varlıkların bir dâva uğruna hayatlarını vermeye sevkedilemiyecekleri bir zamanı
tahmin edemeyiz. Fakat insanlığın harp müessesesinden yakasını kurtaracağı bir
devri belki de düşünebiliriz, tıpkı kölelik müessesesinden kurtulduğu gibi ve
eğer bir gün harp meydanında kendini feda etme imkânı ortadan kalkarsa o
durumda erkek ve kadınlara hayatlarını kurban olarak vermek için açık kalacak
yegâne yol belki de ızâırap olacaktır. Böyiece Roma imparatorluğunda Milâdî 63
yılından 313 yılına kadar, keza Çin imparatorluğunda da devreler halinde milâdî
IX. asır boyunca mevcut (durum muhtemelen öyle bîr istikbali temsil ediyordu kİ
bu istikbâl henüz günümüzde (1956 yılında) insanlığın ufkunun gerisinde
mahfîdir.
□
İLÂVE: ROMA ASKERLİK HİZMETİNE KARŞI GELEN HRİSTİVAN ŞEHİTLER
Orduya
katılmayı reddetiğl için şehâdete mâruz kalan bir sivil Hristiyanın istisnaî
durumunu, dinî hassasiyetlerinin askerlik hizmetlerine manî olduğunu
keşfettikleri zaman, şehit .olan asker Hristiyanlarm daha az nâdir olan
durumlarından tefrîk etmek gerekir. Bu ikinci, grupta, askere gittikten sonra
Hristiyanlığa ihtida eden askerlerle, gönüllü olarak askere kaydolmazdan önce
kilisenin âzâsı bulunan Hristiyanlar arasında da bir tefrik yapmak zorundaydı.
Bir
asker — şehit olan Theveste'lî Ma:ximilien, hususî bir durumu olduğu için
mecburî olarak askere kayde(Tarih
Şuuru — 10) dildi; Bu
hususî durum babasının uzun müddet orduda hizmeti geçen bir asker oluşu idi.
Maximilien'in babası Fabius Victor da bir Hristiyandı, fakat askerliği
sırasında mı, yoksa terhisten sonra mı Hristiyanlığı benimsediğini bilmiyoruz.
·
109 —■ Tuscus ve
Anulinus’un valilikleri sırasında 12 mart 295 tarihinde Theveste'de Fabius
Victor, Maximilien'le beraber mahkemenin huzuruna çıkarıldılar. Hükümet
komiseri Pompeianus söz alarak şunları söyledi: «Fabuis Victor, Cesaree'de
taşra İdarî hizmetlerinde memurdur. Victor, oğiu Maximilien ile burada hazır
bulunuyor,, o hizmet için elverişlidir. Maximiiien de hizmete muktedir
durumdadır. Mahkemeden onun ölçülmesini emretmesini talep ediyorum.» Hâkim durumunda
olan bölge valisi Maximilîen’e: İsmin ne der? Maximîiien: «ismimi niçin
öğrenmek İstiyorsunuz? Ben vicdanen askerlik hizmetine karşı olan kimseyim, ben
Hristiyanım». Bölge valisi: «Buna teçhizat giydirin» emreder. Bir taraftan
silâhlar giydirilirken Maximilien ilâve ediyordu: «Ben askerlik yapamam, ben
vicdanıma karşı günah işîeyemem, ben Hristiyanım.» Bölge valisi: «Ölçülsün».
Maximiiien ölçüldü ve silâh çavuşu bildirdi: «Beş ayak on parmak» Bölge valisi
silâh çavuşuna: «işaretlensin» dedi. Askere kaydedilenlere takılan kurşun âlem
boynuna takılmak istendiği zaman Mcodmilien mukâvemet etti, ve: «Gitmeyeceğim,
ben askerlik yapamam» dedi. Bölge valisi: «Git yoksa mahvolacaksın.» Maximilîen:
«Askerli yapmak istemiyorum, başımı kesebilirsin, fakat ben hiç bir dünya
ordusunda hizmet etmiyeceğim, ben sadece Allah'ıma hizmet etmek istiyorum.
(Lâtince olan aslî metin için bkz: Prof. Dr. Et Krüper, G., Ausgewalte
Martyrerakten, 3. baskı (Tübinger 1929, Mohr) s. 86 87; Harnacık, A. Militia Christi (Tübinger
1905, Mohr), s. 114117. Maximilien'in durumu Harnack tarafından incelenmiştir.
Mezkûr eser s. 84 85.)
Müteakip
misâller, askere gitmeyi reddettiği için değil, orduda olduğu halde Hristiyan
vicdanlarına aykırı mütâlââ ettikleri bir hizmeti yapmayı reddettikleri için
işkenceye maruz kalan şehitlerin hikâyesidir.
Tertullien,
De Corona adlı eserde şehit edilen bîr Hristiyan askerin durumunu anlatır. Bu
şehâdetin sebebi,, bir resmî geçit sırasında merasim kıyafetinin bir parçası
olan bir defte tacı takınmayı reddetmesidir. Onun bu imtinâsına sebep de mezkûr
kıyafetin onun Hristiyan nazarında putperestliğin bir alâmeti olması ve
Hristiyanlık imânını inkâr etmedikçe, bunu taşıyamıycağına hükmetmesi idi.
(bkz. Harnack, mezkûr eser, s. 61 69).
Hristiyan
yüzbaşı Farcellus, imparatorun doğum yıldönümü kutlanırken kendine terettüp
eden rolü oynayarak vazifesini ifâ etmeyi reddetiği için şehit edilmişti
(İlgili metin için bkz. Kropf ve Krüger, aynı eser s. 87 89; Harnack, aynı eser s. 117 r 119).
Hristiyan
asker Dasius, 23 kasım 303 tarihînde güldürmek için bir kıral rolünü oynamayı
reddetmesi üzerine Durostorum'da îdâm edildi. Bu rol için, kendi birliğinin
askerleri tarafından oynanan Zuhâl şenliklerinde tavzif edilmişti (ilgili metin
için bkz. Kropf ve Krüger, aynı eser s. 91 95).
8
□
ÜSTÜM DSNLER DÜNYEVÎ İŞLER İÇİN MÂNEVİ HİZMETLERİNİ TERK EDİYORLAR
«Dikenler
araşma ekilmiş olan başkaları ise, şunlardır ki, sözü işitirler ve dünyanın
kaygıları, zenginliğin aMatıcshğs, başka şeylerin hevesleri araya girip sözü
boğarlar ve semeresiz olur» (1).
(Markos
İV, 1819)
101
— Üstün dinlerin ve eski nizamın münasebetleri ne olacak? Bu, bizzarûre
karşımıza çıkan bir sualdir. Üstün dinler muayyen manevî bir gaye ile
yeryüzünde zuhûr ediyorlar. Bu, insana ızdırap karşısında yeni bir tavır
takınmayı ilhâm eden yeni bir kitabı (2) bütün mahlûkâta tebliğ vazifesidir. Bu
yeni kitap, ilâhî menşeli vahye müsteniddir. Fakat üstün dinlerin kitabı
böylece manevî tohumun yeni bir cinsi de olsa faaliyet sahası bâkir bir toprak
değildir. Eşyanın tabiatı icabı da öyle olamaz. Zira kitabın ilk mühtesiblerini
kitabı almaya kâbil kılan manevî terbiye uzun ve elemli bir tecrübenin eseri
idi. Üstün dinlerin zuhuru ikinci nesil medeniyetinin yıkılışı, dağılışı ve
terbiye ile hazırlanan bir zemin üzerinde vukua gelebilir. Bu zuhûr, böylece bu
sahada eski bir nizamın mevcudiyetini önceden farz kılan, ve hattâ eğer bu
zevale uğrayan nizâm eğer iflâs etmiş, itibarını kaybetmiş ise, onun enkâzı
·
(1)
Bu bölümde işlenen mevzuyu yazar A. Study of Hîstory nâm eserinde genişçe izah
etmiştir, bkz. l,.4O 41, 56 57, 90 92, 347402; V. 646 712; Vli, 392 423, 526 550.
·
(2)
Markos, XVI, 15; Koloselilere Mektup, I, 23.
belli
bir ölçüde hâlâ zemini kirletir. Harabe halinde bile bu, hâlâ nazarı itibara
alınması gereken bir kuvvettir.
111
— Bu eski nizâmla yeni İncil arasındaki münasebetler bilmecbûrlye açık ve
kapalı bîr husûmet esası üzerine kurulacaktır. Zira bu iki muâfiyet ciddî
surette birbirleriyle uzlaşmazlık arz ederler. Eski nizâm însan'ın Tanrı olduğu
inancı üzerine kurulmuştur. Bu inanç daha önceki gayri beşerî Tabiatın
ulûhiyetine kâni telâkkîyi de İçine alır. İnsanperestlik, ızdırabın hayatın
cevherinin bir parçasını teşkil ettiğine dair olan hakikati tanımayı ve
mûcibince âmel etmeyi reddeder. O, hem beşerî kollektif gücü harekete geçirmek
suretiyle ızdırabı ortadan kaldırmayı, hem de kendini ifnâ suretiyle ferdî
olarak ondan kaçmayı dener. Bu teşebbüsteki yarı tedbir, Aşk ve Merhametle düğümlenen bağlardan
ayrılmaktır. Yeni kitap, mutlak hakikatin ne İnsan ne de Tabiat olmadığı ve
fakat her ikisinin ötesinde bulunduğu inancına dayanır. O, İzdırâb'ın ciddî
şekilde hayatın bir parçası bulunduğu hakikatini kabul eder ve ondan yakayı
kurtarmayı denemek yerine beşerî olduğu kadar da İlâhî olduğuna inandığı Aşk ve
Merhamet hislerinin mûcibince hareket etmek için bir imkân olarak onu
kullanmayı dener. O, bu telâkkinin, {kendi tabiat ve gâyesinin) Hayatının daha
gerçek ve binnetîce irâdenin ifadesinden daha yaratıcı, bir formülü olduğunu düşünür.
Aşkın şevkine kendisini bırakan kimse ızdıraba mâruz kalır. Zira o, bencillik
akıntısına karşı mücâdele eder. Fakat yeni kitap, ona aşkın şevkiyle bizzat
kendisini ızdıraba arz etmekle kâinatın umumî cereyanına zıt değil, fakat aynı
istikâmette gideceğini, zirâ veçhelerinden biriyle gerçek Allah olan Mutlak
Hakikatin Aşk olduğunu, ve bu Aşk'ın kendi kendini fedâ yoluyla varlığını ifâde
etti
ğini
(3). keza, aşk olduğu kadar da Kâinatı yaratıp her an ayakta tutan Kudret
olduğunu tedris eder. Allah Kâinatın merkezi ve noktayı müntehâsıdır. Gâyenin
zıddına bir netice hâsıl edecek olan kendisinin bencil bir izâhı ile değil,
fakat Allah'ın mahlûkları nezdinde mukabilinde bir aşk ve şahsî fedakârlık
doğuran şahsî bir fedakârlıkla Allah Kâinat merkezidir. Bu iki inancın, bu
hedeflerin ciddî uzmazlaşmazlıkları Hz. İsa'ya izöfe edilen bir cümleyi açıklar
ki bu cümleye göre «O sulhu değil,, kılıcı getirmek için geldi» (4). Üstün
dinlerin eski nizamla münasebetleri neler olacak? Eski nizâm yeni gelenekleri
yasaklayıp, zulme tâbi tuttuğu müddetçe cevap basit ve kolaydır, eski nizâm bir
uzlaşmaya tevessül ettiği takdirde zorlaşır ve anlaşılmaz bir hâl alır.
«Insanoğlımdan
dolayı insanların sizden nefret edecekleri ve sizi cemiyetlerinden
ayıracakları, size hakaret eyleyecekleri, adınızı kötü diye yayacaksan vakit,
ne mutlu sîzlere!.. Bütün insanlar sizin için iyi söyiedikîen" vakit vay
size!.. Çünkü onların babalan yalancı peygamberlere de böyle ederlerdi.»
Bir
kilise kanun dışı olduğu ve her an zulme mâruz kalma tehlikesiyle başbaşa
kaldığı müddetçe azalarının
·
(3)
Müellif burada hristiyanlık inancını tekrar eder. Buna göre Oğul Tann Hz. İsâ, insanların günahlarına kefaret
olması için; onlara olan aşk ve merhameti icabı kendisini çarmıha fedâ
etmiştir. Affedivermek gibi kısa bir yoi varken bu çeşit tekellüfâta düşmek
gibi Allah'a yakışmayan bir tavır hristiyanhkta mevcut, izâhı imkânsız
mantıksızlıklardandır. Müellifin bu ve benzeri akideleri kabullenir görünmesi
batı gençliğini ananevi değerler çerçevesinde muhafaza etme azminden gelir,
(ç.n.)
·
(4)
Matta, X, 3437, Luka, XII, 49 52.
·
(5)
Luka, VI, 22 ve 26.
sayısı
muhtemelen cesur, ihlâs dolu rûhânî bir seçkin zümreye münhasır kalacak. Mevcut
iktidarlarla işbirliği yaptığı andan itibaren onun ahlâkî vasfı, zafer
arabasına binip tantanalı merasimlere katılmak için sabırsızlık gösteren
eyyamcı güruhun kitle halinde ihtidalarıyla erime temâyülüne sahiptir. Bir kilise
memnû kaldığı nisbette eski nizâmın zaaflarına ve günâhlarına iştirâk
etmeksizin, kendi karar ve tehlikeleri pahasına yeni bir cemiyet inşa edebilir.
Müesses cemiyetle ortaklığa girdiği zaman onun nâkiselerine bu da sürüklenir,
eski cemiyetinkiierle uyuşması imkânsız olan kendi hedefini tâkip etmeye devam
edeceği yerde onun gâyelerine hizmet etme dalâletine düşer. Eski nizâmı
teşahhus ettiren müesseselerden biri ile uzlaşma müzakeresine oturmak
muhtemelen bir kiliseyi kendi rûhânî vaziyetini ifade zayıflatacak hattâ bu onu
eski cemiyetin hizmetine verecek kadar bu vazifeden döndürecek. Bununla
beraber, bir kilisenin vazifesi, kitabı her bir mahlûka tebliğ etmek olması
hasebiyle, eski hasımları tarafından teklif edilen uzlaşma fırsatlarını
reddetmekle kendi gâyesine zıd hareket etmiş olacaktır. Hattâ bu tekliflerin
suiniyetten geldiği ve en azından gayri şuurî olarak daha hesaplı ve daha
tesirli yeni bir tâbye kullanarak mücadeleye devam etmek niyetinden mülhem
olduğu intibaını verse bile red hareketi kendi gâyesine ters düşecektir.
Başka
deyişle, eski nizam yeni kilise ile uzlaşmaya varmaktan mutlaka kârlı çıkar.
Yeni kilisenin tebliğcilerini kuvvet zoruyla susturmak için beyhude yere
uğraşmış bulunduklarını alenî olarak itiraf etmekten de hiç bir şey kaybetmez.
O, sadece zaten gün gibi âşikâr bir hâdiseyi tammış oluyor ve bu tâvizi vererek
mücâdeleye yeni bir tâbye ile devam etme şansını ucuzca ele geçirmiş bulunuyor.
Şimdi bu, hasmına onu ortadan kaldırmak için ya
pılan
bütün teşebbüslere muzafferâne mukavemet imkânı veren kuvveti kendi gayeleri
için harekete geçirerek hasmım mağlûp etmeyi deneyebilir. Bu kuvvet, iki
unsurda yatmaktadır: Yeni kilisenin, adaleti ve hakikati mucibince, hâiz oiduğu
beşerî ruhlara müteveccih manevî cezbe, ve yeni kilise tebliğciferinih manevî
vazifelerini ifâ için zarurî bir vasıta olarak kuracakları yeni müesese kilise.
«Bütün müesseseler Şeytan’ın eseri olmasına rağmen (6)» her çeşitten
müesesesler, beşerî münasebetlere direk şahsî münasebetlerin ulaşabileceğinden
daha geniş bir şümul ve imkân vermek için insanlığın sahip olduğu yegâne vasıta
ve âletlerdir (7)». Yeni bir kitabı yayarak vatandaşların rûh ve kalpleri
üzerinde kilisenin kurmuş olduğu çok kuvvetli, câzibeye sahip hâkimiyet eski
nizamın çıkarları için kullanılmaz mı? Cevap şu ki: Eğer çevrilen manevra İfade
veya itiraf edilmemişse kilise, eski nizamın menfaatlerinin devamı için ele
geçirilebilir ve bir âlet kılınabiiir.
113
— Bu harp hilesinin klâsik bir misâli Roma imparatorluğunun kilise ile
münasebetlerinde husule gelen siyaset değişikliğidir (gaye değil}. Bu
değişiklik Gaierius'un ısrarları üzerine daha isabetli bulunan kendi fikrinin
aksine olarak Diocletien tarafından başlatılan bir zulmün muvaffakiyetsizlikle
sona ermesinden sonra vukûa gelmişti. Bu zulüm diğerleri arasında en gaddar, en
çok önceden hesaplananı ve en sistemlisi olmasına rağmen en az tesirlisi
olmuştur. Roma imparatorluğunun, o vakit bir uzlaşma teklifi yapmaktaki esas
gayesi,, varlığının başından sonuna kadar her an her bir devletin ve aslında
her bir müessesenin taşıdığı gayenin aynısı idi. Gayesi hayatını
·
(6)
«Allah insanı yarattı, fakat şeytan müesseseler! İcöt etti.
·
(7)
Bkz. Bölüm XIX, s. 26465.
devam
ettirmekti, ve Hristiyanlığa açılan bir kapı, değişmeyen bir gâyenin takibinde
mantıkî bir teşebbüstü.
Daha
önce de müşahede ettiğimiz gibi Roma imparatorluğu, Hristiyan kilisesine bir
uzlaşma sunmazdan önce, Resmî dini, kendisine yardım etmesi için iki sefer
harekete geçirmeyi denedi, fakat hiç bir başarı elde edemedi. İlk önce bizzat
devlete perestiş dinini tesis etti. Bilâhare sözde harici olan dinî bir takdiri
kendine temin gayesiyle bir diğer sun'î tanrı ortaya koydu; Aurelien tarafından
tapılan Sol invictus. Bu ilâhe, Constonce Chlore’dan oğlu büyük Constantin
tarafından tevarüs edilmiş, Mcociminin Daia tarafından tesis edilen yeni
'eflatuncu kilise düşmanlığında kaldırılıp atılmış ve bilâhare Julien
tarafından tekrardan ihyâ edilmişti.
114—
Cohstantin’in York’ta tahta geçtiği devirde bu iki tedbirin de
muvaffakiyetsizlîkleri imparatorluğun tek bir çıkış imkânına sahip olduğunu
göstermiştir ki o da, sadece sahte görünüşle değil, gerçekten kendisinin
haricinde olan dinî bir müeyyide bulmaktı. Hristiyan kilisesinin imparatorluk
hükümetinin onu ortadan kaldırmak içın yaptığı bütün şiddetli gayretlere
muzafferâne karşı koyup kendiliğinden yükselmiş bulunduğu ortada olunca bu
müessesenin imparatorluğa tercih edeceği bir muvafakat şeksiz şüphesiz bu
neviden olacaktı. Gâyelerini takip için, en sonunda kilisenin gücünü ele
geçirmeyi denediği vakit imparatorluğun kaybedecek hiç bir şeyi yoktu.
Seleflerinin
hâtâ ve tecrübelerinin ışığı altında Constantin tarafından İcrâ edilen siyaset
değişikliğinin aslî sebeplerinden birkaçı budur. Fakat ne bu, ne öncekiler
şuurlu ve iradî olarak makyavelci değildiler. Bu gruba giren İmparatorlar,
sözde muhafazakârlar, aynı şekilde ihtiyatlı radikaller, kaba Aurelien'deh
sathî münevver Julien’e kadar ki bu dahil hepsi birinci, ikinci, daha doğrusu
üç nesildenberi tâbiiyete geçmiş sabık barbarlardı. Yeni adamlar, hepsi de
muhâsebei nefisten safça mahrum bulunmakta birbirine müşabih ve binnetîce safça
samimî idiler. Aurxlien'in Sol İnvictus perestliğe ihtidâsında, Constantin'in
bu perestişten Hristiyanlığa ihtidâsında,, gayri şuurî bir çok hesaplar
bulunabilse de, riyakârlık yoktu. Constantin, tecrübenin şevkiyle Hz. Isâ'nın
önünde teslimi silâh etmeye mecbur oldu ki aynı tecrübe, yedi sekiz asır sonra,
İskandinavyalI Viking'leri de onun (Hz. Isâ) önünde diz çökmeye icbar
edecektir. Constantin gibi henüz yontulmuş yarı barbar birisini hizaya getiren
vasfı İsâ Aleyhisselâm, (kendisini fedaya kadar giden) aşkı İsâ Aleyhisselâm
değil, fakat onun yenilmez kuvveti idi. Eğer o biatim Sol İrvictus’den alıp Hz.
İsâ’ya tevdî etti ise bunun sebebi Hz. îsânın şahsında Sol'un kendisinden daha
kuvvetli bir tanrıya tasladığına onun kanî olmasıdır.
Din
değiştirdiğini paraların üzerindeki resim ve yazılarsan ilân etmedeki
Constantin'in yavaşlığı, temelden yeni olan bu temayülün taşıdığı tehlikelerin
şuurunda olduğunun bir alâmetidir. Gayelerinde uyuşma imkânı bulunmayan iki
gurup arasında bir anlaşma kurmak olur şey değil. Her gurup diğerini kendi
gâyelerine hizmet ettirebilme şansını, öbürünün aynı oyunu oynayarak kazanan
duruma geçme tehlikesiyle kazanır. Roma imparatorluğu için Constantin'in takip
ettiği, imparatorun Hristiyanlığa ihtidâsı pahasına Hristiyan kilisesinin
muvaffakatını temin etme siyaseti, muhakkak ki Aurelien’in takip ettiği,
imparatorluğu kendi adayı ve kendi yaratığı olan Sol Invictus'un himayesi
altına koyma siyasetinden veya Tanrıça Roma ve Tanrı Cesar perestliklerini
ihdâs ederek bizzat imparatorluktan bir tanrı yapan Auguste'ün siyasetinden
daha
muhataralı
idi. Ayrıca Hristiyan kilisesi de memnû olmaya devam etme yerine, Constantin'in
lütfü ile resmî din olmak mecburiyetinde kalmakla daha büyük bîr tehlikeye
mâruz kalmıştı. Kilise, hakikati halde imparatorlukla Faust'un Mephistoheles'le
yaptığı aynı alışverişi yapıyordu.
·
115 ~ Hristiyanlık, pek
tabiî, gayri dinî bir gâyeye hizmet için dünyevî bir iktidâr tarafından ele
geçirilen tek din değildir. Üstün dinlerin, bu yabancı gâyelerip tâkibi İçin
esas hedeflerinden çevrilişlerine dair bazı misallere kısa bir nazar etmek elde
edilen neticelerin ne olacağını görmemize imkân verecektir, ve arkasından da bu
çeşit köleleştirme teşebbüslerinin mağlûbiyete dûçâr olduğu hallen
inceleyebileceğiz. Siyasî gayelerle cihânşümûl imparatorluklar tarafından
onların muakkipleri ve valileri tarafından, mahallî küçük, devletler tarafından
ve hattâ zamanla yıkılmış olan şu veya bu çeşitten devletler istikbâl üzerine
tekrar hâkimiyet kurduğu vakit muahhâr bir şekilde ■onlar tarafından ele
geçirilen üstün dinler buluruz. Ayrıca siyasî değil fakat kültürel olan dünyevî
gâyelere hizmetçi kılman üstün dinlere de raslıyoruz.
Hristiyanlığın
Roma imparatorluğu tarafından ele geçirilişinin Yunan dünyasının doğu yarısında
başka benzerleri görülür. Mahâyâna’nın Ceyhun Seyhun havzasıyla Hindistan'da
yer alan Kuşhanlar tarafından elde edilmesi,, İskender'in MakedonyalI halefleri
tarafından kaybedilen Irak ve İran'ı Heilenizm için Romalıların tekrar fethetme
gayretlerine rağmen elde tutan önce Arsakî, sonra da Sasânî olan bir
imparatorluk düşmanı tarafından Mecûsî kilisesinin ele geçirilişi gibi. Kezâ
İslâmiyet de ihlâs sahibi samimî Müslümanların iğbirârına rağmen Emevîler hâjıedânı
tarafından. Roma imparatorluğunun takipçisi barbar devletlerden biri etrafında
yeniden ihyâ edilmekte olan cihonşümûl GüneyBatı Asya İmparatorluğunun siyasî emellerine
ram edilmek için, Emevîler tarafından ele geçirildi. Buda sonrası bir Hinduizm,
kendisini Goupta hânedânı tarafından tesis edilen cihânşümûl Hint
imparatorluğunun hizmetine daha mültefit bir vasıta olarak takdim etti.
Bilâhare Hristiyanîık önce Arya, sonra da Katolik suretleri altında Roma
İmparatorluğunun Batıdaki halefleri olan Kuzey Avrupa barbar devletlerinin
hizmetine ram edildi. İslâmiyet bizzat kendi kurucusu tarafından, Doğu Roma
imparatorluğunun muakkibi bir Arap devletinin çekirdeğini atma işinde, Emevîler
tarafından bir Arap hilâfeti şekli altında Ahemenid imparatorluğunu tekrar
kurmak gibi daha muhteris bir teşebbüse hizmet için yolundan çevrilmezden önce,
bir vasıta oiarak kullanılmıştır. Mahâyâna, Kuşhanlar imparatorluğundan Doğu
Asya'ya olan uzun hicretini tamamladıktan sonra Kuzeydeki Çin imparatorluğunun
muakkıbları olan AvrupaAsyalı göçebelerin kurduğu barbar devletlerin hizmetine
alındı. Hinduizm, Goupta'lar imparatorluğunun muakkıbları olan Avrupa Asyalı
göçebelerin barbar devletleri tarafından aynı muameleye uğradı. Sikh kilisesi,
Hint'teki Moğol imparatorluğunun muakkibi olan bir Pencab devleti tarafından,
Mûsevî kilisesi, kendisi Ahemenid imparatorluğunun muakkibi bulunan Selûkî
saltanatının muakkibi bir Makşabe devleti tarafından aynı muameleye maruz
kaldılar.
·
116 — Üstün bir din
siyasete âlet edildiği vakit aslî vazifesinden ayrılmış bulunduğu Yahûdîlik,
Hristiyanîık ve Mahâyâna misallerinde açık ve bârjzdir. Bu durum, kısmen daha
az zorunlu olmasına rağmen, İslâm ve Sikh dinleri için de muteber bir
gerçektir. İslâm dini, Roma Yunan dünyasının kenarında yaşayan Araplar için
Hristiyanhk ve Yahûdîlik tarafından ulaşılan Allah görüşünün az farklı bir
şekli olarak doğdu. Peygamber Hz. Muhamımed hakikî dinî vazifesini, Mekke’de
acılarla dolu olarak geçen on iki yıl esnasında sadakatla ifâ etmişti. Bu
esnada çok az müntesib kazanabilmiş^ Medîne'ye hicret etmeye mecbur kalmazdan
önce pek çok defalar zulüm ve işkencelere maruz kalmıştır. O'nun hicreti sadece
coğrafî bir göç olmayıp, bu aynı zamanda kendi memleketine istihkâr edilen bir
Peygamberin rakip bir çöldevletinin davetiyle müntehâb bir devlet reisi
mertebesine geçişidir. Bu, tıpkı Hz. İsa’nın, çölde iğvâya mâruz kaldığı
sırada, kendisine Şeytan tarafından sunulmuş olan bu Dünyanın diğer bütün
kırallıkiarı arasında küçük bir prensliği çok küçük Andorre ve Marin kabul
etmek hatâı mukadderini kabullenmesi gibi bir şeydi. Sikhizm ise, menşeini
Hinduizm'in İslâmiyetle olan bir uyuşmasında bulur. Ve o, bu dinî
yüksekliklerden, siyasî bir tekneye düşmüştür. Çünkü Sikh mürşidlerinden Har
Govînd ve Govind Singh ve 'bunların son siyasî muakkibi olan «Harp Tanrısı»
Ranjit Singh, Peygamber Hz. Muhammed (Aleyhisselâm) gibi kuvveti kullanmak
zorunda kaldılar.
Üstün
dinler, cihânşümûl devletlerin valileri tarafından da zaptedilmişlerdir.
Meeslâ; Doğu Ortodoks Hristiyan kilisesi, Doğu Roma imparatorluğu'nun Osmanlı
imparatorûluğu’nun ve Moskova «Üçüncü Roma’nın» görüşlerine mutâbaat etti. Roma
imparatorluğu’nun bütün bu istihâieleri içerisinde kilise, Constantin'in
kendisine tahsis ettiği devlet bakanlığı halini almıştı ve eğer Roma
imparatorluğu milâdî V. VI. ve VII. asırlarda parçalara ayrılarak yıkılmasaydı
bizzat imparatorluk içerisinde de aynı durumda olacaktı. V. asrın ilk yıllarında
kilisenin manevî istiklâlini talep için aziz Jean Chrysostome'un cesurâne
teşebbüsünün Constantihople’de silâh zoruyla bozguna uğratılması, Roma
imparatorluğunda vukua gelecek şeyin ön belirtisi ve VIII. asırda yeniden
kuruluşundan sonra Doğu Roma imparatorluğunda vukua gelen şeyin önceden hâsıl
olması idi.
·
117 — Üstün bir dinin küçük
mahallî devletler tarafından zapdediiişinin klâsik misâli, Batı Hristiyan
kilisesinin, batılı bir papalık cemaatinin muakkıpları olan modern devletler
tarafından hâkimiyet altına alınmasıdır. Protestanlık bizzat Luther'in ve onun
mesaî arkadaşlarının sağlığında siyasete âlet edilmiştir. Tıpkı İslâmiyetîn Hz.
Muhammed ve Halîfelerinin sağlığında siyasî bir vasıta olarak kullanıldığı
gibi. Bir zamanlar mahallî hükümetler karşısındaki istiklâlini ve bütün
Hristiyanlara şâmil cihânşümûl (aecumenique) idaresini muhafaza etmiş olan,
bölünmelere kâbil bîr Batı kilisesinin, Roma katolik fırkasının Habsburglular,
Ispanyollar, Tunalılar ve Fransız Monarşileri tarafından, proteston fırkalarının
da Almanya, İskandinavya ve İngiltere’deki küçük prenslikler tarafından tamamen
zapt edilmiş olması çok mânidar bir hâdisedir. Sünnî'lerle şiîler arasında
mevcut eski ayrılığın, batı Hristiyanlığında kilise bölünmesinin vukua geldiği
bir asırda şiddetini tekrar artırdığı İslâm dünyasında, İmâmî, Şi'lik, Safevî
Hanedanı tarafından zapt edildi ve açıktan açığa istismar edildi. Diğer
taraftan da sünnî İslâmiyet, Osmanlı hönedanına hizmet etmeye icbâr edildi,
tıpkı Roma katolikliğinin Habsburglulara hizmet etmeye sevkedildiği gibi.
Siyasî
gayelere âlet edilmek maksadıyla üstün dinlerin mâruz kaldığı bütün bu
zaptedîlişler arasında eh tuhafları muahhar devletler tarafından yapılmış
olanlarıdır. Sâdece siyasî istiklâlinden mahrum edilmeyip, aynı zamanda
yuvalarından edilerek uzaklara, yabancı çoğunluklarının içerisine dağıtılmış
olan bir kısım cemaatler, bazı durumlarda (ki biz ona daha önce işaret ettik)
kendi şahsiyetlerini son derece nâmüsâit şartlar altında bile korumaya muvaffak
olabilmişlerdir. Onlar bu zor işi, üstün bir dini, yeni kitabı bütün insanlara
tebliğden ibaret olan hakikî hizmetinden, «yoynukmuş» cemâatin vatan (diospora)
dahilinde şahsiyetini korumak gibi muhalif bir vazifeye yönelterek başardılar.
Yahûdî kilisesi, Ahemenid imparatorluğunun halefi olan Selûkî'ler devletinin
muakkibi bulunan Macchaböe devletinin vatanını canlı tutmaya kendini hasretti.
Mecûsî kilisesi, Roma imparatorluğunun eşi ve rakibi bulunan Sâsâhî
imparatorluğunun vatanını hayatta tutmaya, Monofizit Hristiyan olan Gregorien
kilisesi „ Roma ve Sasânî imparatorluklarının tampon devleti Ermeni
vatandaşlarının (diaspora) vahğını devam ettirmeye kendini hasretti. Monofizit
Kıptî kilisesi, Aşağı ve Yukarı Mısır’ın Firavunu Birleşik Krallığının vatanını (diaspora) hayatta
tutmaya kendini verdi. Burası ardarda gelen yabancı fâtihler tarafından ve son
olarak da Romalılar tarafından hiç bozulmamış bir vaziyette ele geçirilmişte Bu
durum Roma imparatorluğunun Diocletien tarafından yeniden teşkilâtlandırılması
sırasındaki dağılmasına kadar devam etti. Doğu Ortodoks kilisesinin cihanşümul
(oecumenigue) patrikliği, düşmanları olan Frank'lar ve Türkler tarafından
parçalanmış olan Doğu Roma imparatorluğu'hun Yunan vatanının (diaspora)
şahsiyetini muhafazaya kendisini hasretti.
·
118 — Kültürel planda, Roma
Yunan medeniyetinin Güney Batı Asya ve Mısır’daki rakipleriyle
karşılaşma tarihinde üstün dinlerin dünyevî maksatlarla istismâr edilişinin
klasik bir misâli mevcuttur. Hıristiyanlığın Nesterî ve Monofizik mezhepleri,
Hristiyan Incil'in Yunan Metafizik lisanı ile nakli hususunda çıkan dinî
münakaşaların neticesinde zuhûr etmişti. Fakat Hristiyan ilahiyatının bu iki
mektebi uzun zamandahberi hâkim olan hellenîzme karşı doğulu bir aşağı sınıfda
teşkilâtlanan mukabil bir kültürel taarruzun din harici bir hizmetinin emrine
geçtiler. Bunlar, Hristiyanhğın kültürel istismarının iki su götürmez
misâlidir. Yahudiliğin Macchaee'ierce, Mecusîliğin Sasânîlerce,, Isiâmiyetin
Emevî halîfelerince istismarında siyasî olduğu kadar bir de kültürel veçhe
vardır. Zirâ, Selûkî hükümdarlığı ve Roma İmparatorluğu ile yaptıkları askerî
mücadelelerinde bu GüneyDoğu Asya siyasî güçleri, RomaYunan medeniyetine karşı
da bir harp yürütüyorlardı. RomaYunan medeniyeti ile Hint medeniyeti çırasında
müşabih mücadelede Mahâyâna'nın Bengal'deki Tantrîk (8)şeklî (bu şekil daima
Tibet'te mevcuttur) GüneyBaü Asya ve Mısır'da Nestorilik ve Monofizitlik
tarafından ifâ edilen rolü aynen oynadı. Bu esnada Hinduizm de orada
Isiâmiyetin sonradan ele geçirdiği mevkiyi işgâ! ediyordu. İslâm ve Hindu
medeniyetleri arasındaki düelloda, üstün dinlerin kitabını, herkesin
anlayabileceği tâbiratlarla bütün insanlara tebliğ ederek Hindularla Müslümanlar
arasındaki bölünmeyi aşmak gâyesiyle kurulmuş olan Sikhizm yıkılıp harap oldukça gitgide daha müşamahasız
bir hâl alan Moğol imparatorluğu’nun tahrîkleri altında şekil değiştirerek,
İslâmın faaliyetine karşı koymayı hedef edinen mücadeleci bir Hindu
aksülâmelihin eline âlet oldu.
·
119 — Üstün dinlerin,
gayelerine zıt olarak dünyevî maksatlar için bu şekilde istismar edilmeleri
muzâaf şekilde felâketâmiz olmuştur. Dünyevî gayelere bir kere itaat etmiş
bulunan üstün dinler, bütün insanlara yeni bîr kitap tebliğ etmekten ibaret
hakikî hizmetlerinden saptırıldılar. Bu yeni kitapda Allah, aşk olarak ve
ızdırap ise
·
(8) Hinduizm'in
Tantra kitaplarından mülhem şekli. (Ç.N.)
Aşkın
çağrısına icabetin fi at ve fırsatı olarak bildirilmiştir. Hinduizm ve
İslâmiyetin daha tarihlerinin ilk sayfalarında dinî hizmetlerinden dünyevî
işlere çevrilmeleri, bu kiliselerin şimdiye kadar en azından Batı'nın Hristiyan
bir muhitinde yetişen bir tarihçinin nazarında yeni kitabın niçin Hristiyanlık
veya Budizm'den daha az ikna edici tefsircileri durumunda gözüktüklerini izâh
eder Diğer taraftan üstün dinler, kendilerine tehakküm etmiş bulunan dünyevî
müesseseler! sadece yeni kitabın ilham edebileceği bir sofuluğu Onlara telkin
ederek kuvvetli bir şekilde müteessir etti. İşte bu netice de insanlık için
menhûs olmuştur. Sofuluk hakikî gâyesi olan dînî hedefe doğru yöneldiği vakit
azizliğe kadar yükselebilir. Fakat dünyevî dâvaların hizmetinde etek öptüğü
vakit şeytanî bir vahşete kadar tedennî edebilir. İnsahperestlik,. kendisine
itaat eden üstün bir dinle takviye edilmediği vakit mahdut bir mukâbele uyandırabilir.
Hattâ en az müstekreh olan suretiyle takdim edilmiş olsa bile. Tanrıça Roma ve
Tanrı Caesar perestlikleri yüz üstü düşmekle bunu isbat ettiler. Fakat, bu
kitabın ikinci bölümünde de göstereceğimiz gibi, Insanperestlik, yeni kitabın
şiddetii ruhundan gelen fâsık bir ilhamla müteharrik olduğu vakit çok daha
korkunçtur.
Dünyevî
gayelere yöneltilmeleri sebebiyle üstün dinlerin muvaffakiyetsizlikleri
günümüze kadar, kısa târihlerinde sıkça tekrar eden bir trajede de olmuş olsa
mukavemet hareketleri hiç eksik olmamıştır. Bunların şimdiye kadar en
ehemmiyetlisi, belki de Batı Ortaçağ Hristiyanhğmda Papalıkın nezaretinde bir
cemâat teşkil etme teşebbüsüdür. Bu cemâatte üstün dinlerden birisini teşahhus
ettiren bir kilise, sadece itaat etmeye değil, fa
kat
bir medeniyetin bütün bir heyeti içtîmâiyesini ve hattâ bu cemiyetin dahilinde
işlemekte bulunduğu siyasî heyetleri bizzat itaat ettirmek zorundadır. İptidaî
Batı Ortaçağında, cemiyetin lâik unsurlarının fevkâlâde düşük medenî seviyesi
müvacehesinde şartlar, bu kiliseyi müteallik tecrübenin son derece lehine idi.
Roma İmparatorluğu'nun muakkipleri olan Kuzey Avrupa’nın barbar devletleri,
aynı imparatorluğun Arap muakkıplanndan ve kezâ Çin im paratorluğu'nun
muakkıpları olan Avrupa Asya
göçebelerinden daha nâehil idiler. Bilâhare vukûa gelen, Roma imparatorluğunu
tekrar ihya teşebbüsü, Batı Hıristiyanlığında tam bir hezimete uğrarken Doğu
Ortodoks Hristiyanlığında aynı teşebbüs muvaffak olmuştu. Kezâ Çin imparatorluğu’nuh
ihyâsı için yapılan teşebbüs de Uzak Do ğu'da muvaffak olmuştu. Böylece,
Hristİyan kilisesi, Ortaçağın hidâyetinde kendi İçtimaî muhitine tesir etmek
için Batıda müsait müstesna bir şansa sahip oldu. Ve Papa VII. Gregoire ve İli.
Innocent'in idealist ve muhteris siyasetleriyle fırsatı değerlendirmek istedi.
Bu Hristiyan cumhuriyetinin (Rupublıca Chistiana), kilise siyasetçilerinin
beşerî kifayetsizlikleri sebebiyle uğradığı başarısızlık, Batf Cemiyetinin
günümüze kadar mâruz kaldığı en trajik felâketidir.
·
120 —■ Bu, birçok vaatlerle
dolu olan Batıda bir Hristiyan cemâati teşkil etme teşebbüsünün acı iflâsını
Yeni çağın sonunda Batı Hristiyanlığmdan vesenî olan mahallî devletleri
perestiş etme teâmülünüh yeni bir uyanışı tâkîp etti ki bu perestiş, putperest
Roma Yunan cemiyetinin,. yıkılmazdan
önce, başta gelen dini idi. Bununla beraber Batı Hristiyan kilisesi, İnsan
perestiiğin yeniden doğan bu şeklinin emrinde köleleşme, mukavemet etmeksizin
göz yummadı. Roma Katolik kilisesi Batılı şu veya bu herhangi bir mahallî küçük
devletin bir bakanlığı haline gelmeye hiç bir zaman rıza göstermedi. Hatta o,
bilkuvve olarak bu tâbi duruma düştüğü vakit, resmen tesis edilmiş oima
imtiyâzını satın alma fiatı olarak bir proteston kilisesinin böyle bir köleliği
kabullendiği devletlerde, mahkûmiyeti kaba etmeyen hür proteston kiliseleri
fışkırdı.
·
121 — Devlete tâbi olmayan
hür kiliseler Rusya'da bile doğdu. Bu, Rusya'da putlaştırılan cihânşümûl bir
devletin yeniden zuhuruna Ortodoks kilisesinin göz yummasına karşı bir protesto
mânâsı taşıyordu. Hattâ, bu Roma imparatorluğunun {XIV, asırdaki) bir Moskova
temsilcisinin XVIII. asırda batı tarzında bîr «münevver mutlakıyet» in ithâli
ile takviye edilmesinden önce idi. Kezâ mücadeleci müfrit taraftarlar olan
Donatisteler de Roma imparatorluk hükümetinin IV. asırda iptidâi Hristiyan
kilisesini zaptetmesine mukavemet etmişlerdi. Haricî (9) mücadeleciler de aynı
şekilde Emevîler tarafından İslâmiyetin siyasî gayeler için istismâr
edilmesine, aynen Medine'de bulunp şiddetli olmayan (fakat en az onlar kadar
musir bulunan) fukahâyı İslâmla aynı paralelde mukavemet ettiler.
Küllenmiş
olarak mahfî yatmakta olan bu dinî mukâmet hareketleri, (İlâhî) Kelâm’ın, asrın
endişesi veya diğer şeylerin hırsıyla gölgelenmesi üstün dinlerin sonunun
gelmiş olduğunu göstermeyeceğinin alâmetleridir. Tohu mun hasad vermesine engel
olan dikenler mâniasına rağmen tohum berhayat olacaktır. «O, tüten fitili
söndürmeyecektir» (10).
·
(9)
Harici kelimesi tıpkı pharis6e kelimesi gibi sıratımüstâkimdekî cemaatten
ayrılan kimseye deftir.
·
(10)
İsa’ya, XLII, 3, Matta XII, 20.
9
□
ÜSTÜN DİNLERLE FELSEFE SİSTEMLERİNİN
KARŞILAŞMALARI
(1)
«Ve
taşsyıcı bir bar.d üzerine bâzı döneler düştü ve oradan bir fabrikaya taşınarak
bir kısım muamelelerle soğutulup, isterilize edildiler.»
112
— Üstün dinlerin felsefe sistemleriyle karşılaşmaları sırasında yeni kitabın
üzerine çöken zorlukları «Tohum saçan kimse istiâresi'nin teşbihlerle dolu
üslûbu içerisinde tasvir etmek için devri Yunanı sonrasına ait bir tarihçi
irticalen bir âyet uydurup, Kitâbı Mukaddes’e dercetmiş olmalıdır. Zira bu
istiâreyi telâkki eden şair, onun milâdî I. asırda, Yunanlılaşmış bir dünyada
yazmış olmasına rağmen bu muvaffakiketsizlik sebebini önceden görememiştir.
Nitekim İncillerin Yunanca olarak intişâr ettiği devirde istiarede, bu uydurma
âyetin herhangi bir mukabiline rastlanmaması oldukça mûcibi hayrettir. Bu
sırada, Saint Paul, mektuplarını kendilerinin ve gayrn Yahûdî olan
muhtedîlerinin ana lisanı bulunan bu dilde tahrir ettirmişti. Ahdi Cedîd
Yunanca olarak neşredilip, Yunan dilini konuşanlar arasında tesirini icrâ eder
etmez bu mukaddes Kitapların, felsefî terbiye almış hâkim azınlığın ve Roma Yunan ammesinin dikkatini çekmiş olmaları
muhakkaktı. Yine şurası da muhakkak ki bu uyarılan dikkat, bu kitaplarda
kendilerini anlaşılır kılmalarını ve meşbu bulundukları felsefî tâbirâtlar
çevresinde muknî olmalarını talep etmiştir. Gerçekten yabancı bir âmme
tarafından Kilise Ocağına yapılan bu meydan okuyuş daha ifâ
(1)
Yazar bu bölümü nmevzuunu daha geniş olarak A. Study of History nâm eserinde
incelemiştir. Bkz. VII, 465568. de
edilmezden önce Hristiyan Incil’in Yunan kültürüne mensup vaizleri tarafından
yandan fazlasına cevap verilmiş olması tabiî değil midir? Çünkü onlar bu İncili
kendiliklerinden ve şuurları taallûk etmeksizin Yunan felsefesi tâbirâtı
çerçevesinde şerh ve izah ediyorlardı. Zaten Yunanca, onların atalarından
tevarüs eden ana dilleriydi. Nitekim İncillerin sonuncusunun zuhurundan hemen
hemen elli yıldan fazla bir zaman sonra ve îman esaslarının kaleme alınışından
da yüz elli seneden fazla bir zaman önce Hrİstiyanlık, Antoninler asrında
yazan, Hristiyan müdafiîleri tarafından putperest bir kitleye yarı felsefî
tâbiratla takdim edilmişti.
·
123 Önce Hristiyanlık
Kitabının arkasından İslâm Kitabı'nm Yunan felsefesi lisanına tercümesi
sakınılmaz bir zaruretti. Hristiyanlık ve İslâmiyet Yunanlıiaşmış bir dünyada
zuhur, ettiler. Burada onların Roma İmparatorluk hükümeti ve Yunan felsefesi
ile bir karşılaşmadan sakınabilmeleri imkânsızdı. Daha önce de gördük ki Hristiyanlık,
Roma hükümetiyle olan karşılaşmasından, yasaklanıp zulme tabî tutulduğu
müddetçe mühim bir başarı elde etti. Fakat Roma imparatorluğu ve muakkipleri
tarafından mâhîrâne bir şekilde kilise kendilerine bir müttefik yapıldıktan
sonra onlara kafa tuttuğu zaman açık bir surette mağiûb edildi. Hristiyan
kilisesinin Yunan felsefesi ile karşılaşma tarihi de aynı planı, tâkip eder.
Roma Yunan cemiyetinin felsefî terbiye
almış orta ve yüksek sınıfları tarafından Hristiyanlık meçhul kalıp istihzâ
edildiği müddetçe bu sınıfların temsilcileri ile olan münasebetleri kendisine
ne o kadar fikrî bir müşkülata ne de fazla bir can sıkıntısına sebebiyet verdi.
Ne zaman kî felsefî kültüre mensub bu sınıf, çerçevesinde bir İzahına kavuşmak
arzusuyla yeterli bir ciddiyet ve sempati ile onu tedkik ettiği zaman
Hristiyanlığın fikrî sahadaki ızdırapları başlamış oldu.
Kilise,
idareci sınfla fikrî bir yaklaşmaya götürecek imkânlar! geri ilemezdi, keza
imparatorluk hükümeti ile olacak siyasî bir yaklaşma fırsatını da reddedemezdi.
Burada sebep aynıdır: Kilisenin vazifesi getirdiği nuru kilenin altına koymak
değil (2), bütün dünyaya hidâyet götürmekti. Kilise, önüne çıkabilecek bütün
ihtîdâ fırsatlarını, kendi aleyhine olarak yakalamak zorundadır. Bilhassa
meslekten feylesof olan kimselerin ihtidası ise hususî gayretlere vabestedir.
Zira onlar, bütün Roma Yunan cemiyeti içinde
iknası en zor olan unsurlar idiler. Feylesoflar, Roma imparatorluğu nüfusunun
büyük ekseriyetini teşkil eden putperetslerin tam tersine, kilisenin âlayiş
arabasının peşine takılıvermeyecek kadar gururlu kimselerdi. Sırf, İmparator I.
Constantin'in Hristîyanlığa ihtîdâ etmiş, İmparator i. Theodose'un da
putperestliği yasaklanmış olması onların Hristiyanîığa geçmeleri için yeterli
bir sebep olamazdı. Feylesofların ideali fikrî ve ahlâkî istiklâl idi. Onlar
hem ahlâkiyat hem de fikriyat sahasında hususî bir sistem kurmuşlardı. O, bu
sistem içerisinde yaşayabileceklerine de inanıyorlardı. Eğer Hristiyanlık
İskenderiye ve Atina Üniversitelerinin profesörlerini veya Roma’daki idareciler
Aristokrasisinin ileri gelenlerini ihtida ettirmek şansına sahip olmak istiyorsa,
kilise İncili, feylesofların tâbirâtına tercüme etmek suretiyle onların
fikriyat sahasına girmeye kendini hazırlamak zorunda idi.
·
124 — Eğer bu uzlaşması zor
olan profesör ve aristokrat zümreleri,. Yunan felsefesine uygun düşünce
tarzının yegâne temsilcileri bulunsalardı, kilise bu zümreyi tanımamış olmakta
kendini belki mazur addedebilirdi. Gerçekte bu rûh hâleti çok yaygın ve çok
umumî idi. Ona; Yunanî bir terbiye almış olduğu iddiasında bulunan
her
tz)
Matta: V, 15; Markos, IV, 21; Luka, XI, 33.
Reste
belli bir ölçüde Taslanıyordu. O, keza daha önce de işaret ettiğimiz gibi o,
Yunanî terbiyede yetişen Hristiyan mühtedîleri nezdinde de berhayat idi.
Hristiyan İncilini belli bir hadde kadar Yunan felsefesi tâbirâtıyla ifade
etmeden, Yunan nesriyle kaleme almak çok zor bir işti. Böylece Hakikat
konusundaki Hristiyan görüşü,, gayrı şuurî ve gayri iradî olarak yavaş yavaş
öyle bir dile aktarılıyordu kİ bu dil, gitgide Yunanîleşiyor ve gitgide tamamen
felsefe mesleğinin lisanı oluyordu. Bu felsefileşme, Hıristiyanlığa ihtidâ
vetiresinin (processus) İçtimaî merâtibde (alttan üste doğru) yükseldiği
nisbette tedricen kesafet kazanıyordu.
Bu
durum, Hristiyan kilisesinin, Roma imparatorluk hükümetinin önce resmî dini,
bilâhare de Roma imparatorluğu dahilinde hakkı hayat tanınan yegâne din
olduktan sonra, en sonunda İncilini iradî ve sistematik bir tarzda tamamen
Yunan felsefesi tâbirâtına bu hâdiseden bir ilahiyat telhis ederek tercüme
edişinin sebebini açıklar. Yine bu durum, Arap Hilâfetinin, Roma imparatorluğunun,
imparatorluğun kısmen Yunanlılaşmış olan doğu vilâyetlerindeki muakkibi
durumuna geçtikten sonra aynı şekilde İsîâmiyetin kendi Kitabım aynı Yunan
fikriyat lisanına niçin tercüme etmiş olduğunu izâh eder. Mahâyâna’nın ve
Budizm sonrası bir Hinduizm’in Hint felsefesi ile hususiyet hinâyanlı budist
mektebi ile münasebetleri tarihinde hâdiseler, Hristiyanlık ve İsîâmiyetin
Yunan felsefesi ile olan münasebetleri tarihinde cereyan eden şeklinin tam
tersine bir istikâmette gelişmiştir. Mahâyâna ve budizm sonrası Hinduizm,
felsefe dairesinin dışında yetişip, bilâhare onunla çarpışıp, en sonunda da
onunla uzlaşmaya varmış olmak şöyle dursun bizzat felsefenin sînesinde neşvü
nemâ buldular ve müteâkiben de Hayat meselesinin feylesoflar tarafından incelenmesine
göre iki ayrı üstün dini ortaya çıkardılar ki bu dinler köklerini Beşer
Tabiatının akiî sathından şuur altı derinliklerine kadar uzatıyorlardı.
Felsefeden dîne olan istihalelerinde, Budizm ve Hinduizm, arkalarında Hint
felsefesi bulutlarını sürüklüyorlardı. Fakat bir felsefenin üstün dinler
halinde şekil değiştirme vetiresi (processus) bu engellerden hâsıl olan
budaizme mensup dinleri, mudil ve muzic olan aklî engellerden tahlis etmişe
benziyor. Hristiyanhk ve İslâmiyet, bir felsefenin lisanına bu iki Musevî üstün
dinin geçişte takip ettiği zıt vetireye maruz kaldıktan sonra bu serbestiye
kavuşamamışlardır.
·
125 — Hristiyanlık ve
İslâmiyet Kitaplarının Yunan felsefesinin tâbırâtı çerçevesinde ifâde edilmesi
meş'ûm neticeler hâsıl etmiştir. Zira bu ifâde, Beşer Ruhû'nun oldukça nâkıs
bir derecede mütekârib bulunan kabiliyetleriyle bir vahdet halinde temerküz
edemiyecek olan Hakikatin iki yüzünü tefrik etmeyi bitmemiştir. Beşerî ruhda
iki tane uzuv var: Şuurlu bir, irâde sathı ve teheyyücî bir şuuraltı uçurumu.
Bu iki uzuvdan her birinin, însan'ın dahili rüyetine Hakikati maskeleyen
karanlıklı cam müvâcehesinde kendine has ayrı bir görüş ve tahkik tarzı vardır.
Bu karanlık cam, Hakikati gizleyerek onu çok mübhem bir şekilde ilhâm
ettiğinden binnetîce her bir nâkız müşâhede tarzı kendi rüyetinî meşrû bir
şekilde «Hakikat» diye tavsif eder. Fakat, gizli tek bir Hakikatin görülebilen
bu iki veçhesinin evsâfı, bu «kırılmış nurları» olan beşer rûhunun iki uzvunun
tabiatı kadar farklıdırlar. Tecrübemizin katiyyetine aykırı olarak, Hakikatin
bu iki veçhesinin de birbirinin aynı olduğunu kabul edecek ve bu iki
İstikâmetten birinde gerçek olan herhangi bir şeyin binnetîce. diğerinde de sadece
Hakikat'm her iki veçhesi de meşru bir tarzda aynı isimle etiketlendiği için
doğru olması gerektiğini kabul edecek olursak, Hakikat'm zihnî rüyetimize
kendisini cırzettiği iki veçheden edindiğimiz tasarrufu kaybetmek teh likesiyle
başbaşa kalırız.
«Hakikat»,
Zekâ ve şuuraltı Ruh'un birlikte sahip oldukları ve farklı mülâhazalarla ferdî
olarak kullandıkları tek isim değildir. Hakikat'ın veçhelerinden bîrini diğeri
ile iltibas mümkünse bu, onların sadece bir kelimede değil, bütün
lûgatçeierinde müşterek olmalarından ötürüdür. Onlar bunu paylaşmak
zorundadırlar. Zira şimdiye kadar insanı nâtîk'm (Homo Sapiens) bu iki kullanış
ve mümkün her çeşit maksatlar için kendini teçhiz edebildiği yegâne lûgatçedir
(3). Halkın günlük meselesinde aynı lügatçenin bu çifte kullanılışı, mânânın
iki ayrı cinsi arasında iltibasa sebep olmaz. Muhtevâya göre aynı kelimeyi,
aynı tâbiri, aynı cümleyi, aynı hikâyeyi,, ya şuuraltı rûhu istikâmetinde ya da
zekâ istikâmetinde alırız, hiç bir zaman da ne birini diğeriyle iitibâs ederiz
ne de bilerek bunları birbirlerine benzetiriz.
·
(3) Bütün
ihtiyaçları için insanın kullanabileceği yegâne lügatçe, kelimelerden daha eski
olan müziği ve musikîden daha eski olan tahassüsü de ihtivâ eder,
«Teheyyüçler,
tecrübenin üzerinde koştuğu pisttir. Cinsî tahassüs dinî hissiyâtın katettiği
aynı patikalardan bir kısmını kateder; her ikisi de kendilerini korku, hiddet
.hayranlık, neşe, sessizlik ve sözle ifade ederler; Bu, onlar aynı yolları
kullandıkları için birbirinin aynıdır demek değildir. Bir kadının bir erkek
üzerindeki iktidârı, Allah'ınkinin aynı değildir, fakat teheyyücî cevâplarından
bir çoğu aynıdırlar. Bunun sebebi kısaca şudur ki: Bir adam biri Allah diğeri
de kadın için olmak üzere ne İki ayrı çeşit gözyaşı ne de iki ayrı çeşit
gülmekle mücehhezdir. Mukaddes musikî ve cismânî musikî aynı notaları kullanırlar
fakat neticeleri farklıdır.» Rattenbury, G.E., VVesley’s Legacy to the Worfd
(Londres, 1928, Epvvorth Press), s. 72.
·
126
— Meselâ bu günün gazetesinde münteşir Filistinde cereyan eden bir savaşla
ilgili bir haberle Paradise Löst (4), da anlatılan göklerdeki bir savaşın
tasvirini aynı tarzda anlamayız. Eğer birisi çıkıp da bu hikâyelerden birisinin
«hakikata ters düştüğünü» çünkü diğerini telâkkî etttiğimiz aynı ruhî haletiyle
kavrayamadığımızı söylemeye kaiksaysı şöyle sevap verebilirdik: «Ne! yazar ona
bu öteki mânâyı verme niyetini aslâ taşımadı, öyleyse, o, bu kelimeleri kendine
has mânâsında kullandığı zaman onun hakikatten uzaklaştığını nasıl
söyleyebilirsiniz?» Bununla beraber, Hakikat’m iki nevinden birisini diğerine
tercüme etme teşebbüsleri olmuştur. Meselâ, barbar muhâriplerin iğrenç tutumu
üzerine Zekâ tarafından yapılan kuru zabıtnâme şuuraltı tarafından süprülüp
yine onun tarafından kahramanlık şiirleri şeklinde ifâde edilmiştir. Tersine
kahramanlık şiirleri zekâ tarafından tahlil edilip, nesri târih halinde ifade
edilmiştir. Hristiyan İncili'nin Hristiyanlann âmentüsü olarak billûrlaşması ki
bu âmentüde kelimeler Yunan felsefesinin kendilerine izâfe ettiği mânâda
kullanılmışlardır Şuuraltı Ruhuna ait Hakikatin Rûh'a ait hakikatin lisanına
tercüme denemesinin bir diğer misâlidir.
·
127
— Bütün bu tercümelerde, ister şuuraltı gerçek'in Rûh Gerçek'ine veya Rûh
Gerçek'inin şuuraltı Gerçek'ine tercümesi olsun, asıl, tahınamıyacak bir hâl
alma derecesine kadar tahrif olmaya kâbiidir. Ve keza asıl, istihâle
vetiresinde de gayrı tabiî bir hâl almaya kabildir. Çünkü o, sanki kelimenin
diğer mânâsında ki bu mânâyı aslî mânâ
·
(4) Mİlton'un
«Kaybolan Cennet» kitabı. kasdeder Gerçekmiş gibi
almır (5). Şuuraltı Rûh tarafından kavranan gerçek, tabiî* ifâdesini şiirde
bulur. Zekâ tarafından anlaşılan gerçek, kendi tabiî ifâdesini ilimde bulur.
Daha önce de işâret ettiğimiz gibi şiir ve ilim aynı lûgatçeyi kullanmak
zorundadır. Zîrâ insan tek iûgatçeye mâliktir. Ve bu onun bütün ihtiyaçlarına
cevap vermek zorundadır.
Kelimeler
bozulur, çatlar, ve bazen ezilir, yük altsnda (5).
Fakat
İlmî ve şi’rî muhtevalarda
birbirinin aynı olan kelimelerin birbirinin aynı olan mânâlar taşıyacağını farzetmek
bizzat şiirle ilim arasındaki farka kör olmak demektir.
·
(5)
Ortaçağ Batısının Aşk istiâresinde merhalelerle husûle gelen istihaleyi
görebiliriz. Bunun ilk merhalesi XII. asrın «bir rûh oyunusdur ki «Conciliumin
Monte Romarici» adını ahr.
«Bütün
şiir Ovide'in ve Aşk dinin tesirini gösterir, fakat o, «Ovide'in fena
tercümesinin» bîr misâli değildir. Aşk tanrısı perestişi, Ovide’in Sevmek
Sanatı’nda gülmek içinbir din olmuştur. Fransız şâir, bu aşkî din telâkkisini
ondakî saygısızlığı mükemmel bir şekilde idrâk ederek tekrar ele ahr ve
tanıdığı yegâne dinin Ortaçağ Hristiyanhğı' Lisanında şakayı son derece
işlemeye koyulur. Aşk dini daima gerçek dinin bir yanstlması {*) şeklinde
başlar. Bu durum onun az bir müddet sonra yansılamadan daha ciddî bir şey
olmayacağını ifade etmez... Vita Nuova’nın «korkunç çehreii efendisi» ile
Concile de Remiremont'un âşıklar tanrısı arasındaki mesafe bu geleneğin
karmaşıklığı ve genişliği hakkında bir misâl verir.» Lewİs, O.S., The Allegory of Love: A. Study in
Medieval Tradition (Oxford 1936, Clarendon Press), s. 202'1. Bkz. pasajın
bütünü, s. 18 23 ve 5 8.
(*’
Yansılamak: Tehzîl ve alay gayesiyle taklid etmek. Fransızca «parodie»nin
karşılığı olarak kullanıldı. (Ç.N.)
·
(6)
Eliot, T.S., Four Ouartets, «Burnt Norton», V.
Şiir,
şuuraltından fışkıran hadsî nüfuzun, ferdî pırıltıları iie dünyaya gelir. Bir
pırıltı, ışığın kesâfeti nisbetinde bir diğer pırıltıya nazaran değişik olur,
fakat birbirini takip eden pırıltılar arasında Zaman münâsebeti yoktur. Eğer
biz farklı zamanlara ait İki şiiri yanyana koyacak olsak onlar arasında dehâ
açısından bir farka karşı hassâs olabiliriz; fakat biz şiirlerin birincisinin
mi, sonuncusunun mu en büyük edebî eser intibaını vereceğini hemen
söyleyemeyiz. Gerçekten onlar arasında zaman münâsebeti muteber değildir ve
mukayese gâyeleri güdüldükçe neticesizdir; zirâ daha yeni bir şiir, kendisiyle
mçnsûh bulunacağı veya kendisinin nâsihi olasağı veya tashih edeceği veya
onunla tashih olacağı veya zenginleştireceği veya onun tarafından zenginleceği
daha eski bir şiirle münasebete konamaz. Şiir dünyasında mukayese, iştirâka
götürmez. Bir şiirle diğer biri arasındaki bu karşılıklı istiklâl
münasebetlerinin izâhı her şiirle müşterek bir kaynaktan ayrı olarak
fışkırdığını ve kezâ bütün şiirlerin bu müşterek kaynağının da zamansız
olduğunu gösterir. Her şiir, bir kuyudan alınan bir kova dolusu su gibidir ki
bu kuyuda su «dün, bugün ve ebede kadar aynıdır.» (7). Şiirine beyan ettiği
şuuraltı seviyesinde Beşer Tabiatı her zaman ve her yerde aynı gibi gözüküyor;
ibtidâî insanda aynı, Medenî insanda aynı, Medeniyet mecrasına giren muhtelif
cemiyetlerde aynı, şuurlu ve irâdî şahsiyetleri altında muhtelif fertlerde
aynı.
·
128 — Buna karşılık, Zekâ,
Kâinat anlayışını zaman geçtikçe tedricen olgunlaştırır, kemâle götürür. İlim
ise Kâinatın bu mütemâdiyen değişen görüntüsünün rûhun şuurlu sathına terâkümî
(cumulatif) bir çıkarılışıdır. Böylece şiirin zıddına olarak ilim için,
hâdiselerin birbirini ta
·
(7) İbrânîlere
Mektup, XIII, 8. kib eden münâsebetleri arasında bir zaman münâsebeti
mevcuttur. Son mülâhazalarımızla daha evvelki izahlarımız arasında yapılacak
bir mukayese bizi bir terkibe götürür ki bu terkip içerisinde, münâsebetler,
bir an için mantıkî bir tek «bütün» halinde kaynaşmcaya kadar birbirlerini
tashih ederler. Ulaşılan bu terkib de yeni kavrayışların ışığı altında
kendisini tekrar tanzim ve tertip edecektir. İşte böylece Zekâ tarafından
görülen Kâinatın ilmî tablosu, mütemdî olarak değişir. Zira, hiç durmadan
büyür. Haritanın her bir durumu, her yerde, her bir hususî anda ancak muvakkat
olacaktır, zira her an, her yerde yeni bir işaret tablosunun büiün veçhesini
değiştirebilir. Meselâ; bizim sağılımızda izâfiyet prensibinin, Atom yapısının
ve beşer rûrundaki şuuraltı uçurumunun keşfi ile o, istihâle ettirdi. İlmî
gerçeğin hususî veya umumî her bir ortaya konuşu daima kararsız ve muvakattır.
İlmî gerçekle, şi’rî gerçek arasındaki karakter farkı şöyle özetlenebilir:
Şi'rî gerçek mutlaktır, zira o, zaman buudunda sâbittir. İlmî gerçek ise
izâfîdir. Zira, o, Zaman buudunda terâkümîdir.
·
129 —■ Gerçek'e her bir
yaklaşma tarzında, onun ya muayyen bir vasfının, ya hususî bîr veçhesinin
manzarası ya da tamamının bir görünüşü elde edilir. Şuuraltı ruhun şi'rî
seviyesinde ihatalı görüş Peygamberliktir (8), Zekânın İlmî seviyesinde ise
Metafiziktir. İlimle şiir arasında mevcut fark üzerine yaptığımız tahlil doğru
ise ondan hâsıl olacak netice şudur: Peygamberi görüşün, şi'rî
·
(8) «Prophetie»
(Peygamberlik) kelimenin aslî ve hakikî mânâsında istikbâle ait kehânette
bulunmak değil, zekânın ulaşma imkânının dışında kalan bir sırrın
vahyediimesidir. Prophetie (Peygamberlik)'in lügâvî mânâsı gizli bir menbâdan
Gerçek'in çıkarılmasıdır ki, o menbadan Gerçek aklî ameliyelerle elde edilemez.
gerçekten
umumî bir manzara takdim etme teşebbüsü metafiziğin İlmî gerçekten umumî bir
perepektif sunma gayretinden daha çok kabili tatbiktir, gerçeğe yaklaşmada
takip edilen bu İki tarzın tabiatı da bunu âmirdir. Şurası muhakkak ki, en
parlak peygamberi ifâde bile şi'rî gerçeği tamamiyeti içresinde ifadeden son
derece uzak kalacaktır. «Zira benim düşüncelerim sizin düşünceleriniz değil,
sizin yollarınız benim yollarım değildir» buyurmaktadır Rabb. «Zira, gökler
nasıl yerden yüksekse yollarım sizin yollarınızdan, düşüncelerim sizin
düşüncelerinizden öyle yüksektir (9)». Bununla beraber, peygamberi bir ifade,
kendi imkânları çerçevesinde mutlak şi'rî gerçeğin bir ifadesi olabilir. Ve bu,
kendi kendini destekleyen, tenevvür derecesiyle kendinden farklı bulunan diğer
zaman ve mekânlarda söylenmiş başka ifadelerle kıyaslandığı vakit ne neshe, ne
zamma ne de tarha müstaîd bulunmayan yekta değerde bir ifade olacaktır. Aksine,
Metafizik tarafından yapılan İlmî gerçeğin tüm bir perspektifini sunma denemesi
hiç bir zaman ve mekânda, o andaki ilm’in umumî terakkisinin muvakkat ve geçici
bir tasvirinden ileri geçemez.
Metafizik’in
kapasite ve vazifesine müteallik bu mütevâzî görüş, Yunan felsefesi tarihinde
en tanınmış tatbikatçılarından bir kaçı tarafından benimsenmiştir. Meselâ,
Eflâtun’un bir metafizikçi ile bir peygamber arasında şahsî bir ahenk örneği
olduğu söylenebilir. O, ayrıca İlmî gerçekle şi'rî gerçek arasındaki tefrik
hususunda son derece şuur sahibi idi ve metafizik düşüncesinin belli hudutlara ki
bu hudutların ötesinde Mantık onu artık ilim planı üzerine götürmez ulaştığı
her seferinde o bilerek ve açıktan açığa Şiir planına geçer, Efsâneyi tercih
ederek man
·
(9) Tesniye,
İsa'ya, LV, 89.
tığı
terk ederdi. Efiâtuh'un bıraktığı mirasta onun metafizik ve ilmî «demode
olurken» sadece şiir ve peygamberi görüş bütün insanlığa bir tebliğ getirmiş
oldu. Epicure ve Zenon, metafiziklerini ahlâkiyatları tarafından talep edilen
muvakkat olan asgarî aklî iskelet olarak takdim ediyorlardı. Buda ise
Metafizikten bahsetmeyi kesin olarak reddetti. O nazariyata değil, ameliyata
ilgi gösteriyordu. Talebeleri kendilerini son derece mücbir ve sıkı amelî bir
programa tabî tutmuşlardı. Bu da onların çetin ahlâkî mücâhedelerinden
uzaklaştıracak aklî fırsat tanımamaya son derece ihtimam gösteriyordu.
Hinayanacı budizrn, Epikurizm ve Stoisizm'in bu çeşit görüş tarzını
benimseyerek açtıkları yolu Konfiçyus sonuna kadar takip etti.
·
130 — Bununla beraber
Konfiçyusculuk (daha önce de işaret ettiğimiz gibi) takip edilecek hattı
hareket konusunda açıktan açığa an'anevî İçtimaî kanunları benimseyerek mevcut
felsefeler arasında bir istisnâ teşkil etmişti. Felsefenin, Hint ve Yunan
mektepleri için ulaşılması gereken üstün hedefi, ferdin ahlâkî istiklâli idi.
Yunan feylesofları istiklâl mücâhedelerini davranış sahasında olduğu kadar
düşünce sahasında da sürdürüyorlardı. Ro ma Yunan halkının felsefî terbiye alan Münevveri,
metafiziğinde ilmî gerçeğin tam ve kesin bir tablosuna sahip olduğuna inanmayı
temenni ediyordu. Bu ise, ilmî gerçeğin tabiatıyla uyuşması imkânsız olan bir
talepti» çünkü daha önce de gördüğümüz gibi ilim terâkümîdir ve binnetîce izafi
ve muvakkattir. Esâsen felsefî terbiye alan Ro ma Yunan efkârı umumıyesi metafiziğin ilmî gerçek
için bir şeyler yapmasını talep ediyordu ki, eğer bu, herhangi bir dalda
gerçekleşebilirse sadece ve sadece şi'rî gerçek için gerçekleşmiş olabilirdi.
Ve bu da metafizikle değil, fakât sadece peygamber? görüşle mümkündü. Hristiyan
ve Müslümanları, Kitaplarını peygamberin şi'rî ifâde tarzından feylesofun İlmî
tarzına tercüme icbar eden şey, felsefe iliklerine işleyen bir zümrenin ki bu
zümre cemiyetin üst sınıflarından gelen HristîyanJık ve İslâmiyet
münfesihlerini muhtevidir mezkûr imkânsız talepleridir. Hristiyanlık ve
İslâmiyet tarafından vahyedilen şi'rî gerçeğin İlmî gerçeğe bu tercüme
teşebbüsü üstün dînlerin aslî vazifelerini ifasında menfî neticeler tevlid
etmiştir.
Üstün
dinlerde zuhûr eden peygamberi görüş, Hristiyanlık ve Mahâyâna'da muhetemeîen
daha üstün şekilde eğer isabetli görüyorsak, iki sezgiden ibarettir. Birincisi
ızdırapia ilgilidir, buna göre Izdırap, Aşkın gerekleri mucibince işlenecek
amelin fiatı olarak kabullenilmesi gereken bir şeydir ve esasen ızdırabın,
Aşkın ilhamlarına böylece uymak için bir fırsat olarak yakalanması
gerekmektedir. İkinci sezgi de izdırap karşısındaki bu tutumun kâbili tatbik
oluşuna dairdir. İdeâl olan şey, ulu bir varlık tarafından mevkii tatbike
konulmuştur. Bu şu demektir ki, aynı şekilde hareket etmeyi deneyen bir beşerî
varlık, kendi bencilliğinin tahrîkine karşı mücahede ederek Mutlak Hakikatin
yolunu takip edecektir.
·
131 — Bu sezginin mânâ ve
değeri, onların ebedî gerçeklere ve ebedî değerlere yaklaşma tarzlarında yer
ahr; Izdıraptan ibaret olan gerçek, Hayatın şartıdır ve binnetîce Hayat ve Izdırap
yekdlğerinden ayrılmazlar. Aşkın değer, Izdıraptan olan fiatına lâik olması
hasebiyle Izdırap, şahsî fedakârlık sonucu, aşkın dâvasına hizmete
celbedebilir. İtmi'nânın gerçeği ve değeri ve kezâ ızdıraba müteallik mezkûr
gerçek ve aşkın mezkûr değeri insanın kendisi için icad ettiği sun'î bir değer
ve muhayyel bir gerçek değildirler. Aksine aşkın müsbet amelleri ve üstün bir
Varlık’ça ifâ edilen kendini feda amelleriyle sahih olarak damgalanmışlardır.
Kezâ kendisini beşerî sürüsü için fedâ eden iyi çoban'ın ve beşerî sürüsünün
Onun için olan karşılıklı aşklarının değeri de böyiedir. Peygamber görüş
kendiliğinden bizzat kendisini tabiî aracısı (medyum) bulunan şiirde İfade
ettiği müddetçe biz dikkat ye gayretlerimizi bu nurlu v® kurtarıcı gerçekler üzerine,
bu görüşün ilham ettiği değerler üzerine teksif edebiliriz. Fakat bu sezgileri,
İlmî gerçek lisanına tercüme etmeye teşebbüs eder etmez birinci endişemiz
kendisini uygun ve muvafık meseleyle değil, adî ve mübtezel olan ve daima
cevapsız kalacak olan meseleyle ifade eder: «Bu izâhlar ki şimdi, ilim
hâdisesinin bazı müşâhede ve tesbitleri için yapılmaları gerekir Kâinatın şu
anda önünde masamın üzerinde bulundurduğum İlmî haritasının muvakkat tabına
tekâbül ediyor mu etmiyor mu?».
Şi'rî
gerçeğin lisanında ifade edilmiş bulunan Peygamberî Görüşü, İlmî gerçeğin
lisanında ifadesini bulan metafizik bir diyagramla tercüme teşebbüsü iki meşum
neticeye götürür. O, dikkatimizi Peygamberî Görüş’ün Şi'rî gerçeğinde aslî ve
zatî olandan, onun İlmî gerçekle münasebeti gibi cevheri itibâriyle çözümü gayri
kâbil mübtezel bir suale çevirmeye bizi zorlar ve zamanla mukayyet bulunmayan
bir sezginin yerine muvakkat bir tutanak ikâme eder. Hattâ, mânâ ve değerinden
tevrüd etme pahasına şi’rî gerçeği İlmî gerçeğe tercüme etmeye muvaffak bile
olsaydık, İlmî formülümüz, daha kaleme alınmadan değerini kaybetmiş olacaktı.
Hristiyanlık
ve İslâmiyet’i Yunan metafiziğinin lisanına tercüme gayretlerinin sonucu olarak
onların marûz kaldığı âkibet İşte budur. Akliyat sahasında vukûa gelen hu
«ameliyat» onları hayattan mahrum etmiştir. Hattâ Roma Yunan Dünyasının, Yunan
metafiziğinin hususî istıiâhları iie düşünen ahalisinin (felsefî terbiye almış)
küçük aztn
(Tarih
Şuuru — 12) lığı bile bu
işten zararlı çıkmıştır. Bu Yunanî ıstılâhlar( İlmî terakkinin günbegün Yunan
metafizik şemasında yer alan İlmî gerçeğin mahallî ve muvakkat ifadesinden
uzaklaştığı ölçüde gitgide büyüyen bir mania halini almıştır. Peygamberi bir
Görüşüm metafiziğin İlmî lisanına tercümesinin bu «ihtiyarlaşması» kaçınılmaz
bir hâl almıştı. Fakat bizzarûre gayri sahih olan bir tercümenin
«ihtiyarlaşması» aslı tahrif etmez. Çünkü, kötü tercüme edilmiş Kitap, kendi
aslî şi’rî içerisinde muvakkat olmayan bir gerçek nevidir.
·
132
— Bu mülâhaza eğer isabetli ve doğru ise Hristiyan ve İslâmî rûh Yunan
metafizik lisanına tercümesiyle işlenen hâtâ ile müstakbel nesillerin yolu
üzerine yerleştirilmiş olan bu mania, kaçınılmazı imkânsız bir şey değildi. O,
sadece tarihî bîr olay sonucu orada mevcuttur. Bu olay, milâdî ilk dört beş
asır esnasında Hristiyan kilisesini, felsefî terbiyede yetişen Yunanlı bir
muhâtap kitleye, onların kendilerine ait metafizik lisanla konuşmayı denemeye
icbâr etmiştir. XX. asır Batı ve batılalaşan dünyasında, şimdi müruru zamanla
hükmünü kaybeden bir mahallî bir ihtiyaca cevap vermek gayesiyle başka bir
devirde ve başka yerlerde yapılmış tercüme tarafımızdan şaşmaz bir akîde olarak
alınması için tarihin bu geçmiş safhası kâfî bir sebep değildir. Milâdî IV. ve
V. asır metafiziğinde ifade edilen bu ihtiyar tercümenin XX. asır Batı dünyası
metafiziğinde kaleme alman yeni bir tercüme ile değiştirilmesi tesirsiz bir
ilâç olacaktır. Zira bu daha yakın olan tabı da, Kâinatın İlmî haritasının
terâkümî tesisisinin devamı iie aynı şekilde hükmünü kaybedecektir.
·
133
— Hristiyan ve İslâmî Kitapları, üstlerindeki eskimiş ve yakışıksız Yunanlı
İlmî cübbesinden soymak, onlara tekrardan hükmünü kaybedip fânîleşecek Batı
kalıbına uygun yeni bir İlmî cübbe giydirmek iğvâsma direnmek ve onların, bu
muhtevânın tabiî mânâsı olan gayri İlmî, şi'rî mânâda ifade ettikleri gerçeği
almak: İşte eğer kendimizi bu malûmatla besler ve onların peşinden gitmeye
nefsimizi mecbur edebilirsek şu sualle boğazlaşmak için muhtemelen yolumuzu
aydınlattık demektir: Gerçek nedir? Fakat, şurası muhakkak ki suale henüz cevap
vermiş olmuyoruz. Dâima kendi kendimize sormak zorundayız: En eski devirlerde,
Hristiyan inançlarının Yunanlılaşmaya başlamasından önce Hristiyanlar hangi
mânâda Hz. Isâ’nın Allah’ın oğlu olduğuna, kendisini ölüler arasından çıkardığına
göğe çekildiğine inanıyorlardı? Bu inançları aslî Hristiyan mânâları bu mânâ
her ne olursa olsun dahilinde bugün bizim dünyamızda aynen muhafaza edebilir
miyiz? Eğer biz onları anlıyor ve farklı bir mânâda tutuyorsak, acaba iptidaî
Hristiyanların sahip olduğu kadar biz de onları tefsir ve izah hakkına sahip
değil miyiz veya sahip olmamalı mıyız? Eğer, şi’rî gerçek sahasına ait bir
inancın mânâsım iki anlama tarzı birbirlerinden farklı iseler, zarurî olarak bu
durumdan, şi’rî plânda mezkûr iki yoldan birinin gerçek olmadığı neticesi çıkar
mı? Bu sualleri kitabımızın ikinci bölümünde tekrar eie alacağız.
10
□
DİNÎ HÜESSESELETO PUTLAŞTSmiMASS
Bir
Kimse kırnJîîçjm sözünü dinler d® onu anlamazsa şeytan gelerek onun kalbine
ekileni alır gider. (Matta, Xîil, 10)
·
134 — Önceki iki bölümde
gördük kİ,, din, bîr başka nev’iden bir müessese ile karşılaştığı zaman, hakîkî
yolundan sapabilir, ve geride meşûm neticeler bırakır. Bununla beraber, harici
bir güç veya kuvvetle karşılaşmanın akabinde gerçekleştirilen hâtâh bir istikâmetin
değiştirilmesi, kendimizi «içimizdeki hâinin ihânetine (1)» terkettiğimiz zaman
mâruz kaldığımız bir ıslâh kadar müessif ve meş’um olamaz. Her canlı mahlûk
için bütün günâhların en beteri kendi kendini veya kendi eserini
putlaştırmaktır. Bu günâh hepsinin en büyüğüdür. Zira bu, bir mahlûkun Mutlak
hakikat olan Allah'a bağlılıktan ibaret gerçek durumuna karşı işleyebileceği en
büyük aklî ve ahlâkî isyandır. O, bununla diğer çeşit günâhların hepsine kapıyı
açmış olur. Üstün bir dinin mensupları, kendi dinî müesseselerini
putlaştırdıkları zaman bu büyük günâh onlarca işlenmiş olur. Bütün üstün dinler
ve bilhassa Musevî asıllı olanlar kendi imkânlarının yekta ve en son olduğuna
dair öyle hâkimâne bir dille iddiada bulundular ki kendilerine farklı düşen bir
fikri ve hattâ bu konuda her çeşit münakaşayı bile yasakladılar.
·
135 — Arkadan gelen
nesillerce 5.000 veya 6.000 yıl boyunca vesâikin kayıt ve muhafazası sayesinde
mümkün olan tâzîm ve taabbüd edilen az sayıdaki beşerî mahlûklar arasında en
çok devam eden ve en fazla yayılan şöhret, yüksek dinlerin ve felsefe
mekteplerinin kurucularınınki olmuştur. Onların arkadan gelen müntesibleri
arasında bu dinleri tek ve son sözü söyleyenler olarak son derece tebcîl etmeye
ve bu tebcîli de bir te'lih ile meşrûlaştırmaya büyük bir meyil gösterdiler.
Felsefe mekteplerini kuranların te'lihi bilhassa şâyânı dikkattir. Zira
felsefeler umumiyetle münevver, doymuş, akliyeci, tenkitçi bir rûha sahip,
hayalciliğin terketmiş İçtimaî muhitlerde teşekkül edip sistemleşmişim. Bu
muhitlerin ilk nazarda her çeşit aşırılık
tı)
Meredith, G., Moderne Love, XLIII.
lora
çok az müsaid ve hurafalara karşı da kapalı bulunmaları ümid edilir. Halbuki,
Sîddhartha Gautama (Buda) ve Epicure , talebeleri tarafından bilkuvve olarak
ilâhlaştırıldılar. Bu, belki de onlardan her birisinin tebliğlerini hitap
ettikleri halkın mizacı ile ahenk teşkil eden menfî tâbiratlarla ifade
ettikleri içindir. Epicure «kurtarıcı» olarak lakablandırıldı ve Lucröce
tarafından açıktan açığa «bir tanrı» olarak adlandırıldı (2). Gautama, «Buda»
diye adlandırıldı ki «Nura ermiş Varlık» demektir. Onun beşerüstü bir varlık
olduğuna dair hissedilen intiba, doğumu üzerine düzülen bir seri masallarda
ifade edildi. Bu masallara göre onun doğumu tekvîni (cosmigue
Jehemmiyette mûcizevî bir hâdisedir. Benzeri masallar, Eflâtun, Auguste ve dört
Incil'in ikisinde Hz. İsâ üzerine de söylenmiştir. Eğer felsefe kurucuları,,
talebelerinin hafıza potasında bu müteakip şekli değişmeye maruz kalırlarsa
aynı istihâlenin üstün dinlerin kurucularını da yakalamış olması şâyânı hayret
olmamalıdır. Zira, üstün dinler felsefelerin tersine daima, hâkim rûhî
atmosferi ilim ve metafiziğinki olmayıp Şiir ve Peygamberi Görüşün atmosferi
olan sosyal muhitlerde doğmuştur ki bu muhitlerde tazim ve taabbüd hisleri
karşısında kaygusuzluk bulunmayacağı bedîhîdir.
Târihin
tam aydınlığı içerisinde yaşamış ve fevkâlbeşer olmayı aslâ İddia etmemiş
bulunan, peygamberlerin en yakını, Hz. Muhammed (S.A.V.) dahi, kendisini
peygamberlerin sadece târih bakımından en yakını değil, aynı zamanda yeryüzüne
gelecek olan peygamberlerin en sonuncusu olarak ilân etmişti. Yine O, Cebrâil
aracılığı ile Alla'h’dan vahiy aldığını, Mî’rac Gecesinde göklere yükseldi
(2)
LucrĞce, De Natura Rerum, kitap V, II, 7 12. ğini,
yedinci kat semâda Allah'ın huzurunda kabul edilmiş olduğunu ifade ediyordu
(3).
·
136 — Zerdüşt, ki bu da Hz.
Muhammed gibi davranmış, insandan başka bîr şey olma iddiasında bulunmamıştı,
müntesibleri, Zerdüşt'ün neslinden Saoshyant adın, da fevkalbeşer bir
kurtarıcının kıyamete yakın zuhûr edeceği inancına saplandıkları vakit,
müteahhiren istihale ettirildi. Nazareth’li Hz. İsa, münfesihlerince
Yahüdilerin Hz. Musâ neslinden ineceğine inandıkları Mesîhle (Yunancada
«Christ», Fransızcada «(Rabb'in) Meshedilmiş (Kral)'ı aynı olduğuna hükmedildi.
Yahudiliğin diğer şefleri Hz. İsa'dan önce ve sonra, müntesîpierince tıpkı Hz.
İsâ gibi Mesîh olarak vasıflandırıldılar Meselâ M.Ö. li. asırda yaşamış olan
Simon Macchabee ve M. S. II. asırda yaşamış olan (Yıldızın oğlu) Bar Kokhba
gibi. Yahûdiler, Mesîhi tıpkı bir Ahemenid hükümdarı gibi, bizzat kendisi tanrı
olmaksızın Allah tarafından vazifelendirilmiş ve ondan vahiy alan beşerî bir
kral gibi telâkkî etmişlerdi. Hristiyanlar Hz. îsâ’da sadece Allah’ın naibi
saltanatını değil, Allah’ın Oğlunu da gördüler ve hattâ onun (İlâhî bir Teslisin
üç şahsından biri olarak) Baba Tanrı ve Rûh’ulKudüs Tanrıya eşit olduğunu beyan
edecek kadar ileri gittiler. «Hristiyan
(3)
Peygamberler, diğer insanlar gibi, beşerî varlıklar olmakla beraber, tebliğ
ettikleri İlâhî mesaja diğer insanların inanmaları için elbette bazı fevkalâde
tekliflere İlâhî inayetlere mazhar olacaklar, mûcizeler izah edecekler. Aksi
halde avâmı nâs onları diğerlerinden ve bilhassa İstismarcı ve sahte
iddiâcılardan tefrik edemezdi. Binâenaleyh İlâhî bir elci olan Hz. Muhammed
(S.A.V.)’ın diğer peygamberler gibi bir kısım mûcizelere mazhar olması,
abdlyetten fazla olarak sâhib olduğu risâlet şahsiyetini tamamltyan bazı
hasâisini ifâde etmesi peygamberlik müessesesine İnananlar için en tabiî hatta
zarurî bir keyfiyettir (Ç.N.).
lann
Yahûdî ve Müslümanların ağızlarından duyabilecekleri tefsir «böylece siz
kurucunuzu ilâhlaştırmakla kilisenizi ve arkasından da kendinizi
İlâhlaştırıyorsunuz» olacaktır. Her hâlûkârda dahilî münekkidler, kendi
dinlerini zımnî bir tarzda aynı şekilde tenkid edeceklerdir. Zira üstün bîr
dinin kurucusu, bizzat Tanrının kendisi olarak telâkkî edilmiş veya edilmemiş
de olsa, beşer üstü bir otorite sahibi olarak kabul edilir ve bu dünyadan göç.
ettikten sonra bu otoriteyi mirasının ebedî bir emanetçisine devrettiğine
inanılır.
Bu
ebedî otorite ya hayatdâr bir cemâate veya mukaddes, dinî bir kitâba tahmil
edilir. Bu emanetçinin hayatdâr bir cemâat olması halinde, bu iki ayrı tipte
olabilir. Bu, ya Yahûdî ve Müslüman fıkıhcılarında olduğu gibi çıraklık yoliyle
ve fıkıhçıların fıkıhçıları tayiniyle teşekkül edip herhangi bir teşkilâtla
birleşmiş olmayan bir kitle olabilir, veya dinî merasimlerin fiilî icrası için
doğuştan tavzif edilebilir, Brahmanlar gibi. Bu, teşkilâtlı bir din adamları
kitlesi de olabilir, Yahûdî Levit ruhân'leri ve hahamlar ve Zerdüşt'ün dinî
mirasını ele geçiren Möde irsî mecûsîleri gibi. Bu iki tip hayatdâr cemâat Roma
katolik kilisesinde olduğu gibi içiçe terekküb de edebilir. Bu kilisede
ruhanîler teşkilatı, mecûsî ve Yahûdî ruhânîler teşkilâtında olduğu gibi
teşkilâtlanmış bir silsilei meratiptir. Diğer ikisinden farklı tarafı ruhanilik
onlarda irsî olmasına rağmen burada müktesep oluşudur. Burada otoritenin üstün
kaynağı silsilei merâtibin başıdır ki bu da iktidarları İslâm ve Yâhudî
fakihlerinin iktidarlarına tekabül eden kilise babalarından müteşekkül
cihânşümûi (oecumenique) bir meclisle imtizâc halinde hareket eder.
·
137 — Diğer şık, dinî
mukaddes bir kitaba tahmil edilen ebedî otoritedir. Bütün üstün dinler, yazıya
sahip cemiyetlerde zuhûr etmiştir ve hepsinin de mukaddes kitopları vardır. Bu
kitaplarda kurucuların hakikî söz ve fiillerinin kaydedildiğine inanılır.
Böylece üstün bir dininin mensupları, hayattar bir cemâatin otoritesine karşı
isyan ettikleri vakit, kurucunun bir diğer emanetçisi olarak mukaddes bir
Kitabın otoritesine müracaat edebilirler. Onlar, ne rûhânîier sınıfı ne de
fakîhlerin değil, sadece bu mukaddes Kitabın kurucuyu temsil eden aslî ve ebedî
otorite olduğu ve Kilisenin her bîr ferdinin müstakillen, kendi felâket ve
helaki pahasına da olsa bu yazıyı vahyi kendisi için tefsir edebilme hakkına
sahip olduğu prensibini vâz etmişlerdir. Batı Protestanlığı belki de, bütün
dinler içinde, otoritenin, en şuurlu ve en irâdî bir şekilde bir ruhanî
sınıftan çok bir kitaba izafe edilmiş olduğu yegâne dindir. Muhtevâsında
Granth'm bilkuvve ilâhlaştırıldığı Sikhizm dini muhtemelen bir kitabın
patlaştırılmasının en ileri dereceye götürüldüğü dindir.
Otoritenin
bu iki emânetçisinin nisbî değerleri bir dinden diğerine ziyadesiyle farklılıklar
arzetse de bunların yanyana yer almadığı üstün din yoktur. Batı Protestanlığı
ve İslâmiyet dini kendisine meslek edinen ruhanîlerden tamamen vazgeçemedikleri
gibi, diğer tarafta Roma katolikliği ve Hinduizm de, mukaddes Kitapların kilise
mensubu olmayanlara tefsirinde Ruhânî sınıfa tanıdığı serbesti ne kadar büyük
olursa olsun, mukaddes kitapların otoritesini resmen ilga edecek kadar ileri
gitmediler. Yahûdîlik ve Hristiyanlık târihi gösterir ki mukaddes bir kitaba
tahmil edilen otorite hayattar bir cemâate intikâl eden otoriteyi berhayat
olmakta geri bırakır. Bununla beraber, otorite yapan bir metinde, otorite
sahibi hayattar cemâatte bulunmayan br zaaf mevcuttur. Diğişmez bir Beşer
Tabiatını, daima tahavvülât ve tağayyürâta mâruz şartlara intibâk ettirmek için
yazüı bir metni tekrardan tefsir etme imkânı, bir silsilei merâtibin veya
«istediği yere esen (4)» bir rüzgâr gibi oian bir Rûhu'lKudüs'den ilham
aldığını iddia eden bir âlimler veya «babalar» kitlesinin şifâhî miraslarını
tekrardan tefsir etme imkânına nazaran çok daha dar olarak sınırlanmıştır.
·
138 — Bir Mukaddes Kitabın
veya hayatdâr bir cemâatin veya kurucuya ait mirasın bu her iki çeşit emânetçisinin
otoritesi, üstün dinlerin yekta ve son olduklarına dair bencil iddiâlarının
müeyyidesi olmuştur. Aslında bu iddiaları, çokça münakaşa götürecek bir
değerdedir. Târihçinin noktai nazarı bu hususta farklı bir feraziye sunar.
Kâinatın âhengini, gayri şahsî kanunlarca idare edilen devrî bir hareket olarak
izah etmek diğer bir tez getirir. Tekâmülü, Akik ve İrâde ile idare edilen geri
rücû etmesi imkânı olmayan bir hareket olarak izâh etmek daha başka bir diğer
tefsir olur. Bir başkası daha var, o da yektâ imtiyazını münhasıran kendine
mâletmek için aralarında ve sonuncu bir vahyin müstefidân ve mübelliğânı olmak
münakaşa eden iddiacıların muannid bir şekilde var olmaya devam etmesidir. Bu
muhtelif tehdidler, üstün dinlerin kendi kendilerini putlaştırıcı iddialarını,
mermileri bir noktaya müteveccih müthiş bir to pateşine maruz kılıyor ve bu
ateşe İştirâk eden bataryanın her bir topu incelenme zahmetine değer.
Târihçinin
noktai nazarı, her canlı mahlûkta mevcut fıtrî bencillikten kurtulmak için
İrâdî ve şuurlu olarak yapılan bir teşebbüs ve gayretin mahsûlüdür. Bu
teşebbüsün tâkip edilmesi hangi târih mektebine mensub olursa olsun her bir
târihçinin müşterek gâyesidir. Esasen bencillikten kopmak ve yeni bir istikâmet
tutmak suretiyle kendini aşmak kahramanlığını başarmaktan tamamen âciz olan
kimseye herhangi bir mektebe mensup bir târîhçi ol
(4}
Yuhanna, III, 8.
mak
imkânsızdır. Binnetîce, üstün dînlerin yektalık ve müntehâhk iddiaları bir
târihçi nazarında «Aslî Günah» ın damgasını taşıyan bencilliğe iradî olarak
dönmeyi talep etmek gibi hemen hemen tamamen dine mugâyir bir tutumdur.
İnsanın
sadece kendi gayretleriyle ulaşamayacağı rûhânî saadeti kazanmada yardım için
Allah'ın insana kendisini bildirip vahiyde bulunduğuna müteallik inançla
tarihçinin noktai nazarı tenakuz halinde değildir. Fakat tarihçi, Allah
tarafından yektâ ve son olan bîr vahyin benim milletime,, benim asrımda, benim
galeksime dahi! benim güneşime bağlı,, benim seyyaremde yapmış olduğunu iddia
etmeye kalkacak bir tezi derhal şüphe ile karşılayacaktır. Tarihçi, Allah’ın
mahlûklarına kendisini bildirişi inancının bu bencil tarzında şeytanın
parmağını ortaya çıkaracaktır. Zira, Allah’ın kendisini mahlûkatına
bildirdiğine dair olan inançla, Allah’ın benden başkası olmayan bir mahlûkunu,
vahyinin müstefidi olması için seçmiş olduğuna ve münhasıran ban'a yapılmış
olan bu vahyin yekta ve kesin olduğuna dair îman arasında mantıken bir irtibat
ve bağlılık yoktur.
·
139 — Bîr Yahûdî,
ihtimâliyet faraziyecl mucibince, bir «seçkin millet» varsa bunun İsrâii
olmayıp meselâ Çinliler olduğuna İnanmayı men eden veya bütün Kureİ Arz’ın bütün
sükkânına da eğer bir «Seçkin Millet» varsa bunun arzlılar olmayıp Merihliîer
olduğunu düşünmeyi men eden bir mantıkda hiç bir ölçü yoktur. Eğer günün
birinde bir târihçi, Allah’ın hususî bir milleti, vahyinden istifade etmesi
için seçmiş olduğuna dair olan inancın, aklen diğergâm olan bir tatbikatını
ortaya çıkarırsa bu sistemin hasbîliği büyük bir ciddiyet ve sempati ile onu
incelemeye tahrik edecektir. Fakat, şurası da muhakkak ki «Allah kendisini
bildirdi» İfadesi ile, «Allah kendisini münhasıran ban'a bildirdi» ifadesi
arasında mantıkî kaçınılmaz bir irtibat
yoksa
da inkân gayri kabil psikolojik bir bağ vardır. Filvâkî, Allah'ın kendisini
mahlûkatına bildirdiği inancının herhangi bir tezahürüne herhangi bir kilisede
raslayıp da orada «Allah'ın seçkin milleti» rolünün sadece kendi müntesiplerine
tahsis edilmemiş olduğuu görmek imkânsız gözüküyor.
Kâinatın
ahenginin gayrı şahsî bir kanunla idare edilen devrî bir hareket olarak İzâhı,
birbirini takip eder devirlerde mahlûklarına vahiy ve saadet getiren Aiiah'a
ait birbirini takip eden sonsuzca avatarlar silsilesini kabul eder. Fakat
Allah'ın yektâ ve sonuncu olarak geçmişte olan veya gelecekte olacak bir
tecessüdünün vukua gelmiş veya vukûa gelecek olduğuna müteallik bir akide ile
yeniden zuhur imkânı uyuşmazlık arzeder. Avatarlar ikîdesi Mahâyâna Budizmi ile
Budasonrası Hinduizm'e has bir inançtır. Mahâyâna'da Buda sadece fevkalbeşer
bir varlık olarak değil, aynı zamanda fevkalilâh bir varlık olarak istihale
ettirilmiştir. Fakat Hint felsefesine mensup Hînayâha mektebinin târihî
kurucusu (takriben M.Ö. 500 yıl) Sidhârtha Goutama tanrılardan da yukarı çıkmış
olma zaferini beşerî birliğini terk etmekle ödemek zorunda kaldı
Mahâyâna'da O, birbirini takip eden «dünyalar dünyalarındaki «Budalık» avukatları
silsilesinde sıradan bit avatar ne daha mühim, ne daha kuvvetli olmaya ircâ edildi.
Bu «dünyalar dünyaları».
Dâima
deverân ederler,
Yaratılıştan
zevale.
Tıpkı
bîr ırmak üstündeki,
Fışkıran,
sıçrayan, sönen kabarcıklar gibi (5).
Kâinatın
ahenginin bu devrî izâhı, Allah’ın kendi «seçkin milleti»ne (gayri Siyonist
Yahûdîliğe göre) tevcih
(5}
Shelley, Hellas, İl, 197 200.
edeceği
veya (Siyonist Yahûdîlik Hıristiyanlık ve İslâmiyete göre) çoktan vermiş olduğu
yekta ve kesin bir istisnaya mütealiik Yahûdî inancı ile uyuşmazlık arzeder.
Hintli veya Yunanî bir feylesofun nazarında bu inancın gayri Siyonist şekli
muhtemelen en az saçma olanıdır. Zira bu şekil, Mesih'in gelişini ve müstakbel
bir târihte Milienium'un (Hz. İsâ'nın kıyametten önce süreceği bin yıllık
saltanat) küsâdını nakleder. Beşerî bir mahlûk kendini ifâde edebildiği
nisbette bu müstakbel târih son derece uzak bir târihe dönüşebilir. Fakat
Hristiyan Müslüman Siyonist şeklinin feylesofu,. Mekân Zaman'm yektâ ve kesin
zirvesi geçmişe aittir diyen Yahûdî inancı hakkında ne düşünecek: Hz. Muhammed
(S.A.V.) peygamberlerin sonuncusu; Hz. İsâ, Allah’ın yegâne tenasühü; İsrâil'in
Eretzİsrâil olarak geri dönüşü, fiilî bir hâdise midir?
·
140 — Talebeleri olan
Hristiyan ve Müslümanlar gibi zirveye ulaşıldığına inanan bu Yahûdî mektepleri
Yahûdî inancını abese irca ederek reddettiler. Eğer Târih'in mânâ ve müntehâsı
Hz. İsa'nın gelişinde yer etmek zorunda iseler Simon Macchaböe’nin Mesîh
ünvânma olan iddiasına hayran olan Yahûdîler bu hususta zirveye, M. Ö. 142
yılında Ahemenid imparatorluğu’nun muakkibi olan Selûkî devletinin (kısa bir
müddet için) muakkibi bulunan Asmon devletinin Yehudo tepelerinde kuruluşunda
görmüş olmalıdırlar. Eğer târihin mânâ ve müntehâsı İsrailin Eretz İsrâil olarak dönüşünde yer etmek zorunda
iseler Siyonistler zirveyi, bir İsrâil devletini bir kere daha silâh zoruyla ve
bu sefer İkinci Dünya harbinden sonra Filistin’de kurmakta görmelidir. Bununla
beraber, Kâinatın var oluş sebebini bu gürültü ve münakaşalı iki siyasî
hâdiseden birinde ciddiyetle kim görebilir? Şurası muhakkak ki Allah’ın
gayelerine müteallik daha az arzî ve daha çok semâvî bir görüş Hristiyaniık ve
İslâmiyet tarafından teiâkkî edilmiştir. Fakat, yektâlığa ve müntehâlığa olan
Hristiyan Müslüman iddiası Yahûdîlikten
iştikak etmesi hasebiyle Yahûdî iddiasının bir abese ircâı aynı zamanda
otomatik olarak Hristiyan Müslüman iddiasını
reddeder.
Kâinatın
ahenginin, Akıl ve İrade tarafından idare edilen geri rücû etmesi kâbil olmayan
bir hareket olarak izâhı yektâ ve sonuncuiuğa olan Yahûdî iddiasına en münâsip
cevap olmaktadır. Zira bu cevap bizzat Yahûdî hayat telâkkisinden gelmektedir.
Kendisini mahlûkâtına bildirmeyi ve onları saadete götürecek levâzımâtı
imkânları dahilinde koymayı kararlaştıran her şeye kâdir bir Allah'ın Mekân Zaman'ın belli bir noktasında belli ve kesin
bir fiili ifâ ederek ve ihsân'nın hususî müstefidi, saadet vasıtalarının hususî
yayıcıları olarak da sadece bir beşer cemâatini seçerek (İsrail veya Yuda veya
Mecusîlik kilisesi, Hristiyanlık veya İslâmiyet) plânını icrâ edecek güce sahip
olacağı muhakkaktır. Böylece bu tevhîdçi hayat telâkkisi, devrî destânın
tersine yektâhk ve müntehâlık. iddiasına bedâheten ters düşmüyor. Bununla
beraber eğer bu iddia müsbet olarak bu ilâhiyâtla uzlaşmaz bir vaziyet
arzetmezse de o, bununla münakaşa götürmez bir şekilde imtizaçsızdır. Zira,
Allah'ın bu güce sahip olduğuna inanılacak olsa O'nun Gücünü bu şekilde
kullanmak irâdesine de sahip olduğuna aynı anda inanmak zordur.
·
141 — Filhakika, rûhu ve
iradesiyle kâinatın akışını idare eden bir Allah'ın, bazı hissî davranışlarla
hükûmeti'nin seyrini ihlâl etmek isteyeceğini düşünmek bizce zordur. O'nun
Peygamberi ve «Seçkin Milleti» olmak için sâdece beni ve kabîlemi seçmek
istemiş olması da mutlak surette gayri muhtemel gözüküyor, Tarafımdan ileri
sürülecek böyle bir fikir, bir hakikate benzemekten çok benim fikrî bencilliğim
tarafından ileri sürülen bir hallusinasyondur (mevcut olmayan bir şeyi görüyor
iddiası). Bu durumda İlâhî gayelerini tebliğ edecek yektâ ve sonuncu vasıta
olmak üzere herhangi hususî bîr peygamberi, hususî bir millet için Allah'ını
seçmek isteyeceği de imkânsız gözüküyor. Böyle bir fikir, düşünceleri ve
planları yarattıklarının bütününden son derece daha büyük olan ve bahusus
herhangi hususî bir mahlûktan ve mekân Zaman'ıh herhangi hususî bir noktasından
daha büyük olan bir Allah mefhumu ile aslâ uyuşmaz gözükecek. Allah'ın Mekân Zamân'ın belli bir noktasında bir veya bir çok
mahlûkuna hitap ettiğine veya (daha da saçma olarak) onlardan biri veya
birçoğuyla yapılan anlaşma için onlarla kendi arasında cereyan eden bu hususî
karşılaşmayı kendi yaratış târihinin ulvî zamanı yapacak kadar ileri giden bir
ilânla Allah’ın izzetinin tenkîs edilmesine müsaade edebilmiş olacağını
düşünebilen her mahlûk bu bu düşüncesiyle İçine düştüğü azamet ve kibir
hastalığına yakın kesbetmemiş midir?
Yekta
ve müntehâ bir vahyin nâşlr ve müstefidleri olmak imtiyazına sahip çıkmak
isteyen bir çok rekâbetçilerin mütemadiyen berhayat olmaları rakîp iddiaların
hepsine yönelmiş bir tehlikedir. Zira eğer mezkûr imtiyaz gerçekten verilmiş
idiyse bizzarûre şümuilüg olmayıp münhasırdır. Öyle ise bu mutlak iddialardan
sadece bir tanesi muteber olabilir, eğer onlardan bir tanesinde herhani bir
mûteberliğe taslanmışsa. Diğerleri bu mutlak i fadelere büründükleri vakit her
hâl u kârda asılsızdırlar. Muteber iddianın bu iddiâlardan bir tanesi doğru isebirinci
imtihanı, onun rakipleriyle müsabakasında cihanşümul bir tanımayı ve herkese
şâmil bir kabullenmeyi izhâr etmesi ve bu rakipleri nhaksız iddiâlarının hâtâsı
anlaşılmış ve reddedilmiş olması ve sesini yükseltmiş olan iddiacılardan bir
kaçının da fiilen hâk ile yeksân olmalarıdır. Günümüze kadar bütün medeniyetler
tarafından ortaya çıkarılan bütün felsefeler arasında sadece ikisi Konfüçyüs
dini ve Budizm'in Hİnâyâna mektebi hâlâ günümüzde berhayattır. Epikürizm,
Stoizm ve Çin felsefesinin Legiste ve Mohiste mektepleri şimdi tamamen
değerlerini kaybetmişlerdir. Hİnâyâna da, Mahâyâna gibi davranarak bir
felsefeden bir dine istihale etmeyi kabullenmemiş olsaydı o da berhayat
olamazdı. Bir zamanlar Yunan dünyasında aralarında rekâbet eden üstün dinlerden
sadece altı tanesi bugün tedâvüldedir. Mecusîlik, Yahudilik, Hristiyanhk,
İslâmiyet, Mahâyâna ve Hinduizm daima ortadadırlar. Fakat Mithrd, Gybâle, Isis
ve Jüpiter Dolichene perestişieri kayboldular. Ancak bunlardan bir kısmı Hristiyanlıkça
(itiraf edilmeyen bir tarzda) massedildikten nisbette berhayattadırlar. Her
şeye rağmen, en eski felsefenin zuhûr ettiği târihten iki binbeş yüz sene kadar
bir zaman sonra ortada iki felsefe ve altı tane de üstün din olmak üzere daima
hayattar sekiz inanç sistemine ve görüş
tarzına sahibiz.
·
142 — Şurası muhakkak ki
hangi zaman derecesinden olursa olsun iki bin beşyüz senelik bir müddet çok
uzun bir devir teşkil etmez. Bu, günümüze kadar geçen medeniyet çağının
yarısından daha az, Beşer Irkının zamanımıza kadar geçen devrinin ise sadece
240 da, belki de 400'de biridir. Bununla beraber iki bin beşyüz yıl, sahneden
çoktan çekilmiş olan felsefe ve üstün dinlerin tesirlerinin devam etmiş olduğu
müddete kıyasla mühim bir uzunluğa sahiptir. Bu ölçüden yukarda zikrettiğimiz
hayatlar sekiz inanç sistemi, fevkâlâde bir mukavemet gücü izhâr ettiler. Ve
şimdi haklarında hüküm verilebildiği nisbette şöyle bir tahmin, çok daha şanslı
gözükmektedir ki bu hayattar sekiz sistem aynı arz dahilinde yanyana
yaşayabilirler. Fakat bunlar yanyana var olmaya devam ettikleri müddetçe
onların ortak mevcudiyetleri, bunlardan her biri tarafından kendi dışarısından
kalan diğer yedi çağdaşının ayni iddialarına zıt olarak ileri sürdükleri
yektalık ve müntehâlığa olan inhisarcı iddiâlarının benimsenmesine karşı git
gide daha muknî bir tarzda mücâdele etmeye devam edecektir.
Bu
iddia ile tahrik edilen itirâzldrin kuvvet ve sayılarını inceleyerek, hayattâr
üstün dinler tarafından, bu iddiayı kendi lehinde desteklemekte olduğu kadar varolmaya
devam eden diğer çağdaşlarının taleplerini red zımnında da gösterilen sebat ve
ısrarı nasıl izâh edebileceğiz? Bu iddianın ifâde edilişinin ve berhayat
oluşunun izahı kısmen sosyolojik, kısmen de psikolojik bir veçheye sahiptir.
Mezkûr
iddiaya müteallik ifadenin sosyolojik izahını üstün dinlerin zuhurunu sağlayan
beşerî şartlarda aramak mümkündür. Bu dinler öyle sosyal muhitlerde
gelişmişlerdir ki, buralarda ızdırap ve sükûtu hayâl herhangi yeni bir sulh
ümidine karşı büyük bir iştiyak uyandırmış, mahallî beşerî cemâatlere
perestişin iflâsı, manevî bir boşluk bırakmış, sun'î olarak uydurulan
cîhânşümûl bir cemâati perestiş, tebâsının kalblerini fethetmemişti. Ayrıca
buralarda, gayesi manevî boşluğu doldurmak olan üstün dinler arasındaki rekâbet
çok şiddetli idi. Bu sahada rekabet eden üstün dinler rakiplerinin iddialarını
bertaraf etmeye kaçınılmaz bir şekilde girişmiş bulunuyorlardı,
·
143 — Bu iddianın
psikolojik izahına gelince bunu, belki de insanın kendi kendine karar verme
durumunda kalmanın ağır mes'uliyetinden kaçma ihtiyacında bulacağız. Kendi ruh
ve irâdesini, yekta ve müntehâ olduğu kabul edilen bir otoriteye teslim etmekle
bu vazifeden halâs olunacağına hükmedilebilir. Bu, mesuliyetten kaçma ihtiyacı,
kilise'nin otoritesine itaatle «Seçkin Millet»in bir azâsı olunacağına dair
olan inançla henüz iptal edilmemiş bulunan bir bencillikle uzlaşabilir.
Omuzlarımızdan mes’uliyet yükünü kaldıracak bir otoriteye duyulan bu iştiyakın
en yüksek dereceye cemiyetin çözülmeye yüz tuttuğu devirlerde ulaştığında hiç
bir şüphe yoktur. Fakat bu, her zaman ve her yerde her bir rûhta ortaya çıkma
fırsatını bekleyen fıtrî bir ihtiyaçtır.
Her
biri inhisarcı iddialarda bulunan yarım düzine üzerindeki rakip inanç
sistemlerinin var olmaya devam edişlerinin sosyolojik izahı, belki de birbirine
benzer değerde maddî muhaberat vasıtalarının günümüze kadar cihânşümûl bir
derecede gayrl mevcut oluşunda aranabilir. Bu, berhayat sekiz rakip inançtan
herbirinin, şimdiye kadar hâlâ, niçin kendisini arzda mevcut bütün insanların
müşterek îmânı olmak üzere tahsis edildiğini isbattan çok uzak kaldığını îzah
eder. Kezâ, bu, diğer taraftan, onlardan herbirinin niçin yeryüzünün herhangi
hususî bir bölgesinde, diğer bölgelerde kuvvetli olarak bulunan rakipleriyle
omuz omuza kökleşip yerleşmeye muvaffak olduğunu da açıklar.
Hattâ
Mecûsî ve Yahûdî vatanı (diaspora) bile kendi nâhiyevî sınırlarına sahiptir.
Dâru'lİslâm ve Hristiyanlık, dışında kalan pek az Yahûdî İran ve Hint haricinde
raslanan çok az Mecûsî vardır.
Bir
seyyarenin üzerinde sekiz îmanın varlıklarını devam ettirmeleri üzerine
yapılması mümkün bir de psikolojik bir izah vardır. Berhayat îmanlardan her
birinin insan rûhunun mümkün olan muhtelif yapı ve temâyüllerinden biri ile
yakın irtibatta bulunmaları mümkündür. Hâli hazırda bu psikolojik izah, sadece
bir deneme olarak ortaya atılmış durumdaır. Zira C.G. Jung’un girişmiş
bulunduğu psikolojik tiplerin İncelenmesi henüz sondaj safhasm
(Tarih
Şuuru — 13) dadır. Fakat
bu. psikolojik tiplerden biri ile berhayat îmanlardan biri arasındaki bir
yakınlığın bu hususî îmanın, bugün kaybolmuş bulunan evvelki rakiplerinin keza
hâlâ mevcut olan bütün inançların bekalarının, en azından kısmen de olsa, bu
mûtalarla izah edilebileceği de akıldan uzak değildir.
·
144 — Eğer gerçekten her
bir din, hususî bir psikolojik tiple yakınlığa sahipse bu gün maddî muhâberât
vasıtalarının ani ve süratli ıslâhı ile gerçekleşen Kürei Arz'ın İçtimaî
birleştirilmesi ve «mesâfenin yok edilmesi» nin dinî plânda icra ettikleri
tesirlerden bazılarını görmeyi deneyebiliriz. Bu tetkik inkılâbın her çeşit
mahallî inhisarları yıkması beklenebilir (6). Fakat en azından insanlığın
ruhanî tarihinin yakın geleceğinde mahallî dinlerden birini, bu sahadaki bütün
diğer rakiplerini bertaraf ederek, cihânşümûl bir îman halinde tamim edemez.
Yakın
gelecekte, bugün mevcut bütün dinlerin yanyana eski mevkilerini muhafaza ve
nevi beşerin inkıyadını paylaşmaya devam ettiklerini göreceğimizi ümid
edebiliriz. Fakat bir ferdin hususî bir îmana İntisap edişini, gittikçe artan bir
nisbette kendisini doğum tesâdüfünün ortaya çıkardığı coğrafî farklılıkla
olmaksızın, kendi irâdesiyle seçtiği ve kendisini ona daha yakın hissettiği bîr
manevî cemâate dahil ettiğini de göreceğiz. Onu bu tercihe sevk eden hissiyatı
tâyin ve tahsis eden hususun da ferdin psikolojik yapısının dahil olduğu tip ve
bu tipin tevcihi olması kuvvetle muhtemeldir. Yakın gelecekte her bir dinin
münfesihleri, muhtemelen Kürei arz'ın her tarafına yavaş yavaş dağılacaklar.
Şurası da ihtimalden uzak değildir ki çoktan Yahûdîlerin Müslüman ve
Hristiyanlarla,
(6)
Bu mesele yazar tarafından daha geniş olarak A. Study of History nâm eserde
incelenmiştir, bkz. VII, 716 736.
Meçûsîlerin
de kezâ Müslüman ve Hindularla kaynaştığı gibi bu muhtelif din mensupları
birbirleriyle içîçe girip kaynaşacak, Hülâsa Kürei arz'ın dinî haritasının
manzarasr muhtemelen iri kareli bir çarşaf tipinden, uzak benekli bir boyun
atkısı şekline dönüşecektir.
·
145
— Üstün dinlerin birbirinin aynı olan ve böyle olduğu için ve uzlaşmaz bulunan yektalık
ve müntehâlık iddiaları, kendi taraftarları ve muhaliflerinin kalplerinde
muhteris hisler tahrik edip uyandırmaktadır. Bu durumun cihânşümûl bir
anlaşmaya kavuşmazdan önce şedid ve uzun münakaşalar doğurması da muhtemeldir.
Üstün dinlerin iddiâaları zımnında verilecek son hüküm ne olursa olsun şurası
şimdiden muhakkak ki bu dinlerin zuhuru, târihte son derece şümullü, kesin ve
yeni bir temâyül olmuştur. Her bir canlı mahlûkta mevcut Kâinat'ın bencil
telâkkisini, gerçek olarak kabul etmemize Beşerî Aklımız müsâade etmez.
Kendisini dinletme hakkına sahip olan Beşerî vicdanımız da mânâdan tecrid
edilmiş olacak olan bir târih telâkkisini gerçek olarak kabul etmemize imkân
vermez. Bu„ mânâdan mücerred görüş, Kâinat’ın merhametsiz tabiat kanunlarıyla
idare edildiğini kabul eden telâkkinin zarurî bir neticesidir. Kezâ bu,
Kâinat'ın Kâdîri mutlak bir Allah tarafından idare edildiğine inanan zıt
görüşün de muhtemel neticesidir. Ancak bu neticeye götüren sonuncu telâkkîde
Allah'ı, kendini fedâ eden Aşk olarak değil de muhteris bir müstebîd gibi
telâkkî etmiş olmamız gerekir.
·
146
— İnsan rûhu, Kâinat târihinde mevcut günümüze kadar yatan esrârı
deşeleyebildiği nisbette, kesin ve binnetîce son derece şumüllü olan hâdiseleri
temyîz edebiliriz : Birbirini tâkip eden galaksimizin, güneşimizin,
seyyaremizin teşekkülü, bu seyyâre üzerinde hayât’ın, İskeletliler'in,
Memelîler’in, İnsan'ın zuhûru. Bunlar, hakîkatı hal
de
husûsî bir mahlûkun kesin bir hâdiseye ve Mekân Zaman’da husûsî bir noktaya
gitmek için vâsıta kıldığı misallerdir. Eğer fizikî hayât’ın bir beşiği olması
için Arz'ın M. Ö. takrîben 2.000.000.000 yıl önce seçilmiş olduğunu kabul
edebiliyorsak Hz. İbrahim'in de (takriben M. Ö. 1700 yıllarında) Ur'da veyâ Hz.
İsrâil'in de Tûr u Sînâ'nın eteklerinde Allah’ın mahlûkâtı karşısındaki
rahmetinin yayıcıları olarak seçilmiş olmaları ihtimalden ne daha fazla ne de
daha za uzak değildir. Birinci Âdem’in M Ö. 1.000.000 veya 600.000 yıl önce bu
seyyârenin sathının (târih öncesi mütehassıslarınca henüz kesin olarak tâyin
edilemlyen) herhangi bir noktasında yaratılmış olabileceği düşünülemiyecek bir
şey değilse ikinci Âdem'in de Galile olarak milâd takviminin başlarında
yaratılmış olabileceği ihtimalden ne daha az ne de daha çok uzaktır. Her bir
beşerî ferdin bu dünyâ hayâtında kesin ve binnetîce büyük şumûlü olan husûsî
hâdiseleri de vardır. Eğer Allah (en azından muhtelif veçhelerinden biri
altında ve son derece farklı ve sayıca çok güçlerinden veya kapasitelerinden
biri İle) bir Zekâ veya bir İrâde olarak kendisini ifâde eden bir Ruh'sa
(insana âit tâbirât çerçevesinde düşünmemizin bağışlanabileceği bir rûh) bu
durumda onun plânının Allah tarafından gerçekleştiriliş! sırasında kesin
olmaları hasebiyle büyük şumûlü olan hâdiseler vukua gelmiş olmalıdır. Muahhar
kesin teceddüdlerin vukûa geldiğine ve
muhtemelen vukûa gelmeye devam edeceğine dâir bir inancın kabûlü bu muahhar
teceddüdlerden birinin sâdece kesin olmayıp aynı zamanda yekta ve sonuncu
olduğuna veya olacağına dâir bir inancın
kabûlünü zorunlu kılmaz. Haddlzâtında bu iki inanç birbiriyle uyuşmaz
niteliktedir.
·
147 — Herbirimlzde yer eden
beşer rûhu, İçinde yaşadığımız Kâinatın bir îzâhını aramaktan geri duramaz ve
hayat telakimizin, Kâinâtı, Ben'ln etrafında temerküz ettir
meksizin
Kâinât'a bir mâna vermesi için Israr eder. Mantıken, bu iki talebin telîfi
belki de mümkün değildir. Her şeye rağmen, hattâ mantığın pençeleri arasında
bile, Beşer Rûh'u esrarın bir izâhını arama çabasını terkmetmeye razı
olmayacaktır. Üstün dinlerce vahyedilen yeni İncil, Hayât, Varlık ve Hakîkat'ıh
ifâde ettiği mânânın Aşktan ibâret olduğuna dâir sezgisinde bir uzlaşma sunmuşa
benziyor. Eğer Allah ken dini feda eden bir Aşk’sa ve eğer Allah insana sâdece
bir kısım düstûrların tebliği İJe değil, bizzât şahsî misâi vermek suretiyle
Izdırâp karşısında takınılacak en İyi tavrın onu Aşk dâvâsına hizmet ettirmek
gâyesiyle Izdırâb'ı kucaklamaktan ibâret olduğunu tebliğ etti ise bu görüşte,
Hakîkat’ın, rûhu ve kalbi tatmîn edecek olan bir telâkkisine kavuşabiliriz.
·
148 — Eğer bu
söylediklerimiz gerçekse ve bu husûstakî vahiy üstün dinlerin İncili ise bu
durumda paha biçilmez bir kıymetteki bu manevî servete sıkı sıkıya sarılmak
zorundayız. Her bir husûsi iddiâcının kendi İmkânlarının yektâ ve en son
olduğuna dâir nefsüi' emirde günahkâr olan husûsî iddiaların hükmüne de
kendimizi kaptırarak bu doğru yoldan ayrılmamız gerekir. Kezâ, insanlığın Kürei
Arz üzerinde yaşamaya devâm edeceği müddetçe ecdâdımızdan kalan dinlerin hâricî
şekillerinin mârûz kalacağı istihâlelerin ön sezgilerine kendimizi kaptırarak
huzurumuzu bozmaya da mahal yok.
«Zira
eminim kİ, ne ölüm, ne hayat, ne melekler, ne reislikler, ne şimdiki şeyler, ne
gelecek şeyler, ne kudretler, ne yükseklik, ne derinlik, ne başka bir mahlûk
Rabblmfz Mesih İsa'da olan Allah'ın sevgisinden bizi ayırmağa kadîr olacaktır.
(7)»,
İkinci
Bölüm
Batılılaşmış
Ülkelerde Din
□
MODERN BATI MEDENİYETİNİN ÜSTÜNLÜĞÜ
·
149 —■ Modern Batı
Medeniyeti'nin bütün kürei arza yayılması insanlık târihinin son dört beş asır
içerisindeki en câlibi dikkat hâdisenini teşkîl eder.
Bir
cemiyetin, hâsımlarının toprakları üzerine inbisât ve yayılması Medeniyetler
boyunca pek çok seferler vukû bulmuş bir hâdisedir. Batı Medeniyetinin babası
olan daha önceki bir nesle âit iki cemiyet kendi devirlerinde Eski Dünyâ'hın en
müntehâ uçlarına, hattâ daha uzaklara kadar yayılmışlardı. Kenanlı Medeniyet
Halâ, Atlantiği aşıp Amerika da kök salan yahûdî vatanında diaspora
berhayâttır. Bu medeniyetin, geniş Asya kıtasını aşarak doğuya doğru hicreti.
Pekindeki Semâ mabedinde buroda ufkî
şekilde yazılacak yerde şakulî olarak yazılan aramaik alfabenin harfleriyle
hâtırâsı tebcîl edilmiştir. Bu alfabe sayesinde üç dil üzerine ifâde edilen
yazıların mançurca ve moğolca ibareleri, çince ibarelerin yanıbaşına
yazılmıştır. RomaYunan medeniyetine gelince; Hin' distan'ın Kuzey batısında
mahâyâna tarafından kabûl edilmiş olan bu medeniyet Yunân müşahhas sanatı
üslûbunda Doğu'ya doğru Japonya'ya kadar taşındı. Batıda da Roma askerleriyle
Hadrien Duvarı'na kadar iletildi. Göçebe çobanların medeniyetine gelince, o da
bütün AsyaAvrupa steplerine yayıldı.1 2 Buna
Scythe (1), sanatındaki hayvan motiflerine birbirine benzer şekilde stilize
edilmiş olarak Step'ih batıdaki büyük koyunda ve Sarı İrmağın geniş kuzey
kıvrımında raslamamız şehâdet eder. Diğer taraftan onun komşu yerleşik
medeniyetlerin bölgelerine de nüfûz ettiğine Sarmat tipindeki askerî teçhîzâttaki
birlik ve benzerlik isbât etmektedir. Bunun aynen Çin'de T'ang devrinde pişmiş
toprak heykeller hâlinde ve Bayeux halıcılığında (2) tesbît edilmiş olduğunu
görmekteyiz.
·
150 — Modern Batı Medeniyeti’nin
inbisâttaki Takipsizliği onun çok fazla yayılmış olmasından ziyâde bütün
dünyâya şâmil bir hâl almasında yatmaktadır. AsyaAvrupa göçebeleri atlarıyla
çöl ve bozkırları aşarak hemen hemen bütün Eski Dünyâ'yı tâ eh müntehâ uçlarına
kadar feth etmişlerdir. Bu usta sürücülerin büyük nehir ve okyanusları bile
aştığını görmekteyiz. Cengiz Han'ın 1209'da Step dışına Vmdifâsının akabinde
yetmiş bir yıl içinde Moğollar Çin'i, Ceyhun ve Seyhun havzalarını, İran ve
İrak'ı istilâ etmiş, hâkimiyetlerini Birmanya, ve Rusya’ya kabûl ettirmiş,
Japonya, Hindistan, Sûriye, Silezya ve Macaristan'a da akınlar yapmışlardır.
M.S. XIII. asırda stepi dolaşan göçebe Moğol atlıları çok geniş bir hareket
sahasına sâhiptiler. Bununla beraber XV. asırdan itibâren, denizde aylarca
kalabilecek kapasitede yeni tip yelkenli gemilerin (ki atdan çok daha elverişli
seyrü sefer vâsıtasıdır) icâdını müteâkip AvrupalI yerleşikler, Okyanuslara
hâkim olduktan sonra onların yerlerini aldılar (3). Bu, üç dört direkli iyi
yelkenlenmiş Okyanusta dolaşan gemiler, batı medeniyetinin bütün dünyâya şâmil
bir yayılmaya mazhar olmasını sağladılar. Çünkü onlar, batılı gemicilere
Amerika ve Kutuplar dâhil bütün kıyıların kapılarını açmışlardı. Step’in evlâdı
olan at göçebe sürücülerini Eski Dünyâ’nın giriş kapılarına kadar götürmüştü.
Okyanuslar vâsıtasıyla taşınan gemi, batılı denizcileri Kürei arz'ın her
tarafında mevcût bütün medeniyetlerin giriş kapılarına kadar götürdü.
.151
— Aşağı yukarı 1860^1890 yıllarında sona eren Batı târihindeki Yeni Çağ,
esnâsında Dünyâ'daki Batı üstünlüğünün vâsıta ve sembolü, Batının Modern
yelkenlisi olmuştur. Bu yelkenli gemi, kara karşısındaki istiklâli hasebiyle
onu tâkip edecek olan Yeni çağ sonrası devirde kullanılan buharlı gemiden
üstündü. Çünkü bu sonuncu, yakıt ikmâli için kıyıya bağlı kalıyordu. Bugün,
üzerinde sırayla Batının yelkenli ve buharlı gemilerinin yüzdüğü okyanuslar,
Batının, Yeni çağ sonrası devirde havayı fethiyle hizmet dışı edilmemiştir.
Halbûki Step, modern Batı’nın okyanusları fethiyle terkedilmişti. Havacılık
gemiciliğin çalışmasını aynen ifâ ve bol miktarda ham'maddeyi ucuz fiata
nakledemez. Bu ağır nakliyecilik, Sanâyî inkılâbından beri Batılılaşmış
Dünya’nın İktisâdi hayâtında kaçınılması gayri kâbil bir zarûret hâlini
almıştır. Dünyada yaşamaya elverişli her noktaya dağılan insanlığı tek bir
cemiyet hâlinde toplamak mânasında dünya birliğini kurma imkânını hazırlıyan
birinci âmil, yelkenli gemiler olmuştur. Günümüzde XIX. asır yelkenlilerinin
denizlerden kaybolduğunu gördükten sonra, onların XIV. asırdaki ilk örnekleri
tarafından hâsıl edilen imkânın bir gerçek hâlini aldığını da gördük. Bu gün,
şurası muhahkak ki insan cinsinin içtimâi birleşmesi tamamlanma yolundadır.
Çözülmesi gereken problem istikbâlde ne olacağını öğrenmek değil, iyice açık ve
kaçınılmaz bir hedefe ne şekilde varılacağıdır.
XV.
asırda, Batı Medeniyeti yeni teçhîzâtı olan Moj dern gemilerle
techîz edilip bütün dünyâya şâmil inbisâf yoluna atılmaya başladığı vakit o da
Eski Dünyâ'hın kendine rakîp bulunan diğer medeniyetleri gibi aynı tipten bir
medeniyetti: GüneyDoğu Avrupa ve Anadolu’da Doğulu Ortodoks bir hıristiyahlık,
Rusya'da aynı Ortodoks hıristiyanlığın bîr kolu, Avrupa'nın güneyinden
Hindistan’a kadar uzanan İslâmî bir Türkİrân medeniyeti, Fas'tan Endonezya’ya
uzanan İslâmî bir Arap Medeniyeti, Hint ve Endonezya'da bir Hint Medeniyeti,
Çin’de bir UzakDoğu medeniyeti, Kore ve Japonya'da bu Doğu Asya medeniyetinin
bir kolu bulunuyordu. Batılı olan dâhil, Eski Dünya’nıh üçüncü nesline âit bu
medeniyetlerden her biri, farklı cinsten üstün bir din bir cemiyet tarafından
örülen sosyal bir yuva içinde tekevvün etmişti. XV. asırda bu medeniyetlerin
her birisi (batılı olan dâhil) dâimâ dînî ve geleneksel bir çatı içerisinde
yaşıyordu. Bu çatı aynı zamanda manevî ve içtimâî bir çatı idi. Bariz bir
şekilde önemli olan bu husûsî noktada Batı, Yeni ve Eski dünyâların yaşıyan
diğer bütün medeniyetlerine Okyanusların gerisinden ilk saldırısını yaptığı
zaman Batılı Hıristiyanlık, Eski Dünyâ'nm diğer kardeş medeniyetleri gibi aynı
karakteri taşıyan bir medeniyetti. Bu mertebede, Batı ancak hareketliliği ile
diğerlerinden tefrik ediliyordu. Hah tâ o, bu hareketlilikte AsyaAvrupa
göçebelerini bile geçiyordu.
Bu
müşterek vasıf (üstün bir dinin bünyesine intibâk etmiş olmak) XV. ve XVI. asır
Hıristiyanlığını çağdaşları bulunan Eski Dünyâ’nın diğer medeniyetlerine
ısındırıyordu. Halbuki o, bunlar için aynı zamanda menfûr olmakta dâ devam
ediyordu. O, bunlara geleneksel dînî gidişiyle melûftu. Diğer taraftan da
menfurdu, çünkü Batı Hıristiyanlığı, Doğu Ortodoks Hıristiyanlığından İslâmdan,
Hinduizm'den ve Budizimden ki bunlar Eski Dünyada yaşıyan medeniyetlerin
iskeletini teşkîl ediyorlardı farklı bir dindi (ve, Musevî bir din olarak
militan bir rakîpti de).
Batı
XVII. asırda Okyanuslar üzerinde sağlam bir hâkimiyet kurup dünyanın bilkuvve
efendisi hâline geçtiği vakit, çok eskilerden günümüze kadar oian târihi içinde
en önemlisini teşkîl eden bir reforma mâruz kalmıştı. XVII. asırda Batı
Medeniyeti, ananevî Hıristiyanlık hüviyetinden uzaklaşarak bunun
cismânîleştirilmiş bir şeklini benimsedi ki bu son şekilde insanın kendine has
olan bu mânevî inkılâbı kendisini zorla empoze ettiği diğer medeniyetlerde Batı
Medeniyeti karşısındaki tutumlarında mukabil bir inkılâp yapmalarını süratle
zorunlu kıldı. Mezkûr iki inkılâp, bu kitabımızın 13., 14. ve 15. makâlelerinde
titizlikle incelenmiş olacak. Bu makâlede kitabımızın ikinci kısmında işlenecek
olan târihî dramın planını ortaya koymaya çalışacağız. Bu arada sâdece şunu
kaydedelim ki: XVII. asırda Batı Medeniyetinde husule gelen cismânîleşme,
batılı olmıyan diğer medeniyetlerin kendisi karşısındaki tutumlarını, onların
bu batılı medeniyeti kabûl etmelerine engel olacak birinci mâniâyı ortadan
kaldırarak değiştirdi. Netîce olarak XX. asrın ortalarında batılı olmayan
dünyâ'hm tamâmı, Batı medeniyetinin lâikîeşmiş modern şeklini benimsemede bir
hayli yol almış bulunuyordu. Bu sebeple Batılı, cismânîleşmiş bir cemiyete
beklenmedik bir şekilde çöken bir mânevî buhrân, teknik yönüyle batılılaşmış
olan dünyânın tamamında şok ve sarsıntılara sebep oldu.
·
152 — Yeni modern
medeniyetin bariz bir vasfı, Batı târihinin içinde yaşadığımız Yeni çağ sonrası
çağın daha birinci safhasında bize garip gelmiye başladı: Bu tuhaf olan bârız
vasıf, Modern Batı insan’ının kendine olan aşın itimâdıdır. XVIi. asrın en son
yıllarından 1914 senesinin ağustos ayına kadar Modern Batılı, dînî ve ananevi
aslını terkederek benimsediği yeni lâikîeşmiş şekli, atalarından intikâl eden
medeniyetin değişmeyecek olan son ve mükemmel şekli olarak kabûl ediyordu. Ve
bu, iki noktai nazardan da böyleydi. Batılı diyordu ki bu, medenîleşmiş
Cemiyetin olgunlukta ulaştığı Kemâl'in bir şeklidir: Medeniyet "M” iledir.
Çünkü o diğer yaşıyan medeniyetleri "yarı medenî” ve kendi Batı Medeniyetinin
laikleşmemiş aslî şeklini de "orta çağ işi” telâkkî ederek reddediyordu.
Yine batılı, bu modern laikleşmiş yeni medeniyetin sadece mükemmel değil aynı
zamanda ebedî olduğundan pek emindi. "Bir günlük zambak” (4) ebedî
alazından mutedil bir davranışı benimsediler ve zamanın
·
(4) Ben Jonson. maksızın
mükemmel olabilir, fakat batılı meddâhları bu İki İlâhî sıfatı
"Medeniyet" e izafe ediyorlardı: Onlar, medeniyetin ulaştığı bu
safhada sonsuzca kalacağını, geçmişte îbtidâî veya yarı medenî bîr çok kültürlerin
mâruz kaldığı yıkımdan ebediyen mâsun kalacağına inanıyorlardı.
"îstibdâdın
suistimâlleri korku ve utanmanın karşılıklı tesirleriyle sınırlandılar,
cumhuriyetler nizâm ve istikrârı getirdiler; saltanatlar hürriyet prensibini
veya en umûmî teâmülü vâsıtasıyla en nakıs anayasalara varıncaya kadar belli
ölçüde bir adalet ve şeref düşüncesi nüfuz etti. Sulh içinde çeşitli sayıdaki
aktif rakiplerin tahrikiyle ilim ve sanâyîdeki ilerlemeler hızlandılar. Harp
zamanında AvrupalI kuvvetler mutedil ve mübhem savaşlarla boy ölçüşürler» (5).
·
153 — Bu pasajı günümüzde
okuyan batılılar nezdinde Gibbon'un bu kendinden emînliği şaşırtıcıdır. Bununla
beraber, 1914 ağustosunda rüştüne ermiş bulunan okuyucular hatırlayabilirler ki
bizzât kendileri o tarihe kadar Batı Medeniyetinin istikbâle mâtuf hedeflerine
Gibbon’un gözleriyle bakıyoorlardı. Halbuki Gibbon'dan önce ve kendilerinden
pek çok önce daha XVII. asırda, Yeni modern ve kendinden emîn bir Çağın septik
ruhlu muhbirleri tarafından bâzı İhbâr işaretleri de verilmişti (6).
1914’denberi
anladık ki bizim laikleşmiş yeni medeniyetimiz, esasen ne mutlak bir kemâli
gerçekleştirmek
·
(5) Gibbon,
Edouard, The History of the Decline and Foll of the RomanEmpire, XXXVIII,
makale, sonda: "Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşü üzerine umûmî
müşahedeler” muhtemelen 1781 de (Yorktown’da Cornwallis’in teslim edildiği yıl)
kendini son derece septik telökkî eden bir İngiliz tarafından yazılmış olmalı,
(5)
Bak: İleride gelecek olan XL makölenin ilâvesi. suretiyle
kendinden öncekilerden ayrılmış ne de yıkılışa karşı masûniyet elde ederek
onlara tefevvuk etmişti. Anladık ki Batı, XVII. asırda dinî hıristiyân
mîrâsıyla berâber aslî günâh (7) prensibini reddedip atmakla Batılı, bizzat
kendisi bu Aslî Günâhdan sıyrılmamıştı. M. Lightheart (Hafif Kalp yani kaygusuz
omuzlarında her zaman sımsıkı bir şekilde bağlı kalan yükün sâdece etiketini
söküp atmıştı. Ve bu pek kolay ameliyenin netîceleri gösterdi ki kaygusuz
Lightheart, kendini hıristiyân olan eski âdaba tâbi yolcudan üstün hissetmesi
için elinde hiç bir doğrulayıcı delile sâhip değildir. Kaygusuz, paketin
etiketini sökmekle hıristiyân "angarya" sından kendini muâf
tutacağını zannediyordu. Ayrıca uzun Hıristiyan çalışması netîcede yükün
indirilmesi şeklinde mükâfatlandığı zaman da kaygusuz bundan haberdâr olmadı ve
yükünü taşımaya devâm etti.
·
154 — Aslî Günah’ın
lâikleşmiş Batı Cemiyetindeki bu devâmı esâsen her nesilde Batılı her bir kadın
ve erkek tarafından günlük ve husûsî tecrübeyle zımnen tas
(7)
Aslî Günâh: Hıristiyanlara göre her insan, doğuştan, ceddi olan Hz. Ademin
isyanından dolayı günahkârdır, buna aslî günâh "pârhe orlginel"
derler. Ancak vaftîz olmak süreliyle ondan kurtulunur. Şu halde hıristiyân
olmıyanlar ondan kurtulamaz. Fakat Toynbee "aslî, günâh” tâbiriyle
kilisece kabûl edilen bu telâkkiyi kasdetmlyor. Onun "aslî günâh” dan
maksadı insan tabiatında mevcut İlâha muhtaç unsurlardır (element malsın de la
natura humain). (Bak: Toynbee, La Civilîsation â l’Epreuve, Paris 1951, s. 34)
Toynbee'nin, Hıristiyanlığın dayandığı ana prensiplerden biri olan "Aslî
Günâh” mefhûmuna getirdiği bu yeni telâkki İslâmdaki nefsl emmâre telâkkisiyle
kıyaslanabilir. Gazâlî ıslâh ve terbiyeye muhtaç ve kendisiyle mücâdele
edilmesi gereken nefsi emmâreyi şöyle târif eder: Bu, İnsanın şehevî ve gadabî
olan ve onu şiddet ve sefahate sevkeden kuvvelerin tümüdür.
dîk
edilmişti. Bununla berâber Aslî Günâh’ın Batılı insanda dâima canlı kaldığını
kabûl etmeye kendimizi icbâr için Batı Medeniyetimizin evlâtları tarafından
günümüzde bir takım umûmî gaddarlıkların işlenmesi gerekti. Yeni çağ sonrası
batılı psîkologlarımızca insan Rûhunun şuur altı derinliklerinde yapılan ilk
keşifler, atalarımızıın XVII. asrın ilk yıllarına kadar oldukları gibi, bizi de
insân'ın Aslî Günâh’ının güç ve kudretinden şuurlu kılmaya başladı.
·
155 — Umûmî, beklenmedik ve
korkunç olayların hemen akabinde zuhûr edip İlmî malûmâtımıza mal olan bu rûhî
sahadaki keşifler, nevi beşerin ezelî ve başlıca vazîfelerinden birine tekrar
dönmeye bizi icbâr etti: Bu vazîfe Aslî Günâhla mücâdeledir ki biz bunu üç
asırdan fazla bir zamandanberi unutmuş ve ihmâl etmiştik. Şimdi biz bu
mücâdeleye o kadar kötü şartlar altında tekrâr dönmeye mecbûr kaldık ki,
böylesi korkunç şartlara geçmişte Batının (veya bir başka medeniyetin)
evlâtları aslâ mârûz kalmadılar. XVII. asırda sanayi inkılâbının doğuşuna kadar
inşânın gayri beşerî olan Tabiat üzerinde hâkimiyet sınırlarının darlığı,
insanın ister iyi ister kötü fiilleri üzerine icra edebileceği vurma gücüne de
oldukça dar sınırlar koyuyordu. Fakat şimdi ibtilâ ve ihtirasımızı dinden
teknolojiye çevirmiş olmanın iki yönlü bir mükâfâtı olarak son iki asır
esnâsında öyle misline Taslanmamış teknik terâkkiler kaydettik ki fiillerimiz,
sonunda atom gücünün "vuruşuna'* mâlik olacak kadar yol katetti. Sanâyi
öncesi devirdeki atalarımızın davranışına nisbetle bizim kötülüğümüz daha fena,
iyiliğimiz de çok daha üstün değildir. Fakat amellerimizin (iyi veya kötü)
pratik neticeleri çok daha ciddîdir. Hiç şüphesiz "Günâh’ın cezası
ölümdür" (8) hükmü dâimâ şaşmaz bir hakîkat
<8)
I. Romalılar, VI, 23.
(Tarih
Şuuru — 14) olarak
kalmıştır. Fakat biz bu gün, bir kere daha olaylar tarafından günâha karşı
koymağa ve onunla boğazlaşmaya zorlanmış olunca, bu durumda St. Paul'ün ihtârlannın
bir hakîkat olduğunu inkâra mecal kalmaz. Atomik bir çağda sefîh
hareketlerimizin öldürücü tabiatı hem: ümit hem de korku mevzûudur, Korku
mevzûudur çünkü, biz, bizzât kendimizi helâk edebiliriz; ümit mevzûudur çünkü
bir artık bu korkunç ihtimâle gözümüzü yumamıyacağımızdan bu tehlikenin
şuûruyla hâlimize tövbe edip tutumumuzu değiştirmeye gidebiliriz.
XX.
asırdaki Batı'nın bu mânevî buhranı sâdece kendîne, Batı'ya has mahallî bir
olay olarak kalsaydı bile yeteri kadar ciddiyet ve ehemmiyeti hâiz olacaktı. Bunun,
önemi, Batı Medeniyetinin tam mânasıyla dünya çapında yayılması ve dinden
sıyrılmış şekliyle insan ırkının büyük ekseriyeti tarafından benimsenmesinden
sonra, on misliyle artmıştır. Bu güp Batı'nın mânevî buhrânı bütün dünyânın
buhranıdır. Son ikiyüz elli sene boyunca batılı olmayan medeniyetler birbiri
ardınca bizim lâikleşmiş Batı Medeniyetimizi benimsediler. Bu medeniyetlerden
ekserîsi o’nu istemiye istemiye ikrah ede ede benimsedi. Onların bu
nefretlerine bilhassa şu düşünce galebe çalmıştı: Büyük zorluklarla kendilerini
uydurdukları bu yabancı ve nâhoş hayat tarzı iddiâ edildiği gibi idi: Yâni, hem
mükemmel hem de ebedî olma cihetiyle değişmez ve kesin bir medeniyetti, tıpkı
bizim Batı medeniyetimizin Gibbon’a ve 1914 yılına kadar bize öyle (mükemmel ve
ebedî) geldiği gibi. Bununla beraber Batılı olmayan medeniyetler kendi öz
kültürel miraslarını ananavî dînî muvâzeneleriyle birlikte atıp yerine bizim
dinden sıyrılmış. Batı Medeniyetimizi alınca anladılar ki. Batının kendine olan
çocukca güvenine îstinâden hayâtın son kesin ve mükemmel şekli diye safçasına
inanarak benimsedikleri bu medeniyet hiç te öyle değilmiş.
Böylece,
İnsanlığın batılı olmıyan büyük ekseriyeti, manevî bir inkılâbı (kendi
atalarından mîrâs kalan medeniyetten, Lâikleşmiş Batı Medeniyetine geçmeyi)
tamamlar tamamlamaz kendini derhal hiç bir şeyin önceden sezip haber vermediği
ikinci bir manevî inkılâbın içine dalmış buldu. Bu ekseriyet, Garbın XX. asırda
beklenmedik mânevî bir buhranın içine tam gömüleceği bir anda laikleşmiş Batı Medeniyetini
benimsemiş bulunuyordu. Böylece Batı, bütün iyi niyetine rağmen dünyâya irâdî
olmayan kötü bir oyun oynamıştı. O (Batı), ne alıcı ne de satıcının alış veriş
sırasında kazanacağını tahmîn etmediği bir muhtevâda kendini takdîm eden bir
medeniyeti dünyâya satmıştı. Bu aksilik, insanlığın batılılaşmış büyük
ekseriyeti için batılı azınlığa nazaran muhtemelen çok daha fazla ızdırâp
verecek ve bu ızdırâp da ona karşı kin ve hınç doğmasına sebep olacaktır.
·
156 — Batı Medeniyeti'nin
bu batılı olmıyan münfesihleri, kendileriyle birlikte korku ve ümîdi de berâber
getiriyorlar. Çünkü onlar, Batı'nın Hıristiyan olan kendi dînî miraslarını
terkettiği müddete nazaran çok daha yakın bir geçmişte terkettiği kendi dînî mîrâslarınm
şaşaasından bâzı bulutlan arkalarında sürükleyerek geliyorlar. İnsanlığın
batılı olmıyan ekseriyetinin dînî miraslarından muhâfaza edilen bu unsurlar,
batılılaşma vetiresi sırasında Dünyâ'nın mânevî hazînesinin müşterek
sermâyesine şimdi boşaltılmıştır. Bu unsurlar, belki de, Batı Hıristiyanlığının
henüz yok olmıyan bâzı kalıntılarıyla birlikte, bugün bütün insanlığın müşterek
medeniyeti hâlini almış oian Batı medeniyetine, çoktan atılan dinî unsuru
tekrar sokmak için çalışacaktır. Bu ümit, bu kitabın yazarının içinde 13 ekim
1953’de Avrupa Konseyi'nin Romada yapılmasmı kararlaştırdığı bir yuvarlak masa
toplantısının' arafesinde, Subiaca'ya uzak olmıyan bir derenin kayalık
yamaçlarında yer alan ve geleneğe göre St. Benoît'nın Mont Cassİn istikâmetine
çağrılmazdan önce inzivâya çekilerek senelerce manevî mücâhedede bulunduğu
Sacro Speco mağarasına çoktandır düşündüğü bir ziyâreti yaptığı sırada bir ışık
parlattı. Mezkûr mağarada Batı Hıristiyanlık ağacının ilk filizi
tomurcuklanmıştı. Ziyaretçi bu mukaddes yerden fışkıran mânevî bir hamle ile
hıristiyahlaştırılan ve dünyânın en müntehâ uçlarına kadar yayılan
memleketlerin isimlerini sayan Papa IX. Pie'nin insana heyecân verici buradaki
Latince kitâbesini deşifre ettikten sonra bir zamanlar Karanlıklar Çağı'nm
kaosundan batılı bir hıristiyân Medeniyetini doğuran ruhun, bu günün
batılılaşmış dünyâsını tekrârden takdîs etmesi için dua etti.
□
İLAVE: XVtl. ASIRDA DÎDÎ TAASUBA KARŞI GÖSTERİLEN AKSÜLAMEL’İN MANEN NEYE
MÂLOLACAĞI HUSÛSUNDA O ASIRDA YAPILAN BÂZI İHBAR VE KEHÂNETLER:
il
·
157 — «Royal Society» nin
birinci sekreteri olan İngiltere Episkopol Kilisesine mensûb bir papaz 17.
asrın 70. yıllarında, o asırda dinî taasuba karşı gösterilen husûmet ve
değişmeden hâsıl olan mânevî boşluğun neye mâlolacağını önceden haber verip
yakınmıştı. Yine aynı asrın 90. yıllarında Amsterdam’a ilticâ eden bir Fransız
protestom da aynı âkibetî önceden tahmîn edip haber verdi. Bu Fransız, Voltaire
ve Ansiklopedicilerim ilk habercisi olmuştur.
«Şiddetli
ilhâmların vahşîlikleri büyük ekseriyetiyle gözden kayboldu, geri kalanlar da
onun arkasında bıraktığı korkunç izlerin hâtırâsıyla Dünyâdan yakında silinmiş
olacak. Roma kilisesi ihtişamını hâlâ muhafaza etmesine rağmen gerçek
otoritesi zâhir bir şekilde tezelzüle uğramaktadır... Hıristiyanlığın bugünkü
hâli budıır. Şimdi dünyânın üzerine aynı bulutları yeniden yaymak imkânsız;
asrımızın umûmî durumu aklî bir dine meyletmektedir...
«Şunu
samîmiyetle söyliyelim ki tabiatın modern talebelerinden pek çoğu Allah'a
ibâdeti ihmâl etti; onlar bu dinsizliğe belki de cezbenin yeni ve garip
aşırılıklarıyla sürüklendiler. Allah’la direk kaynaşma ve ilham hususundaki
ölçüsüz iddiâlar — ki zamanımızda çok artmıştır — akıl sahibi pek çok kimseleri
her bîr şeyi toptan reddetmeye sürüklemiştir. Eğer diğerleri mûtedil ölçüleri
muhafaza etselerdi onlar bu kadar aşırı gitmiyeceklerdi... Buradan istidlal
edebiliriz ki dinin gerçek ve muvazeneli bir ifâdesini tekrar bulmanın yolu,
insanların rûhlârı üzerine bir karanlıklar perdesi atmaktan ziyâde mânevî
deliliğin şiddetini yatıştırmaktır. Ayrıca bu iki aşırılıklardan birinin
diğerini hafifleştirmesiyle mütenâsib olarak azalacağı da anlaşılmaktadır.
«Hıristîyânlığın
inşân ruhları üzerindeki tesirinin fevkalâde gerilediğini herkes farkediyor.
Hıristiyanlığın tümü, hemen hemen, Eski Dünyâ'nın dinlerinin yıkılışından az
önce ortaya çıkan mukadder şartları yaşamaya başladı. Bu yıkıntı, dînin umûmî
İctimâlardaki yaşanışı İle fertlerin husûsî hayatlarında kazandığı telâkki ve
tatbikatının farklı olmaya başladığı sırada vukû bulmuştu. Umûmî içtîmâlarda
onlar dinî kaideleri büyük bir tahtana ile tatbîk ederler, ferdî hayatlarında
hiç bir değer affetmezlerdi. Bizim bu tehlikeli noktaya hangi yollar ve hangi
ölçülerle ulaştığımızı tefrik etmek zordur, fakat şurası muhakkak ki bu asrın
mânevi bozuklukları en az maddî günâhlar kadar buna ilâvede bulundu. Bunun için
insanın kullanabileceği eh müessir ilâç ilâhiyâtın âli nazâriyyâtiarından
ziyâde onun anlaşılması kâbîl, tabîî ve tatbîki kolay tâlimleridir (9)».
·
158 — «Pek çoklarının
hissine göre, Skolastiklerin bütün Avrupa'ya yaymış oldukları karanlıkları
asrımızda dağıtan aynı adamlar kuvvetli ruhları artırdılar. Ateizm'e
(dinsizlik) veya Pyrrhonizm'e (dogmatizme zıd felsefî septik bir sistem), veya
Hıristiyânlann en mühim dînî sırlarını inkâra kapıyı açtılar. Fakat dinsizlik
sâdece felsefî incelemelere hamledilmiyor, aynı zamanda edebiyât da bundan sorumlu
tutuluyor. Çünkü iddiaya göre Ateizm Fransa'da ancak I. François’nin hâkimiyeti
sırasında kendini göstermiye başladı ve İtalya’da da Humanites'ler inkişâf
ettikleri zaman ortaya çıktı (10)».
XVII.
asırda müsâmaha ruhunun avukatları biliyorlardı ki resmî otorite tarafından
konan bir ilâhiyâtın reddi insan aklının imkânlarının hudûtlarım
aydınlatacaktı. Üzüntü izhâr ettikleri ihtilâlci değişikliklere bir çok
seferler içlerinden sevindikleri muhakkaktı. Din konusundaki septik fikirleri
serbestçe ifâde etmenin tehlikeli olmaktan tamâmeh uzaklaşmadığı bir devirde,,
istihza (eironeia), yani kelimeleri zâhîr mânasına zıd düşen tahtında müstatîr
zımmî mânasıyla Sokrat’vâri kullanmak —istihza— aydınlatma dâvasında kullanmaya
elverişli fikrî bir silâhtı ve Bayie, bu gibbon'cu sanatı ustaca kullanan bir
gibboni
(
9) Sprat, Tho„ The Htstory of the Royal Socloty for the İmproving of Natural
Knowledge (Londres, 1667 Martyn}, s. 366376.
·
(10) Bayie P.,
Dicll onnaire, 3. ed. IV, 2688 a, Takiddin.
evveldi’
Fakat Bayle'in Dictionnaire'inden bir kısım pasajlar —ki onlarda aydınlatmanın
önemi tebârüz ettirilmiştir—. Bayle'in delilini ortaya çıkarttığı tarz
içerisinde ciddiyetle istihza arasında sailanan bir durumu nazara
arzetmektedir.
Şu
müteakip pasajlarda istihzâ ruhu bariz bir şekilde hâkim durumdadır.
«Bundan
çıkarılacak netice şu ki Incil'in sırları tabiat üstü bir mâhiyette olmaları
hasebiyle onlar tabîî Nûr'un kaidelerine mahkûm olamazlar, ve olmaya da mecbur
değildirler. Onların hikmeti vücûdu felsefî münâkaşalara konu olmak değildir.
Onların büyüklük ve ulvîlikleri buna mârûz kalmaya elvermez. Böyle bir cidalden
onların muzaffer çıkması eşyanın tabiatına aykırıdır: Onların esas vasfı İman'a
konu olmaktır ilme konu olmak değil <11)».
«Romalı
Katolikler ve Protestanlar sayısız dînî meseleler üzerinde mücâdele
etmektedirler. Fakat onlar Incil’deki sırların aklın fevkinde olduğunda
müttefiktirler... Bundan bizzarûre şu netîce çıkıyor ki Feylesofların
müşkülâtlarını halletmek imkânsızdır ve netîce olarak da Tabîî Nûrlardan başka
bir hüccete baş vurulmayan bir münâkaşa dâima iiâhiyâtçıiarın aleyhine sona
erecektir. Neticede onlar kendilerini direnmekten vazgeçmeye ve tabiat üstü
Nûr'un topları altına sığınmaya zorlamış göreceklerdir.
·
159 — «Şurası muhakkak ki
akıl hiç bir zaman kendi fevkindeki şeye ulaşamıyacaktır... Öyle ise o, gücünü
aşan şeyi yapacak, haddinin fevkine çıkmış olacaktı, bu ise bâriz olarak
mütenâkız bîr durumdur. Şu halde aklın
·
(11) Aynı eser, !V)
2991. II, Eclaircissement, bizzât kendi
itirazlarına cevâp veremiyeceğini söylemek gerek, ve böylece onlar (itirazlar),
Allah'ın otoritesine baş vurmadıkça ve idrâkini imâna itaat etmeye icbâr
etmedikçe muzaffer kalırlar (12)».
«İşte
böylece, ilahiyatı Felsefeye mahkûm etmek isteyenlere vazifelerini öğretmek.
Onlara metodiarınm mânâsız netîcelerini göstermek ve onları böylece şu hıristiyân
tevâzû vecîzesine getirmek gerek: Felsefî mefhûmlar Allah’ın şuunatı hakkında
hüküm vermemiz için ölçü olamazlar, fakat Kitâb'ın hükümlerine uymak gerekir
(3)».
Diğer
taraftan aynı konuya temas etmekte olduğu aşağıdaki pasajlarda Bayie, yarı
yarıya ciddîye benziyor.
«Aklımız
her şeyi bulandırmaktan, her şeyden şüphelendirmekten başka bir işe yaramaz. O,
bir eser inşâ etmekten ziyâde onun tahrip vâsıtalarını bize gösterir. Bu,
gündüz yaptığı ağı gece bozan hakîkî bir Pönelope'dur. Böylece felsefî
tetkiklerden edilebilecek en iyi istifâde onun bir sapıtma yolu olduğunu ve
bizim vahyedilmiş Nûr'dan ibâret olan bir başka yolu, aramak zorunda olduğumuzu
öğrenmektir (14).
Bir
kelime ile, insanın kaderi o kadar kötü bîr durumdadır ki onu bir fenâlıktan
kurtaran nurlar diğer bir fenâlığa sürüklemektedir. Cehalet ve barbarlığı sürün
arkasından hurâfalarm geldiğini göreceksiniz... Fakat insanları bu keşmekeşler
konusunda aydınlatmakla onlara herşeyi tedkîk arzûsunu ilhâm edersiniz. Onlar,
bîçâre akıllarını memnun eden şeyi bulamadıkça ayıklamaya, dikkatli araştırmaya
devâm ederler (15)».
·
(12)
Aynı eser IV. 2990, II, Eclaircissement.
·
(13)
Aynı eser III, 2128 a, Origene.
·
(14)
Aynı eser l, 700 b, Bunel,
·
(15)
Aynı eser IV, 2688 b, Takîddin.
12
□
DÜNYA, YENİÇAĞIN BİDAYETİNDEKİ HIRİSTİYANLIĞI REDDEDİYOR
·
160 —■ Kürei arzm ilk
batılı fetih dalgalarını teşkîl eden Portekizliler ve İspanyollar sâdece
zenginlik ve kudret elde etmek hırsıyla değil, aynı zamanda atalarından kalma
Hıristiyanlığı yaymak arzusuyla ileri atılmışlardı. İmânın neşri için olan bu
gayretleri, mütaassıb'ca idi. Çünkü bu gayret, o zaman mevcut olan, esâs ve ruh
itibâriyle de Hıristiyanlığa benzeyen ve onu tamamlıyan diğer yüksek dinlerin
esâsını teşkîl eden ana prensiplere düşman —veyâ en azından bihaber— idi.
Hıristiyânlığın bir kısım ibâdetlerine gözden kaçmıyacak kadar bariz
benzerlikler —meselâ batılı hıristiyânlığın ibâdet yapışı ile mahâyâna
mezhebine mensûb budistlerin ibâdet yapışları arasındaki benzerlikler—
Şeytah’ın kehânet ve hilesi olarak îzâh ediliyordu. «Karanlıklarda kalmış olanlara.
nuru getirecek (1)» olan Hıristiyan misyonerlerinin geleceğini Şeytan önceden
görerek putperestlere kurtuluşa karşı muafiyet kazandırmak için tedâvî bil ayna
âit (Homeopathfcıue) (2) prensipler mucibince, onlara daha evvelden gerçek
dînin sahte bir benzerliğini aşılamıştır. İspanyol ve Portekîiz öncüleri dar
düşünceli idi, fakat misyonerlik gayretinde samimî ve hasbî idiler.
Samimiyetlerini bu faaliyetlerinin apaçık bir şekilde kendi siyâsî ve
·
(1)
Luka, I, 79.
·
(2)
Tedâvî bil'ayn: Tedâvî edilecek hastayı, sağlam hastalarda aynı hastalığın
alâmetlerini tevlit edebilecek hassaya sahip İlâçlarla tedâvî etme metodu.
İktisadî
menfaatlerinin aleyhine tecellî etmesine rağmen yeni mühtedîler kazanmaya devam
etmekle gösterdiler. Bu noktada İspanyol ve Portekizli ilk batılı fâtihler
dalgası metod itibariyle, Eski Dünyâ'nın batılı olmıyan medeniyetlerine kuvvet
yoluyla temasını ancak Batı'da XVII. asırda vukûa gelen dinî ihtilâlden sonra
yapan ikinci dalganın HollandalI ve İngiliz birlikleri ile tezâd teşkîl eder.
Batı sömürgeciliği hesâbına proteston imparatorluklar kuran bu ikinci dalga
mensûbları, şuurlu bir şekilde dînî misyonerlik hizmetini ticârî ve siyâsî
mülâhazalara ram ettiler. Bunlar, batılı tüccar ve idareciye bâzan herhangi bir
mesele çıkaran kendi misyonerlerini paylayıp cesaretlerini kırmaktan geri
durmuyorlardı.
·
161 — Diğer taraftan, Yeni
Çağın Katolik misyonerleri Hıristiyanlığı, ihtidâsını istedikleri halkların,
yerli olan ahlâkî, felsefî, sanat anlayışları çerçevesinde onlara sunacak kadar
ileri giden büyük bir samimiyet örneği göstermişlerdi. Onlar, ihtidâ ettirmek
istedikleri kimselerin yerine kendilerini koymakla ifâ etmek istedikleri
hizmetin muvaffakiyet şansının artacağını düşünmüşler ve bu sebeple de bu yerli
halkın kendi tarzları ve ananavî gelenekleri lehine, kendi tabîî ve İnsanî tarz
ve zevklerinden vazgeçmeye hâzır görünmüşlerdi. Bu cümleden olarak, kendi
görüşlerine göre Hıristiyânlığm esâsını teşkîl etmeyip daha ziyâde tesâdüfî bir
süsten ibâret olan ârizî her bir şeyi Batı Hıristiyanlığından atmaya âmâde
idiler.
«Her
bir mahlûka hıristiyâniığı yaymak (3)» tan îbâret gayelerinin sıkı tâkîbinde
misyonerlerin böyle hıristiyânlıkta bir takım seçmelere imkân tanıyan ileri bîr
hürriyetçi rûhla hareket etmeleri yeni bîr davranış değildi. İlk beş asır
boyunca, RomaYuhân cemiyetini ihtidâ ettirirken,
·
(3) Markos, XVI,
15.
219
e ibtidâî Hıristiyan Kilisesi, putperest tanrıların bayram ve ibâdetlerini
hıristiyân azizlerine çevirerek ve hıristiyânlığın âmentü’sünü Yunan felsefesi
tâbirâtıyla ifâde ederek yeni muhtedîîere âzamî kolaylıklar gösterilmiş,
hıristiyânİığa giriş kapısı son derece genişletilmişti. XVf. asırda cezvit
misyonerleri, UzakDoğu ve Hintte İskenderiyeli Clement’ın izini tâkip ediyorlar
ve Kilise târihinde benzeri olmayan yeni bir metod ortaya koymaya
çalışmıyorlardı. Bununla beraber onların liberal tutumları çağdaş Roma
Kilisesinin tamâmına hâkim olan tutumdan farklı idi (4). Gerçi bu liberal tutum
bizzât Cezvitlerin hepsi tarafından her zaman aynı şekilde bütün faaliyet sabâlarında
gözetilmiş de değildi. Fransisken ve Dominiken tarikatlarına mensûp papazların
muhalefetiyle neticede cezvitlerin emeği ve buna bağlı olarak da
Hıristiyânlığın istikbâle mâtûf Japonya ve Çin'deki emelleri heba oldu.
Cezvitler, batılı olmıyan Habeşistandaki Monofizitler, Güney Hindistandaki
Nestorîler gibi başka kiliselere mensûp hıristiyânlarla olan münâsebetlerinde
en az Roma kilisesine mensûp misyoner meslektaşları —ki bunlar kendilerinden
ayrılan müstakil hıristiyânları ısrarla Roma kilisesine itâata zorlarlar— kadar
amansız ve dikkafalı oldular. Bununla berâber Yeni Çağın hidâyetindeki katolik
misyonerlerinin siyâsetlerindeki liberalizme olan temâyüllerine parmak basmak
gerek. Bu liberaiist davranış hem kendi bünyesi dâhilinde hem de geleceğe mâtuf
münâsebetlerinde görülüyordu. Çünkü XVII. asırda bu vaad ve ümid dolu
teşebbüsün uğradığı kazâ onu,, yaşanmış bir tecrübenin ışığı altında daha
başarılı bir şekilde XX. asırda tekrâr etmeye mâni olmamıştır.
·
162 — Bu liberal rûh, dil
sahasında, her iki Amerikadaki İspanyol sömürgelerinde ve Filipinlerde kendini
gös
·
(4) Bak: daha
önceki IX. makâle, s. 122124.
terdi.
Orada Katolik misyonerler, lâik İspanyol otoriteleri tarafından dinî eğitim
vâsıtası olarak İspanyolcanın Yerlilere icbâr edilmesi yolundaki verilen
emirleri nazara almayıp kulak ardına attılar. Misyonerler, her ne pahasına
olursa olsun İnciri tebiîğ etme endişesiyle «îcabı Devlet» le engellenmeyi
reddederek Yerlilerin kalplerini direk elde etmek için kısa yoldan gitmeyi
tercîh ettiler. Yerli müşterek bir lisânın bulunmadığı Filipinlerde bile
teblîğde bulunabilmek için mahallî lehçeleri öğrendiler. İspanyol fâtihlerin
selefleri İncas’iarın hâkimiyeti altında farklı lehçelerin karışmasından vücût
bulan bir lisânın tedavülde olduğu Peru'da misyonerler çok daha ileri giderek
bu yerli lisânı (Ouichua) latih harfleriyle yazdılar. 1576 yıllında Lima
Üniversitesinde Ouichua kürsüsü ihdâs edildi. Ve bu 1770 yılına kadar da
varlığını korudu. 1680 yılında Remida Ouichua'yı bilmek katolik kilisesine intisâb
edecek her namzedde aranan mecburî bir şart olmuştu.
Sanat
sahasında, hıristiyân tasvircîliği (İconographie) Hindistan'da Hind uslûbu
çerçevesinde, Çin ve Japonya'da UzakDoğu uslûbu çerçevesinde sunuldu.
Meksika'da dâimâ yerli halk (aztegue) den gelen bir vahşîliğin tesîrine tâbî
olan ve son zamanlarda bu tesîrin içinde hemen hemen tamâmiyle boğulan Amerikan
vasatına âit neşeli plastik sanat rûhu tekrar üste çıktı ve nefsinde, hem
garabeti hem de Batının ilk Barok uslûbunun neşesini taşıyan bir şekliyle
yeniden doğdu. Bu kitabın yazan Puebla kasabasının köylerindeki ültrabarok
kiliselerinin içersinde kendini, bir kaç gün önce Teotihuacan'da görmüş olduğu
umumiyetle meş'ûm olan MeksikalI yağmur tanrısı Tlaloc’un neşeli cennetini
tasvîr eden Kolombiya öncesi devre âit bir freskin sanat ve heyecân yönünden
yaşattığı hâleti aynen yaşatan bir durumla karşı karşıya hissetti. XVI. asır
misyonerlerinin yerli köylülerden teşekkül
eden
müntesîblerinin fikrî ihtiyaçlarını keşfedip onları tatmîn gayretleri başarılı
olmuştur. Bu başarıya oraları fetheden ilk İspanyol mâcerâperestlerihîn
(Conquistador) peşinden gelen dindarların miras bıraktığı muhîte yabancı bir
sanat ve mîmârîden müteşekkil bu muhteşem eserlere karşı o ilk mühtedîlerin
oğulları tarafından günümüzde (1953) gösterilen fevkalâde alâka ve itinâ
şehâdet etmektedir.
·
163 —■ Felsefî sahada, XVI.
asrın misyonerleri hıristiyân tâlimini Hindu ve Konfiçyus tâbirâtını kullanarak
şerhetmişlerdi, tıpkı İL asırda da İskenderiyede Kilise Babaları tarafından Yunan
müstalahâtı çerçevesinde ifâde edildiği gibi. Bir kısım batılı feylesof
misyonerler de kendilerini Hindu sanyasis’ler veya Konfiçyus edebiyatçıları
gibi yazmaya, giyinmeye, yemeye ve yaşamaya mecbur etmişlerdi. Bu liberalizmin
bir sembolü ve ulaşmaya mecbûr oldukları başarının bir delîli, daha önce bir
başka vesileyle kendisinden söz ettiğimiz Meksika şehrinin banliyölerinden
birinde bulunan NotreDame de Guadalupe mâbedinde görülmektedir (5).
Bu
durum o kadar mânîdârdır kî, Batı Hıristiyanlığından serbestçe adapte edilen bu
şekil batılı olmayan unsurun galebe çaldığı her yerde reddedilmiştir. İstilâcı
Somali müslümanlarıyla olan mücâdelelerinde İlâhî bir kurtarıcı nazarıyla kucak
açtıkları misyonerleri ve diğer sivil Portekizlileri daha yüz sene geçmeden
Habeşlilerin, yurtlarından kovmaları belki de o kadar şayânı hayret olmıyabilir.
Çünkü çok eski zamandanberi bu memlekette yerleşmiş bulunan Monaflzit bir
hıristiyânlığa, katolik misyonerler UzakDoğu ve Hind'in felsefesine karşı
gösterdikleri müsâmahakâr tavır ve anlayışı göstermemişlerdi. Fakat aynı
tecrübe müddetinden sonra aynı yıllar içerisinde katolik misyonerlerin ve
onların Lâik batılı vatandaşlarının aynı şekilde Japonya'dan sürülmeleri,
arkasından Çin'den ve müstakil Hint'den birer birer kovulmaları hayret,
vericidir. Onlar amansız politik otorite ve icâbında askerî kuvvetin desteğine
mazhâr oldukları İspanya İmparatorluğunda ve Portekiz, Hindistan'ında
yerleşmeye muvaffak olabildiler.
XVII.
asırda Hıristiyânlığın batılı oîmıyan milletler tarafından kovulmasının en
zâhir sebebi, misyonerlerin teşebbüslerinde batılıların askerî ve siyâsî
saldırılarıyla işbiirlliği yapmış olmalarıydı. Hideyoshi ve onun halefleri olan
Tokugavva, Roma Katolikliğini Japonya'da yasak ettiler, çünkü Japon
mühtedîlerinin yabancılar hesâbına «beşinci kol» hizmetini görerek Portekiz
Birleşik Krallığı ve Ispanya'nın istilâsını kolaylaştıracağından korkuyorlardı.
Kesin kanaatlarınca, içeriden yardımcı bulamadıkları müddetçe batıklar en kesîf
ordularla saldırsalar bile Japonya zerre kadar sarsılmadan onlara karşı
dayanabilecekti. Bilâhare Bakufu, HollandalI Protestanların iki şart tahtında
Japonya'da bulunmalarına müsâde etti: Bir adada ikâmet ve hiç bir zaman kendi hıristiyanhk
anlayışına Japon vatandaşları kazanmaya çalışmamak. Daha sonra Roma katolikliği
de Çin'de yasaklandı, çünkü UzakDoğu'da, Papa ve temsilcileri Cezvitlerdeki
liberalist anlayışın Kilisenin temsîl ettiği dinî anlayışı ihlâl eder
endîşesiyle eski Çin tâbirâtıyla takdîs edilmiş bâzı ıstılâhâtın kabûliyle
ilgili olarak bir kâide teblîğ etmek beceriksizliğini gösterdiler. Batı
Hıristiyanlığının reddedilmesindeki esâs sebeplerden biri, bir yaşayış
tarzından diğerine geçişteki kaçınılmaz zorluktu. Misyonerlerin Hıristiyanlığı
mümkün olduğu kadar ihtida edecek kimselerin efsânelerine uygun bir şekilde
tefsîr etmiş olmakla yolun yansından fazlasını katetmiş olmalarına rağmen bu
ihtida zor ve müşkil oh makta devâm ediyordu.
·
164 — Bununla beraber,
Japonya'daki belli bir nüvenin — en azından Roma Katolik kilisesine intisâb
edenlerin — samimiyeti, meydana çıkarıldığı takdirde cezâsı ölüm olan iki yüz
otuz sene boyunca (16371868) gizli olarak devâm etmesiyle isbât edilmiştir.
Meksika'dan misâl vermek gerekirse, orada yerliler Hıristiyanlığa zorla ihtida
ettirilmiş olmasına ve hiç bir zaman onu reddetme serbestisine sâhip
bulunmamalarına rağmen, üç yüz seneden fazla bir zamandan sonra Meksika'da 1910
da başlayıp uzun bir ihtilâl müddeti boyunca hâkim olan mücadeleci bir kilise
düşmanlığına karşı direnmekle bu dîne irâdî olan bağlılıklarını gösterdiler.
1953’te Yerli köylüler köylerindeki kiliselerden gurur duymak ve Roma Katolik
ibâdetlerine olan zevklerini izhâr için tekrardan hür idiler. Bununla berâber
aynı sene bu kitabın yazarı Chamulas'lar arasında farklı bir ruhun hükmetmekte
olduğunu müşâhade etti. Chamulas'îar, İspahya'lı askerî ve siyâsî kuvvetlerin
yerlilerin isyân edebilecekleri kadar zayıf bir durumda olduğu Meksika
Cumhûriyeti'nin güneybatı köşesinde yer alan ve esâs memleketle irtibâtı
asgarîde olan Las Casas yaylasının dağlı sakinleridir.
1953'de
bile, İspanyol askerleri ve Tlacalecs'lerin melez Ladinos nesilleri tarafından
meskûn Las Casas şehrî yabancı bir memlekette kaybolmuş Avrupa medeniyetinin
bir adacığına benziyordu. Bu mütecerrid Batılı şehirden, temsil edilememiş olan
Chamulas kabilesinin merkezi durumunda olan köye kadar yapılacak kısa bir araba
gezintisi yolcuyu başka bir dünyâya taşıyordu. Köyün merkezî çimenliğinin
etrafında yer alan binalar arasında nazarı dikkati en çok çekeni barok
üslûbunda inşâ edilen güzel bir kiliseydi. Fakat kilise mihrâbında kuddas
dolabı mevcut değildi. Las Casas papazı bir lütuf olarak buraya senede ancak
bir veya iki sefer gelme zahmetine katlanırmış. Geri kalan zamanda kilise,
alâmeti hürmet olarak «sacristain» (kiliselerde mukaddes eşyâ muhafızı) diye
isimlenen yerli samanların elinde idi, Kilisenin içirişinde hıristiyan
azizlerine tahsîs edilen kısımlardaki tasvirler o azizlerin sûretlerini değil
Chamulas halkının hıristiyanlık gelmezden önce ibâdet ettiği tanrıların
sûretlerini taşıyordu: İnançlarına göre ekin saplanyia kaplı yer üzerinde diz
çökmüş vaziyette tuhaf çalgılardan garîp nağmeler elde eden İlâhî varlıklardı.
Meydana dikilen haç da yağmur tanrısının resimsiz bir taşahhusu, canlı bir
mümessili hâlini almıştı. Hülâsa Chamulas halkına XVi. asırda Katolik
misyonerliği şeklinde yapılan Batı taarruzu muzafferine bir şekilde geri
püskürtülmüştü, ve XX. asırda bu saldırılara tekrâr rücû etmenin netîcesi ne
olacak bunu görmek kalıyordu. Chamulas'a karşı olan bu hıristiyanlık sonrası
yeni Batı saldırısı, hıristiyan hüviyetini kaybeden bu kiliseyi şimdi takviye
eden yepyeni ve pek cazip kooperatif mağazası ve parlaklıkta mağazadan geri
kalmıyan klinik vâsıtasıyla yapılmıştı. Batılı tababet ve tîcârı teşkilât
batılı dinden daha tesirli olup, bu inatçı putperestliğe son verebilecek mi?
·
165 — Asya ve Yeni
Dünyâ’nın İspanyoilaşmış dinlerinde Chamulas gibi inatçı mukâvemet noktalarına
günümüzde rastlamak pek enderdir. İspanya ve Portekiz hâkimiyetinin fiilen
gerçekleştiği her yerde (Goa ve Hindistan'daki İspanya İmparatorluğunun büyük
ekseriyetini teşkîi eden bölgelerde böyle oldu) Yerii’ler ne reddetme
imkânlarına ne Roma Katolikliğini ne de Batı medeniyetinin ilk şeklinin
laikleşmiş uhsariarından bâzılarını seçme hakkına sâhip olamadılar. Onlar
bunların her birini kabûl edip bir lokmada hepsini yutmaya icbâr edildiler.
Farklı bölgelerde bu durumdan hâsıl olan neticeleri kıyâslarsak görürüz ki eğer
yabancı bir medeniyeti olmak zorunluluğu hâsıl olursa onu bir hamlede almak, az
az miktarlarla zehirlenerek peyderpey almaktan daha az zararlıdır. Zorla ve
ânîden ihtidâ ettirilen Portekiz ve İspanyol tâcının Asya ve Amerika'lı tebaası
yeni mecbûrî dinlerini kalpten benimsediler ve onu tamâmen kendilerine mâl
ettiier ve böylece gâliple fağlûp arasında temelden gelen bir ayrılık kalmadı.
Dînî cemâat guruplar arasında evlenme kapısını açtı ve iki cemâat tek bir
cemiyet hâlinde kaynaştı. Bu yeni cemiyetin içtimâi ve harsî iskeleti
Batılıydı. Fakat bu iskelet İçindeki Batılı şişelere bol miktarda yerli şarap
katılmıştı.
İleriki
bahislerde göreceğimiz üzere, Batı hayatının XVII. asırda cismânîleşmesinden
sonra Fransız, Hollanda ve İngiliz tesîr veya hâkimiyetine mâruz kalan Batılı
olmıyan cemiyetler üzerindeki neticeler daha farklı ve daha az memnuniyet
verici olmuştur. Oralarda Batı medeniyetinin cismânîleşmiş cihetinden başka bir
yönünü ne alv mak ne de anlamak hususunda hiçbir teşebbüste bulunulmadı.
Cismânî cihetini alıcılar da hidâyette sâdece askerî tekniği kazanmıya
çalıştılar. Bu gevşeklik, hıristiyanilk sonrası bir Batı Medeniyeti'nin kısmî
taliplerini gayri iradî devâm eden bir inkılâba mahkûm etti: Bunlar
kendilerini, iki cemiyet arasında bir birlik sağlamıyacak olan, cismânîleşmiş
Batı Medeniyeti'nin farklı unsurlarını birbiri ardınca benimsemek suretiyle
hidâyetteki Batılı askerî tekniğin alınmasını devâm ettirmek mecbûriyeti
karşısında kalmış buldular. Alıcılar tedrîcen benimsedikleri Ba
(Taritı
Şuuru — 15) tı kültürünü
hiç bir zaman tamamen kendilerine mâl edilmiş olarak hissedemediklerî halde
ecdâtlarından gelen kendi öz kültürlerinden yavaş yavaş koptular. Bu durumdan
cemiyet ve Ruhta bölünmeler husule geldi ki bunlar günümüzde hâlâ
kapanmamıştır.
□
İLAVE: XVII. ASIRDA SÖMÜRGECİLİĞİN BİR ALETİ
OLMASI
YÖNÜNDEN HIRİSTİYANLIK HAKKINDA İKİ
AVRUPALI
MÜŞAHİDİN GÖRÜŞLERİ:
·
166
— Batı târihinin Yeni Çağ kısmının hidâyetinde Batı Hıristiyanları’nda
(Protestanlar ve Katolikler) müşterek olan dînî taassuptan LOCKE veBAYLE
kendilerini kurtarmasını bilmişlerdi. O kadar ki muasırları bulunan Batılı
olmıyan cemiyet ve hükümetlerin yerine kendilerini hayâlen koyarak aBtı'nın
onlarla olan temâsını onlar açısından mahir bir şekilde tasvîr etmişlerdir.
·
167
— «Meşîeti İlâhînin bir şeyin bâzı zamanlarda vukuunu isteyip diğer bâzı
zamanlarda istemeyişinin hikmetlerini arama zahmetine katlanmadan diyebiliriz
ki XVI. asrın Hıristiyanlığı, ilk üç asırdaki Hıristiyanlığın mazhâr olduğu
İlâhî yardım ve himâyeyi ümidetmek hakkına sahip değildi. Birincisi
müntesiblerine idarecilere itâat etmeyi emreden mülâyim, tatlı, sabırlı bir
dîndi ve isyan yoluyla tahta geçmeyi arzulamıyordu. Fakat XVI. asırda
müşriklere teblîği yapılan Hıristiyanlık böyle değildi: O beş altı asırdan beri
katliâma alışmış, canî ve kah dökücü hunhar bir dindi. O kendisine mukâvemet
eden her şeyi kılıçtan geçirerek büyümek ve ayakta kalmak hususunda köklü bir
alışkanlığa sahip olmuştu. Alevlendirilmiş odun yığınları, Cellâtlar, Korkunç
Engizisyon mahkemeleri, Haçlı seferleri, başka tebâları idârecilerine isyâna
teşvîk eden papalık Fermanları, baştan çıkarıcı Vâiz'ler, Suikatsler,
Prenslerin katledilmeleri v.s. bu dinin kendi emirlerine boyun eğmiyeniere
karşı kullandığı en normal vâsıtalardı. Allah’ın tatlılık, sabır ve sulh
Incil’ine yani ilk devir Kilisesine bahşettiği kutsiyeti bu berikisi ümid
edebilecek midir? Japonların yapacağı en iyi iş gerçek dine ihtida îdi. Fakat
kendi bâtıl dinlerinden rücû edebilmeye yeterli feyizden de mahrum olmaları
hasebiyle onlara aktif veya pasif zulümden birini tercihten başka bir şey
kalmıyordu. Onlar eski dinlerini ve eski hükümetlerini ancak Hıristİyanlardan
yüz çevirmekle muhâfaza edebilirlerdi. Bu hırıstiyanlar er geç dîni olduğu
kadar devleti de harap edecekler ve Hıristiyanlığı benimsiyenleri silahlıyacak,
memlekete Ispanya'nın askerî yardımını ve vahşîce prensiplerini sokacak ve
Amerika'da yaptıkları gibi katiller ve îdâmlar zoruyla bütün Japonya'yı
boyundurukları altına alacaklardı. Böylece olaylar sâdece siyâset açısından
mülâhaza edilirse bu memlekette hıristiyanların uğradığı zulmün bir devletin
yağmadan ve bir monarşinin devrilmekten kurtarılması için şart olan ihtiyâtın
aldırdığı tedbîrler cümlesinden olduğunu kabûl etmek gerekmektedir (1)».
«Herşeyi
terketmiş, sayıca hiçbir ehemmiyeti olmıyan bir avuç Hıristiyan bir memlekete
gelir, bu yabancılar orada yaşayan halktan zarûrî ihtiyaçları için kendilerine
yardım etmelerini insanlık nâmına yalvarırlar, onlara bu ilk maddî yardımlar
yapılır, ikâmet edecekleri yerler gösterilir, onlar hep beraber birleşirler ve
tek bir cemiyet hâlinde çoğalılar. Hıristiyanlık dini bu şekilde bir memlekette
kök atar ve genişler fakat çabucak hâkim duruma geçmez. Olaylar bu şartlar
altında geliştikçe sulh, dostluk, itimâdı ve herkese şâmil bir adalet halk
arasında muha
li)
Bayie, P., Öictîonnaire, 3 ed. U, 1533 a, ve b, Japon. faza
edilir. Zamanla bir Hıristiyan Hâkimlik makâmını elde eder ve bu yolla onun
gurubu üstün duruma geçer. O vakit putperestliğin temizlenmesi için derhal
bütün anlaşmalar bozulur, Bütün medenî haklar çiğnenir ve Tabiat kânununa ve
hakkâniyetkaidelerine titizlikle riâyet eden ve cemiyet kaanûnlarını aslâ ihlâl
etmiyen bu masum putperestler, eski dinlerini terketmezler, mechûl yeni bir
dini benimsemezlerse topraklarından ve atalarından kalma mülklerinden mahrum
bırakılırlar ve hattâ hayatlarından bile olurlar. Böylece netîcede, hâkimiyet
kurmak arzusuyla kaynaşmış olan Kilise için gösterilen hamiyet ve gayretin
neler hâsıl ettiği ve sahte dindarlık ve ruhların kurtuluşuna hizmet
gösterilerinin ne büyük bir kolaylıkla ihtirâs, yağma ve ferdî çıkarlara
perdelik yaptığı görülür (2)».
·
168 — «Hıristiyanlık dinini
bütün dünya halkları nazarında menfûr kılmak için insanların arasına kendi
doktrinlerini sâdece teklîf edip duyurmak hürriyeti isteyerek ustalıkla sızan
kimselerin bilâhare, girdikleri memleketin dinlerine ait mâbetleri yıktıklarını
ve sultan emrettiği vakit de bunların yeniden yapılmalarını reddettiklerini
görmekten daha müessir ne olabilir? Bu, Hıristiyan olmıyanlarm şu hükmüne sebep
olmaz mı?: «Bu insanlar hidâyette sâdece müsâmaha talep ederler, fakat az bir
zaman sonra bizimle memuriyet ve Vazifeleri paylaşmak, arkasından da başımıza
efendi olmak isteyecekler. Eğer onlar yakılıp öldürülmezlerse hidâyette kendilerini
pek bahtiyâr, sonra da başkalarından daha imtiyazlara sahip görülürlerse pek
bedbaht, en sonunda memleketin yegâne hâkimleri olamazlarsa iyice bahtsız
addederler. Belli bir müddet içinde kendisine hiç bir Efendi tanımak istemeyen
Sezar’a
(2)
Loçke, John, Lettre Sur la Tolerance (Premiere publication en 1689).
ve
daha sonra da kendine hiç bir, arkadaş istemeyen Pompee'ye benzerler... İşte,
Ortodoksluk'un yerleşmesi için cismânî kuvvet yumruğunu kullanmanın zaruretini
hararetle müdâfaa edenlerin mâruz kaldıkları kaçınılmaz mahzûrlar (3)».
·
169 — «En aşırı
müsamahakârlar... bile Çin İmparatorunun yüksek zekâsına rağmen, onun çıkardığı
kâanuna akıl erdiremiyorlar. Ben onun hıristîyanlar için ısdâr ettiği —ki bir
Cezvît güzel bir türihçesihi sundu— Tolerans kaanûnundan baksediyorum. Onların
inancına göre akıllı bir prens şimdiye kadar, Papa'nın misyonerlerine ve onlara
tâbi olan ,yerli mühtedîlere bunların ihtidâ prensipleri nelerdir ve selefleri
bu prensipleri ne şekilde kullanmışlardır... gibi hususlarda yeterli bilgi
edinmeden vicdan hürriyeti tanımamıştır. .Eğer o, iyi bir politikanın şart
kıldığı bu hususlarda yeterli mâlûmâtı arasaydı misyonerlere tanımakta olduğu
bu hakları aslâ vermezdi. Çünkü o öğrenmiş olacaktı ki bunlar, Hazreti İsâ’nın
kendilerine girmeyi yâni Hıristiyanlığa ihtidâyı reddedenlerin hepsini sürüp
çıkarmak, hapsetmek işkence etmek, öldürmek, afyonlamak ve ilerlemesine mâni
olan prensleri tahtından indirmek gibi emîrler verdiğine inanan kimselerdir.
Eğer vbu durumu bile bile bu müsamaha kaanûnuhu çıkardı ise Çin İmparatoru'nun
affedilemiyecek bir ihtiyatsızlık yapmış olma ithömından kendini
kurtaramıyacaktır. Şu halde onun şerefini kurtarmak için bu durumdan haberdâr
olmadığını kabûl etmek gerekecek. Böyle olduğu takdirde de bilmesi lâzım gelen
bir husûsu öğrenmediği için yine kıhanacaktır. Görünüşe göre ihmâlinden dolayı
tevbe etmeye vakit bulacak kadar yaşıyacağa benzemiyor, fakat haleflerinin onu
hâfızansından dolayı lânetlemiyeceğini kimse söyliyemez. Çünkü onlar
zannedildiğinden daha yakın bir gelecekte, kendilerini yeni Dinin
taraftarlarının tahrikiyle ortaya çıkan tehlikeli iğfallere karşı koymaya, ve
boğazlanmak istemiyorlarsa boğazlamaya mecbur hissedecekler. Bir zaman
Japonya'da olduğu gibi belki de çok kurnaz hareket etmek gerekecek (4)».
13
□
BATI HIRİSTİYAN MEDENİYETİ'NÎN GERİLEMESİ VE XVI. ASIRDA BATFNIN HIRİSTİYAN
MİRASINA KARŞI REAKSİYONU:
·
170 — Batı’nm kendine has
Hıristiyan Ortaçağ medeniyeti birbuçuk asır kadar devam eden bir inkişâf
devresinden sonra Papa III. Innocent'ın (fungebatur 11981216) papalığı
sırasında gerilemeye başlar. Kendini eskiye nazaran üstün telâkkî eden ve daha
büyük bir keşmekeş ve fecî bir sukutu hayalle sona eren Yeni Çağın akabinde
Orta Çağı en parlak devri içinde seyretmek için geriye dönen Yeni Çağ sonrası
bir batılı,, uzaklık sebebiyle çok ideal bir günün ışığı altında hakîkatla
ilgisi olmıyan batılı bir ortaçağ tablosu tahayyül etmek tehlikesiyle başbaşa
kalır. Bu tahayyül ettiği tablo gerçekten o kadar uzaktır ki çağdaş birisi onu
yakından normal bakışlarla seyretseydi hayretler içinde şaşkına dönerdi,
Bununla berâber bu aşın idealleştirme imkânı nazara alınıp ihtiyatlı olarak
bakılsa bile Orta Çağ'daki hıristiyan Batı'nın hayât tarzı dâima insanlığın
ulaştığı en mükemmel hayat
(4)
Bayie, aynı eser, III, 1991 a ve b, Mİlton, lordan
biri ve onun kendine has dehâsı da otorite iie hürriyet arasında hassas fakat
yaratıcı bir muvâzene olduğu telâkkî otoritesi ile mahallî şehir devletleri ve
prenslerin siyâsî hürriyetleri arasındaki muvâzene idi. Bu mülâyim hava
hıristiyan Batı cemâatim birlik içinde içtimâî bir farklılıkla techîz etti. Bu
duruma çağdaşı olan doğudaki Ortodoks Hıristiyanlığı asla ulaşamadı. Çünkü bu
İkincisi mutlak birliğe sahip totaliter bir İmparatorluk altında ölüm içinde
bir hayatla, yine totaliter olan mahallî devletler arasında ölünceye kadar
savaş gibi her ikisi de pek meş'~ Cim olan iki şıktan birini seçmeye kendisini
mahkûm etti. Fikrî sahada. Batı Hıristiyan Cumhuriyeti «Rupublica Christiana»,
vaz edilmiş hıristiyan itikadının dinî otoritesi ile skolastiklere tanınan
felsefî hürriyet arasında kurulan bir muvâzene idi. Skolastikler bu hürriyetle
dinin çatısı altında felsefeyi ve Aristo ilmini sâdece cismânî araştırmalar
İçerisinde değil aynı zamanda bizzât dinî sahada tedrîs etmek serbestisine
sâhiptiler.
·
171 —Vaadlerle dolu olan bu
ortaçağ hayat tarzı, varlığının devamında dayanmakta olduğu bu dinî müesseselere
ve imâna yapılan mütemâdî saldırılarla sarsıldı. Bu darbelerden ilki II.
Fredoric'Ie Papalık arasında vukua gelen mücâdele sonunda XIII. asırda
indirilmiş oldu. Çünkü bu mücâdeleden sonra Batıklar Papalığa yeni fakat
istihkar edici nazarlarla bakmıya başladılar. Papalık zannedildiğinden çok
ötede iktidarı eide etmek için açık bir şekilde mücâdeleye girişen, Rrederic'in
bîçâre vârislerine yaptığı habîs işkencelerle Hıristiyanlığın aslâ kabul etmiyeceği
merhametsizlik günahını işleyen tamamen bencil bir müessese idi. İkinci darbe
XIV. asırda Avignon şehrinde «Babil esâreti» ile indirildi. Bu devre Papalığın
mânevî kibrinin cezasını teşkîl eden siyâsî gerilemesini —birleştirici bir
seviyede— ticarî ruhlu malî bir teşkîîât kurarak telâfî etmeye çalıştığı
devredir. Üçüncü darbe, Papahk'ın desteklemeyi hiçbir zaman terketmediği Batı
Hıristiyan Birliğine tam zıd bir davranış içine Papahk'ı düşüren «Büyük
Bölünme» ile indirilmiş oldu. Papalık Roma’dan (orada mücâdele etmiş ve
Hohenstaufen'lerin kudretini ezmişti) Avignon’a nakledilip Fransa Tâc’ının
gölgesi altına girdiği zaman bile bu birliği desteklemekten geri durmamıştı. Avignon
bizzat kendi kendine henüz bölünmemiş olan bir papalık için Roma’dan coğrafî
bakımdan çok daha emîn bir yerdi. Çünkü Rohhe nehrinin vâdisi XIV. asır Batı
Hıristiyanlığının merkezine Tibre vadisinden çok daha yakındı. Papalık 1376'da
merkezini Roma’ya tekrâr nakletmekle şerefini kurtarmış da olsa 1378'de patlak
veren bölünme skandali bu manevî başarıyı fersah fersah geride bırakmıştır.
Dördüncü
darbe, XV. asırda, ruhanî mecliste doğan bir hareketle Papalık arasında husule
gelen bir ihtilâfla indirilmiş oldu. Bu harekete göre Batı Cemâatine dâhil
mahallî devletlerdeki hıristiyan Kilisesinin mahallî temsilcileri büyük bölünme
hareketiyle ortadan kalkmış olan Batı'nın kilise birliğini tekrâr kurma
imkânlarını arıyorlardı. Batı Kilisesinin babaları tarafından, birbirini
aralıksız tâkib eden birleştirici gâyeierle toplanmış könsillerde teklîf edilen
ha! yoiu, parlamenter temsil esâslarını müstenîd yeni bir kuruluşa dayanan
birleştirilmiş bir papalık monarşisini tekrâr kurmaktı. Yâni bazı dînî
gurupların birleşmiş temsîlî rejiminde ve cismânî mahallî parlamenter
krallıkların temsîlî gruplarında batık modeller devâm ediyordu. Fakat III.
İnhocent ve VII Gregoire'ın papalık devrelerindeki Kilise esâsını korumayı
hedef edinen bu hareket, papalığın Batı Cemâati üzerindeki —zaten sarsılmış
olan— mânevî hâkimiyetini, o asrın kuzey İtalya’sında mevcut mahallî cismânî
mutlakiyet idareleri tipinde, birleşmiş bir kilise mutlakiyetine çevirmek
karârını , almasıyla başarısızlığa uğramıştır. Diocletien'in laik otoritesini Batıda
büyük çapta tekrar canlandırmayı hedef edinen ve fakat başarısızlıkla sona eren
İmparator II. Frederic'in yaptığı teşebbüsün küçük çapta muvaffak olmuş
numuneleri bulunması hasebiyle XV. asır Papalığı aniden kendine XIII. asır
Papalığının büyük düşmanı örneğinde bir tavır takınıyordu.
·
172 — Bu Konsil
Hareketi'nin yıkılmasının cezâsı Protestan Reform'u oldu. Ve bunun başlangıcı
Batı'lı rûhlara beşinci bir darbe indirdi. Bu son darbe Büyük Bölünme, bütün
ilgilileri tarafından esas itibâriyle birleştirici kabul edilen tahtını elde
etmek isteyen birbirine muhâlif iki veya üç grubun arasında cereyan eden
muvakkat şahsî bir mücâdele idi. Fakat Reform, Batı Hıristiyan Kilisesinin
ebedî bîr bölünmeye mâruz kalmasıyla neticelendi: Bir tarafta teslisci Roma Katolik
Kilisesi (1) diğer tarafta da içinde yer aldığı mahallî devletler sayısınca da
Protestan Kiliseleri vardı. Roma Katolikliğine mensup mahallî devletler
sayısınca da Protestan Kiliseleri vardı. Mahallî devletlerde cismânî hâkim,
proteston komşu memleketlerine nazaran biraz daha hafif olarak, kendi yurdunda
cismânî sâhâya olduğu kadar dinî sâhaya da hâkim olmak istedi. Reformun cezâsı
Batı’da Din kavgalarının tekrar başlamasına sebep oldu ve bu kardeş kavgaları
hıristiyan ruhlarına altıncı bir darbe indirdi. Bu harpler İrlanda, Almanya,
Hollanda ve Fransa'da katolik ve Protestanları, İngiltere ve İskoçya’yada da
birbirlerini silâh zoruyla temizlemeyi hedef edinen şiddet hareketlerine düşen
hasım proteston gurupları ortaya çıkardı. Ortadaki manzara dinin askerî
siyasî,, dünyevî gâyelere bir âlet ola
(1)
Trente KonsıU’nin aldığı kararlara bağlı kalan. (N.d.T.). rak
kullanılışını görmekten çok daha acıklı idi. Bu hâl, dinî mücâdelede üstünlük
elde etmek için bîzzât dîn tarafından harp ve politikanın bir vâsıta olarak
kullanılışının bir netîcesi idi.
·
173 — Batı’daki Heilenizm
rönesansı da bir başka sadmeye sebeb oldu. Tarihimizin (henüz otoriter bir rûh
taşıyan) Yeni Çağ devrinin bidayetinde Hellenizmin yeniden diriltilen hayâleti
hıriştiyân Kilisesinin otoritesine bizzarûre hasım ve müstakil bir otorite
olarak kabûl edilmişti. Orta Çağda Batı Kilisesi yeniden ihyâ edilen Aristo
hayaletine kendi arabasını çektirmeye ve yeniden zuhûr eden Roma İmparatorluğu
hortlağını da teşhir etmeye muvaffak olmuştu. Fakat bu kilise Yeni Çağ’ın
hidâyetinde Latin ve Yunan menşeli klasik edebiyat ve Yunan tipi mahallî bir
devletin putperest ruhuna mağlûb oldu. İskender öncesi bir devre ait dinamik
helenizmin bu siyâsî hortlağı ibtidâ kuzey ve merkezî İtalya'da zuhûr etti,
sonra XI. asrın sonunda Alp dağlarının geri kesimlerinde yer alan Avrupa
memleketleriyle DenizAşırı Avrupa memleketlerinde ortaya çıktı ve Batı'hm Helen
menşeli Hıristiyan Medeniyetine musallat olan bütün helenik numînâlann en çok
zarar vereni oldu. Çünkü Helenizm rönesansı politika sahasında Edebîyât ve
plâstik sanatlar sâhalanna nazaran çok daha fazla uzun ömürlü oldu. XI. asır
kardinal ve papalarının, ananevî Batı Hıristiyanlığı île bağdaştıramadıkları
edebiyat sâhasının hayâleti XVII. asır sona ermezden önce Teknolojinin AlpDağları
gerisi kâhinleri vâsıtasıyla «Kitaplar Harbi»nde yere serildi. Plastik sanatlar
sâhasında o, XiX. asrın hidâyetinde Romantik Cereyânla mağlûbiyete uğratıldı.
Fakat, politika sahasında dâima bize tasallut etmektedir ve iki dünya harbinin
bu meş'ûm hortlağın kana olan susuzluğunu tatmine yeterli olup olmadığını da
henüz kestiremiyoruz.
XVII.
asırda hıristiyânlığın, bizzat Batıklar nazarında İtibârdan düşüşünün ana
batlarıyla tarihî geri planı budar. Hıristiyanlığa karşı gösterilen bu
reaksiyonun sebepleri kısmen fikrî, kısmen ahlâkî idi. Ahlâkî sebep şu idî:
Batılı dînî bölünmeler, her çeşit merhamet duygularından tamâmen sıyrılmış kin
ve kötülükle dolu bir ruh içerisinde yıkıcı olmasına rağmen faydalı olacağında
iknâ edici olmıyan siyâsî ve askerî bölünmeler husule getirmişti. Bu durum,
Hıristiyanlığın yüce gâyesiyle taban tabana zıt düşen îtirâf edilmiyen iğrenç,
maddî gâyeler tâkibinin netîcesi idi. Fikrî sebebe gelince o da şu idi: Saint
Pauî'den Saint Thomas'ya gelinceye kadar bir çok büyük kurucuların emeğiyle
Yunan felsefe ve ilminin, Yahûdî Kitaplarının ve Hıristiyan efsânesinin
müşterek karışımından ortaya çıkarılan ananevî hıristiyan Kâinat panaroması
artık batılı rûhlara körü körüne bir hüsnü kabûl ve tasvîb ilham etmiyordu.
·
174 — Ananevî
Hıristiyanlığa karşı husule gelen bu fikrî değişme kuvvetli bir şekilde ahlâkî
reaksiyonun tesirini takviye etmişti. Batılı ruhları bu kadar süratli ve kesin
bir şekilde hıristiyan ananesinden sökmeye fikrî titizliklerin tek başına kâfî
gelip gelemiyeceği sorulabilir. Din harplerinin hâsıl ettiği adaletsizliklerin
manzarası karşısında duyulan aşırı ahlâkî mühâferet, Batı'da ortaçağ hayat
telakkisinin kalın surlarında telâfisi imkânsız bir gediğin açılmasına sebep
olan bir patlama husûle getirdi. Bu ahlâkî isyânın amelî netîcesi,
AvrupalIların en çok alâkalarını çeken manevî kutbun, mütemâdî polemiklerle
dolu olan bir ilâhiyâttan zahiren sulh sever olan Tabîî bir ilme XV!I asırda
kasdî bir şekilde kaydırılıp değiştirilmesi oldu. .Bu değişmeden husûle gelen
ortaçağ Hıristiyanlığının fikrî bünyesinin tedricî tahrîbî, böylece ahlâkî
iddiâlarına karşı çıkması muhtemel bir isyânın aksülameli oldu.
İLAVE:
BATININ HIRİSTİYANLIĞA KARŞI GÖSTERDİĞİ REAKSİYONUN XVII. ASIR YAZARLARINCA
İFÂDE
EDİLMESİ
A.
AHLÂKÎ NEFRET
1
— DİN HARPLERİNİN YIKICI NETİCELERİ:
«Fikirlerdeki
bu şiddet, dünyamızı, duman ve karanlıklarla doldurdu. Ortalığı saran bu
alevlerin şiddetini çok fecî bir tecrübe ile idrâk ediyoruz. Eğer kader ona
mânî olmasaydı onlar Cennetimizi bir çöle çevirecekti... Eskaza Rabbimız (İsa)
aramıza geri gelseydi Yeryüzünde imâna henüz raslayabilecekti fakat merhameti
nerede bulabilecekti? Bir mezhebin kendi arasında birlik teşkîl etmesi gülünç
bir merhamettir. Bu hıristiyanların uzlaşması değil, fakat Hz. İsa'ya karşı
suikasttır... İncil'de yer alan ve ehemmiyeti aslâ münâkaşa götürmeyen bir
emir, Allah ve dindaşlarımıza sevgi beslenmesini talep etmektedir. Üzerimize
terettüp eden bu sevgi, samîmî gayretin desteğinden mahrum olduğu vakit mûteber
olup olmadığı şüpheli olan bir kısım kâîdelerin ikrârında hangi hamiyet
bulunabilir? (1)».
«İdâre
edenler her sabah bir nedimi vasıtasıyla kendisine şöyle hatırlattırmalıdır:
«Hiç kimseye dînî inançlarından dolayı ezâ vermeyin ve vicdanlar üzerine Kılıç
zoruyla baskı yapmayın. IX. Charles ve onun halefi'nin bu husustaki
kazandıklarına bakın. Fransız monarşisi'nin Katolikliğinden dolayı felâkete
uğramaması gerçek bir mû
·
(1) Glanvıll, J.,
The Vanity of Dogmatising (Londres) 1661, Eversden). s. 229231.
cizedir.
Hergün böyle mucizeler zuhur etmez, buna güvenip aldanmayın. Ocak emîrnâmesinin
sükûnetle, icrâsı istenmedi. Otuz yıllık keder, ortalığı kaphyan binlerce kan
seli, binlerce ihanet ve yangınlardan sonra o emirnameden daha müsâid olan biri
tatbîk mevkiine kondu».
·
175 — «Kilise işlerini
yürütenler, XVI. asrı iyi hatırlamak zorunda olan kimselerdir. Onlara
müsâmahadan bahsedildiği vakit sözlerin en korkunç ve en çirkinlerini
işittiklerini zannederler ve cismânî kuvveti harekete geçirmek için heyecanla
bunu hâkimler sınıfının tacındaki en güzel süsün koparılması, en hafifiyle
ellerinden sapıkları hapis ve sürgün etme selâhiyetinin alınması olarak ilân
ederler. Fakat onlar bir Din Harbi'nden endîşe edilebilen şeyi tam
inceleselerdi çok daha mûtedil olacaklardı. Onlara şöyle denebilir: «Siz, bu
mezhebin kendi tarzında Allah'a ibâdet etmesini ne de kendi hissiyatını
duyurmasını istemiyorsunuz; fakat dikkatli olun onlar sizin inançlarınıza karşı
konuşmak ve yazmak yerine kılıca sarılacak olurlarsa sizin Mâbetierinizi yıkıp,
hayatlarınızı tehlikeye atabilirler. Fransa ve Hollanda'da işkenceyi tavsiye
etmekle ne kazandınız? Sayınızın çokluğuna aslâ güvenmeyin. İdarecilerinizin
komşuları var. Binnetîce muhalifleriniz yardım elde etmekte, himâyeci bulmakta
gecikmiyeceklerdir. Türk'lerden bile olsa».
«Nihâyet,
yenilik yapmaktan çok hoşlanan, kımıldanmakta olan bu ilâhiyâtcılar XVI. asrın
Din Harpleri'ni dâima nazara almalıdırlar. Reformcular onun mâsum sebebi
oldular. Hiç bir mülâhaza onları durduramazdı. Çünkü onların prensiplerine göre
bütün Papa taraftarlarını ya cehenneme mahkûm etmek veya Protestanlığa îhtidâ
ettirmek gerekiyordu. Bu ikisinin ortasında başka bir şık tanımıyorlardı. Fakat
bir hatânın cehennemi bir mahrûmiyeti gerektirmeyeceğine kânî olan kimseler,
mülkiyete hürmet etmezler ve kendilerine has düşünceleri bertaraf etmektense
halkın huzurunu bozmayı tercîh ederler, bu ise yeteri kadar nefret edilemiyecek
şeydir. Öyle ise onlar yaptıkları yeniliklerin ve yapmaya teşebbüs ettikleri
fiilin neticelerini nazara alsınlar ve eğer mutlak bir zarûret olmadan onu
yapmayı göze alabiliyorlarsa onların bir kaplan ruhuna sâhip olmaları gerekir
(2)».
«Yüz
kadar sapığı yakmakla onların yuvalarını, kaynaklarını, merkezlerini himâye
etmek arasında yer alan Brantöme’un azıcık bir anlaşma üzerine ortaya çıkardığı
mesele bunun dünyanın büyük Komedisinin en çok raslanan sahnelerinden biri
olduğunu bilmiyenleri sıkıntı içinde bıraktı. İşte bu şekilde her zaman krallar
dinle alay etmişlerdir. Onlar günümüzde bu oyunu hâla oynuyorlar. Onlar
memleketlerinde başka memleketlerde ellerinden geldiği kadar muzaffer
ettirdikleri şeyi mahkûm ediyorlar. Bu bahâneyle onlara dinsiz demeyiniz. Bu
yanlıştır. Çünkü onlar sofu denecek kadar dindardır. Öyle ise bu tezâd neye?
Onların kalplerinde Hz. İsâ'hın hakimiyetinden çok devletlerinin dünyevî
serveti var. Ben bu durumdan Papa’yı istisnâ etmiyorum ve öyle zannediyorum ki
o, İmparator'un Protestanlar Birliğine karşı ilerlemelerinden I. François'dan
hemen hemen daha çok memnun olmalıdır (3)».
«Eğer
sâdece Prensler mevbûbahs olsaydı Luther'ciîerin ve Calvin'cilerin toplantısı
çoktan yapılmış olacaktı. Fakat bu mesele ilâhiyatçılara bağlı olması hasebiyle
şimdiye kadar yapılamadı ve görünüşe göre de asla yapılamıyacak (4)».
·
(2)
Bayie, P. Dictionnaire, 3 e ed., III, 1845, a ve b, Mâcon.
·
(3)
Aynı eser, II, 1212 a, Françols I er.
·
(4)
Aynı eser, II, 1519 b, Hottinger.
·
II.
DİNİ ŞEFLER ŞİDDETLİ OLMAK ZORUNDADIR
Bu
dünyâda hizmeti İlâhiye’de de bulunsalar insanlarda birinci derecede rol
oynuyan muharrik dâima onların mizaçlarıdır. Bir kısım insanlar Luther, Calvin,
Farel ve diğer bazılarının hararetli, şiddetli ve öfkeli olmalarının şart
olduğunu iddia ederler, çünkü deniyor, aksi takdirde onlar (karşılaştıkları
mukavemeti yenemezler (5)».
·
176 — «Burada insan
kaderinin husûsî bir vasfına hayret etmemek ne mümkün: Beşerî faziletler
umûmiyetle kısmen ahlâksız addedeceğimiz sonuçlara mâruz olmakla bir kısım
mahzurlara sahiptirler. Kötü vasıfları da bir çok durumlarda tam tersine iyi
neticeler hâsıl eder. Tevâzû, îtidâl, sulhseverlik, en âlim kişilerde onları
belli bir ölçüde ılımlı ve kararsız kılan bir adalet duygusu yaratır. Kibir ve
asabiyet büyük bir mütehassısın ruhunda öyle inatçı bir azim hâsıl eder ki o
azıcık bir şüphe ve tereddüde düşmez, onun teşebbüs etmiyeceği hiçbirşey
yoktur. Fikirlerinin ilerlemesi ve tahakkuku için de hiç bir şeye göz yummaz
(6)».
Bir
Dinî cemâatin menfaati ona dâhil olan bütün fertlerin mâkûl kişiler olmasını
gerektirmez. Ona sırf gurupculuk ruhu ile dâhil olan kimseler binbir çeşit
faydalı hizmette bulunabilirler. Öyle ise cemâatte bu çeşitten inatçı
kimselerin bulunması da faydalıdır, bu zarûrî bir şerdir (7).
«Bu
ortalığı karıştırıcı gayretkeşlerden büyük bir çoğunluğun karakteri de
böyledir... Onlar çoğunluğa hâkim olmak arzusuyla devlet içerisinde binbir
karışıklıklar çıkarırlar ve kendilerine işkence ve eziyetler yapılmasına da
·
(5)
Aynı eser, II, 1152 b, Farel.
·
(6)
Aynı eser, İli, 1965 a ve b, Meianchtan.
·
(7)
Aynı eser, Jl, 1029 a ve b, Drusuis.
aldırmazlar,
tâki halk uğradıkları zulme ilgi göstererek irkilip ayaklansın ve kendi
entrikalarıyla başlıyan şey hedefine ulaşsın (8)».
·
III,
DİNİ POLEMİKCİLER AZİMLİ OLMALIDIRLAR
«Bir
partiye heyecanla kendini kaptırmış Nuvelistlerde normal olarak hâkim olan
rûh’un intisâb ettikleri Dinin hamiyetini taşıyan fertlerin çoğunda da hâkim
olduğu bir gerçek değil midir? (9)».
·
177 — «Büyük gayret
taşıyanların ekserisi çabuk kanıcı ve şüpheci oluyorlar ve kendilerine meşkûk
görünen kimselere karşı hemen aşırı bir garaz duyuyorlar (10)».
«Bir
sapığın en rezil komploları yapmaya kâbi! olacağına bizi inandıran şey, çoğu
zaman böylelerin gösterdiği gayretdir. Bu inanç bizi bir diğer hususta kolayca
iknâ olmaya sevkeder, bu da herşeyi yapmaya muktedir olduğuna hükmedilen bütün
dolapların bu gayretten ibaret olduğunu zannetmekdir (11)».
«İşte
«Dinden haram» sözünün ebedî dolabı; çoktandır bir atasözü teşkil eden bu
heyecân, arzu ettiği yerde sapıklar bulabilir... Bu heyecâna tutulan kimselerde
görülen yegâne adâletsizlik bu değildir. Ölçü ve tartıların katmerlenmesi de
buna refâket eden haksızlıklardandır. Onlardan müsebbiblerin takbihini ve iri
tasmalı köpeklerinin durdurulmasını taieb edin onlara kendi duânızm
hakkaniyetini gösterin, hepsi boşa. Onların kulaklarını sağır bulacak veya bir
takım herzeler işiteceksiniz. İşte o za
(
8) Aynı eser, 1, 492 b, Beda.
·
(9) Aynı eser,
İli, 2221 a, Pellisson.
·
(10)
Aynı eser, l, '520 b, BĞrenger.
·
(11)
Aynı eser, II, 1089 b, Episcopius.
man
onların merhameti herşeye müsâade eder, herşeyi hoşgörür (12)».
·
IV.
İKTİDÂR MÜSAMAHASIZLIK DOĞURUR
Burada
şuna dikkati çekmemiz gerekmektedir ki maalesef hakikatin bu hararetli
müdâfîleri, her çeşit yanlışlık ve hatânın şiddetli düşmanları, bölünme ve
ayrılmalardan dert yanan bu beraberlik havârîlerl kendilerini pek ateşin ve
kabına sığmaz kılan o gayret ve hamiyetlerini Allah için ortaya koymazlar,
ancak kendilerine siyâsî iktidar nasîb olacaksa koyarlar. Fakat iktidâr onları
iyi bir nasible kayırır kayırmaz ve onlar kendilerini herkesten daha kuvvetli
hisseder hissetmez sulh ve merhamet derhal ihmâl edilebilirler. Aksi durumda
onları dindar olarak görmek gerek. Hâkimiyet kuramayıp, işkence yapacak mevkîyi
ele geçiremedikleri her yerde iyi geçinmeyi arzularlar ve müsamahakâr olmayı
teblîğ ederler (13)».
«Hıristiyanların,
işkence yapacak bir durumda olur olmaz Putperestliğin kendilerine izâfe
ettikleri şeyleri düşmanlarının işlemekte oldukları «hatâ» dan bildiklerini
görmediniz mi? İyi hâsılat elde edilemeyişin sebebi olmak, mevsimlerin
düzenlerinin bozulmasına şâhit olmak gibi ...Mezheplere âit bir kısım hatâ ve
noksanlıkların var olduğunu, bu hatâların onlarda Mezhep olmaları hasebiyle
değil de,, hâkim durumda olmaları sebebiyle bulunduğunu söylemekten kendimizi
alamıyoruz. Bundan şu çıkar ki aynı cemâatler, hâleti rûhiye ve prensiplerini
üstünlüğü kazanma veya kaybetme nisbetinde değiştiriyorlar (14)».
·
(12)
Aynı eser, I, 418 a, Baius.
·
(13)
Locke, John, Lettre sur la Toî6rance (Publiee en 1689).
·
(14)
Bayie, P., Dictionnaire, 3 e ed, IV, 2804 b, Vergerius.
(Tarih
Şuuru — 16)
Scipio
Lentulus'un Grison'ların Sapıklar'a karşı neşrettiği Apoiogie de L'Edit
(müsâmaha kaanûnunu müdâfaa eden bildirisi) bir zamanlar takip ve baskıya mâruz
kaldı diye hayret konusu olmamalı; çünkü Din için kaçanların Mezheplere karşı
tehlike çanını çalmalarını görmekten normal bir şey yoktur (15)».
·
178 — «O (İlâhiyatçı)
Fransa'da kullanılan cismânî kuvvetin otoritesini çok fehâ buluyordu,
Hollanda'da bu otoritenin kullanılmaması gerekiyor denmesini de çok fena
buluyordu (16)».
«Bedbaht
müsâmahasızlar! Sizin hastalığınız çok tuhaf olmalı, çünkü kısâs cezâsı onu
tedâvî etmiyor (17)».
B.
FİKRÎ ŞÜPHELER
L
İNSANLAR KENDİLERİNİ ÇABUCAK ALDANMAYA TERKEDERLER:
«Bütün
bunlardan, Dîn konusunda insahı aldatmanın çok kolay olduğu ve tekrar eski
inancına iade etmenin de o nisbette zor olduğu netîcesi çıkarılabilir. O kendi
peşin hükümlerini sever ve bunlarda haklı olduğuna dâir kendisini takviye
edecek sebepler de bulur... Onlar, orada hesaplarını bulurlar, itibâr ve
menfaate gelince: En ilgisizler, hastalık iyice müzminleştiği zaman, ilâcın
marâzdan daha fenâ olacağı zehâbına kapılırlar. Bunlar yarayı tedâvî etmeye
cüret edemezler: Diğerleri de onu tedâvî
·
(15)
Aynı eser, II, 1680 Lentulus; (3) Aynı eser, 1.330 a Arlus.
·
(16)
Aynı eser, İH, 2069 b, Navarre (Marguarite de Volois, Raine de, Fille de Henri
II). (5) Aynı eser, 1,89 b, Ağar.
·
(17)
Aynı eser, 1,390 b, Augustin.
etmek
istemiyeceklerdir. Böylece fenâlık devâm eder: Kötü kimseler onu korur, iyiler
de müsâmaha gösterir (18)»..
«Bazı
kimseler vardır ki onlar nezdinde, halkın kendilerine sevku idare eden doktrin
üzerinde muhâkeme yürütmeyişi ve hattâ bunu yapmıya muktedîr olmayışı büyük bir
saadettir (19)».
Şurası
muhakkak ki, halk her yerde, sahte hamiyet perdesi altında kaleme alınan
şiddetli, küfürlü ve tezvîr dolu yazılarla ortalığı karıştıranlara karşı aşın
bîr müsâmaha gösterir. Fakat daha ziyâde şamata ve patırtı çıkarmasını bilen
partinin onlarca takip edildiğinin görülmesi hastalığın tedâvî edilemiyecek bir
dereceye ulaştığını gösterir (20)».
«Büyük
inkılâpları sahneye koymak için, cerbeze, heyecân ve ilhâm dolu bir havaya
bürünmüş muğlak ifâdelerle halkları hazırlamak çok güçlü bir makinedir. Protestanların
düşmanlarına, «Protestan yazarların Apocalypse üzerine o kadar çalışmayı bütün
Avrupa'da harbi kızıştırmak gâyesiyle yaptıklarını ve bunu yapmak için de
aklının köşesinden bile geçirmeyen filanca Prense şartlardan istifâde etmek
arzûsunu ilhâm ettiklerini söyleten husus da budur (21)».
«Bu
kâhinlerin Tahrikçilerinin zamanı yanlış seçtiğini, bu kadar felsefî bir çağda
bu kimseleri piyasaya sürmenin gerekmediğini söyliyenler bâzı cihetlerden
kendilerine hak verdirdiler. Fakat mesele bütünü ile nazara alındıkta
·
(18)
Aynı eser, 1,171 b, Alting Jacques (cp. 1,110 a Aggrippa).
·
(19)
Aynı eser, fl, 1018 b, Drabicius (cp II, 1374 a, Hadden ve 1484 b, Hoe).
·
(20)
Aynı eser, 1,6 a, Abarls.
·
(21)
Aynı eser, 11,1019, Drabicius.
doğru
düşünmüyorlardı. Bugün sele mukâvemet gösterebilecek ve boş hayallerle mücâdele
edebileceklerin sayısı eskiye nazaran çok fazladır. Bunu itiraf ediyorum. Fakat
itirâfım bir tarafa size cevâp veriyorum ki Asrımız en az diğerleri kadar
gâfildir (22)».
·
179 — «Böylece istikbâlin
Kâhin ve mutaassıbları için korkacak bir şey yoktur. Onlara akıllarına geleni
cesurca ifâde etmekten başka bir şey kalmıyor, yeter ki onlar da zamanın
arzularına uyma mahâreti bulunsun. Onların tarafına gülenler bulunmayacak fakat
gülünmeye değer partizanları olacak (23)».
II.
MUTAASSIPLARIN SAFLIĞI
«Herkes
kendi dininin hakîkatlerini o kadar berrak zanneder ki diğer partinin mâhir
fertlerinin bunları gözden kaçırmayacağına inanır ve bu hakîkatları alenî bir
şekilde îtirâftan onları alıkoyan şeyin de bir kısım beşerî mülâhazalardan
başkası olmadığını düşünür (24)».
«Geleceğin
zoru ile aynı şeyi başkasına çektirdiği zaman çok doğru, bizzât kendisi çektiği
vakit çok haksız olarak hükümlendirenler nerede? Bu ruhla Mezheplerin çokluğu
dinsizlerin sayısını artıracak diye korkmayın; ne olursa olsun,, herkes kendi
intisap ettiği partisine bağlı kalacak (25».
·
(22)
Aynı eser, 1,37 b, Abulpharage.
·
(23)
Aynı eser, 11,1825 a, Luther.
·
(24)
Aynı eser, 111,1899 a ve b, Marichiens.
·
(25)
Ortodoks,, Hıristiyan mânasmdadır.
m.
MÂDEMKİ MAS^ŞEİZM MEZHEBİ
AKLA
DAYANIYOR,
HIRİSTİYANLIK VAHYE DAYANMAK ZORUNDADIR
«İyi
olmak için şu iki şeye muhtaç olmuyan hiç bir sistem yoktur,
·
1
— Fikirler bu sistemde açık seçik olmalıdır.
·
2
— Tecrübelere gerekli değer verilebilmelidir.
...
Sâdece insan, görülen şeyler içinde yaratıcısının bir şaheseri durumunda olan
bu insan Allah'ın birliğine karşı büyük îtirâzda bulunmuştur. İnsan kötü ve
bedbahttır. Herkes onu, içinde olup bitenler ve kendi yakınlarıyla kurmak
mecburiyetinde olduğu münâsebetlerle tanır (26)».
·
180 — Aklımızın kaderine
kim hayran kalmıyacak ve kim hayıflanmıyacak? İşte Manişenler, tamamen saçma ve
mütenâkız bir hipotez ile tecrübelerini Ortodoksiardan (27) yüz kere daha iyi
açıklıyorlar. Bu sonuncular son derece iyi ve çürütülmez bir kariyyeye dayanan
o kadar doğru ve zarurî ve o kadar eşsiz bir hakîkat olan nazariyeleri île bunu
yapmıyorlar (28) Manîşenlerin saldırdığı hıristiyanlık akidesi
Örtodokslarca, açık bîr şekilde vahyolunmuş, mahzı hakîkat olarak telâkkî
edilmiş olmalı. Önünde sonunda —sebeb ve mâkûiâtı bilinmese de— bu Mutlak
hakîkatla birleşilecek olduğuna göre hidâyetten îtibâren netîceden emîn olup,
yerinde durmak, feylesofların itirazlarını bir takım boş dedikodular hâlinde tedâvüle
bırakmak ve bunlara îmân kalkanına bürünmüş,
·
(26)
Aynı eser, III, 2205 a, Pauliciens,
·
(27)
Aynı eser, lll, 2214 a, Paulîciens.
·
(28)
Aynı eser, 18971900, Manichiens.
sükût
ile cevâp vermek en uygun yol olduğunda mutâbakata vanmıştır (29)».
«İtiraf
etmeli kî manişeizmin kurucusu Manes'dan çok daha eski ve Kitabı Mukaddes
kısmen veya tamâmen kabûl edilir edilmez tutulur tarafı olmıyan bu sahte akîde
(biri iyi diğeri fenâ olan iki prensip), münâkaşada pişmiş putperest
feylesoflar tarafından desteklenince kolay kolay çürütülemiyecekti. Münâkaşanın
bütün inceliklerini çok iyi bilen Saint Auguıstin’in Manişeizmi terketmesi
büyük bir bahtiyarlık oldu. Çünkü o, bu mezhebte mevcût kaba ve açık bir
şekilde hatalı tarafları bertaraf ederek geri kalan kısımlarından Ortodoksların
(Hıristiyanların) benimsiyeceği bir sistem kurmaya kabildi (30)».
Şurası
muhakkak ki, Roma Kilisesinin St. Augustin tarafından kurulan sisteme uyma
hususundaki karârı Kiliseyi gülünç durumda tutan bir çıkmaza sokmuştur. Saint
Thomas'cıların fizîkî kaderciğili, Saint Augustin'in zaruret!, Jansâniste’ierin
Caivin'in zarûreti aslında aynı şeylerdir ve bununla berâber Thomas'cılar
Janseniste'leri reddederler ve onlara Caivin'in doktrininin aynısını tebliğ
ettikleri söylenince her ikisi de kendilerine iftirâ edildiğimi iddia ederler
(31)».
·
(29)
Aynı eser, I, 390 ve 390 b, Augustin.
·
(30)
Bu kıyaslama bir çok dînî kimselere şok tesiri yaptı. Fakat ben onlardan burada
bunu Cezvit ve Arminienlere misilleme olarak yapılmış olduğunu nazara almalarını
ricâ edeceğim, çünkü onlar Kalvinistlerin tanrısı ile Tibere Caligula vs.
arasında dünyânın en berbad kıyaslamalarını yapıyorlar. Kendileriyle böyle
silâhlarla da vuruşulabileceğini onlara göstermek münâsiptir.
·
(31)
Aynı eser, III, 2207 b, Pauliciens.
IV,
EĞER HIRİSTİYAN İLAHİYAT! HAKİKATSE TANRI BİR UCÛBEDİR
«Reform
hareketlerinden bu yana Batı'da Hıristiyanlar arasında yükselen münâkaşalar o
kadar vâzıh bir şekilde gösterdiler ki karşılaşılan zorluklar fenâiığın kaynağı
üzerinde halledilmek istendiği vakit neye daha çok ehemmiyet verileceği
bilinmiyor. Ve yine bu münâkaşalar gösterdi ki bir Manişen bu gün eskiye
nazaran çok daha korkonç olabilir. Çünkü onlar bizi birbirimiz vâsıtasıyla
çürütüp reddedebilecek. «Siz, diyecekler artık rûheh söndünüz» Siz vasat ilmi,
Kaosunuzu düzleyen bir makine Tanrısı olarak icâd ettiniz. Bu îcâd esassız ve
hayâiîdir... Çünkü o. insanın bütün günâh ve ızdırâplarının Allahın hür
irâdesinden gelmesini ve filanca yerde ve falanca saatte, filanca tarafından
talep edildiği takdirde bekâretini derhal teslim edeceğini bildiği kızı için
(Aşağıdaki nota bakınız (32) bu buluşmayı hazırlayıp kızını oraya götürüp kendi
arzusuyla orada bırakacak anneyle Allah'ı kıyaslamaya mâni olamaz (33)».
·
181 —■ «Allah'ın insana
vermiş olduğu en güzel ihsânı olan irâdeî cüziyyeye hâlel vermeden mâni olamıyacağı
için Allah günah işlenmesine müsâade etmiştir diyenler çok tenkide mârûzdurlar.
İyilikler üzerine yazılmış olan Seneque'in güzel kitabını okumadan, insan fıtrî
ferasetiyle anlar ki iyilik yapmayı seven bir kimse, yaptığı iyilik,
karşısındakinin aleyhine dönerek onu felâkete atacaksa o iyiliği yapmaz.
Kızlarının âşıkâne sözlere aldanarak bekâretlerini teslîm edeceğine kânî olunca
baloya gitmeleri için verdiği izni geri almıyan iyi bir anne yoktur.
·
(32)
Aynı eser, 2206 a, Paulicîens.
·
(33)
Aynı eser, İli, 2205 b, Paulicîens. Bu
çeşit olayların gelebileceğini kesin olarak bilen her anne, dikkatli olmaları
hususunda yaptığı nasihat ve herhangi bir olayda dönmeleri hâlinde mârûz
kalacakları cezalar hususundaki tehditle iktifa edip kızlarına izin verdiği
takdirde en azından kızlarını ve namusluluğu sevmediği yolunda haklı
kınanmalara hedef olur (34)».
Eğer
siz: «İnsanların muzırlıklarından her gün ortaya çıkan keşmekeş ve
düzensizlikte daha çok parlayan, mâsumâne ahenkli durumlarda gizli kalan
hikmetini izhar için günaha müsâade etmiştir» derseniz size cevaben: «bu,
ulûhiyeti ya şöyle bir babaya kıyaslamaktır ki mezkûr baba bütün bir şehir
halkına kırılmış bir kemiği bağlama maharetini göstermek için çocuklarının
bacaklarım kırılmaya terkeder, yahut şöyle bir hükümdâra kıyas etmektir ki
mezkûr hükümdâr, karışıklığı bastırmış olmak şerefini kazanmak için bütün
krallık hududu içinde anarşi ve isyanların ilerlemesine göz yumar...
denecektir. Şimdi lütfen baha cevâp verin. İşte siz iki prens bunlardan biri
tebaasını, yeteri kadar sefil oldukları vakit tutup kurtarmak için sefâlete
terkeder, diğeri onları dâima refah içerisinde yaşatır. Bu İkincisi dâima daha
iyi, hattâ öbüründen daha merhametli değil midir? (35)».
Eğer
hıristiyan ilahiyatı, en azından augusticikalvincijansenci mektebince tefsir
edildiği şekliyle bir gerçekse, Tanrı bir ucubedir. Mukaddemelerden çıkan bu
netice, XVII. asırda Bayîe’a olduğu gibi XVIII. asırda da iki VVesley'e mantıkî
ve kaçınılmaz göründü. Fakat metodcu
(34}
Wesley, Charles, The Poetical Worhs of John and Charles Wesley (John ve Charles
Wesley’in nazmî eserleri) adlı kitapta. Naşiri Osborn, G. (Londres 186872,
Wesleyan Methois Conference Office, 13 cilt), elit: ili, s. 36.
·
(35) Wesiey, John,
dans Wesley Works, ed. pâr Jackson, T. (Londres, 18567, Mason, 14 vol.), vol
VII, s. 365.
kinin
aynı olmadı. Bayie netîceyi zımnen benimsedi; Wesleyler ihtirâsla mukaddemeler!
reddettiler.
Cehennemlik
olmak, yapmamış olmak için, yapamıyacakları şeyi, inanmamış, oldukları için
Hakikat
olmıyan şeyin hikâyesine (36).
«Korkunç
kader kaanûnunun muhtevâsında apaçık şekilde yer alan küfür işte budur. Siz
Tanrı'yı şeytandan daha fenâ olarak takdîm ediyorsunuz; daha sahte, daha gaddar,,
daha haksız. Üstelik bunu Kitâbı mukaddesle isbât edeceğinizi söylüyorsunuz.
Dikkat! Kîtâbı Mukaddesle neyi isbât edeceksiniz? Allah'ın şeytandan daha fenâ
olduğunu mu? Bu mümkün değildir. Mukaddes Kitâb, isbât edici de olsa, bunu aslâ
isbât edemez. Gerçek mânası ne olursa olsun o böyl ebir ısbâtta yoktur. Hiç bir
münzel kitap Allah'ın aşk olmadığını veya Rahmetinin bütün mahlûkâtını ihata
etmediğini söyleyemez, yani bir başka noktai nazardan o isbât edebilse bile
hiçbir mukaddes ların buradaki paradoks'a olan tepkisi, eski kaîvincilerinKitab
kaderi isbât edemez (37)».
·
V.
MASKARALJK KÎUNC?:
·
182 — «Onlar (bir Japon
mezhebi) Epıcure'den daha ileri gidiyorlar, çünkü onlar Tanrıdan zekâ ve
hikmeti iskât ediyorlar. Muhâkemenîn belli bir yorgunluğu sebeb olduğunu
müşâhede etmeleri sonucu, herhalde bu vasıfların Tanrı'nın istirahatını
bozmasından korkmuş olacaklar (38)».
·
(36)
Bayie, P„ Dictîonnaire, 3. ed., İl, 1533 Japon.
·
(37)
Aynı eser, I, 923 b, Constance.
·
(38)
Aynı eser, I, 62 ve 62 b, Achillea.
«Tabiatta
hâkim umûmî kanunları Allah'ın ihlâl ettiğine dâir hiçbir alâmet olmadığı gibi,
kullarının selâmeti gerektirdiği vakit mü'min ve kâfirler arasında zuhur eden
şeyi de bir takım mûcizeier olarak telâkkî etmemek gerekir... Zuhûr edecek olan
mûcizeier imâna taalluk eden bir konudur; yâni karanlık bir konu (39).»
«Leuce
adasında mûcizeier yapmakta Achille yalnız değildi, karısı Helene de bu işe
iştîrâk ediyordu... Bolluk burada kıtlıktan daha zararlıdır. Saflık, akıllarını
kullanan ruhlarda er geç kendi velûdiyeti tarafından boğulacak olan bir annedir
(40)».
Efes'dekihde
olduğu kadar diğer Konsüllerde fazla acele edilmediği bahânesiyle ihtiras ve
hilelerin burada daha az rol oynadığı zannediimemelidir. Rûhu'lKudüs'ün bu
assamble’lere başkanlık ettiği muhakkak, çünkü aksi takdirde herşey kaybedilmiş
olacaktı. (Rûhu'lKudûs'ün) bu, normalden çok daha kuvvetli olan, fevkalâde
yardımı bizi kuvvetli bir şekilde iknâ etmeli ki Rûhu’lKuds, mahlûkun
intizamsızlığı ortasında vazifesini yaptı ve O, ihtirasların karanlıklarından
hakikatinin nurunu çıkardı, bunu her konsülde değil, bâzılarında yapmıştır
·
183 ~ Putperestlikteki
keşmekeşliğe çok benzeyen pek çok bozuklukların Hıristiyanlığa sızmış olduğuna
dikkat etmek lâzım. Bir çok sofulara Putperestlik dininin yan saldırılarıyla
hıristiyanlıkta rahneler açıldığını söylemek için bir kısım bahâne ve deiîiier
getirmeksizin Putperestlerin aleyhine bir şeyler söylemek de imkânsız. Esâs
gâyelerinin Putperestlik dini olduğunu onların vicdânında araştırma işi,
onların gerçekten eski kargaşalıkların tasvîrin
·
(39)
Aynı eser III, 2078 a, Nestorius.
·
(40)
Aynı eser, III, 2255 a ve b, Periers.
de
modern kargaşalıkların portresini çizmeyi kendilerine gaye edinmediklerinin
tahkiki, bu ithamların çıkmasına meydan verenlere düşer. Muhafazakâr olmıyan
bir kısım İngiliz Protestanları, eski Roma ruhbân sınıfının bozukluklarını,
hâlihazır rûhbânlann durumunu riazarı ammede menfûr kılacak tabloyu ortaya
koymak amacıyla, çok şiddetli bir şekilde tasvîr etmemiş olarak îthâm edilirler
14
XVII.
ASÎRDA BATI'DA HAYATIN LÂİKLEŞMESİ
XVII.
asrın hidâyetinde,, Din Harpleri Batıda çok şiddetliydi ve Hıristiyanlık
taassubu bütün Avrupada son haddine ulaşmıştı. Bu asır henüz sona ermeden
Teknoloji (tecrûbî ilimlerin keşiflerini tatbik mevkiine koyarak) Batı
Cemiyetinin büyük ruhlarının en büyük gayesi ve ulaşılması gereken ulvî hedef
olarak dinin yerini almıştı. Mezkûr asır sona erdiği vakit, batılı bedîiyât ve
tutumda husule gelen bu devrimci değişmeler hâlâ belli bir azınlık çerçevesinde
kalıyordu. Bununla berâber bir azınlığın pek az bir zamanda tekâmül edebilmesi
ve üstelik cemiyetin geri kalanını da arkasında sürüklemesi şâyânı hayrettir.
XVIII. asrın hidâyetinden günümüze kadar geçen 250 yıllık müddette, Teknoloji
iştiyâkı ve lâikleşme mayası Batı Cemiyetinin bir sınıfından diğerine uzanarak
bütün topluma damgasını vurdu.
·
184 — Teknolojinin
ilâhiaştınlması, Batı'da hıristi
yanlığın
itibârdan düşmüş olmasının zarûrî bir netîcesi değildi. Bu sükûtu hayâl, mutlak
surette yeni bir kısım ideâl ve fikirler sistemi ile doldurulması gereken önüne
geçilmez maddî ve manevî büyük bir boşluk hâsıl etmişti. Fakat batılı rûh ve
kalplerde hıristiyanhğın yerini alan şeyin, ilmî araştırmaların tecrûbî
metodunu kullanarak gayri beşerî tabiat üzerindeki insanın teknolojik
hakimiyetini artırmak idealinin olması mecburî değildi. Bu yeni ideal batılı
hayâlleri teşhîr etmezden önce artık itibârını kaybeden otoriter
Hıristiyanlık’ın çoktan Hellenîzim hortlağı (ki bu da otorite sâhibi olarak
kabûl edilmişti) şeklinde bir hasmı vardı. Böylece boşluk, hıristiyanlık
ulûhieyti yerine hırîstiyanhk öncesi Helen ulûhiyeti yerleştirilmek suretiyle
dolduruldu, ve böylece dünya önceden olduğu gibi gelenekçi bir otoritenin
nezâreti altında yaşamıya devâm edebilecekti.
·
185 —■ Bu zamana kadar
Batı'nınkine paralel bir târihî seyir tâkîbeden o günün Çin’inde de aynı şey
husule geldi. Eski Dünyâ'nın doğu ucunda, Batı'da olduğu gibi, çözülmekte olan
yıpranmış bir medeniyet, birleştirici bir imparatorluk bünyesine geçerek belli
bir mühlet daha kazanmıştı. Bu imparatorluk, peşinden can çekişmekte olan bir
medeniyeti de sürükleyerek çöktüğü vakit, kazaya uğrayan mürettabâtı
birleştirici bir kilisede yeni bir fikrî yuva bulmuştu. Ve yeni medeniyetin
doğması için bu küsenin nüve vazîfesi görmesinden sonra, müsbet bir gelişme
içinde olan bu cemiyetin evlâtları, bilâhere kendilerine artık zarûrî
gözükmeyen dînî bir müesseseye yüz çevirmişlerdi. Tarihin bütün bu mütemâdî
değişmeleri içerisinde Cindeki Mahâyâna târihi, Batı Avrupadaki hıristiyan Kilisesi
tarihine tekaddüm etmiştir. Fakat Çin’de Mahâyâna'ya karşı bir reaksiyon husûle
gelince her seferinde yeni bir idealden değil, fakat klasik Uzak Doğu
medeniyetine duyulan hasretten mülhem oldu, ki bu medeniyet Doğu Asya tarihînin
budist öncesi devrinde kurulmuş ve yıkılmıştı. Milâdî VI inci, IX uncu, ve
XVII. asırlarda, Mahâyâna otoritesine karşı isyanlar Konfücyüs'ün budizm öncesi
hayat tarzı ve felsefesi şeklinde teşahhus ettirilen rakîp otoritenin
şampiyonları tarafından yürütülmüştü.
Batı
Hıristiyanlığının Yeni Çağ'ın bidâyetindeki devrinde Tarih,, politik plânda,
Çin'deki seyrini aynen tâkibetti. Beride Roma Peygamberinin İlâhî hukukuna
(tenkid rûhundan mahrum körükörüne) imân, mahallî devletlerin İlâhî hukukuna
olan {yine aynı şekilde temyizden uzak) bir îmanla değiştirilmiş olarak aynen
mevcuttu: Bu imân Auguste asrından önce, RomaYunan cemiyetinin bütün
hurafelerinden daha yıkıcı olmuştu. Batı Hıristiyanlığında Respublica
Chrisliana papale, (Papa Hıristiyan cumhuriyetine) bağlı kaldıkları müddetçe
kısmî ve şartlı bir bağlılık ilham eden bu devletler o zaman RomaYunan üşülünce
tanrılaştırıldılar. Fransa, Portekiz, Venedik, Venezuela böylece Roma, İsparta
ve Belbina tanrıçalarının atmosferine girmiş oldular. Günümüzde, mahallî
devletlerin yeniden diriltilmiş olan bu perestişi, Batı dünyasındaki halkın
ekseriyetinin dînini teşkîl eder. Bu din, otorite prensibi icâbı kendi
müntesiplerî tarafından Orta Çağ Batısında Hıristiyanlığın kabûl edilişi kadar
körü körüne benimsenmektedir.
·
186 — Buna mukabil
ekonomik, teknolojik ve fikrî plânda Batının en iyi kafaları, XVII. asrın
sonlarından önce Çifılilerinkinden ve çağdaşlarının ekserîsinden farklı bîr yol
tutmuştu, bunu yaparken önceden kurulmuş bir otoriteyi değil, fakat kendi
başına otorite prensibini reddetmişlerdi. Batı’da «Eskilerle Modernler arasında
cereyân eden kavga» nın neticesi böyle oldu. Bu mücâdele XVII asırda Batı’yı
hıristiyan mîrâsını terkeder gören aynı nesil tarafından yapılmıştır. Mesele
Batı'nın otoriter bir Hıristiyanlığın elinden aldığı itâatı, otoriter bir
Hellenizme çevirip çevirmiyeceğini bilmekti. Edebiyat sâhasmda, mücâdele kesin
sonuçlu olmadı. Fakat Teknoloji, ilim ve felsefe sahalarında Modern kişiler
muzaffer çıktılar. Bu zafer, Batı Adamı'nın aldığı bir karârın neticesinde
husûle geldi: Bu sabâlarda ananevi Hıristiyanlığın itibârdan düşmesiyle kalb ve
rûhunda meydana gelen boşluk, otoriter olan herhangi bir başka sistemle değil,
fakat tecrûbî rûhun galebesi, ve Batı medeniyetinin özünde daha doğrusu, bizzât
insan fıtratında mevcut teknolojik bir temayülle doldurulmuş olmalıydı.
Hıristiyanlık,
Batı’da üstün bir tesiri devam ettirdiği müddetçe bu temâyüller Batıkların
rûhunda Hıristiylnhğın dehâsı tarafından sindirilmişti. Onlar Hellenizm’in
dehâsına daha az yabancı değildiler. Onların XVII. asırda kuvveden fiile geçip
tezâhür etmeleri AvrupalIların, itaâtini her biri kendi hesâbına kazanmak için
aralarında kavga yapmakta olan bu her iki otorite üzerine kazanılmış bir çifte
zafer oldu. Bilâhare otorite yerine Tecrûbe'nin, Din’in yerine Teknoloji’nih
tahta geçirilmesi fikir sahasında olduğu kadar ahlâk sahasında da devrimci bir
hâdise olmuştu... Daha ilerde, onyedinci makalede XVII. asırda Teknolojinin
patlaştırılmasının evveliyat ve netâicini inceleyeceğiz. Biz burada Batıkları
kendi irâdeleriyle ağırlığı dînî kutuptan Teknoloji kutbuna kaydırmaya sevkeden
âmilleri kısaca inceleyebiliriz.
Birinci
âmil dînî taassubtan hâsıl olan felâketâver neticeler ve onun şiddetli
karşısında duyulan nefret oldu. Bu hâleti rûhiye İngiltere'de iç harpten sonra
«Royal Soclety» nin birinci sekreteri ve birinci tarihçisinin mezkûr bir
pasajında tasvîr edildi.
«İç
Harpler'în bitiminden bir müddet sonra, Oxford'da Dr. Wilkins’in evlerinde, {o
vakit fâzıl ve âlim kimselerin ikâmetgâhı olan Wadham kolej’inde ilk
toplantılar yapıldı ve bilâhare yapılacak işlerin esâsları tesbît edildi. O
sıralarda Üniversite'de serbest düşünmeye alışmış kimselerin sayısı çoktu.
Ayrıca orası dürüst kimseler, felsefî ruhlular tarafından olduğu kadar
Krallığın kahrına uğrayanlar tarafından da sıkça ziyâret ediliyordu.
«Yegâne
gâyeleri hür bir hava teneffüs etme iştiyâklarını tatmîn etmek, ve bu karanlık
asrın delilik ve taşkınlıklarına kapılmadan birbirlerini sulh içinde korumaktan
başka bir şey değildi...
·
187 — «Bu kadar hüzünlü bir
devirde samîmî ve iyi niyetli bir meclis (assemble) için —ki buradaki böyle
idi— Tabiatcı felsefenin incelenmesinden . başka hangi konu daha uygun
olabilirdi? Mütemâdiyen dînî bir meseleyi münâkaşa etmek bizzât kendilerinin,
halkı bulaşmış olmakla kınadıkları şeyi husûsî hayatlarının meşgalesi yapmak
demekti. Ebedî olarak devlet işleri ve memleketlerinin mârûz kaldığı fenâlıklar
üzerinde düşünmek çok melankolik bir tefekkür konusu olacaktı. İçinde
bulundukları şartlar içerisinde onları hoş bîr şekilde eğlendirebîlecek şey
Tabiattı. En büyük umûmî bir felâket sırasında, felâketin müşâhedesi, rûhumuzu
geçmiş ve hâzır âfetten çevirir ve bizi eşyâya hâkim kılar. İnsanların ve
beşerî işlerin incelenmesi sizi bin çeşit ızdırapla huzursuz ederken tabîatın
müşâhadesi bizi aslâ düşman gruplara bölmez, bu bize husûmete meydan
vermeksizin farklı fikir ve kanâat hürriyeti bahçeder ve bize herhangi bir iç
harp tehlîkesi olmaksızın mütehâkız nazariyeler kurmamıza • müsâade eder (1)».
Batıda
XVII. asırda husûle gelen mânevi inkılâbın ikinci sebebi herkesçe kabûl edilen
bu asır insanına hâkim psikolojik bir durumdur. Buna göre XVII. asır adamı,
mücadeleci ve münâkaşaya düşkün bir dîne fikri sabit hâline gelen ilgisinden
kendisini ancak bununla mukâyese edebilecek güçte psikolojik yeni bir unsuru
kendine temin etmekle kurtarabilirdi: O, kendisine bu sosyal hizmeti görmesi
için Teknolojiye yöneldi. Yerine bir başkasını çakmadan bir çiviyi sökmenin
zorluğu, Bayie 'tarafından farkedildi.
«İnsan
oğlunun zavallı hâline ağlıyalım. Bir fenalıktan ancak bîr başka fenâlıkla
çıkabilir; onu cehaletten kurtarınız, o zaman onun çok rezîl hatta bâzan
hükümeti sarsıcı münâkaşalara girmesine sebep olduğunuzu göreceksiniz (2)».
Bu
pasajın birinci neşrinden otuz yıl kadar önce Sprat, Tabiatcı Felsefenin
incelenmesini dînî münâkaşaların şiddetine karşı bir panzehir olarak tavsiye
etmişti.
·
188 — «Bu dînî
spekülasyonun tevlît ettiği mukaddes harplerle diğer bir iyilik veya fenâlık
gelebilir (kİ netîcede faydalı taraf mı yoksa zararlı taraf mı galebe çıkar,
burada bunun tahkikini yapmıyoruz). Şurası muhakkak ki bu harpler yüzünden
Tabiat'ın tanınması çok gecikti. İnsanların himmeti Din üzerine çok bol keseden
harcandı. Halbuki or onun yardımına aslâ muhtaç değildi. O, bu
yüzden
·
(1)
Sprat, Tho, The Hıstory of the Royal Soclety tor the İmproving et Naturel
Knowledge (Lodnres, 16Ö7, Martyn), s, 53 ve 5556.
·
(2)
Bayie, P„ Dlctionnaire, 3 ed. Ilî, 2651 b, Stancorus.
gittikçe
daha çok gürültücü kesildi. Halbuki O, şu âna kadar bâkir kalan ve kolayca da
çok mümbitleşebilecek olan, bâzı felsefî dallara kendini ziyâdesiyle faydalı
bir şekilde hasredebilirdi (3)».
«Tecrûbî
felsefe, insanları fiîlî çalışmalara yöneltmek suretiyle, düşünce güçlerini
münâkaşalarda israf etmekten alıkoyacak (4)».
XVII.
asrın son on yılları içerisinde Batılılar nazarında, 'bir Dünya Cenneti
yaratmayı denemek, yer yüzünde Kitâbı Mukaddesin emirlerine uygun bir Din
İmparatorluğu kurmaktan daha amelî gözüküyordu. Batı'nın yakın tecrübeleri
göstermişti ki yeryüzünde kurulacak bir Din İmparatorluğunun husûsîyetleri,
birbirine rakîp mezhep mensubiarı arasında mütemâdî buruk ve şiddetli
münâkaşalara konu olacaktı. Diğer taraftan kendini tecrübelere vermiş ilim
adamları beynindeki veya teknisyenler arasındaki fikir ayrılıkları, muhtemelen
çok düşük bir heyecan derecesinde kalacak ve müşâhedenin keşifleri ve
müşâhedelerden elde edilen neticeler üzerine yürütülecek muhâkemelerle çok
önceden vuzuha kavuşturulacak. Tecrübenin vereceği neticeler üzerinde
münâkaşaya mahal olmadığı bedîhîdir.
«Hayır
ve şer akîdeieri gerek kalem ve gerek kılmçla .mütemadiyen vuruştu. Çizgi ve
şekillerle, ilgili akidelerde aynı şey husûle gelmemiştir. Çünkü insanlar bu
konuda gerçek olan hakkında endişesizdir: Bu hakîkat öyle bir şey ki kimsenin ne
ihtirasına, ne menfaâtına ne de zenginlik hırsına aykırı' düşer. Çünkü, eğer bu
herhangi bir
·
(3) Sprat, aynı
eser, s. 256.
,(4)
Aynı eser, s. 341.
(Tarih
Şuuru — 17) kimsenin
hâkimiyet hakkına veya otoriteyi elinde tutan kimselerin menfaatine muhâiif olsaydı,
bir üçgenin iç açıları istediği kadar bir karenin iki açısına eşit olsun, bu
akîde, ilgili şahsın imkân ve gücü nisbetinde bütün geometri kitapları
yakılarak ortadan kaldırılması bile en azından münâkaşa edilecekti (5)»1
Hobbes
tarafından karekteristik bir arsızlıkla desteklenen hüccet, Sprat tarafından, o
sırada kurulan Royal Society'nin çalışma şekil ve metodları konusunda, ondan
aşağı olmayan karekteristik yapıcı bir rûhla tekrâr ele alınıyor.
·
189 — «Onların başlıca
hedefleri, gayri mütecânis bir meclisin görüş genişliği ve varılan hükümlerin
farklılık ve zenginliği gibi avantajlarından —umumiyetle bunlarla berâber
bulunan karışıklık, istikrarsızlık ve farklı grupların ufak tefek husûmetleri
gibi bir kısım mahzûrları olmazsızın— istifâde edebilmektir.. Onlar bu
tehlikelerden şimdiye kadar sâlim kalmışlardır. Bu husûsta yegâne deIÎI,
onların musir amelleridir: Faâliyetlerinde dâimâ mutedil bir muâraza,
muvâfakatlerini vermezden önce mâkul bir düşünce ve ihtilâftı meselelerde her
seferinde yumuşak bir havâyı muhafaza etmeyi garib bir şekilde devâm
ettirmişlerdir... Münâzaade bulundukları vakit birbirlerine karşı
kızmıyorlardı. Çünkü inançlarına göre aynı netîceye varmak için Tabiatta hepsi
aynı şekilde mûteber ve iyi olan farklı metodlar mevcuttur. Ve hakikat nâmıha
sözle mücâdele edenler,, umûmiyetle onu bulmak için tek yolun var olduğunu
kabûl ederler. Zuhûr etmesi her an mümkün olan basit çekiştirmelere çabucak
muâfiyet kazanılabilir., Çünkü onlar herhangi bir nazariye ve fikre dayanmaz,
sâ
(5)
Hobbes,Thomas, Levlathan, I. kısım İl. bölüm, birinci baskı 1651.
dece
hissiyâta istinâd eder. Böyle temelinde hissiyât yatan ihtilâflar ise diğerleri
gibi ciddî münâkaşa ve karışıklıklara sebep olmazlar (6)».
«(Onlar
herşeyi mümkün mertebe matematik! bir açıklığa kavuşturarak, esnâfın, köylünün
ve tüccârın dilini âlim ve dâhîlerinkine tercîh ederek (basit bir uslûb tâkip
ediyorlar) (7)».
«İnsanların
kâbiliyet ve zekâlarını birleştirmeyi kendine hedef edinen Royal Society'nin,
onların hissiyât ve sevgilerini birleştirmeye kadar ileri gitmesini söylemek
onun lâyık olduğu methin bir zerresi bile değildir. Zirâ biz burada İngiliz
milletinde nâdir olan bir manzaradan istifâde etmekteyiz: Farklı hayât
tarzlarına mensûb, muhâlif parti mensupları birbirlerine kin gütmeyi unutup,
aynı çalışmaları berâber ilerletmek için toplandılar. Burada, asker, tâcir,
tüccâr, hümanist, efendi, nedim, kilise mensûbu, proteston (presbiterien), papa
taraftarı, müstakiller, muhâfazakâr fikrin temsilcileri kendi mümeyyiz
unvanlarını terkettiler ve karşılıklı bir çalışma ve araştırma ahengi içinde
sükûnetle hareket ediyorlar. Bu, İncilin «aslan ve kuzunun yanyana duracağını»
bildiren vadini bile aşan bir lütûfdur. Çünkü onlar burada sâdece korku ve
şiddete mâruz kalmaksızın yanyana yaşamakla kalmayıp müştereken çalışıp,
müştereken düşünüyorlar ve birbirlerinin keşiflerine yardım ediyorlar (8)».
·
190 — Din Harpleri'nin
hemen akabinde teknisyenler ve tecrûbeciler ilâhiyatçılara kıyâsla sâdece
sevimli gözükmekle kalmıyorlar hattâ fenâhk yapma niyetleri galebe çalacak bile
olsa aşırı bîr kötülük yapmaktan da âciz go
to)
Sprat, aynı eser, s. 9192.
·
(7)
Sprat, aynı eser, s. 111113.
·
(8)
Sprat, aynı eser, s, 427.
züküyorlardı.
XVII. asrın son yıllarında bunlar ekseriyet itibariyle elleri her çeşit kil
İsevî veya siyâsî iktidar çarkından uzaklaşmış kimselerdi. Onlar arasında
«yerinden yoynukmuş
şahıslar», kendi medenî
haklarından mahrûm edilmiş mezhep kaçkınlan bayağı bir yekûn tutuyordu (9).
Hiçbir sûrette, o zamanda bilinen şekillerden biriyle onların iktidârı ele
geçirme tehlikesi yoktu. Bu durumda, polemiğe sebebiyet vermiyen
müdâhaleleriyle, görünüşte tehlîkesiz olan bu teknisyenler, mevcût nizâmı
yıkmak için, kendi elleriyle olmasa bile başkasının elleriyle kullanıla
·
(9) XVII. asnn
Batı Hıristiyanlığında dinî taassubun fenalıkları, onun ızdırâbını çeken
şahıslar tarafından tabiî olarak en canlı şekliyle hissedilmiş, ve en samîmî
olarak da nefrete uğramıştır, Bu durumda dinî mülteciler (bilhassa 1685 de
Nantes Kararnâmesiyle azledildikten sonra Fransa'dan çıkan Huguenot'lar) ve
siyâsî ve ictimâî bir cezâlandırma pahasına da olsa kendi yuvalarında
kalmalarına göz yumulan dînî azınlıklar (meselâ 1662 den sonra İngiltere'deki
muhafazakâr kalmıyan protestanlar gibi) bulunuyordu. Medenî haklardan mahrûmiyet
cezâsı İngiliz mezhep kaçkınlarını menfaatlerim putlaştırılmış mahallî bir
devletin perestişinde aramalarına bizzarûre mâni oluyordu ve bu onları
Ekonomik, Teknoloji, İlim gibi, ötekilerin hür kiliselerine uğramıyan canlı
kuvvetlere mecbûr etti. Böylece eğer, din düşmanı ve feylesof olan XVII. asır,
diğer adıyla "Aydınlanma çağı" batısının manevî babası Hollanda’ya
sığınan bir Fransız Huguenot'su olan Pierre Bayie ise, bu bir tesadüf değildir.
Keza İngiltere’nin XIX, asırdaki sanâyi inkılâbının öncüleri XVIII. asrın
mezhep kaçkınlan olmuştur. "Yerinden yoynukmuş kimseler" in Batı
Tarihi'nin Yeni 5 Çağ’ınm (Circa 16751875) ikinci kısmı esnâsmda
yenilikçiler olarak oynadıkları bu rolün günümüzde dünyânın her tarafında yer
alan "yerinden yoynukmuş kimseler" in muazzam sayısının (nisbî veya
mutlak) çokluğu nazara alındıkta XX. asırdaki Batı Medeniyeti’nin istikbâl
görüşleriyle bir münâsebeti olduğu anlaşılır.
cak
olan yeni çeşitten bir kuvvet yaratıyorlardı. Fakat hiç kimse doğmakta olan bu
gerçeğin farkında değildi.
·
191 — Teknolojik kuvvet,
mâsûmluğu için, Spart tarafından ikinci defa ele alınmadan Bacon tarafından
tavsiye edilmişti:
«Üç
çeşit ve üç derece ihtirâsın varlığını kabul etmek daha uygun düşecek. Önce,
memleketlerinde otoritelerini artırmak isteyen kimselerin ihtirası... Bu,
bayağı ve dejenere bîr ihtirastır. İkincisi memleketlerinin kuvvet ve
hâkimiyetinin insanlık üzerinde artması için mücâdele edenlerin ihtirasıdır ki
bu daha şereflidir, fakat daha az tama İnkâr değildir. Fakat eğer insanın
Kâinat üzerindeki kuvvet ve hâkimiyetini tazelemek ve artırmak teşebbüsü
olursa, bu çeşit bir ihtirâs (buna ihtirâs diyebilirsek.) diğer ikisinden çok
daha şerefli çok daha asîldir. İnsanın eşya üzerindeki hâkimiyeti sanat ve
ilimler üzerine kurulur, çünkü Tabiatın idâresi ona itaat etmekle mümkün olur
(10)».
«Sosyal
bir reform nadiren karışıklığa düşmeden ve şiddete başvurmadan gerçekleşebilir.
Halbûki îcâdlar kimseyi yaralamayan ve rahatsız etmeyen bir iyilik ve
avantajdır (11)».
«Eğer...
Milletimiz bu insanlığın alkışlarına lâyık olmak fırsatını yakalarsa, bu
misâlin kuvveti etrafımızdaki diğer memleketlerin hepsine mukâvemet edilmez bir
şekilde yayılacak. Hıristiyanlığın durumu çabuk veçhesini değiştirecek, bu
berrak ilim bir sulh kuşu gibi yükselirken bütün fırtınalar dinecek, bir
yanlışlık eseri olarak ilm'in buruk münâkaşaları ve muhâlefeti denen hususlar
da ça
·
(10)
Bacon, Francis, Novum Organum, Partis Secundae Summa, Aphorismus CXXIX.
·
(11)
Aynı eser.
buk
yok olup gidecek. İnsanların hükümlerinden hâsıl olacak sulhun sükûneti onların
hareket tarzı üzerinde mükemmel bir tesir icra edecek, anlaşmalarındaki samîmiyyet
onların fiillerinde okunacak, fikirleri daha az şiddetli ve daha az doğmatik
fakat çok daha emîn olacak; Onlar birbirlerine karşı melek olacaklar, kurt
değil (12)»,
İLAVE
: XVHL ASIRDA AVRUPA'DA OTORİTE PRENSİBİNE
KARŞI
İSYAN VE ASRIN YAZARLARI TARAFINDAN İFADE EDİLEN TECRÜBE VE MÜŞÂHADE
METODLARININ BENİMSENMESİ:
A.
OTORİTE PRENSİBİNE İSYAN :
·
192 — Leonard de Vinci
(14521519) görüşlerinin genişliğiyle, kendi çağdaşlarının genel durumuna
nazaran eh az yüz elli yıl İlerde idi. Bu sebeple onu XVII. asır yazarlarıyla
birlikte zikretmemizde hiçbir beis yoktur.
«Otoriteyi
elinde tutandan istimdât ederek muhakeme yürüten kimse zekâsını değil,,
hâfızasını kullanıyor demektir (1)».
«İklim
değiştirerek kalite değiştirmeyen kimsede doğru ve yanlış nâmına bir şey
görülmez. Kutbun üç derece yükselmesi bütün hukûku alt üst eder, bir meridyen
hakikat hükümünü değiştirir»,. Bir nehrin sınırladığı eğlenceli adâletl
Pirene'lerin berisindeki hakikat gerisinde hatâ ve yanlışlıktır (2)».
·
(12) Sprat, aynı
eser, s. 437438,
·
(1)
Leonard da Vinci, The Literary Works of Leonardo da Vinci, Aslî el yazmasına
göre J.Pt Richter tarafından tasnif ve neşredildi, 2, baskı (Oxford, 1939,
Üniversity pren, 2 vol.), Cilt: II, s: 241, Nu: 1159,
·
(2)
Pascal, Pensees, Nu: 294, Leon Brunschvicg tasnifi.
«Pek
çok kâfir.ve sapık Türk'ü atalarının yolunda gider görmek acınacak şeydir.
Sâdece bu sâyede onların her biri önceden uyarılmış oldu ki bu fevkalâde bir
şeydir. Ve asker, çilingir vs. herbirinde her çeşit şartta yön veren de budur
(3)».
«Pek
çok kimsenin kendi inançlarından verebilecekSeri eh iyi îzâh bu inanç
içerisinde yetiştirilmiş olmalarıdır. Bu ise Kadın Aklı dediğimiz şeye yaraşan
bir davranıştır. Onlardan binlercesi ki imânî ikrarları ve bizim mürüvvetimiz
Hıristiyânların vasfını ortaya kor, dinlerine alışkanlık ve verilen terbiye
sonucu benimsememişlerdir, tıpkı Yerlilerin vaftize getirilmeleri yani bir
hayvan sürüsünün su yalağına sevkedildîkleri gibi. Eğer yıldızımız bizi, Haç'ın
düşmanları arasında ve Haç düşmanlarını da Hıristiyaniar arasında dünyaya
getirseydi ne Hıristiyân düşmanlığı bizim, ne de Hıristiyanlık onların
nefretini mûcip olmıyacaktı. Fakat biz terbiye ve muhûtimizi değiştirince
imânımızın muhtevasını da değiştirmeye mecbûr kalacaktık (4)».
«Eğer
hâkîkat bir, Allah’a giden yol tekse, sarayın dininden başka kendilerine hiç
bir rehber yokmuş gibi hangi ümidle bir çok insanlar oraya sevkediimiş
bulunuyor ve kendi akıllarının nûrunu terketmek, vicdanlarının sesine karşı
gelmek ve körü körüne kendi hükümetlerinin arzu ve irâdesine ve tesâdüfen
içinde doğdukları memlekette cehâlet, ihtirâs veya hurâfâtm ikâme ettiği dîne
teslîm olmak zarûreti içinde bulunuyorlar. Yeryüzündeki prenslerin cismânî
menfaatleri nisbetinde içinde dar yol iyiden iyiye daraltılmış olacak, sâdece
bir memleket halkı ola
·
(3)
Aynı eser, N. 98.
·
(4)
Glanvill, J„ The Vanity of Doğmatisİng (Londres, 1661, Eversden) s. 1278
cak
ve geri kalanların hepsi bunun prenslerini yıkım ve helâke götüren yollarda
takip etmek mecbûriyetinde bulunacaklar, Mâhasızlığı artıran ve bir ulûhiyet
mefhûmuyla hiç bağdaşmayan şeyde insanların ebedî saadet veya şekâvetlerini
doğum yerlerine borçlu olmalarıdır (5)».
«İdarecinin
yolu, fertleri zarûrî olarak Türkiye'de Müslüman, Çin'de putperest oimaya ve
dâima miiiî dinde kalmaya sevkeder (6)».
·
193 — «Felsefenin ilahiyata
haksızlık ettiğine dâir şikâyet hemen hemen umûmîdir, fakat ilâhiyâtın da Felsefe’ye
zarar verdiği de bir gerçektir. Bunlar öyle iki (beşerî) kapasitedir ki, eğer
otorite yolu dâimâ birincinin lehine orada düzen vazetmezse aralarında hudûdun
tâyini hususunda anlaşmaları imkânsızdır (7)».
«İhtiyarlığın
sahte akideleri ergeç ortadan kaldıracağı farzedilir edilmez, onların (Grek ve
Roma tanrıları) dâvâları en güzel şekilde görülmüş olur. Lütfen kaydediniz:
Doğru ve yanlışı birbirinden temyiz için kifayet edecek müddeti tesbît etmeden
bu prensîb bîr ölçü olamıyacak.tır. Eğer bunun için bin yıl kifayet ederse on
asır kafalarda berhayat olan her fikir gerçek demektir; fakat kendinize hiçbir
müddet tesbît etmezseniz bir itikâd dört bin yıl yaşadı diye onun gerçek
olduğuna hükmetmeniz boşadır: Siz istikbâli bilmiyorsunuz, evvelkilere rağmen
berhayât olanın beşinci binde sona erip ermiyeceğ.ini bilemezsiniz (8)»,
«Roma
Katolik Kilisesi mensuplarının kendilerine rehber edindikleri «Otorite yolu»
Pironizm'in (kuşkuculuk)
·
(5)
Locke, John, Lettre sur la TolĞrance (Müsamaha Üzerine Mektup) (1869 da
neşredilmiş).
·
(6)
Bayie, P„ Dictionnaire, 3. baskı, III, 2396 a, Puccius.
·
(7)
)Ayru eser, I, 327 a, Aristote,
.
(8) Aynı eser, II, 1671 a, Launol,
caddei
Kübrâsıdır. Kilise'nin Otoritesine itâat etmeye mecbûr olduğundan emîn olmak
isteyen bir kimse Kitâbı Mukaddes'in böyle istediğini kabul etmek, zorundadır,
işte böyle bir kimse Mr. Nicolle’un bütün münâkaşalarına mâruzdur. Ve o,
üstelik, Kilise Babaları'nın ve geçmiş bütün Asırlardaki Hıristiyanlık
akidesinin, kendi göstermek istediği itâata uyup uymadığını da bilmelidir. O
kadar çok araştırmalara girmektense her şeyden şüphe etmeyi sevmemesi çok daha
az yorucu bir davranıştır ve şüphenin gerektirdiği bütün zahmetlere katlanarak
sonunda nura kavuşması da mâhirâne bir iştir. Öyle ise bu tam bir Pironistnist
yoldur (9)».
«(Aristo
mektebi) İdbâr ve şanssızlığa uğramamış ve bilhassa bu XVII. asırda şiddetlice
sarsılmamış olamaz. Fakat yeni feylesoflara karşı cismânî güçle fevkalâde tahkîm
edilmiş olan gerek Katolik ve gerekse Protestan kelâmcılar ateşe koşar gibi
onun yardımına koştular. Onun uzun müddet hâkimiyetini devâm ettireceğine dâir
hiç bir alâmet yok (10)».
·
194 — «Birçok asırdanberi
tedris edildiği şekliyle Peripatetizm'in (Aristo doktrini) bu kadar hâmi
bulmasına ve onda İlâhiyâttaki menfâatlerin aynîyle varlığına inanılmasına
hayret etmemeli. Çünkü o,, rûhu muvafakat etmeye mübhem bir şekilde alıştırır.
Menfaatlerin bu birliği, Peripatetisien'lere ekollerinin ölümsüzlüğü için bir
teminât ve yeni Feylesoflara ümidlerini azaltmaları için bir sebep olmalıdır
(11)».
·
(9)
Aynı eser, İli, 2088 a ve b, Nicelle.
·
(10)
Aynı eser, I, 321, Arîstote.
·
(11)
Aynı eser, I, 3267, Arîstote.
B.
MÜŞAHEDE VE TECRÜBE METODLARÎNSN BENİMSENMESİ:
«Aldatıcı
tabiatla insan cinsi arasında tercüman olan tecrübe, bize tabiatın fânîler için
ne gibi muameleleri olduğunu öğretir. Zarûret, onun (tecrübe) dümeni olan Aklın
ona emrettiği şekilde hareket etmesine müsâade eder.
«Hikmet
tecrübenin kızıdır»
«Hakîkât
zamanın yegâne kızıdır»
«Tecrübe
asiâ yanıltmaz, sizi aldatan şey, tecrübenin aslâ hâsıl etmiyeceği şekildeki
neticeleri vaktinden evvel kullanarak verdiğiniz hükümdür».
Bu
durumu, umûmî bir kâide seviyesine yükseltmezden önce onu iki üç sefer daha
kontrol et ve bu muhtelif tahkiklerin benzer neticeler hâsıl edip etmediğini
gözetle (12)».
«Her
ilim yabancı bir dili öğrenme metodu ile kazanılmahdır: Çalışmada ısrâr, onu
kullanmak ve müşahedede bulunmak (13)».
«Onlar,
tedrisâta ve temâşâya getirilmezden evvel, birinci derecede aksiyon ve
hikmetten ibâret olacak olan bir felsefe kuruyorlardı (14)».
«Eğer
biz matematik ve mihaniki sanatların diğer ilimlerin inkişâfı üzerine elde
ettiği bu fevkalâde üstünlüğü izâh eden sebebi araştırırsak burada en mühim
sebep olarak şunu söyleyebiliriz: Onların ilerlemesi, teorik
·
(12)
Leonard da Vinci, Aynı eser, İl, 240 (Nu: 11491150, 11521154 A).
·
(13)
Sprat, Th, aynı eser, s. 97.
·
(14)
Aynı eser, s. 93,
mükemmelleşmiye
çok büyük bir engel teşkîl eden daha önceki keşiflere olan hürmetle
geciktirilmedi (15)».
·
195
— «Matematik ilimlerinden birini tatbîk etmek imkânı olmadığı vakit veya
matematik ilimlere bağlanamadıkları takdirde ilimlerde kesinlik yoktur (16)».
«Matematik
ilimlerinde araştırmayı bir sefer tadan ve bu ilimlerde fevkalâde ilerlemeler
kaydeden kimselere büyük bir hürmet ve bağlılık İzhâr edildiğini görmek nâdir
değildir (17)».
15
dünya — yeni çağîn sonunda laikleşmiş
BATI
MEDENİYETİNİ BENİMSİYOR :
XVII.
asrın sonlarında Batı dünyasının en nâdîde kimseleri nezdinde Din'in yerine
Teknoloji'hin ehemmiyet kazanması, Batı karşısında dünyânın geri kalan
kısımlarının tavrını değiştiren iki büyük netice husûle getirdi. Modern
Batı'nın dikkat ve enerjisini Teknoloji üzerine teksif etmesi ona zenginlik ve
kuvvetinin artmasını temîn etmiştir. Bu öyle bir artıştı ki şümul ve hız
cihetiyle kendinden önce gelip geçmiş hiç bir medeniyette benzeri
görülmemiştir. Aynı zamanda Modern Batı'nın kendi ananevî dininden soğuması din
mevzûundaki ananevî müsâmahasızlığında da gevşeme husûle getirdi.
·
196
— Tabîî olarak, son 250 senelik müddet esnâsm
·
(15)
Glanvîll, J., The Vanity of Dogmatising (Londra, 1661, Eversden) s. 139140.
·
(16)
Leonard da Vinci, aynı eser, İl, 241, Nu: 1158.
·
(17)
Bayie, P., Dictionnaire, 3. ed., III, 2187 o, Pascal. da
Batı’nın gerçekleştirdiği teknik ilerlemeler ibtidâî insanın ilk îcâdları
ölçüsünde beşerî zekânın hârikaları olamazlar. Çünkü müteâkip ilerlemelerin,
üzerine bina edileceği ateşin bulunması ve saklanması, taştan kesici bir âlet
yapmak için onun yontulması, oyulmuş bir kütüğün içinde yüzmek —zirâat,
hayvanların ehlîleştirilmesi, tekerin kullanılması gibi nisbeten yeni ve
karmaşık keşifler söz konusu değildir— gibi. Keşifler hiç bir zaman benzeri
yapılamıyacak, bütün yeniliklerin temelinde yatan aslî keşiflerdir. Batı
teknoloji tarihinin son ikiyüz elli senesinde görülen ve daha evvelinde
görülmeyen şey terâkkideki hızlı gidiştir. Bu gidiş, zamânımızda bile henüz
hissedilecek kadar bir gevşeme göstermemiştir. Bu sürat, bitkiler ve ehlî
hayvanlar dâhil,, insan cinsinin fââliyet sâhasının her dalında ilerlemek İçin
ısrarlı tecrübelere ölçüsüz ve eşsiz bir şekilde insan zekâsının ve gayri
beşerî sermâyenin yatırılmasının bir netîcesi olmuştur.
·
197 — Bu teknolojik yanşa
yol açan Batı'nın karakterindeki değişme, başka dîne mensup insanlarla olan
münâsebetlerinde de kendini gösterir. XVII. asrın hidâyetinde, Batı’da hâkim
olan ruh Hıristiyanlığın mahallî şeklini kabul etmiyen kimseye tahsilini yapma
imkânlarını bîlkuvve kapıyordu. Bu konuda Katolik ve Protestanlar arasında fark
yoktu. Venedik Cumhuriyetinin himâyesi altında olan Padoue Üniversitesi katolik
olmayanlara kapılarını açmakta yalnız kalıyordu. Kan dolaşımını bulan İngiliz
protestom Harvey ve bunun keşfi üzerine, OsmanlI Devleti'nin hizmetine
girmezden önce bir kitap yazan Doğu Ortodoks kilisesine mensup bir hıristiyan
olan Alexandre Mavrogordato (Chio’da doğdu), her ikisi de Padoue’da talebe
idiler. Fakat Padoue Üniversitesine hâkim bu geniş görüşlülük istisnâî bir
durumdu. Ve bunu kısmen Venediğin, halkının ekseriyeti doğu ortodoks
hıristiyanlığına tâbi müstemlekeci bir imparatorluk olmasına borçluydu. Diğer
Batı Üniversiteleri dinî mecburiyetleri terketmede çok ağır hareket ettiler. Meselâ
Oxford Üniversitesi 1871 yılına —ki bu târih İngiltere'nin bir İmparatorluğu
kaybedip bir İkincisini kazandığı tarihtir— kadar her bir adaydan bir
üniversite diploması bir de «Ingiltere Episkopal Protestan Kilisesi' (L'Eglise
Protestante Episcopale d’Angleterre) nin Otuz Dokuz Madde'sine muvâfakat
ettiğine dâir bir beyanname istemeye devâm etti. Bununla berâber, XVII. asır
sona ermezden önce Batı'da, aydın hükümdarların deruhte ettikleri mahallî
akademilerden müteşekkil «Edebiyât İmparatorluğu» şekli altında araştırma,
bilgi ve haber mübâdele eden üniversite dışı bir teşkilât kuruluyordu ve burada
ananevî dinî mecburiyetler tatbîk edilmemişti. Batı tarihinin Yeni Çağ'ı
akarken, padulu davranış mecbûrî din birliği perdesi içerisinde gelişmeye
başladı.
«Tarihimizin
Yeni Çağ'ı sonuna doğru Batı’daki bu dinî müsâmaha şafağı, batılı olmayanlara,
Batı teknolojisini tahsîl için talebe olarak okullara girme imkânını tanıdı.
Onlar artık kayıt yaptırmak için batıh mahallî dinî, vazgeçilmez bir zaruret
gibi kabullenmeye uzun zaman mecbur edilmiyorlardı. Aynı zamanda, bu devirdeki
Batı'nın teknolojik ilerlemeleri batılı olmuyan cemiyetlerin idarecilerini
kendi şahsî müdâfaaları için Batı tekniğinin kaynağına inerek ondan ciddî
şekilde faydalanmaya zorluyordu.
·
198 —. «Yeni Çağ’ın
bidayetinde Batı henüz, askerî teknikte, diğer cemiyetlerin üstünde, onların
hayatlarında inkılâp yapmadan Batının askerî keşiflerini kullanamayacakları
derecede fevkalâde bir ilerleme kaydetmemişti. XVI. asırda OsmanlI Türkleri,
Ruslar ve Japonlar o devirline çabuk intibak ediyorlardı. Büyük Kuzey (15581583)
MoskovalIlar Batı Dünya'sından Baltık kıyılarını fethetmek için ilk teşebbüsten
itibaren taarruz üstünlüğünü elde etmeye muvaffak oldular ve onlar
ilerlemekten, Tötonlara ait mukâvemetin düşmesiyle açılan gediği tıkayan İsveç,
Danimarka ve PolonyaLitvanya Birleşik Krallığımın müşterek koalisyonu ile güç
belâ durduruldular. Japonya . siyâsî birlikten başka uzakta olmanın
avantajlarından da faydalanarak 1637 yıllarına kadar kendisine gelen bütün
Batılılara istediği şartları kabûl ettirmeye muvaffak oldu. Diğer taraftan 16031613
yılları esnasında («Karışıklıklar Devri») Moskova'da anarşinin ilerlemesi
gösterdi ki nispeten daha az gelişmiş olan PolonyaLitvanya ve İsveç gibi Batı
cepheleri askerî teknikte Moskova’ya nisbette bariz bir şekilde daha kuvvetli
hâle gelmişti. PolonyalIlar 16101612 yılları arasında Moskova’yı işgal bile
etmeye muvaffak oldular. İsveçliler 1611'de Moskova’nın Baltık denizine açılan
Fin körfezinin başında bulunan yegâne giriş kapılarını fethettiler. Moskova bu
kaybı 1617'dekî sulh anlaşmasıyla sîneye çekmeye râzı oldu. Aynı şekilde Batı
ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki medcezîrin ters dönmesi de 1683’de
Türklerin ikinci Viyana kuşatmasında uğradıkları yenilgiyle başlamış oldu.
Bu
tecrübelerin ışığı altında Batı'nın komşuları,, onun askerî takniğini acilen
elde etmek ve onun çok hızlanmış terakkisinin ön saflarında yer almak
gerektiğini anladılar. Batı’nın askerî üstünlüğünün bu tahdidine karşı cevâp,
Rusyada «Karışıklıklar Devri» nden sonra, 1689'da iktidarı olan Büyük Piyer
tarafından verildi, Türkiyede, 17681774 felâketli RusTürk harsinin şokundan
sonra 1789’da iktidâra geçen ili. Selim tarafından verildi. Japonya'da * ise,bu
cevâp, 1853’de Commodore PePrry'nin mukâvemetsûz tedâhülünhü vurduğu darbeden
sonra 1868 Japon İnkılâbının tahrikçileri tarafından ifâdeye döküldü. Batıyı
istisnâî bir şekilde kuvvetli kılan XVII. asır inkılabını aynı zamanda onu
târihinde raslanmadık şekilde müsâmahahâr kılması bu geri memleketler için
büyük bir şans oldu. Batının karakterinde kendiliğinden husûle gelen bu değişme
Rusya, Japonya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun idarecilerine bir Batı okulunda bu
Batı sanatlarını inceleme imkânı tanıdı. Eğer kendi durumlarını, Batılı komşularına
karşı devâm ettirme ümidini muhâfaza etmek İstiyorlarsa bu sanatlarda
derinleşmek zorunda idiler.
·
199 — Bu yeni uygunluğun en
bariz misâli Büyük Pierre’in (Deli Petro) 16971695 yıllarında Batı'ya yaptığı
kendini ziyâdesiyle yetiştiren seyâhattır. Bu Rusya için Batılılarm ellerine
düşme tehlikesi geçirdiği bir anda, fevkalâde bir talih ve şans oldu.
Pierre,
sâdece modern Batı tipinde doğuştan bir teknisyen değildi. O, aynı görüş
genişliği ve kapasitelerle mücehhez insanların Batı cemiyetinde zuhûrundan yüz
sene önce geldi. O, Royal Society'nin babaları tarafından hayâl edilen yeni
«homo mechanicus» (Teknik Adam) di. Pierre, XVIII. asırda İngiliz Sanayî
inkılâbını yapacak ustaların XVII.. asırdaki et ve kemik hâlinde tecessüm eden
yegâne mümessil ve öncüsü idi. Bununla berâber ne kadar çok önce gelmişte olsa,
Pierre'in teknolojiye karşı olan fıtrî zevki tek başına onun Rusya’da
yaptıklarını izaha kâfi değildir: Eğer o, ziyâdesiyle müstefîd olduğu İngiltere
ve Hollanda'daki ilk çıraklık tecrübelerini yapma imkânlarını elde edemeseydi
bilinen eserini veremezdi.
Büyük
Pierre’e Batılı denizci memleketler tarafından gösterilen hüsnü kabûlden daha
az şaşalı olmakla berâber mânidâr olan hâdise, Osmanlı İmparatorluğu’nun
Ortodoks Hıristiyan tebâlarindan olan Sırblı âsîler tarafından yapılan bir
teklifin Habsburg monarşisi tarafından 19601961 ve 1965'de birbirini takip eden
üç ayrı metin hâlinde kanunlaşarak kabul edilmesi oldu. Bu Sırplar, iki şartla
siyâsî itâatlarını Habsburg krallığına tevcîh ediyorlardı. Buna karşılık
Habsburg askerî gücünün himâyesinden istifâde edecekler ve aynı zamanda
kendilerine Romalı mukaddes Caesdrea Maiestas'ın tebâları olarak, sâdece
mezhebî otonomileri değil, (kendi Krallarının başkanlığında) mahallî
otonomileri de tanınacaktı. Onlar bu haklardan Osmanlı İmparatorluğu idâresi
altında iken de yararlanıyorlardı. Bu iki şart da kabûi edildi. Ve Habsburg
hânedânının, Otuz Sene Harplerinin bitiminden tam kırk iki sene sonra,, dinî
politikasındaki bu değişiklik pek beklenmedik bir hâdise idi. 16821699 harbinde
mâruz kalınan mağlûbiyetin şoku OsmanlIları, Pierre'in yaptığı gibi, Batı'ya
şahsen giderek inceleme yapmaya sevketmedi, sâdece iki tedbir aldırttı.
OsmanlIlar bundan böyle devlet idâresinde mesûliyeti mûcib hizmetlere Doğu Ortodoks
Hıristiyanlığına mensûp Yunanlı tebâlarından tâyinler yaptılar. Bunlar sarayda
yetişmiş, İslâm'a da girmemişlerdi. Üstelik kendi insiyatifleriyîe tamâmen
Batılı bir eğitim ve terbiye almışlardı (1)». Osmanhlar ayrıca adamlarını
bizzat Türkiye'de, Batı harp sanatının teknikçe en zor bazı dallarında
—bilhassa istihkâm ve topçulukta— yetiştirmek için Batılı teknisyenler
kullandılar. OsmanlIların 1699 ve 1768 yılları arasındaki Batılı tekniği
kazanmak için yaptığı bu teşebbüsler parçalı, düzensiz ve çekingen idiler (2).
Çok daha hacâletâver bir mağlûbiyetle sona eren 17681774 harbinin sebep olduğu
ikinci bir şok İli. Selim’i Türk Silâhlı Kuvvetlerini toptan «Batılılaştırma»
denemesine zorladı. Bu sefer, OsmanlIlar, kendi istihkar ettikleri
·
(1)
Bak: A. Study of History, İl, 224225; VIII, 187188.
·
(2)
Bak: Aynı eser, VIII, 557, No: 5.
Ortodoks
hıristiyanlanh dindaşları olan Ruslar tarafından Batılılaşmadaki seksen yıllık
takaddümleri sebebiyle mağlûp etmişlerdi. Batı'lı askerî tekniğin, Ruslar
eliyle de olsa bu zaferi, neticede OsmanlIları bu aynı Batılı tılsımı öğrenip
kullanmanın zaruretine iknâ etti (3)».
·
200 — laponlar XIX. asır
Batı silâhlarını, XVII. asırda alınmış olanların yerine ikâme etmeye 1853
yılında Commodore Perry tarafından işgale uğrayıncaya kadar teşebbüs etmediler.
Bu tarihte Batı'daki bir Japon talebe tarafından Batılı bir terbiyenin
benimsenmesine mânı, Avrupada mevcut olan herhangi bir yabancı sevmezlik
değildi. Bu Japonların İki yüz yıldan fazla bir zamandanberi kabuğuna çekilmiş
olmasından husûle gelen Batı'ya karşı olan cehaleti, onu tanımaması idi.
Bu
«batılılaştırıcılar» in siyâseti menfî idi. Onlar mânevi değerlerden sıyrılmış
bir Batı medeniyetinin Lâik bakiyesinden hiç bir şey almak istemiyorlardı.
Almaya çalıştıkları tek şey, onları Batılı veya Batılılaşmış bir devletle harp
sırasında millî varlık ve istiklâllerini garanti edecek Batılı askerî tekniğin
asgarîsi idi. Bu ilk «Batılılaştırıcılar»m hiç birisi Batı medeniyetinin müsbet
bir câzibesiyle harekete geçmiş değildi. Batı medeniyetinin unsurlarını tamamiyle
elde edişlerini nsebebi, her hâlu kârda bu hâkimiyetin kendilerine temîn
edeceği kuvveti kazanmak arzûsuydu. Kendilerini Batı terbiyesi üzerine
yetiştiren ve her biri OsmanlI ve İngiliz İdârî mevkilerinde hizmet gören
OsmanlI, Yunanlılar ve hindû Bengalliler, kendi Batılı terbiyeleri sâyesinde,
kuvvetli olmanın anahtarını batılı bir tekniği elde etmekte olduğunu ve ancak
bu sâyede, kendilerine nazaran çok geri kalan müslüman bir «otorite»
·
(3) Aynı eser,
VIII, 239249. den
intikâm alabileceklerini anladılar. XVIII. asır Grek ve Hindularının tersine,
henüz siyâsî istiklâllerini muhâfaza eden Batılı olmayan milletler, Batı ile
herhangi bir harp sırasında kendi durumlarını muhâfazada yardımcı olacak
yeterli Batı askerî tekniğini öğrenmedikleri takdirde Batılı fâtihlerin
ellerinde istiklâllerini kaybedeceklerini anladılar. Fakat bu, henüz hür olan
Batılı olmıyan cemiyetlerin, «Batılılaştırıcılar» ı, işe Batılı olmıyan
medeniyetlerini mümkün mertebe muhâfaza etmek ümîdiyle başladılar. Bu gâye ile
batı askerî tekniğinden mümkün mertebe az şey almak gayreti içerisinde idiler.
Onlar minumum bir fiatia belâların en tehlikelisine karşı kendilerini emniyet
altına almak istiyorlardı. Fakat hâdiselerin devâmı gösterdi ki yabancı bir
medeniyetin kısmî olarak benimsenmesi netîce itibâriyle imkânsızdır.
(Tarih
Şuuru — 18)
·
201 — Bu imkânsız şeydi,
çünkü her medeniyet veya hayat stili, kısımları kendi aralarında birbirine
bağlı olan bir davranış tarzının modelidir. Bu karşılıklı bağlılık o kadar sıkı
ve o kadar samimîdir ki ilk bakışta kendi aralarında hiç bir irtibât yokmuş
intibâıhı veren unsurların bunlardan bir tanesini atıp, yabancı bir unsuru onun
yerine koyma tecrübesi yapıldığı zaman birbirinden ayrılması imkânsız olan bir
bütün olarak karşımıza çıktıklarını görürüz. Tek bir yerli unsur, diğer yerli
bir unsurlar grubunu bertaraf etmeden veya hiç olsun tağyîr etmeden bertarâf
edilemez. Tek bir yabancı unsur da diğer bir yabancı unsurlar grubuyla beraber
olmaksızın dâhil edllemiyeceğini gösterir.
Memleketin
ananevî askerî tekniği yerine, modern bir askerî tekniğin sokulması yukarda
arzettiğimiz kaanûnun bir başka tezâhürüdür. Batılı olmıyan silâhları ithâl
etmek tek başına yeterli değildi. Hattâ onlar Batılı olmıyan silâhlordan dâima
daha geriydi. Fransız süvarisi 1798'de mağlûb ettiği Memlûk süvarisinden daha
mükemmel olarak techîz edilmemişti. Bir İngiliz fitilli tüfeği, 1838’de daha
üstün olduğunu gösteren bir Afgan «Jezayl» tüfeğinden daha uzak mesafeye atış
yapamıyordu. Batılı askerî üstünlük, Batılı silâhların disiplinli birlikler
tarafından kullanılmasından neşet ediyordu. Zaten askerî disiplin içtimâi
gayretler piramidinin zirvesini teşkîl eder. Bu ise siyi! ha, yattaki düzen ve
intizâmın bir semeresidir. Çünkü disiplin fiilî bir hijyen, muntazam bir ödeme
olmadan tesis edilemez. Askerî birliklerin fiilî hijyeni, Batılı tababeti
tahsil etmiş doktorlar tarafından vücûda getirilen aynı paralel seviyede umûmî
bir sıhhatin sivil hayatta varlığını gerektirir.
·
202 — Askerlere muntazam
ödeme, sivil hayatta sıhhatli bir ekonomik düzen ister. Bu sıhhatli düzen
ticarî kapasiteden ve istihsâl gücüne sahip bir ekonomiden doğar. Ekonomi ise
sâdece askerleri beslemek için hubûbat üreticisi değil, aynı zamanda Batı
tipinde silâhların îmali için sanayi kâbiliyeti üreticisi olmalıdır. Silâhları
için tamâmen Batı'dan yapacağı ithâlatlara bağlı kalacak olan Batılı olmayan
bir ordu oniarı mahallinde îmâl etmek için tesîs kurmayıp, teknisyen kadrosuna
sahip olmadıkça istikrarsız ve arzû edilmeyen bir durumda kalacaktır.
Bütün
bu sebeplerden dolayı, dinî tipteki Batı'nın birinci modern medeniyetini
reddeden bir dünya netîcede hiç bir tahdît koymaksızın lâik tipteki yeni modern
medeniyeti kayıtsız şartsız kabûl etmek mecburiyeti ile karşı karşıya kalır.
Fakat asgarî «Batılılaşma» adayları, ya hep ya hiç’ten birini tercîh etmek
durumunda olduklarını tecrübeyle öğrendiler. Bunu anlamak için gerekli müddet
duruma göre çok farklı oldu. Türkiye'de ilk tecrübelerle (XVIII, asrın
hidâyetindeki askerî tekniğin parçah olarak benimsenmesi) 19181928'de Mustafa
Kemal tarafından kayıtsız şartsız alınması arasında iki yüz yıldan fazla bir
zaman geçti. Çin'de 18391861 yılları esnasında Batı'lı kuvvetlerin uğrattıkları
askerî mağlûbiyetlerin zoruyla alınan birinci Batılılaşma tedbirleri ile
merhaletî bir Batılılaşma proğramı ile 19231928 yıllarında Kuömintang'ın zaferi
arasında yarım asırdan fazla bir zaman geçti. Bilahâre bu teşebbüs te muvaffak
olamadı ve bu muvaffakiyetsizlik Çin'de komünizme kapıyı açmış oldu. Diğer
taraftan Batılılaşmanın öncüleri: Rusya'da büyük Pierre, Mısırda Mehmed Ali ve
Japonya’da Moyji devrini başlatanlar,, eğer temelden Batı askerî tekniğini elde
ederek cemiyetlerini muhâfaza etmeye muvaffak olmak istiyorlarsa hiçbir tahdîde
yer vermeksizin Batılılaşmak mecburiyetinde ve bu toptan inkılâbı beşerî
faaliyetin her sahâsına teşmîl etmek zorunda olduklarını hepsi aynı şekilde
anladılar.
Modern
Batı ile bu ikinci karşılaşmada, er veya geç sınırsız bir Batılılaşmaya boyun
eğen Batılı olmayan Dünya —daha önce de söylediğimiz gibi— kendi kendini, XVII.
asırda yapılan mânevî inkılâbdan üçyüz sene sonra Batılı bir cemiyetin içine
düşeceği mânevî buhrana saplanmaya mahkûm ediyordu. Batı târihinin Yeni Çağ'ı
sonunda, Batılı olmayan dünyanın arzusu hilâfına teslim olduğu Batı Medeniyeti,
ne yeni mühtedîlerinih ne de bizzât Batılı müdâfîlerinin o devirde
zannettiklerinin çok fevkinde muğlak ve muâmmâlı idi. Bu önünde durulmayan
Modern Batı Medeniyeti neden ibâretti? İşte bu suâl, —bütün Batılılaştırıcıianh
er geç anladığı gibi— kendi kendini muhafaza etmenin fiatının, Batı
Medeniyetini hiçbir tahdîde tâbi tutmaksızın toptan benimsemeden daha aşağı
olmadığını anhyan herbir «Batıklaştırıcı» nın karşılaştığı bir sualdi. Bu acı
gerçeği kavrayan ve görüşlerine göre hareket eden Batılı olmayan büyüklerin
hepsi bu yeni Batılı modern medeniyeti zahirî değeri çerçevesinde olmak
istiyorlardı ki bu da teknolojik bir değerdi. Onlar bu medeniyeti, iktisâdî,
siyâsî ve askerî... Her sâhâda amelî kullanışa imkân verecek teknikleri elde
edebilecekleri bir bolluk kaynağı görüyorlardı.
·
203 — Yeni Çağ’ın
sonlarında Batı medeniyetinin karakter ve muhtevası hakkırıdaki bu sathî görüş
o devirde mâzûrdu. Zirâ Batılı çağdaş müdâfaacılarının bu Medeniyet için
isteyerek ortaya koydukları tasvîr ve görüş bu idi. Büyük Pierre, eğer Sprat
tarafından kaleme alınmış olan Royal Society’nin târihini okumuş olsaydı Batı
dehâsı hakkında biçtiği değerde luovîb odiimîç iduyumı Görecekti. Sprat ve
çağdaşları Batı hakkındaki tablolarım mutlak bir hüsnü zan açısından
çiziyorlardı. Bununla beraber üçyüz senelik, bir zamanda sonra arkadan gelen
nesiller üzerine çevrilerek târihî bir nazar, XVII. asrın kendi hakkında
yaptığı bu pek dar ve faydacı tasvîri kendi kendinin objektif bir analizi
olarak değil, Modern Batı’nın kendinden hemen önce gelen asrın dînî taassublarmdan
zuhûr eden fenalıklara karşı doğan reaksiyonun ifâdesi olarak yaptığım
göstermektedir. Bu sebeple mezkûr tablo, XVII. asrın sonlarındaki, veya daha
sonraki devirlerdeki Batı Medeniyeti’nin gerçek rûhunun sahte bir tasvîri ve
şişirilmiş bir karikatürüdür.
Thomas
Sprat (16351713) ve Joseph Glanviil (16361680) her ikisi de İngiltere'nin
Kilise hâzırı oldular. Sprat dinî mesleğini evek (din adamı papaz) olarak
tamamladı ve pek tabîî bir kilise adamı sıfatıyla yaptığı faaliyetlerle Royal
Society’nin bir sekreteri olarak yaptığı faaliyetler arasındaki uyuzmaşlıkların
şuuruna eremedi. Teknolojinin tahsilini teşvîk ederken o, Dinin değil, dînî
taassubun yerini tutacak psikolojik bir nâib arıyordu (4).
·
204 — O, pek mâkul bir
şekilde hissettiği dinî îmânın gerilemesinden yakınıyordu (5). O, Septisizme
olan meyilden büyük ölçüde «bu asrın manevî bozukluklarını» mesul tutuyordu. O
insanın kendiliğinden kullanabileceği en müessir çârenin ilâhiyâtın yüksek kısmının
değil, bizzat Allah’ın Tabiattaki vahiylerinin incelenmesinden elde edilen
tabîî ve amelî akîdeleri (6) olduğunda muknî idi. Zâtında Sprat'ıh noktai
nazarı Locke’unkinin aynı idî. Locke bu konuda müsâmaha üzerine yazdığı ilk
taslağı, Sprat’ın Royal Society'nin târihini neşrettiği aynı yılda, 1667'de
neşretti. 168586’da yazılıp 1689’da neşredilen ,/Afcaıre concerning Toleration
(7)» da Locke Hıristiyanlığı müsâmahasız ve inhisarcı olmakla ithâm etmiyordu,
ancak pek nâdir Hıristiyanın yaptığı gibi inhisarcılık ve müsâmahasızlığı
tenkîd ediyordu.
«Bazı
kimseler isim ve mevkilerinin eskiliği veya hâriçten kendilerine yapılan
tezâhürâtın mutantanlığı ile, bazıları da meslekî nizâmlarının (discipline)
reformu iie iftihar ederler. Burada hepsi de kendi inançlarının en sağlam
olduğunda —çünkü herkes kendine göre sırâtı müstâkimdedir— müttefiktirler.
Bunlar ve bu cinsten olan diğer şeyler Hz. îsâ'nm kilisesinin hâkimiyeti için
değil, birbirlerine hâkim olmak ve iktidârı elde etmek için mücâdele eden
insanlara şehâdet ederler. Bütün bunların içerisinde herhangi birinin unvanları
ne kadar doğru ve
·
(4)
Yukarda, Socieete Royal tarihinden zikredilen pasajlara bkz. X!V. makale, 187191
sayfa.
·
(5)
158, sayfada zikri geçti.
·
(6)
Daha önce zikredildi s. 158.
·
(7)
Müsâmaha üzerine Mektup.
gerçeğin
ifâdesi olursa olsun, eğer onda bütün insanlara, hattâ Hıristiyan olmıyanlara
karşı merhamet, hilm, iyi niyet yoksa o, hiç şüphesiz henüz gerçek bir
Hıristiyan değildir... İncil sık sık, Hz. İsa'nın gerçek ümmetinin işkence ve eziyet
çekmesi gerektiğini tekrar eder. Halbuki şimdi, Hz. Isâ'nın kilisesi
başkalarına işkence etmek, ve onları ateş ve kılıçla kendi îmân ve itikâdını
kabullenmeye icbâr etmek zorundadır. Ben bu durumu Ahdi Cedîd'de henüz yazılı
bulamadım. Ne putperest, ne Müslüman, ne de Yahudi, inancından dolayı cemâatin
medenî haklarından ■hâriç tutulmamalı. Bana Incil bunu emretmiyor, «Dışarda
olanları muhâkeme etmiyen» (I. Kor. V, 1213) Kilise bunu istemiyor (8).
İnsanlara
bütün himmetlerini Hıristiyanlığa teksîf etmemelerini tavsiye etmekteki
gayelerinin Hıristiyanlığı zayıflatmak olmayıp bilakis, taassubtan temizlemek
Hz. Isa’nın bizzat koyduğu prensip ve kanunlar çerçevesinde onu muhâfaza etmek
olduğunu söyledikleri vakit Locke ve Spart şeksiz şüphesiz samîmî idiler.
Yurdundan tamamen kopmuş bir Fransız olan Bayie Hıristiyan musâmahasızlığından
herhangi bir İngiliz çağdaşının pek fevkinde ızdırâp çekmiş olarak taassuba
karşı gösterilen aynı reaksiyonu bizzât dîne karşı da göstermiye sürüklenmişti.
Fakat o, bunu kalbinin derinliklerinde de olsa îtirâf etmekten tereddüt etmiş
olabilir. Bayie tarafından neşredilen eserler, onun XVII. asır mutaassıplarının
geriplân müdafiilerine karşı sürdürdüğü saldırılarda esâs silâhı teşkîi eden bu
mâhîrâne mübhemiyetih bizzât mağdûru olduğu intibâım vermektedir. Modern
Batı’nın dine karşı olan mizâcını mübhemiyet ve kayıttan uzak olarak açık bir
şekilde ifâde eden Voltaire’i gören XVII. asır, aynı
·
(8) Locke, John,
Lettre sur la Tolerance, zamanda yeniden doğan
bir Hıristiyanlık imânını yayan Voltaire’in çağdaşı Wesley'i de gördü. Dinin bu
yeniden canlanma hareketinin dinin en ziyâde tezelzül ve gerilemeye mâruz
kaldığı aynı nesil içerisinde vukûa gelmesi pek manidardır. XVII. asrın
Batı'daki lâikleşme cereyânı (bu kitabın XI. makâlesinde söylediğimiz üzere) er
geç bir karşı koyma hareketi tahrik edecekti. Çünkü Din, beşer hayâtının esâs
unsurlarından biridir ve uzun zaman ne ihmâl edilebilir ne de bastırılabilir.
·
205
— Böylece, Batı’nın XX. asırda mârûz kaldığı manevî buhrânın XVII. asrın manevî
buhranında zımnen mevcut bulunduğunu ve bu yeni buhrânın Batı medeniyetinin
dünyanın diğer memleketleri tarafından tedrîcî olarak benimsendiği devir olan
Batı târihinin Yeni Çağ Devri boyunca yüzeyin altında tekâmül ettiğini söylemek
mübalağa olmayacaktır. Batı medeniyetinin dünyanın Batılı olmıyan diğer
milletleri tarafından tedrîcî olarak benimsenmesi de bu devre raslar. Bu şu
demektir ki modern,Batı cemiyeti, kendi çağdaşları olan «Batılılaştırıcılara»
Batı medeniyetinin geçici lâik bir safhasına bu medeniyetin tamamı imiş
întibâmı vererek, onları —istemedikleri halde— fecî şekilde aldatıyordu.
Batılılaştıncılar, böyiece bu zâil safhayı, Batı medeniyetinin mâzi kî, hal ve
müstakbeldeki ezelî ve ebedî değişmez vasfı telâkki ettiler. Bu, bir başka
ifâdeyle, Batı'nın yapılan bu aldatıcı takdimini peşin para ile satmalan
Batılılaştıncıların da gayri irâdî olarak kendi sağ vatandaşlarını
aldattıklarını ifâde eder.
·
206
— Bununla berâber, Batılılaştıncılar, Batı'nın hayatiyetini devamlı kemirip aşındıran
(halledilmemiş) dîn problemini ihmâl etmiş olmaları hasebiyle hemen hemen
tenkid edilemezler. Çünkü din, bü çılgın modernleştiricilerin alâkalarını çeken
şeyler arasında birinci mevkîyl iş
281
e gâl etmiyordu. İyice şuurunda oldukları ve Batı’nın kaynaklarını benimseyerek
azaltmıya çalıştıkları kendi cemiyetlerinin geriliği, atalarından intikâl eden
dinîn bazı noksanlıklarından ileri gelmiyor, fakat ananevi teknolojiden ileri
geliyordu. Onlar için Batı teknolojisi her ne pahasına olursa olsun edinmek
mecbûriyetînde oldukları üstün fiatlı «Batı incisi» idi. Hattâ bunu satın
alabilmek için tasarruflarında bulunan her şeyi satmaya hazırdılar (3), Batı’daki
dînin onlar için bir ehemmiyet arzedebüeceği akıllarından bile geçmedi. Böylece
onlar ve vatandaşları Lâik safhadaki Batı medeniyetine bu safhanın mutlaka
geçici olduğuna hiç bakmadan kayıtsız şartsız bağlandılar. Bir başka ifâdeyle
ecdâddan kalma kendi hayat tarzlarından vazgeçip yerine Batılı yabancı bir
düzeni almak gibi çetin bir imtihâna kendilerini icbar etmeye mukâbil
kendilerini kuru bir zanla teselli ediyorlardı: Bu acıklı fiâta karşı onlar son
şeklîni kesin olarak almış bir medeniyet içerisinde ebedî olarak mesûdâne
yaşama imtiyazını kazanmışlardı. Fakat müteakip hâdiseler, bunların kazandıkları
şeyin hakîkatta Batı'nm gelmesi pek yakın olan mânevi buhranına girmekten başka
bir şey olmadığını göstermiştir.
İLAVE:
XVII ASRIN BÂZI YAZARLARI, BATI’NIN ANANEVİ DÎNÎ MÜSAMAHASIZLIĞINA KARS! KENDİ
DEVİRLERİNDE GÖSTERİLEN REAKSİYONU İFÂDE EDİYORLAR
■
A. PUTPERESTLER VE DİNSİZLER
HIRİSTİYANLARDAN
DAHA FENÂ DEĞİLLERDİ :
«İlâhî
aşk ve korku, insanların faaliyetlerinde her zaman en çok rol oynıyan
prensipler değildir.
·
(9) Matta XIII,
46.
«Bu
böyle olunca hiç bir dîne intisâb etmiyen insanların takdîr iştiyakı ve
şereflerinin kırılma korkusu gibi tesirler altında mizaçlarının tahrikiyle iyi
davranışlara atılmaları diğer insanların vicdân içgüdüsüyle ameİi sâlihe
itilmelerinden daha çok mümkündür. Binaenaleyh dinsizleri dindarlardan ziyâde
güzel davranışlar içinde bulmak aldın almıyacağı skandahmsı bir durum telâkki
edilmemelidir.
«Esas
skandal, Dînin hakîkatlarına inanan kimseleri cihâyetlere dalmış görmektedir.
·
207 — «Puta tapanların iyi
amellerde bulunmaları, Dinsiz feylesofların dürüst kimseler olarak
yaşamalarından daha tuhaftır. Çünkü bu putperestler kendi Dinleri icâbı
cinâyete itilmiş olacaklardı. Zira onların, kendilerini —dinin gaye ve emri
olan— Tanrılarının mukallidi yapmak için onlara atfettikleri sıfatlarla
muttasıf olmak gâyesiyle hileci, kıskanç, zânî, livâtacı olmaya mecbûrmuş gibi
inanmaları gerekirdi.
«Buradan
şu netîceye varılabilir: Dürüst bir şekilde yaşayan putperestler aklın ve
dürüstlüğün veya takdîr arzûsu veya mîzâç veya dinsizlerde rastlanabilecek
prensiplerden diğer bâzılarıyla bu hayata sevkedilmişlerdir. Öyleyse niye
dinsizlikte değil de putperestlikte daha ziyâde fazilet bulmak ümîd edilecek?
«Lütfen
dikkat buyurun, bir kısım dinsizlerin iyi davranışlarından bahsederken ben
onlara gerçek fazîleti izâfe etmedim... Putperestlerin bütün iyi amelleri
mevzuunda Saint Augustin'in de dediği gibi bunlar apaçık bir günâhtan
(splendida Peccata) başka bir şey değildir (1).
·
(1) Bayie, P„
Dictionnaire, 3 ecl, IV. 2987, l Eçlah'cissement.
«Fakat
gerçeği teslîm etmek gerekirse, putperestlerin kendi prensiplerine uygun olarak
yaşamadıklarını onların lehine itiraf etmek zorundayız. Şurası muhakakk ki
geleneklerin bozulması putperestlikte son haddine ulaştı, fakat aralarında
sahte tanrıları kendine örnek ittihâz etmeyen ve dürüst fikirleri onların
otoritesine tercih eden pek çok kimse vardır. Garib olan şey, sistemleri çok
temiz olan Hıristiyanların bir kısım kötülüklere boyun eğmelerine rağmen
fâzîlet ehli olan kimselere asla boyun eğmemeleridîr. Bir dînin teamüllerinin
îmânın bütün naslarmı cevâp verdiğini zannetmek büyük hatâdır (2).
«Spinoza'yı
tanıyanlar ve onun mütekâid olarak bîr müddet kaldığı köylerin sakinleri, onun
münâsebetlerinde çok iyi, hatırşinas, dürüst, hayırhâh, ve davranışlarında çok
ölçülü bir kimse olduğunda müttefiktirler. Bu garîptir, fakat aslında Incil’e
bütün kalbiyle inanmış insanları çok fenâ yaşar görmekten daha hayret verici
değildir (3)».
B.
KORKUNÇ, CEHENNEMİ MAKİNALAR YAPMA SANAT! HÂRİÇ, MÜSLÜMANLAR HİÇBİR CİHETTE
HİRİSTİYANLARDAN AŞAĞI DEĞİLDİRLER :
«Fakat
imzâ isteyen fatih ordulara nasıl mukâvemet etmeli? 1685 yılında bu mesleğe
hizmet eden Fransız Ejderhalarını sorunuz, onlar sîze bütün arza Kur'ânı imzâ
ettirmek için kendilerine «girmiyenleri icbâr ediniz» vecîzesini
gerçekleştirecek müddet verildiği takdîrde kuvvetleneceklerini söyleyecekler.
Onları girmeye zorlayınız... Borcu îtirâf etmek gerek: Fransa kralları
Hıristiyanlığı,
·
(2)
Aynı eser, II, 1602 b, Jüpiter.
·
(3)
Aynı eser, ili, 26356, Spinoza.
Frisonlar
ve Sakson’lar diyarında Müslümanların yollarıyla yaydılar. Hıristiyanlığın
kuzeyde yerleşmesi için de aynı şiddet kullanıldı. Papa’yı mahkûm etmeye
cesaret eden mezheplere karşı da aynı yollarla hareket edildi, ona güç yeter
yetmez Hindistan'da da kullanılacaktır.
·
208 — «Bütün davranıştan
pek açık, bir şekilde şu netîce çıkmaktadır: Hz. Muhammed'in (S.A.V.) dinini
zorla yaymasından neşet eden mahzurlara hiç bir delil getirilemez. Başkalarını
ızdırâba sokmayı istemiysek yaydığını demek istiyorum. Çünkü cevâbî tarzda bir
İnsan olarak söylenebilecek şey şudur: Eğer icbar, tabiatı İcâbı kötü olsaydı,
o hiç bir surette meşru olanak kullanılamazdı, İmdi, siz onu IV. asırdan
günümüze kadar kullandınız ve bununla hayırdan başka bir şey yapmamış
olduğunuzu iddia ediyorsunuz,, öyle ise bu yolun tabiatı İcâbı fenâ olmadığını
İtiraf ederek ve bin netîce «gücümün yettiği ilk yıllardan îtibâren ben onu
kullandım» demeniz îcâb ederdi. Çünkü birinci asırda ziyâdesiyle cinâî olan bir
şeyin dördüncü asırda bu vasfını kaybedivereceğini veya dördüncü asırda iyi
olan bir şeyin birinci asırda da öyle olmadığını iddia etmek saçmalık olur.
Eğer Allah !V. asırda yeni yollar yapmış olsaydı bu iddia edilebilirdi: Fakat
Konstantin (Cohstantin) den zamanımıza kadar, hattı hareketinizi Incil'in
«onları girmeye İcbâr edin» sözleri ile hâkimiyeti elinde tutanların hizmetine
bina etmiyormusunuz? Eğer İmkânınız olsaydı Hz. İsâ'nm urûc’unuh ertesi*
gününden İtibâren zor kullanacaktınız (4)».
«Müslümanlar,
imânlarının prensipleri icâbı, diğer dinleri harap etmek için şiddet kullanmak
zorundadırlar. Fakat bununla beraber asırlardan beri onlara müsâmaha
·
(4) Aynı eser,
IH, 1854 b ve 1855 a, Mahomet. göstermektedirler.
Hıristiyanlar sâdece teblîğ ve tedrîs emrini aldılar, halbûki hidâyetten bu
yana kendi dinlerinden olmayanları ateş ve demirle imhâ etmektedirler... Şu
husûsta kat'iyyen emîn olunabilir: Asya*ya Araplar ve Türkler yerine Batı
Hıristiyahları hâkim olsalardı bu gün Yunan kilisesinden hiç bir iz kalmazdı.
Ve bu kâfirlerin orada Hıristiyanlığa gösterdiği müsâmahayı bunlar Müslümanlığa
aslâ göstermezlerdi (5)».
«Öyle
zaman oldu ki Papalara sözlerini dinletebilenler, Avrupa'nın en iye kısmını,
sapıklar grubunun başında gösterebilecekleri bir kimse karşısında harâp
edebilirlerdi. Ve bu zavallı bîçâre de Mezmûrlardan 139'ncu Mezmûr’un bâzı
âyetlerini onlara tatbîk edebilirdi. Öyle ise Pierre Abelard'ın Müslümanların
veya putperestlerin arasında huzûr aramaya gitmeyi arzûlamış olmasına hayret
etmemeli. O, vergi ödeyerek Hıristiyanlığı, «dinen memnu» (Odium Theologicum)
faâlîyeti sahası dışında yaşayabileceğini ümîd ediyordu. Ve oradan gitmediği
takdîrde beriki sâhâ içerisinde dâima hapsolup kalmış olacağından korkuyordu
(6)».
·
209 — «Bâzı Hıristiyân yazarlar,
mûcizelere inanmada Müslümanların saflığıyla alay eden çok gülünç bir masal
anlatıyorlar (7)». Müslümanlar aleyhindeki havâyı tahfifi etmeye meyleden bâzı
şeyler yazdığı için menseigneur Simon ayıplandı... Eğer esasda haklı ise, o
takdîre lâ
·
(5)
Aynı eser, İli, 1859 b, Mahomet (cp. İli, 2078 b; 2079 b, Nestorius.
·
(6)
Aynı eser, I, 140 b, Alciat (Jean Paul).
·
(7)
İşte dünyanın yarısı diğer yarısıyla nasıl alay ediyor; zira, şüphesiz
müslümanlar da röhiplerle ilgili olarak söylenen maskaralıklardan habersiz
değiller.
yıktır;
zira fenâlığa tasvir etmek sûretıyle körüklememek gerekir (8)».
«Gelenekler
mevzuunda Hıristiyanların kâfirlerden daha düzensiz olduklarını iddia
etmiyorum, fakat düzensizlikde onlardan geri kalacaklarını söylemeye de cesaret
edemiyorum. Seyyâhların münâsebetleri birbirine uymuyor (9)».
«Geleneklerle
hesâbâ çekilme denemeleri yapmanın gerekli olup olmadığını bilmiyorum; fakat,
eğer kâfirler rûh’un, derin mâlûmâtın, askerî fazîletin üstünlüğünün münâkaşa
edilmesine razı olurlarsa onlar gâfil avlanacaklar, İçinde bulundukları
dakîkada davâîannı kesin olarak kaybetmek zorunda kalacaklar. Bu üç şeyde onlar
Hıristiyanlardan çok aşağıdadırlar. İhsan nevini öldürmek, bombardıman etmek ve
neslini kesmek sanatı, onları duymaktan daha iyi bir avantaj olmaktadır (10)».
16
GREKOROMEN
İKİ PUTUN YENİDEN DİKİLMESİ:
·
210 —• Batı. Medeniyeti'nin
XVII. asırda cismânîleşmesi müstakar bir hayat tarzı getirmekten ziyâde şöyle
bir sual ortaya çıkardı: Batıkların,, rûhunda hayâtın «laikleştirilmesi» ile
ortaya çıkan bu mânevi boşluğu hangi şey dolduracaktır. Bu boşluğu doldurmak
için mütemâdi olarak ard arda yapılan teşebbüsler, son iki yüz elli yıl
müddetinde Batı Dünyâsının İstikrarsız manevî târihini teş
·
(8)
Aynı eser, III, 18667, Mahomet.
·
(9)
Aynı eser, İl), 1856 a, Mahomet.
(10}
Aynı eser, III, 1856 a, Mahomet. kîl
eder. Tahttan indirilmiş, atalardan kalma Hrıstiyânlığın yerini alan perestişin
yeni hedefleri grekoromen bir Medeniyetten—ki Batı medeniyeti bunun bir
çocuğudur~~ hortlayan bâzı sanemlerdir. Yeniden ihyâ edilmiş olan bu grekoromen
putlardan birincisi ilâhlaştırılmış mahallî cemâat, İkincisi de ilâhlaştırılmış
cîhânşümûl imparatorluktu.
Bu
iki puttan birincisinin Batr’da tekrar çıkışı büyük bir felâket oldu. Modern
Batı Dünyâ’sınm siyâsî «bölgeci rûhu», Roma İmparatorluğu Batı vilâyetlerinin
mîlâdî V. asırda küçük, müstakil, muakkip Devletler hâlinde bölünüp
dağılmasının belki de kaçınılmaz tabîî bir cezâsı idi, fakat bu cezâ Rönesans
ve Reform'dan önce bütün Batı Hıristiyanlığına sirayet etmemişti. Şurası
muhakkak ki Roma İmparatorluğunun geride mahallî bir yığın muakkip devletler
bırakarak çöküp gitmesi geçen bu bin yıllık müddet içinde bir türlü telâfî
edilmemişti. Batı Avrupa, Roma İmparatorluğu zamânında yaşanan sulhun bir daha
geri geldiğini asla görmemişti. O vakitler Roma’dan kalkan bir yolcu Liyon hâriç
hiç bîr yerde tek askere raslamaksızın Ron'a (Rhin) kadar gidebilirdi,
Lyon'daki askerî kuvvet de 1200 kişilik bîr birlikti. Fakat Roma İmparatorluğu'nun
çöküşünün Batıdaki musîbetli tesirleri hidâyette oldukça avantajlı psikolojik
bir olayla hafifletil. miştî. Bu olay da Roma sonrası devletlere bir k,azâ ve
bir merhamet olarak bakılması ve tebâalarının da onlara çok cüz'î bir mânevi
değer izâfe etmiş olması İdi.
·
211 — Hamiyetlerinin en
büyük kısmı müteveffa, müttehid bir Roma İmparatorluğundan, yaşayan, müttehit,
Batılı Hıristiyan bir kiliseye çevrildi. Meselâ Venerable Bede, bir Historia
Eccleslastica* (Kilise Tarihi) nin daha geniş çerçevesi İçerisinde Roma
İmparatorluğunun İngilteredeki halefleri olan küçük İngiliz devletlerinin
tarihîni yazdı. Hissiyatın, mahallî devletler yerine Kilise üzerine olan bu
tekâsüfü bir buçuk asır müddetince —takriben 10501200 yılları arasında— iyice
kuvvetlenmişti. Bu zaman esnasında papalığın Hıristiyan Cumhuriyeti (Respublica
Christiana), oldukça ciddî bir yükselme ve gelişme kaydetti. Şarlman tarafından
tekrâr diriltilen Roma împaratorluğu'nun her zamankinden daha zayıf olan
hayaleti, belli bir sadâkat ve belli bir şefkat cezbetmişti. Hattâ Dante, De
Monarchia adlı eserinde bu konu üzerinde edebî ve bilhassa akademik bir âbide
bıraktı. Sekiz veya dokuz asırdanberi kaybedilmiş olan siyâsî birlik Orta
Cağ'ın sonlarındanberi manevî sâhâda halâ büyük kısmıyla böylece devâm ediyordu
ve onun berhayât olması mahallî cismânî idâreciler üzerine çok faydalı bir
baskıda bulunuyordu. Batı kilisesine karşı duyulan bu mânevî bağlılık Batı
Hıristiyan Cumhûriyeti (Respublica Christianaj'hin yıkılışına kadar devâm
ettirildi. Bu Cumhûriyet'in yıkılışı XIII. asırda Papalıkla III. Frederik
arasında cereyân eden ölüm kalım savaşıyla başladı ve Yeni Çağ'ın hidâyetinde
Reformla tornalandı.
Reform,
birleştirici Batı Kilisesine karşı âlet ve müttefiklerini küçük hür
devletlerde,: birleştirici Latinceye karşı da mahallî millî
şîvelerle buldu. Himmetleri, mahallî müesseselere teksîf etmeye meyleden bu
cereyan, sâdece protestanlaşan memleketler münhasır kalmadı. Keza Katolik olan
Venedik devleti de kendi mahallî istiklâl haklarını Roma'ya karşı üstün tutmak
için isrâr ediyordu. Ve bilhassa koyu bir katolik olan İspanya, denizaşırı yeni
İspanya İmparatorluğuna gidecek kilise mensuplarının seçiminde Taç hakkını çok
kıskanç bir şekilde müdâfaa ediyordu. Aynı şekilde bütün Batı memleketlerinde,
ister katolik ister proteston olsun, XII. asırda halk ozanlarıyla başlayan ve
XIV. asırda Dante ve Perarçue tarafından çok uzaklara götürülen millî diller
kültürü şiir ve roman sahalarından İdarî, hukukî ve İlmî sâhâlara uzandı. XVII.
asırda Fransızca kısmî bîr şekilde edebî ve diplomatik kullanışlı Batılı bir
frenk dili olarak Latincenin yerini aldığı zaman Fransızca Latincenin çoktan
kaybettiği şeylerin ancak bir kısmını kazanmış oldu.
·
212 — Batı Hıristiyân
kilisesine olan itaatin cismânî, küçük batı devletlerine yönelmesi müsbet
formunu —grekoromen medeniyetinden örnek İttihaz edilmek üzere Rönesans’dan aldı.
Batı’da Hellenizm'in rönesansıyla ilgili hâtıralarımızda Yeni Çağ'ın
bidayetinde onun edebî ve bedîî veçhesinin baş köşeyi işgâl ettiğini görürüz.
Fakat gerçekte, onun siyâsî ciheti, müteâkip Batı tarihi yönünden çok daha
önemli olmuştur (1). XIII. bölümde de zikrettiğimiz gibi Rönesans edebî ve
bedîî plânda geçici bir tıkanmadan başka bir şey değildi. Fakat siyâsî plânda,
o hâlâ peşimizi bırakmamıştır. Rönesans politik plânda, grekoromen âdeti olan
iiâhlaştırılmış mahallî devletlere perestişi yeniden canlandırdı. Ve o bu işi,
kendi Batılı hıristiyân geçmişine bir hürmet olarak alenen itirâf etmeksizin
sinsice yaptı (Yunanlılar Atina ve İsparta'yı şuurla ve açıktan açığa
ilâhlaştırmışiardı). İtirâf edilmeksizin küçük devletlere yapılan bu perestiş,
günümüzde uzaktan uzağa Batı Dünyâ'sının hâkim dîni.olmuştur. Ne Hitler
Avrupasızın yükseliş ve düşüş tecrübesi, ne Rus Komünizmi’nin tehdîdi, Batılı
kalplerde milletperestliğin kurduğu hâkimiyeti zayıflatamadı. Bu modern Batı
milliyetçiliğinin grekoromen tarzındaki temâyülü (bizim için) hayra alâ
·
(1) Bu mesele
yazar tarafından A Study of History, (cilt. IX, s.
3,6,7,
ve 8) de uzun uzun incelendi.
(Tarih
Şuuru —• 19} met değildir.
Çünkü grekoromen medeniyetinin uzun zamandan beri sona eren târihiyle biliyoruz
ki putperestliğin bu şekli mezkûr medeniyetin yıkılıp dağılmasında en başta
gelen sebep olmuştur.
Ananevî
ve müşterek müesseselerin Milliyetçiliği İle Batı ve Batı’nın müşterek
hedeflerinin aşınıp yıpranması mütemâdi oldu. Batı Hıristiyânlığı'ndaki dînî
birlik Reform'la koparıldı. Erasme ve Saint Thomas More nesline kadar devam
eden şekliyle Batılı «Edebiyat Cumhûriyeti» birliği, mahallî avam dillerinin
Latince'nin yerini almasıyla ihlâl edilmiş oldu. Bu durum XVII. asırda Latince
yerine Fransızcanın kısmen ikâme edilmesiyle bir parçacık ve pek nakıs olarak
telâfî edildi. Avrupa aristokrasi birliği —ki çok dil bilen ve karşılıklı
evlenmelerle sıkıca birbirine bağlanmış olan sosyal bir muhitti— Fransız
İhtilâli, XIX. asırda İngiltere'de (parlayan bir orta sınıfın tazyiki
içerisinde) aristokrâsinin tesviyesi ve Avrupa aristokrasisinin aslâ
yerleşemediği Amerika’nın yükselmesiyle yıkıldı.
·
213 — Batı Avrupa'nın
Krâliyet ailesi karşılıklı evlenmelerle Batı Avrupa aristokrasininden daha sıkı
bir şekilde birbirlerine bağlanmışlardı. Bunlar hâlâ çeşitli dilleri öğrenmeye
devâm ediyorlardı. Fakat Fransız ihtilâli, iş başına, seçimle işçi ve orta
sınıftan parlamenterlerin gelmesi ve 1871'de Almanya’nın siyâsî birliğini
kurmasıyla onların birliği de bozuldu. Bu son hâdise,, o tarihhe kadar milliyet
açısından nötr kalıp, Osmanlı împaratorluğu'nun halefleri olarak ortaya çıkan
Ortodoks Hıristiyan devletlerin tahtına, AvrupalI kralcıklar ihraç eden küçük
Cermen devletlerinin krâliyet ailelerini milliyetdâr hâle getirdi. Son darbeyi
de her iki dünya harbinde mağlûp çıkan büyük sayıda Avrupa devletlerinin
hânedânlarının azledilmeleri vurmuş oldu (2). Kor diplomatik birlik ise
aristokrasinin küsûfu, Habsburg împaratorluğu'nun, Hohehzoflern’ler,
Romanof'lar ve Osmanlı İmparatorluğunun halefi olan yeni bir kısım devletlerin
ve bu arada Amerika Birleşik Devletlerinin yükselmesi ile bozuldu. Bunların
hepsi diplomatlarını yeni kimseler (novihomines) arasından seçmek zorunda
kaldılar. Halbûki bunlar milliyetçi olarak yetişmişler ve kendilerine ikinci
bir ana lisan gibi Fransızcayı konuşmak öğretilmemişti. Bütün bu cihânşümûl
ailelerin, müşterek müesseselerin ve bir kısım bağlarla oraların da kaynaşmış
sınıfların ortadan kaldırılması, daha önce modern Batı Dünyâsını küçük devlet
·
(2) Pek çok
alâmetler bize günümüzde şöyle düşünme imkânı veriyor: Bu bertaraf edilmiş,
siyâsî. iktidârdan mahrûm Avrupa kraliyet aileleri muhtemelen yeni bir sahada
oynayacakları yeni bir role sahipler. Son asrın ihtilâl ve harpleri sırasında
onların nâdir olmaları, hayatta kalanlara nâdirlik kıymetini kazandırdı. Eğer
Monarşi müessesesinin devam ettiği bâzı memleketler bir vakitler monarşinin
siyâsî iktidarı kaybetmiş olduğu yerler ise, bu bir tesâdüf değildir, Taçla
politikanın bu ayrılışı ona, Önceden tahmîn edilmeyen yeni bir önemin
verilmesini netîce kıldı. Tâc (siyâsî çekişmelerin üstünde) parti ve sınıf
bölünmelerini aşan Içtimâî birlik sembolü olarak telâkkî edilmiştir. Bu yeni
sembolik röl, günümüzde Tâc’ın halkların kalplerinde yeni bir hâkimiyet
kazanmasına sebep olmuştur. Öyle geliyor ki Batı Avrupa’da hâlâ ayakta kalan
yedi monarşiden en az altısı, sâdece kendi millî sınırları içerisinde değil,
fakat bütün Batı dünyâsında ehemmiyetlerinin birlik duygusunu canlandıran bir
yuva olarak gittikçe arttığını görmektedirler. Bu memleketlere AvrupalI olmayan
İngiliz Commonwe~ alth üyesi devletler ve hattâ Amerika Birleşik Devletleri de
dâhildir. Bir zamanlar bölünme ve mücâdele kaynağı olan bir müessesenin târihî
rolünün böyle hayretengiz bir şekilde ters dönmesi Batı Medeniyetinin geleceği
için iyiye alâmettir.
lercle
hâkim putperest, bencil bir perestiş'in saldırısına karşı. koruyan ananevi
sedlerin tedricî bir tesviyesi olmuştur.
·
214 — Batı
Hıristiyânlığının ananevi cihanşümûl müesseseleri böylece biri diğerini tâkîben
bertaraf veya red edilirken Hıristiyanlık sonrası (lâik) Batı Cemiyeti ortaya
çıkan boşluğun tehlike ve ızdırıplarını idrâk etmeye başladı ve açılan gediği
bizzat kendi yarattığı cihânşümûl müesseseler yardımıyla irâdî olarak kapamayı
denedi. XVII. asırda Lâtince ile yetişen din adamları arasında mevcut uhuvvet
kopunca, bunun yerine Fransızca kültürü ile yetişen edebiyâtçılar, âlimler
arasında daha sunî ve şuurlu bir kardeşlik kısmen yerleştirildi (3). Fakat,
Lâtincenin cihanşümul kullanılışını sabote eden mahallî dillerin gitgide baskın
çıkan hâkimiyeti Franşızcanın da cihânşümûl kullanılışını katletti ve bu
Fransa'nın 1940'daki bozgunundan bu yana çok daha süratli bir hal aldı (4).
Cenevrede XIX. asırda beynelmilel kızıl haç teşkilâtının kurulması eskiden
müşterek Hıristiyânlığın harbin
·
(3)
Bu (Edebiyat) Cumhuriyeti son derece hür bir devlettir. Orada sâdece akhn
ve gerçeğin hakimiyeti tanınırdı, ve onların nezâretinde kime karşı olursa
olsun mâsumâne harp yapılırdı... Orada herkes toptan hür ve herkes birbirine
karşı sorumlu idi. (Bayie, P., Dictionnaire 3 ed. 1,812 a.
·
(4)
Fransa'nın dil ve kültür hakimiyetinin müteâkip gerilemesi LâtinAmerika’da
ve GüneyDoğu Asya’da daha da geniş çapta oldu. Batılılaşmış bir Dünyanın bu iki
kültürel vilâyetinde İngilizce bir an için Fransrzçantn gerilemesinden istifâde
ediyor göründü. Fakat, Lâtincenin düşmesiyle ortaya çıkan ve Fransızçanm
doldurmaya asla muvaffak olamadığı boşluğun İngilizce ile doldurulacağını
söylemek oldukça cüretli bir ifâde olur. Büyük İskenderin Aşemenid
İmparatorluğunu yıkmasından İli. asırdan birinci defa olarak “Roma Sulhü"
nün yıkılmasına kadar geçen altı asırlık zaman bohunca standardize edilmiş bir
"Atina Yunanvahşetine
karşı vazettiği dînî frenin ve şövalyeliğin aristokratlara tahmil ettiği
ihtiyâtın yerine lâik bir bedel koymuş oldu. Fakat KızılHaç sembolü XIX. asır
Lâik Batı hümanizminin dînî sermâyeli zayıflamış bir temel üzerin de hâlâ
yaşadığını ifâde ediyordu.
lekrıolojîk
planda son yüz elli senelik zaman zarfında yapılan mekanik îcâdlarla «mesafenin
fethi», sâdece Batı'yı değil, arzın yaşanabilen ve ulaşılabilen her tarafında
Batılılaşmış Dünya'nın tamâmını, bütün insanlığı tek bîr aile hâline getirmek
için lüzumlu ve zarûrî olan maddî cihazlarla techîz etti. Teknoloji, Yeni Çağ'm
sonundan beri Batı insanının kendini verdiği idealin kaynak olması ve hayatta
Kutbu menfaat olarak ^,nın yerini alması hasebiyle Batılının ou yeni
putundan, ona olan pereştişine mukâbil kendi atalarından kalan dini reddetmekle
yarattığı manevî boşluğu doldurmasını bir mükâfat olarak ümîd etmesi pek tabîî
ve normaldi. Fakat, arzın Teknoloji ile birleştirilmesi onun meselelerini
hafifletmek şöyle dursun iyice artırdı.
·
215 — Batı teknolojisindeki
terakkinin temîn ettiği sulhî münâsebetlerdeki maddî kolaylıklar —ki her gün
artmaktadır— o zamâna kadar tesirli muhâberât vâsıtalarının yokluğu sebebiyle
birbirinden maddeten ayrı yaşa
cası”
(Koinece) GrekoRomen dünyanın ki Hindistan'dan Ingiltere’ye kadar uzanıyordu
"Lingua Franca" sı (Frenk lisânı) idi. Saint Paul nesli devrinde, çok
ihtiyatlı bir müşahit bile Atina Yunancasının ebedî olarak dünyanın yansının
müşterek dili olacağı kehânetinde bulunabilirdi. O zaman bütün zevâhire göre
pek mâkul olan bu tahmînin tahakkuk etmemesi, Batıklaşan bir dünyanın XX,
asırdaki müşahitlerine, bu târihte İngilizcenin istikbâle matuf hedefleri
hususunda verilen hüküm ve yürütülen tahminlerin asla kesin olmayacağına dair
bir ihtardır.
mış
ve bu sebeple de âdet, gelenek ve hayat görüşlerinde çok farklı şekillerde
gelişmiş cemiyetler arasında anîden irtibât ve temas kurdu. Teknoloji
yabancıları bir anda maddeten karşı karşıya koyabilir. Fakat ruhlarının
yaklaşabilmesi için nesillere,: kalplerinin kaynaşabilmesi için asırlara
ihtiyaç vardır. Fizikî yakınlık, karşılıklı sempati ve anlayışa mukârin değilse
sevgiden ziyâde nefret uyandırabilir ve binnetîce âhenkten ziyâde kargaşalık ve
ayrılığa sebep olur. Maddî mesâfenin âni fethinin kalplerin birleşmesine mâni
olabileceği şuuraltı gerçeğinin ortaya çıkarılması, hâli hazır dünyâ
milletlerinin hükümetlerince muhâberât imkânlarını azaltıcı çeşitli idâri
tedbir ve enyoBerç niçin bu kadar sabırla alıştıklarını belli bir ölçüde
îzâheder. Bu
almak
üzere bir kısım gümrük
rüsüm
ve vergileri, para v.s. değiştirme kontrolleri, göç ve seyâhat kontrolleri
sıhhî kontroller vs. idâri tedbir ve tahditler söylenebilir.
Bütün
bu vergilere ve tahditlere rağmen maddî mesâfenin yok edilmesi batılılaşmış
dünyâyı, daha önce asla ulaşılamayan bir derecede, İktisadî bakımdan birbirine
bağlayıp bir bütün yaptı. Mahallî devletlerin hammadde ve gıda ihtiyâcını
teminde kendi sınırları dışında kalan devletlere bağlı olduğu bir çağda yer
yüzünün, tamâmen müstakil altmış veya yetmiş küçük devlete bölünmesi gitgide
sulh zamanında can sıkıcı harp zamânmda da yıkıcı bir hâl almaktadır. İktisâdî
bakımdan çoktan birleşmiş fakat siyâsî bakımdan hâlâ parçalı duran bir dünyâda
harplerin sebep olduğu sosyal bozukluklar, insanların iktisâdî faaliyetlerinin
siyâsî cemâatlerinden dışarı tesir etmeyen bîr dünyaya nazaran çok daha
ehemmiyetlidir. Esasen Teknoloji nötr bir kuvvettir, bîtaraf olarak harp dâhil
her çeşit gaye İle uyuşur. Bu, atom çağımızda hemen hemen îzâha muhtaç olmayan
bir husustur. XVII. asırda ata yadigârı dinî terketmekie Batının büyük
ruhlarının Batı Medeniyetinde açmış oldukları yaraların Teknoloji ile tedavi
edilmemiş olduğu neticesini çıkarmak zorundayız. Teknoloji yarayı iyice
depreştirmiştir. Artık Batı'nın modern ihsan'ı üzüntü ile şunu kabûl etti ki
her husus iyice nazara alındıkta bu sanatefendi, Batı’nın mânevi ve içtimâi
hastalıkları için bir devayı kül değildir. O bunu, bizzat gayretlerin diliyle,
cihânşümûl teşkilâtın yeni bir şeklini yaratarak devâmlı ve umûmî bir sulhe
kavuşmak için yaptığı birbirini takip eden mütemâdi gayretlerinin diliyle
zımmen İtiraf etti.
·
216 — Papalık XIII. asırda
Mukaddes Roma İmparatorluğunu, XIV. asırda da kendi kendini yıktığı zaman, Batı
birleştirici müesseselerini kaybetti. O zamandan beri bu yıkılan müesseselerin
yerine yenilerini koymak için çeşitli teşebbüsler yapıldı.
Konsülcü
hareket orta zamanların Respublica Christiana (Hıristiyan Cumhûriyeti) sini bir
kurtarma teşebbüsü olmuştur. Bu hareket yıkılan eski cumhuriyetin yerine
temsîlî parlamenter sistemi esas alan anayasaya dayak papalık monarşisini
kurmak istiyordu. Bu hareket Papalığın kayıtsız şartsız mutlak iktidar
susuzluğu ile kırıldı. O devirde mutlakıyet İtalya'nın kuzey ve ortalarında
hâkimdi ve bilâhare Batı Dünyâsının diğer devletlerinin de müşterek idâre şekli
oldu. Şarlken'in Avrupası da, hânedân evlilikleriyle küçük «Kilitdevlet» ferden
yeteri kadarını birleştirmek sûretiyle, mukaddes Roma İmparatorluğunun bile
temîn edemediği fiilî bir siyâsî birliği Batı dünyâsına kazandırma teşebbüsü
oldu. Bu proje— o devirde Batı dünyâsının en kalabalık ve en münbît memleketi
olan— Fransa'nın millî ihtiraslarını Batı'nın müşterek bir menfaati hesabına
terketmekten duyduğu nefret sebebiyle muvaffakiyetsizliğe uğradı. XIV. Luî ve
Napolyon Avrupaları da Batı dünyâsını küçük devletlerden askeri kuvvetçe en
üstün durumda olanını idaresi altında birleştirmek teşebbüsü oldu. Fransa'nın,
her iki durumda da empoze etmeye çalıştığı askerî hâkimiyeti Fransız
ordularının beraberinde götürdükleri kültürün iyilikleri ile telâfî edilmiş
oldu. Fakat Fransa’nın Batı Dünyâsına hâkimiyet kurma gayreti tıpkı Ispanya'nın
dahîlî denemesi, Almanya'nın müstakbel teşebbüsleri gibi siyâsî denge oyunları
ile bloke edilmiş oldu.
·
217 — Napolyon sonrası
Avrupa itihadi daha önce sırayla İspanya ve Fransaya reddedilmiş olan
hâkimiyeti, .vekâlet süreliyle büyük devletlere izafe ve havâle ederek yapıcı
bir gâye ile kuvvetlilerin muvâzenesini kullanma teşebbüsünü temsil etmiştir.
Milletler cemiyeti, buna küçük ve orta büyüklükteki devletlerin Büyük
devletlerle yan yana fakat gayri müsâvî olarak girmeleriyle dünya çapında
genişletilmiş, yazılı bîr anayasa ile mücehhez olarak demokratize edilmiş
Avrupa ittihadı (Le Conerd de L’Europe) oldu. Birinci Dünyâ Harbi’ni önlemekten
Avrupa ittihadı'nın aczi, arkasından Milletler Cemiyeti'nin de ikinci Dünya
Harbini önlemekten iktidarsızlığı gösterdiler ki kuvvetli devletlerin muvâzenesi
büyük bir devletin hâkimiyetine fiilî bir garanti olamaz. Halbuki bu sonuncu,
harplere karşı iyi bir mania olduğunu birçok seferler göstermişti. Yapıcı bir
unsur olarak ortaya çıkan kuvvetlilerin muvâzenesi fikrinin iflâs etmiş olduğu
siyâsî birliği kurma denemesini yapmak için şiddetli ters bir metoda
başvurmakla ifâde edilmiş oldu. Hitler Avrupası sâdece Avrupayı değil, fakat bu
defasında bütün dünyâyı en büyük askerî güce sâhip küçük bir devletleri
hâkimiyeti altında birleştirmek için yeni bir teşebbüstü. Fakat Hitler'in
taşkınlığı, Napolyon ordusunda görüldüğü üzere galipterden mağlûplara intikâl
eden herhangi bir iyilikle tahfif ve telâfî edilmedi. Bu durumda Napolyon
mağlûp olmuş olduğunu göre Hitler'in kazanması ziyâdesiyle mûcibi hayret olurdu.
Hitler'in menfûr plânlarının toptan mağlûbiyeti kuvvetlilerin muvâzenesinin
yapıcı bir kullanılışı ile siyâsî bir düzen ve sulhu getirmek için yeni bir
şans tanıdı. Birleşmiş Milletler, eski milletle cemiyetini yeniden diriltmeye
mâtuf bir teşebbüsten ibârettir, fakat İkinci Dünyâ Harbinin yıkıcı neticeleri
sonunda Büyük kuvvetlerin sayısının yediden ikiye düştüğü bir1
dünyâda şartlar çok daha nâmüsâiddir.
·
218 — Böylece batılılaşmış
Dünyâmız, endişeli olmakta bir çok yönlerden haklıdır.. Artık o, atom bombalarıyla
mücehhezdir. Şimdiye dek bir nesil müddetinde atomöhcesi iki yıkıcı harbe sahne
oldu. Üstelik siyâsî gücü de ne Avrupa ittihadı ne Mîlletler Cemiyeti zamânında
olduğu gibi paylaşıldı ne de iHtler, Napolyon ve XIV. Luis'in yapmayı
denedikleri gibi bir elde tekasüf etti, tersine sâdece iki kuvvet birbirine
rakip iki kuvvet arasında kutuplaştı. Bu şartlar muvacehesinde endîşe etmekte
faz lasıyla haklı olduğumuz anlaşılmaktadır. Çünkü maddi mesâfenîn «imha»
edildiği bir Atom Çağı’nda atom silâhlarının ergeç tek bir otoritenin
eline geçeceğini tahmin edebilsek de bizzat kendi kendimizi büyük bir felâkete
mârûz kılmadan, kaçınılması imkânsız hedef olan dünyâ devletine ulaşıp
uiaşamıyacağımızı kestiremeyiz. Fakat şimdiden söyliyeliriz ki: dünya devleti
geldiği vakit ona olan ihtiyâç kendini öyle bir derecede hissettirecek ki
insanlar onu, sâdece fiatların eh ödenmezi en aşırısı olan hürriyetin kaybı
pahasına kabûl etmeye hazır olmıyacaklar üstelik onu ve onun beşerî
temsilcilerini, işkenceye tâbi tutulan grekoromen dünyâsının bir zamanlar Roma
ve Auguste'ü ilâhlaştırdıkları gibi iiâhîaştıracaklar, Napolyon’a Mussolini'ye,
Stalin'e, Mitler ve Mao'ya îfâ edilen hakîkî perestiş Dünyâya müstakar bir
sulhu getirmeye muvaffak olacak olan bir Amerikalı veya Rusyalı Sezada mükâfat
kılınacak perestişin derecesini gösterir. Bu sulh ne pahasına gelmiş olursa
olsun perestişe gölge düşürmeyecektir. Bu söylenenlerin meşum aydınlığında öyle
geliyor ki bir nevi refâh devleti «halkın bütün ihtiyaçlarım görecek devlet»
olacak olan sosyal hizmetlerle mücehhez güçlü cîhânşümûl bir devlet dâimâ
terkedilmiş olan Hıristiyânlığın yerine dikilecek müstakbel put pekâlâ
olabilir.
16
MUZAFFER
TEKNİSYENİN PUTLAŞTİRİLMASİ :
·
219 — Bir cemiyetin büyük
bir ekseriyeti düşünce ve hareketlerine hâkim belli bir miktarda müşterek fikir
ve gâyelere sahip olmadan o cemiyet insicam ve âhengini muhâfaza edemez. Zarurî
sosyal ideallerden biri bu cemiyetin arzu ve meyillerinin hedefini beşerî bir
şekil altında temsîl eden sembolik bir kahramandır. Orta Çağ’da ve Yeni Çağ'ın
bidayetlerinde Batı'nın sembolü olan ideal çehresi (ikinci sırada bir
şövalyenin yer aldığı) ilhama mazhar Aziz idi. Yeni Çağ'ın sonunda Batı ilhama
mazhar Aziz'e olan mânevî bağlılığını muzaffer teknisyene yöneltmişti. Batının
idealindeki örnek .kişi de yaptığı bu değiştirme onun rûhunda, görüşlerinde ve
hedeflerinde bir takım değişmeler husûle getirdi.
Teknisyen,
teorilerini pratikte teknisyenin şerh ettir ği «tabiat feylesofu» değil, XVU.
asrın son çeyrek asrı içerisinde Batı'nın benimsediği yeni kahramandı. Francis
Bacan şöyle der:
"İlimlerin
gerçek ve meşrû gayesi yeni îcâd ve zenginlikler
le
beşerî hayâtı güzelleştirmektir (1)'*,
Thomas
Hobbes tarafından da Felsefe, teknolojik netîceiere ulaşmak için bir vâsıta
olarak târif edildi:
"Felsefe
ile beşerî güç ve malzemenin imkân verdiği nisbette İnsan hayâtının kesbettiğî
neticeleri istihsâl etmeye muktedir olmak için tefekkür yoluyla elde edilen
bilgi... Kastedilir (2)”.
·
220 — Sprat, The History of
the Royal Society adlı eserinde (3) grekoromen felsefenin Teknolojiyi
ilerletmediğini kaydeder ve bunun da pratik ruhtan mahrûm içe dönük bir
perspektife sahip olmasından ileri geldiğini ve bu felsefenin aynı asrın
teknolojisinin ayakta kaldığı fırtınalar içerisinde boğulup gittiğini söyler.
O, Royal Society kurucularını bu kendini beğenmiş felsefî gelenekle ilişkiyi
kesmiş oldukları için takdîr eder.
«Onu
(felsefe) hayatın bir sanatı, insanlara günlük ihtiyâcı tesbît ettirecek bir
vâsıta hâline iblâğ etmekle, onlar (Royal Society) bundan böyle onu bir daha
yıkılmayacak hâle getirdiler (4)».
Sprat
tabiat ilimleri talebesine . .bîsesini çıkarıp ellerini pratik sanatlara
sokmasını tavsiye eder.
·
(1)
Bacan, Francis, Novum Organum, Partis Secundae Summa, Aphorismus LXXXl.
·
(2)
Leviathan, IV Partie. Chap. 46.
·
(3)
Sayfa: 117118.
·
(4)
Sprat, aynı eser, s. 119.
«İnsanın
övünebileceği kullanabilmek, idâre etmek, değiştirmek diğer mahlukları
ilerletmek iktidârma sahip olmaktan daha büyük hangi imtiyâz vardır? Bu„ kendi
eserleri üzerinde kurmamız için Allah'ın bize verdiği hâkimiyettir... İlim
adamlarının nurunu mütemâdi bir nezaretçi çalışanların işlerine ve endüstriye
yön veren bir rehber olarak yerleştirmediğimiz müddetçe bu kuvveti doğru olarak
yürütmemiz imkânsızdır. İlimle çalışmanın böylece kuvvetlenmesinden ^büyük
avantajlar doğacak. Bu tutumla ilim adamlarının pratik hayattan uzak olarak
daima yükseklerde uçan nazariyeleri maddî dünyâmıza eğilecek. Toprak üzerinde
emeklemek iliklerine işleyen ticâret adamlarının soğuk tahayyülâtları takdir
edilecektir.
«Eflâtun,
sivil hükümetten bahsederken «eğer feylesoflar kral seçilseydi veya krallar
feylesof ruhuna sahip olsaydı dünyâ daha iyi idâre edilecekti» der. Felsefeden
ben de öyle bahsedeceğim: El işçileri feylesof dimağına veya feylesoflar teknisyen
eline sahip oldukları zaman felsefe kemâline ulaşacaktır (5)».
(XVII.
asra mahsûs olarak) Teknolojimin mutlak ilim fevkinde bu kadar takdîr edilmesi,
bu asrın mânevî ihtilâlinin bir çok meselelerinde olduğu gibi, Leonard de Vinci
tarafından daha önce söz konusu edilmişti,
«Mekanik,
matematikî ilimlerin cennetidir. Çünkü onunla biz matematik ilimlerinin
getirebileceği meyveye ulaşıyoruz (6)».
·
(5)
Sprat, aynı eser, s. 3957.
·
(6)
Leonard da Vinci, The Literary Works of Leonardo da Vinci, (J.P. Richter'deki
original el yazmasına göre sınıflanmış ve neşredilmiş, 2. baskı, Oxford 1939.
University Press, 2 cilt). II, 241, Nu: 1155,
«Afet
İlmî (alias mecanique), bütün ilimler içerisinde en asil ve en faydalı
olanıdır. Çünkü o, hareket kâbiliyetine sahip bütün bedenlerin amellerini îfâ
etmesine yarıyan yegâne vâsıtadır (7)».
·
221 — Leonard aynı zamanda
kendine has kavrayışı ile Teknolojinin mutlak ilimden kopması hâlinde artık
kendi gayelerini gerçekleştiremiyeceğini de belirtiyordu.
«İlim
komutandır, onu ordunun efradı, mücerred neferler kullanır... İlime yer
vermeden pratik'i sevenler gemisini dümensiz ve pusulasız kullanan ve binnetîce
nereye gittiğini bilmeyen kaptan gibidir (8)».
Leonard
tarafından ifâde edilen bu basiretli mülâhaza XVII. asırdaki halefleri
tarafından kasden ihmâl edilmiş veya unutulmuşa benziyor. Fakat (xVII. asrın)
Teknolojiye yaptığı mezkûr övgü ve takdîrin arkasından gelen iki yüz elli sene
zarfında insan rûhunun hasbî merâkının kutsallaştırıcı lütfü, Batı
faydacılığını bizzât kendisini körü körüne mahrûm etmekten alıkoydu.
Bu
devirde Batı'da cemiyetin en mümtâz fertleri ve onların mübeşşir ve öncüsü olan
Leonard tarafından Teknolojinin böyle açıktan açığa övülmesinden çok önce
Teknolojiye âit pratik bir kültür meyvelerini Batı hayâtının pek çok sâhâlarına
götürmüştü. Batı medeniyeti aynı zamanda Hıristiyan ve Helenistik'ti.
Birbiriyle bir çok noktalarda bağdaşamayah Helenizm ve Hıristiyanlık müşterek
bir ruhla Teknolojiye pek az yer veriyorlardı. Öyle ise, Batı adamı, hayatını
bir otoriteye göre tanzîm ettiği müddetçe (Kültürel perspektif ona iki
otoriteden birini seçmeye imkân veriyordu) onun teknolojiye olan fıtrî meyli
·
(7)
Aynı eser, s. 241, Nu: 1154.
·
(8)
Aynı eser, s. 241, Nu; 1160 ve 1161.
boğulmuş
ve sindirilmiş olmak zorunda idi* Bu kadar nâmüsâit şartlar altında bu meylin
on üç asır boyunca direnmesi onun kuvvetine pek bâriz bir hüccet teşkîi eder.
Teknolojinin uzun müddet ehemmiyetsiz yerlerdeki stajdan sonra nihayet Batı
adamı’nm faaliyetleri içerisindeki şeref mevkiini —ki bu mevkî o zamana kadar
sindirilmiş olan ihtirasına muvafık düşüyordu— olmasından sonra bu kuvvet
kendini gösterdi. XVII. asrın sonlarından bu yana Teknoloji'nin geçmiş medeniyetlerin
hiçbirisinin târihinde raslanmıyan bir hıza ulaşmış olması mûcibi hayret
olmamalıdır.
·
222 — Batı Medeniyetinin
doğumu yaklaştığı sıralarda Roma İmparatorluğunun batı vilâyetlerinde
Teknolojiye karşı olan meyil kendini göstermişti. Romalıların fethinden sonra
Gaiya’da dağınık nüfuslu bir memlekette zirâatın inkişâfı, ne kadar kaba ve
biçimsiz de olsa biçme âletinin îcâdma vesîle olmuştu ki bu buluş grekoromen
dünyâsında bu sâhâda tek kalmaktadır (9). Milâdî III. asırda barbarların
istilâsıyla batı vilâyetlerindeki nüfûsun ciddî şekilde azalma kaydetmesi uzun
müddet devâm eden mahallî bir el işçisi kıtlığının doğmasına sebep oldu. Bu
durum IV. asırda ismi meçhul olan bir yazarı «De Rebus Bellicis» adlı bir eser
neşretmeye zorladı. Yazar eserinde harp esnâsında ihtiyâçları temîn için bir
çok mihanikî tedbirler tavsiye eder (10). Bu, çölde yükselen bir sesti ve
·
(9) bkz. Pline Le
Jetine, C., Historia Naturalis, Lİvre XVIII, s. 296; Palladiııs, Agricultura,
Lİvre VII. Chap. II, s. 2. Bu makinenin Nachtvveh tarafından yeniden tanzîmi A
Roman Reformer and İnvertor’da iktibâs edilmiştir. (Gelecek nota bakınız).
·
(10) A Roman
Reformer and İnventor, De Rebus Bellicis’in ye* ni metni, E.A. Thompson’un
tercüme ve mukaddimesiyle birlikte (Oxfora, 1952, clarendon press). müteakip
asır da IV. asrın ismi meçhul reformcu mûcidleri tarafından haber verilen ve
önlenmesi için de boşa çâre aradıkları dağılmaya şâhid olacaktır. Bununla
beraber, Roma İmparatorluğunun batı vilâyetlerindeki içtimâi ve siyâsî çöküntü
(merkezî ve doğu vilâyetler bundan sâlim kaldı) o vakit siyâsî yönden
terkedilmiş olan bu vilâyetlerdeki teknolojik terakkîyi yavaşlatmadı. IV. asrın
sonu ile VII. asrın sonu arasındaki müddet içerisinde Batı Avrupa’nın en
karanlık devri akar suyun bol oiduğu yerlerde su değirmeninin yaygın bir hâl
aldığına şâhid oldu. Bu îcâdın asıl vatanı olan Doğu'da akar su nisbeten azdı
(11). Kullanılan su değirmenlerinin sayısı Batı Hıristiyânlığında bütün orta
çağ boyunca artmaya devam etti (12). Daha sonra, XII. asırda yel değirmeninin
ithâli su değirmenini tamamladı. Eski Dünyâ'nın Medeniyet sâhâsı olan Orta
Şark’ın göbeğinde icâd edilmiş olan bu aletlerin Ultima Thule’de ciddî şekilde
kullanılışı Batı'nın ard arda yapacağı kendi orijinal icadları tarafından takip
edildi.
·
223 — Pulİuk'un icâdı çok
daha ehemmiyetli oldu. Çünkü o, insanların yaşaması için zaruri olan ihtiyacın
dışında artabilecek bir zenginliğin meydana gelmesini te^ mîn ederek îcâdların
hepsine yolu açmış oldu. «Bıçağı ile tarlayı sürüp çiziyi açıyor, demiriyle
kesekleri yana yatırıyor, tekerlekleriyle daha muntazam bir istikâmette gitmeyi
sağlıyor ve sabahı uygun yükseklikte tutmak zahmetinden çiftçiyi kurtararak
işini hafifletmiş oluyordu (13)».
·
(11)
Thompson, aynı eser, s, 478. Su değirmeni I. milâdî asırda İtalya'da
biliniyordu. Fakat yaygın şekilde kullanılmıyordu. (bkz. Pline Le Jeune, C.,
Historia Naturalis, Livre XVIII, s. 97).
·
(12)
Liiley, S., Men, Machines and Hıstory (Londres, 1948, Co bett Press) s. 378.
·
(13)
Aynı eser, s. 42.
Bu
ıslâh edilmiş sapan (pulluk) sertliği kara sapanla işlemiye imkân vermiyen
bilkuvve verimli ve mümbit arazîlerin işlenmesine imkân verdi. Kara saban daha
önceki devirlerde olduğu gibi Romalılar devrinde de yegâne sürme âleti içli
Pulluk Roma İmparatorluğu hudutlarının ötesinde, Avrupa'nın Kuzeyinde icâd
edilmiş ve eski İmparatorluğun batı vilâyetlerine kuzeyli ve barbar fâtihleri
tarafından V. milâdî asırda sokulmuştu. Bu tek îcâd IV. asır Romalı isimsiz
mûcidin fikrini tasvîb etmeye yeterli idi. O şöyle diyordu: «Barbar milletler...
Mekânik îcâdlar yapma kâbiliyetine yabancı telâkkî edilemezler. Tabiat'ın
onlara yardım ettiği yerde onları icâdda bulunuyorlar (14) («barbarae
nations... minime., arerum inventione, naturâ opituiante alîenaej (15)».
Batı’da
ağır sapanın icâdını —üretimin tesiriyle ve zaman itibâriyle de sonra olan— iki
yüz yıl esnâsında ilâve edilen mükemmelleştirmelerle X. asırda yeni bir hay van
koşum takımının icâdı tâkib etti. Bu koşum takımı hem eşek, hem at ve hem de
katırlar için kullanılıyordu ve bu sâyede bu hayvanların bütün çekim çekiş
sırasında kullanılabiliyordu. Daha önce üç bin yıllık zaman sırasında onlar bu
hayvanların potansiyel çekme güçlerinin âzâmî üçte birinden fazlasından
istifâde edemiyorlardı. Çün
·
(14)
E.A. Thampson’un tercümesi, aynı eser, s. 107.
·
(15)
Aynı eser, s. 4647, Thampson’un kaydına göre De Rebus Bellicis’İn bu pasajı
Roma İmparatorluğunu İstilâ ettikleri devirde Barbarların icâddaki
verimliliklerinin yegâne şâhidi değildir. Procope, Sabiri Hunları'nın kale
duvarlarını yıkmaya mahsus "koçbaşı" denen islâh edilmiş bir makine
icâd ettiklerini (Les guerres de Justinien, VIII, XI, 27); Zosime (Historiae,
VIII, XXI, 3) misal olarak Got harbinin şefi Gaina’nın, İstanbul Boğazını
geçmek için sal'ı icâd edivermesinl zikreder.
kü
öküzler için îcâd edilmiş ve bir hayvanın bütün çekme gücünden fiilen istifâde
imkânı veren bir koşum takımı düşünce kıtlığı sebebiyle bilâhare ehlileştirilen
hayvanlara da tatbik edilmişti. Mekanik çekmenin icâdmcian önce hayâtı bir
ehemmiyette olan Teknolojinin bir kolunda, Batı Hıristiyânlığının sadece
«Karanlıklar Çağı» esnâsında gelenekçilik uyuşukluğundan kasıtlı, şuurlu ve
aklın desteğine mazhar bir gayretle çıkıldı. Batılı mûcidler öküzlerin ananevî
koşum takımlarını öküzünkinden çok farklı olan at, katır ve eşeğin yapısını
uyduruncaya kadar tecrübî bir şekilde ıslâh ettiler (16).
244
— Çekme problemine Batıda aklın bu ibtidâî tatbikinin muâdil bir benzerini
çağdaş askerî techîzâtta görürüz. XI. asırda Batı Taş Devri'nin sonlarında icâd
etmiş olduğu bir silâhta inkılâp yaptı. Bu, bir yayı germek için pazu kuvveti
yerine bir zemberek koymaktı. Bu îcâd, sertliği kaldırıyor ve o,zamana kadar
insan kolunun pazu gücüyle şartlı yayın itme kuvvetini artırıyordu. Zemberekli
okun harp meydanına girmesi fırlatılan silâhların nüîûz etme güç ve imkânını o
ana kadar asla uiaşıiamıyan bir noktaya getirdi kİ, bu da fırlatıcı silâhlarla
mâdenî zırhlar arasında yarış doğurdu. Batıda zemberekli okun îcâclma şâhid
olan XI. asır göçebe Sarmatlar’m ağır şeklide silâhlanmış mızraklı
süvarilerinin teçhizatının da benimsenmesine şâhid oldu (17). Nihayet süvârî
çağında, Roma İmparatorluğunun yıkılışından sonra Batı'da takriben altı asır
kadar mûteber olan ve aslında yaya bir as
·
(16)
bkz Lilley, aynı eser, s. 16 ve 39. Daha mükemmel bir izah Lefebvre de
Noöttes’in L'Attelage, le Cheval de selle, â travers les Ages (Paris 1931,
Picard, 2 cilt, metin ve iktibaslar) adlı eseri. Bilhassa bkz. s. 35, 920, 121135.
·
(17)
Bunun için bkz. A Study of History IV, 439445.
(Tarih
Şuuru — 20) ker için
düşünülmüş bulunan ve atlı için çok az bir himâye imkânı veren bu modası geçmiş
grekoromen silâhların yerini tamâmen aldı.
Sarmat
süvarisinin «katafrakt» (cataphracte) denen, zırhının benimsenmesi zemberekli
yayın benimsenmesine müessir bir cevaptı. Fakat rasyonel ve tecrûbeci olan Batı
Ruhu bu yüksek techîzâtı bulduğu şekilde kullanmakla yetinmedi. Batılı
müntesipleri eski yuvarlak kalkan yerine asgarî yüzey ve ağırlıkla insan
vücûduna azamî himâyeyi temin edecek olan yeni tip bir başka kalkan kullanarak
onu derhal geliştirmeye başladılar. (18).
·
225 — Aslında bu XI. ve XV.
asır Avrupasında artacak olan fırlatıcı silâhlarla zırh arasındaki rekâbetin
bidayeti idi. Zemberekli okun gücü artar ve bilâhare büyük Galya yayı ve
(ateşli) arkebüz tüfeği (19) ile tamamlanır
·
(18)
Biber şeklinde olan insan vücudunu korumaya mahsus olan bir kalkanın dikdörtgen
şeklinde uzunca olanı daha mâkûldür. Yuvarlak tipte olanları insan vücûdunun
elma şeklinde olması hâlinde daha mâkul olabilirdi ki gerçek hâf bu değildir.
Eğer vücûdun tamâmı, omuzdan topuklara kadar, yuvarlak bir kalkanla korunmak
gerekseydi bu çap ve ağırlık bakımından çok kullanışsız olacak ve sathının
yarıya yakın bir kısmı lüzumsuz olacaktı. Çünkü o her bir cihette vücûdu
ziyâdesiyle taşacaktı. Diğer taraftan Sarmat katafrakt teçhizatının orijinal
kalkanı tipinde yuvarlak küçük bir zırh ancak yüz ve göğsü muhâfaza edebilir,
·
(19)
XIV. asırda Batı Hıristiyanlığında büyük Galya yayının ve Çin'den gelen ateşli
silâhların aynı zamanda benimsenmesi ile XIX. asır Avrupa âleminde aynı anda
buharlı vapurla ince yelkenlinin İcâdları arasında bir paralellik var. Tüfek
aynen buharlı vapur gibi yepyeni bîr icâddı. Yay da ince uzun yelkenlilerde
öldüğü gibi, yeni temayüllerin husûiünü vâdetmeye başladıkları artırılmış bir
tesiri elde etmek için yapılan bîr teşebbüstü. Yâni eski ve tanınmış bir âleti
mükemmelleştirme teşebbüsü.
kon
zarûtetle kamçılanan silâhçı da önce tulgayı, tıpkı kalkanı ıslâh ettiği gibi
mâkûl hâle soktu. Sonra da baş ve gövde dâhil bütün azâları örtecek kadar
büyüttüğü bir zırhı yavaş yavaş bütün vücûda şâmil olacak şekilde mâ deni
levhalarla ikinci bir sefer kaplayarak takviye etti. Yarış, batılı atıcı
silâhların zırh üzerine kesin bir zaferi ile sona erdi. Zira XV. asrın zırhlara
bürünmüş flaman atının üzerine binmiş zırhla bürüîü jandarması, arz üzerinde
insanlara takaddüm eden sürüngenler Çağı kabuklu ucûbelerinin aynı Ölü
noktasına ulaşmıştı. Kendini her çeşit yaralanmalara karşı garanti altına
almaya muvaffak olmaksızın hareket kabiliyetini kaybetmişti. XVL ve XVII. asır
esnâsında geçte olsa arzûsu hilâfına pratikteki mağlûbiyetini kabul etti ve
tedricî şekilde zırhtan uzaklaşarak en sonunda tamamen iskarto etti (20).
·
226 — Batıkların orta
zamanlarda gerçekleştirdikleri teknik başarıların şâheseri XV. asırda gemi inşâ
ve teçhîzâtmda kaydettikleri gelişme oldu. Bu da uzun zamandanberi yapılmakta
olan rasyonel tecrübelerin tatbikatının bir zaferi olmuştu. Bu tecrübelerde
muhteiif kay
·
(20) Bîr psikolog,
XVII. asrın sonunda Avrupada zırhın terkedilmesi ite aynı anda dînî
müsamahasızlığın terkedilmesi arasındaki psikolojik rabıtayı belki de aydınlığa
kavuşturabilir. Batılı dogmatik fikirlerin tecrübî bir şekilde elde edilen
olayların karşısında tesirsiz olduğunu ortaya çıkardığı bir sırada zırhın top
güllesine karşı kendini korumayacağını anlamışa benziyor. Bununla beraber, Yeni
Çağ'ın sonundaki ordularda istihkâmcıîar siperlerde XV. asrın levhâcılık
zırhını Napolyon harpleri devrine kadar taşımaya devâm ettiler. Bâzı Batılı ordular
da bir zırh yakalığını temsîl eden hiiâi şeklindeki küçük bir madenî plaka
zarif bir zincirle boyna asılmış olarak birinci dünyâ harbinin sonuna kadar
subayların alâmetlerinden biri olmaya devâm etmiştir.
naklardan
gelen unsurlar yeni bir şeyle icâd etmek için teraküm etmişti. XV. asırda
Batılı gemi dülgerleri gemi inşâ ve teçhizinde Akdeniz kıyısı ve Batı Avrupa
Atlantik kıyısı gemilerinden mülhem oldular ve mürekkep teknelerini Batı asıllı
kare şeklindeki yelkenierie donattılar. Bunları da Hint Okyanusunda icâd
edilmiş olan üç köşeli latîn yelkenleriyle tamamladılar. Gemiciler bu yeni
gemiyi bir Arap astrolabı (yıldızların yüksekliğini ölçen âlet), bir Çin
pusuiası ve sâbit bir dümenle —ki bu dümen Batıda XIII. asırdanberi mevcût
geleneksel sandal küreği çubuğunun yerini almıştı— teçhiz ettiler (21). Bu yeni
gemi, daha önce de söylediğimiz gibi (22) Batılıların Okyanuslarda hâkimiyet
kurarak muasırları üzerinde maddî bir üstünlük elde etmelerini sağlayan yegâne
vâsıta oldu.
Batı
teknolojisinin gerçekleştirdiği bu başarılar, günün birinde Batı kendini
Teknoloji’ye verip teknisyenleri de takdîr etmeye başlayınca neler yapmaya
muktedir olacağını gösteriyordu. Nihayet, XVII. asrın mânevi inkılâbında zâten
kazanılmış olan bu iki şart iyice tahakkuk ettiler. Bu İnkılâbın muharrikleri
Batı Cemiyetine teknolojik bir temayül kazandırmış olmayı kendilerine mal
edemezler. Zira bu onların devrinden çok önce ortaya çıkmıştı. Fakat oniar,
onüç asırdanberi düşman şartlara rağmen mukavemet eden bu meyli hürriyete kavuşturdular
ve teşvik ettiler.
Batı’da,
XVII. asırda sosyal iklimin Teknoloji lehine bu değişmesi iki meşhur
Avrupalı'nm kariyerleri arasındaki zıddiyetle daha iyi tezâhür eder. Bunların
ikisi de teknolojinin harâretli müdâfii idiler ve ikisi de aynı ismi
·
(21)
bkz, Lilley, aynı eser, s. 4041.
·
(22)
XI. makale, s. 150151. taşıyorlardı:
Bacon. Bu iki Bacon’dan Roger, her ikisinin de hayatlarını koydukları pratik
zekâda Francis'den çok daha kâbiliyetli idi. Fakat Roger (1214 (?)1294)
zamanının sosyal ikliminin mâni olması yüzünden inkişâf edemedi. Fransisken
mezhebi sorumlularında eserinin uyandırdığı kuşku ve nefret Papa IV.
Clörnent'in himâyesi ile telâfi edilmemişti. Roger Bacon idâri tazyikler
yüzünden araştırmalarına serbestçe devâm edemedi. Gerçi serbestiyi bulmuş
olsaydı bile henüz İcâd edilmemiş olan cihazların yokluğu, kendi faaliyet
sabâsında işbirliği yapabileceği aynı fikri seviyede kimselerin gayri mevcût
oluşu ile de meflûç duruma düşecekti. Bunun tam zıddına Francis Bacon (15611626)
Batı'da kendi neslinin takdirini kazandığı gibi mütöâkip nesiller için de,
ruhlarında galeyan eden Teknoloji hayâlini açık tabirlerle ifâde ederek ilham
kaynağı oldu. Bununla beraber Francis Bacon, Roger Bacon’un pratik zekâsını
göstermedi ve binnetîce eserleri, Batılı teknisyenlerin bilâhere onun
teşvikiyle İfâ etmek zorunda oldukları işlerin ana örneğini vermediler. Eğer
her iki Bacon da yaşadıkları devirleri değiştirebîiser lerdi.
Francis belki de XIII. asırda XVII. asırdakihden çok fazla pratik tatbîkâta
girmiş olacaktı. Roger de keza XIII. asırda imkânlarının çok. dışında kalan
pratik neticelere XVII. asırda ulaşmış olacaktı. Çünkü Roger devri ile Francis
zamanı arasında Batı Dünyâsının sosyal ve fikrî iklimi teknisyenler lehinde
ciddî şekilde değişmişti. O kadar ki Francis'e Teknokrasi istikbâlinin
mübeşşîri hasebiyle gösterilen hürmetler, bilâhare onun tebşirini
gerçekleştiren teknisyenleri putlaştırma derecesine yükseldi.
·
227 — Bayie, devrinin
İspanyasında NotreDame (MeryemAna) perestişinin artmasını eserinin bir
pasajında alay konusu eder. Ve burada Aziz Teslis'in kendi lehine olarak
makâmını resmen terkettiğini tahayyül eder (23). Ve XVII. asrın bu tahayyülü
XX. asrın bir tarihçisine bizzât Bayi ve devrinin en üstün ruhlarının gayri
şuûrî olarak ve bizzat istemiş olmaksızın yaptıkları bir istiare sunmuş oluyor.
Allah’ın istifa etmesini beklemeksizin onlar azlini isteyerek manevî
hâkimiyette fasıla yaratarak Allah'ın yerine bir tanrıça'yı tahta geçirme
yolunu açmış oluyorlardı. Şansı, Batı Hıristiyanlığındaki ananevî tanrıların
itibârdan düşmesi ve tenkîde uğramasına dayanan bu Tanrıça Meryemi Betül değil,
Teknoloji idi. XVII, asır mânevî inkılâbının babaları tarafından
Hıristiyanlığın bu aziedilen tanrısının yerine kendisine perestiş edilecek bir
başka şeyin geçirilmesi temennî edilmemiş olmasına rağmen, bu yeni ulûhîyet
Batıkların kalblerihde fiilen tahta geçti. Teknoioji'nin putiaştırılması
Batıkların k,asdî bir davranışı netîcesi değildir. Fakat Din de Tabiat gibi
boşluğu sevmez. Böylece Yeni Çağ'ın sonunda Teknoloji ve Teknisyen Batı
Dünyâsı'nın «Tanrıça Roma» sı ve «Tanrı Cesar» ı oldular.
·
(23) «Bu sebeple'
İspanya henüz bazı melekûtî hakâiki ilham yoluyla idrâk edip söyleyecek
yazarları yetiştirmedi. Halbuki «Baba tanrının uzun bir tecrübe ile Meryemi Betül'ün
sonsuz. kapasitesini ve kendine verdiği gücü güzel bir şekilde kullanışını
anladıktan sonra Kâinat İmparatorluğundan istifa etmeye karar verdiğini ve Oğul
Tann'nın tek başına iktidarı yürütemiyeceğine kânî olarak aynı kararı
verdiğini, aynı şekilde Ruhü'lKudüs de bağlı olduğu diğer İki şahsın irâdesine
müvâfık olarak bu güzel kararı tasdik ettiğini ve böylece bütün Teslis'in
dünyânın idaresini Meryemi Betül’e teslîm ettiğini ve bu istifa ve cülûs
merasimlerinin bütün meleklerin huzurunda mutantan bir şekilde cereyân ettiğini
ve bunun çok m'evsûk bir akitle zabta geçirildiğini, o gündenberi Tann’nın
hiçbirşeye karışmadığım, her şeyde Meryem'i Betül’ün uyanıklığına itimâd
ettiğini, insanların bundan böyle istimdâdda bulunacakları vakit kime ve nasıl
müracaat edeceklerini bilmeleri için bir çok meleğe bu
·
228 — Tanrı Cesar, Yeni
Çağ’ın Batılı teknisyenlerine XV!L asırdaki patronları tarafından tahsîs edilen
rol olmaktan çok uzaktı. Daha önce de gördüğümüz üzere (24) onlar Boü
Dünyâsının hayatî llhâm kaynağı ve menfaat kıbleleri olarak kasden Teknolojiyi
Din'in yerine ikâme ettikleri vakit çağdaşları olan Teknisyenlerde —çağdaş
politikacı ve ilâhiyâtçıiardan çok farklı olarak— buldukları meziyetler
teknisyenin zâhiri mâsûmluğu ve hattâ kötülük yapmada zâhirî kâbîiiyetsizlîği
idi. Onları bir takım şeytânî iğvâlara kapılmış, nefislerine uymuş görseler
bile telâkkilerini değiştirmiyorlardı. Bununla beraber bir Teknisyenin
varlığını göstermesi için zararsız olması kâfî değildir. Bu bölümde
zikrettiğimiz üzere XVII. asırda; k.i Batı Dünyâ’sımn şefleri teknolojiyi saf
ilmin üstünde tutuyorlardı. Çünkü teknoloji İnsanlığa pratik avantajlar vermeyi
vâdediyordu. Din harpleri devri'nin sonunda faydacılık havada idi. Some
Considerations touching the Usefulness of E:xperimentol Philosophy (Tecrübî
felsefenin faydalılığı konusunda Bazı Mülâhazalar) bu, Robert Boyle'un’bir
kitabının adı idi kİ,, 1650 yıllarında yazılmış, 16601661 ve 1663 yıllarında
matbaaya verilmiş ve 1663 yılında neşredilmişti (25). 1667 yılında neşredilen
The His
·
(24)
Bölüm XIV, s. 188191.
·
(25)
Kitap Oxford'da Hail tarafından neşredildi. Yazarın ilânına bakınız.
İkiidâr
değişikliğini arza tebliğ etmeleri için emîr çıkarıldığını, bundan böyle
müracaatların ne Tanrıya, çünkü o kendisinin mütekaid ve fahrî olduğunu beyân
etti ne de bir şefaatçi veyâ bir kraliçe olarak Meryemi Betül'e. değil, fakat
her şeye mutlak olarak hâkim bir imparatoriçe olarak Meryemi Betül'e
yapılacağını» melekûtî hakikatlerini söylemek bu yazarlara düşecekti. (Bayie,
P., Dictionnaire, 3 ed. 1,98 a ve b, Agreda).
tory
of the Royal Society'de Sprat şöyle der (26):
«İçinde
yazdığım şu asrın temâyülüne itimâd ediyorum. Eğer çok fazla yanılmıyorsam, bu
asır öyle araştırmaları ilerletmeye kendini ikna etmiş, azmetmiş ki önceki asırlardan
hiçbirinde böylesine raslanmaz».
Aynı
eserin diğer bir pasajında (27) Sprat belirtir ki eserini yazdığı sırada,
Restorasiyon (28) danberi menfaatlerini hâiz eşyâlan idâre eden «Parlemento’nun
Kararlan» (Kanunlar, Kararnâmeler) büyük bir ekseriyetle oyiamadan geçmişti ki
bu kadar büyük ekseriyete İngiltere'nin geçmiş tarihînde raslanmaz. Faydalılık
bizâtihî bir gâye olarak aranmıştı. Fakat faydalılığa ulaşılınca ondan kuvvet
meydana gelir. Kuvvet de kazanılır kazanılmaz putlaştırmaya çağırır.
·
229 — Batıkların sembolik
kahramanı olma rolü elinden alınıp teknisyene verilen Hıristiyân Azîz'i kolayca
sanemperest bir ubudiyet konusu olamazdı. Çünkü bir Azizin oluşunu teşvik eden
mümeyyiz alâmetlerden biri de kendinde tezahür eden mânevi üstünlüklerin kendi
cehd ü gayret ve mânevi kahramanlığının bir eseri bilmeyip bizzât Allah'ın ona
yaptığı bir lütûf ve ihsanı bilmesi ve öyle de ifâde etmesidir. Fakat bizzât
Tanrı da azledilmiş olunca teknisyenin patlaştırılmasına böyle mânevi bir engel
de çıkmadı. Bir başka deyişle Hıristiyân Dini Teknoloji ve teknisyenin
ilâhlaştırılması için Hıristiyanlık sonrası bir devirde ihtiyatsızcasına zemini
hazırlamıştı. Din üstünlüğü elde tuttuğu müddetçe Teknoloji için nâmüsâit
olmasına rağmen bu durum tahakkuk etti. Aslında Teknoloji için nâmüsâitti
diyoruz, çünkü Hıristiyanlık in
(26}
S. 5: Cp. s. 152153.
·
(27)
s. 78.
·
(28)
İngiliz Restorasiyon devri kasdedilmiştir. sana
himmeti âliyesini bu dünyâya çevirmesini tavsiye etmiyordu. Tıpkı ana dîni olan
Yahûdîlik ve kardeşi olan İslâmiyet gibi Hıristiyanlık da «Allah'tan başka
Tanrı Yoktur» ve Tabiat da Allah'ın bir mahlûkudur akidesinin gayretiyle esasen
ananevi olarak Tabiatta mevcut olan ulûhiyeti, tabiattan uzaklaştırmıştı.
Binnetîce bu her şeye kâdir, Ulu ve yaratıcı olan Tanrı —Yahûdîlik,
Hıristiyanlık ve İslâmiyet'in Allah'ı— XVH. milâdî asrın sonlarına doğru Batı
Hristiyanlığında azledildi. Tabiat, Tanrıdan boşalan yeri almak için insanla
rekabet etme durumunda değildi. Uzun zamandanberi ananevî ulûhiyetinden tecrîd
edilmiş olan Tabiat, o vakit tıpkı Cronos'un boşalan tahtını gasbetmeye
muvaffak olacak yeni bir Zeus’in avı durumunda passif ve müdafaasız olarak yatıyordu.
Tabiat XVII. asır insanının kendi kendini ilahlaştırmasının kurbânı oldu.
Tabiat üzerinde kurduğu fiilî hâkimiyet onun kendini hakîkî bîr ilâh olarak
dikmesinin alâmeti idi. Ve o kendi muhtemel ulûhiyetinin izhârını büyük bir
mütehassısı bulunduğu Teknoloji’ye verdi. Bu tabir (teknoloji) Yunanca bir
kelime olup Tabiat'ı İnsan’a tabî kılan hokkabazlık, hîle mânasına gelir.
·
230 — Azledilen Tanrı'nın
yerine ilâhiaştırılan bir mahlûk kendinden Önceki Yaratıcı Tanrıya atfedilen Kâdîri
mutlaklık vasfını belli bir ölçüde izhâr edemedikçe evvelkinin yerini tutamaz.
XV!!. asırda, Teknolojinin Batılı avukatlarının ruhunda yeni bir beşerî çağ
hayâli çoktan bir başka hayalle rahnelere mâruz kalmıştı. Bu İkincisi de beşerî
gücün hâkim olduğu bîr çağın hayâli idi. «İnsanların hâkimiyet ve nüfuzunu
umûmiyetle kâinat üzerinde yenilemek ve genişletmek için teşebbüslerde
bulunmak», bu, Francis Bacon'un kendine, Batılı çağdaşla
rina
ve günündeki ve gelecek insanlığın bütününe teklîf ettiği programdı (29).
Nevj
Beşer, Aliah tarafından kendisine verilmiş olan haklarını Tabiat üzerinde
yeniden bulmalı ve icrası, gerçek din ve aklı selimle yürütülecek olan bu
iktidârı elde etmeli» (30).
Bacon’un
görüşü Descartes'in ruhunda pratik bir imkân olacak kadar tavazzuh kazanır:
«Umûmî
bâzı mefhumları elde eder etmez onlar bana, hayattâ çok faydalı bâzı bilgilere
ulaşmanın mümkün olduğunu, okullarda tedrîs edilen bu spekülatif felsefe yerine
pratik bir felsefenin bulunabileceğini gösterdiler. Bu pratik felsefe ile ateş,
su, hava, yıldızlar, gökler ve bizi saran diğer cisimlerin kuvvet ve
aksiyonlarını kendi sanatkârlarımızın muhtelif mesleklerini bildiğimiz kadar
açık ve net bir şekilde tanıyarak biz onları yaratıldıkları gâyeler içinde tam
olarak kullanır ve kendimizi tabiatın sâhip ve efendisi yapabiliriz (31)».
ı66Qa
aoğru, Teknolojinin Batılı taraftarları insanın hâkimiyetini sonsuzca artırmaya
devam edecek olan Tabiat üzerinde tedrici fetihler umuyorlardı. Beşerin bu
Olympe i aşma ümidi aynı mezkûr on yıl devresi içerisinde iki ayrı İngiliz
Kilise Nâzın tarafından ifâde edildi:
«Bütün
sanat ve meslekler çok daha mükemmel bir ıslâha kâbil olsalar bu duruma
meselede çok az şey bilenler tarafından şüphe îrâs edilemez. Esrarlarla dolu
bir Amerika nın Tabiat ın koynunda yatan ve henüz meçhul
·
(29)
Bacon, Francis, Novum Organum. Partis Secundae Summa, Aphorismus CXXIX, xIV,
Makâle, 191 sayfada zikredildi.
·
(30)
Bacon, Francis, Novum
Organum, Partis Secundae Summa, Aphorismus CXXIX.
·
(31)
Descartes, RenĞ/ Discours de la Melhode, (Metod üzerine konuşma) VI. kısım.
oîan
bir Peru'nun varlığı —ki bu ra i arı keşfetmek insanları fevkalâde ilerletecek—
bir tahmîn ve tasavvur olmaktan çok ötededir (32)».
«Had
ve hesaba gelmiyen îcâdlar, teknikler ve ameliyeler kelimelerin yerini alarak
meydana çıkacaklar. Tabiat'm cömert göğsü gözlerimizin önüne serilecek,
bahçesine girip meyvelerinden tadacağız. Peripateticien'lerin ilk
kuruluşlarında yaptıkları ve peşlerinden gelenlerin hâlâ yapmakta oldukları
gibi kısır gölgelerin altında gayesiz hayâller, faydasız ve boş bir gevezelik
yerine biz ondan fazlasıyla tatmîn olacağız (33)».
·
231 — Teknolojideki
ilerlemeler Batı Tarihi'nin Yeni Çağ'ı sırasında büyük bir inkişâf kaydettiği
gibi XVII. asrın bu ümitleri de XIX. asrın gerçekleştirdiği şeylerle ifâdesini
buldu. Sprat ve Glanvill devrinden iki yüz seneden az bir zaman sonra İnsanın
g.ayri beşerî Tabiat üzerindeki hâkimiyeti onu gâyelerinde hizmetçi olmaya
zorlamıştı: O (tabiat) bu iki kehânetçinih ümidlerine icâbet etmiş ve
istenilenleri yapmada hiç bir tahdît tanımıyacağını da göstermişti.
Yeni
Cağ'ın sonundaki teknisyen ve eski Grek veya Romalı feylesof, her ikisi de bu
«herşeye kâdir» zevâhirine sahiptiler, fakat beşerî bir varlığın İlâhî iktidârı
konusundaki iki telâkkî arasında da mühim bir fark vardı. Batılı teknisyenin
kuvveti aktif ve saldırgan farzedilmişti. Onun rolü gayri beşerî Tabiat'ın
amansız bir fatihinin rolü olmak zorundaydı. Romalı ve Grek bir feylesofun her
·
(32)
Glanvill J., The Varity of Dogmatising (Londres, 1661, Eversden), s. 178.
·
(33)
Sprat Tho., The History of The Royal Society for The İmprovîng of Naturel
Knowledge (Londres, 1667, Martyn) ş. 327.
şeye
kâdiriiği pasif ve tedafüi mâhiyette idi. Onun rolü kendisini Mukadderatın
darbelerine karşı mütehammil kılacak bir rûhî istiklâle ulaşmaktı. İnsânî putun
davranışındaki bu farklılık sembolik beşerî bir şahsın iiâhlaştırıldığı bir
târih safhasında bulunan iki cemiyetin tecrübesindeki bir farklılığı
aksettiriyordu. Yeni Cağ’m sonlarındaki Batı Cemiyeti Din’den, Barbarlıktan
kurtulduğuna, çok özlü, müterakim (cumulatif) çok ömürlü ve kısa zamanda çok
mesâfe kateden terakkiler kaydettiğine ve kendisinin de frenlenmek, durdurulmak
veya devrilmek gibi her çeşit tehlikeden uzak bulunduğuna inanıyordu. Bunun
aksine Perikles'den sonraki Yunan Cemiyeti, ulaşılan bir altın çağın
zirvesinden gitgide uzaklaşıp aşağılara kaydığının şuurunda idi.
·
232 — Yeni Batı
Teknolojisinin gittikçe artan bir hızla zaferden zafere koştuğu, Batıyı Yeni
çağ'm hidâyetlerinden beri pençeleri arasında tutan dînî taassubun tedricen
aynı hızla söndüğü gibi XVII. asrın sonunda Teknoloji karşısındaki bıkkın,
hayâsız ve menfî durum gitgide yerini müsbet, sâf ve İnançlı bir mîzâca
terketti. XIX. asırda bu rûh tam olarak hüküm sürüyordu. (Doğuştan Mücrim) beşerî
bir mahlûkun tehlikeye mâruz kalmaksızın kendini verebileceği zararsız bir
meczûbiyet gibi Batıda önce mutavassıt bir takdîr gören bir Teknoloji şimdi,
insanı rahatsız eden bütün problemleri hallederek dünyâ cennetinin kapısını
açacak olan ve Nevton öncesi câhiliye devrinde bilinmeyen sihirli bir anahtar
gibi büyük bir heyecanla takdîr ediliyordu
XIX.
asırda insan, Teknisyenin kendisine, gittikçe hızlanan mütemâdî keşiflerle
sunduğu geniş kuvvet artmalarını (onlardan müftehir olarak) kayıtsız şartsız
tebcil ediyordu. Batı tarihinin bu safhasında insanın kuvvetini artıran her
inkişâfın faydalı olacağına muhakkak nazarıyla bakılıyordu: Batı Medeniyetinin
tekerleri sonsuz bir terakkiye doğru dümdüz giden müteharrik bir yola XVII.
aşırın sonlarındanberi konmuş olduğuna ve gittikçe hızlanan bu gidişin asla
yoldan çıkma tehlikesiyle karşıiaşmıyacağına inanılıyordu. Böyle düşünülmüş
şartlarda lokomotif daha fazla güç vermek hızı daha da artırmaktan başka bir
netice hâsıl etmiyecekti. O sırada verdiği ders Batı Cemiyetinin hafızasından
silinmiş olması için Din harpleri yeteri kadar geride kalmıştı. Batıda devlet
adamları, insan tabiatının şeytanî unsurlarını nazarı İtibâra almayı
terketmişlerdi. Çünkü Batı amme khayâtında —pek tabiî kî husûsî hayatta değil—
bu cin 1859 tarihinde The Origin of Species (Nevlerin aslı) nın neşrinde hemen
hemen iki asırdanberi hâkimiyet altına alınmıştı. Bununla beraber XX. asırda
teknisyen prestijini kaybetti. Bu düşüş hiç beklenmediği için son derece
şaşırtıcı oldu. 1945'den beri Batılı teknisyen sevimliliğini, kendine olan
güvenini ve çalışmasındaki başarısının zarurî şartı olan fikrî hürriyetini
kaybetmeye başladı. 1945’den beri kaçınılmaz bir hâl almış olan bu ahlâkî ve
fikrî atmosferdeki değişmeler önceden tahmîn edilmemiş olmasına rağmen geriye
dönerek yapacağımız bir inceleme ile bunun kaynağını çok eskilerde bulup,
çeşitli âmillere dayayabiliriz.
XVII.
asrın sonlarından XX. asrın başlarına kadar Yeni Çağ'ın tecrübî ilimlerinin
tahassüngâhlarından biri bu ilimlerin iştigâl sahasının gayri beşerî Tabiat
olacağı postulası idi. Meselâ; bizzat «Royal Society» nin kurucu babaları
kendilerine bu sınırlı sahada gitmeyi kaide edinmişlerdi:
«Sadece
şu iki mevzû: Allah ve rûh, yasaklanmış olması hasebiyle geri kalanların
hepsini—bunlardan başka her şeyi beşeriyetin saadeti için kullanarak—
istedikleri gibi kendilerine konu edinirler (34)».
·
233 — XVII. asırda Beşerî
Tabiat, İlâhiyât'ın bir vilâyeti olması hasebiyle tecrübî ilimlerin sınırları
dışında kalıyordu. O zaman Batı Dünyâsında hâlâ korkunç olan kilise otoriteleri
işte bu şartla tecrübî ilimlere müsâmaha gösterebilirlerdi. Bu ise, bu deneme
devrinin ilim adamları ve asrın teknisyenleri tarafından memnuniyetle kabûl
edilen bir şarttı. Onların gayri beşerî Tabiat krallığında fethedecekleri çok
geniş dünyâları vardı. Henüz İlâhiyatçıların Beşerî Tabiat karşısında fikren
kısır, ahlâkî ve içtimâi yönden de zararlı bir hattı hareket tâkib ettiklerinin
şuurunda olan ilim adamları, fikrî fetihlerinin bu birinci safhasında Beşerî
Tabiatı kendilerine has üslûbla incelemek için muâdil bir metoda sahip
değillerdi. Bununla beraber Batı ilmi XIX. asırda Tabiat'ıh gayri beşerî
vilâyetindeki fetihlerini beşerî kısmına da uzatmıya başladı. İlim, Beşerî
Tabiatı inceleyecek tarzı, gayri beşerî Tabiatı incelemekte başarıya ulaşan
metodlarla keşfetmeye başladı. Böylece bâzı beşerî ilim daları gayri beşerî
olan klasik dallara ilâve edildiler. Önce, sanâyî inkilâbınm getirdiği yeni
unsurlar kullanılarak İktisat İlmi, sonra Batı'hm ibtidâî cemiyetlerle karşılaşmada
elde ettiği müşâhedeler değerlendirilerek Antopoloji ilmi, daha sonra Antropoloji'nin
metodları ve noktai nazarı bizzât Batı Cemiyetine tatbik edilerek Sosyoloji
İlmi, 1914'den sonra da Birinci Dünya Harbinde ortaya çıkan marazî ruhî durumların
temîn ettiği unsurlar kullanılarak Psikoloji ilmi tedvîn edildi.
·
(34) Sprat Tho„
The History of The Royal Society of Landon for the İmproving of Naturel
Knovvledge (Londres 1667. Martyn), s, 83,
·
234 — Beşerî Tabiat
vilâyetinin, Batı tecrûbî ilimleriyle bu kesin istilâsı, Tabiatın bu bölgesi
karşısındaki modern tutumda pek çok değişiklikler husûle getirdi. O, XVII
asırdanberi gayri beşerî Tabiat üzerine tekasüf etmiş olan ilgi ve dikkati
yeniden Beşerî Tabiat üzerine yöneltti. Beşerî Tabiat'ın hür incelenmesi
hususunda kilisenin koyduğu yasak çoktanberi hükmünü kaybetmiş olmasına rağmen,
Terakkî akîdesinin revaç bulması şimdi serbest durumda olan bu araştırma
sahasından, beşerî Tabiatın ciddî problemler ortaya koymadığı hayâlini de
yaratarak, AvrupalI ruhları çevirmişti. Beşerî işlerde terâkkînin gelişmekte
olduğuna ve otomatik olarak da gelişeceğine İnanılıyordu. Beşerî Tabiat
üzerinde tahkîk edilmemiş bu fikrin doğrusunu yanlışından temyîz etmeksizin öylece
kabûlü münâkaşaya çok az yer bırakıyor —veya hiç bir yer bırakmıyor— ,du. Fakat
ilim gayri mânevî âlemle olduğu kadar, mânevî âlemle de meşgûl olmaya başladığı
vakit, ilmin o sıralarda sâhip olduğu itibar, ilmin kendine araştırma sahâsı
olarak seçtiği mânevî âlemin müteakip her bir kısmına halkın ilgi ve dikkatini
yeniden yöneltti. Böylece ilmin hâkimiyeti altında mânevî âlemin bir kısmı
diğer bir kısmının peşinden, Batı hayat telakkisinde gayri mânevî âlemin
yanıbaşında kendini göstermeye başladı.
Mânevî
Alem, İlâhiyât yerine ilmin büyüteci altına konulur konulmaz Batılı Ruhlar,
mânevî meselelerin varlığını ve önemini İlmî açıdan ciddiye almıya hazır
göründüler. Günâh mefhumuna inanamayan ruhlar ruhî kompleksleri, âfetleri ve
her çeşit bozuklukları incelemeye hazırlanıyorlardı. İlmin beşerî sahadaki
müsbet keşifleri gayri beşerî sahadaki keşiflerin hepsi kadar câlibi dikkat
olmasına rağmen insanın, beşer Tabiatı mevzûundaki derin cehâletinin menfî
keşfi hepsinden daha câlibi dikkat olmuştu. —Ve bu keşif bilhassa Psikoloji
sahasında husule gelmişti—, Böylece Batıda ilim bu mâcerâlı safhasında iken,
daha önce ilahiyatın evvelemirde işgâi ettiği yeri gasbettiği vakit sürüp
çıkarmak için çok gayret gösterdiği esrârı Alem inancından bâzı fikirleri yeniden
Batılı rûh ve kalplere yerleştirmeye başladı. İkinci Dünyâ Savaşı esnâsında
atom enerjisini istihsâl etmek için bir tekniğin keşif ve tatbiki sırasında
hâkim atmosfer böyle idi.
1945'de
Batı teknolojisi ile atom enerjisinin keşfi Batılı teknisyenlerin üzerinde üç
tesir husule getirdi: Haksız yere iki yüz elli sene boyunca, iyi bir insanlık
timsâli olarak putlaştırıldıktan sonra, o birden bire —ve haksız olarak— Kürei
arz— üzerine beşeri hayâtı toptan imhâ edebilecek bir cini şişeden ahveren
insanlığın kötü bir timsâli olarak muâmele gördü. Şöhretin bu şekilde
teknisyenin hamına ters dönmesi onun için çetin bir imtihândır. Fakat
sevimliliğini kaybetmesi kendine olan itimâdını kaybetmesi kadar zararlı
olmadı. 1945’e kadar çalışmalarının neticesinin tamâmiyle faydalı olacağından
hiç bir sûrette şüphe etmiyordu. 1945'denberi kendi kendine, meslekî
muvaffakiyetinin içtimâî ve ahlâkî bir felâkete yol açıp açmayacağını sormaya
başladı. Neticede şunu anladı ki: Tabiattan koparılıp insanlara sunulan her
kuvvet bizâtihî nötr bir güçtür, irâdî olarak hayırda kullanılabileceği kadar
da serde kullanılabilecektir. Şimdi o görüyor ki onun son icâdı —daha önce eşi
görülmemiş bir tesirlilikte olan— bir gücü (ahlâken meşum) fiilleri tahrîk
etmede kullanıldı. Ki bu güç tamamen maddî enerjiden elde ediliyordu. Ufukta
beliren tehlike o kadar ciddî idi ki teknisyenin beşerî ellere insan ırkını
imhâ gücünü verip vermediği de soruluyordu.
·
235 — Aynı zamanda
teknisyen, 1945 yılına kadar iki yüz elli senedenberi istifâde etmekte olduğu
fikrî hürriyetini kaybetti. Batılı modern bir teknolojinin fevkalâde başarılara
ulaştığı fikrî atmosfer,, özel araştıncılarca İlmî çalışmaların yapılması için
mutlak bîr hürriyet havası idi. Burada ne kilise ne de devlet sansürü, ne
kontrol ne de veto vardı. Batı teknolojisi atom fiziği sahâsına girdiği vakit
bu hürriyet kaybedildi. Zira bu son hareket teknisyeni aynı zamanda çok farklı
olan yeni şartların esiri kıldı. Kullanılmak üzere icâd edilen maddî cihazlar o
kadar pahalı idi ki bu özel fertlerin veya müesseselerin imkânlarını çoktan
aşıyordu, bu ancak hükümetler tarafından finanse edilebiliyordu ve bu
hükümetler birbirini takîb eden icâdları demir perdenin gerisinde gizlemek için
ısrâr ediyorlardı. Esasen çok eskidenberi hükümetle! in birbirine karşı
çevirdikleri hileleri («fourberies (35)») örtmek için her re|im böyle bir perde
kullanmıştır. Hükümetler bu hakkı kendilerine normal addediyorlardı. Çünkü
icâdlar onların finansmanı ile imkân bulabilmişti. Ve onsuz vücûda
getirilebilmesine imkân yoktu. Onlar bu hakkı kullanıyorlardı çünkü bu yeni
icâdlarla elde edilen vuruş gücü o kadar muazzamdı kİ onun bilkuvve
düşmanlarla paylaşılmasına razı olamazlardı. Her hükümet diğer hükümetleri
bilkuvve düşmanları olarak telâkkî eder. Belli bir vakitte öbürlerine karşı
müttefiği bulunanları da bundan hâriç tutmaz. Eğer XVII. asırdanberi Batı
Dünyâsında hükümrân olan İlmî araştırma hürriyeti prensibi gereğince bu
keşifler açıktan açığa münâkaşa edilseydi bu /eni keşiflerde mevcût muazzam güç
bütün rejimlerin müşterek malı haline gelecekti.
·
236 — Batılı Teknîsyen’ln
kaderinde meydana gelen bu ânı değişikliğin muahhar neticeleri ne olacak? Günü
·
(35) Bir başka
mânaya gelmiyen bu kelime İngiliz Millî Marşında yer almaktadır.
(Tarih
şuuru — 21) müzde (36) bir
çok ihtimaller kendini gösteriyor. Öyle görünüyor ki atom sahasındaki münâkaşa
hürriyetinin askerî emniyet mülâhazalarıyla tahdîdi atomla ilgili ilimlerin
inkişâfını yavaşlatabilir. Atom enerjisinin kullanılışı yavaş yavaş yıkıcı
gâyelerden, yapıcı gâyelere doğru yönelmesi ümîd edilebilir. Fakat atom ilminin
müstakbel kullanılışı her ne olursa olsun öyle geliyor ki Tecrübî ilimler ve
umûmiyetle Teknoloji şimdi en şuurlu kimseler ve en iyi zekâlar nezdihde daha
az câzibedâr bir hâl aldı ki tarihte bu kadar düşmeye hiç rastlanmamıştır.
Şimdi âlimler ve teknisyenler beynelmilel vaziyetler düzelse bile kolay kolay
gevşemeyecek olan siyâsî kontrolden mutazarrırdırlar. Üstelik onlar şöyle
düşünmeye mütemâyildirler: «Hükümetlerce insanlara karşı kullanılan eskilere nîsbetle
çok daha kuvvetli olan öldürücü silâhların imâli, —hükümetler bunların
kullanılmasının ihtimâlden çok uzak olduğunu onlara söyleseler bile— insanlık
dışı (antisosya!) bir faâiiyettir» bu son mülâhaza sâdece teknisyeni değil,
çağdaşlarını da etkileyebilir. Nitekim XVII. asrın son yıllarında hislerde
Dîn’e karşı meydana gelen değişmeler Batılılaşmış bir Dünyâda XX. asrın son on
yıllarında İlme ve Teknolojiye karşı husûle gelebilir. Bir çok nesilleri içi,
ne alan bir devir boyunca halka musallat olan mantıkî bir işleyiş tarzı, bir
kere daha kendisinin aslî günâha menfûr bir dâvet ve İnsan’m saâdeti ve hattâ
varlığı için ciddî bir tehlîke olduğunu meyveleriyle gösterince eski
taraftarları tarafından reddedilme tehlîkesiyle başbaşa kalıyor. Eğer Voîter XX.
asırda aramızda yeniden hayat şansı bulsaydı, bu defa onun harp parolası belki
de şu olacaktı: «Teknik, işte düşman budur! O hayâsızın başını ezin!».
·
237 —Eğer dünya,
Teknolojinin rûhu olan teknolojiye
·
(36) 1956 da
yazıldığını hatırlsyahm.
karşı
hayatî ilgisini terkedecek olursa bu manevî sermâyeyi hangi sahaya yatıracak?
Beşerî ilimlerin sunacağı yeni bir imkân bu hususta belki bize bir yo!
gösterecek. Eğer şimdi gayri beşerî ilimler kendi maddî araştırma
hürriyetlerini kaybediyor ve bunun mantıkî bir netîcesi olarak küsûfa mârûz
kalıyorlarsa bunun yerine muhtemelen beşeri ilimler üzerine ilgi ve enerji
tekasüf edecek. Böylece, insan zekâsı, beşerî şuurun İlmî araştırmalarında en
son müntehâya ulaştığı vakit bu akıllanmış fikrî tecrübe muhtemelen Dine yeniden
dönüş yolunu açacak. Bu yol belki daha mütevâzî olacak ve fakat mânevî
vaadlerde çok daha doyurucu bulunacaktır.
18
□
XX. ASIRDA DÜNYANIN DÎN! ÜMİTLERİ
·
238 — Son iki bölümde
Modern Batı Dünyâsında, Batıklar tarafından terkedilen anahevî dinlerinin yâni
Hıristiyanlığın yerini alan'putlardan bazılarını inceledik. Bunlardan bilhassa
üç tânesi dikkatimizi çekti: Milliyetçilik, Ökümenizm (Cihânşümûl bir Devlet
Kurma gayreti) ve Teknisyen. Gördükki bunlardan ikisi Teknisyen ve
Milliyetçilik gerilemeye yüz tutmuşa benziyor. Diğer taraftan cihânşümûl bir
devlet ise istikbâl vâadediyor.
Şeflerinin
her şeyden önce diğer mahallî devletlere karşı müdâfaa etmeye ve râkipleri
aleyhine menfaatlerim kayırmaya gayret etmek zorunda oldukları küçük
devletlerin zıddına cihânşümûl bir devlet her çeşit rakîpten kurtulmuş olarak
kendi muhafazası ile meşgûliyeti azaltıp, daha ziyâdî beşerî varlıkların
şartlarını düzeltmeye yönelebilir. Gerçekten o her şeyden önce bir refah
devleti olabilir ve bütünü ile Nevi Beşerin menfaatlerim hâkim kılmaya kendini
verebilir. Fakat buna karşılık değeri olan her şey feda edilir. Yeni Batı
Teknolojisi ile mesâfe ve uzaklığın yok edildiği Batılılaşmış bir Dünyâ
tam mânasıyla bütün dünyâya şâmil bir devlet kurmaya mecbûr kalsaydı bu siyâsî
müessese bütün Nevi Beşer'e öyle avantajlar getirecekti ki bunlar daha önce bu
Nev'in sâdece bir kısmına, kürei arzın meskûn olan ve gidilebilen yerlerini
tamâmen içine almaksızın hisde ve fonksiyonda cihânşümûl olan devletlerce temin
edilmişti. Bu avantaj hayat emniyetidir. Emniyetin fiatı ise hürriyetin feda
edilmesidir. Muhataralarla dolu bir asırda hürriyetin fiatıyla emniyeti satın
almıya dünyaca gösterilecek gayret, günün birinde ortaya çıkacak tam mânasıyla
cihanşümul bir refâh devletinin psikolojik sebebi olacak.
XX.
asrın ortalarında Batılılaşmış bir Dünyada hürriyetin aleyhinde ve beynelmilel
bir ayarlama ve birliğin lehinde mücâdele eden eh az üç arzu var ki bunların
üçü de kuvvetli, iddialı ve oldukça yaygındır. Bunlar: Emniyet arzusu, Sosyal
adâlet arzûsu,, daha yüksek maddî bir hayat seviyesine ulaşma arzusu.
·
239 — Emniyet adına
hürriyete ânz olan zararlara, geçen bahsin sonunda 1945'den beri Atom çağına
başlamasıyla teknisyeni mâruz kaldığı kayıpları kaydederken dikkati çektik.
Fakat hükümetler tarafından atom teknisyenine ve ilmî araştırıcıya icbâr edilen
münâkaşa hürriyetinin yasaklanması, pek tabiî, emniyet endîşesinin şart koştuğu
diğer bir çok tahdîtlerin sâdece bir tanesidir. İdâre etmek sanatının atom
silâhlarıyla tehdît edilen bir cihan harbi ihtimâlini sıfıra ircâ etmesi pek
muhtemeldir. Yine muhtemeldir ki insanın atom ilmiyle ulaştığı muazzam maddî
güç silâhlanma yolunda değil, insanların saadetini artıracak, yapıcı sivil
gâyelerde kullanılacaktır. Fakat böyle bir durumda bile insanların yeni
teşkilâtının o muazzam potansiyel gücü, bir kontrol ve kullanılışının sıkı ve
umûmî bîr ayarlanmasını zarûrî ve kaçınılmaz kılmaya tek başına kâfidir. Hatta
o, bir atom harbinin yıkıcı gayelerinde kasdî olarak kullanılmamış bile olsa.
Bundan yüz seneyi mütecâviz bir müddet önce, insanın emrindeki güce, buharın
oldukça küçük kuvvetini teşkîl ettiği bir devirde bile motörle hareket
ettirilen makinelerin çalışması umûmî emniyet için bir takım kaide ve nizâmın
konmasını zarûrî kılmıştı. Şu halde atom enerjisi tamamen sulh yolunda ve
beşerî fâideler için kullanılacak bile olsa emniyet için bir kısım nizâm ve
kâideler konma zarûreti ortadan kalkmayacak. Üstelik, fizikî tabiat üzerinde
İnsan hâkimiyetinin inkişâfı nisbetinde zarûrî olan emniyet nizâm ve kâidelerinin
ciddiyet ve şiddetini artırması gerekecek. XX. asrın ortasında İnsan gittikçe
artan bir hızla Tabiatı fethetmeye devam etmektedir.
Mekanik
gücü emniyet çerçevesinde kullanmak için kaideler teşkîl etmedeki mütemâdi
zarûretin bir hülâsa ve sembolünü günümüzde içtimâî saâdet ve hattâ cemiyetin
ayakta kalması için muhâberât ve seyrü sefere müteallik kolaylığın gitgide
zaruret hâlini aldığı bir dünyânın yollarında görmek mümkündür. Mecbûren riâyet
edilen trafik kâideleri, motörlü araçların sürat, kesâfet ve canlı
kuvvetlerinin kaza tehlîk,esini artırdığı nisbette çok daha karmaşık ve çok
daha sıkı bir hâl almaktadır. Yoldaki en süratli vâsıtaları fazla sayıda
atlarla çekilen «diligence» arabalarının, en ağır vâsıtaları da nakliyecilikte
kullanılan müteharrik «tombereau» taşıtlarının teşkîl ettiği geçmiş devirde bu
çeşit tedbirler zarûrî değildi. Bu tufan öncesi çağda trafiğin en büyük
meselesi kazâlardan kaçınmak değildi. Zira kaza, eşekle çekilen bir araba ile
el
arabasının çarpışması şeklinde olunca bunlar tehlikeli değildi. Mekanik öncesi
devirde esas problem, mümkün mertebe fazla miktardaki bir yükün mümkün mertebe
fazla bir süratle nasıl.taşınacağını bilmekti. Makineleşmekle bu problemin
halli kaza meselesini ortaya çıkardı ve kazâlar bir kısım kaideler konmayınca
önlenemediler.
·
240 — Fazla olarak, ananevi
beşerî harp müessesesini yıkmaya muvaffak olmuş olacak oiah ilmen müessir bir
cemiyette, fabrika ve yollarda ölüm tehlikelerini veya fizikî zararları
önleyici tetbîrler, her zaman matlûba muvafık yegâne emniyet tedbîri değildir.
Meselâ yetersizliğe karşı garanti talebleri var. Bu yetersizlik aktif çalışma
yılları esnasında hastalık vs. ile ârız olacağı gibi,, emekliye ayrıldıktan
sonra İhtiyârhkla husûle gelecek olan yetersizlik de olabilir. Gittikçe daha
müessir ilâçların kullanılması ile vasatî insan ömrünün uzatılması aynı zamanda
bir ferdin ihtiyarlık tazmînâtına olan İhtiyâcını artırır ve bu tazmînât yükü
cemiyete biner. Bu mesele, memûrlar, âmirler, «müstakil» işçiler ve bütün vergi
ödeyen mükelleflerce finanse edilen mecburî bir devlet sigortası ile
halledilebilir. Vergilerdeki yüksek bir nisbet, gelirler üzerine tarhedilen
vergilere bağlı olarak vergi yüzdesindeki süratli bir artış, sosyal adalet
talebleri sonunda bilmecbûrlye ortaya çıkmaktadır. XX. asrın Batılılaşmış
Dünyâsında bu talebler sâdece ferdî çalışan işçilere ödenen ücretler miktarı
arasındaki farkın azaltılması ile değil, aynı zamanda gelir nisbetî üzerinden
alınan vergilerle finanse edilen sosyal hizmetlerin ortaya konmasıyla tatmîn
edilmiştir. Hastalık ve ihtiyarlığa karşı gerçekleştirilen sigortalar, şahsî
gelirlerin bizzat devlet eliyle yeniden mecbûrî bir dağıtımını amaçlıyan çok
sayıdaki sosyal hizmetlerden sâdece ikisidir ve bu siyâsetin arka yüzü ise her
ferdin gelirlerden hissesine düşen ve tahsîldâr vergiSerini aldıktan sonra
istediği şekilde harcamak veya tasarruf edip çalıştırmak, keyfine kalmış olan
payın gitgide bariz bir şekilde azalmasıdır.
Emniyet
ve sosyal adaletin fiatı olan bu hürriyet tahditleri çok mühimdir. Şurası da
bilinmeli ki bu kısıtlamalar maddî hayat seviyesinin belli bir miktar
yükselmesi için yapılan gürültülü talepler ve seviyenin hiç bir surette daha
aşağıya inemiyeceği ve esâsen günümüzde açlık seviyesinin üzerini zor aşan bir
basamakta bulunan bu günkü insanlığın dörtte üçü için yapılan zımmî fakat daha
iddiâlı taleblerie istenir görünen hürriyet kısıtlamaları
kadar ileri gitmeyecektir.
Üçüncü Dünya Harbi tehlikesinin bertaraf edildiğini, atom enerjisinin
insanlığın saâdeti için kullanıldığını farzetsek bile, hemen hemen fakir
durumda olan Beşer Irkının ekseriyeti için mâkûl ve mümkün olan seviye
yükselmesi ölüm nisbetini düşüren koruyucu tıbbın başarısı ile karşılanmış
olacaktır. Büyük Britanya'da koruyucu tıp ve neticeyi 174050 civarlarında hâsıl
etmeye başlamıştı. Neticede, 188090'iara doğru doğum nisbetinde düşüşün
başlamasıyla zuhur eden muvâzeneye dönüş başlamazdan önce geçen yüz kırk yıllık
müddet içerisinde İngiltere’nin nüfûsu hemen hemen dört misli artmıştı.
·
241 — İngiliz sosyal
tarihine ait olan bu kıssa, koruyucu tıbbın nüfûsun artmasına verdiği hızla bu
hızın arkadan meydana gelecek îçtimâî âdetlerdeki değişmelerle frenlenmesine
kadar geçecek zaman arasındaki gecikmenin korkunç müddetini ilhâm etmektedir.
Koruyucu tıbbın inkişâfı çok süratli bir şekilde gerçekleştirilebilir. Zira bu,
insan beyninin yaptığı bir iştir. Hatta muhâfazakâr bir ruha sâhip ve îçtimâî
yönden de geri bir memlekette bile az sayıdaki bir kısım idareciler amme ile
ilgili eh basit
bâzı
hıfzı sıhhâ kaidelerini tatbîk ederek ölüm nisbetinde çok hızlı bîr düşüşü
sağlıyabilirler. Diğer taraftan, doğum nisbetinin düşmesi istendiği
takdirde bunu sağlıyacak oian âdetlerdeki zarûrî değişme bir Kalp ve gönül
meselesidir. Kalp ise, ilerici bir rûha sahip, gelişmiş bir memlekette bile
kendi normal yavaş gidişinden daha süratli bir gidişe kolay kolay sevkedilemez.
Yukarıda zikrettiğimiz Ingiltere'deki nüfûs hareketine Zekâ'nm çalışmasının
hâsıl ettiği nitîce ile Kalb'in icra ettiği tesîr arasında geçen yüz kırk,
yıllık zaman fasılası muhtemelen normal müddetten daha uzun değildir. Bu müddet
zarfında ise İngiltere'nin nüfûsu hemen hemen dört mislini bulmuştu.
İngiltere
artan bu nüfûsu gittikçe yükselen bir hayat seviyesinde tutabildi. Zira umûmî
hıfzı sıhhanm ıslâhı kendisini nüfûsun artması şeklinde hissettirmeye
başlamasından çeyrek asır geçmeden Büyük Britanya Sanâyî İnkilâbına girişti ve
böylece, bu sahada birinci müteşebbis olmanın mükâfâtı olarak «Dünyâ'nın
Atölyesi» olmak gibi mükâfatiandırıcı bir rolü kendi hesâbına ve tam bir asır
boyunca da garantili olacak şekilde elde etti. Bilâhare, Dünyânın diğer memleketlerinden
hiç biri muvakkat da olsa bu endüstriyel inhisarı fethederek aradaki mesafeyi
telâfî edemedi. Şunu hemen kaydedelim ki Büyük Britanya, ölüm nisbetindeki
belli bir düşüşle bunu telâfi edici mâhiyetteki doğum nisbetinin düşmesi
arasındaki fâsıladan sonra nüfûsu hemen hemen aynı tempo ile artmakta olan bir
kısım devletlerin sâdece birincisi olmuştur. Aynı şekilde nüfûs Çin'de de XVII.
asırda artmaya başlamıştı. Buradaki artış İmparator Mandchou’nuh yerleştirdiği
düzen ve teşrî ettiği kanunların bir neticesi idi. Mandchou icraatı, kendisini
her iki Amerika'ya sokulan yeni gıda zirâatının neticeleriyle aynı zamanda
hissettiriyordu. Hindistan'da İngiliz İdâresinin yerleştirdiği nizâm ve
kânunlar, sulama tesislerinin tamimi, münâkale vasıta ve imkânlarının ıslâhı
bura nüfûsunda önce zikrettiğimiz memleketlerdeki ile hemen hemen
kıyaslanabilecek bir artışa sebep oldu. Hint ve Çin'e ait rakamlar İngiltereye
ait rakamları çok küçültüyorlardı ve nüfûs artışı XX. asırda aynı sebeplerle
bütün dünyâyı ihata eden bir hâdise oluyordu.
·
242 — Doğumun irâdî bir
şekilde azaltılarak kürei arzın nüfûsunu sâbitleştirmek için zarûrî olan
İçtimaî âdetlerin değiştirilmesinin, bu nüfûsun yaşayabilmesi mümkün âzamî
haddine ulaşmadan önce gerçekleşebileceğini ümîd etmek hemen hemen mümkün
değildir. Hatta dünyâ gıda istihsâli, ilmin sistemli bir tatbîki ile, ulaşması
mümkün en yüksek seviyeyi de bulsa bu hükmümüz değişmez. Bu durumda Malthus
tahminlerinde takriben yüz elli senelik bir aldanma ile, bir târih hatâsı
yapmış oiuyor. Bunun kaçınılmaz hetîcesi ise muahhar bir hürriyet tahdididir.
Ve bu defa tahdît, hükümetlerin şimdiye kadar burunlarını sokmadıkları bir
sahâda vukuâ gelecektir.
Nüfûs
hareketlerinin sunî tahdît vâsıtalarıyla ayarlanması pek tabiî beşerî unsurda
tek başına yeni bir şey değildir. Bir çok defâlar, muhtelif yerlerde çeşitli
tedbirlerle şarta bağlandı. Fakat her ne zaman —ve her nerede— bu yapıldı ise
mutlaka kendi şahsî hükümleriyle hareket eden karı veya kocanın (veya en
azından kocanın) hür tercihleriyle olmuştur. Ailevî hayâtın iç harîmi rnâzîde
hiç bir hükümetin burnunu sokmaya cesâret edemediği bir sâha idi. İsparta’da
Lycurgue idaresi, ebeveynin arzuları ne olursa olsun bir çocuğun yaşamasına göz
yummamayı bir hükümet hakkı olarak taleb etmek ve bunu mevki! icrâya koymakla
bir İstisnâ teşkîl etmiştir. Fakat, nüfûsu sathı arzın besleyebileceği en son
hadde ulaşan bir dünyada kendini beşerin saâdetîne hasretmiş cihân
şümul
bir «rofâh devletî» kendisini her canlı şahsa asgari bir yiyecek payı temin etmekle
mesûl addetmiş olacak ve bînnetîce yiyen ağızların sayısını tahdît etmek
sûretiyle Lycurguc'uh imtiyazını aynıyla elde tutmayı normal görecek.
·
243 — Eğer dünyânın bu
buhranı esnâsında, doğum taraftan âileler kendi aralarında anlaşarak «hayat
hakkı tanınacak çocukların sayısı konusunda Dünyânın söyleyecek sözü vardır»
fikrîni kabûl etmeyi reddedseler o zaman otoriteler, bir devletin kendi tebaası
üzerinde tatbîk edebileceği icbârî iktidân kullanarak belki bîr doğum miktarını
haika zorla kabul ettirmek zorunda kalacaklardır. Kuvvetin Lycurgue vârî bu
kullanılışı Açlığın alıp yürümesine göz yummamak şartıyla kâbili tatbîk tek
çıkar yoldur. Aksi tekdirde Veba ve Harp tehlikelerinden sıyrılmış bir dünyâda
mâzîde üç ananevî yıkıcı meleğin yaptığı barbarlıkları tek başına yapması için
açlığa imkân verilmiş olur (1). Esâsen açlığın yeniden dünyâyı sarmasını
·
(1) Profesör
Sabahaddîn Zaim bey, Boğaziçi yayınları arasında çıkan «Türkiye'de Nüfus
meselesi» adlı kitabında nüfus artışının dünyâya açlık getireceği iddiasının
tamâmen politik gâyelerle Batıklarca ortaya atılan boş, İlmî müstenedât olmayan
bir iddia olduğunu rakamlara .dayanarak, müdellel bir şekilde açkîamaktadır.
Ana fikir şudur:
1
— Milletlerin nüfûsça artış kaydettiği devreleri İktisadî ve medenî kalkınma
safhası nüfûsça gerileme kaydettiği devreleri de İktisadî ve medenî inhitat
safhası takip etmektedir, Târihî durum budur. Günümüzde geri kalmış memleketler
nüfûsça hızla artarken Batının müterakkî devletleri nüfusça duraklamakta ve
hattâ gerilemektedir. Bu durumdan son derece telâşa düştükleri için aleyhlerine
dönen dünyâ nüfûs dengesini lehlerine çevirmek İçin çeşitli hile ve baskılarla
geri kalmış milletlere nüfûs kontrolü yaptırmaktadırlar.
müteâkip
peşi sıra Veba ve Harbi sürükliyeceğini kim inkâr edebilir? Dünyânın nüfûsunu
bir kere daha bu gayri akiî ve gayri insânî târihî vâsıtalarla azalmaya
terketmek îçtimâî bir iflâsı kabul ve itiraf etmek olacaktır. Öyle ise eğer bu
müthiş dilem nazara alınmak zorunda kalmsaydı şu ana kadar ferdin en husûsî
tarafı olarak kalmış olan ailevî hayâtına devletin müdâhale edip çocuk yapma
hürriyetini tahdît etmesi normal karşılanırdı.
Bu
mülâhazalar 1956 milâdî yılında bize şu kanaati veriyor ki hürriyet geçmişte
eşi raslanmıyan bir derecede tahdît edilme tehlikesiyle başbaşa kalmaktadır. Bu
tahdîd kendisini muhtemelen ailevî hayatta olduğu kadar iktisâdî ve siyâsî
hayatta da hissettirecektir. Bu târihte amme menfaati icâbı olarak doğum
tahdidi henüz hâyâtî bir problem vasfını almadı ise de ferdî hürriyetin iktisâdî
ve siyâsî sahadaki umûmî kısıtlanmaları oldukça arttı ve gittikçe de
artmaktadır. Zâhir bir şekilde içtimâî benzerliğe doğru giden Batılılaşmış bir
Dünyâ'da ferdî hürriyetin «sahai memnûa» sına doğru yapılan bu tecâvüzler
(farklı nisbet ve muhtelif derecelerde olarak) sâdece komünist veya yan sosyal
idâreler altında yaşıyanlarda değil, bütün memleketlerde görülmektedir. Aynı
temâyülü Amerika Birleşik Devletlerinde de görmek mümkün, hattâ daha dikkat
çekici bir şekilde olarak. Çünkü bu devirde Amerika Birleşik Devletleri maddî
hayat seviyesinin dünyâda en yüksek olduğu ve sosyal adalet taleblerinin
emniyet endîşelerinin en müessir şekilde tatmîn edildiği memleketti. Amerika
Birleşik Devletlerindeki tanzîm ve kayıtların artması şu hâle göre bir bütün olarak
nazara alındık
2
— Dünyâ gıdâ üretimindeki artış, nisbeti, nüfûs artış nisbetinden dâima daha
öndedir. Ancak dünyânın bütün serveti bîr avuç Batılı azınlığın kesesine
inmektedir.
Kitap
okunmaya değer. Ç.N.
ta
dünyânın her tarafındaki bu artışların mûteber bir testi durumundadır. Bizi
neticeye götüren bu tecrübeye göre XIX. asır Batı cemiyetinde tamamen sınırsız
olan hürriyet sâhası, XX. asrın Batılılaşmış dünyâsında sâdece sıkı sıkıya
tahdîd edilmekle kalmıyor aynı zamanda fecî şekilde azalmış bulunuyor.
·
244 — Hürriyet, böyle daha
beter bir duruma düştüğü bir dünyâda hayâtın hangi sabâsında bîr melce
bulabilecek? Bu mesele karşımıza ciddî olarak çıkmaktadır. Çünkü insan asgarî
bir hürriyet olmazsa yaşayamaz; kezâ asgarî bir emniyet, adâlet ve gıda olmayınca
da yaşayamaz. Öyle geliyor ki insan tabiatında söz anlamaz bir ukde mevcuttur.
Bu ukde insanın hâkimiyeti altında olan deve, katır ve keçi gibi hayvanların
mîzâcma benzemektedir ki asgarî bir hürriyete sahip olmak istemekte ve embel
(2) tahammül haddini aştığı takdirde kendi irâdesini empoze etmesini
bilmektedir. İnsanda mevcût bu ziyâdesiyle kavi karşı koyuna ukdesi
müstebidlerin baş belâsı olmuştur. Rus ve Çin tarihlerinin de gösterdiği gibi,
en sabırlı milletler bile belli bir anda isyan etmişlerdir. En müstebîd
idâreler bile bütün sabâlardaki hürriyeti bir anda kaldırmayı imkânsız
bulmuşlardır. Emniyet sübabmm üzerine pervasızca oturan despotlar umûmiyetle er
geç tavana kadar fırlamış ve bu zevksiz maceranın sıkça vukuu bu tehlikeli
sanâtın daha ihtiyâtlı pratisyenlerine tebaaları için bâzı noktalarda serbest
geçiş imkânı veren belli bir geçit bırakmalarını öğretmiştir.
Pek
tabiî olarak müstebîdler, kendi üstün gayelerine zararsız görünen belli bir
faâliyette bu boşalmaya müsâade ederler. Meselâ en başta gelen endîşenin Din
olduğu
·
(2) Çiftçinin
öküzler için kullandığı övendire çubuğunun ucuna tesbît edilen sivri çivi
parçası. (Ç.N.).
XVII.
asır Batı Hıristiyanlığında, daha önce de gördüğümüz gibi (3) despotlar kendi
tebâlarına, zâhiren mâsûm gözüken tecrübî ilmi Teknolojiye tatbîk etmek gibi
bir meşgaleye müsâade ediyorlardı. XX. asırda İlmî bir teknoloji insan'ın
ellerine korkunç âletler yerleştirdiği, hükümetlerin baş endîşesi de emniyet
olduğu zaman teknisyen hükümetler tarafından hürriyetinden mahrûm edildi.
Halbûki bu hürriyet onlara XVII. asırda yine hükümetler tarafından
bahşedilmişti. Harbe, kazâlara, yoksulluğa karşı emniyet öyle hedeflerdir ki,
siyâsî, İktisadî sâhâlarda ve hattâ ailevî hayat sâhasında hürriyet kısıntısı
yapmadan onlara fiilen ulaşılamaz. Günümüzde ayakta kalabilen mahallî
hükümetler davranışlarını bu istikâmete doğru yöneltmişlerdir. Mahallî küçük
devletlerin cihanşümul bir idâreye yerini terketmesi veya hiç olmazsa ona tâbi
olması hâlinde âmme düzenine hâkim bu temâyülün değişip, hürriyetlerin tekrar
iade edilmesi için hiç bir sebep de gözükmüyor. Bu şartlar muvacehesinde,
insanlar siyâsî, İktisadî ve hattâ âilevî hürriyetlerinin büyük bir kısmının
kaybım telâfî çârelerini yakın bir gelecekte aramaya başlıyacakları şimdiden
tahmîn edilebilir. Bunu telâfide baş vuracakları tek yo! da hayâtî arzû ve
himmetlerini ruhun maddî bağlardan kurtarılıp mânevî hürriyete kavuşturulmasına
yöneltmek olacaktır. Devlet otoriteleri tebaalarının bu temayülüne, Dinin
teknolojinin üç yüz sene önce göründüğünden çok daha mâsûm bir hal aldığı bir
zamanda muhtemelen müsâmaha edecekler.
·
245 —■ Bu tahmîn, kendisine
târihten belli bir destek de bulabilir. Çünkü Din, geçmiş büyük
imparatorluklarda tebâanın bir çok sâhalardakî hürriyet kaybını telâfî etmeleri
için idarecilerin müsâade ettikleri bîr kısım faâ
·
(3) XIV. Makâle,
s. 188191.
liyetlerin
cereyân ettiği sahâ olmuştur. Târihî üstün dinlerden bir çoğunun kelimenin tâm
mânasıyla cihanşümul olan imparatorluklar his yönünden cihanşümul olmasına rağmen
diğer yönlerden hiç te cihanşümul değillerdi.
Günümüze
kadar hiç bir imparatorluk tam mânasıyla bütün dünyâya şâmil olamadı. Bu esâsen
modern Batı Teknolojisi ile «mesâfenîn yok edilmesi» nden önce fiilen
imkânsızdı. Bununla beraber geçmişteki cihânşümûl imparatorlukların coğrafî
hudutlarının sınırlı oluşu, şimdi tam mânasıyla bütün dünyâya şâmil bir
hükümetin teknik açıdan imkân dâhiline girdiği Batılılaşmış bir dünyâda
istikbâlin hürriyet probleminde onların tecrübelerinden istifâde etmemize mâni
değildir. Zirâ tebâanın hürriyet özlemi ve bu talep karşısında hükümetin
politikası fizikî bir coğrafya meselesinden ziyâde insan tabiatının bir
meselesi idi. Bu psikolojik ve politik muhtevada bütün dünyâya şâmil —bütün
tebâanın kendisini evinde hissedeceği arzın tamâmına sâhip olma mânasında—
olduğu intibaını veren bir imparatorluk hakîkatı halde bu mânayı mutazammıh
hudutlara sâhip olmamış olsa bile fiilen cihânşümûldür. O imparatorluk, idaresi
altında hayâtın kendilerine imkânsız hâle geldiği tebaanın Dünyâ'nın bir başka
yerinde kendine hayat hakkı tanıyacak bir melce bulamayacağı durumda sübjektif
mânada cihânşümûldür.
Bu
sübjektif mana Roma İmparatorluğunun «Meskûn Dünya» ya ve Çin İmparatorluğunun
«Gük Kubbesi Altında Bulunan Her Şey» e haklı olarak kıyaslanabildiği
mânadır/Aynı medeniyete mensûb küçük devletlerden müteşekkil bir cemiyette
Atina'da hayatı kendisi için imkânsız gören bir Atinah yaşamak için Thurii veya
Millet'e veyahut sayıları kabarık olan Yunan şehir devletlerinden birine
gidebilirdi. Bu gidişle o kimse, kendi tabiî ve sosyal bir unsuru bulunduğu
Yunan medeniyetinden dışarı çıkmamış oluyordu. Diğer taraftan Roma .
İmparatorluğuna mensûb ve bu cihanşümul Helenik rejimde hayâtı imkânsız gören
bir tebâa siyâsî bakımdan olduğu kadar da psikolojik bakımdan terki vatan etmiş
olmadıkça Porthe'lar İmparatoriuğuna hicret edemez.
·
246 — Bu durumun ifâde
ettiği mânaya göre cihanşümûl bir İmparatorluk —tam mânasıyla bütün dünyâya
şâmil olmasa da— tebaası üzerine îcrâ ettiği psikolojik baskının muhtevası
yönünden küçük devletlerden farklılık arzeder. Cihanşümûl bir imparatorluk,
tebâasına müsâmahasız bir hâl alsa, onlarda had bir dereceyi bulan «hapsedilmiş
olma» duygusunu doğurur. Bu duygu, mekân değiştirmenin fiatı olan kültürel
mirasını terketmeksizin çıkıp gidebilecekleri bir devlette yaşayan kimselere
çok hafiftir. Cihanşümûl bir devlette duyulan hapsedilmiş olma hissi patlayıcı
bir kuvvettir. Ve ihtiyâtlı cihânşümûl hükümetler umûmiyetle bu kuvvetin
tehlîkeii bir şekilde teraküm etmemesi için gerekli tedbiri almışlardır. Umûmî
siyâsetleri tebâalarına kendi idâreleri altında içlerini boşaltacak belli bir
hürriyet imkânı tanımıştır. Bu imkân fertleri kendi ana vatanlarında
tahammülfersâ şartlarda yaşamakla aynı şekilde gayri müsâid olan yabancı diyarda
yaşamak arasında bir tercîh yapmaktan siyânet eder. Cihânşümûi
İmparatorlukların umûmiyetle en az can sıkıcı buldukları sübap, dinî hayatta
tanınan belli bir hürriyet olmuştur. Buna bir cihanşümûl İmparatorlukların
üstün dinlere kendi toprakları dâhilinde mühtedî kazanmalarına müsâade etmeleri
misâl gösterilebilir. Meselâ Ahemenid İmparatorluğu Mecusilik ve Yahûdîlik.
için tebliğ sâhâsı olmuştur. Morya İmparatorluğu Budizm'in Hînayâna koluna,
Kuşhah ve Han İmparatorlukları Budizm'in Mahâyâna koluna, Roma İmparatorluğu
isis Peterstliğe, Cybele perest
lige,
Jüpiter Dolichene perestliğe, Mithraizm’e ve Hıristiyanhk’a; Goupta
İmparatorluğu Buda sonrası Hindııizm'e, Arap Hilâfeti de İslâm’a teblîğ sahası
olmuşlardır.
Bu
misallere umûmî bir nazar atfedildiği vakit ortaya çıkan şâyânı dikkat müşterek
bir vasıf, gayri resmî (ve bazı hallerde mücadeleci) olan yabancı dinler
karşısında, umûmî karakteri kuşkucu ve umûmî siyâseti tenkil edici olan
cihânşümûl hükümetlerin göstermiş olduğu izâfî sabırdır. Hıristiyânlık öncesi
Roma İmparatorluğunun, Hıristiyanlık karşısındaki siyâsette, Han
İmparatorluğunun bir yenisi olan T’ang İmparatorluğunun Mahâyâna karşısındaki
siyâsetinde bârız vasıf, imparatorluk hükümetinin ani işkencelere baş vurması
değil, müsâmahayı kendine âdet edinmiş olmasıdır. Bu gayri resmî din,.
kendilerine saaece nâhöş olmakla kalmıyor aynı zamanda resmen yasaklanmış
bulunuyordu. Mütekâbilen, Hinduizm'in Goupta İmparatorluğu, İslâm'ın Arap
hilâfeti zamanında parlamış olması hayret verici bir hâdise olmamalıdır. Çünkü
bu iki vak'ada da en çok müntesib elde eden din, bizzât imparatorluk hükümeti
tarafından kabûl ve tatbîk edilmiştir. Bu iki vakada mûcibi hayret olan husus
Goupta imparatorları kaiben Hindu dinini benimsemiş olmalarına rağmen Budizmi
işkence ve tâkibe tâbi tutmamış olmaları, Kur’ân’da açıktan açığa Hıristiyan ve
yahûdîlere tanınan ve İslâm kanunlarına itâat edip, vergi ödedikçe de müteber
kalan müsâmahanın Halîfeler tarafından Mecûsîlere, Halîfelerin halefleri
tarafından da Hindulara şâmil kılınmış olmasıdır. Halbuki Kur'ân ne mecûsileri
ne de Hinduları ehli Kitap sınıfından zikretmez.
·
247 — Gerçekten hayret
verici olan —bu pek müessir dînî tolerans tedbîri, cihânşümûl İmparatorlukların
müşterek ve kaçınılmaz vasfı oldu. Bu siyâsetin ne kadar
337
âkilâne
olduğunu, onun terkinden husule gelen felâketler ispân etmiştir. Hintteki Moğolİslâm
imparatorluğu Aurangzeb zamanında yıkılmıştır. Çünkü o, Moğol hânedânının
selefleri olan Müslüman Hint idarecilerinden tevârüs ettiği Hinduizm
karşısındaki müsamahakâr siyâsetten sarfı nazar etmişti. Roma İmparatorluğu da
Constantin in katolik hıristiyanlığı, imparatorluk hükümetinin resmî dîni
olarak benimsemesinden sonra I. Theodose'un Constantin tarafından takip edilen
her çeşit inanca karşı müsâmahayı esas alan ihtiyatlı siyâsetinin
terkedilmesiyle büyük kayıplara mâruz kaldı. O, bu müsâmahayı kaldırıp yerine
mücâdeleci bir politika getirmişti: Resmen kabûl edilenin dışında bütün
inançlar işkence ve tâkibe mâruzdu.
1.
Thedose'la başlayıp I. Justinien'le sona eren putperestliğin temizlenmesi,
ulaşılan başarı ile meşrû addedilebilir. Justinien devrinde ekseriyeti henüz
Hıristiyan olan bir Romanya gelişerek cüz’î bir azınlık teşkil eden gayri
mühtedî bir kısım inatçı Yunanlıya karşı hemen hemen tamamen yabancı
oluverdiler. Bu sırada Justinien tarafından Atina Üniversitesinin 529'da
kapatılmasından sonra kendilerine bîr melce arayan ve bunu İran'da bulan Yunan
felsefesine mensûb yedi feylesof bittecrûbe şu hususu keşfetmişlerdi: Tedrîs'in
kendilerine yasaklandığı sâbık cihânşümûl Yunan İmparatorluğuna ait bir sâha
her şeye rağmen nefes alabilecekleri yegâne sâha idi. İran m mecûsî muhîti
onlara Hıristiyan Roma muhitinden o kadar fazla nâmüsâit göründü ki onlar çok
kısa zamanda dinlerinin kesin olarak çıkarılıp Hıristiyanlığın yerleştirildiği
memleketleri için «dâu’ssıla» ya tutuidulra. İran İmparatorunun himâyesi
altında tedrîs hürriyetini bulma hâdisesi onlar için Yunân felsefesine kulak
vereceklerin bulunmadığı bir sosyal muhitte herhangi bir teselli sağlamıyordu.
(Tarih
şuuru — 22)
·
248 —. Gerçeği söylemek
gerekirse onların gurbet hayatı kendilerinden yüz sene kadar önce aynı İran
İmparatorluğu içerisinde melce bulan Nestoriyen Hıristiyanlardan daha feci idi.
Roma İmparatorluğunun Süryânîce konuşan vilâyetlerinden olan Nestoriyen
mülteciler, hududun İran tarafında Süryânîce konuşan yerli bir Hıristiyan
toplumu arasına yerleşmeye muvaffak olmuşlar ve kendi Hıristiyanlık
telâkkilerine süratle taraftar kazanmayı da başarmışlardı. Bir asır sonra İran
devleti dahilinde yedi Yunan mültecisini karşılayacak, Yunanca konuşan, Yunan
felsefesi tahsîl eden tek talebe yoktu. Filozoflar uzlaşarak, iadelerini
istediler. Hâmîleri olan İmparator Kisrâ büyük bir anlayış göstererek
durumlarıyla yakînen ilgilendi. Bir çok seferler yardımlarına koşarak fevkalâde
bir âlicenabhk gösterdi. Kisrâ Yunanlı mültecilerin kendi İran Dünyâsına
alışmaktaki aczlerinden dolayı onlara gücenmek şöyle dursun, o sıralarda
Justinien'le müzâkere etmekte olduğu bir sulh anlaşmasına ilâve ettirdiği bir
madde ile yedi putperest ilim adamının sâdece Romanya'ya dönme müsâadesini
değil, aynı zamanda Justinien’in putperestler aleyhine çıkardığı cezaî
kânunların hükümlerinden muâf tutulmalarını da şart koşuyordu.
Nestoriler,
Romanya hudutlarından dışarı atıldığı, Yunanlı mültecîer eski puta
tapıcıhkiarını kendileriyle berâber yok olmaya mahkûm eden şartlar mukabili
geri dönme iznini taleb ettikleri zaman, Theodose'un müsâmahasız siyâseti meşru
gözükebilirdi. Öte yandan Justinien devrinden itibâren Roma İmparatorluğu
tebaası içerisinde vukua gelen kitle hâlinde İmparatorluğun resmî mezhebi olan
Katolik kilisesinden («Melchite») ayrılıp Monofizme geçme hâdisesi ile bu
siyâsete karşı konmuş oldu. Monofizitleri Süryânîce,, Ermenice ve Kıptice
konuşan tebâa teşkîl ediyordu. Binâenaleyh onlar küçük bir azınlık olmadıklan
için Nestoriler gibi sürgün edilemezler. Yunanlılar gibi boğulamazlardı. Yukarı
Mısır'dan Dicle ve Fırat'ın kaynaklarına kadar uzanan sâhada bariz bir
ekseriyette idiler. Onlar zâten katoiik kilisesine isyan etmiş oldukları gibi,
fırsat zuhûr edince Roma İmparatorluğuna da isyân edebilirlerdi. Justinien’in
ölümünden yarım asır kadar sonra Müslüman Arap Roma İmparatorluğunu istilâ
ettik lerî vakit şansları yüzlerine güldü. Monofîzitlerin İmparatorluk
karşısındaki ayrılığı, Arap istilâcıların Suriye, Mezopotamya ve Mısır’ı Melşit
Roma'nın elinden koparışındaki zâhirî çabukluk, ve kolaylığı kısmen îzâh eder.
·
249 — Theodose tarafından
başlatılan müsamahasızlık siyâsetinin bu felâketli sonucu muhalif politikanın
yâni müsâmahanm geçerliliğini gösteren eskilere ait bir misaldi: Diocletien'in
—arzûsuhun hilâfına da olsa— Hıristiyanlığı yasaklamazdan önce Roma
İmparatorluğunun mûtad politikası müsâmaha idi. Constantİn Hıristiyanlığa
İhtîdâ ettikten sonra putperestliği kanun dışı iiân etmeksizin Hıristiyanlığa
karşı sürdürülen yasağı kaldırdığı vakit, onun tarafından müsâmaha tekrar
konulmuş oldu. Fakat bu defa müsâmaha fiilî değil, hukukî idi. Dînî siyâsetindeki
hürriyetçi tutumuyla Constantİn sadece Hıristiyanlık öncesi bir Roma İdâresinin
ruhuna sâdık kalmış olmuyor, aynı zamanda ayrı bir sınıf olan cihânşümûl
imparatorluklara mahsûs bir hattı hareketi benimsemiş oluyordu. Teodose'un
putperestliği yasaklaması, tıpkı Diocletien tarafından Hıristiyanlığın
işkenceye tâbi tutulması gibi felâketle sonuçlanan çok yanlış bir tulumdu. Bu
tarihî misaller gösteriyor ki: Batılılaşmış bir dünya, XX. asırda emniyeti elde
etmek için herhangi cihânşümûl bir devletin siyâsî ve ekonomik esâretini kabul
edecek, bu durumda din bir kere daha İnsanların vesîlei hayatları olan
hürriyeti arayacakları saha olacak ve devlet adamları da orada severek bir
emniyet sübabı bırakacak, kuvvetin boşalmasına imkân verecektir.
Bir
takım kayıtlar altına alınan bir dünyâda mânevî sâha hürriyetin kalesi
olabilir. Fakat mânevî hürriyet sâdece faaliyetiyle gerçekleştirilemez. Bir
hükümet cihânşümûl bir dirayete sahip olunca hürriyetin temini için hükümetin
üzerine düşen şeyin îfâsı muhakkak ki ziyâdesiyle zarurîdir. Ancak devlete
terettüp eden bu zarûrî aksiyon menfîdir ve başka da olamaz. Devlet bir tebâası
tarafından benimsenmiş olan her dini teşvîk veya yasak etmekten imtina edebilir
(ve dâimâ da îmtinâ etmek zorundadır). Yine devlet âdil bir davranışla her
çeşit dînî rekabetten tebâasını men edebilir—(ve daima etmek zorundadır da).—
Bu yasaktan şiddete baş vurmayan misyonerlerin faaliyetleri hâriç mânevî
hürriyeti gerçekleştirmek için kâfî değildir; çünkü gerçek olabilmesi için onun
bîzzât tebâanın kalplerinde yaşaması gerekir. Gerçek mânevî hürriyete kavuşmak,
cemiyetin her ferdînin kendi inançlarının gerçekliğine ve kendi dînî
yaşayışının doğruluğuna olan samîmî inancına komşularının farklı dînî yaşayış
ve inançlarına içten gelen bir müsâmahayı ilâve etmesiyle mümkündür. Belli bir
fazîlet taşıyan tek şey, hiç bir mecbûriyet olmaksızın içten gelerek gösterilen
müsâmahadır. Fakat faziletin derecesi ona götüren sâike bağlıdır. Müsamahanın
sâikleri ise çok çeşitlidir. Bunda düşük ve yüksek müsbet veya menfî sâikler
rol oynamış olabilir.
·
250 — Müsamahanın en düşük
menfî âmili, dinin ciddî bir ehemmiyeti olmadığına dair olan kanâattir. Böyle
düşünce komşularımızın şu veya bu dinde olması bir mesele arzetmez. Bu kadar
düşük olmıyan diğer menfî bir âmil de dinin bir kuruntudan ibâret olduğu
hissini taşımaktır: Böyle olunca da şu veya bu din şeklinin doğru veya yanlış,
iyi veya kötü olacağını araştırmak boşadır Bundan biraz yüksek olan menfî bir
âmil de ihtiyâtî bîr davranıştır. Bu davranış din karşısında kuvvete baş
vurulduğu takdirde,, mütecaviz üzerine yönelecek bir saldırıya kadar
gidebilecek bir mukavemeti tahrîk edebileceğini müşahede etmekten gelir. Her
hangi bir tahrike yol açmaksızın benim indirdiğim ilk darbe ne kadar müessir
olursa olsun, ben hiçbir zaman, kendisine anîden saldırmakla amansız bir düşman
kıldığım komşumdan öldürücü bir darbe yemiyeceğimden emîn olamam. Bundan sonra
gelen menfî âmil tefekkürden neşet eder: Dînî bir mücâdele kısa zamanda herkese
şâmil bir tehlîkeye dönüşen umûmî bir fitnedir. Öyle ise birbirine muhâlif dînî
mezheplere düşen, birbirini Ortadan kaldırmak için suîhü ortadan kaldırmak
yerine yaşama yollarını aramak ve başkalarını da yaşayışında serbest bırakmak
düşer.
Müsamaha
lehindeki bu menfî âmiller, Batı Dünyâsında cereyân eden katolik proteston
harplerinin (4) hâsıl ettiği fenâlıklara reaksiyon olarak müsâmahanın
benimsenmesinde başta gelen âmiller olmuştur. Cereyân eden tecrübeler bize
gösteriyor ki, menfî âmillerin ilhâm ettiği müsâmaha temelsiz ve kararsızdır.
Biz bunlardan daha yüksek daha müsbet âmillerle hareket etmediğimiz müddetçe
müsâmahasızlığın tekrâr başkaldırmayâcağına dair hiç bir garanti yoktur. Bu
müsamahasızlık bizzat dinde kendini göstermese bile, Din'in yerini cismânî bir
«ideoloji» perdesi altında alan Milliyetçilik, Faşizm veya Komünizm gibi
herhangi bir «ikâme» de tezâhür eder. Çok şükür XVII. asırda (5) Batı manevî
inkilâbına bunlardan daha yüksek daha müsbet hislerde yön vermiştir. Biz bu
·
(4)
Biraz ilerde bu bahsin ilâve kısmına bakınız, s. 252255.
·
(5)
Az İlerde bu bahsin ilâvesine bakınız, s. 255259. hisleri
bu gün kalplerimizde tekrar ikrâr etmek ve takviye etmek zorundayız.
·
251 — Müsâmahanın en büyük
müsbet âmili, dinî mücâdelenin sâdece bir fitne değil, aynı zamanda bir günâh
olduğunu bilmektir. O, bir mücrimdir. Çünkü Beşer tabiatında mevcût vahşî
hayvanı uyandırır. Dinî işkencede bir mücrimdir, çünkü hiçbir varlık, Allah'la
kul arasına girme hakkını sâhip değildir. Her rûh Allah’ın gösterdiği yol
çerçevesinde dilediği şekilde Allah’la muhabere etme hakkına sâhiptir. Ve bu
husûsî yol Allah'la mevzûbahs rûhdan başka kimseyi ilgilendirmez. Şiddete
tevessül etmeyen misyoner faaliyeti hâriç, başka hiç bir beşerî mahlûkun hangi
vâsıtayla olursa olsun müdâhaleye hakkı yoktur. Bu sahada şiddet, sâdece mücrîm
değil, aynı zamanda boşadır, çünkü dînler zorla benimsetilemez. Samîmî,
kendiliğinden, hakîkî bir inançla benimsenip riâyet edilmeyen bir îmân, îmân
değildir. Farklı şahısların kanâatleri ister istemez farklılıklar arzedecek.
Çünkü mutlak hakîkat, şimdiye kadar bîr parçası beşer ruhu tarafından kavranan
—veya ona vahyedilen— bir sırdır. «Bu kadar büyük bir sırrın künhüne tek yok
tâkib edilerek ulaşılamaz (6)». İyi yolla sırra ermek hususundaki inancım ne
kadar kuvvetli ve kesin olursa olsun,, benîm mânevî görüş sahamın diğer
yaklaşmalarda da bir hakîkat olup olmıyacağını bilemiyecek kadar dar olduğunun
şuurunda olmam gerekmektedir. Bir muvahhit tâbiriyle bu şu demektir ki
başkalarının sezgilerinin de Allah tarafından yapılmış bir ilhâm olup
olmadığını ben bilemem —ve belki de onlarınki benim O’ndan aldığımı zannetiğim
ilhamdan daha aydın daha mükemmeldirler.
·
(6) Guintus
Aurellus fîymmagıiö, St. Ambroiso'la olan bir dînî münâkaşada söylemiştir.
Bununla
beraber, ben ve komşumun farklı yollar tâkip etmemiş olayı bizi birbirimizden
fazla ayırmaz. Çünkü farklı olan yollarımızı tâkip ederek her ikimiz de aynı
Hakikate yaklaşmaya çalışıyoruz. Hayatlarını fıtrat ve mutlak hakikatin ruhu
veya muvahhid tabiriyle Allah'ın irâdesi ile ahenk içinde sürdürmek amacıyla
sırra ermeye çalışan bütün beşerî varlıklar —bu arayıcı arkadaşlar— kendilerini
birbirinin aynı olan bir araştırmaya sevketmişlerdir. Birbirlerinin mânevi
kardeşi olduklarını kabûl etmek ve birbirlerine öyle muâmele etmek ve kardeşçe
hisier izhâr etmek zorundadırlar. Müsâmaha sevgi şekline dönmedikçe asla
mükemmel değildir.
□
İLÂVE: XVII. ASIRDA DÎNÎ MÜSAMAHASIZLIĞA
BATI'NIN GÖSTERDİĞİ
AKSÜLAMEL
®
XVII. ASIRDAKİ ÂMİLLERİN XX. ASIRDA
AYNEN
TEZAHÜRÜ:
·
252 — Modem Batı’da
uygulanmakta olan müsâmaha, günümüzde taassubun tekrâr hortlamasıyla yok olmak
tehlikesine mâruz kalmıştır. Bu sefer bu meşhur iblisi ihya eden sebepler
hesaplarına XVI. ve XVII. asırlarda sürekli harplere girilen birbirine muhalif
Batı Hıristiyanlığının mezhepleri değildir. Bunlar cismânî «ideolojilerdir:
Milliyetçilik, Faşizm, Komünizm. Hemen şunu söyleyelim ki müfrid bir modernizme
âit olan bu inançlarda, Hıristiyanlık ve Yahûdîllğin ananevi ruhunda mevcut
mutaassıb mîzâç ve keza Hıristiyanlık ve Yahudilik esatirinin bir kısım belli
başlı unsurları çok açık bir şekilde görülmektedir. Bunların izi, târihî
asıllarında kolayca bulunabilir. Filvaki XVII. asrın sonunda Batı
Hıristiyanlığında boğulmuş olan bir rûh, XX,asırda yeniden diriliyordu. Bu
yeniden diriliş şu suâli doğuruyordu. Müsâmaha iki yüz elli yıl boyunca îtibâr
görüp amelî hayatta tatbîk gördükten ve bütün bu zaman esnâsında medeniyetin
getirdiği bir nîmet olarak da bilindikten sonra şimdi Batı'da bir kere daha
niçin ihlâl edilmek zorunda kalıyor? Şimdi, tamâmen gerçekleşmiş olduğu şu anda
o, her çeşit tehlikelere karşı garanti edilmemiş midir? Günümüzde şiddetli bir
ısrarla karşımıza çıkan bu suâle cevâp mâhiyetinde bâzı aydınlatıcı hususu, iki
yüz elli yıl kadar önce modern Batı liberalizminin kurucuları, şimdi otomatik
olarak ebedî olmadığı ortaya çıkan müsâmaha çağını açtıkları zaman onların
zihnîne hâkim olan unsurları hatırlamakla belki bulabileceğiz. Bu motiflerden
bâzdan XVII. aşırın Batı liberal edebiyâtının öncülerinin klasik eserlerinde
zikredilmiştir. Bunlar nakledeceğimiz aşağıdaki parçalarda görülecek. Esasen
biz buniarı geçmiş bölümde de inceleme konusu yapmıştık.
·
253 — Daha önce yaptığımız
taksimatın en düşük iki âmiliyle ilgili XVII. asra âit Batılı kaynaklan kolayca
bulamayacağız. Müsamahanın müdâfîlerinden Locke gibi bazıları bu asırda
Hıristiyanlığın samîmî âlimlerindendiler.
Onlar,
müsâmahayı müdâfaa etmeye mütemâyil idiler. Çünkü onlar Müsâmahasıziığın
Hıristiyanlıkta mevcût olmadığını hissediyorlardı. Çünkü Hıristiyanlık adına müsâmahasızlıkta
bulunmak, Batının ananevi dîninden kalbleri uzaklaştırıyordu. Bayie gibi diğer
bâzdan ise kısmen Hıristiyanlıktan ve hattâ her çeşit dinden kopmuşlardı. Fakat
bunlar da, içinde bulundukları asrın Batı Dünyâ'smda zevale yüz tutan bir
taassubun peşi sıra imânın da ufûl etmekte olmasına rağmen, çağdaşlarının
efkârı ve hissî İklimin henüz şüphe ve inançsızlık içinde olanları (septik)
inançsızlıklarını maskelemeye —hattâ bu maskeleme çok zâhirî ve sathî de olsa—
mecbûr edecek bir derecede olduğunu biliyorlardı.
KUVVETE MÜRÂCAAT, MÜTECÂVÎZ ÜZERİNE
GERİ
TEPEBİLECEK BİR MUKAVEMETİ
TAHRİK
EDEBİLİR:
«Bu
tek şeyin (müsamaha) ikâme edilmesi şikâyetlere ve vicdânî infiallere temel
teşkîl eden sebepleri ortadan kaldıracak ve düşmanlık ve memnûniyetsizliklerin
bu sebepleri bertaraf edilmiş olunca (âmiyâne olarak gizli komite, isyan ve
çetelerin fidanlığı denilen ve belki de bâzı kereler öyle olan bu meclislerde)
suihe hadim olmaktan başka bir vasıf kalmıyacak ve artık devlet içerisinde
bozgunculuk çıkarmıyacak, diğer toplantılar da aynı şekli alacak...
«Eğer
insanlar bozguncu suihasetler tertipliyorlarsa onlara toplantıları sırasında
bunları ilham eden din değil,, fakat kendilerini kurtarmayı temennî ettiren
çekmiş oldukları ızdırap ve zulümlerdir. Âdil ve mutedil olan hükümetler her
yerde rahattır, daima emniyettedir. Fakat zulüm, içtimâi hareketleri tahrik
eder ve insanları müstebit ve huzur bozucu bir boyunduruğa atmak için
mücadeleye zorlar. İnsanları isyânkâr hareketlerde toplayan tek şey vardır: Bu
da zulümdür.
«Hıristiyanlık
âlemini din meseleleri yüzünden hercümerc eden fitne ve harpleri hâsıl eden şey
(kaçınılması imkânsız olan fikirlerin farklılığı değil kabul edilmesi mümkün)
farklı fikir taşıyanlar karşısındaki müsamahasizliktir. Doymak bilmez bir
hâkimiyet hırsı ve cimrilikle hareket eden Kilise'nin şef ve rehberleri
hâkimlerin ölçüsüz ihtiraslarından ve çeşitli havaîliklerin tevlîd ettiği safça
hurafelerinden istifâde ederek onları kendileri gibi olmayanlara karşı tahrîk
edip, alevledirdiier. Onları tam îknâ etmek .için de İncirin kânunlarına zıt ve
merhamet kâideierîne aykırı olarak, îtizâl eden ve Protestanlık mezhebine
girenlerin mal ve mülklerinden tecrîd edilip, imhâ edilmeleri gerektiğini
söylediler... Hâkimler ortalığı ateşe verip ammenin huzurunu bozan bu
çığırtkanlara müsâmaha etseler bile ganîmet zamânı paylarını almaya dâvet
edilmediklerini hayretle görmek mümkündür (1)».
·
254 — «Hâkim olan Din'e
karşı bîr takım şüphe uyandırmaya çalışan kimseleri susturmak ve hâricî birliği
muhafaza etmek için âhiret azabı korkusunun yeteri kadar kuvvetli olmadığı
inkâr edilemez. Fakat bombalara, silâhlara ve her çeşit harp makinelerinin
îcâdına müsâade eden âkide için de aynı durum muteberdir. İcâdları ilk defa
kullananlar bunlardan büyük avantajlar elde ederler ve eh kuvvetli oldukları
müddetçe de her şey yolunda gider, fakat onlar zayıf düştükleri vakit kendi öz
îcâdîarıyla yere serilirler (2)».
DÎNÎ MÜCÂDELELER HER ZAMAN UMÛMİ
TEHLİKEYE
DÖNÜŞEN FİTNELERE SEBEP OLURLAR:
«Herkes
tarafından hâkim otoritenin en kuvvetli desteği nazarıyla bakılan ve iyice
dinlenip hakkıyla tatbîk
·
(1)
Locke, John, Müsâmaha üzerine mektup (A Letter Concer* ring Toleration).
·
(2)
Bayie, P., Dictionnaire, 3 ed. 1,543 b, Beze. edildiği
vakit gerçekten de öyle olacak olan Din, normal olarak aynı Otoriteyi en çok
sinirlendiren şeydir (3)».
«Dînî
bid'atler çıkarma iştiyakının bir salgın olduğunda asla şüphe yoktur. Bu veba,
Akademi ve Sinodları (rûhânî meclis) ateşe verdikten sonra devletleri sarsar ve
bâzan da çatırdatır. Hal böyle olunca talebelerine bu bid'at zihniyetinden
uzaklaşmayı tavsiye eden profesörleri takdîr etmemek elden gelmiyor... Yeni bir
tedrîs metoduna karşı gelenler aşırı bir reaksiyon gösteriyorlar... O kadar ki
böyleleri düşmanlan kadar ihtiyâtsızlığa düşüyorlar: Onlar ciddiye alınmamış
gibi davranılan yeni bir metodun kendiliğinden düşeceğini bilme ihtiyatını
göstermiyorlar. Halbuki ona açıktan açığa cephe alınsa o metod kısmen bozulur
(4)».
«Yolları
dâimâ son derece hikmetli olan kaderi İlâhî, insanı tanzimin büyük eseri içinde
müşahedeye bıraktı, tâ ki bu hikmet çok daha tabiî bir şekilde hedefine vâsıl
olsun. Bu hedef de, tecrübenin bize gösterdiği üzere, iki Dinden hiçbirinin
diğerini tamamen ortadan kaldırmasına meydan vermemektir (5)».
e
DİNÎ MÜCÂDELELER MÜCRİMDİRLER, ÇÜNKÜ ONLAR BEŞER TABİATINDA MEVCÛT OLAN VAHŞÎ
HAYVANİ UYANDIRIRLAR:
«Âmme
huzurunu bozmayacak kadar münâkaşa edin. Hâdisenin, âileieri böldüğünüzü veya
iki gurup meydana geldiğini gösterdiği anda susunuz. Yırtıcı hayvanlar misâli
zincirde tutulması gereken binbir ihtirası uyandırma
·
(3)
Aynı eser, II, 1585, Junius.
·
(4)
Aynı eser, 1, 169 b ve 170 b, Aiting (Henri) ve Alting (Jacques).
·
(5)
Aynı eser, I, 100 a, Agrîcola (George).
ya
devam etmeyin. Eğer onların zincirlerini kırmalarına sebep siz oldu iseniz,
size yazıklar olsun (6)».
DİNÎ
İŞKENCE GERÇEK BİR GÜNÂHTIR ÇÜNKÜ HİÇ BİR KİMSENİN ALLAHTA BİR BAŞKASIN ARASINA
GİRMEYE HAKKI YOKTUR:
·
255 — «Kuvvetle elde edilen
imânla hiç bir kimse Hıristiyan olamaz. Gerçek îmân aşkla elde edilir...»
«Hâkimin
din hakkında olan kanââatı reddedilemez olmasına ve hattâ onun bunu tatbîk
tarzı da tıpatıp İncil'e uygun düşmesine rağmen eğer ben kendi rûhumda tamamen
muknî olmamışsam onun kanâatini takip etmekle asla huzur bulamam. Vicdanımın
sesiyle ahenk içinde olmadan yürüdüğüm bir yol beni asla mesut ve bahtiyarlar
yurduna götürmeyecek... İnandığım bir din, nefret ettiğim bir ibâdetle aslâ
kurtuluşa eremem... Allah'ın kabûl ettiği şey sâdece îmân ve rûhtaki samimiyet
ve ihlâstır... İnsanlar, vicdanlarıyla başbaşa bırakılmak zorundadır...
«Incil'de
Hıristiyân devletinden söz eden tek satır yoktur... Hz. İsa devlet kurmadı...
İnsanlara eski dinlerini terkettirip kendininkini benimsetmeleri için kullanmak
üzere herhangi bir hâkimin eline kılıç vermedi.»
«Din
hususunda hiç kimse ve kanunla ne de kuvvetle icbar edilmemelidir (7)».
«Beşerî
devletlerin âsîlere yaptığı muamele gibi Kilisenin de kendini terkedehîere
muamele etmesini normaî görmek Kiliseye mâlik olmadığı bir iktidarı ona izafe
etmektir. Kilise sâdece kendi arzû ve isteğiyle giren gönüllü tebaaya sahip
olabilir ve nizâm kanununa aykırı düşen.
·
(6)
Aynı eser, 182 a, Amyraut.
·
(7)
Locke, aynı eser. bir
biat akdini aslâ isteyemez. Nizâm kânunu her yerde ve her zaman vicdanın sesine
uyulmasını istemektedir (8)».
«Kilisenin
bir kısım reformlara ihtiyâç gösterdiğine inanmak ve ona tatbik edilecek belli
bir reform tarzını takdîr etmek birbirinden tamamen ayrı şeylerdir. Yapılan bir
reforma karşı gelenleri kınamak ve reform icrâ edenlerin davranışlarını takbîh
etmek birbirine ziyâdesiyle uyabilen şeylerdir. Öyle ise ne mürted ne de hâin
olmaksızın, Ruhu'lKudüs'e karşı bir günâh işiemeksizin, vicdânın sesine karşı
ihanette bulunmaksızın Erasme taklit edilebilir (9)».
«Koornhert'in
devamlı tekrar ettiği bir husus Luther, Calvin ve Mennon’un Roma Katoliklerinin
bir yığın hatâlarına. şiddetli bir şekilde saldırmalarına rağmen vicdanlara
baskı husûsunda menfur ve dîne de aykırı olan akideye karşı hiçbir muvaffakiyet
elde edememiş olmaları idi. Yine tekrar ediyordu ki onlar bu inanca karşı mâkûl
bir tarzda mücâdele yerine daha ziyâde onu takviye etmişlerdi: Onlardan herbiri
hâkimiyet kurdukları her yerde bu akîdeye mevkîi tatbike koymuş her biri kendi
dışındakileri mahkûm eden itizâlî bir kilise kurarak yeni bir papalık ihdâs
etmişti... Kendisine gelince o da hiçkimseye kin tutmamak, bütün dindârlarm ve
Hz. İsâ'ya imânla ona uymaya gayret eden herkesin iyi Hıristiyânlar olduğunu ve
hâkimlerin memlekette yaşayan bütün sulhsever ve mûtî kimseleri iyi bir tebâa
olarak kabul etmesi gerektiğini müdâfaa ediyordu (10)».
·
256 — «Bu iki şâhit (bir
proteston bakan ve bir ka
·
(8)
Bayie, aynı eser, II, 1304 b, Gregoire I.
·
(9)
Bayie, aynı eser, I, 801 b, Castellan.
·
(10)
Bayie, aynı eser, II, 1622 b, Koornhert. tolik
papazı) oldukça rezîlâne olan diğer bir şeyde uyuşuyorlar, çünkü her ikisi de
şu hususta mutâbıktırlar: Eğer Hıristiyan Prensler, Ortodoksluğun (Katolik
İnancı) düşmanlarına karşı kanûnların Icbârî kuvvetini kullanmayacak olurlarsa
batıl dinler bütün yeryüzünü istila edecektir. Böylece Rabbimiz Kilisesini
Cehermen kapılarına karşı muhafaza etmeyi söz verdiği zaman, Hakikatin
düşmanlarını astırarak, küreğe mahkûm ederek, sürerek, hapishânelere tıkarak,
kendi mânevi değerlerinden mahrûm bırakarak vs. İslah edip ehlileştirecek olan
prensler göndermeyi vâdetmiştir. Ne saçma olursa olsun, kendine zarar verecek
olan bütün cehennemi kuvvetleri bu benzeri vâsıtalarla istihfâf etmiyecek hiç
bir akide yoktur (11)».
«İster
devlet, ister Din olsun, iç harp sırasında tarafsız kalmak İsteyenler aynı
zamanda her iki tarafın birden husûmetini çekerler... İnsanın acınacak kaderi,
felsefî aklın zahir boşluğu... Kİtâbı Mukaddes «Beâtı Pacifici (12)», yâni «ne
mutlu sulh severlere» der. Bu öbür dünyâ için çok doğrudur. Fakat bu dünyâda
onlar perişandırlar: Onlar çekiç olmak istemiyorlar binnetîce sağda ve solda
örs olmaktadırlar (13)».
«Eğer
halklar mâkul olsalardı onlar bu çeşit Hâkim ve gammazlardan korkarlardı. Çünkü
her çeşit peşin hükümden uzak olarak düşünecek olursak gerçek Tann’ya mîsakta bulunan
kimsenin imânından dönmek istemediği için alevlere mahkûm edilmiş bir adam
olarak takdîm ed ilmesinden daha korkunç ne olabilir? (14)».
·
(11)
Bayie, aynı eser, III, 207 a, Nestorius.
·
(12)
Matta, V, 9.
·
(13)
Bayie, aynı eser, II, 1090 z, Eppenderf (cp. II, 1403 a, Heidanus).
·
(14)
Aynı eser, 1, 534 b, Berquın.
D
DİNLER KUVVETLE BENİMSETİLEMEZ İRADÎ OLMIYAN ÎMÂN YOKTUR:
«Gerçek
dinin bütün hayâtiyet ve gücü rûhun tam ve samimiyetle iknâ olmasındandır.
Kalben tasdîk görmeyen îmân, îmân değildir...»
«İnsan
zekâsı, her ne çeşitten olursa olsun hiç bir şeye karşı hâricî bir kuvvetle
imâna icbâr ediiemlyecek bir tabiata sahiptir...
«Hiçbir
kimse herhangi bir kilisenin mensûbu olarak doğmaz. Fakat herbiri içinde
gerçekten Allah'a hoş gelecek îmân ve ibâdeti bulmuş olduğuna inandığı cemiyete
irâdî olarak tâbi olur...»
«Gerçek
olmadığına inandığım her din benim için ne gerçektir ne de faydalıdır...»
«Bunun
veya şunun doğru olduğuna inanmak bizim irâdemize tâbi değildir {15)».
®
MUTLAK HAKİKAT BİR SIRDIR, ONA BÎR ÇOK YOLLA YAKLAŞILABİLİR:
·
257 — «Her kilise, kendi
için ortodoks {doğru yolda) dur, diğerleri için hatalı veya sapıktır... Bu
kiliseler arasında, kendi itikadlarının doğruluğu ve ibâdetlerinin saflığı
hususunda cereyân eden münâkaşalar her cihetten eşittir. Karârıyla arz
üzerindeki bu ihtilâfları halledecek bir hâkim yoktur. Bu meselenin halli
sâdece bütün insanların Ulu Hâkimine aittir...»
«Eğer
hakîkat bir defacık serbest bırakıisaydı gerçekten bahtiyar olacaktı.»
«Akideleri
sulhsever, hattı hareketleri temiz ve tek
·
(15) Lock, aynj
eser. dîrden
berî olanlar kendi vatandaşlarıyla tam bir eşitlik iiçnde yaşamalıdırlar... Ne
müşrik, ne Müslüman, ne de Yahûdî dinlerinden dolayı devletin medenî hukukundan
hariç tutulmamalıdırlar (16)».
«Diğer
memleketlerin dinlerini şiddetli bir şekilde tenkîd etmek yakışıksız bir
harekettir. İnançlarının mâkûl tarafını incelemek sâdece onları ilgilendiren
bir husûstur. Bize düşen kendîmizihkinin gerçek olduğunda kendimizi ikna
etmemizdir (17)».
«Roma
metropolitleri kendilerinin her çeşit hatâ ve günâhtan mâsum olduklarını iddiâ
edip, inançlarımız üzerinde mutlak bir hâkimiyet kurmak istedikleri vakit,
Reform geçirmiş kiliseler —haklı olarak— bu hâkimiyeti kabullenmeyi reddetmekle
kalmadılar, içlerinden bâzıları onlarla her çeşit münâsebeti kesmeye
kendilerini mecbur hissettiler ve hattâ o kadar eski o kadar mâruf bir kiliseye
(Roma kilisesi) karşı bilinmesi gereken ve herhangi bir safsataya düşme
tehlîkesi mevzûbahs olmaksızın taşınmaya devâm edilebilecek olan hürmeti terkettiler
(18)».
«Diğer
partide olan bir çok değerli ve söz sâhıbi kimseler, kendi konusuna bağlı ve
davasını azimle destekleyen Protestan bir yazara hak verecek kadar mâkûl
idiler. Buna bizim M. Drelincourt bir misâldir. M. Claude bir diğer misâli
teşkîl eder. Çünkü o, Roma katolikleri nezdinde ziyâdesiyle itibârda İdi.
Burada, bâzı kimselerin, Anabaptistler, Arminiehler ve Katolikler arasından
bâzılarını veba gibi menfûr addetmekten kendilerine bir övünme payı
çıkarmalarındaki çok kaba sunîlikleri veya aldanmala
·
(16)
Locke, aynı eser.
·
(17)
Sprat, Tho, The Hİstory of Royal Society et London for the İmproving of Naturel
Knovvledge (Londres, 1667, Martyn) s. 63.
·
(18)
Sprat, aynı eser, s. 47.
rı
görülebilir. Eğer onlar davalarını güzel bir şekilde desteklemekten başka bir
şey yapmadılarsa, umûmî bir nefrete hedef olmaları gerekmez; öyle ise onlara
lâyık görülen kin ve nefret berikilerin hareket tarzına, şahsî küfürbazhkiarına,
yazılarıyla yaydıkları namussuzluklarına, hülâsa bütün bu çeşit davranışlara
karşı olmalıdır (19)».
«Gayretkeşler
kendileri gibi yapılmasını istiyorlar, yâni bir fikir çok sıkı şekilde
benimsensin ve diğeri yerin dibine batınısın. Onlar bir dîne mensûb olunduğu
halde diğer dinlerin bununla hiçte hissiyata düşmeden tarafsız olarak mukayese
edilmesini ve itizâl edenlere karşı âdil ve insaflı davranılmasını anhyamazlar
(20)».
·
258 — «Af münâkaşalarının
ruhlarda bu kadar şiddetli bir bölünmeye sebep olduğunu görmekten yeteri kadar
üzüntü duymamaya sebep olan şey budur. Her mezhep, menfûr hakâretleri ve dîne
karşı hürmetsizlikleri neşretmeyi öbürünün üstüne atıyor ve husûmeti son
haddine götürüyor. Bununla beraber en süratli bir şekilde karşılıklı olarak
tatbîki gereken tolerans bu çeşitten olan akidelere terettüp etmektedir.
Müsamahasızlık, kendi fikirlerini açık bir şekilde isbatlamış ve zorluklara
net, kesin ve iknâ edici bir tarzda cevâp vermiş olan bir parti için hoş
görülebilir. Fakat meselelere en iyi çözüm yolunu getiremediklerini bunun insan
zekâsı için nüfuzu imkânsız, sırrına eritmesi kâbil olmıyan Allah'ın uçsuz
bucaksız kayıp hazînelerinde mevcut gizli şeyler olduğunu söylemeye mecbûr
kalan, üstelik kendilerinden çok emîn olarak başkalarını tekfîr eden, yurdundan
süren, ipe çeken kimseler,
·
(19)
Bayie, aynı eser, II, 1020 a ve b, Drelincourt.
·
(20)
Bayie, aynı eser, II, 1028 a, Drusius.
(Tarih
şuuru — 23) asla mâzûr
görülmemeye hoş karşılanmamaya lâyık görünüyorlar (21)».
BİR
HEDEFE GİTMEK İÇİN FARKLI YOLLAR ARAYAN YOLCULAR AYNI GAYENİN PEŞİNDE OLAN
ARKADAŞLARDIR :
«Bir
kraliçenin (I. nci Français'nın kız kardeşi Navarre kraliçesi Marguerite de
Vaiois) bizzât saçma olduğuna inandığı fikirler için işkenceye uğrayan
kimselere himâyet vermesi, onları ölümleri için hazırlanan alevlere karşı
garanti edecek bir melce temîn etmesi, yiyeceklerini vermesi, onları sürgün
hayatının sıkıntı ve uygunsuzluklarına karşı suhûlete kavuşturması asla eşi
olmayan kahramanca bir âlicenaplıktır. Bu, hemen hemen hiç kimsenin ulaşamıyacağı
bir rûh ve dehâ yüksekliğinin eseridir. Bu, yolunu şaşırmışların bedbaht
hallerine acımasını bilmek ve aynı zamanda Vicdanlarının içgüdüsüne karşı
onlarda mevcût sadâkata hayran kalıp takdir edebilmektir. Bu, onların
hüsnüniyyetlerine ve umumiyetle hakîkat için gösterdikleri gayrete haklarını
verebilmektir. Bu, onların faraziyede aldanıp, fakat iddia (tez) da, hakikatin
sevilmesini ve onun aşkı uğruna hayâtın şevklerini ve maddî rahatlıkları fedâ
etmeyi emreden fitrî nizâmın ezelî ve ebedî kanunlarına uyduklarını tanımaktır.
Bu,, bir kelime ile aynı şahısta kendisinin kabûi etmediği husûsî hakîkatlara
olan muhâlefeti ile, onun umumiyetle hakîkata karşı olan aşkını yâni doğru
olduğuna inandığı akidelere olan büyük bağlılığı ile açığa vurduğu aşkını
ayırdetmesini bilmektir. Navarre Kraliçesinin yapmayı becerdiği tefrik işte
budur (22)».
·
(21)
Bayie, aynı eser. III, 2598 b, Şynergistes.
·
(22)
Bayie, aynı eser, III, 2058 a ve b, Navarre (Marguerite de Valois, Reine de),
Soeur de François I er.
·
259
— «Hıristiyanlığın temel prensiplerine inandığı halde şaraplı ekmek yeme
âyinine bunu Hıristiyanlığın diğer mezheplerini mahkûm etme alâmeti bulduğu
için katılmayı reddeden bir kimseyi dinsizliğe mahkûm etmek ancak eşya
hakkındaki bilgiler ve sözler hak,kındaki ölçüleri unutan ihtiyar bir
hezeyâncının aklından geçebilir. Daha ileri giderek diyorum ki böyle bir insan
için Hıristiyanlık vasfı reddedilemez (23)».
«Dinsizlik
ithâmı kadar suistimâle uğrayan bir başka ithamın olmadığı münâkaşa götürmez
bir gerçektir. Basit ruhlu bir yığın insan veya suiniyet sahibi kimseler bu yartayı,
kendisini sâdece sağlam bir Metafizikin üstün hakîkatlarına veya Kitabı
Mukaddes'in umûmî akidelerine veren ve onların ifâde edilmesine hasredenlere
yapıştırırlar. Fazla olarak onlar, halka binlerce sefer teklif edilen husûsî
görüş ve akîdeleri kabullenmeye zorlanır. Bu teâmülden kendini çekmeye cesâret
edebilen herkes dinsizdir ve bâzı mütehassıslara inanılacak olursa büyük
kimselerdir (24)».
«İnsan
rûhu İlk intibâlarla o kadar şartlanmıştır ki Allah'a ibâdet husûsundaki
tarafsızlık onun üzerinde bâtıl
19
□
İNSANLIĞIN DİNİ MİRASINDA ASLÎ OLMIYAN UNSURLARIN ESÂSINI ORTAYA ÇIKARMAK BİR
VAZİFEDİR :
·
260
— Milâdî târihin XX. asrının ikinci yarısında batıklaşmış Dünya iki târihî
hâdiseye şâhit olmuştur. Her iki
·
(23)
Bayie, aynı eser, II, 1325 b, Grotiüs.
·
(24)
Bayie, aynı eser, II, 1481 a, Hobbes.
ibâdetten
daha çok şok tesiri husûle getirir. Böylece ona, bir kısım insanların
atalarının dinini, yerine bir başkasını almadan terkettiği söylense öyle bir
kin ve garaza düşer ki, eğer o bunları en üstün dinden en bâtıl, en fena dine
geçtiklerini işitse idi bu kadar dehşete düşmezdi (25)».
si
de insanlığın dînî mîrâsının aslını, ona sonradan ilâve edilen aslî olmıyan
şeylerden temyîz etmeyi âcil ve kaçınılmaz bir vazîfe kılmışlardır.
Bir
tarafta, Batı’nın, kendi tarihinde Yeni Çağ'ın sonlarındanberi perestiş etmekte
olduğu putların sebep olduğu sukûtu hayâl, Batı'yı tekrâr ata yadigârı
Hıristiyanlığın karşısına çıkarmıştır. Batı, bu karşılaşmadan kaçınamaz ve
terkedilmiş dînî mîrâsının karşısındaki durumunun ne olacağını yeniden mülâhaza
etmeye kendini zorlamış hissetmeden geçip gidemez. Aynı zamanda modern Batı
teknolojisinin gerçekleştirdiği «Mesâfenin İmhası» da dünyâda mevcût üstün
dinler arasında eskiye nazaran çok daha sıkı olan bir temâs husûle getirmiştir.
Bu daha direk olan temaslar münâsebetleri çok daha samimî kılmaktadırlar.
Zamânımızda her bîr üstün din müntesiblerinin kendi atalarından kalan dinlerini
çağdaş dinlerle mukâyese ederek inceleyebilmek için diğer dinlen de yeteri
kadar tanıyacakları bir safhaya ulaşacaklarını şimdiden tahmîn etmek mümkündür.
Bu sâyede onlar kendi dinlerine yeni gözlerle atfı nazar edebilme fırsatı elde
edecekler. Bu durum, Batı Hıristiyânhğı çerçevesinde, eskiden birbirine rakîp
durumunda olan muhtelif Hıristiyan mezhepleri arasındaki münâsebetlerde hâsıl
olmuştur. Protestan ve Katolik mezhepleri karşılıklı alışverişlerle
zenginleşmekte ve Batı Hıristiyan mezheplerinden herhangi birinin dâiresinde
yetişmiş olan Hıristiyanlar ferd olarak İntîsâb edecek
·
(25) Bayie, aynı
eser, I, 69 b, Acosta.
lerî
mezhebi daha sonra müddeti hayatlarında kendi arzularıyla seçmektedirler.
Protestanlık, ve Katolik arasındaki münâsebetlerde husule gelen bu değişme,
mezkûr iki mezhepten birini ferden seçmedeki bu yeni İmkân Hıristiyanlık,
Yahudilik, İslâmiyet, Mecusîlik, Hindûluk ve Budistlik arasında vukûa gelecek
şeyi haber vermektedir. Nitekim, öyle geliyor ki, Dünyâ’da mevçût üstün dinler
şimdi bir kere daha geçmişteki, bir, sözde cihâhşümûl olan ve tam olarak bütün
dünyâya şâmil bir cemiyetin ilk, numunesini teşkil eden imparatorluklar
dâhilinde kendilerinin ve seleflerinin mâruz kaldıkları aynı hassâs ve mukâyeseli
imtihânı vermeleri gerekmektedir.
·
261 — Böylece cemiyetimizde
ve asrımızda İnsanlığın dînî mîrâsı içerisinden hakikat tanesini seçip çıkarmak
vazifesi sosyal ve mânevî şartların iktiranıyla bize tahmil edilmiş durumda.
Fakat bu şartlar tek değildir ve bu vazife asrımıza ait bir istisnâ değildir.
Bu, her devirde üstün dinlerin mensûblarına terettüb eden ebedî bir mecbûriyettir.
«Reform», Hıristiyanlığın Batı dalının tarihinde Yeni Çağ'ın başında olup
bitmiş bir hâdise değildir. Bu, her zaman her bir dînin karşısına çıkan
mütemâdî bir tehdittir ve hiçbiri vazifesini ihmâl etmedikçe bunu
biimemezlikten gelemez.
Bütün'
üstün dinlerin gelişmesinde tecdîd vazîfesi mütemâdî olarak yenilenir. Çünkü
târihî hasatları saf dâne değildir. Üstün dinlerin her birisinin mîrâsında iki
çeşit unsurun mevcûdiyetinin şuuruna sahibiz. Bîr tarafta tebligat ve aslî
hakîkatlar var, diğer tarafta âdetler ve aslî olmıyan kaziyeler var.
Emirler
ve aslî hakikatler, günümüze kadar insanlığın geçirdiği tecrübelerin siyah
camlarının müsâadesi nisbetinde görebildiğimiz kadar uzak her yer ve zamanda mûteberdirler.
Hiç bir üstün dînin henüz zuhûr etmediği devirlerdeki dinlerin târihlerini
inceliyecek olursak ne kadar zayıf bile olsa tâ o zamanlarda bile bu emir ve
hakîkatların parlamakta olduğunu görürüz. Ve eğer üstün dinlerin ortadan
kalktığı ve fakat insanlığın yaşamaya devam ettiği müstakbel bir dünya tahayyül
edebilseydik, aynı aslî teblîğat ve aynı hakîkatlann mâzîde olduğu gibi yolunu
aydınlatıp, gidişine rehberlik etmeden beşer hayatının akışına. devam
edebileceğini tahayyül etmek imkânsız olacaktı. Filhakika üstün dinlere
mezcolmuş bulunan bu emîr ve hakîkatlar bizzât onlar kadar uzun ömürlü olacağ
benziyor. Hattâ onlar, seyahatimiz müddetince bize «gündüz bir bulut sütunu,
gece ise bir ışık sütunu olarak» (1) refakat eden —öyle bir refâkat kî onsuz
insanlık, İnsanî olmayacaktı— manevî bir mevcûdiyetin tanıtıcıları olmak mânasında
beşer neviyle yaşıt gözüküyorlar.
·
262 — Bu faraziyât bizi
târihî mâlûmâtımızın sınırları ötesine sürüklemektedir ve bu malûmatlar da şu
manevî aydınlığın bize nasıi vâsıl olduğunu —veyâ bizim ona nasıl ulaştığımızı—
bize açıklamıyorlar. Şurası muhakkak ki o, ister keşifle,, ister sezgiyle veya
iihâmla bize gelsin, ister devamlı, ister geçici olsun, onun bütün üstün
dinlerde parladığı târihî bir gerçektir. Ve yine şurası da muhakkak ki gayri
ârîzî olan bu ışık dinlerin târihî muvaffakiyetlerinin yegâne sebebini teşkîl
etmektedir. Üstün dinlerin nâil olduğu hâkimiyet kadar uzun bir hâkimiyete —ve
sayıca onlarınki kadar kalabalık bir müntesib gurubuna— günümüze kadar gelip
geçmiş hiç bir müessese nâil olamamıştır. Bu hâkimiyet, onların, İnsanın içinde
yaşadığı esrarengiz âlemde mevcût mânevî huzurla münâsebetleri üzerine insan
için tuttuğu ışığa borçludur. Bu huzurla in
li)
Çıkış, XIII, 2122,
san,
.kendinden daha büyük, Beşerî Tabiatla ve diğer hâdiselerin hepsiyle tezât
arzeden gayri maddî bir şeyle karşılaştı ki bu, Mutlak Hakikattir. İnsanın
idrak ettiği bu Mutlak Hakikat, onun susadığı «Mutlak Hayır» dır. İnsan Bu'nun
sâdece şuurunda olmaya değil, fakat Bu’nunla muhabere etmeye ve Bu’nunla ahenk
içinde olmaya muhtaç durumdadır. Onun yaşamak zorunda olduğu dünyâda kendini
gönlüne göre hissedebileceği tek ahval budur.
«Dünyâya
gelen her insanı aydınlatan gerçek nûr (2)» iste budur. Üstün dinler bu nuru
taşırlar. Fakat aynı zamanda bu üstün dinler târihî müesseslerdir; onlar Zaman
ve Mekân içerisinde seyâhatta bulundular ve mihraklarının her an ve noktasında
beşer hayâtının maddî ve mahallî şartlarına rasladılar. Her ne kadar üstün
dinler daha eski dinlere, çağdaşlarına ve dünyevî medeniyetlere tesîr İcrâ etti
ise de onlar da maddî medeniyetlerin tesirine mârûz kaldılar. Birbirlerine
tesîr icrâ ettiler. Kendinden önceki dinlerden müteessir oldular. Alınan bu
tesîrlerin hepsi onlar üzerinde kendi ilâve damgalarını vurdular. Bu kolayca
ispat edebileceğimiz bîr gerçektir. Çünkü bir tarihçi, bu ilâvelerin kaynağına
kadar çıkıp pekçok durumlarda onların, mevzûbahs dînin muhtevasında mündemiç
emîrlere ve aslî hakîkatlerine yabancı olduğunu gösterebilir. Yine o, dindeki
bu ilâvenin dînin geçmiş târihî boyunca târihî olaylar akabinde kendiliğinden
girdiğini gösterebilir.
·
263 — Bu ârizî ilâveler,
üstün bir dînin ezelî ve cihânşümül hakikatlerini târihinin belli bir
safhasında, belli bir cemiyetin fertlerine teblîğ etmesi için ödemek zorunda
kaldığı fiattır. Biz bunu Hıristiyanlığın ananevî tâbiriyle
·
(2) Yuhanna, 1,
9. şöyle
İfâde edebiliriz: «Hz. İsa'nın kendini çarmıha terkederek insanları
kurtarmasının fiatı tecessüd (yâni tanrının Hz. İsâ şeklinde ceset girmesi)
dir. Tersine olarak,, aynı şeyi XX. asrın carî tâbiriyle şöyle ifâde
edebiliriz: «Eğer ebedî ses bugünkü dinleyicinin elindeki alıcıya uyan aynı
«dalga uzunluğuanu ihtiyar etmeseydi tebliğinden haberdâr ■ olunamıyacakti.
Fakat teblîğ, alınabilmesi İçin belli bir ölçüede asliyetini kaybedecek, çünkü
ezelî ve cihanşümul bir hakikat mahallî ve muvakkat olanın tâbirâtmca ifâdeye
dökülmektedir. Her hâl u kârda, tebliğ, rnüsbet olarak asliyetini kaybetmese
bile, bizâtihî sınırsız olan muhtevasının ebedî ve cihânşümûl olmıyan tâbîrâtla
zabtedilmiş olması sebebiyle tahdit edilmiş olacak ve böylece en azından menfî
bir mânada asliyetini kaybedecek. Eğer üstün bir dînin özü muvakkat ve mahallî
olan şartlarla âhenk teşkil ederek onlarla uyuşmasaydı kendisine kulak veren
hiç bir kimseyi bulamıyacaktı. Çünkü her bir beşer cemiyetinde —ebedî ve
cihânşümûl olan— tebligat ve hakâkatler Hz. Adem ve Havvânm ilim ağacının
meyvesinden tattıkları vakit çıplaklıklarını örttükleri— mahallî ve muvakkat
olan bu «kültür tiplerinden» birinin rengine bürünmüştür. Diğer taraftan üstün
bir din, Târihin akışıyla başka zaman ve mekânlarda sosyal hayâtın yeni
sahnelerine götürüldüğü vakit, muhtevasının tonunu değiştirmede acz gösterir
(veya bunu yapmayı reddederse) onun, hükmü geçmiş sosyal bir muhite fevkalâde
şekilde uymuş olması, yeni sosyal muhitte daha çok âhenksizliğe uğramasına
sebep olacaktır. Halbûkî hiçbir mahallî ilâve olmaksızın aslî hâliyle bu yeni
muhîte takdim edilseydi ona intibakta daha az müşkîlâtla karşılaşırdı.
Tipik
bir misal, Batılı Hıristiyan misyonerlerinin Okyanusların bütün kıyılarına
çıktıkları Yeni Çağ'da Batık ve Hıristiyân olmıyanlara Hıristiyanlığın tebliğ
edildiği sıroda içinde bulunduğu libastır. Bu Hıristiyan misyonerleri tebliğde
bulundukları cemiyetin ecdâddan kalma libâsını giydirmek için Hıristiyanlıktan
—mahallî ve muvakkat olan— Batılı libası çıkarmahmıydılar? Yoksa Hıristiyanlığı
kendi ecdâdlanndan kalma medeniyetin bir parçası, fiilen Batı Adamının kabîlevî
dîni olarak takdîm mİ etmeliydiler? Bu suâl XVII. asırda «İsâ Cemâati (La
Compagnie de Jesu Cezvitler) ile
Fransisken ve Dominiken gruplan arasında çetin münâkaşalara sebep oldu.
Cezvitler,. bu yabancı diyarlardaki tebliğlerinde Hıristiyanlığı Batılı
ilâvelerden tecrîd etmeye çalışıyorlardı. Bundan maksatları da hitâbettikleri
gayri Hıristiyân dinleyicilerin Hıristiyâniığın esâslarını daha kolay benimsemelerini
temin etmekti, Aksi takdirde onlardan tamâmen mahallî, muvakkat ve Batılı olan
şeylerin de kabûl edilmesi istenmiş olacaktı. XVil. asırm bu «Mezhebler
,Savaşı»nda Cezvitler mağlûp çıktı fakat bunu takip eden iki yüz elli yıllık
tecrübe gitgide muknî bir şekilde gösterdi kî onlar kalburu, azimle kullanmakta
gösterdikleri yiğitlik kadar gerçeği görmüşlerdi.
·
264 — Cezvit misyonerleri
Hıristiyanlığın .esâsları ile Batının ona ilâve ettiği unsurlar arasında bir
tefrîk yapmayı denemek sûretiyîe kendilerine has bir anlayış ve büyük bir
cesâretie hareket etmişlerdir. Vatikan'a gelince o da, katolik misyonerleri
arasında o esnada münâkaşa mevzûu olan farklı iki politikadan daha az mâcerâcı
olanı lehine hükmettiği vakit pek o kadar muğlak veya müstebid bir tarzda
hareket etmemişti. O kilise otoritelerine has bir tutumla hareket ediyordu.
Çünkü dinin esâsı ile sonradan ilâve edilen fürûâtı arasında tefrîk yapmak
kilise otoritelerinin her zaman ve mekânda kabûle az müheyya oldukları bir
mesele idi.
Bu
davranış yıkıcı neticelere sebep oldu. Çünkü bu, bizâtihî yanlış bir
davranıştır. Biz bu yanlışın sebeplerini araştırmadıkça onu tashih etmeye
başlamaya kendimizi yeterli göremeyiz. Aslında bu sebepler pek o kadar karanlık
da değildir. Kötülüğün sebebi bizzât din değildir. Ve o, mesulleri kilise
otoriteleri bulunan dîni müesseselere de has değildir. Bu diğer ismi
«bencillik» olan «Aslî Günâh» m bir tezahürüdür. Bu günâh kendini empoze etmek
İçin —her yerde ve her zaman— fırsat kollamak üzere pusudadır. Ona en güzel
fırsatlardan biri yaşamak için Insan'ın müesseselere olan ihtiyâcı tarafından
bahşedilmiş oldu.
Daha
önce de gördüğümüz üzere (3) müesseseler insana sosyal ihtiyâçlarınn tatmîn
etme imkânı tanır. İnsan bu ihtiyaçlarını sert ferdî temaslarının dar sahasında
asla tatmîn edemez. Bununla beraber, beşer târihinin trajik tecrübesi
gösteriyor ki insan gücünün müesseseler İcâdıyle yetişeceği sâha içerisine
konan imkânlar ona çok pahalıya mâl olmuştur. Kemiyette kazandığının değeri
kalitede bir kayıp olmuştur. Çünkü eğer müesseseler icâbı olan münâsebetler,
müesseselerin cemiyet hâlinde toplayabildiği ruhlar sayısınca ferdî
münâsebetleri çok fazla aşsa da her bir beşerî tecrübe, müesseseler icâbı olan
münâsebetlerin, mükemmel şekliyle tezahür eden ferdî münâsebetlerle manevî
değer yönünden aslâ mukâyese kabûl edemiyeceğine şehâdet eder. Her iki
şekildeki münâsebetlerde başarısızlık insan tabiatındaki fıtrî bencillikte yer
alan benzer sebepten ileri gelmektedir. Fakat «bizcilik» e saplanan bir ruh bu
birinci çoğul şahısla ifâdesini bulan bencillik! «diğergamlık» zannederek
kendini aldatabilir. Halbuki «Emâniyebe saplanan bir kimse birinci teki! şahıs
olan bu bencilliğin mâsum olduğuna dâir kendini pek o kadar kolay ikna edemez.
·
(3) Bkz. VIII.
Makale, s. 112113.
·
265 — Hangi çeşitten olursa
olsun her bir müessesenin zâti marazlarından biri ona intisâb eden varlıkların
önce putlaştırmaya tab'an mütemâyil olmalarıdır. Bir müessesenin gerçek
vazîfesi âmmenin saadetine vâsıta , ve yardımcı olmaktır. Hak.îkat1 halde o, tâzîm
edilecek bir put değil, harcanmaya mahsus bîr akçedir. Bununla beraber o,
müntesiplerinin kalbinde kendine ait bir gâye olabilecek durumdadır. Öyle bir
gâye ki insanoğlunun saadeti hem ona bağlanmış ve eğer müessesenin saadeti için
zarûrî ise ona fedâ da edilmiştir. Her bir müessesenin mesûliyetkâr idarecisi
esâs vazifesinin, uhdesine aldığı müessesenin varlığını garanti etmek olduğuna
düşünmeye mütemayildir. Bu ise ahlâkî bir hatâdır. Kilise mensupları şahsen
müstesna günâhkârlar olmamalarına rağmen bu konuda çok günâh İşlediler.
Onlardan çoğu beşerî suçluluğun vasat derecesinin altına inmediler fakat çok
üstüne çıktılar. Eğer onlar vâsıtaya gâye olarak yapışmak iğvâsına kapıldılar
ve bu yolda çok ileri gittilerse bunun sebebini onların karakterinde değil,
vazifelerinde aramak gerekir. Buraya kadar bilinen bütün müesseseler arasında
Kiliseler tesirleri en yaygın ve ömrü en uzun olan müessesedir. Müesseseler
olarak elde ettikleri müstesnâ başarılar, onların müessese vasıflarını resmî
idârecileri nazarında fevkalâde büyütmüştür.
Üstün
bir dînîn gerçek gâyesi, rûhânî teblîği ve özünü teşkil eden hakikatleri mümkün
mertebe çok sayıdaki ruhlara duyurmaktır. Tâ ki bu ruhlardan her biri sonunda
insanın gerçek gayesini ifâ etmeye muktedir olsun, îhsan’ın gerçek gayesi
Allah'a hamdü senâ etmek ve dâima /ondan istifâde etmektir. Eğer Kilise
otoriteleri politikalarının hudutlarını tâyinde mensup oldukları dînin bu
hakîkî gayesinden mülhem olsalardı muhtelif farklılıklar arzeden muhataplarının
anlayabilmesi gâyesiyle hiç değişmeyen esâs tebliğlerini dâimâ çeşitli
firekansdaki dalga uzunluklarına göre ayarlarlarda Böyle yapacak yerde onlar
kiliselerini muhafaza etmeyi esâs gaye yaptılar ve bu mülâhaza onları dînî
mîraslarını bölünmez bir bütün olarak ele almaya itti. Binnetîce, bu mîras
içerisinde bulunan arızî ilâveler de aynen esârâtı dîniyye gibi «Mukaddes ve
Dokunulmazlık» kabûl edildi. İki korku bu tutumu benimsemeye onları tahrîk
etmektedir. Onlar en zayıf kardeşleri dinden çıkarmaktan korkuyorlar (4) diğer taraftan
da eğer mîrasın muhtevasından bilinen herhangi bir unsurun muvakkat ve mahallî
olduğunu ve binnetîce ondan vazgeçebileceklerini kabûl ettikleri takdîrde
bilâhare aslî olanla tâlî olan arasında bir hudut çizemeyeceklerinden ve
dolâyısiyle bütün esâsâtın da kaybolacağından korkuyorlar.
·
266 — Böyle bir siyâset
sâdece yanlış değil, aynı zamanda bir psikoloji hatası ve bir idâre yanlışıdır.
Bu bir psikoloji hatasıdır; Çünkü o„ kilise otoritelerinin muhafaza etmeye
çalıştıkları esâsâtı dîniyye, arızî ilâvelerinden ve müesseselerin bağladığı
sargılardan temizlendiği takdirde kalb ve ruhların sevgisini muhafaza edecek
güce sahip olmadığı düşüncesini tazammün eder. Bu prensibin hatası, bir çok
defâlar hâdiselerle isbât edilmiştir. Bir tefrik getirme hususunda otoritelerin
nefreti, kendi cemaatlerindeki en kuvvetli fertleri, artık tahammül edilmez
telâkki ettikleri ilâvelere «esâsât» sevgisi uğruna alışmaya icbâr etmenin
tesirini istihsâl edemedi. Tacking (bu çârenin parlamento siyâsetinde dendiği
gibi), zoru tatbîk etmeyi bir deneme teşebbüsüdür. Ve zor dâima netîcede gâyesinin
hilâfında hedefe ulaşır. Zor, ister siyâsî, ister İktisadî, ister manevî sâhâya
tatbîk edilsin dâimâ gâyenin ter
·
(4) Bkz. Rom.
XIV, 1 cor., VIII.
sine
işler. O her şeyden önce bir intihardır. Bir cemâat farzedelim ki, imamları bu
cemaata dinin esaslarından istifâde etmeye bir şartla müsâde etmekdir. O, şart
da dine sonradan dâhil edilen talî, zamanın şartlarına uymayan ve yabancı
menşeli adâbı kabul etmektir. Böyle bir durumda mezkûr cemâatin esâsâtı
terketme pahasına da oisa er geç bu talî adabı reddedeceği muhakkaktır. O,
tâlî olanlar karşısındaki davranışlarında kendini riyakârlık ve sahtelik
içerisinde gördüğü takdirde esâsâttan katiyyen istifâde edemiyeceğini
hissedecektir. Toptancı bir kilise siyâsetinin mahzurları, mukabil tefrik edici
bir siyâsetin iyilikleri, Batı Hıristiyan kilisesinin tarihinden alınacak
misallerle gösterilebilirler.
143839
yıllarında Floransa'da Ortodoks doğu kiliseleriyle, Batı Roma kilisesinin
aralarında bir birlik bir uzlaşma imkânlarını müzâkere etmek maksadıyla
toplanmış olan konsülde toplantıya katılan batılı kilise mensuplan tarafından
bir tefrik prensibi ciddiyetle benimsendi. Onlar birliğin ön şartları olarak
akîdede batı kilisesine uygunluk ve Roma Kilisesinin üstünlüğünün kabûlünü
istemişlerdi. Bu iki şartın yerine getirilmesinde de direniyorlardı. Bunu kabul
ettikleri takdirde ibâdetler hususunda kendilerine fevkalâde bir hürriyet
tanımaya hazır gözüküyorlardı. Meselâ; onlar kendi ananevi ibâdet tarzlarını
aynen muhafaza edip, kendi dillerindeyapabileceklerdi. Papazlar da bu gelenek,
âdet ve alışkanlıklara aynen uyacaktı. Bu uyanık siyâset birinci plandaki
gâyesine ulaşmadı. O devirde doğulu milletler kendi mümessillerinin imzalarını
reddettiler. Yunanlılar, Roma kilisesine dînî bağlılık yerine nazarlarında
bundan daha az zararlı olan OsmanlI İmparatorluğuna siyâsî itâatı tercîh
ettiler. Fakat bu peşin mağlûbiyet Vatikan'ı 14381439 yıllarında sunmuş olduğu
birleşme şeklinden ebediyyen vazgeçmeye zorlamadı. O tarihten bu yana geçmiş
olan beş asır boyunda, bu uyanık hürriyetçi siyâsetin netîcesi Roma iie pek çok
birlikçi kiliselerin anlaşmaya gitmeleri olmuştur kİ, bunlar sâdece doğu
ortodoks Hıristiyanlığına değil, aynı zamanda Monotelit, Monofitit ve Nastûrî
cemâatlerine de mensupturlar.
·
267 — Kilise tarihinin bu
safhası mânîdârdır. Zirâ bu halde bir kısım mühim semereleri veren tâvizler pek
o kadar ciddî şeyler değildi. 1439’da Floransa şehrinde Roma kilisesi
Hıristiyanlığın özü ile tâlî prensipleri arasına bir hat tayin etmemiş, fakat
sâdece bir kısım tâlî prensiplerle diğer ikinci derecedeki bâzı meseleler
arasına bir hat çekmişti. Roma kilisesinin üstünlüğü gayrİ katolik
Hıristiyanlar nazarında aklî bir prensip teşkîl etmez. Kezâ ananevî Hıristiyanlık
akidesinin büyük bir kısmı da çoklarının nazarında böyledir. Tâlî hususlardan
addedilir. Böylece aşırı titizlik içerisine düşmüş olan Roma kilisesi meselenin
bam teline dokunmamış oluyordu. Her hâlukârda bu asgarî uyuşma küçümsenmiyecek
sayıda bir kısım farklı kiliselerin sonunda Roma kilisesi ile birleşmesini
netîce verdi.
Katolik
kilisesinin XV. asırdanberi Batılı olmıyan diğer Hıristiyan kiliseleriyle olan
münâsebetlerinde tâkip ettiği oldukça mâkûl liberalist davranışıyla, yine aynı
kilise —ve ekserî proteston kiliseleri— tarafından son îkiyüz elli yıl boyunca
Yeni Çağ'ın sonunda ortaya konan tecrûbî ilimlere karşı açtıkları harpte
takındıkları amansız tavır arasında melankolik bir tezat var. Bu harpte
takınılan muhâlif tavırların büyük kısmı Hıristiyanlığın rûhundan ziyâde
1439’da verilen tâvizlerle alâkadardı. Bunların hemen hemen hepsi de sonradan
katılan ve XVII. asırda, İlmî hareket başladığı zaman Batı Hıristiyanlığını
doldurmuş bulunan ârizî ilâve ve bid'atlardı. Batı düşüncesinin üstadlarından
çoğunun kendi ananevi geleneklerine karşı ortaya çıkan müteakip ığbırâr ve
nefretleri Yeni Çağ’ın nihâyetinde Batının büyük trajedisini teşkil etmiştir.
XX. asırda, dârî hayâta ilham kaynağı olan idealler kömânizm tarafından tehdit
edilince, rûhlarda daha önce dîne karşı ortaya çıkan bu soğukluk kendisini
Batı’nın en ciddî mânevi zaafı olarak ortaya koydu. Bu mânevi çözülmenin meşûm
ve makus neticeleri mevzuubahs oldukta kilise otoritelerinin mesuliyeti,
tecrübî olmıyan her şeyi inkâr eden agnostiklerle her çeşit ulûhiyet ve
mânevyâtı inkâr eden dinsiz «ate» terden daha büyüktür.
·
268 — Kilise otoritelerinin
mesuliyet payı hepsinden büyüktür. Çünkü onların gerçek vazifeleri dînî
mîrâsa durmadan girip yığılmakta olan bıd'atları seçip reddetmekten
ibâretti.
Geride
kalan sayfalarımızda dâimî ve cihânşümûl olan şeyin her zaman ve her yerde
mahallî ve muvakkat olan ifâdeye tercümesi zarûretinden bahsettik. Aksi
takdirde o şey şurada mevcut şimdiki insanlar tarafından kavranamaz. Fakat biz
şu husûsu dâimâ nazardan kaçırmamak zorundayız. Bu cinsten olan her tercüme
kaçınılmaz bir şekilde nâkıs ve gerçek olmıyan bir tercümedir. Bİnnetîce ifâde
ettiği mânalar kesin değil, ihtimâlidir. Geçerliliği devâmlı değil, muvakkattir
(5). Eğer eldeki nâkıs tercümeyi yeniden gözden geçirmek gibi âcil ve mütemâdî
olan bir vazîfe ihmâl edilirse cezâ olarak bir dînin esâsâtından teşâub eden
nûr, beşerî rûhlara bid’atların ve sonradan yapılan ilâvelerin kesif perdesiyle
gizlenmiş olacaktır.
Bu
mutlaka husûle gelecek. Zirâ muayyen bir İçtimaî
·
(5) Bkz. bölüm.
Ix, s. 127 ve 131133.
muhitin
lisânına yapılan bir tercüme, bir dinin esâsım ana dili farklı bir lehçe olan
farklı bir içtimâi muhitte kavranabilir hâle koyar. Bu tez herhangi bir lisânın
bir dînî tâlimin tebliğ vâsıtası olarak kullanılışı ile isbâtlanabilir. Mîiâdî
I. asırda ahdi cedîd nüshalarının devrin carî Yunancası olan «Koîne» lisânında
intişâr etmesi onlara bîr cihette Hindistan, diğer cihette İngiltere ve
Filistin gibi uzak diyarlarda okuyucu bulma imkânı veriyordu. Halbuki bizim XX.
asır Batı Dünyâmızda «Benim için bu Yunancadır» tabiri «Ben onu anlıyabilirim»
mânasına değil, bilâkis «Ben onu anlaşılmaz buluyorum» mânasına gelmektedir. O
devirde dîni teblîğ için nakil vâsıtası olan aynı araç günümüzde bu vasfını
tamâmen kaybetmiştir. Göze âit muhâberât vâsıtaları tâbirâtıyla biz aynı şeyi şöyle
söyllyerek de ifâde edebileceğiz; «Bir kimsenin gözlüğü komşusu için atlara
takılan meşin gözlük,hükmündedir».
·
269 — Böylece iyiyi kötüden
ayırmak bize daimi bir vazife olmaktadır. Bunun îfâsı ise her zaman için zarurî
olduğu kadar da muhataralıdır. Bu vazîfe tehlîkeü olduğu için umumiyetle kilise
otoritelerini ifâya teşübbüsten kaçırıyor, geriletiyor. Şurası muhakkak ki her
din, târihinin her safhasında aslî unsurlarla bunlara sonradan ilâve edilen
ârizî talî kısımlardan teşekkül eder. Bu iki kısım rnuhtevâları, değerleri ve
dînin müntesipleri tarafından anlaşılmak zorunda oldukları tarzla birbirinden
farklılıklar arzederler. Üstelik bu mürekkep bünyeyi ameliyâta tâbî tutup aslî
unsurlardan ilâve kısımları net ve bariz bir şekilde ayırmakta muhtemelen zor
olacaktır.
Bu
vazîfenin îfâsına girişen ilâhiyâtçı, astronom ve tarihçiyle paylaşacağı bir
ahvalde bulunmaktadır. Beşerî bir rasatçı nirengi noktalarını rasat ettiği
cismin hâricinde yer alan sâbit bir noktadan tesbît edecek durumda değildir.
Yıldızlara ait sahâyı incelemeye ve anlamaya ça
hşan
astronom fikrî çalışmalarını bir eğer üzerinde yapmak zorundadır. Zira bizzat
kendisi incelemeye gayret ettiği olayların bölünmez bir parçasını teşkîl eden
bir galaksi içerisinde seyâhat etmekte olan bir yıldızın etrafında dönen bir
seyyareye atılmış bir dizgini tutarak durmaksızın yol almaktadır. Tarihçiye
gelince; o da beşer târihînin akmakta olduğu zaman nehrinin kaynağına ulaşan
kıyıların bir haritasını çıkarmaya çalışırken durmaksızın mansab kıyılarına doğru
ilerlemektedir. Ve dikkatini üzerine teksîf ettiği her bir husûsî mevkîde bile
kendi hareketinden dolayı, birbirinden farklı görünüşler arzeden muhtelif
manzaraların ard arda geçtiğini görecek. Bu mevkiler aslında onun gördükleri
çeşitliliğe paralel değişikliklere mârûz kalmaz. Fakat tarihçinin seyâhat
etmekte olduğu mansaba giden kıyı devamlı sağa sola kıvrıntılar yapmaktadır.
Akıntının hızı da durmaksızın değişmekte bozan daha hızlı bir dalga, bazan daha
yavaş bîr gidiş, birbirini takip etmektedir. Bu değişmelerin her birinde kaynak
cihetindeki manzaralar tarihçinin nazarına yine bir açıdan kendilerini
arzetmektedir. İlâhiyatçı da bir dînî mîrâsın özünden ona sonradan ilâve edilen
ârizî kısımları ayırmak istediği zaman benzeri bir çıkmaz içinde kalır.
·
270 — Geride bırakılmış
zaman ve mekânların muvakkat ve mahallî lisanlarına tercüme ediimiş olan bir
dinin özünü, tercüme hatalarından tasîh etmeyi denerken O, kendi noktai
nazarını kaçınılmaz bir şekilde tâyin eden içinde bulunduğu bu günkü zaman ve
makâmm kendisini hatalı bir tercüme yapmaya mütemadiyen zorladıklarını nazara
almayı aslâ ihmâl etmemesi gerekir. Onun için tercümesi sırasında yaptığı kendi
hatalarını tashîh etmek, seleflerinin hatâlarını tashîhden çok daha zordur.
İlâhiyatçının
karşısına çıkan bir diğer zorluk daha var. Bu zorluk dînin esâsâtmdan
ayıklamak, istediği ilâvelerin karakter ve fonksiyonlarında mevcut olan
birbirine zıt vasıflardan ileri gelmektedir. Zira daha önce bir kimse için
ışığı önleyen meşin hayvan gözlüğü durumunda olduğunu söylediğimiz bu ilâveler
bir başkası için ışığın geçmesini sağlayan büyültücü bir cam durumundadır.
Gerçr büyütecin meşin bir hayvan gözlüğüne inkılâbı nadiren çabuk olan bir
tahavvüldür. Bu, normal olarak, o kadar yavaş bir istihaledir ki değişmenin vukûa
geldiği bir anr vahidi teşhîse çalışmak tamamen sunî ve ferdî bir davranış
olur. Bu durum, binnetîce esâsâttan ilâveleri ayırmaya gayret etme vazîfesini
çok hassâs ve. muhâtaralı bir hâle sokar.
İlâhiyâtçının
tenkîdine terettüb eden dini ebâtıldan tasfiye ameîiyesi aslında bir soğanı
ayıklamak veya bir resim tablosunu temizlemekten daha muhâtaralıdır. Siz bir
soğanı kabuğuyla beraber içini de attığınızı farkedinceve kadar soyma
ameliyesine devâm edebilirsiniz. Kezâ bir resim tablosunu da birbirini takip
eden vernik sıvaları ve boya tabakalarını, elinizdeki tuâl çırılçıplak
kalıncaya kadar kaldırmaya devâm edebilirsiniz. Bu her iki amelîyede sizin
çalışmayı daha ileri götürmeniz ihtimâli çok azdır. Ayrıca çalışmanın her
durumunda ve her safhasında ayıklama ve temizleme işini kendi aleyhinize olarak
yapmaktasınız. Bununla beraber eğer sîz bu tehlîkeler sebebiyle soğanınızı
ayıklamaktan imtinâ ederseniz önünüzde yiyebileceğiniz bir soğan
bulunmayacaktır. Keza, resim tablonuzu temizlemeyi denemekten İmtinâ ederseniz
ne kendi zevkiniz ne de diğer enzârı beşer için bugün için vernik bir sıva İle
örtülü olan değerli bir sanatkârın yapmış olduğu bu şahâseri ortaya
çıkaramıyacaksınız.
Psişenin
vazifesini îfâda karşılaşacağı kaçınılmaz zorluklar nazarı itibâra alındıktan
kilise otoritelerini, bu çalışmaya girişmekteki soğukluklarından dolayı,
kınamak oldukça cüretkarâne olacaktır. Bir kısım ıslâh ve tâmiratın kaçınılmaz
bir zaruret olduğu herkesçe malumdur. Cüretkâr bir ıslahatçı için en münâsip
ıslâhat da asrının başlıca üstün dinlerinde esâsâttan ilâveleri ayıklamak gibi
tehlikeli bir işe teşebbüs ederek kendi tezini kendi aleyhine olarak tahkîk
etmekten İbarettir. Onun işliyeceği hatâlar, ilâhiyatçılara istedikleri
takdirde bu sâhâda ihtiyâtlı olmanın pervâsız davranmaktan çok daha iyi
olacağını beyân etme fırsatını vermiş olacaktır.
·
271 — Eğer sahte tahlilci
Hinâyâna'nın da olduğu gibi, dîne doğru yaptığı istihale ile hidâyetteki
felsefî vasfını terkettiğini kabûi ederse XX. asırda nazarı itibâra alınması
gereken en az yedi tâne üstün din vardır. Bunlardan üç tanesi Budizm asıllıdır.
Seylân ve GüneyDoğu Asya'da yayılmış olan hinâyâna Budizmi, Moğolistan ve
Tibet'i içine alan Uzak Doğu'nun
Mahâyâna Budizmi ve Hindistan’ın Budizm sonrası Hinduizmi. Üç tânesi de Musevî
asıllıdır: Yahûdîlik, Hıristiyanlık ve İslâm. Bunlardan başka bir de İran'ın
Güney Doğusu ile Batı Hindistan’da yer
alan Mecûsîlik var. Bu dînîn bir taraftan Yahûdîlik, diğer taraftan da Budizm
öncesi Hinduizm ile târihî münâsebetleri ne olursa olsun, kendisi espiri ve
perspektif bakımından tevîl götürmez bir şekilde Mûsevî bir dindir. İster üstün
dinlerin esâsatını teşhîs etmeye, isterse bilâhare bunların bir kısmından
günümüzde hâlâ esâsâtla beraber mütâlaa edilen muahhar ilâveleri tasfiye etmeye
teşebbüs ettiğimiz zaman bu yedi dini de berâberce hatırda tutmamız
gerekmektedir.
Bu
yedi din tarafından aynı tarzda teblîğ edilen aslî hakîkatlar ve aslî teblîgâtı
ele alarak işe başlayalım.
Bîr
kere bunların hepsi müşâhedemize çarpan hâdiselerin kendi kendilerine izâh
edilemiyeceğini söylemekte müttefiktirler. Bu olaylar, gerisi bize meçhûl ve
karanlık kalan bir âlemin bir parçasıdırlar ve tamâmını açıklayabilecek anahtar
da bizim anlayamadığımız veya kavrayamadığımız kısımda saklıdır. Böylece içinde
yaşadığımız âlem esrarengizdir.
Bu
esrarengiz âlemde insanın emîn olabileceği bir şey vardır. İnsanın bizzat
kendisi kâinatın en büyük rnânevî varlığı değildir. O, kâinatı parça hâlinde
kavrayabilir, zayıf bir şekilde kontrol edebilir ve bunu yapanın kendisi
olmadığı da pek zâhirdir. Kâinât içerisinde onun zâtî varlığı bile irâdesi
dışında cereyan eden bir hâdisedir. Dünyâya gelişi kendi arzusunun veya her
hangi bir fiilinin eseri değildir.
Kâinâtta
mânevi yönden insandan daha büyük bir mevcudiyet var. Bu mevcûdiyet ne bir
kısım hâdiselerde ne de onların tamâmında mündemiçtir.
Bilgi,
ihsan hayâtında, bizzat kendisi için talep edilen bir gâye değil, aksiyon için
bîr vâsıtadır. Hakîkatlann bilinmesi beşerî gayretleri hedefine götüren
aksiyona rehber olabildiği ölçüde kıymetlidir. Meselâ; budizm öncesi Hint
felsefeleri hakîkatı «sen Bu’sun» da gördüler: Bir beşerî «Ben» belli bir
ölçüde «Mutlak hakîkat» la aynîlik arzeder. Fakat bu hadsî bilginin doğru
olduğu mâna bir aksiyon hâsıl etmeden keşfedilmez. «Sen Bus’un» diye yapılan
bir ilân, hakîkatı halde basit bir İfâde olmayıp olabileceğini bildiğin şeyi
kendinden yapmam için sana yapılan bir çağrıdır. İhbârî inşâda emir
mutazammmdır. Bir hakîkat’ın sezgisi bir hedefin tâyinidir.
·
272 — İnsanın gâyesi,
olayların gerisinde gizli olan varlığın huzuruna ermeyi aramak ve bunu da kendi
benini bu manevî mutlak hakikatle âhenkdâr kılmak amacıyla yapmaktadır.
Bir
beşerî ben, kendi bencilliğinden sıyrılamadığı müddetçe mutlak hakîkatla
âhenktâr kılınamaz. Bu, insanın kendini verebileceği en çetin vazifedir. Fakat
o, bunu başardığı takdîfde elde edeceği mükâfatı, yapılan manevî mücâhedenin
zahmet ve meşakkatleriyle kıyaslanamıyacak kadar büyüktür. Bencillikten
sıyrılmakla, o sanki hayâtını kaybediyormuş gibi büyük bir ızdırap duyar. Fakat
bu fedâkârlığı fiile geçirince gerçekten hayâtı kurtarmış olduğunu keşfeder.
Çünkü kendisine yeni bir merkez verilmiş olacak; bu yeni merkez, hâdiselerin
gerisinde saklı bulunan manevî varlıktan ibaret olan mutlak hakikattir.
Buraya
kadar yedi dînin hepsi de aynı şeyleri söyler. Fakat bu noktada Hinâyâna ile
diğer altı din arasında mutlak hakîkat'ın tabîatı mevzuunda bir görüş
ayrılığına raslarız. Altısı da mutlak, hakîkat'ın gayri şahsî bir yönü
olduğunda müttefiktirler. Bu, Budizm için Nirvâna'dır, Hinduizm için
Brahma'dır, Mecusîlik için Ahuramazda’nın mücerret sıfatlandır, Musevî dinler
için bu, Mistiklerin yaşadığı tecrübedir. Fakat bu yedi dinden altısı Hinâyâna müstesna mutlak hakîkat'ın şahsî bir veçhesi olduğunu
söylemekte de müttefiktirler. Onlar için mutlak hakikat, bir insan «Ben» i„
şahsî olduğu mânada şahsî bir yöne sahiptir. Mutlak hakîkat’ın bu tezahüründe
beşerî varlıkların o’nunla temasları vardır. Ve bu temaslar insanların
birbirlerîyle müvâcehesinde kullanılan tâbirlerle (hatâ ihtimâli olmaksızın)
tasvîr edilebilir. Bu meselede Budizm'in Mahâyâhâ kolu, Budizm'in Hinâyâna
kolundan ayrılır ve pratikte diğer beş dinle âhenk teşkîi eder. Nazarî olarak
(6) Hinâyâna'dan yine de kopmaz.
·
273 — Nazarî olarak
Bodhisattva'iar mutlak hakîkat'ın şahsî veçheleri değildirler. Onlar hâdiselere
râcî, fânî «Ben» lerdir. Bu «ben» ler bizzât kendilerini aşarak Mutlak
Hakikatle ahengi gerçekleştirmenin eşiğindedirler. Bu ahengin fiile geçmesi
için lüzumlu son adımı da atmak her a nohldrın iktidarı dahilindedir. Pratikte
Bodhisattva'lar diğer beş dînin görüşlerine göre farklı şekillerde şahsî
veçhesiyle mutlak hakîkat’ın tezahür ettiği tanrı veya tanrılara akraba olan
kuvve hâlinde ilâhlardır.
Bu
beş dînin (kendi aralarında ve Hinâyâna’nın zıddına mahâyâna ile) insanoğlunca
mâlûm en büyük manevî varlığın şahsî bir veçheye mâlik olduğu husûsunda ittifak
etmeleri öyle bir birlik bağı teşkîi eder ki, bu bağ o şahsî veçhenin ne olduğu
konusunda ortaya çıkan fikir ayrılıklarını aşar. Mahâyâna için Bodhissattva'lar
da tezâhür eden insanüstü bir varlığın bu şahsî veçhesi müteaddittir. Hinduizm
ve Hıristiyâniık için mutlak hakîkatın şahsî veçhesi üç şahısta tecellî eden
bir uiûhiyettir. Mecûsûlik, İslâmiyet ve Yahûdîlik için o müfrettir. Bu
farklılıklar ehemmiyetli olmalarına rağmen her halu kârda bu altı dîni aynı
tarzda Hinâyâna'dan ayıran akîde benzerliğinden çok daha geride bir şümûle
sahiptirler. Onların mutlak hakîkat'ın şahsî bir veçhesi bulunduğuna dâir olan
müşterek akîdeîeri sâdece nazariyeierini değil, aynı zamanda mevzûlannı da
idâre eder. Onların, «Ben» e, fıtrî bencillikten halâs olabilmesi için bütün
gücüyle mucâhede etmesi ga
·
(6) Pratikte
Hinâyâna, tıpkı Mahâyâna gibi Budizm’in nazariyâtı ile uyuşması İmkânsız bir
ulûhiyete götüren bir yola girmiştir.
yesiyle
yaptıkları müşterek emrin şerh ve tefsirine bu akide yön verir. Hinâyâna, bu
nâsîhâtı kendi kendini ifnâ için yapıian bir dâvet olarak tefsîr eder (7).
Diğer altı dinde mutlak hakîkat'la ahengin gerçekleştirilmesi münhasıran kendi gayretiyle «Ben» in ifnâsını
değil, fakat Tanrının veya bîr bodhisattva'nın yardımıyla «Ben» in istenen bir
istikâmete tevcihini ifâde eder. Bunun mânâsı, «Ben»' in incizâb merkezini bir
bodhisattva'ya veya Allah olarak tezâhür ettiği şahsî veçhesi altında mutlak
hakîkat'a transfer etmektir. Bu altı din için, Budizm öncesi feylesofların,
«Sen bu'sun» şeklîndeki sezgilerinin zımnî gâyesi İlâhî ben'le beşerî ben'in
kaynaşmasında tahakkuk, etmiş olur. Bu mânâda beşerî ben, mutlak hakîkat'la
olan bilkuvve ayniliğini kendisini yok ederek değil, irâdesini Aliah'ın
irâdesine uydurarak gerçekleştirir (8).
·
274 — Kâinatı böylece
şahıslardan müteşekkil bir cemiyet olarak görmek eğer şahsiyetin vasıflarından
ikisi bizdeki beşerî bîr örneğinde olduğu gibi, şuur ve irâde ise hayır şer, adâlet zulüm problemlerini ortaya çıkarır. Eğer biz
beşerî ben'in hayırla şer arasındaki farkın şuûrunda olduğuna ve hayır işlemekle
şer işlemekten birini seçmekte de hür olduğuna inanıyorsak buradan mutlak
hakîkat'ın aynı kâbiliyetlere sâhip olduğu netîcesine varmak zorundayız.
(Mutlak, hakîkat) beşerî bir yaratığın ben olduğu mânada şahsî veçhe altında
bir bendir.) Bununla beraber, insanda mevcût hepimizce pek mâîûm olan
·
(7)
Bkz: Bölüm II, s. 26; bölüm V, s. 7173 ve bölüm. VI, s. 91, Bölüm XX, s.
287292.
·
(8)
Hinâyâna ile diğer altı din beyninde görülen bu gaye farkı herhangi bir
davranış farkına tekâbül etmez. Bu sâhâda hinâyana’lı Budistler onun ne
mahâyana'h Budistiere ne de diğer beş üstün dînin münfesihlerine olmak üzere
hiç .bir kimseye bırakmazlar.
şuur
ve irâde tanrı için mevzûbahis olunca bizim anlayışımızıh dışında kalan bir
kısım esrar durumuna geçer. Mâdeni ki Allah mutlak hakikattir onun şuuru âlim’i
mutlak ve irâdesi de kâdiri mutlak olmalıdır. Fakat en azından, İlk bakışta her
şeye kâdir bir Allah her iyiliğin olduğu gibi her kötülüğün de müsebbibi, her
çeşit adâletin olduğu gibi her çeşit zulmün de dağıtıcısı görünmektedir. Diğer
taraftan çıkarılan bu hükümler Allah'ın her çeşit fenâlıklardan münezzeh
olduğuna ve insanın da irâdei cüz'ı'yye sahibi bulunduğuna dâir olan
telâkkilerle uyuşmamaktadır. Başka bir deyişle bu mefhumlar,, hiç olsun ilk
nazarda Allah’ın kâdiri mutlaklığına olan inançla bağdaşmıyorlar. Zirâ, beşer
mâlûmâtının hudutları dâhilinde yer alan kâinat parçasında şer husule gelmekte
ve beşerî mahlûklar zulmetmekteler. Eğer Allah her çeşit fena sıfatlardan
münezzeh ise bu şerrin vukûu, şu zulmün yapılması Allah'ın irâdesine rağmen
meydana gelmiş ve ona meydan okurcasına işlenmiş olmalıdır.
Bu
muâmmâ mutlak hakîkat'm şahsî bir veçhesi olduğunda müttefik olan altı dinin
karşısına çıkmıştır. Bunlardan her biri bir izâh tarzı bulmayı denedi ve bu
araştırmada Hinduizm diğerlerinden ayrıldı. Hinduizm Allah’ın her şeye kâdir
oluşunu hayrın olduğu gibi şerrin de müsebbibini adâletin olduğu gibi zulmün de
dağıtıcısını bizzat Allah'da görerek isbât etmeye çalıştı. Hindu teslisinde yer
alan üç şahıstan Şiva şer işleyendir, Brahma (9) ise «Hayır ve şerrin ötesinde»
dir. Mahâyâna mucûsîlik ve diğer mûsevî üç din, şerrin aslî bir müsebbibini,
zulmün ilk dağıtıcısını tanrı olmıyan ve onunla herhangi bir eşitliğe sahip
bulunmayan fakat Allah’ın dûnunda olmasına rağmen, kendi irâdesine karşı
koymasına bizzât Allah
·
(9) Bkz. Bölüm
11, s. 26, Not: 1.
tarafından
müsâde edilen ve en azından belli bir müddet için de olsa irâdesine kafa
tutmasına izin verilen bir şeytanda bularak Allah'ı tenzîh etmeyi denediler.
Hıristiyan teslisinde yer alan her üç şahıs aynı derecede hayır işlerler. Eğer
Hindu dînindeki Vişnu kendi mukâbilini hıristiyânlığın oğul tanrısında bulursa, yine hinduizmin Şivâsı
antitezini Râhu’bKudüs Tanrı da bulur. Hıristiyanlık şerrin müsebbibini
Tbslis’in hâricinde tutmakla onu Kâinattan da dışarı çıkaramıyor ve Allah'ı da
ne İblis'in faaliyetinin, ne de var oluşunun mesuliyetinden uzak tutamıyor.
İbiis'te muammânıh bir izâhını bulan bu beş din arasında en samîmi olanı, Kâdiri
mutlak bir Allah telâkkisi ile İblîs’in varlığına olan inanç arasını telif
güçlüğünü muterif olması hasebiyle Mecusîlik belki de en samîmî olanıdır.
Bilmeceye verilen Hindu cevâbı kalbi tenfir ederken, bu mecûsî cevâbı da az
iknâ edicidir. Bununla berâber, Mutlak Hakîkat'ın şahsiyete müteallik bir
telâkkisini elde edebilmek için İnsan, Allah’ın münezzeh olduğunu duyup
hissetmek ve kâdiri mutlak olduğunu da bilmek zorundadır. Bu iki sezgiyi telif
hususundaki aczimiz Allah'ın tabiatında ayrılmaz bir tezadın varlığını değil,
fakat insanın anlama kapasitesinin belli bir sınırı bulunduğunu gösterir.
·
275 — Allah’ın veya bodhisattva'larm
tenzihine inaau beş din ellerinden geldiği kadar AHah'ın veya bodhisattva'ların
beşerî mahlûklar karşısındaki tutumunun lâkayıthk ve ilgisizlik olmadığı
husûsunda ittifak ederler. Allah veya bir Bodhisattva iyiliği sebebiyle
insanlarla ilgilenir, onları sever ve onlara yardım eder. Yahûdîlik Allah'ı «O,
merhametten hoşlanır» (10) diyerek, İslâmiyet O’nu «Rahman ve Rahîm» olarak,
Mecusîlik de hayırla şer arasında cereyan eden ezelî mücâdelede hayır tarafında
yer
·
(10) Mika, VII,
18.
alan
kafilelerin rehber başı olarak tanır ve tanıtır. İnsan karşısında Allah'ın,
tutumumuzla ilgili bu telâkkî Yahûdîlik, İslâm,, Mecusîlik, Hıristiyanlık ve
Mahâyâna tarafından paylaşılmıştır. Fakat, en azından Hıristiyan geleneklerinin hâkim
olduğu bir muhitte yetişen bir müşâhid nazarında Mahâyânacı görüşle Hıristiyan telâkkî Allah'ın
tabiat ve eserlerine müteallik ve diğer üç dinin görüşünde belki de kuvve
halinde mevcut fakat bârız olmayan bir şeyleri gün ışığına çıkarmışa benziyor.
Hıristiyanlık ve Mahâyâna inanır kİ beşer üstü bir mahlûk insanlar için olan
aşkını fiilen göstermiş ve bunu bir «ben» olmanın zarûrî bir îcâbı olan
Iztırab’ı çekmek pahasına yapmıştır. Bir Bodhisattva, kendi aleyhine olarak
sefalet arkadaşlarına yardıma devam edebilmek için Nirvâna'ya girmekten bütün
arzusuyla imtina eden bir «ben» dir. Hz. İsâ, kendisini «Allah suretinde
mevcut» ve «O'na eşit» bulan bir «ben» dir. Bununla beraber Hz: İsâ, «Buna elde
edilmesi bir ganimet» olarak bakmak yerine azimle «bizzat kendisi kul sürelini
aldı ve insanların benzeyişinde olarak, kendini hâli kıldı ve şekilde insan
gibi bulunarak ölüme hattâ çarmıhta can vermiye kadar itaat edip nefsini
alçalttı (11)».
·
276
— Bu, Hıristiyân Mahâyâna
görüşte mutlak hakikat, kendini şahıslaştırma fiilinin netîcesini bilerek kabul
eder ki eğer, bu netîce sahîhse mezkûr fiilden hâsı olmaktadır. Izdırap da
irâde ve şuur kadar teşahhustan ayrılmaz, Mutlak Hakîkat, belli bir sebeple
«ben» in ızdırâbını kabul eder. Bu sebebi, beşerî mahlûklar anlayabilir, zira
onlar da aynı sebeple müheyyiç olmaktadırlar. Bu sebep, diğer mahlûklara karşı
olan aşktır ki, onların iyiliği için ızdırâbı göze alır, ızdırâbın önünde yüzü
geri dönmez.
Üstün
dinlerin esâsını tâyin etmeyi denemek zorsa,
·
(11) Filipinlilere
li. 58.
aslî
olmayan ve atılabilecek ve belki de
atılması gerekecek olan ilâveleri temyîz
ve tefrîk etmeyi denemek daha zor, daha hassas bir iştir. En çok sathî görünen
tabakayı kaldırmakla işe başlamak sonra da ihtiyatlı bir şekilde öze ininceye
kadar arkadan gelecek örtüleri araştırmak belki de daha akıllıca olacak. Fakat
hârici yamalar, âdet ve alışkanlıkların sâikiyle insan hissiyâtı üzerinde metin
ve muannid bir tehakküme mâliktirler. O kadar ki bunlar bir kısım acı ve
zahmetler doğurmadan, bâzı, teessüf ve hınç duygularını uyandırmadan sökülüp
atılamazlar.
Meselâ
yapılacak budamalar arasında belki de en az münâkaşalara yol açacak olanı da
olsa mahallî mukaddes yerlere kuvvetli hisler tekasüf ettiğini görmekteyiz.
Sâdece Heliopolis, Abydos,, Delphes, Betel, Silo, Kudüs, Garizm dağı, Mekke,
Medîne, Kerbelâ, Necef, Kazimany, Meşhed, Roma, Compostelle, Gargano, Lorette,
Lourdes, Bodh Gaya, Benarös, Tun Hwang, Wu T'ai Shan vs. isimlerinde insanlara
heyecân veren bir hâl mevcuttur. Şurası da var: Mademki mukaddes duygusu
hâdiseler gerisinde mânevî bîr huzurun varlığını kabul eden bir duygudur, Kürei
arz'ın yüzeyinden belli bir kısmının diğer bir kısmından daha mukaddes olduğuna
inanmak şu demeye gelir ki: Bu mezkûr nokta Mutlak Hakîkat'ın huzuruyla daha
çok meşbu ve müteessirdir. Bu takrîr. Mutlak Hakîkat Hususundaki mülâhaza ile
bağdaşamıyacak bir husus taşımaz. Zira Mutlak Hakîkat'ın özü her yerde hazır ve
nazır olmasıdır. Zaten, hemen hemen her bir durumda târihçi,, belli bir yerin
mukaddes addedilmesinin ilk sebebine hattâ dinin aslı ile hiç bir ilgisi
olmıyan târihî hâdiselere kadar yükselmektedir. Ancak dinî gelenek bu yere
husûsî bir kudsiyet rengi vermiştir. Mâdemki her üstün din Allah'ın her yerde
hazır olduğunu kabul ediyor ve kendi vazifesinin de evâmiri iîâhiyeyi
yeryüzündeki bütün insanlara duyurmak olduğuna inanıyor, öyle ise bütün üstün
dinlerin mukaddes beldeler mevzûundaki kesin hükmü : «Saat geliyor ki o vakitte
siz Baba (Tanrı) ya ne bu dağda ne de Kudüs'te tapacaksınız (12)», olmalıdır.
Şüphesiz her tarafta insanları, her biri kendi mahallî merkezleriyle müstakil
bir dünya olan birbirinden ayrılmış küçük kompartımanlar hâlinde yaşamaya
zorlayan münâkale ve muhâbere imkânlarının yokluğu hâkim olduğu müddetçe bu
«saat» gelemezdi. Fakat, Teknoloji'nin «mesafeyi ortadan kaldırdığı» bir
devirde, bu mahallî mukaddes beldelerin eski, fizîken «var olma sebebi» de
ortadan kalkmış oluyor. Bu devirde «Arz (Tanrı) Yahova'nın şânının marifetiyle
dolacak, tıpkı suların denizi örttüğü gibi (13)».
·
277 — Çok daha kuvvetli
hislerin tekasüf ettiği bir husus da İbâdetlerdir: Bir yerin kutsiyetinin
sembolik olarak kabûlü olan hac ve ziyaretler; Kâbe’de yer alan Hacerü'l Esved'in öpülmesi, veya Saint Pierre'nin bir
bronz heykelinin ayak parmağının öpülmesi; Paskalya yortusu, Müslümanların beş
vakit günlük namazları; Mahâyânaların ve Hıristiyanların âyinleri vs.
Cemâatleri ailevî çemberin dışına taştığı vakit tapınma fiilleri bir takım
müesseseler olmaya meyleder. Bununla beraber, herhangi bir formaliteye tâbi
olmaksızın her yerde ve her zaman insanlar Allah'a ferdî olduğu kadar cemaat
hâlinde de ibâdet edebilirler. «Allah rûhtuf ve O’na tapmanların ruhta ve hakîkatta
tapınmaları gerekir (14)».
Daha
da kuvvetli diğer bir kısım hisler haram ve farzlar üzerinde toplanmaktadır:
Aslâ domuz eti yememek,
·
(12)
Yuhanna, IV, 21.
·
(13)
Işaya, XI, 9.
·
(14)
Yuhanna, IV, 24.
·
(15)
Bkz. Meselâ: Heradote, İli. Kitab, bölüm: XXXVIII.
Cuma
günü memeli hayvanların etini yememek. Cumartesi günü çalışmamak,
Hıristiyanların Karemi (büyük perhiz) boyunca kısmî olarak, Müslümanların
Ramazan ayının gündüzlerinde ta molarak oruç tutmak, erkek çocukları sünnet
etmek, insan vücudunu yemek yahut onları gömmek veya yakmak yerine Akbaba ve
Sırtlanların yemesi için açığa bırakmak (14). Yahûdî veya Mecûsî kanunlarının
icâp ve geleneklerine harfi harfine uymak. Bununla berâber, «İhsan Cumartesi
(sebt) günü için değil, Sebt günü insan için oldu (16)».
·
278 — Farklı İçtimaî
mukâveleler (sosyal müesseseler) arasındaki mücâdeleler son derece şiddetli
fikir cereyanlarını ortaya çıkardı: Doğu Ortodoks mezhebindeki evliliğe
mukabil, katolik mezhebinde Hıristiyan papazın bekârlığı; Müslümanlarda (dörde
kadar çıkabilen) çok evliliğe mukâbil lâik Hıristiyanların tek evliliği,
Müslümanlarda boşanma kolaylığına mukâbil Hıristiyanlardaki zorluk, Müslüman
cemiyette bütün mü'minlerin kardeşliğine mukabil, Hindulardaki kast sistemi vs.
ibâdet, helâl ve haram sâhalarında olduğu gibi bu sâhâda da Roma kilisesi
cesâretli bir seçme örneği verdi ki biz onu bu bahsin hidâyetinde zikrettik.
Roma kilisesinin dışında kalan gayri katolik «Uniyat» (17) kiliseler, Roma
Katolikliğinin esâsâttan olmayan bazı prensiplerle diğerleri arasında bir
tefrik yapmaktaki hürriyetçi ve âkilâne davranışına yeterli şehâdette
bulunmaktadırlar: Roma kilisesi esâsattan olmıyan şeylerde Üniyat’ların
kendilerine has örf ve âdetlerini
·
(16)
Markos II. 27.
·
(17)
Uniyat kiliseler, katolik olmamakla beraber Vatikantn dîni otoritesini tanıyıp,
katolik nasslarını kabûl eden ve fakat teşkilât ve ibâdetlerinde hür ve
müstakil olan doğu hıristîyan mezheplerine denir. (Çev. Notu).
takibe
hür olduklarını iki şartı yerine getirdikleri müddetçe kabul etmişti. Bu iki
şart da: Roma Papalığının dinî üstünlüğünü kabul etmek ve akîde meselelerinde
Roma kilisesiyle hemfikir olmaktı.
Mukaddes
yerler, ibâdetler, haram helaller ve içtimâi mukâveleler mümin nezdinde büyük
bir heyecan yaratsa dd bunlar bir dini, dindeki efsâneler kadar canevinden
yakalayamaz. Meselâ: Ölümün, hayatın tohumu olarak Temmuz Adonîs Osiris Attis ismi altında takdim edilmesi. Bunlar
yeniden doğmak (18) için ölen yılın bolluk ve bereketini beşerî bir hüviyetle
temsîl ederler. Sefalet arkadaşının saâdeti için kendi kendini fedâ etmenin Hz.
İsâ veya bir Bodhisattva şeklinde temsîl edilmesi, insanüstü mâhevî bir
şahsiyetin babası İlâhî, annesi beşerî olan bir kahraman hüviyetiyle temsîl
edilmesi (Hz. İsâ telâkkîsinin târihî, Auguste (Ogüst) Alexandre (İskenseri
Kebîr), Platon (Eflâtun) ve beşinci hanedanın başlangıcndan itibâren bütün
Mısır Fir’avunları’nıh tarihi). Bu efsâneler bir dinde imânın özünü ifâde
ederler. Acabâ imânın rûhunu atmadan bu efsâneleri reddetmek mümkün mü ? Eğer
âlem bîr muammâ ise ve eğer muammânın anahtarı gizli ise, efsâneler sözle
anlatılması imkânsız olan şeyi mümkün mertebe ifâde etmenin zarûrî bir vâsıtası
değil midir ? «Allah'ı hiç kimse görmedi (19)» ve «Alîes Vergöngliche ıst nur
ein Gleichnis (20». Bununla beraber «des Unbeschreibliche, hier ist's getan
(21)».
Mutlak
Hakîkat’ın Tekâmüller ve Zaman Dünyâsı île olan bu benzerliği insan rûhuhun
ulaşabileceği Rûyetüllah’a
·
(18)
Yuhanna XII, 24; Korlntos. I. Mek. XV, 358.
·
(19)
Yuhan. I. Mek. IV, 12.
·
(20)
Goethe, Fdust I, 12104.
·
(21)
Aynı eser, II, 121089.
azamî
bir yaklaşmadır. Efsâneler, işte bu yaklaşmada insan ruhuna en uzak uçuşları
yaptıran vâsıtalardır (22).
·
279 — Bu, doğrudur ve bu,
ifâde eder kî fikrî ufkunun ötesinde olan bir muammâyı çözmek için insanoğluna
efsâneler kaçınılmaz bir zarurettir. Bununla berâber hiç bir husûsî efsâne
mukaddes olamaz,, zirâ efsâneler bu Dünyânın fâni sahnesinden alınan şâirâne
görüntülerinden dokunmuştur. Cihânşümûliük ve ebedîliğe en yakın efsâneler
insan hayatânın başta gelen tecrübelerinin ilhâm ettiği efsânelerdir. «Das ewig
VVeibliche Zieht uns hinan (23)« Hayâtında Kadın'ın oynadığı rol üzerinde
İnsah'ın taşıdığı hissiyât bizzât beşer Tabiatında kök salmaktadır. Öyle ise bu
temelden neşet eden bir efsânenin, aslî hüviyetine ihanet edecek bir derecede
farklı şekiller altında tezâhürlere devâm etmesinde şaşılacak bir husûs
olmamalıdır, Belki de her bir efsânede bir müddet için kendini empoze eden
birinci derecede mühim bir unsur vardır. Her şeye rağmen efsânelerin yapılmış
olduğu kumaş büyük ekseriyetle mahallî ve fânîdir.
Bu
söylenen, insanoğlunun kısmı küllisinin yedi sekiz bin senedir başlıca geçim
vâsıtası oian ve günümüzde arzın ekilebilen her tarafına girmiş bulunan
zirâatten mülhem efsâneler için de doğrudur. Zirâat yılı efsâne ve perestişinin
Hıristiyanlaştırılmış şekli esâs
Hıristiyanlıkta cihanşümûi bir lisan kullanmışa benzediği halde realitede buğday ve şarabın küçük kıratlığının
mahallî lisânını kullanmaktadır. Batılı seyyâh, Japonya'da keşfeder kİ: İnsan ırkının yarısının gıdası olan yabancı pirinç kıratlığı kendi memleketinde
buğday ve şarabın sâhib olduğu kelimelerle mâlik değildir. Eğer Hıristiyanlık
ilk defa Filis
·
(22)
Bkz, bölüm, IX, s. 12930.
·
(23)
Goethe, Faust, II, 121011, tin’de
değil de Uzak Doğu’da zuhûr etmiş
olsaydı ibtidâî sembollerini Akdeniz muhayyelâtına göre yapmıyacaktı. Böylece,
en beliğ semboller bile gösterir ki onların şümûlü Zaman ve Mekân içerisinde
sınırlıdır ve binnetîce onlar bir dînin özü olamazlar. Onlar, bizatihi her
yerde hâzır ve ebedî olan bir hakîkat'ın mahallî ve fânî alâmetleridir.
Bu
kitâbıh geçmiş bir bölümünde yürütülen muhâkeme ve serdedilen deliler (24) bir
değer ifâde ediyorlarsa efsâneler hakkında doğru olan bir şey, bâhusus ilâhiyât
için de doğrudur. Biz orada müdâfaa ettik ki kelimelerin efsânelerde olduğu
gibi şâirâne kullanılışı heyecân, niyet, ve mânada aynı kelimelerin İlmî
kullanılışından değişiklik arzeder. Ve yine dedik ki, ilâhiyât, efsâneleri
tefsîr ederken onlara boş fikirler nazarıyla bakmıştır. Ve bu da onu kendi
gayesinin tersine gitmeye mahkûm etmiştir. İlâhiyâtın gâyesi efsânelerin
mânâsını aydınlatmaktır ve o, bunu efsânelerin kelimelerini sanki iimî
mânâlarında kullanılmış gibi ele alarak yapmaya çalışmaktadır. Fakat
ilâhiyatçılar İlmî kullanılışın hudutlarını kabûl etmiş görünmüyorlar. Bu da,
şâirâne kullanışta olduğu gibi sınırlı bir tatbik sâhâsına sahiptir ve üstelik
şâirâne kullanıştan daha sıhhatli bir kullanış olduğu da katiyyen söylenemez.
O, kevnî gerçeği daha uygun da değildir. O sâdece, kâihâttan insan zekâsının
şümûlüne giren bir parçanın tasvirî için en güzel mâlûmâtlar mecmuasıdır. Fakat
bu birinci planın gerisinde yer alan gaybî memleketin keşfî için şâirâne
kullanış en muvâfığıdır. Hulâsa, Alemi gayba ait şâirâne bir sezgiyi İlmî bir
tahlîl için ele almaya teşebbüs etmek bizim kabiliyetlerimizi bilmekten çok
ortadan kaldırır. Herhangi bir mûsikî parçası, rakamlarla olan irtibatı ele
alan
·
(24) Bkz. IX,
Makâle, s. 122133.
matematik!
bir sâhâda ele alınınca edinilir olmaktan çıkar.
·
280
— Aynı Ölçüler dâhilinde,, Hıristiyanlık, İslâmiyet ve Hinduizm'in efsânevî
tâbirlerini kaplayan dînî ilâvelerin târihî kaynaklarına kadar çıkma
imkânlarını aradık. Bu kaynakları felsefî terbiye almış bir münevverin ihtidâsı
için ödenmiş olmak zorunda kalan fiatta bulduk. «Münevverler» e yeni bir dini,
bu din kendilerince felsefî bakımından kabûl edilebilir olan tâbirrâtlar
çerçevesinde sunulmadıkça benimsetmek İmkânsızdır. İlâhiyât da böylece
«Münevverler» le misyonerler arasındaki bir karşılaşmanın âbidesidir.
Eğer
ihtidâ etmiş fertlerden müteşekkil daha
güçlü bir sınıf nazarında bir dini câzip kılmak gayesine mâtuf olarak eski
zamanda yapılan fikrî bir ameiiye
hakîkatı halde onu aydınlatacağı yerde bu dînin mânasını niyetini ve
hissiyatını efsâneleriyle bugün, ifâde edildikleri şekilde ■iyice kararttığı
bir gerçekse ve yine bizzât efsânelerin bir dinin özünü teşkîl etmedikleri de
diğer bir gerçekse buradan şu hetîce çıkar ki bu efsânelerin içerisine dâhil
edildikleri ilâhiyât da daha fazla esâsât olamaz.
·
281
— Dînî bir cemâatin münevver azınlığı için ilâhiyât'ın fedâ edilmesi, cemâatin
kısmı küilîsi İçin mevcût efsânelerin fedâ edilmesi kadar üzüntü vericidir.
Fakat bunlardan çok daha ızdıraplı ve acı verici bir fedâkârlık, bencilliğin
fedâ edilmesidir. Bencillik insan fıtratında mündemiç olması hasebiyle hepimiz,
belli bir noktaya kadar kendi dînimizin yegâne hak ve doğru din olduğuna, bizim
Mutlak Hakîkat görüşümüzün yegâne doğru görüş olduğuna, sâdece kendimizin bir
vahiy aldığına, bize vahyedilen hakîkatın tam hakîkat olduğuna ve binnetîce
dışımızda kalan insanlık barbarlık deryâsında yüzerken sâdece kendimizin
«seçkin millet» ve «güneşin oğulları» olduğuna
■
(Tarih şuuru — 25) sabit
bir hakikat gibi yapışmaya mütemayiliz. Böylesine bir gurûr, öylesine peşin
hükümler, Aslî Günâh’ın alâmetleridir. Ve şu halde onlar belli bir ölçüde, her
bir beşerî varlıkta her bir beşerî cemâatta hâkimiyetlerine devamı
edeceklerdir. Fakat ölçü muhteliftir. Öyle geliyor ki Mûsevî dinlerin
zamânımıza kadar Hind dinlerine nazaran, çok daha dar bir görüş taşıdıkları
târihî bir gerçektir. Dünyâ Tarihi içerisinde üstün dinlerin mensuplarının
geçmişte görülmeyen bir samimiyetle birbirleriyle münâsebete geçmeleri mümkün
olan bir devirde «istediği yerde esen (25)» bir rûha Hint dinleri Müslüman,
Hıristiyan ve Yahûdîlerin kalplerini ananevî bir sahte sofuluktan temizlemeye
yardımcı olacak. Fakat: «Kendine yardım et Allah sana yardım edecek», Kendi
kendimizi irsî mâlûliyetimizin tedavi etmek için (en bencil rûha sâhip)
dünyanın Musevî olan yarısında girişilmesi gereken manevî mücâhede,, insanlığın
yarınki târihinde taslayacağımız menkabenin muhtemelen en kritiğini teşkîl
edecektir.
20
□
VARLIKLAR, 8ZDÎRAB, BENCİLLK ve AŞK
·
282 — Hiç bir insan rûhu,
Kâinâtın esrarını anlamaya zorlanmaksızın bu hayattan geçmez. İnsanın
vasıflarından' biri olan merâk bizi kendiliğinden bu konuya itmemiş olsa bile
tecrübe ve bilhassa ızdırâp tecrübesi bizi oraya itecektir.
XX.
asırda Batılılaşmış bir dünyâda bizi esrârın keşfine götürecek bir yolu her
cihetten ararken XVII. asırda
·
(25) Yuhanna, İli,
8.
387
yaşayan seleflerimizin derslerinden
ziyâyesiyle istifâde edebilirdik. Onlar bize öyle bir ufuk açtılar ki, hâlâ
bizi büyülemekte. İnsanlık şimdiye kadar, içinde yaşadığı âlemin tecrübelerinin
tümünü birleştirmeye muvaffak olamadı. Biz âleme muhtelif zâviyelerden
bakabiliriz ve her bir zâviye bize onu farklı şekillerde gösterir. Zaviyenin
birinden biz onu mâ nevî bir âlem olarak, bir diğerinden fizik bir âlem olarak
görürüz. Bu her iki zaviyeden de büyük piramidin bir böğrüne bir tünel
açabiliriz. Fakat kütle içinde açılmış olan ve bu iki istikâmetten gelen
tünellerimiz şimdiye kadar henüz hiç karşılaşamadılar ve bu iki yoldan hiçbiri
tek başına,, esrârı kısmî olmaktan öte daha ryi çözmemize İmkân vermedi; yâni
hiç biri onun İç yüzünü haber vermedi.
XX.
asrın ortasında biz Batıklar, hâlâ XVII. asırda yaşamış olan seleflerimizin
bizim için seçmiş oldukları matematik fizik zâviyesinden Kâinâtı keşfetmiye
çalışıyoruz. Onlar bu zaviyeyi seçebilmek için Hıristiyanlığın ilk
zuhûrundanberi takip ettiği ve ondan önce de Yunan feylezofiarınm Sokrat'tan ve
İsrâil Peygamberlerinin Amosdan beri tâkip etmiş oldukları manevî yoldan
kendilerini koparmak zorunda kaldılar. Bu cezrî istikâmet değişmesi, XVII.
asırda bunu gerçekleştiren öncülerden büyük bir irâde ve hayal gücü ve büyük
bir fikir gayreti istedi. Onların gösterdiği şecâatın manzarası bizi onların
misâlini tâkip etmeye, fakat bu defasında onların zararına olarak, bizi tahrîk
etmeliydi. Şimdi ise, dâima takip etmekte olduğumuz bu, XVII. asrın çizdiği matematik
fizik yaklaşma yolundan kendimizi
yaklaştırıp mânevî kıyıdan yeni bir hareket yapmanın zamanı gelmiştir. Eğer
1945 yılıyla başlayan atom çağında hürriyet sahasının, mânevî plânda cereyân
edecek faâiiyetlere münhasır olup, fizik plânındaki
faaliyetlerde
hürriyetin kısıtlanacağı (1) husûsundaki tahminimizde isâbet ediyorsak, teklif
ettiğimiz bu yeni istikâmet şimdi en çok ümit vâdeden bir yaklaşma vâsıtası
olmaktadır.
·
283 — Bu yeni çıkışı
yapıyorsak, tahdîd edici iki şartı her an hatırımızda tutmadığımız takdirde
bizi dâimâ sükûtu hayaller ve arkası kesilmeyen mahrûmiyetler tâkip edecektir.
Hiçbir yaklaşma yolunun, esrârı bize tam çözme imkânı vermiyeceğini bilmek
zorundayız. Ayrıca çeyrek bin yıl boyunca esrârın çözümünü matematik fizik zâviyesinden yapmıya çalıştıktan sonra
ne Hıristiyanlığın ananevi mâneviyatçı kâinat görüşüne ne de Sokrat sonrası Yunân
feylesoflarının görüşüne dönemiyeceğimizi de kesin olarak idrâk etmek
zorundayız. Biz Batılı zihnî târihimizin bu uzun bölümünü asla silenleyiz ve
onu silmeyi temennî de etmeyiz. O, sâdece uzun değil, aynı zamanda imkânları
nisbetinde müsmir de oldu. Böylece gâyemiz teraküm eden manevî mîrâsa
seleflerimizin ilâvesini reddetmek değil, ona lâyık olduğu gerçek yeri
göstermek olmalıdır. Ne liyâkâtmdan fazlasını izâfe etmek ne de kabûl etmemiz
gerekenden daha azını itirâf etmek. Seleflerimize haklarını vermek zarûreti,
onların kendi seleflerine karşı bunu yapmamış olmalarından hâsıl olan kötü
neticeler tarafından bize hatırlatılmıştır. XVII. asırda yaşıyan seleflerimiz
Din Harpleri devrinin mücadele ve polemiklerinden kaçmayı arzû ediyorlardı.
Fakat onlar dinî taassubdan kendilerini sıyıracağız derken gâyelerinin de
ötesine giderek aynı zamanda bizzât dinin kendisinden de sıyrılmaya kendilerini
bırakıverdiler. Bu şuurlu bir gâyeden hâsıl olmadı. Gayri iradî olarak ortaya
çıkan böyle bir netîce gerçekten bahtsızlık olmuştur. Onların hatâlarını bize
tanıma imkânı ve
ri)
Bkz. XVII. makale, s. 2378 ve XVIH. makâle, s. 244250 ren
basîret (ki bunu hâdiseden sonra elde etmek kolaydır) aynı hayatı tekrar
etmekte kendimizi mâzûr addetmeye cevâz vermez.
Daha
önce de gördüğümüz gibi XVII. asırdaki mânevî araştırma Hıristiyanlığın
inhisarcı ve mutaassıb mizacından doğan kısır fakat acı bir mücâdeleye
götürmüştü. Dînî plânda olan bu mücâdele siyâsî gâyelerde de istismar
edilmişti. Seleflerimiz zihnî hazînelerini (yâni yüce emellerini) ananevî yeri
olan mânevî değerler sabâsından çekerek onu Fizikî, Tabiatın keşif ve fethine
tahsîs etmekle Aslî Günah'ın itici karakterine ve onun sahip olduğu güce
devirlerinde şehâdette bulunuyorlardı. Fakat insanoğlu Aslî Günâhı kafasından
atmakla ondan kendini kurtarmış olmuyordu. Şer,; hâkimiyetini
evvelemirde kendisini tehlikesiz, sonra da1 faydalı kabul ettiren
teknolojisi üzerinde bütün gücüyle devam ettirdi. Çünkü teknolojist beşerî bir
varlıktır ve Aslî Günah, Beşer Tabiatına has ve ondan ayrılmayan bir vasıftır.
Teknoloji asrında Aslî Günah’ın nakil vâsıtası Teknolojinin bizzat kendisi
değil,; Teknolojinin beşerî olan efendisidir. O, beşer eline hayır
için olduğu gibi şer için de kullanılabilen munzam fizikî bir kuvvet verdi.
İnsanoğlunda günâha karşı fevkalâde büyük bir meyil olması hasebiyle tekniğin
getirdiği bu güç ondaki kötülük ruhuna öyle korkunç bir müessiriyet getirdi ki
biz artık İhsan Tabiatı problemini uzun müddet kulak ardına atıp İhmâl etmeye
devâm edemeyiz. Ele almakta bizim cesâretimizi kırıp tereddüde sevkeden bu
problemin son derece zorluğu, faydacılık ve muvâfıklığı kendine esâs olarak
«Nev’i Beşer'in en üstün araştırma konusu insandır (2).» Prensibini merğûb bir
metâ' haline getiren XVII. asır son
(2)
Pope, Essaî L'homme, Ep, II, Llgne 2. larının
bu faydacı rûhunuh XX. asırdaki vârisleri için bir tehlike işaretidir.
jiV
!
I •h
r
·
284
— Son olarak şunu da ilâve edelim: Bizim neslimiz, kâinâtın muammâsınj çözmede
ananevî yolu terkedip farklı bir zâviyeden yeni bir çıkış yapmak için oldukça
mâkul bir sebebe sâhibtir ki XVII. asır sonunda yaşıyan seleflerimiz ondan
mahrumdu. Böylece yeniden mânevî yola ayağımızı koyalım, fakat biz sıramızda
dikkatli davranalım. Seleflerimizin düştükleri hataları tekrâr etmemek için
tedbir alalım. Teknolojinin ve tecrûbî ilimlerin son iki veya üç yüz yıl
esnasında ortaya çıkardığı zihnî techîzâtla mücehhez olmayı da ihmâl etmeyelim;
zirâ, şimdi tekrâr mevzûmuz olmak zorunda olan mânevî hedefe ulaşmak için
yapacağımız mücâdelede bize faydalı olup olmayacağını tahkîk. etmeden onları
terketmek akıllıca bir iş değildir.
Önceki
bölümde bütün üstün dinlerin mezkûr gâyeyi «hâdiselerin gerisindeki
mevcudiyetle irtibât kurma yollarını aramak ve bunu da kendisini bu Mutlak
Hakîkatla âhenkdâr kılmak gayesiyle yapmak» şeklinde formüle etmekte ittifak
ettiklerini göstermiştik. Bu gâyeye yaklaşmak için yeni bir teşebbüs daha
yaparak, herhangi bir zaman, bölge ve bu müşahedenin yapılmış olduğu sosyal
muhitte Beşer Tabiatının her bir berrak tahlilinde ortaya konmuş olan bir
paradoksda {kendini ümit dolu olarak ortaya koyan) bir hareket noktası
bulabiliriz.
·
285
— «Allah'ın şeriatinden derûnî adama göre hoşlanıyorum. Fakat ben âzalarımda
başka bir kâanun görerüyorum ki, fikrimin kaanunu ile muharebe ediyor ve
ezalarımda olan günâh kâanûnuna beni esîr ediyor (3).»
«Akılla
ihtiraslar arasında cereyân eden insanın iç harbi» «İhtiraslar olmaksızın akıl
olsaydı... Akıl olmaksızın ihtiraslar olsaydı» Fakat birine ve diğerine sahip
olarak harpsiz olamaz, biriyle sulha kavuşmayıp diğerleriyle de harpsiz
olmayarak, o böylece dâima parçalı ve bîzzât kendisine zıddır (4).»
«Böylece
insan, fıtratı sâdece diğer hayvanlarda olduğu gibi muhtelif unsurlar halinde
değil fakat birbirinden ayrılmış ve farklı âlemler halinde yaşamaya müheyya
büyük ve gerçek bir zülmiaşeyndir (5)».
İnsan
tabiatı gerçekten tezâdların bir içtimâidir ki bunlar sâdece aralarında
birleşemez olmakla kalmaz aynı zamanda birbirlerine tam bir zıdlık ve
âhensizlik arzederler. Rûhî ve fizikî; İlâhî ve hayvânî; şuur ve şuur altı;
fikrî ve ahlâkî güç fizikî zaâfiyet; diğergamlık ve bencillik; mükerremlik ve
günâh; sınırsız kabiliyetler, sınırlı bir kuvvet ve bir zaman; hülâsa büyüklük
ve sefâlet (6). Paradoks bununla kalmaz. İnsan Tabiatının âhenksiz unsurları
sâdece birleşmiş değiller aynı zamanda birbirlerinden ayrılmazlar da.
«İnsanın
büyüklüğü kendisini sefil bilmesinde büyüktür. Bir ağaç kendini sefil bilmez
(7)»... «Onun büyüklüğünü işte bu sefaletler isbât eder. Onlar büyük
derebeyinin sefâletleri, tahttan indirilmiş bir kiralın sefâletlerıdir (8)»...
«His olmadan sefil olunmaz. Virâne bir ev sefil değildir. Sâdece insan sefil
olur (9)»... «Bir kelime ile insan bilir
·
(4)
Paskal B., Pensâes, No: 412, (Leon Brunschvİcg’İn tasnifiyle}.
·
(5)
Browne, Sir Thomas, Relîgis Medici, 1 er part Section 34.
·
(6)
Pascal, PensĞes Nu. 416 ve 443 ve umûmiyetle, Nu. 397, 423, 431433.
ki
sefildir, madem ki o odur, öyle ise o sefildir, fakat o, çok büyüktür, çünkü o,
onu tanıyor (10»... «İnsanın bu çifteliği o kadar bariz ki iki rûha sahip
olduğumuzu zannedenler oldu. Onlar basit bir şeyin böylesine fazla ve sınırsız
bir hodbinlikten korkunç bir hayal kırıklığı ve ye'se düşmek gibi çeşitlilikler
arzetmesini imkânsız görüyorlardı (11)... «Eğer o, övünürse ben onu
tezlîl ederim; eğer o tezeîlülde bulunursa ben onu överim, kendisinin
anlaşılmaz bir acûbe olduğunu idrâk edinceye kadar ben dâima onun zıddına
giderim (12).»
·
286 — Beşer tabiatı bir
bilmecedir. Fakat gayri beşerî Tabiat da bir bilmecedir; ve her ikisi de
İnsanın içinde bulunduğu kâinâtın tabiatının numuneleridirler. Kâinatı
berikinin rolü zımnında keşfetmek, onu ötekinin rolü zımnında incelemek kadar
mâkûldür. Beşer Tabiatı kâinattan fizik ve matematiğin ilham ettiği veçheyi
açıklayamaz. Bunlar da Beşer Tabiatına ilhâm edilen veçheyi izah edemezler.
Kâinâtın matematik fizik veçhesinin
rûhânî veçhesinden daha büyük bir ölçüde gerçek olduğunu mülâhaza etmek için
elimizde peşin hüküm ve şahsî arzularımızdan başka bir esâs mevcut değildir.
Matematik Fizik veçhe tıpkı rûhânî veçhe
gibi insan şuurundan hâsıl olan bir şeniyettir. Fizik kâinâta müteallik
görüşümüz bizzat kendimize müteallik görüşümüzden daha objektif değildir. İnsan
tabiatında birbiriyle ahenksiz olmasına rağmen yekdiğerinden ayrılmayan
mütehâkızlann birliği hususundaki tecrübemiz, insanın bizzat kendinden ziyâde
gökte ve yerde bulunan şeyleri açıklamaya daha çok yarar. Misâlimiz barizdir:
Zıt rûhânî kuvvetlerin karşılaşıp mücâdele ettikleri bir harp
·
(10)
Aynı eser Nu: 416.
·
(11)
Aynı eser Nu: 417.
·
(12)
Aynı eser NÛ: 420.
sâhâsı
olmak sâdece insan tabiatının değil, kürei arz üzerinde yaşayan her canlı
tabiatın vasfıdır. Hatta bu, belki Allah’ın da vasfıdır. Allah ismi mutlak
Hakîkat'ın şahsî veçhesinin ananevî adıdır ki, O’nun veçheleri de vardır. Her hâlu
kârda insanı kâinatın küçük numûmesi kabûl etmek onun diğer bir şey kabû! etmek
kadar mûteberdir.
Bu
insan misâli, bize kâinâtın, matematik ve fizikin mercekleriyle gördüğümüz
dalgalar ve zerreler tümü olmakla beraber aynı zamanda şahıslardan müteşekkil
bir cemiyet olduğunu da gösterir. Şahıslardan müteşekkil bir cemiyette ister istemez arzular ve ızdıraplar bulunacaktır.
Bunun böyle olması bir zarûrettir, çünkü bir şahıs tek başına mükemmel olamaz.
O kendi kendine eşyâ ve şahısların tümünü ne ihâta edebilir ne de onlardan
tecerrücı. Eğer o kendi dışındaki mahlûk ve eşyaların şuurunda değilse, kendi
kendinin de şuuruna asla eremez. Şuur, müstakil ve kendi olmanın esaslı
alâmetlerinden biridir. Eğer bu sebeple, bir ben, ne kâinatın geri kalanından
tecerrüd edemez, ne de tamâmen onda kaynaşmazsa, benin mümeyyiz diğer iki vasfı
«arzu» ve «ızdırap» tecrübeleri olacaktır. Bir «ben» kendisinden hâriç olan
fakat huzur ve mevcûdiyetlerini idrâk ettiği eşyâ ve varlıklar için bizzarûre
arzu duyacaktır. Bu arzulara ise dâimâ karşı konacak çünkü onların tatmîn
olmaları onları duyan «ben» e bağlı değildir. Ve nerede bir mahrumiyet varsa
orada elem mevcuttur. İnsanların cihânşümûl tecrübeleri gösterirki arzu ve elem
«ben» sahasından ayrılmazlar ve bütün üstün dinler bu tecrübenin kaçınılmaz
olduğu husûsunda ittifâk ederler. Fakat onlaf, daha önce de gördüğümüz gibi,
meselenin inkâr edilemiyen ve itirzâzı gayri kabil menşeinden çıkan amelî
problem karşısında takip edilecek hattı harekette birbirlerinden ayrılırlar. Esasen
bu amelî problem bertarafta edilemez. Bir beşerî varlık zihnini fikrî olan
kâinâtın esrarı meselesinden uzaklaştırabilir. Fakat arzu ve elemden bir din de
çok boş ve kuru kalacağa benziyor.
·
287 — Önceki bahiste (13)
incelemiş olduğumuz Hinâyânanın takip ettiği siyâsetle diğer dinlerin tâkip
ettiği siyâset arasındaki farkı burada yeniden tedkîk edelim. Bu siyâsî fark
hâdiseleri teşhisteki farktan ileri gelmez. «Ben», «arzu» ve «ızdırap» ın
«ayrılamaz» oluşu da mevzubahs değildir. Takip edilen hattı hareketin farklı
oluşu hâdiseleri değerlendirmedeki farktan hasıl olmaktadır. Zira aynı
hadiselerin farklı şekillerde değerlendirilmesi meseleye muhtelif cevaplar
getirir. İçinde bulunduğu bu elem verici vaziyette insanın üstün gâyesi ne
olmalıdır ?
Hinâyâna,
«Bütün fenâhkların en büyüğü ızdırap'dır» değer kükmünden hareketle kendi hattı
hareketini tayin eder (14). Bu İlk kaziyeden şu çıkar ki ızdıraptan kurtulmak,
bütün hayırların en büyüğü olmalıdır, bu neticeden de, nihâyet beşerî bir
varlığın en üstün hedefinin ne pahasma olursa olsun ızdırabı yok etmek olduğu
hükmüne varılır. Bu fiat da kendisini, «Ben» in sönmesi olarak göstermektedir.
Zirâ ızdırap, arzu sönmedikçe ortadan kaldırılamaz ve arzu ortadan kalktığı
vakit onunla birlikte ben de ortadan kalkar. Hinâyâna'nın hasımları, ızdırabı
söndürmek için onun ortaya koyduğu tâlîmâtm ziyâdesiyle müessir olduğunu inkâr
etmiyorlar. Onların inkâr ettikleri husus, H:nâyâna'nm teklif ettiği hedefin
beşerî bir varlık tarafından seçilebilecek en üstün gaye olacağıdır; onlar onu
inkâr ediyorlar. Zira, Hinâyâ'nın hidâyetteki kaziyesine (Postulat) itiraz
ediyorlar. Bu kaziye ızdırabı mevcut en büyük şer kabul etmekti. Onların eşyâya
bakış tarzına göre, Hinâyâna, beşer tabiatına müteallik hâdiseleri değerlendirmesinde
·
(13)
Bkz. XIX. Makâle, s. 273276.
·
(14)
Bkz. bölüm, V, s. 7274.
yanılmaktadır.
Zira teşhîsi yeteri kadar isabetli olmamıştır.
«Bir
dînin gerçek olması için bizim tabiatımızı tanıması gerekir. O büyüklüğümüzü ve
küçüklüğümüzü, büyüklüğün ve küçüklüğün hikmetini bilmek zorundadır. Bunu
Hıristiyanlıktan başka kim bilirdi ? (15)».
·
288 — Paskal’ın bunu
yaparken Hıristiyanlıkla berâber Budizmi de düşünmüş olması zayıf bir
ihtimaldir. Bununla beraber onun düşüncesi Hıristiyanlığın şuurlu bir
ihtimalidir. Bununla beraber onun düşüncesi Hıristiyanlığın şuurlu bir övgüsü
olduğu kadar Hinîyâna'nm kasdî oimıyan bir tenkidi ve Mahâyânai'nm da bir
takdiridir. Hıristiyanlık ve Mahayâna, iki farklı nev'in arzuları arasında bir
tefrik yapmaktan (ki bunu Hinâyâna yapmaz) hareketle kendi hattı hareketlerini
tayin ederler ve iki ayrı nevî o kadar farklı bir şekilde takdîr ederler ki
onları değerler mikyâsının iki zıt ucuna yerleştirirler (16)».
Hıristiyan
Mahayâna teşhîsine göre insanda bencil
arzûlar vardır. Ben kendi dışında bulunan bir şeyi sırf obur «ben» in tatmini
için bu arzû edilen şeyden faydalanmak gâyesiyle arzuladığı vakit, bu bencil
arzûlarm mevzûbahs olduğu her yerde Hıristiyan Mahayâna ve Hinâyâna dinlerini takip
edecekleri hareket hatları birbirinin aynıdır. Üçünde müşterek olan düstûr: «Bu
arzulan öldürün» dür. Bencil olmayıp, aksine kendinden ferâgat etmeyi
gerektiren bir başka çeşit arzuyu Hıristiyanlık ve Mahâyâna teşhîs ettiği vakit
politikaları arasında bîr fark hâsıl oiur. Kendinden ferâgat etmek «Ben» i
bensilcesine öldürmeyi değil, onu aşkla bir başkasının hizmetine bu hizmetin
·
(15)
Pascal, Pensee Nu: 433.
·
(16)
Bkz., V. Makale, s. 7274.
sebep
olacağı zahmet ve ızdırap ne olursa olsun adamayı ifâde eder.
Bir
«Ben», bu çeşit kendisinden yapacağı bir fedâkârlığı arzuladığı vakit arzu
ettiği şeyi iyi bir fırsat olacak olan bir «o» olarak değil, mukaddes olan bîr
«sen» olarak mülâhaza eder. Zira bu «sen» bir değer «ben» dir. Kendinin feda
nevinden bir arzu duyan âşık, «ben» kâinata bizzât kendisine benzeyen «ben» ler
cemiyeti olarak muamele eder. «Tersine bencil nevden bir arzu duyan «ben»,
kendi dışında kalan kâinatın herbir şeyine ruhsûz dalga ve zerreler yığını
olarak muamele eder. Şu tecrûbî bir olaydır ki her bir beşerî «ben», bu iki farklı
nevden arzular duyabilir ve fiilen de duymaktadır. Ve yine bu iki nevin
aralarında sâdece farklı olmakla kalmayıp mânevî derecelemede zıt kutuplarda
yer aldıkları da bittecrûbe görülmektedir. Biz burada, aralarından mücâdele
ettikleri haide birbirinden ayrılması imkânsız muhalefetlerin insan vücûdundaki
paradoksal birliklerinin bir başka tezâhürünü görmekteyiz. Bu dünyâdaki İnsan
hayâtının kaçınılmaz bir refiki olan fasılasız mücâdele, aslında bizdeki bencil
arzulan söndürmek ve kendimizi her ne pahasına olursa olsun fedâkârlık
arzularımızın rehberliğinde gitmeye zorlamak için yapılan bir mücâdeledir.
Burada paha kendini çok yüksek derecede bir ızdırap olarak göstermektedir.
Aşk'ın sâiki ile göğüs germeyi göze aldığımız zahmet,, tamah'ın şevkiyle karşılaşacağımız
zahmetten çok daha büyüktür. Hıristiyanlık ve Mahyânanın hükmüne göre ızdırabm
en yüksek derecesi bile aşk'ın dâvetine uymak için ödenmesi gereken pek o kadar
yüksek bir fiat değildir. Zira onlara göre, asıl fenalıkların en büyüğü ızdırap
değil, bencilliktir, bütün hayırların en büyüğü de ızdıraptan kurtulmak değil
aşk'dır.
·
289 — Üstün dinlere câmi
bir nazar, bize Beşer hayatının sevku idâresi için kâinat ve insan tabiatına
müteallik iki farklı teşhise dayanan iki farklı politika gösterir. Bu iki teşhisten
hakîkata hangisi daha çok yakındır ? Bu iki politikadan, hangisi bizi insanın
gerçek gâyesine daha çok yaklaştıracaktır?
XX.
asrımızda, Hıristiyan kültürü İçerisinde yetişen bir müşâhit eğer bu suallere
elinden geldiği kadar cevap vermeye davet edilseydi hemen hernen kesin olarak
Hıristiyanlık ve Mahâyâna lehine ve Hihâyâna aleyhine beyânda bulunacaktı. Suâl
üzerine o, muhtemelen Hinâyâna'nın teşhîsini, feragat duygulan ile bencil
duygular arasında herhangi bir tefrik yapmayı reddettiği için, sathî bulacak,
sathî bir teşhîsin yanlış bir değerlendirmeye ve binnetîce yanlış bir düstura
götüreceğine hükmedecek ve Hinâyâna politikasının kâbili tatbîk olmadığını
iddiâ edecektir. Çünkü onun gördüğü kadarıyla o bizzat kendini tekzîb
etmektedir. Bir «ben» nasıl olur da kendini öldürmek arzusunu duymadan arzûyu
öldürmek teşebbüsüne geçebilir ? Diğer taraftan, kendini öldürme arzusu tam
olarak ayakta kaldığı müddetçe o nasıl olur da arzuyu öldürmeye muvaffak
olabilir? (17). Nirvanaya namzet bir kimse niyetlerinin tersine gideceğinden
emîn olduğu bir teşebbüse girişmiş olmuyor mu? O, kendisini kendi eliyle, büyük
bir endîşe ile uykuyu arzuladığı için bir türlü uyuyamıyan uykusuzluk mübtelâsı
birinin durumuna sokmuş değil midir? Onun arzu ettiği şey kendiliğinden şuuru
kaybetmektir. Arzusuna karşı koyan şey de kendi bencilliğidir. Bu mukayese, şu
mühim noktayı tebârüz ettiriyor ki Hinâyâna'ya mensub bir arhat’m hirvana için
olan arzusu bencil sınıfdan bir arzudur. Arzudan kopmanın peşinde olan bir
arhat için
·
(17) Bkz. bölüm V,
s. 73.
kâinatta
bir diğer «ben», sevilmesi gereken bir «sen» değil, tersine terkedilmesi
gereken bir «o» dur ve şahıslara sanki onlar eşya İmişler gibi muamele eden bir
arzu bencildir. Hattâ bu arzunun onlarla olan tek münâsebeti onlardan
uzaklaşmaktan ibâret bulunsa bile bu noktaya ulaşan Hıristiyanlık sözcüsü,
Hinâyâna’nın durumunun aydınlatılması için yerini Mahâyâna'nın sözcüsüne
bırakabilir. Hinâyâ'nın bu Budist tenkidi Hinâyânalı mukaddes kitapların
şehâdetini talep edecek ve Hinâyânâ’nın değil, asıl Mahâyâna'nın Buda
budizminin gerçek akidesini temsil ettiğine delil getirecektir. Hinâyâna dini
metinleri Buda'nın sünnetini ve tebligatını yazıyla tesbit etmiş olduklarını
iddia ederler. Eğer vakayinâmeleri sahibse şu kanâata varırız ki Buda, bizzât
tatbik ettiği şeyi tebliğ etmiyordu. Tebliği sırasında, kesin bir sûrette
insanın üstün gayesinin kendini yok etmek olması gerektiğini söylüyordu. O
kendisi İlâhî nûra mazhar olduktan sonra iğvâcı, ona beklemeksizin Nirvâna'ya
girmesini telkin ettiği vakit kendisi için reddetmiş olduğu bir hattı hareketi
başkasına tavsiye ediyordu. Bunun yerine kendi hemcinsleri olan muzdarip
varlıkların kurtulmasına çalışmak için kendi kurtuluşunu kasden geciktirmeyi
tercih ederek Buda, müsbet bir davranışla ifâde ediyordu ki kendisi mevzubahis
olunca bizzat o aşk sebebiyle ızdırap çekmek, kendi kendini yok etmek suretiyle
ızdıraptan kurtulmaya müreccahtır. Fakat
insanın gerçek gayesi mevzubahs olduğu zaman kendisi için hayır olan
nefsülemirde de hayır olmalıdır. Ve binnetice başkası için de böylece kendi
tercihini yaparak Buda bir örnek, veriyordu. Esâsen bizzât sürdüğü hayatla
vermiş olduğu bu örnek, kendisine izâfe edilen akide sayılmalıdır. Eğer
tebligatında bencilce bir kendini yok etmeyi tavsiye ediyosar da kendi
sözlerini feragat ve aşk fiilleriyle zımmen takzib ediyordu. Mahâyâna’nın
Bodhisattva İdeâlini ilhâm eden bu filler, Hinâyâna Budizmin hâkim olduğu
memleketlerde günlük hayâtın rûhu ve akışı üzerine bizzât Buda'nın akidesinden
daha fazla müessir olmuşa benziyorlar. Eğer Hinâyâna'ya yaptığımız Mahâyâna'cı
tevhidimiz samimî ve merhametkâr idiyse bu insana münâsip bir kıyasla onu kısa
yoldan ölüme kavuşturarak ızdıraptan kurtaran son darbe olacaktır.
·
290
— (Hinâyâna metinlerinde bizim için tesbît edilmiş olan) tahriklere mukâvemet
eden Buda'nın bu tahayyülü, Saint Paul'ün Filipinlilere Mektubu'nun daha önce
zikri geçen (18) bir kısmında Hıristiyan bir karşılığa sahiptir.
Hıristiyanlıkta da, ilâhı nûra mazhar olduktan sonraki Buda’da olduğu gibi,
kendi durumuna tamâmen hâkim olmanın fevkalâde vaziyetini ihrâz etmiş olan bir
«ben» in tasr virini buluruz. Burada tıpkı Buda Gotama gibi, Hz. İsâ Mesih
ızdıraba karşı ebedî bir muafiyet elde etme imkânına sahiptir. O, «Allah
sûretinde var olmak», «Onunla eşit olmak» ve mevcudiyetin bu İlâhî mertebesinde
hiç bir gayri mutmain arzusu bulunmayan ve binnetîce sükûtu hayâle uğrama
tehlikesine mâruz olmayan bir «ben» olma durumunda bulunuyordu. Buda'nın
Nirvana'ya girmesi gibi İsâ Mesih’in de göklerde ta'lîh ve tebcîii «yakalanacak
bir Av» olarak mülâhaza edilebilir. Fakat Buda gibi Mesih de tahrike mukâvemet
eder. O irâdı olarak «ben» in hayatından ayrılmayan ızdırabı ve bilhassa hâkim
endîşesi İhtirâsdan ziyâde aşk olan «ben» in mâruz kaldığı üstün ızdırabı seçti.
·
291
— Mesih ve Buda, bu birbirinin aynı olan tahrîke mukâvemet ederek ikisi de
fiilen «ben» e karşı aynı hakîkatı ilhâm ediyorlar. Bîr «ben» kullanılması
gereken bîr
·
(18) Bkz. VI.
makale, s. 94 ve bölüm XIX, s. 276. meziyettir. Onu gömmek
veya eritmek için tedâvülden çn karmak, tedâvüle sürülüş gayesine zıt düşer. Bu
hakîkat sâdece bayağı bir «ben» için değil, Buda Gotama gibi feyze mazhar olmuş
bir «ben ve İsa Mesih gibi iîâhlaştırılmış bir «ben» için de muteberdir.» «Bir
ben olmak hâdisesi» arzudan gayri müfâriktir. Ve binnetîce ızdıraptan da gayri
müfâriktir. Bu durum mutlak hakîkatla mükemmel bir birleşmeyi gerçekleştiren
bir «ben» ve hatta şahsî Allah veçhesi altında bizzat mutlak hakîkat için de
mûteberdîr,
«Allah
nedir? Bir adam için Allah kendi sefâlet arkadaşlarına yardım etmek demektir
(19)».
«Merhamet
Allah'tandır... Biz Allah'ı sevdiğimiz için değil, ancak o bizi sevdiği için
merhamet ondandır. Eğer birbirimizi seversek Allah bizde hâzır olur ve
merhameti bizde tecellî eder. Allah sevgidir, sevgide kalan Allah'da kalır ve
Allah onda tecellî eder (20).
Böylece
Mahâyâna'ya mensup bir Budist veya bir Hıristiyan, Hinâyânâyı kendi diniyle
kıyasladığı vakiî muhtemelen kendi İnancının en mükemmel olduğu hükmüne varacak
inancı ona kâinâtın muamması üzerine çok daha derin bir sezgi verdiği ve beşerî
varlıkların kendi kendilerine edinmek zorunda olduklarından çok daha yüksek bir
ideal teklif ettiğine kânî olacak. Eğer Hıristiyan'ın ulaştığı netîce böyle
olursa teknoloji ile «mesâfenin imhâ edilmesi» nden sonra bütün üstün dinlerin
daha sıkı münâsebete geçme imkânlarının doğduğu bir dünyada onun takıp etmek
zorunda kalacağı hattı hareket ne olacaktır?
·
(19)
Pline L'ancien tarafından zikredilen anonim bir feylesof, Hİstoria Naturalis,
Livre II. Chap, VII, s. 18.
·
(20)
Yuhanna'nın I, mek. IV, 7, 10, 12, 16.
Onun
yapacağı ilk şey belki de «kendisinin salih olduğuna inanarak bununla övünüp
başkalarını istihkâr eden bir kısım kimseler» in (21) tavrını takınmak
olacaktır. Bu tavra Hıristiyan, Yahûdî ve İslâm tarihinde sayısız geçmiş
örnekler bulacak. Bu geçmiş örnekler bir bakıma ona ibret olması gereken
ihtarlar olacak. Çünkü farizaizm (22) musevî asıllı dinlerin ananevi günâhı
olmuştur. Bu günâh, kendi üzerine felâketler ve gaddarlıklarla dolu ardı arası
kesilmeyen mütemâdi trajik cezâları çekmiştir. Farîzaizm’in meyvesi
müsâmahasızlıktır. Müsâmahasızlığın meyvesi şiddettir. Ölüm de günahın
ücretidir. Batı Hıristiyanlığının sinesinde katoliklerle protestanlar arasında
cereyan eden din harplerinin cinâî karekteri ve öldürücü tabiatı, XVII.
asırdaki seleflerimizi Hıristiyanlıktaki merhamet adına müsâmahayı ikâme etmeye
sevkeden fenalıklara sebep oldu. Günümüzde öyle maddî ideolojilere şâhit olduk
ki, bunlar Batı'nın dinî geleneklerinden hiç bir surette nâsibedâr olmadılar.
Bunlara intikâl eden târihî tek şey Batının bencil, riyakâr (farzîzaik)
karakteri ve bir de onun taassubudur. Bu idelolojiler, kesin olarak
yerleştiğine inanılan her çeşit müsamahanın köküne kibrit suyu dökmektedirler.
·
292 — Eğer ananevî farîzaik
göreneğine tekrar düşme tehlikesi ile her an başbaşa bulunuyorsak, bu iğvaya
karşı hepsi de birer merhamet ve mürüvvet düstûru olan birçok hakîkatları
hatırlayarak kendimizi takviye edebiliriz.
·
(21)
Luka, XVIII, 9.
·
(22)
Zahirde dindar görünen iki yüzlü bir yahûdl tarikadı Farizaizm: Son derece
dindar ve Tevratın emirlerini tatbikte titiz göründükleri halde İncil
tarafından İki yüzlü ve ahlâksızlıkla itham edilen bir Yahûdî tarikatı, İki
yüzlülük riyâkârlık (C.N.).
(Tarih
şuuru — 26)
Bir
dinin mihenk taşı, onun sâdece hakikatleri keşfetmekte ve teblîgâtını izah
etmekteki değil, aynı zamanda beşerî ruhlara bu hakîkatlara nüfûz etme ve bu
teblîğâtı mevkiî tatbîke koymadaki yardımda gösterdiği nisbî muvaffakiyet veya
mağlûbiyetidir. Hakîkat'ın muhtevâsı ve İnsan'ın gerçek gayesi üzerine bir
dînin yapmış olduğu târifleri kabûl veya reddetmekle o din hakkında son sözü
söylemiş olmayız. Biz mensuplarının günlük hayatlarını da tetkîk edip,
dinlerinin fiiliyatta insanın aslî günâhına yani bencilliğe hâkim olması için
ne dereceye kadar yardım ettiğini görmek zorundayız. Bu bütün dinlerin önem
vermeleri gereken bir meseledir. Hinâyâna’nın mutlak hakîkat telâkkisini ve
onun muzdarip beşer hayâtına göğüs germe metodunu reddeden bir Hıristiyan eğer
mücerred ve hasmâne fikrini bizzât Hinâyâna Budizminin hâkim olduğu dünyânın
mânevî atmosferinde yaşanan şahsî bir tecrübe ile tahkikaten geçirmedi ise
Hinâyâna’yı haksız olarak mahkûm etmiş demektir. Eğer o, bizzât şahsî müşâhedesi
olmaksızın Hinâyâna İdaresi altında sürülecek bir hayatın Hıristiyanlığın
rehberliğinde sürülecek olana nazaran daha fena olacağına hükmederse bu kimse
kendi dininin diğerlerinden üstün olduğunu iddlâ etmekte aslâ mâzur ve mâkûl
addedilmiyecek.
Biz
inanıyoruz ki, kendi dînimiz «hakîkat'ın yolu (23)» dur. Ve bu kanaatimiz
bilgimiz nisbetinde tahkîk edilmiştir. Fakat bu iddiada daha ileri gitmemek
gerek. Çünkü biz ne bütün hakîkatı biliyoruz ne de bildiğimiz hakîkatten
ibârettir. Biz hakîkatı tümü ile değil, kısmî olarak tanırız. Ve bir ayna
yardımıyla muâmmâlı olarak görürüz (24).
(23}
Yuhanna XIV, 6.
(24}
Korintoslulara II. mek. XIII, 9 ve 11. Eğer
«Nur karanlıkta parlar» (25) sa, Kâinat dâima bir sır olarak kalacaktır.
«Bu
kadar büyük bir sırra tek bir yolla erilemez (26)».. Hatta diğer üstün dinlerin
bizim dinimize nazaran daha; az hakîkatlara sahip olduğu isbât edilseydi bile
bu, onların hiç bir hakîkata sâhip olmadıkları mânasına gelmezdi. Onların sahip
oldukları hakikat belki de bizde bulunmayan bir hakikattir. Symınaque'ın
müsâmaha lehine, getirdiği hüccet Hıristiyan muhâliflerî tarafından çürütülemedi.
Onun atalarından kalma dininin Hıristiyan Roma; hükümetinin cismâni bileğiyle
zorla ortadan kaldırılması: hüccetine bir cevâp olamıyordu. Symmaque sükût bile
ettirilemedi, zira atalarından kalan din çoktandır ortadan, kalkmış olsa bile
Symmaque nâmına konuşmak için bugün: Hinduizm hâlâ berhayattır.
·
293 — Bu gün bizim yaşadığımız
dünyada muhtelif’ üstün dinlerin mensupları diğerinin dînî miraslarına müsâmaha
hürmet ve saygı göstermeye daha çok mecburdurlar. Zira bizim neslimizde hiç
kimse kendi dini İle komşusundaki arasında hakemlik yapacak durumda değildir.
Çocukluğumuzdan beri alışageldiğimiz bir dinle, hayatta hâriçten öğrendiğimiz
bir dînin mukâyesesi mevzûbahs olduğu vakit tarafsız bir hüküm vermek
imkânsızdır. Ata dinimiz hissiyatımız üzerinde öyle kuvvetli bir hâkimiyete
sahip ki, kanaatimiz onun ve onun hâricinde herhangi bir din hakkında katîyyen
tarafsız olamaz. Muhtelif dînler arasında hüküm verme arzunuzu «mesâfenin maddî
olarak îmhâsı» beklenen psikolojik tesirleri hâsıl etmek için yeterli müddete
sâhip oluncaya kadar fireniemek zorundayız. Muhtelif târihi millet, medeniyyet
ve dinlerin mahallî
·
(25)
Yuhanna I, 5.
·
(26)
Symmague, (XVIII, bölüm, 251. sayfada zikredildi.) miraslarının
bütün insanlık ailesinin tek bir müşterek mirası hâlinde kavuşup kaynaşacağı
bir gün mutlaka gelecektir. Bu an geldiği vakit muhtelif dinler arasında
tarafsız bir hüküm vermek mümkün olacaktır. Bu hedef belki de ufukta beliriyor.
Fakat henüz asla imkânımız dâhilinde değildir. Bugün mevcut bütün dinlerin
pratik ve hassâs imtihanlardan geçeceğini beklerken «siz onları meyvelerinden
tanıyacaksınız (27)». Bir dinin pratik imtihânı, her yerde ve her zaman, beşerî
ruhlara günah ve ızdırabın tehdidine karşı koymada ettiği yardımda gösterdiği
muvaffakiyet veya muvdffakiyetsizliktir. Dünya tarihinin bu gün bizim girmiş
bulunduğumuz bölümünde öyle geliyor ki teknolojinin arkası kesilmeyen
ilerlemeleri, bizim ızdıraplarımızı misli hiç görülmemiş şekilde artırmaktadır.
Keza günahlarımız da peşin ve fiîlî netîceleri itibâriyle çok daha tahripkâr
bir hal almaktadır. Biz bir imtihan devresine giriyoruz. Ve eğer akıllı isek bu
imtihânın hükmünü beklemek zorundayız.
·
294 — Eğer zamanın tefrîk
edici fâaliyetini tamamlamasına kadar lüzumlu olan bekleme gücünü kendimizde
bulamıyorsak bizimki olma durumunda olan dinin hakkâniyet ve değerine
inanmadığımızı itirâf etmiş oluruz. Diğer taraftan eğer biz ona inanıyorsak
onun üzerine düşen rolü ifâ edeceğinden endişemiz olmamalıdır. Bu rol ise,
olayların gerisinde mahfî olan mevcudiyetle irtibat kurmakta ve bu mutiak
hakikatle onları âhenktâr yapmakta beşerî ruhlara yardım etmektir. Üstün
dinlerin vazifesi, kendi aralarında bir mücâdeleye girmek değildir onlar
birbirlerinin tamamlayıcılarıdırlar. Biz hakikatin yegâne emânetçisî olduğunu
düşünmeye mecbur olmaksızın kendi dinimize inanabiliriz. Onun yegâne kurtuluş
vâsıtası olduğuna inanmaya mecbur olmaksızın onu sevebiliriz. Hıristiyanlığı
inkâr etmeksizin Symmaque'ın sözlerini ciddiye alabiliriz. Hz. İsa’ya karşı
katılaştırmadan Symmaque’ın karşı da kalblerimizi katılaştırmayabîliriz. Çünkü
Symmaque'ın teblîğ ettiği şey Hıristiyanlığın sevgi ve merhametidir.«Sevgi asla
zeval bulmaz. Fakat peygamberlikler ise iptâl olunacaklar, diller bitecekler,
ilimler ise ibtâl olunacaktır (28)».
BİTTİ
Scythe:
Eski Yunanlılar KuzeyDoğu Avrupa İle Kuzey Asya'ya Scythle buraya mensûb olana
da Scythe derlerdi. Barbarlıklarıyla meşhurdur. (Ç.N.).
Bayeux
halıcılığı: 0,50 m. eninde, 70 m. boyunda bir şerit olup, 1066 yılında
İngiltere'nin fethini tasvir eder. Yanyana dizilen resimlerde 530 şahıs yer
alır. XI. asrın kıyafet, silâh, askerî ve sivil hayâtı için kıymetli bir
vesikadır (Ç.N.).
·
(3) Bak: Astudy
of Hlstory IX, 364368.
Rakamlar
mehazlarla ilgili paragraf numaralarını göstermektedir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar