YİRMİ DÖRDÜNCÜ SİFİR 3.Bölüm
ÜÇ YÜZ ALTMIŞINCI BÖLÜM
Övülmüş Karanlıkların ve Görülen Nurların Menzilinin Bilinmesi
Gerçekte kabul nuru imanın ta kendisi
Fikrinin nuru ayet ve burhan
Fikir nuru kuşkudan
ayrılmaz
Bazen eksilen bazen
artan kuşkular
En yüce imanın nuru
bilgi sahibi
Gözetleme kulesinin
başındadır, bühtansız
Akıl ona bakarken,
onun üzerindeydim
Mesleklerine karşı
hüküm ve sultanı var
Zorunludur o, ne
fikir ve ne nazar
Kâr ve zarar da onu
sınırlamaz
Seni baki kılacak şeyi Allah Teâlâ
sana öğretsin ve seni temiz olanlardan etsin, bilmelisin ki: Nur idraki sağlar,
fakat kendisi idrak edilemez. Hâlbuki karanlık idraki mümkün kılmazken kendisi
idrak edilir. Bazen ışık öyle büyür ki, kendisi idrak edilir, fakat onunla
idrak mümkün olmaz; bazen' latifleşir ve bu kez kendisi idrak edilmez, fakat
onunla idrak gerçekleşir. İdrak, idrak edilen şeydeki nur sayesinde
gerçekleşir. Akla ve duyuya göre böyle olması zorunludur. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’e ‘Rabbini gördün mü?’ diye sorulunca, ‘Nurdu, nasıl göreyim’
demiş ve yakınlığın en ileri derecesine dikkat çekmiştir. Çünkü Allah Teâlâ
insana şah-
damarından daha yakındır. Allah Teâlâ
can çekişen hakkında ‘Biz ona şahdamarından daha yakınız’447 buyurur. Öyleyse Hakk saf nur,
imkânsız olan (müstahil) saf karanlıktır. Karanlık hiç bir zaman ışığa dönüşmeyeceği
gibi ışık da karanlığa dönüşmez. Alem de nur ile karanlık arasındaki
berzahtır. Özü gereği karanlıkla nitelenmeyeceği gibi ışıkla da nitelenmez.
Alem berzah ve ortadır. Bu nedenle de iki ucun hükmüne sahiptir. .
Allah Teâlâ insanda iki göz yaratmış,
iki yol arasında bulunduğu için ona iki yol göstermiştir. Birinci gözüyle insan
ilk yoldan nuru kabul ederken istidadı ölçüşünce ona bakar. Diğer gözüyle öteki
yoldan karanlığa bakar ve onu kabul eder; kendiliğinde ise ne karanlık ne
nurdur. Aynı zamanda insan kendiliğinde mevcut veya madum da değildir. însan
özü gereği güçlü bir manidir: O saf ışığın karanlığı kaçırmasını engellediği
gibi saf karanlığın saf ışığı kaçırmasını da engeller. Böylelikle insan varlığıyla
iki ucu birden karşılar ve bu sayede varlıkla nitelenmesini sağlayacak ışık
kazanırken karanlıktan da kendisiyle niteleneceği yokluğu elde eder. Binaenaleyh
insan iki taraftan korunurken iki tarafı da korur. Yaratıkların değerini ancak Allah
Teâlâ bilebilir. Âlemde ortaya çıkan karanlık ve nurların kaynağı bu olduğu
gibi mümkünün iki ucun hükmünden aldığı tesir de budur. Yaratılmış iki ucun
varlığını koruyacak bir mesabede olmasaydı, ‘Rabbiniz
kendisine rahmeti yazdı5448 ayetinde belirtildiği üzere Hakk
kendisini böyle nitelemezdi. Başka bir ayette ‘Rahmetim
her şeyi kuşatır5449 buyururken başka bir ayette ‘Bu,
uygun bir karşılıktırA5° der. Bunun nedeni mümkünün sahip
olduğu (iki ucu) koruma halidir. İmkânsız da bunu gözetir ve kendi hakikatinden
ona aktarır ve yokluğunu korurken Hakk da onun varlığını korur. Mümkün,
olumlama ve ispatta aynı anda varlık ve yoklukla nitelenmiştir. Başka bir
ifadeyle mümkün, bunlardan her birini kabul edicidir. Yine bu nedenle
olumsuzlamada da mümkün veya madum olmamayı kabul edicidir. Böylelikle mümkün,
olumlama ve olumsuzlamadaki niteliğinde o ikisini bir araya getirmiştir. Mümkün
yoklukla nitelenmeksizin mevcut olsaydı, Hakk; madum olup varlıkla
nitelenmeseydi bu kez imkânsız ölurdu. Öyleyse mümkün koruyan-korunan,
sakınan-sakınılandır. Bu tanım mümkün için sabit ve ayrılmaz bir tanımdır ve
mümkünün bunun dışında kalması mümkün değildir. Yine bu nedenle mümkün, yokluk
ile varlık arasında hayretle nitelenir. Bunun nedeni, özelliği gereği, iki
uçtan birisine tam olarak geçememesidir.
‘Haktır’ dersen,
sözün doğru .
Batıl dersen, yalan söylemiş olmazsın
Bunu öğrenince, insanların ışığın ve
karardığın manası hakkında söylediklerini söyleyelim. Bunlar, örfte bdinen
şeylerdir. Misal olarak şimşeklere, yıldızlara, kandillere ve benzeri şeylere
izafe edilen ışıkları verebiliriz. Aynı zamanda duyuda algılanan ve bdinen
karanlık da böyledir. Bâtının mana ve nurları da bu kısımdadır. Bu kısma misal
olarak, aklın nurunu, iman ve bdgi nurunu verebiliriz. Bâtının karanlığına misal
olarak da bilgisizlik karanlığını, şirk ve akılsızlık karanlığını verebiliriz.
Ne ışık ne karanlık olan da vardır. Buna misal olarak kuşku, zan, hayret ve nazarî
araştırmayı yerebiliriz. Bu, karanlık olmadığı gibi ışık da değüdir. Böyle
ifadeler örfte vacib (zorünlu), imkânsız ve mümkünün hakikatlerinin
mecazlarıdır.
Mümkün, bizatihi, kendi hakikatiyle birlikte iki ucun hakikatini bir araya getirir. Bundan mümkünde bulunan mana, mahsus ve hayalleri sana açıklayacağız. Bu toplamın hükmü ise mümkünde ortaya çıkarken kesinlikle iki uçta gözükmez. Öyleyse mümkün hakkındaki bilgi, engin ve dalgaları büyük bir bdgi deryasıdır. O deryada gemder batar ve iki ucundan başka sahili olmayan bir deryadır o. İki uçta ise öyle bir bilgiye ulaşamayan aciz akılların zannettiği şeyler bulunmaz. Sağ ve sol gibi. Bunun nedeni, ikisinin arasındaki durumun böyle olmayışıdır. Olsaydı, tahayyül de olmalıydı. Zikrettiğimize göre en yakın olan misalle hayalde canlandırmak gerekir. Gerçekte bu durum, çevre karşısındaki nokta ve ikisinin arasındaki şeylere benzer. Nokta Haktır, çevrenin dışındaki boşluk, yokluk veya karanlıktır. Nokta ile çevrenin dışındaki boşluk arasında ise mümkün vardır. Bunu aşağıdaki şekille gösterebiliriz:
Noktayı zikrettik, çünkü nokta dairenin çevresinin aslıdır. Daire noktayla ortaya çıktığı gibi mümkün de Hakk sebebiyle ortaya çıkar. Çevre dairenin bir parçasıdır. Noktadan çevreye doğru uzayan çizgiler bulunduğunu var saysak, bunlar bir noktada sonlanır. Öyleyse çevre bütün olarak nokta karşısında bu mesabededir. Bu durum ‘Allah Teâlâ onların ardından ihata edendir*451 ayetinde belirtilen husustur. Başka bir ayette ‘0 her şeyi ihata edendir*452 denilir. Böylelikle çevredeki bütün noktalar çizginin bitimi olmuştur. Kendisinden çevreye doğru çizginin çıktığı nokta, çizginin başlangıcıdır. Öyleyse o ilktir, sondur. Binaenaleyh o, noktanın ve her çizginin başlangıcı olması gibi, her mümkün için ilktir. Hakkın dışında ve Haktan zuhur eden şeyin dışında kalan ise varlık kabul etmeyen yokluktur. Çıkan çizgiler ve mümkünler, Allah Teâlâ’dan başlar ve yine O’na döner. ‘Bütün işler O’na döner.’ Çünkü çizgi bir noktada sonlanır. Çizginin başlangıcı ve sonu, çizgidendir ve çizgiden değildir, nasıl istersen öyle diyebilirsin. Bu, Eşarilerin sıfatlar hakkında söylediği üzere, hakkında ‘ne o ne o değil’ denilebilecek şeydir. Kim kendini bilirse, Rabbini de öyle bilir. Bu nedenle Şâri seni Allah Teâlâ’yı bilmede kendini bilmeye yönlendirmiştir. Bu durum ‘Onlara ayetlerimizi göstereceğiz’453 ayetinde belirtilir. Bunlar, ufuklardaki delillerdir. ‘Ve nefislerinde de.’ Böyle demekle Allah Teâlâ ayette âlemden zikredilmemiş bir kısım bırakmamıştır. Çünkü senin dışındaki âlemin tümü, ufuklardır ve onlar senin çevrendir. ‘Ta ki onlara görünür, O’nun Hakk olduğu.’ Yani başkası değil, Haktır, çünkü başka yoktur. Bu nedenle çizgi noktalardan bileşiktir ve onlar ancak böyleyken bilinebilirler. Yüzeyler de çizgilerden oluşur ve dolayısıyla noktalardan oluşur. Cisim yüzeylerden bileşir. Yani cisim, noktalardan bileşik çizgilerden oluşur.
Terkibin en ileri merhalesi cisimdir
ve cisim sekiz noktadır. Allah Teâlâ hakkında bildiğimiz ise zat ve yedi
sıfattır. Binaenaleyh bu sıfadar ne O’dur ne O değildir. Buna göre cisim
noktalardan başka bir şey olmadığı gibi noktalar da cisimden başka bir şey
değildir. Fakat aynı zamanda cisim noktalar da değildir ve noktalar da cisim
değildir.
Cismin en azının sekiz nokta olduğunu
söyledik, çünkü ‘çizgi’ adı iki veya daha fazla noktadan var olur. Asıl
itibarıyla yüzey, iki veya daha fazla çizgiden oluşur. Yani yüzey dört
noktadan oluşur. Cisim ise iki veya daha fazla yüzeyden oluşur. Bu durumda
cisim bilfiil sekiz noktadan var olmuştur. Cisim adına uzunluk çizgiden,
genişlik yüzeyden ve derinlik iki yüzeyin bileşiminden meydana gelmiştir.
Böylelikle delillerin yapısı üçlemeye (mantıktaki önermeler) bağlı olduğu kadar
cisim de üçlü bir yapıya dayanmıştır. Nitekim varlığın aslı -ki Haktırâlemi üç
hakikat vasıtasıyla var etmiştir; hüviyeti, yönelmesi ve sözü (ol sözü). Alem
hem duyuda hem manada, kendisini yaratanın suretine göre ortaya çıkmıştır.
Binaenaleyh o, nur üstüne nur, karanlık üstüne karanlıktır. Çünkü her nurun
karşılığında bir karanlık olduğu gibi her varlığın karşılığında bir yokluk
bulunur. Varlık zorunlu ise mukabili zorunlu yokluktur; mümkün ise, mukabili
mümkün yokluktur. Her mukabil, gölgeyle şahsın ilişkisinde olduğu gibi,
mukabilinin suretindedir.
‘Allah Teâlâ’nın kendisi için nur
yaratmadığı kimse5454 ayetinde dikkat çekilen meseleyi
bilmelisin. Mümkünde yaratılmış nur, Hakkın varlığından başkası değildir.
Binaenaleyh Allah Teâlâ, rahmet etmek ve müminlere yardım gibi bazı hususları
kendisine vacip kılmıştır. ‘Rabbiniz kendi üzerine rahmeti
yazdı’455 ve ‘Müminlere
yardım üzerimizde haktır’456 buyrulur. Allah Teâlâ kendisini
mümkünde yaratıcı olmakla da nitelemiştir. Çünkü nur olmasaydı, mümkünün
varlığı ortaya çıkmaz ve varlıkla nitelenmezdi. Her kim varlıkla nitelenirse, Hakk
ile nitelenmiştir. Varlıkta Allah Teâlâ’dan başkası yok! Öyleyse varlık, tek
hakikat olsa bile, onu mümkünlerin dış/aynî varlıkları çoğaltmıştır. Varlık
bir-çoktur. Varlık mümkünlerin dış varlıkları nedeniyle dolaylı olarak bölünür.
Nitekim biz de dolaylı (tâbi) olarak varız. Hakk olmasaydı biz de olmazdık. Biz
olmasaydık, kendisine nispet etiği çok sayıdaki nispet ve farklı anlamlı
isimler nedeniyle çoğalma da olmazdı. Öyleyse bütün varlık, bize ve Ona dayalıdır.
Biz Onunla var olduğumuz gibi O da bize bağlıdır. Bütün bunlar, O’nun ilah
olması yönünden böyledir. Çünkü Rab özü gereği hem varlık hem takdir itibarıyla
‘merbub’ talep etse bile ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir.5457 O’na
kendisinden başka delil yoktur. Allah Teâlâ kendisini müstağnilik özelliğiyle
nitelemiştir. Çünkü hâdis varlıktan başkası O’nu hâdislik bilgisiyle bilmez.
Mümkünün varlıkla nitelenmesi Hakkın onun aym olmasıdır. Bu durumda mevcut
olmak bakımından bilinmesi Hakk kendisi tarafından bilinir. Binaenaleyh Hakk
âlemlerden müstağnidir. Alem ise Allah Teâlâ’dan müstağni değildir. Çünkü âlem
mümkündür ve mümkün bir tercih edene muhtaçtır.
Kendileriyle Hakkın âlemden
perdelendiği nurani ve karanlık perdeler, iki uç arasında vasıta olması
itibarıyla, mümkünün nitelenmiş olduğu karanlık ve nurdan ibarettir. Mümkün
sadece kendisine, yani sadece perdeye bakabilir. Mümkünden perdeler kalksaydı,
imkân özelliği ortadan kalkardı. Mümkün kalktığında ise zorunlu ve imkânsız ortadan
kalkardı. Öyleyse perdeler sürekli çekili olmalıdır ve ancak böyle olabilir.
Perdelerin kalkması hakkında zikrettiği şeye bakınız! Allah Teâlâ ‘Perdeler
kalksaydı, yüzünün tecellileri gözün idrak ettiği bütün yaratıkları yakar’
der. Hakk yaratıkların kendisini göreceğini ve yanmayacaklarını söylemiştir.
Bu durum,.görmek olsa bile, perdelerin yine de ortadan kalkmayacağını
gösterir. Öyleyse görme zorunlu olarak perde ardından gerçekleşecektir ve bu
zorunludur. ‘Gözündeki’ zamir, ‘şey5 kelimesine döner ve ‘şey5
yaratıkların kendisidir. Öyleyse Allah Teâlâ, sözü tam yorumladığımızda, adeta
şöyle der: Yaratıklarının gözü kendisini göremeyecektir. Çünkü Allah Teâlâ’nm
bizi gördüğünde kuşku yoktur. Yüzünün tecellileri ise vardır. Öyleyse perdeler
O’nun aynıysa, onlar ortadan kalkmaz; yaratılmış iseler tecelliler onları
yakar. Çünkü onlar perde olmaksızın gözü tarafından idrak edilmektedirler.
Perdeler yansaydı, biz de yanardık ve olmazdık. Hâlbuki biz, hiç kuşkusuz,
varız. Öyleyse perdeler çekilmiştir, insanlar bu kutsi hadisi anlasaydı, hiç
kuşkusuz kendi nefislerini bilmiş, nefislerini bildiklerinde de Hakkı bilmiş,
Hakkı bilselerdi O’nunla yetinir ve göklerin ve yerin melekûtuna değil sadece
Hakka bakarlardı. Çünkü gerçek kendilerine gerçek keşf olunsaydı, O’nun
göklerin ve yerin melekûtunun aynı olduğunu görürlerdi. Hakim Tirmizi Hakkı
böyle bilmiş ve O’na bu ilahi keşif gerçekleştiğinde ‘mülkün mülkü’ adını
vermiştir.
iş devridir,
bilinmez
Şe’n mahkûmdur,
hüküm vermez
Sadece Allah Teâlâ
var, o kadar!
. Onun kesin varlığından başka yok
O bir vakit bilinir '
Bir vakit bilinmez
meçhul kalır
VASIL
Nur Olmasaydı Hiçbir Şey İdrak Edilmezdi
Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, hakikat şunu gerektirir: Nur olmasaydı,
bilinen veya hissedilen veya tahayyül edilen hiçbir şey idrak edilemezdi. Nura
verilen isimler, güçlerin değişmesi nedeniyle, değişir. Bu isimler sıradan
insanlarda güçlerin isimleriyken ariflere göre idraki mümkün kılan nurun
isimleridir. Duyulanlar idrak edildiğinde, bu nur duyma (gücü) diye
isimlendirilirken görülenler idrak edildiğinde ‘görme’ diye isimlendirilir.
Dokunulanlar idrak edildiğinde bu kez dokunma (gücü) diye isimlendirilir. Aynı
şey tahayyül edilenler için geçerlidir. Öyleyse bu nur, dokunma duyusunun
kendisidir, ondan başkası değildir. Bu nur, koklama, tat alma, tahayyül etme,
ezberleme, akletme, düşünme, tasavvur etme (güçlerinin) aynıdır. Öyleyse idraki
mümkün kılan her şey, bu nurdur.
İdrak edilenlere gelirsek, onlar
kendiliklerinde idraklerini sağlayan istidada sahip olmasalardı, idrak
edilmezlerdi. İdrak edilenlerin idrak edene görünme özelliği vardır ve ancak bu
durumda idrake konu olurlar. Söz konusu gözükme ve zuhur ise nurdur. Öyleyse
idrak edilen her şeyin nurla ilişkisinin olması gerekir ve ancak bu sayede o
şey idrak edilmeye istidadı olur. Binaenaleyh bilinen her şeyin Hakk ile bir
nispeti vardır. Hakk ise nurdur. Öyleyse bilinen her şeyin nurla bir ilişkisi
ve nispeti vardır. Nur sayesinde imkânsız (bile) idrak edilir. İmkânsız
kendiliğinde bulunduğu durumu kabul etmeseydi, müdrik bir şeyi idrak edemezdi.
Bu nedenle imkânsız aklın
taksimlerine nüfiız ettiği gibi zorunlu da bu taksime nüfuz eder ve şöyle
deriz: Zatı gereği zorunlu olanın yokluğu kabul etmesi imkânsızdır. Mümkünün
zati zorunluluğu kabul etmesi imkânsızdır. İmkânsızın mümkün olmayı kabulü
imkânsızdır. Vacip olmak hakkmda da ‘Mümkün için yokluk nispetiyle zorunluluk
nispetinin aynı olması zorunludur’ deriz. İmkânsız hakkmda ‘imkân ile
nitelenmemesi zorunludur’ deriz. Aynı şeyi imkân hakkmda söylemeyiz. İmkânsız
için şöyle olması veya böyle olması mümkündür denilemez. Veya zorunlunun şöyle
olması veya böyle olması mümkündür denilemez. Mümkün, zorunlu ve imkânsız
hükümlerinin altına girerken zorunlu ve imkânsız imkân hükmünün altına girmez.
Bu nedenle Vacib hakkında ‘bir şeyi şöyle yapması veya yapmaması mümkündür’
denilemez. Söylenebilecek ve söylenmesi doğru olan şudur: Mümkünün bir şeyi
şöyle yapması ve yapmaması mümkündür. Bu, insanların büyük kısmının göz ardı
ettiği bir meseledir.
Öyleyse imkânsız olan veya olmayan
tüm bilinenlerin nura dönük bir nispetinin olduğunu öğrenmiş oldun. Bilinenin
kendisine dönük nispetinin olduğu nur olmasaydi, o şeyin bilinen ve malum
olması mümkün olmazdı. Allah Teâlâ’dan başka bilinen yoktur. Öyleyse kimse gerçekte
ne dediğini ve -kendilerini bilse bileişleri nasıl nispet edeceğini bilmez.
İbareler, hakikati üzere onları ihatadan eksiktir. Çünkü Allah Teâlâ her şeyi
bu nura dönük nispederi yönünden ihata eder. O nur sayesinde her şey malum
haline gelir. Bu bağlamda yokluk ve imkânsız da bilinen şeyler arasındadır.
Şeyden başkası yok, çünkü başkası yok Nur
olması bakımından bilgi onu ihata eder
İşaret ettiğimiz hususu iyice
incelersen, bilinenlerin hakikatlerinin varlıkla veya yoklukla veya ne varlık
veya ne yokluk ne ispat ne olumsuzlukla nitelenirken, nasıl olduklarını
anlarsın.
işte garip bir bilgi bu, ehlinden olursan
Sen de garip olur ve bilmezsin
Garipliğini bilmeyenler vardır ya işleri en
iyi onlar anlar hâlbuki
Nuruyla kalbe hayat vereni tenzih ederim
Bazen fikirle bazen zikirle nurlandırır onu
İdrak edilmeyen nur, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Nurdu, nasıl idrak ederim ki?’ hadisinde
geçer. Bu idraksizliğin nedeni, idrak nurunun onda mündemiç olmasıdır ve bu
nedenle kendisini idrak edememiştir, çünkü ona yabancı değildir. Böyle bir nur,
bütününe dönen parçaya benzer. Çünkü parçalarının hepsini içermediği sürece ona
‘bütün’ adı verilemez. Böylelikle parça bütüne dahil olmuştur ve bütün
parçalardan başkası değildir. Öyleyse bütün parçalarını parça olarak idrak
ederken parça bütünü idrak edemez. Bu nedenle Hakk parçaları bilirken parçalar
O’nu bilemez. Parça bütünü bildiğinde, ondan ancak cüziliğini bilebilir, çünkü
bütünü kendinde ve kendisi için bilmiştir. Bazen bütünün parçası olduğunu da
bilemez. Bu nedenle insanlar bilgide derecelenir. Bir şeyi bilmek bilinende
bilinmeyen bir yön kalmaksızın gerçekleşmez. Aksi halde ondan sadece bildiğini
bilmiş olur.
İdrak edilebilen ve ortaya çıkarttığı
şeyin idrakini sağlayan nura gelirsek, burada ortaya çıkan şey iki nurla ortaya
çıkabilir: Birincisi idrak nuru, öteki idrak edenin nurudur. İdrak nuru var
olmasaydı, eşya ortaya çıkmazdı. Dolayısıyla idrak nuru olmaksızın, idrak
edenin nuruyla herhangi bir şey görünmezdi. Bazı şeyler idrak nuru nedeniyle
zuhur edebilir, fakat kendisini idrak etmese bile, idrak edenin nuru nedeniyle
zuhur eder. Bütün bilinenlerin nurla ilişkisi hakkında bunu söylemiştik. Söz
konusu nur olmasaydı, o şey bilinmezdi. Öyleyse göz karardığın kendisini idrak
eder ve -görmek gözle gerçekleşmekteysekaranlıkla bir başkasını idrak etmek
mümkün değildir.
Manevi Karanlıkların Açıklanması
Manevi karanlıklara misal olarak
bilgi karanlığını verebiliriz. Bu karanlık cahilde bulunmadığı sürece alim
tarafından idrak edilebilir. Onda bulunduğunda, onu idrak edemez. Çünkü
karanlığı idrak etseydi, alim olurdu. Bilgisizlik karanlığının dışındaki diğer
karanlıklara gelirsek, bunların hepsi idrak edilir.
Sonra bilmelisin ki, cehalet bilginin
belirli bir durum nedeniyle bir yerden olumsuzlanmasıysa, Allah Teâlâ’nın
dışındaki herkes cahildir. Başka bir ifadeyle bilgisizlik karanlığı herkesin
ayrılmaz özelliğidir ve Allah Teâlâ’nın dışındaki hiç kimse bütün bilinenleri
ihata imkânına sahip değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ peygamberine bilginin
artmasını dilemesini emrederek şöyle buyurmuştur: ‘De ki,
Rabbim! Bilgimi artır.*458 Bilgisizlik karanlığı bir şey
hakkındaki inancın -her ne olursa olsuno şeyin kendinde bulunduğu durumundan
farklı olmasıysa, Allah Teâlâ ehlini böyle karanlıklardan çıkartmıştır. Çünkü
onlar, onların inandığından farklı olan bir şeye inanmazlar. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Adem’e bütün isimleri öğretti.’459 Hâlbuki burada isimlendirilenlerin
hakikatlerini zikretmemiştir. Böylelikle Adem o hakikatlerin bir kısmını
bilmiş, bir kısmını bilmemiştir. Öyleyse isimlendirilenler ‘şunlar’ sözüdür.
Bunlara ‘Bana şunların adlarını bildirin, doğru sözlü iseniz’460 ayetinde işaret edilir. İsimler,
melekleri tedip ederken ‘şunlar’ diye işaret edilen varlıkların yaratılış ve
hükümlerinde dayandıkları ilahi isimlerdir. Allah Teâlâ meleklere (Adem’e verilen
bilginin üstünlüğünü göstermek üzere) şöyle der: ‘Bu isimlerle beni tespih
veya takdis ettiniz mi?’ Çünkü onlar şöyle demişlerdi: ‘Biz
seni tespih ve takdis ederiz.’461 Melekler bu sözleriyle kendilerini
tezkiye etmiş, kendilerine düşmediği halde Allah Teâlâ’nın yeryüzündeki
halifesini kınamışlardı.
Fakat bilmelisin ki, âlemdeki hiçbir
şey Allah Teâlâ’yı hakkıyla takdir edemez. Çünkü meleklerden daha iyi Allah Teâlâ’yı
ve O’nun şanına yaraşan şeyleri bilen yok iken onlar şöyle demişlerdi: ‘Orada
bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın.’462 Bu ifade daha üstte bulunanın
kendisinden aşağıda bulunan hakkında kullanabileceği bir ifade-
dedir. Buna misal olarak ‘Sen misin insanlara
beni ve annemi iki ilah edinin diyen’463 ayetindeki ifadeyi verebiliriz.
Hatta meleklerin ‘Orada fesat çıkartacak birisini mi
yaratacaksın:464 sözleri
bundan bile daha şiddetli bir ifadededir.
Şimal yönünü görmüşler, fakat görmemişler
Beyaz kabzadaki sağ eli
Çünkü Allah Teâlâ ‘Sen mi dedin insanlara’465 derken, Hz. İsa’ya ve annesine
ibadet edip onların ilah olduğunu ileri sürenlere karşı delilin ortaya konması
anlamında bunu söylemiştir. Hz. İsa cevabında ‘Seni tenzih
ederim, nasıl böyle bir söz söylerim’466 demiştir. İddiacı bu sözü duyar ve
mekân ve durum karinesiyle de Hz. İsa’nın yalancı olmadığını anlar. Hz.
İsa’nın kendisi hakkında ileri sürülen iddiayı reddetmesi de doğrudur. Buradan Allah
Teâlâ’nın bu ifadesiyle hakkında bu iddiayı ileri sürenleri kınamak ve
iddialarını saptamak üzere böyle dediğini anladık. Öyleyse soru Hz. İsa’ya
sorulmuşken takrir ve kınama ona ibadet edenlere yönelikti. Çünkü genel
itibarıyla Allah Teâlâ’nın soru sorması mümkün değilken delil serdetmek ve
kınamak amacıyla bir şeyi sorabilir. Çünkü soru, sorduğunu bilmeyenden meydana
gelebilir. Allah Teâlâ’nın ‘Ey insanlar’467, ‘Ey iman
edenler’468 ve ‘Allah
Teâlâ’ya dönün, ey müminler’469 gibi ayederde geçen uzaklık
ifadesine gelirsek, bu uzaklık, ilahi isimlerin hükümlerinden kaynaklanır.
Çünkü her vakte ait ilahi bir isim vardır ve o isim âlemdeki varlıklardan
birisinde hükümrandır. Söz konusu ilahi isim yükümlüye emredilen veya
yasaklanan şeylerle çelişen hükümlere sahip olabilir.
Böyle bir durumda Allah Teâlâ’nın
emrine itaat etmeyen kula bir şey emreden veya yasaklayan bir ilahi isim
günahkâr kuldan uzaktır ve kuldan uzak isim, kendisine dönsün diye kula nida
eder, kul da nidaya kulak verir. Bu durumda kul üzerinde hüküm, döndüğü isme
ait olur. Duanın ve davetin uzaktan veya yakından olması birdir. Fakat Allah
Teâlâ’nın emrine uymadığı için, kul zorunlu olarak uzaktır.
Bakınız! Kendileriyle birlikte üçüncü
bir kişi daha bulunduğunda, işaret eden ile ediİen yakın bile olsa işaret
yapılır. Haber veren veya verilen veya her ikisi birden, üçüncü kişinin söylediklerini
öğrenmesini istediklerinde, üçüncünün bilmediği yönden işaret eder.
Sufilere göre işaret, uzaktan yapılan
nidadır. Yine şöyle derler: ‘Allah Teâlâ’dan en uzak olanınız, kendisine daha
çok işaret edeninizdir.’ Buradaki illet, işaretin Allah Teâlâ’yı bilmemeye
delil olmasıdır. Bu esnada sesin ulaşmadığı kimse ile işaretin ulaştığı kimse
arasında fark yoktur. Bütün bunlar, karanlıktır ve üçüncü kişi iki kişinin
arasındaki bilgiden perdelenmiştir. Dua ve işaretin karanlığı budur. Aklını
ver! Çünkü Allah Teâlâ kullarından bir topluluğu uyarmış ve onlara sadece irade
edilenlerin anlayabileceği bir sözle nida etmiştir. Bu da remizdir. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘İnsanlarla üç gün sadece remizle
konuşacak.’470
İki durum arasındaki eşitlik
karanlığına gelirsek, bunun karanlık diye isimlendirilmesinin nedeni iki durumu
eşidemenin imkânsızlığıdır. Çünkü gerçek eşideme ve tesviye, tüm yönlerden
benzerliktir; yoksa iki durum arasında bazı yönlerden veya birçok bakımından
benzerliğin olması değildir. Tüm yönlerden eşitlik imkânsızdır. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Onları korkutsan da korkutmasan da eşittir.’471 Başka bir ayette ‘Vaaz
versen de vermesen de bizim için birdir’472 denilir. Adeta Allah Teâlâ peygamberine
onlarm hal ve durumlarının kendilerinden haber verdikleri şekilde olduğunu
bildirmiş ve aktarmıştı. Öyleyse bu da bir karalıktır ve bilgisizlik karanlığı
olabileceği gibi inkâr karanlığı da olabilir. Bu inkâr, heva güçlerinden
kaynaklanır ki karanlıkların en güçlüsüdür. Fakat bütün bunlar, bilgisizlik karanlığına
göre, sihri perdelerdir (zayıf). Bilgisizlik bilginin mahalden bütünüyle
olumsuzlanmasıdır ve bu durum hadiste ‘Gözlerin görmediği kulakların, duymadığı
ve hiç bir akla gelmeyen’ ifadesinde belirtilen duruma benzer. Burada da bilgi
ve bilgiye ulaştıracak bütün yollar olumsuzlanmıştır. Alemdeki en güçlü
karanlık budur. Çünkü bir şeye gerçekte olduğundan farklı bir şekilde inanmak
olabilir. Böyle bir durumda söz konusu şey bilinmiş, hakikati ise
bilinmemiştir. Başka bir ifadeyle genel olarak onun adı bilinir, ardından
bulunduğu durumdan farklı bir şekilde ona inanılır. Yine de bu, belirli bir
şeye inanmaktır.
Öyleyse böyle bir insanın karanlığı,
bilginin mahalden olumsuzlanması demek olan cehalet karanlığından daha azdır.
Nitekim Allah Teâlâ onların benzerleri hakkında şöyle der: ‘Onlara
Allah Teâlâ’dan hesap etmedikleri şey gözükür.’473 Bu husus bedbaiht ve mutluları
içerir. Mudulara gelirsek, tehdidin gerçekleşeceğine inandığı halde tövbe
etmeden ölen insanı Allah Teâlâ’nın bağışlamasını misal olarak verebiliriz.
Böyle bir durumda hüküm meşiyete kalmıştır ve meşiyet onlarm mutlu olmalarını
takdir etmiştir. Allah Teâlâ kendilerini bağışlayınca, onların tehdidin
gerçekleştirilmesiyle ilgili gerçeğe aykırı bir tarzda inandıkları ortaya
çıkar. Çünkü işin gerçeği tehdit meselesinin Allah Teâlâ’nın iradesine bağlı
olmasıdır. Onların inandığı ise bu konuda ilahi ihtiyarın olmayışıdır. Böyle
bir şey, kuşku karanlığı diye isimlendirilir.
\ Ey Zevre oğulları,
benden size sizden bana ne \ ben karşı konulamayacak olanın ehliyim
Bir şey
diyecekseniz, evet deyin sadece ‘Mı’ diye soracaksanız, evet deyin
Gerçek Benim
getirdiğimden başkası değil Mevcut bir emirdir ve onun niteliği vardır
Kendinde birdir o,
bizim yoktur onda Kendisinden ortaya çıkanda kıdemimiz
Benim huzuruma onu getirten
İki durum arasında varlık ve yokluk
arasında
Biz ondan nurlara sahibiz, ortaya
çıktığında Karanlık çukurlar ise bizden
Bunlar kendisini idraki engelleyen Allah
Teâlâ’nın perdeleri İtham delilleri böyle ortaya çıkar
Sonra onlarda
hidayet alametleri Hükümler ve ilimler tecelli etsin diye
Alem yaratılmış, onun kısımları
Hakkın üzerinde olduğu hal değil o,
hükümleri
Biz O’nunlayız O da bizimle Bilgideki ateş
gibi imkânsızlıklar
Sureti ortaya çıktı her deyişimde
Nicelik ve nitelikte sureti değiştirdi
Ben de başkalaştım ve farkına vardım
Bizdeki işin durumunu fark ettim
Keşke! Acaba o gözüktüğü gibi miydi?
Ya da başka türlü mü, ey hakem söyle
Dedi ki: Ben de sizin gibiyim.
Şaşkın; bilgide bir tecrübem yok
Allah Teâlâ seni desteklesin,
bilmelisin ki, Allah Teâlâ insanı içinde bulunduğu gayb karanlığından
çıkartmıştır. Bu gayb, sadece O’nun bildiği gayb anahtarlarının ilkidir. O
gaybleri sadece Allah Teâlâ bilebilir ve başkalarını onları bilmekten
uzaklaştırmıştır. Allah Teâlâ seni bu ayette ispat ederken, senin O olmadığını
da bildirmiştir. Çünkü zannettiğin gibi O olsaydın, zatından hareketle
gayblerin anahtarlarını da bilirdin. Üstelik sadece mevkıfla bilebileceğin
şeyleri bilirdin. Hâlbuki sen mevkıf değilsin.
Bütün mümkünler -ki bütün derken zorunlu ve imkânsızdan ayırt etmek üzere bu ifadeyi kullandım, yoksa bütün kelimesi onları sınırlamazgaybın karanlığındadır. Bu esnada onlar adına bir varlık hali bilinmez. Bunlardan her bir mümkün için bir anahtar vardır. İşte bu anahtarı sadece Allah Teâlâ bilebilir. Binaenaleyh Allah Teâlâ’dan başka mevcut yoktur. O her şeyin yaratıcısı, yani var edicisidir. Kendisiyle bir gaybı açtığı ilk anahtar, Allah Teâlâ’nın kendi dışındaki varlıklarda gölgesi olan insan-ı kâmil’dir. Allah Teâlâ onu Nefes-i Rahman’dan izhar etmiştir. O, Kuran’ın kalbinden Yasin suresidir. Yasin kelimenin sonunda ses düşmesiyle söylenmiş bir nidadır ve cYa seyyid’ demektir. Böylelikle düşme gerçekleşmiştir (ve nezaket bildirir). Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem cEba Her5 demiş, Ebu Hureyre’yi kast etmiştir. Bu isimle onun efendilik özelliği tespit edilmiş, rahmetin talep ettiği teslimiyet ve ondan gaybte kalıp çıkması mümkün olmayan kısma işaret etmek üzere, kısaltarak söylemiştir. Onun gaybteki sureti, uzayan gölgenin mukabili olduğu bir şahsın gölgesidir. Şahsın zatıyla var olup uzayan gölgenin mukabili olan bu gölge, Allah Teâlâ’nın uzayan gölgesinden ibaret olan insandan gaybte kalan kısımdır. Bu kısmın hiçbir zaman gaybten çıkması mümkün değildir ve uzamış gölgenin bâtınıdır. Uzamış gölge ise zahiridir. İnsanın zahiri her zaman ondan uzayan ve zuhur eden kısmıyken bâtını gaybte kalan kısmıdır. Bu nedenle insanın bâtını hiçbir zaman bilinemez. Zahirin bâtınla ilişkisi, kendisine bitişiktir ve bir an bile kendisinden ayrılmaz ve ayrılması da sahih değildir. Öyleyse insan zahirde gayb ve gaybte zahirdir. Hareket ve durağanlıkta kendisinden zuhur eden şeyin hükmü vardır. Hareket ederse, Hakk vasıtasıyla hareket eder; durursa, Hakk vasıtasıyla durur. İnsan kendisini var edenin suretindedir: Onun dışındaki mümkünler ise böyle bir kemale sahip değildir. Öyleyse insanın gaybmdan daha mükemmel bir gayb yoktur. Allah Teâlâ var olsun diye onu izhar ettiğinde, istikamet üzere kendisini izhar etmiş ve ona rahmet vermiş, onun vasıtasıyla ulvi ve süfli (âlemlerde) kapalı işleri açmış, böylelikle benzerlerine zatıyla, benzer olmayanlara misliyle yardım etmiştir. Onun bir misli vasıtasıyla cisim1er, başka bir misli vasıtasıyla ruhlar zuhur etmiştir. Öyleyse bunlar insan için sağ ve sol gibidir. Çünkü cisimler, sol sağdan eksik olduğu gibi ruhlara göre eksiktir. Genel anlamıyla iki el birbirinin misildir ve onun misali hamişte verilmiştir:
Alem, söylediğimiz üzere, ilahi bir hareketle
var edilmiştir. Bu hareket, açılış esnasındaki anahtarın hareketidir.
Mümkünler ise, sonsuz olsalar bile, bir açıdan onla sınırlıdırlar. Bunlar, daha
önce bu kitapta zikrettiğimiz on kategoridir. Şimdi ise daha önceden
zikretmediğimiz ve konuyla ilgili olan mertebelerini zikredelim:
On Kategorinin Mertebelerinin Açıklanması
Bilmelisin ki, kendisine ait gayb
mertebesinde Allah Teâlâ’ya mahsus isim, el-Bâtm’dır. Diğer yaratıklar olmadan
-camilik özelliğine sahip olması ve Nefes-i Rahmani’nin genelliğinin kendisine
tahsis edilmesi nedeniylebu ismin sadece insanda zuhur edebilecek bir hükmünü
bilmiyoruz ki o hüküm bâtın zahire bitiştiği sürece, Yaratan’dan yaratılmışa
dönük yardım nedeniyle Hakkın gaybında sürekli sabit olmasın. Bu yardım
kesilseydi, yaratılmış yok olurdu. Bu nedenle dilciler, ‘sözde aslolan
vasıldır, durmak arızîdir’ demişlerdir. Durma itme gücünün izhar ettiği
nefesin daralmasından ortaya çıkar ve sürekli olsaydı varlık yok olurdu. Nefes
alıp verenin helak olmasından korkulduğu için, çekme-cazibe kuvveti dışardan
içeriye havayı çeker. Böylece itme gücünün bitimiyle cazibe gücünün başlangıcı
arasmda konuşan rahatlamak üzere durur ve bu nedenle durma hakkında ‘arızi’
dedik. Durmanın ilahi nefesteki karşılığı, Rahman’ın nefesi olması yönüyle, Allah
Teâlâ’nın kulunu darlık ve sıkıntıyla sınamasıdır. Sonra kendisine genişlik
vermekle ona nefesini ulaştırır ve bir şey zıddıyla karşılık bulur. Bir mahalde
bir araya gelen iki zıt, bir suskunluğa yol açar ki oradaki susma dilcilere
göre ‘vakfe’ denilen şeydir. İşte bu kelimenin çoğulu olan
‘cevamiü’l-kelim’dir. Bir kelimeyle diğeri arasmda susmanın olması, nefesin iki
kelimede bir şey olmasından kaynaklanır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ Alim ve Hakimdir.’474 Durduğunda ‘Alim’dir.’ Allah Teâlâ
‘ilahi gaybte alimdir.’ Hakim olması, kendisine ulaştırdığı yardımla insandaki
hükmüdür. Bir sözle kendisini vaslederse, ardından Allah Teâlâ onu kendisine
kolaylıkla çeker ve o da gayba döner ve insanda hükmü ortaya çıkmaz. İşte
bunlar, Allah Teâlâ’nın sırlarındandır. Dilin bunlardan ifade edebilecekleri
söylediklerimizden ibarettir.
İlahi surete göre var olan insan-ı kâmile Allah Teâlâ bu kemali sadece Hakka bedel olsun diye vermiş, bunun için onu ‘halife’ diye isimlendirmiştir. Hemcinsleri arasından kendisinden sonra gelenler insan-ı kâmilin halifeleridir. Öyleyse ilk, yalnız başına Hakkın halifesiyken cisimler âleminde hemcinslerinden zuhur edenler ‘halifenin halifeleri’ ve kendisinden meydana gelmesi mümkün olabilecek her işte onun bedelleridir. Bu nedenle on kategori onun adına sahih olabilmiştir ki, bu sayı ekleme kabul etmez. Bu, birinci naibliktir.
ikinci naiblik, insanın zatıyla
ruhaniyeti yönünden suretin yarısına vekil olmasıdır. Allah Teâlâ beşer
suretinde tecelli ettiğinde -ki bir rivayette böyle geçerduyu ve mana olarak
onun suretiyle zuhur eder. Burada naiblik, özellik demektir ve tecelli ettiği o
suretin ruhuna vekil olmaktır. Bu ise ilahi fiiller mertebesinde
gerçekleşebilir. O fiiller âlemde şimdiki zamanda veya gelecekte -çünkü bir
fiil ancak şimdiki zamanda ortaya çıktıktan sonra geçmiş zaman fiili
olabilirbelli bir fiili yapmayı irade eden olması yönüyle insanın eliyle ortaya
çıkar. Böylelikle insan, kendi eliyle ortaya çıkan şimdiki zamanın bütün
fiillerinde Allah Teâlâ’nın vekili olur. İnsanın dışındaki varlıklar, böyle bir
vekilliğe sahip değildir. Çünkü melek, hayvan, maden ve bitkiler herhangi bir
şeye ilişen bir iradeye sahip değildir. Onlar, fıtratlarına göre hareket eder
ve bu fıtratın gereği Allah Teâlâ’ya secde ve O’nu övmektir. Onlar Allah Teâlâ
ile ilgilenirler, yoksa (vekil olmakla) O’ndan uzaklaşmazlar. İnsan hem Allah
Teâlâ ile ilgilidir hem O’ndan yüz çevirendir. Allah Teâlâ’dan yüz çevirmek,
gaflet ve unutma denilen şeydir. Hakk burada sureti ihata yönüyle ruhani manayla
göze gözüken zahir arasındadır. İşte bu vekillikte insan, o suretin
ruhaniyetiyle ilgili hususlarda vekildir. Ruhlar âlemi cisimler âleminden
hafiftir ve bu nedenle de kendi hakikati bozulmaksızın süratle halden Hakk
girer. Cisimler âlemi öyle değildir.
Bilmelisin ki, üçüncü naiblik,
mümkünde bulunup onu yokluktan varlığa çıkartan işin tahkikinden ibarettir. Bu,
daha önce kendisini var etmemişken Hakkın belli bir mümkünü var etmesini
zorunlu kılan manaya naip olmaktır. Söz konusu mümkünün cisim veya ruh olması
durumu değiştirmez.
Bilmelisin ki, hemcinslerinin
iradesinden ortaya çıkan fiiller, zahirde mümkünlerin O’ndan ortaya çıkışında Allah
Teâlâ’ya vekilliktir. Allah Teâlâ’ya vekil olmak, O’nun insanı halife ataması,
onun görmesi, duyması, eli ve bütün güçlerine vekil olmasıyla gerçekleşir.
İnsan böyle bir niteliğe sahip değilse, ne vekil ne halifedir. Çünkü mümkünler
yokluk hallerinde Hakkın önünde bulunur ve Hakk onlara bakar, sabitlik
şeyliklerindeki hakikatlerine göre, onları birbirinden ayrıştırır. Allah Teâlâ
onlara el-Alim ve el-Hafiz isimleri gibi güzel isimleriyle bakar. Bu isim,
varlık nuruyla mümkünlerin sabitlik şeyliklerini onlar adına korur. Bu
korumanın gayesi, imkânsız yokluğun söz konusu şeyliği onlardan çekip almasını
engellemektir. Bu nedenle, varlığı açmasını sağlayan rahmeti onlara yayar,
çünkü mümkünlerin tertibinin yaratılması, bir kısmının diğerlerinden önce
olmasını gerektirir. Bu husus, inkâr edilemeyecek bir husustur, çünkü vaha
budur! Öyleyse varlık şeyliğine girmek, sabitlik şeyliğinde bulunduğu durumun
aksine, bir tertibe ve sıralanışa göre gerçekleşir. Sabitlik şeyliklerinde
mümkünler bir tertibe göre bulunmaz, çünkü onlarm sabitlikleri, ezelidir ve
ezelde tertip veya öncelik veya sonralık yoktur.
Dahi isimler içerisinde (hükmü) genel
ve daha genel olanlar veya özel-daha özel olanlar bulunduğu için, onlarda
öncelik, sonralık ve tertip bulunabilmiş, bu nedenle varlık şeylikleri tertibi
kabul edebilmiştir. Öyleyse burada senin üzerinden bir vakit geçip o vakitte
belli bir mümkünün zuhur edip ardından gelen ikinci vakitte ortaya çıkmadığını
farz edelim. Söz konusu varlığın sabitlik şeyliği, varille şeyliğinin bulunmadığı
vakitte tercih edilmiş demektir. Çünkü tercih edilmemiş olsaydı, ‘üzerinde
geçtiği’ dediğimiz ve kendisinde var olmadığı anda var olur, her mümkünün
bekası yokluk halinde tercih edilirdi. Bununla birlikte varlık şeyliğini kabul
etmek, onun adına ezeli olduğu kadar, yokluk da ezeli olarak ona aittir. İşte
bu -düşünürsenen garip sırlardandır. Böylelikle iradenin hükmü bilgiye bağlanır.
Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Onu irade ettiğimizde’475 demiştir. Burada Allah Teâlâ iradeyi
bir şeyi bağlarken, gelecek zaman zarfı kullanılmıştır. İrade gerçekte tek
şeydir. Böylelikle iradenin hükmü, mümkünün sabidik şeyliğinde kalışını
tercihten varlık şeyliğinde gözükmesini tercihe intikal etmiştir. Bu, mukaddes
ve nezih bir ilahi harekettir ve onu imkânın hakikati -ki mümkünün hakikati
demektiryermiştir. Allah Teâlâ irade ve kudretle nitelenmiş mümkün yaratılmışı
işin zahirinde -bâtmında değilAllah Teâlâ’ya vekil olmak üzere fiillerin
kendisinden zuhur etmesi özelliğinde yaratmıştır. Allah Teâlâ ise kadir, irade
eden ve zahir olan yaratılmış perdesinin ardından varlık şeyliğinde bâtında
mümkünün mazharıdır. Söz konusu yaratılmış, bu nitelik sahibi mümkündür.
Öyleyse bu durumda mümkün, Allah Teâlâ’nın iradesiyle irade eden Allah
Teâlâ’nın elidir ve bu sayede himmetle fiilini uygular. Himmet ‘ol’ sözü
mesabesindedir. Ya da dokunmayla fiilini uygular. Bunun ilahi mertebedeki
karşılığı ise Allah Teâlâ’nın iki eliyle Âdem’i yaratmasıyla yaratmayı eline
izafe ettiği bütün işleri yaratmasıdır. Bu nispetle birlikte Hakk için bu
fiilin ‘temassız’ olduğu söylenirken kulda temasla gerçekleşir. Kendisini irade
eden olmaksızın fiil gerçekleşirse, maksadımız o değildir ve onun hakkında
konuşmuyoruz. Sadece Hakk onu bu özel yerde izhar etmiştir, o kadar! Misal
olarak titreyenin hareketini verebiliriz. Bir irade olmaksızın ortaya çıkan
her şey, o niteliğin sahibinin vekili değildir. Naib, Hakkın kalbine var etmeyi
irade ettiği mümkünlerin bilgisini verdiği kimsedir.
Bu kişinin söz konusu bilgiye
ulaştırılması iki türlüdür: Bazen naib teorik dünce ve fikirle o bilgiye
ulaşabilir. Bu dununda fikir gücüyle ve teorik düşüncesiyle işi yönetmesi ve
ayetleri tafsil etmesi bakımından el-Müdebbir ve el-Mufassıl Allah Teâlâ’dan
anlayarak naib olur. Bazen Allah Teâlâ’nın bâtınına ilham ettiği şey bedihi
olarak düşüncesine gelir (hatıra). Bu duruma misal olarak, el-Müdebbir ve
el-Mufassıl isimlerinin hükmü olmaksızın, ilahi ilmin ilahi iradeye herhangi
bir şeye ilişme bilgisini vermesini verebiliriz. Böylelikle belli bir mümkün
kendisini irade eden belli bir yaratılmışın elinde ortaya çıkar. Söz konusu
yaratılmış, iki tarzıyla, tedbir veya bedihilik yoluyla naib olmuştur. Böyle
bir naib, hayalinin mertebesindeki naibte sabidik şeyliklerinde mümkünlerin hakikatlerinin
bilgisine ulaşır.
Şöyle ki: Allah Teâlâ o mümkünü
sabidik şeyliğinden hayal mertebesinde varlık şeyliğine çıkartmıştır. Bu
çıkartmanın amacı, duyu âleminde var olması irade edilen hakikatin zuhurunda Allah
Teâlâ ile naibi arasındaki farkın ortaya çıkmasıdır. Bu hakikat suret ise,
duyulur olmakla nitelenir; gözün algılayacağı sureti olmayan bir mana ise, ona
ibareler kisvesi giydirebileceği gibi ima veya işaret gibi onu gösteren bir
sureti de ona giydirebilir. İşte bu suret, her ne olursa olsun, görenin gözünde
veya duyanın kulağmda o hakikat adına ortaya çıkabilecek surettir. Binaenaleyh
gerçekte naib, iradesiyle mevhum veya makul bir varlıktan aynî veya lafzi veya
herhangi bir başka surete çıkartan kimse demektir. Söz konusu suret,
görülebilecek bir surete sahipse, bakan tarafından görülür. Lafız suretinde
veya benzer bir suretteyse, kulak kendisini algılar ve böyle bir var etme
tarzı naibe izafe edilir. Fakat yine de bu esnada bir irade ve ihtiyar
bulunmalıdır. Naib bu ikisinden yoksun ise, gerçekte naib değildir. Kendisinden
veya onun üzerinde böyle bir şey zuhur etse bile (naib değildir). Aksine irade
ve ihtiyar olmadan bu zuhur, Allah Teâlâ’ya aittir. Aktarılmayan şeyin
varlığına gelirsek, naibin bunda herhangi bir şekilde katkısı yoktur. Çünkü bu
da Hakkın niteliklerindendir. Sana açıkladığımız meseleyi iyi anla, çünkü bu
konu, marifetin özüdür.
Dördüncü naiblik, Hakkın kendisini
yerleştirdiği hususlarda Hakka naibliktir. Bunlar, naipten meydana gelmeseydi Allah
Teâlâ’dan olacak hususlardır. Öyleyse Allah Teâlâ’nın bilinmeyi irade ettiğini
bildiğimize göre, Allah Teâlâ bu bilgi için bir delil ortaya koymuş olmalıdır
ve delilin mevcut bir durum olması bakımından Allah Teâlâ’yı bilmede kendisine
denk olması gerekir. Aynı zamanda bilgi denilen bir sıfatla nitelenmesi
bakımından da kendini biliyor olması, gören olması yönüyle kendisini bilmesi
gerekir. Bu görme mükaşefe veya müşahede diye isimlendirilir ki, bu durum, onun
göz sahibi olmasından kaynaklanır. Çünkü Allah Teâlâ bilgi sahibi olmakla
kendisini nitelediği gibi görme sahibi olmakla kendisini nitelemiştir. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘O’nu bilgisiyle indirir.’476 Başka bir ayette Hz. Musa ve Hz. Harun’a
şöyle der: ‘Ben sizinle beraberim, görürüm ve duyarım.’477 Perdelerden söz eden sahih bir
hadiste, gözün kendisini gördüğü perdelerden söz edilmiştir. Binaenaleyh Allah
Teâlâ kendisi adına delil ortaya koyduğunda, onları ufuklara yerleştirmiştir.
Ufuklardaki ayeder, özel olarak Allah Teâlâ’nın varlığını gösterir. Ufuklar
kendisine yerleştirilen ayederle şayet Allah Teâlâ bizatihi âleme zuhur etseydi
Hakkın naibi olamayacaktı. Bu nedenle Allah Teâlâ insan-ı kâmili kendi suretine
göre yaratmış, onu fikir yoluyla değil -ki bu yol ufuklardaki ayedere bakmak
yoludurmüşahede yoluyla kendisini bilmek isteyenlere delil yapmıştır. Bu durum
‘Onlara ayetlerimizi ufuklarda göstereceğiz’478 ayetinde belirtilir. Sonra tarifle
ve belirlilik takısıyla yetinmemiş, insan-ı kâmile yönlendirerek şöyle
buyurmuştur: ‘Nefislerinde de göstereceğiz.’479 Ardından şöyle buyurur: ‘Ta ki
onun Hakk olduğu belli olacak, Rabbin kâfi değil mi?*480
Bu ifade iıısan-ı kâmilin üzerinde yaratıldığı surete işarettir. İnsan-ı
kâmili Allah Teâlâ, keşif ve müşahede yoluyla âleme göre daha yakın bir delil
yapmıştır. Bu ayeti duyduklarında müşahede ehli ‘bize yeter, bize yeter’ der. ‘Görmedin
mi Rabbin gölgeyi nasıl uzatır.’481 Burada Allah Teâlâ keyfiyeti
zikretti. Gölge çıktığı kimsenin suretindedir.
Böylelikle onun yaratılması bir
rahmettir. Rahmetin uzaması koruyucu bir rahmet demektir.
Binaenaleyh insan-ı kâmil’den daha
merhamedi bir varlık olmadığı gibi yaratıklardan hiç birinin cezalandırması
hayvan-insandan daha şiddedi değildir. İnsan-ı kâmil cezalandırsa o da şiddedi
olurdu; fakat hayvan insanın cezalandırması ondan daha şiddedidir. Bu nedenle
Ebu Yezid Bestami şöyle der: ‘Benim cezalandırmam senin cezalandırmandan daha
şiddetlidir.’ Burada Ebu Yezid hayvani nefsi yönünden cezalandırmayı
kastetmiştir. Çünkü hayvani nefs yaratılmamış şeyle cezalandırır, dolayısıyla
onda kendisi adına rahmet bulunmaz. Hakk ise yaratılmış olanla cezalandırır.
Dolayısıyla rahmet -her nerede olursa olsunO’nun cezalandırmasında içkindir.
Çünkü Allah Teâlâ’nın dünyada veya her hangi bir yerde koyduğu cezalar,
temizlemeyi amaçlar. Aynı şey, acılar ve hastalıklar için geçerlidir. Bunlara
yol açan her şey, temizleme, dereceleri yükseltme ve günahları örtme amacı
taşır.
Allah Teâlâ insan-ı kâmili ve onun halifeleri olan insanları
en kamil surette yarattığında -ki O’nun suretinden başka kemal yoktur-, A
. . . A Adem’i kendi suretine göre yarattığını bildirmiştir. Bu
sayede Âdem
şahidik eder ve müşahede yoluyla
Hakkı tanır. Allah Teâlâ hakikatlerini giydirdiği isimlerini onun görünen
suretine gizlemiş, onu kendisini nitelediği bütün niteliklerle nitelemiş, onu
benzersiz yapmıştır. Öyleyse insan-ı kâmil kimseye benzemez. Bu durum ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur (benzerinin benzeri olan bir şey yoktur)’482 ayetinde belirtilir. Kastedilen,
âlemden olacak benzerlerdir. Yani onun mislinin misli olan (insan-ı kâmilin)
âlemde benzeri yoktur. Bir şey ötekinin surette misli ve benzeri olabilir.
Melekler Âdem’in doğal yaratılışına karşı çıkmışlardır.
# A f
Bunun nedeni, Adem’in unsurlardan
oluşan doğal yaratılışın içerdiği zıdıkları görmeleridir. Âdem,
ilahi-tabii-unsuridir. Demek ki melekler, bu suretin hükümlerinden ibaret olan
ilahi isimleri görmemişlerdir. Bu, Hakkın onun duyması, görmesi ve bütün
güçleri olması demektir. Melekler bu durumu görseydi, itiraz etmezlerdi. Allah
Teâlâ da onları zikredilen şekilde tedip etmiştir.
Akıl ufuklardaki ayedere bakmış,
fikriyle -suretteki benzerliğin kendisine verdiği teşbihi dikkate
almadantenzihi görerek ufuklardaki ayedere dalmıştır. Allah Teâlâ kendisine,
yani hayvan insanda bileşik halde bulunan akla hitabını duyurmuştur. Bu hitap
insan-ı kâmile değildir, çünkü insan-ı kâmil, nefsiyle Allah Teâlâ’yı bilirken
hayvan insan fikir aracını kullandıktan sonra aklıyla O’nu bilir. Bu nedenle
melek de insan-ı kâmili bilemez, çünkü melek, bütün yönlerden O’nu müşahede
etmiş değildir. Hayvan insan da aklıyla insan-ı kâmili bütün yönleriyle
bilemez. Hakkın eserini müşahede ettiğinin farkında olmadan, her ne zaman onun
adına bir müşahede gerçekleşirse, hemen onu reddeder ve Hakkı o özellikten
tenzih eder. Hayvan insanın fikir gücünün ‘bozuk hayal’ saydığı gücünün verisi
olan hükmün benzerini bildiren bir rivayet gelirse, o haberi kendisini özel
olarak tenzihe ulaştıracak bir tarzda tevil eder ve farkında olmadan haberi
sınırlar, onu kayıtsız-mutlak anlamıyla bırakmaz. Böylelikle hiç kimse insan-ı
kâmili bilememiş, bu nedenle Hakkı bilememişlerdir. Öyleyse Hakkı sadece
insan-ı kâmil bilebilir.
Bu nedenle nebiler müşahedelerine
göre Hakkı nitelemişler, O da üzerinde bulunduğu kemale göre, onlara
yaratılmışların niteliklerinde tecelli etmiştir. Melek veya hayvan insanın
aklı, Allah Teâlâ hakkındaki bu bilgiye ulaşamamıştır, çünkü Allah Teâlâ
onların hepsini kendisinden perdelemiş, insan-ı kâmile zuhur etmiştir.
Binaenaleyh insan-ı kâmil Allah Teâlâ’nın uzayan gölgesi, sınırlı Arş’ı,
yöneldiği evi olduğu gibi aynı zamanda varlık kemaliyle nitelenmiş olandır.
Dolayısıyla ondan daha kâmili yoktur, çünkü Haktan daha kâmil kimse yoktur.
Öyleyse insan-ı kâmil Hakkı hem aklı ve hem müşahedesi yönüyle bilmiş, gözle
gerçekleşen keşfi bilgiyle akli ve fikri bilgiyi birleştirmiştir.
O halde insan-ı kâmili -ki Hakkın
naibidirgören veya bilen, onu kendisine vekil ve halife yapan Hakkı da bilir,
çünkü insan-ı kâmil O’nun suretiyle zuhur etmiştir. Allah Teâlâ bize kendisine
ve peygamberine itaati emrettiği kadar, emir sahiplerine itaat etmeyi de
emretmiştir. Emir sahibine itaatin dışına çıkarsak, cahiliye ölümüyle ölürüz ve
cehalet insanın üzerindeki en şiddedi şeydir. Allah Teâlâ hâdis varlıkta ilah
olması bakımından bilinsin diye -ki bu bilgi bizden talep edilen bilgidir-,
insan-ı kâmili âleme yerleştirmemiş olsaydı, zatıyla ve nefsiyle yaratıklarına
zuhur eder, yaratıkları da müşahede ederek ve keşf ederek O’nu bilir, kimse
O’nu inkar edemezdi. Dünyada veya ahirette Allah Teâlâ’yı inkâr etmek, aklî
düşünmenin öne geçip Hakkı sınırlamış (tenzih) olmasından kaynaklanmıştır.
Akılcılar sınırladıkları nitelikleri göremediklerinde, Hakkı inkâr etmişlerdir.
Bakınız! Allah Teâlâ sınırladıkları alamede kendilerine tecelli ettiğinde,
rabliği ikrar ederler. Bu sınırlamadan önce kendiliğinde olduğu hal üzere
onlara görünseydi, yaratıklarından kimse O’nu inkâr etmezdi. Çünkü Hakk kendi
tecellisiyle işin başında kendisine delildir. Bu nedenle insan-ı kâmilden söz
ederken, onun yaratıklarına görünmede Hakkın vekili olduğunu ve bu sayede ilahi
suretin gerektirdiği tarzda Allah Teâlâ hakkındaki kâmil bilgi gerçekleşir
dedik.
Allah Teâlâ zati bakımından
âlemlerden müstağniyken insan-ı kâmil varlığı ve suretinin kemali bakımından
delilden müstağnidir. Onun varlığı kendisine delilin ta kendisidir. Öyleyse
keşif, bilgilerin en tamıdır. Tecelli tekrarlanmasa bile, tecelli eden birdir
ve bellidir. Çünkü insan hallerinde, düşüncelerinde, fiillerinde ve bütün
sırlarında halden Hakk farklı suretlere girdiğini bilir. Bu başkalaşma ve
değişmeyle birlikte insan kendisini ve nefsini bilir, bu başkalaşmaya rağmen
hüviyetinin aynı kaldığını bilir. İşte, çoğalsa ve tekrarlanmasa bile, tecelli
de böyledir. Çünkü bu suretlerde tecelli eden bir olarak bilinir ve meçhul
değildir. Dolayısıyla keyfıyeder O’nu perdelemez. Bu, dördüncü naibliktir ve bu
konuyu hakkıyla ele almış olduk. Zikrettiğimiz hususu mal sahibi leim bir adam
anlayabilir. O, ilah olmadığı halde, leim olduğu halde sureten ilahlığa
girmiştir. Mal müstağniliği gerektirir. Öyleyse o, sahip olduğu surete göre,
zenginlik özelliğine sahiptir. Bunu bilmelisin!
Beşinci naiblik ve vekillik, insanın
âlemde sadece Refiü’d-derecat ismine naib olmasıdır. Onun yükseltilme tarzı
şöyledir: İnsan-ı kâmil, hiç kimsenin derecesinde onunla beraber olmadığı
kimsedir, çünkü ilahi surete göre yaratılmış başka kimse yoktur. Onun derecesi
ulaşılamayacak kadar yüksektir. Dolayısıyla onu Allah Teâlâ’dan başkası
bilemeyeceği gibi Allah Teâlâ’yı da insan-ı kâmilden başkası bilemez. İnsan-ı
kâmil Hakkın tecelli ettiği yerdir. İhata ve bütünün meydana gelmesi yönüyle
onun derecesi yükseldiğinde, parçanın onu bilmesi mümkün olmamıştır, çünkü
parça bütünü bilemez. Bir şey kendisini bilir ve o şeyi de kendisinden
bilebilir. Parça bütünün niteliğine sahip değildir ve bu nedenle herhangi bir
yaratılmışın insan-ı kâmili bilmesi imkânsız olmuştur. Çünkü kimse ‘bütiin
olmak’ derecesine sahip değildir. Hâlbuki bütün kendi benzeri olan bütünü
bilebileceği gibi bütünlüğün ve tümelliğin içerdiği, parçaları bilebilir. Tümel
için parçalar, suretine ait organlar ve kuvvetler gibidir. Bir şey ise
kendisini bilir. Böylelikle insanın bütünlüğü, kendisine ulaşılamayacak bir
derecede ortaya çıkmış, söylediğimiz bu özelliğiyle cRejiü’d-derecat,
dereceleri yükselten ve Arş sahibi’483 olana naib olmuştur.
Öyleyse insan, sanki Rabbini ikilemiş
gibidir ve Hakkın mutlak birliği kendi birliği üzerinde İkinciyi kabul etmiş gibidir.
İnsan-ı kâmilin birliğiyle Hakkın birliği çarpılırsa, bir birlik ortaya
çıkardı. Bu meseleye iyi bakmalısın: Hangi birlik sana aittir? Hangi birlik
çıkmış, hangi birlik gitmiştir? Naibin birliği mi, yoksa kendisini halife
atayanın birliği mi? Buradan sana gözükene göre hareket et ki, Mutlu olasın!
Naibe ait olup âlemde etkisi bulunan her eser veya benzerlikten münezzehlik
gibi bir özellik, kendisini vekil atayana aittir. Hangi birlikle ortaya
çıktığına veya hangi birliğin sende bâtın kaldığına önem verme! Allah Teâlâ’nın
emri tektir. Nitekim Allah Teâlâ kendinden haber verirken böyle buyurdu.
Emir (iş) ancak böyle olabilir Emir ancak
zikredilen
Söz ayırıcı bir söz Beşerde kesin hükümran
Şe’n de tek bir şe’n Nazar eden kimse için
Sen seçilmiş olan Refi’sin Muktedir bir
hükümdar katında
Sen onun suretinde olduğunu görürsen O
zaman işin bâtınını gör
Neyi kabul ettiğine bak, çünkü o Fikir
hükmünün altına girer
Selim akıl sahibiysen Başkalaşmadan emin
bir kimse
Açık Hakk olarak bulursun onu Suretler
olmadan bir sure içinde
Göz görür onu bazen Hem suretlerde hem
surelerde
Hakk ise o ikisinin arasında değil Arşında
sedirler üzerinde
Mislin mukabilidir, tıpkı
Suretler suretlerin mukabili olduğu gibi
Onu bilen kimseye söyle Tehlike üzerindedir
o
Onu bilmeyene söyle:
Aldanış üzerindedir o
Altıncı naibliğe gelirsek, kuşkusuz, Allah
Teâlâ kendisini pek çok kelime sahibi olmakla niteleyerek kelimeleri çoğul
zikretmiştir. Bu çokluğun bireyleri arasında bir ayrımm bulunması gerekir.
Sonra bir kelimenin de çoğulu vardır. Bu durum ‘İrade
ettiğimiz bir şeye sözümüz ol demektir'484 ayetinde belirtilir. Burada üç harf
getirilmiştir: iki harf gözükürken -ki bunlar nun ve kef harfleridir-, bir
harf geçici bir durum nedeniyle gizlidir. Geçici durum, o harfin sakinliğiyle
nun harfinin sakinliğidir. İki sakin bir araya geldiğinde, gözükmemiştir.
İnsan-ı kâmil, bu mertebede önceki kelimeyle kendisinden sonra gelen kelime
arasındaki ayrımı yaparken, Hakkın yerini almıştır. Hakk insan yaratılışında ve
kendi suretiyle zuhur eden herkeste bu suretin nefesinin mahreçlerinde harf
vasıtasıyla konuşmuştur. Her mahreçte harfin var olması, onun yaratılması
demektir. Her iki kelime veya harf arasında ikinci kelimeyi veya harfin ortaya
çıkması için bir oluşturucunun bulunması gerekir. Birinci de ona bağlanır ve
ilahi kelimelerde de bu durum zorunludur. Söz konusu ilahi kelimeler mevcudarın
hakikatleridir. Nitekim Allah Teâlâ Hz. İsa hakkında ‘O’nun
kelimesi, Meryem’e ilka ettiği’485 demiştir.
Meryem hakkında da ‘Rabbinin kelimesini tasdik etti5486 der.
Kastedilen Hz. İsa’dan başkası değildir. Allah Teâlâ onu Meryem için kelimeler
yapmıştır, çünkü Hz. İsa zahiri ve bâtıni yapısı yönüyle çoktur. Onun her
parçası -ister zahir ister bâtın olsunbir kelimedir. Bu nedenle Allah Teâlâ
onun hakkmda ‘Rabbinin kelimelerini tasdik etti’497 buyurdu. Çünkü Hz. İsa bütünü
yönünden Allah Teâlâ’nın ruhu iken çokluğunun birliği yönünden ‘Meryem’e
ilka ettiği kelimesidir.’488 İnsan harflerle konuşur. Bunlar, konuşan
insanın söylemeyi amaçladığı her kelimenin parçalarıdır. Konuşan, içindeki
anlamın anlaşılması için, söz konusu kelimeleri dışta var etmeyi irade edendir.
Âlemde ortaya çıkan şeyler vasıtasıyla da Hakta bulunan şeylerin varlığını
izhar etme iradesi anlaşılır.
Öyleyse tıpkı varlıklardaki gibi sözde
de bir takdimin, tehirin ve tertibin bulunması zorunludur. Nitekim ilahi
kelimelerin somut mazharları olan varlıklarda da takdim, tehir ve tertip
vardır. Bu sıralamayı ed-Dehr ortaya çıkartır; ed-Dehr, sarih nasta
belirtildiği üzere, Allah Teâlâ’dır. Bu husus Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in ‘Zamana sövmeyin, zaman Allah Teâlâ’dır’ hadisinde belirtilir. İşte
âlemin varlığındaki tertip, takdim ve tehir zaman içinde ortaya çıkmıştır.
Burada lafzın söylenen bir lafız olması veya nefiste bulunması birdir. Nefiste
bulunursa, hayalin varlığında harflerin onda bulunması gerekir. Böyle olmazsa,
o kelam değildir. Bu durum bir mısrada dile getirilmiştir:
Kelam kalptedir
fakat .
Dil kalbe delil oldu
Şair ‘kalpte bulunan şeye delil oldu’
demek ister. Mütercim tercümesinde kalpte bulunan anlamı örtüşme yoluyla ifade
etmezse, yaptığı delil değildir. Tercüme ve aktarmada çokluk, öncelik sonralık
vardır. Bu nedenle kalpteki manada böyle bir tertibin bulunması gerekir ve bu
bağlamda sadece hayal vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onu
komşu edin, ta ki Allah Teâlâ’nın kelamını duysun!’489 Allah Teâlâ sözü kendisine izafe
etmiş, onu dinleyici bedevinin kulakla duyduğu bir şey yapmıştır. Bedevi sözü
bölünmüş, takdim ve tehir edilmiş bir halde duyar. Kuran denilen kelamı Allah
Teâlâ’ya izafe etmeyen kimse, hiç kuşkusuz, O’nun indirdiği şeyi inkâr etmiş ve
hakikatleri bilmemiş demektir. Öyleyse naip, konuştuğunda, sözünü söylediğimiz
tarzda kendisine izafe etmelidir. Naib zatıyla her iki harfi ve iki kelimeyi
ikinci kelimenin (veya harfin) var olması ve ilkinin kendisine bağlanması için
ayırt etmesi gerekir; ta ki bildiği maslahatın gereğiyle izhar etmek istediği
şey düzenlenmiş olur. Böylelikle sözü içindeki anlama delil olur.
Allah Teâlâ’nın kalplerini nurlandırdığı
insanların dışında, herkes işittiği her şeyi veya konuşanın kast ettiği bütün
anlamlan veya onların bir kısmını anlayacak durumda değildir. Bu nedenle
dinleyenin konuşanın sözünden payı ve nasibi, konuşanın sözüyle neyi
kastettiğini anlamadan, harflerin tertibini görmekten ibarettir. Bu durum,
konuşan dinleyenin diliyle ve lügatiyle konuşmadığında daha açık bellidir.
Öyle bir durumda dinleyenin konuşandan anladığı, kulağına ulaşan harflerin
tertibidir sadece. Öyleyse kulağın bu düzenli harfleri duyması, bütün
dinleyenler için geçerli genel bir duymadan ve ilgiden ibarettir. Fakat
kelimelerle neyin söylenmek istediğini sadece Allah Teâlâ’dan anlayanlar tam
olarak anlayabilir. Binaenaleyh anlamak, kelimenin duyulmasına ilave bir
durumdur. Öyleyse konuşulan kelimeleri var etmede Allah Teâlâ’dan konuşan
kâmil kul, kelimeleri arasındaki ayrımda Allah Teâlâ’ya vekil olduğu gibi
-çünkü onun varlığı olmasaydı, kelimenin ve harfin varlığı olmazdıaynı şekilde
bu konudaki anlamada da Hakkın ‘Sizi deneyeceğiz,
ta ki öğrenelim’490 ayetinde
belirtildiği üzere anlamada da Hakkın yerini alır. Hakk kendisini bilgi edinmek
amacıyla kulunu denemek özelliğiyle nitelemiştir.
Bütün bunlar, birlik niteliğindeki
naiplik ve vekilliktir, yoksa var olanların sahip olduğu kesbe öre, onları var
etmesi yönüyle birlikten başka olan naiplik değildir. Çünkü O, kazandıklarıyla
her nefs üzerinde kaim olandır. Başka bir ayette ‘Her
nefs kazandıklarıyla rehindir.’491 buyrulür. Yani kesbi kendisini
sınırlamıştır. Hakk olmasaydı, varlıklar birbirlerinden ayrışmaz ve tek varlık
olarak kalırdı. Nitekim başka bir yönden zaten böyledir.
Buna şöyle misal verebiliriz: İnsan,
tüm bireyleri kapsayan genel tanımı bakımından birdir, çünkü bütün insan
bireyleri, insanlıkları yönüyle tektir. Bununla birlikte Zeyd’in Ömer
olmadığını veya diğer insan şahısları olmadığını biliriz. Hakkın onları temyiz
etmesi, onların (dışta) var olmalarından ibarettir. Onların birbirlerinden
ayrışması ise kendilerinden kaynaklanır. Bu nedenle ‘mertebenin kelimesi’,
kendisinden var olan her şeye ‘ol’ sözüne ilave bir şey olmamıştır. Bu nedenle
var olan her şeye sadece ‘ol’ sözü sirayet etmiştir. ‘Ol’ sözüyle kalsaydık,
tek hakikat görülürdü. Hâlbuki biz bu kelimenin eseriyle birlikte kaldık ki,
onlar da var olanlardır! Böylelikle var olanlar çoğalmış, artmış ve şahısları
itibarıyla birbirlerinden farklılaşmışlardır. Binaenaleyh bütün var olanlar
tanımlarında birleştiklerinde, bu hakikatte Hakkın kelimesinin bulunduğunu
anladık; söz konusu kelime ‘ol’dur. ‘Ol’ varlık bildiren bir emirdir ve ondan
sadece var olma ve varlık anlaşılır. Bu nedenle var olana ‘yok ol’
denilemeyeceği gibi ‘madum ol’ da denilmez. Böyle bir şey imkânsızdır. Öyleyse
yokluk bazı şeyler için zati bir durumken bazı şeylerde varlığını geçerli kılan
şarta bağlı bir durumdur. Bu hakikat nedeniyle Allah Teâlâ sürekli yaratan ve
sürekli koruyandır. Hakikat ehline muhalif olanların ileri sürdüğü üzere,
arazlar sürekli olsaydı Hakk sürekli yaratan ve mevcutların varlıklarını
koruyan olmazdı. Hakk sürekli yaratan olmasaydı, bu durumda her yaratılmışla
birlikte olamazdı. Hâlbuki Allah Teâlâ ‘Her
neredeyseniz, O sizinle beraberdir.*92 buyurur. ‘İseniz (küntüm)’, hiç
kuşkusuz, varlık bildiren bir ifadedir. Dolayısıyla zikrettiğimiz hususu
anlayan için, kelimeler arasında ayrıcı olmak naipliğinden daha ince bir
naiplik yoktur.
Yedinci naiplik insanin varlığındaki
zahiri ve bâtıni fiillerde naiplik demektir. Bu, insanın başkasmda meydana
getirdiğiyle değil, kendisinde meydana gelen fiil ve olaylarla ilgilidir. Allah
Teâlâ’nm kitabından buna kaynaklık eden ayet ‘ta ki bilelim5493
ayetidir. Bilgi, Allah Teâlâ’nın kadim sıfatıdır. Denenmeden ortaya çıkan bu
özel bilgi ise burada Hakka naiplikle kast edilendir. Allah Teâlâ kendisinden
söz ederken dua edene karşılık verdiğini ve her şeyin melekûtunun elinde
olduğunu bildirmiştir. Böylelikle Allah Teâlâ, kendisini ‘her şey üzerinde
hakim ve kahir olan’ diye nitelemiştir. Öyleyse bizi yükümlü kıldığı işlere
karşı sabırlı olma iddiasmda bulunursak, bu fiilleri yerine getirirken
meşakkate kadanmak, Allah Teâlâ’ya bir itaattir. Sonra dua edip ardından duanın
kalplerimizdeki etkisine baktığımızda, şunu görürüz: Dua başka birisine yönelebilecek
bir parça kalmayacak halde tüm zatımızı kaplarsa, hiç kuşkusuz, herhangi bir
gecikme olmaksızın hemen karşılık ve icabet gerçekleşir. Duamıza icabet
gerçekleştiğinde, bu zevk ve tecrübeyle dua esnasında Hakka yönelimdeki
doğruluğumuzu anlarız. Çünkü biz Allah Teâlâ’nın kendinden haber verdiği
sözlerde doğru söylediğini biliriz. İlahî edebe riayet olmasaydı, şöyle derdik:
‘Dua etmekle O’nu sınadık ki, görelim: ‘Bana
dua ettiğinde dua edenin duasına karşılık verelim’494
demeşinde doğru mu söylüyor? Çünkü bu, ‘Sizden
sabredenleri ve cihat edenleri bilelim diye sizi imtihan ederiz’495 ayetindeki naiplik sahih olsun diye,
bir iddia sözüdür. Sonra bu durumu yalan veya doğru sözlü her iddia sahibi için
genelleştirerek sınama ve deneme işinde Allah Teâlâ’ya naip olduk. Söz konusu
iddiacı peygamberler ve iddiasını tasdik edenler gibi doğru iddiaya sahip
birisiyse, kendisini denemek üzere ondan istediğimiz delile karşı delil -ki
delil her türlü delil olabilirortaya koyar. Nitekim yalancıyı da delil
istemeyerek deneriz. Bir yalancı kendisine düşmeyen bir iddiada bulunduğunda,
talep ettiğimiz delili getiremeyince naip ona şöyle der: ‘Allah
Teâlâ güneşi doğudan doğdurmakta, sen batıdan doğdun!’496 Bu olabilecek bir iştir. ‘Bunun
üzerine inkâr eden sustu kaldı.’497 Çünkü ona karşı delil ortaya kondu.
Öyleyse denemenin asıl nedeni iddianın varlığıdır. Kimin iddiası yoksa,
sınanma ve denenmeyle muhatap değildir. Allah Teâlâ bize ‘Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?’ diye sonara kadar bizi sınamamıştır. Bu soruya karşılık biz
‘Evet! Bizim Rabbimizsin’ demekle Rabbimiz olduğunu kabul ettik. O’nu rabbimiz
olarak ikrar etmek, kendisine kulluk edeceğimizi de ikrar etmemiz demektir.
Kulluk özü gereği efendiye itaati gerektirir. Öyleyse bunu iddia ettiğimizde,
iddiamızda doğruluğumuzu denemek üzere Allah Teâlâ bizi yükümlü tutmuştur.
Şöyle diyebilirsin: Ayette geçen bu
söz alma şahitliğini bilmiyoruz. Çünkü böyle bir söz akim değil imanın
nasibidir ve zorunlu bir durum değildir. Mümin olmayan bir akıl sahibi bu
yükümlülüğün ve sözün altına nasıl girebilir ki? Şöyle deriz: Akıllı insan
aklıyla yaratıcısına tazimi zorunlu sayar. Yaratan Allah Teâlâ’dır, çünkü Allah
Teâlâ kendisine aklı verendir. Akıl sahibi için bizim için resul konumundadır.
Böylelikle akıllı, kendi teorik düşüncesiyle varlığında kime dayandığını
düşünür. Acaba sürekli var mıdır, yoksa kendisini var eden midir? İki şık aynı
anda geçerli olamaz. Daha önce bu kitapta bu meseleye değinilmişti. Böyle bir
şey ona göre imkânsız olunca, kendisinin aynı olmayan bir yaratıcıya dayanır.
Bu kez var olmada dayanağı olanın özelikleri hakkında düşünür. Bu düşünme
sonucunda ise Yaratıcısını yaratılmışlığı gerektiren bütün özelliklerden tenzih
eder. Bunun nedeni, kendisi gibi birisine ibadet edemeyecek olan nefsin
gücüdür. Başka bir ifadeyle nefs, yaratılmış olduğunu bildiği kendisi gibi
mümkün ve yaratılmış birisine ibadet edemez. Bu durumda akıl, ibadet edeceği
Yaratıcının çok değiltek olması gerektiğini delille öğrenir. Akla göre
Yaratıcı, benzeri olmayandır ve tazimi, hamdi ve senayı Hakk eden bir mertebededir.
Böylelikle mümin için resul mesabesinde olan akıl, delillerin verisine göre,
Yaratanın mertebesinin Hakk ettiği özelliklere göre O’na saygı göstermeyi
zorunlu sayar. İnsan da aklın gereğiyle Yaratanı tazime, O’nu yüceltmeye ve
tenzihe koyulur. Efendi olmanın Hakk ettiği şeyi akıl bilir ve o özelliklere
göre efendi karşısında davranır. Böylelikle akıl, teorik düşüncesiyle,
kendisini bilme ve Yaratana ibadeti zorunlu saymada Hakkın naibi olur. Çünkü
akıl düşünerek zelil olduğunu ve dışta var olabilmek için hâdisliği gerektiren
özelliklerden uzak birine muhtaç olduğunu bilir. Binaenaleyh mümin olmasa bile
kendi deliliyle yaratanı birleyen bütün akıl sahipleri, bu naipliğin kapsamı
altına girer.
Bu durum sahih bir hadiste ‘Bildiği
halde ölen kimse...’ şeklinde belirtilir. Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem ‘söyleyen veya iman eden’ dememiş, bilgiyi zikretmiş ve şöyle
buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah olmadığını bildiği halde ölen kimse
cennete girer.’ Allah Teâlâ’yı birleyen herkesi Allah Teâlâ cennete sokacak
-başkasını değil-, nebiler ve müminler de iman sahibi büyük günah sahiplerine
şefaat edecektir. Çünkü nebiler hayır getirmek üzere gönderilmişlerdir ve bu
hayır imanla ilgilidir. Peygamber gönderilmeyen veya fetret döneminde
bulundukları için iman etmeyen muvahhitlerden her biri tek başına bir ümmet
olarak diriltilecektir. Kendilerine peygamber gönderildiği halde Yaratıcının
birliğini bilmekle birlikte peygambere iman etmezse, cehennemliktir. Böyle bir
insan ateşten Yaratıcısının çıkartmasıyla çıkabilir (şefaatle değil). Çünkü
ateşte ebedi kalmak, nassın bildirdiğine göre, hangi tarzda tevhide ulaşırlarsa
ulaşsınlar tevhit ehli için söz konusu değildir. Cehennemde sadece Allah
Teâlâ’ya şirk koşan veya bir kuşkudan veya hakkı verilmiş teorik bir
araştırmadan kaynaklanmadan Allah Teâlâ’nın niteliklerini reddedenler (muattıl)
kalabilir. Öyleyse cehennemde sadece teorik araştırma gücüne sahip oldukları
halde araştırmayı yapmayan taklitçi-müşrikler ve muattıl olan kalabilir.
Bu faydası çok ve aslı doğru bir
meseledir. Kuran’dan bunun kaynağı ‘Bir burhanı
olmadığı halde, Allah Teâlâ ile birlikte başka ilaha dua eden..:*98 ayetidir. Yani gerçekte burhan
olmasa bile, zannınca burhan olduğuna inanacağı delili olmayan demektir. Böyle
birisi yine de kendi gayretini deliline harcamıştır. Allah Teâlâ ise herhangi
bir nefsi yapabileceğiyle yükümlü tutar. Bu, insanların kendisinde
derecelendikleri bir meseledir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onun hesabı
Rabbinin katindadır.’499 Yani Allah Teâlâ’nın kendisine
verdiği teorik/nazarî araştırmayı tam yapıp yapmadığıyla ilgili hesabı Allah
Teâlâ’ya kalmıştır. Sonra şöyle der: ‘Kâfirler
felah bulmaz.’500 Kâfir
bilip de örten demektir; bilmiyorsa, kâfir değildir. Allah Teâlâ peygamberine
‘Rabbim! Bağışla ve merhamet et’ demesini emretti. Bu fark, istidadının
ölçüşünce, teorik araştırmayı yapıp deizme (muattıla) veya şirke ulaşmayanla
ilgilidir. ‘Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.’501 Çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın
kendilerine verdikleri yeteneği aşmadılar. Böylelikle farkında değillerken
onlarda Allah Teâlâ’nın peygamberi şefaatçi olmuştur. Ateşten çıkarak mutluluk
kendilerine ulaştığında ise, kuşkusuz ki Allah Teâlâ peygamberin onlar
hakkındaki isteğiyle onları bağışlar. Çünkü Peygamber, Allah Teâlâ kendisine
böyle demeyi emrettiğinde, şöyle der: ‘Rabbim!
Bağışla, merhamet et.’502 Allah Teâlâ’nın peygamberine böyle
duayı emretmesi, ona olumlu karşılık vereceği anlamına gelir ki nitekim öyle
de olmuştur. Onlar cennete girdiklerinde peygamberin değerini öğrenirler,
cennette kendisine dayanırlar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem en büyük
efendidir! .
Bu dua, Âdem’den İsrafil’in
üfleyeceği bayılma üflemesine kadar bu mesabedeki herkesi kapsar. Çünkü onun
duasına tahsis edilenler, bu nitelikteki kimseler ile merhamet edilmesi ve
bağışlanması gerekenlerdir. İçimizdeki bütün naiplerin bu farkı zihninde
tutması gerekir. Ümmet içinden bu hakikate muhalefet etmede mazereti olan
herkese Allah Teâlâ ‘Rabbim! Bağışla, merhamet et, sen
merhamet edenlerin en hayırlısısın’503 şeklinde ifade edilen bu şefaatte
bir hisse ayırır.
Dostum! Bu şefaatten nasibini unutma
ve kuruluğun baskm gelmesiyle Allah Teâlâ’nın rahmetinin sadece müminlere
ulaşacağım iddia edenlerden olma! Böyle bir insan, rahmetin zorunluluk yoluyla
ulaştığı kimseyle ihsandan ulaştığı kimseleri ayırt edemez. Bu, peygamber ve
naiplerinin dünyâ hayatmda o kimselere şefaatidir. Ahirette ise cennete girene
kadar farkında değillerken Hakk onlar adına bunu yerine getirir. Cennete
girdiklerinde ise, dünyada şefaati kabullerini sağlayan alameti kendilerinde
görürüz.
Kuran okuyan herkesin Kuran’ı iyi
düşünmesi gerekir. Kuran’da Allah Teâlâ’nın peygamberine tebliğ etmesini veya
söylemesini veya bildirmesini emrettiği her emri alıp onu okurken anlatıcı
olmadan söylemesi gerekir. Bu konuda niyet, irade ve teveccüh sahibi olması
gerekir. Peygamberin taraftarlarından olmak istiyorsa, bu emrin Hakk
tarafından kendisine verilmiş bir emir olduğunu aklında tutmalıdır. Çünkü Allah
Teâlâ nebiliği yaratıklarında gizlemişken bazı yaratıklarında izhar etmiştir.
Öyleyse zahiri olan nebilik, zuhuru kesilmiş nebilikken, batini nebilik dünyada
ve ahirette süreklidir. Çünkü ilahi vahiy ve rabbani inzal kesilmez, çünkü
âlem onun vasıtasıyla korunur. Bütün âlemin bu inzal ve vahiyden bir nasibi
vardır. Onların bir kısmını Allah Teâlâ zikretmiştir. Bir ayette ‘Rabbin
arıya vahyetti’504 buyurur.
Karınca şöyle der: ‘Ey karıncalar!’505 Hüdhüd Süleyman’a ‘Senin
bilmediğini bildim’506 demiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem müçtehitler hakkında söylediğini söylemiş ye onların yaptıkları
içtihatlarda isabet etmelerini şart koşmamış, isabet etseler de yanıtsalar da
sevap alacaklarını belirtmiş, isabet eden ile hata edenin ücretini ayırt
etmiştir. İşte bu, garip ve değeri yüksek bir naipliktir. Onu herkes bilemez.
Sekizinci naiplik Hakkın tekliğini
çift yapmak bakımından olan naipliktir. Bu durum Hakkın ona onun Hakka
tecelligah olması bakımından böyledir. Hakk kendisinde kemaliyle görürken o da
kendisini Hakta kemal üzere görür. Bu durum, Hakkın kendiliğinde sahip olduğu
ilahi isimlerle ilgilidir. Bu suret, Rahman’m gölgesinden ibaret olan insan-ı
kâmilin aynasında ortaya çıkabilir. Böylelikle onun adına da bir arş koymuştur.
İnsan bu arşm ve Hakk da kendisine nispet edilen arşının üzerinde karşılıklı
oturmuş ve istiva etmişlerdir. Bunun misali Hakkın cennet ehlini nitelerken
söylediği ‘Karşılıklı döşekler üzerinde
yaslanmışlardır/dayanmışlardır.’507 ayetidir. Yani onlar birbirlerinin
karşısında bulunur. Ayette geçen ‘ittika’, ceberut özelliğiyle dayanmak ve
itimat etmek demektir. Hakkın kuluna ‘dayanması’ (ittika), Haktan zuhur eden ve
insan-ı kâmilden görünmeden bâtın kalan hususlarla ilgilidir. Çünkü o
dayandığından yüksektir. İnsan-ı kâmil ise Hakk kendisinde bâtın kaldığında
zuhur ettiği naiplikte Rabbine dayanır. Böylelikle müşahede ve görülen şey,
başkasına değil, görene ve şahide nispet edilir. Nitekim fiiller mertebesinde
de -alışkanlıklar gereğifiil yaratılmışa nispet edilirken Hakk bâtındır.
Adetin aşılması durumunda, fiil yaratılmışa değil, Allah Teâlâ’ya nispet
edilir. Çünkü âdetin aşılması yaratılmışın kudretinin dışındadır. Böylelikle Hakk,
her ne kadar yaratılmışta olsa bile, zuhur eder ve ortaya çıkar. Yaratılmışın
varlığı Hakkın varlığını ikilemiştir, çünkü yaratıklardan mücerret bir halde Hakk
adına düşünülemeyen her hakikat, özü gereği yaratıkların varlığını talep eder.
Öyleyse Hakk ve halkın bilinmesi zorunludur. Çünkü bu ilahi hakikatin Hakkın
zatında bir etkisinin olması imkânsız olduğu gibi hükmünün işlevsiz kalması da
imkânsızdır; çünkü hüküm, bu hakikat için zati bir hükümdür. Öyleyse ister
varlık ister yoklukla nitelensin, halkın ve yaratılmışın bulunması zorunludur.
Çünkü o yoklukta sabittir ve bu sabidik vasıtasıyla eserleri kabul etmek için
hazırlanır. Onun yoklukta sabit olması, varlık ağacı için çekirdek
mesabesindedir. Binaenaleyh halle, yoklukta çekirdek iken, varlıkta bir
ağaçtır.
Ayn-ı sabite imkânda bir çekirdek Çekirdek olmasaydı olmazdı bir
bitki
Benim zuhurum sabitlikten
Var olsaydım (‘ol’ diye) ilahi emir
gelmezdi
Gerçek söylediğimizdir. Öyleyse
âlemde sadece çift vardır ve bu çokluğun ikiliğidir. Çünkü ilahi hakikatler çok
olduğu gibi mazharları da onlarm sayısıncadır. Böylelikle mazharlar dış
varlıkla nitelenmemiş olsalar bile, hakikatleri bilgide çoğaltır.
Ayn-ı sabite olmasaydı görülmezdi Ya da ol demezdi veya yönelmezdi
ona
Ayn-ı sabite sürekli Allah Teâlâ’ya kul Hakk sürekli ona mabud
Hakk ona dış varlık kisvesi giydirince Daha
önce yoksunken bu varlıktan
Hükümler varlığıyla onda oluşmuş Yoklukta
ve varlıkta sürekli secde halindedir o
Kendiliğinde bilinen durumun
ikiliğinin hükmü ortaya çıktığında, ancak misillik olabilmiştir, başkası
geçerli ve sahih değildir. Çünkü misil olmasaydı, onu kendi zatıyla bilemez
veya da ona mukabil olamazdı. Öyleyse (misil olarak) sadece insan-ı kâmil veya
insan vasıtasıyla âlemin toplamı vardır. O halde insanın var olması zorunludur
ve (sözü) onunla sınırlı tutalım! Allah Teâlâ ile insan-ı kâmil arasındaki
sabitlik hükmü, varlık hükmüne aykırıdır. Varlık hükmüyle insan Hakkın varlığım
ikileyen iken sabitlik böyle bir özelliğe sahip değildir. Çünkü Hakk ve halk,
sabidikte birlikte bulunurken varlıkta beraber değillerdir. Sabitlikte eşitlik
olunca, sabitliğe itidali ve taraflardan herhangi birisine meylin olmayış
özelliğini verdik. İşte bu yüksek menzil ve eserleri genel durumdur. Hakk
suretlerde zuhur ettiğinde, itidali misillik olmaz. Böylelikle misil,
tecellinin gerçekleştiği suretlerde olur. Suret ruhani bir suret ise, ruhların
kendiliklerinde sahip oldukları hükümler ona nispet edilir; cisimsel bir suret
ise, cisimsel suretlerde ortaya çıkan hükümler nispet edilir. Bu ise Hakkın
gazap, rıza, sevinmek, inmek, koşmak gibi fiillerde hallerin başkalaşmasıyla
doğal özelliklerle nitelenmesidir. Hakk sana kendinden bir şeyi nispet
ettiğinde, hangi şeyde onu ispat ettiğine bak! Hangi suretten dolayı bunu
yapmıştır? Böylelikle o surete ait nispete göre hüküm verirsin. Sadece misil
ve misilden başkası vardır! Böylece sekizinci naiplik hakkında da yeterli
açıklamayı yapmış olduk.
Dokuzuncu naiplik, iki misil
arasındaki makul berzahta zuhur etmektir. Bu berzah, Hakk ile insan-ı kâmil
arasındaki ayraç ve fasıl demektir Söz konusu fasıl, Hakkın yaratıklardan
ayrışmasını gerektirmiştir. Böylelikle kimin daha layık olduğuna bakar. Onun
yeri, bir misal vermek gerekirse, kendisinden gölgenin uzamış olduğu şahıstaki
gölgedir. Şahıs ile kendisinden ayrılmış uzanmış gölge arasındaki gölge,
berzahtır ve o berzah bulunduğu şahsa bağlıdır. Öyleyse gölge ona daha
layıktır. Öyleyse yaratılmışlar Hakk vasıtasıyla O’ndan ayrılmıştır, yoksa
kendileri vasıtasıyla Hakk’tan ayrılmış değildir. Çünkü halk Hakkın
nitelikleriyle bürünmüş iken Hakk yaratıkların özelliklerine bürünmüş
değildir. Bu nedenle halk Hakk ile zuhur etmiş, hâlbuki Hakk halk ile zuhur
etmiş değildir. Çünkü Hakk sürekli kendisi nedeniyle zuhur edendir ve zuhur
ederken herhangi bir şeye muhtaçlıkla nitelenmesi mümkün değildir. Hâlbuki halk
dışta zuhur ederken Hakka muhtaçtır.
Burada ‘halk’ derken başkasını değil,
misil olan insan-ı kâmili kast etmekteyiz. Çünkü sözünü ettiğimiz fasıl ve
ayraç, iki misil arasındadır. Bu nedenle fasıl, hiç kuşkusuz, iki mislin
hükmüne de sahiptir, çünkü o, bizatihi her bir mislin mukabilidir. Fasıl
olmasaydı, bir misil ötekinden ayrılmazdı. Hakkın misli olman ‘Sizi halifeler
yaptıklarından infak edin’508 ayetinde
belirtilir. Başka bir ayette ‘O sizi yeryüzünün
halifeleri yaptı, bir kısmınızı ötekilerden üstün yaptı’509 ve ‘Bir kısmınız
ötekileri hizmetçi edinsin’510 denilir. Bu,
insanlık kemalini vermekle ilgilidir ki, bu da onların bir kısmı adına
surettir. Onlar, Allah Teâlâ’nın yükselttiği kimselerdir. Üzerlerine
yükseltildikleri kimseler ise, hayvan-insanlardır. Hakkın senin mislin olması,
kendisini senin hakkın olan hususlarda kendini sana vekil yapmasıdır. Hakk, hakkı
sana ait olan şeylerde senin adına tam yetkiyle işlerin bırakıldıği bir vekil
olarak tasarrufta bulunur. Çünkü kuluna dönük ihsanın bir gereği olarak Hakkın
vekilliğinin devri olması zorunludur. Allah Teâlâ kulunu unutma ve gaflet
sahibi olarak yarattı; bu iki özellik, insanın yaratılışına gelen hallerdir.
Haller ise herhangi bir varlık dışarıda bırakmaksızınvarlıkla nitelenen
herkeste mutlak hükümrandır. İnsan hareketlerinin herhangi birisinde gafil kalıp
o harekette kendi nefsiyle tasarruf ederse, Hakkı vekillikten düşürmüş
sayılır. Vekâlet devri olunca, tasarruf yoluyla vekâletten azledilen, işin
sahibi haline gelir ve artık sadece Allah Teâlâ tasarrufta bulunur. Çünkü Aİlah
Müzzemmil suresinde sana kendisini vekil edinmeni emretti, İşte devri vekilliğin
faydası budur ve bu Allah Teâlâ’nın kuluna bir emridir. Allah Teâlâ bu emri
tevhide bağlıyarak şöyle der: ‘Doğunun ve batının rabbi, O’ndan
başka ilah yok, O’nu vekil edin.’511 Bu ayet,
yönlerdeki tasarrufa işaret eder. Burada sadece doğu -ki zahirdirve batı
zikredilmiştir. Batı, ‘bâtın’ demektir. Bir varlıkla yani güneşle doğduğunda,
maşrık adını alırken battığında batı adını alır. İnsanın da zahiri ve bâtını
vardır. ‘Ondan başka ilah yoktur.’ Zahirinde ve bâtınında onu vekil edin. Çünkü
o doğunun ve bâtının rabbidir. Kuran’ın ne kadar sırlı olduğuna bakınız!
Söylediğimiz ve söyleyeceğimiz bütün
bu naiplikler tevhit naipliğidir, başka da bir şey değildir. Sen zuhur
edersen, O’dur zuhur eden; sen zuhur etmezsen, yine O, O’dur. Çünkü bir sadece
O’dur ve zuhur eden Bir’dir. Sen zuhur etmezsen, O’dur. Çünkü bir, kendinde,
ancak hüküm ve nispetlerle bölünebilir. Allah Teâlâ pek çok isim sahibidir.
Yani Allah Teâlâ nispet ve hüküm
sahibidir. O’nun bizimle olan mutlak birliği, çokluk birliğidir. Hakikat birdir.
Bu nedenle bir vakit zuhur bize nispet edilirken bir vakit O’na nispet edilir;
bir hükümde O’na izafe edilir ve bir hükümde bize izafe edilir. İnsanın
kendinde bulunduğu durumun Hakkın kendisinde bulunduğu şey olduğu belli
olmuştur, Hakk ve insan bu şeyde sırayla zahir ve bâtın olarak bulunur. Biri
zuhur edince öteki bâtın kalır. Zuhur eden bâtın kalanın naibidir ve naiblik
kendinde bâtın kalanın naibidir. O zuhur edenden bâtın kalmıştır. Öyleyse
halifelik ve vekâlet, süreklidir. Başka bir ifadeyle o, dünya ve ahirette
sürekli ve ebedi"bir naiplik ve halifeliktir. Hakk nefeslerin günlerinden
her bir gün bir gündedir. Yani Hakk kendisini vekil edindiğin günde bulunur.
Çünkü Hakk senin adına tasarrufta bulunur ve seni halife atadığı işte seni
tasarruf sahibi kılar. Böylece sen halifenin (Hakk) emrinden tasarruf edersin.
Bu durumda sen halifenin halifesisin. Nitekim Hakk da vekâlet yoluyla ‘mülkün
mülküdür.’
Varlığın üzerinde bulunduğu durum
budur. Bizim ile bu konuda insanlar arasındaki fark, bizim bilmemiz, onların
basiretlerinin üzerlerindeki perdeler, kilitler, kalplerinin üzerinde ve
içlerindeki kilider nedeniyle bilmeyişleridir.
Onuncu naiplik ölülerin tevhit
naipliğidir. Çünkü ölümle örtüler açılır ve herkese hakikat görünür. Fakat
ölümle herkes için gerçekleşen keşif, sadece genel içinde o meseleyi (daha
önceden) bilenlere mutluluk verebilir. Perde kalkıp bildiği şeyi gözle gören
mutludur. Ölmeden önce müşahede sahiplerine gelirsek, bu bilgi, onlar adına
görmek yoluyla gerçekleşmiştir. Ölümden sonra keşif ehli, gözden
hakka’l-yakin’e intikal ederken alim bilgiden görmeye intikal eder. İki grubun
dışındakiler ise körlükten görme haline geçerler. Böylelikle daha önceden bir
bilgileri olmadan körlük perdesinin gözlerinden kalkmasıyla gerçeği görürler.
Öyleyse ölüm esnasında ve perdenin kalkmasıyla her grup adına bir artışın
olması kaçınılmazdır. Bu nedenle sahabeden birisi şöyle demiş: ‘Perde
kalksaydı’ -ki burada senin bir perden olduğunu ifade etmiş oldusonra şöyle
eklemiştir: ‘Yakinim artmazdı.’ Yani bildiği konuyu gördüğünde, bir kesinlik
artışı olmazdı. Başka bir ifadeyle bilgide artış olmazdı. Fakat perdenin
kalkması, daha önce sahip olmadığı bir bilgi verir. Böylelikle bilgi
sahibiyse, bilgisi hakkmdaki ‘vakinim artmadı’ sözü doğru olur; ya da görmüşse,
görmesinde bir artış olmamıştır. Yoksa perdenin kalkmasıyla, sahip olmadığı
herhangi bir şeyi elde etmemiş değildir. Öyle olsaydı, böyle bir nitelikteki
insan adına perdenin ortadan kalkması anlamsız ve faydasız olurdu.
Fakat gözler anlamın inceliğini görür
Bunun için Kelim Musa görmek istedi
Binaenaleyh perde olduğu sürece, onun
ardında -yokluk değilvar olan bir şey bulunuyordun Kulun Hakka bu naipliği
berzahta gerçekleşir ve böylece kul hüküm sahibi olarak Hakkın suretiyle zuhur
eder. Aynı zamanda bu hayal âlemindeki bir naipliktir ve kul bu dünya hayatında
üzerinde bir otorite bulunur. Böylelikle bakanın göreceği şekilde dilediği
manaları bedenlendirir. Bu durumda kul, bu otoriteden büyük bir pay sahibi
olmuştur. Şu ayete bakınız! Allah Teâlâ ‘Ona
öyle geldi’512, yani Musa’ya ‘onların
sihirlerinin koştuğu’513 demiştir. Kastedilen sihirbazların
yaptığı sihirdir. İpler gerçekte koşmuyordu, sadece Hz. Musa’nın ve orada
bulunanların gözünde ‘koşuyor görünmüşlerdi.’ Sihirbazlar gerçeği biliyordu,
çünkü sihirbazlar onları ip olarak görmekteydi. Bir yolcu oradan geçseydi,
ipleri sihirbazın gördüğü gibi ip olarak görecekti. Hz. Musa’daki gibi, hayal
âlemi üzerinde vekâlet sahibi birisi öyle değildir. Çünkü o bedenlendirdiği
şeyi onların bedenlendirdiği gibi beden olarak görmez. Hz. Musa onları mana
olarak görür. (Bilir ki) bu iş sihirbazların yaptığı bir iştir. Hz. Musa’nın
örneğinde, sihirbaz ile bu vekilliğin sahibi arasındaki fark, Hakkın onu vekili
yapmasıdır. Böylece Hz. Musa da O’nu vekil edinmiş, elindeki asayı Hakkın emriyle
atmıştı. Bu emir, kendisini vekil edinenin emriydi. Nitekim Allah Teâlâ
kendisine şöyle demişti: ‘Asanı yere at.’ Bunun üzerine Hz. Musa asanın yılan
olduğunu görmüş ve korkmuştu. Allah Teâlâ sihirbazların iplerini ve
değneklerini ilahi emirden atmadıklarını bildirmiştir. Sihirbazlar iplerini
isimlerin hükümlerinden hareketle atmıştı. Söz konusu isimler bakanların
gözlerini sihirbazın göstermek istediği şeye çevirmek özelliğine sahipti.
Başka bir ifadeyle sihirbaz bu isimleri kullanarak -bakılan şeyi değilbakışı
değiştirme gücüne sahipti. İlahi emir vasıtasıyla iş yapan naib ise bakılanın
kendisini değiştirirken bakış da ardından gelir. Öyleyse naip bu işi yaparken,
bakmak ve bakıştaki fiil ile bakılan şeydeki fiil ancak (değnek veya ip)
atıldıktan sonra bir değişme gerçekleşmiştir. Kendisini atanın mülkünden
çıktığında, Allah Teâlâ bakılanın değiştirilmesini naip adına üstlenirken naip
olmayanda (sihirbaz) oradakilerin bakışının değiştirilmesini üsdenir. Söz konusu
kimse bu isimler hakkmda bilgisi olan kimsedir ve o bilgi ‘simya’ diye
isimlendirilir. Simya, bakanların gözlerinde, eşya üzerindeki alametlerin
bilgisi demektir.
İnsanların geneli, ölümle perdenin
kalkıp berzaha intikal etmeleri esnasında dünyada bedenlerinde oldukları gibi
kalırlar. Onlar bir mertebeden ötekine veya bir hükümden başka bir hükme
intikal ederler. Arifler ise -ki onlar Hakkın naipleridirdünya hayatındayken
aynı hükme sahiptir. Buradaki naiplik tevhit naipliğidir. Çünkü hüküm ancak
atmadan sonra gerçekleşir. Bunun anlamı, yapılan işin atanın mülkünden çıkması
demektir. Bu durumda Allah Teâlâ naip adına vekâlet yoluyla o işi üsdenirken
sihirbaz adına ilahi gayretin gereğiyle o işi üsdenir. Öyleyse eşyada hüküm
sadece Allah Teâlâ’ya aittir.
Bu mertebede bu naiblik sahibi adına
kalan ise sürekli tasarruftur. Nitekim bunu sıradan insanlar nezdinde keramet,
ayet ve harikulade diye isimlendiririz. Muhakkiklere göre ise bunlar harikulade
değillerdir; olayları var etmektir. Çünkü gerçekte ‘adet’ denecek bir şey yoktur!
Varlıkta tekrar yoktur ki adet olsun! Dolayısıyla adet haline gelecek bir şey
yoktur. Adederi kabul edenler için ‘Onlar
yeni yaratmadan kuşku içindedir’514 denilir. Allah Teâlâ şöyle der:
Onlar her an yeni bir yaratılışta olduklarını bilmezler. Başka bir ifadeyle
onlar birinci vakitte gördüklerini ikinci vakitte görmezler ve bu konuda kuşku
içindedirler. Öyleyse ne yenilenme ne âdetin aşılması vardır. Allah Teâlâ ehli
de gerçeği böyle idrak eder ve gerçek söylediğimiz gibidir. Bu sayede
yaratıklar, sürekli (Allah Teâlâ’ya) muhtaç kalırken Hakk da sürekli varlığı
koruyan ve yaratan olur. Alemin varlığı, sürekliliğini ve bekasını sağlamak
üzere, yeniden yaratmayla meydana gelir.
Bak senin fidyen getirdiğin şeydedir Bilgi
gözün görmediğini idrak eder
Bilgi adamları ibrete daha uygun Göz
adamları nazara daha uygun
Akılla nitelenen kimse var ya
Kendini gözden çıkartan bir güce sahip . ;
Keşifle nitelenen de bir güç sahibi ki
Bütün suretlerin üzerine çıkar
Onu sürekli halinde
görürsün -
Zahir bir halde, başkadan başkaya
Naip olan, bu hayalî-başka
varlıklarda dilediği gibi ve dilediği tarzda -fakat vekilinin emriylehareket
eder ve tasarrufta bulunur. Çünkü vekil yapılan, tasarrufta kendisini vekil
atayanın bildiği maslahatı bilmez. Vekilin emri olmadan hatayla ve gafletle
tasarruf ederse, Allah Teâlâ onun vaktini korur, çünkü vekâlet daha önce
söylediğimiz gibi devridir: Zikrettiğimiz korumayla birlikte, gafletle yapılan
tasarruftan meydana gelen iş bu naibi yönlendiren vekâlet sahibinin yönlendirmesinden
meydana gelen işin derecesine ulaşamaz. Bunun nedeni mertebelerin ayrışmasını
ve üstün olan ile daha üstün olanın bilinmesini sağlamaktır.
Bilmelisin ki, bu mertebe -ki kast
edilen bu özel mertebedirancak ölümle gerçekleşebilir. Ölüm ise iki türdür:
Birincisi zorunlu ölümdür. Bu, insanların geneli nezdinde ve örfte bilinen
ölümdür. Kastedilen hakkında ‘Onların ecelleri geldiğinde, onu
geriye bırakamazlar veya onu öne alamazlar’515 ayetinde belirtilen belli eceldir.
Diğer ölüm iradiihtiyari ölümdür. Bu, dünya hayatındaki ölümdür ve ‘Sonra
ecel takdir eder’516 ayetinde
belirtilir. Takdir edilmiş ecelin vakti Allah Teâlâ katında bilinip O’nun
katında isimlendirildiği için, onun gerçekte hükmü ‘isimlendirilen ecel
(ecel-i müsemma, adı konmuş ecel) olmuştur. Bu durum ‘Hepsi
isimlendirilen bir ecele gider’517 ayetinde belirtilir. Yani herkes
kendi halinde o ecele gider, İnsan yaşarken bu naiplik onun adına geçerliyken
öUirse, tıpkı Allah Teâlâ yolunda öldürülen şehitler gibi, ölüdürölü değildir. Allah
Teâlâ onu ölüm olmaksızın berzah’a taşır. Öyleyse şehit öldürülmüş ama ölü
değildir. İnayete mazhar olan bu insan, büyük cihatta nefsini öldürdüğünde -ki
büyük cihat nefisle cihattırAllah Teâlâ şehitlik hükmü nedeniyle onu
rızıklandırır. Böylece dünya hayatında berzahta ona naiplik görevi verir.
Öyleyse onun ölümü manevidir. Nefsini öldürmesi ise, nefsine muhalefet
demektir.
Daha önce açıklayacağımızı
belirttiğimiz on naiplik türünü zikretmiş olduk. Bunlar, ana naipliklerdir.
Her birinin içermiş olduğu ve ancak bir naiplik için yapılması uygun fiillere
gelirsek, bunlar, sayılamayacak kadar çoktur. Verdiklerine karşılık hamd ve
şükür Allah Teâlâ’yadır. Bu bölümle ilgili bir husus da zat tevhidinin nurudur.
Bilmelisin ki bir, âlemde tekil ve
toplam, olarak zuhur eden var olan, bilinen ve takdir edilmiş her şeyin
birliğini kuvve halinde içerir. Bilinenlerdeki taksime göre, âlemdeki her şeye
özgü bir birlik vardır. Söz konusu birliği o şeye var olan her şeye birliğini
veren zat’ın mutlak birliği kazandırmıştır. Aynı zamanda bilinen şeylerin
bilgisini de vermiştir. Öyleyse birlik teklerde gözükürken toplamda gözükmez.
O halde zatsın birliği teklerde ve basiderdeyken toplamın birliği bileşiklerdedir.
Bunlar, ilahiyat alanında şeriat diliyle ‘isimler’ diye ifade edilir. Selim
akıllar onları nispeder diye ifade ederken eksik düşünceli sınırlı akıllar
onları ‘sıfadar’ diye ifade eder. Bir’in hükmünün kendisinde ortaya çıktığı
sayıyı açıklayacağız. Çünkü sayı da |bir ile ortaya çıkar ve doğal bir dizilişle
ikiden sonsuza kadar ulaşır. Birin ortadan kalkmasıyla sayı da ortadan kalkar.
Öyleyse illeti olmadan inalul kendi varlığıyla ortaya çıkmaz. Alem, Allah Teâlâ
olmasaydı, dışta var olmazdı. Allah Teâlâ zat adını kendisine verdiği gibi
dişilik ve erillik anlamı taşıması nedeniyle nefs adını da kendisine
vermiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her nefs desin ki, Allah Teâlâ
katında ihmal ettiğime yazık!’518 Bunun üzerine şöyle der: ‘Evet! Sana
ayederim gelmiştir (dişil zamir, nefs). Senlise onları yalanladın.’ Burada
erkek zamir gelmiştir. Hâlbuki kişi aynı kişidir. Çünkü nefs ve kişi Araplarda
erkek ve dişi olabilir. Bunun nedeni, erkek ile dişi arasında gerçekleşen
üremedir. Bu nedenle ilahi yaratmada erkek kelime olan ‘söz’ zikredilmiş, sonra
dişi olan irade gelmiştir. Yani Allah Teâlâ âlemi bir sözden ve iradeden var
etmiş, âlem erkek ve dişi bir isimden ortaya çıkmıştır. Allah Teâlâ şöyle
demiştir: ‘Bizim bir şeye sözümüz.’519
‘Şey5 belirsizlerin en belirsiziyken söz erkektir. ‘Onu
irade ettiğimizde...’520 İrade
dişidir. ‘Ona sözümüz ol olur. 0 da var olur.’521 Böylelikle tekvin, sözden iradede
ortaya çıkmıştır. Hakikat ise tektir.
Öyleyse zat tevhidinin nuruyla
ulvi-süfli, duyuda ve manada, bileşik ve basit bütün yaratılmışlar ortaya
çıkar ve bu sayede mutlak birlik her şeye yayılır. O halde sadece bir vardır:
Her şey birde, bir ile ve birde ortaya çıkar. Her şeyin birde ortaya çıkması,
nefsin dişi olmasından kaynaklanırken bir ile ortaya çıkması nefsin erkek ve
edişi olmasından kaynaklanır; birden ortaya çıkması ise nefsin erkek
olmasından kaynaklanır. Bütün bu durumlarda ortaya çıkan varlık tektir;
etkindir, edilgendir. Edilgen olan, dışta zuhur eden varlıklar ve biünenler ile
dışta var olmasa bile akledilir varlıklardır. Sonra hayvanlarda üreme özelliği
yaratılmıştır. Daha doğrusu üç tür üzere doğumu kabul edenlerde bu özellik
yaratılmıştır. ‘Allah Teâlâ dilediklerine kız çocuk
verir.’522 Burada Allah
Teâlâ tekvin mahalline riayet etmiştir. ‘Dilediklerine
erkek çocuk verir.’523 Burada
dölleyeni dikkate almıştır. ‘Ya da onları hem kız hem de erkek olarak
çift verir.’524 Burada her
ikisini birden dikkate almıştır. Çünkü onları dişi veya erkek olarak
çiftleştirmesi, asıldaki nispederin çokluğuna göre, çokluğun varlığından
kaynaklanır. ‘Dilediklerini kısır yapar.’ Yani tenzih isimlerinde olduğu gibi,
üremeyi kabul etmeyenleri kısır yapar. Öyleyse varlıkta çokluk birliğinden
başka bir birlik yoktur ve sadece zat vardır, ilahlık onun zati niteliğidir.
Çünkü Allah Teâlâ zatı gereği ‘esma-i hüsna sahibidir.’525 Anla! Bu nedenle toplamın birliği
veya çokluğun birliği dedik.
Şöyle diyebilirsin: ‘Allah Teâlâ
âlemlerden müstağnidir.’ Şöyle deriz: Bu durum çokluğun birliğine zarar vermez.
Çünkü O’nun zat olması, müstağni olmasından farklıdır. Öyleyse zatın anlamı,
müstağnilikle nitelenmesinin anlamından farklıdır. Sen bu itirazında,
olumsuzlamak istediğini olvımlamaktasın ve bunu yaparken benim sözümü
güçlendirmektesin! Bundan ilah’a daha güçlü bir nispet de olamaz.
Bu konuda bir mesele daha eklemek
istiyorum: Allah Teâlâ zatında âlemlerden müstağni olsa bile, O’nun kerem,
cömerdik ve rahmede nitelenmiş olduğunu bilmelisin. Bu durumda rahmet edilen
(merhum), ikrama mazhar olanın (mükrem) var olması gerekir. Bu nedenle Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Kullarım beni sana sorarsa, de ki ben
yakınım! Dua edenin duasına karşılık veririm.’526 Binaenaleyh Allah Teâlâ dua edene
kendi cömertliği ve keremiyle karşılık vermiştir. Hiç kuşkusuz, halle dua
etmek, sözle dua etmekten daha kâmil bir duadır. Allah Teâlâ haliyle dua edene
daha hızla karşılık verir, çünkü o zatıyla istemiştir. Zorda kalan muhtaca
karşı cömertlik, gerçekte, zorda olmayana cömertlikten üstündür. Mümkün yokluk
halinde varlık halindekinden daha çok Allah Teâlâ’ya muhtaçtır. Yokluk
halindeyken mümküne iddia eşlik etmezken varlık halinde bir iddia taşır. Yokluk
halindeki mümküne varlık ihsanı, cömertlik ve ihsan bakımından daha üstündür.
Binaenaleyh Allah Teâlâ âlemlerden müstağni olsa bile, bunun anlamı, fakirliğin
O’nda bulunmasından münezzehliğidir. Ya da kendisinden başka O’na delil olmasından
münezzehtir. Bu nedenle Allah Teâlâ âlemi kendi cömertliğinden ve ihsanından
var etti. Bu, herhangi bir akıllının veya müminin kuşku duymayacağı bir
hakikattir. Aynı zamanda cömertlik Allah’m zati bir niteliğidir. Çünkü Allah
Teâlâ kendisi nedeniyle cömert ve ihsan edendir. O halde âlemin var olması
zorunluyken bilginin imkânsızlığı hükmünü verdiği şeyin de olmaması gerekir.
Öyleyse nispeder ve -sıfatları kabul edenlere göresıfatların var olması
gerekir. Ya da başka bir mezhebe göre, isimler olmalıdır. Öyleyse tek hakikatte
çokluk bulunmalıdır. Başka bir ifadeyle nispeti veya sıfatı veya ismi kabul
eden herkese göre, her halükarda bir çokluk birliği olmalıdır. O halde zatın
nurları, var olanlardan başka bir şey değildir. Bunlar, zatın tecellilerinden
ibarettir, çünkü onlar, bizim için Hakka delil olmanın ta kendisidir. Bu
nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kendini bilen, rabbini bilir’
demiş, kendisini bildiğinde arifin nefsini Allah Teâlâ’yı bilmeye delil
yapmıştır. Nur kendine olduğu kadar göze görünen şeye de delildir. O halde var
olanların nuruyla var olanlar ortaya çıktığı gibi, kendilerini var eden de bu
nurla onlara görünür. Başka bir ifadeyle var olanlar Yaratıcılarını ancak
kendilerinden tanımıştır. Binaenaleyh O, onların talep ettiğidir. Talep
yaratılmışlar söz konusu olduğunda muhtaçlığı bildirir. Allah Teâlâ talep
edilen iken müstağnidir. Yaratılmışların talep ettiği olması bakımından,
onların kendisine muhtaç olması mümkün olabilmiştir. Bu sayede Allah Teâlâ da
onlardan müstağni kalabilmiştir. Allah Teâlâ’nın onların talebini kabul etmesi,
(kendilerine muhtaç olmasından kaynaklanmaz) cömertlik ve keremden kaynaklanır.
Öyleyse zatın tecellileri,
mümkünlerin varlıklarının üzerine yayılır ve sonra geri döner. Böylelikle Hakk
kendisini idrak eder. Bir şeyin nuru kendisini yakmaz. Mümkün yokluk halinde
yanmayı kabul edici değildir. Varlıkla nitelenmiş olsaydı, varlık gerçek
sahibine dönsün diye, varlığı yanar, mümkünler sabitlik şeyliklerindeki
hakikatlerinde kalırdı. Zatın tecellileriyle Hakkın aynasında mümkünlerin
çokluğu zuhur etmiştir. Hakk onları kendi zatında mümkünlerin Hakk ettikleri
-ki onlar bu hakikatlerde bulunurhakikatlerine göre kendi nuruyla idrak eder.
İşte bu, âlemin zuhuru ve bekasıdır. Öyleyse hikmet bakmada olduğu gibi gözün
idrak ettiği şeyde ve neyi idrak ettiğinde ve kimin idrak ettiğindedir.
Başarıya erdiren Allah Teâlâ’dır.
Haktadır, gözün
varsa, halk
Halkta da Hakk var,
akıllıysan
Gözün ve aklın
varsa, bu kez
Bilfiil bir şey
görürsün
Kevnin hayali çünkü
en geniş mertebe
Akıldan histen daha
geniş
Şekle sokmak
mertebesi hayale ait, ibret al
Her şeyi şeklin
kabzasına sokar görürsün ' . \
Bütündür dersen,
belli bir parçadır da ' .
Parçadır dersen,
bütün için bütünle var olur
Ondan başka bilinen bir misil yok '
Var edeniyle
birdir, o misil için misil olandır
Onu bilmem en tatlı
şey
Bal yemekten daha
tatlıdır bana
Burada ilhak tevhidi belli olur.
Çünkü görülen şeyler zatının aynasında ortaya çıktığında, gören insan, kendi
nuruyla zatında onları idrak eder. Böylelikle kendisini zatında gördüğü için
gören görülene katılır. O varlıkta birdir. Çünkü görülen mümkünler, bu halde
yoklukla nitelenmiştir ve daha önce zikrettiğimiz gibi görene gözüktükleri
halde onlar var değillerdir. Bu zuhur, ilhak tevhidi diye isimlendirilir. Yani
zorunlulukta mümkün zorunluya katılmış, zorunlunun bizatihi sahip olduğu nispet
ve isimleri mümkün için zorunlu yapmıştır. Binaenaleyh Allah Teâlâ kendisinin
dışındaki her şeyi genel anlamda var ederken hayal kendi dışındaki her şeyi
genel anlamda var eder. O halde hayal, hayali zorunluluk mertebesinde Allah Teâlâ’yı
bile var edendir. Hakk ise edilgenlik mertebesinde hayali var edendir. Bu durum
hayal ile Hakk arasındaki benzerlikten kaynaklanır.
Hepsi sınırlama
altına girer, hepsi
İmkânsız olmayandan
başka bir şey yok (bu kısma girmeyen)
Edilgene şaşılır,
failinin zatında
Onunla fail olun,
hepsi toplanmıştır
Şaşılacak dediğimiz
varlık üzere
Hepsi de
getirdiğimizi parçaladılar
Kendisinin dışındaki her şeyi var
etmede hayal var etme gücünde Hakka katılabilince, bu yönüyle o, insan-ı kâmil
diye ifade edilen şeydir. Çünkü Hakkın suretinde ondan başka olan kimse
yoktur. İnsan-ı kâmil kendinde kendisinin dışındaki bütün bilinenleri var
edebilir. Var olanların Hakk ile ilişkisi de böyledir. Öyleyse ilhak tevhidi,
hâdis varlıklardan birisi kendisi olsa da, hayal tevhidinin ilhakıdır. Bu
ilahi tahsis -ki onun hakikati bunu verirkendisine aittir. Binaenaleyh
hayalden başka Hakkın suretini kabul eden bir şey yoktur. Söylediğimizi iyice
anlayınca, onun vuslatta nihayette olduğunu da anlarsın. İşte bu vuslat ve
ittisal tevhidi diye isimlendirilir. İstediğin terimi kullanabilirsin. Öyleyse
bu tevhitte iki misil arasındaki yegâne ayrım, onlarm misil olmasından
ibarettir. Bu ikisi şairin dediği gibi şöyledir:
Cam inceldi şarap
inceldi
Birbirine
benzediler iş karıştı
Sanki o ikisi şarap
bardak yok
Sanki bardak olmuş
ikisi, şarap yok
İttisal o kadar güçlüdür ki, cO,
O'dur, iki makul mertebede zuhur etmiştir’ denilir. İki mertebe olmasaydı,
verdiğin iki misil arasındaki temyizi bilemezsin. O halde varlıklardan herhangi
birisi teşbihin dışına çıkmaz. Bu nedenle ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur (ke-mislihî)’527 buyurdu. Burada ke harfi
nitelik bildirir, zait harf olarak getirilmemiştir.
Hakikatler hakkında bilgisi olmayan
bazı insanlar ise, teşbihe düşmekten korkarak, onu zait saymışlardır. Allah
Teâlâ misle misilden başkasının benzemesini reddetmiştir. Binaenaleyh misle
benzeşmenin olumsuzlanması, misilden de benzerin olumsuzlanmasıdır. Bunlar,
birbirine girmiş nurlardır.
Mislin misle dahil olması gibi Hakikatte ve
şekilde
O gerçekte kendi zatındadır Gölgenin
gölgeye dahil olması gibi
Burada bu menzilin içerdiği şeylerin
az bir kısmını zikretmiş olduk. Bu menzilde zikrettiğimizin dışındaki
ilimlerden birisi Allah Teâlâ’yı bilme menzilinin Allah Teâlâ karşısındaki
yerinin bilinmesidir. Kendisine nispet edilen sıfadarın O’nunla didişmeyen
başkasmın menziliyle ilişkisi nedir? İndirilmiş farz, bu menzilden öğrenilir.
Bu farz ile indirilmiş olandan çıkartılan edilen farzın ilişkisi nedir? Aklî
kanıdarın ve delillerin durumu bu menzilden öğrenilir. Bunlar, Yaratanları
hakkında O’nun Hakk ettiği ve bizzat kendisinin onayladığı hükmü verirler. Çünkü
Allah Teâlâ bazı ayederi derin akıl sahipleri için ortaya koymuştur. Onlar Allah
Teâlâ’nın kendilerinde yarattığı aklî güçle söz konusu ayetlerin anlamlarını
öğrenirler. Aklin kendisini de akıl için bir ayet yapmış, ona hatırlama gücünü
vermiştir. Bu güç Hakk’tan kendisine tecelli eden şeyleri hatırlatır ve bu
sayede Hakkı müşahede ve görerek tanır. Sonra Allah Teâlâ doğa perdelerini akim
üzerine çekmiş, onu delil ve ayetlerle kendisini bilmeye çağırmış, ilk delilin
kendisi olduğunu bildirmiştir. Öyleyse akim önce kendisine bakması gerekir.
Akıllı kimsenin sınırlarında durması
gereken hadler, bu menzilden öğrenilir. Bu bağlamda zahirin bir haddi vardır,
bâtının haddi vardır, matlaın haddi vardır, haddin haddi vardır. Kim nefsinin
haddinde durursa, başkasının haddinde de durması yaraşır. Bu had, bütün bu zikrettiklerimizi
ve varlığın kendinde bulunduğu durumu içerir. Hadler olmasaydı, bilinenler
birbirinden ayrışmaz ve bilinmezlerdi. Bu nedenle Allah Teâlâ peygamberinin
diliyle yeryüzünün yapısını başkalaştıranları telin etmiştir. Kastedilen,
yeryüzündeki sınırlardır. İki benzer kendileri nedeniyle bir araya gelince ve
kendilerini var edeni belirlemeyi başaramayınca, ilahi isimler yüz cennet
derecesiyle kendilerine yönelmiştir. Bunları keşif ehlinin gözleri üzerinde yüz
cehennem derekesi perdelemiştir. Böylelikle iki misil, bütün olarak uhrevi
âlemin yönelmesini gerektiren bu bir araya gelmeyle Mutlu olmuşlardır.
İki mislin zati hükümde bir araya
gelmesi, bu menzilden öğrenilir. Böyle olmasalardı, misil olmazlardı. Bir şeyin
misli olmayan şeyle ortak olduğu özellik bu menzilden öğrenilir. Bu yönden bir
şey, ötekinin misliyken başka misillerinin bulunduğu başka durumlarda o şeyden
farklılaşır. Öyleyse genel olarak misli olan bir bilinen olmadığı gibi sadece
benzer ve misiller vardır. Bu nedenle misaller verilir ve yine bu nedenle Allah
Teâlâ’ya misaller vermemiz yasaklanmıştır. Bunun sebebini açıklarken Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Çünkü Allah Teâlâ bilir de siz
bilmezsiniz.’528 Allah
Teâlâ’nın misaller vermesi de O’nun bilgisindendir ve onları bir bilgiye göre
verir. O halde misalleri Allah Teâlâ’yı bilenler verebilir. Onlar, Allah
Teâlâ’nın öğretim işlerini üsdendiği kimselerdir. Bunlar sadece nebiler ve velilerdir.
Bu, aklın yeteneğinin ardındaki bir makamdır. Burada müfekkire gücü bakımından
aklın tek başına idrak edemeyeceğini kast ediyoruz. Çünkü aklın fikir gücü
bakımından Allah Teâlâ hakkındaki bilgisi tenzih bilgisidir. Misaller vermek
ise teşbihtir. Misal vermede teşbihin yeri ince bir noktadır ve bunu ancak
benzetilenle kendisine benzetmenin yapıldığı kimseyi bilen anlayabilir.
Benzetilen bilinmiyordur. Bu durumda kendisi için misal verilen şey de
ilinmiyordur. Bu konuda teorik güçten hareketle hüküm vermek, bütün müminlere
haram ve gerçekte selim akıl sahibi bütün akıllılara göre ulaşılması mümkün
olmayan bir iştir.
Şahitlikte bazen dört şahidin gerekli
olması bu menzilden öğrenilir. İddia sahibinden delil istenilmesini gerektiren
neden bu menzilden öğrenilir. Çünkü iddia sahibi iddiasıyla hüküm vermek
istemiştir ve hüküm vermek ilahi bir niteliktir. İddia ettiği şey gördüğü veya
görmediği bir şeydir. Görünen bir şey sabittir. Onu iddia etmemiş olsa bile,
tanıklık esnasında delile gerek yoktur. Kendisini görmeden yaptığı iddiaya
delil getirmeye muhtaçtır. Burada büyük bir durum ortaya çıkar. Şöyle ki: Had
cezasını gerektiren bir şeyi kendisi hakkında itiraf etmek bir iddiadır. Böyle
birinden kesin delil talep edilmez ve aksine hadler onda uygulanır. Bu iddiacı
iddiasıyla iddianın kendi hakikatiyle talep ettiği terazinin dışına çıkmıştır.
İddia ettiği şeyi bilen kimsenin hükümran olma isteğine gelirsek, bu kişi
iddiasında -gerçekte yalancı olsa bilesenin ona itiraf ettiği suçun içerdiği
haddi uygulamanı sağlamıştır ve böylece seni hükmü altına alır. Burada bir
takım sırlar vardır ki, onları ariflerin büyük kısmı bilmez. Çünkü itirafta
bulunan insan bazen kendi zannınca itiraftan onun adına gerçekleşecek daha büyük
bir acıyı kaldıracağı zannıyla yalan söylemiş olabilir. Başka bir ifadeyle bu
itirafla had uygulandığında göreceği acmın daha büyüğünden kurtulduğunu
zanneder. Bunun nedeni, Allah Teâlâ katında bu konudaki işinin neye döneceğini
bilmeyişidir. Aynı zamanda bu kişi, Haktan bu konuda nefsine ait olan hakkı da
bilmiyordur. Allah Teâlâ şöyle der: Biz senin kendinden bozduğun bir şeyi
düzeltmeyiz. Haklar büyük olsa bile, Allah Teâlâ’nın hakkı daha önemlidir. Onu
nefsinin hakkı takip eder. Bu iki hakkın dışında kalanların konuşulması ise
kolaydır.. .
Allah Teâlâ’ya delil arayanın hangi
menzilde delil aradığı bu menzilden öğrenilir. Onu buna zorlayan iddiası nedir?
İlahi adap ve kullanılması gereken yerler bu menzilden öğrenilir. Bunlar,
genellikle Allah Teâlâ’ya iman etmekle ilgilidir. İlahi ihsan ile rahmet
arasındaki kardeşlik bu menzilden öğrenilir. Acılar ile ilahi rahmet arasında
kardeşlik var mıdır, yok mudur? Bu, büyük bir acının daha aşağıdaki bir acıyla
def edilmesiyle ilgilidir. Doğanın nahoş bulup Hakkın övdüğü şey bu menzilden
öğrenilir. Bu konuda galip gelen şey nedir? Bu nahoş bulmanın meyvesi nedir?
Onun zevk yoluyla acılığı bu menzilden öğrenilir. İlahi hikmetin -diğer
yaratıklarda değil debilhassa insan türündeki yönlendirmesinin durumu bu
menzilden öğrenilir. Varlıkta aklın sınırında durmanın gerektiği hükmünü
verdiği bir şeyi gördüğünde akilimin nasıl davranması gerektiği bu menzilden
öğrenilir. Aklın kendisinden yüz çevirmeyi gerekli gördüğü kötü ahlaka karşı
akıllı nasıl davranmalıdır? İnsanın kendi zannmca bilmediği bir şeyin durumu bu
menzilden öğrenilir. Söz konusu şey gerçekte bundan farklıdır. Acaba Allah
Teâlâ o şeyi nasıl bilir? Onu kendiliğinde bulunduğu durumda mı bilir, ya da bu
alimin bilgisinde ve zannında buİunduğu şekilde mi bilir? Bu mesele şeriatta
çetin bir konudur. Akla gelirsek, bu konu kolaylıkla anlaşılabilir bir
meseledir. Alimin sayesinde aşağıdaki kimselere vaaz vermesi, şeyhin müridi
terbiyesi bu menzilden öğrenilir.
Aralarında belirli bir benzerlik
olmaksızın, varlıkta bütün yönlerden zıt olan iki şeyin bulunmasının
olumsuzlanması bu menzilden öğrenilir. Alemde ilahi benzer nitelikler
arasındaki kardeşlik bu menzilden öğrenilir. Manevi ve mahsus atma bu
menzilden öğrenilir. Bu konuda ortaklığın bulunduğu ve bulunmadığı kısımlar
nelerdir? Kelamın yaranldardan her bir sınıfa nispeti bu menzilden öğrenilir.
Nispederin ülfeti bu menzilden öğrenilir. Birbirine münasip olan iki şey
arasında manevi bir ayrılık gerçekleşir mi gerçekleşmez mi? Boşlukta tasarruf
bu menzilden öğrenilir. Acaba doluda tasarruf mümkün müdür değil midir? Alemde
boşluk var mıdır? Yoksa bütünüyle dolu mudur? Cisimlerin varlığının farklılık
hikmeti bu menzilden öğrenilir. Onların bir kısmı yarılmayı kolaylıkla kabul
ederken bir kısmı zor kabuleder? Cisimlerden şeffaf olan ve olmayanlar, latif
olan ve olmayanlar, kesif olan ve olmayanlar bu menzilden öğrenilir. Daha latif
olanın kendisini yok edecek şekilde kesiften güçlü olması bu menzilden
öğrenilir. Dünya ve ahirette bir mekâna yerleşmenin hikmeti bu menzilden
öğrenilir. Gözün görülende bir etkisi var mıdır yok mudur? İki şey arasında
yarılmayı koruyan şey bu menzilden öğrenilir. Bu sayede İki şey birbirine
eklenmez. Fail ve edilgen -edilgen olması yönüyle değil özellik olması
bakımındanbu menzilden öğrenilir. Sahibinin Öğretmeyi kabul ettiği istidadar
ile buna imkân vermeyenler bu menzilden öğrenilir. Şeyh talime müsait olmayan
bir istidadı gördüğünde, talim ve terbiyesine devam mı eder, sınırlı mı
hareket eder, yoksa bütünüyle bırakır mı? Bazı insanlara göre şeyh terbiyeyi ve
talimi bırakır. Bazılarına göre sınırlı davranır ve en sonunda mürid kendiliğinden
onu bırakır. Bazı insanlara göre ise şeyh terbiyeyi kabul etmeyeceğini bildiği
müridin terbiyesine bütün gayretini harcar. Onun görevi budur ve kendi
görevini yerine getirir. Şeyhin yapması gereken sadece budur. Çünkü o böyle bir
mürid için zamanını zayi edecek değildir. Büyüklere göre işin doğrusu ve
Rabliğin Hakk ettiği şekilde Hakk karşısında davranmak budur. Pak şeriatta
şöyle gelmiştir: ‘Yetmişten fazla yaparım.’ Açıkladıktan sonra ondan uzaklaşmak
ise, şayet mürit kabul etmezse, irşat ve talimle çelişmez. Şeyh kalbinde ve
duasında istidatsız müridinden yüz çevirirse, öğreteceği husustan yüz çevirmez
(veya peygamber getirdiğini açıklamaktan vazgeçmez). Bu nedenle getirdiğini
söylemesi ve öğretmesi gerekir. Ona lazım olan budur. Allah Teâlâ ehlinden bir
grubun buna karşı çıktıklarını görmüştüm ki, onların tavrı büyük bir hatadır.
Hüviyet ‘he’sinin tembih ‘he’sinin
naibi olması bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ hakkındaki bilgide onun ne
kadar mertebesi vardır? Evlenmenin yoksulluğu nasıl giderdiği bu menzilden
öğrenilir. Merakeşli Ebu’l-Abbas es-Sebtî bu görüşteydi. Onunla görüşmüş,
sohbet etmiştim. Adamın biri kendisine gelerek fakirlikten şikâyet etmişti.
Şeyh ona evlenmesini tavsiye etmiş. Adam evlenmiş. Sonra tekrar fakirlikten şikâyet
etmiş. Şeyh ‘bir daha evlen’ demiş. Adam bir daha evlenmiş, ardından tekrar
fakirlikten şikâyet edince şeyh ‘üçüncü kez evlen’ demiş. Adam üçüncü hanımını
almış, sonra tekrar fakirlikten şikâyet etmiş. Şeyh ‘dördüncü kez evlen’ demiş
ve adam da evlenmiş. Ardından şeyh şöyle demiş: Tamamdır, adam zenginleşti ve Allah
Teâlâ onun rızkını genişletti.’ Hâlbuki evlendiği hanımlar arasında dünyalık
mala sahip birisi yoktu. Fakat Allah Teâlâ onu zenginleştirmiştir.
Dünyeviliğin etkisi altında
köleleşmek ve bundan kurtulmak bu menzilden öğrenilir. İnsanın benzerlerinin
köleliğinden kurtulması için çalışırken kim adına çalışır? Acaba esirin azat
olması kulun hürriyetine denk midir, değil midir? Allah Teâlâ adamlarının
makamları bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın yaratıklarının ortak özelliği
bu menzilden öğrenilir. Ulvi eserler bu menzilden öğrenilir. Oluş ve bozuluş bu
menzilden öğrenilir. Hayvan bu menzilden öğrenilir. Celbetmek ve indirmek istemek
bu menzilden öğrenilir. Naiplerin muhtaç olduğu şeyler bu menzilden öğrenilir.
Yükümlülerin hükümleri neyle ilgilidir? Teklif ve yükümlülük neyle ilgilidir?
Alemde varlığını sürdürse biie, kendisini bilenden sorumluluğun kalkmasının
nedeni bu menzilden öğrenilir. Yabancının akrabaya katılmasının nedeni bu menzilden
öğrenilir. Müşahedesinde kendinden başkasını görmeyenin hükmü bu menzilden öğrenilir.
Kendisine karşı davranırken, onun bu konudaki hükmü nedir? Cebir ve ihtiyar bu
menzilden öğrenilir. Sana her şeyin bilgisini veren bilgi bu menzilden öğrenilir.
Söz konusu bilgi Allah Teâlâ bilgisidir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
Muhammedî Mertebeden, Takdirde Hakka
Ortaklık Menzilinin Bilinmesi
Allah Teâlâ’dan başka varlık olsaydı
bulmazlardı Varlıkta bir fail ve edilgen
Fakat varlıkta birdir ve yegânedir O
Benzersiz yaratır, değiştirir düveli
Hiçbir varlık yokluğa dönmez Meyilden bir
hakikatte istikamet yok
Bakınız hükümlere içlerinde milel var
Milele bak nihali açıklar
Onları yüceltin felekte üzerinde başka felek var -
Hilalden Zühal’e
doğru yönelerek
Onları Sidre’den bir melek getirir ulaşır o
îşin sonu yorgunluktan örtü içindedir
Nida etme fırkaların nida ettiği gibi Ey
işin kaynağı! Hatta illetlerin illeti!
Çünkü o bir lakap, âlemlerini vermiştir
Diğer illetler gibi kendindeki fakirlikle
Allah Teâlâ seni
kendinden bir ruh ile desteklesin bilmelisin ki, Allah Teâlâ İblis’e şöyle der:
‘İki elimle yaratığıma secde etmekten
alıkoyan nedirT’529 Allah Teâlâ’nın insanı iki elle
yaratması, Adem’e yönelik bir tahsis ve teşrif amacı taşır. ‘Kendi nazarında
büyüklendin mi?’ Vakıa, büyüklenmişti, çünkü Allah Teâlâ onun büyüklük
duygusuna kapıldığını bildirmiştir. Allah Teâlâ yüce kitabında bize İblis’in
şöyle dediğini bildirir: ‘İblis dedi ki, ben ondan daha hayırlıyım, beni ateşten onu
topraktan yarattın:530 ‘Secde et5 denildiğinde,
‘Topraktan yarattığın bir şeye mi
secde edelim’531 demiştir. İşte ‘kendi nazarında’
demenin anlamı budur. ‘Yoksa sen ulvi-
lerden mi oldun.’532 Yani gerçekte onlardan mı oldun.
Yani gerçekte ondan daha mı hayırlısın. Burada İblis’in bilgisizliği ortaya
çıkar. ‘Ulviler’ sözüyle Allah Teâlâ’nın heybetinde kendilerinden geçmiş yüce
melekler kastedilmiş olabilir. Söz konusu melekler, secde emri altına girmeyenlerdir.
Daha doğrusu onlar, melek değil ruhlardır. Çünkü melekler, Cebrail vb. gibi, bu
ruhlardan olan elçilerden ibarettir. Zaten (melek kelimesinin kökü olan)
‘e'leke’ Arapçada risalet ve elçilik demektir. Melekler bilhassa bu ruhlardan
olan elçilerdir. Öyleyse bütün melekler secde etmiştir, çünkü melekler haklarında
Allah Teâlâ’nın ‘Âdem’e secde edin’533 dediği kimselerdir. Hâlbuki Allah
Teâlâ’nın celalinde ve heybetinde kendilerinden geçmiş olan ruhlar arasında
secde emri alan kimse yoktu. Allah Teâlâ Tela sadece meleklere hitap ettiğini
zikrederek bu nedenle şöyle demiştir: ‘Bütün
melekler secde etti, İblis etmedi.’534 Burada İblis’i -muttasıl değilmünkati
istisnayla zikretmiştir. Allah Teâlâ’nın celalinden kendilerinden geçmiş melekler
ise Allah Teâlâ’nın Adem’i yaratmış olmasından haberdar olmadıkları gibi başka
bir şey hakkında da bilgileri yoktur. Onlar sadece Allah Teâlâ ile
ilgilidirler. Allah Teâlâ İblis’e şöyle der: ‘Yoksa
sen yücelerden mi oldun?’535 Yani zikrettiğimiz ve kendilerine
secde emredilmemiş bu ruhlardan mı oldun. Dilde secde yere kapanmak demektir.
Çünkü Adem topraktan yaratılmıştır. Toprak ise unsurların en aşağısıdır ve
ondan daha aşağıda bir şey yoktur. Buradan dairenin merkez noktasının
çevresinden üstünlüğü ortaya çıkar. Çünkü nokta çevrenin varlık ilkesidir. Ulvi
ruhlara secde emredilmemiştir, çünkü onları Allah Teâlâ bize bildirmemiştir. Allah
Teâlâ bize İblis’in secde emrine direndiğini söylememiş olsaydı, ona secde
etmenin emredildiğini bilemezdik. Binaenaleyh insanın Allah Teâlâ’nın iki
eliylö yaratılmış olmasının yegâne nedeni, onun diğer varlıklardan üstünlüğünü
bildirmek ve Allah Teâlâ katındaki yerini göstermektir.
Sonra iki elle yaratılmasıyla
teşrifine, havyan insanlara kâmil insanların kemalini bildirmek üzere, şunu
eklemiştir: ‘Görmediler mi yoksa?’536 Buradaki zamir hayvan insanlara
döner. ‘Onlar için yarattığımızı.’537 Yani onlardan dolayı yarattığımızı
görmediler mi? ‘Onlar için’ zamiri, âlemde ilahi hitapla maksat olan insan-ı
kâmillere döner. ‘Ellerimizle yaptığımızdan.’538 Ayette yaratma işi de ilahi ellere
izafe edilmiş, çoğul kullanmakla da bütün ilahi isimleri kast edilmiştir. Böyle
yapmasının nedeni yaratılışını iki eline izafe edip kendisini şereflendirirken
işi tamamlamaktır. ‘Nimetleri...’539 Bunlar, insanlara dönük
ihsanlarıdır. ‘Onlar bu nimetlere sahiptir.’540 Allah Teâlâ’nın kendilerini sahip
kılmasıyla onlara sahip olurlar. Hayvan insan ise öyle değildir, çünkü hayvan
insan, Allah Teâlâ’nın kendisine dönük nimetinden habersiz kalarak, nimete
kendiliğinde kendisiyle sahip olduğunu iddia eder. Hayvan insan yaratıklarda
dolaylı olarak tasarrufta bulunurken insan-ı kâmil Allah Teâlâ’nın kendisini
sahip kılması nedeniyle tasarruf eder. Öyleyse insan-ı kâmil’in yaratılmışlardaki
tasarrufu Allah Teâlâ’nın eliyle ve Allah Teâlâ’nın kendisine vermiş olduğu
malla gerçekleşir. Nitekim Allah Teâlâ köleler hakkında emir kipinde şöyle der:
‘Onlara Allah Teâlâ’nın size verdiği maldan veriniz.’541 Alemde yaratılmış her şeyin
yaratılışı gerçekte ilahi ele izafe edilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ ‘ellerimizle
yaptığımız’542 buyurur ve
burada ‘eller’ çoğul kullanılmıştır. Binaenaleyh âlemdeki her el, Allah
Teâlâ’nın elidir. Bu el sahip kılma ve tasarruf imkânı verme şeklinde tezahür
edebilir. Öyleyse yaratmanın tümü Allah Teâlâ’ya aittir. ‘Dikkat
ediniz! Yaratma ve emir Allah Teâlâ’ya aittir.’543 Bir rivayette tuba ağacını Allah
Teâlâ’nın kendi eliyle diktiği, Adn cennetini eliyle yarattığı zikredilmiştir.
Allah Teâlâ bazen elini tek olarak zikretmiş, bazen iki bazen ise çoğul
kullanmıştır. İki el sadece Adem’in yaratılışında zikredilmiştir ki o insan-ı
kâmil’dir. Kuşkusuz iki çoğul ile tek arasmda bir berzahtır. Hatta o ilk
çoğuldur. İki özü gereği iki ucun karşısında bulunur. Bu nedenle de kemal
derecesinin sahibidir. Çünkü tek ancak onun vasıtasıyla çoğula ulaşabileceği
gibi çoğul da onun vasıtasıyla bire bakabilir. Binaenaleyh insan vasıtasıyla
suretin kemali ortaya çıkmıştır. Şu halde insan-ı kâmil, Allah Teâlâ’nın
dışındaki her şey demek olan âlemin cisminin kalbidir. O, kendisini
sığdırdığında Hakk ile mamur bir evdir. Allah Teâlâ kutsi bir hadiste şöyle
der: ‘Yerim ve göğüm beni sığdıramadı, mümin kulumun kalbi sığdırdı.’ Bir kalp
olması itibarıyla insan-ı kâmilin mertebesi Allah Teâlâ ile âlem arasındadır.
Suretten surete girdiği ve başkalaştığı için Allah Teâlâ onu ‘kalp (değişen)’
diye isimlendirmiştir. (Bu değişmenin gerçek sebebi olarak) ‘0 her
gün bir iştedir.’544 Bu isimlendirmenin
başka bir sebebi Allah Teâlâ’nın kendisini yönlendirmesi, bu başkalaşma ve
yönetilmedeki kabiliyeti ve genişliğidir. Bu nedenle Hakkı sığdırabilecek
genişlik kendisine ait olmuştur. Çünkü Allah Teâlâ da kendisini her gün bir
işte olmakla nitelemiştir. Gün her bir şeydeki en küçük zaman dilimidir.
Öyleyse Allah Teâlâ şe’nlerdedir. Âlemdeki bütün yönetmeler ve
başkalaştırmalar, Hakkın kendilerinde bulunduğu bu şe’nlerden başkası değildir.
Allah Teâlâ’dan aktarılan bir ayette veya peygamberden gelen bir hadiste
herhangi bir yaratılmışa ‘ol’ deme imkânı verildiği zikredilmemiştir. Bunun
istisnası insan-ı kâmil’dir. Bu imkân bir keresinde Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem adına Tebük savaşında gerçekleşmişti. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘Ebu Zer ol! O da olmuştu.’
Cennet ehli hakkındaki bir rivayette
meleğin kendilerine gelerek huzurlarına girmek için izin isteyeceği aktarılır.
Ardından huzurlarına girer ve Allah Teâlâ’nın selamını kendilerine
ulaştırdıktan sonra onlara Allah Teâlâ’dan bir mektup getirir. Her bir insana
gelen bu mektupta ölümsüz el-Hay ve el-Kayyum’dan ölümsüz hay ve kayyum’a dönük
bir konuşma vardır. Şöyle der: ‘Ben bir şeye ‘ol’ dersem, o şey olur; siz de
bir şeye ‘ol’ deyince, o şey olacaktır. Bu imkânı size veriyorum.’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle devam eder: Cennet ehlinden birisi bir şeye
‘ol’ deyince, o şey olur.’ Hadiste ‘şey3 kelimesi zikredilmiştir ki,
en belirsiz ve genel olan demektir. Doğanın gayesi cisimlerin ve kendisinden
yoksun kalmayacağı ve doğası gereği talep ettiği şeylerin yaratılmasıdır.
Cisimler âlemin bir parçasıdır, dolayısıyla onlar genel değillerdir. Nefsin
gayesi, doğal yaratılışlarda tikel ruhların yaratılmasıdır. Ruhlar ise âlemin
bir parçasıdır ve onlar da genelleşmemiştir. Genellik sadece ilahi sırrı taşıyan
insan-ı kâmile verilmiştir. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey, insanın bütününün
bir parçasıdır. Anlayabilirsen bunu anla! Allah Teâlâ’nın dışındaki şeylere ve
Allah Teâlâ’nın onları nasıl nitelediğini iyice incele! Allah Teâlâ ‘Her
şey O’nun/onun hamdini tespih eder’545 buyurur. Allah
Teâlâ her şeyi secde edici olmakla nitelemiş, fakat hiç birine âlemde emretme
ve yasaklama imkânı vermemiş, halifelik veya genel itibarıyla yaratma özelliği
tanımamış, bütün bunları sadece insan-ı kâmile tahsis etmiştir. Kim insan-ı
kâmilin kemalini öğrenmek isterse, emir, yasaklama, tekvin, bir dil veya organ
veya başka bir yaratılmışın vasıtası olmaksızın onun yaratmasını nefsinde
düşünmelidir. Bu ayrıcalığın sebebini tam olarak anlayan kişi, kendi kemali
hakkında rabbinden açık bir delile sahiptir, çünkü bu konuda kendinden bir
şahide sahiptir. Başka bir ifadeyle nefsinden bu konuda şahidi vardır ki, bu
söylediğimiz husustur. Bir organ vasıtasıyla emir verir veya yasaklar veya bir
şeyi yaratmaya kalkışır da gerçekleşmezse veya bir şeyde gerçekleşip
başkasında gerçekleşmezse, vasıta olmadan genel olduğu sürece, yine de kemale
ermiştir. Binaenaleyh onun emrinin vasıtayla gerçekleşmeyişi kemaline bir zarar
vermez, çünkü ilahi suret, varlıkta böyle zuhur etmiştir. Allah Teâlâ kitaplarında
ve peygamberlerinin diliyle kullarına emirler vermiş, onların bir kısmı emre
itaat etmişken bir kısmı asi olmuştur. Vasıtalar ortadan kalktığındaysa, Allah Teâlâ’nın
emrine sadece itaat olabilir. Böyle bir emre karşı çıkmak ve direnmek mümkün ve
geçerli değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ’nın eli cemaatin üzerindedir ve O’nun kudreti işler.’ Bu nedenle insan
kendi nefsinde bir şey haline gelecek şekilde bütün güçlerini toplarsa,
himmeti dilediği her şeye nüfuz eder.
Bu husus Allah Teâlâ ehlinin
bütünüyle görüş birliğine vardığı bir zevktir. Çünkü Allah Teâlâ’nın eli
cemaatle birliktedir. Alem toplamla zuhur etmiş, varlıklar ise O’ndan başkası
değildir. Allah Teâlâ’nın şu ayetine bakınız: ‘Üç
kişilik bir grup yoktur ki dördüncüsü O olmasın.’546 Ardından ‘Ya da
daha az’547 -ki üçten
azı demektir‘veya daha çoğu yoktur ki...’548 Bu ise üçten sonsuza kadarki
sayılardır. ‘0
onlarla beraberdir, her nerede olurlarsa olsunlar.’549 Yani ister var ister yok olarak, her
nerede var sayılırlarsa, Allah Teâlâ birincinin İkincisidir. Çünkü bire eşlik
eden kendisi olamaz. Beraberlik arkadaşlıktır ve onun en azı ikidir. Allah
Teâlâ iki kişinin üçüncüsü, üç kişinin dördüncüsüdür ve bu sayı böyle devam
eder. Buna karşılık beraberlik Hakkın dışında sadece yaratılmışlara izafe
edilirse, İkincinin beraberliği iki kişinin İkincisidir; üçle beraber olan, üç
kişinin üçüncüsü, dört kişiyle beraber olan dördün dördüncüsüdür. Bu sayı
böyle devam eder. Çünkü bu durumda beraber olan, yaratılmışhkta beraber olduğu
kimsenin aynıdır. Başka bir ifadeyle onunla hemcinstir. Hakk ise öyle değildir.
Öyleyse Hakkın benzeri yoktur. Bu nedenle Hakk üç kişinin üçüncüsü veya beş
kişinin beşincisi değildir. Bunu anla! Hakk bir açıdan yaratıklardan
ayrışmışken bir yandan da onun suretiyle zuhur etmiştir.
Bilmelisin ki, doğa, iki güçle
nitelenmiş ve şeriatın diliyle ‘Levh-i mahfuz’ diye ifade edilen tümel nefsin
gölgesidir. Nefsin gölgesinden uzamayıp kendisinde kalan kısım nuranilik ve
aydınlık derecesinde İlk Akıl’dan aşağıda bulunmasına yol açan kısımdır. Nefsin
gölgesinden uzayan kısım ‘doğa’ diye isimlendirilmiştir. Bu gölge tüm heyulanın
zatına uzamıştır. Böylelikle heyula cevherinden ve doğadan tüm cisim karanlık
olarak ortaya çıkmıştır. Bu doğal karanlık nedeniyle tüm cismi ‘kara kilim’e
benzetmişlerdir. Nefs nuranilikte akıldan daha aşağıda oh duğu için ‘yeşil
zümrüt’ diye isimlendirilmiştir. Tüm cisimde cisimler âleminin suretleri ve
şekilleri ortaya çıkar ve tüm cisim için uzuvlar gibi olmuştur. Tüm cisim bir
şekilde istidat kazandığında, nefs ona yönelir ve onu aydınlatır. Böylelikle
hayât bütün uzuvlarına yayılır. İşte bunlar, felek ve unsur kaynaklı ulvi ve
süfli cisimler âleminin ruhlarıdır. Sonra zamansal hareketin hükmünün tesiri
nedeniyle birbirine dönüşürler. Söz konusu hareketi ed-Dehr ismi feleklerde
belirlemiştir. Böylece felekî türeyenlerin suretleri dışta ortaya çıkmıştır.
Misal olarak yıldızları, cenneti ve mertebelerini, onlarda bulunan şeyleri
verebiliriz. Bunun yanı' sıra unsur kaynaklı maden, bitki, hayvanlar ile dış
varlıkta garip suretler ve bilinmez şekiller ortaya çıkar. Hiçbir şey yokluktan
çıkmaz; sadece suretler, arazlar terkip ve tahlil yoluyla ortaya çıkar.
Cevherin hakikati sabittir ve dünya ve ahirette bütün suretleri kabul edicidir. ; v
Bu meseleyi öğrenip bu husus sabit
olduktan sonra, bilmelisin ki: ‘İşi yönetir ve tafsil eder,55° ayetinde
kast edilen şey, takdir ve var etme-' dir. Öyleyse tedbir takdire, tafsil var
etmeye aittir. Bu kelime bir şeyi kesip ötekinden ayırdığında söylenen ‘fasaltü
eş-şey’ ifadesinden gelir. Böylece kestiğin parça ile kesilen arasında bir
ayrım ortaya çıkar ve birbirlerinden ayrışırlar. Bu ayırma işlemi ‘takdir’ ile
yapılırsa, parça onun suretinde ve şeklinde ortaya çıkar. Takdir edilmeden
gerçekleşirse, onun suretinde olmayabilir. Belirli bir durumda ona benzese
bile, başka bir yönde ondan ayrılır. Misal olarak, birbirlerinin zıddı olsalar
bile beyaz ve siyahlığın renk olmada ortak olmalarını verebiliriz. Başka bir
misal ise birbirlerinden farklı olsalar bile arazlıkta ortak olan hareket ve
rengi verebiliriz. Şair şöyle der:
Ve sen kuşkusuz ürettiğin şeyden
uzaklaşırsın
Bazı insanlar ise üretir sonra ayrılmaz
ürettiğinden
Başka bir misal ise terzi, demirci
gibi sanatkârlardır Söz gelişi ayakkabıcı kestiği deriden ayakkabı yaparlar.
Önce bir ayakkabı alır, onu deride ölçerler (takdir). Deride bir miktar
belirledikten sonra parçalar keserler ve deriden ayırırlar. Allah Teâlâ
gölgeleri şahısların misaline göre yaratmıştır. Onları ayrıştırmak istediğinde,
boylarını uzatır ve böylelikle dış varlıkları gölgesi olduğu kimsenin suretinde
ortaya çıkar.
Bu durum bir ayakkabının ötekiyle
benzer olmasına benzer. Allah Teâlâ Tela insanı yaratmazdan âlemi yarattığında,
başka bir ifadeyle bir toplam olmaksızın âlemi yarattığında, insanın suretini
âlemin suretiyle paralel yapmış ve karşılaştırmıştır. Bu nedenle âlemdeki her
şey insanın suretindedir. ‘Alem’ derken Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyi
kastediyorum. Böylelikle Allah Teâlâ daha önce kendisini tedbir etmişken bu
kez onu âlemden ayırmıştır. O, tedbir edilen şeyin aynıdır.
Sonra Allah Teâlâ onu manevi bir
şekilde ilahi isimlere paralel Hakk getirmiş, ilahi isimler suretlerin aynada
ortaya çıkması gibi onda ortaya çıkmıştır. İsimlerin güçleri kendisinde meydana
geldikten sonra, Allah Teâlâ insanı ilahi isimlerin mertebesinden de
ayırmıştır; o güçlerle insan ruhunda ve bâtınında ortaya çıkmıştır. Onun
zahiri halk iken bâtını Haktır. İşte bu âlemde talep edilen insan-ı kâmil iken
onun dışındakiler hayvan insandır. Hayvan insanın insan-ı kâmil karşısındaki
yeri, maymunun hayvan insan karşısındaki yeriyle birdir. Ayrıntıya girmezden
insan-ı kâmilin yaratılışı hakkında söylenebileceklerin özetidir.
Onun yaratılışının tafsiline
gelirsek, bilmelisin ki, Allah Teâlâ dört unsuru feleğin altında yaratmış,
feleğin şekline göre onları döndürmüştür. Hepsi tümel cisimdeki şekillerdi.
Tesiri kendisini takip eden rükünlerde ortaya çıkan ilk felekî hareket, ateşin
hareketiydi. Bu hareket onda havanın içerdiği yaşlık nedeniyle yanma ve
tutuşma sonucunu oluşturmuştur. Söz konusu tutuşma ve alev, ateşten ve
havadandı ve ‘maric’, yani karışık diye isimlendirilmiştir. ‘Merc’ buradan hareketle
bu adla isimlendirilmiştir, çünkü o çiçek ve bitkilerin karışımlarını içerir.
Yine buradan hareketle insanların içine düştüğü savaş ve çatışma durumu ‘here
ve merc’ diye isimlendirilir. Savaş ve çatışma demektir. Allah Teâlâ bu alev
içinde cinlerin (suretlerini) açmıştır (yaratmıştır).
Sonra aydınlık yıldızlar ışınlarını Allah
Teâlâ’nın emriyle ve izniyle yaymıştır, çünkü Allah Teâlâ her göğe emrini
vahyetmiştir. Böylelikle onlar ışınları ve şualarını rükünlere yaymıştır.
Rükünler onların ışınlarının yayıldığı yerlerdir. Böylelikle rükünler, nurlar
vasıtasıyla ortaya çıkmış, aydınlanmış ve aydınlatmıştır. Bu nedenle de etki
etmiş, onlarda maden, bitki ve hayvan türemiş ve doğmuştur. Bunlar, gerçekte
kendilerine etki eden şeylerdir. Çünkü felekler, yani gökleri Allah Teâlâ
rükünlerden var etmiş, sonra onlar hareketleriyle rükünlere tesir etmiş,
yıldızların ışınlarını türeyenlerin doğması için onlara yaymışlardır.
Böylelikle felekler kendi mallarını onlara döndürmüştür. Bu durumda rükünlere
kendilerinden başkası etki etmiş değildir. Bu durum kıyamet alametlerinden
sayılır, çünkü kıyamet alametlerinden birisi ‘annenin çocuğunu doğurmasıdır.’
Rükünler felekleri doğurmuş, sonra felek onlarla birleşmiş, onlarda doğan
şeyler doğmuştur. O halde felek, rükünlerin çocuğu ve kocasıdır. Alemin varlık
sebebi olan insanın sureti rükünlerde ortaya çıkmamıştı. Allah Teâlâ killi
toprağı almış, onu suyla karıştırmış, şanına yaraşır bir şekilde -çünkü ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur.’551iki eliyle
karmış, bir süre böyle bırakmışur. Toprağının parçalarına kadar nüfuz eden
sıcak havanın kendisine temasıyla bu çamur mayalanmış, kokusu değişmiş ve
başkalaşmış ve ‘hame-i mesnun’ haline gelmiştir.
Her kim söylediğimizin doğruluğunu
görmek isterse, imanında bir gedik varsa kulacının derisinin sıcaklığını
hissedinceye kadar otelci kulacıyla ovmalıdır. Sonra onu koldasın, orada
terleme kokusunu hissedecektir. O koku, çjsmin kendisinden yaratıldığı insanın
aslıdır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘İnsanı kokuşmuş bir hame’den
yarattı.’552 Ateş unsurunun kendisini
pişirmesiyle hamuru katılaşmış, parçalan birbiriyle kaynaşmış, güçlenmiş ve
serdeşmiştir. Ardından hayat unsuru olan su kendisine katılmış ve ona kendi
yaşlığını vermiş, serdiğini yumuşatabileceği kadar yumuşatır. Böylece
kendisine hayat yayılır. Bu kez hava unsuru içerdiği yaşlık ve sıcaklıkla ona
yardım eder, sıcaklığıyla suyun soğukluğuna karşılık gelir. Böylece bu ikisi
birbirlerini engeller ve en sonunda yaşlık kendisine baskın gelerek toprağınm
cevherini ete, kana, sinirlere, damarlara ve kemiklere dönüştürür. Bütün
bunlar, unsurların doğasının eserleri ile bu yapının parçalarının istidadarının
farklılığı nedeniyle farklı mizaçlarda oluşmuştur. Bu nedenle bu hayvani
yapmın parçaları birbirinden farklı olmuş, her varlığın ötekinden ayrışması
için isimleri birbirinden farklılaşmıştır.
Bu yapının ve bedenin besini
yaratıldığı şeyden olmuştur. Gıda bitkilerin ayakta kalmasının nedenidir ve
onun canlı sayesinde gelişir. Bitkideki bu gelişme ve artış ‘Sizi
topraktan bitki olarak çıkarttı’553 ayetinde
belirtilir. Bunun anlamı ‘bitki olarak büyürsünüz’ demektir. Çünkü ‘enbete’
kelimesinin mastarı inbat’tır. Ayette ise (nebat getirilerek) büyüme büyüyene
izafe edilmiş ve şöyle denilmiştir: ‘Sizin gıdanızı ondan yapmıştır. Yani onu
büyüten şeyden yapmıştır. Böylece siz de onunla büyürsünüz. Yani cisimleriniz
büyür ve gelişir. Nebatihayvani cisminiz büyüyüp geliştiğinde ve onda hayvanın
bütün güçleri ortaya çıktığında, Allah Teâlâ ona ameli nefsin gücünden fikir
kuvveti verir. Bunu ona nefsin bilme gücünden ve el-Müdebbir isminden verir.
Çünkü hayvanın bütün yaptığı işler ve bilgileri, bir tedbir veya düşünmeyle
gerçekleşmez; hayvan kendisinden ortaya çıkan şeyleri bilme yaratılışındadır.
Bu hikmetli iş yapmanın ve ustalığın hayvanda nereden kaynaklandığı bilinmez.
Böyle hayvanlara misal olarak örümcekler, arılar, sinekler verilebilir. İnsan
ise öyle değildir, çünkü insanın elde ettiği herhangi bir bilgiyi ancak fikir,
tedbir ve düşünme gücüyle elde ettiği bilinir ve insanda bunun nereden ortaya
çıktığını bellidir. Diğer hayvanlar ise o işi bilir, fakat nereden ortaya
çıktığını bilmezler. İşte insanın ‘insan’ diye isimlendirilmesinin yegâne
nedeni, bu bilgisidir, başka bir şey değil! Bu, bütün insanların ortak olduğu
bir özelliktir. Fakat insan-ı kâmil bunun dışındadır, çünkü insan-ı kâmil
hayvan insana dünya hayatında güçlerini almış olduğu ilahi isimleri kullanmayı
da ekler. O, bu güçleri Allah Teâlâ kendisini âleme mukabil ve paralel olarak
yarattığında bu isimlere de karşılaştırması esnasmda almıştı. Allah Teâlâ
insan-ı kâmili büyük-tüm insanın halifesi yapmıştır. O, Allah Teâlâ’nın yaratıkları
içinde yaratıklarından olan gölgesidir. Bu nedenle de o halifedir ve yine bu
nedenle insan-ı kâmiller tek kişinin halifeleridir. Öyleyse onlar, asli insanın
karşısında bulunan ilahi nurların varlığı nedeniyle söz konusu insanın
gölgelerdir.
Bu tecelli nurları her yönden insanın
üzerine farklılaşarak gelir ve bu nedenle de tecellinin sayısınca farklı
gölgeleri ortaya çıkar. Her tecellinin bir nuru vardır ve bu nur unsuri
varlıkta insanın suretinin gölgesini verir. O gölge halife olur ve ondan özel
olarak halifeler meydana gelir. Hayvan insana gelirsek, onun aslı, genel olarak
böyle değildir ve onun hükmü diğer hayvanlar gibidir. Hayvan insan kurucu
özelliğiyle diğer hayvanlardan ayrılır. Bu durum hayvanlardan her birinin
kurucu özelliğiyle diğerlerinden ayrışmasına benzer. Mesela at kurucu unsuruyla
eşekle bir olmadığı gibi katır veya kuş veya yırtıcı hayvan veya böcek
değildir. Hayvan insan haşereler arasında sayılırken kemale erdiğinde
halifedir. Böylelikle hayvan insan bazı nedenlerle bizimle ortak iken bazı
özelliklerle bizden ayrılır. Sonra Allah Teâlâ ona halifelik hükmünü ve halife
adını vermiştir. Bu ikisi, tekvinin kendilerinden ortaya çıkması için, iki
dişi sözdür, çünkü dişi tekvin ve yaratma mahallidir. Binaenaleyh, kendisine
naib demediğine göre, bu isimde bir ikaz vardır. Hâlbuki naib ile halife aynı
anlamdadır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ben
yeryüzünde halife yaratacağım.’554 Hâlbuki insan veya davetçi dememiş,
onu yaratılış gayesiyle adlandırmıştır.
Hayvan insan ile halife insan-ı
kâmili ayırt ettik, çünkü Allah Teâlâ ‘Ey
insan! Seni kerim Rabbine karşı kışkırtan nedir, o seni yaratmış düzenlemiş ve
itidal vermiştir’555 buyurur.
Bu, insanın doğal-unsuri yaratılışının kemalidir. Ardından Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Dilediği bir surette seni terkip etti.’556 Dilerse seni kemal suretinde yaratır
ve âlemde halifesi yapar. Dilerse hayvan suretinde yaratır. Bu durumda sadece
‘insan’ denilenlere ait zatî-kurucu özelliğinle arklılaşmanla birlikte
hayvanlardan birisisin. Hâlbuki Allah Teâlâ inşanın dışındaki varlıkların yaratılışında
tesviye veya itidal lafzını kullanmamıştır. Gerçi ‘O ki
yarattı ve tesviye etti’557 denilir. Burada insanın yaratılışı
kastedilmiş olabilir, çünkü tesviye ve itidal birlikte zikredildiğinde, insanın
yaratılışı kast edilir. Çünkü Allah Teâlâ insanı âlemin suretine göre
düzenlemiş, ve tesviye etmiş, ona âleme göre itidal vermiştir. Bu ayrıcalık
diğer unsuri yaratıklar için söz konusu değildir. Allah Teâlâ düzenleme ve
itidalden sonra şöyle buyurur: ‘Ol.’558 Bu, ilahi nefestir.
Böylelikle insan-ı kâmil tesviye, itidal, ruhun üflenmesi ve ‘ol’ sözünden
meydana gelmiştir. Bu durum ‘Allah Teâlâ katında İsa’nın durumu
Adem’in durumu gibidir, onu topraktan yaratmış ve sonra ona ol demiştir’559 ayetinde belirtilir. Böylelikle
kâmil -ki İsa’dırkâmile Adembenzetilmiş, halife halifeye benzetilmiştir. Halife
olmayanları da Allah Teâlâ tesviye etmiş, ruhundan üflemiş, hâlbuki ona ‘ol’
dememiştir. Bunun istisnası genel ve birleştirici bir ayette söylediği ‘Bir
şeye, onu irade ettiğimizde sözümüz ‘ol’ demektir, o da olur’560 ayetidir. Öyleyse aklını dikkatini
çektiğim hususa vermelisin. Şana Allah Teâlâ’nın halife insanlara verdiği kemal
mertebesini anlatıyoruz:
Allah Teâlâ burçlar feleğinden ibaret
olan Adas feleğine yemin ederek ‘Burçlar sahibi'feleğe yemin olsun ki’561 buyurur. Allah Teâlâ onu on ikiye
bölmüş, burçlar semasından her birine kendi emrini vahyetmiştir. Her burcun
kendisiyle diğer burçlardan ayrıştığı bir emri vardır. Allah Teâlâ her burca
kendisine vahyedilen emirden kendi aşağısındaki terkip âlemine doğru uzayan
eserler yaratmıştır. İnsan da cismi ve feleklerin hareket ettirmesiyle meydana
gelen doğası yönünden terkip âleminden olduğu gibi aynı zamanda doğanın yağı ve
özüdür. Binaenaleyh insan, sütün içinde daha latifi olmayan sütün yağı ve özüdür.
Hatta insan âlemin ruhudur. O âlemden çıktığında, âlem tortu halinde kalır,
insan âlemdedir ve âlemde değildir. Çünkü insan kuvve halinden ondan ayrıdır
ve aynı zamanda ondandır. Çünkü insan, âlemin yağı olsa bile âlemden
çıkmamıştır. İnsan âlemden ayrılmış olsaydı, âlem herhangi bir şeye denk
olmazdı. Nitekim sütten yağı çıkarıldığında, başkalaşır, değeri azalır ve
kendisinden talep edilen hayrı kalkar. Bu özü nedeniyle süt kullanılır ve
değeri yüceltilir. Allah Teâlâ bu burçların o burçlar semasının altında bulunan
âlemde bir etkilerinin olmasını irade edince, insan yaratılışında da on iki
kabiliyet yarattı. İnsan bu kabiliyederle eserleri kabul eder ve insan-ı kâmil
onlarla zuhur eder. Bu durum hayvan insan için geçerli değildir. Bununla
birlikte hayvan insan, bu etkileri kabul etmede diğer hayvanlardan daha yetkin
ve tam olsa bile, insan-ı kâmilin kabul etmesine kıyasla eksiktir. İnsan bu on
ikiden dolayı âleme paralel yaratıldığında ona bitişmişken aynı zamanda ilahi
isimler mertebesine bağlanabilmiştir. Nefs için kemal bunlarla gerçekleşmiştir.
Bu komşuluk üç mertebede gerçekleşir.
Bunlardan birisi ihtisas mertebesidir. Bu mertebe hayvan insanda âlemin hakikatlerini
kendinde bulundurması nedeniyle bulunur; insan-ı kâmilde de aynı sebeple
bulunurken ilave olarak ilahi isimlerin kendisine tahsis edilmesinden dolayı
bulunur. İlahi isimler, inayetin bir gereği olarak, ilahi benzerlik ve
paralellik nedeniyle insan-ı kâmile mutabakat yoluyla verilir. Başka bir neden
ise insan-ı kâmilin halife olmasıdır. Hiçbir şey bir şeyin kendisinden daha
çok gölgeye bağlı ve bitişik değildir.
Komşuluğun ikinci mertebesi iki
durumu birbirine bağlayan ‘şeylik mertebesidir.’ Bunlar, sayelerinde insandan
oluşan şeylerin ortaya çıktığı, araçlardır. Hayvan insan ellerle yapılan
işlerden herhangi birisinin yapımına ulaştıran araçların kullanılmasında
insan-ı kâmille ortaktır. İnsan-ı kâmil ise himmet vasıtasıyla fiil yapmasıyla
hayvan insandan üstündür. Öyleyse insan-ı kâmil’in araçları himmetidir. Himmet
insan-ı kâmil için herhangi bir şeyi var etmeye yöneldiğindeki ilahi İradenin
yerini alır: Hakk bir şeye yöneldiğinde, o şeyin var olmaması mümkün değildir!
Üçüncü mertebe, Hakk ile ittisal ve
O’na vuslattır. Bu ittisal vasıtasıyla insan nefsinden fani olurken insan-ı
kâmilin duyması, görmesi olmak üzere Hakk zuhur eder. Bu, ‘zevk’ diye
isimlendirilen şeydir. Çünkü Hakk bu şeylerden birisi olduğunda, Hakkın
varlığıyla o şey yanar ve yok olurken, geride O kalır. Biz de bu hali zevk
ettik ve Allah Teâlâ’yı ‘Allah Teâlâ’ ismiyle zikrederken yanmayı duyusal
olarak hissettik. Artık O vardı, ben yoktum. Bu esnada yanmayı dilimde
hissettim. Bu yanma nedeniyle hayvani-duyusal bir yanmadan kaynaklanan acı
duydum. Altı saat veya buna yakın bir süre bu halimde Allah Teâlâ’yı zikrettim.
Sonra Allah Teâlâ benim dilimi
bitirdi. Bu kez O’nu kendisiyle değil, karşısındaki huzur ile zikrettim Bütün
kuvvetler böyledir. Hakk onlardan birisi olunca, o kuvvetin varlığını siler ve
-kuvvet her ne olursa olsunO olur. Bu durum ‘Onun duyması, eli ve dili olurum’
kutsi hadisinde belirtilir. Güçlerinde yanmayı müşahede etmeyip onu hissetmeyen
kimsenin zevki yoktur. Böyle bir şey onun vehminden ibarettir. Bu durum ilahi
perdeler hakkında zikredilen ‘Onları açsaydı, yüzünün tecellileri her şeyi yakardı’
hadisinde belirtilir. Hakk kulunda hangi güçleri yakmayı murat ederse, zevk
yoluyla o güç yönünden insan ile Hakk arasında bulunan perdenin kalkması
hakkında bilgi edinir. Böylece yüzün/zatın nuruyla o organ yanar. O gücün
(veya organın) yanmasıyla ortaya çıkan gediği Allah Teâlâ kendi nefsiyle
kapatır. Yanan organ onun kulağı ise, Hakk onun duyması olurken gözü ise gözü,
dili ise dili olur. Bu manada şu dizeleri söyledik:
Dikkat edin! Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ ile
zikretmek yakar Bu kesin tecrübe edilmiş bir hüküm
Varidatın rabbine yemin olsun ki, O’nu
arzuladım Sonra anladım ki Hakk doğru söylemiş
Bu nedenle Allah Teâlâ sahih hadiste
şöyle der: ‘Onun duyması ve görmesi oldum.’ Allah Teâlâ kendi varlığını özel
nitelikle nitelenmiş kulun duyması yaptı. Allah Teâlâ’nın kulla ittisalinin en
büyük hali budur. Bu ittisal, kulun güçlerini ortadan kaldırarak, şanına
yaraştığı tarzda varlığıyla -bir teşbih veya nitelik veya sınırlama, hulul,
ihata, bedellik gibi bir durum olmadankulun varlığında bulunmasıdır. Bu konuda
gerçek, söylediğimizdir. ‘Biz bildiğimize şahidiz, gaybı
koruyucu değiliz, köy halkına sor:’562 Kastedilen içinde bulunduğumuz
topluluktur. Yani bu yöntemi takip eden Allah Teâlâ ehli kullardır. Onlar,
nafile ibadetleri yerine getirmiş, bunlara devam etmiş, bu ibadetlerle Allah
Teâlâ’ya yönelen kimselerdir. Allah Teâlâ inanç, söz ve amelde hatadan
korumakla bize yardım etsin. Rahmet O’ndan beklenir!
On ikiden ikinci eser şudur: Dil
bakımından benzer olan iki şeyin bu benzerlik nedeniyle birbirinin zati
özelliklerinde ortak olması lazım gelmez. Çünkü benzerlik dilde ve akılda olur.
Akli benzerlikte nefsin niteliklerinde ortaklık vardır. Dil benzerliği
benzerlik konusunda benzediği şeye en küçük benzerliktir. Bu durumda benzerin
benzeri olması ve ona kabiliyetli oluşu bakımından bir hükmü olmalıdır. Kamil
insan olan kul ile Hakk arasında ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’563 ayetinde belirtildiği üzere bütün
ilahi isimleri kabul etme benzerliği vardır. Onlar, bizim bildiğimiz isimlerdir
ve bu isimleri kabul ederek insan halife adını almış, meleklerden üstün
olmuştur. Halife üzerlerine halife olduğu kimselerde kendisini halife atayanın
hükümleriyle ve O’nun tasarruftaki suretiyle gözükmezse halife olamaz. Nitekim
halife ve vekil, kendisini vekil atayanın malında ve kendisini vekil edindiği
bütün hallerinde halifedir. Halife, Hakkın ona sorumluluğu altındaki
kimselerde tasarruf izni vermesine göre, vekilinin gözetiminde tasarrufta
bulunur. Böyle birisi, halife olanın halifesidir.
Kulun Rabbini halife ve vekil
edinmesi, kendisini mutlak bir halifelikle vekil edinmesinden kaynaklanır. Bu
(kul ile Hakk arasındaki) devri bir vekilliktir. O halde rabbin kulunu halife
edinmesi, zatının ve yapısının verisine göre, sınırlı halifeliktir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem yolculuğa çıkarken şöyle dua ederdi: ‘Rabbim! Sen
seferde yolda, ailede vekil ve halifesin!’ Böylece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem Allah Teâlâ’yı ‘halife’ diye isimlendirmiştir. Allah Teâlâ da mevcut
veya madum tüm bilinenler üzerine yemin ederek, ‘gördüklerinize
ye görmediklerinize yemin ederim’564, demiş,
kendisine ve bütün bilinenler üzerine yemin etmiştir. Allah Teâlâ’nın
üzerlerine yemin ettiği şeylere biz de yemin edebilir miyiz? Yoksa bize öyle
bir yemin yasaklanmış mıdır? Yasaklanmışsa, bize yasaklanmış hususlarda halife
olamayız. Yemin edilen şey tamlamalı veya tekil olarak bulunabilir. Tekil
bulunurken yemine misal olarak ‘Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, şunu yapacağım’
ifadesini verebiliriz; tamlamalı olana misal olarak, Hz. Aişe’nin yemininde
zikredilen ‘Muhammed’in rabbine yemin olsun ki’ ifadesini verebiliriz. Yeminde
tamlanan tamlama yapılana dahildir. Bu tanıma göre insan-ı kâmil ismi zikretse
de zikretmese de bütün bilinenler üzerine yemin edebilir. Bu, Allah Teâlâ’nın
eşya üzerine yemin etmesinin tevil tarzlarından biridir. Bu yeminlere misal
olarak ‘Güneşe şemin olsun ki’565,
‘Kuşluk vaktine yemin olsun ki’566 ‘Geceye yemin olsun ki’567,
‘Zeytine yemin olsun ki’568 gibi ayetlerde geçen yeminleri
verebiliriz. Kastedilen güneşin, kuşluk vaktinin ve zeytinin rabbidir. Allah
Teâlâ sadece kendisine yemin edebilir ve sadece Allah Teâlâ adına yemin
edilebilir. Bunun dışındaki yeminler düşmüştür ve onlarla haklarında yemin
edilen hususlarda akit gerçekleşmez. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Allah
Teâlâ sizi anlamsız yeminlerinizden dolayı hesaba çekmez’569 buyurur. Kastedilen düşmüş yemindir.
Bunun anlamı, kendilerini ihlal ettiğinizde kefaret belirlemediği yeminler nedeniyle
sizi cezalandırmaz demektir. ‘Fakat yeminlere bağladığınız şeyler
nedeniyle sizi cezalandırır.’570 -
Yemin ederken kalbin akdi düştüğünde,
yeminin ihlali gerçekleştiğinde kefaret kalkar. Kuran’da zikredilen yeminlerde
kefaretin sadece Allah Teâlâ adma yapılan yeminlerde olduğunda alimler arasında
bir görüş ayrılığı yoktur. Burada yeminler, izafeli olarak belirli gelmiştir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’dan başkası adına yemin etmeyi
yasaklamıştır. Öyleyse halife, halifelikte kendisini atayanın iradesine göre
davranmalıdır. Çünkü Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ işinde galiptir’571 buyurur.
Dilde suret, emir ve şe’n anlamında
kullanılabilir. Bir hadiste ‘Allah Teâlâ Âdem’i kendi suretine göre yarattı’
denilir. Bunun anlamı, emrine ve işine göre yarattı demek olabilir. Allah Teâlâ
emrine hakimdir, yani suretiyle,.yani emriyle izhar ettiği işine hakimdir.
Çünkü Allah Teâlâ yapısı ve neşeti baki kalsa bile onu azletme gücündedir. Bu
durum ‘suret’ ile kast edilenin yapı olmadığını, emir ve hüküm olduğunu
gösterir. Alim bilgi yollarının ve Allah Teâlâ’nın eşya hakkındaki muradının
dışına çıkmaz.
Tek başına bu emir, ikizler burcunun
izlerindendir. Bu burç hava doğasına sahiptir. Bu emir Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in ‘Rab Amâ’daydı’ hadisindeki ifadesine uygundur. Rab
kelimesi belirli gelmişken amâ ‘altında ve üstünde hava bulunmayan ince bulut’
demektir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, söz konusu amâ’nın hava
tarafından kuşatılamayacağını belirtmiş, havanın olumsuzlanmasına
değinmemiştir. İş Allah Teâlâ’ya kalmıştır: Amâ’nın O’na nispeti havanın
nispetinden uygun değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem havanın
amâ’yı ihata edebileceğini olumsuzlamıştır. Öyleyse bütünün değil, toplamın
O’ndan olumsuzlanması gerekir. Nefes-i rahman konusunda Amâ hadisini
açıklamıştık, ikizler su ile toprak arasındadır. Çünkü bu burç boğa ve yengeç
arasmdadır. Bu durum Adem’in su ile toprak arasında olmasına benzer. Bu nedenle
havanın hükmü diğer rükünlerden yaygındır. Hava her şeye nüfiız eder, her
şeyde otoritesi vardır. Hava toprağı sarsar, suyu hareketlendirir, akıtır,
ateşi yakar; nefes alıp veren her şeyin canlılığı ona bağlıdır. Ağaçları o
bitirir, dölleyici rüzgârdır. İşte on iki burçtan İkincisinin etkisi budur.
Üçüncü etki ise âlemde zuhur edip
kendisinden müstağni kalınabilecek şeydir. Kendisine ihtiyaç yokken ikinin
gücünün mertebesinin ortaya çıkması için bu etki âlemde ortaya çıkar Ki,
varlıkta mümkünler ve yaratılmışlar zuhur etmişken ‘Allah Teâlâ’dan başkası
yoktur’ denilmesin. Böylece Allah Teâlâ’nın âlemlerden müstağni olduğu bilinir.
Alemden müstağnilik aldedilir bir şeydir. Burada Hakkın âlemden müstağniliğini
açıklamak üzere, kendisi var olsa bile söz konusu şeyden müstağni kalmak mümkün
olmuştur. Allah Teâlâ söz konusu şeyi âlemde boş ve anlamsız yaratmadı. Ona,
kendisinden müstağni kalınsa bile, varlık vermiştir. Bu, yararlı bir bilgidir
ve onun müstağni olunmayanın düzenine benzer özel düzeni vardır. Bu durum,
çocuğun cinsel ilişki sonucunda doğmasına benzer. Cinsel ilişki çocuğun
olmasına muhtaç değildir (gayesi çocuk edinmek değildir). Bu konudaki delimiz,
kısır insanların cinsel ilişkisiyle cennetteki cinsel hayattır.
Dördüncü etki, ‘Kıyamet yeryüzünde ‘Allah
Teâlâ, Allah Teâlâ’ diyen bulunduğu sürece kopmaz’ hadisine benzer. Allah
Teâlâ lafzı hadiste iki kez zikredilmiş, bir defayla yetinilmemiş, bununla tek
başma zikretmeyi kastetmiştir. Hâlbuki onu herhangi bir şeyle nitelememiş,
isimdeki ‘he’yi sakin getirmiştir. Bu ‘Allah Teâlâ’yı
çok zikredin’572 ayetinin
yorumudur. Kastedilen, ‘Allah Teâlâ’ isminin tekrarlanmasıdır. Bu ‘Allah
Teâlâ’nın zikri en büyüktür’573 ayetinde de belirtilir. Orada
özellikle Allah Teâlâ adını zikretmiştir. Allah Teâlâ peygamberine insanlara
kendisine indirilen vahyi açıklamasim emretmiştir. İnsanın ‘Allah Teâlâ, Allah
Teâlâ’ diye zikretmesi içinde bulunduğu âlemi korumasaydı, onun kendisinden
ayrılmasına, içinde bulunduğu âlemin -ki dünyadırde yok olması bitişmezdi
‘Allah Teâlâ’ ismi bizim ve huzuruna
girdiğimiz şeyhin zikriydi. Zikirler arasında ondan daha faydalısı yoktur. Allah
Teâlâ ‘Allah Teâlâ’yı zikir en büyüktür.’’574 buyurdu. Zikredilen ilahi isimler
çok olsa bile, başka bir tarzı zikretmemiştir. Allah Teâlâ ehli, tek başına ‘Allah
Teâlâ’ zikrini zikir saymış, söz konusu zikir onların kalplerinde diğer
isimlerin meydana getirmediği büyük bir etki meydana getirmiştir. Şekilci
alimlerin bir kısmı faydası ortadan kalktığı için bu zikri görmemişlerdir.
(Bunu dememizin nedeni) Her yeni başlayana bir haberin gerekmesidir. Ona
‘lafızda bu gerekmez’ denilir. Hatta her şeyin bir faydası olmalıdır. Özel
kelimeyle zikretmiş olduğunda, bu fayda zikredende ortaya çıkar. Böylelikle keşfin
nuru, diğer isimlerin meydana getirmediği şeyi salikin bâtınında meydana
getirir. Hatta onun lafızda değil zahir haberde tıpkı tenzihe veya bir fiilin
övülmesi izafe edilmesi gibi bir iyilik meydana gelir. Bilindiği üzere, bir
şey zikredilip ardından başkası zikredildiğinde ve pekiştirmek üzere
tekrarlandığında, bu durum, aynı hükme sahip olmayanın vermeyeceği bir fayda
sağlar. Zikredenin ise bu niyeti yoktur. Öyleyse tekrar (faydayı oluşturmada)
daha hızlıdır ve işleri elde etmede daha başarılıdır..Binaenaleyh âlemde genel
olarak abes bir iş yoktur.
Beşinci eser, burçlar arasında hamel
burcu aslana, yaya ve diğer burçlara benzediği gibi, dördüncüye benzer. Bununla
birlikte bu burç, ötekilerin aynı değildir. Bu ikisinden her birisi, başkasına
ait olmayan bir özelliğe sahiptir. Bununla birlikte, aralarında benzerlik
vardır. Bu nedenle de asılda da öyle olduğu eserlerde benzerlik ortaya çıkmıştır.
Alemde gerçekleşen ve zuhurundan başka sahih anlam veren her şey böyledir. Söz
konusu şey âlemden düşmüş olsaydı, kendisinde bu anlamı veren bu emir ve durum
halel görmezdi. Fakat varlığının verdiği bu emirden eksik kalması gerekir. İşte
bu, ‘verilerin arazları’ denilen şeydir. Onların düşmesi ve gerçekleşmemesi,
kaybolanın hakikatine zarar vermez. Bununla birlikte onların bir anlamı
vardır. Bu durum gerçekleşmeden cinsel ilişkinin hazzının varlığına benzer.
Böylece cinsel ilişkiye ait fayda gerçekleşir. Fakat cinsel ilişkiyle onun
meydana gelmesinin ancak cinsel ilişkiyle gerçekleşebilecek başka bir anlamı
vardır.
Çünkü cinsel ilişkinin gayesi hazdır.
Haz ise var olmuştur. Öyleyse cinsel ilişkinin olmayışı, hazzın varlığına zarar
vermemiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ, bizi cennette hurilerle evlendirir.
Altıncı etki, tabii olarak, bir
araçla gerçekleşebilecek bir şeyi var etmek istediğinde, himmet sahibiyle
ilgilidir. Himmet sahibi bir araç olmadan himmetiyle bazen bir araçla o şeyi
yapar. Çünkü Allah Teâlâ mayalanma olmadan veya iki elini kullanmaksızın veya
hamurunu düzenlemeden ve kendisine ruh üflemek üzere itidal vermeden, sebepsiz
olarak Adem’i yaratmaya muktedirdir. Allah Teâlâ ‘ol’ der, Adem olurdu! Bununla
birlikte Allah Teâlâ Adem’in hamurunu iki eliyle yoğurmuş, onu düzenlemiş,
sonra itidal vermiş, sonra ruhunu üflemiş, sonra isimleri öğretmiştir.
Binaenaleyh Allah Teâlâ eşyayı bir nizama göre var etmiştir. Nitekim Allah
Teâlâ dileseydi, sadece isimlerinden kendisini bilmemizle yetinirdi. Fakat
âleme koyduğu her dilde bir tarzda isimlendirilmiştir. Araplarda ‘Allah Teâlâ’,
Iranlılarda Hûda, Habeşlilerde Vak diye isimlendirilmiştir. Her dilde, Allah
Teâlâ’nın varlığını bilmekle birlikte, isimleri vardır ve bunun faydasını Allah
Teâlâ ortaya koymuştur. Bununla birlikte Allah Teâlâ, zuhur eden şeylerden
müstağnidir. Bizden ortaya çıkan fiiller de bu konuyla ilgilidir. Yine de Allah
Teâlâ, bizim vasıtamız olmadan onları yapabilirdi. Fakat bu fiil, görünüşte
bizim ellerimizde ortaya çıkar. Allah Teâlâ bir cismi bir mekândan diğerine
hareket ettirmeyi irade ettiğinde, bizde intikal iradesi yaratır ve ihtiyari
bir hareketle kalkarız. Bu hareketi kendiliğimizden biliriz ve intikal ederiz.
İntikal, esas itibarıyla, Allah Teâlâ’nın yarattığı bir şeydir, fakat o hâdis
ve ihtiyari bir iradeden meydana gelmiştir. Titreyenin hareketi böyle
değildir. Çünkü o zorunlu bir harekettir. İhtiyar sahibi insan, selim akla
göre seçiminde mecburdur. Sonra her hakikatin hükmü mahalle göre ortaya çıkar.
Her hakikat mahal ile zuhur eder ve caiz olan ile olmayan ayırt edilir. O halde
hareket, hareketlide var olabilir. Konuyla ilgili olarak, Allah Teâlâ gecenin
kalan üçte birlik bölümünde yakın semaya iner. Bununla birlikte Allah Teâlâ,
bulunduğumuz her yerde bizimle beraberdir. Bu, söz konusu iniş olmadan bu
fiilin ortaya çıkmayacağı bir inmedir. Fakat onu ‘Allah
Teâlâ âlemlerden müstağnidir’575 ayetine izafe
edersen, bu inme, müstağnilik mertebesinin gerektirdiği zorunlu bir inme olur.
Çünkü Allah Teâlâ bu inmeyi ancak zatının gerektirdiği ilahi bir nispet
nedeniyle kabul eder. Dolayısıyla inmeyle o irade gerçekleşir. Anla! İzafet ve
tamlamaların izafe olmayanın sahip olmadığı zati hükümleri vardır. Hakikatler
değişmez! Şe’n, hükmedilende bir hükmün ortaya çıkmasıdır. Öyleyse bir açıdan
O’nun zatı inmeyi talep ederken bir açıdan talep etmez. Binaenaleyh Yaratan
yaratılanı talep ederken bilen bilineni talep eder!
Yedinci etki, oluşta zarflığın
varlığıdır. Acaba zarf, oluşta bir asildir da sonra biz onu dini bir şekilde
Hakka mı yükledik? Ya da o şanına layık bir şekilde, Hakta mı bulunur? Bu
durumda âlemde bil fiil ortaya çıkar. Bu husus Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in bir cariyeye sorduğu ‘Allah Teâlâ nerededir?’ hadisinde zikredilir.
Cariye göğü göstermiştir. ‘Allah Teâlâ her şeyi bilendir (aîîm).’576
Burada feil kalıbı fail (bilen) anlamındadır. Bazen katil ve cerih (öldürülen
ve yaralanan) gibi meful anlamında olabilir. Öyleyse Alîm, hem bilen hem malum
demektir ve her iki yorum ayette mümkündür. Bu durum, her kelimesinin başındaki
edat (bi külli şey) ‘içinde’ anlamındaysa böyledir. Bu yorumla Allah Teâlâ, her
şeyde bilinen ve her şeyi ihata edendir. Yani Allah Teâlâ, bilineni bulunduğu Hakk
göre bilen ve her şeyi ihata edendir. Bu bilgiye sahip olan sadece Allah Teâlâ’dır
veya O’nun bilgi öğrettiği kimsedir.
Sekizinci etki ‘O’na sor’577
ayetinde belirtilir. Yani bir şeyin hakikatini sormak isteyince, zevk sahibine
sor. Eşya hakkında zevki olmayana sorma. Çünkü böyle birisi sana sorduğun şeyin
hakikatini değil adını söyleyebilir. Kula Allah Teâlâ hakkmda soru sorulmaz,
onun ilahlık hakkında bir zevki ve bilgisi yoktur. Bu konuda onun bir tecrübesi
de yoktur. Kulun bu konuda bilebildiği, sadece isimlerdir. O halde Allah Teâlâ
hakkında soruyu Allah Teâlâ’ya sorman gerekirken kula kulluktan sormalısın.
Kulluğun kula nispet edilmesi ilahlığın Allah Teâlâ’ya nispeti gibidir. Hakkın
kulluktan haber vermesi, ilahın haber vermesiyken kulun ilahlıktan haber
vermesi kulun haber vermesidir. Bu nedenle hadiste ‘Kendini bilen, rabbini
bilir’ denilir. Kul kendini zevk bilgisiyle bilir ve kendisinde ilahlığın bir
yerinin bulunmadığını görür. Bu durumda kul zorunlu olarak Allah Teâlâ ona
benzeseydi veya kendisi O’nun misli olsaydı, nefsinde Allah Teâlâ’yı bilebileceğini
anlardı. İnsanın kendi muhtaçlığını ve muhtaç olunan bir varlığın gerekliliğini
bilmesi nedeniyle de Allah Teâlâ’nın ona benzemeyeceğini bilir. Bununla
birlikte Allah Teâlâ onu halife olarak yeryüzüne yerleştirmiş, suretine göre
var etmiştir. Böylece Ö’ndan korkulur, umut edilir, kendisine isyan ve itaat
edilir. Bunun anlamını bu eserlerden söz ederken açıklamıştık.
Dokuzuncu eser, Allah Teâlâ’nın
yeryüzünü ve gökleri yaratmayla ilgili söylediği ‘Onları Hakk ile yarattı’
sözünde zikredilir. Yani Allah Teâlâ o ikisini sadece kendisi için yarattı.
Onun şanı yüce, ismi mübarektir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her şey
O’nun/onun hamdini tespih eder.’578 Allah Teâlâ âlemi kendisi için
yarattı. Bu nedenle Allah Teâlâ yaratılışına izzet özelliğini yerleştirdiği kimseler
hakkında -ki bunlar cinler ve insanlardırşöyle der: ‘Cinleri ve insanları
bana ibadet etsinler diye ye yarattım.’579 Yani onları, kendilerinde ortaya
çıkan izzet, ilahlık duygusu ve kendini beğenmeye karşılık, benim karşımda
zelil olsunlar diye yarattım. Allah Teâlâ’nın yaratılış gayelerine dikkaderini
çekmiş olması, kendilerine bir ihsanıdır. Yaratılış gayesine dikkat eden, Allah
Teâlâ’ya secde eden çoklardan olurken dikkat etmeyen azabı Hakk etmeyen
çoklardan olur. Bu durum ‘Cinleri ve insanları bana ibadet
etsinler diye yarattım’580 ayetinde belirtilir.
Ayette zahiri ve bâtınıyla birlikte tek başma insan da kast edilmiş olabilir.
Zahiri yönüyle o insandır. Bu yönüyle ‘insan’ gördüğü bir şeye ünsiyet etmek
anlamından türetilmiştir. Allah Teâlâ Hz. Musa’dan aktarırken ‘Bir
ateş gördüm (anestü)’581 demiştir.
Baş gözümle gördüm demektir. Cin insanın bâtınıdır, çünkü o insana perdelidir.
Allah Teâlâ adeta şöyle der: Ben insanın zahirini ve bâtınını zahirde ve
bâtında ibadet etsin diye yarattım. Çünkü münafık zahirde Allah Teâlâ’ya ibadet
ederken bâtında etmez. Mümin ise zahirde ve bâtmda Allah Teâlâ’ya ibadet eder. Allah
Teâlâ’nın niteliklerini kabul etmeyen kâfir ise ne zahirde ne bâtında O’na
ibadet eder. Günahkârların bir kısmı zahirde değil, sadece bâtında Allah
Teâlâ’ya ibadet eder. Beşinci bir kısım yoktur.
Bu yorumla Allah Teâlâ’nın ateşten
yarattığı cinleri dışta bırakarak, ayeti zahiri ve görünmeyen yönüyle insana
tahsis ettik. Bunun nedeni, secdeyi zikrederken göklerde ve yerdeki herkesin
kendisine secde ettiğini, insanlar söz konusu olunca da ‘insanların çoğu’
demiş, onları genellememiş olmasıdır. Şeytanlar ‘yeryüzünde bulunanlar’
ayetinin kapsamına girer. Bunun nedeni şeytanın -ki rahmetten uzak olan
demektirinsana inançsızlığı emredip o da inkâr ettiğinde, şöyle demesidir: ‘Ben
senden uzağım, ben âlemlerin rabbinden korkarım’582 demesidir. Allah Teâlâ şeytanların
rablerini bilip O’ndan korktuklarını bildirmiştir. Binaeiıaleyh ayette cinlerin
insanın görünmeyen yönleri anlamında yorumlanması, ayetin cinleri de içerecek
şekilde yorumlanmasından daha uygundur.
Onuncu eser, Allah Teâlâ’dan
kendilerine indirilen vahiyleri peygamberlerin kullara açıklamasıdır. Bununla
birlikte Allah Teâlâ kitaplarını inzal etmiştir. Fakat Allah Teâlâ ilahi
kitapları indirmekle yetinmemiş, peygamberleri onlarda bulunan hususları
ibaredeki özet veya tafsilin gereğine göre açıklar. Yani ibare ibareyle
açıklanır. Bu durumda peygamberler, özet veya tafsili konularda tafsil ederken
Hakkın yerlerini alırlar! Bu durum ‘Kendilerine
indirilenleri insanlara açıklaman için’583 ayetinde belirtilir. Bu, bize
indirilenleri tebliğ etmesinden sonradır. Bu husus, âleme yayılan bir hakikat
ve olgudur. O hakikat olmasaydı, kitaplar şerh edilmez, tercüme edilmez veya
bir halden bir Hakk aktarılmazdı. Allah Teâlâ ‘Onu komşu,
edin ki, Allah Teâlâ kelamını duysun’584 buyurur. Bu, özellikle Allah
Teâlâ’nın indirdiği şeydir. Peygamberin tafsil ettiği ve açıkladığına
gelirsek, bu, indirilenin tafsilidir, inen şeyin kendisi değildir! Beyan özel
bir ibareyle gerçekleşir ve hangi tarzda olursa olsun bilinir.
On birinci ve on ikinci eser ise, bu
eserlerin ilkinde zikrettiğimiz üç mertebeden ikisidir. Onlar, Hakk ile ittisal
ve daha önce zikredilmiş iki durumu birleştiren sebebin mertebesidir.
Şimdi bu menzilde yer alan ilimleri
zikredelim: Bunlardan birisi, müminin nimet diyarında nimette kalmasını
gerektiren sebebin bilinmesidir. Kötülerin kötüsü olan bilgisizlikten kurtulma
ve başarıya ulaşmanın nedenleri bu menzilden öğrenilir. Mertebenin Hakk ettiği
ve insanın Mutlu olmasını sağlayan durumlar, bu menzilden öğrenilir. Bazen
bunlar başka bir yerde ortaya çıkar ve muduluk vermez. Hakikati ve aynı sabit
olan her şey, bu menzilden öğrenilir. Acaba onun hükmü düşer mi? Veya hakikati
sabit şeylerin bir kısmının hükmü mü düşer? Veya genel olarak hükümleri düşmez
mi? Bütün hükümler olmaksızın özel bir hükmü düşer? Hükmü düşenle ilgilenilir
mi? Ya da boş yemin gibi onunla meşgul olunmaz mı? Çünkü kefaret yemin bozulunca
onun yerini alır? Fiil yaratılmışa meşru bir şekilde izafe edildiğinde, ortaya
çıkan durum ilave durum bu menzilden öğrenilir. Bunu akla göre iyi ahlak
gerektireceği gibi dini yolla da gereldiliği bilinebilir.
Boşluk ve doluluk bu menzilden
öğrenilir. Gereken şeyleri yapmak ve gerekmeyenleri terk, bu menzilden
öğrenilir. Eşyanın sınırlarında haddi aşmak, bu menzilden öğrenilir. Acaba had
tanımlanana dahil midir, değil midir? Bu durumda aşma olmaz. Dahil ise nasıl dahildir?
Allah Teâlâ’nın ‘Ellerinizi dirseklerine kadar
yıkayın’585 ayetiyle ‘Orucu
geceye kadar tamamlayın’586 ayeti
arasındaki fark nedir? Bu, belli bir kelimeyle gerçekleşen haddir: Bu kelime
birinci haddi sınırlananın dışına çıkartırken İkincide sınırlanana dahildir. Bu
husus, haddi kendiliğinde ve mahiyetini bilmeye dayanır. Çünkü haddin de bir
tanımı vardır ve iş teselsüle gitmez.
Ahit ve emanetler bu menzilden
öğrenilir. Emanetler nedir? Ahitler ve Allah Teâlâ’nın bize emrettiği akitler
nelerdir? İlahi ahdin yaratıkta hükmü var mıdır, yok mudur? Miras malla
kazanılan mal arasındaki fark nedir? Hangi maldan daha çok haz alınır? Bu bir
zevk bilgisidir ve mizacın değişmesiyle farklılaşır. Çünkü tembellik özeliğinde
yaratılmış kimseler miras malı daha çok sever. Çünkü o mal için çalışmaz. Bazı
insanlar ise fütuhatı sever. İnsanların bir kısmı başkanlık özelliğinde
yaratılmıştır. Böyle birisi kazanılan maldan haz alırken mirastan haz almaz.
Bunun nedeni, gücünü kesbi yolla ortaya çıkartmak için kazanılmış malda
çalışmanın bulunmasıdır. Sebeplerin sebeplilerine bağlılığı, bu menzilden
öğrenilir. Bu, zati bir bağlılık mıdır, yoksa Allah Teâlâ’dan kaynaklanan
ihtiyari bir bağlılık mıdır? Bir halden başka bir Hakk başkalaşmalar ve
dönüşmeler bu menzilden öğrenilir. Cevherler bu halleri takip eder mi, etmez
mi? Bu durumda başkalaşma cevherden cevhere midir veya tek varlık mı
başkalaşır? Başkalaşmalar hallerde ve mezheplerde farklı farklıdır. Burada
gerçek nerededir? Sanatkârın sanatını koruması bu menzilden öğrenilir. Acaba o
sanatını veya yapılan şeyin varlığını mı korur? Çünkü sanatkâr için sanat bazen
onun adına istifade yoluyla olur. Misal olarak dikişi ve öğrenme yoluyla
gerçekleşen şeyleri verebiliriz. Bazen sanat tefekkür yoluyla değil, fıtratla
kazanılır. Misal olarak arı, örümcek gibi yaratma yoluyla sanatları öğrenen hayvanları
verebiliriz. Bazen sanat zatidir. Misal olarak sanatın Allah Teâlâ’ya izafesini
verebiliriz. ‘Emri yönetir ve ayetleri tafsil eder’587 ayetinin anlamı bu menzilden
öğrenilir. Böylece Allah Teâlâ tedbiri ve yönetmeyi kendisine nispet etmiştir.
Oluşta sabit olan ve olmayan
hikmetler bu menzilden öğrenilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in biı
konuda yağmur ile zeminin ilişkisini misal olarak vermiş olması da bu menzilden
öğrenilir. Bu misal, Allah Teâlâ’dan gelen vahyin fayda verdiği kimseyle fayda
vermediği kimsenin durumunu anlatan bir misaldir. Daha üsttekinin
aşağıdakinden var olması, bu menzilden öğrenilir. Bunun manalardaki misali, Allah
Teâlâ hakkmdaki bilgimizin kendi hakkımızdaki bilgimizden meydana gelmesidir.
Emirdeki vekile ait hüküm, bu menzilden öğrenilir. Bir şeyi o şeyin kendisiyle
değil, ondan meydana, elen şeyden öğrenmek, bu menzilden öğrenilir. Bu bölüm,
bir şeyi o şeyin kendi adıyla isimlendirme konusudur. Bu durum, ona bitişik
olunca veya bir sebep nedeniyle ondan meydana geldiğinde veya o şey kendisini
içerdiğinde, söz konusudur.
Alemde talep edilen tevhidin mahiyeti
bu menzilden öğrenilir. Haklarında hasedin bile gerçekleştiği faziletler ve
erdemler bu menzilden öğrenilir. Acaba bunlar kendi başlarına fazilet midir,
yoksa örfe veya kabule göre mi fazilet sayılırlar? Her şeyin tafsili olarak
kendisiyle baki kaldığı husus bu menzilden öğrenilir. Farklı ve tafsili
türlerine göre, bir şeyin baki kalmasını sağlayan özellik bu menzilden öğrenilir.
Bir şeyden koruyan başka bir şeyden koruyucu değildir, iki koruma türünü
birleştiren özellik nedir. Birinci misalle yetinme gerçekleşirken, misallerin
faydası bu menzilden öğrenilir, insanlar ve eşyayı bilmek arasında engel olan
perdeler bu menzilden öğrenilir. Bilgisizliği bilgi kabul edilen kimsenin
durumu bu menzilden öğrenilir. Acaba onda bu konuda bir kesinlik var mıdır?
Yoksa işin geçeğini araştırdığında bu konuda bilgiye uyan ve uymayan hususları
öğreninceye kadar onun nefsi kendisini tereddüde mi düşürür? Bu durum özellikle
cehalette söz konusudur. Zan ve kuşkunun hükmü ise aynı değildir. Zan sahibi
zanmnı bilirken kuşkuyu kapılan da kuşkuyu bilir. Buna mukabil bilgisiz
cehaletini bilmez. Çünkü bilgisizliğini bilenin kendisiyle niteleneceği bir
bilgisi vardır.
Teyit hikmeti bu menzilden öğrenilir.
Acaba o inayet veya kesin delil ortaya koymak demek midir? Yoksa bir yerde
inayet, diğer bir yerde iki şahsın haline göre delil ortaya koymak demek midir?
Bir şeyi onu bilmenin Hakk etmediği şeye nispet etmek, bu menzilden öğrenilir.
Bununla birlikte onu kendine nispet eder. Misal olarak âlemde umut edilen şeyin
gecikmesini veya gerçekleşmemesini verebiliriz. Bununla birlikte umut bilgiyle
ilgili değildir. En güzeli yerine getirenin hikmeti bu menzilden öğrenilir. Bu,
semeresi kestirilemeyen bir şeydir: Acaba bu onun bilgisizliği bilmesine mi
döner? Yoksa o şeyin kendisine mi? Çünkü o konuda ihsanın hakkını yerine
getirdiğini bilmez. Azabın sürekli olmasının hikmeti bu menzilden öğrenilir.
Acı çekenlerde zarar ve azabın sürekliliği, bu menzilden öğrenilir. Bu, onlara
merhamet etmek demek midir, böyle değil midir? Konuluş gayesinin dışında bir
şeyi kullanmak bu menzilden öğrenilir. Bir şey sadece konuluş gayesinde mi
kullanılır? Bir şeyin birbiriyle çelişen birden çok yönü varsa, onun hükmünün
dışına çıkan şey nedir? Misal olarak hastalığı verebiliriz. Hastalığın sabır ve
sıkıntıyla ilgili yönleri vardır. İnsanların hatırlaması, bu menzilden
öğrenilir. Acaba hatırlatma fayda verir mi, vermez mi? Doğru sözlünün yalancı
diye isimlendirilmesi bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’ya sığınma ve
sayesinde sığınılan şeyin neyden sığınılacağı, nerede övüleceği ve nerede
kınanacağı bu menzilden öğrenilir. İtirafın fayda verdiği ve vermediği
durumlar, bu menzilden öğrenilir. Mertebelerin itirafta bir hükmü olduğu gibi
hallerin de bir hükmü vardır. Çünkü insanların bir kısmında, hatayı itiraf
ederken hata kalsa da, bir kısmından hata silinir. Hitabın değeri ve ondan haz
almak bu menzilden öğrenilir. Âlemde kuşkunun varlığının hikmeti, bu menzilden
öğrenilir. Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği şeyin hakkını yerine
getirdiğinde, müçtehidin hata ettiğinde veya isabet ettiğinde kurtulması bu
menzilden öğrenilir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Kalbin Secdesinin,
Yüz, Bütün ve Parçanın Secdesinin Bilinmesi. O İkisi İki Secde ve İki Sücûd
Menzilidir
Sehl’in makamı kalbin secdesi Başkalarında
onun hükmü yok
Kalb secdeden sonra başını kaldırmaz Yüz
ise kalkar, başkalaşma bildirir
Çünkü kıblesini görmüyor Kalbin kıblesi isim ve alametler
Secdesinin ebediliği hakikatini izhar eder
Yaratıkların ilimleri onu nereden bilsin?
Bu menzil, temkin menzili ve Allah Teâlâ’nın
dışındaki her şeyin işinin döndüğü menzil diye isimlendirilir. Aynı zamanda
‘ismet menzili’ denilir.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ âlemi
yaratırken onu zahir ve bâtın kısımlarıyla yaratmış, bizzat âlem için bir
kısmını gayb bir kısmını şehadet (görülen) yapmıştır. Âlemden âleme görünmeyen
yön gayb iken görünen kısım şehadettir. Âlemin bütünü Allah Teâlâ için şehadet
sayılır. Allah Teâlâ kalbi gayb, yüzü şehadet âleminden yaratmıştır. Bu
bağlamda Allah Teâlâ yüz için bir yön belirlemiştir ki yüz ‘Allah Teâlâ’nın
evi’ ve ‘kıble’ diye isimlendirilen o yöne secde eder. Başka bir ifadeyle namaz
kılarken insan o yöne yönelir. Allah Teâlâ bu dönmeyi ibadet saymıştır.
Namazın en faziledi işini secde, en faziledi sözünü Kuran okuyarak Allah Teâlâ’yı
zikretmek saymıştır. Allah Teâlâ kalp için de bizzat kendisini belirlemiştir.
Kalp bir başkasına yönelmez! Allah Teâlâ kalbe sadece kendisine secdeyi
emretti. Kalp keşfe bağlı olarak secde ederse, hiçbir zaman dünya veya ahirette
secdesinden başını kaldırmazken keşif olmadan secde ederse, başını kaldırır.
Bu başkaldırma ‘Allah Teâlâ’dan gaflet’ ve eşyada ‘Allah Teâlâ’yı unutmak’
diye isimlendirilir. Kim kalp secdesinde başını kaldırmazsa, o her şeyde Allah
Teâlâ’yı müşahede ederek gördüğü her şeyden önce Allah Teâlâ’yı görür. Hz. Ebu
Bekir’in
hali buydu. Zannetme ki âlem secde
eden değildi de, sonra secde etmiştir. Âlem her zaman secde edicidir, çünkü
âlem için secde zati bir niteliktir. Âlemin bir kısmı secdesini keşifle yapmış
onu bilmişken bir kısmına ise secdesi gösterilmemiş, dolayısıyla onu
bilmemiştir. Keşfi olmayan insan başmı secdeden kaldırdığını, sonra secde
ettiğini ve dilediği şekilde davrandığını zanneder!
Bilmelisin ki, zahiri secde, ayakta
durmak veya rükû veya oturma halinden yere kapanarak yüzü toprağa koyma haline
geçmek demektir. İşte böyle yere yatma hali ‘secde’ diye isimlendirilir. Buradan
ise, secde edende gözlerimizle gördüğümüz zahirde sahip olmadığı bir halin
kendisine iliştiğini anladık ve Allah Teâlâ’dan bir halden bir Hakk taşınan o
yerde durmayı talep ettik. İnsanların bir kısmı ve benzerleri bunu nispet
saymıştır. Bu, ilahi keşfin varlıklar hakkındaki bilgi hakkındaki verisidir.
Bunlar, hareket, durma, bir araya gelme ve ayrılma gibi olgulardır. Öyleyse
hareket cismin varlığından veya cevherden ibarettir. Bir vakit cisim mekânda ya
da tabii yerinde görülürken başka bir zamanda başka bir yerde ve mekânda
görülür ve ‘hareket etti ve yer değiştirdi’ denilir. Durağanlık cevheri veya
cismi bir yerde iki veya daha fazla anda görmek demektir. Cismin bir mekânda
kalması durağanlık ve sükûn diye isimlendirilir. İçtima ise iki cevher veya
cismin aralarında üçüncü bir mekânın bulunmadığı bitişik iki mekânda bir araya
gelmesidir. Ayrışma bir mekândaki iki cismin aralarında mekânın bulunduğu iki
farklı yerde bulunması demektir. Durum bundan ibarettir.
Kelamcılarm bir kısmı bu konuda keşif
sahiplerine uymuştur. Bu konuda mesele, hareket ettiricinin kim olduğunu
tespittedir? Hareketli mi, ya da başkası mı? insanların bir kısmı hareket
ettirenin hareket olduğunu söylemiştir. Hareket cisimdedir ve böylece onun
hareket etmesini ve yer değiştirmesini sağlar. Cismin hareketlenmesini
sağlayan hareket hakkmda da bu görüşü benimseyenler arasında görüş ayrılığı
vardır. Hareket kulun iradesiyle mi ilgilidir? Bu durumda hangi hareket olursa
olsun ihtiyari hareket diye isimlendirilir; veya hareketlinin iradesi onunla
ilgili değildir. Bu durumda ise titreyenin hareketindeki gibi zorunlu hareket
diye isimlendirilir. Bütün bunlar, bazılarının zannettiği gibi, bir hareket
olduğunu kabul ettiğimizde böyledir.
İnsanlar bu olguların araz olduğunda
görüş ayrılığına düşmemiştir; ister nispet ister kendileriyle nitelenen
mahalde bulunan anlamlar olsunlar, durum birdir. Çünkü biz onlarda sahip
olmadıkları bir halin kendilerine iliştiğinden kuşku duymayız ve arazlardan
birisinin onlar için zati olması imkânsızdır! Çünkü zati olan, onları kabul
etmektir. İnsanlar bu hareketi veya durağanlığı kimin var ettiğinde de görüş
ayrılığındadır. O sabit bir varlık ise hareket ettiren Allah Teâlâ mıdır,
başkası mıdır? Bir kısmı ilk görüşü benimserken diğer kısmı öteki görüşü benimsemiştir.
Bu konuda titreyen gibi (zorunlu olup olmaması) birdir. Bir kısım olguların
varlıkları olmadığını, onların sadece nispet olduklarını ileri sürmüştür.
Hareket kime nispet edilir? Biz ihtiyarî nispet hakkında şöyle deriz: Allah
Teâlâ kul adına bir irade ve seçim yarattı. Kul bu iradeyle o nispetin hükmünü
diler. Allah Teâlâ’nın iradesinden meydana gelen bu iradeyle ilgili olarak ‘Siz
dileyemezsiniz, Allah Teâlâ diler’588 buyrulur. Allah Teâlâ meşiyet ve
iradeyi hem kendisi ve hem bizim için ispatlamış, bizimkini kendi iradesine
dayandırmıştır. Bu, ihtiyari harekette böyledir. Zorunlu harekete gelirsek,
bize göre onda iş tektir: Birinci sebep Hakkın meşiyetiyken ikinci sebep Hakkın
meşiyetinden meydana gelen iradedir! Şu var ki burada keşfin verdiği ve oluş
perdesinin ardından kendisini gösterdiği ince bir sır vardır. Bu durum ‘Siz
dileyemezsiniz, Allah Teâlâ diler’589 ayetinde belirtilir. Keşfe göre
meşiyet sahibi .Allah Teâlâ’dır. Kulda o konuda bir irade gerçekleşse bile, Hakk
onun iradesinin aymdır. Nitekim Allah Teâlâ kulunu sevdiğinde onun görmesi,
duyması, eli ve bütün güçleri olur. Öyleyse kulun kendinde bulduğu irade ve
meşiyet, Hakkın iradesinden başkası değildir. Allah Teâlâ dilediğinde ise,
dilediği olur. Allah Teâlâ her irade sahibinin iradesinin kendisidir. Nitekim
hareketi kabul eden şöyle der: ‘Zeyd hareket etti.’ Ya da ‘elini hareket
ettirdi.’ Hareketi kabul eden insan kendi görüşüne göre bu sözü incelediğinde,
elini hareket ettirenin elindeki hareket olduğunu görürsün. Onu görmezsen bile
etkisini hisseder, yine de ‘Zeyd elini hareket ettirdi’ dersin. İşte bunun gibi
‘Zeyd elini hareket ettirdi’ dersin, fakat hareket ettiren Allah Teâlâ’dır.
Bilmelisin ki, âlemde hiçbir şekilde
durağanlık yoktur. Alem, dünya ve ahirette, zahirde ve bâtında sürekli bir
halden ötekine intikal eder. Bununla birlikte gizli veya görünür hareketler
vardır. Öyleyse haller gider gelir ve kendilerini kabul eden varlıklara ulaşır
ve kaybolur.
Hareketler, âlemde farklı etkiler
meydana getirir. Hareketler olmasaydı yardım olmayacağı gibi sayının da bir
hükmü olmaz, eşya belli bir ömre kadar devam etmezdi. Veya da bir yerden başka
yere intikal de olmazdı. Bu hallerin varlığının kaynağı ise Hakkın her gece
yakın semaya inmesi, yaratılmış bir Arş üzerine istiva etmesi, Arş yokken
Amâ’da bulunması gibi ilahi niteliklerdir. Bu durum, Hakkın kulunun duyması,
görmesi ve iradesi olmasını gerekli kılan durumdur. Bu sayede kul görür,
duyar, hareket eder ve diler! Öyleyse zuhurunda gizlenen, gizliliğinde zuhur
eden Allah Teâlâ münezzehtir. O kendisini kendinde es-Samed diye nitelemiştir.
O’ndan başka ilah yoktur. Rahimlerde dilediği gibi bize suret veren O’dur.
Geceyi ve gündüzü değiştirir. Bulunduğumuz her yerde bizimle beraberdir. Bize
bizden yalcındır. O’nu kendimizle çoğalttık, O’nu O’nunla birledik. ‘Allah
Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ diyerek kendisini birlememizi isteyince, emriyle
O’nu birledik ve kendimizle O’nu çoğalttık.
Hakk sana her vakit
hikmetini göstermez
Herhangi bir vakti
hükmünden hali kılmaz
Kalpteki sevince
bak bir
Kalenı’den, Levhalardan sırayla gelir '
Ruhların resulleri indirirken getirdi onları .
..
Döşeklerimize
Kelim’in mertebesinden
Her gizli bilginin
öğrenilmesi çetin
Akıllara, kadimliğe
ulaşmamış akıllara
Sevgiyle ve
saygıyla onun menzilinin karşısında kalktım.
Baş üstünde
yürürüm, ayaklarımla değil
Olgular bu dört halden ibarettir.
Durağan olduğunda neyle durduğu hakkında olmak üzere, duran hakkında
konuşmamız lazımdır. Hareket ederse, neye doğru hareket eder, bir araya gelince
kimle birleşir ayrışırsa kimden ayrışır?
Allah Teâlâ’dan
başka yok bir başkası
Sadece O var bir de
iradesi
Öyleyse insan, Allah Teâlâ’ta sakin
olmuştur. Allah Teâlâ, bilgisinde bulunup dış varlığı olmadığında onun
mekânıdır. Bu yönüyle Allah Teâlâ, onun heyulasıdır. Bu durumda Allah Teâlâ
kulun suretiyle suretlenir ve yaratılmışa ait bir hükmü olur. Gece ve gündüzde
durağan olan şeyler O’na aittir. Gerçeğin başka olması mümkün değildir. Bununla
suredenir ve yapısı buna dayandırılır, sabidenir.
Başkasını görürsen,
O’nun suretidir -
Ayet ve suretler
çok olsa bile
Menzili olandan
başkası değildir
Fakat surelerdir
onlar, başkaları da onları anlatır
Alemde görülür bir sükûn ve
durağanlık olmadığı gibi akledilir bir hareket de yoktur.
Zıdda bak nasıl
gizlenir
Ondan başka görünen
yok ki?
Hareketin en garip varlığı,
durağanlıktadır, çünkü boşluk dolmuştur. Öyleyse âlem, boşlukta sakindir.
Hareket ise boşlukta olabilir. Bu, cisimlerin hareketidir. Boşluk ise doludur
ve bir eklenmeyi kabul etmez ve eklenecek yer de yoktur. Durağanlık Allah
Teâlâ’ta olduğu gibi hareket de O’na doğrudur. Allah Teâlâ ‘Hep
birlikte Allah Teâlâ’ya dönün’590 buyurur. Yani kendisinden çıktığınız
varlığa dönün. Onlar Rabliği ikrar etmek üzere çıkmış ve sonra dağılmışlardır.
Onlara ‘kendinden çıktığınız kimseye dönün’ denmiştir ki, O da sadece Allah Teâlâ’dır.
Allah Teâlâ’ya ancak Allah Teâlâ vasıtasıyla dönülebilir. Çünkü O yolculukta
arkadaştır. Allah Teâlâ dönerse, biz de döneriz. Çünkü dönmek, hüküm sahibine
aittir. Hüküm Allah Teâlâ’ya aittir ve Allah Teâlâ onlar da dönsün diye
kullarına döner.
Dediğimizin doğruluğu bu .
Doğrudan ayrılma . ,
Her nerede
olursanız
Hakk sizi gözler
durur
Allah Teâlâ’ya doğru hareket
ettiğinde o hidayet edendir. Ya da isimlerinden birisi el-Mudil’dir. Bu isim,
seni hayrete düşürür. Sonra sana hidayet eder ve hidayetiyle sana döner. Bu
durumda tövbe ederek Allah Teâlâ’ya doğru hareket edersin. O halde sen el-Mudil
isminden el-Hadi ismine doğru hareket edersin. ‘Dönüş
Rabbinedir.'591
Bir araya gelince kimle birleşir
demiştik: İnsan Allah Teâlâ’yı dost edinmesi itibarıyla Allah Teâlâ ile
birleşir. Bu durum Allah Teâlâ’nın kuluna söylediği, ‘Benim dostumu veli
edindiğinde, Allah Teâlâ dostunun nezdinde bulunur’ ifadesinde geçer. Kim Allah
Teâlâ yolunda bir dost edinirse, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’yı dost edinmiş
demektir. Bir araya gelmek, bundan başka bir şey değildir. Bir rivayette Allah
Teâlâ’nın şöyle buyurduğu aktarılır: ‘Kulum! Hastalandım, beni ziyarete
gelmedin.’ Kul şöyle der: ‘Seni nasıl ziyaret edebilirim ki? Sen âlemlerin
rabbisin.’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bilmiyor muydun falan kulum hasta! Onu
ziyaret etmedin, onu ziyaret etseydin, beni orada bulurdun.’ Çünkü hasta
mecburen Allah Teâlâ’yı zikreder. Zorunluluk, mümkünün varlığının dayandığı
aslî zikirdir. Hakk ise O’nu zikredenle beraberdir. Allah Teâlâ yolunda birini
dost edinen, O’nunla bir araya gelmiş demektir. Sen dost isen, Allah Teâlâ’nın
seninle olduğunu bilmelisin. Bir dost edindiğinde, kendisini bir araya getirmiş
olursun ve bu cemiyet sahibinin Hakk ettiği sevap senin adına gerçekleşir. Bu
durumda dostunu görmekle, Allah Teâlâ’yı görmüş olursun. Bununla birlikte o
dosdukta senden daha yücedir. Öyleyse Allah Teâlâ onun katında senin
katmdakinden daha büyük ve daha yücedir. Çünkü Allah Teâlâ velilerinde
kendisini bilmeleri ölçüsünde bulunur. Allah Teâlâ hakkında kim daha cahil ve
daha çok hayretteyse, O Allah Teâlâ’yı daha çok biliyordur.
Bir Allah Teâlâ dostunun dosduğu
sayesinde O’nun söz konusu veliyle ilişkisi senin adma da gerçekleşip bu sayede
Allah’ın seninle ve o veliyle ilişkisini ayırt edememişsen, onu dost
edinmemişsin demektir. Dost edinseydin Allah Teâlâ sahip olmadığın bir bilgiyi
sana vermek üzere o velinin diliyle -duyacağm şekildeseninle konuşurdu. Sen de
veli isen, ondan dinler ve dosduğunu müşahede eder, Hakk ile duyarsın. Çünkü o
senin kulağındır. İşte bu herkesin kendinden öğrendiği bir zevktir. Onun
mahiyetini gerçeği olduğu hal üzere bilenler anlayabilir.
Ayrışma sözümüze gelirsek, acaba
ayrışma kimdendir? Bu, hadisin devamında belirtilir. ‘Ya da benim yolumda
birisiyle düşmanlık edene...’ Benim düşmanlık ettiğim kimseden ayrılmışım
demektir. Çünkü el-Hadi ismi el-Mudil, ed-Dar, en-Nafi isminden ayrılır. Kim
ilahi isimlerin hikmetini anlarsa, ona Allah Teâlâ’yı bilme hakkında büyük bir
kapı açılır ve bu kapı hiç bir şeye dar gelmez.
Söylediğimi bilseydin Söylediğinden başkası
olmazdım
Sen benim gibi değilsin, hatta bensin Ne
söz var ne söylenilen
İfade ettiğimde
hayrete düştüm
Akılların getirdiği hususta .
Muhakkik keşif sahibinin gördüğü şeyi
dikkate aldığında, ulaşmak istediği hakikate ulaşabilir. Çünkü hakikat, son
derece açık ve göz sahibi için bellidir.
Hal akıllarla ve zekâlarla oynar durur
İsimlerin varlıklarla oynaması gibi
Âlemde düşmanlık ve düşman olma hali
buradan ortaya çıkar. Müşahede sahibi alimde zıtların kendisinde bulunması
nedeniyle hal değişmesi olmaz. Çünkü o bütünüyle Haktır. İşaret ettiğimiz
hususu anlayınca, nasıl dost ve düşman olunduğunu, kimin düşman olduğunu,
kiminle dost olunduğunu ve kimin dost olduğunu öğrenirsin. Seni kendinden var
edip sana seni gösteren, sana kendinden ihsan eden Allah Teâlâ münezzehtir!
Nefsini bilen rabbini bilir. Her şey O’na nispet edilir ve Allah Teâlâ
âlemlerden müstağnidir.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ ilahlığı
hevaya nispet etmiş, onu peygamberi Hz. Davud’un mukabili yaparak şöyle
demiştir: ‘İnsanlar arasında Hakk ile hüküm ver, hevaya uyma!’592 Başka bir ayette ‘Hevasını
rab edineni gördün mü?593 demiştir.
Heva kulun iradesidir. Bu irâde Allah Teâlâ’nın dünyaya yerleştirdiği meşru
teraziyle çelişince, heva adını alır. Daha önce, ‘Siz
dilemezsiniz, Allah Teâlâ diler’594 ayetini açıklamıştık. Hevayla hüküm
verenin kim olduğunu öğrendin. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Onu
bilgiyle saptırdı’595 yani
hayrete düşürdü. Çünkü Allah Teâlâ’yı bilmek O’nun yolunda hayrete düşmeyi
gerektirir. Çünkü O’ndan başka hüküm sahibi yoktur.
Yeryüzü şiddetle sarsıldı Sahip olduğu
şeyleri bir bir saydı
Gözler baksaydı idrak ederdi Kendilerine
vahyederken rablerine
Yeryüzü haberlerini söyledi Ağırlıklarını
senin için çıkartırken
Bu müşahedeye sahip olmayan insan, Allah
Teâlâ’nın varlıktaki yüceliğini bilemez. Bunu bilemeyince de pek çok bilgiyi
kaçırır.
Bilmelisin ki, emir dört hakikatle
sınırlıdır: ilk, son, zahir ve bâtın. Bu nedenle bilgi dört şeye dayanır. Allah
Teâlâ yolunda temkin sahibi olan kimse, kendinde dört şeyi müşahede eden ve
fiillerini de böyle görendir. Böyle birisi, farzları yerine getirir. Birinci
ikamet budur. Ardından nafile ibadederi yerine getirir. Bu zahirinde ve
bâtınındaki ikinci ikamedir. Çünkü zahirde bir hüküm olduğu gibi bâtında da
bir hüküm olmalıdır. Böylece Allah Teâlâ’nın hükmü onun yapısını kuşatır. Zevk
yoluyla müşahede ettiğinde ise, bu emrin onun adına meydana getireceği şeyi de
öğrenir. Bu nedenle onun zahirinde altı yönü vardır. Altı kâmil sayıdır, çünkü
altı, ilk kâmil sayıdır. Onun altıda birini üçte birine ve yarışma izafe
ettiğinde, bütün haline gelir. Kalp ise altı yönlüdür. Her yönün kalpte bir
yüzü vardır ki, o bu yüzün gözüdür ve söz konusu göz ile Hakk idrak edilir. Allah
Teâlâ ez-Zahir isminde kula tecelli ettiğinde, tecelli her şeyi kuşatıcı olması
yönüyle bütün yönleri kuşatırsa, kalbin bütün yüzlerini kuşatır. Haktan onun
adına ortaya çıkan her şeyi kuşatır ve kalp bütünüyle nur olur. Burada kul
şöyle der: ‘Rabbim, yaptım.’ Allah Teâlâ ona hitap ederken şöyle der: ‘Sen
salih kulun dediği gibisin’: ‘Sen onların üzerinde gözetensin.’596 Böylece zamir gizliyken açığa çıkar.
Gerçi gizli olan zahir olandan farklıdır. Zuhuru esnasında gizli olmakla
birlikte zamir ortaya çıkmıştır. Böylece Hakk için tek bir yönden ‘zahir iken
bâtın, bâtın iken zahir’ dersin. Çünkü ‘sen’ muhatap zamiridir ve senden
başkası değildir. Sen ise hitapta görülensin. Öyley-
se sen isimden farklı olarak görünen zamirsin. Zamir isimleri
Allah Teâlâ’yı bilmede isimlerden daha güçlü ve daha sağlamdır.
Ariflerden birisinden aktarılır. Ben
Ebu Yezid’den aktarıldığını görmüştüm. Hakkı müşahedesindeki hallerinden
birisinde şöyle der: ‘Benim enaniyetim senin enaniyetin!’ Yani nasıl ki, kendi
hakikatiyle isme zamir verilir, aynı şekilde sana da Zahir isminin benzeri olan
şey verilir. Zahir niteliğin benzeri yoktur. İşte bu zamirlerin gücü hakkında
söylediğimiz şeyin ta kendisidir. Âlemde tenzih ve suretlerde ortaklık
gerçekleşir. İki şahıstan birisi gizlenir ve öteki ortaya çıkar. Görünene
bakan, hazır olanın ötekinin aynı olduğunu zanneder. Allah Teâlâ âleme haber
vermede işaret zamirleri yerleştirdi. Bunun amacı, bu zamirlere dayanarak, bu
karışıldığı kaldırmak ve onun mahiyeti sayesinde, suretiyle gözükeni ayırt
etmektir.
Allah Teâlâ insanın ilahi surete göre
yaratıldığını bildirir. Hz. İsa şöyle der: ‘Sen onların
üzerinde gözetmen idin:597 Böylece Hakk
ile ilahi surette yaratılmışı ayırt ederek adeta şöyle der: Suretinin üzerinde
yaratılmış olan değil, Sen kendin yönünden onların üzerinde gözetmendin. Sen
bu yerde onların varlığını almış oldun. Bizim zamirler hakkında yazdığımız Kitabü’l-Hüve adlı,
zamir isimleri hakkında gerekli açıklamaları yaptığımız küçük bir risâlemiz vardır.
Bu zamirler kadimhâdis bütün suretleri kabul eder. Bunun nedeni, onların imkânı
ve makamlarının yüceliğidir. Binaenaleyh âlem, kendisi çok olsa bile, tek hakikate
döner.
Varlıktaki her şey Hakk
Görünen her şey halk
Tecelli eden
hikmete bak .
Hakkın aynında, ihata eder onu Hakk
Kul Haktır, Hakk Haktır
Hâlbuki ne Haktır he Hakk olmayandır
Dostum! Zamanını hareketleri
incelemeyle boşa harcama. Çünkü vakit, değerli! Bizim yöneldiğimiz şeye bak ve
hakikatinin verisine göre ona dayan. Çünkü senin basiretin keskin olursa,
neticede hareketi ve
hareket ettireni de öğrenirsin.
Hareket yüzün hareketidir. Hareket ettiren ise oluş perdesinin ardındadır.
Netice ise, açıkça görünen, sefer eden ve varlığını ifade edendir. Öyleyse ona
itimat etmelisin. İşte dostum! Sana nasihatim budur. Bu nedenle Hakk kendisine
bir intikal nispet ettiğinde, kendisine belirli bir durumda nispet edilen
intikalin ne olduğunu öğrenmen için neticeyi de zikretti. Buna misal olarak
‘Rabbimiz gecenin son üçte birinde yakın semaya iner’ hadisini verebiliriz.
Sonra neticeyi zikrederek şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ şöyle der: Tövbe eden
var mı? Dua eden var mı? Bağışlanma dileyen var mı?’ Bu ve benzeri pek çok şeyi
kullarını fikir yorgunluğundan ve mazeret beyan etmekten kurtarmak üzere söyler.
Çünkü hareketlerdeki maksat, onlarm kendileri değil, neticeleridir. Her şeyde
durum böyledir. (İsim cümlesinde) Haber olmasaydı, mübtedanın faydası olmaz ve
onu zikretmek anlamsız kalırdı. Buradan ‘Sizi
abes yere yarattığımızı mı zannettinizT’598 ayeti anlaşılır. Başka bir ayette ‘Gökleri,
yeri ve ikisinin arasındakileri batıl olarak yaratmadık’599 denilir. Burada Allah Teâlâ’nın
âlemi yaratmadaki sebebin ve hikmetin bilgisine dikkat çekilir. Allah Teâlâ’nın
isimlerinden biri Haktır. ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir’600 buyrulur. Bunun anlamı, sabitliğinde
değil, dış varlığında müstağnidir demektir. Âlem sabitlik halindeyken onunla
yetinme ve varlığında müstağnilik gerçekleşir. Çünkü âlem mümkün iken, ilahlığa
hakkını vermişti. Mümkünlerin talebi olmasa ve yokluk halini tattıkları gibi
varlık halini tatmayı istemeselerdi, sabitlik dilleri varlığı zorunlu olan’dan
kendilerini var etmesini istemezdi. Bu talebin sebebi bilgilerinin zevk bilgisi
olmasını istemeleridir. Varlığı zorunlu olan -kendisi için değilonları onlar
için yaratmıştır. Allah Teâlâ onların varlıklarından müstağni olduğu gibi
onların kendisine ve sabitliğine delil olmasından da müstağnidir. Onlarm Allah
Teâlâ’ya delil olmaları bakımından yoklukları varlıkları gibidir. Yokluktan var
edilen hangi şeyden Allah Teâlâ’yı bilme hakkmda bilgi meydana gelir? Bu
nedenle Allah Teâlâ’nın âlemden müstağni olmasının âlemin varlığında müstağni
olmasının kendisi olduğunu anladık. Bu mümkünün ezelde yoklukla nitelenmesi
bakımından garip bir meseledir. Ezel tercih kabul etmez. Mümkünün yokluğu
ezelliğiyle beraber nasıl onu kabul eder ki? Bu husus, kendisi olması
bakımından mümkün olması yönüyle onun hakkmda iki hükmü kabul etmesi demektir.
Mümkün adına yolduk var sayıldığında, varlık hali de var sayılır. Varlık
halinde onun sahip olduğu hükme göre tercih edilendir. Tercih ezelde yokluk
halinde ve tercih edilenin yokluğuyla nitelenmesi itibarıyla mümküne sirayet
eder. Tercih edenin tercihi bu amaçla gerçekleşir. Amaç ve kasıt ise hükmü
hakikatinin verisine göre her birisinde ortaya çıkan manevi bir harekettir.
Mahsus olursa, bir mekânı doldurur ve mekânı meşgul eder; makul olursa, bir
anlamı ortadan kaldırır ve bir manayı var eder, onu bir halden bir Hakk taşır.
Bu menzilde çeşitli ilimler vardır:
Sınırlı dua ve sınırsız dua, dua edilene karşı neyin söylenmesi ve nasıl
davranılması gerektiği bu menzilden öğrenilir. Hareket ilmi ile sebep ve
neticeleri, bu menzilden öğrenilir. Bilmediği konuda bildiğini zannederek
konuşanın durumu, bu menzilden öğrenilir. Gerçekte konuştuğu konuda bilgisi var
mıdır yoksa o bilgi değil midir? Konuşan bilmese bile, onun bilgi olması zorunlu
mudur? Böyle bir şey âlemde ortaya çıkar mı? Bu, mertebeleri ayrıştırmada Allah
Teâlâ için bir yaratmadır. Bu sayede bilgisizin bilenin karşısında ve bilginin
bilgisizlik karşısındaki derecesi ortaya çıkar. Veya sadece bilgi mi vardır? Allah
Teâlâ’nın âlemde ellerinde yarattığı hayretin belirlenmesi bu menzilden
öğrenilir. Acaba hayret genel olarak mutluluğu verir mi, yoksa mutsuzluğu mu
verir? Bu konuda hayretin tafsili var mıdır? Bir kısmı mutluluk verirken bir
kısmı bedbahdık mı verir? Bu konuda hayrete düşülen şey nedir? Onda hayrete
düşmek zorunlu mudur, hayrete düşmemek mümkün müdür? Hayret sahibinin hayret
esnasında bâtınında bulduğu yanmanın sebebi bu menzilden öğrenilir. Acaba
hayret sahibinin hayrete düştüğü konuyu bilmesi hayretin kendisi mi olur?
Böyleyse yanma acısı kalkar. Delillerin ortaya konulması bu menzilden
öğrenilir. Allah Teâlâ onları nazar ve basiret sahibi olan akıllılar için nasıl
düzenledi? Garibin bilgisi bu menzilden öğrenilir. Bu, bilgiye kabiliyetli olan
kimsenin üzerinde bilgi almadığı bir vaktin geçip geçmeyişini bilmektir. İlahi
mertebe bu menzilden öğrenilir. Acaba Allah Teâlâ’dan perdeler mi, yoksa Allah
Teâlâ’ya delil midir? Onu perdeleyen nitelik ve yaratıcısına delil olan
nitelik, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın kesinlikle tek olarak
yaratmadığı ve böyle bir yaratmanın geçerli olmadığı, iki veya daha fazlasını
yarattığı bu menzilden öğrenilir. Hâlbuki varlıkta bir gecikme ve öncelik söz
konusu değildir.
Hakk adına birliğin ancak ilahlığında
sabit olması bu menzilden öğrenilir. Varlığında iki veya daha fazla akli şey
gerekir. Bunları nispet veya mutlak birliği bilmedikten sonra sıfat sayabilirsin.
Bunlardan birisi de ilahi isimlerin var olanlara ilişmesinin bilgisidir.
Ahiretin gelinceye kadar koşması, bu menzilden öğrenilir. Acaba o nereden
gelir? Kendisine nispet edilen bu hareket nedir? Dünya ve ahiretin makul
olmasının mahiyeti nedir? Allah Teâlâ’dan yüz çevirenin bilgisizliği bu menzilden
öğrenilir. Hâlbuki Allah Teâlâ ‘Her nereye dönerseniz, Allah
Teâlâ’nın yüzü oradadır’601 buyurur. Allah
Teâlâ’nın yüzüne yönelen insan nasıl bedbaht olabilir? O kişi Allah Teâlâ’nın
yüzüne dönmeyi amaçlamasa bile, gerçekte Allah Teâlâ’nın yüzüne dönmüş ve Allah
Teâlâ’nın yüzünden yüz çevirmiştir. Acaba insan için Allah Teâlâ’ya her yönden
yönelen ifadesi nasıl kullanılır? Bu, insan bütünüyle yüz ve göz olduğunda
geçerlidir. Böyle bir niteliğe sahip olanın O’ndan yüz çevirmesi mümkün
değildir. Garip bir bilgi, bu menzilden öğrenilir. Bu bilgi insana ancak
kendisini ayakta tutan asıl nedeniyle ondan çıkan şeylerin döneceğinin
bilinmesidir. Bu durum ‘Bütün iş O’na döner’602 ayetinde belirtilir. İş bütünüyle
O’ndan başlar ve tekrar O’na döner. Bu, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
‘Bunlar sizin amellerinizdir, size döndürülürler’ ifadesinde belirtilir. Sadece
sana döndüğünde övülecek olan davranışların senden çıkması için çalışmalısın!
Son kademinde Allah Teâlâ karşısmda huzur sahibi olanın durumu bu menzilden
öğrenilir. Bu, teklif diyarında olabilir. Kazanç ve zararın konusu bu menzilden
öğrenilir. İnsan için dünyada veya ahirette bulunacak bir yer var mıdır yok
mudur? Ahiret derken şeriadarın Allah Teâlâ’dan getirdiği ahiret hayatım
kastetmekteyim.
Dünyada hâlle bölünenin ahirette yer
olarak bölüneceği bu menzilden öğrenilir. Öyleyse ahirette iki menzil vardır:
Cennet ve cehennem. Dünya da İki menzil vardır: Elem ve haz veya azap ve
nimet. İnsan niteliksiz olduğu söylenen bir halde nasıl olabilir? Misal olarak
Ebu Yezid’in iddiasını verebiliriz. Acaba böyle bir iddia sahibi dünya veya
ahirette olmayan bir mertebenin sahibi midir? Daha mühim ve mühimi dikkate
almayı terk edenin durumu bu menzilden öğrenilir. Geçici durumların âlemde bir
etkisinin olmayışı bu menzilden öğrenilir. Rızıkların hâzineleri bu menzilden
öğrenilir.
Salihlerden birisine bir adam
ailesinin çokluğundan şikâyet edince salih insan ‘Evine git! Kimin rızkı Allah
Teâlâ’ya ait değilse, onu bul ve evden çıkart’ demiş. Adam ‘Hepsinin rızkı Allah
Teâlâ’ya aittir’ deyince, arif şöyle demiş: ‘Peki onların azlık ve çokluğıından
sana ne?’ Müşahedeyle hüküm, ayrım yapmak ve keşifle hüküm vermek, bu
menzilden öğrenilir. İrade, meşiyet, himmet, kasıt ve niyet arasındaki fark, bu
menzilden öğrenilir. Vekilin kendisini vekil atayanın niteliklerine sahip
olması, bu menzilden öğrenilir. Acaba onların hepsini yerine getirir mi, yoksa
bunlar kendisinden talep edilir mi? Sözün mertebeleri, bu menzilden öğrenilir.
Kötülük iyilik ve güzelliğe göre söze nasıl nispet edilir? Allah Teâlâ’yı
tenzih ve ispat yoluyla övgünün O’na ulaştırılma yolları bu menzilden
öğrenilir. Bedbaht ve mutlular arasında dünyada gerçekleşecek eşitliği sağlayan
husus bu menzilden öğrenilir. Varlıklara yönelme ve Hakkın yönüne yönelme, bu
konuda övülen ve kınanan hususlar bu menzilden öğrenilir.
Hakkın kendisine nispet ettiği yapıyı
ortaya koyma ile sadece kullarının elleriyle gerçekleşecek hususlar, bu
menzilden öğrenilin Dürülmek ve geri dönmek, lazım ve kaim, boyun eğen ve inen
bu menzilden öğrenilir. Hakkın kullarını çağırdığı ibadetlerde Hakka yönelinen
durumlarda niyetin tekrarlanmasının alametleri, bu menzilden öğrenilir.
Yaklaştıricı ve uzaklaştırıcı yollar, saliklerin bu konudaki durumları bu
menzilden öğrenilir. Kendilerinde ve üzerlerinde sülük meşru olunca veya
olmayınca, eserlerin hesabı bu menzilden öğrenilir. Bu yoları selim akıl ve
doğru düşünce de gerektirir. Bu konuda -tevkif olmadanilahi yakınlık bu menzilden
öğrenilir. Bu hususta sahih olan ve olmayan hususlar bu menzilden öğrenilir.
İnsana uygun yakın nimetlere karşılık Allah Teâlâ’ya hamd bu menzilden
öğrenilir. Alemde her varlığa ait yararlar, bu menzilden öğrenilir. Alemdeki
engeller alda ve şeriata göre men edilenler, bu menzilden öğrenilir. Madumun
mevcut suretinde ortaya çıkması, gerçek varlıktan ayrışması bu menzilden öğrenilir.
Nihal ve milel, bu menzilden öğrenilir. Kendisinden ancak faydası kaybolduktan
sonra fayda alınan şey bu menzilden öğrenilir. Dilencilerin halleri bu
menzilden öğrenilir. Her soruya layık cevap bu menzilden öğrenilir. Hakkın
kullarını amellerinde kabul etmesi veya haram veya kınanmış olmadığı halde
kabul etmeyişi bu menzilden öğrenilir. İlahi azamet ve büyüklük arasındaki
fark, bu menzilden öğrenilir. İhsan ve mahiyeti bu menzilden öğrenilir. Üzüntü
sebebi var iken, Hakkın kendisini üzen işte kulunun vekili olması bu menzilden
öğrenilir. Misille karşılık vermek bu menzilden öğrenilir. Güzel isimlerin sonuçları,
bu menzilden öğrenilir. İmaret, tahriplik ve dünya ve ahiretteki hükümleri, bu
menzilden öğrenilir. Haktan dönüş dönende nasıl bir etki yapar, bu menzilden
öğrenilir. Bir’in çok ile değerlendirilmesi bu menzilden öğrenilir. Şair şöyle
der:
Allah Teâlâ’ya çok gelmez
Âlemi birde toplamak
Hadiste geçen ‘tehalüc’ün takdiri ve
bu konuda ortadan kalkan ve kalkmayan hususlar, bu menzilden öğrenilir.
Fitnelerin kalplere ilişmesi ve onlara alışan ile alışmayanın durumu bu
menzilden öğrenilir. Kuşkuya kapılanın kuşkusunu baki kılacak sebep ile onu
kuşkudan çıkartabileceği halde bunu yapmayan araştırma bu menzilden öğrenilir.
İman ve bilgi arasındaki fark, alim ve mümin arasındaki mertebe farkları, bu
menzilden öğrenilir. Hakkın kulların razı olacağı işleri soruşturması, bu
menzilden öğrenilir. Onlar Hakkı razı edecek işlerin peşinden gider. Bu, uygun
karşılıktır. Beyanı geride bırakmak, bu menzilden öğrenilir. Bu esnada
kendisine ihtiyaç olmakla birlikte alimin gördüğü bir durum nedeniyle izahını
öne almak mümkündür. İlahi affın talep ettiği şeyin niteliği bu menzilden
öğrenilir. İzhar edilen ilimler ile örtülmesi gereken ilimler, bu menzilden
öğrenilir. Gayb âleminin şehadete şehadet âleminin gabya girmesi, bu menzilden
öğrenilir. İstidrac ve mekir, bu menzilden öğrenilir. Gayesi amel olup da bu
gayenin ortaya çıkmadığı her bilgi bu menzilden öğrenilir. Bunun nedeni nedir?
Göğün içbükey küre gibi değil çadır gibi olması bu menzilden öğrenilir.
Göklerin yapısı gök bilimcilerin zikrettiğinden farklıdır. Acaba yıldızların
dönüşünün sebebi nedir? Kendilerinden dolayı mı? Yoksa onları çevrine bir felekten
dolayı mı dönerler? Aklî imkânın varlığı nedeniyle çatışmanın kendisinde
gerekli olduğu husus bu menzilden öğrenilir. Bilginin bilenin nefsine etkisi bu
menzilden öğrenilir. Alemin yaratılışının cevherlerin varlıklarına dönmesi, bu
menzilden öğrenilir. Âlemdeki her tür ve cinsten seçilmiş ve tercih edilmiş
şeyler bu menzilden öğrenilir. Manalarda ve mana olmayan şeylerde, babalar ve
oğullar bu menzilden öğrenilir. Sebeplere bağlanmak ve onlarla bağlanmayı terk
bu menzilden öğrenilir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Yirmi dördüncü sifir sona erdi.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar