Print Friendly and PDF

YİRMİ DÖRDÜNCÜ SİFİR 3.Bölüm

 


ÜÇ YÜZ ALTMIŞINCI BÖLÜM

Övülmüş Karanlıkların ve Görülen Nurların Menzilinin Bilinmesi

Gerçekte kabul nuru imanın ta kendisi

Fikrinin nuru ayet ve burhan

Fikir nuru kuşkudan ayrılmaz

Bazen eksilen bazen artan kuşkular

En yüce imanın nuru bilgi sahibi

Gözetleme kulesinin başındadır, bühtansız

Akıl ona bakarken, onun üzerindeydim

Mesleklerine karşı hüküm ve sultanı var

Zorunludur o, ne fikir ve ne nazar

Kâr ve zarar da onu sınırlamaz

Seni baki kılacak şeyi Allah Teâlâ sana öğretsin ve seni temiz olanlardan etsin, bilmelisin ki: Nur idraki sağlar, fakat kendisi idrak edilemez. Hâlbuki karanlık idraki mümkün kılmazken kendisi idrak edilir. Bazen ışık öyle büyür ki, kendisi idrak edilir, fakat onunla idrak mümkün ol­maz; bazen' latifleşir ve bu kez kendisi idrak edilmez, fakat onunla id­rak gerçekleşir. İdrak, idrak edilen şeydeki nur sayesinde gerçekleşir. Akla ve duyuya göre böyle olması zorunludur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Rab­bini gördün mü?’ diye sorulunca, ‘Nurdu, nasıl göreyim’ demiş ve ya­kınlığın en ileri derecesine dikkat çekmiştir. Çünkü Allah Teâlâ insana şah-


damarından daha yakındır. Allah Teâlâ can çekişen hakkında ‘Biz ona şahdamarından daha yakınız447 buyurur. Öyleyse Hakk saf nur, imkânsız olan (müstahil) saf karanlıktır. Karanlık hiç bir zaman ışığa dönüşme­yeceği gibi ışık da karanlığa dönüşmez. Alem de nur ile karanlık ara­sındaki berzahtır. Özü gereği karanlıkla nitelenmeyeceği gibi ışıkla da nitelenmez. Alem berzah ve ortadır. Bu nedenle de iki ucun hükmüne sahiptir.                     .

Allah Teâlâ insanda iki göz yaratmış, iki yol arasında bulunduğu için ona iki yol göstermiştir. Birinci gözüyle insan ilk yoldan nuru kabul ederken istidadı ölçüşünce ona bakar. Diğer gözüyle öteki yoldan karanlığa ba­kar ve onu kabul eder; kendiliğinde ise ne karanlık ne nurdur. Aynı zamanda insan kendiliğinde mevcut veya madum da değildir. însan özü gereği güçlü bir manidir: O saf ışığın karanlığı kaçırmasını engellediği gibi saf karanlığın saf ışığı kaçırmasını da engeller. Böylelikle insan var­lığıyla iki ucu birden karşılar ve bu sayede varlıkla nitelenmesini sağla­yacak ışık kazanırken karanlıktan da kendisiyle niteleneceği yokluğu el­de eder. Binaenaleyh insan iki taraftan korunurken iki tarafı da korur. Yaratıkların değerini ancak Allah Teâlâ bilebilir. Âlemde ortaya çıkan karanlık ve nurların kaynağı bu olduğu gibi mümkünün iki ucun hükmünden aldığı tesir de budur. Yaratılmış iki ucun varlığını koruyacak bir mesa­bede olmasaydı, ‘Rabbiniz kendisine rahmeti yazdı5448 ayetinde belirtildiği üzere Hakk kendisini böyle nitelemezdi. Başka bir ayette ‘Rahmetim her şeyi kuşatır5449 buyururken başka bir ayette ‘Bu, uygun bir karşılıktırA5° der. Bunun nedeni mümkünün sahip olduğu (iki ucu) koruma halidir. İmkânsız da bunu gözetir ve kendi hakikatinden ona aktarır ve yoklu­ğunu korurken Hakk da onun varlığını korur. Mümkün, olumlama ve ispatta aynı anda varlık ve yoklukla nitelenmiştir. Başka bir ifadeyle mümkün, bunlardan her birini kabul edicidir. Yine bu nedenle olumsuzlamada da mümkün veya madum olmamayı kabul edicidir. Böylelik­le mümkün, olumlama ve olumsuzlamadaki niteliğinde o ikisini bir araya getirmiştir. Mümkün yoklukla nitelenmeksizin mevcut olsaydı, Hakk; madum olup varlıkla nitelenmeseydi bu kez imkânsız ölurdu. Öy­leyse mümkün koruyan-korunan, sakınan-sakınılandır. Bu tanım müm­kün için sabit ve ayrılmaz bir tanımdır ve mümkünün bunun dışında kalması mümkün değildir. Yine bu nedenle mümkün, yokluk ile varlık arasında hayretle nitelenir. Bunun nedeni, özelliği gereği, iki uçtan biri­sine tam olarak geçememesidir.

‘Haktır’ dersen, sözün doğru                                         .

Batıl dersen, yalan söylemiş olmazsın

Bunu öğrenince, insanların ışığın ve karardığın manası hakkında söylediklerini söyleyelim. Bunlar, örfte bdinen şeylerdir. Misal olarak şimşeklere, yıldızlara, kandillere ve benzeri şeylere izafe edilen ışıkları verebiliriz. Aynı zamanda duyuda algılanan ve bdinen karanlık da böy­ledir. Bâtının mana ve nurları da bu kısımdadır. Bu kısma misal olarak, aklın nurunu, iman ve bdgi nurunu verebiliriz. Bâtının karanlığına mi­sal olarak da bilgisizlik karanlığını, şirk ve akılsızlık karanlığını verebili­riz. Ne ışık ne karanlık olan da vardır. Buna misal olarak kuşku, zan, hayret ve nazarî araştırmayı yerebiliriz. Bu, karanlık olmadığı gibi ışık da değüdir. Böyle ifadeler örfte vacib (zorünlu), imkânsız ve mümkü­nün hakikatlerinin mecazlarıdır.

Mümkün, bizatihi, kendi hakikatiyle birlikte iki ucun hakikatini bir araya getirir. Bundan mümkünde bulunan mana, mahsus ve hayal­leri sana açıklayacağız. Bu toplamın hükmü ise mümkünde ortaya çı­karken kesinlikle iki uçta gözükmez. Öyleyse mümkün hakkındaki bil­gi, engin ve dalgaları büyük bir bdgi deryasıdır. O deryada gemder ba­tar ve iki ucundan başka sahili olmayan bir deryadır o. İki uçta ise öyle bir bilgiye ulaşamayan aciz akılların zannettiği şeyler bulunmaz. Sağ ve sol gibi. Bunun nedeni, ikisinin arasındaki durumun böyle olmayışıdır. Olsaydı, tahayyül de olmalıydı. Zikrettiğimize göre en yakın olan mi­salle hayalde canlandırmak gerekir. Gerçekte bu durum, çevre karşısın­daki nokta ve ikisinin arasındaki şeylere benzer. Nokta Haktır, çevre­nin dışındaki boşluk, yokluk veya karanlıktır. Nokta ile çevrenin dışın­daki boşluk arasında ise mümkün vardır. Bunu aşağıdaki şekille göste­rebiliriz:            

Noktayı zikrettik, çünkü nokta dairenin çevresinin aslıdır. Daire noktayla ortaya çıktığı gibi mümkün de Hakk sebebiyle ortaya çıkar. Çevre dairenin bir parçasıdır. Noktadan çevreye doğru uzayan çizgiler bulunduğunu var saysak, bunlar bir noktada sonlanır. Öyleyse çevre bütün olarak nokta karşısında bu mesabededir. Bu durum ‘Allah Teâlâ onla­rın ardından ihata edendir*451 ayetinde belirtilen husustur. Başka bir ayette ‘0 her şeyi ihata edendir*452 denilir. Böylelikle çevredeki bütün noktalar çizginin bitimi olmuştur. Kendisinden çevreye doğru çizginin çıktığı nokta, çizginin başlangıcıdır. Öyleyse o ilktir, sondur. Binaena­leyh o, noktanın ve her çizginin başlangıcı olması gibi, her mümkün için ilktir. Hakkın dışında ve Haktan zuhur eden şeyin dışında kalan ise varlık kabul etmeyen yokluktur. Çıkan çizgiler ve mümkünler, Allah Teâlâ’dan başlar ve yine O’na döner. ‘Bütün işler O’na döner.’ Çünkü çizgi bir noktada sonlanır. Çizginin başlangıcı ve sonu, çizgidendir ve çizgiden değildir, nasıl istersen öyle diyebilirsin. Bu, Eşarilerin sıfatlar hakkında söylediği üzere, hakkında ‘ne o ne o değil’ denilebilecek şey­dir. Kim kendini bilirse, Rabbini de öyle bilir. Bu nedenle Şâri seni Allah Teâlâ’yı bilmede kendini bilmeye yönlendirmiştir. Bu durum ‘Onlara ayet­lerimizi göstereceğiz453 ayetinde belirtilir. Bunlar, ufuklardaki deliller­dir. ‘Ve nefislerinde de.’ Böyle demekle Allah Teâlâ ayette âlemden zikredil­memiş bir kısım bırakmamıştır. Çünkü senin dışındaki âlemin tümü, ufuklardır ve onlar senin çevrendir. ‘Ta ki onlara görünür, O’nun Hakk olduğu.’ Yani başkası değil, Haktır, çünkü başka yoktur. Bu nedenle çizgi noktalardan bileşiktir ve onlar ancak böyleyken bilinebilirler. Yü­zeyler de çizgilerden oluşur ve dolayısıyla noktalardan oluşur. Cisim yüzeylerden bileşir. Yani cisim, noktalardan bileşik çizgilerden oluşur.

Terkibin en ileri merhalesi cisimdir ve cisim sekiz noktadır. Allah Teâlâ hak­kında bildiğimiz ise zat ve yedi sıfattır. Binaenaleyh bu sıfadar ne O’dur ne O değildir. Buna göre cisim noktalardan başka bir şey olma­dığı gibi noktalar da cisimden başka bir şey değildir. Fakat aynı za­manda cisim noktalar da değildir ve noktalar da cisim değildir.

Cismin en azının sekiz nokta olduğunu söyledik, çünkü ‘çizgi’ adı iki veya daha fazla noktadan var olur. Asıl itibarıyla yüzey, iki veya da­ha fazla çizgiden oluşur. Yani yüzey dört noktadan oluşur. Cisim ise iki veya daha fazla yüzeyden oluşur. Bu durumda cisim bilfiil sekiz noktadan var olmuştur. Cisim adına uzunluk çizgiden, genişlik yüzey­den ve derinlik iki yüzeyin bileşiminden meydana gelmiştir. Böylelikle delillerin yapısı üçlemeye (mantıktaki önermeler) bağlı olduğu kadar cisim de üçlü bir yapıya dayanmıştır. Nitekim varlığın aslı -ki Haktırâlemi üç hakikat vasıtasıyla var etmiştir; hüviyeti, yönelmesi ve sözü (ol sözü). Alem hem duyuda hem manada, kendisini yaratanın sureti­ne göre ortaya çıkmıştır. Binaenaleyh o, nur üstüne nur, karanlık üstü­ne karanlıktır. Çünkü her nurun karşılığında bir karanlık olduğu gibi her varlığın karşılığında bir yokluk bulunur. Varlık zorunlu ise muka­bili zorunlu yokluktur; mümkün ise, mukabili mümkün yokluktur. Her mukabil, gölgeyle şahsın ilişkisinde olduğu gibi, mukabilinin suretindedir.

‘Allah Teâlâ’nın kendisi için nur yaratmadığı kimse5454 ayetinde dikkat çeki­len meseleyi bilmelisin. Mümkünde yaratılmış nur, Hakkın varlığından başkası değildir. Binaenaleyh Allah Teâlâ, rahmet etmek ve müminlere yar­dım gibi bazı hususları kendisine vacip kılmıştır. ‘Rabbiniz kendi üzerine rahmeti yazdı’455 ve ‘Müminlere yardım üzerimizde haktır456 buyrulur. Allah Teâlâ kendisini mümkünde yaratıcı olmakla da nitelemiştir. Çünkü nur olmasaydı, mümkünün varlığı ortaya çıkmaz ve varlıkla nitelenmezdi. Her kim varlıkla nitelenirse, Hakk ile nitelenmiştir. Varlıkta Allah Teâlâ’dan başkası yok! Öyleyse varlık, tek hakikat olsa bile, onu mümkünlerin dış/aynî varlıkları çoğaltmıştır. Varlık bir-çoktur. Varlık mümkünlerin dış varlıkları nedeniyle dolaylı olarak bölünür. Nitekim biz de dolaylı (tâbi) olarak varız. Hakk olmasaydı biz de olmazdık. Biz olmasaydık, kendisine nispet etiği çok sayıdaki nispet ve farklı anlamlı isimler ne­deniyle çoğalma da olmazdı. Öyleyse bütün varlık, bize ve Ona dayalı­dır. Biz Onunla var olduğumuz gibi O da bize bağlıdır. Bütün bunlar, O’nun ilah olması yönünden böyledir. Çünkü Rab özü gereği hem varlık hem takdir itibarıyla ‘merbub’ talep etse bile ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir.5457 O’na kendisinden başka delil yoktur. Allah Teâlâ kendisini müstağnilik özelliğiyle nitelemiştir. Çünkü hâdis varlıktan başkası O’nu hâdislik bilgisiyle bilmez. Mümkünün varlıkla nitelenmesi Hak­kın onun aym olmasıdır. Bu durumda mevcut olmak bakımından bi­linmesi Hakk kendisi tarafından bilinir. Binaenaleyh Hakk âlemlerden müstağnidir. Alem ise Allah Teâlâ’dan müstağni değildir. Çünkü âlem müm­kündür ve mümkün bir tercih edene muhtaçtır.

Kendileriyle Hakkın âlemden perdelendiği nurani ve karanlık per­deler, iki uç arasında vasıta olması itibarıyla, mümkünün nitelenmiş olduğu karanlık ve nurdan ibarettir. Mümkün sadece kendisine, yani sadece perdeye bakabilir. Mümkünden perdeler kalksaydı, imkân özel­liği ortadan kalkardı. Mümkün kalktığında ise zorunlu ve imkânsız or­tadan kalkardı. Öyleyse perdeler sürekli çekili olmalıdır ve ancak böyle olabilir. Perdelerin kalkması hakkında zikrettiği şeye bakınız! Allah Teâlâ ‘Perdeler kalksaydı, yüzünün tecellileri gözün idrak ettiği bütün yara­tıkları yakar’ der. Hakk yaratıkların kendisini göreceğini ve yanmayacak­larını söylemiştir. Bu durum,.görmek olsa bile, perdelerin yine de or­tadan kalkmayacağını gösterir. Öyleyse görme zorunlu olarak perde ardından gerçekleşecektir ve bu zorunludur. ‘Gözündeki’ zamir, ‘şey5 kelimesine döner ve ‘şey5 yaratıkların kendisidir. Öyleyse Allah Teâlâ, sözü tam yorumladığımızda, adeta şöyle der: Yaratıklarının gözü kendisini göremeyecektir. Çünkü Allah Teâlâ’nm bizi gördüğünde kuşku yoktur. Yüzünün tecellileri ise vardır. Öyleyse perdeler O’nun aynıysa, onlar ortadan kalkmaz; yaratılmış iseler tecelliler onları yakar. Çünkü onlar perde olmaksızın gözü tarafından idrak edilmektedirler. Perdeler yansaydı, biz de yanardık ve olmazdık. Hâlbuki biz, hiç kuşkusuz, varız. Öyleyse perdeler çekilmiştir, insanlar bu kutsi hadisi anlasaydı, hiç kuşkusuz kendi nefislerini bilmiş, nefislerini bildiklerinde de Hakkı bilmiş, Hakkı bilselerdi O’nunla yetinir ve göklerin ve yerin melekûtuna değil sadece Hakka bakarlardı. Çünkü gerçek kendilerine gerçek keşf olunsaydı, O’nun göklerin ve yerin melekûtunun aynı olduğunu görürlerdi. Hakim Tirmizi Hakkı böyle bilmiş ve O’na bu ilahi keşif gerçekleştiğinde ‘mülkün mülkü’ adını vermiştir.

iş devridir, bilinmez

Şe’n mahkûmdur, hüküm vermez

Sadece Allah Teâlâ var, o kadar!

. Onun kesin varlığından başka yok

O bir vakit bilinir                             '

Bir vakit bilinmez meçhul kalır

VASIL

Nur Olmasaydı Hiçbir Şey İdrak Edilmezdi

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, hakikat şunu gerektirir: Nur olmasaydı, bilinen veya hissedilen veya tahayyül edilen hiçbir şey idrak edilemezdi. Nura verilen isimler, güçlerin değişmesi nedeniyle, değişir. Bu isimler sıradan insanlarda güçlerin isimleriyken ariflere göre idraki mümkün kılan nurun isimleridir. Duyulanlar idrak edildiğinde, bu nur duyma (gücü) diye isimlendirilirken görülenler idrak edildiğinde ‘görme’ diye isimlendirilir. Dokunulanlar idrak edildiğinde bu kez do­kunma (gücü) diye isimlendirilir. Aynı şey tahayyül edilenler için geçerlidir. Öyleyse bu nur, dokunma duyusunun kendisidir, ondan baş­kası değildir. Bu nur, koklama, tat alma, tahayyül etme, ezberleme, akletme, düşünme, tasavvur etme (güçlerinin) aynıdır. Öyleyse idraki mümkün kılan her şey, bu nurdur.

İdrak edilenlere gelirsek, onlar kendiliklerinde idraklerini sağlayan istidada sahip olmasalardı, idrak edilmezlerdi. İdrak edilenlerin idrak edene görünme özelliği vardır ve ancak bu durumda idrake konu olur­lar. Söz konusu gözükme ve zuhur ise nurdur. Öyleyse idrak edilen her şeyin nurla ilişkisinin olması gerekir ve ancak bu sayede o şey idrak edilmeye istidadı olur. Binaenaleyh bilinen her şeyin Hakk ile bir nispe­ti vardır. Hakk ise nurdur. Öyleyse bilinen her şeyin nurla bir ilişkisi ve nispeti vardır. Nur sayesinde imkânsız (bile) idrak edilir. İmkânsız kendiliğinde bulunduğu durumu kabul etmeseydi, müdrik bir şeyi id­rak edemezdi.

Bu nedenle imkânsız aklın taksimlerine nüfiız ettiği gibi zorunlu da bu taksime nüfuz eder ve şöyle deriz: Zatı gereği zorunlu olanın yokluğu kabul etmesi imkânsızdır. Mümkünün zati zorunluluğu kabul etmesi imkânsızdır. İmkânsızın mümkün olmayı kabulü imkânsızdır. Vacip olmak hakkmda da ‘Mümkün için yokluk nispetiyle zorunluluk nispetinin aynı olması zorunludur’ deriz. İmkânsız hakkmda ‘imkân ile nitelenmemesi zorunludur’ deriz. Aynı şeyi imkân hakkmda söyleme­yiz. İmkânsız için şöyle olması veya böyle olması mümkündür denile­mez. Veya zorunlunun şöyle olması veya böyle olması mümkündür denilemez. Mümkün, zorunlu ve imkânsız hükümlerinin altına girer­ken zorunlu ve imkânsız imkân hükmünün altına girmez. Bu nedenle Vacib hakkında ‘bir şeyi şöyle yapması veya yapmaması mümkündür’ denilemez. Söylenebilecek ve söylenmesi doğru olan şudur: Mümkü­nün bir şeyi şöyle yapması ve yapmaması mümkündür. Bu, insanların büyük kısmının göz ardı ettiği bir meseledir.

Öyleyse imkânsız olan veya olmayan tüm bilinenlerin nura dönük bir nispetinin olduğunu öğrenmiş oldun. Bilinenin kendisine dönük nispetinin olduğu nur olmasaydi, o şeyin bilinen ve malum olması mümkün olmazdı. Allah Teâlâ’dan başka bilinen yoktur. Öyleyse kimse ger­çekte ne dediğini ve -kendilerini bilse bileişleri nasıl nispet edeceğini bilmez. İbareler, hakikati üzere onları ihatadan eksiktir. Çünkü Allah Teâlâ her şeyi bu nura dönük nispederi yönünden ihata eder. O nur sayesin­de her şey malum haline gelir. Bu bağlamda yokluk ve imkânsız da bi­linen şeyler arasındadır.

Şeyden başkası yok, çünkü başkası yok Nur olması bakımından bilgi onu ihata eder

İşaret ettiğimiz hususu iyice incelersen, bilinenlerin hakikatlerinin varlıkla veya yoklukla veya ne varlık veya ne yokluk ne ispat ne olum­suzlukla nitelenirken, nasıl olduklarını anlarsın.

işte garip bir bilgi bu, ehlinden olursan Sen de garip olur ve bilmezsin

Garipliğini bilmeyenler vardır ya işleri en iyi onlar anlar hâlbuki

Nuruyla kalbe hayat vereni tenzih ederim Bazen fikirle bazen zikirle nurlandırır onu

İdrak edilmeyen nur, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Nurdu, nasıl idrak ede­rim ki?’ hadisinde geçer. Bu idraksizliğin nedeni, idrak nurunun onda mündemiç olmasıdır ve bu nedenle kendisini idrak edememiştir, çünkü ona yabancı değildir. Böyle bir nur, bütününe dönen parçaya benzer. Çünkü parçalarının hepsini içermediği sürece ona ‘bütün’ adı verile­mez. Böylelikle parça bütüne dahil olmuştur ve bütün parçalardan başkası değildir. Öyleyse bütün parçalarını parça olarak idrak ederken parça bütünü idrak edemez. Bu nedenle Hakk parçaları bilirken parçalar O’nu bilemez. Parça bütünü bildiğinde, ondan ancak cüziliğini bilebi­lir, çünkü bütünü kendinde ve kendisi için bilmiştir. Bazen bütünün parçası olduğunu da bilemez. Bu nedenle insanlar bilgide derecelenir. Bir şeyi bilmek bilinende bilinmeyen bir yön kalmaksızın gerçekleş­mez. Aksi halde ondan sadece bildiğini bilmiş olur.

İdrak edilebilen ve ortaya çıkarttığı şeyin idrakini sağlayan nura gelirsek, burada ortaya çıkan şey iki nurla ortaya çıkabilir: Birincisi id­rak nuru, öteki idrak edenin nurudur. İdrak nuru var olmasaydı, eşya ortaya çıkmazdı. Dolayısıyla idrak nuru olmaksızın, idrak edenin nu­ruyla herhangi bir şey görünmezdi. Bazı şeyler idrak nuru nedeniyle zuhur edebilir, fakat kendisini idrak etmese bile, idrak edenin nuru ne­deniyle zuhur eder. Bütün bilinenlerin nurla ilişkisi hakkında bunu söylemiştik. Söz konusu nur olmasaydı, o şey bilinmezdi. Öyleyse göz karardığın kendisini idrak eder ve -görmek gözle gerçekleşmekteysekaranlıkla bir başkasını idrak etmek mümkün değildir.

Manevi Karanlıkların Açıklanması

Manevi karanlıklara misal olarak bilgi karanlığını verebiliriz. Bu karanlık cahilde bulunmadığı sürece alim tarafından idrak edilebilir. Onda bulunduğunda, onu idrak edemez. Çünkü karanlığı idrak etsey­di, alim olurdu. Bilgisizlik karanlığının dışındaki diğer karanlıklara ge­lirsek, bunların hepsi idrak edilir.

Sonra bilmelisin ki, cehalet bilginin belirli bir durum nedeniyle bir yerden olumsuzlanmasıysa, Allah Teâlâ’nın dışındaki herkes cahildir. Başka bir ifadeyle bilgisizlik karanlığı herkesin ayrılmaz özelliğidir ve Allah Teâlâ’nın dı­şındaki hiç kimse bütün bilinenleri ihata imkânına sahip değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ peygamberine bilginin artmasını dilemesini emrederek şöyle buyurmuştur: ‘De ki, Rabbim! Bilgimi artır.*458 Bilgisizlik karanlığı bir şey hakkındaki inancın -her ne olursa olsuno şeyin kendinde bu­lunduğu durumundan farklı olmasıysa, Allah Teâlâ ehlini böyle karanlıklar­dan çıkartmıştır. Çünkü onlar, onların inandığından farklı olan bir şeye inanmazlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Adem’e bütün isimleri öğretti.’459 Hâlbuki burada isimlendirilenlerin hakikatlerini zikretmemiştir. Böyle­likle Adem o hakikatlerin bir kısmını bilmiş, bir kısmını bilmemiştir. Öyleyse isimlendirilenler ‘şunlar’ sözüdür. Bunlara ‘Bana şunların adla­rını bildirin, doğru sözlü iseniz460 ayetinde işaret edilir. İsimler, melekle­ri tedip ederken ‘şunlar’ diye işaret edilen varlıkların yaratılış ve hü­kümlerinde dayandıkları ilahi isimlerdir. Allah Teâlâ meleklere (Adem’e veri­len bilginin üstünlüğünü göstermek üzere) şöyle der: ‘Bu isimlerle be­ni tespih veya takdis ettiniz mi?’ Çünkü onlar şöyle demişlerdi: ‘Biz se­ni tespih ve takdis ederiz.’461 Melekler bu sözleriyle kendilerini tezkiye etmiş, kendilerine düşmediği halde Allah Teâlâ’nın yeryüzündeki halifesini kı­namışlardı.

Fakat bilmelisin ki, âlemdeki hiçbir şey Allah Teâlâ’yı hakkıyla takdir edemez. Çünkü meleklerden daha iyi Allah Teâlâ’yı ve O’nun şanına yaraşan şeyleri bilen yok iken onlar şöyle demişlerdi: ‘Orada bozgunculuk yapa­cak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın.’462 Bu ifade daha üstte bulu­nanın kendisinden aşağıda bulunan hakkında kullanabileceği bir ifade-


dedir. Buna misal olarak ‘Sen misin insanlara beni ve annemi iki ilah edi­nin diyen463 ayetindeki ifadeyi verebiliriz. Hatta meleklerin ‘Orada fesat çıkartacak birisini mi yaratacaksın:464 sözleri bundan bile daha şiddetli bir ifadededir.

Şimal yönünü görmüşler, fakat görmemişler

Beyaz kabzadaki sağ eli

Çünkü Allah Teâlâ ‘Sen mi dedin insanlara465 derken, Hz. İsa’ya ve annesine ibadet edip onların ilah olduğunu ileri sürenlere karşı delilin ortaya konması anlamında bunu söylemiştir. Hz. İsa cevabında ‘Seni tenzih ederim, nasıl böyle bir söz söylerim466 demiştir. İddiacı bu sözü duyar ve mekân ve durum karinesiyle de Hz. İsa’nın yalancı olmadığı­nı anlar. Hz. İsa’nın kendisi hakkında ileri sürülen iddiayı reddetmesi de doğrudur. Buradan Allah Teâlâ’nın bu ifadesiyle hakkında bu iddia­yı ileri sürenleri kınamak ve iddialarını saptamak üzere böyle dediğini anladık. Öyleyse soru Hz. İsa’ya sorulmuşken takrir ve kınama ona ibadet edenlere yönelikti. Çünkü genel itibarıyla Allah Teâlâ’nın soru sorması mümkün değilken delil serdetmek ve kınamak amacıyla bir şeyi sorabi­lir. Çünkü soru, sorduğunu bilmeyenden meydana gelebilir. Allah Teâlâ’nın ‘Ey insanlar’467, ‘Ey iman edenler468 ve ‘Allah Teâlâ’ya dönün, ey mümin­ler469 gibi ayederde geçen uzaklık ifadesine gelirsek, bu uzaklık, ilahi isimlerin hükümlerinden kaynaklanır. Çünkü her vakte ait ilahi bir isim vardır ve o isim âlemdeki varlıklardan birisinde hükümrandır. Söz konusu ilahi isim yükümlüye emredilen veya yasaklanan şeylerle çelişen hükümlere sahip olabilir.

Böyle bir durumda Allah Teâlâ’nın emrine itaat etmeyen kula bir şey em­reden veya yasaklayan bir ilahi isim günahkâr kuldan uzaktır ve kuldan uzak isim, kendisine dönsün diye kula nida eder, kul da nidaya kulak verir. Bu durumda kul üzerinde hüküm, döndüğü isme ait olur. Dua­nın ve davetin uzaktan veya yakından olması birdir. Fakat Allah Teâlâ’nın em­rine uymadığı için, kul zorunlu olarak uzaktır.

Bakınız! Kendileriyle birlikte üçüncü bir kişi daha bulunduğunda, işaret eden ile ediİen yakın bile olsa işaret yapılır. Haber veren veya ve­rilen veya her ikisi birden, üçüncü kişinin söylediklerini öğrenmesini istediklerinde, üçüncünün bilmediği yönden işaret eder.

Sufilere göre işaret, uzaktan yapılan nidadır. Yine şöyle derler: ‘Allah Teâlâ’dan en uzak olanınız, kendisine daha çok işaret edeninizdir.’ Bura­daki illet, işaretin Allah Teâlâ’yı bilmemeye delil olmasıdır. Bu esnada sesin ulaşmadığı kimse ile işaretin ulaştığı kimse arasında fark yoktur. Bütün bunlar, karanlıktır ve üçüncü kişi iki kişinin arasındaki bilgiden perdelenmiştir. Dua ve işaretin karanlığı budur. Aklını ver! Çünkü Allah Teâlâ kullarından bir topluluğu uyarmış ve onlara sadece irade edilenlerin anlayabileceği bir sözle nida etmiştir. Bu da remizdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İnsanlarla üç gün sadece remizle konuşacak.’470

İki durum arasındaki eşitlik karanlığına gelirsek, bunun karanlık diye isimlendirilmesinin nedeni iki durumu eşidemenin imkânsızlığı­dır. Çünkü gerçek eşideme ve tesviye, tüm yönlerden benzerliktir; yoksa iki durum arasında bazı yönlerden veya birçok bakımından ben­zerliğin olması değildir. Tüm yönlerden eşitlik imkânsızdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onları korkutsan da korkutmasan da eşittir.’471 Başka bir ayette ‘Vaaz versen de vermesen de bizim için birdir472 denilir. Adeta Allah Teâlâ peygamberine onlarm hal ve durumlarının kendilerinden haber verdikleri şekilde olduğunu bildirmiş ve aktarmıştı. Öyleyse bu da bir karalıktır ve bilgisizlik karanlığı olabileceği gibi inkâr karanlığı da olabilir. Bu inkâr, heva güçlerinden kaynaklanır ki karanlıkların en güçlüsüdür. Fakat bütün bunlar, bilgisizlik karanlığına göre, sihri per­delerdir (zayıf). Bilgisizlik bilginin mahalden bütünüyle olumsuzlanmasıdır ve bu durum hadiste ‘Gözlerin görmediği kulakların, duyma­dığı ve hiç bir akla gelmeyen’ ifadesinde belirtilen duruma benzer. Bu­rada da bilgi ve bilgiye ulaştıracak bütün yollar olumsuzlanmıştır. Alemdeki en güçlü karanlık budur. Çünkü bir şeye gerçekte olduğun­dan farklı bir şekilde inanmak olabilir. Böyle bir durumda söz konusu şey bilinmiş, hakikati ise bilinmemiştir. Başka bir ifadeyle genel olarak onun adı bilinir, ardından bulunduğu durumdan farklı bir şekilde ona inanılır. Yine de bu, belirli bir şeye inanmaktır.

Öyleyse böyle bir insanın karanlığı, bilginin mahalden olumsuz­lanması demek olan cehalet karanlığından daha azdır. Nitekim Allah Teâlâ onların benzerleri hakkında şöyle der: ‘Onlara Allah Teâlâ’dan hesap et­medikleri şey gözükür.’473 Bu husus bedbaiht ve mutluları içerir. Mudulara gelirsek, tehdidin gerçekleşeceğine inandığı halde tövbe etmeden ölen insanı Allah Teâlâ’nın bağışlamasını misal olarak verebiliriz. Böyle bir durumda hüküm meşiyete kalmıştır ve meşiyet onlarm mutlu olmala­rını takdir etmiştir. Allah Teâlâ kendilerini bağışlayınca, onların tehdidin gerçekleştirilmesiyle ilgili gerçeğe aykırı bir tarzda inandıkları ortaya çıkar. Çünkü işin gerçeği tehdit meselesinin Allah Teâlâ’nın iradesine bağlı olmasıdır. Onların inandığı ise bu konuda ilahi ihtiyarın olmayışıdır. Böyle bir şey, kuşku karanlığı diye isimlendirilir.

\ Ey Zevre oğulları, benden size sizden bana ne \ ben karşı konulamayacak olanın ehliyim

Bir şey diyecekseniz, evet deyin sadece ‘Mı’ diye soracaksanız, evet deyin

Gerçek Benim getirdiğimden başkası değil Mevcut bir emirdir ve onun niteliği vardır

Kendinde birdir o, bizim yoktur onda Kendisinden ortaya çıkanda kıdemimiz

 Benim huzuruma onu getirten

İki durum arasında varlık ve yokluk arasında

Biz ondan nurlara sahibiz, ortaya çıktığında Karanlık çukurlar ise bizden

Bunlar kendisini idraki engelleyen Allah Teâlâ’nın perdeleri İtham delilleri böyle ortaya çıkar

Sonra onlarda hidayet alametleri Hükümler ve ilimler tecelli etsin diye

Alem yaratılmış, onun kısımları

Hakkın üzerinde olduğu hal değil o, hükümleri

Biz O’nunlayız O da bizimle Bilgideki ateş gibi imkânsızlıklar

Sureti ortaya çıktı her deyişimde

Nicelik ve nitelikte sureti değiştirdi

Ben de başkalaştım ve farkına vardım

Bizdeki işin durumunu fark ettim

Keşke! Acaba o gözüktüğü gibi miydi?

Ya da başka türlü mü, ey hakem söyle

Dedi ki: Ben de sizin gibiyim.

Şaşkın; bilgide bir tecrübem yok

Allah Teâlâ seni desteklesin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ insanı içinde bulunduğu gayb karanlığından çıkartmıştır. Bu gayb, sadece O’nun bildiği gayb anahtarlarının ilkidir. O gaybleri sadece Allah Teâlâ bilebilir ve başkalarını onları bilmekten uzaklaştırmıştır. Allah Teâlâ seni bu ayette ispat ederken, senin O olmadığını da bildirmiştir. Çünkü zannettiğin gibi O olsaydın, zatından hareketle gayblerin anahtarlarını da bilirdin. Üstelik sadece mevkıfla bilebileceğin şeyleri bilirdin. Hâlbuki sen mevkıf değilsin.

Bütün mümkünler -ki bütün derken zorunlu ve imkânsızdan ayırt etmek üzere bu ifadeyi kullandım, yoksa bütün kelimesi onları sınırla­mazgaybın karanlığındadır. Bu esnada onlar adına bir varlık hali bi­linmez. Bunlardan her bir mümkün için bir anahtar vardır. İşte bu anahtarı sadece Allah Teâlâ bilebilir. Binaenaleyh Allah Teâlâ’dan başka mevcut yoktur. O her şeyin yaratıcısı, yani var edicisidir. Kendisiyle bir gaybı açtığı ilk anahtar, Allah Teâlâ’nın kendi dışındaki varlıklarda gölgesi olan insan-ı kâmil’dir. Allah Teâlâ onu Nefes-i Rahman’dan izhar etmiştir. O, Kuran’ın kalbinden Yasin suresidir. Yasin kelimenin sonunda ses düşme­siyle söylenmiş bir nidadır ve cYa seyyid’ demektir. Böylelikle düşme gerçekleşmiştir (ve nezaket bildirir). Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem cEba Her5 demiş, Ebu Hureyre’yi kast etmiştir. Bu isimle onun efendilik özelliği tespit edilmiş, rahmetin talep ettiği teslimiyet ve ondan gaybte kalıp çıkması mümkün olmayan kısma işaret etmek üzere, kısaltarak söylemiştir. Onun gaybteki sureti, uzayan gölgenin mukabili olduğu bir şahsın gölgesidir. Şahsın zatıyla var olup uzayan gölgenin mukabili olan bu gölge, Allah Teâlâ’nın uzayan gölgesinden ibaret olan insandan gaybte kalan kısımdır. Bu kısmın hiçbir zaman gaybten çıkması müm­kün değildir ve uzamış gölgenin bâtınıdır. Uzamış gölge ise zahiridir. İnsanın zahiri her zaman ondan uzayan ve zuhur eden kısmıyken bâtını gaybte kalan kısmıdır. Bu nedenle insanın bâtını hiçbir zaman bilinemez. Zahirin bâtınla ilişkisi, kendisine bitişiktir ve bir an bile kendisinden ayrılmaz ve ayrılması da sahih değildir. Öyleyse insan za­hirde gayb ve gaybte zahirdir. Hareket ve durağanlıkta kendisinden zuhur eden şeyin hükmü vardır. Hareket ederse, Hakk vasıtasıyla hare­ket eder; durursa, Hakk vasıtasıyla durur. İnsan kendisini var edenin su­retindedir: Onun dışındaki mümkünler ise böyle bir kemale sahip de­ğildir. Öyleyse insanın gaybmdan daha mükemmel bir gayb yoktur. Allah Teâlâ var olsun diye onu izhar ettiğinde, istikamet üzere kendi­sini izhar etmiş ve ona rahmet vermiş, onun vasıtasıyla ulvi ve süfli (âlemlerde) kapalı işleri açmış, böylelikle benzerlerine zatıyla, benzer olmayanlara misliyle yardım etmiştir. Onun bir misli vasıtasıyla cisim1er, başka bir misli vasıtasıyla ruhlar zuhur etmiştir. Öyleyse bunlar in­san için sağ ve sol gibidir. Çünkü cisimler, sol sağdan eksik olduğu gi­bi ruhlara göre eksiktir. Genel anlamıyla iki el birbirinin misildir ve onun misali hamişte verilmiştir: 

Alem, söylediğimiz üzere, ilahi bir hareketle var edilmiştir. Bu ha­reket, açılış esnasındaki anahtarın hareketidir. Mümkünler ise, sonsuz olsalar bile, bir açıdan onla sınırlıdırlar. Bunlar, daha önce bu kitapta zikrettiğimiz on kategoridir. Şimdi ise daha önceden zikretmediğimiz ve konuyla ilgili olan mertebelerini zikredelim:

On Kategorinin Mertebelerinin Açıklanması

Bilmelisin ki, kendisine ait gayb mertebesinde Allah Teâlâ’ya mah­sus isim, el-Bâtm’dır. Diğer yaratıklar olmadan -camilik özelliğine sa­hip olması ve Nefes-i Rahmani’nin genelliğinin kendisine tahsis edil­mesi nedeniylebu ismin sadece insanda zuhur edebilecek bir hükmü­nü bilmiyoruz ki o hüküm bâtın zahire bitiştiği sürece, Yaratan’dan ya­ratılmışa dönük yardım nedeniyle Hakkın gaybında sürekli sabit olma­sın. Bu yardım kesilseydi, yaratılmış yok olurdu. Bu nedenle dilciler, ‘sözde aslolan vasıldır, durmak arızîdir’ demişlerdir. Durma itme gü­cünün izhar ettiği nefesin daralmasından ortaya çıkar ve sürekli olsaydı varlık yok olurdu. Nefes alıp verenin helak olmasından korkulduğu için, çekme-cazibe kuvveti dışardan içeriye havayı çeker. Böylece itme gücünün bitimiyle cazibe gücünün başlangıcı arasmda konuşan rahat­lamak üzere durur ve bu nedenle durma hakkında ‘arızi’ dedik. Dur­manın ilahi nefesteki karşılığı, Rahman’ın nefesi olması yönüyle, Allah Teâlâ’nın kulunu darlık ve sıkıntıyla sınamasıdır. Sonra kendisine genişlik vermekle ona nefesini ulaştırır ve bir şey zıddıyla karşılık bulur. Bir mahalde bir araya gelen iki zıt, bir suskunluğa yol açar ki oradaki sus­ma dilcilere göre ‘vakfe’ denilen şeydir. İşte bu kelimenin çoğulu olan ‘cevamiü’l-kelim’dir. Bir kelimeyle diğeri arasmda susmanın olması, nefesin iki kelimede bir şey olmasından kaynaklanır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ Alim ve Hakimdir.’474 Durduğunda ‘Alim’dir.’ Allah Teâlâ ‘ilahi gaybte alimdir.’ Hakim olması, kendisine ulaştırdığı yardımla insandaki hük­müdür. Bir sözle kendisini vaslederse, ardından Allah Teâlâ onu kendisine kolaylıkla çeker ve o da gayba döner ve insanda hükmü ortaya çıkmaz. İşte bunlar, Allah Teâlâ’nın sırlarındandır. Dilin bunlardan ifade edebilecekleri söylediklerimizden ibarettir.

İlahi surete göre var olan insan-ı kâmile Allah Teâlâ bu kemali sadece Hakka bedel olsun diye vermiş, bunun için onu ‘halife’ diye isimlen­dirmiştir. Hemcinsleri arasından kendisinden sonra gelenler insan-ı kâmilin halifeleridir. Öyleyse ilk, yalnız başına Hakkın halifesiyken ci­simler âleminde hemcinslerinden zuhur edenler ‘halifenin halifeleri’ ve kendisinden meydana gelmesi mümkün olabilecek her işte onun bedel­leridir. Bu nedenle on kategori onun adına sahih olabilmiştir ki, bu sa­yı ekleme kabul etmez. Bu, birinci naibliktir.

ikinci naiblik, insanın zatıyla ruhaniyeti yönünden suretin yarısına vekil olmasıdır. Allah Teâlâ beşer suretinde tecelli ettiğinde -ki bir ri­vayette böyle geçerduyu ve mana olarak onun suretiyle zuhur eder. Burada naiblik, özellik demektir ve tecelli ettiği o suretin ruhuna vekil olmaktır. Bu ise ilahi fiiller mertebesinde gerçekleşebilir. O fiiller âlemde şimdiki zamanda veya gelecekte -çünkü bir fiil ancak şimdiki zamanda ortaya çıktıktan sonra geçmiş zaman fiili olabilirbelli bir fiili yapmayı irade eden olması yönüyle insanın eliyle ortaya çıkar. Böyle­likle insan, kendi eliyle ortaya çıkan şimdiki zamanın bütün fiillerinde Allah Teâlâ’nın vekili olur. İnsanın dışındaki varlıklar, böyle bir vekilliğe sahip değildir. Çünkü melek, hayvan, maden ve bitkiler herhangi bir şeye ili­şen bir iradeye sahip değildir. Onlar, fıtratlarına göre hareket eder ve bu fıtratın gereği Allah Teâlâ’ya secde ve O’nu övmektir. Onlar Allah Teâlâ ile ilgi­lenirler, yoksa (vekil olmakla) O’ndan uzaklaşmazlar. İnsan hem Allah Teâlâ ile ilgilidir hem O’ndan yüz çevirendir. Allah Teâlâ’dan yüz çevirmek, gaflet ve unutma denilen şeydir. Hakk burada sureti ihata yönüyle ruhani ma­nayla göze gözüken zahir arasındadır. İşte bu vekillikte insan, o suretin ruhaniyetiyle ilgili hususlarda vekildir. Ruhlar âlemi cisimler âle­minden hafiftir ve bu nedenle de kendi hakikati bozulmaksızın süratle halden Hakk girer. Cisimler âlemi öyle değildir.

Bilmelisin ki, üçüncü naiblik, mümkünde bulunup onu yokluktan varlığa çıkartan işin tahkikinden ibarettir. Bu, daha önce kendisini var etmemişken Hakkın belli bir mümkünü var etmesini zorunlu kılan manaya naip olmaktır. Söz konusu mümkünün cisim veya ruh olması durumu değiştirmez.

Bilmelisin ki, hemcinslerinin iradesinden ortaya çıkan fiiller, za­hirde mümkünlerin O’ndan ortaya çıkışında Allah Teâlâ’ya vekilliktir. Allah Teâlâ’ya vekil olmak, O’nun insanı halife ataması, onun görmesi, duyması, eli ve bütün güçlerine vekil olmasıyla gerçekleşir. İnsan böyle bir niteliğe sahip değilse, ne vekil ne halifedir. Çünkü mümkünler yokluk hallerin­de Hakkın önünde bulunur ve Hakk onlara bakar, sabitlik şeyliklerinde­ki hakikatlerine göre, onları birbirinden ayrıştırır. Allah Teâlâ onlara el-Alim ve el-Hafiz isimleri gibi güzel isimleriyle bakar. Bu isim, varlık nuruyla mümkünlerin sabitlik şeyliklerini onlar adına korur. Bu korumanın ga­yesi, imkânsız yokluğun söz konusu şeyliği onlardan çekip almasını engellemektir. Bu nedenle, varlığı açmasını sağlayan rahmeti onlara yayar, çünkü mümkünlerin tertibinin yaratılması, bir kısmının diğerle­rinden önce olmasını gerektirir. Bu husus, inkâr edilemeyecek bir hu­sustur, çünkü vaha budur! Öyleyse varlık şeyliğine girmek, sabitlik şeyliğinde bulunduğu durumun aksine, bir tertibe ve sıralanışa göre gerçekleşir. Sabitlik şeyliklerinde mümkünler bir tertibe göre bulun­maz, çünkü onlarm sabitlikleri, ezelidir ve ezelde tertip veya öncelik veya sonralık yoktur.

Dahi isimler içerisinde (hükmü) genel ve daha genel olanlar veya özel-daha özel olanlar bulunduğu için, onlarda öncelik, sonralık ve ter­tip bulunabilmiş, bu nedenle varlık şeylikleri tertibi kabul edebilmiştir. Öyleyse burada senin üzerinden bir vakit geçip o vakitte belli bir mümkünün zuhur edip ardından gelen ikinci vakitte ortaya çıkmadığı­nı farz edelim. Söz konusu varlığın sabitlik şeyliği, varille şeyliğinin bu­lunmadığı vakitte tercih edilmiş demektir. Çünkü tercih edilmemiş ol­saydı, ‘üzerinde geçtiği’ dediğimiz ve kendisinde var olmadığı anda var olur, her mümkünün bekası yokluk halinde tercih edilirdi. Bununla birlikte varlık şeyliğini kabul etmek, onun adına ezeli olduğu kadar, yokluk da ezeli olarak ona aittir. İşte bu -düşünürsenen garip sırlar­dandır. Böylelikle iradenin hükmü bilgiye bağlanır. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Onu irade ettiğimizde475 demiştir. Burada Allah Teâlâ iradeyi bir şeyi bağlar­ken, gelecek zaman zarfı kullanılmıştır. İrade gerçekte tek şeydir. Böy­lelikle iradenin hükmü, mümkünün sabidik şeyliğinde kalışını tercihten varlık şeyliğinde gözükmesini tercihe intikal etmiştir. Bu, mukaddes ve nezih bir ilahi harekettir ve onu imkânın hakikati -ki mümkünün haki­kati demektiryermiştir. Allah Teâlâ irade ve kudretle nitelenmiş mümkün yaratılmışı işin zahirinde -bâtmında değilAllah Teâlâ’ya vekil ol­mak üzere fiillerin kendisinden zuhur etmesi özelliğinde yaratmıştır. Allah Teâlâ ise kadir, irade eden ve zahir olan yaratılmış perdesinin ardından varlık şeyliğinde bâtında mümkünün mazharıdır. Söz konusu yaratıl­mış, bu nitelik sahibi mümkündür. Öyleyse bu durumda mümkün, Allah Teâlâ’nın iradesiyle irade eden Allah Teâlâ’nın elidir ve bu sayede himmetle fiilini uygular. Himmet ‘ol’ sözü mesabesindedir. Ya da dokunmayla fiilini uygular. Bunun ilahi mertebedeki karşılığı ise Allah Teâlâ’nın iki eliyle Âdem’i yaratmasıyla yaratmayı eline izafe ettiği bütün işleri yaratmasıdır. Bu nispetle birlikte Hakk için bu fiilin ‘temassız’ olduğu söylenirken kulda temasla gerçekleşir. Kendisini irade eden olmaksızın fiil gerçekleşirse, maksadımız o değildir ve onun hakkında konuşmuyoruz. Sadece Hakk onu bu özel yerde izhar etmiştir, o kadar! Misal olarak titreyenin hare­ketini verebiliriz. Bir irade olmaksızın ortaya çıkan her şey, o niteliğin sahibinin vekili değildir. Naib, Hakkın kalbine var etmeyi irade ettiği mümkünlerin bilgisini verdiği kimsedir.

Bu kişinin söz konusu bilgiye ulaştırılması iki türlüdür: Bazen naib teorik dünce ve fikirle o bilgiye ulaşabilir. Bu dununda fikir gü­cüyle ve teorik düşüncesiyle işi yönetmesi ve ayetleri tafsil etmesi ba­kımından el-Müdebbir ve el-Mufassıl Allah Teâlâ’dan anlayarak naib olur. Bazen Allah Teâlâ’nın bâtınına ilham ettiği şey bedihi olarak düşüncesine gelir (hatıra). Bu duruma misal olarak, el-Müdebbir ve el-Mufassıl isimleri­nin hükmü olmaksızın, ilahi ilmin ilahi iradeye herhangi bir şeye ilişme bilgisini vermesini verebiliriz. Böylelikle belli bir mümkün kendisini irade eden belli bir yaratılmışın elinde ortaya çıkar. Söz konusu yara­tılmış, iki tarzıyla, tedbir veya bedihilik yoluyla naib olmuştur. Böyle bir naib, hayalinin mertebesindeki naibte sabidik şeyliklerinde müm­künlerin hakikatlerinin bilgisine ulaşır.

Şöyle ki: Allah Teâlâ o mümkünü sabidik şeyliğinden hayal mertebesin­de varlık şeyliğine çıkartmıştır. Bu çıkartmanın amacı, duyu âleminde var olması irade edilen hakikatin zuhurunda Allah Teâlâ ile naibi arasındaki farkın ortaya çıkmasıdır. Bu hakikat suret ise, duyulur olmakla nitele­nir; gözün algılayacağı sureti olmayan bir mana ise, ona ibareler kisve­si giydirebileceği gibi ima veya işaret gibi onu gösteren bir sureti de ona giydirebilir. İşte bu suret, her ne olursa olsun, görenin gözünde veya duyanın kulağmda o hakikat adına ortaya çıkabilecek surettir. Bi­naenaleyh gerçekte naib, iradesiyle mevhum veya makul bir varlıktan aynî veya lafzi veya herhangi bir başka surete çıkartan kimse demektir. Söz konusu suret, görülebilecek bir surete sahipse, bakan tarafından görülür. Lafız suretinde veya benzer bir suretteyse, kulak kendisini al­gılar ve böyle bir var etme tarzı naibe izafe edilir. Fakat yine de bu es­nada bir irade ve ihtiyar bulunmalıdır. Naib bu ikisinden yoksun ise, gerçekte naib değildir. Kendisinden veya onun üzerinde böyle bir şey zuhur etse bile (naib değildir). Aksine irade ve ihtiyar olmadan bu zu­hur, Allah Teâlâ’ya aittir. Aktarılmayan şeyin varlığına gelirsek, naibin bunda herhangi bir şekilde katkısı yoktur. Çünkü bu da Hakkın niteliklerindendir. Sana açıkladığımız meseleyi iyi anla, çünkü bu konu, marifetin özüdür.

Dördüncü naiblik, Hakkın kendisini yerleştirdiği hususlarda Hak­ka naibliktir. Bunlar, naipten meydana gelmeseydi Allah Teâlâ’dan olacak hu­suslardır. Öyleyse Allah Teâlâ’nın bilinmeyi irade ettiğini bildiğimize göre, Allah Teâlâ bu bilgi için bir delil ortaya koymuş olmalıdır ve delilin mevcut bir durum olması bakımından Allah Teâlâ’yı bilmede kendisine denk olması ge­rekir. Aynı zamanda bilgi denilen bir sıfatla nitelenmesi bakımından da kendini biliyor olması, gören olması yönüyle kendisini bilmesi gerekir. Bu görme mükaşefe veya müşahede diye isimlendirilir ki, bu durum, onun göz sahibi olmasından kaynaklanır. Çünkü Allah Teâlâ bilgi sa­hibi olmakla kendisini nitelediği gibi görme sahibi olmakla kendisini nitelemiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O’nu bilgisiyle indirir.’476 Başka bir ayette Hz. Musa ve Hz. Harun’a şöyle der: ‘Ben sizinle beraberim, görürüm ve duyarım.’477 Perdelerden söz eden sahih bir hadiste, gözün kendisini gördüğü perdelerden söz edilmiştir. Binaenaleyh Allah Teâlâ ken­disi adına delil ortaya koyduğunda, onları ufuklara yerleştirmiştir. Ufuklardaki ayeder, özel olarak Allah Teâlâ’nın varlığını gösterir. Ufuklar kendisine yerleştirilen ayederle şayet Allah Teâlâ bizatihi âleme zuhur etseydi Hakkın naibi olamayacaktı. Bu nedenle Allah Teâlâ insan-ı kâmili kendi su­retine göre yaratmış, onu fikir yoluyla değil -ki bu yol ufuklardaki ayedere bakmak yoludurmüşahede yoluyla kendisini bilmek isteyen­lere delil yapmıştır. Bu durum ‘Onlara ayetlerimizi ufuklarda gösterece­ğiz478 ayetinde belirtilir. Sonra tarifle ve belirlilik takısıyla yetinmemiş, insan-ı kâmile yönlendirerek şöyle buyurmuştur: ‘Nefislerinde de göste­receğiz.’479 Ardından şöyle buyurur: ‘Ta ki onun Hakk olduğu belli olacak, Rabbin kâfi değil mi?*480 Bu ifade iıısan-ı kâmilin üzerinde yaratıldığı su­rete işarettir. İnsan-ı kâmili Allah Teâlâ, keşif ve müşahede yoluyla âleme gö­re daha yakın bir delil yapmıştır. Bu ayeti duyduklarında müşahede eh­li ‘bize yeter, bize yeter’ der. ‘Görmedin mi Rabbin gölgeyi nasıl uzatır.’481 Burada Allah Teâlâ keyfiyeti zikretti. Gölge çıktığı kimsenin suretindedir.

Böylelikle onun yaratılması bir rahmettir. Rahmetin uzaması koruyucu bir rahmet demektir.

Binaenaleyh insan-ı kâmil’den daha merhamedi bir varlık olmadığı gibi yaratıklardan hiç birinin cezalandırması hayvan-insandan daha şiddedi değildir. İnsan-ı kâmil cezalandırsa o da şiddedi olurdu; fakat hayvan insanın cezalandırması ondan daha şiddedidir. Bu nedenle Ebu Yezid Bestami şöyle der: ‘Benim cezalandırmam senin cezalandırman­dan daha şiddetlidir.’ Burada Ebu Yezid hayvani nefsi yönünden ceza­landırmayı kastetmiştir. Çünkü hayvani nefs yaratılmamış şeyle ceza­landırır, dolayısıyla onda kendisi adına rahmet bulunmaz. Hakk ise ya­ratılmış olanla cezalandırır. Dolayısıyla rahmet -her nerede olursa ol­sunO’nun cezalandırmasında içkindir. Çünkü Allah Teâlâ’nın dünyada veya her hangi bir yerde koyduğu cezalar, temizlemeyi amaçlar. Aynı şey, acılar ve hastalıklar için geçerlidir. Bunlara yol açan her şey, temizleme, dereceleri yükseltme ve günahları örtme amacı taşır.

Allah Teâlâ insan-ı kâmili ve onun halifeleri olan insanları en ka­mil surette yarattığında -ki O’nun suretinden başka kemal yoktur-, A . . . A Adem’i kendi suretine göre yarattığını bildirmiştir. Bu sayede Âdem

şahidik eder ve müşahede yoluyla Hakkı tanır. Allah Teâlâ hakikatlerini giy­dirdiği isimlerini onun görünen suretine gizlemiş, onu kendisini nite­lediği bütün niteliklerle nitelemiş, onu benzersiz yapmıştır. Öyleyse insan-ı kâmil kimseye benzemez. Bu durum ‘O’nun benzeri bir şey yoktur (benzerinin benzeri olan bir şey yoktur)’482 ayetinde belirtilir. Kastedilen, âlemden olacak benzerlerdir. Yani onun mislinin misli olan (insan-ı kâmilin) âlemde benzeri yoktur. Bir şey ötekinin surette misli ve ben­zeri olabilir. Melekler Âdem’in doğal yaratılışına karşı çıkmışlardır.

# A                              f

Bunun nedeni, Adem’in unsurlardan oluşan doğal yaratılışın içerdiği zıdıkları görmeleridir. Âdem, ilahi-tabii-unsuridir. Demek ki melekler, bu suretin hükümlerinden ibaret olan ilahi isimleri görmemişlerdir. Bu, Hakkın onun duyması, görmesi ve bütün güçleri olması demektir. Melekler bu durumu görseydi, itiraz etmezlerdi. Allah Teâlâ da onları zikre­dilen şekilde tedip etmiştir.

Akıl ufuklardaki ayedere bakmış, fikriyle -suretteki benzerliğin kendisine verdiği teşbihi dikkate almadantenzihi görerek ufuklardaki ayedere dalmıştır. Allah Teâlâ kendisine, yani hayvan insanda bileşik halde bulunan akla hitabını duyurmuştur. Bu hitap insan-ı kâmile değildir, çünkü insan-ı kâmil, nefsiyle Allah Teâlâ’yı bilirken hayvan insan fikir aracını kullandıktan sonra aklıyla O’nu bilir. Bu nedenle melek de insan-ı kâ­mili bilemez, çünkü melek, bütün yönlerden O’nu müşahede etmiş de­ğildir. Hayvan insan da aklıyla insan-ı kâmili bütün yönleriyle bilemez. Hakkın eserini müşahede ettiğinin farkında olmadan, her ne zaman onun adına bir müşahede gerçekleşirse, hemen onu reddeder ve Hakkı o özellikten tenzih eder. Hayvan insanın fikir gücünün ‘bozuk hayal’ saydığı gücünün verisi olan hükmün benzerini bildiren bir rivayet ge­lirse, o haberi kendisini özel olarak tenzihe ulaştıracak bir tarzda tevil eder ve farkında olmadan haberi sınırlar, onu kayıtsız-mutlak anlamıy­la bırakmaz. Böylelikle hiç kimse insan-ı kâmili bilememiş, bu nedenle Hakkı bilememişlerdir. Öyleyse Hakkı sadece insan-ı kâmil bilebilir.

Bu nedenle nebiler müşahedelerine göre Hakkı nitelemişler, O da üzerinde bulunduğu kemale göre, onlara yaratılmışların niteliklerinde tecelli etmiştir. Melek veya hayvan insanın aklı, Allah Teâlâ hakkındaki bu bilgiye ulaşamamıştır, çünkü Allah Teâlâ onların hepsini kendisinden perde­lemiş, insan-ı kâmile zuhur etmiştir. Binaenaleyh insan-ı kâmil Allah Teâlâ’nın uzayan gölgesi, sınırlı Arş’ı, yöneldiği evi olduğu gibi aynı zamanda varlık kemaliyle nitelenmiş olandır. Dolayısıyla ondan daha kâmili yok­tur, çünkü Haktan daha kâmil kimse yoktur. Öyleyse insan-ı kâmil Hakkı hem aklı ve hem müşahedesi yönüyle bilmiş, gözle gerçekleşen keşfi bilgiyle akli ve fikri bilgiyi birleştirmiştir.

O halde insan-ı kâmili -ki Hakkın naibidirgören veya bilen, onu kendisine vekil ve halife yapan Hakkı da bilir, çünkü insan-ı kâmil O’nun suretiyle zuhur etmiştir. Allah Teâlâ bize kendisine ve peygamberine itaati emrettiği kadar, emir sahiplerine itaat etmeyi de emretmiştir. Emir sahibine itaatin dışına çıkarsak, cahiliye ölümüyle ölürüz ve ceha­let insanın üzerindeki en şiddedi şeydir. Allah Teâlâ hâdis varlıkta ilah olması bakımından bilinsin diye -ki bu bilgi bizden talep edilen bilgi­dir-, insan-ı kâmili âleme yerleştirmemiş olsaydı, zatıyla ve nefsiyle ya­ratıklarına zuhur eder, yaratıkları da müşahede ederek ve keşf ederek O’nu bilir, kimse O’nu inkar edemezdi. Dünyada veya ahirette Allah Teâlâ’yı inkâr etmek, aklî düşünmenin öne geçip Hakkı sınırlamış (tenzih) ol­masından kaynaklanmıştır. Akılcılar sınırladıkları nitelikleri göreme­diklerinde, Hakkı inkâr etmişlerdir. Bakınız! Allah Teâlâ sınırladıkları alamede kendilerine tecelli ettiğinde, rabliği ikrar ederler. Bu sınırlama­dan önce kendiliğinde olduğu hal üzere onlara görünseydi, yaratıkla­rından kimse O’nu inkâr etmezdi. Çünkü Hakk kendi tecellisiyle işin başında kendisine delildir. Bu nedenle insan-ı kâmilden söz ederken, onun yaratıklarına görünmede Hakkın vekili olduğunu ve bu sayede ilahi suretin gerektirdiği tarzda Allah Teâlâ hakkındaki kâmil bilgi gerçekleşir dedik.

Allah Teâlâ zati bakımından âlemlerden müstağniyken insan-ı kâmil var­lığı ve suretinin kemali bakımından delilden müstağnidir. Onun varlığı kendisine delilin ta kendisidir. Öyleyse keşif, bilgilerin en tamıdır. Te­celli tekrarlanmasa bile, tecelli eden birdir ve bellidir. Çünkü insan hal­lerinde, düşüncelerinde, fiillerinde ve bütün sırlarında halden Hakk fark­lı suretlere girdiğini bilir. Bu başkalaşma ve değişmeyle birlikte insan kendisini ve nefsini bilir, bu başkalaşmaya rağmen hüviyetinin aynı kaldığını bilir. İşte, çoğalsa ve tekrarlanmasa bile, tecelli de böyledir. Çünkü bu suretlerde tecelli eden bir olarak bilinir ve meçhul değildir. Dolayısıyla keyfıyeder O’nu perdelemez. Bu, dördüncü naibliktir ve bu konuyu hakkıyla ele almış olduk. Zikrettiğimiz hususu mal sahibi leim bir adam anlayabilir. O, ilah olmadığı halde, leim olduğu halde sureten ilahlığa girmiştir. Mal müstağniliği gerektirir. Öyleyse o, sahip olduğu surete göre, zenginlik özelliğine sahiptir. Bunu bilmelisin!

Beşinci naiblik ve vekillik, insanın âlemde sadece Refiü’d-derecat ismine naib olmasıdır. Onun yükseltilme tarzı şöyledir: İnsan-ı kâmil, hiç kimsenin derecesinde onunla beraber olmadığı kimsedir, çünkü ilahi surete göre yaratılmış başka kimse yoktur. Onun derecesi ulaşıla­mayacak kadar yüksektir. Dolayısıyla onu Allah Teâlâ’dan başkası bilemeye­ceği gibi Allah Teâlâ’yı da insan-ı kâmilden başkası bilemez. İnsan-ı kâmil Hakkın tecelli ettiği yerdir. İhata ve bütünün meydana gelmesi yönüy­le onun derecesi yükseldiğinde, parçanın onu bilmesi mümkün olma­mıştır, çünkü parça bütünü bilemez. Bir şey kendisini bilir ve o şeyi de kendisinden bilebilir. Parça bütünün niteliğine sahip değildir ve bu nedenle herhangi bir yaratılmışın insan-ı kâmili bilmesi imkânsız ol­muştur. Çünkü kimse ‘bütiin olmak’ derecesine sahip değildir. Hâlbuki bütün kendi benzeri olan bütünü bilebileceği gibi bütünlüğün ve tümelliğin içerdiği, parçaları bilebilir. Tümel için parçalar, suretine ait organlar ve kuvvetler gibidir. Bir şey ise kendisini bilir. Böylelikle in­sanın bütünlüğü, kendisine ulaşılamayacak bir derecede ortaya çıkmış, söylediğimiz bu özelliğiyle cRejiü’d-derecat, dereceleri yükselten ve Arş sahibi483 olana naib olmuştur.

Öyleyse insan, sanki Rabbini ikilemiş gibidir ve Hakkın mutlak birliği kendi birliği üzerinde İkinciyi kabul etmiş gibidir. İnsan-ı kâmi­lin birliğiyle Hakkın birliği çarpılırsa, bir birlik ortaya çıkardı. Bu me­seleye iyi bakmalısın: Hangi birlik sana aittir? Hangi birlik çıkmış, hangi birlik gitmiştir? Naibin birliği mi, yoksa kendisini halife atayanın birliği mi? Buradan sana gözükene göre hareket et ki, Mutlu olasın! Naibe ait olup âlemde etkisi bulunan her eser veya benzerlikten münezzehlik gibi bir özellik, kendisini vekil atayana aittir. Hangi birlikle ortaya çıktığına veya hangi birliğin sende bâtın kaldığına önem verme! Allah Teâlâ’nın emri tektir. Nitekim Allah Teâlâ kendinden haber verirken böyle buyurdu.

Emir (iş) ancak böyle olabilir Emir ancak zikredilen

Söz ayırıcı bir söz Beşerde kesin hükümran

Şe’n de tek bir şe’n Nazar eden kimse için

Sen seçilmiş olan Refi’sin Muktedir bir hükümdar katında

Sen onun suretinde olduğunu görürsen O zaman işin bâtınını gör

Neyi kabul ettiğine bak, çünkü o Fikir hükmünün altına girer

Selim akıl sahibiysen Başkalaşmadan emin bir kimse

Açık Hakk olarak bulursun onu Suretler olmadan bir sure içinde

Göz görür onu bazen Hem suretlerde hem surelerde

Hakk ise o ikisinin arasında değil Arşında sedirler üzerinde

Mislin mukabilidir, tıpkı

Suretler suretlerin mukabili olduğu gibi

Onu bilen kimseye söyle Tehlike üzerindedir o

Onu bilmeyene söyle:

Aldanış üzerindedir o

Altıncı naibliğe gelirsek, kuşkusuz, Allah Teâlâ kendisini pek çok kelime sahibi olmakla niteleyerek kelimeleri çoğul zikretmiştir. Bu çokluğun bireyleri arasında bir ayrımm bulunması gerekir. Sonra bir kelimenin de çoğulu vardır. Bu durum ‘İrade ettiğimiz bir şeye sözümüz ol demek­tir'484 ayetinde belirtilir. Burada üç harf getirilmiştir: iki harf gözükür­ken -ki bunlar nun ve kef harfleridir-, bir harf geçici bir durum nede­niyle gizlidir. Geçici durum, o harfin sakinliğiyle nun harfinin sakinli­ğidir. İki sakin bir araya geldiğinde, gözükmemiştir. İnsan-ı kâmil, bu mertebede önceki kelimeyle kendisinden sonra gelen kelime arasındaki ayrımı yaparken, Hakkın yerini almıştır. Hakk insan yaratılışında ve kendi suretiyle zuhur eden herkeste bu suretin nefesinin mahreçlerinde harf vasıtasıyla konuşmuştur. Her mahreçte harfin var olması, onun yaratılması demektir. Her iki kelime veya harf arasında ikinci kelimeyi veya harfin ortaya çıkması için bir oluşturucunun bulunması gerekir. Birinci de ona bağlanır ve ilahi kelimelerde de bu durum zorunludur. Söz konusu ilahi kelimeler mevcudarın hakikatleridir. Nitekim Allah Teâlâ Hz. İsa hakkında ‘O’nun kelimesi, Meryem’e ilka ettiği’485 demiştir. Mer­yem hakkında da ‘Rabbinin kelimesini tasdik etti5486 der. Kastedilen Hz. İsa’dan başkası değildir. Allah Teâlâ onu Meryem için kelimeler yapmıştır, çünkü Hz. İsa zahiri ve bâtıni yapısı yönüyle çoktur. Onun her parçası -ister zahir ister bâtın olsunbir kelimedir. Bu nedenle Allah Teâlâ onun hakkmda ‘Rabbinin kelimelerini tasdik etti497 buyurdu. Çünkü Hz. İsa bütünü yönünden Allah Teâlâ’nın ruhu iken çokluğunun birliği yönünden ‘Meryem’e ilka ettiği kelimesidir.’488 İnsan harflerle konuşur. Bunlar, ko­nuşan insanın söylemeyi amaçladığı her kelimenin parçalarıdır. Konu­şan, içindeki anlamın anlaşılması için, söz konusu kelimeleri dışta var etmeyi irade edendir. Âlemde ortaya çıkan şeyler vasıtasıyla da Hakta bulunan şeylerin varlığını izhar etme iradesi anlaşılır.

Öyleyse tıpkı varlıklardaki gibi sözde de bir takdimin, tehirin ve tertibin bulunması zorunludur. Nitekim ilahi kelimelerin somut mazharları olan varlıklarda da takdim, tehir ve tertip vardır. Bu sıralamayı ed-Dehr ortaya çıkartır; ed-Dehr, sarih nasta belirtildiği üzere, Allah Teâlâ’dır. Bu husus Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Zamana sövmeyin, zaman Allah Teâlâ’dır’ hadisinde belirtilir. İşte âlemin varlığındaki tertip, takdim ve tehir zaman içinde ortaya çıkmıştır. Burada lafzın söylenen bir lafız olması veya nefiste bulunması birdir. Nefiste bulunursa, hayalin varlı­ğında harflerin onda bulunması gerekir. Böyle olmazsa, o kelam değil­dir. Bu durum bir mısrada dile getirilmiştir:

Kelam kalptedir fakat                                     .

Dil kalbe delil oldu

Şair ‘kalpte bulunan şeye delil oldu’ demek ister. Mütercim tercü­mesinde kalpte bulunan anlamı örtüşme yoluyla ifade etmezse, yaptığı delil değildir. Tercüme ve aktarmada çokluk, öncelik sonralık vardır. Bu nedenle kalpteki manada böyle bir tertibin bulunması gerekir ve bu bağlamda sadece hayal vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onu komşu edin, ta ki Allah Teâlâ’nın kelamını duysun!’489 Allah Teâlâ sözü kendisine izafe etmiş, onu dinleyici bedevinin kulakla duyduğu bir şey yapmıştır. Bedevi sö­zü bölünmüş, takdim ve tehir edilmiş bir halde duyar. Kuran denilen kelamı Allah Teâlâ’ya izafe etmeyen kimse, hiç kuşkusuz, O’nun indirdiği şeyi inkâr etmiş ve hakikatleri bilmemiş demektir. Öyleyse naip, konuştu­ğunda, sözünü söylediğimiz tarzda kendisine izafe etmelidir. Naib za­tıyla her iki harfi ve iki kelimeyi ikinci kelimenin (veya harfin) var ol­ması ve ilkinin kendisine bağlanması için ayırt etmesi gerekir; ta ki bil­diği maslahatın gereğiyle izhar etmek istediği şey düzenlenmiş olur. Böylelikle sözü içindeki anlama delil olur.

Allah Teâlâ’nın kalplerini nurlandırdığı insanların dışında, herkes işittiği her şeyi veya konuşanın kast ettiği bütün anlamlan veya onların bir kısmını anlayacak durumda değildir. Bu nedenle dinleyenin konuşanın sözünden payı ve nasibi, konuşanın sözüyle neyi kastettiğini anlama­dan, harflerin tertibini görmekten ibarettir. Bu durum, konuşan dinle­yenin diliyle ve lügatiyle konuşmadığında daha açık bellidir. Öyle bir durumda dinleyenin konuşandan anladığı, kulağına ulaşan harflerin tertibidir sadece. Öyleyse kulağın bu düzenli harfleri duyması, bütün dinleyenler için geçerli genel bir duymadan ve ilgiden ibarettir. Fakat kelimelerle neyin söylenmek istediğini sadece Allah Teâlâ’dan anlayanlar tam olarak anlayabilir. Binaenaleyh anlamak, kelimenin duyulmasına ilave bir durumdur. Öyleyse konuşulan kelimeleri var etmede Allah Teâlâ’dan ko­nuşan kâmil kul, kelimeleri arasındaki ayrımda Allah Teâlâ’ya vekil olduğu gi­bi -çünkü onun varlığı olmasaydı, kelimenin ve harfin varlığı olmazdıaynı şekilde bu konudaki anlamada da Hakkın ‘Sizi deneyeceğiz, ta ki öğrenelim490 ayetinde belirtildiği üzere anlamada da Hakkın yerini alır. Hakk kendisini bilgi edinmek amacıyla kulunu denemek özelliğiyle nite­lemiştir.

Bütün bunlar, birlik niteliğindeki naiplik ve vekilliktir, yoksa var olanların sahip olduğu kesbe öre, onları var etmesi yönüyle birlikten başka olan naiplik değildir. Çünkü O, kazandıklarıyla her nefs üzerinde kaim olandır. Başka bir ayette ‘Her nefs kazandıklarıyla rehindir.’491 buyrulür. Yani kesbi kendisini sınırlamıştır. Hakk olmasaydı, varlıklar birbirlerinden ayrışmaz ve tek varlık olarak kalırdı. Nitekim başka bir yönden zaten böyledir.

Buna şöyle misal verebiliriz: İnsan, tüm bireyleri kapsayan genel tanımı bakımından birdir, çünkü bütün insan bireyleri, insanlıkları yö­nüyle tektir. Bununla birlikte Zeyd’in Ömer olmadığını veya diğer in­san şahısları olmadığını biliriz. Hakkın onları temyiz etmesi, onların (dışta) var olmalarından ibarettir. Onların birbirlerinden ayrışması ise kendilerinden kaynaklanır. Bu nedenle ‘mertebenin kelimesi’, kendi­sinden var olan her şeye ‘ol’ sözüne ilave bir şey olmamıştır. Bu neden­le var olan her şeye sadece ‘ol’ sözü sirayet etmiştir. ‘Ol’ sözüyle kal­saydık, tek hakikat görülürdü. Hâlbuki biz bu kelimenin eseriyle birlik­te kaldık ki, onlar da var olanlardır! Böylelikle var olanlar çoğalmış, artmış ve şahısları itibarıyla birbirlerinden farklılaşmışlardır. Binaena­leyh bütün var olanlar tanımlarında birleştiklerinde, bu hakikatte Hakkın kelimesinin bulunduğunu anladık; söz konusu kelime ‘ol’dur. ‘Ol’ varlık bildiren bir emirdir ve ondan sadece var olma ve varlık anlaşılır. Bu nedenle var olana ‘yok ol’ denilemeyeceği gibi ‘madum ol’ da de­nilmez. Böyle bir şey imkânsızdır. Öyleyse yokluk bazı şeyler için zati bir durumken bazı şeylerde varlığını geçerli kılan şarta bağlı bir du­rumdur. Bu hakikat nedeniyle Allah Teâlâ sürekli yaratan ve sürekli koru­yandır. Hakikat ehline muhalif olanların ileri sürdüğü üzere, arazlar sürekli olsaydı Hakk sürekli yaratan ve mevcutların varlıklarını koruyan olmazdı. Hakk sürekli yaratan olmasaydı, bu durumda her yaratılmışla birlikte olamazdı. Hâlbuki Allah Teâlâ ‘Her neredeyseniz, O sizinle beraber­dir.*92 buyurur. ‘İseniz (küntüm)’, hiç kuşkusuz, varlık bildiren bir ifadedir. Dolayısıyla zikrettiğimiz hususu anlayan için, kelimeler ara­sında ayrıcı olmak naipliğinden daha ince bir naiplik yoktur.

Yedinci naiplik insanin varlığındaki zahiri ve bâtıni fiillerde naiplik demektir. Bu, insanın başkasmda meydana getirdiğiyle değil, kendi­sinde meydana gelen fiil ve olaylarla ilgilidir. Allah Teâlâ’nm kitabın­dan buna kaynaklık eden ayet ‘ta ki bilelim5493 ayetidir. Bilgi, Allah Teâlâ’nın kadim sıfatıdır. Denenmeden ortaya çıkan bu özel bilgi ise burada Hakka naiplikle kast edilendir. Allah Teâlâ kendisinden söz ederken dua edene karşılık verdiğini ve her şeyin melekûtunun elinde olduğunu bildirmiştir. Böylelikle Allah Teâlâ, kendisini ‘her şey üzerinde hakim ve ka­hir olan’ diye nitelemiştir. Öyleyse bizi yükümlü kıldığı işlere karşı sa­bırlı olma iddiasmda bulunursak, bu fiilleri yerine getirirken meşakkate kadanmak, Allah Teâlâ’ya bir itaattir. Sonra dua edip ardından duanın kalple­rimizdeki etkisine baktığımızda, şunu görürüz: Dua başka birisine yö­nelebilecek bir parça kalmayacak halde tüm zatımızı kaplarsa, hiç kuş­kusuz, herhangi bir gecikme olmaksızın hemen karşılık ve icabet ger­çekleşir. Duamıza icabet gerçekleştiğinde, bu zevk ve tecrübeyle dua esnasında Hakka yönelimdeki doğruluğumuzu anlarız. Çünkü biz Allah Teâlâ’nın kendinden haber verdiği sözlerde doğru söylediğini biliriz. İlahî edebe riayet olmasaydı, şöyle derdik: ‘Dua etmekle O’nu sınadık ki, görelim: ‘Bana dua ettiğinde dua edenin duasına karşılık verelim’494 demeşinde doğru mu söylüyor? Çünkü bu, ‘Sizden sabredenleri ve cihat edenleri bilelim diye sizi imtihan ederiz495 ayetindeki naiplik sahih olsun diye, bir iddia sözüdür. Sonra bu durumu yalan veya doğru sözlü her iddia sahibi için genelleştirerek sınama ve deneme işinde Allah Teâlâ’ya naip olduk. Söz konusu iddiacı peygamberler ve iddiasını tasdik edenler gi­bi doğru iddiaya sahip birisiyse, kendisini denemek üzere ondan iste­diğimiz delile karşı delil -ki delil her türlü delil olabilirortaya koyar. Nitekim yalancıyı da delil istemeyerek deneriz. Bir yalancı kendisine düşmeyen bir iddiada bulunduğunda, talep ettiğimiz delili getiremeyince naip ona şöyle der: ‘Allah Teâlâ güneşi doğudan doğdurmakta, sen batıdan doğdun!’496 Bu olabilecek bir iştir. ‘Bunun üzerine inkâr eden sustu kal­dı.’497 Çünkü ona karşı delil ortaya kondu. Öyleyse denemenin asıl ne­deni iddianın varlığıdır. Kimin iddiası yoksa, sınanma ve denenmeyle muhatap değildir. Allah Teâlâ bize ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye sonara kadar bizi sınamamıştır. Bu soruya karşılık biz ‘Evet! Bizim Rabbimizsin’ demekle Rabbimiz olduğunu kabul ettik. O’nu rabbimiz olarak ikrar etmek, kendisine kulluk edeceğimizi de ikrar etmemiz de­mektir. Kulluk özü gereği efendiye itaati gerektirir. Öyleyse bunu id­dia ettiğimizde, iddiamızda doğruluğumuzu denemek üzere Allah Teâlâ bizi yükümlü tutmuştur.

Şöyle diyebilirsin: Ayette geçen bu söz alma şahitliğini bilmiyo­ruz. Çünkü böyle bir söz akim değil imanın nasibidir ve zorunlu bir durum değildir. Mümin olmayan bir akıl sahibi bu yükümlülüğün ve sözün altına nasıl girebilir ki? Şöyle deriz: Akıllı insan aklıyla yaratıcı­sına tazimi zorunlu sayar. Yaratan Allah Teâlâ’dır, çünkü Allah Teâlâ kendisine aklı verendir. Akıl sahibi için bizim için resul konumundadır. Böylelikle akıllı, kendi teorik düşüncesiyle varlığında kime dayandığını düşünür. Acaba sürekli var mıdır, yoksa kendisini var eden midir? İki şık aynı anda geçerli olamaz. Daha önce bu kitapta bu meseleye değinilmişti. Böyle bir şey ona göre imkânsız olunca, kendisinin aynı olmayan bir yaratıcıya dayanır. Bu kez var olmada dayanağı olanın özelikleri hak­kında düşünür. Bu düşünme sonucunda ise Yaratıcısını yaratılmışlığı gerektiren bütün özelliklerden tenzih eder. Bunun nedeni, kendisi gibi birisine ibadet edemeyecek olan nefsin gücüdür. Başka bir ifadeyle nefs, yaratılmış olduğunu bildiği kendisi gibi mümkün ve yaratılmış birisine ibadet edemez. Bu durumda akıl, ibadet edeceği Yaratıcının çok değiltek olması gerektiğini delille öğrenir. Akla göre Yaratıcı, benzeri olmayandır ve tazimi, hamdi ve senayı Hakk eden bir mertebe­dedir. Böylelikle mümin için resul mesabesinde olan akıl, delillerin ve­risine göre, Yaratanın mertebesinin Hakk ettiği özelliklere göre O’na saygı göstermeyi zorunlu sayar. İnsan da aklın gereğiyle Yaratanı tazi­me, O’nu yüceltmeye ve tenzihe koyulur. Efendi olmanın Hakk ettiği şeyi akıl bilir ve o özelliklere göre efendi karşısında davranır. Böylelikle akıl, teorik düşüncesiyle, kendisini bilme ve Yaratana ibadeti zorunlu saymada Hakkın naibi olur. Çünkü akıl düşünerek zelil olduğunu ve dışta var olabilmek için hâdisliği gerektiren özelliklerden uzak birine muhtaç olduğunu bilir. Binaenaleyh mümin olmasa bile kendi deliliyle yaratanı birleyen bütün akıl sahipleri, bu naipliğin kapsamı altına girer.

Bu durum sahih bir hadiste ‘Bildiği halde ölen kimse...’ şeklinde belirtilir. Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘söyleyen veya iman eden’ dememiş, bilgiyi zikretmiş ve şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah olmadığı­nı bildiği halde ölen kimse cennete girer.’ Allah Teâlâ’yı birleyen herkesi Allah Teâlâ cennete sokacak -başkasını değil-, nebiler ve müminler de iman sahibi büyük günah sahiplerine şefaat edecektir. Çünkü nebiler hayır getir­mek üzere gönderilmişlerdir ve bu hayır imanla ilgilidir. Peygamber gönderilmeyen veya fetret döneminde bulundukları için iman etmeyen muvahhitlerden her biri tek başına bir ümmet olarak diriltilecektir. Kendilerine peygamber gönderildiği halde Yaratıcının birliğini bilmek­le birlikte peygambere iman etmezse, cehennemliktir. Böyle bir insan ateşten Yaratıcısının çıkartmasıyla çıkabilir (şefaatle değil). Çünkü ateşte ebedi kalmak, nassın bildirdiğine göre, hangi tarzda tevhide ula­şırlarsa ulaşsınlar tevhit ehli için söz konusu değildir. Cehennemde sa­dece Allah Teâlâ’ya şirk koşan veya bir kuşkudan veya hakkı verilmiş teorik bir araştırmadan kaynaklanmadan Allah Teâlâ’nın niteliklerini reddedenler (muattıl) kalabilir. Öyleyse cehennemde sadece teorik araştırma gücü­ne sahip oldukları halde araştırmayı yapmayan taklitçi-müşrikler ve muattıl olan kalabilir.

Bu faydası çok ve aslı doğru bir meseledir. Kuran’dan bunun kay­nağı ‘Bir burhanı olmadığı halde, Allah Teâlâ ile birlikte başka ilaha dua eden..:*98 ayetidir. Yani gerçekte burhan olmasa bile, zannınca burhan olduğuna inanacağı delili olmayan demektir. Böyle birisi yine de kendi gayretini deliline harcamıştır. Allah Teâlâ ise herhangi bir nefsi yapabilece­ğiyle yükümlü tutar. Bu, insanların kendisinde derecelendikleri bir me­seledir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onun hesabı Rabbinin katindadır.’499 Yani Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği teorik/nazarî araştırmayı tam yapıp yapma­dığıyla ilgili hesabı Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Sonra şöyle der: ‘Kâfirler felah bulmaz.’500 Kâfir bilip de örten demektir; bilmiyorsa, kâfir değildir. Allah Teâlâ peygamberine ‘Rabbim! Bağışla ve merhamet et’ demesini emretti. Bu fark, istidadının ölçüşünce, teorik araştırmayı yapıp deizme (muattıla) veya şirke ulaşmayanla ilgilidir. ‘Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.’501 Çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerine verdikleri yeteneği aşmadılar. Böylelikle farkında değillerken onlarda Allah Teâlâ’nın peygamberi şefaatçi olmuştur. Ateşten çıkarak mutluluk kendilerine ulaştığında ise, kuşkusuz ki Allah Teâlâ peygamberin onlar hakkındaki isteğiyle onları bağış­lar. Çünkü Peygamber, Allah Teâlâ kendisine böyle demeyi emrettiğinde, şöyle der: ‘Rabbim! Bağışla, merhamet et.’502 Allah Teâlâ’nın peygamberine böy­le duayı emretmesi, ona olumlu karşılık vereceği anlamına gelir ki ni­tekim öyle de olmuştur. Onlar cennete girdiklerinde peygamberin de­ğerini öğrenirler, cennette kendisine dayanırlar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem en büyük efendidir!    .

Bu dua, Âdem’den İsrafil’in üfleyeceği bayılma üflemesine kadar bu mesabedeki herkesi kapsar. Çünkü onun duasına tahsis edilenler, bu nitelikteki kimseler ile merhamet edilmesi ve bağışlanması gereken­lerdir. İçimizdeki bütün naiplerin bu farkı zihninde tutması gerekir. Ümmet içinden bu hakikate muhalefet etmede mazereti olan herkese Allah Teâlâ ‘Rabbim! Bağışla, merhamet et, sen merhamet edenlerin en hayırlısısın503 şeklinde ifade edilen bu şefaatte bir hisse ayırır.

Dostum! Bu şefaatten nasibini unutma ve kuruluğun baskm gel­mesiyle Allah Teâlâ’nın rahmetinin sadece müminlere ulaşacağım iddia eden­lerden olma! Böyle bir insan, rahmetin zorunluluk yoluyla ulaştığı kimseyle ihsandan ulaştığı kimseleri ayırt edemez. Bu, peygamber ve naiplerinin dünyâ hayatmda o kimselere şefaatidir. Ahirette ise cennete girene kadar farkında değillerken Hakk onlar adına bunu yerine getirir. Cennete girdiklerinde ise, dünyada şefaati kabullerini sağlayan alameti kendilerinde görürüz.

Kuran okuyan herkesin Kuran’ı iyi düşünmesi gerekir. Kuran’da Allah Teâlâ’nın peygamberine tebliğ etmesini veya söylemesini veya bildirme­sini emrettiği her emri alıp onu okurken anlatıcı olmadan söylemesi gerekir. Bu konuda niyet, irade ve teveccüh sahibi olması gerekir. Pey­gamberin taraftarlarından olmak istiyorsa, bu emrin Hakk tarafından kendisine verilmiş bir emir olduğunu aklında tutmalıdır. Çünkü Allah Teâlâ nebiliği yaratıklarında gizlemişken bazı yaratıklarında izhar etmiştir. Öyleyse zahiri olan nebilik, zuhuru kesilmiş nebilikken, batini nebilik dünyada ve ahirette süreklidir. Çünkü ilahi vahiy ve rabbani inzal ke­silmez, çünkü âlem onun vasıtasıyla korunur. Bütün âlemin bu inzal ve vahiyden bir nasibi vardır. Onların bir kısmını Allah Teâlâ zikretmiştir. Bir ayette ‘Rabbin arıya vahyetti504 buyurur. Karınca şöyle der: ‘Ey karınca­lar!’505 Hüdhüd Süleyman’a ‘Senin bilmediğini bildim506 demiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem müçtehitler hakkında söylediğini söylemiş ye onların yap­tıkları içtihatlarda isabet etmelerini şart koşmamış, isabet etseler de ya­nıtsalar da sevap alacaklarını belirtmiş, isabet eden ile hata edenin ücre­tini ayırt etmiştir. İşte bu, garip ve değeri yüksek bir naipliktir. Onu herkes bilemez.

Sekizinci naiplik Hakkın tekliğini çift yapmak bakımından olan naipliktir. Bu durum Hakkın ona onun Hakka tecelligah olması bakı­mından böyledir. Hakk kendisinde kemaliyle görürken o da kendisini Hakta kemal üzere görür. Bu durum, Hakkın kendiliğinde sahip oldu­ğu ilahi isimlerle ilgilidir. Bu suret, Rahman’m gölgesinden ibaret olan insan-ı kâmilin aynasında ortaya çıkabilir. Böylelikle onun adına da bir arş koymuştur. İnsan bu arşm ve Hakk da kendisine nispet edilen arşı­nın üzerinde karşılıklı oturmuş ve istiva etmişlerdir. Bunun misali Hakkın cennet ehlini nitelerken söylediği ‘Karşılıklı döşekler üzerinde yaslanmışlardır/dayanmışlardır.’507 ayetidir. Yani onlar birbirlerinin kar­şısında bulunur. Ayette geçen ‘ittika’, ceberut özelliğiyle dayanmak ve itimat etmek demektir. Hakkın kuluna ‘dayanması’ (ittika), Haktan zuhur eden ve insan-ı kâmilden görünmeden bâtın kalan hususlarla il­gilidir. Çünkü o dayandığından yüksektir. İnsan-ı kâmil ise Hakk kendi­sinde bâtın kaldığında zuhur ettiği naiplikte Rabbine dayanır. Böyle­likle müşahede ve görülen şey, başkasına değil, görene ve şahide nispet edilir. Nitekim fiiller mertebesinde de -alışkanlıklar gereğifiil yaratıl­mışa nispet edilirken Hakk bâtındır. Adetin aşılması durumunda, fiil ya­ratılmışa değil, Allah Teâlâ’ya nispet edilir. Çünkü âdetin aşılması yaratılmışın kudretinin dışındadır. Böylelikle Hakk, her ne kadar yaratılmışta olsa bile, zuhur eder ve ortaya çıkar. Yaratılmışın varlığı Hakkın varlığını ikilemiştir, çünkü yaratıklardan mücerret bir halde Hakk adına düşünülemeyen her hakikat, özü gereği yaratıkların varlığını talep eder. Öy­leyse Hakk ve halkın bilinmesi zorunludur. Çünkü bu ilahi hakikatin Hakkın zatında bir etkisinin olması imkânsız olduğu gibi hükmünün işlevsiz kalması da imkânsızdır; çünkü hüküm, bu hakikat için zati bir hükümdür. Öyleyse ister varlık ister yoklukla nitelensin, halkın ve ya­ratılmışın bulunması zorunludur. Çünkü o yoklukta sabittir ve bu sabidik vasıtasıyla eserleri kabul etmek için hazırlanır. Onun yoklukta sabit olması, varlık ağacı için çekirdek mesabesindedir. Binaenaleyh halle, yoklukta çekirdek iken, varlıkta bir ağaçtır.

Ayn-ı sabite imkânda bir çekirdek Çekirdek olmasaydı olmazdı bir bitki

Benim zuhurum sabitlikten

Var olsaydım (‘ol’ diye) ilahi emir gelmezdi

Gerçek söylediğimizdir. Öyleyse âlemde sadece çift vardır ve bu çokluğun ikiliğidir. Çünkü ilahi hakikatler çok olduğu gibi mazharları da onlarm sayısıncadır. Böylelikle mazharlar dış varlıkla nitelenmemiş olsalar bile, hakikatleri bilgide çoğaltır.

Ayn-ı sabite olmasaydı görülmezdi Ya da ol demezdi veya yönelmezdi ona

Ayn-ı sabite sürekli Allah Teâlâ’ya kul Hakk sürekli ona mabud

Hakk ona dış varlık kisvesi giydirince Daha önce yoksunken bu varlıktan

Hükümler varlığıyla onda oluşmuş Yoklukta ve varlıkta sürekli secde halindedir o

Kendiliğinde bilinen durumun ikiliğinin hükmü ortaya çıktığında, ancak misillik olabilmiştir, başkası geçerli ve sahih değildir. Çünkü mi­sil olmasaydı, onu kendi zatıyla bilemez veya da ona mukabil olamaz­dı. Öyleyse (misil olarak) sadece insan-ı kâmil veya insan vasıtasıyla âlemin toplamı vardır. O halde insanın var olması zorunludur ve (sö­zü) onunla sınırlı tutalım! Allah Teâlâ ile insan-ı kâmil arasındaki sabitlik hükmü, varlık hükmüne aykırıdır. Varlık hükmüyle insan Hakkın var­lığım ikileyen iken sabitlik böyle bir özelliğe sahip değildir. Çünkü Hakk ve halk, sabidikte birlikte bulunurken varlıkta beraber değillerdir. Sabitlikte eşitlik olunca, sabitliğe itidali ve taraflardan herhangi birisine meylin olmayış özelliğini verdik. İşte bu yüksek menzil ve eserleri ge­nel durumdur. Hakk suretlerde zuhur ettiğinde, itidali misillik olmaz. Böylelikle misil, tecellinin gerçekleştiği suretlerde olur. Suret ruhani bir suret ise, ruhların kendiliklerinde sahip oldukları hükümler ona nispet edilir; cisimsel bir suret ise, cisimsel suretlerde ortaya çıkan hü­kümler nispet edilir. Bu ise Hakkın gazap, rıza, sevinmek, inmek, koşmak gibi fiillerde hallerin başkalaşmasıyla doğal özelliklerle nite­lenmesidir. Hakk sana kendinden bir şeyi nispet ettiğinde, hangi şeyde onu ispat ettiğine bak! Hangi suretten dolayı bunu yapmıştır? Böyle­likle o surete ait nispete göre hüküm verirsin. Sadece misil ve misilden başkası vardır! Böylece sekizinci naiplik hakkında da yeterli açıklamayı yapmış olduk.

Dokuzuncu naiplik, iki misil arasındaki makul berzahta zuhur et­mektir. Bu berzah, Hakk ile insan-ı kâmil arasındaki ayraç ve fasıl de­mektir Söz konusu fasıl, Hakkın yaratıklardan ayrışmasını gerektirmiş­tir. Böylelikle kimin daha layık olduğuna bakar. Onun yeri, bir misal vermek gerekirse, kendisinden gölgenin uzamış olduğu şahıstaki göl­gedir. Şahıs ile kendisinden ayrılmış uzanmış gölge arasındaki gölge, berzahtır ve o berzah bulunduğu şahsa bağlıdır. Öyleyse gölge ona da­ha layıktır. Öyleyse yaratılmışlar Hakk vasıtasıyla O’ndan ayrılmıştır, yoksa kendileri vasıtasıyla Hakk’tan ayrılmış değildir. Çünkü halk Hak­kın nitelikleriyle bürünmüş iken Hakk yaratıkların özelliklerine bürün­müş değildir. Bu nedenle halk Hakk ile zuhur etmiş, hâlbuki Hakk halk ile zuhur etmiş değildir. Çünkü Hakk sürekli kendisi nedeniyle zuhur edendir ve zuhur ederken herhangi bir şeye muhtaçlıkla nitelenmesi mümkün değildir. Hâlbuki halk dışta zuhur ederken Hakka muhtaçtır.

Burada ‘halk’ derken başkasını değil, misil olan insan-ı kâmili kast et­mekteyiz. Çünkü sözünü ettiğimiz fasıl ve ayraç, iki misil arasındadır. Bu nedenle fasıl, hiç kuşkusuz, iki mislin hükmüne de sahiptir, çünkü o, bizatihi her bir mislin mukabilidir. Fasıl olmasaydı, bir misil öte­kinden ayrılmazdı. Hakkın misli olman ‘Sizi halifeler yaptıklarından infak edin’508 ayetinde belirtilir. Başka bir ayette ‘O sizi yeryüzünün halife­leri yaptı, bir kısmınızı ötekilerden üstün yaptı509 ve ‘Bir kısmınız ötekileri hizmetçi edinsin’510 denilir. Bu, insanlık kemalini vermekle ilgilidir ki, bu da onların bir kısmı adına surettir. Onlar, Allah Teâlâ’nın yükselttiği kim­selerdir. Üzerlerine yükseltildikleri kimseler ise, hayvan-insanlardır. Hakkın senin mislin olması, kendisini senin hakkın olan hususlarda kendini sana vekil yapmasıdır. Hakk, hakkı sana ait olan şeylerde senin adına tam yetkiyle işlerin bırakıldıği bir vekil olarak tasarrufta bulunur. Çünkü kuluna dönük ihsanın bir gereği olarak Hakkın vekilliğinin devri olması zorunludur. Allah Teâlâ kulunu unutma ve gaflet sahibi olarak yarattı; bu iki özellik, insanın yaratılışına gelen hallerdir. Haller ise herhangi bir varlık dışarıda bırakmaksızınvarlıkla nitelenen herkeste mutlak hükümrandır. İnsan hareketlerinin herhangi birisinde gafil ka­lıp o harekette kendi nefsiyle tasarruf ederse, Hakkı vekillikten düşür­müş sayılır. Vekâlet devri olunca, tasarruf yoluyla vekâletten azledilen, işin sahibi haline gelir ve artık sadece Allah Teâlâ tasarrufta bulunur. Çünkü Aİlah Müzzemmil suresinde sana kendisini vekil edinmeni emretti, İşte devri vekilliğin faydası budur ve bu Allah Teâlâ’nın kuluna bir emridir. Allah Teâlâ bu emri tevhide bağlıyarak şöyle der: ‘Doğunun ve batının rabbi, O’ndan başka ilah yok, O’nu vekil edin.’511 Bu ayet, yönlerdeki tasarrufa işaret eder. Burada sadece doğu -ki zahirdirve batı zikredilmiştir. Batı, ‘bâtın’ demektir. Bir varlıkla yani güneşle doğduğunda, maşrık adını alırken battığında batı adını alır. İnsanın da zahiri ve bâtını vardır. ‘Ondan başka ilah yoktur.’ Zahirinde ve bâtınında onu vekil edin. Çünkü o doğunun ve bâtının rabbidir. Kuran’ın ne kadar sırlı olduğu­na bakınız!

Söylediğimiz ve söyleyeceğimiz bütün bu naiplikler tevhit naipli­ğidir, başka da bir şey değildir. Sen zuhur edersen, O’dur zuhur eden; sen zuhur etmezsen, yine O, O’dur. Çünkü bir sadece O’dur ve zuhur eden Bir’dir. Sen zuhur etmezsen, O’dur. Çünkü bir, kendinde, ancak hüküm ve nispetlerle bölünebilir. Allah Teâlâ pek çok isim sahibidir.

Yani Allah Teâlâ nispet ve hüküm sahibidir. O’nun bizimle olan mutlak bir­liği, çokluk birliğidir. Hakikat birdir. Bu nedenle bir vakit zuhur bize nispet edilirken bir vakit O’na nispet edilir; bir hükümde O’na izafe edilir ve bir hükümde bize izafe edilir. İnsanın kendinde bulunduğu durumun Hakkın kendisinde bulunduğu şey olduğu belli olmuştur, Hakk ve insan bu şeyde sırayla zahir ve bâtın olarak bulunur. Biri zuhur edince öteki bâtın kalır. Zuhur eden bâtın kalanın naibidir ve naiblik kendinde bâtın kalanın naibidir. O zuhur edenden bâtın kalmıştır. Öy­leyse halifelik ve vekâlet, süreklidir. Başka bir ifadeyle o, dünya ve ahirette sürekli ve ebedi"bir naiplik ve halifeliktir. Hakk nefeslerin gün­lerinden her bir gün bir gündedir. Yani Hakk kendisini vekil edindiğin günde bulunur. Çünkü Hakk senin adına tasarrufta bulunur ve seni ha­life atadığı işte seni tasarruf sahibi kılar. Böylece sen halifenin (Hakk) emrinden tasarruf edersin. Bu durumda sen halifenin halifesisin. Nite­kim Hakk da vekâlet yoluyla ‘mülkün mülküdür.’

Varlığın üzerinde bulunduğu durum budur. Bizim ile bu konuda insanlar arasındaki fark, bizim bilmemiz, onların basiretlerinin üzerle­rindeki perdeler, kilitler, kalplerinin üzerinde ve içlerindeki kilider ne­deniyle bilmeyişleridir.

Onuncu naiplik ölülerin tevhit naipliğidir. Çünkü ölümle örtüler açılır ve herkese hakikat görünür. Fakat ölümle herkes için gerçekleşen keşif, sadece genel içinde o meseleyi (daha önceden) bilenlere mutlu­luk verebilir. Perde kalkıp bildiği şeyi gözle gören mutludur. Ölmeden önce müşahede sahiplerine gelirsek, bu bilgi, onlar adına görmek yo­luyla gerçekleşmiştir. Ölümden sonra keşif ehli, gözden hakka’l-yakin’e intikal ederken alim bilgiden görmeye intikal eder. İki grubun dışında­kiler ise körlükten görme haline geçerler. Böylelikle daha önceden bir bilgileri olmadan körlük perdesinin gözlerinden kalkmasıyla gerçeği görürler. Öyleyse ölüm esnasında ve perdenin kalkmasıyla her grup adına bir artışın olması kaçınılmazdır. Bu nedenle sahabeden birisi şöyle demiş: ‘Perde kalksaydı’ -ki burada senin bir perden olduğunu ifade etmiş oldusonra şöyle eklemiştir: ‘Yakinim artmazdı.’ Yani bil­diği konuyu gördüğünde, bir kesinlik artışı olmazdı. Başka bir ifadeyle bilgide artış olmazdı. Fakat perdenin kalkması, daha önce sahip olma­dığı bir bilgi verir. Böylelikle bilgi sahibiyse, bilgisi hakkmdaki ‘vakinim artmadı’ sözü doğru olur; ya da görmüşse, görmesinde bir artış olmamıştır. Yoksa perdenin kalkmasıyla, sahip olmadığı herhangi bir şeyi elde etmemiş değildir. Öyle olsaydı, böyle bir nitelikteki insan adına perdenin ortadan kalkması anlamsız ve faydasız olurdu.

Fakat gözler anlamın inceliğini görür

Bunun için Kelim Musa görmek istedi

Binaenaleyh perde olduğu sürece, onun ardında -yokluk değilvar olan bir şey bulunuyordun Kulun Hakka bu naipliği berzahta gerçek­leşir ve böylece kul hüküm sahibi olarak Hakkın suretiyle zuhur eder. Aynı zamanda bu hayal âlemindeki bir naipliktir ve kul bu dünya haya­tında üzerinde bir otorite bulunur. Böylelikle bakanın göreceği şekilde dilediği manaları bedenlendirir. Bu durumda kul, bu otoriteden büyük bir pay sahibi olmuştur. Şu ayete bakınız! Allah Teâlâ ‘Ona öyle geldi512, yani Musa’ya ‘onların sihirlerinin koştuğu513 demiştir. Kastedilen sihirbazla­rın yaptığı sihirdir. İpler gerçekte koşmuyordu, sadece Hz. Musa’nın ve orada bulunanların gözünde ‘koşuyor görünmüşlerdi.’ Sihirbazlar gerçeği biliyordu, çünkü sihirbazlar onları ip olarak görmekteydi. Bir yolcu oradan geçseydi, ipleri sihirbazın gördüğü gibi ip olarak göre­cekti. Hz. Musa’daki gibi, hayal âlemi üzerinde vekâlet sahibi birisi öy­le değildir. Çünkü o bedenlendirdiği şeyi onların bedenlendirdiği gibi beden olarak görmez. Hz. Musa onları mana olarak görür. (Bilir ki) bu iş sihirbazların yaptığı bir iştir. Hz. Musa’nın örneğinde, sihirbaz ile bu vekilliğin sahibi arasındaki fark, Hakkın onu vekili yapmasıdır. Böylece Hz. Musa da O’nu vekil edinmiş, elindeki asayı Hakkın emriy­le atmıştı. Bu emir, kendisini vekil edinenin emriydi. Nitekim Allah Teâlâ kendisine şöyle demişti: ‘Asanı yere at.’ Bunun üzerine Hz. Musa asa­nın yılan olduğunu görmüş ve korkmuştu. Allah Teâlâ sihirbazların iplerini ve değneklerini ilahi emirden atmadıklarını bildirmiştir. Sihirbazlar ip­lerini isimlerin hükümlerinden hareketle atmıştı. Söz konusu isimler bakanların gözlerini sihirbazın göstermek istediği şeye çevirmek özelli­ğine sahipti. Başka bir ifadeyle sihirbaz bu isimleri kullanarak -bakılan şeyi değilbakışı değiştirme gücüne sahipti. İlahi emir vasıtasıyla iş ya­pan naib ise bakılanın kendisini değiştirirken bakış da ardından gelir. Öyleyse naip bu işi yaparken, bakmak ve bakıştaki fiil ile bakılan şey­deki fiil ancak (değnek veya ip) atıldıktan sonra bir değişme gerçek­leşmiştir. Kendisini atanın mülkünden çıktığında, Allah Teâlâ bakılanın de­ğiştirilmesini naip adına üstlenirken naip olmayanda (sihirbaz) orada­kilerin bakışının değiştirilmesini üsdenir. Söz konusu kimse bu isimler hakkmda bilgisi olan kimsedir ve o bilgi ‘simya’ diye isimlendirilir. Simya, bakanların gözlerinde, eşya üzerindeki alametlerin bilgisi de­mektir.

İnsanların geneli, ölümle perdenin kalkıp berzaha intikal etmeleri esnasında dünyada bedenlerinde oldukları gibi kalırlar. Onlar bir mer­tebeden ötekine veya bir hükümden başka bir hükme intikal ederler. Arifler ise -ki onlar Hakkın naipleridirdünya hayatındayken aynı hükme sahiptir. Buradaki naiplik tevhit naipliğidir. Çünkü hüküm an­cak atmadan sonra gerçekleşir. Bunun anlamı, yapılan işin atanın mül­künden çıkması demektir. Bu durumda Allah Teâlâ naip adına vekâlet yoluy­la o işi üsdenirken sihirbaz adına ilahi gayretin gereğiyle o işi üsdenir. Öyleyse eşyada hüküm sadece Allah Teâlâ’ya aittir.

Bu mertebede bu naiblik sahibi adına kalan ise sürekli tasarruftur. Nitekim bunu sıradan insanlar nezdinde keramet, ayet ve harikulade diye isimlendiririz. Muhakkiklere göre ise bunlar harikulade değiller­dir; olayları var etmektir. Çünkü gerçekte ‘adet’ denecek bir şey yok­tur! Varlıkta tekrar yoktur ki adet olsun! Dolayısıyla adet haline gele­cek bir şey yoktur. Adederi kabul edenler için ‘Onlar yeni yaratmadan kuşku içindedir514 denilir. Allah Teâlâ şöyle der: Onlar her an yeni bir yaratılışta olduklarını bilmezler. Başka bir ifadeyle onlar birinci vakitte gördüklerini ikinci vakitte görmezler ve bu konuda kuşku içindedirler. Öyleyse ne yenilenme ne âdetin aşılması vardır. Allah Teâlâ ehli de gerçeği böyle idrak eder ve gerçek söylediğimiz gibidir. Bu sayede yaratıklar, sürekli (Allah Teâlâ’ya) muhtaç kalırken Hakk da sürekli varlığı koruyan ve ya­ratan olur. Alemin varlığı, sürekliliğini ve bekasını sağlamak üzere, ye­niden yaratmayla meydana gelir.

Bak senin fidyen getirdiğin şeydedir Bilgi gözün görmediğini idrak eder

Bilgi adamları ibrete daha uygun Göz adamları nazara daha uygun

Akılla nitelenen kimse var ya

Kendini gözden çıkartan bir güce sahip                .                   ;

Keşifle nitelenen de bir güç sahibi ki

Bütün suretlerin üzerine çıkar

Onu sürekli halinde görürsün                                  -

Zahir bir halde, başkadan başkaya

Naip olan, bu hayalî-başka varlıklarda dilediği gibi ve dilediği tarzda -fakat vekilinin emriylehareket eder ve tasarrufta bulunur. Çünkü vekil yapılan, tasarrufta kendisini vekil atayanın bildiği masla­hatı bilmez. Vekilin emri olmadan hatayla ve gafletle tasarruf ederse, Allah Teâlâ onun vaktini korur, çünkü vekâlet daha önce söylediğimiz gibi devridir: Zikrettiğimiz korumayla birlikte, gafletle yapılan tasarruftan meydana gelen iş bu naibi yönlendiren vekâlet sahibinin yönlendirme­sinden meydana gelen işin derecesine ulaşamaz. Bunun nedeni merte­belerin ayrışmasını ve üstün olan ile daha üstün olanın bilinmesini sağ­lamaktır.

Bilmelisin ki, bu mertebe -ki kast edilen bu özel mertebedirancak ölümle gerçekleşebilir. Ölüm ise iki türdür: Birincisi zorunlu ölümdür. Bu, insanların geneli nezdinde ve örfte bilinen ölümdür. Kastedilen hakkında ‘Onların ecelleri geldiğinde, onu geriye bırakamazlar veya onu öne alamazlar515 ayetinde belirtilen belli eceldir. Diğer ölüm iradiihtiyari ölümdür. Bu, dünya hayatındaki ölümdür ve ‘Sonra ecel takdir eder516 ayetinde belirtilir. Takdir edilmiş ecelin vakti Allah Teâlâ katında bi­linip O’nun katında isimlendirildiği için, onun gerçekte hükmü ‘isim­lendirilen ecel (ecel-i müsemma, adı konmuş ecel) olmuştur. Bu du­rum ‘Hepsi isimlendirilen bir ecele gider517 ayetinde belirtilir. Yani her­kes kendi halinde o ecele gider, İnsan yaşarken bu naiplik onun adına geçerliyken öUirse, tıpkı Allah Teâlâ yolunda öldürülen şehitler gibi, ölüdürölü değildir. Allah Teâlâ onu ölüm olmaksızın berzah’a taşır. Öyleyse şehit öldürülmüş ama ölü değildir. İnayete mazhar olan bu insan, büyük ci­hatta nefsini öldürdüğünde -ki büyük cihat nefisle cihattırAllah Teâlâ şehit­lik hükmü nedeniyle onu rızıklandırır. Böylece dünya hayatında ber­zahta ona naiplik görevi verir. Öyleyse onun ölümü manevidir. Nefsini öldürmesi ise, nefsine muhalefet demektir.

Daha önce açıklayacağımızı belirttiğimiz on naiplik türünü zik­retmiş olduk. Bunlar, ana naipliklerdir. Her birinin içermiş olduğu ve ancak bir naiplik için yapılması uygun fiillere gelirsek, bunlar, sayıla­mayacak kadar çoktur. Verdiklerine karşılık hamd ve şükür Allah Teâlâ’yadır. Bu bölümle ilgili bir husus da zat tevhidinin nurudur.

Bilmelisin ki bir, âlemde tekil ve toplam, olarak zuhur eden var olan, bilinen ve takdir edilmiş her şeyin birliğini kuvve halinde içerir. Bilinenlerdeki taksime göre, âlemdeki her şeye özgü bir birlik vardır. Söz konusu birliği o şeye var olan her şeye birliğini veren zat’ın mutlak birliği kazandırmıştır. Aynı zamanda bilinen şeylerin bilgisini de ver­miştir. Öyleyse birlik teklerde gözükürken toplamda gözükmez. O halde zatsın birliği teklerde ve basiderdeyken toplamın birliği bileşik­lerdedir. Bunlar, ilahiyat alanında şeriat diliyle ‘isimler’ diye ifade edi­lir. Selim akıllar onları nispeder diye ifade ederken eksik düşünceli sı­nırlı akıllar onları ‘sıfadar’ diye ifade eder. Bir’in hükmünün kendisinde ortaya çıktığı sayıyı açıklayacağız. Çünkü sayı da |bir ile ortaya çıkar ve doğal bir dizilişle ikiden sonsuza kadar ulaşır. Birin ortadan kalkmasıy­la sayı da ortadan kalkar. Öyleyse illeti olmadan inalul kendi varlığıyla ortaya çıkmaz. Alem, Allah Teâlâ olmasaydı, dışta var olmazdı. Allah Teâlâ zat adını kendisine verdiği gibi dişilik ve erillik anlamı taşıması nede­niyle nefs adını da kendisine vermiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her nefs desin ki, Allah Teâlâ katında ihmal ettiğime yazık!’518 Bunun üzerine şöyle der: ‘Evet! Sana ayederim gelmiştir (dişil zamir, nefs). Senlise onları yalanladın.’ Burada erkek zamir gelmiştir. Hâlbuki kişi aynı kişidir. Çünkü nefs ve kişi Araplarda erkek ve dişi olabilir. Bunun nedeni, erkek ile dişi ara­sında gerçekleşen üremedir. Bu nedenle ilahi yaratmada erkek kelime olan ‘söz’ zikredilmiş, sonra dişi olan irade gelmiştir. Yani Allah Teâlâ âlemi bir sözden ve iradeden var etmiş, âlem erkek ve dişi bir isimden ortaya çıkmıştır. Allah Teâlâ şöyle demiştir: ‘Bizim bir şeye sözümüz.’519 ‘Şey5 belir­sizlerin en belirsiziyken söz erkektir. ‘Onu irade ettiğimizde...’520 İrade dişidir. ‘Ona sözümüz ol olur. 0 da var olur.’521 Böylelikle tekvin, sözden iradede ortaya çıkmıştır. Hakikat ise tektir.

Öyleyse zat tevhidinin nuruyla ulvi-süfli, duyuda ve manada, bile­şik ve basit bütün yaratılmışlar ortaya çıkar ve bu sayede mutlak birlik her şeye yayılır. O halde sadece bir vardır: Her şey birde, bir ile ve birde ortaya çıkar. Her şeyin birde ortaya çıkması, nefsin dişi olmasın­dan kaynaklanırken bir ile ortaya çıkması nefsin erkek ve edişi olma­sından kaynaklanır; birden ortaya çıkması ise nefsin erkek olmasından kaynaklanır. Bütün bu durumlarda ortaya çıkan varlık tektir; etkindir, edilgendir. Edilgen olan, dışta zuhur eden varlıklar ve biünenler ile dış­ta var olmasa bile akledilir varlıklardır. Sonra hayvanlarda üreme özel­liği yaratılmıştır. Daha doğrusu üç tür üzere doğumu kabul edenlerde bu özellik yaratılmıştır. ‘Allah Teâlâ dilediklerine kız çocuk verir.’522 Burada Allah Teâlâ tekvin mahalline riayet etmiştir. ‘Dilediklerine erkek çocuk verir.’523 Burada dölleyeni dikkate almıştır. ‘Ya da onları hem kız hem de erkek olarak çift verir.’524 Burada her ikisini birden dikkate almıştır. Çünkü onları dişi veya erkek olarak çiftleştirmesi, asıldaki nispederin çokluğu­na göre, çokluğun varlığından kaynaklanır. ‘Dilediklerini kısır yapar.’ Yani tenzih isimlerinde olduğu gibi, üremeyi kabul etmeyenleri kısır yapar. Öyleyse varlıkta çokluk birliğinden başka bir birlik yoktur ve sadece zat vardır, ilahlık onun zati niteliğidir. Çünkü Allah Teâlâ zatı gereği ‘esma-i hüsna sahibidir.’525 Anla! Bu nedenle toplamın birliği veya çok­luğun birliği dedik.

Şöyle diyebilirsin: ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir.’ Şöyle deriz: Bu durum çokluğun birliğine zarar vermez. Çünkü O’nun zat olması, müstağni olmasından farklıdır. Öyleyse zatın anlamı, müstağnilikle ni­telenmesinin anlamından farklıdır. Sen bu itirazında, olumsuzlamak is­tediğini olvımlamaktasın ve bunu yaparken benim sözümü güçlendirmektesin! Bundan ilah’a daha güçlü bir nispet de olamaz.

Bu konuda bir mesele daha eklemek istiyorum: Allah Teâlâ zatın­da âlemlerden müstağni olsa bile, O’nun kerem, cömerdik ve rahmede nitelenmiş olduğunu bilmelisin. Bu durumda rahmet edilen (mer­hum), ikrama mazhar olanın (mükrem) var olması gerekir. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kullarım beni sana sorarsa, de ki ben yakınım! Dua edenin duasına karşılık veririm.’526 Binaenaleyh Allah Teâlâ dua edene kendi cömertliği ve keremiyle karşılık vermiştir. Hiç kuşkusuz, halle dua etmek, sözle dua etmekten daha kâmil bir duadır. Allah Teâlâ haliyle dua edene daha hızla karşılık verir, çünkü o zatıyla istemiştir. Zorda kalan muhtaca karşı cömertlik, gerçekte, zorda olmayana cömertlikten üstündür. Mümkün yokluk halinde varlık halindekinden daha çok Allah Teâlâ’ya muhtaçtır. Yokluk halindeyken mümküne iddia eşlik etmezken varlık halinde bir iddia taşır. Yokluk halindeki mümküne varlık ihsanı, cömertlik ve ihsan bakımından daha üstündür. Binaenaleyh Allah Teâlâ âlemlerden müstağni olsa bile, bunun anlamı, fakirliğin O’nda bu­lunmasından münezzehliğidir. Ya da kendisinden başka O’na delil ol­masından münezzehtir. Bu nedenle Allah Teâlâ âlemi kendi cömertliğinden ve ihsanından var etti. Bu, herhangi bir akıllının veya müminin kuşku duymayacağı bir hakikattir. Aynı zamanda cömertlik Allah’m zati bir niteliğidir. Çünkü Allah Teâlâ kendisi nedeniyle cömert ve ihsan edendir. O halde âlemin var olması zorunluyken bilginin imkânsızlığı hükmünü verdiği şeyin de olmaması gerekir. Öyleyse nispeder ve -sıfatları kabul edenlere göresıfatların var olması gerekir. Ya da başka bir mezhebe göre, isimler olmalıdır. Öyleyse tek hakikatte çokluk bulunmalıdır. Başka bir ifadeyle nispeti veya sıfatı veya ismi kabul eden herkese göre, her halükarda bir çokluk birliği olmalıdır. O halde zatın nurları, var olanlardan başka bir şey değildir. Bunlar, zatın tecellilerinden ibarettir, çünkü onlar, bizim için Hakka delil olmanın ta kendisidir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kendini bilen, rabbini bilir’ demiş, kendisini bildiğin­de arifin nefsini Allah Teâlâ’yı bilmeye delil yapmıştır. Nur kendine olduğu kadar göze görünen şeye de delildir. O halde var olanların nuruyla var olanlar ortaya çıktığı gibi, kendilerini var eden de bu nurla onlara gö­rünür. Başka bir ifadeyle var olanlar Yaratıcılarını ancak kendilerinden tanımıştır. Binaenaleyh O, onların talep ettiğidir. Talep yaratılmışlar söz konusu olduğunda muhtaçlığı bildirir. Allah Teâlâ talep edilen iken müs­tağnidir. Yaratılmışların talep ettiği olması bakımından, onların kendi­sine muhtaç olması mümkün olabilmiştir. Bu sayede Allah Teâlâ da onlardan müstağni kalabilmiştir. Allah Teâlâ’nın onların talebini kabul etmesi, (kendile­rine muhtaç olmasından kaynaklanmaz) cömertlik ve keremden kay­naklanır.

Öyleyse zatın tecellileri, mümkünlerin varlıklarının üzerine yayılır ve sonra geri döner. Böylelikle Hakk kendisini idrak eder. Bir şeyin nu­ru kendisini yakmaz. Mümkün yokluk halinde yanmayı kabul edici de­ğildir. Varlıkla nitelenmiş olsaydı, varlık gerçek sahibine dönsün diye, varlığı yanar, mümkünler sabitlik şeyliklerindeki hakikatlerinde kalırdı. Zatın tecellileriyle Hakkın aynasında mümkünlerin çokluğu zuhur et­miştir. Hakk onları kendi zatında mümkünlerin Hakk ettikleri -ki onlar bu hakikatlerde bulunurhakikatlerine göre kendi nuruyla idrak eder. İşte bu, âlemin zuhuru ve bekasıdır. Öyleyse hikmet bakmada olduğu gibi gözün idrak ettiği şeyde ve neyi idrak ettiğinde ve kimin idrak ettiğindedir. Başarıya erdiren Allah Teâlâ’dır.

Haktadır, gözün varsa, halk

Halkta da Hakk var, akıllıysan

Gözün ve aklın varsa, bu kez

Bilfiil bir şey görürsün

Kevnin hayali çünkü en geniş mertebe

Akıldan histen daha geniş

Şekle sokmak mertebesi hayale ait, ibret al

Her şeyi şeklin kabzasına sokar görürsün ' . \

Bütündür dersen, belli bir parçadır da ' .

Parçadır dersen, bütün için bütünle var olur

Ondan başka bilinen bir misil yok                            '

Var edeniyle birdir, o misil için misil olandır

Onu bilmem en tatlı şey

Bal yemekten daha tatlıdır bana

Burada ilhak tevhidi belli olur. Çünkü görülen şeyler zatının ayna­sında ortaya çıktığında, gören insan, kendi nuruyla zatında onları idrak eder. Böylelikle kendisini zatında gördüğü için gören görülene katılır. O varlıkta birdir. Çünkü görülen mümkünler, bu halde yoklukla nite­lenmiştir ve daha önce zikrettiğimiz gibi görene gözüktükleri halde onlar var değillerdir. Bu zuhur, ilhak tevhidi diye isimlendirilir. Yani zorunlulukta mümkün zorunluya katılmış, zorunlunun bizatihi sahip olduğu nispet ve isimleri mümkün için zorunlu yapmıştır. Binaenaleyh Allah Teâlâ kendisinin dışındaki her şeyi genel anlamda var ederken hayal kendi dışındaki her şeyi genel anlamda var eder. O halde hayal, hayali zorunluluk mertebesinde Allah Teâlâ’yı bile var edendir. Hakk ise edilgenlik mertebesinde hayali var edendir. Bu durum hayal ile Hakk arasındaki benzerlikten kaynaklanır.

Hepsi sınırlama altına girer, hepsi

İmkânsız olmayandan başka bir şey yok (bu kısma girmeyen)

Edilgene şaşılır, failinin zatında

Onunla fail olun, hepsi toplanmıştır

Şaşılacak dediğimiz varlık üzere

Hepsi de getirdiğimizi parçaladılar

Kendisinin dışındaki her şeyi var etmede hayal var etme gücünde Hakka katılabilince, bu yönüyle o, insan-ı kâmil diye ifade edilen şey­dir. Çünkü Hakkın suretinde ondan başka olan kimse yoktur. İnsan-ı kâmil kendinde kendisinin dışındaki bütün bilinenleri var edebilir. Var olanların Hakk ile ilişkisi de böyledir. Öyleyse ilhak tevhidi, hâdis var­lıklardan birisi kendisi olsa da, hayal tevhidinin ilhakıdır. Bu ilahi tah­sis -ki onun hakikati bunu verirkendisine aittir. Binaenaleyh hayalden başka Hakkın suretini kabul eden bir şey yoktur. Söylediğimizi iyice anlayınca, onun vuslatta nihayette olduğunu da anlarsın. İşte bu vuslat ve ittisal tevhidi diye isimlendirilir. İstediğin terimi kullanabilirsin. Öy­leyse bu tevhitte iki misil arasındaki yegâne ayrım, onlarm misil olma­sından ibarettir. Bu ikisi şairin dediği gibi şöyledir:

Cam inceldi şarap inceldi

Birbirine benzediler iş karıştı

Sanki o ikisi şarap bardak yok

Sanki bardak olmuş ikisi, şarap yok

İttisal o kadar güçlüdür ki, cO, O'dur, iki makul mertebede zuhur etmiştir’ denilir. İki mertebe olmasaydı, verdiğin iki misil arasındaki temyizi bilemezsin. O halde varlıklardan herhangi birisi teşbihin dışına çıkmaz. Bu nedenle ‘O’nun benzeri bir şey yoktur (ke-mislihî)’527 buyur­du. Burada ke harfi nitelik bildirir, zait harf olarak getirilmemiştir.

Hakikatler hakkında bilgisi olmayan bazı insanlar ise, teşbihe düşmek­ten korkarak, onu zait saymışlardır. Allah Teâlâ misle misilden başkasının benzemesini reddetmiştir. Binaenaleyh misle benzeşmenin olumsuz­lanması, misilden de benzerin olumsuzlanmasıdır. Bunlar, birbirine girmiş nurlardır.

Mislin misle dahil olması gibi Hakikatte ve şekilde

O gerçekte kendi zatındadır Gölgenin gölgeye dahil olması gibi

Burada bu menzilin içerdiği şeylerin az bir kısmını zikretmiş ol­duk. Bu menzilde zikrettiğimizin dışındaki ilimlerden birisi Allah Teâlâ’yı bilme menzilinin Allah Teâlâ karşısındaki yerinin bilinmesidir. Kendisine nispet edilen sıfadarın O’nunla didişmeyen başkasmın menziliyle ilişki­si nedir? İndirilmiş farz, bu menzilden öğrenilir. Bu farz ile indirilmiş olandan çıkartılan edilen farzın ilişkisi nedir? Aklî kanıdarın ve delille­rin durumu bu menzilden öğrenilir. Bunlar, Yaratanları hakkında O’nun Hakk ettiği ve bizzat kendisinin onayladığı hükmü verirler. Çün­kü Allah Teâlâ bazı ayederi derin akıl sahipleri için ortaya koymuştur. Onlar Allah Teâlâ’nın kendilerinde yarattığı aklî güçle söz konusu ayetlerin anlamlarını öğrenirler. Aklin kendisini de akıl için bir ayet yapmış, ona hatırlama gücünü vermiştir. Bu güç Hakk’tan kendisine tecelli eden şey­leri hatırlatır ve bu sayede Hakkı müşahede ve görerek tanır. Sonra Allah Teâlâ doğa perdelerini akim üzerine çekmiş, onu delil ve ayetlerle kendi­sini bilmeye çağırmış, ilk delilin kendisi olduğunu bildirmiştir. Öyleyse akim önce kendisine bakması gerekir.

Akıllı kimsenin sınırlarında durması gereken hadler, bu menzilden öğrenilir. Bu bağlamda zahirin bir haddi vardır, bâtının haddi vardır, matlaın haddi vardır, haddin haddi vardır. Kim nefsinin haddinde du­rursa, başkasının haddinde de durması yaraşır. Bu had, bütün bu zik­rettiklerimizi ve varlığın kendinde bulunduğu durumu içerir. Hadler olmasaydı, bilinenler birbirinden ayrışmaz ve bilinmezlerdi. Bu neden­le Allah Teâlâ peygamberinin diliyle yeryüzünün yapısını başkalaştıranları te­lin etmiştir. Kastedilen, yeryüzündeki sınırlardır. İki benzer kendileri nedeniyle bir araya gelince ve kendilerini var edeni belirlemeyi başara­mayınca, ilahi isimler yüz cennet derecesiyle kendilerine yönelmiştir. Bunları keşif ehlinin gözleri üzerinde yüz cehennem derekesi perdele­miştir. Böylelikle iki misil, bütün olarak uhrevi âlemin yönelmesini ge­rektiren bu bir araya gelmeyle Mutlu olmuşlardır.

İki mislin zati hükümde bir araya gelmesi, bu menzilden öğrenilir. Böyle olmasalardı, misil olmazlardı. Bir şeyin misli olmayan şeyle or­tak olduğu özellik bu menzilden öğrenilir. Bu yönden bir şey, ötekinin misliyken başka misillerinin bulunduğu başka durumlarda o şeyden farklılaşır. Öyleyse genel olarak misli olan bir bilinen olmadığı gibi sa­dece benzer ve misiller vardır. Bu nedenle misaller verilir ve yine bu nedenle Allah Teâlâ’ya misaller vermemiz yasaklanmıştır. Bunun sebebini açıklarken Allah Teâlâ şöyle der: ‘Çünkü Allah Teâlâ bilir de siz bilmezsiniz.’528 Allah Teâlâ’nın misaller vermesi de O’nun bilgisindendir ve onları bir bilgiye göre verir. O halde misalleri Allah Teâlâ’yı bilenler verebilir. Onlar, Allah Teâlâ’nın öğretim işlerini üsdendiği kimselerdir. Bunlar sadece nebiler ve veli­lerdir. Bu, aklın yeteneğinin ardındaki bir makamdır. Burada müfekki­re gücü bakımından aklın tek başına idrak edemeyeceğini kast ediyo­ruz. Çünkü aklın fikir gücü bakımından Allah Teâlâ hakkındaki bilgisi tenzih bilgisidir. Misaller vermek ise teşbihtir. Misal vermede teşbihin yeri in­ce bir noktadır ve bunu ancak benzetilenle kendisine benzetmenin ya­pıldığı kimseyi bilen anlayabilir. Benzetilen bilinmiyordur. Bu durum­da kendisi için misal verilen şey de ilinmiyordur. Bu konuda teorik güçten hareketle hüküm vermek, bütün müminlere haram ve gerçekte selim akıl sahibi bütün akıllılara göre ulaşılması mümkün olmayan bir iştir.

Şahitlikte bazen dört şahidin gerekli olması bu menzilden öğreni­lir. İddia sahibinden delil istenilmesini gerektiren neden bu menzilden öğrenilir. Çünkü iddia sahibi iddiasıyla hüküm vermek istemiştir ve hüküm vermek ilahi bir niteliktir. İddia ettiği şey gördüğü veya gör­mediği bir şeydir. Görünen bir şey sabittir. Onu iddia etmemiş olsa bi­le, tanıklık esnasında delile gerek yoktur. Kendisini görmeden yaptığı iddiaya delil getirmeye muhtaçtır. Burada büyük bir durum ortaya çı­kar. Şöyle ki: Had cezasını gerektiren bir şeyi kendisi hakkında itiraf etmek bir iddiadır. Böyle birinden kesin delil talep edilmez ve aksine hadler onda uygulanır. Bu iddiacı iddiasıyla iddianın kendi hakikatiyle talep ettiği terazinin dışına çıkmıştır. İddia ettiği şeyi bilen kimsenin hükümran olma isteğine gelirsek, bu kişi iddiasında -gerçekte yalancı olsa bilesenin ona itiraf ettiği suçun içerdiği haddi uygulamanı sağ­lamıştır ve böylece seni hükmü altına alır. Burada bir takım sırlar var­dır ki, onları ariflerin büyük kısmı bilmez. Çünkü itirafta bulunan in­san bazen kendi zannınca itiraftan onun adına gerçekleşecek daha bü­yük bir acıyı kaldıracağı zannıyla yalan söylemiş olabilir. Başka bir ifa­deyle bu itirafla had uygulandığında göreceği acmın daha büyüğünden kurtulduğunu zanneder. Bunun nedeni, Allah Teâlâ katında bu konudaki işi­nin neye döneceğini bilmeyişidir. Aynı zamanda bu kişi, Haktan bu konuda nefsine ait olan hakkı da bilmiyordur. Allah Teâlâ şöyle der: Biz se­nin kendinden bozduğun bir şeyi düzeltmeyiz. Haklar büyük olsa bile, Allah Teâlâ’nın hakkı daha önemlidir. Onu nefsinin hakkı takip eder. Bu iki hakkın dışında kalanların konuşulması ise kolaydır..       .

Allah Teâlâ’ya delil arayanın hangi menzilde delil aradığı bu menzilden öğrenilir. Onu buna zorlayan iddiası nedir? İlahi adap ve kullanılması gereken yerler bu menzilden öğrenilir. Bunlar, genellikle Allah Teâlâ’ya iman etmekle ilgilidir. İlahi ihsan ile rahmet arasındaki kardeşlik bu menzil­den öğrenilir. Acılar ile ilahi rahmet arasında kardeşlik var mıdır, yok mudur? Bu, büyük bir acının daha aşağıdaki bir acıyla def edilmesiyle ilgilidir. Doğanın nahoş bulup Hakkın övdüğü şey bu menzilden öğ­renilir. Bu konuda galip gelen şey nedir? Bu nahoş bulmanın meyvesi nedir? Onun zevk yoluyla acılığı bu menzilden öğrenilir. İlahi hikme­tin -diğer yaratıklarda değil debilhassa insan türündeki yönlendirme­sinin durumu bu menzilden öğrenilir. Varlıkta aklın sınırında durma­nın gerektiği hükmünü verdiği bir şeyi gördüğünde akilimin nasıl dav­ranması gerektiği bu menzilden öğrenilir. Aklın kendisinden yüz çe­virmeyi gerekli gördüğü kötü ahlaka karşı akıllı nasıl davranmalıdır? İnsanın kendi zannmca bilmediği bir şeyin durumu bu menzilden öğ­renilir. Söz konusu şey gerçekte bundan farklıdır. Acaba Allah Teâlâ o şeyi nasıl bilir? Onu kendiliğinde bulunduğu durumda mı bilir, ya da bu alimin bilgisinde ve zannında buİunduğu şekilde mi bilir? Bu mesele şeriatta çetin bir konudur. Akla gelirsek, bu konu kolaylıkla anlaşılabi­lir bir meseledir. Alimin sayesinde aşağıdaki kimselere vaaz vermesi, şeyhin müridi terbiyesi bu menzilden öğrenilir.

Aralarında belirli bir benzerlik olmaksızın, varlıkta bütün yönler­den zıt olan iki şeyin bulunmasının olumsuzlanması bu menzilden öğ­renilir. Alemde ilahi benzer nitelikler arasındaki kardeşlik bu menzil­den öğrenilir. Manevi ve mahsus atma bu menzilden öğrenilir. Bu ko­nuda ortaklığın bulunduğu ve bulunmadığı kısımlar nelerdir? Kelamın yaranldardan her bir sınıfa nispeti bu menzilden öğrenilir. Nispederin ülfeti bu menzilden öğrenilir. Birbirine münasip olan iki şey arasında manevi bir ayrılık gerçekleşir mi gerçekleşmez mi? Boşlukta tasarruf bu menzilden öğrenilir. Acaba doluda tasarruf mümkün müdür değil mi­dir? Alemde boşluk var mıdır? Yoksa bütünüyle dolu mudur? Cisimle­rin varlığının farklılık hikmeti bu menzilden öğrenilir. Onların bir kısmı yarılmayı kolaylıkla kabul ederken bir kısmı zor kabuleder? Ci­simlerden şeffaf olan ve olmayanlar, latif olan ve olmayanlar, kesif olan ve olmayanlar bu menzilden öğrenilir. Daha latif olanın kendisini yok edecek şekilde kesiften güçlü olması bu menzilden öğrenilir. Dünya ve ahirette bir mekâna yerleşmenin hikmeti bu menzilden öğrenilir. Gö­zün görülende bir etkisi var mıdır yok mudur? İki şey arasında yarıl­mayı koruyan şey bu menzilden öğrenilir. Bu sayede İki şey birbirine eklenmez. Fail ve edilgen -edilgen olması yönüyle değil özellik olması bakımındanbu menzilden öğrenilir. Sahibinin Öğretmeyi kabul ettiği istidadar ile buna imkân vermeyenler bu menzilden öğrenilir. Şeyh ta­lime müsait olmayan bir istidadı gördüğünde, talim ve terbiyesine de­vam mı eder, sınırlı mı hareket eder, yoksa bütünüyle bırakır mı? Bazı insanlara göre şeyh terbiyeyi ve talimi bırakır. Bazılarına göre sınırlı davranır ve en sonunda mürid kendiliğinden onu bırakır. Bazı insanla­ra göre ise şeyh terbiyeyi kabul etmeyeceğini bildiği müridin terbiyesi­ne bütün gayretini harcar. Onun görevi budur ve kendi görevini yerine getirir. Şeyhin yapması gereken sadece budur. Çünkü o böyle bir mürid için zamanını zayi edecek değildir. Büyüklere göre işin doğrusu ve Rabliğin Hakk ettiği şekilde Hakk karşısında davranmak budur. Pak şeriatta şöyle gelmiştir: ‘Yetmişten fazla yaparım.’ Açıkladıktan sonra ondan uzaklaşmak ise, şayet mürit kabul etmezse, irşat ve talimle çe­lişmez. Şeyh kalbinde ve duasında istidatsız müridinden yüz çevirirse, öğreteceği husustan yüz çevirmez (veya peygamber getirdiğini açıkla­maktan vazgeçmez). Bu nedenle getirdiğini söylemesi ve öğretmesi ge­rekir. Ona lazım olan budur. Allah Teâlâ ehlinden bir grubun buna karşı çık­tıklarını görmüştüm ki, onların tavrı büyük bir hatadır.

Hüviyet ‘he’sinin tembih ‘he’sinin naibi olması bu menzilden öğ­renilir. Allah Teâlâ hakkındaki bilgide onun ne kadar mertebesi vardır? Ev­lenmenin yoksulluğu nasıl giderdiği bu menzilden öğrenilir. Merakeşli Ebu’l-Abbas es-Sebtî bu görüşteydi. Onunla görüşmüş, sohbet etmiş­tim. Adamın biri kendisine gelerek fakirlikten şikâyet etmişti. Şeyh ona evlenmesini tavsiye etmiş. Adam evlenmiş. Sonra tekrar fakirlikten şi­kâyet etmiş. Şeyh ‘bir daha evlen’ demiş. Adam bir daha evlenmiş, ar­dından tekrar fakirlikten şikâyet edince şeyh ‘üçüncü kez evlen’ demiş. Adam üçüncü hanımını almış, sonra tekrar fakirlikten şikâyet etmiş. Şeyh ‘dördüncü kez evlen’ demiş ve adam da evlenmiş. Ardından şeyh şöyle demiş: Tamamdır, adam zenginleşti ve Allah Teâlâ onun rızkını geniş­letti.’ Hâlbuki evlendiği hanımlar arasında dünyalık mala sahip birisi yoktu. Fakat Allah Teâlâ onu zenginleştirmiştir.

Dünyeviliğin etkisi altında köleleşmek ve bundan kurtulmak bu menzilden öğrenilir. İnsanın benzerlerinin köleliğinden kurtulması için çalışırken kim adına çalışır? Acaba esirin azat olması kulun hürriyetine denk midir, değil midir? Allah Teâlâ adamlarının makamları bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın yaratıklarının ortak özelliği bu menzilden öğrenilir. Ulvi eserler bu menzilden öğrenilir. Oluş ve bozuluş bu menzilden öğ­renilir. Hayvan bu menzilden öğrenilir. Celbetmek ve indirmek iste­mek bu menzilden öğrenilir. Naiplerin muhtaç olduğu şeyler bu men­zilden öğrenilir. Yükümlülerin hükümleri neyle ilgilidir? Teklif ve yü­kümlülük neyle ilgilidir? Alemde varlığını sürdürse biie, kendisini bi­lenden sorumluluğun kalkmasının nedeni bu menzilden öğrenilir. Ya­bancının akrabaya katılmasının nedeni bu menzilden öğrenilir. Müşa­hedesinde kendinden başkasını görmeyenin hükmü bu menzilden öğ­renilir. Kendisine karşı davranırken, onun bu konudaki hükmü nedir? Cebir ve ihtiyar bu menzilden öğrenilir. Sana her şeyin bilgisini veren bilgi bu menzilden öğrenilir. Söz konusu bilgi Allah Teâlâ bilgisidir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Muhammedî Mertebeden, Takdirde Hakka Ortaklık Menzilinin Bilinmesi

Allah Teâlâ’dan başka varlık olsaydı bulmazlardı Varlıkta bir fail ve edilgen

Fakat varlıkta birdir ve yegânedir O Benzersiz yaratır, değiştirir düveli

Hiçbir varlık yokluğa dönmez Meyilden bir hakikatte istikamet yok

Bakınız hükümlere içlerinde milel var Milele bak nihali açıklar

Onları yüceltin felekte üzerinde başka felek var                              -

Hilalden Zühal’e doğru yönelerek

Onları Sidre’den bir melek getirir ulaşır o îşin sonu yorgunluktan örtü içindedir

Nida etme fırkaların nida ettiği gibi Ey işin kaynağı! Hatta illetlerin illeti!

Çünkü o bir lakap, âlemlerini vermiştir Diğer illetler gibi kendindeki fakirlikle

Allah Teâlâ seni kendinden bir ruh ile desteklesin bilmelisin ki, Allah Teâlâ İblis’e şöyle der: ‘İki elimle yaratığıma secde etmekten alıkoyan ne­dirT529 Allah Teâlâ’nın insanı iki elle yaratması, Adem’e yönelik bir tahsis ve teşrif amacı taşır. ‘Kendi nazarında büyüklendin mi?’ Vakıa, büyük­lenmişti, çünkü Allah Teâlâ onun büyüklük duygusuna kapıldığını bildirmiş­tir. Allah Teâlâ yüce kitabında bize İblis’in şöyle dediğini bildirir: ‘İblis dedi ki, ben ondan daha hayırlıyım, beni ateşten onu topraktan yarattın:530 ‘Secde et5 denildiğinde, ‘Topraktan yarattığın bir şeye mi secde edelim’531 demiştir. İşte ‘kendi nazarında’ demenin anlamı budur. ‘Yoksa sen ulvi-


lerden mi oldun.’532 Yani gerçekte onlardan mı oldun. Yani gerçekte ondan daha mı hayırlısın. Burada İblis’in bilgisizliği ortaya çıkar. ‘Ul­viler’ sözüyle Allah Teâlâ’nın heybetinde kendilerinden geçmiş yüce melekler kastedilmiş olabilir. Söz konusu melekler, secde emri altına girmeyen­lerdir. Daha doğrusu onlar, melek değil ruhlardır. Çünkü melekler, Cebrail vb. gibi, bu ruhlardan olan elçilerden ibarettir. Zaten (melek kelimesinin kökü olan) ‘e'leke’ Arapçada risalet ve elçilik demektir. Me­lekler bilhassa bu ruhlardan olan elçilerdir. Öyleyse bütün melekler secde etmiştir, çünkü melekler haklarında Allah Teâlâ’nın ‘Âdem’e secde edin533 dediği kimselerdir. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın celalinde ve heybetinde kendile­rinden geçmiş olan ruhlar arasında secde emri alan kimse yoktu. Allah Teâlâ Tela sadece meleklere hitap ettiğini zikrederek bu nedenle şöyle demiş­tir: ‘Bütün melekler secde etti, İblis etmedi.’534 Burada İblis’i -muttasıl de­ğilmünkati istisnayla zikretmiştir. Allah Teâlâ’nın celalinden kendilerinden geçmiş melekler ise Allah Teâlâ’nın Adem’i yaratmış olmasından haberdar ol­madıkları gibi başka bir şey hakkında da bilgileri yoktur. Onlar sadece Allah Teâlâ ile ilgilidirler. Allah Teâlâ İblis’e şöyle der: ‘Yoksa sen yücelerden mi oldun?’535 Yani zikrettiğimiz ve kendilerine secde emredilmemiş bu ruhlardan mı oldun. Dilde secde yere kapanmak demektir. Çünkü Adem topraktan yaratılmıştır. Toprak ise unsurların en aşağısıdır ve ondan daha aşağıda bir şey yoktur. Buradan dairenin merkez noktası­nın çevresinden üstünlüğü ortaya çıkar. Çünkü nokta çevrenin varlık ilkesidir. Ulvi ruhlara secde emredilmemiştir, çünkü onları Allah Teâlâ bize bildirmemiştir. Allah Teâlâ bize İblis’in secde emrine direndiğini söy­lememiş olsaydı, ona secde etmenin emredildiğini bilemezdik. Binae­naleyh insanın Allah Teâlâ’nın iki eliylö yaratılmış olmasının yegâne nedeni, onun diğer varlıklardan üstünlüğünü bildirmek ve Allah Teâlâ katındaki ye­rini göstermektir.

Sonra iki elle yaratılmasıyla teşrifine, havyan insanlara kâmil in­sanların kemalini bildirmek üzere, şunu eklemiştir: ‘Görmediler mi yok­sa?’536 Buradaki zamir hayvan insanlara döner. ‘Onlar için yarattığımı­zı.’537 Yani onlardan dolayı yarattığımızı görmediler mi? ‘Onlar için’ zamiri, âlemde ilahi hitapla maksat olan insan-ı kâmillere döner. ‘Elle­rimizle yaptığımızdan.’538 Ayette yaratma işi de ilahi ellere izafe edilmiş, çoğul kullanmakla da bütün ilahi isimleri kast edilmiştir. Böyle yapma­sının nedeni yaratılışını iki eline izafe edip kendisini şereflendirirken işi tamamlamaktır. ‘Nimetleri...’539 Bunlar, insanlara dönük ihsanlarıdır. ‘Onlar bu nimetlere sahiptir.’540 Allah Teâlâ’nın kendilerini sahip kılmasıyla on­lara sahip olurlar. Hayvan insan ise öyle değildir, çünkü hayvan insan, Allah Teâlâ’nın kendisine dönük nimetinden habersiz kalarak, nimete kendili­ğinde kendisiyle sahip olduğunu iddia eder. Hayvan insan yaratıklarda dolaylı olarak tasarrufta bulunurken insan-ı kâmil Allah Teâlâ’nın kendisini sahip kılması nedeniyle tasarruf eder. Öyleyse insan-ı kâmil’in yaratıl­mışlardaki tasarrufu Allah Teâlâ’nın eliyle ve Allah Teâlâ’nın kendisine vermiş olduğu malla gerçekleşir. Nitekim Allah Teâlâ köleler hakkında emir kipinde şöyle der: ‘Onlara Allah Teâlâ’nın size verdiği maldan veriniz.’541 Alemde yaratılmış her şeyin yaratılışı gerçekte ilahi ele izafe edilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ ‘ellerimizle yaptığımız542 buyurur ve burada ‘eller’ çoğul kullanılmıştır. Binaenaleyh âlemdeki her el, Allah Teâlâ’nın elidir. Bu el sahip kılma ve tasar­ruf imkânı verme şeklinde tezahür edebilir. Öyleyse yaratmanın tümü Allah Teâlâ’ya aittir. ‘Dikkat ediniz! Yaratma ve emir Allah Teâlâ’ya aittir.’543 Bir riva­yette tuba ağacını Allah Teâlâ’nın kendi eliyle diktiği, Adn cennetini eliyle ya­rattığı zikredilmiştir. Allah Teâlâ bazen elini tek olarak zikretmiş, bazen iki bazen ise çoğul kullanmıştır. İki el sadece Adem’in yaratılışında zikre­dilmiştir ki o insan-ı kâmil’dir. Kuşkusuz iki çoğul ile tek arasmda bir berzahtır. Hatta o ilk çoğuldur. İki özü gereği iki ucun karşısında bu­lunur. Bu nedenle de kemal derecesinin sahibidir. Çünkü tek ancak onun vasıtasıyla çoğula ulaşabileceği gibi çoğul da onun vasıtasıyla bire bakabilir. Binaenaleyh insan vasıtasıyla suretin kemali ortaya çıkmıştır. Şu halde insan-ı kâmil, Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey demek olan âlemin cisminin kalbidir. O, kendisini sığdırdığında Hakk ile mamur bir evdir. Allah Teâlâ kutsi bir hadiste şöyle der: ‘Yerim ve göğüm beni sığdıramadı, mümin kulumun kalbi sığdırdı.’ Bir kalp olması itibarıyla insan-ı kâmilin mertebesi Allah Teâlâ ile âlem arasındadır. Suretten surete girdiği ve başkalaştığı için Allah Teâlâ onu ‘kalp (değişen)’ diye isimlendirmiştir. (Bu değişmenin gerçek sebebi olarak) ‘0 her gün bir iştedir.’544 Bu isimlen­dirmenin başka bir sebebi Allah Teâlâ’nın kendisini yönlendirmesi, bu başka­laşma ve yönetilmedeki kabiliyeti ve genişliğidir. Bu nedenle Hakkı sığdırabilecek genişlik kendisine ait olmuştur. Çünkü Allah Teâlâ da kendisi­ni her gün bir işte olmakla nitelemiştir. Gün her bir şeydeki en küçük zaman dilimidir. Öyleyse Allah Teâlâ şe’nlerdedir. Âlemdeki bütün yönetme­ler ve başkalaştırmalar, Hakkın kendilerinde bulunduğu bu şe’nlerden başkası değildir. Allah Teâlâ’dan aktarılan bir ayette veya peygamberden ge­len bir hadiste herhangi bir yaratılmışa ‘ol’ deme imkânı verildiği zikredilmemiştir. Bunun istisnası insan-ı kâmil’dir. Bu imkân bir keresin­de Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem adına Tebük savaşında gerçekleşmişti. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘Ebu Zer ol! O da olmuştu.’

Cennet ehli hakkındaki bir rivayette meleğin kendilerine gelerek huzurlarına girmek için izin isteyeceği aktarılır. Ardından huzurlarına girer ve Allah Teâlâ’nın selamını kendilerine ulaştırdıktan sonra onlara Allah Teâlâ’dan bir mektup getirir. Her bir insana gelen bu mektupta ölümsüz el-Hay ve el-Kayyum’dan ölümsüz hay ve kayyum’a dönük bir konuş­ma vardır. Şöyle der: ‘Ben bir şeye ‘ol’ dersem, o şey olur; siz de bir şeye ‘ol’ deyince, o şey olacaktır. Bu imkânı size veriyorum.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle devam eder: Cennet ehlinden birisi bir şeye ‘ol’ deyince, o şey olur.’ Hadiste ‘şey3 kelimesi zikredilmiştir ki, en belirsiz ve genel olan demektir. Doğanın gayesi cisimlerin ve kendisinden yoksun kal­mayacağı ve doğası gereği talep ettiği şeylerin yaratılmasıdır. Cisimler âlemin bir parçasıdır, dolayısıyla onlar genel değillerdir. Nefsin gayesi, doğal yaratılışlarda tikel ruhların yaratılmasıdır. Ruhlar ise âlemin bir parçasıdır ve onlar da genelleşmemiştir. Genellik sadece ilahi sırrı taşı­yan insan-ı kâmile verilmiştir. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey, insanın bütü­nünün bir parçasıdır. Anlayabilirsen bunu anla! Allah Teâlâ’nın dışındaki şey­lere ve Allah Teâlâ’nın onları nasıl nitelediğini iyice incele! Allah Teâlâ ‘Her şey O’nun/onun hamdini tespih eder’545 buyurur. Allah Teâlâ her şeyi secde edici olmakla nitelemiş, fakat hiç birine âlemde emretme ve yasaklama im­kânı vermemiş, halifelik veya genel itibarıyla yaratma özelliği tanıma­mış, bütün bunları sadece insan-ı kâmile tahsis etmiştir. Kim insan-ı kâmilin kemalini öğrenmek isterse, emir, yasaklama, tekvin, bir dil ve­ya organ veya başka bir yaratılmışın vasıtası olmaksızın onun yaratma­sını nefsinde düşünmelidir. Bu ayrıcalığın sebebini tam olarak anlayan kişi, kendi kemali hakkında rabbinden açık bir delile sahiptir, çünkü bu konuda kendinden bir şahide sahiptir. Başka bir ifadeyle nefsinden bu konuda şahidi vardır ki, bu söylediğimiz husustur. Bir organ vasıtasıy­la emir verir veya yasaklar veya bir şeyi yaratmaya kalkışır da gerçek­leşmezse veya bir şeyde gerçekleşip başkasında gerçekleşmezse, vasıta olmadan genel olduğu sürece, yine de kemale ermiştir. Binaenaleyh onun emrinin vasıtayla gerçekleşmeyişi kemaline bir zarar vermez, çünkü ilahi suret, varlıkta böyle zuhur etmiştir. Allah Teâlâ kitapların­da ve peygamberlerinin diliyle kullarına emirler vermiş, onların bir kısmı emre itaat etmişken bir kısmı asi olmuştur. Vasıtalar ortadan kalktığındaysa, Allah Teâlâ’nın emrine sadece itaat olabilir. Böyle bir emre karşı çıkmak ve direnmek mümkün ve geçerli değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın eli cemaatin üzerindedir ve O’nun kudreti iş­ler.’ Bu nedenle insan kendi nefsinde bir şey haline gelecek şekilde bü­tün güçlerini toplarsa, himmeti dilediği her şeye nüfuz eder.

Bu husus Allah Teâlâ ehlinin bütünüyle görüş birliğine vardığı bir zevk­tir. Çünkü Allah Teâlâ’nın eli cemaatle birliktedir. Alem toplamla zuhur et­miş, varlıklar ise O’ndan başkası değildir. Allah Teâlâ’nın şu ayetine bakınız: ‘Üç kişilik bir grup yoktur ki dördüncüsü O olmasın.’546 Ardından ‘Ya da daha az547 -ki üçten azı demektir‘veya daha çoğu yoktur ki...’548 Bu ise üçten sonsuza kadarki sayılardır. ‘0 onlarla beraberdir, her nere­de olurlarsa olsunlar.’549 Yani ister var ister yok olarak, her nerede var sayılırlarsa, Allah Teâlâ birincinin İkincisidir. Çünkü bire eşlik eden kendisi olamaz. Beraberlik arkadaşlıktır ve onun en azı ikidir. Allah Teâlâ iki kişinin üçüncüsü, üç kişinin dördüncüsüdür ve bu sayı böyle devam eder. Buna karşılık beraberlik Hakkın dışında sadece yaratılmışlara iza­fe edilirse, İkincinin beraberliği iki kişinin İkincisidir; üçle beraber olan, üç kişinin üçüncüsü, dört kişiyle beraber olan dördün dördüncü­südür. Bu sayı böyle devam eder. Çünkü bu durumda beraber olan, yaratılmışhkta beraber olduğu kimsenin aynıdır. Başka bir ifadeyle onunla hemcinstir. Hakk ise öyle değildir. Öyleyse Hakkın benzeri yok­tur. Bu nedenle Hakk üç kişinin üçüncüsü veya beş kişinin beşincisi de­ğildir. Bunu anla! Hakk bir açıdan yaratıklardan ayrışmışken bir yandan da onun suretiyle zuhur etmiştir.

Bilmelisin ki, doğa, iki güçle nitelenmiş ve şeriatın diliyle ‘Levh-i mahfuz’ diye ifade edilen tümel nefsin gölgesidir. Nefsin gölgesinden uzamayıp kendisinde kalan kısım nuranilik ve aydınlık derecesinde İlk Akıl’dan aşağıda bulunmasına yol açan kısımdır. Nefsin gölgesinden uzayan kısım ‘doğa’ diye isimlendirilmiştir. Bu gölge tüm heyulanın zatına uzamıştır. Böylelikle heyula cevherinden ve doğadan tüm cisim karanlık olarak ortaya çıkmıştır. Bu doğal karanlık nedeniyle tüm cismi ‘kara kilim’e benzetmişlerdir. Nefs nuranilikte akıldan daha aşağıda oh duğu için ‘yeşil zümrüt’ diye isimlendirilmiştir. Tüm cisimde cisimler âleminin suretleri ve şekilleri ortaya çıkar ve tüm cisim için uzuvlar gi­bi olmuştur. Tüm cisim bir şekilde istidat kazandığında, nefs ona yö­nelir ve onu aydınlatır. Böylelikle hayât bütün uzuvlarına yayılır. İşte bunlar, felek ve unsur kaynaklı ulvi ve süfli cisimler âleminin ruhları­dır. Sonra zamansal hareketin hükmünün tesiri nedeniyle birbirine dö­nüşürler. Söz konusu hareketi ed-Dehr ismi feleklerde belirlemiştir. Böylece felekî türeyenlerin suretleri dışta ortaya çıkmıştır. Misal olarak yıldızları, cenneti ve mertebelerini, onlarda bulunan şeyleri verebiliriz. Bunun yanı' sıra unsur kaynaklı maden, bitki, hayvanlar ile dış varlıkta garip suretler ve bilinmez şekiller ortaya çıkar. Hiçbir şey yokluktan çıkmaz; sadece suretler, arazlar terkip ve tahlil yoluyla ortaya çıkar. Cevherin hakikati sabittir ve dünya ve ahirette bütün suretleri kabul edicidir.           ; v

Bu meseleyi öğrenip bu husus sabit olduktan sonra, bilmelisin ki: ‘İşi yönetir ve tafsil eder,55° ayetinde kast edilen şey, takdir ve var etme-' dir. Öyleyse tedbir takdire, tafsil var etmeye aittir. Bu kelime bir şeyi kesip ötekinden ayırdığında söylenen ‘fasaltü eş-şey’ ifadesinden gelir. Böylece kestiğin parça ile kesilen arasında bir ayrım ortaya çıkar ve birbirlerinden ayrışırlar. Bu ayırma işlemi ‘takdir’ ile yapılırsa, parça onun suretinde ve şeklinde ortaya çıkar. Takdir edilmeden gerçekleşir­se, onun suretinde olmayabilir. Belirli bir durumda ona benzese bile, başka bir yönde ondan ayrılır. Misal olarak, birbirlerinin zıddı olsalar bile beyaz ve siyahlığın renk olmada ortak olmalarını verebiliriz. Başka bir misal ise birbirlerinden farklı olsalar bile arazlıkta ortak olan hare­ket ve rengi verebiliriz. Şair şöyle der:

Ve sen kuşkusuz ürettiğin şeyden uzaklaşırsın

Bazı insanlar ise üretir sonra ayrılmaz ürettiğinden

Başka bir misal ise terzi, demirci gibi sanatkârlardır Söz gelişi ayakkabıcı kestiği deriden ayakkabı yaparlar. Önce bir ayakkabı alır, onu deride ölçerler (takdir). Deride bir miktar belirledikten sonra par­çalar keserler ve deriden ayırırlar. Allah Teâlâ gölgeleri şahısların misaline göre yaratmıştır. Onları ayrıştırmak istediğinde, boylarını uzatır ve böylelikle dış varlıkları gölgesi olduğu kimsenin suretinde ortaya çıkar.

Bu durum bir ayakkabının ötekiyle benzer olmasına benzer. Allah Teâlâ Tela insanı yaratmazdan âlemi yarattığında, başka bir ifadeyle bir toplam olmaksızın âlemi yarattığında, insanın suretini âlemin suretiyle paralel yapmış ve karşılaştırmıştır. Bu nedenle âlemdeki her şey insanın suretindedir. ‘Alem’ derken Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyi kastediyorum. Böy­lelikle Allah Teâlâ daha önce kendisini tedbir etmişken bu kez onu âlemden ayırmıştır. O, tedbir edilen şeyin aynıdır.

Sonra Allah Teâlâ onu manevi bir şekilde ilahi isimlere paralel Hakk ge­tirmiş, ilahi isimler suretlerin aynada ortaya çıkması gibi onda ortaya çıkmıştır. İsimlerin güçleri kendisinde meydana geldikten sonra, Allah Teâlâ insanı ilahi isimlerin mertebesinden de ayırmıştır; o güçlerle insan ru­hunda ve bâtınında ortaya çıkmıştır. Onun zahiri halk iken bâtını Hak­tır. İşte bu âlemde talep edilen insan-ı kâmil iken onun dışındakiler hayvan insandır. Hayvan insanın insan-ı kâmil karşısındaki yeri, may­munun hayvan insan karşısındaki yeriyle birdir. Ayrıntıya girmezden insan-ı kâmilin yaratılışı hakkında söylenebileceklerin özetidir.

Onun yaratılışının tafsiline gelirsek, bilmelisin ki, Allah Teâlâ dört unsuru feleğin altında yaratmış, feleğin şekline göre onları döndür­müştür. Hepsi tümel cisimdeki şekillerdi. Tesiri kendisini takip eden rükünlerde ortaya çıkan ilk felekî hareket, ateşin hareketiydi. Bu hare­ket onda havanın içerdiği yaşlık nedeniyle yanma ve tutuşma sonucunu oluşturmuştur. Söz konusu tutuşma ve alev, ateşten ve havadandı ve ‘maric’, yani karışık diye isimlendirilmiştir. ‘Merc’ buradan hareketle bu adla isimlendirilmiştir, çünkü o çiçek ve bitkilerin karışımlarını içe­rir. Yine buradan hareketle insanların içine düştüğü savaş ve çatışma durumu ‘here ve merc’ diye isimlendirilir. Savaş ve çatışma demektir. Allah Teâlâ bu alev içinde cinlerin (suretlerini) açmıştır (yaratmıştır).

Sonra aydınlık yıldızlar ışınlarını Allah Teâlâ’nın emriyle ve izniyle yay­mıştır, çünkü Allah Teâlâ her göğe emrini vahyetmiştir. Böylelikle onlar ışın­ları ve şualarını rükünlere yaymıştır. Rükünler onların ışınlarının ya­yıldığı yerlerdir. Böylelikle rükünler, nurlar vasıtasıyla ortaya çıkmış, aydınlanmış ve aydınlatmıştır. Bu nedenle de etki etmiş, onlarda ma­den, bitki ve hayvan türemiş ve doğmuştur. Bunlar, gerçekte kendile­rine etki eden şeylerdir. Çünkü felekler, yani gökleri Allah Teâlâ rükünlerden var etmiş, sonra onlar hareketleriyle rükünlere tesir etmiş, yıldızların ışınlarını türeyenlerin doğması için onlara yaymışlardır. Böylelikle fe­lekler kendi mallarını onlara döndürmüştür. Bu durumda rükünlere kendilerinden başkası etki etmiş değildir. Bu durum kıyamet alametle­rinden sayılır, çünkü kıyamet alametlerinden birisi ‘annenin çocuğunu doğurmasıdır.’ Rükünler felekleri doğurmuş, sonra felek onlarla bir­leşmiş, onlarda doğan şeyler doğmuştur. O halde felek, rükünlerin ço­cuğu ve kocasıdır. Alemin varlık sebebi olan insanın sureti rükünlerde ortaya çıkmamıştı. Allah Teâlâ killi toprağı almış, onu suyla karıştırmış, şa­nına yaraşır bir şekilde -çünkü ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’551iki eliy­le karmış, bir süre böyle bırakmışur. Toprağının parçalarına kadar nü­fuz eden sıcak havanın kendisine temasıyla bu çamur mayalanmış, ko­kusu değişmiş ve başkalaşmış ve ‘hame-i mesnun’ haline gelmiştir.

Her kim söylediğimizin doğruluğunu görmek isterse, imanında bir gedik varsa kulacının derisinin sıcaklığını hissedinceye kadar otelci kulacıyla ovmalıdır. Sonra onu koldasın, orada terleme kokusunu his­sedecektir. O koku, çjsmin kendisinden yaratıldığı insanın aslıdır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘İnsanı kokuşmuş bir hame’den yarattı.’552 Ateş unsu­runun kendisini pişirmesiyle hamuru katılaşmış, parçalan birbiriyle kaynaşmış, güçlenmiş ve serdeşmiştir. Ardından hayat unsuru olan su kendisine katılmış ve ona kendi yaşlığını vermiş, serdiğini yumuşatabi­leceği kadar yumuşatır. Böylece kendisine hayat yayılır. Bu kez hava unsuru içerdiği yaşlık ve sıcaklıkla ona yardım eder, sıcaklığıyla suyun soğukluğuna karşılık gelir. Böylece bu ikisi birbirlerini engeller ve en sonunda yaşlık kendisine baskın gelerek toprağınm cevherini ete, kana, sinirlere, damarlara ve kemiklere dönüştürür. Bütün bunlar, unsurların doğasının eserleri ile bu yapının parçalarının istidadarının farklılığı ne­deniyle farklı mizaçlarda oluşmuştur. Bu nedenle bu hayvani yapmın parçaları birbirinden farklı olmuş, her varlığın ötekinden ayrışması için isimleri birbirinden farklılaşmıştır.

Bu yapının ve bedenin besini yaratıldığı şeyden olmuştur. Gıda bitkilerin ayakta kalmasının nedenidir ve onun canlı sayesinde gelişir. Bitkideki bu gelişme ve artış ‘Sizi topraktan bitki olarak çıkarttı’553 aye­tinde belirtilir. Bunun anlamı ‘bitki olarak büyürsünüz’ demektir. Çünkü ‘enbete’ kelimesinin mastarı inbat’tır. Ayette ise (nebat getirile­rek) büyüme büyüyene izafe edilmiş ve şöyle denilmiştir: ‘Sizin gıda­nızı ondan yapmıştır. Yani onu büyüten şeyden yapmıştır. Böylece siz de onunla büyürsünüz. Yani cisimleriniz büyür ve gelişir. Nebatihayvani cisminiz büyüyüp geliştiğinde ve onda hayvanın bütün güçleri ortaya çıktığında, Allah Teâlâ ona ameli nefsin gücünden fikir kuvveti verir. Bunu ona nefsin bilme gücünden ve el-Müdebbir isminden verir. Çünkü hayvanın bütün yaptığı işler ve bilgileri, bir tedbir veya dü­şünmeyle gerçekleşmez; hayvan kendisinden ortaya çıkan şeyleri bilme yaratılışındadır. Bu hikmetli iş yapmanın ve ustalığın hayvanda nere­den kaynaklandığı bilinmez. Böyle hayvanlara misal olarak örümcekler, arılar, sinekler verilebilir. İnsan ise öyle değildir, çünkü insanın elde et­tiği herhangi bir bilgiyi ancak fikir, tedbir ve düşünme gücüyle elde et­tiği bilinir ve insanda bunun nereden ortaya çıktığını bellidir. Diğer hayvanlar ise o işi bilir, fakat nereden ortaya çıktığını bilmezler. İşte insanın ‘insan’ diye isimlendirilmesinin yegâne nedeni, bu bilgisidir, başka bir şey değil! Bu, bütün insanların ortak olduğu bir özelliktir. Fakat insan-ı kâmil bunun dışındadır, çünkü insan-ı kâmil hayvan in­sana dünya hayatında güçlerini almış olduğu ilahi isimleri kullanmayı da ekler. O, bu güçleri Allah Teâlâ kendisini âleme mukabil ve paralel olarak yarattığında bu isimlere de karşılaştırması esnasmda almıştı. Allah Teâlâ insan-ı kâmili büyük-tüm insanın halifesi yapmıştır. O, Allah Teâlâ’nın yaratık­ları içinde yaratıklarından olan gölgesidir. Bu nedenle de o halifedir ve yine bu nedenle insan-ı kâmiller tek kişinin halifeleridir. Öyleyse onlar, asli insanın karşısında bulunan ilahi nurların varlığı nedeniyle söz ko­nusu insanın gölgelerdir.

Bu tecelli nurları her yönden insanın üzerine farklılaşarak gelir ve bu nedenle de tecellinin sayısınca farklı gölgeleri ortaya çıkar. Her te­cellinin bir nuru vardır ve bu nur unsuri varlıkta insanın suretinin göl­gesini verir. O gölge halife olur ve ondan özel olarak halifeler meydana gelir. Hayvan insana gelirsek, onun aslı, genel olarak böyle değildir ve onun hükmü diğer hayvanlar gibidir. Hayvan insan kurucu özelliğiyle diğer hayvanlardan ayrılır. Bu durum hayvanlardan her birinin kurucu özelliğiyle diğerlerinden ayrışmasına benzer. Mesela at kurucu unsu­ruyla eşekle bir olmadığı gibi katır veya kuş veya yırtıcı hayvan veya böcek değildir. Hayvan insan haşereler arasında sayılırken kemale er­diğinde halifedir. Böylelikle hayvan insan bazı nedenlerle bizimle ortak iken bazı özelliklerle bizden ayrılır. Sonra Allah Teâlâ ona halifelik hükmünü ve halife adını vermiştir. Bu ikisi, tekvinin kendilerinden or­taya çıkması için, iki dişi sözdür, çünkü dişi tekvin ve yaratma mahalli­dir. Binaenaleyh, kendisine naib demediğine göre, bu isimde bir ikaz vardır. Hâlbuki naib ile halife aynı anlamdadır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ben yeryüzünde halife yaratacağım.’554 Hâlbuki insan veya davetçi dememiş, onu yaratılış gayesiyle adlandırmıştır.

Hayvan insan ile halife insan-ı kâmili ayırt ettik, çünkü Allah Teâlâ ‘Ey insan! Seni kerim Rabbine karşı kışkırtan nedir, o seni yaratmış düzen­lemiş ve itidal vermiştir555 buyurur. Bu, insanın doğal-unsuri yaratılışı­nın kemalidir. Ardından Allah Teâlâ şöyle der: ‘Dilediği bir surette seni terkip etti.’556 Dilerse seni kemal suretinde yaratır ve âlemde halifesi ya­par. Dilerse hayvan suretinde yaratır. Bu durumda sadece ‘insan’ denilenlere ait zatî-kurucu özelliğinle arklılaşmanla birlikte hayvanlardan birisisin. Hâlbuki Allah Teâlâ inşanın dışındaki varlıkların yaratılışında tesvi­ye veya itidal lafzını kullanmamıştır. Gerçi ‘O ki yarattı ve tesviye etti557 denilir. Burada insanın yaratılışı kastedilmiş olabilir, çünkü tesviye ve itidal birlikte zikredildiğinde, insanın yaratılışı kast edilir. Çünkü Allah Teâlâ insanı âlemin suretine göre düzenlemiş, ve tesviye etmiş, ona âleme gö­re itidal vermiştir. Bu ayrıcalık diğer unsuri yaratıklar için söz konusu değildir. Allah Teâlâ düzenleme ve itidalden sonra şöyle buyurur: ‘Ol.’558 Bu, ilahi nefestir. Böylelikle insan-ı kâmil tesviye, itidal, ruhun üflenmesi ve ‘ol’ sözünden meydana gelmiştir. Bu durum ‘Allah Teâlâ katında İsa’nın durumu Adem’in durumu gibidir, onu topraktan yaratmış ve sonra ona ol demiştir559 ayetinde belirtilir. Böylelikle kâmil -ki İsa’dırkâmile Adembenzetilmiş, halife halifeye benzetilmiştir. Halife olmayanları da Allah Teâlâ tesviye etmiş, ruhundan üflemiş, hâlbuki ona ‘ol’ dememiştir. Bunun istisnası genel ve birleştirici bir ayette söylediği ‘Bir şeye, onu irade ettiğimizde sözümüz ‘ol’ demektir, o da olur560 ayetidir. Öyleyse ak­lını dikkatini çektiğim hususa vermelisin. Şana Allah Teâlâ’nın halife insanlara verdiği kemal mertebesini anlatıyoruz:

Allah Teâlâ burçlar feleğinden ibaret olan Adas feleğine yemin ederek ‘Burçlar sahibi'feleğe yemin olsun ki561 buyurur. Allah Teâlâ onu on ikiye bölmüş, burçlar semasından her birine kendi emrini vahyetmiştir. Her burcun kendisiyle diğer burçlardan ayrıştığı bir emri vardır. Allah Teâlâ her burca kendisine vahyedilen emirden kendi aşağısındaki terkip âle­mine doğru uzayan eserler yaratmıştır. İnsan da cismi ve feleklerin ha­reket ettirmesiyle meydana gelen doğası yönünden terkip âleminden olduğu gibi aynı zamanda doğanın yağı ve özüdür. Binaenaleyh insan, sütün içinde daha latifi olmayan sütün yağı ve özüdür. Hatta insan âlemin ruhudur. O âlemden çıktığında, âlem tortu halinde kalır, insan âlemdedir ve âlemde değildir. Çünkü insan kuvve halinden ondan ay­rıdır ve aynı zamanda ondandır. Çünkü insan, âlemin yağı olsa bile âlemden çıkmamıştır. İnsan âlemden ayrılmış olsaydı, âlem herhangi bir şeye denk olmazdı. Nitekim sütten yağı çıkarıldığında, başkalaşır, değeri azalır ve kendisinden talep edilen hayrı kalkar. Bu özü nedeniyle süt kullanılır ve değeri yüceltilir. Allah Teâlâ bu burçların o burçlar semasının altında bulunan âlemde bir etkilerinin olmasını irade edince, insan yaratılışında da on iki kabiliyet yarattı. İnsan bu kabiliyederle eserleri kabul eder ve insan-ı kâmil onlarla zuhur eder. Bu durum hay­van insan için geçerli değildir. Bununla birlikte hayvan insan, bu etki­leri kabul etmede diğer hayvanlardan daha yetkin ve tam olsa bile, insan-ı kâmilin kabul etmesine kıyasla eksiktir. İnsan bu on ikiden dolayı âleme paralel yaratıldığında ona bitişmişken aynı zamanda ilahi isimler mertebesine bağlanabilmiştir. Nefs için kemal bunlarla gerçekleşmiştir.

Bu komşuluk üç mertebede gerçekleşir. Bunlardan birisi ihtisas mertebesidir. Bu mertebe hayvan insanda âlemin hakikatlerini kendin­de bulundurması nedeniyle bulunur; insan-ı kâmilde de aynı sebeple bulunurken ilave olarak ilahi isimlerin kendisine tahsis edilmesinden dolayı bulunur. İlahi isimler, inayetin bir gereği olarak, ilahi benzerlik ve paralellik nedeniyle insan-ı kâmile mutabakat yoluyla verilir. Başka bir neden ise insan-ı kâmilin halife olmasıdır. Hiçbir şey bir şeyin ken­disinden daha çok gölgeye bağlı ve bitişik değildir.

Komşuluğun ikinci mertebesi iki durumu birbirine bağlayan ‘şey­lik mertebesidir.’ Bunlar, sayelerinde insandan oluşan şeylerin ortaya çıktığı, araçlardır. Hayvan insan ellerle yapılan işlerden herhangi birisi­nin yapımına ulaştıran araçların kullanılmasında insan-ı kâmille ortak­tır. İnsan-ı kâmil ise himmet vasıtasıyla fiil yapmasıyla hayvan insan­dan üstündür. Öyleyse insan-ı kâmil’in araçları himmetidir. Himmet insan-ı kâmil için herhangi bir şeyi var etmeye yöneldiğindeki ilahi İra­denin yerini alır: Hakk bir şeye yöneldiğinde, o şeyin var olmaması mümkün değildir!

Üçüncü mertebe, Hakk ile ittisal ve O’na vuslattır. Bu ittisal vasıta­sıyla insan nefsinden fani olurken insan-ı kâmilin duyması, görmesi olmak üzere Hakk zuhur eder. Bu, ‘zevk’ diye isimlendirilen şeydir. Çünkü Hakk bu şeylerden birisi olduğunda, Hakkın varlığıyla o şey ya­nar ve yok olurken, geride O kalır. Biz de bu hali zevk ettik ve Allah Teâlâ’yı ‘Allah Teâlâ’ ismiyle zikrederken yanmayı duyusal olarak hissettik. Artık O vardı, ben yoktum. Bu esnada yanmayı dilimde hissettim. Bu yanma nedeniyle hayvani-duyusal bir yanmadan kaynaklanan acı duydum. Altı saat veya buna yakın bir süre bu halimde Allah Teâlâ’yı zikrettim.

Sonra Allah Teâlâ benim dilimi bitirdi. Bu kez O’nu kendisiyle değil, karşısındaki huzur ile zikrettim Bütün kuvvetler böyledir. Hakk onlar­dan birisi olunca, o kuvvetin varlığını siler ve -kuvvet her ne olursa ol­sunO olur. Bu durum ‘Onun duyması, eli ve dili olurum’ kutsi hadi­sinde belirtilir. Güçlerinde yanmayı müşahede etmeyip onu hissetme­yen kimsenin zevki yoktur. Böyle bir şey onun vehminden ibarettir. Bu durum ilahi perdeler hakkında zikredilen ‘Onları açsaydı, yüzünün tecellileri her şeyi yakardı’ hadisinde belirtilir. Hakk kulunda hangi güç­leri yakmayı murat ederse, zevk yoluyla o güç yönünden insan ile Hakk arasında bulunan perdenin kalkması hakkında bilgi edinir. Böylece yü­zün/zatın nuruyla o organ yanar. O gücün (veya organın) yanmasıyla ortaya çıkan gediği Allah Teâlâ kendi nefsiyle kapatır. Yanan organ onun ku­lağı ise, Hakk onun duyması olurken gözü ise gözü, dili ise dili olur. Bu manada şu dizeleri söyledik:

Dikkat edin! Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ ile zikretmek yakar Bu kesin tecrübe edilmiş bir hüküm

Varidatın rabbine yemin olsun ki, O’nu arzuladım Sonra anladım ki Hakk doğru söylemiş

Bu nedenle Allah Teâlâ sahih hadiste şöyle der: ‘Onun duyması ve gör­mesi oldum.’ Allah Teâlâ kendi varlığını özel nitelikle nitelenmiş kulun duy­ması yaptı. Allah Teâlâ’nın kulla ittisalinin en büyük hali budur. Bu ittisal, ku­lun güçlerini ortadan kaldırarak, şanına yaraştığı tarzda varlığıyla -bir teşbih veya nitelik veya sınırlama, hulul, ihata, bedellik gibi bir durum olmadankulun varlığında bulunmasıdır. Bu konuda gerçek, söylediğimizdir. ‘Biz bildiğimize şahidiz, gaybı koruyucu değiliz, köy halkına sor:’562 Kastedilen içinde bulunduğumuz topluluktur. Yani bu yöntemi takip eden Allah Teâlâ ehli kullardır. Onlar, nafile ibadetleri yerine getirmiş, bunlara devam etmiş, bu ibadetlerle Allah Teâlâ’ya yönelen kimselerdir. Allah Teâlâ inanç, söz ve amelde hatadan korumakla bize yardım etsin. Rahmet O’ndan beklenir!

On ikiden ikinci eser şudur: Dil bakımından benzer olan iki şeyin bu benzerlik nedeniyle birbirinin zati özelliklerinde ortak olması lazım gelmez. Çünkü benzerlik dilde ve akılda olur. Akli benzerlikte nefsin niteliklerinde ortaklık vardır. Dil benzerliği benzerlik konusunda ben­zediği şeye en küçük benzerliktir. Bu durumda benzerin benzeri olması ve ona kabiliyetli oluşu bakımından bir hükmü olmalıdır. Kamil insan olan kul ile Hakk arasında ‘O’nun benzeri bir şey yoktur563 ayetinde belir­tildiği üzere bütün ilahi isimleri kabul etme benzerliği vardır. Onlar, bizim bildiğimiz isimlerdir ve bu isimleri kabul ederek insan halife adını almış, meleklerden üstün olmuştur. Halife üzerlerine halife oldu­ğu kimselerde kendisini halife atayanın hükümleriyle ve O’nun tasar­ruftaki suretiyle gözükmezse halife olamaz. Nitekim halife ve vekil, kendisini vekil atayanın malında ve kendisini vekil edindiği bütün hal­lerinde halifedir. Halife, Hakkın ona sorumluluğu altındaki kimselerde tasarruf izni vermesine göre, vekilinin gözetiminde tasarrufta bulunur. Böyle birisi, halife olanın halifesidir.

Kulun Rabbini halife ve vekil edinmesi, kendisini mutlak bir hali­felikle vekil edinmesinden kaynaklanır. Bu (kul ile Hakk arasındaki) devri bir vekilliktir. O halde rabbin kulunu halife edinmesi, zatının ve yapısının verisine göre, sınırlı halifeliktir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yolculuğa çıkarken şöyle dua ederdi: ‘Rabbim! Sen seferde yolda, ailede vekil ve halifesin!’ Böylece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’yı ‘halife’ diye isimlendirmiştir. Allah Teâlâ da mevcut veya madum tüm bilinenler üzerine yemin ederek, ‘gördüklerinize ye görmediklerinize yemin ederim’564, demiş, kendisine ve bütün bilinenler üzerine yemin etmiştir. Allah Teâlâ’nın üzerlerine yemin etti­ği şeylere biz de yemin edebilir miyiz? Yoksa bize öyle bir yemin ya­saklanmış mıdır? Yasaklanmışsa, bize yasaklanmış hususlarda halife olamayız. Yemin edilen şey tamlamalı veya tekil olarak bulunabilir. Tekil bulunurken yemine misal olarak ‘Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, şunu yapacağım’ ifadesini verebiliriz; tamlamalı olana misal olarak, Hz. Aişe’nin yemininde zikredilen ‘Muhammed’in rabbine yemin olsun ki’ ifadesini verebiliriz. Yeminde tamlanan tamlama yapılana dahildir. Bu tanıma göre insan-ı kâmil ismi zikretse de zikretmese de bütün bilinen­ler üzerine yemin edebilir. Bu, Allah Teâlâ’nın eşya üzerine yemin etmesinin tevil tarzlarından biridir. Bu yeminlere misal olarak ‘Güneşe şemin olsun ki’565, ‘Kuşluk vaktine yemin olsun ki566 ‘Geceye yemin olsun ki’567, ‘Zeytine yemin olsun ki568 gibi ayetlerde geçen yeminleri verebiliriz. Kastedilen güneşin, kuşluk vaktinin ve zeytinin rabbidir. Allah Teâlâ sadece kendisine yemin edebilir ve sadece Allah Teâlâ adına yemin edilebilir. Bunun dışındaki yeminler düşmüştür ve onlarla haklarında yemin edilen hususlarda akit gerçekleşmez. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ sizi anlamsız yeminlerinizden do­layı hesaba çekmez569 buyurur. Kastedilen düşmüş yemindir. Bunun anlamı, kendilerini ihlal ettiğinizde kefaret belirlemediği yeminler ne­deniyle sizi cezalandırmaz demektir. ‘Fakat yeminlere bağladığınız şeyler nedeniyle sizi cezalandırır.’570              -

Yemin ederken kalbin akdi düştüğünde, yeminin ihlali gerçekleşti­ğinde kefaret kalkar. Kuran’da zikredilen yeminlerde kefaretin sadece Allah Teâlâ adma yapılan yeminlerde olduğunda alimler arasında bir görüş ayrılığı yoktur. Burada yeminler, izafeli olarak belirli gelmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’dan başkası adına yemin etmeyi yasaklamıştır. Öyley­se halife, halifelikte kendisini atayanın iradesine göre davranmalıdır. Çünkü Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ işinde galiptir571 buyurur.

Dilde suret, emir ve şe’n anlamında kullanılabilir. Bir hadiste ‘Allah Teâlâ Âdem’i kendi suretine göre yarattı’ denilir. Bunun anlamı, emrine ve işine göre yarattı demek olabilir. Allah Teâlâ emrine hakimdir, yani sure­tiyle,.yani emriyle izhar ettiği işine hakimdir. Çünkü Allah Teâlâ yapısı ve neşeti baki kalsa bile onu azletme gücündedir. Bu durum ‘suret’ ile kast edilenin yapı olmadığını, emir ve hüküm olduğunu gösterir. Alim bilgi yollarının ve Allah Teâlâ’nın eşya hakkındaki muradının dışına çıkmaz.

Tek başına bu emir, ikizler burcunun izlerindendir. Bu burç hava doğasına sahiptir. Bu emir Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Rab Amâ’daydı’ hadi­sindeki ifadesine uygundur. Rab kelimesi belirli gelmişken amâ ‘altında ve üstünde hava bulunmayan ince bulut’ demektir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, söz konusu amâ’nın hava tarafından kuşatılamayacağını belirtmiş, ha­vanın olumsuzlanmasına değinmemiştir. İş Allah Teâlâ’ya kalmıştır: Amâ’nın O’na nispeti havanın nispetinden uygun değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ha­vanın amâ’yı ihata edebileceğini olumsuzlamıştır. Öyleyse bütünün değil, toplamın O’ndan olumsuzlanması gerekir. Nefes-i rahman ko­nusunda Amâ hadisini açıklamıştık, ikizler su ile toprak arasındadır. Çünkü bu burç boğa ve yengeç arasmdadır. Bu durum Adem’in su ile toprak arasında olmasına benzer. Bu nedenle havanın hükmü diğer rü­künlerden yaygındır. Hava her şeye nüfiız eder, her şeyde otoritesi vardır. Hava toprağı sarsar, suyu hareketlendirir, akıtır, ateşi yakar; ne­fes alıp veren her şeyin canlılığı ona bağlıdır. Ağaçları o bitirir, dölleyici rüzgârdır. İşte on iki burçtan İkincisinin etkisi budur.

Üçüncü etki ise âlemde zuhur edip kendisinden müstağni kalınabilecek şeydir. Kendisine ihtiyaç yokken ikinin gücünün mertebesinin ortaya çıkması için bu etki âlemde ortaya çıkar Ki, varlıkta mümkünler ve yaratılmışlar zuhur etmişken ‘Allah Teâlâ’dan başkası yoktur’ denilmesin. Böylece Allah Teâlâ’nın âlemlerden müstağni olduğu bilinir. Alemden müs­tağnilik aldedilir bir şeydir. Burada Hakkın âlemden müstağniliğini açıklamak üzere, kendisi var olsa bile söz konusu şeyden müstağni kalmak mümkün olmuştur. Allah Teâlâ söz konusu şeyi âlemde boş ve an­lamsız yaratmadı. Ona, kendisinden müstağni kalınsa bile, varlık ver­miştir. Bu, yararlı bir bilgidir ve onun müstağni olunmayanın düzeni­ne benzer özel düzeni vardır. Bu durum, çocuğun cinsel ilişki sonu­cunda doğmasına benzer. Cinsel ilişki çocuğun olmasına muhtaç de­ğildir (gayesi çocuk edinmek değildir). Bu konudaki delimiz, kısır in­sanların cinsel ilişkisiyle cennetteki cinsel hayattır.

Dördüncü etki, ‘Kıyamet yeryüzünde ‘Allah Teâlâ, Allah Teâlâ’ diyen bulun­duğu sürece kopmaz’ hadisine benzer. Allah Teâlâ lafzı hadiste iki kez zikre­dilmiş, bir defayla yetinilmemiş, bununla tek başma zikretmeyi kas­tetmiştir. Hâlbuki onu herhangi bir şeyle nitelememiş, isimdeki ‘he’yi sakin getirmiştir. Bu ‘Allah Teâlâ’yı çok zikredin572 ayetinin yorumudur. Kas­tedilen, ‘Allah Teâlâ’ isminin tekrarlanmasıdır. Bu ‘Allah Teâlâ’nın zikri en büyük­tür573 ayetinde de belirtilir. Orada özellikle Allah Teâlâ adını zikretmiştir. Allah Teâlâ peygamberine insanlara kendisine indirilen vahyi açıklamasim emretmiştir. İnsanın ‘Allah Teâlâ, Allah Teâlâ’ diye zikretmesi içinde bulundu­ğu âlemi korumasaydı, onun kendisinden ayrılmasına, içinde bulundu­ğu âlemin -ki dünyadırde yok olması bitişmezdi

‘Allah Teâlâ’ ismi bizim ve huzuruna girdiğimiz şeyhin zikriydi. Zikirler arasında ondan daha faydalısı yoktur. Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ’yı zikir en bü­yüktür.’’574 buyurdu. Zikredilen ilahi isimler çok olsa bile, başka bir tar­zı zikretmemiştir. Allah Teâlâ ehli, tek başına ‘Allah Teâlâ’ zikrini zikir saymış, söz konusu zikir onların kalplerinde diğer isimlerin meydana getirmediği büyük bir etki meydana getirmiştir. Şekilci alimlerin bir kısmı faydası ortadan kalktığı için bu zikri görmemişlerdir. (Bunu dememizin nede­ni) Her yeni başlayana bir haberin gerekmesidir. Ona ‘lafızda bu ge­rekmez’ denilir. Hatta her şeyin bir faydası olmalıdır. Özel kelimeyle zikretmiş olduğunda, bu fayda zikredende ortaya çıkar. Böylelikle keş­fin nuru, diğer isimlerin meydana getirmediği şeyi salikin bâtınında meydana getirir. Hatta onun lafızda değil zahir haberde tıpkı tenzihe veya bir fiilin övülmesi izafe edilmesi gibi bir iyilik meydana gelir. Bi­lindiği üzere, bir şey zikredilip ardından başkası zikredildiğinde ve pe­kiştirmek üzere tekrarlandığında, bu durum, aynı hükme sahip olma­yanın vermeyeceği bir fayda sağlar. Zikredenin ise bu niyeti yoktur. Öyleyse tekrar (faydayı oluşturmada) daha hızlıdır ve işleri elde etme­de daha başarılıdır..Binaenaleyh âlemde genel olarak abes bir iş yoktur.

Beşinci eser, burçlar arasında hamel burcu aslana, yaya ve diğer burçlara benzediği gibi, dördüncüye benzer. Bununla birlikte bu burç, ötekilerin aynı değildir. Bu ikisinden her birisi, başkasına ait olmayan bir özelliğe sahiptir. Bununla birlikte, aralarında benzerlik vardır. Bu nedenle de asılda da öyle olduğu eserlerde benzerlik ortaya çıkmıştır. Alemde gerçekleşen ve zuhurundan başka sahih anlam veren her şey böyledir. Söz konusu şey âlemden düşmüş olsaydı, kendisinde bu an­lamı veren bu emir ve durum halel görmezdi. Fakat varlığının verdiği bu emirden eksik kalması gerekir. İşte bu, ‘verilerin arazları’ denilen şeydir. Onların düşmesi ve gerçekleşmemesi, kaybolanın hakikatine za­rar vermez. Bununla birlikte onların bir anlamı vardır. Bu durum ger­çekleşmeden cinsel ilişkinin hazzının varlığına benzer. Böylece cinsel ilişkiye ait fayda gerçekleşir. Fakat cinsel ilişkiyle onun meydana gel­mesinin ancak cinsel ilişkiyle gerçekleşebilecek başka bir anlamı vardır.

Çünkü cinsel ilişkinin gayesi hazdır. Haz ise var olmuştur. Öyleyse cinsel ilişkinin olmayışı, hazzın varlığına zarar vermemiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ, bizi cennette hurilerle evlendirir.

Altıncı etki, tabii olarak, bir araçla gerçekleşebilecek bir şeyi var etmek istediğinde, himmet sahibiyle ilgilidir. Himmet sahibi bir araç olmadan himmetiyle bazen bir araçla o şeyi yapar. Çünkü Allah Teâlâ mayalanma olmadan veya iki elini kullanmaksızın veya hamurunu dü­zenlemeden ve kendisine ruh üflemek üzere itidal vermeden, sebepsiz olarak Adem’i yaratmaya muktedirdir. Allah Teâlâ ‘ol’ der, Adem olurdu! Bununla birlikte Allah Teâlâ Adem’in hamurunu iki eliyle yoğurmuş, onu düzenlemiş, sonra itidal vermiş, sonra ruhunu üflemiş, sonra isimleri öğretmiştir. Binaenaleyh Allah Teâlâ eşyayı bir nizama göre var etmiştir. Ni­tekim Allah Teâlâ dileseydi, sadece isimlerinden kendisini bilmemizle yeti­nirdi. Fakat âleme koyduğu her dilde bir tarzda isimlendirilmiştir. Araplarda ‘Allah Teâlâ’, Iranlılarda Hûda, Habeşlilerde Vak diye isimlendi­rilmiştir. Her dilde, Allah Teâlâ’nın varlığını bilmekle birlikte, isimleri vardır ve bunun faydasını Allah Teâlâ ortaya koymuştur. Bununla birlikte Allah Teâlâ, zuhur eden şeylerden müstağnidir. Bizden ortaya çıkan fiiller de bu konuyla ilgilidir. Yine de Allah Teâlâ, bizim vasıtamız olmadan onları yapa­bilirdi. Fakat bu fiil, görünüşte bizim ellerimizde ortaya çıkar. Allah Teâlâ bir cismi bir mekândan diğerine hareket ettirmeyi irade ettiğinde, biz­de intikal iradesi yaratır ve ihtiyari bir hareketle kalkarız. Bu hareketi kendiliğimizden biliriz ve intikal ederiz. İntikal, esas itibarıyla, Allah Teâlâ’nın yarattığı bir şeydir, fakat o hâdis ve ihtiyari bir iradeden meydana gel­miştir. Titreyenin hareketi böyle değildir. Çünkü o zorunlu bir hare­kettir. İhtiyar sahibi insan, selim akla göre seçiminde mecburdur. Son­ra her hakikatin hükmü mahalle göre ortaya çıkar. Her hakikat mahal ile zuhur eder ve caiz olan ile olmayan ayırt edilir. O halde hareket, ha­reketlide var olabilir. Konuyla ilgili olarak, Allah Teâlâ gecenin kalan üçte birlik bölümünde yakın semaya iner. Bununla birlikte Allah Teâlâ, bulundu­ğumuz her yerde bizimle beraberdir. Bu, söz konusu iniş olmadan bu fiilin ortaya çıkmayacağı bir inmedir. Fakat onu ‘Allah Teâlâ âlemlerden müs­tağnidir575 ayetine izafe edersen, bu inme, müstağnilik mertebesinin gerektirdiği zorunlu bir inme olur. Çünkü Allah Teâlâ bu inmeyi ancak zatı­nın gerektirdiği ilahi bir nispet nedeniyle kabul eder. Dolayısıyla in­meyle o irade gerçekleşir. Anla! İzafet ve tamlamaların izafe olmayanın sahip olmadığı zati hükümleri vardır. Hakikatler değişmez! Şe’n, hükmedilende bir hükmün ortaya çıkmasıdır. Öyleyse bir açıdan O’nun zatı inmeyi talep ederken bir açıdan talep etmez. Binaenaleyh Yaratan yaratılanı talep ederken bilen bilineni talep eder!

Yedinci etki, oluşta zarflığın varlığıdır. Acaba zarf, oluşta bir asil­dir da sonra biz onu dini bir şekilde Hakka mı yükledik? Ya da o şanı­na layık bir şekilde, Hakta mı bulunur? Bu durumda âlemde bil fiil or­taya çıkar. Bu husus Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bir cariyeye sorduğu ‘Allah Teâlâ ne­rededir?’ hadisinde zikredilir. Cariye göğü göstermiştir. ‘Allah Teâlâ her şeyi bilendir (aîîm).’576 Burada feil kalıbı fail (bilen) anlamındadır. Bazen ka­til ve cerih (öldürülen ve yaralanan) gibi meful anlamında olabilir. Öy­leyse Alîm, hem bilen hem malum demektir ve her iki yorum ayette mümkündür. Bu durum, her kelimesinin başındaki edat (bi külli şey) ‘içinde’ anlamındaysa böyledir. Bu yorumla Allah Teâlâ, her şeyde bilinen ve her şeyi ihata edendir. Yani Allah Teâlâ, bilineni bulunduğu Hakk göre bilen ve her şeyi ihata edendir. Bu bilgiye sahip olan sadece Allah Teâlâ’dır veya O’nun bilgi öğrettiği kimsedir.

Sekizinci etki ‘O’na sor’577 ayetinde belirtilir. Yani bir şeyin hakika­tini sormak isteyince, zevk sahibine sor. Eşya hakkında zevki olmayana sorma. Çünkü böyle birisi sana sorduğun şeyin hakikatini değil adını söyleyebilir. Kula Allah Teâlâ hakkmda soru sorulmaz, onun ilahlık hakkında bir zevki ve bilgisi yoktur. Bu konuda onun bir tecrübesi de yoktur. Kulun bu konuda bilebildiği, sadece isimlerdir. O halde Allah Teâlâ hakkın­da soruyu Allah Teâlâ’ya sorman gerekirken kula kulluktan sormalısın. Kullu­ğun kula nispet edilmesi ilahlığın Allah Teâlâ’ya nispeti gibidir. Hakkın kul­luktan haber vermesi, ilahın haber vermesiyken kulun ilahlıktan haber vermesi kulun haber vermesidir. Bu nedenle hadiste ‘Kendini bilen, rabbini bilir’ denilir. Kul kendini zevk bilgisiyle bilir ve kendisinde ilahlığın bir yerinin bulunmadığını görür. Bu durumda kul zorunlu olarak Allah Teâlâ ona benzeseydi veya kendisi O’nun misli olsaydı, nefsinde Allah Teâlâ’yı bilebileceğini anlardı. İnsanın kendi muhtaçlığını ve muhtaç olunan bir varlığın gerekliliğini bilmesi nedeniyle de Allah Teâlâ’nın ona ben­zemeyeceğini bilir. Bununla birlikte Allah Teâlâ onu halife olarak yeryüzüne yerleştirmiş, suretine göre var etmiştir. Böylece Ö’ndan korkulur, umut edilir, kendisine isyan ve itaat edilir. Bunun anlamını bu eserler­den söz ederken açıklamıştık.

Dokuzuncu eser, Allah Teâlâ’nın yeryüzünü ve gökleri yaratmayla ilgili söylediği ‘Onları Hakk ile yarattı’ sözünde zikredilir. Yani Allah Teâlâ o ikisini sadece kendisi için yarattı. Onun şanı yüce, ismi mübarektir. Allah Teâlâ şöy­le der: ‘Her şey O’nun/onun hamdini tespih eder.’578 Allah Teâlâ âlemi kendisi için yarattı. Bu nedenle Allah Teâlâ yaratılışına izzet özelliğini yerleştirdiği kimseler hakkında -ki bunlar cinler ve insanlardırşöyle der: ‘Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye ye yarattım.’579 Yani onları, kendile­rinde ortaya çıkan izzet, ilahlık duygusu ve kendini beğenmeye karşı­lık, benim karşımda zelil olsunlar diye yarattım. Allah Teâlâ’nın yaratılış gaye­lerine dikkaderini çekmiş olması, kendilerine bir ihsanıdır. Yaratılış gayesine dikkat eden, Allah Teâlâ’ya secde eden çoklardan olurken dikkat et­meyen azabı Hakk etmeyen çoklardan olur. Bu durum ‘Cinleri ve insan­ları bana ibadet etsinler diye yarattım580 ayetinde belirtilir. Ayette zahiri ve bâtınıyla birlikte tek başma insan da kast edilmiş olabilir. Zahiri yö­nüyle o insandır. Bu yönüyle ‘insan’ gördüğü bir şeye ünsiyet etmek anlamından türetilmiştir. Allah Teâlâ Hz. Musa’dan aktarırken ‘Bir ateş gördüm (anestü)’581 demiştir. Baş gözümle gördüm demektir. Cin insa­nın bâtınıdır, çünkü o insana perdelidir. Allah Teâlâ adeta şöyle der: Ben in­sanın zahirini ve bâtınını zahirde ve bâtında ibadet etsin diye yarattım. Çünkü münafık zahirde Allah Teâlâ’ya ibadet ederken bâtında etmez. Mümin ise zahirde ve bâtmda Allah Teâlâ’ya ibadet eder. Allah Teâlâ’nın niteliklerini kabul etmeyen kâfir ise ne zahirde ne bâtında O’na ibadet eder. Günahkârla­rın bir kısmı zahirde değil, sadece bâtında Allah Teâlâ’ya ibadet eder. Beşinci bir kısım yoktur.

Bu yorumla Allah Teâlâ’nın ateşten yarattığı cinleri dışta bırakarak, ayeti zahiri ve görünmeyen yönüyle insana tahsis ettik. Bunun nedeni, sec­deyi zikrederken göklerde ve yerdeki herkesin kendisine secde ettiğini, insanlar söz konusu olunca da ‘insanların çoğu’ demiş, onları genelle­memiş olmasıdır. Şeytanlar ‘yeryüzünde bulunanlar’ ayetinin kapsamı­na girer. Bunun nedeni şeytanın -ki rahmetten uzak olan demektirin­sana inançsızlığı emredip o da inkâr ettiğinde, şöyle demesidir: ‘Ben senden uzağım, ben âlemlerin rabbinden korkarım582 demesidir. Allah Teâlâ şeytanların rablerini bilip O’ndan korktuklarını bildirmiştir. Binaeiıaleyh ayette cinlerin insanın görünmeyen yönleri anlamında yorumlan­ması, ayetin cinleri de içerecek şekilde yorumlanmasından daha uy­gundur.

Onuncu eser, Allah Teâlâ’dan kendilerine indirilen vahiyleri peygamber­lerin kullara açıklamasıdır. Bununla birlikte Allah Teâlâ kitaplarını inzal et­miştir. Fakat Allah Teâlâ ilahi kitapları indirmekle yetinmemiş, pey­gamberleri onlarda bulunan hususları ibaredeki özet veya tafsilin gere­ğine göre açıklar. Yani ibare ibareyle açıklanır. Bu durumda peygam­berler, özet veya tafsili konularda tafsil ederken Hakkın yerlerini alır­lar! Bu durum ‘Kendilerine indirilenleri insanlara açıklaman için583 aye­tinde belirtilir. Bu, bize indirilenleri tebliğ etmesinden sonradır. Bu husus, âleme yayılan bir hakikat ve olgudur. O hakikat olmasaydı, ki­taplar şerh edilmez, tercüme edilmez veya bir halden bir Hakk aktarılmazdı. Allah Teâlâ ‘Onu komşu, edin ki, Allah Teâlâ kelamını duysun584 buyurur. Bu, özellikle Allah Teâlâ’nın indirdiği şeydir. Peygamberin tafsil ettiği ve açıkladı­ğına gelirsek, bu, indirilenin tafsilidir, inen şeyin kendisi değildir! Be­yan özel bir ibareyle gerçekleşir ve hangi tarzda olursa olsun bilinir.

On birinci ve on ikinci eser ise, bu eserlerin ilkinde zikrettiğimiz üç mertebeden ikisidir. Onlar, Hakk ile ittisal ve daha önce zikredilmiş iki durumu birleştiren sebebin mertebesidir.

Şimdi bu menzilde yer alan ilimleri zikredelim: Bunlardan birisi, müminin nimet diyarında nimette kalmasını gerektiren sebebin bilin­mesidir. Kötülerin kötüsü olan bilgisizlikten kurtulma ve başarıya ulaşmanın nedenleri bu menzilden öğrenilir. Mertebenin Hakk ettiği ve insanın Mutlu olmasını sağlayan durumlar, bu menzilden öğrenilir. Bazen bunlar başka bir yerde ortaya çıkar ve muduluk vermez. Haki­kati ve aynı sabit olan her şey, bu menzilden öğrenilir. Acaba onun hükmü düşer mi? Veya hakikati sabit şeylerin bir kısmının hükmü mü düşer? Veya genel olarak hükümleri düşmez mi? Bütün hükümler ol­maksızın özel bir hükmü düşer? Hükmü düşenle ilgilenilir mi? Ya da boş yemin gibi onunla meşgul olunmaz mı? Çünkü kefaret yemin bo­zulunca onun yerini alır? Fiil yaratılmışa meşru bir şekilde izafe edildi­ğinde, ortaya çıkan durum ilave durum bu menzilden öğrenilir. Bunu akla göre iyi ahlak gerektireceği gibi dini yolla da gereldiliği bilinebilir.

Boşluk ve doluluk bu menzilden öğrenilir. Gereken şeyleri yap­mak ve gerekmeyenleri terk, bu menzilden öğrenilir. Eşyanın sınırla­rında haddi aşmak, bu menzilden öğrenilir. Acaba had tanımlanana dahil midir, değil midir? Bu durumda aşma olmaz. Dahil ise nasıl da­hildir? Allah Teâlâ’nın ‘Ellerinizi dirseklerine kadar yıkayın585 ayetiyle ‘Orucu geceye kadar tamamlayın586 ayeti arasındaki fark nedir? Bu, belli bir kelimeyle gerçekleşen haddir: Bu kelime birinci haddi sınırlananın dışına çıkartırken İkincide sınırlanana dahildir. Bu husus, haddi kendi­liğinde ve mahiyetini bilmeye dayanır. Çünkü haddin de bir tanımı vardır ve iş teselsüle gitmez.

Ahit ve emanetler bu menzilden öğrenilir. Emanetler nedir? Ahit­ler ve Allah Teâlâ’nın bize emrettiği akitler nelerdir? İlahi ahdin yaratıkta hükmü var mıdır, yok mudur? Miras malla kazanılan mal arasındaki fark nedir? Hangi maldan daha çok haz alınır? Bu bir zevk bilgisidir ve mizacın değişmesiyle farklılaşır. Çünkü tembellik özeliğinde yaratılmış kimseler miras malı daha çok sever. Çünkü o mal için çalışmaz. Bazı insanlar ise fütuhatı sever. İnsanların bir kısmı başkanlık özelliğinde yaratılmıştır. Böyle birisi kazanılan maldan haz alırken mirastan haz almaz. Bunun nedeni, gücünü kesbi yolla ortaya çıkartmak için kaza­nılmış malda çalışmanın bulunmasıdır. Sebeplerin sebeplilerine bağlılı­ğı, bu menzilden öğrenilir. Bu, zati bir bağlılık mıdır, yoksa Allah Teâlâ’dan kaynaklanan ihtiyari bir bağlılık mıdır? Bir halden başka bir Hakk başka­laşmalar ve dönüşmeler bu menzilden öğrenilir. Cevherler bu halleri takip eder mi, etmez mi? Bu durumda başkalaşma cevherden cevhere midir veya tek varlık mı başkalaşır? Başkalaşmalar hallerde ve mezhep­lerde farklı farklıdır. Burada gerçek nerededir? Sanatkârın sanatını ko­ruması bu menzilden öğrenilir. Acaba o sanatını veya yapılan şeyin varlığını mı korur? Çünkü sanatkâr için sanat bazen onun adına istifa­de yoluyla olur. Misal olarak dikişi ve öğrenme yoluyla gerçekleşen şeyleri verebiliriz. Bazen sanat tefekkür yoluyla değil, fıtratla kazanılır. Misal olarak arı, örümcek gibi yaratma yoluyla sanatları öğrenen hay­vanları verebiliriz. Bazen sanat zatidir. Misal olarak sanatın Allah Teâlâ’ya iza­fesini verebiliriz. ‘Emri yönetir ve ayetleri tafsil eder587 ayetinin anlamı bu menzilden öğrenilir. Böylece Allah Teâlâ tedbiri ve yönetmeyi kendisine nispet etmiştir.

Oluşta sabit olan ve olmayan hikmetler bu menzilden öğrenilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in biı konuda yağmur ile zeminin ilişkisini misal olarak vermiş olması da bu menzilden öğrenilir. Bu misal, Allah Teâlâ’dan gelen vahyin fayda verdiği kimseyle fayda vermediği kimsenin durumunu an­latan bir misaldir. Daha üsttekinin aşağıdakinden var olması, bu men­zilden öğrenilir. Bunun manalardaki misali, Allah Teâlâ hakkmdaki bilgimi­zin kendi hakkımızdaki bilgimizden meydana gelmesidir. Emirdeki ve­kile ait hüküm, bu menzilden öğrenilir. Bir şeyi o şeyin kendisiyle de­ğil, ondan meydana, elen şeyden öğrenmek, bu menzilden öğrenilir. Bu bölüm, bir şeyi o şeyin kendi adıyla isimlendirme konusudur. Bu du­rum, ona bitişik olunca veya bir sebep nedeniyle ondan meydana gel­diğinde veya o şey kendisini içerdiğinde, söz konusudur.

Alemde talep edilen tevhidin mahiyeti bu menzilden öğrenilir. Haklarında hasedin bile gerçekleştiği faziletler ve erdemler bu menzil­den öğrenilir. Acaba bunlar kendi başlarına fazilet midir, yoksa örfe veya kabule göre mi fazilet sayılırlar? Her şeyin tafsili olarak kendisiyle baki kaldığı husus bu menzilden öğrenilir. Farklı ve tafsili türlerine gö­re, bir şeyin baki kalmasını sağlayan özellik bu menzilden öğrenilir. Bir şeyden koruyan başka bir şeyden koruyucu değildir, iki koruma türü­nü birleştiren özellik nedir. Birinci misalle yetinme gerçekleşirken, mi­sallerin faydası bu menzilden öğrenilir, insanlar ve eşyayı bilmek ara­sında engel olan perdeler bu menzilden öğrenilir. Bilgisizliği bilgi ka­bul edilen kimsenin durumu bu menzilden öğrenilir. Acaba onda bu konuda bir kesinlik var mıdır? Yoksa işin geçeğini araştırdığında bu konuda bilgiye uyan ve uymayan hususları öğreninceye kadar onun nefsi kendisini tereddüde mi düşürür? Bu durum özellikle cehalette söz konusudur. Zan ve kuşkunun hükmü ise aynı değildir. Zan sahibi zanmnı bilirken kuşkuyu kapılan da kuşkuyu bilir. Buna mukabil bilgisiz cehaletini bilmez. Çünkü bilgisizliğini bilenin kendisiyle niteleneceği bir bilgisi vardır.

Teyit hikmeti bu menzilden öğrenilir. Acaba o inayet veya kesin delil ortaya koymak demek midir? Yoksa bir yerde inayet, diğer bir yerde iki şahsın haline göre delil ortaya koymak demek midir? Bir şeyi onu bilmenin Hakk etmediği şeye nispet etmek, bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte onu kendine nispet eder. Misal olarak âlemde umut edilen şeyin gecikmesini veya gerçekleşmemesini verebiliriz. Bununla birlikte umut bilgiyle ilgili değildir. En güzeli yerine getirenin hikmeti bu menzilden öğrenilir. Bu, semeresi kestirilemeyen bir şeydir: Acaba bu onun bilgisizliği bilmesine mi döner? Yoksa o şeyin kendisine mi? Çünkü o konuda ihsanın hakkını yerine getirdiğini bilmez. Azabın sü­rekli olmasının hikmeti bu menzilden öğrenilir. Acı çekenlerde zarar ve azabın sürekliliği, bu menzilden öğrenilir. Bu, onlara merhamet etmek demek midir, böyle değil midir? Konuluş gayesinin dışında bir şeyi kullanmak bu menzilden öğrenilir. Bir şey sadece konuluş gayesinde mi kullanılır? Bir şeyin birbiriyle çelişen birden çok yönü varsa, onun hükmünün dışına çıkan şey nedir? Misal olarak hastalığı verebiliriz. Hastalığın sabır ve sıkıntıyla ilgili yönleri vardır. İnsanların hatırlama­sı, bu menzilden öğrenilir. Acaba hatırlatma fayda verir mi, vermez mi? Doğru sözlünün yalancı diye isimlendirilmesi bu menzilden öğre­nilir. Allah Teâlâ’ya sığınma ve sayesinde sığınılan şeyin neyden sığınılacağı, nerede övüleceği ve nerede kınanacağı bu menzilden öğrenilir. İtirafın fayda verdiği ve vermediği durumlar, bu menzilden öğrenilir. Merte­belerin itirafta bir hükmü olduğu gibi hallerin de bir hükmü vardır. Çünkü insanların bir kısmında, hatayı itiraf ederken hata kalsa da, bir kısmından hata silinir. Hitabın değeri ve ondan haz almak bu menzil­den öğrenilir. Âlemde kuşkunun varlığının hikmeti, bu menzilden öğ­renilir. Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği şeyin hakkını yerine getirdiğinde, müçtehidin hata ettiğinde veya isabet ettiğinde kurtulması bu menzil­den öğrenilir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Kalbin Secdesinin, Yüz, Bütün ve Parçanın Secdesinin Bilinmesi. O İkisi İki Secde ve İki Sücûd Menzilidir

Sehl’in makamı kalbin secdesi Başkalarında onun hükmü yok

Kalb secdeden sonra başını kaldırmaz Yüz ise kalkar, başkalaşma bildirir

Çünkü kıblesini görmüyor Kalbin kıblesi isim ve alametler

Secdesinin ebediliği hakikatini izhar eder Yaratıkların ilimleri onu nereden bilsin?

Bu menzil, temkin menzili ve Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyin işinin döndüğü menzil diye isimlendirilir. Aynı zamanda ‘ismet menzili’ de­nilir.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ âlemi yaratırken onu zahir ve bâtın kısımlarıy­la yaratmış, bizzat âlem için bir kısmını gayb bir kısmını şehadet (gö­rülen) yapmıştır. Âlemden âleme görünmeyen yön gayb iken görünen kısım şehadettir. Âlemin bütünü Allah Teâlâ için şehadet sayılır. Allah Teâlâ kalbi gayb, yüzü şehadet âleminden yaratmıştır. Bu bağlamda Allah Teâlâ yüz için bir yön belirlemiştir ki yüz ‘Allah Teâlâ’nın evi’ ve ‘kıble’ diye isimlendirilen o yöne secde eder. Başka bir ifadeyle namaz kılarken insan o yöne yöne­lir. Allah Teâlâ bu dönmeyi ibadet saymıştır. Namazın en faziledi işini secde, en faziledi sözünü Kuran okuyarak Allah Teâlâ’yı zikretmek saymıştır. Allah Teâlâ kalp için de bizzat kendisini belirlemiştir. Kalp bir başkasına yönel­mez! Allah Teâlâ kalbe sadece kendisine secdeyi emretti. Kalp keşfe bağlı olarak secde ederse, hiçbir zaman dünya veya ahirette secdesinden ba­şını kaldırmazken keşif olmadan secde ederse, başını kaldırır. Bu baş­kaldırma ‘Allah Teâlâ’dan gaflet’ ve eşyada ‘Allah Teâlâ’yı unutmak’ diye isimlendiri­lir. Kim kalp secdesinde başını kaldırmazsa, o her şeyde Allah Teâlâ’yı müşa­hede ederek gördüğü her şeyden önce Allah Teâlâ’yı görür. Hz. Ebu Bekir’in


hali buydu. Zannetme ki âlem secde eden değildi de, sonra secde et­miştir. Âlem her zaman secde edicidir, çünkü âlem için secde zati bir niteliktir. Âlemin bir kısmı secdesini keşifle yapmış onu bilmişken bir kısmına ise secdesi gösterilmemiş, dolayısıyla onu bilmemiştir. Keşfi olmayan insan başmı secdeden kaldırdığını, sonra secde ettiğini ve di­lediği şekilde davrandığını zanneder!

Bilmelisin ki, zahiri secde, ayakta durmak veya rükû veya oturma halinden yere kapanarak yüzü toprağa koyma haline geçmek demektir. İşte böyle yere yatma hali ‘secde’ diye isimlendirilir. Buradan ise, secde edende gözlerimizle gördüğümüz zahirde sahip olmadığı bir halin kendisine iliştiğini anladık ve Allah Teâlâ’dan bir halden bir Hakk taşınan o yerde durmayı talep ettik. İnsanların bir kısmı ve benzerleri bunu nis­pet saymıştır. Bu, ilahi keşfin varlıklar hakkındaki bilgi hakkındaki ve­risidir. Bunlar, hareket, durma, bir araya gelme ve ayrılma gibi olgu­lardır. Öyleyse hareket cismin varlığından veya cevherden ibarettir. Bir vakit cisim mekânda ya da tabii yerinde görülürken başka bir zamanda başka bir yerde ve mekânda görülür ve ‘hareket etti ve yer değiştirdi’ denilir. Durağanlık cevheri veya cismi bir yerde iki veya daha fazla an­da görmek demektir. Cismin bir mekânda kalması durağanlık ve sükûn diye isimlendirilir. İçtima ise iki cevher veya cismin aralarında üçüncü bir mekânın bulunmadığı bitişik iki mekânda bir araya gelmesidir. Ay­rışma bir mekândaki iki cismin aralarında mekânın bulunduğu iki fark­lı yerde bulunması demektir. Durum bundan ibarettir.

Kelamcılarm bir kısmı bu konuda keşif sahiplerine uymuştur. Bu konuda mesele, hareket ettiricinin kim olduğunu tespittedir? Hareketli mi, ya da başkası mı? insanların bir kısmı hareket ettirenin hareket ol­duğunu söylemiştir. Hareket cisimdedir ve böylece onun hareket et­mesini ve yer değiştirmesini sağlar. Cismin hareketlenmesini sağlayan hareket hakkmda da bu görüşü benimseyenler arasında görüş ayrılığı vardır. Hareket kulun iradesiyle mi ilgilidir? Bu durumda hangi hare­ket olursa olsun ihtiyari hareket diye isimlendirilir; veya hareketlinin iradesi onunla ilgili değildir. Bu durumda ise titreyenin hareketindeki gibi zorunlu hareket diye isimlendirilir. Bütün bunlar, bazılarının zan­nettiği gibi, bir hareket olduğunu kabul ettiğimizde böyledir.

İnsanlar bu olguların araz olduğunda görüş ayrılığına düşmemiş­tir; ister nispet ister kendileriyle nitelenen mahalde bulunan anlamlar olsunlar, durum birdir. Çünkü biz onlarda sahip olmadıkları bir halin kendilerine iliştiğinden kuşku duymayız ve arazlardan birisinin onlar için zati olması imkânsızdır! Çünkü zati olan, onları kabul etmektir. İnsanlar bu hareketi veya durağanlığı kimin var ettiğinde de görüş ayrılığındadır. O sabit bir varlık ise hareket ettiren Allah Teâlâ mıdır, başkası mıdır? Bir kısmı ilk görüşü benimserken diğer kısmı öteki görüşü be­nimsemiştir. Bu konuda titreyen gibi (zorunlu olup olmaması) birdir. Bir kısım olguların varlıkları olmadığını, onların sadece nispet oldukla­rını ileri sürmüştür. Hareket kime nispet edilir? Biz ihtiyarî nispet hakkında şöyle deriz: Allah Teâlâ kul adına bir irade ve seçim yarattı. Kul bu iradeyle o nispetin hükmünü diler. Allah Teâlâ’nın iradesinden meydana gelen bu iradeyle ilgili olarak ‘Siz dileyemezsiniz, Allah Teâlâ diler588 buyrulur. Allah Teâlâ meşiyet ve iradeyi hem kendisi ve hem bizim için ispatlamış, bi­zimkini kendi iradesine dayandırmıştır. Bu, ihtiyari harekette böyledir. Zorunlu harekete gelirsek, bize göre onda iş tektir: Birinci sebep Hak­kın meşiyetiyken ikinci sebep Hakkın meşiyetinden meydana gelen iradedir! Şu var ki burada keşfin verdiği ve oluş perdesinin ardından kendisini gösterdiği ince bir sır vardır. Bu durum ‘Siz dileyemezsiniz, Allah Teâlâ diler589 ayetinde belirtilir. Keşfe göre meşiyet sahibi .Allah Teâlâ’dır. Kulda o konuda bir irade gerçekleşse bile, Hakk onun iradesinin aymdır. Nitekim Allah Teâlâ kulunu sevdiğinde onun görmesi, duyması, eli ve bütün güçleri olur. Öyleyse kulun kendinde bulduğu irade ve meşiyet, Hakkın iradesinden başkası değildir. Allah Teâlâ dilediğinde ise, dilediği olur. Allah Teâlâ her irade sahibinin iradesinin kendisidir. Nitekim hareketi kabul eden şöyle der: ‘Zeyd hareket etti.’ Ya da ‘elini hareket ettirdi.’ Hareketi kabul eden insan kendi görüşüne göre bu sözü incelediğinde, elini hareket ettirenin elindeki hareket olduğunu görürsün. Onu gör­mezsen bile etkisini hisseder, yine de ‘Zeyd elini hareket ettirdi’ dersin. İşte bunun gibi ‘Zeyd elini hareket ettirdi’ dersin, fakat hareket ettiren Allah Teâlâ’dır.

Bilmelisin ki, âlemde hiçbir şekilde durağanlık yoktur. Alem, dün­ya ve ahirette, zahirde ve bâtında sürekli bir halden ötekine intikal eder. Bununla birlikte gizli veya görünür hareketler vardır. Öyleyse haller gider gelir ve kendilerini kabul eden varlıklara ulaşır ve kaybolur.

Hareketler, âlemde farklı etkiler meydana getirir. Hareketler olmasaydı yardım olmayacağı gibi sayının da bir hükmü olmaz, eşya belli bir öm­re kadar devam etmezdi. Veya da bir yerden başka yere intikal de ol­mazdı. Bu hallerin varlığının kaynağı ise Hakkın her gece yakın semaya inmesi, yaratılmış bir Arş üzerine istiva etmesi, Arş yokken Amâ’da bulunması gibi ilahi niteliklerdir. Bu durum, Hakkın kulunun duyması, görmesi ve iradesi olmasını gerekli kılan durumdur. Bu saye­de kul görür, duyar, hareket eder ve diler! Öyleyse zuhurunda gizle­nen, gizliliğinde zuhur eden Allah Teâlâ münezzehtir. O kendisini kendinde es-Samed diye nitelemiştir. O’ndan başka ilah yoktur. Rahimlerde di­lediği gibi bize suret veren O’dur. Geceyi ve gündüzü değiştirir. Bu­lunduğumuz her yerde bizimle beraberdir. Bize bizden yalcındır. O’nu kendimizle çoğalttık, O’nu O’nunla birledik. ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yok­tur’ diyerek kendisini birlememizi isteyince, emriyle O’nu birledik ve kendimizle O’nu çoğalttık.

Hakk sana her vakit hikmetini göstermez

Herhangi bir vakti hükmünden hali kılmaz

Kalpteki sevince bak bir

Kalenı’den, Levhalardan sırayla gelir                                       '

Ruhların resulleri indirirken getirdi onları                                           . ..

Döşeklerimize Kelim’in mertebesinden

Her gizli bilginin öğrenilmesi çetin

Akıllara, kadimliğe ulaşmamış akıllara

Sevgiyle ve saygıyla onun menzilinin karşısında kalktım.

Baş üstünde yürürüm, ayaklarımla değil

Olgular bu dört halden ibarettir. Durağan olduğunda neyle dur­duğu hakkında olmak üzere, duran hakkında konuşmamız lazımdır. Hareket ederse, neye doğru hareket eder, bir araya gelince kimle birle­şir ayrışırsa kimden ayrışır?

Allah Teâlâ’dan başka yok bir başkası

Sadece O var bir de iradesi

Öyleyse insan, Allah Teâlâ’ta sakin olmuştur. Allah Teâlâ, bilgisinde bulunup dış varlığı olmadığında onun mekânıdır. Bu yönüyle Allah Teâlâ, onun he­yulasıdır. Bu durumda Allah Teâlâ kulun suretiyle suretlenir ve yaratılmışa ait bir hükmü olur. Gece ve gündüzde durağan olan şeyler O’na aittir. Gerçeğin başka olması mümkün değildir. Bununla suredenir ve yapısı buna dayandırılır, sabidenir.

Başkasını görürsen, O’nun suretidir -

Ayet ve suretler çok olsa bile

Menzili olandan başkası değildir

Fakat surelerdir onlar, başkaları da onları anlatır

Alemde görülür bir sükûn ve durağanlık olmadığı gibi akledilir bir hareket de yoktur.

Zıdda bak nasıl gizlenir

Ondan başka görünen yok ki?

Hareketin en garip varlığı, durağanlıktadır, çünkü boşluk dolmuş­tur. Öyleyse âlem, boşlukta sakindir. Hareket ise boşlukta olabilir. Bu, cisimlerin hareketidir. Boşluk ise doludur ve bir eklenmeyi kabul et­mez ve eklenecek yer de yoktur. Durağanlık Allah Teâlâ’ta olduğu gibi hare­ket de O’na doğrudur. Allah Teâlâ ‘Hep birlikte Allah Teâlâ’ya dönün590 buyurur. Yani kendisinden çıktığınız varlığa dönün. Onlar Rabliği ikrar etmek üzere çıkmış ve sonra dağılmışlardır. Onlara ‘kendinden çıktığınız kim­seye dönün’ denmiştir ki, O da sadece Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ’ya ancak Allah Teâlâ va­sıtasıyla dönülebilir. Çünkü O yolculukta arkadaştır. Allah Teâlâ dönerse, biz de döneriz. Çünkü dönmek, hüküm sahibine aittir. Hüküm Allah Teâlâ’ya ait­tir ve Allah Teâlâ onlar da dönsün diye kullarına döner.

Dediğimizin doğruluğu bu                                                                   .

Doğrudan ayrılma . ,

Her nerede olursanız

Hakk sizi gözler durur

Allah Teâlâ’ya doğru hareket ettiğinde o hidayet edendir. Ya da isimle­rinden birisi el-Mudil’dir. Bu isim, seni hayrete düşürür. Sonra sana hidayet eder ve hidayetiyle sana döner. Bu durumda tövbe ederek Allah Teâlâ’ya doğru hareket edersin. O halde sen el-Mudil isminden el-Hadi ismine doğru hareket edersin. ‘Dönüş Rabbinedir.'591

Bir araya gelince kimle birleşir demiştik: İnsan Allah Teâlâ’yı dost edin­mesi itibarıyla Allah Teâlâ ile birleşir. Bu durum Allah Teâlâ’nın kuluna söylediği, ‘Benim dostumu veli edindiğinde, Allah Teâlâ dostunun nezdinde bulunur’ ifadesinde geçer. Kim Allah Teâlâ yolunda bir dost edinirse, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’yı dost edinmiş demektir. Bir araya gelmek, bundan başka bir şey değildir. Bir rivayette Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğu aktarılır: ‘Kulum! Hastalandım, beni ziyarete gelmedin.’ Kul şöyle der: ‘Seni nasıl ziyaret edebilirim ki? Sen âlemlerin rabbisin.’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bilmiyor muy­dun falan kulum hasta! Onu ziyaret etmedin, onu ziyaret etseydin, be­ni orada bulurdun.’ Çünkü hasta mecburen Allah Teâlâ’yı zikreder. Zorunlu­luk, mümkünün varlığının dayandığı aslî zikirdir. Hakk ise O’nu zikre­denle beraberdir. Allah Teâlâ yolunda birini dost edinen, O’nunla bir araya gelmiş demektir. Sen dost isen, Allah Teâlâ’nın seninle olduğunu bilmelisin. Bir dost edindiğinde, kendisini bir araya getirmiş olursun ve bu cemi­yet sahibinin Hakk ettiği sevap senin adına gerçekleşir. Bu durumda dos­tunu görmekle, Allah Teâlâ’yı görmüş olursun. Bununla birlikte o dosdukta senden daha yücedir. Öyleyse Allah Teâlâ onun katında senin katmdakinden daha büyük ve daha yücedir. Çünkü Allah Teâlâ velilerinde kendisini bilme­leri ölçüsünde bulunur. Allah Teâlâ hakkında kim daha cahil ve daha çok hayretteyse, O Allah Teâlâ’yı daha çok biliyordur.

Bir Allah Teâlâ dostunun dosduğu sayesinde O’nun söz konusu veliyle ilişkisi senin adma da gerçekleşip bu sayede Allah’ın seninle ve o veliyle ilişkisini ayırt edememişsen, onu dost edinmemişsin demektir. Dost edinseydin Allah Teâlâ sahip olmadığın bir bilgiyi sana vermek üzere o veli­nin diliyle -duyacağm şekildeseninle konuşurdu. Sen de veli isen, on­dan dinler ve dosduğunu müşahede eder, Hakk ile duyarsın. Çünkü o senin kulağındır. İşte bu herkesin kendinden öğrendiği bir zevktir. Onun mahiyetini gerçeği olduğu hal üzere bilenler anlayabilir.

Ayrışma sözümüze gelirsek, acaba ayrışma kimdendir? Bu, hadisin devamında belirtilir. ‘Ya da benim yolumda birisiyle düşmanlık ede­ne...’ Benim düşmanlık ettiğim kimseden ayrılmışım demektir. Çünkü el-Hadi ismi el-Mudil, ed-Dar, en-Nafi isminden ayrılır. Kim ilahi isimlerin hikmetini anlarsa, ona Allah Teâlâ’yı bilme hakkında büyük bir kapı açılır ve bu kapı hiç bir şeye dar gelmez.

Söylediğimi bilseydin Söylediğinden başkası olmazdım

Sen benim gibi değilsin, hatta bensin Ne söz var ne söylenilen

İfade ettiğimde hayrete düştüm

Akılların getirdiği hususta                                                        .

Muhakkik keşif sahibinin gördüğü şeyi dikkate aldığında, ulaşmak istediği hakikate ulaşabilir. Çünkü hakikat, son derece açık ve göz sa­hibi için bellidir.

Hal akıllarla ve zekâlarla oynar durur İsimlerin varlıklarla oynaması gibi

Âlemde düşmanlık ve düşman olma hali buradan ortaya çıkar. Müşahede sahibi alimde zıtların kendisinde bulunması nedeniyle hal değişmesi olmaz. Çünkü o bütünüyle Haktır. İşaret ettiğimiz hususu anlayınca, nasıl dost ve düşman olunduğunu, kimin düşman olduğunu, kiminle dost olunduğunu ve kimin dost olduğunu öğrenirsin. Seni kendinden var edip sana seni gösteren, sana kendinden ihsan eden Allah Teâlâ münezzehtir! Nefsini bilen rabbini bilir. Her şey O’na nispet edilir ve Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ ilahlığı hevaya nispet etmiş, onu peygamberi Hz. Davud’un mukabili yaparak şöyle demiştir: ‘İnsanlar arasında Hakk ile hüküm ver, hevaya uyma!’592 Başka bir ayette ‘Hevasını rab edineni gördün mü?593 demiştir. Heva kulun iradesidir. Bu irâde Allah Teâlâ’nın dün­yaya yerleştirdiği meşru teraziyle çelişince, heva adını alır. Daha önce, ‘Siz dilemezsiniz, Allah Teâlâ diler594 ayetini açıklamıştık. Hevayla hüküm ve­renin kim olduğunu öğrendin. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Onu bilgiyle saptır­dı595 yani hayrete düşürdü. Çünkü Allah Teâlâ’yı bilmek O’nun yolunda hay­rete düşmeyi gerektirir. Çünkü O’ndan başka hüküm sahibi yoktur.

Yeryüzü şiddetle sarsıldı Sahip olduğu şeyleri bir bir saydı

Gözler baksaydı idrak ederdi Kendilerine vahyederken rablerine

Yeryüzü haberlerini söyledi Ağırlıklarını senin için çıkartırken

Bu müşahedeye sahip olmayan insan, Allah Teâlâ’nın varlıktaki yüceliğini bilemez. Bunu bilemeyince de pek çok bilgiyi kaçırır.

Bilmelisin ki, emir dört hakikatle sınırlıdır: ilk, son, zahir ve bâtın. Bu nedenle bilgi dört şeye dayanır. Allah Teâlâ yolunda temkin sahibi olan kimse, kendinde dört şeyi müşahede eden ve fiillerini de böyle gören­dir. Böyle birisi, farzları yerine getirir. Birinci ikamet budur. Ardından nafile ibadederi yerine getirir. Bu zahirinde ve bâtınındaki ikinci ika­medir. Çünkü zahirde bir hüküm olduğu gibi bâtında da bir hüküm olmalıdır. Böylece Allah Teâlâ’nın hükmü onun yapısını kuşatır. Zevk yoluyla müşahede ettiğinde ise, bu emrin onun adına meydana getireceği şeyi de öğrenir. Bu nedenle onun zahirinde altı yönü vardır. Altı kâmil sa­yıdır, çünkü altı, ilk kâmil sayıdır. Onun altıda birini üçte birine ve ya­rışma izafe ettiğinde, bütün haline gelir. Kalp ise altı yönlüdür. Her yönün kalpte bir yüzü vardır ki, o bu yüzün gözüdür ve söz konusu göz ile Hakk idrak edilir. Allah Teâlâ ez-Zahir isminde kula tecelli ettiğinde, tecelli her şeyi kuşatıcı olması yönüyle bütün yönleri kuşatırsa, kalbin bütün yüzlerini kuşatır. Haktan onun adına ortaya çıkan her şeyi kuşa­tır ve kalp bütünüyle nur olur. Burada kul şöyle der: ‘Rabbim, yap­tım.’ Allah Teâlâ ona hitap ederken şöyle der: ‘Sen salih kulun dediği gibi­sin’: ‘Sen onların üzerinde gözetensin.’596 Böylece zamir gizliyken açığa çıkar. Gerçi gizli olan zahir olandan farklıdır. Zuhuru esnasında gizli olmakla birlikte zamir ortaya çıkmıştır. Böylece Hakk için tek bir yön­den ‘zahir iken bâtın, bâtın iken zahir’ dersin. Çünkü ‘sen’ muhatap zamiridir ve senden başkası değildir. Sen ise hitapta görülensin. Öyley-

se sen isimden farklı olarak görünen zamirsin. Zamir isimleri Allah Teâlâ’yı bilmede isimlerden daha güçlü ve daha sağlamdır.

Ariflerden birisinden aktarılır. Ben Ebu Yezid’den aktarıldığını görmüştüm. Hakkı müşahedesindeki hallerinden birisinde şöyle der: ‘Benim enaniyetim senin enaniyetin!’ Yani nasıl ki, kendi hakikatiyle isme zamir verilir, aynı şekilde sana da Zahir isminin benzeri olan şey verilir. Zahir niteliğin benzeri yoktur. İşte bu zamirlerin gücü hakkın­da söylediğimiz şeyin ta kendisidir. Âlemde tenzih ve suretlerde ortak­lık gerçekleşir. İki şahıstan birisi gizlenir ve öteki ortaya çıkar. Görü­nene bakan, hazır olanın ötekinin aynı olduğunu zanneder. Allah Teâlâ âleme haber vermede işaret zamirleri yerleştirdi. Bunun amacı, bu za­mirlere dayanarak, bu karışıldığı kaldırmak ve onun mahiyeti sayesin­de, suretiyle gözükeni ayırt etmektir.

Allah Teâlâ insanın ilahi surete göre yaratıldığını bildirir. Hz. İsa şöyle der: ‘Sen onların üzerinde gözetmen idin:597 Böylece Hakk ile ilahi surette yaratılmışı ayırt ederek adeta şöyle der: Suretinin üzerinde ya­ratılmış olan değil, Sen kendin yönünden onların üzerinde gözetmen­din. Sen bu yerde onların varlığını almış oldun. Bizim zamirler hak­kında yazdığımız Kitabü’l-Hüve adlı, zamir isimleri hakkında gerekli açıklamaları yaptığımız küçük bir risâlemiz vardır. Bu zamirler kadimhâdis bütün suretleri kabul eder. Bunun nedeni, onların imkânı ve ma­kamlarının yüceliğidir. Binaenaleyh âlem, kendisi çok olsa bile, tek ha­kikate döner.

Varlıktaki her şey Hakk

Görünen her şey halk

Tecelli eden hikmete bak                                                     .

Hakkın aynında, ihata eder onu Hakk

Kul Haktır, Hakk Haktır

Hâlbuki ne Haktır he Hakk olmayandır

Dostum! Zamanını hareketleri incelemeyle boşa harcama. Çünkü vakit, değerli! Bizim yöneldiğimiz şeye bak ve hakikatinin verisine gö­re ona dayan. Çünkü senin basiretin keskin olursa, neticede hareketi ve

hareket ettireni de öğrenirsin. Hareket yüzün hareketidir. Hareket etti­ren ise oluş perdesinin ardındadır. Netice ise, açıkça görünen, sefer eden ve varlığını ifade edendir. Öyleyse ona itimat etmelisin. İşte dos­tum! Sana nasihatim budur. Bu nedenle Hakk kendisine bir intikal nis­pet ettiğinde, kendisine belirli bir durumda nispet edilen intikalin ne olduğunu öğrenmen için neticeyi de zikretti. Buna misal olarak ‘Rab­bimiz gecenin son üçte birinde yakın semaya iner’ hadisini verebiliriz. Sonra neticeyi zikrederek şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ şöyle der: Tövbe eden var mı? Dua eden var mı? Bağışlanma dileyen var mı?’ Bu ve benzeri pek çok şeyi kullarını fikir yorgunluğundan ve mazeret beyan etmekten kurtarmak üzere söyler. Çünkü hareketlerdeki maksat, onlarm kendile­ri değil, neticeleridir. Her şeyde durum böyledir. (İsim cümlesinde) Haber olmasaydı, mübtedanın faydası olmaz ve onu zikretmek anlam­sız kalırdı. Buradan ‘Sizi abes yere yarattığımızı mı zannettinizT598 ayeti anlaşılır. Başka bir ayette ‘Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri batıl ola­rak yaratmadık599 denilir. Burada Allah Teâlâ’nın âlemi yaratmadaki sebebin ve hikmetin bilgisine dikkat çekilir. Allah Teâlâ’nın isimlerinden biri Haktır. ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir600 buyrulur. Bunun anlamı, sabitliğinde değil, dış varlığında müstağnidir demektir. Âlem sabitlik halindeyken onunla yetinme ve varlığında müstağnilik gerçekleşir. Çünkü âlem mümkün iken, ilahlığa hakkını vermişti. Mümkünlerin talebi olmasa ve yokluk halini tattıkları gibi varlık halini tatmayı istemeselerdi, sabitlik dilleri varlığı zorunlu olan’dan kendilerini var etmesini istemezdi. Bu talebin sebebi bilgilerinin zevk bilgisi olmasını istemeleridir. Varlığı zorunlu olan -kendisi için değilonları onlar için yaratmıştır. Allah Teâlâ on­ların varlıklarından müstağni olduğu gibi onların kendisine ve sabitli­ğine delil olmasından da müstağnidir. Onlarm Allah Teâlâ’ya delil olmaları bakımından yoklukları varlıkları gibidir. Yokluktan var edilen hangi şeyden Allah Teâlâ’yı bilme hakkmda bilgi meydana gelir? Bu nedenle Allah Teâlâ’nın âlemden müstağni olmasının âlemin varlığında müstağni olmasının kendisi olduğunu anladık. Bu mümkünün ezelde yoklukla nitelenmesi bakımından garip bir meseledir. Ezel tercih kabul etmez. Mümkünün yokluğu ezelliğiyle beraber nasıl onu kabul eder ki? Bu husus, kendisi olması bakımından mümkün olması yönüyle onun hakkmda iki hükmü kabul etmesi demektir. Mümkün adına yolduk var sayıldığında, varlık hali de var sayılır. Varlık halinde onun sahip olduğu hükme göre tercih edilendir. Tercih ezelde yokluk halinde ve tercih edilenin yokluğuyla nitelenmesi itibarıyla mümküne sirayet eder. Tercih edenin tercihi bu amaçla gerçekleşir. Amaç ve kasıt ise hükmü hakikatinin verisine göre her birisinde ortaya çıkan manevi bir harekettir. Mahsus olursa, bir mekânı doldurur ve mekânı meşgul eder; makul olursa, bir anlamı or­tadan kaldırır ve bir manayı var eder, onu bir halden bir Hakk taşır.

Bu menzilde çeşitli ilimler vardır: Sınırlı dua ve sınırsız dua, dua edilene karşı neyin söylenmesi ve nasıl davranılması gerektiği bu men­zilden öğrenilir. Hareket ilmi ile sebep ve neticeleri, bu menzilden öğ­renilir. Bilmediği konuda bildiğini zannederek konuşanın durumu, bu menzilden öğrenilir. Gerçekte konuştuğu konuda bilgisi var mıdır yok­sa o bilgi değil midir? Konuşan bilmese bile, onun bilgi olması zorun­lu mudur? Böyle bir şey âlemde ortaya çıkar mı? Bu, mertebeleri ayrış­tırmada Allah Teâlâ için bir yaratmadır. Bu sayede bilgisizin bilenin karşısın­da ve bilginin bilgisizlik karşısındaki derecesi ortaya çıkar. Veya sadece bilgi mi vardır? Allah Teâlâ’nın âlemde ellerinde yarattığı hayretin belirlenme­si bu menzilden öğrenilir. Acaba hayret genel olarak mutluluğu verir mi, yoksa mutsuzluğu mu verir? Bu konuda hayretin tafsili var mıdır? Bir kısmı mutluluk verirken bir kısmı bedbahdık mı verir? Bu konuda hayrete düşülen şey nedir? Onda hayrete düşmek zorunlu mudur, hay­rete düşmemek mümkün müdür? Hayret sahibinin hayret esnasında bâtınında bulduğu yanmanın sebebi bu menzilden öğrenilir. Acaba hayret sahibinin hayrete düştüğü konuyu bilmesi hayretin kendisi mi olur? Böyleyse yanma acısı kalkar. Delillerin ortaya konulması bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ onları nazar ve basiret sahibi olan akıllılar için nasıl düzenledi? Garibin bilgisi bu menzilden öğrenilir. Bu, bilgiye kabiliyetli olan kimsenin üzerinde bilgi almadığı bir vaktin geçip geçmeyişini bilmektir. İlahi mertebe bu menzilden öğrenilir. Acaba Allah Teâlâ’dan perdeler mi, yoksa Allah Teâlâ’ya delil midir? Onu perdeleyen nitelik ve yaratıcısına delil olan nitelik, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın kesin­likle tek olarak yaratmadığı ve böyle bir yaratmanın geçerli olmadığı, iki veya daha fazlasını yarattığı bu menzilden öğrenilir. Hâlbuki varlık­ta bir gecikme ve öncelik söz konusu değildir.

Hakk adına birliğin ancak ilahlığında sabit olması bu menzilden öğrenilir. Varlığında iki veya daha fazla akli şey gerekir. Bunları nispet veya mutlak birliği bilmedikten sonra sıfat sayabilirsin. Bunlardan biri­si de ilahi isimlerin var olanlara ilişmesinin bilgisidir. Ahiretin gelince­ye kadar koşması, bu menzilden öğrenilir. Acaba o nereden gelir? Kendisine nispet edilen bu hareket nedir? Dünya ve ahiretin makul olmasının mahiyeti nedir? Allah Teâlâ’dan yüz çevirenin bilgisizliği bu men­zilden öğrenilir. Hâlbuki Allah Teâlâ ‘Her nereye dönerseniz, Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır601 buyurur. Allah Teâlâ’nın yüzüne yönelen insan nasıl bedbaht ola­bilir? O kişi Allah Teâlâ’nın yüzüne dönmeyi amaçlamasa bile, gerçekte Allah Teâlâ’nın yüzüne dönmüş ve Allah Teâlâ’nın yüzünden yüz çevirmiştir. Acaba in­san için Allah Teâlâ’ya her yönden yönelen ifadesi nasıl kullanılır? Bu, insan bütünüyle yüz ve göz olduğunda geçerlidir. Böyle bir niteliğe sahip olanın O’ndan yüz çevirmesi mümkün değildir. Garip bir bilgi, bu menzilden öğrenilir. Bu bilgi insana ancak kendisini ayakta tutan asıl nedeniyle ondan çıkan şeylerin döneceğinin bilinmesidir. Bu durum ‘Bütün iş O’na döner602 ayetinde belirtilir. İş bütünüyle O’ndan başlar ve tekrar O’na döner. Bu, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Bunlar sizin amellerinizdir, size döndürülürler’ ifadesinde belirtilir. Sadece sana döndüğünde övülecek olan davranışların senden çıkması için çalışmalısın! Son ka­deminde Allah Teâlâ karşısmda huzur sahibi olanın durumu bu menzilden öğrenilir. Bu, teklif diyarında olabilir. Kazanç ve zararın konusu bu menzilden öğrenilir. İnsan için dünyada veya ahirette bulunacak bir yer var mıdır yok mudur? Ahiret derken şeriadarın Allah Teâlâ’dan getirdiği ahiret hayatım kastetmekteyim.

Dünyada hâlle bölünenin ahirette yer olarak bölüneceği bu men­zilden öğrenilir. Öyleyse ahirette iki menzil vardır: Cennet ve cehen­nem. Dünya da İki menzil vardır: Elem ve haz veya azap ve nimet. İn­san niteliksiz olduğu söylenen bir halde nasıl olabilir? Misal olarak Ebu Yezid’in iddiasını verebiliriz. Acaba böyle bir iddia sahibi dünya veya ahirette olmayan bir mertebenin sahibi midir? Daha mühim ve mühi­mi dikkate almayı terk edenin durumu bu menzilden öğrenilir. Geçici durumların âlemde bir etkisinin olmayışı bu menzilden öğrenilir. Rızıkların hâzineleri bu menzilden öğrenilir.

Salihlerden birisine bir adam ailesinin çokluğundan şikâyet edince salih insan ‘Evine git! Kimin rızkı Allah Teâlâ’ya ait değilse, onu bul ve evden çıkart’ demiş. Adam ‘Hepsinin rızkı Allah Teâlâ’ya aittir’ deyince, arif şöyle demiş: ‘Peki onların azlık ve çokluğıından sana ne?’ Müşahedeyle hü­küm, ayrım yapmak ve keşifle hüküm vermek, bu menzilden öğrenilir. İrade, meşiyet, himmet, kasıt ve niyet arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Vekilin kendisini vekil atayanın niteliklerine sahip olması, bu menzilden öğrenilir. Acaba onların hepsini yerine getirir mi, yoksa bunlar kendisinden talep edilir mi? Sözün mertebeleri, bu menzilden öğrenilir. Kötülük iyilik ve güzelliğe göre söze nasıl nispet edilir? Allah Teâlâ’yı tenzih ve ispat yoluyla övgünün O’na ulaştırılma yolları bu men­zilden öğrenilir. Bedbaht ve mutlular arasında dünyada gerçekleşecek eşitliği sağlayan husus bu menzilden öğrenilir. Varlıklara yönelme ve Hakkın yönüne yönelme, bu konuda övülen ve kınanan hususlar bu menzilden öğrenilir.

Hakkın kendisine nispet ettiği yapıyı ortaya koyma ile sadece kul­larının elleriyle gerçekleşecek hususlar, bu menzilden öğrenilin Dü­rülmek ve geri dönmek, lazım ve kaim, boyun eğen ve inen bu men­zilden öğrenilir. Hakkın kullarını çağırdığı ibadetlerde Hakka yönelinen durumlarda niyetin tekrarlanmasının alametleri, bu menzil­den öğrenilir. Yaklaştıricı ve uzaklaştırıcı yollar, saliklerin bu konudaki durumları bu menzilden öğrenilir. Kendilerinde ve üzerlerinde sülük meşru olunca veya olmayınca, eserlerin hesabı bu menzilden öğrenilir. Bu yoları selim akıl ve doğru düşünce de gerektirir. Bu konuda -tevkif olmadanilahi yakınlık bu menzilden öğrenilir. Bu hususta sahih olan ve olmayan hususlar bu menzilden öğrenilir. İnsana uygun yakın ni­metlere karşılık Allah Teâlâ’ya hamd bu menzilden öğrenilir. Alemde her var­lığa ait yararlar, bu menzilden öğrenilir. Alemdeki engeller alda ve şe­riata göre men edilenler, bu menzilden öğrenilir. Madumun mevcut suretinde ortaya çıkması, gerçek varlıktan ayrışması bu menzilden öğ­renilir. Nihal ve milel, bu menzilden öğrenilir. Kendisinden ancak fay­dası kaybolduktan sonra fayda alınan şey bu menzilden öğrenilir. Di­lencilerin halleri bu menzilden öğrenilir. Her soruya layık cevap bu menzilden öğrenilir. Hakkın kullarını amellerinde kabul etmesi veya haram veya kınanmış olmadığı halde kabul etmeyişi bu menzilden öğ­renilir. İlahi azamet ve büyüklük arasındaki fark, bu menzilden öğreni­lir. İhsan ve mahiyeti bu menzilden öğrenilir. Üzüntü sebebi var iken, Hakkın kendisini üzen işte kulunun vekili olması bu menzilden öğreni­lir. Misille karşılık vermek bu menzilden öğrenilir. Güzel isimlerin so­nuçları, bu menzilden öğrenilir. İmaret, tahriplik ve dünya ve ahiretteki hükümleri, bu menzilden öğrenilir. Haktan dönüş dönende nasıl bir etki yapar, bu menzilden öğrenilir. Bir’in çok ile değerlendi­rilmesi bu menzilden öğrenilir. Şair şöyle der:

Allah Teâlâ’ya çok gelmez

Âlemi birde toplamak

Hadiste geçen ‘tehalüc’ün takdiri ve bu konuda ortadan kalkan ve kalkmayan hususlar, bu menzilden öğrenilir. Fitnelerin kalplere ilişmesi ve onlara alışan ile alışmayanın durumu bu menzilden öğrenilir. Kuş­kuya kapılanın kuşkusunu baki kılacak sebep ile onu kuşkudan çıkarta­bileceği halde bunu yapmayan araştırma bu menzilden öğrenilir. İman ve bilgi arasındaki fark, alim ve mümin arasındaki mertebe farkları, bu menzilden öğrenilir. Hakkın kulların razı olacağı işleri soruşturması, bu menzilden öğrenilir. Onlar Hakkı razı edecek işlerin peşinden gider. Bu, uygun karşılıktır. Beyanı geride bırakmak, bu menzilden öğrenilir. Bu esnada kendisine ihtiyaç olmakla birlikte alimin gördüğü bir durum nedeniyle izahını öne almak mümkündür. İlahi affın talep ettiği şeyin niteliği bu menzilden öğrenilir. İzhar edilen ilimler ile örtülmesi gere­ken ilimler, bu menzilden öğrenilir. Gayb âleminin şehadete şehadet âleminin gabya girmesi, bu menzilden öğrenilir. İstidrac ve mekir, bu menzilden öğrenilir. Gayesi amel olup da bu gayenin ortaya çıkmadığı her bilgi bu menzilden öğrenilir. Bunun nedeni nedir? Göğün içbükey küre gibi değil çadır gibi olması bu menzilden öğrenilir. Göklerin yapı­sı gök bilimcilerin zikrettiğinden farklıdır. Acaba yıldızların dönüşünün sebebi nedir? Kendilerinden dolayı mı? Yoksa onları çevrine bir felek­ten dolayı mı dönerler? Aklî imkânın varlığı nedeniyle çatışmanın ken­disinde gerekli olduğu husus bu menzilden öğrenilir. Bilginin bilenin nefsine etkisi bu menzilden öğrenilir. Alemin yaratılışının cevherlerin varlıklarına dönmesi, bu menzilden öğrenilir. Âlemdeki her tür ve cins­ten seçilmiş ve tercih edilmiş şeyler bu menzilden öğrenilir. Manalarda ve mana olmayan şeylerde, babalar ve oğullar bu menzilden öğrenilir. Sebeplere bağlanmak ve onlarla bağlanmayı terk bu menzilden öğreni­lir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Yirmi dördüncü sifir sona erdi.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar