YİRMİNCİ SİFİR 2.Bölüm
İKİ YÜZ DOKSAN DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Musevî Mertebeden, Mekkeli Muhammedî Menzilin Bilinmesi
Allah Teâlâ’nın haremi, her nebinin kalbi Ve de her velinin kalbi
Kendi aralarında ona varis oldular ' ilimlerde ve yüce
makamda
Şeriata bir bilgi nispet edersen sen
ilmi rivayetlerin harflerinde aramalısın
Denizlerin de nurdan bilgileri var Yüce ve
değerli kesin bilgiler
Tertemiz nebi ve tertemiz bir peygamber
Zengin ve yoksul
Yücede düzenlenmiş nimet Kuyuda taksim
edilmiş azap
Bilmelisin ki, bu menzil, Allah Teâlâ
katında genel olarak âlemin mertebesinin bilgisini içerir. Acaba yokluğun
kendisinden dolayı saygı gösterilmesi gereken Allah Teâlâ katında bir
mertebesi var mıdır, yok mudur? Bedbaht ve kızılmış olanlardan yaratılmış
kimselerin Allah Teâlâ katında saygın bir mertebesi var mıdır, yok mudur?
İlahi tazimin kendisiyle mutlu olunacak şekilde saygı gösterende etkisi var
mıdır yok mudur? Allah Teâlâ’nın âlemi taziminin sebebi nedir? Yaratılmış
âlemin kendisiyle bilindiği bir yücelik niteliği var mıdır yok mudur? ‘Allah
Teâlâ sadece kendisine yemin etmiştir, fakat onu bazen gizlemiş ve bir yerde
ise açıkça zikretmiştir ki, zikretmediği kısımda da kendisini gizlemiş olduğu
öğrenilsin’ diyenlere göre, yaratılmışlara izafe edilen ilahi isimlerin
mahiyeti nedir? Bu konuyla ilgili bütün bilgileri bu menzil içerir. Hepsini
ayrıntılı olarak zikretmeye kalkarsak, söz uzar. Bu menzilin içerdiği
hususlardan birisi de, âlemde insanın yaratılışının bilinmesidir. Acaba hayvan
bu yaratılışta insana ortak mıdır, yoksa bu yaratılış insana mı özgüdür ve bu
tarz başka bir yaratılmışa tahsis edilmemiş midir? Hayvan bu yaratılışta
insanla ortak ise o zaman niçin tek başma zikredilmiştir? Niçin insan lafzı
Kur'an-ı Kerîm’de zikredilmiş ve zikredildiğinde ise ya kınanmak veya zayıflık
veya eksiklik özelliğiyle nitelenmiştir? insan övülmek için zikredilmiş olsa,
onu hemen kınanmışlık niteliği takip eder. Bu bağlamda kınanmaya örnek olarak, ‘kuşkusuz
insan hüsrandadır’3*4 ve ‘insan
rabbine karşı pek nankördür™5 ayetlerini verebiliriz. Eksiklik ve
zayıflık ise ‘biz insanı, çamurdan (süzülüp
çıkarılmış) bir özden yarattık’356 ve ‘biz
insanı (yüz yüze geleceği) zorluklar içinde yarattık’357 ayetlerinde geçer. Övgünün ardından
gelen kınama ise ‘insanı en güzel surette yarattık’3511 -ki övgüdür‘sonra
onu aşağıların aşağısına attık’359 ayetinde geçer. Bu ise kınamadır.
Bu menzil aynı zamanda nefislerin
kendini beğenmesinin insana kazandırdığı iddia sahiplerinin sonunun bilgisini
de içerir. Duyusal ve manevi nimetleri, isimlerle ahlaklarıma, insana verilmiş
olan güç ve onun bir etkisinin olduğu bu menzilden öğrenilir, insana bir güç
verilmiş olması, Eşarilerin görüşüne aykırı iken fiilleri yükümlülere izafe hususunda
Mutezile’nin görüşünü güçlendirir. Kendisinde yardımlaşmanın gerçekleştiği
hususu içerir. Delilin bilinmesinin sonu ve nefsin arzusu nedeniyle onun terk
edilmesi de bu menzille ilgilidir. Bütün bunlar, bu menzilin içermiş olduğu ana
başlıklardır. Bunlar, büyük bir zorluk altına girmeden sayılamayacak kadar alt
başlığa bölünür.
Bu bağlamda genel olarak âlemin Allah
Teâlâ katındaki yerine gelirsek, bilmelisin ki: Allah Teâlâ âlemi kendisine
duyduğu ihtiyaç nedeniyle yaratmadı. Allah Teâlâ âlemi bilinmesine delil olsun
diye yarattı. Bu sayede varlık ve bilgi mertebesinden eksik olan şey
tamamlanır. Öyleyse âlemin yaratılışından Allah Teâlâ, daha önce sahip
olmadığı herhangi bir kemal özelliği kazanmamıştır. Aksine Allah Teâlâ mutlak
anlamda kemal sahibidir. Ya da âlem kendiliğinde özü gereği talep edilmiş de
değildir. Çünkü âleme yaratılışı nedeniyle bir kemal özelliği ilişmemiştir.
Aksine âlem, yaratılmış olsa da olmasa da, kayıtsız anlamda tam eksiklik
sahibidir. Öyleyse maksat, zikrettiğimiz varlık mertebesinin ve bilgi
mertebesinin âlemin varlığıyla kemale ermesidir. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ
âleme kendisi hakkındaki bilgiyi vermiştir. Bunu veren akli taksimdir. Çünkü
âlemin tazim özelliğiyle nitelenmesi, Allah Teâlâ’nın bilinmesine delil olarak
yerleştirilmesinden ve varlık ve bilgi mertebesinin onunla kemale ermesinden
kaynaklanır. Delil, delili olduğu şeyin üstünlüğüne göre değer kazanır.
Bilgi ve varlık Hakkın kendileriyle
nitelendiği iki durumdur. Bu nedenle onlar tam üstünlük sahibi olmuştur. Buna göre
âlemin üstünlüğü, değerli birisine delil olmasından kaynaklanır. Birisi şöyle
diyebilir: Maksat delaletten ibaret ise bu amaç âlemde yaratılmış bir cevher
ile gerçekleşebilirdi? Şöyle deriz: Haklısın! Bunu söylerken kast ettiğimiz
şey, Allah Teâlâ’nın (âlem ile arasında) nihayetsiz nispetler, hakikatler ve
yönlerin bulunduğudur. Bununla birlikte bunların hepsi tek bir nispete
dönebilir. Çünkü nispeder, varlıkla nitelenmez ve bu nedenle de bir nihayete
ulaşmaz. Durum senin işaret ettiğin gibi olsaydı, varlık ve bilgiye ait kemal,
bu tek yaratılmışın kendilerine delil olmasına göre gerçekleşirdi. Bu durumda
ise Haktan bilinen şey, sadece bu tek nispete göre bilinmiş olurdu. Hâlbuki
biz, nispeüerin sonsuz olduğunu belirttik. Öyleyse mümkünlerin yaratılması da,
sonsuzdur. Başka bir ifadeyle yaratılış dünya ve ahirette süreklidir. O halde
marifet de dünya ve ahirette sürekli olarak meydana gelir. Bu nedenle de
bilginin artışını istemek emredilmiştir. Bakınız! Allah Teâlâ peygambere
varlıklar hakkında bilgisinin artmasını istemeyi mi emretmiştir? Hayır! VAllah
Teâlâi, Allah Teâlâ peygambere sadece âlemde var ettiği şeylere göre Allah
Teâlâ hakkındaki bilgisinin artmasını istemeyi emretmiştir. Böylelikle âlemde
yaratılan her yeni şey, zuhur eden herhangi bir ilahi nispetin bilgisini
kazandırır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem duasındaki şu
ifadesiyle kalpleri uyararak şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ’m! Kendini
isimlendirdiğin veya yaratıklarından herhangi birisine bildirdiğin veya gaybının
bilgisine ayırdığın isimlerle senden isterim.’ İsimler ilahi nispederdir.
Gaybın ise nihayeti yoktur. Öyleyse yaratma süreklidir. Yaratılmışlar içinden
bilenin bilgisinin ise bütün hal ve zamanlarda sonlu olması ve her nefes sahip
olmadığı yeni bir bilgiyi kabul eden olması gerekir. Bu bilgi Allah Teâlâ ile
ilgili olabileceği gibi Allah Teâlâ’ya delalet eden bir yaratıkla ilgili bir
bilgi de olabilir. Anla!
Birisi şöyle iddia edebilir: Aklın
taksimine göre cinsler sınırlıdır. Sayıları sonsuza yaran yaratılmış her şey,
bu akli taksime girer. Çünkü bu, Hakkın varlığının bile dahil olduğu bir
taksimdir. Şöyle deriz: Bu taksim, akla ve onun gücüne göre doğrudur. Nitekim
göz de görülenleri taksim etseydi, kendi gücünün verisine göre onları taksim
ederdi. Kulak da duyulanları taksim etseydi aynı şekilde taksim ederdi. Fakat
bu taksim, yaratılmışları sınırlamayı göstermez. Çünkü bu taksim, kendi
gücünün verisine göre yapılmış bir taksimdir. Herhangi bir imkâna sahip olan
her bir güç bir taksim yaptığında, kendi gücünün dışında kalan şeyler de o
taksimin dışında kalır. Buna göre duyma gücü, duyulanları ve konuşma ve
duymayla ilgili şeyleri taksim eder, o kadar! Kuşkusuz ki bütün görülenler,
yenilenler, koklananlar ve dokunulan şeyler taksimin dışındadır. Akıl da kendi
gücüyle taksimi yaptığında, bu taksim, aklın gücünün hakikatlerini ve
ayrıntılarını bilme imkânına sahip olmadığı bir takım ilahi şeylerin
bulunmadığını göstermez. Bunlar bir açıdan kalın taksimi içine girmiş olsa
bile, pek çok açıdan taksimin dışında kalırlar. Allah Teâlâ’nın kulunda aklın
gücünün sahip olmadığı imkâna sahip başka bir güç yaratması da mümkündür. Böyle
bir güç (akla göre) imkânsızı zorunluya, (akla göre) zorunluyu imkânsıza veya
mümkünü zorunluya ve imkânsıza çevirebilir. İlahi mertebenin genişliğinin
yaratılışta ve tecellilerde tekrarın olamayacağını gerektirdiğini bilmeyen
kimse, böyle bir söz söylemeyeceği gibi bu şekilde de bir itirazda bulunmaz.
Şöyle denüirse: Yaratılmış olan şeyin aklın hükmü altında ve onun taksimine girmiş
olması gerekir. Bu ise ya olumsuzlama veya olumlama taksimidir. Şöyle deriz:
Haklısın! Biz bilinmeyen şeyler arasından bilinenlerin olumlama veya
olumsuzlama kısımlarına girdiğini reddetmiyoruz. Fakat bu olumlama ve
olumsuzlama kısımları altına giren şeyler, olumsuzlamanın verdiği bilgiyi
verirler mi vermezler mi? Yoksa olumlamanın verdiği bilgiyi mi verirler? Ya da
başka bir şey mi verirler? Çünkü Allah Teâlâ hakkındaki bilgide olumsuzlama,
olumsuzlama, olması bakımından verdiğini verir, yoksa delaleti altında bulunan
sonsuz sayıdaki şeylerin delalet etmesi bakımından bir bilgi vermez. Olumlama
ise olumlama olması bakımından Allah Teâlâ hakkındaki bilgiden verdiğini
verir, yoksa delaleti altında bulunan olumlanan şeyler bakımından bir bilgi
vermez. Çünkü yaratma süreklidir. Bizdeki bilgi ise yaratmanın yenilenmesiyle
sürekli yenilenir.
Bir özel delille öğrenilen bilinen,
diğer bilinen değildir. Öyleyse o, âlem tarafından değil Allah Teâlâ tarafından
bilinendir. Böylelikle bu bilginin mertebesi bu oluş âleminde var olmasıyla
kemale erdiği gibi bu varlığa özgü varlığın mertebesi de dışta zuhur etmesiyle
kemale ermiştir. Her bir varlığın vermiş olduğu zevki bilgiyi başka bir varlık
veremez. İnsan tek bir elmayı yerken her ısırışından farklı bir tat bulur.
Elmayı tamamladığında ise ancak son ısırışta bulduğu başka bir tat bulur. Elma
aynı elmadır. Hâlbuki her yiyişinde tam olarak ifade edemese bile insan başka
bir tat bulur. Zikrettiğimiz hususu tam olarak kavrayan kimse, gerçeğin akıl
veya başka bütün mevcut güçlerin yeteneğinin ötesinde bulunduğunu da bilir.
Bilgisi sonsuz sayıdaki bilinenlere ilişen Allah Teâlâ’yı tenzih ederim!
O’ndan başka ilah yoktur. Aziz ve Hakim’dir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: cO’nun
bilgisinden hiçbir şeyi bilemezler ancak O’nun dilediğini bilebilirler.”60 Bu ayette akla ve diğer güçlere Allah
Teâlâ’nın ancak dilediği kadar bilgi vermiş olduğu belirtilmiştir. ‘Onu
bilgi bakımından ihata edemezler”61 Bu nedenle şöyle demiştir: ‘Yüzler
(Allah Teâlâ için) boyun eğmiştir.’362 Bunu ‘Onu
bilgi bakımından ihata edemezler’363 ayetinden sonra söylemiştir. Başka
bir ifadeyle onlar, bilgi bakımından kendisini kuşatamayacaklarını
anladıklarında, boyun eğmişler, zelil olmuşlar ve hakkında bilgilerinin
olmadığı hususta bilginin artışını Allah Teâlâ’dan istemişlerdir. Burada
yüzler, varlıkların zatları ve var olanların hakikatleridir. Çünkü her şeyin
yüzü onun zatı demektir. Allah Teâlâ’nın âlemde yarattığı her şey ise kemali
üzere onu yaratmıştır ve bu kemal onun yüzüdür (vech). Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur: ‘Her şeye yaratılışım (varlık ve
özelliğini) verdi.’364 Kuşkusuz
ki onu kemale erdirdi (demektir). ‘Sonra ona hidayet etti”65 Aynı zamanda yaratıklarına hidayeti
-ki burada açıklama demektirvermiştir. Böylelikle kullarına, akla ve şeriata
göre en etkin tarzda gerçeği açıklamış; belirsiz, remizli ve kinayeli
bırakmamıştır. ‘O ancak (Allah Teâlâ’dan gelmiş) bir
öğüt ve apaçık bir Kurandır:366 Başka bir ayette ise ‘İnsanlara
kendilerine indirileni açıklaman (beyan) için...”67 denilir. Beyan olmasaydı, müteşabih
ve muhkem açıklanmazdı. Bu sayede, müteşabihin Allah Teâlâ tarafından
bilindiği, muhkemin ise tarafımızdan bilinen kısım olduğunu öğrendik.
Müteşabih inmemiş olsaydı, onun müteşabih olduğunu bilirdik. Çünkü onda
yaratılmışın niteliği olmaya benzeyen bir nitelik varken bir de yaratanın
niteliği olmaya benzer bir yön vardır. Öyleyse müteşabihin anlamını ancak Alla
bilebilir.
Müteşabih nazil olmasaydı, Allah
Teâlâ’nın bilgisinde müteşabih olan bir şeyin bulunduğu bilinmeyecekti. Bu açıklamanın
nihayetidir. Çünkü Allah Teâlâ bize bilinen bir şey olduğu gibi sadece Allah
Teâlâ’nın bilebileceği bir şeyin olduğunu açıklamıştır. Bazen Allah Teâlâ bu
şeyi yaratıklarından dilediği birisine dilediği şekilde bildirebilir.
Bu menzilin içerdiği hususlardan
birisi de, önceki ve sonraki şeriatlarda geçen ilahi yeminlerin bilinmesidir. Allah
Teâlâ yemin ettiğinde, acaba kendi üzerine mi yemin eder, yoksa yaratıkları
üzerine mi yemin eder? Yoksa bazen kendi üzerine bazen de yaratıkları üzerine
mi yemin eder? Buna örnek olarak şu ayetleri verebiliriz: ‘Allah
Teâlâ’ya yemin olsun ki gönderdik...,36S Burada Allah
Teâlâ ismi üzerine yemin edilmiştir. Başka bir ayette ise ‘Rabbinin
üzerine yemin olsun ki’369 veya ‘göğün
ve yerin rabbi üzerine yemin olsun ki’370 veya ‘Zariyat
üzerine yemin olsun ki’371, ‘gönderilenler üzerine yemin olsun fei’372,
‘yıldız üzerine yemin olsun ki’373, ‘güneş üzerine
yemin olsun ki5374 gibi
yeminler geçer. Bunlar, zahirde isimlerin yerine konulmuş olan yaratıklardır.
Öyleyse burada gizlenmiş bir şey varsa, isimlerdir. İsim gözükse de gözükmese
de, her durumda söz konusu yaratıkların Allah Teâlâ’ya tamlama yapılmaları
nedeniyle büyük bir değerleri vardır. Genel yemin, ‘gördüklerinize
ve görmediklerinize yemin ederim’375 ayetinde belirtilir.
Böylelikle bu yemine bütün yaratıklar girdiği gibi yokluk ve yok olanlar da
dahildir. Bu durum, ‘görmediklerinize’376 ayetinde belirtilen kısımdır. Burada
kast edilen şimdiki zamanda ve gelecek zamanda görmedikleridir. Gelecek zaman
ise yoktur. Öyleyse eşyanın şeref ve yücelikle bir ilişkisi bulunduğu gibi
yokluğun da bir ilişkisi vardır. Buna göre salt yokluğun üstünlüğüne gelirsek,
onun değeri, sırf varlığa delil olmasıdır. Böylelikle delil olması bakımından
yücelmiştir. Bu durum insanların dillerinde dolaşan bir ifadededir. Bu hususta
bir mısra vardır, şöyle denilir:
Eşya zıtlarıyla ayrışır
Yokluk varlığı, varlık yokluğu ayırt eder
Sınırlı yokluğun üstünlüğüne
gelirsek, sınırlı yokluk, varlığı kabul edebilecek bir niteliktedir. Varlık ise
kendiliğinde değerlidir. Bu nedenle de Hakkın niteliklerinden birisidir.
Kuşkusuz ki sınırlı yokluk, varlığı kabul etmesi özelliğiyle mutlak yokluktan
üstün olmuştur. Öyleyse o,
Hakka iki şekilde delildir:
Birincisi, yokluğu halindeki delaleti iken İkincisi, varlığı anındaki
delaletidir. Salt yokluğun sınırlı yokluktan üstünlüğü ise tek yöndedir. Bu
ise onun Allah Teâlâ’yı tazimi ve varlık kabul etmeyeceği hakkındaki
delaletinin gücüdür. Böylelikle mutlak yokluk, varlık niteliğinde kendisine ortak
olup Allah Teâlâ’ya verilen bir ismin kendisine verilmesi hususunda ilahi
mertebe hakkındaki kıskançlığı nedeniyle olduğu hal üzere kalır.
Gerçek böyle olunca, Hakk var olanlar
için tespih etme (yükümlülüğü) belirlemiştir ki, tenzih demektir. Tenzih,
yaratıkların niteliklerinin kendisine ilişmesinden münezzeh olması demektir.
Tenzih, yokluk niteliğidir. Böylelikle Hakk, kendisini onunla niteleyerek mutlak
yokluğu şereflendirmiş ve şöyle demiştir: ‘İzzet
sahibi Rabbin onların nitelemelerinden münezzehtir.”77 Bu ifade, Allah Teâlâ’yı yüceltmeyle
ilgili niyeti nedeniyle, yokluğu şereflendirmek üzere söylenmiştir. Çünkü mutlak
yokluk, Allah Teâlâ’nın Hakk ettiği şeyi sınırlı yokluktan daha iyi bilir.
Çünkü yokluk halinde ezel niteliği ona aittir. Nitekim Hakk da varlığında ezel
niteliğinin sahibidir. Ezel, Hakkın başlangıcının olmayışı özelliğiyle
nitelenmesidir. Başka bir ifadeyle o, özü gereği varlığın kendisinden
olumsuzlanmasıyla yokluk niteliğidir. Öyleyse Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ’nın
dışındaki şeyler içinde mutlak yokluktan daha iyi bilen yoktur.
Yokluk bu üstünlüğe sahip iken ve
iddia ve ortaklık varlıklara ait iken, bu nedenle bize şöyle denilmiştir: ‘Kuşkusuz
ki sen daha önce bir şey değil iken seni yarattık.’378 Yani mevcut değil iken seni
yarattık. Varlık halinde de karşımda itiraz etmeden ve kaderin akışına teslim
olarak kalmalısın. Nitekim yokluk halinde böyle idin. Böylelikle insanın
şerefi, varlığında yokluğuna dönmesi olmuştur. Yokluğun üstünlüğü zikrettiğimiz
şekilde olmasaydı, Hakk yaratılmış varlığm hükümde -yoksa gerçekte değilbu Hakk
dönmesine dikkatini çekmezdi. Dışta var iken hükümde bu özelliğe ise ancak
nereden geldiğini ve kendisinden neyin istendiğini ve niçin yaratıldığını
bilen kimse başarabilir. Kuşkusuz ki mutlak yokluğun üstünlüğü hakkında yeterli
kadar açıklama yapılmış oldu. Bu, insanların habersiz kaldığı ve
zikrettiklerinde de Allah Teâlâ’dan anlamadıkları bir meseledir.
‘Var olanlar5 ve ‘yok
olanlar’ için üstünlüğün (kendileri bakımından değil) delalet balonundan olduğu
belli olunca, onlara saygı göstermek zorunlu olmuştur. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Kim Allah Teâlâ’nın şiarlarını yüceltirse, bu
kalplerin takvasındandır.’379 Şiarlar, alametler demektir. Başka
bir ifadeyle onlar delillerdir. Öyleyse onları yücelten kimse, bütün hareketlerinde
(takallubat) takva sahibidir. Çünkü kalpler, (hareket ve değişmek) anlamındaki
taklib’den türetilmiştir. Allah Teâlâ bu davranışın nefislerin veya ruhların
takvasından olduğunu söylememiş, ‘kalplerin takvasındandır’™ demiştir.
Çünkü insan hallerinde, her nefes, halden Hakk girer. Bunun nedeni, var olmayan
şeylerin her nefes yaratılmasıdır. Halden Hakk girdiği her değişiminde Allah
Teâlâ’dan korkmak ve çekinmek, Allah Teâlâ’nın insandan talep edebileceği
işlerin zirvesidir. Bu Hakk ise yaratıklar içinden güçlü kamiller ulaşabilir.
Çünkü bu değişmenin farkına varmak, çetin iştir. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle
buyurdu: ‘Allah Teâlâ’nın şiarlarını..:3*1 Yani onlar, gösterdikleri şeyin fark
edilmesini sağlarlar ve bunlar ancak kendilerini fark edenin nezdinde şiarlar
olabilirler. Onların farkına varmayanlar -ki yaratıkların büyük kısmı
böyledirkendilerine saygı gösteremez. Öyleyse bu şiarlara ancak bütün yönelim
ve hareketlerinde Allah Teâlâ’ya yönelmiş kimse saygı gösterebilir. Bu nedenle Allah
Teâlâ bu şiarları niyetin yenilenmesi demek olan hac ibadeti hakkında
zikretmiştir, insan bir kasıttan ve niyetten yoksun olamadığına göre, (ancak
niyetle ve kasıda anlaşılabilecek) şiarlar hac ayetinde zikredilmiş, hac
uygulamaları da zikredilmiştir. Bunlar, her bir yönelimde farklı farklıdır.
Böylelikle eşya üzerinde yemin etmek, yaratıklardan eşyaya saygı göstermesini
talep demektir. Öyle ki, Allah Teâlâ’ya delil olan şeylerden herhangi birisini
ihmal etmesinler. Söz konusu delilin Mutlu veya bedbaht olması veya varlık
(veya yokluk) olması durumu değiştirmez. Bununla birlikte Hakkın yemindeki
maksadı eşya değil de, kendisi olabilir. Hatta kast edilen her iki durum birden
olabilir ki, bu ihtimal, daha doğrudur.
Bilmelisin ki, bu diğer kasıda
amaçlanan şey, bizim için saygı ve bildirme olabilir. Bunun için Allah Teâlâ
eşyayı zikretmiş ve ilahi isimleri gizlemiştir ki, eşya Hakkın irade ettiği
ilahi isimlere delalet etsin. Öyleyse ilahi isimler delaletin dışında ve onun
saygısının dışına çıkmamış olur. Bu bağlamda Hakk şöyle der: ‘Göğe
ve onu yapana yemin olsun ki.’3*2 Yani göğün yapıcısına yemin olsun
ki. ‘Yere ve onu yayıp döşeyene...’3*3 Yani yeri yayana yemin olsun ki... ‘Battığında
yıldıza yemin olsun ki...’384 Yani yıldızı
kaydırana yemin osun ki... Böylelikle eşya farklılaşmış, nispeder değişmiş, bu
nedenle isimler değişmiş, zikredilen bu varlığa özgü (isimler) belirlenmiştir.
Böylelikle âlem, zamirlerde (gizliler) anlam yoluyla isim olarak verdiklerinde
ise lafız yoluyla Allah Teâlâ’ya verilmesi uygun isimleri öğrenmiştir. Çünkü
gizli (zamir) olarak ifade ettiğini açık kullanmak isteseydi, onu öyle
kullanırdı. Nitekim ‘Göğün ve yerin rabbine yemin olsun
ki’385 ayetinde böyle yapmıştır. Burada özel olarak
gökle ilgili özel bir nispet yönünden Rab ismini getirmiştir. Yer ismi ise
gizlenmiştir. Çünkü Rab ismi ile yer (arasındaki) özel bir nispede gelmiştir
ve bu nispet gökte bulunmaz ve bu nedenle gök ve yer birbirine denk değildir.
Hatta gök, nispederin farklılığı nedeniyle, yerden farklıdır. Öyleyse göğün
yaratılışında Rab isminin ilişkisi, yerin yaratılışında Rab isminin
ilişkisinden farklıdır. ‘Ve yer”86 ayetinde ‘vav’ harfi (ve)
bulunmasaydı ki ortaklık bildirir-, nispetin farklılığından dolayı Rab isminin
farklılığını söylerdik. Fakat ‘vav5 harfi bunu engellemiştir.
Kur'an-ı Kerîm ise Arapça inmiştir. ‘Vav5 ise bu dilde birincide
zikredilip kendisine atıf yapılanda zikredilmezse, başka bir hükme sahiptir ve
ortaklığa delildir. ‘Kame Zeyd ve Amr (Zeyd ve Amr kalktı)’ dediğinde, nefsin
zorlanmayla kesilmesi gibi herhangi bir arızi kesen olmadan veya muradını
anlatan sözü tamamlamadan alı koyan bir meşguliyetin ortaya çıkmasıyla burada
durduğunda, burada ‘vav’ ortaklık bildirir ve bu zorunludur. Öyleyse kesen
kendisini ‘Amr ve hariç’ demekten alı koymuştur. Ya da ‘Amr ve ebuhu kaidun’
(Amr ve babası ayaktadır)’ demekten engellemiştir. Buradaki ‘vav1,
başlangıç ve hal ‘vav’ıdır, atıf ‘vav’ı değildir. ‘Kame Zeyd ve harece Amr’
dediğinde ise buradaki ‘vav’ atıf ‘vav’ıdır. Burada bir cümlenin başka bir
cümleye atıf yapılmasını kast etmekteyim, yoksa ortaklık bildiren ‘vav5
değildir. Bu nedenle ‘ve yer’387 ayetindeki ‘vav’ı zikredilen ve
atfın kendisine yapıldığı ilahi isimde ortaklık bildiren ‘vav5
saydık. Gizleme ise başkalaşmanın kendisinde gerçekleştiği nispettedir. Anla!
Çünkü bu Allah Teâlâ’yı bilmenin sırlarından biridir.
Bilmelisin ki, bazı ârifler, bu
durumlara saygı göstermeyi meşru görünce, Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyi
mutluluğa katmıştır. Söz konusu muduluk, amaç sahibi yaratıkların içinde
bulundukları durumda kendileri adına yaratılmış olan amaçlarına ulaşmalarından
ibarettir. Bu nedenle böyle bir bakış açısma sahip kimse, kimseyi azap içinde
görmez. Azap özü gereği nahoş olduğu için elem ve üzüntü demektir. İnsanlar
cehennemi doldursalar bile, onlarm orada kendilerinden başkasının bilmediği
zevk edilen bir nimederi vardır. Çünkü her iki yer de dolaçaktır. Bu bağlamda Allah
Teâlâ iki yerin de dolacağını ve ebedi olarak oralarda kalınacağını
bildirmiştir. Fakat acı demek olan azabın sürekli olacağı hakkında herhangi bir
nass yoktur, yoksa genel olarak acıyı hisseden özel mizaçta elemin varlığına
sebep olan hareketlerle ilgili değil! Vurmayı, kesmeyi, yakmayı varlıkta açıkça
görürüz, fakat bunlardan zorunlu olarak bir acı meydana gelmez. Biz bu durumu
bu yolda kendi nefislerimizden müşahede ettik ki bü durum bu yolun şerefinden
kaynaklanır. Arkadaşlarımız bu konu hakkında şöyle der: Şaşılacak olan, bir
bahçeye girmek değildir. Şaşırtıcı olan, ateşin ortasına girmektir, çünkü bu
alışık olunmayan bir durumdur. Burada kast edilen şey, hazzm alışık olunan bir
şekilde elde etmenin şaşırtıcı bir durum olmadığıdır. Şaşırtıcı olan şey,
hazzı alışılagelmiş sebepten başka bir şekilde bulabilmektir. Ebu Yezid’in
‘azapla ile haz almanın dışında (bütün amaçlarıma ulaştım)’ derken kast ettiği
şey buydu. Bu nedenle de azap diye isimlendirilmiştir. Çünkü o, kendisini
gerektiren belli bir mizaç nedeniyle belirli bir kavme azap vermektedir.
Allah Teâlâ kendisine tamlama yapılan
şeylerden her bir şeyi yüceltmeyi emretmiştir. Hâlbuki her hangi bir şey, ya
nass tarafından veya akla göre Hakka izafe edilir. Bu nedenle herhangi bir şey
üzerinde azabın sonsuzluğu uzak (bir yorumdur). Allah Teâlâ vardı(r) ve
O’nunla birlikte başka bir şey yoktu(r). Allah Teâlâ’ya yarattığı ve var ettiği
şeylerden daha önce sahip olmadığı herhangi bir nitelik dönmez. O, yine olduğu
gibidir. Böyle bir şeyi belirtmemizin nedeni, kendisine etki etmiş olan
herhangi bir ilahi ismi olumsuzlayan kimsedir. Şöyle deriz: Bir ilahi ismin
etkisi olmasa bile, ismin kemali kendisinden etkinin ortaya çıkmasına bağlı
değildir. Çünkü (bütün isimlerin gösterdiği) hakikat tektir, bunu bilmelisin!
Bu konu bu yoldaki en güç meselelerden birisidir. Allah Teâlâ rahmetinin gazabmı
geçtiğini belirtir. Burada Allah Teâlâ, kullan üzerine merhamede hüküm
vermesinin gazap ile hükmetmesini geçtiğini kast eder. Geçme ise bir şeyin
kendisinde meydana gelmez. Çünkü bazen bir at geniş nefesli ve yavaş hareketli
olabilir. Başka bir at ise nefesi dar ve hızlı hareketli olabilir. Dolanılan
(yol) ise uzundur. Bu durumda geniş nefesli at, harekette yavaş olsa bile, dar
nefesli olanı takip eder ve en sonunda onu geçer ve gerisinde bırakır.
Böylelikle ancak yolun sonunda geçtiği hükmü verilir. Öyleyse ipi göğüsleyen,
geçendir. Bu nedenle yarışta atlar arasında müsabaka uzar. Bu, bu makama
dikkat çekmek üzere, burada başlangıçtır. Yarışmanın sonu ise geçme hükmü
verilecek şekilde sona ulaşan kimsedir. Rahmet Allah Teâlâ’nın yaratıkları
hakkmda gazabı geçmiştir. Öyleyse rahmet, Allah Teâlâ’nın keremiyle iki âlemde
de öndedir. Bu durum Allah Teâlâ’ya ağır gelmez. Hepsi ateşte bile olsa, onlarm
ateşte nimeti vardır. Çünkü onlar ateşten çıkıcı değillerdir. Bu durumda ‘Rahmetim
gazabımı geçmiştir’ ifadesi doğru olduğu gibi ‘Cehennemi
insan ve cinlerle dolduracağım’388 ayeti de doğrudur.
Aynı zamanda ‘Rahmetim her şeyi kuşatmıştır
(geçmiştir)”89 ayeti de
doğrudur. Kuşkusuz ki bu konuda bir mesele ortaya koydum ki onu kendi irademle
yapmadım. Fakat ilahi söz, onu izhar etmek üzere hüküm verdi. Ben ise onda
ihtiyarında mecbur olan birisi gibiydim. Allah Teâlâ onunla dilediği kimseleri
yararlandırır. O’ndan başka ilah yoktur. Bu menzilin (içerdiği) bilgiler
hakkmda bu kadar açıklama yeterlidir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
İKİ YÜZ DOKSAN BEŞİNCİ BÖLÜM
Muhammedi Mertebeden, Yüce Sayıların Mertebesi Menzilinin Bilinmesi
Nehirler fışkırdı taşların arasından
Sırlarımın hâzinelerinde yerime doldu
Ledün ilminin öşründen zahir Ondan bir şey
gizlemedim, dokuz tanesi
Nefsimi hesaba çeker varlığının çift
olmasıyla Tekliğim ise tekliklerle beni talep eder
Kendimi efendinin şehrinde korudum Bileşik
sudan ve ateşten inşa etti onu
Yüksekliğinde onun benzeri bir kale
görülmedi Onda yedi surun ardında gizlendim
Onun mertebesi zillet ve izzet arasında
Değerim ölçüsünde bana davrandı orada
Ta ki üfleme duyunun suretlerinde
gerçekleşti Başkalarımın berzahını hayalin suretlerine
Bu iş onda sürekli olarak kalıcıdır
Fikirlerimin kabrinden diriliş gerçekleşene kadar
Bilerek ve görerek onları müşahede ederim
Sırlarımın müşahedesiyle ve nurlarımın müşahedesiyle
Bu mazharlar bizde tür tür olmuş Fikirlerin
görmesiyle ve gözlerin görmesiyle
Bu menzilin içermiş olduğu ilimlerin
fihristi şöyledir: Levaih (parıltılar) ilmi; bunlar, zevkin öncülleridir. Bu,
garip bir menzildir ve gaflete ve unutmaya gelmez. Bu menzilde dişiliğin
sayılara girmesi vardır ki sayı müzekkerdir (eril). Manîlik mensuplarının niçin
sapmış olduğunun bilgisi de bu menzildedir. Acaba onları böyle bir yanlış
inanca sevk eden Hakk yön nedir? Kıyamet günü bu konuda geçerli bir özrü var mıdır,
yok mudur? Girme ilmi de konuyla ilgilidir. Bu ise belaları talep demektir.
Niçin talep edilir ve fazileti kime döner? Öldürmeyle kendisine karşı suç
işlenmiş olan kimse, bununla razı olur mu olmaz mı? Hangi hikmet nedeniyle kan
talebi (öldürülenin) velisine bırakılmıştır. Veli kânı bağışladığında, kıyamet
günü öldürülenin hakkı düşer mi, yoksa bu durum borçtaki devir gibi midir?
Alacaklı onu alırsa, borcun ilk kişiye dönmesi söz konusu olmaz. Bu ise,
alacaklının rızasından sonra olabilir. Gaybın yerleşip görülmemesi ve niçin
yerleştiğinin bilinmesi de bu menzille ilgilidir. Görülmesi gereken gaybın
bilinmesi ve onun Allah Teâlâ’dan talep edilmesi bu menzille ilgilidir. Akıl
ilmi ve sahibinin mertebesi bu menzille ilgilidir. İtibar ilmi bu menzildedir.
Hal ve makamlarda intikal, niceliklerin ve niteliklerin bilinmesi, teali’nin
bilgisi bu menzildedir. Neye sevk ettiği ve onun zekilere değil de saflara özgü
olduğunun bilgisi bu menzildedir. Bozulma ve düzelmenin ilmi, yükümlülük
gerçekleşsin veya gerçekleşmesin, amellerle ilgili hususların bilinmesi bu
menzildedir. Yıldız bilimcilerin bilgilerini nereden aldıkları hususu bu
menzille ilgilidir. Onlar, yıldızlara göre hüküm veren ve Allah Teâlâ’nın
onlara yerleştirdiği ilahi ilimlerden kaynaklanan hükümleri bilen kimselerdir.
Ayrıca bu ilmin diğer ilimlerden üstünlüğünün bilgisi ve konuyla ilgili bir
hayvanını durumu bu menzille ilgilidir. Söz konusu hayvanın üst tarafı
yenildiğinde, yiyen kimseye özelliğiyle yıldız ilmini verir. Ortası
yenildiğinde ise yiyene bitkilerin ilmini kazandırır. Kuyruğunu takip eden
kısmı yenildiğinde ise yerin altında gizlenmiş olan suların ilmini kazandırır.
Böyle bir insan su bulunmayan bir yere geldiğinde, suyun kaç arşın aşağıda
bulunduğunu bilir. Bu hayvan, ne küçük ne büyük bir yılandır ve ancak
Endülüs’ün batısındaki Şelb’in mekanlarında bulunur. Müslümanların Emirinin
kâtibi, Abdullah b. Abdun, bizim yanımızda ona denk gelmiş, keskin bir bıçakla
tek vuruşla başım ve kuyruğunu kesmiş, üç eşit paraya bölmüştü. Onlar üç
kardeşti. Abdullah üst kısmını yedi. Üst kısmın yenilmesi, herhangi bir kitap
okumadan veya rehberin yönlendirmesi olmaksızın, yıldızlarla hüküm vermede
bir alamet idi. Kardeşi Abdülmecid ise orta kısmını yemişti. Bu ise bitkileri,
onların özelliklerini ve bileşimlerini bir kitap okumadan veya yönlendirilmeden
öğrenmede bir delil idi. Oğlu Müncenifi bu hususu bana Konya’da bildirmiştir.
Üçüncü kardeş ise kuyruk kısmından sonra gelen üçüncü parçayı yemiştir. Bu ise
yerin dibinden suların çıkartılmasının alametiydi. Sırlarını yaratıklara tevdi
eden Allah Teâlâ’yı tenzih ederim! Adederi aşmada keramet ile istidrac
arasındaki farkın bilinmesi de bu konuyla ilgilidir. *
Allah Teâlâ’dan başka, âlemde insanı
ve hayvanı sevmenin nedeninin bilinmesi de bu konuyla ilgilidir. Sevginin iki
nedeni vardır: Birincisi nispet, diğeri ise iyiliktir. Nispet Allah Teâlâ’ya
dönük olduğunda daha yakındır. Çünkü insan ilahi surete göre yaratılmıştır.
İhsan ise Allah Teâlâ’dandır. Allah Teâlâ varlığını yaratmayla insana da nimet
verendir. Sonra da insandaki her bir şeyi yaratmıştır. Öyleyse insan, nasıl
olur da başkasını sever ve kendisini onda yitirir ki? Kıyamet ve insanlar,
bedbahtlık ve mutluluk menzillerine girene kadar, köprünün üzerinde
durduklarında orayla ilgili durumların bilgisi de bu menzille ilgilidir.
Bunlar, bu menzilin içermiş olduğu bütün ilimlerdir. Himmetin kendilerini
aramaya yükselsin diye, bunlara dikkatini çekmiş olduk. Şimdi ise imkân
ölçüsünde, bunlardan bir veya birkaç meseleyi sözü uzatmadan ve kelimeleri
artırmadan özede zikredelim. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.’390
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ (heybetinde)
kendilerinden geçmiş melekleri yaratmıştır. Bunlar, Allah Teâlâ’dan başkası
hakkında bilgisi olmayan meleklerdir. Allah Teâlâ’nm kendilerinden başka bir
şey yaratıp yaratmadığını bilmezler. Onlar, Hakka yakın, O’na yönelmiş ve
sadece O’nu bilen ve Hakkın kendilerine celalini göstermesi nedeniyle de
kendilerinden alınmış kerrubiyyûn melekleridir. Onlardan birisi, İlk Akıl’a ve
bizden makamları üzere Efrad’a tahsis edilmiştir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın
Efrad’m kalplerindeki celali de böyledir. Bu nedenle onlar da Haktan başkasını
görmezler. Onlar, Kutub’un hükmünün -ki imamdırdışında kalan kimselerdir. Kutub
da onlardan birisidir ve fakat onun yardımı İlk Akıl’dan gelir. İlk akıl, yazı
ve tedvin âlemindeki ilk varlıktır ve o örneksiz yaratılan şeydir. Sonra, bir
zaman aralığı olmaksızın, bu akıldan türeme ve çıkma yoluyla nefistir. Nefs,
kıyamete kadar bu âlemde meydana gelen her şeyin kendisine yazıldığı korunmuş
levhadır. O, yaratıkları hakkında Allah Teâlâ’nın bilgisidir ve nuranilikte ve
mertebede akıldan aşağıdadır. Bu yönüyle nefs, bu nefsin gücünde bulunan heba
cevherinin kendisinden çıkması için, yeşil bir zümrüt gibidir. Böylelikle
nefisten heba cevheri çıkmıştır. O ise kendisinde ışık bulunmayan karanlık
cevherdir. Allah Teâlâ doğa mertebesini nefis ile heba arasında mevcut değil
akledilir bir mertebe olarak var etmiştir. Sonra Allah Teâlâ, sebepleri ve
hikmetleri koymuş, âlemde nurları ve karanlıkların varlığını düzenlemiştir.
Bunları Zâhir ve Bâtın’ın gereğine göre yapmıştır. Aynı şekilde başlangıcı eşyaya
ve sonu belli bir süreyle onların miktarlarına yerleştirmiştir. Bu ise sonsuza
dek sürmez. Öyleyse sadece İlk ve Son ismi arasmda başlangıçlar ve sonlar
vardır. Bu iki hakikat nedeniyle başlangıç ve sonlanma sürekli olmuştur.
Öyleyse oluş her an yenilenir. Başka bir ifadeyle sürekli beka, yaratmadadır. Allah
Teâlâ bu nefse zikrettiğimiz nedenle bir ameli güç vermiştir. Bu ameli güçten
ise Allah Teâlâ bir tür tecelliyle tüm cismi heba’daki bir cevher sureti
olarak yaratmıştır. Allah Teâlâ’nm belirli bir sebep vesilesiyle yaratmış
olduğu her şey, o varlığa özgü özel bir tecelliyle var olmuştur ve sebep onu
bilmez. Bu varlık ise sebepten değil, sebebe yönelme esnasındaki bu ilahi
tecelliden ve rabbani yönelişten meydana gelmiştir. Bu tecelli olmasaydı, o
varlık var olmazdı. Bu durum, ‘ona üflerim”9’ ayetinde
belirtilir. Dolayısıyla var olan şey, üflemeden başka, sebep nedeniyle var
olmadı. ‘Allah Teâlâ’nın izniyle kuş olur.’392 Öyleyse kuş Allah Teâlâ’nın ol
emrinin kendisine yönelmesinden meydana gelir. Bu emir ‘ol’393 sözünde ifade edilen Hakkın şanına
layık emirdir. Allah Teâlâ bu ilk cismi var ettiğinde, kendisine bir şekil
lazım olmuştur, çünkü şekil, cisimlerin özelliklerindendir. Cisimde ortaya
çıkan ilk şekil, dairedir ve o şekillerin en üstünüdür. Daire, şekiller
arasında harfler arasında Elif harfi gibidir ve bütün şekilleri içerir. Nitekim
Elif de havanın göğüsten iki dudağa ulaşana kadar harf mahreçlerine uğramasıyla,
bütün harfleri içerir ve harflerin zatlarını mahreçlerde ortaya çıkartır.
Göğüste durduğunda, he ve hemze harfleri elif harfinden ortaya çıkar. Göğüsten
boğaza çıktığında ve boğazdaki belli mertebelerde kaldığında, ha harfini
meydana getirir. Sonra ayn, hı, ğayn, kaf, kef harflerini meydana getirir.
Gayr-ı makud (düğümlü olmayan) kaf harfi ise iki harf arasında, yani kef ile
kafmakude arasında bulunan bir harftir, yoksa sadece kef veya sadece kaf
değildir. Bu nedenle dilciler kendisini reddeder. Bizim kıraat hocalarımız
kafi akdetmezler ve silsile boyunca şeyhlerinden onu böyle aldıklarını
zannederler. Bu silsile, eda yoluyla, bu dilin ilk sahipleri olan Araplara
kadar uzanır ki onlar sahabedir. Onlardan da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’e kadar uzanır. Bütün bu aktarım, eda yoluyla gerçekleşmiştir. Dilini
değiştirmeden kalan Araplardan benim karşılaştıklarım ise -söz gelişi Benû Fehm
gibionların da kafi akdettiklerini gördüm. Bütün Araplar da böyledir. Mağrip
şehirlerindeki dostlarımıza Kuran’da kafi akdetmeden okuma alışkanlığının
nereden girdiğini bilmiyorum. Sonuncusuna varana kadar, bütün harflerin konuşması
da böyledir. Son harf vav’dır ve vav’ın ardında herhangi bir harfe ait bir
mertebe kesinlikle yoktur. Cisimlerde ise şekillerin kendisinde bitecekleri ve
duracakları bir sınırı yoktur. Çünkü o da sayıya tabidir ve sayı kendiliğinde
sonsuzdur. Öyleyse şekiller de böyledir. Buna göre dairesellikten sonra ortaya
çıkan ilk şekil, üçgendir. Üçgenden ise eşkenar üçgendir. Cisimlilerde
şekiller sonsuza kadar gider. Buna göre şekillerin en üstünü ve en sağlamı,
altıgendir. Cisim ne kadar genişler ve büyürse, o kadar şekli kabul eder. Sonra
Allah Teâlâ, cisimsel sureti doğanın kendi mertebesinden ona verdiği şeyle -ki
biz onu nefs ile heba arasında saymıştıkheba’da tutar. Doğanın mertebesi burada
olmasaydı, cisim bu cevherde ortaya çıkmazdı ve onda sübutu olmazdı. Böylelikle
nefs için doğa, maddelerde kendisiyle yapım suretleri açan sanatkâr için alet
gibi olmuştur. Bu cevherde tüm cisim neftten sıcaklık aletiyle ortaya
çıkmıştır. Kendisinde hayat ise sıcaklığın yaşlığa eşlik etmesiyle ortaya
çıkmıştır. Sureti ise heba’da soğukluk ve kuruluk ile sabit olmuştur. Allah
Teâlâ onu yani bu küresel cismi divan tarzında yapmış, dünya devam ettiği
sürece onun için bilfiil dört taşıyıcı, bilkuvve olarak da dört taşıyıcı daha
yaratmıştır. Kıyamet günü bu dört ile diğer dördü bir araya getirir.
Böylelikle toplam sekiz olur. Onu Arş diye isimlendirmiş, rahmetin kaynağı
yapmış, Rahman ismiyle onun üzerine yerleşmiş, onu içerdiği bütün mülküyle
birlikte ayrışma ve bitişmeyi kabul eden bir mekan haline getirmiş, mekan ve
yerleri doldurmuştur. Onun üzerinde bulunan ve Amâ ile altında bulunan -ki Amâ
üzerinde ve altında hava bulunmayan şeydirmertebesi, Rab ismine aittir. Allah
Teâlâ ise bütün ilahi isimler üzerinde hüküm sahibi olan kuşatıcı isimdir.
Böylelikle O’nun niteliği her şeye hakim olmaktır. Kelime Arş’ta bir olmuştur.
Öyleyse kelime, cisimler âleminin kendisini kabul ettiği varlıkların ilkidir.
Allah Teâlâ, bu heba cevherinin
içinde başka bir cisim daha yarattı. O boşluğu dolduran cisimdir. Böylelikle
mekanlı ve cisimsel suretlerden ortaya çıkan her sureti bu cevher kabul
edicidir. Bunu söylememizin nedeni, kürsü’nün Arş içindeki bir suret olduğu
zannının önüne geçmektir. Gerçek böyle değildir. O sadece heba’daki başka bir
surettir ve bir şekilde Arş’ın suretini kabul ettiği gibi onu da -fakat farklı
nispetlerlekabul etmiştir. Böylelikle bu diğer varlık kürsü diye
isimlendirilmiş ve iki ayak Arş’tan kendisine sarkmıştır. Tohumun parçalanması
gibi rahmet parçalanmış, rahmet sınırlılık ve mudaklık olarak farklı türlere
ayrışmıştır. Böylelikle sınırlı rahmet ortaya çıkmıştır ki bu birinci ayaktır.
Bu diğer ayağm ortaya çıkmasıyla ise mutlak rahmet ayrışmış, Arş kaynaklı tek
kelime haber ve hüküm diye ikiye bölünmüştür. Hâlbuki daha önce bu bölünme
Arş’ta ortaya çıkmamıştı. Hüküm emir ve yasak şeklinde ikiye ayrılırken; emir
de vacip, mendup, mubah şeklinde; yasak ise haram ve mekruh şeklinde kısımlara
ayrılmıştır. Haber ise bu kısımlara olduğu gibi ilave olarak soru sorma, kabul
etme, dua, inkâr, anlatma, öğretme kısımlarına ayrılmıştır. Böylelikle diller
farklılaşmış, sesler kürsü’de ortaya çıkmıştır. Böylece nağmelerin ayrıntısı
-ki onlar Arş’ta mücmel ve özet idiortaya çıkmıştır. Öyleyse o, cisimler
âleminde sema’dan ortaya çıkan ilk neşelenme idi. Buradan ise felekler, gökler,
rükünler ve türeyenler âlemine yayılmıştır.
Hakk, mertebe bakımından kürsü’nün
aşağısında başka bir dairesel cisim yaratmış ve onu yıldız olmaksızın felek
daireselliğinde var etmiştir. Hakk bu cisimde on iki ölçü takdir etmiştir ve
her birisi başka bir adla adlandırılmıştır. Bunlar, burçlar diye bilinen
şeylerdir. Allah Teâlâ onlardan doğanın otoritesini ortaya çıkarmıştır.
Onlardan sıcaklık ve kuruluğun birleşiminden üç tane var etmiş ve hükümlerini
birbirinden farklı kılmıştır. Gerçi onlar tek doğaya sahiptir. Fakat bu
felekteki belirli yer farklı olunca, o yönden hükümleri de değişmiştir.
Sıcaklık ve kuruluk gibi tek bir doğaya sahip olmaları nedeniyle ise hükümleri
birdir. Bir açıdan ortak olarak etkin olurlarken bir açıdan da farklı olarak
işlerini yaparlar. Bu nedenle onlardan oluş-bozuluş, başkalaşma ve dönüşmeler
gerçekleşir. Burada bozulma derken bildiğimiz kötülükleri kast etmiyorum.
Bozulma derken belli bir nizamın bozulmasını kast etmekteyim. Bu sayede ‘falan
düzen bozuldu’ denilir, yani ortadan kalktı demektir. Söz gelişi elmayı
yediğinde veya bir bıçakla kendisini kısımlara böldüğünde, nizamı bozulmuş ve
o suret başka bir suretin kendisinde gözükmesiyle ortadan kalkmıştır. Cennetteki
her şey bu felekten ortaya çıktığı gibi ehli için şehvet de ondan meydana
gelmiştir. O, yaratma Arş’ıdır.
Sonra Allah Teâlâ bu Atlas feleğinin
ortasmda başka bir felek daha yarattı. Atlas feleği, ameli nefsin aleti
mesabesindeki bu doğaların bulunduğu yerdir. Bu diğer feleği Allah Teâlâ daha
önce de sözünü ettiğimiz heba cevherinde ve yine daha önce sözünü ettiğimiz
tecelliyle var etti. Çünkü yaratma ancak Allah Teâlâ’ya aittir. Bu felek, sabit
yıldızlar feleği ve Atlas’ta takdir edilmiş olan burçların kendileriyle
belirlendiği menzillerin yeridir. Çünkü Adas, birbirine benzeyen parçalardan
oluşmuştur ve yirmi sekiz menzildir.
Bunları şöyle sıralayabiliriz: Nath,
batin, süreyya, dübüran, hen’a, hek’a, zira, nesre, taraf, cephe, zübre, sarfa,
avva, simak, ğafr, zebaba, iklil, kalb, şule, neaim, belde, sa’du-zabih,
sa’d-bel’, sa’du’s-suud, sa’du’-
1 ehbiye, feru’l-mukaddem, feru’l-muahhar, reşa. Bunlar,
bilinen yirmi sekiz menzildir ve bunlar nedeniyle burçların doğalarıyla hüküm
verilir. Burçlar şunlardır: Boğa, ikizler, yengeç, aslan, başak, terazi, akrep,
yay, oğlak, kova, balık.
Bu mükevkeb feleği -yani menziller
feleği-, Atlas feleğini -yani burçlar feleğinikat eder. Allah Teâlâ her bir
miktar için burçlar feleğinde iki menzil ve zikredilen menzillerden üçte birlik
bir menzil yarattı. Onun menzillerinin ve bütün yıldızların kendilerine özgü
feleklerde bir yüzüşleri vardır. Bu yüzme yavaştır ve göz kendisini ancak
binlerce sene sonra görebilir. Nitekim Mısır piramitlerinde, onlarm nesir
aslanda iken yapıldığı yazılmıştır. O, oğlaktaki bir gündür. Biz bugün altı yüz
otuz dört senesindeyiz. Sonra bu mükevkeb feleğin yüzeyinde Allah Teâlâ içindekilerle
birlikte Aslan burcunda yarattı. O, sabit bir burçtur ve bu nedenle de sürekli
olmuştur. Çünkü bu bilimin mensupları, bu burçları zikrettiğimiz isimlerle
adlandırmış ve onları hareketlerindeki garip eserlerine göre Allah Teâlâ’nın
kendilerine bildirdiği üzere bir takım durumlarla onları nitelemişlerdir.
Böylelikle onlardan sabit ve değişken olanı, iki beden sahibi olanı ve başka
şeyleri de öğrenmişlerdir. Gök bilimcilerin bilgisi, Adas feleğinde sonlanır.
Gerçekte ise Mükevkeb feleğinde biter. Çünkü yıldızların hareketleri onlarm
feleklerini belirler. Böyle olmasaydı, onların sayıları bilinmezdi. Adas feleğine
gelirsek, yıldızları idrak ettikleri gibi, duyu yoluyla onu
delillendiremezler. Onlar, sadece kendileri gibi var olan felekî bir şeyde
mesafe kat edebileceklerini bilirler. Böylelikle Atlas feleğini duyu yoluyla
değil, akıl yoluyla ispat etmiş ve duyu için belirlenmiş bir yıldızın
kendisinde bulunmaması nedeniyle de onu Adas diye isimlendirmişlerdir. Bu
delilleri ise feleklerin en yakınının hareketiyle çürütülebilir. Çünkü onun
hareketi de mevcuttur, fakat onlara göre herhangi bir şeyde bu hareket gerçekleşmez.
Ey gök bilimci! Ne biliyorsun ki? Bu mükevkeb felek de herhangi bir şeyde
olmaksızın (mesafe) kat eder. Hakimler, Adas feleğinin üzerinde başka
feleklerin olmasını imkânsız saymamışlardır. Şu var ki gök bilimci, onlara
ulaşamaz. Çünkü (ona göre) ulaşabileceği bir şey yoktur. Aksine onlarm varlığı
kendisine göre mümkündür. Onlar şunu ileri sürmüşlerdir: Burada bir felek var
ise onun bir nefsinin, aklının olması gerekir. Bununla birlikte bir bitimin
olması gerekir. Bu felek nedeniyle, bizim ile fılozofhakimler arasında
yaratmanın sırası hakkmda görüş ayrılığı meydana gelmiştir. Hâlbuki onlar,
Adas’ın üzerindeki şeyler -Arş ve Kürsühakkında bizimle tartışmamışlar, onun
mümkün olduğunu söylemişlerdir.
Öyleyse bize göre işin sıralanışı,
mükevkeb feleğinden sonradır. Bu felek, yaratılırken mükevkeb (yıldızlı)
değildi. Yıldızlar bundan sonra kendisinde ve başka göklerde ortaya çıktı.
Diğer göklerde, bu mevcut dört feleğin hareketi gerçekleşmiştir. Bunlar,
doğanın kendilerinde kemale erdiği ve otoriteleri daha önce makul iken duyulur
Hakk geldiği şeylerdir. Çünkü manalar, eşyanın aslıdır ve onlar kendiliklerinde
akledilir-gaybi anlamlardan ibarettir. Sonra duyu mertebesinde duyulur olarak
gözükürlerken hayal mertebesinde ise tahayyül edilmiş olarak gözükürler. Onlar
yine kendileridir. Şu var ki her mertebede o mertebeye göre kalıp alırlar. Bu
yönüyle onlar, üzerinde bulunduğu şeyin rengini aldığı bukalemuna benzer, ilk
var olan, topraktır. Toprak, boşluğun sonudur ve kesiflerin ve karanlıkların
son noktasıdır. O, şimdiye dek, sürekli inicidir. Boşluğun bir nihayeti yoktur,
çünkü boşluk, bir cisimde olmaksızın, mevhum bir uzamadır. Bütün âlem ise
merkeze ulaşmak üzere, sürekli aşağı inicidir. Bu talep, bir mârifet talebidir
ve merkezi de işinin kendisinde karar kılacağı şeydir. Artık bundan sonra onun
bir talebi kalmaz ki böyle bir şey (fiilen) gerçekleşmez. Öyleyse onun
(merkezi) aramak üzere inişi süreklidir. Bu durum, Hakkı aramak diye ifade
edilen şeydir. Öyleyse Hakk, onun aradığıdır. Bu talep ise onda bir tecelliyi
meydana getirir ve kendisi de bu tecelliye âşık olur. Başka bir ifadeyle âlem,
aşk hareketiyle kendisini talep eder. Bütün hareketlilerin hareketi de aşk ve
sevgi kaynaklıdır ve bundan başka bir şey gerçekleşemez. Bu tecelliye kim âşık
olmaz? O, güzellikle nitelenendir ve güzellik, özü gereği sevilen şeydir. Hakk
cemal suretinde tecelli etmeseydi, âlem ortaya çıkmayacaktı. Böylelikle âlemin
ortaya çıkması, bu aşk kaynaklı hareketle gerçekleşmiş ve hal böyle sürmüştür.
Öyleyse âlemin hareketi, süreklidir ve bitişi yoktur. Merkez diye
isimlendirilecek bir şey olsaydı, âlemin parçalarının birbirini durdurması
nedeniyle hareket onda sona erer, böylelikle hareket sona erer, yardım da sona
ererdi. Bu durum ise âlemin yok olmasına ve varlığının kaybolmasına yol açardı.
Gerçek ise bunun aksinedir, insanlar ve yaratıkların büyük kısmı, âlemin
hareketinin ve bütünün hareketli olduğunun farkına varamaz. Böylelikle kuldan
görülen tertip ve yakınlık, olduğu hal üzere kalır. Bu müşahede nedeniyle
insanlar yeryüzünün merkezin etrafında durduğunu zannederler. Sonra Allah Teâlâ
su unsurunu yarattı. Su, unsurlardan ilk var olan varlıktır. Toprağı ondan önce
zikrettik, bunun nedeni toprağın aşağıda olmasıdır. Su ise unsurların ilkidir.
Buna göre ondan kesifleşen şey,
toprak iken ısınan kısmı hava olur. Sonra ondan ısınan kısım; ateş olur ki esir
küresidir. Öyleyse bize göre unsurların aslı, sudur. Bu konuda da bu sahanın
uzmanı bazı kimselerle aynı görüşteyiz. Fakat bu ve diğer bilgilerde bizim dayanağımız
keşiftir. Bazen bu bilgiler, teorik düşünceyle algılanan ilimler olabilir. Buna
göre düşüncesinde isabet eden kimse, keşif ehliyle aynı düşünürken kim
düşüncesinde yanılırsa, keşif ehline karşı çıkar. Bu konuda hakimler, altı
görüş ileri sürmüştür: Bunlardan beş tanesi hatalı iken, bir tanesi doğrudur.
Bu görüş, keşif sahibi olan melek, nebi ve veli gibi ilahi bildirim ehlinin
görüşlerine uygundur. Bu unsurların varlığı, yengeç burcundadır. Allah Teâlâ
her burç için belli bir sürelik yönetim müddeti belirlemiştir ve bu yönetimde
başka burçlarla da ortaklık vardır. Toplamının da bize göre belli bir müddeti
vardır ve onu âlemin ömrü diye ifade ederiz. Müddet dolduğunda, iş
kendiliğinden kendi hali olan sürekliliğe döner. Öyleyse cevheri bakımından kendisine
ilişeceği bir yokluk olmadığı gibi herhangi bir suret de iki anda baki kalmaz.
Öyleyse yaratılış süreklidir ve varlıklar (yeni bir sureti) giyme ve (eski
suretten soyudanma) imkânına sahiptir. Alem ise sureti bakımından her nefes
yeni yaratma içindedir ve bir tekrar yoktur. Onu görmüş olsaydın, büyük bir iş
görürdün. Görünümü seni korkutur ve zatının cevherine bir korku katardı. Allah
Teâlâ ehlini bilgiyle desteklemeseydi, korkarak hayrete düşerlerdi.
Unsurlar -ki onlar dört
rükündürçoğalma ve üremeyi kabul eden dişi mahal olarak meydana geldiklerinde,
ateş unsurundan havanın yaşlığında tutuşmalar ortaya çıkmıştır. Sudan ise en
büyüğü talep eden bir buhar (duman) çıkmıştır. En büyük, en üstün ve uzak
felektir. Yukarı çıkarken, kevkeb feleğinin kendisini yukarı çıkmaktan
engellediğini görmüştür. Bunun üzerine bu duman, dalgalanır bir halde geri dönmüş,
yoğunlaşmıştır. Allah Teâlâ onun dürülmüşlüğünü yedi gök ile parçalamıştır.
Sonra Esir küresinden bu dumanın içine kıvılcımlar uçuşmuş, yıldızlar (mükevkeb)
feleğinden içinde yaşlıkların bulunduğu doğal mekanları kabul etmiş, bu
kıvılcımlar da onlara yapışmıştır. Bu mekanlar, içerdikleri yaşlık nedeniyle
tutuşmuş ve yıldızlar meydana gelmiştir. Böylelikle bir kandilin evi
aydınlatması gibi havayı aydınlatmışlardır. Bakınız! Çakmak taşmda kıvılcımlar
vardır ve tutuşur ve ondan lamba meydana gelir. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur: ‘Güneşi bir lamba yaptı.’394 Onunla âlem aydınlanır,
karanlıkların gizlediği eşya kendisiyle görülür. Güneş yıldızının ve yeryüzü
yıldızının ortaya çıkmasıyla, gece ve gündüz meydana gelir. Buna göre gece,
güneş ışığının kendisine yayılmasını engelleyen yerin karanlığıdır. Bize göre
bütün yıldızlar, aydınlıktır ve bazı kimselerin ileri sürdüğü gibi (aydınlanmak
için) güneşten yardım almazlar. Ay ise aslı üzere ışıksızdır. Allah onun
ışığını söndürmüştür. Kendisiyle üişkilendirilen bu ışık ise gözlerin tam
karşısında olmasına göre, gözün ay aynasında güneşten gördüğü miktardır.
Öyleyse ay güneşin yansıdığı yerdir ve az veya çok güneş ışığından kendisinde
bir şey bulunmaz.
Allah Teâlâ her felekte o feleğin
doğasıyla aynı cinsten bir âlem düzenlemiş ve onu adlandırmıştır. Allah Teâlâ
onları bir takım makamlar üzerinde melekler diye isimlendirmiştir. Allah
melekleri tespih, tehlil ve Allah’a dönük bütün övgüleri yerine getirmek üzere
o makamlarda yaratmıştır. Onların arasından unsurlar âleminde kendilerini
yarattığı türeyenlerin yararları için bir takım melekler görevlendirmiştir. Bu
türeyenler, üç doğal âlemdir. Bu türeyen alemlerinden her birine tümel neftsen
ruhlar sirayet eder. Bu ruhlar, (kendileri için bedenlerin) araç olduğu şeylerdir.
Bunlar, türeyenlerin ruhlarıdır ve yaratanlarım ve var edenlerini onlarla
tanırlar ve onunla hayat hepsine yayılır. Hakk bunlarla onlara hitap etmiş ve
kendüerini yükümlü tutmuştur. Bu ruh, Hakkın onlara olan elçisi, her şahsı
Hakka davet eden şahsın kendinden olan davetçidir. Buna göre hayatı gizli kalan
kısım, donuk ve bitki diye isimlendirilir. Bu iki türeyen ise büyüme ve beslenmeyle
birbirinden ayrışmıştır. Buna göre beslenen ve büyüyen bitki iken, öteki
donuktur. Hayatı ve duyumsaması gözüken ise hayvan diye isimlendirilir.
Hepsinde de hayat vardır. Bu nedenle her bir tür, bizim duyamayacağımız bir
yönden Allah Teâlâ’ya övgüyü dile getirir. Allah onlara gerçekleri bizim
bilmediğimiz yönden fıtratla bildirir. Öyleyse kuru, yaş, sıcak, soğuk, donuk,
bitki, hayvan, kısaca her şey, kendine özgü bir diUe Allah Teâlâ’yı tespih
eder. Allah Teâlâ cinleri ateşin tutuşmasından yaratmıştır. İnsanı bize
söylenmiş olan( çamur) dan yarattı. Ardından Allah hepsine ruhları üflenmiş ve
besinleri belirlemiştir. Onlar, insan, cin, kara-deniz ve hava canlıları olmak
üzere bütün türeyenlerin besinleridir. ‘Allah
her göğe emrini (görevini) vahyetti:395
Allah teala her göğe emrini bu
yıldızların hareketlerine, bitişmelerine, muduluk ve üzüntü evlerinde
düşüşlerine, yükselişlerine tevdi ettiği özelliklerle vahyetmiştir. Onların ve
üzerlerindeki feleklerin hareketlerinden ise türeyenler meydana gelmiştir.
Dört feleğin hareketlerinden ise unsurlar meydana gelmiştir. Bu görüş, konu
hakkında söz söyleyenler arasında keşif ehli olmayanların dışındakilerin
vardığı kanaatten farklıdır. Allah Teâlâ, feleklerdeki bu yıldızların
hâzinelerine unsur âleminde meydana gelecek başkalaşma ve değişmelerin
bilgilerini yerleştirmiştir. Bunlar, ilahi sırlardır ve Allah Teâlâ onlar için
kendilerini bilen bir ehil yaratmıştır. Fakat söz konusu kimseler, bu ilimleri
kesin bilgi olarak değil, yaklaşık olarak bilirler. Fakat iş gerçekte doğrudur.
Fakat bu konu uz-, inanlarından meseleyi inceleyen kimseler, herhangi bir
konuda araştırmaya hakkını vermemiş olabilir. Bu durum, farkına varmadığı
gafletinden veya sayı ve miktar hakkındaki hatasından kaynaklanabilir ve böylelikle
yanılır. Bu durumda ise işin kendisinden değil, araştırmasından dolayı
yanlışlık ortaya çıkar. Bazen ise araştırma bilgiyle örtüşür ve söylediği şey
gerçekleşir. Fakat söz konusu araştırmacı, işi tam tespit ettiği hakkında
açıklığa sahip değildir. Böyle bir bilgiye ulaşmaya ömür yetmez ve bu nedenle
kaynağı, nebevi haberlerden öğrenilir. İnsanlara ilk olarak bu bilgiyi
öğretmeye başlayan kimse, (bilgisini) Allah Teâlâ’dan (almış olan) İdris
Peygamber idi. Allah Teâlâ bütün göklere vahyettiği ve yıldızların hareketlerine
yerleştirdiği şeyleri İdris’e öğretmiştir. Allah Teâlâ ona yıldızların
bitişmelerini, miktarlarını, onlardan meydana gelen farklı durumları
öğretmiştir. Bu farklı durumlar, bölgelere, kabiliyetlerin mizaçlarına ve
canlı bireylerinde meninin (rahme) düşme yer ve vakitlerine göre gerçekleşir.
Bu durumda yıldızların bitişmesi bir olur, fakat onun unsur âleminde meydana
gelen etkisi, bölgeye ve doğasına göre farklı olabilir. Bunların şardarı pek
çoktur ve bu şartları bu konu uzmanları bilebilir. Nebiler insanlara ölçüleri
verip de miktarları öğrettiklerinde, Allah Teâlâ’nın uzak zamanda meydana
getireceği durumları ve özellikleri ya da -Allah Teâlâ kendilerini
görevlendirmiş olsaydıuzak zamandan kendilerine adet üzere gelecek hususları öğrenirler.
Öyle ki bu durum onlarda tekrarlanır ve bu tekrar kesinlik hükmünü vermeyi
gerektirir. Bazı şeylerde tekrarlanmanın kesin bir zanna dönüşmesi, binlerce
senenin geçmesiyle gerçekleşir. Allah Teâlâ’nın peygamberlerinin dilleriyle
insanlara (bu meseleleri) bildirmesinin nedeni budur. Peygamberler ise Allah
Teâlâ’nın onlara vahyettiği hususları insanlara ulaştırır. Bunlar, bu amade
yıldızlara tevdi edilmiş hadiselerdir. Bu ilmi inkâr eden bilgisizler, ‘yıldızlar
O’nun emriyle amadedir (hareket ederler)”96 ayetini bilselerdi, söyledikleri
hiçbir şeyi söylemezlerdi. Öyleyse onlar yıldızların amade kılındığını ve onlarm,
‘bir kısmını bir kısmının üzerine yükselttik ki, birbirlerini
hizmetçi edinsinler’397 ayetinde
belirtildiği üzere olduklarını bilememişlerdir. Nitekim Allah Teâlâ rüzgarları,
denizleri ve felekleri (emrine) amade kıldığı gibi yıldızları da böyle amade
kılmıştır. Acaba (ilahi emre) amade kılman yıldızlar, felekler, rüzgarlar,
denizler, canlılar, kısaca amade kılman herhangi bir şey neye amade
kılındığını bilir mi, bilmez mi? Bu, sadece yolumuzdaki kimselerin
bilebileceği bir husustur. Kuşeyrî şöyle aktarır: Adamın biri, bir eşeğe binip
eşeğin başına vuran birisini görünce onu engellemek istemiş. Bunun üzerine eşek
kendisine şöyle demiştir: ‘Bırak onu! Çünkü o kendi başına vurmaktadır.’ Cezayı
kim bilirse, kendisine amade kılındığı şeyi bilmez mi? Biz de donuklardan ve
hayvanlardan pek çok kimseyi gördük. Söz uzamıştır ve bu genel tertip
hakkındaki bu kadar açıklama yeterlidir. Bu genel tertip ise bu menzilin
içermiş olduğu ilimlerden birisidir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
İKİ YÜZ DOKSAN ALTINCI BÖLÜM
Musevî Mertebeden, Ahiret Hayatında Mutluların Niteliklerinin Bedbahtlara İntikali
Menzilinin Bilinmesi
Doğruluk makamına inerken bayılmışım O
makam kendine yerleşenin kalbine huşu verir
İstilam (çekip alma) ateşi yakar kavurur
Hilatini zorla çekip aldığında dostundan
Bilgilerin gıdası, hırsı artırır Açlık ve
susuzluk gidermez onu
Varlığı yese bile, yine açlıktan ölür insan
İlkbahar veya sonbahar can verir ona
Yaratmayla, sonra satıhlarda asılmayla Onu
yüksek ki yüksek değeri nedeniyle
Bilir dileyen kimse zorlama olmaksızın
Belki bir vakti dönüşü olur diye umar
Beşinci mısrada, ‘bakmazlar mı, deve nasıl yaratılmıştır; gök nasıl
yükseltilmiştir; dağlar nasıl dikilmiştir; yeryüzü nasıl düzlenmiştir (yayılmıştır)’398 ayetine işaret vardır. Ayette itibar
(yani bunlara bakarak failine geçme) kast edilmektedir.
Allah Teâlâ bize ve sana başarı versin, bilmelisin ki, cennet dereceleri cehennem derekeleri kadardır. Öyleyse cennetteki her derecenin cehennemde karşılığı olan bir dereke vardır. Bunun nedeni şudur: Emir ve yasaklama söz konusu olduğunda insan ya bir emri yapar veya yapmaz. Emri yerine getirirse, cennette özel olarak o amel için belirlenmiş bir derece elde eder. Özel anlamda bu amele özgü olan bu derecenin karşılığında ise insanın kendisini yapmadığında cehennemde belirlenmiş bir dereke vardır. Cennetteki o dereceden bir taş atılsaydı, ateşteki o derekenin istiva çizgisine düşerdi. İnsan emri yerine getirmeyip terk ettiğinde, söz konusu amelin terk edilmesi, o derekeye düşmesi demektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Muttali oldu (baktı) ve onu cehennemin ortasında gördü...’399 Bir şeye muttali olmak, yukarıdan aşağı doğru gerçekleşir. (Ayette geçen) Seva ise itidal üzere denge ölçütüdür. Öyleyse (ameli terk etmenin cezasını) ancak cennetteki derecenin karşısında bulunan cehennemdeki derekede görebilmiştir. Çünkü sayesinde bu şahsın cennetteki dereceye ulaştığı o amel, dünyada arkadaşı olan o şahsın terk ettiği amelin aynısı idi. Bu ilahi adaletin ne kadar güzel olduğuna bakınız! Bunlar, Kehf suresinde örnek verilmek üzere zikredilmiş olan iki adamdır. Bu ayet, ‘onlara iki adamı örnek ver’400 ayetinde zikredilir. Ayet, onların dünyadaki durumlarını anlatan kısmın sonuna kadar sürer. Saffat suresinde, ‘onlardan birisi, benim bir arkadaşım vardı, sen doğrulayanlardan mısın derdi’40' ayetinde ahiretteki durumları zikredilmiştir. Burada azarlama zikredilmiştir. Ona muttali olduğunda ve ‘ateşin ortasında (seva) arkadaşını gördüğünde’402 ise ‘Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, sen az daha beni de helak edecektin’403 demiştir. Bu durum, ‘kıyametin kopacağım zannetmiyordum’404 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ peygamberinden aktarılan sahih kutsi bir hadiste Allah Teâlâ’nın kıyamet günü kuluna şöyle diyeceği bildirilmiştir: ‘Bana kavuş (maya) acağını mı zannettin? Şimdi sana dinin esaslarından örnek verelim: İslam’ın dayandığı ana ilkeler beş tanedir: Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur demek, namazı kılmak, zekâtı vermek, Ramazan’ı tutmak, güç bulanlar için de haccetmek. İnsanların bir kısmı bunların hepsine iman eder ve mutlu olur. Bazı insanlar ise bütününü inkâr eder bedbaht olur. Bir kısmı ise bir bölümüne inanır ve bir bölümünü inkâr eder. Böyle birisi, Hakk etmiş olarak kâfir kısmına katılır.’ İşte insanın bütün hareket ve duruşlarında şeriatın feri hükümlerinin gerektirdiği bütün emir ve yasakları da böyledir. Haklarında şeriatın belirlediği (farz, mendup gibi) hükme göre, kendilerine inanmak veya inkâr etmek veya insanın yükümlü dış organlarıyla ve kalbiyle onları yerine getirmesi veya yerine getirmemesi, böyle değerlendirilir. Bu taksim, akit, söz ve ameli içerdiği gibi bunun karşılığında da (verilen sözü) bozmak, susmak ve ameli terk vardır. Bu durum, bir grup hakkmda bir yönden diğer bir grup veya aynı şahıs hakkında başka bir yönden karşıtlıktır. Bu, bir inanca aykırı bir inanç, bir amele aykırı bir amel ve bir söze aykırı bir sözdür. Sözü bozan kimsenin başka bir söz vermiş olması gerekmez. Sözü bozmak, söz verilen konu hakkındaki imanla ilgilidir. Muattıl verdiği sözü düşürmüş ve başka bir söze bağlanmamıştır. Başka bir şahıs ise Allah Teâlâ’ya ortak koşmak üzere bir akideye sahip olmuş ve tevhit boyunduruğunu boynundan çıkartarak (tevhit sözünü bozmuş), şirk ipini boynuna bağlamıştır. Bu nedenle bu meseleyi, ahiret hayatında dünyadakine benzer bir şekilde olacağı üzere ayrıntılandırdık. Aşağıdaki şekil, ana meselelerdeki durumun suretidir. Emredilen veya yasaklanan bütün işleri buna göre değerlendirmek gerekir. Söz konusu emir ve yasaklar, amel veya söz veya kendisine inanmak olabileceği gibi bunun karşılığında hepsine veya bir kısmında sözü ve akideyi bozmak ve ameli yapmamak da olabilir. Aynı şekilde yasaklananlar da, yapılması yasaklanan veya söylenmesi veya kendisine inanılması yasaklanan şeyler olabileceği gibi bunların bir kısmında veya hepsinde sözün ve akidenin bozulması şeklinde olabilir. Aşağıdaki şekilde (bunların karşılığında) cennetteki derecelerin ve cehennemdeki derekelerin, Araf m -ki Araf bâtını rahmet, dışı ise azap olan surdurşekilleri vardır. Bunun yanı sıra inen ve yükselen ince bağların şekilleri vardır. Bunları zikretmemizin nedeni, anlamaktan uzak isen, zihninde tasavvur edebilmeni sağlamaktır. Yardımcı Allah Teâlâ’dır. O’ndan başka Rab yoktur.
Emirleri yerine getirme ve yasaklardan kaçınma dereceleri ile ameli terk ve yasakları ihlal derekeleri böyledir. Aynı zamanda bir kısmı veya bütününde, emir ve yasakları söyleme dereceleriyle onları terkin derekeleri veya onlara inanmanın dereceleri ile inanmamanın derekeleri böyledir. Bütün cezaların (amellerle) ilişkileri böyledir ve bu değişmez. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Onlar tuzak kurdu, Allah Teâlâ da tuzak kurdu.™05
Başka bir ayette ise şöyle buyurur: ‘Dediler
ki, biz sadece alay edenleriz, Allah Teâlâ da onlarla alay eder.*406 Başka bir ayette ise şöyle denilir:
‘Bizimle siz alay ederseniz, biz de sizin alay ettiğiniz gibi
sizinle alay ederiz:407 Başka bir
ayete ise şöyle denilir: ‘Günah işleyenler var ya, onlar iman
edenlere gülüyorlardı.,40“ Bunun karşılığında
ise şöyle denilir: ‘Bugün de iman edenler inkâr edenlere
güler.’409 Sonra
açıklayarak şöyle buyrulur: ‘Kâfirler yaptıklarının karşılığını
gördüler mi?’410 Burada belirlilik
talaşı gelmiş ve fiil kendilerine döndürülmüştür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar Allah
Teâlâ’yı, Allah Teâlâ da onları unuttu.,4U Bu nedenle
bu karşılık, ‘uygun karşılık’412 diye isimlendirilmiştir. İş böyle
olmasaydı, ceza ve karşılık olmazdı. Kibirlilerin zerreler gibi
diriltilecekleri rivayet edilmiştir. İnsanlar, Allah Teâlâ’nın emirlerine karşı
büyüklendikleri için onları küçümseme ve zelil kılmak üzere ayaklarıyla onları
çiğnerler. Öyleyse cennet kendisinde hiçbir kötülüğün bulunmadığı sırf hayır
iken cehennem içinde bir iyilik bulunmaksızın sırf kötülüktür. Buna göre
müşrikin bütün bilgisi, ameli ve sözünü düşünelim. Söz konusu müşrik muvahhit
ve birleyen olsaydı, kendisine verilecek olan karşılık, o meseleyi bilmeyen, o
ameli ihmal eden ve o sözü terk eden muvahhide verilir. Söz konusu muvahhit
müşrik olsaydi, cennetten herhangi bir nasibi olmayan müşrike verilen karşılığı
almış olacaktı. Müşrik, mutlu (imanlı) olsaydı Hakk etmiş olacağı karşılığı
gördüğünde şöyle der: ‘Rabbim! O adama verdiğin karşılık benimdi. Peki benim
amelimin karşılığı nerede? Çünkü güzel ahlakı yerine getirmek ve onları teşvik
etmek, İçimden meydana gelirse gelsin, iyi bir karşılığı gerektirir.’ Bunun
üzerine Allah Teâlâ kendisine şöyle der: ‘Sen bu amelleri yaptığında’ -ki
yerine getirdiği güzel ahlakı, onları dile getirmeyi ve yerli yerince onlara
göre davranmayı zikreder‘sana ihsan ettiğim şu şu nimederle karşılığını
vermiştim.’ Müşrik Allah Teâlâ’nın kendisine söylediği bütün ihsanları onaylar.
Bu nimetler, Allah Teâlâ’nın başlangıçta (herhangi bir sebep olmadan) yaratılış
nimeti olarak verdikleri değil, yapılan amelin karşılığı olarak verilen
nimederdir. Müşrik bu nimederi Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği ölçü ilmiyle
tartar ve sonra da onları bu amellerin karşılığına yerleştirir. Fakat bu
amellerin derecelerinden daha aşağıdadır. Çünkü sahibini tevhit cehenneme
girmekten engellemiştir. İşte bu, cennet ehli ile cehennem ehli arasındaki
miras meselesidir. Bu kitapta cennet ve cehennem bahislerinde bu miras
melesinden söz edeceğiz. İşte bu, mudular ile bedbahdar arasında gerçekleşen
intikal meselesidir. Çünkü mümin burada ibadet içindedir. İbadet ise kendisine
korku, zillet kazandırır. Kâfir ise izzet ve ferahlık içindedir. Kıyamet günü
olduğunda ise kâfirin izzeti ve sevinci kendisinden çıkartılır ve mümine
giydirilir. Müminin dünya hayatında ibadet esnasındaki elbisesi olan zilleti ve
korkusu çıkartılır, kıyamet günü kâfire giydirilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
‘Zilletten korku içindedirler, göz ucuyla bakarlar.’413 Çünkü bu bakış, zelilin halidir ve o
kahır nedeniyle başını kaldırmaz. Kıyamet günü kâfirde bulunacak bu korku,
zillet, kendisinden dolayı başmı kaldıramadığı kırık bakış, Allah Teâlâ’dan
korkmaktan kaynaklanır. Nitekim dünya hayatında da Allah Teâlâ korkusuyla
müminin dünyadaki hali öyleydi. O gün ‘tegabün’ günüdür. Çünkü orada insan
izzet, sevinç ve mutluluğunu başkasmm üzerinde görürken başkamsının horluğunu
ve üzüntüsünü de kendi üzerinde görür. Hüküm ise Yüce Allah Teâlâ’ya aittir.
Bu menzilin içerdiği ilimler
arasında, Hakkın mutlu kullarına bedbahtların mertebelerini sormasının bilinmesi
de vardır. Hakk bunu hangi isimle soracaktır? Ayrıca ilişkilerin bilinmesi,
fikirlerin verisinin bilinmesi, niteliklerin bilinmesi vardır. Bu ilim iki
kısımdır: Bir kısmı sadece zevk yoluyla bilinirken bir kısmı fikir gücüyle
idrak edilir. Bu da, tahakkuk kabilinden değil, hitaptaki genişlik
kabilindendir. Çünkü nitelikleri bilmeyle tahakkuk, zevk yoluyla bilgi edinmek
demektir. Aziz ve ârif evladımız Şemseddin İsmail b. Sevdekîn et-Tevrî daha
önce de tarafımızdan tahkik edilmiş bir konuya bizim tahkik etmediğimiz bir
yönden dikkatimizi çekti. Biz o meseleyi bu kitapta harfler bahsinde zikretmiştik.
Konu, fiilde tecellinin mümkün olup olmadığı meselesidir. Bazen bir yönden
olmaz derim, bazen de yükümlülüğün kendisini gerektirdiği ve talep ettiği bir
yönden ise ‘olur’ derim. Çünkü bir şey yapmayla yükümlü tutmak, yapmayacağını
ve amel etmeyeceğini bildiği bir kimseye ‘yap’, ‘işle’ diyen bir alim ve hikmet
sahibinden meydana gelmez. Çünkü söz konusu kişinin yapmaya gücü yoktur.
Hâlbuki Allah Teâlâ’nın kula yapma emri verdiği sabittir. Söz gelişi Allah
Teâlâ, ‘namaz kılın, zekât verin’414 buyurur. Başka bir ayette ise ‘sabredin,
sabırda yardımlaşın ve irtibat halinde olun5415
buyrulmuştur. Başka bir ayette ise ‘cihad
ediniz’416 emri yer
almıştır. Öyleyse emirde, ondan etkilenenin bir ilgisi bulunmalıdır. Söz
konusu fiili yapması yönüyle kişi, fail ve amel eden diye isimlendirilir. Hal
böyle olunca, bu ölçüdeki bir ilişki nedeniyle fiilde tecelli gerçekleşir. Bu
yaklaşımla fiilde tecelliyi kabul ederim. Bu yaklaşım, (Allah Teâlâ katında)
razı olunmuş ve son derece açık bir yaklaşımdır. Öte yandan bu yaklaşım,
sonradan meydana gelen kudretin yapmakla yükümlü olunan fiille ilgisi olduğunu
gösterir ve bu zorunludur. Karşıt delilin ise son derece zayıf, dayanaksız
olduğunu gördüm. Adı geçen İsmail b. Sevdekîn, bu meseleyi bana hatırlattığı o
gün şöyle demişti: ‘Fiilin kula nispeti, ona ait sayılması ve onda görünmesi
(tecelli) hususunda hangi delil daha güçlüdür? Çünkü Hakk insanı kendi
suretine göre yarattığı için, fiil, insanın bir niteliğidir. Fiil kendisinden
soyudanmış olsaydı, Allah Teâlâ’nın suretine göre olmuş olmazdı. Kuşkusuz insan
ilahi isimlerle ahlaklanabilme özelliğindedir. Ayrıca sana ve -herhangi bir görüş
ayrılığı olmaksızıntasavvuf yolundaki kimselere göre insan, ilahi surete göre
yaratılmıştır ve bu nedenle insanın isimlerle ahlaklanması mümkündür.’ Bu
uyarıyla ne kadar sevindiğimi ve muüu olduğumu kimse hesap edemez. Bazen üstat,
Allah Teâlâ’nın vergilerinden bir takım hususları öğrencisinden öğrenebilir.
Çünkü Allah Teâlâ, üstadın o bilgilere ancak o öğrencisi vasıtasıyla
ulaşabilmesini takdir etmiştir. Nitekim kesin olarak biliyoruz ki, bazen büyük
bir insana soru sorar, onun ise bu konuyu bilmesi veya ona ulaşması takdir
edilmemiştir. Söz konusu kimse soru sorulan hususta dürüst bir niyete sahiptir.
Allah Teâlâ o meseleyi soranın dürüsdüğü nedeniyle, o kişiye sorulan konunun
bilgisini ihsan eder. Hâlbuki daha önce Allah Teâlâ soru sorana inayet
etmemişti. Allah Teâlâ’nın soru sorana inayeti, sorulanda bilmediği bilginin
meydana gelmesini içerir. Kalbini kontrol eden, söylediğimizi görür.
Evladarımızdan yararlanmamızı sağlayan Allah Teâlâ’ya hamd olsun! Bizim
pirlerimiz de çözemedikleri bir takım hususlarda bizden bilgi alırlardı. Bu
menzil, resul, nebi ve varis gibi kimselerin Allah Teâlâ’dan (bilgi) alarak
insanlara aktarmalarının bilgisini de içerir. Bunun yanı sıra öğretimde
siyaset yönteminin bilgisini de içerir. Bu yöntem, nezaketle, öğrenci farkında
olmadan öğretmektir. Sınırlı ve mutlak cezaların bilgisini içerir. Mutlak
cezalandırma, nimet verene şükretmek gibi kulun Hakkı veya kulun şükretmesine
yol açan nimetlerin artırılması gibi Hakkın kulunu ödüllendirmesidir. Sınırlı
cezalandırma ise Allah Teâlâ’nın ahiret hayatında kulunun ödülünü vermesidir.
Çünkü orası yükümlülük yeri değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bana
verdiğiniz sözü yerine getirin.'1*17 Yani yükümlülük diyarında yerine
getirin. ‘Ben de size olan sözümü tutayım.’418
Burada ise dünya ve ahirette olmak üzere her iki yer kast edilmektedir. Bu
kadar açıklama, Allah Teâlâ dilerse, bu bölümle ilgili olarak yeterlidir. ‘Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
İKİ YÜZ DOKSAN YEDİNCİ BÖLÜM
Muhammedi Mertebeden, En Yüce Mertebede İnsan Çamurunun Tesviyesinin Övülmesi Menzilinin
Bilinmesi
Ey düzenlenmiş
yaratılış, nezih ol!
Düzenleyenle eşit
nitelikte düzenlenmiş olan
Ondan başkalaşana bakma Peygamber gökten
getirmiştir
Umutsuz olursan, desteklenirsin Umudun
verdiği güvenceyle
Süleymanî olarak, önümde durdun Ona
rahatlık üstüne rahatlık verildi
Bir sır için, duruluğa vakıf oldun Duruluk
menzilindeki ilahi sır
Güneşle sarmaş dolaş oldum Rahatlık menzilinin
üstüne çıkmak için
Akıllar -haddi olmaksızınsınırı aştı
Nefislerin hayası hayayı katıldı
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her
şey Rabbinin hamdini (övgüsünü) tespih eder.’419 Alemdeki her bir suret -ki âlemde
suretten başka bir şey yokturkendisine ilham edilmiş olan özel bir hamd/övgü
ile yaratanını tespih eder. Âlemde bozulan her bir suretin bozulması, bizzat o
cevherde başka bir suretin gözükmesinin aynıdır. (Bu cevherlerin) hepsi Allah Teâlâ’yı
tespih eder. Böylelikle bütün âlem, Allah Teâlâ’yı tespih etmekten yoksun
kalmaz. Bir suretin parçaları ise o surete layık tarzda Allah Teâlâ’yı tespih
eder. Âlemdeki bütün suretler, nispet ve hallerden ibarettir. Bunlar ise ne var
ne yoktur. Bir yönden görülseler bile, başka bir yönden görülmezler. Söz
konusu suretlerin yok olma zamanları, diğer suretlerin var olma zamanıdır.
Başka bir ifadeyle onların bozulması, diğerlerinin (var olmasının) aynısıdır.
Yoksa bozulduktan sonra diğerleri meydana geliyor değildir.
Bunu
öğrenince şunu da bilmelisin: İnsan ve cinlerin dışındaki bütün âlem, insanın
duyusundan gizli kalan şeyleri keşfetme özelliğine sahiptir. İnsan ve cinler
ise bu gaybı keşfe ancak adederin aşılması esnasında belli vakiderde
ulaşabilir. Adederin aşılmasını ise ya Allah Teâlâ’nın kendilerine ihsan
ettiği bir keramet veya gayblerin keşfedilmesini gerektiren bir durumun
özelliği sağlar. Nitekim bütün âlemde, insan ve cin âlemindeki veya meleklerin
cisimlerindeki donuklar, bitkiler, hayvanlar, felekler, herhangi bir ruhun
kendisini yönettiği her ruh; bütün bunlar, gizli-ilahi sırları keşif
mahallindedir. Bu sırlar cisimleri yöneten melek, insan ve cinlerin ruhlarından
gizlenmiştir. Onlar bir kısmında veya bütününde, adederin aşılması yolunun
dışında bu ilahi gaybı idrakten perdelenmişlerdir. Taşların, bitkilerin ve
hayvanların Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in nebiliğini bilmelerinin
buradan kaynaklandığını öğrendik. Bu bilgi de, ilahi gayblerden birisidir. Allah
Teâlâ kendisine bildirmedikçe, bütün ruhlar bundan habersizdir, fakat
zikrettiklerimiz onu bilebilir. Çünkü zikrettiklerimiz, bu bilgiye -Allah
Teâlâ’nın kendilerini üzerinde yarattığıyaratılışları itibarıyla sahiptirler.
Zuhur ettiğinde, Hakk onlara kendi ismiyle, hazır olduğunda ise gözüyle nida
eder. .
Bu yolda karşılaştığım kişilerin en
büyüklerinden birisi olan Yusuf b. Ahlef el-Kümî 586 senesinde bana şöyle
aktarmıştı: Bana Musa esSerdanî -ki taşınan Abdal’dan birisiydişöyle
aktarmıştır: ‘Bir arkadaşımla birlikte Kaf diye adlandırılan dağa yürümüştük.
Kafdağı, yeryüzünde okyanusu çevreleyen bir dağdır. Allah Teâlâ o denizin
sahilinde deniz ile dağ arasında bir yılan yaratmıştır. Yılan bedeniyle başı
kuyruğuyla birleşecek şekilde okyanusun etrafını döner. Onun yanında durduk.
Arkadaşım bana şöyle dedi: Ona selam ver, çünkü selamını alacaktır.’ Musa
şöyle der: ,Selam verdim, o da şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’nın selamı, rahmeti ve
bereketleri senin de üzerine olsun. Sonra bana şöyle dedi: ‘Şeyh Ebu Medyen’in
hali nasıldır. Ebu Meyden o esnada Becaye’de idi. Ben de kendisine şöyle dedim:
‘Onu afiyet üzere bırakmıştım. Onu nereden tanıyorsun?’ Şaşırdı ve şöyle dedi:
‘Yeryüzünde onu sevmeyen ve tanımayan kimse var mıdır? Allah Teâlâ’ya yemin
olsun ki, Allah Teâlâ birisini dost edindiğinde, onun (adını) bizim zadarımıza
duyurur, onun sevgisini bize, yeryüzüne ve bizim kalplerimize indirir. Artık
her taş veya toprak veya ağaç veya hayvan, onu tanır ve sever. Ben de kendisine
şöyle dedim: ‘VAllah Teâlâi! Onu tanımadıkları ve kendisine karşı duydukları
nefret yüzünden kendisini öldürmek isteyen insanlar var.’ Şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’nın
kendisini sevdiği birisi hakkmda böyle bir davranışta kimsenin olabileceğini
bilemiyorum.’ İşte bu da, aynı kapsamdadır. Ellerin, ayakların, derilerin,
ağızların, dillerin -ki onlar bize göre dilsiz iken gerçekte konuşanlardırtanıklıkları
da böyledir. Öyleyse Âdemoğullarının dışındaki bütün yaratıklar, huşu ve tevazu
makamındadır. insan ise öyle değildir. Çünkü insan, Allah Teâlâ’ya karşı
büyüklük, izzet, iddia ve zorbalık taslamaya kalkar. Cinler ise kendi
zanlarınca kendilerinden daha aşağıdaki yaratıklara karşı böyle bir iddiada
bulunurlar. Buna örnek olarak İblis’in yaratılışı bakımından Âdem’e karşı
büyüklenmesini verebiliriz. Bu nedenle şöyle demiştir: ‘Ben topraktan
yaratılmış birisine secde eder miyim?*20 Çünkü İblis ateş unsurunun toprak
unsurundan daha üstün olduğunu görerek ‘Ben ondan
daha hayırlıyım, onu topraktan beni ateşten yarattın5421 demiştir.
Fakat İblis Allah Teâlâ’ya karşı büyüklenmemiştir. Öyleyse sadece insan, diğer
yaratıklardan ayrı olarak, bu özelliğe tahsis edilmiştir. Varlıkta böyle bir
iddia gerçekleşip iddia sahibinin ve kendisi hakkmda böyle inanca sahip
kimselerin içinde -ki bunlara örnek olarak Firavun ve kavmini küçümseyenleri
verebilirizböyle bir iddia tam olarak yerleşince, Allah Teâlâ varlıkta ‘den
daha’ kalıbını yerleştirmiştir. Bunun anlamı, dereceli üstünlük demektir. Buna
göre böyle bir iddiada bulunup da onu kendi adına ortaya koyan birisi olduğunda
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ daha büyüktür.’ Böylelikle burada
mukayese kipini getirmiştir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ daha büyük ve daha yücedir.’ Burada
peygamber, mukayese kalıbını kullanmıştır. Öyleyse ‘şundan daha...’ şeklindeki
bütün nitelikler, Allah Teâlâ’nın şanına layık niteliklerdir. Bunun nedeni ise
o nitelikte ortaklık iddiasının bulunmasıdır. Fakat bunun bir kısmı kınanmış
iken bir kısmı övülmüştür. Buna göre kınanmış olan kısım, Firavun’un
iddiasıdır. Övülmüş kısım ise Allah Teâlâ’nın kendisinden bildirdiği, ‘merhamet
edenlerin en merhametlisi’422, ‘yaratanların en güzeli’423 gibi ifadelerdir. Burada Allah Teâlâ
‘-den daha...’ kalıbını getirmiş ve kendisini yaratıklarına karşı onlardan
daha merhametli yapmakla gerçekte merhametli kullarını övmüştür. Bunun genel
ifadesine gelirsek, onlardaki rahmet, gerçektir ve Allah Teâlâ bu rahmeti
onlarda yaratmış, böylelikle onlar da birbirlerine merhamet etmişlerdir. Allah
Teâlâ insanda büyüklük duygusunu (kendisini ilahi) surete göre yaratmakla var
etmiş, insan da büyüklenmiştir. Şöyle diyebilirsin: ‘-den daha’ kalıbı her
geldiğinde, ‘bir şeyden daha büyük’ anlamı taşımayabilir. Şöyle deriz: Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Yaratanların en güzelidir.’424 Burada ifade, hiç kuşkusuz ki, bir
şeyden daha güzel anlamında kullanılmıştır, insan hakkında da Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur: ‘Her şeye yaratılışını (özelliğini)
vermiştir.’425 Her
varlık, yaratılışının gerektirdiği ölçü ve denge üzere var olmuştur, insanın bu
nitelikte başka varlıklardan üstün olmasını sağlayan yegâne özellik, onun
ilahi surete göre yaratılmış olmasıdır. Şöyle diyebilirsin: insan başkalaşmaya
konu olmaktadır. Hakk ise böyle bir şeye konu olmaz.’ Şöyle deriz: ‘Allah
Teâlâ bu makamda şöyle demektedir: ‘İnsanlar
ve cinler, sizin hesabınızı el alacağız.’426 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur: ‘Rabbin işi tamamladı.’ Bu bağlamda Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Hakkın en basit surette tecelli edeceğini,
insanların kendisini inkâr etmeleri üzerine, bir alamet vasıtasıyla kendisini
tanıyacakları başka suretlerde tecelli edeceğini belirtmiştir. Kuşkusuz ki Hakk,
özü gereği başkalaşma ve değişmeden münezzeh olsa bile, kendisine bu makamı
izafe etmiştir. Hakkın mazharlarındaki tecelliler, her an yaratılmışlarda
gerçekleşen ve bu makamla (başkalaşma ve değişme diye ifade edilen) inançlar
ölçüsündedir. Durum belirttiğimiz üzere olunca -ki gerçekten de böyledir-,
söylediğimiz doğru olur ve vehim kaynaklı itiraz ortadan kalkar. Allah Teâlâ
pek yüce ve büyük olarak (yanlış nitelemelerden) münezzehtir.
Bu menzilin içerdiği ilimlerden
birisi de, isimlerin ilmi ve onlara kendileriyle isimlendirilene gösterilen
saygının gösterilmesini bilmektir. Buna göre, sayfalarda yazılmış olan harfler,
kendilerinden Allah Teâlâ’nın kelamının -ki Allah Teâlâ bu özellikle
nitelenendiranlaşıldığı kelamın varlıklarıdır. Bu niteliğin neye döndüğünü
bilmek ise başka bir ilimdir. İnsanlar bu konuda görüş ayrılığına düşmüştür ve
bizim o görüş ayrılığına dalmamız gereksizdir. Allah Teâlâ, kendisine kelam özelliğinin
nispet edilmesine göre -ki bu nispetin niteliği bilinemezel-Mütekellim (konuşan)
olması yönüyle kendisini isimleriyle nitelemiştir. Bu isimlerin de, bizde,
konuşan herkesin dilinde! isimleri vardır (ismin ismi). Buna göre konuşan
olması bakımından Arapça diliyle kendisini Allah Teâlâ diye isimlendirdiği
isim, Farsça’da Huda, Habeşçe’de Vak, Fransızca’da Crebator’dur. Bütün dillerde
böyle (karşılıkları) vardır. Bunlar, söz konusu ‘isimlerin isimleridir’ ve
nispederin artmasıyla sayıları çoğalır. Söz konusu isimler, kendisini
göstermesi yönünden, bütün gruplarda saygındır. Bu nedenle yanımızda Mushaf
var iken düşman bölgesine yolculuk yapmamız yasaklanmıştır. Hâlbuki Mushaf,
kendi ellerimizle yazdığımız, başka bir ifadeyle yaratılmış eller tarafından
yaratılmış ve mazı ve karadan oluşan mürekkep ve sayfalarda yazılmış
sayfalardır. Mushafın böyle bir delaleti olmasaydı, hürmete veya saygısızlığa
konu olmazdı. Bu nedenle örfte ‘çirkin söz’ ve ‘güzel söz’ denilir. Şeriat
örfünde de bu ve benzeri ifadeler vardır. Bunun nedeni, terim ve vaz’da bu
lafızların gösterdiği şeylerdir. Bu ilim, değerli bir ilimdir ve ona gerçeği
üzere ancak keşif sahipleri ulaşabilir. Öyleyse bizim bildiğimiz sadece ‘isimlerin
isimleridir.’ Tenzih edilen şey isimlerin isimleri olduğuna göre, kâmil kulun
tenzih edilmesi, sureti, özellikle de yüzü nedeniyle saygıya daha layıktır.
Çünkü yüz, bütün zâhiri ve bâtını güçlerin bileşimi olduğu için, insanın
zâhirindeki en saygın yerdir. Bir şeyin yüzü, o şeyin zatı demektir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem kölesinin yüzüne vuran bir adamla karşılaşınca
şöyle demiştir: ‘Yüzden sakın! Çünkü Allah Teâlâ Âdem’i kendi suretine göre
yarattı.’ Yüz, başka yönlere göre, Allah Teâlâ’ya yönelmenin yeridir. Öyleyse
yüz, en değerli yöndür.
Bu menzilin ilimlerinden birisi de,
yaratma ve takdir arasındaki farkı bilmektir. Buna göre takdir, el-Müdebbir ve
el-Mufassıl isimleriyle ilgilidir ve başka isimlerle ilişkisi yoktur. Allah
Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘İşi düzenleyip ayetlerini açıklar.’427 Her iki isim de, el-Alim isminin
ihatası altındadır ve el-Kadir isminin bu mertebeye girmesi söz konusu değildir.
Çünkü bu üç isim, Hakkın zatına döner. Hakk ise kendi zatının güç
.. t
yetirdiği bir şey olamaz. Öyleyse el-Kadir isminin bu
mertebede bir
hükmü yoktur. El-Mukaddir (takdir
eden) ismi ise bu mertebede dikkate alınan isimdir. Yaratma ise akla göre,
el-Kadir ismini talep ederken şeriata ve keşfe göre ise el-Kail ismini talep
eder. Burada ‘keşfe göre’ dedik, bunun gayesi, bu sayede veli ile nebiyi ayırt
etmektir. Çünkü bu iki adamdan her birisi, akim delilinden hareket eden teorik
incelemenin verdiğinin aksine, bunu söylemektedir. Öyleyse el-Kadir ismi lafız
ve anlam bakımından el-Mukaddir isminden ayrıştığı gibi takdir de yaratmadan
hem lafız hem de anlam bakımından ayrılır. Öyleyse farklı zatlarıyla birlikte,
varlıkların suretleri üzerinde açıklama, takdir ile gerçekleşir. Onlarm
duyusal veya manevi olmaları durumu değiştirmez. Bunlar, rakam âleminden, lafız
veya fikir âlemindendir. Bunun yanı sıra kendi başına var olan varlıklar ile
kendi başma var olmayan varlıklar âlemindendir. Nispeder ilmi de bu kısma
girer. Buna göre gayb ve şehadet âleminde bu varlıkların şahıslarına ait olarak
gerçekleşen düzenlemeyle yaratma gerçekleşir. Nispetler âlemi ise bu kısma
girmez. Çünkü nispeder, var olan şeyler olmadıkları gibi salt yoklukla da
nitelenmezler. Çünkü nispeder, akılda vardır ve ister duyuda ister akılda olsun
hepsinde belirli bir ayrışma vardır. Bu ayrışmanın nedeni ise yaratma değil takdirdir.
Bütün bu zikrettiklerimizden herhangi
bir hakikat (ayn) el-Halık veya el-Müdebbir, el-Mufassıl ve el-Mukaddir
isimlerinden duyu veya akıl için gözüktüğünde, birinin yararı ötekine ilişir.
Böylelikle a'yân birbirine yarar sağlar. Hakk ise onları yararlarla
birbirlerine yönelmeleri esnasında bu a'yân perdesinin ardından kendisine
çağırır. Her suret ise her suretten kendisine çağırır. Bu bağlamda bir kısmımız
farkına varır ve kendisini kimin davet ettiğini bilir. Bir kısmımız ise işi
karıştırır ve işin keyfiyetini bilemez, içinde bir ayrım gücü bulur, ayrımm
yönünü ise kendisine gözükmez. Bir kısmımız ise iş karışmadan, kör ve şaşıdır
ve şöyle der: ‘Ancak gördüğümüz şeyler vardır.’ Bunlar ise bu suretlerin
varlıklarıdır. Öyleyse bizler üç sınıfız: Birinci sınıf, düşüncesi doğru ve
bakışı keskin olanlardır, ikinci sınıf, gözlerinde perde bulunan kimselerdir.
Bu sınıftakiler, bir şeyin bulunduğunu bilseler bile, suretlerin gerçek
anlamını bilemezler. Bir kısmımız ise kör ve şaşıdır. Bunlar, hiçbir şey görmez.
Böyle birisi, düşünme derdinden rahattır. Dördüncü bir smıf ise yoktur. Bu suretlerin
yararları ise kendilerini isteyenlerin ve kabiliyederin değişmesiyle değişir.
Dileyen herkes, kendi ihtiyacına ve gayesine göre ister. Bazen bu ihtiyaç
zorunlu olabilir bazen olmayabilir. Gerçekte ise sadece zorunlu olan vardır ve
bu nedenle de ihsan ortaya çıkar. Çünkü dileyen kimse, ancak kendisini dilemeye
sevk eden bir gaye nedeniyle istemiştir. Öyleyse amaç, isteyen; hal veya sözle
isteyen dil ise, amacı ifade eden şeydir. Bu amacın hayatı, istediği şeyi elde
etmededir. Ona ulaşmazsa, helak olurdu. İsteğine ulaşmasını engelleyen şey,
onun suretinin âlemden kaybolmasına yol açan sebeptir. Böylelikle dileğini
engelleyen şey, Allah Teâlâ’yı tespih eden bir suretin âlemden eksilmesine yol
açmıştır. Muhakkik ise artmasını ve eksilmemesini ister. Bazen amaçlar ve
gayeler kınanmış şeyler olabilir. Böyle bir durumda talebi gerçekleştiğinde,
insan ölümden daha tehlikeli bir harama düşmüştür. Peki bu meseleden kurtuluş
nasıl mümkündür?
Bilmelisin ki, yükümlülük akimın
otoritesi altında sınırlanmış ve akledilmiş kimse, kayıtsız anlamda gayelerinin
gerçekleşmesiyle muhatap değildir. Bu durum sadece akılları hallerine yenilmiş
olan hal ehline özgüdür. Şöyle diyebilirsin: İmam’ın -Şibli’ninkendinden
geçmesi hakkında dediği gibi, korunma daha güzeldir.’ Rivayete göre, Şibli namaz
vakiderinde (şuur) haline döndürülürdü. Namazı kıldıktan sonra ise kendinden
geçme hali yine kendisine hakim olur ve kendisini ayıklaştıran aklıyla araşma
girerdi. İmam Ebu’l-Kasım b'. Cüneyd b. Muhammed -ki sûfilerin
efendisidirşöyle demiştir: ‘Şibli hakkında kötü söz söylenmesini engelleyen ve
günahın kendisine izafesine imkân vermeyen Allah Teâlâ’ya hamd olsun.’ Fakat
tanımayana göre, zâhirde günaha düşmüş sayılır. Gerçekte ise günahkâr değildir.
Bir arkadaşımız şöyle demiştir: ‘Kınanmaktan korunmak daha üstün olmasaydı, bu
imam bu nedenle Allah Teâlâ’ya hamd etmezdi.’ Şöyle deriz: İş zannettiğin gibi
değildir. Bu imam, aynı mertebeye ulaşmadığı ve hakkıyla yerleşmediği halde bir
kimsede bu halin ortaya çıkmasından endişe duymuştur. Böyle birisi yanılır ve
günaha düşer. Onlar âleme karşı şefkat sahibidir. Bu durumun daha üstün olması
meselesine gelirsek, böyle bir şey nasıl olabilir? Allah Teâlâ kullarını Şibli
hakkında olduğu gibi peygamberleri hakkında da kınama ve kötü sözle
konuşturmuştur. Öyleyse bu kendinden geçme halindeki kimsenin bir misali ve
izzeti vardır. Bize göre bu konuda bir fazilet yoktur.
Bu menzilin içerdiği ilimlerden
birisi de, Allah Teâlâ’nın âlemde gerçekleşen unutmalarda gizlediği rahmetin bilinmesidir.
Hal böyle olmasaydı iş, güç ve çetin olurdu. Bu konuda yapılan açıklamalar öğüt
almak üzere yeterlidir. Bu meselenin aslı ise yükümlülük diyarında Allah Teâlâ
ile âlem arasına perde koymaktır. Çünkü günahlar ve hatalar, Allah Teâlâ’nın
ilminde takdir edilmiştir. Öyleyse bunların kuldan gerçekleşmeleri kaçınılmazdır.
(Allah Teâlâ ile âlem arasında perde olmadan) açıklık ve keşf halinde günahlar
işlenseydi, kendisini görerek ve müşahede ederek günah işlemek, Allah Teâlâ’ya
karşı hayânın azalmasında bir abartı olurdu. Kader ise gerçekleşme hususunda
hüküm sahibidir. Böylelikle ortaya çıkacak musibetin büyüklüğü nedeniyle
yaratıklara merhamede Allah Teâlâ perdelenmiştir. Akılla yönetilen ve akli
doğruluğa göre cereyan eden hadiselerde onlara bakınız! Allah Teâlâ kaza ve
kaderini herhangi bir işte uygulamak istediğinde, o işte hikmetini ve aklın
gereği olmayan bilgisini gizler. Allah Teâlâ söz konusu işi o bilgi ve hikmet nedeniyle
var etmiştir. Onu uyguladığında ise akılları kendilerine döndürür. Bunun
amacı, yükümlülüğün ortadan kalkması için, bu esnada Allah Teâlâ’nın
kendilerine merhamet ettiğini öğrenmelerini sağlamaktır. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ kaza ve kaderini uygulamak
istediğinde (yani bir kulun günah işlemesini irade ettiğinde), akıl
sahiplerinden akıllarını çeker alır. Kazasını ve kaderini uyguladığında ise
tekrar akıllarını kendilerine iade eder ki ibret alsınlar.’ Başka bir hadiste
ise şöyle buyrulmuştur: ‘Ümmetimden hata ve unutma kaldırılmıştır. Allah Teâlâ dünya
ve ahirette onları unutma nedeniyle yükümlü tutmayacaktır.’ Ahirette unutma
yükümlülüğünün kalkması hakkında görüş birliği vardır. Dünyada ise günahın kalkmış
olacağmda görüş birliği varken hüküm hususunda görüş ayrılığı söz konusudur.
Tikel meselelerde Şâri’nin belirlemiş olduğu hususlarda hata etmek hakkında da
aynı durum geçerlidir. Bu bağlamda Ramazan aymda unutarak orucunu bozan kimse,
günaha girmese bile, kaza orucu tutmalıdır. Çünkü onu Allah Teâlâ yedirmiş ve
içirmiştir. Şâri’nin onun hakkındaki hükmü budur. Dolayısıyla bu, unutmada
gizli olan rahmetin bir yönüdür. Aynı şey Kur’an’dan unutulup hatırlanmayan kısım
için geçerlidir. Böyle kısımlar bize aktarılsaydı, yükümlülüğümüz artmış
olurdu. Hâlbuki Allah Teâlâ bize merhamet etmiştir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle derdi: ‘Size neyi verdimse, onunla yetinin.’ Başka bir
hadiste ise ‘Hac her sene mi olacak diye soran kimseye ‘evet5
deseydim, farz olacaktı.’ Hükümler, hadiseler hakkında soru sorma nedeniyle
meydana gelirdi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in gayesi ise bu durumu
bildiği için, insanları soru sormaktan engellemek ve doğalarına göre hareket
etmelerini sağlamaktır. Böylece Hakk, dilediği hükümleri indirme işini kendisi
deruhte eder. Böylelikle haramlar ve farzlar azalırken, çoğunluk günah veya sevapla
ilgili olmayan mubahlar kısmında kalır. Nefisler ise bu durumu kabule ve nass
ile belirlenmiş hükümler sınırında durmaya yanaşmaz. Bunun için hükümler için
illeder ortaya koyarak, bunları Şâri’nin maksadı haline getirmiş ve
genelleştirmişlerdir. Müçtehidin görüşüne göre, iki durumu birleştiren ortak
bir illet nedeniyle, hakkında susulmuş bir durumu, hakkında hüküm verilmiş bir
konuya katmışlardır. Müçtehit böyle yapmasa, hakkında hüküm bulunmayan durum,
aslı olan mubahlık ve afiyet üzere kalırdı. Böylelikle illetlendirme, illeti
genelleştirme, kıyas, re’y, istihsan ve benzeri yollarla hükümler
çoğaltılmıştır. cRabbin
unutan değildir,M28 Fakat -Allah Teâlâ’ya hamd olsunAllah
Teâlâ bunda bizim adımıza başka bir rahmet daha yerleştirmiştir. Hâlbuki
fakihler, Allah Teâlâ’nın ve peygamberinin belirlemediği ya da Kitabın veya
sahih veya zayıf sünnetin zahirinin delil teşkil etmediği halde, belli bir
şahsın görüşünü dayatarak sıradan insanlardan bu rahmeti esirgemiş, onları
durumu hakkında başka bir müçtehidin kendi deliliyle ve içtihadıyla ortaya
koyduğu görüşünde ruhsat aramasını engellemiş, katı davranmış, ‘farklı mezheplere
uymak, dinle oynamaya yol açar5 diyerek kendi içtihadarını din
zannetmişlerdir. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın peygamberi şöyle demiştir: ‘Allah
Teâlâ size sadaka vermiştir. Onun verdiği sadakayı alınız.’ Binaenaleyh ruhsatlar,
Allah Teâlâ’nın kullarına ihsan ettiği sadakalarıdır.
Hiç kuşkusuz müçtehidin hükmünün
geçerliliği ve sıradan insanın verdiği hükümde onu taklit edebileceğinde
hemfikiriz. Çünkü müçtehit için bu hüküm, dine dayanan bir delilden ortaya
çıkmıştır. Kıyası kabul edip etmemesi ise durumu değiştirmez. Söz gelişi
Şafii’nin kendi delilinin gereğine göre ulaşmış olduğu bir ruhsatı, şeriat
onaylamıştır. Maliki mezhebinden olan bir müftü, Şafii mezhebinden birinin
Şari’ye ibadette kullandığı bu ruhsat hükmünün alınmasını yasaklayabilir -Onu
Şâri’ye izafe ettik, çünkü Şâri, kaynağı olmayan bir delilin gereği olan hükmü
benimsemeyi (müçtehidin) delilinin gereğiyle yasaklamakla, onu
onaylamıştır.Müftünün davranışı bir adamın kendisini belli bir mezhebe
bağlayarak, -şeriat kendisine böyle bir bağlanmayı emretmediği haldebaşka bir
mezhebe dönmemesi demektir. Böyle bir davranış (katı taklit), Allah Teâlâ’nın
kullarına karşı en büyük sıkıntılardan ve daraltmalardan birisidir. Bu ümmetin
içinden müçtehiderin hükmünü geçerli saymakla Şâri teala, şeriatı
genişletirken, avam-ı fukaha onu daraltır. Hâlbuki Ebu Hanife, Malik, İbn
Hanbel ve Şafii gibi imamlarına gelirsek, onlar böyle bir iş yapmaktan
münezzehtir. Onlardan hiçbirisi, böyle bir şey yapmadığı gibi herhangi bir
kimseye ‘bizim görüşümüzle sınırlı kal’ ve verdiğim fetvada beni taklit et
dediği aktarılmamıştır. Aksine onlardan aktarılan şey, bunun tersidir. Allah
Teâlâ kendilerinden razı olsun!
Bu menzilin içerdiği ilimlerden
birisi de, Hakkın bilgisinin insanın gizlediği ile açıkladığı ve ortaya koyduğu
şeye ilişmesi arasındaki farkı bilmektir. Acaba bu durum tek bir nispede mi
yoksa iki farklı nispetle mi ilgilidir? Hakkın, ‘beni içinden zikredeni ben de
içimden zikrederim, beni bir topluluk içinde zikredeni ben de topluluk içinde
zikrederim’ ifadesinde belirtilen durum da bu menzille ilgilidir. Bunlar, zikir
ve bilgideki iki haldir.
Bilmelisin ki, Hakkın bir gaybı ve
bir de mazharı vardır. Buna göre gayb olması yönüyle Hakk, el-Bâtm isminin
sahibidir. Bu, Hakkın kulunu içinden zikretmesi ve gizlediği şeyi bilmesidir.
Bu isimle birlikte olan, Hakkın kendisini bildiği kulun sırrı ve kulun
kendisiyle Hakkı zikrettiği iç zikridir. Hakka ez-Zâhir isminden ait olan
mazhar ise Hakkm kulunu meleklerden ibaret bir topluluk içinde veya'ilahi isimler
topluluğu içinde zikretmesi ve kulun şehadet âleminde izhar ettiği şey
hakkındaki bilgisidir. Bu ismin karşısmda ise Hakkın kendisini bildiği kulun
açıklığı ve aleniliği ile kulun kendisiyle rabbini zikrettiği açık zikir
bulunur.
Sırdan daha gizli olan şey ise sadece
Hakkın bildiği şeydir. Kulun onun hakkmda bilgisi olmadığı gibi onu Allah
Teâlâ’dan başkasınm bilmesi de mümkün değildir. Bu onun kendisi hakkındaki
bilgisidir. Bu bilginin dışında kalan ise ya sır ilmi veya aleni bilgidir.
Öyleyse bilgi üç şeyle ilgilidir: Açıklık, sır ve sırdan daha gizli olan.
Zikir ise iki şeyle ilgilidir. Birincisi topluluk zikridir. Bu, iki kısma
ayrılır: isimler topluluğu ve meleklerin topluluğu. Diğeri ise nefsin zikridir.
Böylelikle zikir de taksimde bilgiyle eşidenir.
Bu menzilin içerdiği hususlardan
birisi de, insana Allah Teâlâ’nın her şeyin bilgisini yerleştirmiş olmasının
bilinmesidir. Sonra Allah Teâlâ, kendisiyle ona yerleştirdiği şeyleri bilmek
araşma perde koymuştur. Bu bilgiye sadece insan tahsis edilmemiştir. Aksine
bütün âlem, bu bilgiye tahsis edilmiştir. Bu ise akim inkâr ettiği ve genel
olarak imkânsız saydığı ilahi sırlardan birisidir. Cahiller bu durumu Hakkın
kuluna yakınlığı gibi anlar.
Bu durum, ‘biz
ona sizden daha yakınız, ama göremezsiniz5429 ayetinde
belirtilir. Başka bir ayette ise ‘biz ona şah damarından daha yakınız5430 denilmiştir.
Bu yakınlığa rağmen Hakk, sadece taklit yoluyla bilinir ve idrak edilir. Allah
Teâlâ bunu bildirmeseydi, akıl kendisine delil bulamazdı. Bilgileriyle insanda
bulunan sonsuz sayıdaki bütün bilinenlerin durumu böyle olduğu gibi Hakk âleme
de bu kadar yakındır. O ise kendisinde bulunan şeyi bilmez. Ta ki an be an,
kendisindeki şey ortaya çıkar. Keşfin bir defada ortaya çıkması mümkün
değildir, çünkü böyle bir şey, sınırlamayı gerektirirdi, hâlbuki onun sonsuz
olduğunu söyledik. Öyleyse insan, ancak art arda şeyleri bilebilir ve sonsuza
kadar böyle sürer. Sonsuz bilinenlerin Hakkın bilgisine -ki Hakkın bilgisi
zatının aynıdırgirmesi gibi, kulun varlığına sonsuz şeylerin girmiş olması, en
garip ilahi sırlardan birisidir. Hakkın bilgisinin sonsuz şeylere ilişmesi ile
Hakkın kulun kalbine sonsuz şeyleri yerleştirmesi arasındaki fark şudur: Hakk
kendi nefsinde ve kulun nefsinde olanı ayrıntılı ve tam olarak bilir. Kul ise
bunu ancak özet ve genel olarak bilebilir. Hakkın eşyayı bilmesinde genel
bilme yoktur. Bununla birlikte, kulun kendisi ve başkası hakkında geneli
bilmesi yönüyle, Hakk genel olanı da bilir. Kulun bütün bildiği şeyler ve
(şeyler) ve bütün varlıklar, gerçekte bir hatırlama ve unutmuş olduğu bir şeyi
yenilenmesinden ibarettir.
Bu menzil şu hükmü verir: Hakk kulunu
bazen bilgisinin sonsuz şeylere ilişeceği belirli bir makama yerleştirir. Bu
bize göre imkânsız değildir, imkânsız olan şey, sonsuz olan şeylerin kendisine
bilginin ilişmediği varlığa girmesidir. Sonra Allah Teâlâ, aldığı misak gibi,
bu bilgiyi yaratıklarına unutturmuştur. Hâlbuki misak gerçekleşmiştir ve ilahi
bildirimle bunu öğrendik. İnsanın bilgisi, daima ‘hatırlamadır.’ Bir kısmımız
uyarıldığında, daha önce bilmiş olduğunu hatırlar. Örnek olarak Zünnun
el-Mısrî’yi verebiliriz. Bir kısmımız ise hatırlamaz, fakat daha önce onu
görmüş olduğuna inanır. Böyle biri hakkında bilgi yeni baştan ortaya çıkar.
Kendisine hatırlatılan bilgi daha önce kendisinde bulunmasaydı, kendisine
öğretenden o bilgiyi alamaz ve öğrenemezdi. Fakat bu konuda bir bilinci yoktur
ve Allah Teâlâ’nın basiretini nurlandırdığı kimselerden başkası onu bilemez. Bu
durum, hali her nefes korku olan kimseye aittir ve çetin bir makamdır. Çünkü bu
hal, ancak tecellinin sürekli eşlik ettiği kimseye aittir.
Bu menzil, Zünnun’un meşhur
meselelerini de içerir. Bunlar, akli olarak imkânsız olan şeyin var
edilmesidir. Bütün yönlerden birbirini iten şeyler arasındaki dereceli üstünlüğün
bilgisini de bu menzil içerir. Alemdeki her bir cevherin âlemdeki bütün
hakikatleri içerdiğinin bilgisi de bu menzille ilgilidir. Aynı zamanda her bir
ilahi isim, bütün ilahi isimlerle isimlendirilmiştir. Bu durum: ‘De ki,
ister Allah Teâlâ deyin ister Rahman deyin, en güzel isimler O’na aittir’431 ayetinde belirtilir. Bilebildiğim
kadarıyla bu bilgi, cemaatten (sûfılere) ayrı olarak, bana tahsis edilmiş bir
bilgidir. Benden başkası onu öğrenmiş ve keşf etmiş midir, etmemiş midir
bilemiyorum. Burada kast ettiğim, nebiler değil, mümin veliler arasında böyle
birinin bulunup bulunmadığıdır. İlahi isimlerdekine gelirsek, bu görüşü
Ebu’l-Kasım b. Kasî Halu’n-Na’leyn adlı eserinde
yazmıştır. Allah Teâlâ, benim yaptığım gibi, bu meseleyi kendisinden veya başkasından
(aktararak) dile getirdiğini bildiren ve benim bu kitabıma katan ve iddia
ettiğim hususta bana delil getiren kimseye merhamet etsin. Çünkü ben görüş
birliğinden ve arkadaşlarımdan ayrı düşmemekten hoşlanırım. ‘Allah Teâlâ
doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
iki yuz doksan sekizinci bolum
Muhammedî
Mertebeden Ulvi Âlemden Zikir Menzilinin Bilinmesi
Mârifet çiçekleri
riyazet çiçeklerinden Senin bahçenin çiçekleri göklerin çiçeklerinden
Bedenlerin bir bilgisi var benzemez ona
Sebepleri ve afetleriyle, nefislerin bilgisi
Hakkın hakikatlerinin idrak yolları gizli
değil Çünkü onların idraki zat için zat iledir
Onların dışında ise vasıtayladır Ayet ve
işaretlerden gördüklerine göre j
Büyüklerin müşahededen başarısızlığı
ciddidir Tayyinde onlarda kerametlerin hilesi
Onlara süre verilmesi ihmal değildir,
bilirler ki Vakitlere bağlıdır keramet
Adamların nispetleri gerçek olunca [
Tek bir babaya, yüce çocuklar olarak
Onlardır dersen onlardır, hayır dersen
onlardır Çünkü onlar haz ve acı arasındadır
Çünkü mazharları Onu fani kılmaz Mazharlar
örtülerdir zira
Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin,
bilmelisin ki, şeyhimiz Ebu’l-Abbas elUreybi bu menzile ulaşanlardan birisiydi
ve bu konu hakkmda kendisiyle defalarca görüş alış verişinde bulunmuştuk. Onun
bu menzildeki ‘ayağı’ derindi. Allah Teâlâ kendisine merhamet etsin! Bilmelisin
ki, bu menzil güçlü bir meşakkat ile ancak güçlü bir zorlanmayla
ulaşılabilecek hususları, gayeye ulaşmayı engelleyen afeder ile yumuşaklık ve
afederin ortadan kalkması, nefislerin kendisinden haz alacağı ve kendisine
bağlanacağı rahatlığı bir araya getirir. Bu ikisi arasında ise büyük güçlükler
vardır. Bu menzilin içerdiği ilk ilim, doğadan çıkma ilmidir. , Bilmelisin ki, hareketlerin
bir kısmı, doğal iken bir kısmı zorlamalıdır. Doğal hareketin haz verdiğini,
buna karşm doğanın dışına çıktığın için zorlamalı hareketin ise acıya yol
açtığım zannetme! Bazen durum böyle olsa bile bazen bunun tersine de olabilir.
İnsan yüksek bir yerden düşseydi, yeryüzüne düşmesi, doğal bir hareketle
gerçekleşirdi. Fakat yeryüzüne ulaştığında, organları kırılır, acıları
katmerleşir. Bunun nedeni ise zati zorunluluk ve kendisine tevdi edilmiş olan
rabbaniliğinin gerektirdiği ihtiyarına uyumsuzluktur. Kendisine bu
rabbanilikten çık denilmiş insan ise ondan çıkmamıştır. Zorlamalı hareket ise
onunla yükselmesi demektir.
Zorlamalı harekette insan yükselir ve
-hareketin yükselttiği ölçüdeayederi, ferahlamayı, açıklığı, genişliği görür.
Söz konusu hareket, insanı doğasından ve zorunluluğundan çıkartmakla birlikte
iradesine uygundur. Öyleyse doğanın gereği olan her şeyle sevinilmez. Öte
yandan insan zorlamalı hareketi de kendi doğasıyla kabul etmiştir. Her iki harekette
de doğanın hükmü insanı bırakmaz.
Bilmelisin ki, insanın üzerinde
yaratılmış olduğu nitelikler, değişmez. Çünkü onlar, bu dünya yaratılışında ve
özel mizaçta insan için zati niteliklerdir. Bu nitelikler, korkaklık, hırs,
haset, açgözlülük, laf taşıyıcılık, öfke, zorbalaşma isteği ve benzeri
niteliklerdir. Bunların değiştirilmesine yönelmediği için, Allah Teâlâ kullanım
yerlerini belirlemiş ve meşru bir şekilde onları bu yerlere yönlendirmiştir.
Söz konusu nitelikler bu yerlerde kullanıldığında, insan Mutlu olur ve
derecelere erişir. Söz gelişi beklediğin zarar nedeniyle haramları işlemekten
korkarsın, nefsinin dindarlığı hakkında iştahlı olursun, malını Allah Teâlâ
yolunda harcayana ve bilgi öğrenene haset edersin, iyilik hususunda haris
olursun, insanlar arasında hayrı yaymak amacıyla koşuşturur ve bir bahçe hoş
kokulu çiçekler yetiştiği gibi (nemime ile aynı kökten gelerek) sen de
‘iyiliği’ (insanlar arasmda) yetiştirirsin. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ’nın
emrine büyüklenene karşı sen de Allah Teâlâ ile büyüklenirsin, Allah Teâlâ’nın
razı olacağını bildiğin yerlerde sözünü ve davranışı metanede söylersin ve
yaparsın, Hakka karşı çıkan ve direnen kimseye karşı zorbalaşırsın. Böyle yapmakla
nefsini niteliklerden uzaklaştırmamış ve onları yerli yerinde kullanmış
olursun. Bu sayede nefsin Rabbi, melekleri ve peygamberleri seni över. Binaenaleyh
şeriat sadece doğaya yardımcı olmak üzere gelmiştir. İnsanın sahip olduğu
nitelikleri (değiştirmek yerine) kullanım yerlerini açıklamak ve doğasının
gerektirdiği şeyleri ona yasaklamadan, insanı nasıl bir güçlüğe düşeceğini
anlamıyorum? insanlar ancak amaçları uğrunda yok olmuşlardır. Çünkü insanlara
acı ve nahoş şeyleri getiren sadece budur. insan amacını Yaratanının kendisi
adına istediği şeye yönlendirdiğinde, rahata kavuşur. Ebu Yezid’e şöyle
denilmiş: ‘Ne istiyorsun?’ Şöyle cevap vermiştir: ‘Bir şey istememeyi
istiyorum.’ Yani şunu demektedir: Allah Teâlâ’m! Sen benim adıma ne istiyorsan,
benim de onu istememi sağla. Bu sayede sadece Hakkın irade ettiği şey gerçekleşir.
Allah Teâlâ ise kulları için sadece kolaylığı ister, onlar için güçlüğü istemez.
Allah Teâlâ kulları adına iyilik ister kötülük kendisine ulaşmaz. Nitekim sahih
bir rivayette şöyle denilir; ‘Bütün iyilik senin elindedir. Kötülük sana
ulaşmaz.’ Bununla birlikte asıl bakımından her şey Allah Teâlâ’dandır. İnsanın
irade sahibi olmaktan çıkması imkânsızdır ve öyle bir şey önce itaadere zarar
verir. Böyle bir insan, dinî bir niyeti olmaksızın itaatlerini yerine getirir,
dolayısıyla ibadet olmazlar. Ebu Yezid sadece Allah Teâlâ’nın razı olduğu
işlere uygun olmayan kişisel arzularından uzaklaşmak istemektedir.
Bilmelisin ki, aydınlatıcı kandilin
bulunmadığı bir yolda geceleyin yürümek, büyük tehlikelere yol açar. Böyle bir
yolda çukurlar vardır, korkutucu tehlikeler, gedikler ve eziyet verecek
haşereler vardır, insan tüm bunlardan bir ışık vasıtasıyla yürüdüğünde
sakınabilir ve bu sayede ayağını nereye koyacağını, düşeceği çukur veya
karşılaşacağı tehlike veya kendisini sokacak yılan gibi sakınılması gereken
zararlılardan nasıl sakınacağını bilebilir. Yoldaki yegane ışık ise Allah Teâlâ’nın,
‘kendisiyle kullarımızdan dilediklerimizi hidayete
ulaştırdığımız bir nur’432 dediği şeriat nuru ve ışığıdır.
Başka bir ayette ise ‘Allah Teâlâ’nın kendisi adına nur
yaratmadığı kimsenin nuru (aydınlıktan nasibi) yoktur*133 veya ‘nur üstüne
nurdur’434 der. Şeriat
nuru ile hidayet ve (Hakkın kuluna verdiği) başarı nuru bir araya geldiğinde
ise yol iki nurla (daha kolay geçilir). Bir nur olsaydı, insana (yeterli) ışık
olmazdı. Gerçi şeriat nuru tıpkı güneş ışığı gibi aşikârdır, fakat âmâ onu
göremez ki! İşte Allah Teâlâ’nın gözünü kararttığı kimse de onu göremez ve ona
iman edemez. Basiret gözünün nuru bulunsa, fakat insanın yolu görmesini
sağlamak üzere kendisiyle birleşeceği şeriat nuru olmasaydı, basiret nuru olan
kimse nasıl yürüyeceğini bilemezdi. Çünkü o bilinmez bir yoldadır ve yolda
neyin bulunduğunu ve herhangi bir delil veya durak olmaksızın yolu kendisini
nereye götüreceğini bilemez. Yolda yürüyen insan kandilini rüzgarlardan
korumalıdır. Rüzgarlar olursa, onların esintileri kandili söndürür. Burada
rüzgarlar, insanın imanına ve tevhidine etki eden bütün esintilerdir
(kuşkular). Yumuşak bir rüzgar eserse, bu kez kandilin fitili sallanır ve onu
şaşırtır, yolu görmesinde ışığın etkisini azaltır. Böyle bir rüzgar, şeriatın
feri hükümlerinde arzuya uymaya benzer. Bunlar, insanın (günah olduklarını)
inkâr etmediği günahlardır ve bunlar insanın imanına ve tevhidine zarar vermez.
Kuşkusuz ki biz büyük bir amaçla yaratıldık. Fakat bu güçlüklere göğüs gerip bu
nahoş sıkıntılara tahammül ettiğimizde, büyük bir dereceye ulaşırız. Bu ise
bedbahdığın hiçbir şekilde bulunmadığı ebedi mutluluktur.
Bu menzilin içerdiği ilimlerden
birisi de, vaktin bilinmesidir. Söz konusu vakit, insana melek veya şeytandan
bir dostun eşlik ettiği şeydir. Bilmelisin ki, Allah Teâlâ insanı kendilerine
peygamber göndermediği bir topluluk içinde yarattığında, kendisine melek veya
şeytan arkadaşlık etmez. Böyle bir insan, doğasının hükmüne göre tasarrufta
bulunur ve böyle, birinin perçemi özel rabbinin (rabb-ı has) elindedir. Böyle
birinin bu esnada üzerinde yürüdüğü her yol, (ona göre), doğru yoldur, çünkü
onun rabbi doğru yol üzerindedir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Her
bir canlının perçeminden tutmuştur. Benim rabbim doğru yol üzerindedir.’435 Allah Teâlâ onlara bir peygamber
gönderdiğinde veya içlerinde peygamber bulunan bir toplulukta insanı
yarattığında, doğum anından itibaren iki arkadaş kendisinden ayrılmaz; melek
veya şeytan! Doğumundan itibaren bunlar kendisinden ayrılmaz ve bunun nedeni
şeriatın var olmasıdır. Bu arkadaşlardan her biri, insanı dürten veya içine
kapatan bir ilham verir. ‘Çocuk yükümlü değil ki, bu iki arkadaş ona niçin
eşlik ediyor?’ deme! Bilmelisin ki, Allah Teâlâ bu iki dostu çocuk için
görevlendirmemiştir, bunlar ebeveyninin veya -(çocukla görevli) her kim isemertebesinden
dolayı çocukta görevlendirilmişlerdir. Buna göre şeytandan olan arkadaşı
kendisini dürter, bu durumda çocuk ağlar, eliyle oynar ve babasının veba
kendisiyle görevli kimsenin bozulmasını istemediği bir şeyi bozar. Bu durumda
yükümlü olmayan bu çocuktan meydana gelen bu hareket, başkası hakkmda Allah
Teâlâ’nın fiilinden hoşnutsuzluğu meydana getiren ve kışkırtan bir sebep haline
gelir ve günaha maruz kalır. Zaten şeytan çocuğa -çocuk için değilbu nedenle,
ilişmişti. Aynı şey melek için geçerlidir. Öyleyse (çocuğa eşlik eden şeytan
veya melek), çocuktan meydana gelerek başkasının nefsinde iyiyi veya kötülüğü
zorunlu kılan her harekettir. Başkasında meydana gelen fiil iyilik ise çocuğa
eşlik eden melekten kaynaklanmış iken kötülük ise şeytandan kaynaklanmıştır.
Küçük sabi, temyiz çağma ulaşana kadar, nefsinden veya Rabbinden (rabbani)
kaynaklanan bir harekete kesinlikle sahip değildir. Şeriat bulunan bir ümmet
içinde değilse, doğumundan ölünceye kadar bir peygamber gönderilmediği sürece
veya kendisini ilahi bir dine girmediği sürece bütün hareketleri nefs
kaynaklıdır. Söz konusu, din kişinin kendisiyle sınırlandığı dindir ve onun Allah
Teâlâ tarafından gönderilmiş bir şeriat olup olmaması birdir. Bir dine
girdiğinde ise kendisiyle iki arkadaş görevlendirilir. Çünkü aklın (Hakka)
yakınlık sağlayan davranışları belirleme imkânı yoktur. İnsan aklın da
kendilerini algıladığı ve doğal olarak sevilen ve örfte bilinen alışagelmiş
güzel ahlaka sahip olabilir. Fakat akıl, bunların Allah Teâlâ’ (yaklaştırıcı
oldukları) hakkında kesin bir hüküm veremez. Akıl ahireti ispatlama veya inkâr
etme gücüne sahip değildir. Fakat insan teorik araştırmadan hareket eden
aklıyla kendisini var edeni, varlığında kime dayandığını ve O’nun sahip olması
gereken nitelikleri ve kendisini niteleyebileceği celal özelliklerini
ispatlayabilir. Fakat bunları O’nun katındaki uhrevi menzile (ulaşmak üzere)
yapamaz. İnsan aklıyla ölümden sonra varacağı yeri bilemez. Bedenini yöneten
şeyin mahiyetini ve ölümden sonra nereye gideceğini de bilemez. İş, Âdem’den
itibaren nebilik şeklinde başlamamış ve orada bulunanları bildirmemiş olsaydı,
akıllar bu nefislerin nereye gideceğini (bilemezlerdi). Hâlbuki akıllar bunu
öğrenince, (nefislerin ölümden sonra nereye gideceğini) öğrenmiştir. İşte
onları araştırmaya ve bu konuda incelemeye sevk eden şey budur. Nefisler
ölümden sonra nerede ve nasıl toplanacaktır? Ne şekilde ve nereye intikal
edeceklerdir? Acaba nefisler başka maddeleri (beden) mi yönetecektir, yoksa maddeden
mi soyudanacaktır? Acaba yaratılışta bedenin düzenlenmesinden önce onların bir
varlığı var mıdır, yoksa bedenin varlığıyla mı meydana gelmişlerdir? Onlar,
âlemdeki tesirlerin hükmünü öğrenmişler ve böylelikle felekleri ve yıldızların
hareketlerini gözlemişler, eserlerin hareketler esnasında tekrardan meydana
geldiklerini görmüşlerdir. Buradan şunu öğrenmişlerdir: Bu eser ile hareketler
arasında bir ilişki vardır. Ömürler onların tekrarlanışını algılamaya yeterli
olmasa bile, kendi zamanlarında yaşayan ve Allah Teâlâ’nın kendisine
bildirdiği şeyleri onlara getiren peygamberin bildirmesiyle bunu öğrenirler. Allah
Teâlâ söz konusu peygamberi bu ulvi hareketlerde saklamış olduğu unsurlarda
gerçekleşen eserleri öğretir. Peygamber de onların hareketlerin dünya ve
ahiretteki hükümlerini onlara bildirir. Bütün bu ve benzeri konular, herhangi
bir öğretici olmaksızın, akılların kendi başlarına anlayacakları hususlar
değillerdir. Öyleyse bu dünya hayatında ve ahiret hayatında ilahi bildirim
olmasaydı, kimse oradaki hususları öğrenemeyecekti.
Bilmelisin ki, insan ve cinlerin
dışındaki bütün yaratıklar, Hakkı yüceltme ve onun övgüsünü yerine getirme
özelliğinde yaratılmışlardır.
İnsanın ve cinlerin bütün organları
da böyledir. Fakat söz konusu şeylerin Hakkı tespih ve yüceltmesi, Hakka
yaklaşmak ve üstün menzili elde etme niyeti taşımaz. Onlar için tespih, zatın Hakk
ettiği üzere, nefes alıp veren için nefes almak gibidir. İnsan ve cinlerin
tespihleri de cennet veya cehennemde böyledir, yoksa Hakka yaklaşmak amacı
taşımadığı gibi bu davranış onlar için böyle bir netice de meydana getirmez.
Aksine onlardan her birisi, belli bir makamdadır. Böylelikle ibadet,
hakikatlerinin gerektirdiği şekilde onlar için doğal bir şey haline gelerek
yükümlülük kalkar. Onlar, kendilerine gelen ilahi emre karşı itaatsizlik
içinde bulunamazlar. Cehennemliklere ‘Alçaldıkça
alçalın orada ve artık konuşmayın’436 denildikten sonra,
ahirette kesinlikle yasaklama olmayacaktır. Biz burada insanlar her bir yerde
kendi menzillerine yerleştikten ve kapılar kapanarak iki yer sahipleriyle -ki
onlar o yerlerin ehlidirdolduğundaki durumdan söz etmekteyiz. Toplanma yeri
ortadan kalkar ve bütünüyle ateşe dönüşür. Sabit feleklerin bitim yerinin
altından aşağıların aşağısına (esfel-i safilin) kadar olan her yer cehennem
diye isimlendirilen ve ateş ile şiddedi soğuğu içeren bir yere dönüşür.
Bunların arasında ise berzahlar vardır. Deriler ateşte piştikçe, yenilenme bu
berzahlarda gerçekleşir. ‘Gökler ve yer devam ettikçe orada
kalırlar.’437 Burada, Allah
Teâlâ’nın kendisini yarattığı günden onu değiştirme gününe kadarki süre
kastedilmektedir. Kur'an-ı Kerîm’in kendi dilleriyle indiği Arapiar, bu sözü
kullanır ve ebediliği kast ederlerdi. Bu durum, ilahi haber ve peygamberin
bildirmesiyle kesinleşmiştir. Şu var ki Allah Teâlâ dilerse, onlar cehennemde
haz ve nimede rızıklanırlar. ‘Kuşkusuz ki Allah Teâlâ dilediğini yapandır.’438 Cennet hakkında ise şöyle der: ‘Gökler
ve yer devam ettikçe orada kalırlar.’439 Bu durum o ikisinin sureti
bakımından değil, cevheri bakımından böyledir. Bu nedenle Allah Teâlâ
‘kesilmeyen bir ihsan’ demiştir. Suretleri yok olacağı için de, ‘Rabbin
dilediği hariç’440 ayetinde
istisna zikredilmiştir. Çünkü gök göktür, yer yerdir! Çünkü biliyoruz ki,
göğün cevheri, üzerinde suretlerin değiştiği duman cevheridir. Duman cevherini
kabul eden şey, gök suretini kabul eden şeydir. Nitekim çamur ve taş cevheri
de, ev suretini kabul eder. Ev yıkıldığında ve çamur kuruduğunda, evin ve
çamurun sureti kaybolur, cevherin kendisi geride kalır. Aynı şekilde bütün
âlem, cevher bakımından tektir ve suretler nedeniyle ise farklılaşır. Bunu
bilmelisin! Burada cehennemlikler hakkmdaki istisna, onların azaplarının
süresiyle ilgilidir. Cennetlikler hakkında istisna ise ‘Rabbin diledikçe’ anlamında
olabilir. Kuşkusuz ki Rab, onların cennetten çıkmamalarını dilemiştir. Çünkü Allah
Teâlâ, ‘sınırlı olmayan bir ihsan5441 ifadesiyle
onların cennet çıkmayacaklarım dilemiştir. Cehennemlikler hakkmda ise
‘kesintisi olmayan bir azap’ dememiştir. Bunu anla! Çünkü sahih güvenilir
haberde Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O gün
yeryüzü başka bir yerle değiştirilir ve gökler de.’442 Burada Allah Teâlâ göğü kızgın yağ
gibi olmakla nitelemiş, onu yarılmak ve parçalanmakla ve akışkanlıkla
betimlemiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘(Kızgın)
yağ gibi kızıllaşarak gül rengi gibi olduğu zaman.’443 Başka bir ifadeyle, renkte ve
akışkanlıkta kızgın yağ haline gelmiştir. Bütün bunlar, cevherin gidişini
değil, suretin gidişini bildirir.
Bu menzilin içerdiği konulardan birisi
de, itibar ve tefekkür ederken, Allah Teâlâ’nın insanın ilgilenmesini istediği
şeylerin bilgisidir. Bu itibar, insanı Rabbini değil, yaratıcısını bilmeye
götürür. Çünkü Allah Teâlâ’nın isimlerinden her bir ismin âlemde özel bir
delili vardır ve o, söz konusu isme delil olması bakımından başka bir şeyi
göstermez. Buradan yeryüzünün, sunun köpüklenene kadar dalgalanmasından
yaratılmış olduğu öğrenilir. Bu köpük, yeryüzünün ta kendisidir. Çünkü o
suluktan, köpüklüğe intikal etmiş ve köpük içinde Allah Teâlâ yeryüzünü
yaratmıştır. İşte bu salihlerin yeryüzünü (toprağı) aşabilmelerinin ve -üzerine
toprak atılmış olsa bileölünün kabrinde oturabilmesinin nedenidir. Topraktan
yaratılmış her şeyin hükmü, toprağm hükmüyle birdir. Öyleyse yeryüzünün
(toprağın) hükmü de köpüğünki ile birdir. Köpüğün hükmü ise sunun hükmüyle
birdir. Su ise yanmayı ve eşyanın kendisinde hareketlenmesini kabul edicidir.
Böylelikle onun bu özelliği, toprak gibi kesif veya hava ve ateş gibi
latiflerde olmak üzere, kendisinden meydana gelen her şeye yayılır. Fakat su
için ateş, torun mesabesindeyken su için toprak çocuk konumundadır. Su için
hava ve köpük ise bel çocukları konumundadır. Öyleyse su onlar için baba iken
ateş için hava yönünden dede, toprak için ise köpük yönünden dede gibidir.
Âdem’in yaratılması ile su arasında toprak ve köpük var olmuştur. O, kesifliği
yönünden torunun oğludur. İçerdiği ateş ve hava yönüyle de, torun konumundadır.
Havva’nın yaratılmasına gelirsek, onun ile asıl arasında üç şey vardır. Âdem,
toprak ve köpük. Havva, asıldan en uzak olandır. Âdemoğullarının yaratılmasına
gelirsek, onlar aşıla Âdem’den daha yakındır ve -tıpkı köpük gibisudan
yaratılmışlardır. Onlar, suyun sulbünden olan çocuklarıdır ve köpük onlar için
kardeş konumundadır. Âdem’in ise dedesi iken toprağın babasıdır. Âdemoğulları,
toprağın
A
amcalarıdır. Adem’in oğulları
karşısındaki konumu, yeğeni karşısında kardeşin oğlu (kuzen) gibidir. Âdem
karşısında oğulları ise babasmm amcası konumundadır. Hâlbuki onlar Âdem’in
çocuklarıdır. Âdem, kardeşlerinin oğlunun oğludur. Bu yönüyle çocuklar, ilk
sebebe daha yakın kimselerdir. Âdem’in büyük ata olması ise sayesinde toprağı
çamura dönüşmesini sağlayan Âdem’deki sudan kaynaklanır. Buna göre o, sulb
çocuğuna katılmada başkasından hamile olan bir kadınla evlenene benzer. Böyle
biri, başkasının ekinini sular. Meydana gelen üründe ise, sulama kadar nasibi
vardır.
Meryem oğlu Isa’nın yaratılışına
gelirsek, kendisiyle su arasında annesi, Havva, Âdem, toprak ve köpük vardır,
fakat başka bir yönden. O bize benzer ve bunu anlayan azdır. Kuşkusuz ki Allah
Teâlâ dikkat çektiğimiz hususa, ‘ona düzgün bir insan olarak göründü5444 ayetinde
değinmiştir. Allah Teâlâ (İsa’yı var etmek dileyince, Meryem), kendisinden
önce Allah Teâlâ’ya sığındıktan sonra Cebrail’e bakmakla haz kendisine
yayılmış, onun kendisine bir çocuk vermek üzere gelen Allah Teâlâ elçisi
olduğunu anlamıştır. Meryem çocuğu kabul etmek üzere hazırlanmış ve salt
bakmayla cinsti ilişkinin hazzı kendisine yayılmış, su Meryem’den rahme düşmüştür.
İsa’nm bedeni ise Meryem’de hazzı meydana getiren üflemeden doğan sudan
oluşmuştur. Öyleyse İsa, annesinin suyundandır. Doğa bilimciler bunu
reddederler ve ‘kadın suyundan bir şey meydana gelmez’ derler. Bu görüş doğru
değildir. Bize göre insan erkeğin suyundan ve kadının suyundan oluşur.
Arzusundan konuşmayan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediği
sabittir: ‘Erkeğin suyu kadının suyuna baskın gelirse, çocuk erkek, kadının
suyu erkeğinkine baskın gelirse çocuk kız doğar.’ Başka bir rivayette ise üstün
gelmek yerine geçerse kelimesi kullanılmış, başka bir rivayette ise erkek ve
kız yerine zamirler kullanılmıştır. Kitabu’nNikah adlı
eserimizde bu konu hakkında şöyle demiştik: Bazen erkek ve kadm suyu indirmede
birbirini geçemez ve" karışacak şekilde aynı anda indirebilirler. Bu
durumda sulardan birisi ötekine baskın gelmez. İşte böyle bir durum
gerçekleştiğinde Allah Teâlâ, erkeldik ve dişiliği kendinde barındıran hünsayı
yaratır. Herhangi bir yöne sapmaksızın her bakımdan eşit olduklarında ise
hünsa kadınlık organından hayız olurken erkeklik organından da meni çıkar.
Böyle bir hünsa kadınla ilişkiye girdiğinde çocuk sahibi olurken aynı zamanda
çocuk da doğurabilir. Rivayete göre, bir adamın yanında birinin annesi
ötekinin babası olduğu iki çocuk varmış. Su itidal halinden sapmış ve birinin
ötekine baskın geleceği bir dereceye ulaşmamış olabilir. Bu durumda hüküm
baskın gelmeye sapmış unsura aittir. Bu unsur kadının suyu ise hünsa hayız
görür ve kendisinden meni çıkmaz. Erkeğin suyu üste çıkmaya meyilli ise meni
çıkar, hayız görmez. Yaratan ve Alim Allah Teâlâ münezzehtir! Bu canlıdaki
berzahların en gariplerinden biridir. Bu böyledir ki, ‘Allah
Teâlâ’nın her şeye güç yetiren olduğu bilinsin’445 ve ‘Allah
Teâlâ’nın her şeyi bilgi bakımından ihata ettiği’
öğrenilsin. Bu menzilin içerdiği ilimler hakkında bu kadar açıklama
yeterlidir. Çünkü bu menzil pek çok mesele içermektedir. Büyük bsmı, feleklerin
hareket ve yönelişleri, ışığın parıltılarıyla yıldızların yönelişleri ile
unsurlar ile türeyenlerin bu nurları kabulleri arasmda meydana gelmesiyle
ilgili konulardır. Bu hükümlerden ise dıştaki varlıkların, mertebe ve hallerin
yaratılması ortaya çıkar. Bu, büyük ve geniş bir ilimdir. Yükümlülük diyarının
dışındaki sınanmayı bilmek de bu menzille ilgilidir. İlahi divan bilgisi,
değişmeyen ilahi zorunluluğunun bilgisi bu menzille ilgilidir. Âlemde batıl ve
anlamsız bir şey bulunmadığı, batılı ve hakkıyla onun bütünüyle Hakk olduğunun
bilgisi bu menzille ilgilidir. Allah Teâlâ’nın genellikle bazı kimseler
hakkında cezalan ahrete ertelerken bir kısmı hakkında öne aldığının bilgisi de
bu menzille ilgilidir. Bu, tehdidin uygulanması denilen şeydir ve bu bir
haberdir. Hüküm içermeyen haber, neshe konu olmaz. Bazen karşı çıkana yapılan
tehdidi uygulayabilir. Çünkü Allah Teâlâ tehdidi için belirli bir yer belirtmemiş,
dünya hakkında şöyle buyurmuştur: ‘Yaptıklarının bir kısmını tatsınlar
diye...,446 Bu,
tehdidin uygulanmasının bir kısmıdır.
Tehdidin uygulanacağı fikrini
benimseyenler, haklıdırlar, fakat Allah Teâlâ onu dilediği bir yerde
uygulayacaktır. Allah Teâlâ’nın dünyada hastalık veya psikolojik veya maddi
bir acıyla tehdidini uygulaması, kişi adına bir örtü ve perde haline gelir.
‘Mağfiret5 diye ifade edilen şey budur. Yani ahirette bu günahtan
dolayı cezalandırma olmayacaktır. Mutluların hallerinin geneli böyledir.
Kendilerine ateş değmeyecek olan mutluları, ‘o gün
büyük korku üzmez’447. Onlar, ‘üzerlerinde
korku bulunmayan ve mahzun olmayacak kimselerdir.’448 Bu nedenle bazı insanların hemcinsleri
arasmda maddi belalarla karşılaşmaları ve sınanmaları büyük olmuştur. Örnek
olarak, peygamberleri ve insanların arasından adaleti tavsiye edenleri
verebiliriz. Söz konusu belalara örnek olarak, (tebliğ ettikleri) hakikatin
reddedilmesi, kâfirlerden duydukları ve kendilerini üzen sözleri verebiliriz. Allah
Teâlâ bunun böyle olacağını bildirmiştir. Aynı şey, maruz kaldıkları öldürülme
ve dövülme gibi hadiseler için geçerlidir. Bütün bunlar, tehdidin
gerçekleştirilmesi ve beşeriliğin ve doğanın gerektirdiği hareketlerden
kaynaklanır. Bunlar, onların içinde bulunduğu mertebeye layık olmayan, fakat
beşeriliğe yaraşan şeylerdir. Allah Teâlâ’nın peygamberlerine söylemiş olduğu ‘Allah
Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın diye...’449 ayeti bu konuyla ilgilidir. Kuşkusuz
ki Allah Teâlâ günah olabileceğini belirtmiş ve onu (gerçekleşmezden önce)
bağışlamıştır. Buradan Allah Teâlâ kullarına onları ahirette
cezalandırmayacağını ve bağışlamanın dünyada ilgili olduğu hususları belirtmiştir.
Çünkü dünya hayatında acılar, psikolojik ve maddi hastalıklar vardır. Bu durum,
onlarda tehdidini uygulamasının ta kendisidir. Bu durumda Mutezile’nin bu konu
hakkında söylediği husus doğru olmaktadır. Çünkü Eşari, böyle bir şeyi Allah
Teâlâ hakkında caiz görmektedir. Fakat mümkün ve caiz olan her şey
gerçekleşmez. Mutezile’ye karşı kanıt olarak getirilen bütün deliller güçlü
deliller değildir ve onların çürütülmesi kolaydır. Bu kitap, o bilginin ortaya
konulacağı bir yer değildir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola
ulaştırır.’ '
iki yuz doksan dokuzuncu BÖLÜM
Muhammedî-Muradî
Mertebede, Süryanî Makamdan Müminlerin Azabı Menzilinin
Bilinmesi
Burçlar, menzillerin menzilleri Yedi ışık
için hazırlanmışlar
Feleklerine yönelmek üzere yürüdüklerinde Gözüne
başkaların varlıkları görünür
Hakk menzillerde hükmünü yürütür Oluş
devirlerde ve kürelerde gerçekleşir
Yaratma menzillerin altından zahir Emir
menzillerin üstünden akar
İnsanların dilinde denilir ki Kaderlerin
elinin uyguladığı bir iş
Avuç ve yüce kalem çizer Levha’ya zuhur
eden sırları
Allah Teâlâ bizi razı olduğu işlere
ulaştırsın, bilmelisin ki: Bu menzil, üzerlerindeki otoritesinin büyük gücü
nedeniyle ateş kaynaklı şeytanların çekindikleri en büyük menzillerden pek çok
ilmi içeren yüce bir menzildir. Bilmelisin ki, Allah Teâlâ insan ruhunu
yarattığında, onu kâmil, yetişkin, akıllı, Allah Teâlâ’nın birliğine iman eden,
rabliğini onaylayan birisi olarak yaratmıştır. Söz konusu olan, Allah Teâlâ’nın
insanları üzerinde yaratmış olduğu fıtrattır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurur: ‘Her doğan fıtrat üzere doğar. Sonra ebeveyni onu Yahudi,
Hıristiyan veya Mecusi yapar.’ Burada genel olan zikredilmiştir ki o da
ebeveynin varlığıdır. Çünkü çocuk bazen yetim olabilir. Böyle bir durumda
çocuğu terbiye eden kimse, onun ebeveynidir. Ruh bir niceliğe sahip değildir,
bu nedenle zatının cevherinde bir artışı kabul etmez. Aksine ruh, tek bir
cevherdir ve bileşik olması mümkün değildir. Çünkü ruh bileşik olsaydı, bir parçasında
bir konunun bilgisi bulunur, öteki tarafı ise onu bilmezdi. Böyle bir durumda
ise insan, bildiği şeyin aynı anda cahili olurdu ki bu imkânsızdır. Öyleyse
ruhun cevherinde bileşiklik imkânsızdır. Hal böyle olunca, cismin kabul ettiği
şekilde, ruhun bir artma ve eksilme kabul etmesi mümkün değildir, çünkü ruhta
bileşiklik yoktur. Ruh varlığı gereği akleden olmasaydı -ki ruh özü gereği
akıldır-, kendisinden söz alınırken yaratıcısının rabliğini onaylamazdı. Çünkü
Hakk, ancak hitabını anlayacak kimseye hitap eder. İşte insanın kendiliğindeki
hakikati budur.
Sonra Allah Teâlâ, kendisine mülk
olarak yarattığı bedende -ki ruh onun üzerine yerleşmiştirmaddi ve manevi
güçler ve araçlar yaratmış ve kendisine ‘bilgilerini onlardan al ve bu güçleri
şöyle şöyle kullan’ diye emredilmiştir. Bu aleder ruh için mertebe mertebe
yaratılmıştır. Buna göre hayal ve duyu gücünün dışındaki bütün manevi güçler,
kâmil ve yetkindir. Hayal gücü ise zayıf yaratılmıştır. Bu iki güç, bedene tabi
kılınmıştır. Beden geliştikçe, yetkinleştikçe ve niceliği arttıkça, duyu ve
hayali de güçlenir. Bütün güçler eşyayı hayalden alırlar. Hayal ise duyunun
kendisine verdiği bütün suretleri kabul edici olan heyulani güçtür. Bunun yanı
sıra hayal, musavvire gücünün kendisinde ‘açtığı’ (meydana getirdiği) suretleri
de kabul edicidir. Musavvire güçleri onları hayalin duyu gücünden kendilerini
alıp tuttuğu mevcut şeylerden bileştirmiştir. Suretleri kabulde heyula’ya
benzeyen yegane güç, hayal gücüdür. Hayal güçlendiğinde ise fikir gücü
kendisinde tasarruf edebileceği ve otoritesini izhar edebileceği bir yer bulmuş
demektir. Vehim gücü, akıl ve hafıza gücü de öyledir, insan latifesi (insanın
hakikati), zatı bakımından, güçlerin kendisine verilerini ancak onlarm
aracılığıyla algılayabilir. Söz gelişi bu güçler, duyu âleminde doğduğu gün
bilinenleri vermiş olsaydı, insan ruhu özü gereği alırdı. Bakınız! Allah Teâlâ bazı
insanlar hakkmda bu konudaki adeti aşmıştır. Bunlara örnek olarak, iffeti
hakkmda tanıklık eden Yusufun oğlunun konuşması, (annesi hakkmda) tanıklık
eden İsa’nm konuşması ve kendisi adına tanıklık eden Cüreyc’in oğlunun
konuşmasıdır, insan ruhunun yükümlülüğünün yetişkinliğe ertelenmesinin nedeni,
(bilgileri duyular vasıtasıyla almış olması) budur. Yetişkinlik, bedendeki
güçlerin Allah Teâlâ’nın bilgisinde olgunluk sürecine ulaştıkları vakittir.
Artık, insan ruhunun Rabbinin onu yükümlü tuttuğu hususları incelemek ve
onları yerine getirmekten sarf-ı nazar edişinin bir mazereti kalmaz. Yükümlülük
derecesi, yedi yaşından buluğa erinceye kadardır. Kuşkusuz ki Allah Teâlâ buluğ
çağınm dışında da çocuğun fiilini geçerli saymıştır. Birini öldürse, kendisine
kısas cezası uygulanmaz ve yetişkin olana kadar hapsedilir, sonra kan sahibi
kendisini affetmedikçe öldürdüğü kişinin karşılığında kısas cezası alır. Allah
Teâlâ yükümlülük çağında yapmadığı bir iş nedeniyle cezalandırmıştır. Bu girişi
yapmamızın amacı, müminin azabı hakkmda dile getirdiğimiz hususun anlaşılmasına
zemin hazırlamaktır. Çünkü insan daha önce de belirttiğimiz gibi mümin
yaratılmıştır. Bununla birlikte çocuklar, definlerinde babalarının yanlarına
gömülürler ve babaları köle olduklarında da -Hakk ettikleri için değil‘ilhak’
yoluyla onlara katılırlar. Bu ayrımın nedeni, babalardaki imanın zuhur
mertebesinin üstünlüğü nedeniyle, teşriftir. Kâfirlik arızi olduğu gibi kölelik
de arızidir. Asıl olan, hürriyet ve imandır.
Bu bağlamda farkına varılmayan bir
yönden tehdidin uygulanmasının bir yönü de, yükümlülüğün varlığıdır. Bu,
yükümlünün nefsinde korkunun bulunması nedeniyle ilk azaptır. Kuşkusuz ki
yükümlü, psikolojik bir acı duymuştur. Bu, yükümlü olmadığı bir anda
kendisinden meydana gelen fiillerin cezasıdır. Bu davranışlar, çocuklar
arasında eziyet, kınama ve haddi aşmak şeklindedir. Çocuğun yaptığı iyilikler
ise onun lehine yazdır. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir
vesdeyle bunu belirtmiştir. Hacda elindeki çocuğu kaldırarak: ‘Bu çocuğun
haccı var mıdır?’ diye soran bir kadına Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
şöyle demişti: ‘Evet onun haccı vardır, sen de sevabını alırsın.’ Burada kast
edilen, çocuk haccını yerine getiremeyeceği için, annenin yardım etme sevabı
alacağıdır. Başka bir rivayette Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den
şöyle aktarılmıştır: ‘Yükümlülük çağından önce bir çocuk hac yapar ve ardından
ölürse, Allah bu haccı onun farzı olarak yazar. Köle de azat olmazdan önce köle
iken hac yaptığında böyledir.’ Bu hadis, isnadı yönünden üzerinde konuşulmuş
olsa bile, başka sahih bir hadis kendisini güçlendirir. Sahih bir hadiste şöyle
denilmiştir: ‘Allah Teâlâ kıyamet günü farzlarını eksik getirmiş kulu hakkında
şöyle diyecektir: Onun eksik olan farzlarını eksik olduğu ölçüde nafile
ibadederinden tamamlayın.’ Böylelikle nafile ibadet, farz ibadetin yerine
konulmuştur ki, aynı konudur. Çünkü yükümlü olmayanın haccetmesi, onun üzerinde
farz değildir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem kutsi bir hadiste Allah Teâlâ’dan şöyle aktarır: ‘Kulun bakılacak ilk
ameli, namazdır. Allah şöyle der: ‘Bakınız kulumun namazına, tamamlamış mı,
eksik mi bırakmıştır?’ Namaz tam ise onun lehinde tam olarak yazılır. Eksik
ise bu kez Allah şöyle der: ‘Bakınız! Kulumun nafile namazı var mı?’ Var ise Allah
şöyle der: ‘Kulumun farz ibadetini nafilesinden tamamlayınız.’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Bütün ibadetleri böyle
değerlendirilir.’ Yani zekâtta, oruçta, hacda da namazda yapılan iş yapılır.
Şeriat bunu dikkate almasaydı, böyle hüküm vermezdi. Çocuğun yetişkinlik
dönemine ulaşmazdan yükümlülük öncesinde yaptığı bütün davranışlar, iyilik veya
kötülük olsun, şeriatta geçerli sayılır. Şu var ki dahi cömertlik, bu dönemde
yapdan iyiliklere karşdık kendisini ödüUendirir ve onları ahiret için
saklarken bu dönemde yapılmış kötülük ahirete saklanmaz, sadece dünya hayatında
onu cezalandırır. Bu ceza, çocuğun karşılaşacağı psikolojik ve maddi acılar ve
üzüntülerdir. Bunlar vardır ve hiç kimse onları inkâr edemez. Bunlar, çocuktan
meydana gelmiş bir takım fiillerin ceza ve acılarıdır. Allah Teâlâ’nın
öğretmiş olduğu bir hikmetin gereğiyle, yolumuzun ehli, bu durumu bilir.
Dünyadaki bu cezalar, daha önce de belirttiğimiz gibi, müminler hakkmda günahların
örtülmesini (kefaret) gerektiren cezalardır. Kâfirler ise (çocukken böyle
günahlar işledikten sonra) buluğa erip kâfir öldüklerinde, ahiret hayatında
cezalandırılırlar. Hâlbuki onlar, tıpkı müminler gibi, çocuk iken dünya
hayatında azap görmüşlerdi. Bu durum şu ayette belirtilir: ‘Azaplarını
kat kat artıracağız.’450 Yani dünyada çektikleri azaba vb.
şeylere azap kattık. Çünkü bu ayet, mertebeleri üzere -ki bu o mertebelerden
birisidirazabın artmasını belirten naslardandır.
Müminlerin azabının bir türü de, Allah
Teâlâ’nın onlarm üzerlerine kâfir ve arzu sahiplerini musallat etmesidir.
Böylece dünya hayatında esir alınırlar, köleleştirilirler, eziyet çekerler ve
öldürülürler. Bütün bunlar, kendilerinden meydana gelmiş olduğu ölçüde,
günahlarını, hatalarını örten şeylerdir. Kâfirlerin müminlere böyle şeyleri
yapmalarının nedeni, onlarm mümin olmalarıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İman
etiniz diye sizi ve peygamberi yurdundan çıkartırlar.’45' Buradaki
edat ve ardından geıen kelime, mastar anlamı bildirir. Adeta şöyle der: ‘iman
etmeniz nedeniyle peygamberi ve sizi sürgün ederler. Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur: ‘(Kâfirler) Onlardan iman ettikleri
için intikam aldık (derler).’452 Mümin olması nedeniyle birini kasten
öldürenin ebedi (cehennemde) kalması da burayla ilgilidir.
Bu menzilin içerdiği ilimlerden
birisi de, sınama ilmidir ki, bu sınama sadece Allah Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Sizi deneriz.’453 Başka bir ayette de, ‘sizi
denemek için...’454 buyrulur.
Mümin, mümini ancak ilahi bir emirle sınayabilir. Bu durumda deneme, Allah
Teâlâ’ya ve Allah Teâlâ’dan olur, müminlerden değil! Söz gelişi, ‘onları
imtihan edin’455 ayeti
gibi. Burada imtihanı emreden Allah Teâlâ’dır ve kul da efendisinin emrine
bağlanmıştır. Hükümdar bir şahsın cezalandırılmasını emreder, bu cezayı
uygulamasını emrettiği kimse de o işi üsdenir. Söz konusu kişi ona karşı
şefkatli olsa bile, hükümdarın mertebesine uyulması zorunludur. Bunun nedeni
hükümdarlık mertebesinin sağladığı korkudur. Öyleyse sınamak, Allah Teâlâ’ya
ait olabilir. İlahi bir emir olmaksızın, bir mümini sınayanı Allah Teâlâ bu
davranışı nedeniyle cezalandırır. Bu makama özgü isim, el-Habir ismidir ve bu isimlerin
hükümlerinin en gariplerinden birisidir. Çünkü ‘haber almak’ (hubre),
el-Habir’in haber verenden bilgi almasını anlatmak üzere zikredilmiştir.
Hâlbuki sınanan (ve kendisinden haber sorulandan) hakkındaki bilgi, ilahi
mertebede kesinleşmiştir. Bu nedenle sınanan kimse Allah Teâlâ’ya bir bilgi
vermez. Bu nedenle bu ismin bir hükmünün olmadığı ortaya çıkar. Bu isim,
haberini sorduğu kimsede neyin gerçekleşeceğini bilemediği için, daha çok kula
layıktır. Hâlbuki ilahi emir olmaksızın kulun (bir mümini) sınaması
yasaklanmıştır. Hakk ise kulun Hakk ettiği bir isimle isimlendirilmiştir.
Öyleyse bu ismin Hakkın mertebesindeki hükmü, lehinde ve aleyhinde kanıt ortaya
koymak üzere, bu soruşturmayla haberi soruşturulana bilgi vermekten ibarettir.
Bu nedenle el-Habir ismi, Ebu Hamid ve İsferayinî gibi bilginlerin yaptığı
şekilde el-Alim niteliğine katılmamıştır. Gerçek, onların iddia ettiği gibi
olsaydı, bu durum bir eksiklik olurdu. Onları bu yanılgıya düşüren ise (ilgili
ayette zikredilen), ‘ta ki beHlim*56 ifadesinde (haberin ardından
bilginin zikredilmesidir). Hâlbuki bu, ayet zâhiri üzere alınmış olsaydı,
onların aleyhine bir delil olurdu. Çünkü haber almak ve soruşturma, bilgiyi
elde etmenin sebebidir, yoksa bilginin kendisi değildir ve ‘haber almak’
nedeniyle Habir diye isimlendirilmiştir. Bilgi gerçekleştiğinde ise bu
durumdayken, el-Alim diye isimlendirilmiştir. ‘Ta ki bilelim’457
ayeti hakkında tenzih yorumunu benimseyen İbn Hatib vb. bilginler, en çok
bilginin bu Hakk ilişmesini dile getirebilirler. Bilginin ilişmesi ise
sonradan olan bir şeydir (hadis) ve bu bilginin sonradan olmasına yol açmaz. Bu
durumda bilgi, ilişmesi yenilense bile, kadimlik özelliğinde kalır. İşte
onların tenzihte varabilecekleri son yorum budur. Şöyle derler: ‘Bilgi gelecekte
var olacak bir şeye ilişir de o şey o esnada var olmuş ise hiç kuşkusuz,
bulunduğu halden farklı bir şekilde bilinmiş olur. Ya da şimdiki zamanda olan
diye bilinen bir şey geçmişte olmuş veya gelecekte olacak ise bütün bunlar
bilgisizliktir. Allah Teâlâ ise böyle bir halden münezzehtir. Böylece onlar,
farkında olmadıkları yönden, Allah Teâlâ’nın (bilgisine) zamanı sokmuşlardır.
Öncelik ve sonralık ise eşya hakkında geçerlidir. Hâlbuki onlar, Allah
Teâlâ’nın eşyayı bulundukları hal üzere bildiğini ve gördüğünü bilemişlerdir.
Eşyaya ait olan zamanlar da, Allah Teâlâ’nın bildiği şeyler arasındadır. (Tıpkı
zaman gibi) Halleri ve yerleri de, mekanda veya doğal mekanlarında (hayyiz)
bulunması gereken şeylerden iseler, eşyaya eşlik eden şeylerdir. Bütün bunlar,
zamanda olmaksızın, Hakk tarafından görülür ve bu görme, öncelik, sonralık
veya iki zamanın sınırı demek olan an ile nitelenmez. Bu nedenle, ‘Allah Teâlâ
vardı ve O’nunla birlikte başka bir şey yoktu’ hadisinde (Allah Teâlâ ile
birlikte) başka bir şey zikredilmemiştir. Burada (varlık anlamı taşıyan) ‘kâne’
kelimesi gelmiştir. ‘Kâne’ varlık bildiren bir edattır, yoksa fiil değildir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘şimdi de öyledir’ de dememiştir. Çünkü an,
zamanın varlığı hakkındaki bir hükümdür. Onu, Bâri teala’nın hüviyetinin zarfı
yapmış olsaydı, ‘kâne’den farklı olarak, hiç kuşkusuz ki zaman zarfı altına
girmiş olurdu. Hâlbuki ‘kâne’, kevn mastarından gelir. Kevn ise varlık
demektir. Adeta şöyle der: Allah Teâlâ mevcuttur ve varlığında O’nunla birlikte
kimse yoktur. Bu kelimeyle zamanın kullanılması, bir yanılsamadır. Bu nedenle
Nahivcilerin ileri sürdüğü gibi, ‘kâne geçmiş zaman fiili gibi harekelenir’
denilemez. Zeccacî ona bir bölüm ayırarak, ismi merfu, haberi mansup yapan edat
diye isimlendirmiş, onu geçmiş, gelecek ve şimdiki zamanda çekimleri olan bir
fiil saymamıştır. Bu ölçüdeki bir yanılgı -ki bu kâne, yekûnü ve se-seyekûnü
şeklinde zamanda çekim almasına yol açan durumdurnedeniyle, sahih fiile
benzetilmiştir. Sahih fiil, kâme-yekûmu-seyekûmu şeklindeki fiildir. Böylece
dilciler, kâim ile kâini aynı saymış, onu bu yönden fiil konumuna sokmuşlardır.
Kâne’nin durumu belirttiğimiz gibi olunca, zaman zarfı kabul etmediği yönden
kâne Allah Teâlâ hakkında kullanılabilir. Bu durum, ‘kâne Allahu/Allah
bağışlayan ve merhamet edendir5458 ayetinde
belirtilir. Başka bir ayette ise ‘kâne Allah Teâlâu/Allah Teâlâ şükre
karşılık veren ve her şeyi bilendir5459 denilir.
Hâlbuki zikrettiğimiz nedenle, an kelimesi Allah Teâlâ için kullanılmamıştır.
Çünkü an kelimesini kullanmak, zamanın varlığı hakkında bir hüküm, onun özel
adıdır ve zarf demektir. Nitekim Arş üstüne istiva etmek ve istiva kelimesi de
kullanılmıştır. Hâlbuki o, mekan isminden farklı olarak, mekanın zarflığı
hakkında bir hüküm bildirmez. Çünkü o, zarflığındaki bir konum hakkında
hükümdür. Mekanda yerleşen ise onun hakkında bir hükümdür. Böylelikle, tevile
kalkışacak kimse ilahi mertebeye layık olan tevilini yapabilsin diye, istiva ve
Arş kelimelerine dönmüştür ve bu zorunludur. En uygunu, söylediği sözü Allah
Teâlâ’ya bırakarak (yorumlamadan) kabuldür. Böylece insan, hitabında kast
ettiği şeyin anlamını Allah Teâlâ’ya bırakır. ‘O’nun benzeri
(ke-mislihi) bir şey yoktur’460 ifadesine göre de, teşbihi reddetmek
gerekir. Burada ke harfini ister fazladan harf, ister benzerinin var sayılması
şeklinde alsın durum aynıdır. Çünkü muhalin farzı imkânsız değildir.
Bu menzilin içerdiği ilimlerden
birisi de, özellikle Aüas feleğine özgü olan ulvi âlemin, onu imar edenlerin,
tespihlerinin mahiyetinin ve neyle ilgili olduğunun bilinmesidir. Kimden
alırlar, kime verirler? Onlardan kim alır? Zati verme -ki o nedenden dolayı
vermektirve iradi vermek -ki o da kasıda vermek demektirnedir? Ahiretin
bilinmesi, kulun nefsinde meydana gelecek tecellinin bilinmesi, zayıfın
güçlüye etkisi, âleme yayılmış olan rabbani gaye ve arzuların yol açtığı
durumların bilinmesi bu menzille ilgilidir. Bunlar, bütün canlıların ve
insanların iddia ettikleri şeylerdir. Nebilerin Allah Teâlâ’dan istedikleri
salahın bilinmesi ve özellikle insanın tasdikinin bilinmesi bu menzille
ilgilidir. Tasdik kim içindir, ne tasdik edilecektir, bununla ne amaçlanır,
aklın delilinin imkânsız saydığı bir şey tasdik edilir mi, tasdikin Allah
Teâlâ katındaki yeri nedir ve sahibini nereye götürür? Acaba tasdikte müminler
eşit derecede midir, yoksa derece derece midir? Tasdik artma ve eksilme kabul
eder mi? Tasdik edilen şey hakkında bir kuşkunun gerçekleşmesi esnasında
eksilir mi? Herhangi bir iman meselesinde eksiklik bulunduğunda, bu eksiklik
bütün imana yayılır mı, yoksa bütünüyle gitmesine etki eder mi? Yoksa sadece
kuşkunun kendisinde gerçekleştiği şeyle mi sınırlıdır? İlahi cezalandırmanın
süratle olmasının nedeni nedir? Allah Teâlâ, benim gibi nebi olmayan kimselere
indirdiği şekilde bu ayeti bana indirdiğinde, bunu bildirmiştir. (Bilindiği
gibi) Kuran ve bütün kelamlar, okurken ve konuşurken bütün konuşanlara ve
okuyuculara iner. Böyle olmasaydı, onlar okuyamaz veya konuşamazlardı. Burada
düşünen kimse için, ilahi sırlar vardır. (Bu ayet bana indirildiğinde) bana
şöyle denildi: ‘Oku.’ Ben de ‘Ne okuyayım?’ dedim. Bana şöyle denildi: ‘İşte
rabbin ehli zalim beldeleri (onların halkını) yakaladığında, kuşkusuz ki senin
Rabbinin yakalaması (cezalandırması) pek elem vericidir, şiddetlidir’461 ayetini oku! Ben de ezberimde
bulunduğu haliyle bü ayeti okudum. ‘Rabbinin
yakalaması (cezalandırması)...’462 kısmına geldiğimde, bana ‘seninle’
de’ diye emredildi? Ben ise ‘Kuran’da böyle değil, ayet böyle inmemiştir’
dedim. Bana şöyle denildi: Sen öyle söyleme, böyle söyle! Böyle inmiştir. Sen
‘seninle’ de. Israr edildi. Ben de ‘O’nun seninle cezalandırması acı ve
şiddetlidir’ diye okudum. Bunun anlamını öğrenmek istedim. Bunun üzerine
tanıdığım bir şahıs karşıma konuldu. Bana iftira atmıştı. Bana şöyle denildi:
‘Bu adam, senden dolayı cezalandırılan birisidir. Yani senin sebebinle
cezalandırılmıştır.’ Ben de adam önümde uzanmış iken ‘Senden dolayı
cezalandırması acı ve şiddedidir’ diye okudum. Bu indirme işi tamamlandığında,
o şahsı çağırdım ve kendisine gördüğüm şeyi söyledim. Bunun üzerine adam,
karşımda pişman oldu, tövbe etti ve yanımdan çıktı. Adam hala yabancılık hali
üzereydi. İçinde bulunduğumuz ay tamamlanmadan, Allah Teâlâ o adamın başına
isabet eden bir taşla canını aldı. Kendisini öldüren insan, ne elbisesine ne
atına ne malına dokunmamıştı bile. Bunun üzerine haber yayıldı ve iş hükümdara
kadar gitti. Hükümdarın nezdinde adamın ölümüne benim sebep olduğum şayiası
çıktı, fakat hükümdar buna kulak asmadı. Aradan üç sene geçtikten sonra, katil
çıka geldi ve hükümdarın huzurunda adamı öldürdüğünü itiraf etti. Hükümdar
katile öldürme sebebini sorunca, adam şöyle dedi. ‘Bir nedeni yok. Bana karşı
bir suç da işlemedi. Fakat yanından geçerken onun kendinden geçmiş bir halde
yattığını gördüm. O esnada kendisini öldürmek isteği uyandı bende. Büyük bir
taşa davrandım, onu kaptım ve başına vurdum, hareketsiz kaldı. Ne malını ne bir
şeyini almak istedim. Bunun karşılığında hükümdar kendisini ölümle cezalandırdı
ve bana da haberini gönderdi. (Ayetlerin indirilmesi anlamında) tenezzüllerin
en gariplerinden birisi, böyle ilavelerdir. Böylelikle ârif, bu indirmenin
nereden gerçekleştiğini, adını ve Hakkın kelamının karşısındaki yerini bilir.
Çünkü Allah Teâlâ’dan aktarılan nebevi-kutsi hadisler Allah Teâlâ’nın kelamı
olsalar bile, Allah Teâlâ kelamı diye isimlendirilmezler.
Bu menzil, yaratmanın başlangıcının
bilinmesini, yeniden yaratmanın nasıl olacağının bilgisini de içerir. Çünkü
keşif ehli yeniden yaratılış hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. İbn Kasi,
bu konuda kendisine özgü bir görüş ileri sürmüş, başkaları ise aralarında
görüş ayrılıkları bulunmakla birlikte başka görüşler ileri sürmüşlerdir.
Nitekim teorik akılcılar da kendi aralarında bu konuda görüş ayrılığına
düşmüşlerdir. Bu menzil, ilahi sevginin bilgisini, sevenler arasındaki
perdelerin bilgisini, başkalarından gerçekleştiğinde cezalandırılmalarına yol
açacak hususların bilgisini içerir. Nitekim bir mısrada şöyle denilir:
Sevgili bir günah getirse
Onun sevimliliği bin mazeret getirir
Arş’ın bilgisi, sayıları,
nitelikleri, kendisine izafe edilmiş iradenin ilmi, onun ariflerin halindeki
etkilerinin bilinmesi de bu menzille ilgilidir. Acaba bunlar celal
niteliklerinden midir, yoksa cemal niteliklerinden midir? Bu menzil, itibar
bilgisini, tehdidin hangi isimden kaynaklandığının bilgisini, tümel nefsin ve
niçin başkalaşmaya konu olmadığının bilgisini içerir. Kur'an-ı Kerîm’in başka
kitaplar, sayfalar ve Allah Teâlâ’dan aktarılan (kutsi) rivayetlerden
üstünlüğünün nedeni de bu menzilden öğrenilir. Hâlbuki bunların hepsi Allah
Teâlâ kelamıdır. Bu bilgiyle birlikte, Kuran’ın içinde de Ayete’l-kürsi’nin
diğer ayetlerden üstünlüğünün nedeni de buradan öğrenilir. Ayete’l-kürsi
ayetler arasında efendi, Yasin ise kalp gibidir. Zilzal suresi ise Kuran’ın
yarısı gibidir. Kafirun suresi, Kuran’ın çeyreği, Nasr suresi ve ihlas suresi
ise Kuran’ın üçte biri gibidir. Yasin ise on kez kuran gibidir. Niçin böyle
tekrarlanmaktadır? Acaba böyle nitelenmiş olan, delil midir, medlül müdür,
yoksa delili inceleyen midir? Bu menzil hakkmda bu kadar açıklama yeterlidir. ‘Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar