Print Friendly and PDF

YİRMİNCİ SİFİR 2.Bölüm

 


 

İKİ YÜZ DOKSAN DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Musevî Mertebeden, Mekkeli Muhammedî Menzilin Bilinmesi

Allah Teâlâ’nın haremi, her nebinin kalbi Ve de her velinin kalbi

Kendi aralarında ona varis oldular ' ilimlerde ve yüce makamda

Şeriata bir bilgi nispet edersen sen ilmi rivayetlerin harflerinde aramalısın

Denizlerin de nurdan bilgileri var Yüce ve değerli kesin bilgiler

Tertemiz nebi ve tertemiz bir peygamber Zengin ve yoksul

Yücede düzenlenmiş nimet Kuyuda taksim edilmiş azap

Bilmelisin ki, bu menzil, Allah Teâlâ katında genel olarak âlemin merte­besinin bilgisini içerir. Acaba yokluğun kendisinden dolayı saygı göste­rilmesi gereken Allah Teâlâ katında bir mertebesi var mıdır, yok mudur? Bedbaht ve kızılmış olanlardan yaratılmış kimselerin Allah Teâlâ katında say­gın bir mertebesi var mıdır, yok mudur? İlahi tazimin kendisiyle mutlu olunacak şekilde saygı gösterende etkisi var mıdır yok mudur? Allah Teâlâ’nın âlemi taziminin sebebi nedir? Yaratılmış âlemin kendisiyle bilindiği bir yücelik niteliği var mıdır yok mudur? ‘Allah Teâlâ sadece kendisine yemin etmiştir, fakat onu bazen gizlemiş ve bir yerde ise açıkça zikretmiştir ki, zikretmediği kısımda da kendisini gizlemiş olduğu öğrenilsin’ diyenlere göre, yaratılmışlara izafe edilen ilahi isimlerin mahiyeti nedir? Bu ko­nuyla ilgili bütün bilgileri bu menzil içerir. Hepsini ayrıntılı olarak zik­retmeye kalkarsak, söz uzar. Bu menzilin içerdiği hususlardan birisi de, âlemde insanın yaratılışının bilinmesidir. Acaba hayvan bu yaratılışta insana ortak mıdır, yoksa bu yaratılış insana mı özgüdür ve bu tarz baş­ka bir yaratılmışa tahsis edilmemiş midir? Hayvan bu yaratılışta insanla ortak ise o zaman niçin tek başma zikredilmiştir? Niçin insan lafzı Kur'an-ı Kerîm’de zikredilmiş ve zikredildiğinde ise ya kınanmak veya zayıflık veya eksiklik özelliğiyle nitelenmiştir? insan övülmek için zikre­dilmiş olsa, onu hemen kınanmışlık niteliği takip eder. Bu bağlamda kınanmaya örnek olarak, ‘kuşkusuz insan hüsrandadır3*4 ve ‘insan rabbine karşı pek nankördür5 ayetlerini verebiliriz. Eksiklik ve zayıflık ise ‘biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık356 ve ‘biz insanı (yüz yüze geleceği) zorluklar içinde yarattık357 ayetlerinde geçer. Övgünün ardından gelen kınama ise ‘insanı en güzel surette yarattık3511 -ki övgüdür‘sonra onu aşağıların aşağısına attık359 ayetinde geçer. Bu ise kınamadır.

Bu menzil aynı zamanda nefislerin kendini beğenmesinin insana kazandırdığı iddia sahiplerinin sonunun bilgisini de içerir. Duyusal ve manevi nimetleri, isimlerle ahlaklarıma, insana verilmiş olan güç ve onun bir etkisinin olduğu bu menzilden öğrenilir, insana bir güç veril­miş olması, Eşarilerin görüşüne aykırı iken fiilleri yükümlülere izafe hu­susunda Mutezile’nin görüşünü güçlendirir. Kendisinde yardımlaşma­nın gerçekleştiği hususu içerir. Delilin bilinmesinin sonu ve nefsin arzu­su nedeniyle onun terk edilmesi de bu menzille ilgilidir. Bütün bunlar, bu menzilin içermiş olduğu ana başlıklardır. Bunlar, büyük bir zorluk altına girmeden sayılamayacak kadar alt başlığa bölünür.

Bu bağlamda genel olarak âlemin Allah Teâlâ katındaki yerine gelirsek, bilmelisin ki: Allah Teâlâ âlemi kendisine duyduğu ihtiyaç nedeniyle yarat­madı. Allah Teâlâ âlemi bilinmesine delil olsun diye yarattı. Bu sayede varlık ve bilgi mertebesinden eksik olan şey tamamlanır. Öyleyse âlemin yara­tılışından Allah Teâlâ, daha önce sahip olmadığı herhangi bir kemal özelliği kazanmamıştır. Aksine Allah Teâlâ mutlak anlamda kemal sahibidir. Ya da âlem kendiliğinde özü gereği talep edilmiş de değildir. Çünkü âleme yaratılışı nedeniyle bir kemal özelliği ilişmemiştir. Aksine âlem, yara­tılmış olsa da olmasa da, kayıtsız anlamda tam eksiklik sahibidir. Öyley­se maksat, zikrettiğimiz varlık mertebesinin ve bilgi mertebesinin âle­min varlığıyla kemale ermesidir. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ âleme kendisi hakkındaki bilgiyi vermiştir. Bunu veren akli taksimdir. Çünkü âlemin tazim özelliğiyle nitelenmesi, Allah Teâlâ’nın bilinmesine delil olarak yerleşti­rilmesinden ve varlık ve bilgi mertebesinin onunla kemale ermesinden kaynaklanır. Delil, delili olduğu şeyin üstünlüğüne göre değer kazanır.

Bilgi ve varlık Hakkın kendileriyle nitelendiği iki durumdur. Bu nedenle onlar tam üstünlük sahibi olmuştur. Buna göre âlemin üstün­lüğü, değerli birisine delil olmasından kaynaklanır. Birisi şöyle diyebilir: Maksat delaletten ibaret ise bu amaç âlemde yaratılmış bir cevher ile gerçekleşebilirdi? Şöyle deriz: Haklısın! Bunu söylerken kast ettiğimiz şey, Allah Teâlâ’nın (âlem ile arasında) nihayetsiz nispetler, hakikatler ve yönlerin bulunduğudur. Bununla birlikte bunların hepsi tek bir nispete dönebilir. Çünkü nispeder, varlıkla nitelenmez ve bu nedenle de bir ni­hayete ulaşmaz. Durum senin işaret ettiğin gibi olsaydı, varlık ve bilgi­ye ait kemal, bu tek yaratılmışın kendilerine delil olmasına göre gerçekleşirdi. Bu durumda ise Haktan bilinen şey, sadece bu tek nispete göre bilinmiş olurdu. Hâlbuki biz, nispeüerin sonsuz olduğunu belirttik. Öyleyse mümkünlerin yaratılması da, sonsuzdur. Başka bir ifadeyle ya­ratılış dünya ve ahirette süreklidir. O halde marifet de dünya ve ahirette sürekli olarak meydana gelir. Bu nedenle de bilginin artışını istemek emredilmiştir. Bakınız! Allah Teâlâ peygambere varlıklar hakkında bilgisinin artmasını istemeyi mi emretmiştir? Hayır! VAllah Teâlâi, Allah Teâlâ peygambere sadece âlemde var ettiği şeylere göre Allah Teâlâ hakkındaki bilgisinin artma­sını istemeyi emretmiştir. Böylelikle âlemde yaratılan her yeni şey, zu­hur eden herhangi bir ilahi nispetin bilgisini kazandırır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem duasındaki şu ifadesiyle kalpleri uyararak şöyle buyurmuş­tur: ‘Allah Teâlâ’m! Kendini isimlendirdiğin veya yaratıklarından herhangi birisine bildirdiğin veya gaybının bilgisine ayırdığın isimlerle senden is­terim.’ İsimler ilahi nispederdir. Gaybın ise nihayeti yoktur. Öyleyse yaratma süreklidir. Yaratılmışlar içinden bilenin bilgisinin ise bütün hal ve zamanlarda sonlu olması ve her nefes sahip olmadığı yeni bir bilgiyi kabul eden olması gerekir. Bu bilgi Allah Teâlâ ile ilgili olabileceği gibi Allah Teâlâ’ya delalet eden bir yaratıkla ilgili bir bilgi de olabilir. Anla!

Birisi şöyle iddia edebilir: Aklın taksimine göre cinsler sınırlıdır. Sayıları sonsuza yaran yaratılmış her şey, bu akli taksime girer. Çünkü bu, Hakkın varlığının bile dahil olduğu bir taksimdir. Şöyle deriz: Bu taksim, akla ve onun gücüne göre doğrudur. Nitekim göz de görülenle­ri taksim etseydi, kendi gücünün verisine göre onları taksim ederdi. Kulak da duyulanları taksim etseydi aynı şekilde taksim ederdi. Fakat bu taksim, yaratılmışları sınırlamayı göstermez. Çünkü bu taksim, ken­di gücünün verisine göre yapılmış bir taksimdir. Herhangi bir imkâna sahip olan her bir güç bir taksim yaptığında, kendi gücünün dışında ka­lan şeyler de o taksimin dışında kalır. Buna göre duyma gücü, duyulan­ları ve konuşma ve duymayla ilgili şeyleri taksim eder, o kadar! Kuşku­suz ki bütün görülenler, yenilenler, koklananlar ve dokunulan şeyler taksimin dışındadır. Akıl da kendi gücüyle taksimi yaptığında, bu tak­sim, aklın gücünün hakikatlerini ve ayrıntılarını bilme imkânına sahip olmadığı bir takım ilahi şeylerin bulunmadığını göstermez. Bunlar bir açıdan kalın taksimi içine girmiş olsa bile, pek çok açıdan taksimin dı­şında kalırlar. Allah Teâlâ’nın kulunda aklın gücünün sahip olmadığı imkâna sahip başka bir güç yaratması da mümkündür. Böyle bir güç (akla göre) imkânsızı zorunluya, (akla göre) zorunluyu imkânsıza veya mümkünü zorunluya ve imkânsıza çevirebilir. İlahi mertebenin genişli­ğinin yaratılışta ve tecellilerde tekrarın olamayacağını gerektirdiğini bilmeyen kimse, böyle bir söz söylemeyeceği gibi bu şekilde de bir iti­razda bulunmaz. Şöyle denüirse: Yaratılmış olan şeyin aklın hükmü al­tında ve onun taksimine girmiş olması gerekir. Bu ise ya olumsuzlama veya olumlama taksimidir. Şöyle deriz: Haklısın! Biz bilinmeyen şeyler arasından bilinenlerin olumlama veya olumsuzlama kısımlarına girdiği­ni reddetmiyoruz. Fakat bu olumlama ve olumsuzlama kısımları altına giren şeyler, olumsuzlamanın verdiği bilgiyi verirler mi vermezler mi? Yoksa olumlamanın verdiği bilgiyi mi verirler? Ya da başka bir şey mi verirler? Çünkü Allah Teâlâ hakkındaki bilgide olumsuzlama, olumsuzlama, olması bakımından verdiğini verir, yoksa delaleti altında bulunan son­suz sayıdaki şeylerin delalet etmesi bakımından bir bilgi vermez. Olum­lama ise olumlama olması bakımından Allah Teâlâ hakkındaki bilgiden verdi­ğini verir, yoksa delaleti altında bulunan olumlanan şeyler bakımından bir bilgi vermez. Çünkü yaratma süreklidir. Bizdeki bilgi ise yaratmanın yenilenmesiyle sürekli yenilenir.

Bir özel delille öğrenilen bilinen, diğer bilinen değildir. Öyleyse o, âlem tarafından değil Allah Teâlâ tarafından bilinendir. Böylelikle bu bilginin mertebesi bu oluş âleminde var olmasıyla kemale erdiği gibi bu varlığa özgü varlığın mertebesi de dışta zuhur etmesiyle kemale ermiştir. Her bir varlığın vermiş olduğu zevki bilgiyi başka bir varlık veremez. İnsan tek bir elmayı yerken her ısırışından farklı bir tat bulur. Elmayı tamam­ladığında ise ancak son ısırışta bulduğu başka bir tat bulur. Elma aynı elmadır. Hâlbuki her yiyişinde tam olarak ifade edemese bile insan baş­ka bir tat bulur. Zikrettiğimiz hususu tam olarak kavrayan kimse, ger­çeğin akıl veya başka bütün mevcut güçlerin yeteneğinin ötesinde bu­lunduğunu da bilir. Bilgisi sonsuz sayıdaki bilinenlere ilişen Allah Teâlâ’yı ten­zih ederim! O’ndan başka ilah yoktur. Aziz ve Hakim’dir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: cO’nun bilgisinden hiçbir şeyi bilemezler ancak O’nun diledi­ğini bilebilirler.”60 Bu ayette akla ve diğer güçlere Allah Teâlâ’nın ancak dilediği kadar bilgi vermiş olduğu belirtilmiştir. ‘Onu bilgi bakımından ihata ede­mezler61 Bu nedenle şöyle demiştir: ‘Yüzler (Allah Teâlâ için) boyun eğmiş­tir.’362 Bunu ‘Onu bilgi bakımından ihata edemezler363 ayetinden sonra söylemiştir. Başka bir ifadeyle onlar, bilgi bakımından kendisini kuşatamayacaklarını anladıklarında, boyun eğmişler, zelil olmuşlar ve hak­kında bilgilerinin olmadığı hususta bilginin artışını Allah Teâlâ’dan istemişler­dir. Burada yüzler, varlıkların zatları ve var olanların hakikatleridir. Çünkü her şeyin yüzü onun zatı demektir. Allah Teâlâ’nın âlemde yarattığı her şey ise kemali üzere onu yaratmıştır ve bu kemal onun yüzüdür (vech). Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Her şeye yaratılışım (varlık ve özelliğini) verdi.’364 Kuşkusuz ki onu kemale erdirdi (demektir). ‘Sonra ona hidayet etti65 Aynı zamanda yaratıklarına hidayeti -ki burada açıklama demek­tirvermiştir. Böylelikle kullarına, akla ve şeriata göre en etkin tarzda gerçeği açıklamış; belirsiz, remizli ve kinayeli bırakmamıştır. ‘O ancak (Allah Teâlâ’dan gelmiş) bir öğüt ve apaçık bir Kurandır:366 Başka bir ayette ise ‘İnsanlara kendilerine indirileni açıklaman (beyan) için...”67 denilir. Beyan olmasaydı, müteşabih ve muhkem açıklanmazdı. Bu sayede, müteşabihin Allah Teâlâ tarafından bilindiği, muhkemin ise tarafımızdan bi­linen kısım olduğunu öğrendik. Müteşabih inmemiş olsaydı, onun müteşabih olduğunu bilirdik. Çünkü onda yaratılmışın niteliği olmaya benzeyen bir nitelik varken bir de yaratanın niteliği olmaya benzer bir yön vardır. Öyleyse müteşabihin anlamını ancak Alla bilebilir.

Müteşabih nazil olmasaydı, Allah Teâlâ’nın bilgisinde müteşabih olan bir şeyin bulunduğu bilinmeyecekti. Bu açıklamanın nihayetidir. Çünkü Allah Teâlâ bize bilinen bir şey olduğu gibi sadece Allah Teâlâ’nın bilebileceği bir şeyin ol­duğunu açıklamıştır. Bazen Allah Teâlâ bu şeyi yaratıklarından dilediği birisi­ne dilediği şekilde bildirebilir.

Bu menzilin içerdiği hususlardan birisi de, önceki ve sonraki şeriat­larda geçen ilahi yeminlerin bilinmesidir. Allah Teâlâ yemin ettiğinde, acaba kendi üzerine mi yemin eder, yoksa yaratıkları üzerine mi yemin eder? Yoksa bazen kendi üzerine bazen de yaratıkları üzerine mi yemin eder? Buna örnek olarak şu ayetleri verebiliriz: ‘Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki gönder­dik...,36S Burada Allah Teâlâ ismi üzerine yemin edilmiştir. Başka bir ayette ise ‘Rabbinin üzerine yemin olsun ki369 veya ‘göğün ve yerin rabbi üzerine ye­min olsun ki370 veya ‘Zariyat üzerine yemin olsun ki’371, ‘gönderilenler üze­rine yemin olsun fei’372, ‘yıldız üzerine yemin olsun ki’373, ‘güneş üzerine ye­min olsun ki5374 gibi yeminler geçer. Bunlar, zahirde isimlerin yerine ko­nulmuş olan yaratıklardır. Öyleyse burada gizlenmiş bir şey varsa, isim­lerdir. İsim gözükse de gözükmese de, her durumda söz konusu yara­tıkların Allah Teâlâ’ya tamlama yapılmaları nedeniyle büyük bir değerleri var­dır. Genel yemin, ‘gördüklerinize ve görmediklerinize yemin ederim375 aye­tinde belirtilir. Böylelikle bu yemine bütün yaratıklar girdiği gibi yok­luk ve yok olanlar da dahildir. Bu durum, ‘görmediklerinize376 ayetinde belirtilen kısımdır. Burada kast edilen şimdiki zamanda ve gelecek za­manda görmedikleridir. Gelecek zaman ise yoktur. Öyleyse eşyanın şe­ref ve yücelikle bir ilişkisi bulunduğu gibi yokluğun da bir ilişkisi var­dır. Buna göre salt yokluğun üstünlüğüne gelirsek, onun değeri, sırf varlığa delil olmasıdır. Böylelikle delil olması bakımından yücelmiştir. Bu durum insanların dillerinde dolaşan bir ifadededir. Bu hususta bir mısra vardır, şöyle denilir:

Eşya zıtlarıyla ayrışır

Yokluk varlığı, varlık yokluğu ayırt eder

Sınırlı yokluğun üstünlüğüne gelirsek, sınırlı yokluk, varlığı kabul edebilecek bir niteliktedir. Varlık ise kendiliğinde değerlidir. Bu neden­le de Hakkın niteliklerinden birisidir. Kuşkusuz ki sınırlı yokluk, varlığı kabul etmesi özelliğiyle mutlak yokluktan üstün olmuştur. Öyleyse o,

Hakka iki şekilde delildir: Birincisi, yokluğu halindeki delaleti iken İkincisi, varlığı anındaki delaletidir. Salt yokluğun sınırlı yokluktan üs­tünlüğü ise tek yöndedir. Bu ise onun Allah Teâlâ’yı tazimi ve varlık kabul et­meyeceği hakkındaki delaletinin gücüdür. Böylelikle mutlak yokluk, varlık niteliğinde kendisine ortak olup Allah Teâlâ’ya verilen bir ismin kendisi­ne verilmesi hususunda ilahi mertebe hakkındaki kıskançlığı nedeniyle olduğu hal üzere kalır.

Gerçek böyle olunca, Hakk var olanlar için tespih etme (yükümlü­lüğü) belirlemiştir ki, tenzih demektir. Tenzih, yaratıkların nitelikleri­nin kendisine ilişmesinden münezzeh olması demektir. Tenzih, yokluk niteliğidir. Böylelikle Hakk, kendisini onunla niteleyerek mutlak yokluğu şereflendirmiş ve şöyle demiştir: ‘İzzet sahibi Rabbin onların nitelemele­rinden münezzehtir.”77 Bu ifade, Allah Teâlâ’yı yüceltmeyle ilgili niyeti nedeniy­le, yokluğu şereflendirmek üzere söylenmiştir. Çünkü mutlak yokluk, Allah Teâlâ’nın Hakk ettiği şeyi sınırlı yokluktan daha iyi bilir. Çünkü yokluk ha­linde ezel niteliği ona aittir. Nitekim Hakk da varlığında ezel niteliğinin sahibidir. Ezel, Hakkın başlangıcının olmayışı özelliğiyle nitelenmesi­dir. Başka bir ifadeyle o, özü gereği varlığın kendisinden olumsuzlanmasıyla yokluk niteliğidir. Öyleyse Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ’nın dışındaki şeyler için­de mutlak yokluktan daha iyi bilen yoktur.

Yokluk bu üstünlüğe sahip iken ve iddia ve ortaklık varlıklara ait iken, bu nedenle bize şöyle denilmiştir: ‘Kuşkusuz ki sen daha önce bir şey değil iken seni yarattık.’378 Yani mevcut değil iken seni yarattık. Varlık halinde de karşımda itiraz etmeden ve kaderin akışına teslim olarak kalmalısın. Nitekim yokluk halinde böyle idin. Böylelikle insanın şerefi, varlığında yokluğuna dönmesi olmuştur. Yokluğun üstünlüğü zikretti­ğimiz şekilde olmasaydı, Hakk yaratılmış varlığm hükümde -yoksa ger­çekte değilbu Hakk dönmesine dikkatini çekmezdi. Dışta var iken hü­kümde bu özelliğe ise ancak nereden geldiğini ve kendisinden neyin is­tendiğini ve niçin yaratıldığını bilen kimse başarabilir. Kuşkusuz ki mutlak yokluğun üstünlüğü hakkında yeterli kadar açıklama yapılmış oldu. Bu, insanların habersiz kaldığı ve zikrettiklerinde de Allah Teâlâ’dan an­lamadıkları bir meseledir.

‘Var olanlar5 ve ‘yok olanlar’ için üstünlüğün (kendileri bakımından değil) delalet balonundan olduğu belli olunca, onlara saygı göstermek zorunlu olmuştur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kim Allah Teâlâ’nın şiarlarını yü­celtirse, bu kalplerin takvasındandır.’379 Şiarlar, alametler demektir. Başka bir ifadeyle onlar delillerdir. Öyleyse onları yücelten kimse, bütün hareketlerinde (takallubat) takva sahibidir. Çünkü kalpler, (hareket ve de­ğişmek) anlamındaki taklib’den türetilmiştir. Allah Teâlâ bu davranışın nefislerin veya ruhların takvasından olduğunu söylememiş, ‘kalplerin takvasındandır’™ demiştir. Çünkü insan hallerinde, her nefes, halden Hakk girer. Bunun nedeni, var olmayan şeylerin her nefes yaratılmasıdır. Halden Hakk girdiği her değişiminde Allah Teâlâ’dan korkmak ve çekinmek, Allah Teâlâ’nın insandan talep edebileceği işlerin zirvesidir. Bu Hakk ise yaratık­lar içinden güçlü kamiller ulaşabilir. Çünkü bu değişmenin farkına varmak, çetin iştir. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurdu: ‘Allah Teâlâ’nın şiarları­nı..:3*1 Yani onlar, gösterdikleri şeyin fark edilmesini sağlarlar ve bunlar ancak kendilerini fark edenin nezdinde şiarlar olabilirler. Onların farkı­na varmayanlar -ki yaratıkların büyük kısmı böyledirkendilerine saygı gösteremez. Öyleyse bu şiarlara ancak bütün yönelim ve hareketlerinde Allah Teâlâ’ya yönelmiş kimse saygı gösterebilir. Bu nedenle Allah Teâlâ bu şiarları niyetin yenilenmesi demek olan hac ibadeti hakkında zikretmiştir, insan bir kasıttan ve niyetten yoksun olamadığına göre, (ancak niyetle ve kasıda anlaşılabilecek) şiarlar hac ayetinde zikredilmiş, hac uygulamaları da zikredilmiştir. Bunlar, her bir yönelimde farklı farklıdır. Böylelikle eşya üzerinde yemin etmek, yaratıklardan eşyaya saygı göstermesini ta­lep demektir. Öyle ki, Allah Teâlâ’ya delil olan şeylerden herhangi birisini ih­mal etmesinler. Söz konusu delilin Mutlu veya bedbaht olması veya var­lık (veya yokluk) olması durumu değiştirmez. Bununla birlikte Hakkın yemindeki maksadı eşya değil de, kendisi olabilir. Hatta kast edilen her iki durum birden olabilir ki, bu ihtimal, daha doğrudur.

Bilmelisin ki, bu diğer kasıda amaçlanan şey, bizim için saygı ve bildirme olabilir. Bunun için Allah Teâlâ eşyayı zikretmiş ve ilahi isimleri giz­lemiştir ki, eşya Hakkın irade ettiği ilahi isimlere delalet etsin. Öyleyse ilahi isimler delaletin dışında ve onun saygısının dışına çıkmamış olur. Bu bağlamda Hakk şöyle der: ‘Göğe ve onu yapana yemin olsun ki.’3*2 Yani göğün yapıcısına yemin olsun ki. ‘Yere ve onu yayıp döşeyene...’3*3 Yani yeri yayana yemin olsun ki... ‘Battığında yıldıza yemin olsun ki...’384 Yani yıldızı kaydırana yemin osun ki... Böylelikle eşya farklılaşmış, nispeder değişmiş, bu nedenle isimler değişmiş, zikredilen bu varlığa özgü (isim­ler) belirlenmiştir. Böylelikle âlem, zamirlerde (gizliler) anlam yoluyla isim olarak verdiklerinde ise lafız yoluyla Allah Teâlâ’ya verilmesi uygun isim­leri öğrenmiştir. Çünkü gizli (zamir) olarak ifade ettiğini açık kullan­mak isteseydi, onu öyle kullanırdı. Nitekim ‘Göğün ve yerin rabbine ye­min olsun ki385 ayetinde böyle yapmıştır. Burada özel olarak gökle ilgili özel bir nispet yönünden Rab ismini getirmiştir. Yer ismi ise gizlenmiş­tir. Çünkü Rab ismi ile yer (arasındaki) özel bir nispede gelmiştir ve bu nispet gökte bulunmaz ve bu nedenle gök ve yer birbirine denk değil­dir. Hatta gök, nispederin farklılığı nedeniyle, yerden farklıdır. Öyleyse göğün yaratılışında Rab isminin ilişkisi, yerin yaratılışında Rab isminin ilişkisinden farklıdır. ‘Ve yer86 ayetinde ‘vav’ harfi (ve) bulunmasaydı ki ortaklık bildirir-, nispetin farklılığından dolayı Rab isminin farklılığı­nı söylerdik. Fakat ‘vav5 harfi bunu engellemiştir. Kur'an-ı Kerîm ise Arapça inmiştir. ‘Vav5 ise bu dilde birincide zikredilip kendisine atıf ya­pılanda zikredilmezse, başka bir hükme sahiptir ve ortaklığa delildir. ‘Kame Zeyd ve Amr (Zeyd ve Amr kalktı)’ dediğinde, nefsin zorlan­mayla kesilmesi gibi herhangi bir arızi kesen olmadan veya muradını anlatan sözü tamamlamadan alı koyan bir meşguliyetin ortaya çıkma­sıyla burada durduğunda, burada ‘vav’ ortaklık bildirir ve bu zorunlu­dur. Öyleyse kesen kendisini ‘Amr ve hariç’ demekten alı koymuştur. Ya da ‘Amr ve ebuhu kaidun’ (Amr ve babası ayaktadır)’ demekten en­gellemiştir. Buradaki ‘vav1, başlangıç ve hal ‘vav’ıdır, atıf ‘vav’ı değildir. ‘Kame Zeyd ve harece Amr’ dediğinde ise buradaki ‘vav’ atıf ‘vav’ıdır. Burada bir cümlenin başka bir cümleye atıf yapılmasını kast etmekte­yim, yoksa ortaklık bildiren ‘vav5 değildir. Bu nedenle ‘ve yer387 ayetin­deki ‘vav’ı zikredilen ve atfın kendisine yapıldığı ilahi isimde ortaklık bildiren ‘vav5 saydık. Gizleme ise başkalaşmanın kendisinde gerçekleşti­ği nispettedir. Anla! Çünkü bu Allah Teâlâ’yı bilmenin sırlarından biridir.

Bilmelisin ki, bazı ârifler, bu durumlara saygı göstermeyi meşru görünce, Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyi mutluluğa katmıştır. Söz konusu muduluk, amaç sahibi yaratıkların içinde bulundukları durumda kendi­leri adına yaratılmış olan amaçlarına ulaşmalarından ibarettir. Bu ne­denle böyle bir bakış açısma sahip kimse, kimseyi azap içinde görmez. Azap özü gereği nahoş olduğu için elem ve üzüntü demektir. İnsanlar cehennemi doldursalar bile, onlarm orada kendilerinden başkasının bilmediği zevk edilen bir nimederi vardır. Çünkü her iki yer de dolaçaktır. Bu bağlamda Allah Teâlâ iki yerin de dolacağını ve ebedi olarak oralarda kalınacağını bildirmiştir. Fakat acı demek olan azabın sürekli olacağı hakkında herhangi bir nass yoktur, yoksa genel olarak acıyı his­seden özel mizaçta elemin varlığına sebep olan hareketlerle ilgili değil! Vurmayı, kesmeyi, yakmayı varlıkta açıkça görürüz, fakat bunlardan zorunlu olarak bir acı meydana gelmez. Biz bu durumu bu yolda kendi nefislerimizden müşahede ettik ki bü durum bu yolun şerefinden kay­naklanır. Arkadaşlarımız bu konu hakkında şöyle der: Şaşılacak olan, bir bahçeye girmek değildir. Şaşırtıcı olan, ateşin ortasına girmektir, çünkü bu alışık olunmayan bir durumdur. Burada kast edilen şey, hazzm alışık olunan bir şekilde elde etmenin şaşırtıcı bir durum olmadığı­dır. Şaşırtıcı olan şey, hazzı alışılagelmiş sebepten başka bir şekilde bu­labilmektir. Ebu Yezid’in ‘azapla ile haz almanın dışında (bütün amaç­larıma ulaştım)’ derken kast ettiği şey buydu. Bu nedenle de azap diye isimlendirilmiştir. Çünkü o, kendisini gerektiren belli bir mizaç nede­niyle belirli bir kavme azap vermektedir.

Allah Teâlâ kendisine tamlama yapılan şeylerden her bir şeyi yü­celtmeyi emretmiştir. Hâlbuki her hangi bir şey, ya nass tarafından veya akla göre Hakka izafe edilir. Bu nedenle herhangi bir şey üzerinde aza­bın sonsuzluğu uzak (bir yorumdur). Allah Teâlâ vardı(r) ve O’nunla birlikte başka bir şey yoktu(r). Allah Teâlâ’ya yarattığı ve var ettiği şeylerden daha ön­ce sahip olmadığı herhangi bir nitelik dönmez. O, yine olduğu gibidir. Böyle bir şeyi belirtmemizin nedeni, kendisine etki etmiş olan herhangi bir ilahi ismi olumsuzlayan kimsedir. Şöyle deriz: Bir ilahi ismin etkisi olmasa bile, ismin kemali kendisinden etkinin ortaya çıkmasına bağlı değildir. Çünkü (bütün isimlerin gösterdiği) hakikat tektir, bunu bil­melisin! Bu konu bu yoldaki en güç meselelerden birisidir. Allah Teâlâ rahmetinin gazabmı geçtiğini belirtir. Burada Allah Teâlâ, kullan üzerine merhamede hüküm vermesinin gazap ile hükmetmesini geçtiğini kast eder. Geçme ise bir şeyin kendisinde meydana gelmez. Çünkü bazen bir at geniş nefesli ve yavaş hareketli olabilir. Başka bir at ise nefesi dar ve hızlı hareketli olabilir. Dolanılan (yol) ise uzundur. Bu durumda geniş nefesli at, harekette yavaş olsa bile, dar nefesli olanı takip eder ve en so­nunda onu geçer ve gerisinde bırakır. Böylelikle ancak yolun sonunda geçtiği hükmü verilir. Öyleyse ipi göğüsleyen, geçendir. Bu nedenle ya­rışta atlar arasında müsabaka uzar. Bu, bu makama dikkat çekmek üze­re, burada başlangıçtır. Yarışmanın sonu ise geçme hükmü verilecek şe­kilde sona ulaşan kimsedir. Rahmet Allah Teâlâ’nın yaratıkları hakkmda gazabı geçmiştir. Öyleyse rahmet, Allah Teâlâ’nın keremiyle iki âlemde de öndedir. Bu durum Allah Teâlâ’ya ağır gelmez. Hepsi ateşte bile olsa, onlarm ateşte ni­meti vardır. Çünkü onlar ateşten çıkıcı değillerdir. Bu durumda ‘Rah­metim gazabımı geçmiştir’ ifadesi doğru olduğu gibi ‘Cehennemi insan ve cinlerle dolduracağım388 ayeti de doğrudur. Aynı zamanda ‘Rahmetim her şeyi kuşatmıştır (geçmiştir)”89 ayeti de doğrudur. Kuşkusuz ki bu ko­nuda bir mesele ortaya koydum ki onu kendi irademle yapmadım. Fa­kat ilahi söz, onu izhar etmek üzere hüküm verdi. Ben ise onda ihtiya­rında mecbur olan birisi gibiydim. Allah Teâlâ onunla dilediği kimseleri ya­rarlandırır. O’ndan başka ilah yoktur. Bu menzilin (içerdiği) bilgiler hakkmda bu kadar açıklama yeterlidir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İKİ YÜZ DOKSAN BEŞİNCİ BÖLÜM

Muhammedi Mertebeden, Yüce Sayıların Mertebesi Menzilinin Bilinmesi

Nehirler fışkırdı taşların arasından Sırlarımın hâzinelerinde yerime doldu

Ledün ilminin öşründen zahir Ondan bir şey gizlemedim, dokuz tanesi

Nefsimi hesaba çeker varlığının çift olmasıyla Tekliğim ise tekliklerle beni talep eder

Kendimi efendinin şehrinde korudum Bileşik sudan ve ateşten inşa etti onu

Yüksekliğinde onun benzeri bir kale görülmedi Onda yedi surun ardında gizlendim

Onun mertebesi zillet ve izzet arasında Değerim ölçüsünde bana davrandı orada

Ta ki üfleme duyunun suretlerinde gerçekleşti Başkalarımın berzahını hayalin suretlerine

Bu iş onda sürekli olarak kalıcıdır Fikirlerimin kabrinden diriliş gerçekleşene kadar

Bilerek ve görerek onları müşahede ederim Sırlarımın müşahedesiyle ve nurlarımın müşahedesiyle

Bu mazharlar bizde tür tür olmuş Fikirlerin görmesiyle ve gözlerin görmesiyle

Bu menzilin içermiş olduğu ilimlerin fihristi şöyledir: Levaih (pa­rıltılar) ilmi; bunlar, zevkin öncülleridir. Bu, garip bir menzildir ve gaf­lete ve unutmaya gelmez. Bu menzilde dişiliğin sayılara girmesi vardır ki sayı müzekkerdir (eril). Manîlik mensuplarının niçin sapmış olduğu­nun bilgisi de bu menzildedir. Acaba onları böyle bir yanlış inanca sevk eden Hakk yön nedir? Kıyamet günü bu konuda geçerli bir özrü var mı­dır, yok mudur? Girme ilmi de konuyla ilgilidir. Bu ise belaları talep demektir. Niçin talep edilir ve fazileti kime döner? Öldürmeyle kendi­sine karşı suç işlenmiş olan kimse, bununla razı olur mu olmaz mı? Hangi hikmet nedeniyle kan talebi (öldürülenin) velisine bırakılmıştır. Veli kânı bağışladığında, kıyamet günü öldürülenin hakkı düşer mi, yoksa bu durum borçtaki devir gibi midir? Alacaklı onu alırsa, borcun ilk kişiye dönmesi söz konusu olmaz. Bu ise, alacaklının rızasından son­ra olabilir. Gaybın yerleşip görülmemesi ve niçin yerleştiğinin bilinmesi de bu menzille ilgilidir. Görülmesi gereken gaybın bilinmesi ve onun Allah Teâlâ’dan talep edilmesi bu menzille ilgilidir. Akıl ilmi ve sahibinin mer­tebesi bu menzille ilgilidir. İtibar ilmi bu menzildedir. Hal ve makam­larda intikal, niceliklerin ve niteliklerin bilinmesi, teali’nin bilgisi bu menzildedir. Neye sevk ettiği ve onun zekilere değil de saflara özgü ol­duğunun bilgisi bu menzildedir. Bozulma ve düzelmenin ilmi, yüküm­lülük gerçekleşsin veya gerçekleşmesin, amellerle ilgili hususların bilin­mesi bu menzildedir. Yıldız bilimcilerin bilgilerini nereden aldıkları hu­susu bu menzille ilgilidir. Onlar, yıldızlara göre hüküm veren ve Allah Teâlâ’nın onlara yerleştirdiği ilahi ilimlerden kaynaklanan hükümleri bilen kimselerdir. Ayrıca bu ilmin diğer ilimlerden üstünlüğünün bilgisi ve konuyla ilgili bir hayvanını durumu bu menzille ilgilidir. Söz konusu hayvanın üst tarafı yenildiğinde, yiyen kimseye özelliğiyle yıldız ilmini verir. Ortası yenildiğinde ise yiyene bitkilerin ilmini kazandırır. Kuyru­ğunu takip eden kısmı yenildiğinde ise yerin altında gizlenmiş olan su­ların ilmini kazandırır. Böyle bir insan su bulunmayan bir yere geldi­ğinde, suyun kaç arşın aşağıda bulunduğunu bilir. Bu hayvan, ne küçük ne büyük bir yılandır ve ancak Endülüs’ün batısındaki Şelb’in mekanla­rında bulunur. Müslümanların Emirinin kâtibi, Abdullah b. Abdun, bi­zim yanımızda ona denk gelmiş, keskin bir bıçakla tek vuruşla başım ve kuyruğunu kesmiş, üç eşit paraya bölmüştü. Onlar üç kardeşti. Abdul­lah üst kısmını yedi. Üst kısmın yenilmesi, herhangi bir kitap okuma­dan veya rehberin yönlendirmesi olmaksızın, yıldızlarla hüküm verme­de bir alamet idi. Kardeşi Abdülmecid ise orta kısmını yemişti. Bu ise bitkileri, onların özelliklerini ve bileşimlerini bir kitap okumadan veya yönlendirilmeden öğrenmede bir delil idi. Oğlu Müncenifi bu hususu bana Konya’da bildirmiştir. Üçüncü kardeş ise kuyruk kısmından sonra gelen üçüncü parçayı yemiştir. Bu ise yerin dibinden suların çıkartılma­sının alametiydi. Sırlarını yaratıklara tevdi eden Allah Teâlâ’yı tenzih ederim! Adederi aşmada keramet ile istidrac arasındaki farkın bilinmesi de bu konuyla ilgilidir.         *

Allah Teâlâ’dan başka, âlemde insanı ve hayvanı sevmenin nedeninin bi­linmesi de bu konuyla ilgilidir. Sevginin iki nedeni vardır: Birincisi nis­pet, diğeri ise iyiliktir. Nispet Allah Teâlâ’ya dönük olduğunda daha yakındır. Çünkü insan ilahi surete göre yaratılmıştır. İhsan ise Allah Teâlâ’dandır. Allah Teâlâ varlığını yaratmayla insana da nimet verendir. Sonra da insandaki her bir şeyi yaratmıştır. Öyleyse insan, nasıl olur da başkasını sever ve ken­disini onda yitirir ki? Kıyamet ve insanlar, bedbahtlık ve mutluluk menzillerine girene kadar, köprünün üzerinde durduklarında orayla il­gili durumların bilgisi de bu menzille ilgilidir. Bunlar, bu menzilin içermiş olduğu bütün ilimlerdir. Himmetin kendilerini aramaya yüksel­sin diye, bunlara dikkatini çekmiş olduk. Şimdi ise imkân ölçüsünde, bunlardan bir veya birkaç meseleyi sözü uzatmadan ve kelimeleri artır­madan özede zikredelim. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’390

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ (heybetinde) kendilerinden geçmiş melek­leri yaratmıştır. Bunlar, Allah Teâlâ’dan başkası hakkında bilgisi olmayan me­leklerdir. Allah Teâlâ’nm kendilerinden başka bir şey yaratıp yaratmadı­ğını bilmezler. Onlar, Hakka yakın, O’na yönelmiş ve sadece O’nu bi­len ve Hakkın kendilerine celalini göstermesi nedeniyle de kendilerin­den alınmış kerrubiyyûn melekleridir. Onlardan birisi, İlk Akıl’a ve biz­den makamları üzere Efrad’a tahsis edilmiştir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın Efrad’m kalplerindeki celali de böyledir. Bu nedenle onlar da Haktan başkasını görmezler. Onlar, Kutub’un hükmünün -ki imamdırdışında kalan kimselerdir. Kutub da onlardan birisidir ve fakat onun yardımı İlk Akıl’dan gelir. İlk akıl, yazı ve tedvin âlemindeki ilk varlıktır ve o ör­neksiz yaratılan şeydir. Sonra, bir zaman aralığı olmaksızın, bu akıldan türeme ve çıkma yoluyla nefistir. Nefs, kıyamete kadar bu âlemde mey­dana gelen her şeyin kendisine yazıldığı korunmuş levhadır. O, yaratık­ları hakkında Allah Teâlâ’nın bilgisidir ve nuranilikte ve mertebede akıldan aşağıdadır. Bu yönüyle nefs, bu nefsin gücünde bulunan heba cevheri­nin kendisinden çıkması için, yeşil bir zümrüt gibidir. Böylelikle nefis­ten heba cevheri çıkmıştır. O ise kendisinde ışık bulunmayan karanlık cevherdir. Allah Teâlâ doğa mertebesini nefis ile heba arasında mevcut değil akledilir bir mertebe olarak var etmiştir. Sonra Allah Teâlâ, sebepleri ve hikmetleri koymuş, âlemde nurları ve karanlıkların varlığını düzenle­miştir. Bunları Zâhir ve Bâtın’ın gereğine göre yapmıştır. Aynı şekilde başlangıcı eşyaya ve sonu belli bir süreyle onların miktarlarına yerleş­tirmiştir. Bu ise sonsuza dek sürmez. Öyleyse sadece İlk ve Son ismi arasmda başlangıçlar ve sonlar vardır. Bu iki hakikat nedeniyle başlan­gıç ve sonlanma sürekli olmuştur. Öyleyse oluş her an yenilenir. Başka bir ifadeyle sürekli beka, yaratmadadır. Allah Teâlâ bu nefse zikrettiğimiz ne­denle bir ameli güç vermiştir. Bu ameli güçten ise Allah Teâlâ bir tür te­celliyle tüm cismi heba’daki bir cevher sureti olarak yaratmıştır. Allah Teâlâ’nm belirli bir sebep vesilesiyle yaratmış olduğu her şey, o varlığa özgü özel bir tecelliyle var olmuştur ve sebep onu bilmez. Bu varlık ise sebepten değil, sebebe yönelme esnasındaki bu ilahi tecelliden ve rab­bani yönelişten meydana gelmiştir. Bu tecelli olmasaydı, o varlık var olmazdı. Bu durum, ‘ona üflerim”9 ayetinde belirtilir. Dolayısıyla var olan şey, üflemeden başka, sebep nedeniyle var olmadı. ‘Allah Teâlâ’nın izniyle kuş olur.’392 Öyleyse kuş Allah Teâlâ’nın ol emrinin kendisine yönelmesinden meydana gelir. Bu emir ‘ol393 sözünde ifade edilen Hakkın şanına layık emirdir. Allah Teâlâ bu ilk cismi var ettiğinde, kendisine bir şekil lazım ol­muştur, çünkü şekil, cisimlerin özelliklerindendir. Cisimde ortaya çıkan ilk şekil, dairedir ve o şekillerin en üstünüdür. Daire, şekiller arasında harfler arasında Elif harfi gibidir ve bütün şekilleri içerir. Nitekim Elif de havanın göğüsten iki dudağa ulaşana kadar harf mahreçlerine uğra­masıyla, bütün harfleri içerir ve harflerin zatlarını mahreçlerde ortaya çıkartır. Göğüste durduğunda, he ve hemze harfleri elif harfinden orta­ya çıkar. Göğüsten boğaza çıktığında ve boğazdaki belli mertebelerde kaldığında, ha harfini meydana getirir. Sonra ayn, hı, ğayn, kaf, kef harflerini meydana getirir. Gayr-ı makud (düğümlü olmayan) kaf harfi ise iki harf arasında, yani kef ile kafmakude arasında bulunan bir harf­tir, yoksa sadece kef veya sadece kaf değildir. Bu nedenle dilciler kendi­sini reddeder. Bizim kıraat hocalarımız kafi akdetmezler ve silsile bo­yunca şeyhlerinden onu böyle aldıklarını zannederler. Bu silsile, eda yo­luyla, bu dilin ilk sahipleri olan Araplara kadar uzanır ki onlar sahabe­dir. Onlardan da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e kadar uzanır. Bütün bu aktarım, eda yoluyla gerçekleşmiştir. Dilini değiştirmeden kalan Araplardan benim karşılaştıklarım ise -söz gelişi Benû Fehm gibionların da kafi akdettik­lerini gördüm. Bütün Araplar da böyledir. Mağrip şehirlerindeki dost­larımıza Kuran’da kafi akdetmeden okuma alışkanlığının nereden gir­diğini bilmiyorum. Sonuncusuna varana kadar, bütün harflerin konuş­ması da böyledir. Son harf vav’dır ve vav’ın ardında herhangi bir harfe ait bir mertebe kesinlikle yoktur. Cisimlerde ise şekillerin kendisinde bi­tecekleri ve duracakları bir sınırı yoktur. Çünkü o da sayıya tabidir ve sayı kendiliğinde sonsuzdur. Öyleyse şekiller de böyledir. Buna göre dairesellikten sonra ortaya çıkan ilk şekil, üçgendir. Üçgenden ise eşke­nar üçgendir. Cisimlilerde şekiller sonsuza kadar gider. Buna göre şekil­lerin en üstünü ve en sağlamı, altıgendir. Cisim ne kadar genişler ve büyürse, o kadar şekli kabul eder. Sonra Allah Teâlâ, cisimsel sureti doğanın kendi mertebesinden ona verdiği şeyle -ki biz onu nefs ile heba arasında saymıştıkheba’da tutar. Doğanın mertebesi burada olmasaydı, cisim bu cevherde ortaya çıkmazdı ve onda sübutu olmazdı. Böylelikle nefs için doğa, maddelerde kendisiyle yapım suretleri açan sanatkâr için alet gibi olmuştur. Bu cevherde tüm cisim neftten sıcaklık aletiyle ortaya çıkmıştır. Kendisinde hayat ise sıcaklığın yaşlığa eşlik etmesiyle ortaya çıkmıştır. Sureti ise heba’da soğukluk ve kuruluk ile sabit olmuştur. Allah Teâlâ onu yani bu küresel cismi divan tarzında yapmış, dünya devam etti­ği sürece onun için bilfiil dört taşıyıcı, bilkuvve olarak da dört taşıyıcı daha yaratmıştır. Kıyamet günü bu dört ile diğer dördü bir araya geti­rir. Böylelikle toplam sekiz olur. Onu Arş diye isimlendirmiş, rahmetin kaynağı yapmış, Rahman ismiyle onun üzerine yerleşmiş, onu içerdiği bütün mülküyle birlikte ayrışma ve bitişmeyi kabul eden bir mekan ha­line getirmiş, mekan ve yerleri doldurmuştur. Onun üzerinde bulunan ve Amâ ile altında bulunan -ki Amâ üzerinde ve altında hava bulunma­yan şeydirmertebesi, Rab ismine aittir. Allah Teâlâ ise bütün ilahi isimler üzerinde hüküm sahibi olan kuşatıcı isimdir. Böylelikle O’nun niteliği her şeye hakim olmaktır. Kelime Arş’ta bir olmuştur. Öyleyse kelime, cisimler âleminin kendisini kabul ettiği varlıkların ilkidir.

Allah Teâlâ, bu heba cevherinin içinde başka bir cisim daha yarattı. O boşluğu dolduran cisimdir. Böylelikle mekanlı ve cisimsel suretlerden ortaya çıkan her sureti bu cevher kabul edicidir. Bunu söylememizin nedeni, kürsü’nün Arş içindeki bir suret olduğu zannının önüne geç­mektir. Gerçek böyle değildir. O sadece heba’daki başka bir surettir ve bir şekilde Arş’ın suretini kabul ettiği gibi onu da -fakat farklı nispetler­lekabul etmiştir. Böylelikle bu diğer varlık kürsü diye isimlendirilmiş ve iki ayak Arş’tan kendisine sarkmıştır. Tohumun parçalanması gibi rahmet parçalanmış, rahmet sınırlılık ve mudaklık olarak farklı türlere ayrışmıştır. Böylelikle sınırlı rahmet ortaya çıkmıştır ki bu birinci ayak­tır. Bu diğer ayağm ortaya çıkmasıyla ise mutlak rahmet ayrışmış, Arş kaynaklı tek kelime haber ve hüküm diye ikiye bölünmüştür. Hâlbuki daha önce bu bölünme Arş’ta ortaya çıkmamıştı. Hüküm emir ve yasak şeklinde ikiye ayrılırken; emir de vacip, mendup, mubah şeklinde; yasak ise haram ve mekruh şeklinde kısımlara ayrılmıştır. Haber ise bu kısım­lara olduğu gibi ilave olarak soru sorma, kabul etme, dua, inkâr, anlat­ma, öğretme kısımlarına ayrılmıştır. Böylelikle diller farklılaşmış, sesler kürsü’de ortaya çıkmıştır. Böylece nağmelerin ayrıntısı -ki onlar Arş’ta mücmel ve özet idiortaya çıkmıştır. Öyleyse o, cisimler âleminde sema’dan ortaya çıkan ilk neşelenme idi. Buradan ise felekler, gökler, rü­künler ve türeyenler âlemine yayılmıştır.

Hakk, mertebe bakımından kürsü’nün aşağısında başka bir dairesel cisim yaratmış ve onu yıldız olmaksızın felek daireselliğinde var etmiş­tir. Hakk bu cisimde on iki ölçü takdir etmiştir ve her birisi başka bir ad­la adlandırılmıştır. Bunlar, burçlar diye bilinen şeylerdir. Allah Teâlâ onlardan doğanın otoritesini ortaya çıkarmıştır. Onlardan sıcaklık ve kuruluğun birleşiminden üç tane var etmiş ve hükümlerini birbirinden farklı kıl­mıştır. Gerçi onlar tek doğaya sahiptir. Fakat bu felekteki belirli yer farklı olunca, o yönden hükümleri de değişmiştir. Sıcaklık ve kuruluk gibi tek bir doğaya sahip olmaları nedeniyle ise hükümleri birdir. Bir açıdan ortak olarak etkin olurlarken bir açıdan da farklı olarak işlerini yaparlar. Bu nedenle onlardan oluş-bozuluş, başkalaşma ve dönüşmeler gerçekleşir. Burada bozulma derken bildiğimiz kötülükleri kast etmiyo­rum. Bozulma derken belli bir nizamın bozulmasını kast etmekteyim. Bu sayede ‘falan düzen bozuldu’ denilir, yani ortadan kalktı demektir. Söz gelişi elmayı yediğinde veya bir bıçakla kendisini kısımlara böldü­ğünde, nizamı bozulmuş ve o suret başka bir suretin kendisinde gö­zükmesiyle ortadan kalkmıştır. Cennetteki her şey bu felekten ortaya çıktığı gibi ehli için şehvet de ondan meydana gelmiştir. O, yaratma Arş’ıdır.

Sonra Allah Teâlâ bu Atlas feleğinin ortasmda başka bir felek daha yarattı. Atlas feleği, ameli nefsin aleti mesabesindeki bu doğaların bu­lunduğu yerdir. Bu diğer feleği Allah Teâlâ daha önce de sözünü ettiğimiz heba cevherinde ve yine daha önce sözünü ettiğimiz tecelliyle var etti. Çünkü yaratma ancak Allah Teâlâ’ya aittir. Bu felek, sabit yıldızlar feleği ve At­las’ta takdir edilmiş olan burçların kendileriyle belirlendiği menzillerin yeridir. Çünkü Adas, birbirine benzeyen parçalardan oluşmuştur ve yirmi sekiz menzildir.

Bunları şöyle sıralayabiliriz: Nath, batin, süreyya, dübüran, hen’a, hek’a, zira, nesre, taraf, cephe, zübre, sarfa, avva, simak, ğafr, zebaba, iklil, kalb, şule, neaim, belde, sa’du-zabih, sa’d-bel’, sa’du’s-suud, sa’du’-

1  ehbiye, feru’l-mukaddem, feru’l-muahhar, reşa. Bunlar, bilinen yirmi sekiz menzildir ve bunlar nedeniyle burçların doğalarıyla hüküm verilir. Burçlar şunlardır: Boğa, ikizler, yengeç, aslan, başak, terazi, akrep, yay, oğlak, kova, balık.

Bu mükevkeb feleği -yani menziller feleği-, Atlas feleğini -yani burçlar feleğinikat eder. Allah Teâlâ her bir miktar için burçlar feleğinde iki menzil ve zikredilen menzillerden üçte birlik bir menzil yarattı. Onun menzillerinin ve bütün yıldızların kendilerine özgü feleklerde bir yüzüş­leri vardır. Bu yüzme yavaştır ve göz kendisini ancak binlerce sene son­ra görebilir. Nitekim Mısır piramitlerinde, onlarm nesir aslanda iken yapıldığı yazılmıştır. O, oğlaktaki bir gündür. Biz bugün altı yüz otuz dört senesindeyiz. Sonra bu mükevkeb feleğin yüzeyinde Allah Teâlâ içinde­kilerle birlikte Aslan burcunda yarattı. O, sabit bir burçtur ve bu neden­le de sürekli olmuştur. Çünkü bu bilimin mensupları, bu burçları zik­rettiğimiz isimlerle adlandırmış ve onları hareketlerindeki garip eserle­rine göre Allah Teâlâ’nın kendilerine bildirdiği üzere bir takım durumlarla on­ları nitelemişlerdir. Böylelikle onlardan sabit ve değişken olanı, iki be­den sahibi olanı ve başka şeyleri de öğrenmişlerdir. Gök bilimcilerin bilgisi, Adas feleğinde sonlanır. Gerçekte ise Mükevkeb feleğinde biter. Çünkü yıldızların hareketleri onlarm feleklerini belirler. Böyle olmasay­dı, onların sayıları bilinmezdi. Adas feleğine gelirsek, yıldızları idrak et­tikleri gibi, duyu yoluyla onu delillendiremezler. Onlar, sadece kendileri gibi var olan felekî bir şeyde mesafe kat edebileceklerini bilirler. Böyle­likle Atlas feleğini duyu yoluyla değil, akıl yoluyla ispat etmiş ve duyu için belirlenmiş bir yıldızın kendisinde bulunmaması nedeniyle de onu Adas diye isimlendirmişlerdir. Bu delilleri ise feleklerin en yakınının ha­reketiyle çürütülebilir. Çünkü onun hareketi de mevcuttur, fakat onlara göre herhangi bir şeyde bu hareket gerçekleşmez. Ey gök bilimci! Ne biliyorsun ki? Bu mükevkeb felek de herhangi bir şeyde olmaksızın (mesafe) kat eder. Hakimler, Adas feleğinin üzerinde başka feleklerin olmasını imkânsız saymamışlardır. Şu var ki gök bilimci, onlara ulaşa­maz. Çünkü (ona göre) ulaşabileceği bir şey yoktur. Aksine onlarm var­lığı kendisine göre mümkündür. Onlar şunu ileri sürmüşlerdir: Burada bir felek var ise onun bir nefsinin, aklının olması gerekir. Bununla bir­likte bir bitimin olması gerekir. Bu felek nedeniyle, bizim ile fılozofhakimler arasında yaratmanın sırası hakkmda görüş ayrılığı meydana gelmiştir. Hâlbuki onlar, Adas’ın üzerindeki şeyler -Arş ve Kürsühak­kında bizimle tartışmamışlar, onun mümkün olduğunu söylemişlerdir.

Öyleyse bize göre işin sıralanışı, mükevkeb feleğinden sonradır. Bu felek, yaratılırken mükevkeb (yıldızlı) değildi. Yıldızlar bundan sonra kendisinde ve başka göklerde ortaya çıktı. Diğer göklerde, bu mevcut dört feleğin hareketi gerçekleşmiştir. Bunlar, doğanın kendilerinde ke­male erdiği ve otoriteleri daha önce makul iken duyulur Hakk geldiği şeylerdir. Çünkü manalar, eşyanın aslıdır ve onlar kendiliklerinde akledilir-gaybi anlamlardan ibarettir. Sonra duyu mertebesinde duyulur olarak gözükürlerken hayal mertebesinde ise tahayyül edilmiş olarak gözükürler. Onlar yine kendileridir. Şu var ki her mertebede o merte­beye göre kalıp alırlar. Bu yönüyle onlar, üzerinde bulunduğu şeyin rengini aldığı bukalemuna benzer, ilk var olan, topraktır. Toprak, boş­luğun sonudur ve kesiflerin ve karanlıkların son noktasıdır. O, şimdiye dek, sürekli inicidir. Boşluğun bir nihayeti yoktur, çünkü boşluk, bir ci­simde olmaksızın, mevhum bir uzamadır. Bütün âlem ise merkeze ulaşmak üzere, sürekli aşağı inicidir. Bu talep, bir mârifet talebidir ve merkezi de işinin kendisinde karar kılacağı şeydir. Artık bundan sonra onun bir talebi kalmaz ki böyle bir şey (fiilen) gerçekleşmez. Öyleyse onun (merkezi) aramak üzere inişi süreklidir. Bu durum, Hakkı aramak diye ifade edilen şeydir. Öyleyse Hakk, onun aradığıdır. Bu talep ise on­da bir tecelliyi meydana getirir ve kendisi de bu tecelliye âşık olur. Baş­ka bir ifadeyle âlem, aşk hareketiyle kendisini talep eder. Bütün hareket­lilerin hareketi de aşk ve sevgi kaynaklıdır ve bundan başka bir şey ger­çekleşemez. Bu tecelliye kim âşık olmaz? O, güzellikle nitelenendir ve güzellik, özü gereği sevilen şeydir. Hakk cemal suretinde tecelli etmesey­di, âlem ortaya çıkmayacaktı. Böylelikle âlemin ortaya çıkması, bu aşk kaynaklı hareketle gerçekleşmiş ve hal böyle sürmüştür. Öyleyse âlemin hareketi, süreklidir ve bitişi yoktur. Merkez diye isimlendirilecek bir şey olsaydı, âlemin parçalarının birbirini durdurması nedeniyle hareket on­da sona erer, böylelikle hareket sona erer, yardım da sona ererdi. Bu durum ise âlemin yok olmasına ve varlığının kaybolmasına yol açardı. Gerçek ise bunun aksinedir, insanlar ve yaratıkların büyük kısmı, âle­min hareketinin ve bütünün hareketli olduğunun farkına varamaz. Böy­lelikle kuldan görülen tertip ve yakınlık, olduğu hal üzere kalır. Bu mü­şahede nedeniyle insanlar yeryüzünün merkezin etrafında durduğunu zannederler. Sonra Allah Teâlâ su unsurunu yarattı. Su, unsurlardan ilk var olan varlıktır. Toprağı ondan önce zikrettik, bunun nedeni toprağın aşağıda olmasıdır. Su ise unsurların ilkidir.

Buna göre ondan kesifleşen şey, toprak iken ısınan kısmı hava olur. Sonra ondan ısınan kısım; ateş olur ki esir küresidir. Öyleyse bize göre unsurların aslı, sudur. Bu konuda da bu sahanın uzmanı bazı kimselerle aynı görüşteyiz. Fakat bu ve diğer bilgilerde bizim dayanağımız keşiftir. Bazen bu bilgiler, teorik düşünceyle algılanan ilimler olabilir. Buna gö­re düşüncesinde isabet eden kimse, keşif ehliyle aynı düşünürken kim düşüncesinde yanılırsa, keşif ehline karşı çıkar. Bu konuda hakimler, altı görüş ileri sürmüştür: Bunlardan beş tanesi hatalı iken, bir tanesi doğ­rudur. Bu görüş, keşif sahibi olan melek, nebi ve veli gibi ilahi bildirim ehlinin görüşlerine uygundur. Bu unsurların varlığı, yengeç burcunda­dır. Allah Teâlâ her burç için belli bir sürelik yönetim müddeti belirlemiştir ve bu yönetimde başka burçlarla da ortaklık vardır. Toplamının da bize göre belli bir müddeti vardır ve onu âlemin ömrü diye ifade ederiz. Müddet dolduğunda, iş kendiliğinden kendi hali olan sürekliliğe döner. Öyleyse cevheri bakımından kendisine ilişeceği bir yokluk olmadığı gibi herhangi bir suret de iki anda baki kalmaz. Öyleyse yaratılış süreklidir ve varlıklar (yeni bir sureti) giyme ve (eski suretten soyudanma) imkâ­nına sahiptir. Alem ise sureti bakımından her nefes yeni yaratma için­dedir ve bir tekrar yoktur. Onu görmüş olsaydın, büyük bir iş görür­dün. Görünümü seni korkutur ve zatının cevherine bir korku katardı. Allah Teâlâ ehlini bilgiyle desteklemeseydi, korkarak hayrete düşerlerdi.

Unsurlar -ki onlar dört rükündürçoğalma ve üremeyi kabul eden dişi mahal olarak meydana geldiklerinde, ateş unsurundan havanın yaş­lığında tutuşmalar ortaya çıkmıştır. Sudan ise en büyüğü talep eden bir buhar (duman) çıkmıştır. En büyük, en üstün ve uzak felektir. Yukarı çıkarken, kevkeb feleğinin kendisini yukarı çıkmaktan engellediğini görmüştür. Bunun üzerine bu duman, dalgalanır bir halde geri dön­müş, yoğunlaşmıştır. Allah Teâlâ onun dürülmüşlüğünü yedi gök ile parçalamıştır. Sonra Esir küresinden bu dumanın içine kıvılcımlar uçuşmuş, yıldızlar (mükevkeb) feleğinden içinde yaşlıkların bulunduğu doğal mekanları kabul etmiş, bu kıvılcımlar da onlara yapışmıştır. Bu mekanlar, içerdikleri yaşlık nedeniyle tutuşmuş ve yıldızlar meydana gelmiştir. Böylelikle bir kandilin evi aydınlatması gibi havayı aydınlat­mışlardır. Bakınız! Çakmak taşmda kıvılcımlar vardır ve tutuşur ve on­dan lamba meydana gelir. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Güneşi bir lamba yaptı.’394 Onunla âlem aydınlanır, karanlıkların gizledi­ği eşya kendisiyle görülür. Güneş yıldızının ve yeryüzü yıldızının ortaya çıkmasıyla, gece ve gündüz meydana gelir. Buna göre gece, güneş ışığı­nın kendisine yayılmasını engelleyen yerin karanlığıdır. Bize göre bütün yıldızlar, aydınlıktır ve bazı kimselerin ileri sürdüğü gibi (aydınlanmak için) güneşten yardım almazlar. Ay ise aslı üzere ışıksızdır. Allah onun ışığını söndürmüştür. Kendisiyle üişkilendirilen bu ışık ise gözlerin tam karşısında olmasına göre, gözün ay aynasında güneşten gördüğü mik­tardır. Öyleyse ay güneşin yansıdığı yerdir ve az veya çok güneş ışığın­dan kendisinde bir şey bulunmaz.

Allah Teâlâ her felekte o feleğin doğasıyla aynı cinsten bir âlem düzenle­miş ve onu adlandırmıştır. Allah Teâlâ onları bir takım makamlar üzerinde melekler diye isimlendirmiştir. Allah melekleri tespih, tehlil ve Allah’a dönük bütün övgüleri yerine getirmek üzere o makamlarda yaratmıştır. Onların arasından unsurlar âleminde kendilerini yarattığı türeyenlerin yararları için bir takım melekler görevlendirmiştir. Bu türeyenler, üç doğal âlemdir. Bu türeyen alemlerinden her birine tümel neftsen ruhlar sirayet eder. Bu ruhlar, (kendileri için bedenlerin) araç olduğu şeyler­dir. Bunlar, türeyenlerin ruhlarıdır ve yaratanlarım ve var edenlerini on­larla tanırlar ve onunla hayat hepsine yayılır. Hakk bunlarla onlara hitap etmiş ve kendüerini yükümlü tutmuştur. Bu ruh, Hakkın onlara olan elçisi, her şahsı Hakka davet eden şahsın kendinden olan davetçidir. Buna göre hayatı gizli kalan kısım, donuk ve bitki diye isimlendirilir. Bu iki türeyen ise büyüme ve beslenmeyle birbirinden ayrışmıştır. Buna göre beslenen ve büyüyen bitki iken, öteki donuktur. Hayatı ve du­yumsaması gözüken ise hayvan diye isimlendirilir. Hepsinde de hayat vardır. Bu nedenle her bir tür, bizim duyamayacağımız bir yönden Allah Teâlâ’ya övgüyü dile getirir. Allah onlara gerçekleri bizim bilmediğimiz yönden fıtratla bildirir. Öyleyse kuru, yaş, sıcak, soğuk, donuk, bitki, hayvan, kısaca her şey, kendine özgü bir diUe Allah Teâlâ’yı tespih eder. Allah Teâlâ cinleri ateşin tutuşmasından yaratmıştır. İnsanı bize söylenmiş olan( çamur) dan yarattı. Ardından Allah hepsine ruhları üflenmiş ve be­sinleri belirlemiştir. Onlar, insan, cin, kara-deniz ve hava canlıları olmak üzere bütün türeyenlerin besinleridir. ‘Allah her göğe emrini (görevini) vahyetti:395

Allah teala her göğe emrini bu yıldızların hareketlerine, bitişmele­rine, muduluk ve üzüntü evlerinde düşüşlerine, yükselişlerine tevdi et­tiği özelliklerle vahyetmiştir. Onların ve üzerlerindeki feleklerin hare­ketlerinden ise türeyenler meydana gelmiştir. Dört feleğin hareketlerinden ise unsurlar meydana gelmiştir. Bu görüş, konu hakkında söz söy­leyenler arasında keşif ehli olmayanların dışındakilerin vardığı kanaatten farklıdır. Allah Teâlâ, feleklerdeki bu yıldızların hâzinelerine unsur âleminde meydana gelecek başkalaşma ve değişmelerin bilgilerini yerleştirmiştir. Bunlar, ilahi sırlardır ve Allah Teâlâ onlar için kendilerini bilen bir ehil ya­ratmıştır. Fakat söz konusu kimseler, bu ilimleri kesin bilgi olarak değil, yaklaşık olarak bilirler. Fakat iş gerçekte doğrudur. Fakat bu konu uz-, inanlarından meseleyi inceleyen kimseler, herhangi bir konuda araştır­maya hakkını vermemiş olabilir. Bu durum, farkına varmadığı gafletin­den veya sayı ve miktar hakkındaki hatasından kaynaklanabilir ve böyle­likle yanılır. Bu durumda ise işin kendisinden değil, araştırmasından dolayı yanlışlık ortaya çıkar. Bazen ise araştırma bilgiyle örtüşür ve söy­lediği şey gerçekleşir. Fakat söz konusu araştırmacı, işi tam tespit ettiği hakkında açıklığa sahip değildir. Böyle bir bilgiye ulaşmaya ömür yet­mez ve bu nedenle kaynağı, nebevi haberlerden öğrenilir. İnsanlara ilk olarak bu bilgiyi öğretmeye başlayan kimse, (bilgisini) Allah Teâlâ’dan (almış olan) İdris Peygamber idi. Allah Teâlâ bütün göklere vahyettiği ve yıl­dızların hareketlerine yerleştirdiği şeyleri İdris’e öğretmiştir. Allah Teâlâ ona yıldızların bitişmelerini, miktarlarını, onlardan meydana gelen farklı du­rumları öğretmiştir. Bu farklı durumlar, bölgelere, kabiliyetlerin mizaç­larına ve canlı bireylerinde meninin (rahme) düşme yer ve vakitlerine göre gerçekleşir. Bu durumda yıldızların bitişmesi bir olur, fakat onun unsur âleminde meydana gelen etkisi, bölgeye ve doğasına göre farklı olabilir. Bunların şardarı pek çoktur ve bu şartları bu konu uzmanları bilebilir. Nebiler insanlara ölçüleri verip de miktarları öğrettiklerinde, Allah Teâlâ’nın uzak zamanda meydana getireceği durumları ve özellikleri ya da -Allah Teâlâ kendilerini görevlendirmiş olsaydıuzak zamandan kendileri­ne adet üzere gelecek hususları öğrenirler. Öyle ki bu durum onlarda tekrarlanır ve bu tekrar kesinlik hükmünü vermeyi gerektirir. Bazı şey­lerde tekrarlanmanın kesin bir zanna dönüşmesi, binlerce senenin geç­mesiyle gerçekleşir. Allah Teâlâ’nın peygamberlerinin dilleriyle insanlara (bu meseleleri) bildirmesinin nedeni budur. Peygamberler ise Allah Teâlâ’nın onla­ra vahyettiği hususları insanlara ulaştırır. Bunlar, bu amade yıldızlara tevdi edilmiş hadiselerdir. Bu ilmi inkâr eden bilgisizler, ‘yıldızlar O’nun emriyle amadedir (hareket ederler)”96 ayetini bilselerdi, söyledikleri hiçbir şeyi söylemezlerdi. Öyleyse onlar yıldızların amade kılındığını ve onla­rm, ‘bir kısmını bir kısmının üzerine yükselttik ki, birbirlerini hizmetçi edin­sinler397 ayetinde belirtildiği üzere olduklarını bilememişlerdir. Nitekim Allah Teâlâ rüzgarları, denizleri ve felekleri (emrine) amade kıldığı gibi yıl­dızları da böyle amade kılmıştır. Acaba (ilahi emre) amade kılman yıl­dızlar, felekler, rüzgarlar, denizler, canlılar, kısaca amade kılman her­hangi bir şey neye amade kılındığını bilir mi, bilmez mi? Bu, sadece yo­lumuzdaki kimselerin bilebileceği bir husustur. Kuşeyrî şöyle aktarır: Adamın biri, bir eşeğe binip eşeğin başına vuran birisini görünce onu engellemek istemiş. Bunun üzerine eşek kendisine şöyle demiştir: ‘Bırak onu! Çünkü o kendi başına vurmaktadır.’ Cezayı kim bilirse, kendisine amade kılındığı şeyi bilmez mi? Biz de donuklardan ve hayvanlardan pek çok kimseyi gördük. Söz uzamıştır ve bu genel tertip hakkındaki bu kadar açıklama yeterlidir. Bu genel tertip ise bu menzilin içermiş oldu­ğu ilimlerden birisidir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İKİ YÜZ DOKSAN ALTINCI BÖLÜM

Musevî Mertebeden, Ahiret Hayatında Mutluların Ni­teliklerinin Bedbahtlara İntikali Menzilinin Bilinmesi

Doğruluk makamına inerken bayılmışım O makam kendine yerleşenin kalbine huşu verir

İstilam (çekip alma) ateşi yakar kavurur Hilatini zorla çekip aldığında dostundan

Bilgilerin gıdası, hırsı artırır Açlık ve susuzluk gidermez onu

Varlığı yese bile, yine açlıktan ölür insan İlkbahar veya sonbahar can verir ona

Yaratmayla, sonra satıhlarda asılmayla Onu yüksek ki yüksek değeri nedeniyle

Bilir dileyen kimse zorlama olmaksızın Belki bir vakti dönüşü olur diye umar

Beşinci mısrada, ‘bakmazlar mı, deve nasıl yaratılmıştır; gök nasıl yükseltilmiştir; dağlar nasıl dikilmiştir; yeryüzü nasıl düzlenmiştir (yayılmıştır)’398 ayetine işaret vardır. Ayette itibar (yani bunlara bakarak failine geçme) kast edilmektedir.

Allah Teâlâ bize ve sana başarı versin, bilmelisin ki, cennet dereceleri ce­hennem derekeleri kadardır. Öyleyse cennetteki her derecenin cehen­nemde karşılığı olan bir dereke vardır. Bunun nedeni şudur: Emir ve yasaklama söz konusu olduğunda insan ya bir emri yapar veya yapmaz. Emri yerine getirirse, cennette özel olarak o amel için belirlenmiş bir derece elde eder. Özel anlamda bu amele özgü olan bu derecenin karşı­lığında ise insanın kendisini yapmadığında cehennemde belirlenmiş bir dereke vardır. Cennetteki o dereceden bir taş atılsaydı, ateşteki o dere­kenin istiva çizgisine düşerdi. İnsan emri yerine getirmeyip terk etti­ğinde, söz konusu amelin terk edilmesi, o derekeye düşmesi demektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Muttali oldu (baktı) ve onu cehennemin ortasın­da gördü...’399 Bir şeye muttali olmak, yukarıdan aşağı doğru gerçekleşir. (Ayette geçen) Seva ise itidal üzere denge ölçütüdür. Öyleyse (ameli terk etmenin cezasını) ancak cennetteki derecenin karşısında bulunan cehennemdeki derekede görebilmiştir. Çünkü sayesinde bu şahsın cen­netteki dereceye ulaştığı o amel, dünyada arkadaşı olan o şahsın terk et­tiği amelin aynısı idi. Bu ilahi adaletin ne kadar güzel olduğuna bakı­nız! Bunlar, Kehf suresinde örnek verilmek üzere zikredilmiş olan iki adamdır. Bu ayet, ‘onlara iki adamı örnek ver400 ayetinde zikredilir. Ayet, onların dünyadaki durumlarını anlatan kısmın sonuna kadar sürer. Saffat suresinde, ‘onlardan birisi, benim bir arkadaşım vardı, sen doğrula­yanlardan mısın derdi’40' ayetinde ahiretteki durumları zikredilmiştir. Burada azarlama zikredilmiştir. Ona muttali olduğunda ve ‘ateşin orta­sında (seva) arkadaşını gördüğünde402 ise ‘Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, sen az da­ha beni de helak edecektin403 demiştir. Bu durum, ‘kıyametin kopacağım zannetmiyordum404 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ peygamberinden aktarılan sahih kutsi bir hadiste Allah Teâlâ’nın kıyamet günü kuluna şöyle diyeceği bil­dirilmiştir: ‘Bana kavuş (maya) acağını mı zannettin? Şimdi sana dinin esaslarından örnek verelim: İslam’ın dayandığı ana ilkeler beş tanedir: Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur demek, namazı kılmak, zekâtı vermek, Ramazan’ı tutmak, güç bulanlar için de haccetmek. İnsanların bir kısmı bunların hepsine iman eder ve mutlu olur. Bazı insanlar ise bütününü inkâr eder bedbaht olur. Bir kısmı ise bir bölümüne inanır ve bir bölü­münü inkâr eder. Böyle birisi, Hakk etmiş olarak kâfir kısmına katılır.’ İş­te insanın bütün hareket ve duruşlarında şeriatın feri hükümlerinin ge­rektirdiği bütün emir ve yasakları da böyledir. Haklarında şeriatın belir­lediği (farz, mendup gibi) hükme göre, kendilerine inanmak veya inkâr etmek veya insanın yükümlü dış organlarıyla ve kalbiyle onları yerine getirmesi veya yerine getirmemesi, böyle değerlendirilir. Bu taksim, akit, söz ve ameli içerdiği gibi bunun karşılığında da (verilen sözü) bozmak, susmak ve ameli terk vardır. Bu durum, bir grup hakkmda bir yönden diğer bir grup veya aynı şahıs hakkında başka bir yönden karşıt­lıktır. Bu, bir inanca aykırı bir inanç, bir amele aykırı bir amel ve bir söze aykırı bir sözdür. Sözü bozan kimsenin başka bir söz vermiş olma­sı gerekmez. Sözü bozmak, söz verilen konu hakkındaki imanla ilgilidir. Muattıl verdiği sözü düşürmüş ve başka bir söze bağlanmamıştır. Başka bir şahıs ise Allah Teâlâ’ya ortak koşmak üzere bir akideye sahip olmuş ve tev­hit boyunduruğunu boynundan çıkartarak (tevhit sözünü bozmuş), şirk ipini boynuna bağlamıştır. Bu nedenle bu meseleyi, ahiret hayatında dünyadakine benzer bir şekilde olacağı üzere ayrıntılandırdık. Aşağıdaki şekil, ana meselelerdeki durumun suretidir. Emredilen veya yasaklanan bütün işleri buna göre değerlendirmek gerekir. Söz konusu emir ve ya­saklar, amel veya söz veya kendisine inanmak olabileceği gibi bunun karşılığında hepsine veya bir kısmında sözü ve akideyi bozmak ve ameli yapmamak da olabilir. Aynı şekilde yasaklananlar da, yapılması yasakla­nan veya söylenmesi veya kendisine inanılması yasaklanan şeyler olabi­leceği gibi bunların bir kısmında veya hepsinde sözün ve akidenin bo­zulması şeklinde olabilir. Aşağıdaki şekilde (bunların karşılığında) cen­netteki derecelerin ve cehennemdeki derekelerin, Araf m -ki Araf bâtını rahmet, dışı ise azap olan surdurşekilleri vardır. Bunun yanı sıra inen ve yükselen ince bağların şekilleri vardır. Bunları zikretmemizin nedeni, anlamaktan uzak isen, zihninde tasavvur edebilmeni sağlamaktır. Yar­dımcı Allah Teâlâ’dır. O’ndan başka Rab yoktur.

Emirleri yerine getirme ve yasaklardan kaçınma dereceleri ile ameli terk ve yasakları ihlal derekeleri böyledir. Aynı zamanda bir kısmı veya bütününde, emir ve yasakları söyleme dereceleriyle onları terkin dereke­leri veya onlara inanmanın dereceleri ile inanmamanın derekeleri böyle­dir. Bütün cezaların (amellerle) ilişkileri böyledir ve bu değişmez. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Onlar tuzak kurdu, Allah Teâlâ da tuzak kurdu.™05

Başka bir ayette ise şöyle buyurur: ‘Dediler ki, biz sadece alay edenleriz, Allah Teâlâ da onlarla alay eder.*406 Başka bir ayette ise şöyle denilir: ‘Bizimle siz alay ederseniz, biz de sizin alay ettiğiniz gibi sizinle alay ederiz:407 Başka bir ayete ise şöyle denilir: ‘Günah işleyenler var ya, onlar iman edenlere gülüyorlardı.,40“ Bunun karşılığında ise şöyle denilir: ‘Bugün de iman edenler inkâr edenlere güler.’409 Sonra açıklayarak şöyle buyrulur: ‘Kâfir­ler yaptıklarının karşılığını gördüler mi?’410 Burada belirlilik talaşı gelmiş ve fiil kendilerine döndürülmüştür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar Allah Teâlâ’yı, Allah Teâlâ da onları unuttu.,4U Bu nedenle bu karşılık, ‘uygun karşılık412 diye isimlendirilmiştir. İş böyle olmasaydı, ceza ve karşılık olmazdı. Ki­birlilerin zerreler gibi diriltilecekleri rivayet edilmiştir. İnsanlar, Allah Teâlâ’nın emirlerine karşı büyüklendikleri için onları küçümseme ve zelil kılmak üzere ayaklarıyla onları çiğnerler. Öyleyse cennet kendisinde hiçbir kö­tülüğün bulunmadığı sırf hayır iken cehennem içinde bir iyilik bulun­maksızın sırf kötülüktür. Buna göre müşrikin bütün bilgisi, ameli ve sözünü düşünelim. Söz konusu müşrik muvahhit ve birleyen olsaydı, kendisine verilecek olan karşılık, o meseleyi bilmeyen, o ameli ihmal eden ve o sözü terk eden muvahhide verilir. Söz konusu muvahhit müşrik olsaydi, cennetten herhangi bir nasibi olmayan müşrike verilen karşılığı almış olacaktı. Müşrik, mutlu (imanlı) olsaydı Hakk etmiş olaca­ğı karşılığı gördüğünde şöyle der: ‘Rabbim! O adama verdiğin karşılık benimdi. Peki benim amelimin karşılığı nerede? Çünkü güzel ahlakı ye­rine getirmek ve onları teşvik etmek, İçimden meydana gelirse gelsin, iyi bir karşılığı gerektirir.’ Bunun üzerine Allah Teâlâ kendisine şöyle der: ‘Sen bu amelleri yaptığında’ -ki yerine getirdiği güzel ahlakı, onları dile ge­tirmeyi ve yerli yerince onlara göre davranmayı zikreder‘sana ihsan et­tiğim şu şu nimederle karşılığını vermiştim.’ Müşrik Allah Teâlâ’nın kendisine söylediği bütün ihsanları onaylar. Bu nimetler, Allah Teâlâ’nın başlangıçta (herhangi bir sebep olmadan) yaratılış nimeti olarak verdikleri değil, yapılan amelin karşılığı olarak verilen nimederdir. Müşrik bu nimederi Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği ölçü ilmiyle tartar ve sonra da onları bu amel­lerin karşılığına yerleştirir. Fakat bu amellerin derecelerinden daha aşa­ğıdadır. Çünkü sahibini tevhit cehenneme girmekten engellemiştir. İşte bu, cennet ehli ile cehennem ehli arasındaki miras meselesidir. Bu ki­tapta cennet ve cehennem bahislerinde bu miras melesinden söz edece­ğiz. İşte bu, mudular ile bedbahdar arasında gerçekleşen intikal mesele­sidir. Çünkü mümin burada ibadet içindedir. İbadet ise kendisine kor­ku, zillet kazandırır. Kâfir ise izzet ve ferahlık içindedir. Kıyamet günü olduğunda ise kâfirin izzeti ve sevinci kendisinden çıkartılır ve mümine giydirilir. Müminin dünya hayatında ibadet esnasındaki elbisesi olan zilleti ve korkusu çıkartılır, kıyamet günü kâfire giydirilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Zilletten korku içindedirler, göz ucuyla bakarlar.’413 Çünkü bu bakış, zelilin halidir ve o kahır nedeniyle başını kaldırmaz. Kıyamet günü kâfirde bulunacak bu korku, zillet, kendisinden dolayı başmı kal­dıramadığı kırık bakış, Allah Teâlâ’dan korkmaktan kaynaklanır. Nitekim dünya hayatında da Allah Teâlâ korkusuyla müminin dünyadaki hali öyleydi. O gün ‘tegabün’ günüdür. Çünkü orada insan izzet, sevinç ve mutlulu­ğunu başkasmm üzerinde görürken başkamsının horluğunu ve üzüntü­sünü de kendi üzerinde görür. Hüküm ise Yüce Allah Teâlâ’ya aittir.

Bu menzilin içerdiği ilimler arasında, Hakkın mutlu kullarına bed­bahtların mertebelerini sormasının bilinmesi de vardır. Hakk bunu hangi isimle soracaktır? Ayrıca ilişkilerin bilinmesi, fikirlerin verisinin bilin­mesi, niteliklerin bilinmesi vardır. Bu ilim iki kısımdır: Bir kısmı sadece zevk yoluyla bilinirken bir kısmı fikir gücüyle idrak edilir. Bu da, ta­hakkuk kabilinden değil, hitaptaki genişlik kabilindendir. Çünkü nite­likleri bilmeyle tahakkuk, zevk yoluyla bilgi edinmek demektir. Aziz ve ârif evladımız Şemseddin İsmail b. Sevdekîn et-Tevrî daha önce de tara­fımızdan tahkik edilmiş bir konuya bizim tahkik etmediğimiz bir yön­den dikkatimizi çekti. Biz o meseleyi bu kitapta harfler bahsinde zik­retmiştik. Konu, fiilde tecellinin mümkün olup olmadığı meselesidir. Bazen bir yönden olmaz derim, bazen de yükümlülüğün kendisini ge­rektirdiği ve talep ettiği bir yönden ise ‘olur’ derim. Çünkü bir şey yapmayla yükümlü tutmak, yapmayacağını ve amel etmeyeceğini bildiği bir kimseye ‘yap’, ‘işle’ diyen bir alim ve hikmet sahibinden meydana gelmez. Çünkü söz konusu kişinin yapmaya gücü yoktur. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın kula yapma emri verdiği sabittir. Söz gelişi Allah Teâlâ, ‘namaz kılın, zekât verin414 buyurur. Başka bir ayette ise ‘sabredin, sabırda yardımlaşın ve irtibat halinde olun5415 buyrulmuştur. Başka bir ayette ise ‘cihad edi­niz416 emri yer almıştır. Öyleyse emirde, ondan etkilenenin bir ilgisi bu­lunmalıdır. Söz konusu fiili yapması yönüyle kişi, fail ve amel eden diye isimlendirilir. Hal böyle olunca, bu ölçüdeki bir ilişki nedeniyle fiilde tecelli gerçekleşir. Bu yaklaşımla fiilde tecelliyi kabul ederim. Bu yakla­şım, (Allah Teâlâ katında) razı olunmuş ve son derece açık bir yaklaşımdır. Öte yandan bu yaklaşım, sonradan meydana gelen kudretin yapmakla yükümlü olunan fiille ilgisi olduğunu gösterir ve bu zorunludur. Karşıt delilin ise son derece zayıf, dayanaksız olduğunu gördüm. Adı geçen İsmail b. Sevdekîn, bu meseleyi bana hatırlattığı o gün şöyle demişti: ‘Fiilin kula nispeti, ona ait sayılması ve onda görünmesi (tecelli) husu­sunda hangi delil daha güçlüdür? Çünkü Hakk insanı kendi suretine gö­re yarattığı için, fiil, insanın bir niteliğidir. Fiil kendisinden soyudanmış olsaydı, Allah Teâlâ’nın suretine göre olmuş olmazdı. Kuşkusuz insan ilahi isimlerle ahlaklanabilme özelliğindedir. Ayrıca sana ve -herhangi bir gö­rüş ayrılığı olmaksızıntasavvuf yolundaki kimselere göre insan, ilahi surete göre yaratılmıştır ve bu nedenle insanın isimlerle ahlaklanması mümkündür.’ Bu uyarıyla ne kadar sevindiğimi ve muüu olduğumu kimse hesap edemez. Bazen üstat, Allah Teâlâ’nın vergilerinden bir takım hu­susları öğrencisinden öğrenebilir. Çünkü Allah Teâlâ, üstadın o bilgilere an­cak o öğrencisi vasıtasıyla ulaşabilmesini takdir etmiştir. Nitekim kesin olarak biliyoruz ki, bazen büyük bir insana soru sorar, onun ise bu ko­nuyu bilmesi veya ona ulaşması takdir edilmemiştir. Söz konusu kimse soru sorulan hususta dürüst bir niyete sahiptir. Allah Teâlâ o meseleyi soranın dürüsdüğü nedeniyle, o kişiye sorulan konunun bilgisini ihsan eder. Hâlbuki daha önce Allah Teâlâ soru sorana inayet etmemişti. Allah Teâlâ’nın soru sorana inayeti, sorulanda bilmediği bilginin meydana gelmesini içerir. Kalbini kontrol eden, söylediğimizi görür. Evladarımızdan yararlan­mamızı sağlayan Allah Teâlâ’ya hamd olsun! Bizim pirlerimiz de çözemedikleri bir takım hususlarda bizden bilgi alırlardı. Bu menzil, resul, nebi ve va­ris gibi kimselerin Allah Teâlâ’dan (bilgi) alarak insanlara aktarmalarının bilgi­sini de içerir. Bunun yanı sıra öğretimde siyaset yönteminin bilgisini de içerir. Bu yöntem, nezaketle, öğrenci farkında olmadan öğretmektir. Sınırlı ve mutlak cezaların bilgisini içerir. Mutlak cezalandırma, nimet verene şükretmek gibi kulun Hakkı veya kulun şükretmesine yol açan nimetlerin artırılması gibi Hakkın kulunu ödüllendirmesidir. Sınırlı ce­zalandırma ise Allah Teâlâ’nın ahiret hayatında kulunun ödülünü vermesidir. Çünkü orası yükümlülük yeri değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bana verdiğiniz sözü yerine getirin.'1*17 Yani yükümlülük diyarında yerine geti­rin. ‘Ben de size olan sözümü tutayım.’418 Burada ise dünya ve ahirette ol­mak üzere her iki yer kast edilmektedir. Bu kadar açıklama, Allah Teâlâ diler­se, bu bölümle ilgili olarak yeterlidir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İKİ YÜZ DOKSAN YEDİNCİ BÖLÜM

Muhammedi Mertebeden, En Yüce Mertebede İnsan Çamurunun Tesviyesinin Övülmesi Menzilinin Bilin­mesi

Ey düzenlenmiş yaratılış, nezih ol!

Düzenleyenle eşit nitelikte düzenlenmiş olan

Ondan başkalaşana bakma Peygamber gökten getirmiştir

Umutsuz olursan, desteklenirsin Umudun verdiği güvenceyle

Süleymanî olarak, önümde durdun Ona rahatlık üstüne rahatlık verildi

Bir sır için, duruluğa vakıf oldun Duruluk menzilindeki ilahi sır

Güneşle sarmaş dolaş oldum Rahatlık menzilinin üstüne çıkmak için

Akıllar -haddi olmaksızınsınırı aştı Nefislerin hayası hayayı katıldı

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her şey Rabbinin hamdini (övgüsünü) tes­pih eder.’419 Alemdeki her bir suret -ki âlemde suretten başka bir şey yokturkendisine ilham edilmiş olan özel bir hamd/övgü ile yaratanını tespih eder. Âlemde bozulan her bir suretin bozulması, bizzat o cev­herde başka bir suretin gözükmesinin aynıdır. (Bu cevherlerin) hepsi Allah Teâlâ’yı tespih eder. Böylelikle bütün âlem, Allah Teâlâ’yı tespih etmekten yok­sun kalmaz. Bir suretin parçaları ise o surete layık tarzda Allah Teâlâ’yı tespih eder. Âlemdeki bütün suretler, nispet ve hallerden ibarettir. Bunlar ise ne var ne yoktur. Bir yönden görülseler bile, başka bir yönden görül­mezler. Söz konusu suretlerin yok olma zamanları, diğer suretlerin var olma zamanıdır. Başka bir ifadeyle onların bozulması, diğerlerinin (var olmasının) aynısıdır. Yoksa bozulduktan sonra diğerleri meydana geli­yor değildir.

Bunu öğrenince şunu da bilmelisin: İnsan ve cinlerin dışındaki bü­tün âlem, insanın duyusundan gizli kalan şeyleri keşfetme özelliğine sa­hiptir. İnsan ve cinler ise bu gaybı keşfe ancak adederin aşılması esna­sında belli vakiderde ulaşabilir. Adederin aşılmasını ise ya Allah Teâlâ’nın ken­dilerine ihsan ettiği bir keramet veya gayblerin keşfedilmesini gerekti­ren bir durumun özelliği sağlar. Nitekim bütün âlemde, insan ve cin âlemindeki veya meleklerin cisimlerindeki donuklar, bitkiler, hayvanlar, felekler, herhangi bir ruhun kendisini yönettiği her ruh; bütün bunlar, gizli-ilahi sırları keşif mahallindedir. Bu sırlar cisimleri yöneten melek, insan ve cinlerin ruhlarından gizlenmiştir. Onlar bir kısmında veya bü­tününde, adederin aşılması yolunun dışında bu ilahi gaybı idrakten perdelenmişlerdir. Taşların, bitkilerin ve hayvanların Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in nebiliğini bilmelerinin buradan kaynaklandığını öğrendik. Bu bilgi de, ilahi gayblerden birisidir. Allah Teâlâ kendisine bildirmedikçe, bütün ruhlar bundan habersizdir, fakat zikrettiklerimiz onu bilebilir. Çünkü zikret­tiklerimiz, bu bilgiye -Allah Teâlâ’nın kendilerini üzerinde yarattığıyaratılışla­rı itibarıyla sahiptirler. Zuhur ettiğinde, Hakk onlara kendi ismiyle, hazır olduğunda ise gözüyle nida eder.                                                                                             .

Bu yolda karşılaştığım kişilerin en büyüklerinden birisi olan Yusuf b. Ahlef el-Kümî 586 senesinde bana şöyle aktarmıştı: Bana Musa esSerdanî -ki taşınan Abdal’dan birisiydişöyle aktarmıştır: ‘Bir arkada­şımla birlikte Kaf diye adlandırılan dağa yürümüştük. Kafdağı, yeryü­zünde okyanusu çevreleyen bir dağdır. Allah Teâlâ o denizin sahilinde deniz ile dağ arasında bir yılan yaratmıştır. Yılan bedeniyle başı kuyru­ğuyla birleşecek şekilde okyanusun etrafını döner. Onun yanında dur­duk. Arkadaşım bana şöyle dedi: Ona selam ver, çünkü selamını alacak­tır.’ Musa şöyle der: ,Selam verdim, o da şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’nın selamı, rahmeti ve bereketleri senin de üzerine olsun. Sonra bana şöyle dedi: ‘Şeyh Ebu Medyen’in hali nasıldır. Ebu Meyden o esnada Becaye’de idi. Ben de kendisine şöyle dedim: ‘Onu afiyet üzere bırakmıştım. Onu ne­reden tanıyorsun?’ Şaşırdı ve şöyle dedi: ‘Yeryüzünde onu sevmeyen ve tanımayan kimse var mıdır? Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, Allah Teâlâ birisini dost edindiğinde, onun (adını) bizim zadarımıza duyurur, onun sevgisini bize, yeryüzüne ve bizim kalplerimize indirir. Artık her taş veya toprak veya ağaç veya hayvan, onu tanır ve sever. Ben de kendisine şöyle de­dim: ‘VAllah Teâlâi! Onu tanımadıkları ve kendisine karşı duydukları nefret yüzünden kendisini öldürmek isteyen insanlar var.’ Şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’nın kendisini sevdiği birisi hakkmda böyle bir davranışta kimsenin olabile­ceğini bilemiyorum.’ İşte bu da, aynı kapsamdadır. Ellerin, ayakların, derilerin, ağızların, dillerin -ki onlar bize göre dilsiz iken gerçekte ko­nuşanlardırtanıklıkları da böyledir. Öyleyse Âdemoğullarının dışındaki bütün yaratıklar, huşu ve tevazu makamındadır. insan ise öyle değildir. Çünkü insan, Allah Teâlâ’ya karşı büyüklük, izzet, iddia ve zorbalık taslamaya kalkar. Cinler ise kendi zanlarınca kendilerinden daha aşağıdaki yaratık­lara karşı böyle bir iddiada bulunurlar. Buna örnek olarak İblis’in yara­tılışı bakımından Âdem’e karşı büyüklenmesini verebiliriz. Bu nedenle şöyle demiştir: ‘Ben topraktan yaratılmış birisine secde eder miyim?*20 Çünkü İblis ateş unsurunun toprak unsurundan daha üstün olduğunu görerek ‘Ben ondan daha hayırlıyım, onu topraktan beni ateşten yarattın5421 demiştir. Fakat İblis Allah Teâlâ’ya karşı büyüklenmemiştir. Öyleyse sadece in­san, diğer yaratıklardan ayrı olarak, bu özelliğe tahsis edilmiştir. Varlık­ta böyle bir iddia gerçekleşip iddia sahibinin ve kendisi hakkmda böyle inanca sahip kimselerin içinde -ki bunlara örnek olarak Firavun ve kavmini küçümseyenleri verebilirizböyle bir iddia tam olarak yerleşin­ce, Allah Teâlâ varlıkta ‘den daha’ kalıbını yerleştirmiştir. Bunun anlamı, de­receli üstünlük demektir. Buna göre böyle bir iddiada bulunup da onu kendi adına ortaya koyan birisi olduğunda Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ daha büyüktür.’ Böylelikle burada mukayese kipini getirmiştir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ daha büyük ve daha yü­cedir.’ Burada peygamber, mukayese kalıbını kullanmıştır. Öyleyse ‘şundan daha...’ şeklindeki bütün nitelikler, Allah Teâlâ’nın şanına layık nitelik­lerdir. Bunun nedeni ise o nitelikte ortaklık iddiasının bulunmasıdır. Fakat bunun bir kısmı kınanmış iken bir kısmı övülmüştür. Buna göre kınanmış olan kısım, Firavun’un iddiasıdır. Övülmüş kısım ise Allah Teâlâ’nın kendisinden bildirdiği, ‘merhamet edenlerin en merhametlisi’422, ‘yaratanların en güzeli423 gibi ifadelerdir. Burada Allah Teâlâ ‘-den daha...’ ka­lıbını getirmiş ve kendisini yaratıklarına karşı onlardan daha merhametli yapmakla gerçekte merhametli kullarını övmüştür. Bunun genel ifade­sine gelirsek, onlardaki rahmet, gerçektir ve Allah Teâlâ bu rahmeti onlarda yaratmış, böylelikle onlar da birbirlerine merhamet etmişlerdir. Allah Teâlâ insanda büyüklük duygusunu (kendisini ilahi) surete göre yaratmakla var etmiş, insan da büyüklenmiştir. Şöyle diyebilirsin: ‘-den daha’ kalıbı her geldiğinde, ‘bir şeyden daha büyük’ anlamı taşımayabilir. Şöyle de­riz: Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Yaratanların en güzelidir.’424 Burada ifade, hiç kuşkusuz ki, bir şeyden daha güzel anlamında kullanılmıştır, insan hakkında da Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Her şeye yaratılışını (özelliğini) vermiştir.’425 Her varlık, yaratılışının gerektirdiği ölçü ve denge üzere var olmuştur, insanın bu nitelikte başka varlıklardan üstün olmasını sağla­yan yegâne özellik, onun ilahi surete göre yaratılmış olmasıdır. Şöyle diyebilirsin: insan başkalaşmaya konu olmaktadır. Hakk ise böyle bir şe­ye konu olmaz.’ Şöyle deriz: ‘Allah Teâlâ bu makamda şöyle demektedir: ‘İn­sanlar ve cinler, sizin hesabınızı el alacağız.’426 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle bu­yurmuştur: ‘Rabbin işi tamamladı.’ Bu bağlamda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Hak­kın en basit surette tecelli edeceğini, insanların kendisini inkâr etmeleri üzerine, bir alamet vasıtasıyla kendisini tanıyacakları başka suretlerde tecelli edeceğini belirtmiştir. Kuşkusuz ki Hakk, özü gereği başkalaşma ve değişmeden münezzeh olsa bile, kendisine bu makamı izafe etmiştir. Hakkın mazharlarındaki tecelliler, her an yaratılmışlarda gerçekleşen ve bu makamla (başkalaşma ve değişme diye ifade edilen) inançlar ölçüsündedir. Durum belirttiğimiz üzere olunca -ki gerçekten de böyledir-, söylediğimiz doğru olur ve vehim kaynaklı itiraz ortadan kalkar. Allah Teâlâ pek yüce ve büyük olarak (yanlış nitelemelerden) münezzehtir.

Bu menzilin içerdiği ilimlerden birisi de, isimlerin ilmi ve onlara kendileriyle isimlendirilene gösterilen saygının gösterilmesini bilmektir. Buna göre, sayfalarda yazılmış olan harfler, kendilerinden Allah Teâlâ’nın ke­lamının -ki Allah Teâlâ bu özellikle nitelenendiranlaşıldığı kelamın varlıkla­rıdır. Bu niteliğin neye döndüğünü bilmek ise başka bir ilimdir. İnsan­lar bu konuda görüş ayrılığına düşmüştür ve bizim o görüş ayrılığına dalmamız gereksizdir. Allah Teâlâ, kendisine kelam özelliğinin nispet edilmesine göre -ki bu nispetin niteliği bilinemezel-Mütekellim (ko­nuşan) olması yönüyle kendisini isimleriyle nitelemiştir. Bu isimlerin de, bizde, konuşan herkesin dilinde! isimleri vardır (ismin ismi). Buna göre konuşan olması bakımından Arapça diliyle kendisini Allah Teâlâ diye isimlendirdiği isim, Farsça’da Huda, Habeşçe’de Vak, Fransızca’da Crebator’dur. Bütün dillerde böyle (karşılıkları) vardır. Bunlar, söz ko­nusu ‘isimlerin isimleridir’ ve nispederin artmasıyla sayıları çoğalır. Söz konusu isimler, kendisini göstermesi yönünden, bütün gruplarda say­gındır. Bu nedenle yanımızda Mushaf var iken düşman bölgesine yolcu­luk yapmamız yasaklanmıştır. Hâlbuki Mushaf, kendi ellerimizle yazdı­ğımız, başka bir ifadeyle yaratılmış eller tarafından yaratılmış ve mazı ve karadan oluşan mürekkep ve sayfalarda yazılmış sayfalardır. Mushafın böyle bir delaleti olmasaydı, hürmete veya saygısızlığa konu olmazdı. Bu nedenle örfte ‘çirkin söz’ ve ‘güzel söz’ denilir. Şeriat örfünde de bu ve benzeri ifadeler vardır. Bunun nedeni, terim ve vaz’da bu lafızların gösterdiği şeylerdir. Bu ilim, değerli bir ilimdir ve ona gerçeği üzere ancak keşif sahipleri ulaşabilir. Öyleyse bizim bildiğimiz sadece ‘isimle­rin isimleridir.’ Tenzih edilen şey isimlerin isimleri olduğuna göre, kâ­mil kulun tenzih edilmesi, sureti, özellikle de yüzü nedeniyle saygıya daha layıktır. Çünkü yüz, bütün zâhiri ve bâtını güçlerin bileşimi oldu­ğu için, insanın zâhirindeki en saygın yerdir. Bir şeyin yüzü, o şeyin zatı demektir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kölesinin yüzüne vuran bir adamla karşıla­şınca şöyle demiştir: ‘Yüzden sakın! Çünkü Allah Teâlâ Âdem’i kendi suretine göre yarattı.’ Yüz, başka yönlere göre, Allah Teâlâ’ya yönelmenin yeridir. Öy­leyse yüz, en değerli yöndür.

Bu menzilin ilimlerinden birisi de, yaratma ve takdir arasındaki farkı bilmektir. Buna göre takdir, el-Müdebbir ve el-Mufassıl isimleriyle ilgilidir ve başka isimlerle ilişkisi yoktur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘İşi düzenleyip ayetlerini açıklar.’427 Her iki isim de, el-Alim isminin ihatası altındadır ve el-Kadir isminin bu mertebeye girmesi söz konusu değil­dir. Çünkü bu üç isim, Hakkın zatına döner. Hakk ise kendi zatının güç

.. t  yetirdiği bir şey olamaz. Öyleyse el-Kadir isminin bu mertebede bir

hükmü yoktur. El-Mukaddir (takdir eden) ismi ise bu mertebede dikka­te alınan isimdir. Yaratma ise akla göre, el-Kadir ismini talep ederken şeriata ve keşfe göre ise el-Kail ismini talep eder. Burada ‘keşfe göre’ dedik, bunun gayesi, bu sayede veli ile nebiyi ayırt etmektir. Çünkü bu iki adamdan her birisi, akim delilinden hareket eden teorik incelemenin verdiğinin aksine, bunu söylemektedir. Öyleyse el-Kadir ismi lafız ve anlam bakımından el-Mukaddir isminden ayrıştığı gibi takdir de yarat­madan hem lafız hem de anlam bakımından ayrılır. Öyleyse farklı zatla­rıyla birlikte, varlıkların suretleri üzerinde açıklama, takdir ile gerçekle­şir. Onlarm duyusal veya manevi olmaları durumu değiştirmez. Bunlar, rakam âleminden, lafız veya fikir âlemindendir. Bunun yanı sıra kendi başına var olan varlıklar ile kendi başma var olmayan varlıklar âlemin­dendir. Nispeder ilmi de bu kısma girer. Buna göre gayb ve şehadet âleminde bu varlıkların şahıslarına ait olarak gerçekleşen düzenlemeyle yaratma gerçekleşir. Nispetler âlemi ise bu kısma girmez. Çünkü nis­peder, var olan şeyler olmadıkları gibi salt yoklukla da nitelenmezler. Çünkü nispeder, akılda vardır ve ister duyuda ister akılda olsun hepsin­de belirli bir ayrışma vardır. Bu ayrışmanın nedeni ise yaratma değil takdirdir.

Bütün bu zikrettiklerimizden herhangi bir hakikat (ayn) el-Halık veya el-Müdebbir, el-Mufassıl ve el-Mukaddir isimlerinden duyu veya akıl için gözüktüğünde, birinin yararı ötekine ilişir. Böylelikle a'yân birbirine yarar sağlar. Hakk ise onları yararlarla birbirlerine yönelmeleri esnasında bu a'yân perdesinin ardından kendisine çağırır. Her suret ise her suretten kendisine çağırır. Bu bağlamda bir kısmımız farkına varır ve kendisini kimin davet ettiğini bilir. Bir kısmımız ise işi karıştırır ve işin keyfiyetini bilemez, içinde bir ayrım gücü bulur, ayrımm yönünü ise kendisine gözükmez. Bir kısmımız ise iş karışmadan, kör ve şaşıdır ve şöyle der: ‘Ancak gördüğümüz şeyler vardır.’ Bunlar ise bu suretlerin varlıklarıdır. Öyleyse bizler üç sınıfız: Birinci sınıf, düşüncesi doğru ve bakışı keskin olanlardır, ikinci sınıf, gözlerinde perde bulunan kimse­lerdir. Bu sınıftakiler, bir şeyin bulunduğunu bilseler bile, suretlerin gerçek anlamını bilemezler. Bir kısmımız ise kör ve şaşıdır. Bunlar, hiç­bir şey görmez. Böyle birisi, düşünme derdinden rahattır. Dördüncü bir smıf ise yoktur. Bu suretlerin yararları ise kendilerini isteyenlerin ve kabiliyederin değişmesiyle değişir. Dileyen herkes, kendi ihtiyacına ve gayesine göre ister. Bazen bu ihtiyaç zorunlu olabilir bazen olmayabilir. Gerçekte ise sadece zorunlu olan vardır ve bu nedenle de ihsan ortaya çıkar. Çünkü dileyen kimse, ancak kendisini dilemeye sevk eden bir ga­ye nedeniyle istemiştir. Öyleyse amaç, isteyen; hal veya sözle isteyen dil ise, amacı ifade eden şeydir. Bu amacın hayatı, istediği şeyi elde etme­dedir. Ona ulaşmazsa, helak olurdu. İsteğine ulaşmasını engelleyen şey, onun suretinin âlemden kaybolmasına yol açan sebeptir. Böylelikle di­leğini engelleyen şey, Allah Teâlâ’yı tespih eden bir suretin âlemden eksilmesi­ne yol açmıştır. Muhakkik ise artmasını ve eksilmemesini ister. Bazen amaçlar ve gayeler kınanmış şeyler olabilir. Böyle bir durumda talebi gerçekleştiğinde, insan ölümden daha tehlikeli bir harama düşmüştür. Peki bu meseleden kurtuluş nasıl mümkündür?

Bilmelisin ki, yükümlülük akimın otoritesi altında sınırlanmış ve akledilmiş kimse, kayıtsız anlamda gayelerinin gerçekleşmesiyle muha­tap değildir. Bu durum sadece akılları hallerine yenilmiş olan hal ehline özgüdür. Şöyle diyebilirsin: İmam’ın -Şibli’ninkendinden geçmesi hakkında dediği gibi, korunma daha güzeldir.’ Rivayete göre, Şibli na­maz vakiderinde (şuur) haline döndürülürdü. Namazı kıldıktan sonra ise kendinden geçme hali yine kendisine hakim olur ve kendisini ayıklaştıran aklıyla araşma girerdi. İmam Ebu’l-Kasım b'. Cüneyd b. Mu­hammed -ki sûfilerin efendisidirşöyle demiştir: ‘Şibli hakkında kötü söz söylenmesini engelleyen ve günahın kendisine izafesine imkân ver­meyen Allah Teâlâ’ya hamd olsun.’ Fakat tanımayana göre, zâhirde günaha düşmüş sayılır. Gerçekte ise günahkâr değildir. Bir arkadaşımız şöyle demiştir: ‘Kınanmaktan korunmak daha üstün olmasaydı, bu imam bu nedenle Allah Teâlâ’ya hamd etmezdi.’ Şöyle deriz: İş zannettiğin gibi değildir. Bu imam, aynı mertebeye ulaşmadığı ve hakkıyla yerleşmediği halde bir kimsede bu halin ortaya çıkmasından endişe duymuştur. Böyle birisi yanılır ve günaha düşer. Onlar âleme karşı şefkat sahibidir. Bu duru­mun daha üstün olması meselesine gelirsek, böyle bir şey nasıl olabilir? Allah Teâlâ kullarını Şibli hakkında olduğu gibi peygamberleri hakkında da kınama ve kötü sözle konuşturmuştur. Öyleyse bu kendinden geçme halindeki kimsenin bir misali ve izzeti vardır. Bize göre bu konuda bir fazilet yoktur.

Bu menzilin içerdiği ilimlerden birisi de, Allah Teâlâ’nın âlemde gerçekle­şen unutmalarda gizlediği rahmetin bilinmesidir. Hal böyle olmasaydı iş, güç ve çetin olurdu. Bu konuda yapılan açıklamalar öğüt almak üze­re yeterlidir. Bu meselenin aslı ise yükümlülük diyarında Allah Teâlâ ile âlem arasına perde koymaktır. Çünkü günahlar ve hatalar, Allah Teâlâ’nın ilminde takdir edilmiştir. Öyleyse bunların kuldan gerçekleşmeleri kaçınılmaz­dır. (Allah Teâlâ ile âlem arasında perde olmadan) açıklık ve keşf halinde gü­nahlar işlenseydi, kendisini görerek ve müşahede ederek günah işlemek, Allah Teâlâ’ya karşı hayânın azalmasında bir abartı olurdu. Kader ise gerçek­leşme hususunda hüküm sahibidir. Böylelikle ortaya çıkacak musibetin büyüklüğü nedeniyle yaratıklara merhamede Allah Teâlâ perdelenmiştir. Akıl­la yönetilen ve akli doğruluğa göre cereyan eden hadiselerde onlara ba­kınız! Allah Teâlâ kaza ve kaderini herhangi bir işte uygulamak istedi­ğinde, o işte hikmetini ve aklın gereği olmayan bilgisini gizler. Allah Teâlâ söz konusu işi o bilgi ve hikmet nedeniyle var etmiştir. Onu uyguladı­ğında ise akılları kendilerine döndürür. Bunun amacı, yükümlülüğün ortadan kalkması için, bu esnada Allah Teâlâ’nın kendilerine merhamet ettiğini öğrenmelerini sağlamaktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ kaza ve kaderini uygulamak istediğinde (yani bir kulun günah iş­lemesini irade ettiğinde), akıl sahiplerinden akıllarını çeker alır. Kazası­nı ve kaderini uyguladığında ise tekrar akıllarını kendilerine iade eder ki ibret alsınlar.’ Başka bir hadiste ise şöyle buyrulmuştur: ‘Ümmetimden hata ve unutma kaldırılmıştır. Allah Teâlâ dünya ve ahirette onları unutma nedeniyle yükümlü tutmayacaktır.’ Ahirette unutma yükümlü­lüğünün kalkması hakkında görüş birliği vardır. Dünyada ise günahın kalkmış olacağmda görüş birliği varken hüküm hususunda görüş ayrılı­ğı söz konusudur. Tikel meselelerde Şâri’nin belirlemiş olduğu husus­larda hata etmek hakkında da aynı durum geçerlidir. Bu bağlamda Ra­mazan aymda unutarak orucunu bozan kimse, günaha girmese bile, ka­za orucu tutmalıdır. Çünkü onu Allah Teâlâ yedirmiş ve içirmiştir. Şâri’nin onun hakkındaki hükmü budur. Dolayısıyla bu, unutmada gizli olan rahmetin bir yönüdür. Aynı şey Kur’an’dan unutulup hatırlanmayan kı­sım için geçerlidir. Böyle kısımlar bize aktarılsaydı, yükümlülüğümüz artmış olurdu. Hâlbuki Allah Teâlâ bize merhamet etmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle derdi: ‘Size neyi verdimse, onunla yetinin.’ Başka bir hadiste ise ‘Hac her sene mi olacak diye soran kimseye ‘evet5 deseydim, farz ola­caktı.’ Hükümler, hadiseler hakkında soru sorma nedeniyle meydana gelirdi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in gayesi ise bu durumu bildiği için, insanları soru sormaktan engellemek ve doğalarına göre hareket etmelerini sağ­lamaktır. Böylece Hakk, dilediği hükümleri indirme işini kendisi deruhte eder. Böylelikle haramlar ve farzlar azalırken, çoğunluk günah veya se­vapla ilgili olmayan mubahlar kısmında kalır. Nefisler ise bu durumu kabule ve nass ile belirlenmiş hükümler sınırında durmaya yanaşmaz. Bunun için hükümler için illeder ortaya koyarak, bunları Şâri’nin mak­sadı haline getirmiş ve genelleştirmişlerdir. Müçtehidin görüşüne göre, iki durumu birleştiren ortak bir illet nedeniyle, hakkında susulmuş bir durumu, hakkında hüküm verilmiş bir konuya katmışlardır. Müçtehit böyle yapmasa, hakkında hüküm bulunmayan durum, aslı olan mubah­lık ve afiyet üzere kalırdı. Böylelikle illetlendirme, illeti genelleştirme, kıyas, re’y, istihsan ve benzeri yollarla hükümler çoğaltılmıştır. cRabbin unutan değildir,M28 Fakat -Allah Teâlâ’ya hamd olsunAllah Teâlâ bunda bizim adımı­za başka bir rahmet daha yerleştirmiştir. Hâlbuki fakihler, Allah Teâlâ’nın ve peygamberinin belirlemediği ya da Kitabın veya sahih veya zayıf sünne­tin zahirinin delil teşkil etmediği halde, belli bir şahsın görüşünü daya­tarak sıradan insanlardan bu rahmeti esirgemiş, onları durumu hakkın­da başka bir müçtehidin kendi deliliyle ve içtihadıyla ortaya koyduğu görüşünde ruhsat aramasını engellemiş, katı davranmış, ‘farklı mezhep­lere uymak, dinle oynamaya yol açar5 diyerek kendi içtihadarını din zannetmişlerdir. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın peygamberi şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ si­ze sadaka vermiştir. Onun verdiği sadakayı alınız.’ Binaenaleyh ruhsat­lar, Allah Teâlâ’nın kullarına ihsan ettiği sadakalarıdır.

Hiç kuşkusuz müçtehidin hükmünün geçerliliği ve sıradan insanın verdiği hükümde onu taklit edebileceğinde hemfikiriz. Çünkü müçtehit için bu hüküm, dine dayanan bir delilden ortaya çıkmıştır. Kıyası kabul edip etmemesi ise durumu değiştirmez. Söz gelişi Şafii’nin kendi delili­nin gereğine göre ulaşmış olduğu bir ruhsatı, şeriat onaylamıştır. Maliki mezhebinden olan bir müftü, Şafii mezhebinden birinin Şari’ye ibadet­te kullandığı bu ruhsat hükmünün alınmasını yasaklayabilir -Onu Şâri’ye izafe ettik, çünkü Şâri, kaynağı olmayan bir delilin gereği olan hükmü benimsemeyi (müçtehidin) delilinin gereğiyle yasaklamakla, onu onaylamıştır.Müftünün davranışı bir adamın kendisini belli bir mezhebe bağlayarak, -şeriat kendisine böyle bir bağlanmayı emretme­diği haldebaşka bir mezhebe dönmemesi demektir. Böyle bir davranış (katı taklit), Allah Teâlâ’nın kullarına karşı en büyük sıkıntılardan ve daraltma­lardan birisidir. Bu ümmetin içinden müçtehiderin hükmünü geçerli saymakla Şâri teala, şeriatı genişletirken, avam-ı fukaha onu daraltır. Hâlbuki Ebu Hanife, Malik, İbn Hanbel ve Şafii gibi imamlarına gelir­sek, onlar böyle bir iş yapmaktan münezzehtir. Onlardan hiçbirisi, böy­le bir şey yapmadığı gibi herhangi bir kimseye ‘bizim görüşümüzle sı­nırlı kal’ ve verdiğim fetvada beni taklit et dediği aktarılmamıştır. Aksi­ne onlardan aktarılan şey, bunun tersidir. Allah Teâlâ kendilerinden razı ol­sun!

Bu menzilin içerdiği ilimlerden birisi de, Hakkın bilgisinin insanın gizlediği ile açıkladığı ve ortaya koyduğu şeye ilişmesi arasındaki farkı bilmektir. Acaba bu durum tek bir nispede mi yoksa iki farklı nispetle mi ilgilidir? Hakkın, ‘beni içinden zikredeni ben de içimden zikrederim, beni bir topluluk içinde zikredeni ben de topluluk içinde zikrederim’ ifadesinde belirtilen durum da bu menzille ilgilidir. Bunlar, zikir ve bil­gideki iki haldir.

Bilmelisin ki, Hakkın bir gaybı ve bir de mazharı vardır. Buna göre gayb olması yönüyle Hakk, el-Bâtm isminin sahibidir. Bu, Hakkın kulu­nu içinden zikretmesi ve gizlediği şeyi bilmesidir. Bu isimle birlikte olan, Hakkın kendisini bildiği kulun sırrı ve kulun kendisiyle Hakkı zikrettiği iç zikridir. Hakka ez-Zâhir isminden ait olan mazhar ise Hakkm kulunu meleklerden ibaret bir topluluk içinde veya'ilahi isimler top­luluğu içinde zikretmesi ve kulun şehadet âleminde izhar ettiği şey hakkındaki bilgisidir. Bu ismin karşısmda ise Hakkın kendisini bildiği ku­lun açıklığı ve aleniliği ile kulun kendisiyle rabbini zikrettiği açık zikir bulunur.

Sırdan daha gizli olan şey ise sadece Hakkın bildiği şeydir. Kulun onun hakkmda bilgisi olmadığı gibi onu Allah Teâlâ’dan başkasınm bilmesi de mümkün değildir. Bu onun kendisi hakkındaki bilgisidir. Bu bilginin dışında kalan ise ya sır ilmi veya aleni bilgidir. Öyleyse bilgi üç şeyle il­gilidir: Açıklık, sır ve sırdan daha gizli olan. Zikir ise iki şeyle ilgilidir. Birincisi topluluk zikridir. Bu, iki kısma ayrılır: isimler topluluğu ve meleklerin topluluğu. Diğeri ise nefsin zikridir. Böylelikle zikir de tak­simde bilgiyle eşidenir.

Bu menzilin içerdiği hususlardan birisi de, insana Allah Teâlâ’nın her şeyin bilgisini yerleştirmiş olmasının bilinmesidir. Sonra Allah Teâlâ, kendisiyle ona yerleştirdiği şeyleri bilmek araşma perde koymuştur. Bu bilgiye sadece insan tahsis edilmemiştir. Aksine bütün âlem, bu bilgiye tahsis edilmiş­tir. Bu ise akim inkâr ettiği ve genel olarak imkânsız saydığı ilahi sırlar­dan birisidir. Cahiller bu durumu Hakkın kuluna yakınlığı gibi anlar.

Bu durum, ‘biz ona sizden daha yakınız, ama göremezsiniz5429 ayetinde be­lirtilir. Başka bir ayette ise ‘biz ona şah damarından daha yakınız5430 de­nilmiştir. Bu yakınlığa rağmen Hakk, sadece taklit yoluyla bilinir ve id­rak edilir. Allah Teâlâ bunu bildirmeseydi, akıl kendisine delil bulamazdı. Bil­gileriyle insanda bulunan sonsuz sayıdaki bütün bilinenlerin durumu böyle olduğu gibi Hakk âleme de bu kadar yakındır. O ise kendisinde bulunan şeyi bilmez. Ta ki an be an, kendisindeki şey ortaya çıkar. Keş­fin bir defada ortaya çıkması mümkün değildir, çünkü böyle bir şey, sı­nırlamayı gerektirirdi, hâlbuki onun sonsuz olduğunu söyledik. Öyleyse insan, ancak art arda şeyleri bilebilir ve sonsuza kadar böyle sürer. Son­suz bilinenlerin Hakkın bilgisine -ki Hakkın bilgisi zatının aynıdırgirmesi gibi, kulun varlığına sonsuz şeylerin girmiş olması, en garip ilahi sırlardan birisidir. Hakkın bilgisinin sonsuz şeylere ilişmesi ile Hakkın kulun kalbine sonsuz şeyleri yerleştirmesi arasındaki fark şudur: Hakk kendi nefsinde ve kulun nefsinde olanı ayrıntılı ve tam olarak bilir. Kul ise bunu ancak özet ve genel olarak bilebilir. Hakkın eşyayı bilme­sinde genel bilme yoktur. Bununla birlikte, kulun kendisi ve başkası hakkında geneli bilmesi yönüyle, Hakk genel olanı da bilir. Kulun bütün bildiği şeyler ve (şeyler) ve bütün varlıklar, gerçekte bir hatırlama ve unutmuş olduğu bir şeyi yenilenmesinden ibarettir.

Bu menzil şu hükmü verir: Hakk kulunu bazen bilgisinin sonsuz şeylere ilişeceği belirli bir makama yerleştirir. Bu bize göre imkânsız değildir, imkânsız olan şey, sonsuz olan şeylerin kendisine bilginin ilişmediği varlığa girmesidir. Sonra Allah Teâlâ, aldığı misak gibi, bu bilgiyi yaratıklarına unutturmuştur. Hâlbuki misak gerçekleşmiştir ve ilahi bil­dirimle bunu öğrendik. İnsanın bilgisi, daima ‘hatırlamadır.’ Bir kıs­mımız uyarıldığında, daha önce bilmiş olduğunu hatırlar. Örnek olarak Zünnun el-Mısrî’yi verebiliriz. Bir kısmımız ise hatırlamaz, fakat daha önce onu görmüş olduğuna inanır. Böyle biri hakkında bilgi yeni baş­tan ortaya çıkar. Kendisine hatırlatılan bilgi daha önce kendisinde bulunmasaydı, kendisine öğretenden o bilgiyi alamaz ve öğrenemezdi. Fakat bu konuda bir bilinci yoktur ve Allah Teâlâ’nın basiretini nurlandırdığı kimselerden başkası onu bilemez. Bu durum, hali her nefes korku olan kimseye aittir ve çetin bir makamdır. Çünkü bu hal, ancak tecellinin sü­rekli eşlik ettiği kimseye aittir.

Bu menzil, Zünnun’un meşhur meselelerini de içerir. Bunlar, akli olarak imkânsız olan şeyin var edilmesidir. Bütün yönlerden birbirini iten şeyler arasındaki dereceli üstünlüğün bilgisini de bu menzil içerir. Alemdeki her bir cevherin âlemdeki bütün hakikatleri içerdiğinin bilgisi de bu menzille ilgilidir. Aynı zamanda her bir ilahi isim, bütün ilahi isimlerle isimlendirilmiştir. Bu durum: ‘De ki, ister Allah Teâlâ deyin ister Rahman deyin, en güzel isimler O’na aittir431 ayetinde belirtilir. Bilebildi­ğim kadarıyla bu bilgi, cemaatten (sûfılere) ayrı olarak, bana tahsis edilmiş bir bilgidir. Benden başkası onu öğrenmiş ve keşf etmiş midir, etmemiş midir bilemiyorum. Burada kast ettiğim, nebiler değil, mümin veliler arasında böyle birinin bulunup bulunmadığıdır. İlahi isimlerdekine gelirsek, bu görüşü Ebu’l-Kasım b. Kasî Halu’n-Na’leyn adlı ese­rinde yazmıştır. Allah Teâlâ, benim yaptığım gibi, bu meseleyi kendisinden veya başkasından (aktararak) dile getirdiğini bildiren ve benim bu kita­bıma katan ve iddia ettiğim hususta bana delil getiren kimseye merha­met etsin. Çünkü ben görüş birliğinden ve arkadaşlarımdan ayrı düş­memekten hoşlanırım. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

iki yuz doksan sekizinci bolum

Muhammedî Mertebeden Ulvi Âlemden Zikir Menzi­linin Bilinmesi

Mârifet çiçekleri riyazet çiçeklerinden Senin bahçenin çiçekleri göklerin çiçeklerinden

Bedenlerin bir bilgisi var benzemez ona Sebepleri ve afetleriyle, nefislerin bilgisi

Hakkın hakikatlerinin idrak yolları gizli değil Çünkü onların idraki zat için zat iledir

Onların dışında ise vasıtayladır Ayet ve işaretlerden gördüklerine göre j

Büyüklerin müşahededen başarısızlığı ciddidir Tayyinde onlarda kerametlerin hilesi

Onlara süre verilmesi ihmal değildir, bilirler ki Vakitlere bağlıdır keramet

Adamların nispetleri gerçek olunca [

Tek bir babaya, yüce çocuklar olarak

Onlardır dersen onlardır, hayır dersen onlardır Çünkü onlar haz ve acı arasındadır

Çünkü mazharları Onu fani kılmaz Mazharlar örtülerdir zira

Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin, bilmelisin ki, şeyhimiz Ebu’l-Abbas elUreybi bu menzile ulaşanlardan birisiydi ve bu konu hakkmda kendisiy­le defalarca görüş alış verişinde bulunmuştuk. Onun bu menzildeki ‘ayağı’ derindi. Allah Teâlâ kendisine merhamet etsin! Bilmelisin ki, bu men­zil güçlü bir meşakkat ile ancak güçlü bir zorlanmayla ulaşılabilecek hu­susları, gayeye ulaşmayı engelleyen afeder ile yumuşaklık ve afederin ortadan kalkması, nefislerin kendisinden haz alacağı ve kendisine bağla­nacağı rahatlığı bir araya getirir. Bu ikisi arasında ise büyük güçlükler vardır. Bu menzilin içerdiği ilk ilim, doğadan çıkma ilmidir. , Bilmelisin ki, hareketlerin bir kısmı, doğal iken bir kısmı zorlama­lıdır. Doğal hareketin haz verdiğini, buna karşm doğanın dışına çıktığın için zorlamalı hareketin ise acıya yol açtığım zannetme! Bazen durum böyle olsa bile bazen bunun tersine de olabilir. İnsan yüksek bir yerden düşseydi, yeryüzüne düşmesi, doğal bir hareketle gerçekleşirdi. Fakat yeryüzüne ulaştığında, organları kırılır, acıları katmerleşir. Bunun ne­deni ise zati zorunluluk ve kendisine tevdi edilmiş olan rabbaniliğinin gerektirdiği ihtiyarına uyumsuzluktur. Kendisine bu rabbanilikten çık denilmiş insan ise ondan çıkmamıştır. Zorlamalı hareket ise onunla yükselmesi demektir.

Zorlamalı harekette insan yükselir ve -hareketin yükselttiği ölçüdeayederi, ferahlamayı, açıklığı, genişliği görür. Söz konusu hareket, in­sanı doğasından ve zorunluluğundan çıkartmakla birlikte iradesine uy­gundur. Öyleyse doğanın gereği olan her şeyle sevinilmez. Öte yandan insan zorlamalı hareketi de kendi doğasıyla kabul etmiştir. Her iki ha­rekette de doğanın hükmü insanı bırakmaz.

Bilmelisin ki, insanın üzerinde yaratılmış olduğu nitelikler, değiş­mez. Çünkü onlar, bu dünya yaratılışında ve özel mizaçta insan için zati niteliklerdir. Bu nitelikler, korkaklık, hırs, haset, açgözlülük, laf taşıyıcı­lık, öfke, zorbalaşma isteği ve benzeri niteliklerdir. Bunların değiştiril­mesine yönelmediği için, Allah Teâlâ kullanım yerlerini belirlemiş ve meşru bir şekilde onları bu yerlere yönlendirmiştir. Söz konusu nitelik­ler bu yerlerde kullanıldığında, insan Mutlu olur ve derecelere erişir. Söz gelişi beklediğin zarar nedeniyle haramları işlemekten korkarsın, nefsinin dindarlığı hakkında iştahlı olursun, malını Allah Teâlâ yolunda har­cayana ve bilgi öğrenene haset edersin, iyilik hususunda haris olursun, insanlar arasında hayrı yaymak amacıyla koşuşturur ve bir bahçe hoş kokulu çiçekler yetiştiği gibi (nemime ile aynı kökten gelerek) sen de ‘iyiliği’ (insanlar arasmda) yetiştirirsin. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ’nın emrine büyüklenene karşı sen de Allah Teâlâ ile büyüklenirsin, Allah Teâlâ’nın razı olacağını bildiğin yerlerde sözünü ve davranışı metanede söylersin ve yaparsın, Hakka karşı çıkan ve direnen kimseye karşı zorbalaşırsın. Böyle yap­makla nefsini niteliklerden uzaklaştırmamış ve onları yerli yerinde kul­lanmış olursun. Bu sayede nefsin Rabbi, melekleri ve peygamberleri se­ni över. Binaenaleyh şeriat sadece doğaya yardımcı olmak üzere gelmiş­tir. İnsanın sahip olduğu nitelikleri (değiştirmek yerine) kullanım yerle­rini açıklamak ve doğasının gerektirdiği şeyleri ona yasaklamadan, insa­nı nasıl bir güçlüğe düşeceğini anlamıyorum? insanlar ancak amaçları uğrunda yok olmuşlardır. Çünkü insanlara acı ve nahoş şeyleri getiren sadece budur. insan amacını Yaratanının kendisi adına istediği şeye yönlendirdiğinde, rahata kavuşur. Ebu Yezid’e şöyle denilmiş: ‘Ne isti­yorsun?’ Şöyle cevap vermiştir: ‘Bir şey istememeyi istiyorum.’ Yani şunu demektedir: Allah Teâlâ’m! Sen benim adıma ne istiyorsan, benim de onu istememi sağla. Bu sayede sadece Hakkın irade ettiği şey gerçekle­şir. Allah Teâlâ ise kulları için sadece kolaylığı ister, onlar için güçlüğü iste­mez. Allah Teâlâ kulları adına iyilik ister kötülük kendisine ulaşmaz. Nitekim sahih bir rivayette şöyle denilir; ‘Bütün iyilik senin elindedir. Kötülük sana ulaşmaz.’ Bununla birlikte asıl bakımından her şey Allah Teâlâ’dandır. İnsanın irade sahibi olmaktan çıkması imkânsızdır ve öyle bir şey önce itaadere zarar verir. Böyle bir insan, dinî bir niyeti olmaksızın itaatlerini yerine getirir, dolayısıyla ibadet olmazlar. Ebu Yezid sadece Allah Teâlâ’nın ra­zı olduğu işlere uygun olmayan kişisel arzularından uzaklaşmak iste­mektedir.

Bilmelisin ki, aydınlatıcı kandilin bulunmadığı bir yolda geceleyin yürümek, büyük tehlikelere yol açar. Böyle bir yolda çukurlar vardır, korkutucu tehlikeler, gedikler ve eziyet verecek haşereler vardır, insan tüm bunlardan bir ışık vasıtasıyla yürüdüğünde sakınabilir ve bu sayede ayağını nereye koyacağını, düşeceği çukur veya karşılaşacağı tehlike ve­ya kendisini sokacak yılan gibi sakınılması gereken zararlılardan nasıl sakınacağını bilebilir. Yoldaki yegane ışık ise Allah Teâlâ’nın, ‘kendisiyle kullarımızdan dilediklerimizi hidayete ulaştırdığımız bir nur432 dediği şeriat nuru ve ışığıdır. Başka bir ayette ise ‘Allah Teâlâ’nın kendisi adına nur yaratma­dığı kimsenin nuru (aydınlıktan nasibi) yoktur*133 veya ‘nur üstüne nurdur434 der. Şeriat nuru ile hidayet ve (Hakkın kuluna verdiği) başarı nuru bir araya geldiğinde ise yol iki nurla (daha kolay geçilir). Bir nur olsaydı, insana (yeterli) ışık olmazdı. Gerçi şeriat nuru tıpkı güneş ışığı gibi aşi­kârdır, fakat âmâ onu göremez ki! İşte Allah Teâlâ’nın gözünü kararttığı kimse de onu göremez ve ona iman edemez. Basiret gözünün nuru bulunsa, fakat insanın yolu görmesini sağlamak üzere kendisiyle birleşeceği şeriat nuru olmasaydı, basiret nuru olan kimse nasıl yürüyeceğini bilemezdi. Çünkü o bilinmez bir yoldadır ve yolda neyin bulunduğunu ve herhan­gi bir delil veya durak olmaksızın yolu kendisini nereye götüreceğini bi­lemez. Yolda yürüyen insan kandilini rüzgarlardan korumalıdır. Rüz­garlar olursa, onların esintileri kandili söndürür. Burada rüzgarlar, in­sanın imanına ve tevhidine etki eden bütün esintilerdir (kuşkular). Yu­muşak bir rüzgar eserse, bu kez kandilin fitili sallanır ve onu şaşırtır, yolu görmesinde ışığın etkisini azaltır. Böyle bir rüzgar, şeriatın feri hükümlerinde arzuya uymaya benzer. Bunlar, insanın (günah oldukla­rını) inkâr etmediği günahlardır ve bunlar insanın imanına ve tevhidine zarar vermez. Kuşkusuz ki biz büyük bir amaçla yaratıldık. Fakat bu güçlüklere göğüs gerip bu nahoş sıkıntılara tahammül ettiğimizde, bü­yük bir dereceye ulaşırız. Bu ise bedbahdığın hiçbir şekilde bulunmadı­ğı ebedi mutluluktur.

Bu menzilin içerdiği ilimlerden birisi de, vaktin bilinmesidir. Söz konusu vakit, insana melek veya şeytandan bir dostun eşlik ettiği şeydir. Bilmelisin ki, Allah Teâlâ insanı kendilerine peygamber göndermediği bir topluluk içinde yarattığında, kendisine melek veya şeytan arkadaşlık etmez. Böyle bir insan, doğasının hükmüne göre tasarrufta bulunur ve böyle, birinin perçemi özel rabbinin (rabb-ı has) elindedir. Böyle birinin bu esnada üzerinde yürüdüğü her yol, (ona göre), doğru yoldur, çünkü onun rabbi doğru yol üzerindedir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Her bir canlının perçeminden tutmuştur. Benim rabbim doğru yol üzerindedir.’435 Allah Teâlâ onlara bir peygamber gönderdiğinde veya içlerinde peygamber bulunan bir toplulukta insanı yarattığında, doğum anından itibaren iki arkadaş kendisinden ayrılmaz; melek veya şeytan! Doğumundan itiba­ren bunlar kendisinden ayrılmaz ve bunun nedeni şeriatın var olması­dır. Bu arkadaşlardan her biri, insanı dürten veya içine kapatan bir il­ham verir. ‘Çocuk yükümlü değil ki, bu iki arkadaş ona niçin eşlik edi­yor?’ deme! Bilmelisin ki, Allah Teâlâ bu iki dostu çocuk için görevlendirmemiştir, bunlar ebeveyninin veya -(çocukla görevli) her kim isemer­tebesinden dolayı çocukta görevlendirilmişlerdir. Buna göre şeytandan olan arkadaşı kendisini dürter, bu durumda çocuk ağlar, eliyle oynar ve babasının veba kendisiyle görevli kimsenin bozulmasını istemediği bir şeyi bozar. Bu durumda yükümlü olmayan bu çocuktan meydana gelen bu hareket, başkası hakkmda Allah Teâlâ’nın fiilinden hoşnutsuzluğu meydana getiren ve kışkırtan bir sebep haline gelir ve günaha maruz kalır. Zaten şeytan çocuğa -çocuk için değilbu nedenle, ilişmişti. Aynı şey melek için geçerlidir. Öyleyse (çocuğa eşlik eden şeytan veya melek), çocuktan meydana gelerek başkasının nefsinde iyiyi veya kötülüğü zorunlu kılan her harekettir. Başkasında meydana gelen fiil iyilik ise çocuğa eşlik eden melekten kaynaklanmış iken kötülük ise şeytandan kaynaklanmıştır. Küçük sabi, temyiz çağma ulaşana kadar, nefsinden veya Rabbinden (rabbani) kaynaklanan bir harekete kesinlikle sahip değildir. Şeriat bu­lunan bir ümmet içinde değilse, doğumundan ölünceye kadar bir pey­gamber gönderilmediği sürece veya kendisini ilahi bir dine girmediği sürece bütün hareketleri nefs kaynaklıdır. Söz konusu, din kişinin ken­disiyle sınırlandığı dindir ve onun Allah Teâlâ tarafından gönderilmiş bir şeri­at olup olmaması birdir. Bir dine girdiğinde ise kendisiyle iki arkadaş görevlendirilir. Çünkü aklın (Hakka) yakınlık sağlayan davranışları be­lirleme imkânı yoktur. İnsan aklın da kendilerini algıladığı ve doğal ola­rak sevilen ve örfte bilinen alışagelmiş güzel ahlaka sahip olabilir. Fakat akıl, bunların Allah Teâlâ’ (yaklaştırıcı oldukları) hakkında kesin bir hüküm veremez. Akıl ahireti ispatlama veya inkâr etme gücüne sahip değildir. Fakat insan teorik araştırmadan hareket eden aklıyla kendisini var ede­ni, varlığında kime dayandığını ve O’nun sahip olması gereken nitelik­leri ve kendisini niteleyebileceği celal özelliklerini ispatlayabilir. Fakat bunları O’nun katındaki uhrevi menzile (ulaşmak üzere) yapamaz. İn­san aklıyla ölümden sonra varacağı yeri bilemez. Bedenini yöneten şe­yin mahiyetini ve ölümden sonra nereye gideceğini de bilemez. İş, Âdem’den itibaren nebilik şeklinde başlamamış ve orada bulunanları bildirmemiş olsaydı, akıllar bu nefislerin nereye gideceğini (bilemezler­di). Hâlbuki akıllar bunu öğrenince, (nefislerin ölümden sonra nereye gideceğini) öğrenmiştir. İşte onları araştırmaya ve bu konuda incele­meye sevk eden şey budur. Nefisler ölümden sonra nerede ve nasıl top­lanacaktır? Ne şekilde ve nereye intikal edeceklerdir? Acaba nefisler başka maddeleri (beden) mi yönetecektir, yoksa maddeden mi soyudanacaktır? Acaba yaratılışta bedenin düzenlenmesinden önce onların bir varlığı var mıdır, yoksa bedenin varlığıyla mı meydana gelmişlerdir? Onlar, âlemdeki tesirlerin hükmünü öğrenmişler ve böylelikle felekleri ve yıldızların hareketlerini gözlemişler, eserlerin hareketler esnasında tekrardan meydana geldiklerini görmüşlerdir. Buradan şunu öğrenmiş­lerdir: Bu eser ile hareketler arasında bir ilişki vardır. Ömürler onların tekrarlanışını algılamaya yeterli olmasa bile, kendi zamanlarında yaşa­yan ve Allah Teâlâ’nın kendisine bildirdiği şeyleri onlara getiren peygamberin bildirmesiyle bunu öğrenirler. Allah Teâlâ söz konusu peygamberi bu ulvi hareketlerde saklamış olduğu unsurlarda gerçekleşen eserleri öğretir. Pey­gamber de onların hareketlerin dünya ve ahiretteki hükümlerini onlara bildirir. Bütün bu ve benzeri konular, herhangi bir öğretici olmaksızın, akılların kendi başlarına anlayacakları hususlar değillerdir. Öyleyse bu dünya hayatında ve ahiret hayatında ilahi bildirim olmasaydı, kimse oradaki hususları öğrenemeyecekti.

Bilmelisin ki, insan ve cinlerin dışındaki bütün yaratıklar, Hakkı yüceltme ve onun övgüsünü yerine getirme özelliğinde yaratılmışlardır.

İnsanın ve cinlerin bütün organları da böyledir. Fakat söz konusu şeyle­rin Hakkı tespih ve yüceltmesi, Hakka yaklaşmak ve üstün menzili elde etme niyeti taşımaz. Onlar için tespih, zatın Hakk ettiği üzere, nefes alıp veren için nefes almak gibidir. İnsan ve cinlerin tespihleri de cennet ve­ya cehennemde böyledir, yoksa Hakka yaklaşmak amacı taşımadığı gibi bu davranış onlar için böyle bir netice de meydana getirmez. Aksine onlardan her birisi, belli bir makamdadır. Böylelikle ibadet, hakikatleri­nin gerektirdiği şekilde onlar için doğal bir şey haline gelerek yükümlü­lük kalkar. Onlar, kendilerine gelen ilahi emre karşı itaatsizlik içinde bulunamazlar. Cehennemliklere ‘Alçaldıkça alçalın orada ve artık konuş­mayın436 denildikten sonra, ahirette kesinlikle yasaklama olmayacaktır. Biz burada insanlar her bir yerde kendi menzillerine yerleştikten ve ka­pılar kapanarak iki yer sahipleriyle -ki onlar o yerlerin ehlidirdoldu­ğundaki durumdan söz etmekteyiz. Toplanma yeri ortadan kalkar ve bütünüyle ateşe dönüşür. Sabit feleklerin bitim yerinin altından aşağıla­rın aşağısına (esfel-i safilin) kadar olan her yer cehennem diye isimlen­dirilen ve ateş ile şiddedi soğuğu içeren bir yere dönüşür. Bunların ara­sında ise berzahlar vardır. Deriler ateşte piştikçe, yenilenme bu berzah­larda gerçekleşir. ‘Gökler ve yer devam ettikçe orada kalırlar.’437 Burada, Allah Teâlâ’nın kendisini yarattığı günden onu değiştirme gününe kadarki süre kastedilmektedir. Kur'an-ı Kerîm’in kendi dilleriyle indiği Arapiar, bu sözü kullanır ve ebediliği kast ederlerdi. Bu durum, ilahi haber ve pey­gamberin bildirmesiyle kesinleşmiştir. Şu var ki Allah Teâlâ dilerse, onlar ce­hennemde haz ve nimede rızıklanırlar. ‘Kuşkusuz ki Allah Teâlâ dilediğini ya­pandır.’438 Cennet hakkında ise şöyle der: ‘Gökler ve yer devam ettikçe orada kalırlar.’439 Bu durum o ikisinin sureti bakımından değil, cevheri bakımından böyledir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘kesilmeyen bir ihsan’ demiştir. Suretleri yok olacağı için de, ‘Rabbin dilediği hariç440 ayetinde istisna zik­redilmiştir. Çünkü gök göktür, yer yerdir! Çünkü biliyoruz ki, göğün cevheri, üzerinde suretlerin değiştiği duman cevheridir. Duman cevhe­rini kabul eden şey, gök suretini kabul eden şeydir. Nitekim çamur ve taş cevheri de, ev suretini kabul eder. Ev yıkıldığında ve çamur kurudu­ğunda, evin ve çamurun sureti kaybolur, cevherin kendisi geride kalır. Aynı şekilde bütün âlem, cevher bakımından tektir ve suretler nedeniyle ise farklılaşır. Bunu bilmelisin! Burada cehennemlikler hakkmdaki istis­na, onların azaplarının süresiyle ilgilidir. Cennetlikler hakkında istisna ise ‘Rabbin diledikçe’ anlamında olabilir. Kuşkusuz ki Rab, onların cennetten çıkmamalarını dilemiştir. Çünkü Allah Teâlâ, ‘sınırlı olmayan bir ih­san5441 ifadesiyle onların cennet çıkmayacaklarım dilemiştir. Cehennem­likler hakkmda ise ‘kesintisi olmayan bir azap’ dememiştir. Bunu anla! Çünkü sahih güvenilir haberde Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O gün yeryü­zü başka bir yerle değiştirilir ve gökler de.’442 Burada Allah Teâlâ göğü kızgın yağ gibi olmakla nitelemiş, onu yarılmak ve parçalanmakla ve akışkan­lıkla betimlemiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘(Kızgın) yağ gibi kızıllaşa­rak gül rengi gibi olduğu zaman.’443 Başka bir ifadeyle, renkte ve akışkan­lıkta kızgın yağ haline gelmiştir. Bütün bunlar, cevherin gidişini değil, suretin gidişini bildirir.

Bu menzilin içerdiği konulardan birisi de, itibar ve tefekkür eder­ken, Allah Teâlâ’nın insanın ilgilenmesini istediği şeylerin bilgisidir. Bu itibar, insanı Rabbini değil, yaratıcısını bilmeye götürür. Çünkü Allah Teâlâ’nın isim­lerinden her bir ismin âlemde özel bir delili vardır ve o, söz konusu is­me delil olması bakımından başka bir şeyi göstermez. Buradan yeryü­zünün, sunun köpüklenene kadar dalgalanmasından yaratılmış olduğu öğrenilir. Bu köpük, yeryüzünün ta kendisidir. Çünkü o suluktan, köpüklüğe intikal etmiş ve köpük içinde Allah Teâlâ yeryüzünü yaratmıştır. İşte bu salihlerin yeryüzünü (toprağı) aşabilmelerinin ve -üzerine toprak atılmış olsa bileölünün kabrinde oturabilmesinin nedenidir. Toprak­tan yaratılmış her şeyin hükmü, toprağm hükmüyle birdir. Öyleyse yer­yüzünün (toprağın) hükmü de köpüğünki ile birdir. Köpüğün hükmü ise sunun hükmüyle birdir. Su ise yanmayı ve eşyanın kendisinde hare­ketlenmesini kabul edicidir. Böylelikle onun bu özelliği, toprak gibi ke­sif veya hava ve ateş gibi latiflerde olmak üzere, kendisinden meydana gelen her şeye yayılır. Fakat su için ateş, torun mesabesindeyken su için toprak çocuk konumundadır. Su için hava ve köpük ise bel çocukları konumundadır. Öyleyse su onlar için baba iken ateş için hava yönün­den dede, toprak için ise köpük yönünden dede gibidir. Âdem’in yara­tılması ile su arasında toprak ve köpük var olmuştur. O, kesifliği yö­nünden torunun oğludur. İçerdiği ateş ve hava yönüyle de, torun ko­numundadır. Havva’nın yaratılmasına gelirsek, onun ile asıl arasında üç şey vardır. Âdem, toprak ve köpük. Havva, asıldan en uzak olandır. Âdemoğullarının yaratılmasına gelirsek, onlar aşıla Âdem’den daha ya­kındır ve -tıpkı köpük gibisudan yaratılmışlardır. Onlar, suyun sul­bünden olan çocuklarıdır ve köpük onlar için kardeş konumundadır. Âdem’in ise dedesi iken toprağın babasıdır. Âdemoğulları, toprağın

A

amcalarıdır. Adem’in oğulları karşısındaki konumu, yeğeni karşısında kardeşin oğlu (kuzen) gibidir. Âdem karşısında oğulları ise babasmm amcası konumundadır. Hâlbuki onlar Âdem’in çocuklarıdır. Âdem, kardeşlerinin oğlunun oğludur. Bu yönüyle çocuklar, ilk sebebe daha yakın kimselerdir. Âdem’in büyük ata olması ise sayesinde toprağı ça­mura dönüşmesini sağlayan Âdem’deki sudan kaynaklanır. Buna göre o, sulb çocuğuna katılmada başkasından hamile olan bir kadınla evlene­ne benzer. Böyle biri, başkasının ekinini sular. Meydana gelen üründe ise, sulama kadar nasibi vardır.

Meryem oğlu Isa’nın yaratılışına gelirsek, kendisiyle su arasında annesi, Havva, Âdem, toprak ve köpük vardır, fakat başka bir yönden. O bize benzer ve bunu anlayan azdır. Kuşkusuz ki Allah Teâlâ dikkat çekti­ğimiz hususa, ‘ona düzgün bir insan olarak göründü5444 ayetinde değinmiş­tir. Allah Teâlâ (İsa’yı var etmek dileyince, Meryem), kendisinden önce Allah Teâlâ’ya sığındıktan sonra Cebrail’e bakmakla haz kendisine yayılmış, onun kendisine bir çocuk vermek üzere gelen Allah Teâlâ elçisi olduğunu anlamış­tır. Meryem çocuğu kabul etmek üzere hazırlanmış ve salt bakmayla cinsti ilişkinin hazzı kendisine yayılmış, su Meryem’den rahme düşmüş­tür. İsa’nm bedeni ise Meryem’de hazzı meydana getiren üflemeden doğan sudan oluşmuştur. Öyleyse İsa, annesinin suyundandır. Doğa bi­limciler bunu reddederler ve ‘kadın suyundan bir şey meydana gelmez’ derler. Bu görüş doğru değildir. Bize göre insan erkeğin suyundan ve kadının suyundan oluşur. Arzusundan konuşmayan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediği sabittir: ‘Erkeğin suyu kadının suyuna baskın gelirse, çocuk erkek, kadının suyu erkeğinkine baskın gelirse çocuk kız doğar.’ Başka bir rivayette ise üstün gelmek yerine geçerse kelimesi kullanılmış, başka bir rivayette ise erkek ve kız yerine zamirler kullanılmıştır. Kitabu’nNikah adlı eserimizde bu konu hakkında şöyle demiştik: Bazen erkek ve kadm suyu indirmede birbirini geçemez ve" karışacak şekilde aynı anda indirebilirler. Bu durumda sulardan birisi ötekine baskın gelmez. İşte böyle bir durum gerçekleştiğinde Allah Teâlâ, erkeldik ve dişiliği kendinde barındıran hünsayı yaratır. Herhangi bir yöne sapmaksızın her bakım­dan eşit olduklarında ise hünsa kadınlık organından hayız olurken er­keklik organından da meni çıkar. Böyle bir hünsa kadınla ilişkiye girdi­ğinde çocuk sahibi olurken aynı zamanda çocuk da doğurabilir. Rivaye­te göre, bir adamın yanında birinin annesi ötekinin babası olduğu iki çocuk varmış. Su itidal halinden sapmış ve birinin ötekine baskın gele­ceği bir dereceye ulaşmamış olabilir. Bu durumda hüküm baskın gel­meye sapmış unsura aittir. Bu unsur kadının suyu ise hünsa hayız görür ve kendisinden meni çıkmaz. Erkeğin suyu üste çıkmaya meyilli ise meni çıkar, hayız görmez. Yaratan ve Alim Allah Teâlâ münezzehtir! Bu can­lıdaki berzahların en gariplerinden biridir. Bu böyledir ki, ‘Allah Teâlâ’nın her şeye güç yetiren olduğu bilinsin445 ve ‘Allah Teâlâ’nın her şeyi bilgi bakımından iha­ta ettiği’ öğrenilsin. Bu menzilin içerdiği ilimler hakkında bu kadar açık­lama yeterlidir. Çünkü bu menzil pek çok mesele içermektedir. Büyük bsmı, feleklerin hareket ve yönelişleri, ışığın parıltılarıyla yıldızların yönelişleri ile unsurlar ile türeyenlerin bu nurları kabulleri arasmda meydana gelmesiyle ilgili konulardır. Bu hükümlerden ise dıştaki varlık­ların, mertebe ve hallerin yaratılması ortaya çıkar. Bu, büyük ve geniş bir ilimdir. Yükümlülük diyarının dışındaki sınanmayı bilmek de bu menzille ilgilidir. İlahi divan bilgisi, değişmeyen ilahi zorunluluğunun bilgisi bu menzille ilgilidir. Âlemde batıl ve anlamsız bir şey bulunma­dığı, batılı ve hakkıyla onun bütünüyle Hakk olduğunun bilgisi bu men­zille ilgilidir. Allah Teâlâ’nın genellikle bazı kimseler hakkında cezalan ahrete ertelerken bir kısmı hakkında öne aldığının bilgisi de bu menzille ilgilidir. Bu, tehdidin uygulanması denilen şeydir ve bu bir haberdir. Hüküm içermeyen haber, neshe konu olmaz. Bazen karşı çıkana yapılan tehdidi uygulayabilir. Çünkü Allah Teâlâ tehdidi için belirli bir yer belirtme­miş, dünya hakkında şöyle buyurmuştur: ‘Yaptıklarının bir kısmını tatsın­lar diye...,446 Bu, tehdidin uygulanmasının bir kısmıdır.

Tehdidin uygulanacağı fikrini benimseyenler, haklıdırlar, fakat Allah Teâlâ onu dilediği bir yerde uygulayacaktır. Allah Teâlâ’nın dünyada hasta­lık veya psikolojik veya maddi bir acıyla tehdidini uygulaması, kişi adı­na bir örtü ve perde haline gelir. ‘Mağfiret5 diye ifade edilen şey budur. Yani ahirette bu günahtan dolayı cezalandırma olmayacaktır. Mutlula­rın hallerinin geneli böyledir. Kendilerine ateş değmeyecek olan mutlu­ları, ‘o gün büyük korku üzmez’447. Onlar, ‘üzerlerinde korku bulunmayan ve mahzun olmayacak kimselerdir.’448 Bu nedenle bazı insanların hemcins­leri arasmda maddi belalarla karşılaşmaları ve sınanmaları büyük olmuş­tur. Örnek olarak, peygamberleri ve insanların arasından adaleti tavsiye edenleri verebiliriz. Söz konusu belalara örnek olarak, (tebliğ ettikleri) hakikatin reddedilmesi, kâfirlerden duydukları ve kendilerini üzen söz­leri verebiliriz. Allah Teâlâ bunun böyle olacağını bildirmiştir. Aynı şey, ma­ruz kaldıkları öldürülme ve dövülme gibi hadiseler için geçerlidir. Bü­tün bunlar, tehdidin gerçekleştirilmesi ve beşeriliğin ve doğanın gerek­tirdiği hareketlerden kaynaklanır. Bunlar, onların içinde bulunduğu mertebeye layık olmayan, fakat beşeriliğe yaraşan şeylerdir. Allah Teâlâ’nın peygamberlerine söylemiş olduğu ‘Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın diye...’449 ayeti bu konuyla ilgilidir. Kuşkusuz ki Allah Teâlâ günah olabileceğini belirtmiş ve onu (gerçekleşmezden önce) bağış­lamıştır. Buradan Allah Teâlâ kullarına onları ahirette cezalandırmayacağını ve bağışlamanın dünyada ilgili olduğu hususları belirtmiştir. Çünkü dünya hayatında acılar, psikolojik ve maddi hastalıklar vardır. Bu du­rum, onlarda tehdidini uygulamasının ta kendisidir. Bu durumda Mu­tezile’nin bu konu hakkında söylediği husus doğru olmaktadır. Çünkü Eşari, böyle bir şeyi Allah Teâlâ hakkında caiz görmektedir. Fakat mümkün ve caiz olan her şey gerçekleşmez. Mutezile’ye karşı kanıt olarak getiri­len bütün deliller güçlü deliller değildir ve onların çürütülmesi kolaydır. Bu kitap, o bilginin ortaya konulacağı bir yer değildir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’      '

iki yuz doksan dokuzuncu BÖLÜM

Muhammedî-Muradî Mertebede, Süryanî Makamdan Müminlerin Azabı Menzilinin Bilinmesi

Burçlar, menzillerin menzilleri Yedi ışık için hazırlanmışlar

Feleklerine yönelmek üzere yürüdüklerinde Gözüne başkaların varlıkları görünür

Hakk menzillerde hükmünü yürütür Oluş devirlerde ve kürelerde gerçekleşir

Yaratma menzillerin altından zahir Emir menzillerin üstünden akar

İnsanların dilinde denilir ki Kaderlerin elinin uyguladığı bir iş

Avuç ve yüce kalem çizer Levha’ya zuhur eden sırları

Allah Teâlâ bizi razı olduğu işlere ulaştırsın, bilmelisin ki: Bu menzil, üzerlerindeki otoritesinin büyük gücü nedeniyle ateş kaynaklı şeytanla­rın çekindikleri en büyük menzillerden pek çok ilmi içeren yüce bir menzildir. Bilmelisin ki, Allah Teâlâ insan ruhunu yarattığında, onu kâmil, yetişkin, akıllı, Allah Teâlâ’nın birliğine iman eden, rabliğini onaylayan birisi olarak yaratmıştır. Söz konusu olan, Allah Teâlâ’nın insanları üzerinde yarat­mış olduğu fıtrattır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Her doğan fıtrat üzere doğar. Sonra ebeveyni onu Yahudi, Hıristiyan veya Mecusi ya­par.’ Burada genel olan zikredilmiştir ki o da ebeveynin varlığıdır. Çün­kü çocuk bazen yetim olabilir. Böyle bir durumda çocuğu terbiye eden kimse, onun ebeveynidir. Ruh bir niceliğe sahip değildir, bu nedenle zatının cevherinde bir artışı kabul etmez. Aksine ruh, tek bir cevherdir ve bileşik olması mümkün değildir. Çünkü ruh bileşik olsaydı, bir par­çasında bir konunun bilgisi bulunur, öteki tarafı ise onu bilmezdi. Böy­le bir durumda ise insan, bildiği şeyin aynı anda cahili olurdu ki bu im­kânsızdır. Öyleyse ruhun cevherinde bileşiklik imkânsızdır. Hal böyle olunca, cismin kabul ettiği şekilde, ruhun bir artma ve eksilme kabul etmesi mümkün değildir, çünkü ruhta bileşiklik yoktur. Ruh varlığı ge­reği akleden olmasaydı -ki ruh özü gereği akıldır-, kendisinden söz alı­nırken yaratıcısının rabliğini onaylamazdı. Çünkü Hakk, ancak hitabını anlayacak kimseye hitap eder. İşte insanın kendiliğindeki hakikati bu­dur.

Sonra Allah Teâlâ, kendisine mülk olarak yarattığı bedende -ki ruh onun üzerine yerleşmiştirmaddi ve manevi güçler ve araçlar yaratmış ve kendisine ‘bilgilerini onlardan al ve bu güçleri şöyle şöyle kullan’ diye emredilmiştir. Bu aleder ruh için mertebe mertebe yaratılmıştır. Buna göre hayal ve duyu gücünün dışındaki bütün manevi güçler, kâmil ve yetkindir. Hayal gücü ise zayıf yaratılmıştır. Bu iki güç, bedene tabi kı­lınmıştır. Beden geliştikçe, yetkinleştikçe ve niceliği arttıkça, duyu ve hayali de güçlenir. Bütün güçler eşyayı hayalden alırlar. Hayal ise du­yunun kendisine verdiği bütün suretleri kabul edici olan heyulani güç­tür. Bunun yanı sıra hayal, musavvire gücünün kendisinde ‘açtığı’ (meydana getirdiği) suretleri de kabul edicidir. Musavvire güçleri onları hayalin duyu gücünden kendilerini alıp tuttuğu mevcut şeylerden bileştirmiştir. Suretleri kabulde heyula’ya benzeyen yegane güç, hayal gücü­dür. Hayal güçlendiğinde ise fikir gücü kendisinde tasarruf edebileceği ve otoritesini izhar edebileceği bir yer bulmuş demektir. Vehim gücü, akıl ve hafıza gücü de öyledir, insan latifesi (insanın hakikati), zatı ba­kımından, güçlerin kendisine verilerini ancak onlarm aracılığıyla algıla­yabilir. Söz gelişi bu güçler, duyu âleminde doğduğu gün bilinenleri vermiş olsaydı, insan ruhu özü gereği alırdı. Bakınız! Allah Teâlâ bazı insanlar hakkmda bu konudaki adeti aşmıştır. Bunlara örnek olarak, if­feti hakkmda tanıklık eden Yusufun oğlunun konuşması, (annesi hak­kmda) tanıklık eden İsa’nm konuşması ve kendisi adına tanıklık eden Cüreyc’in oğlunun konuşmasıdır, insan ruhunun yükümlülüğünün ye­tişkinliğe ertelenmesinin nedeni, (bilgileri duyular vasıtasıyla almış ol­ması) budur. Yetişkinlik, bedendeki güçlerin Allah Teâlâ’nın bilgisinde olgun­luk sürecine ulaştıkları vakittir. Artık, insan ruhunun Rabbinin onu yü­kümlü tuttuğu hususları incelemek ve onları yerine getirmekten sarf-ı nazar edişinin bir mazereti kalmaz. Yükümlülük derecesi, yedi yaşından buluğa erinceye kadardır. Kuşkusuz ki Allah Teâlâ buluğ çağınm dışında da çocuğun fiilini geçerli saymıştır. Birini öldürse, kendisine kısas cezası uygulanmaz ve yetişkin olana kadar hapsedilir, sonra kan sahibi kendi­sini affetmedikçe öldürdüğü kişinin karşılığında kısas cezası alır. Allah Teâlâ yükümlülük çağında yapmadığı bir iş nedeniyle cezalandırmıştır. Bu girişi yapmamızın amacı, müminin azabı hakkmda dile getirdiğimiz hususun anlaşılmasına zemin hazırlamaktır. Çünkü insan daha önce de belirttiğimiz gibi mümin yaratılmıştır. Bununla birlikte çocuklar, defin­lerinde babalarının yanlarına gömülürler ve babaları köle olduklarında da -Hakk ettikleri için değil‘ilhak’ yoluyla onlara katılırlar. Bu ayrımın nedeni, babalardaki imanın zuhur mertebesinin üstünlüğü nedeniyle, teşriftir. Kâfirlik arızi olduğu gibi kölelik de arızidir. Asıl olan, hürriyet ve imandır.

Bu bağlamda farkına varılmayan bir yönden tehdidin uygulanma­sının bir yönü de, yükümlülüğün varlığıdır. Bu, yükümlünün nefsinde korkunun bulunması nedeniyle ilk azaptır. Kuşkusuz ki yükümlü, psi­kolojik bir acı duymuştur. Bu, yükümlü olmadığı bir anda kendisinden meydana gelen fiillerin cezasıdır. Bu davranışlar, çocuklar arasında ezi­yet, kınama ve haddi aşmak şeklindedir. Çocuğun yaptığı iyilikler ise onun lehine yazdır. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir vesdeyle bunu belirt­miştir. Hacda elindeki çocuğu kaldırarak: ‘Bu çocuğun haccı var mıdır?’ diye soran bir kadına Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demişti: ‘Evet onun haccı vardır, sen de sevabını alırsın.’ Burada kast edilen, çocuk haccını yerine getiremeyeceği için, annenin yardım etme sevabı alacağıdır. Başka bir rivayette Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den şöyle aktarılmıştır: ‘Yükümlülük çağından önce bir çocuk hac yapar ve ardından ölürse, Allah bu haccı onun farzı olarak yazar. Köle de azat olmazdan önce köle iken hac yaptığında böy­ledir.’ Bu hadis, isnadı yönünden üzerinde konuşulmuş olsa bile, başka sahih bir hadis kendisini güçlendirir. Sahih bir hadiste şöyle denilmiş­tir: ‘Allah Teâlâ kıyamet günü farzlarını eksik getirmiş kulu hakkında şöyle diyecektir: Onun eksik olan farzlarını eksik olduğu ölçüde nafile ibadederinden tamamlayın.’ Böylelikle nafile ibadet, farz ibadetin yerine konulmuştur ki, aynı konudur. Çünkü yükümlü olmayanın haccetmesi, onun üzerinde farz değildir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kutsi bir hadiste Allah Teâlâ’dan şöyle aktarır: ‘Kulun bakılacak ilk ameli, namazdır. Allah şöyle der: ‘Bakınız kulumun nama­zına, tamamlamış mı, eksik mi bırakmıştır?’ Namaz tam ise onun le­hinde tam olarak yazılır. Eksik ise bu kez Allah şöyle der: ‘Bakınız! Ku­lumun nafile namazı var mı?’ Var ise Allah şöyle der: ‘Kulumun farz ibadetini nafilesinden tamamlayınız.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Bütün ibadetleri böyle değerlendirilir.’ Yani zekâtta, oruçta, hacda da namazda yapılan iş yapılır. Şeriat bunu dikkate almasaydı, böyle hüküm vermez­di. Çocuğun yetişkinlik dönemine ulaşmazdan yükümlülük öncesinde yaptığı bütün davranışlar, iyilik veya kötülük olsun, şeriatta geçerli sayı­lır. Şu var ki dahi cömertlik, bu dönemde yapdan iyiliklere karşdık ken­disini ödüUendirir ve onları ahiret için saklarken bu dönemde yapılmış kötülük ahirete saklanmaz, sadece dünya hayatında onu cezalandırır. Bu ceza, çocuğun karşılaşacağı psikolojik ve maddi acılar ve üzüntülerdir. Bunlar vardır ve hiç kimse onları inkâr edemez. Bunlar, çocuktan mey­dana gelmiş bir takım fiillerin ceza ve acılarıdır. Allah Teâlâ’nın öğretmiş oldu­ğu bir hikmetin gereğiyle, yolumuzun ehli, bu durumu bilir. Dünyada­ki bu cezalar, daha önce de belirttiğimiz gibi, müminler hakkmda gü­nahların örtülmesini (kefaret) gerektiren cezalardır. Kâfirler ise (çocuk­ken böyle günahlar işledikten sonra) buluğa erip kâfir öldüklerinde, ahiret hayatında cezalandırılırlar. Hâlbuki onlar, tıpkı müminler gibi, çocuk iken dünya hayatında azap görmüşlerdi. Bu durum şu ayette be­lirtilir: ‘Azaplarını kat kat artıracağız.’450 Yani dünyada çektikleri azaba vb. şeylere azap kattık. Çünkü bu ayet, mertebeleri üzere -ki bu o mer­tebelerden birisidirazabın artmasını belirten naslardandır.

Müminlerin azabının bir türü de, Allah Teâlâ’nın onlarm üzerlerine kâfir ve arzu sahiplerini musallat etmesidir. Böylece dünya hayatında esir alınırlar, köleleştirilirler, eziyet çekerler ve öldürülürler. Bütün bun­lar, kendilerinden meydana gelmiş olduğu ölçüde, günahlarını, hatala­rını örten şeylerdir. Kâfirlerin müminlere böyle şeyleri yapmalarının nedeni, onlarm mümin olmalarıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İman etiniz diye sizi ve peygamberi yurdundan çıkartırlar.’45' Buradaki edat ve ardından geıen kelime, mastar anlamı bildirir. Adeta şöyle der: ‘iman etmeniz nedeniyle peygamberi ve sizi sürgün ederler. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘(Kâfirler) Onlardan iman ettikleri için intikam aldık (der­ler).’452 Mümin olması nedeniyle birini kasten öldürenin ebedi (cehen­nemde) kalması da burayla ilgilidir.

Bu menzilin içerdiği ilimlerden birisi de, sınama ilmidir ki, bu sı­nama sadece Allah Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sizi deneriz.’453 Başka bir ayette de, ‘sizi denemek için...’454 buyrulur. Mümin, mümini ancak ilahi bir emirle sınayabilir. Bu durumda deneme, Allah Teâlâ’ya ve Allah Teâlâ’dan olur, müminlerden değil! Söz gelişi, ‘onları imtihan edin455 ayeti gibi. Burada imtihanı emreden Allah Teâlâ’dır ve kul da efendisinin emrine bağlanmıştır. Hükümdar bir şahsın cezalandırılmasını emreder, bu ce­zayı uygulamasını emrettiği kimse de o işi üsdenir. Söz konusu kişi ona karşı şefkatli olsa bile, hükümdarın mertebesine uyulması zorunludur. Bunun nedeni hükümdarlık mertebesinin sağladığı korkudur. Öyleyse sınamak, Allah Teâlâ’ya ait olabilir. İlahi bir emir olmaksızın, bir mümini sınayanı Allah Teâlâ bu davranışı nedeniyle cezalandırır. Bu makama özgü isim, el-Habir ismidir ve bu isimlerin hükümlerinin en gariplerinden birisi­dir. Çünkü ‘haber almak’ (hubre), el-Habir’in haber verenden bilgi al­masını anlatmak üzere zikredilmiştir. Hâlbuki sınanan (ve kendisinden haber sorulandan) hakkındaki bilgi, ilahi mertebede kesinleşmiştir. Bu nedenle sınanan kimse Allah Teâlâ’ya bir bilgi vermez. Bu nedenle bu ismin bir hükmünün olmadığı ortaya çıkar. Bu isim, haberini sorduğu kimse­de neyin gerçekleşeceğini bilemediği için, daha çok kula layıktır. Hâl­buki ilahi emir olmaksızın kulun (bir mümini) sınaması yasaklanmıştır. Hakk ise kulun Hakk ettiği bir isimle isimlendirilmiştir. Öyleyse bu ismin Hakkın mertebesindeki hükmü, lehinde ve aleyhinde kanıt ortaya koy­mak üzere, bu soruşturmayla haberi soruşturulana bilgi vermekten iba­rettir. Bu nedenle el-Habir ismi, Ebu Hamid ve İsferayinî gibi bilginle­rin yaptığı şekilde el-Alim niteliğine katılmamıştır. Gerçek, onların id­dia ettiği gibi olsaydı, bu durum bir eksiklik olurdu. Onları bu yanılgı­ya düşüren ise (ilgili ayette zikredilen), ‘ta ki beHlim*56 ifadesinde (habe­rin ardından bilginin zikredilmesidir). Hâlbuki bu, ayet zâhiri üzere alınmış olsaydı, onların aleyhine bir delil olurdu. Çünkü haber almak ve soruşturma, bilgiyi elde etmenin sebebidir, yoksa bilginin kendisi de­ğildir ve ‘haber almak’ nedeniyle Habir diye isimlendirilmiştir. Bilgi gerçekleştiğinde ise bu durumdayken, el-Alim diye isimlendirilmiştir. ‘Ta ki bilelim’457 ayeti hakkında tenzih yorumunu benimseyen İbn Hatib vb. bilginler, en çok bilginin bu Hakk ilişmesini dile getirebilirler. Bilgi­nin ilişmesi ise sonradan olan bir şeydir (hadis) ve bu bilginin sonradan olmasına yol açmaz. Bu durumda bilgi, ilişmesi yenilense bile, kadimlik özelliğinde kalır. İşte onların tenzihte varabilecekleri son yorum budur. Şöyle derler: ‘Bilgi gelecekte var olacak bir şeye ilişir de o şey o esnada var olmuş ise hiç kuşkusuz, bulunduğu halden farklı bir şekilde bilinmiş olur. Ya da şimdiki zamanda olan diye bilinen bir şey geçmişte olmuş veya gelecekte olacak ise bütün bunlar bilgisizliktir. Allah Teâlâ ise böyle bir halden münezzehtir. Böylece onlar, farkında olmadıkları yönden, Allah Teâlâ’nın (bilgisine) zamanı sokmuşlardır. Öncelik ve sonralık ise eşya hak­kında geçerlidir. Hâlbuki onlar, Allah Teâlâ’nın eşyayı bulundukları hal üzere bildiğini ve gördüğünü bilemişlerdir. Eşyaya ait olan zamanlar da, Allah Teâlâ’nın bildiği şeyler arasındadır. (Tıpkı zaman gibi) Halleri ve yerleri de, mekanda veya doğal mekanlarında (hayyiz) bulunması gereken şey­lerden iseler, eşyaya eşlik eden şeylerdir. Bütün bunlar, zamanda olmak­sızın, Hakk tarafından görülür ve bu görme, öncelik, sonralık veya iki zamanın sınırı demek olan an ile nitelenmez. Bu nedenle, ‘Allah Teâlâ vardı ve O’nunla birlikte başka bir şey yoktu’ hadisinde (Allah Teâlâ ile birlikte) başka bir şey zikredilmemiştir. Burada (varlık anlamı taşıyan) ‘kâne’ ke­limesi gelmiştir. ‘Kâne’ varlık bildiren bir edattır, yoksa fiil değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘şimdi de öyledir’ de dememiştir. Çünkü an, zamanın varlığı hakkındaki bir hükümdür. Onu, Bâri teala’nın hüviyetinin zarfı yapmış olsaydı, ‘kâne’den farklı olarak, hiç kuşkusuz ki zaman zarfı altı­na girmiş olurdu. Hâlbuki ‘kâne’, kevn mastarından gelir. Kevn ise var­lık demektir. Adeta şöyle der: Allah Teâlâ mevcuttur ve varlığında O’nunla birlikte kimse yoktur. Bu kelimeyle zamanın kullanılması, bir yanılsa­madır. Bu nedenle Nahivcilerin ileri sürdüğü gibi, ‘kâne geçmiş zaman fiili gibi harekelenir’ denilemez. Zeccacî ona bir bölüm ayırarak, ismi merfu, haberi mansup yapan edat diye isimlendirmiş, onu geçmiş, gele­cek ve şimdiki zamanda çekimleri olan bir fiil saymamıştır. Bu ölçüdeki bir yanılgı -ki bu kâne, yekûnü ve se-seyekûnü şeklinde zamanda çekim almasına yol açan durumdurnedeniyle, sahih fiile benzetilmiştir. Sahih fiil, kâme-yekûmu-seyekûmu şeklindeki fiildir. Böylece dilciler, kâim ile kâini aynı saymış, onu bu yönden fiil konumuna sokmuşlardır. Kâne’nin durumu belirttiğimiz gibi olunca, zaman zarfı kabul etmediği yönden kâne Allah Teâlâ hakkında kullanılabilir. Bu durum, ‘kâne Allahu/Allah bağışlayan ve merhamet edendir5458 ayetinde belirtilir. Başka bir ayette ise ‘kâne Allah Teâlâu/Allah Teâlâ şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir5459 denilir. Hâlbuki zikrettiğimiz nedenle, an kelimesi Allah Teâlâ için kullanıl­mamıştır. Çünkü an kelimesini kullanmak, zamanın varlığı hakkında bir hüküm, onun özel adıdır ve zarf demektir. Nitekim Arş üstüne istiva etmek ve istiva kelimesi de kullanılmıştır. Hâlbuki o, mekan isminden farklı olarak, mekanın zarflığı hakkında bir hüküm bildirmez. Çünkü o, zarflığındaki bir konum hakkında hükümdür. Mekanda yerleşen ise onun hakkında bir hükümdür. Böylelikle, tevile kalkışacak kimse ilahi mertebeye layık olan tevilini yapabilsin diye, istiva ve Arş kelimelerine dönmüştür ve bu zorunludur. En uygunu, söylediği sözü Allah Teâlâ’ya bıra­karak (yorumlamadan) kabuldür. Böylece insan, hitabında kast ettiği şeyin anlamını Allah Teâlâ’ya bırakır. ‘O’nun benzeri (ke-mislihi) bir şey yoktur460 ifadesine göre de, teşbihi reddetmek gerekir. Burada ke harfini ister faz­ladan harf, ister benzerinin var sayılması şeklinde alsın durum aynıdır. Çünkü muhalin farzı imkânsız değildir.

Bu menzilin içerdiği ilimlerden birisi de, özellikle Aüas feleğine özgü olan ulvi âlemin, onu imar edenlerin, tespihlerinin mahiyetinin ve neyle ilgili olduğunun bilinmesidir. Kimden alırlar, kime verirler? On­lardan kim alır? Zati verme -ki o nedenden dolayı vermektirve iradi vermek -ki o da kasıda vermek demektirnedir? Ahiretin bilinmesi, ku­lun nefsinde meydana gelecek tecellinin bilinmesi, zayıfın güçlüye etki­si, âleme yayılmış olan rabbani gaye ve arzuların yol açtığı durumların bilinmesi bu menzille ilgilidir. Bunlar, bütün canlıların ve insanların id­dia ettikleri şeylerdir. Nebilerin Allah Teâlâ’dan istedikleri salahın bilinmesi ve özellikle insanın tasdikinin bilinmesi bu menzille ilgilidir. Tasdik kim içindir, ne tasdik edilecektir, bununla ne amaçlanır, aklın delilinin im­kânsız saydığı bir şey tasdik edilir mi, tasdikin Allah Teâlâ katındaki yeri nedir ve sahibini nereye götürür? Acaba tasdikte müminler eşit derecede mi­dir, yoksa derece derece midir? Tasdik artma ve eksilme kabul eder mi? Tasdik edilen şey hakkında bir kuşkunun gerçekleşmesi esnasında eksilir mi? Herhangi bir iman meselesinde eksiklik bulunduğunda, bu eksiklik bütün imana yayılır mı, yoksa bütünüyle gitmesine etki eder mi? Yoksa sadece kuşkunun kendisinde gerçekleştiği şeyle mi sınırlıdır? İlahi ceza­landırmanın süratle olmasının nedeni nedir? Allah Teâlâ, benim gibi nebi ol­mayan kimselere indirdiği şekilde bu ayeti bana indirdiğinde, bunu bil­dirmiştir. (Bilindiği gibi) Kuran ve bütün kelamlar, okurken ve konu­şurken bütün konuşanlara ve okuyuculara iner. Böyle olmasaydı, onlar okuyamaz veya konuşamazlardı. Burada düşünen kimse için, ilahi sırlar vardır. (Bu ayet bana indirildiğinde) bana şöyle denildi: ‘Oku.’ Ben de ‘Ne okuyayım?’ dedim. Bana şöyle denildi: ‘İşte rabbin ehli zalim beldele­ri (onların halkını) yakaladığında, kuşkusuz ki senin Rabbinin yakalaması (cezalandırması) pek elem vericidir, şiddetlidir461 ayetini oku! Ben de ez­berimde bulunduğu haliyle bü ayeti okudum. ‘Rabbinin yakalaması (ce­zalandırması)...’462 kısmına geldiğimde, bana ‘seninle’ de’ diye emredil­di? Ben ise ‘Kuran’da böyle değil, ayet böyle inmemiştir’ dedim. Bana şöyle denildi: Sen öyle söyleme, böyle söyle! Böyle inmiştir. Sen ‘senin­le’ de. Israr edildi. Ben de ‘O’nun seninle cezalandırması acı ve şiddetli­dir’ diye okudum. Bunun anlamını öğrenmek istedim. Bunun üzerine tanıdığım bir şahıs karşıma konuldu. Bana iftira atmıştı. Bana şöyle de­nildi: ‘Bu adam, senden dolayı cezalandırılan birisidir. Yani senin sebe­binle cezalandırılmıştır.’ Ben de adam önümde uzanmış iken ‘Senden dolayı cezalandırması acı ve şiddedidir’ diye okudum. Bu indirme işi tamamlandığında, o şahsı çağırdım ve kendisine gördüğüm şeyi söyle­dim. Bunun üzerine adam, karşımda pişman oldu, tövbe etti ve yanım­dan çıktı. Adam hala yabancılık hali üzereydi. İçinde bulunduğumuz ay tamamlanmadan, Allah Teâlâ o adamın başına isabet eden bir taşla canını al­dı. Kendisini öldüren insan, ne elbisesine ne atına ne malına dokunmamıştı bile. Bunun üzerine haber yayıldı ve iş hükümdara kadar gitti. Hükümdarın nezdinde adamın ölümüne benim sebep olduğum şayiası çıktı, fakat hükümdar buna kulak asmadı. Aradan üç sene geçtikten sonra, katil çıka geldi ve hükümdarın huzurunda adamı öldürdüğünü itiraf etti. Hükümdar katile öldürme sebebini sorunca, adam şöyle dedi. ‘Bir nedeni yok. Bana karşı bir suç da işlemedi. Fakat yanından geçer­ken onun kendinden geçmiş bir halde yattığını gördüm. O esnada ken­disini öldürmek isteği uyandı bende. Büyük bir taşa davrandım, onu kaptım ve başına vurdum, hareketsiz kaldı. Ne malını ne bir şeyini al­mak istedim. Bunun karşılığında hükümdar kendisini ölümle cezalan­dırdı ve bana da haberini gönderdi. (Ayetlerin indirilmesi anlamında) tenezzüllerin en gariplerinden birisi, böyle ilavelerdir. Böylelikle ârif, bu indirmenin nereden gerçekleştiğini, adını ve Hakkın kelamının karşı­sındaki yerini bilir. Çünkü Allah Teâlâ’dan aktarılan nebevi-kutsi hadisler Allah Teâlâ’nın kelamı olsalar bile, Allah Teâlâ kelamı diye isimlendirilmezler.

Bu menzil, yaratmanın başlangıcının bilinmesini, yeniden yarat­manın nasıl olacağının bilgisini de içerir. Çünkü keşif ehli yeniden yara­tılış hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. İbn Kasi, bu konuda ken­disine özgü bir görüş ileri sürmüş, başkaları ise aralarında görüş ayrılık­ları bulunmakla birlikte başka görüşler ileri sürmüşlerdir. Nitekim teo­rik akılcılar da kendi aralarında bu konuda görüş ayrılığına düşmüşler­dir. Bu menzil, ilahi sevginin bilgisini, sevenler arasındaki perdelerin bilgisini, başkalarından gerçekleştiğinde cezalandırılmalarına yol açacak hususların bilgisini içerir. Nitekim bir mısrada şöyle denilir:

Sevgili bir günah getirse

Onun sevimliliği bin mazeret getirir

Arş’ın bilgisi, sayıları, nitelikleri, kendisine izafe edilmiş iradenin ilmi, onun ariflerin halindeki etkilerinin bilinmesi de bu menzille ilgili­dir. Acaba bunlar celal niteliklerinden midir, yoksa cemal niteliklerin­den midir? Bu menzil, itibar bilgisini, tehdidin hangi isimden kaynak­landığının bilgisini, tümel nefsin ve niçin başkalaşmaya konu olmadığı­nın bilgisini içerir. Kur'an-ı Kerîm’in başka kitaplar, sayfalar ve Allah Teâlâ’dan aktarılan (kutsi) rivayetlerden üstünlüğünün nedeni de bu men­zilden öğrenilir. Hâlbuki bunların hepsi Allah Teâlâ kelamıdır. Bu bilgiyle birlikte, Kuran’ın içinde de Ayete’l-kürsi’nin diğer ayetlerden üstünlü­ğünün nedeni de buradan öğrenilir. Ayete’l-kürsi ayetler arasında efen­di, Yasin ise kalp gibidir. Zilzal suresi ise Kuran’ın yarısı gibidir. Kafirun suresi, Kuran’ın çeyreği, Nasr suresi ve ihlas suresi ise Kuran’ın üçte biri gibidir. Yasin ise on kez kuran gibidir. Niçin böyle tekrarlan­maktadır? Acaba böyle nitelenmiş olan, delil midir, medlül müdür, yoksa delili inceleyen midir? Bu menzil hakkmda bu kadar açıklama yeterlidir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar