Arap Alevî’si... NUSAYRÎLİKTE SELMÂN-I FÂRİSÎ’NİN ROLÜ
Hazırlayan: Abdurrahim Gültekin
Ehl-i Sünnet
ve Şia’nın Hz. Peygamber’in ashâbından kabul ettiği Selmân-ı Fârisî, o dönemde
Mecûsiliği benimsemiş olan İran’da doğmuştur. Babasının telkinleriyle Mecûsîlik
dîni üzere yetiştirilen Selmân bu dinin kendisini tatmin etmemesi üzerine
girdiği arayışta, önce Hristiyanlığı, daha sonra ise İslâm’ı seçmiştir. Meraklı
oluşu, yaşadığı farklı coğrafyalar ve mensup olduğu değişik dinler sonucu
edindiği tecrübeler, onu ashâb arasında kendisine danışılan bir kişi konumuna
yükseltmiştir.
Nusayrîlik
Muhammed b. Nusayr tarafından kurulan, Bâtınîliği ve takiyyeyi benimseyen, Hz.
Ali’yi ilahlaştıran, Selmân-ı Fârisî’yi bâb olarak kabul eden, Şia’nın gulat
saydığı fırkalardan birisidir. Şia’nın bütün fırkalarında olduğu gibi
Nusayrîlik’te de Selmân’a çok büyük önem verilmektedir. Hatta Selmân’a en fazla
değer veren grubun Nusayri fırkası olduğunu söyleyebiliriz.
NUSAYRÎLİĞİN
MEZHEPLER İÇİNDEKİ YERİ
Bütün semâvî
dinlerde yaratıcı, insanlarla vahiy aracılığıyla iletişim kurar. Bu mesajları
insanlara aktarmak ise, yaratıcı tarafından seçilen peygamberler aracılığıyla
gerçekleşir. İnsanların ilahi vahye muhatap olmalarının sebebi ise onlara
bahşedilen akıl ve irâdedir.
Dinin
anlaşılma kısmına gelindiği zaman, durum daha karmaşık bir hale gelir. Çünkü
insanlara bahşedilen akıl tek tip değildir ve her insanın dini anlama ve
yorumlama biçimi farklılık arz eder. Bunun yanında insanların yaşadıkları
coğrafi bölge, eski din ve inanışları, tarihi seyir içerisinde edindikleri
tecrübeler, insanların düşünüşlerine doğrudan etki eden başlıca sebeplerdendir.
Her insan ayrı bir dünyayı temsil eder. Bu dünyalarında inandıkları dini
inançların ve inanış biçimlerinin birbirinden farklılık arz etmesi kaçınılmaz
bir durumdur.
Mezhep
kavramını sadece İslam ile ilişkilendirme tartışmaları, ya da İslam üzerinden
anlatma çabası da son derece yanlıştır. Semâvî dinlerde kutsal kitaplar belirli
bir ırka ve ya zümreye gönderilmemişlerdir. Muhâtapları toplumun genelidir.
Toplum içerisindeki her bireyin bilgi birikimi, şahsî tecrübeleri, fikir
dünyaları, yaşadıkları coğrafi bölgeler ve eski din ve inanışlarının farklılık
arz etmesi, dinin anlaşılmasına ve yayılmasına doğrudan etki etmektedir. Bunun
yanında tarihi seyir içerisinde ortaya çıkan durum ve problemler de mezheplerin
oluşumuna doğrudan etki eden sebepler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bryan Wilson’a
göre mezhepler: “ilk bakışta, tarih içerisinde marjinal ve arızi fenomenler,
garip fikirleri olan yabancılaşmış insan grupları olarak görülebilir. Fakat onların
tarih içerisinde çok önemli etkileri vardır. Nitekim Hristiyanlığın kendisi
bile başlangıçta sıradan bir Yahûdî mezhebiydi. 1880’li yıllarda Sudan’da
ortaya çıkan Mehdî hareketi veya ondan birkaç yıl önce zuhur eden Çin’deki
Tai-Ping hareketlerinden her biri, hem ortaya çıktıkları ülkelerdeki insanların
tarihini, hem de buraya uzak bölgelerde yaşayan insanların tarihlerinin akışını
açık şekilde etkilemiştir.
Mezhepler,
tarihte, bazen toplumsal hoşnutsuzlukları ve eğilimleri oldukça netleştiren,
toplumsal yapıdaki çöküş anlarını gösteren, bazen de sosyal bütünleşmeyi haber
veren, hatta geliştiren katalizörler olarak işlev görmüşlerdir.”[9]
Hz. Peygamber
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) hayatta iken bir ihtilaftan veya ayrılıktan söz
etmemiz mümkün değildir. Çünkü Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
âyetleri tebliğ ve tefsir etmekteydi. Bu sebeple insanlar bir konuda ihtilafa
düştükleri zaman veya âyetlerden kastedilen manayı kavrayamadıkları zaman Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) başvurulacak tek kaynak olarak
karşımıza çıkmaktadır. Hz. Peygamber’in vefâtı sonrası İslam topraklarının
genişlemesi, dîne farklı etnik kimliklerden ve coğrafyalardan insanların dâhil
olması ve topluma önderlik yapacak olan sahâbenin fetihlerle birlikte İslam coğrafyasının
çeşitli yerlerine dağılıp birer birer vefât etmeleri, İslam coğrafyasında
ihtilafların baş göstermesine sebep olmuştur. İslâm’ın birleştirici gücü olan
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve ashâbın olmayışı ayrılıkların
derinleşmesine ve mezheplerin ilk nüvelerinin ortaya çıkışına zemin
hazırlamıştır.
Kur’anî dilin
zenginliği ve farklı yorumları kabul etme özelliği, bu bir tek kitabın dünyanın
büyük medeniyetlerinden birini nasıl biçimlendirdiğinin izahına yardımcı
olmaktadır. Eğer herkes metinden kesinlikle aynı şeyi anlamış olsaydı, din
gerçekte olduğu kadar geniş bir şekilde asla yayılmazdı. Kitap hem sıradan bir
insana, hem bilgine, hem çobana, hem filozofa, hem bilim adamına, hem de
sanatçıya hitap ediyordu.[10]
Ancak
unutulmamalıdır ki, mezhep din demek değildir. İslamı benimseyen bir zümrenin,
İslâmı sahip oldukları arka plana göre anlayış ve algılayış tarzını ifade eder.
Mezhepler beşeri oluşumlardır. Tarih boyunca ortaya çıkan binlerce mezhebi
İslam’ın zenginliği olarak telakki edemeyeceğimiz gibi, birer bid’at unsuru
olarak görmemiz de mümkün değildir.
“Din-mezhep
ilişkisi, tarihte olduğu gibi günümüzde de İslâm algısının en sorunlu
taraflarından birisidir. Çoğu zaman din ve mezhep kavramları özdeş kavramlar
olarak anlaşılmaktadır. Oysa mezhepler, dinin anlaşılma biçimlerinden başka bir
şey değildir. Dini anlayan, yorumlayan ve yaşayan insandır; mezhepler de beşeri
oluşumlardır. Tarih boyunca binlerce mezhep ortaya çıkmıştır. Çok azı yaşama
şansı bularak günümüze ulaşabilmiştir. Her mezhebin de değişerek, dönüşerek
varlığını sürdürebildiği unutulmamalıdır.” [11]
İslâm
tarihinde karşılaşılan en önemli ihtilâf Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’in vefâtı sonrası, İslâm devletinin başına kimin geçeceği halîfenin kim
olacağı meselesi üzerine olmuştur. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
kendisinden sonra halîfelik makâmına geçecek kimseyi tayin etmemesi, halîfenin
kim olacağı tartışmalarını da beraberinde getirmiştir.[12]
Sakîfetü Benî
Sâide’de[13] toplanan Ensâr, İslâm’a ev sahipliği
yaptıkları ve muhâcirlere kucak açtıkları için halîfeliğin kendi hakları
olduğunu iddiâ etmişler, bu olayı haber alan Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir ve yolda
karşılaştıkları Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Sakîfetü Benî Sâide’ye gelerek duruma
müdâhale etmişlerdir. Hz. Ebû Bekir bir konuşma yapmış, yapılan tartışmalar
sonucu Hz. Ebû Bekir’e biat edilmesi konusunda uzlaşmaya varılmıştır.[14]
Hz. Ebû
Bekîr’in halîfe seçilmesi sonucu hilâfet meselesi çözüme kavuşmuş gibi gözükse
de, durum böyle olmamıştır. Hilafetin Hz. Ali’nin hakkı olduğunu iddia eden Ali
taraftarları ile Hâşimîler, Hz. Ebû Bekîr’e biat etmemişler, ancak bu durum, bu
grupların memnuniyetsizliği ve küçük isyanlar dışında büyük bir ayrışmaya sebep
olmamıştır.[15]
Hz. Ebû
Bekir’in ölmeden önce halîfe olarak Hz. Ömer’i işâret etmesi ile, Hz. Ömer
sahâbenin ittifak ve icmâsı sonucu halîfe olmuştur. Hz. Ömer dönemi İslam
devletinin her bakımdan genişlediği ve geliştiği bir dönem olarak kabul
edilmektedir.[16]
Hz. Ömer
kendisinden sonra yerine geçecek olan halîfeyi tayin etmemiş, bunun yerine Hz.
Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) cennet ehlinden saydığı altı
sahâbîden oluşan bir aday listesi belirlemiştir. Hz. Ömer’in vefâtı sonrası Hz.
Ali’nin de içinde olduğu bu altı sahâbîden biri olan Hz. Osman halîfe olarak
seçilmiştir.[17]
Hz. Osman’ın
akrabalarına düşkünlüğü halîfe olduktan sonra mensup olduğu Benî Ümeyye
kabîlesinden akrabalarını devlet kademelerine getirmesi, devlet imkânlarının
Ümeyyeoğullarına tahsis edilmesi ve yöneticilerin uygulamalından doğan şikâyetler,
İslâm devletinde hoşnutsuzlukların artmasına en sonunda ise Hz. Osman’ın şehit
edilmesine kadar giden bir sürecin fitilini ateşlemiştir.[18]
Hz. Osman’ın
vefât etmesi sonucu, Hz. Ali halîfe olarak seçilmiş ancak Ümeyyeoğulları Hz.
Osman’ın şehit edilmesinden Hz. Ali’yi sorumlu tutmuştur. Şam valisi
Muâviye’nin Hz. Ali’ye bîat etmemesi ile başlayan süreç İslâm coğrafyasında
ayrılıkların belirginleşmesine, Cemel ve Sıffîn gibi üzücü hâdiselerin ortaya
çıkmasına sebebiyet vermiştir.[19]
Hz. Ali’nin
şehit edilmesi ile sonuçlanan bu karışıklıklar sonucu, Hz. Ali’nin oğlu Hz.
Hasan’a biat edildiyse de, Hz. Hasan İslâm coğrafyasında daha fazla kan
dökülmesini engellemek için halîfelikten çekilmiş ve görevi Muâviye’ye
devretmiştir. Ancak Muâviye’nin kendisinden sonra halîfeliği oğlu Yezîd’e
bırakması İslâm coğrafyasında halîfelik tartışmalarını yeniden
alevlendirmiştir. Bu süreç, Kûfe’lilerin bîatını alan Hz. Ali’nin diğer oğlu
Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi ile sonuçlanmıştır.[20]
Yaşanan bu acı
hâdiseler sonucu İslam dünyasında ayrılıklar derinleşmiş bu durum çeşitli
görüşleri savunan değişik fırkaların ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir.
Sıffîn
savaşında Hz. Ali’nin hakem olayını kabul etmesinden dolayı Hz. Ali’den
ayrılanların oluşturduğu gurup Hâricîyye, Hülefâ-i Râşidîn’i makbûl kabul eden
grup Ehl-i Sünnet, halîfeliğin en başından Hz. Ali’nin hakkı olduğunu iddia
eden, bizim de çalışmamızı ilgilendiren grup ise Şîa (Şiîlik) isimleriyle
isimlendirilmiştir.
“Şiîlik,
dünyada Müslüman nüfusun %10-15’inin din anlayışını biçimlendiren, kökleri
hicri birinci asrın sonlarına kadar uzanan büyük siyasî ve itikadî mezheplerden
birisidir. Şiî Müslümanlar ağırlıklı olarak Şia’nın en büyük kolu olan
İmamiyye’ye mensupturlar.”[21]
Şiîlik, vahiy
algısı ve imâmet anlayışı bakımından diğer fırkalardan ayrılır. İmâmet anlayışı
inanç esaslarından birisi olarak kabul edilir. Şiaya göre Hz. Peygamberden
sonra insanların en üstünü Hz. Ali’dir. Hz. Ali’den sonra imâmete en lâyık
olanlar onun çocuklarıdır.[22] Şia Hz. Peygamber’den sonra
gelecek olan imamların günahsız, takva sahibi, her türlü kusur ve özürlerden
uzak, kendisinden kötülük ve yanlışlık beklenmeyen, kendisinden önceki imam
tarafından nasla tayin edilen kimseler olduklarını, ona dost olanın kurtuluşa
ereceğini, ona düşmanlık edenlerin ise küfre düşüp helak olacağını iddia
ederler.[23]
Şiîlerin
imâmeti nübüvvetin devâmı olarak görmeleri, imamların da Allah tarafından
bilgilendirildiklerini iddiâ etmeleri, Şiîlik içerisinde aşırıya kaçan gulat
fırkaların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bu fırkalardan biri de Nusayri
fırkasıdır.
“Nusayrîlik,
Ebû Şuayb Muhammed b. Nusayr en-Nemîrî’nin ( ö. 270/883) liderliğinde III/IX.
Yüzyılda ortaya çıkıp, daha sonra Kitâbü’l-Mecmûun müellifi Hüseyin b.
Hamdân el-Hasîbî (ö. 358/969) tarafından sistemleştirilerek esas şeklini alan,
takiyyeci tutumu ve bâtınî yorumu benimseyerek günümüze kadar varlığını
sürdüren Şiî bir harekettir. Nusayrîlik, Şiîliği doğuran ortam ve şartların
tesiriyle oluşmuş bir akım olduğundan ağırlıklı olarak onun inanç ve uygulamalarını
benimseyen bir görüntü arz etmekle beraber, eklektik özellikler taşıyan diğer
bâtıni-Şiî fırkalar gibi, karma bir inanç ve ritüeller sisteminden
oluşmaktadır. Bunda, İslâm’ın özellikle Şiî yorumunun yanında, sûfilik yoluyla
sızmış gnostik ve Yeni Eflatuncu, hatta Manici ve Budacı unsurların yanında
Sâbiîlik, Yahûdilik ve Hristiyanlık gibi inanışların da tesiri bulunmaktadır.
Bununla birlikte, gizliliğe önem veren diğer mezheplerden daha kapalı bir
toplum yapısına sahip olduğu için Nusayrîliğin temel kaynaklar, inanç dünyası
ve toplumsal-amelî yaşantıları yüzyıllar boyunca İslâm âlimleri ve diğer
Müslüman toplulukların meçhûlü olarak kalmıştır. Bu sebepten bâtınî
karakterdeki diğer bütün fırkalarda olduğu gibi, Nusayrîğin, mensupları
tarafından bilinen, inanılan ve yaşanılan hayatı ile fırkanın dışındaki
insanlara sunumu ve onların bu hareketi algılamaları arasında göz ardı
edilemeyecek farklılıklar söz konusudur.”[24]
Hâmdan
el-Hasîbî Kitâbu’l-Mecmû adlı eserinde “Ben şehâdet ederim ki Ali bin
Ebî Tâlib’ten başka ilah, Muhammed Mahmûd’dan başka hicâb, Selman’ı Fârisî’den
başka bâb yoktur.” ifadesiyle Nusayrîliğin temel inanışını özetlemiştir.
Nusayrîlik inancını kısaca AMS formülüyle özetlemek mümkündür. Ayn:Ali,
Mim:Muhammed, Sin: Selmân-ı Fârisî’dir.
Burada
araştırılmaya ihtiyaç olan karakter Selmân-ı Fârisî’dir. Şiî karakterli
mezheplerce çok büyük öneme hâiz olan Selmân-ı Fârisî hakkındaki bilgiler
oldukça kısıtlıdır. Şiî kaynaklarında yer yer ulûhiyet atfetmeye varan iddiâlar
olması ve genellikle efsânevî bir şekilde anlatılması, hakkında doğru bilgilere
ulaşmayı zorlaştırmaktadır.
Sünnî
kaynaklara göre Selmân-ı Fârisî, İran’da Mecûsi bir toplumun içerisinde dünyaya
gözlerini açmış, Mecûsî inancının kendisini tatmin etmemesi üzerine de
kendisini tatmin edecek bir din arayışına girişmiştir. Uzun arayışlar sonucu
İslâm ile müşerref kılınmış, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
övgüsüne mazhar olmuş bir sahâbîdir.
Sahâbe
tarafından sayılan ve sevilen bir şahsiyet olmasının yanında çok yer gezmiş
olmasının vermiş olduğu birikim dolayısı ile kendisine danışılan önemli bir
şahsiyettir. Kesin olmamakla birlikte 656 yılında öldüğü tahmin edilmektedir.
Sünnî
kaynaklardan da anlaşılacağı üzere Selmân-ı Fârisî normal bir sahabedir.
“Uluhiyyet yakıştırmasına varan söylemler nereden gelmektedir?”“Şiî
mezheplerine göre Selmân neden bu kadar önemlidir?”“İranlı olması mı onu bu
kadar önemli yapmıştır?” problemleri araştırılmaya muhtaç konulardır.
Bu çalışmanın
amacı Şiî fırkalarından birisi olan Nusayrîlik mezhebini genel hatlarıyla
incelemek, Selmân-ı Fârisî’nin fırka içerisindeki önemini ve bu önemin nereden
geldiğini anlamaya çalışmaktır. Bu çalışma kapsamında; Nusayrîliği ortaya
çıkaran sebepler, fırkanın günümüzdeki durumu, Türkiye’de ve dünyada hangi bölgelerde
yaşadıkları, Selmân-ı Fârisî’nin öneminin nereden geldiği, Sünnî ve Şiî
kaynaklarda Selmân hakkında ne tür bilgiler bulunduğu, Selmân-ı Fârisî’nin
Nusayrîliğe göre bâb olarak kabul edilmesinin gerekçeleri ve günümüz Nusayrî
toplumunda Selmân algısının nasıl olduğu sorularına cevap aranmaya
çalışılacaktır.
NUSAYRÎLİK
İsimlendirme
“Hatay,
Adana, Mersin bölgesi ve civarında yaşayan ve halk arasında “ Fellâh” ve “Arap
uşağı” olarak bilinen Nusayrîler hakkında Anadolu Alevîlerinden farklı
olduklarını vurgulamak için “Arap Alevî’si” tabiri kullanılır. Fellâh
denmesinin nedeni, bu insanların yüzyıllarca büyük toprak ağalarının yanında
ırgat ya da yanaşma olarak çiftçilik yapmalarıdır. Arap uşağı ifadesi de,
onların daha çok Türklerden oluşan Anadolu Alevîliğinden farklı olarak, etnik
kökenlerinin vurgulanması anlamında kullanılır. Günümüzde ise “Nusayri”
kelimesi halk tarafından pek fazla bilinmeyip sadece bilimsel literatürde
kullanılmaktadır.”[25]
Nusayrî
sözcüğünün kökeniyle ilgili olarak Massignon, temelde beş kaynak öne sürer. 1.
Latince “nazerani” kelimesinin bozulmuş şekli, 2. Kûfe’deki “Nasuraya” köyü, 3.
Nasranî (Hristiyan) kelimesi, 4. Uydurma Şiî Şehitlerden biri olan “Nusayr”
ismi (Hz. Ali’nin hizmetçisi veya azatlısı), 5. Nusayrîliğin ilk kurucusu
olarak kabul edilen “Muhammed b. Nusayr” ismi.[26]
Fransa’nın
Lazkiye Viskonsüllüğü tercümanı olarak çalışan Felix Dupont, Nusayri'lerin
kökenini şöyle aktarmaktadır: Nusayrîler onun ismini kullanmak yerine, onun ilk
yaşadığı yerin isminden hareketle “Nasar” kelimesinin bir türevi olan,
Suriye’de Hıristiyanlar için kullanılan “Nesserani (Nasrânî)” kelimesini
kullanmışlardır. Fransızca kaynaklarda yaygın olarak “Nassarien” veya
“Ansarien” ismiyle anılmışlardır.[27]
Ainsworth,
kişisel bilgilerini topladığı, A Personal Narrativeof the Euphrates Expedition
adlı kitabında Nusayri'lerin İslamiyet’in yükselişinden önce de var olduklarını
göstermek için “pliny” adı altında bilindiklerini söyler. Nusayrî ismini ise on
yedinci yüzyılda bir Nassar tarafından ilk kez İslamiyet’e geçişleri esnasında
aldıklarını savunur.[28]
Nevbahti
Muhammed b. Nusayr’ın ölümünden sonra yerine kimin geçeceği konusunda ihtilafa
düştüklerini aktarır ve Ahmed b. Ebî’l Hüseyin Muhammed b. Muhammed b. Bişr. b.
Zeyd ( Ahmed b. Ebî’l-Hüseyin b. Bişr b. Zeyd) in imamlığını kabul eden grubun
“Nemîriyye” olarak isimlendirildiğini nakleder.[29]
Sprigett de
Secret Sects of Syria and the Lebanon’un XIII. “The Assassins” bölümünde önce
Haçlı Seferlerinden söz etme gereği duyar. Hristiyanlarla Müslümanlar arasında
geçen bu kanlı savaşı anıp, okuyucusuna hatırlattıktan sonra, “Fakat Haçlı
tarihi konumuzun kapsamı içine girmemektedir. Şimdiki Nusayri'lerin kökeni
olarak Assassinleri araştırıyoruz.” şeklinde not düşer.[30]
Fırkanın Hz.
Ali’nin hizmetçisi Nusayr’a yahut fırka mensuplarının yoğun olarak bulunduğu
Lazkiye bölgesindeki Nusayri'ye dağlarına nisbetle bu ismi aldığı iddiası
isabetli görünmemektedir. Zira Hz. Ali’nin bu adla anılan bir hizmetçisi
olmadığı gibi söz konusu dağların eski dönemlerde bu şekilde isimlendirildiğine
dair bir bilgi de bulunmamaktadır. Nusayrîlik ile Hristiyanlık arasındaki
benzerlikleri öne çıkararak kelimenin “nasrânî” nin küçültmeli ismi olduğunu
ileri süren görüş de İslam coğrafyasındaki bazı grupları yitik Hristiyanlar olarak
görme eğilimine sahip oryantalist bakış açısının ürünü niteliğinde
değerlendirilmiştir. Büyük bir ihtimalle fırka adını kurucusu Ebû Şuayb
Muhammed b. Nusayr en-Nemîrî'den (ö. 270/883) almıştır. Nitekim fırkanın kutsal
metni Kitâbü'l-Mecmu‘un daha ilk bölümünde bu kişinin görüşleri
nakledildiği gibi çeşitli bölümlerinde de Nusayrî ve Nemîrî nisbelerine yer
verilmiştir.[31]
Nusayrîlik
III. (IX.) yüzyılda muhtemelen Basra’da doğmuş, İsnâaşeriyye’nin onuncu imamı
Ali el-Hâdî en-Nâkî ile on birinci imam Hasan el-Askerî zamanında Kûfe ve
Sâmerrâ’da yaşamış olan Muhammed b. Nusayr tarafından kurulmuştur.[32]
Muhammed b.
Nusayr’ın hayatı hakkında İslâm mezhepleriyle ilgili olarak yazılmış ilk dönem
kaynaklarında ve hatta mezhep literatürü içerisinde çok az bilgi bulunmaktadır.[33]
Nevbahti
Muhammed b. Nusayr’ın tenâsuh fikrini benimseyen, Ebû’l-Hasan el-Askerî’nin Rab
olduğunu iddia eden, ayrıca erkekler arası cinsi münasebeti savunup
birbirleriyle evlenmelerinin helal olduğunu savunan ve bunu yücelten bir kimse
olduğunu belirtmiştir.[34]
William
Jowett’in “Ansari” adlı makalesinde Süryani Katolikosu Bar- Hebraeus’un
gözlemiyle Muhammed b. Nusayr hakkında hayret verici ve yarı efsanevi olarak
değerlendirdiği şu hikâyeyi aktarır: Muhammed b. Nusayr M.S. 891 yılında Arabistan’ın
Kufe şehri bölgesinde Nazaria ismi verilen bir köyde ortaya çıkar. Dünya
nimetlerine değer vermemesi ve Allah’a olan bağlılığı sayesinde kısa sürede
insanları kendi etrafında toplar ve kendi öğretilerini yaymaları için
havârîlerin sayısına eşit olacak şekilde 12 kişiyi seçer. Bu olay şehrin
valisinin kulağına gider ve Nusayr tutuklanır. Sabaha karşı idam edileceğini
kendisine bildiren vali istirahate çekildiği zaman Nusayr’ın oruç tuttuğunu ve
ibadet ettiğini görüp ona acıyan evin hizmetçisi zindanın anahtarlarını alarak
Nusayr’ın kaçmasına yardımcı olur ancak korkusundan dolayı bu olaydan kimseye
bahsedemez. Sabah vakti zindana giden vali Nusayr’ın kaçtığını görünce bu
olayın mucizevî bir iş olduğunu zanneder ve Nusayr’ı iki meleğin gelerek zindandan
çıkarttığı hikâyesi halk arasında yayılır. Zindandan kurtulduktan sonra Nusayr
bir kitap yazar ve yeni dini insanlara bildirmeleri için müritlerine verir.
Nusayrîliğin ortaya çıkışı bu olaya dayandırılmaktadır.[35]
Muhammed b.
Nusayr’ın İsnâaşeriyye’den ayrıldığı temelde iki nokta vardır. Caferîliğin
Hasan b. Ali el-Askerî’nin (ö.873) bâb’ı olarak kabul ettiği şahsı reddediyor
ve kendisinin bâb olduğunu savunmakla birlikte Caferî doktrinden farklı bâtıni
karakterli bir inancı savunuyordu. Bu nedenlerden dolayı Muhammed b. Nusayr
ilkin Sünnîlerin değil Kûfe’de çoğunluğu oluşturan Caferîlerin düşmanlığını
kazanarak müşrik ve sahtekâr olmakla suçlanmıştır.[36]
İslam
dünyasında birçok mezhebin kendini Şiî imamlardan temellendirmesi, meşrûiyetle
ilgilidir. Bu bağlamda meşrûiyetin bir parçası olarak dikkat çeken kavramlar
‘bâb’ ve ‘sefîr’ kelimeleridir. Çünkü Nusayrîler için ‘bab’lık, dinin temel
kuramlarından biridir.[37]
“Şiîler,
imamın manevî nûrunu aksettirecek ve kendileriyle imam arasında irtibatı
sağlayacak ‘kâmil bir Şiî’nin gerekliliğine inandıklarından, bâb fikri
başlangıçtan itibaren bütün Şiî grupları içinde mevcut olmuştur.”[38]
Başta hulûl
anlayışı olmak üzere, Muhammed b. Nusayr hakkında bilgi veren kaynaklarda yer
alan malûmât,[39] Kitâbü’l-Mecmû’un ilk bölümündeki
bilgilerle örtüşmektedir.[40] Onun ölümünden sonra fırkanın
başına Muhammed b. Cündeb (ö. III. Yüzyılın son çeyreği) geçmiştir. Onun
ardından ise fırkanın yönetimi Ebû Muhammed Abdullah b. Muhammed el-Cenân
el-Cünbülânî’ye (ö. hicri 287/900) geçmiştir. Cünbülânî Irâk-ı Acem’in Cünbülâ
şehrinde yaşadığı için Cünbülâniyye adıyla anılan bir tarikat kurmuş, böylece
fırkaya tasavvufî bir boyut kazandırmıştır.[41]
Hamdân
el-Hasîbî (260-346/874-957), Cünbülânî’nin Mısır seferi sırasında fırka ile
tanışmış ve beraber Cünbüla şehrine gelerek fıkıh, felsefe, astroloji,
astronomi ve devrinin diğer ilimlerini Cünbülânî’den öğrenmiştir.[42]
Cünbülânî’nin
ölümü üzerine (287/900) fırkanın başına Ebu Abdillah el- Huseyin b. Hamdân
el-Hâsîbî (260-346/874-957) geçmiş, İsmâili fırkası ile birleşme teşebbüsleri
boşa çıkmış, Şiî-Büveyhî hânedanları ile Hamdânîler’e yaklaşarak onların
desteğini almıştır. Verdiği mücâdeleler sonucunda fırkanın en önemli kişileri
arasına giren Hâsîbî “Şeyhüddîn” ismiyle anılmaya başlamıştır. Şiî kaynaklarında
“lânete uğramış, yalancı, fikirlerine itibar edilmemesi gereken kimse” benzeri
ifadelerle eleştirilmiştir.[43]
Muhammed Emin
Gâlib et-Tavîl, İsmâililerle birleşme teşebbüsünde bulunanların Hâsîbî’den ayrı
kimi Alevî gruplar olduklarını belirttikten sonra bu teşebbüsün ayrılıkları ve
anlaşmazlıkları daha fazla artırmaktan başka bir işe yaramadığını, İsmâilîliği
reddederek bu işe son verenin Cünbülânî’nin vefâtından sonra fırkanın başına
geçen Hâsîbî olduğunu belirtir.[44]
Cünbülânî’den
sonra fırkanın başına geçen Hâsîbî, Cünbülâ şehrinden ayrılarak Irak’ın Bağdat
şehrine yerleşmiş ve faâliyetlerini buradan yürütmeye başlamıştır. Cünbûlâ’dan
Irak’a gelen Hasîbî’nin Şiî bir sülale olan Büveyhîlerin korumasına girdiği ve
bu ailenin Nusayri'leri koruduğu bilinmektedir. Bu sebeple özellikle
Adudü’d-Devle ve Mu’izzü’d-Devle, Seyfü’d-Devle gibi Büveyhî hükümdarları
Nusayrîlerce kutsal kişiler olarak kabul edilmektedirler.[45]
Nusayrîler,
Büveyhî hükümdarlarını, özelliklede Mu’izzü’d-Devle, Adudu’d- Devle ve Seyfü’d-Devle’yi
aşırı yüceltirler ve onları Hasîbî’nin “dînî vekilleri” olarak kabul ederler.
Hasîbî Bağdat’ta görüşlerini açıkladığı zaman hapse atılmış ancak
Seyfü’d-Devle’nin Haleb’i ele geçirmesinden sonra serbest bırakılmış ve bütün
ömrünü onun himâyesinde geçirmiştir. Teşekkür maksadıyla da el-Hidâyetü’l-Kübrâ
ve el-Mâide isimli eserlerini Seyfü’d-Devle’ye ithaf etmiştir.[46]
el-Hasîbî,
Nusayrîlerin kutsal kitabı Kitâbü’l-Mecmû‘un yazarıdır. Başlangıçta beş
sure olarak yazılan bu kitap Nusayrî liderlerinin eklemeleriyle on altı sure
olarak günümüzdeki halini almıştır.[47]
Hasîbî’den
sonra fırkanın iki ayrı kolu ortaya çıkmıştır. Bunlardan birincisi Seyyid
Muhammed b. Ali el-Cillî’nin (ö. 384/994) Halep’teki merkezi, ikincisi ise
Seyyid Ali el-Cisrî’nin Bağdad’daki merkezidir.[48]
Bağdat’ta
bulunan merkez Hülâgû’nun40 [49] meşhur seferinden sonra
yıkılmış, Seyyid el-Cillî’den sonra Halep’teki merkez Lazkiye’ye taşınmıştır.
Buranın başkanlığını Ebu Said el-Meymûn Sürûr b. Kâsım et-Taberânî (M. 969/1035)
yürütmekteydi.[50]
Muhâliflerin
baskıcı tutumlarından dolayı Lazkiye’ye giden Taberânî burada nübüvvette Hz.
Ali’nin Hz. Muhammed’le ortak olduğunu iddiâ eden İshâkilerle mücâdelesini
kazanarak, yerel hânedân Tenûhîler başta olmak üzere dağlık kesimde yaşayan
grupların fırkaya katılımını sağlamıştır.[51]
İshâkıyye ile mücâdele etmiş ve fırkayı yok olmanın eşiğinden kurtararak Suriye
bölgesindeki Nusayrîliğin asıl kurucusu olmuştur.[52]
Taberânî
yazdığı eserler ve düşmanlarına karşı vermiş olduğu mücâdelelerle Nusayri inanç
sisteminin sistemleşmesine büyük katkı sağlamıştır. Fıkhî alanda yazmış olduğu
birçok eserin yanında şehâdet kelimelerinde geçen “Meymûnî fıkhındanım” ibaresi
onun fırka içerisindeki önemli fakihlerden olduğunun kanıtıdır.[53] Türbesi
Lazkiye’deki Mescid-i Şa’rân bölgesindedir. Ölümünden sonra fırka,
İsmetü’d-Devle (ö. 700/1300), Hasan Acrûd (ö. 836/1432), Muhammed b. Yunus el-
Kilâzî (ö. 1011/1602) gibi kimseler tarafından yönetilmiştir.[54]
Nusayrîler
Malazgirt savaşının (463/1071) devamında boşalan Bizans otoritesini fırsat
bilerek Antakya’yı ele geçirmişlerdir.[55]
Miladî XII. Asrın başlarında Nusayrîler’in yaşadığı bölgenin kuzeyi Haçlılar
tarafından ele geçirilmiş, 469/1103 yılında ise uzun süren bir kuşatmanın
ardından Normanlar Lâzkiye’yi zapt etmişlerdir.[56]
Haçlıların işgaline
uğrayan Mısır, Suriye, Bağdat bölgeleri Selahâttin Eyyübî tarafından
kurtarılmış, 584/1188’de Nusayri'lerin yaşadıkları bölgeler Eyyûbîlerin
kontrolü altına girmiştir. Selahâttin Eyyübî’nin vefâtı üzerine bu bölge,
İsmâîliler ve Haçlılar arasında yaşanan çekişmelere sahne olmuştur.[57]
Onüçüncü
yüzyıldan itibaren Nusayrîlerin iyiden iyiye güçsüzleşmesi Kürtler ve
İsmâililerin de baskı ve saldırılarını artırması, Nusayrîlerin Sincar’da emir
olan Hasan el-Mekzûn’dan yardım istemesiyle sonuçlanmıştır. 1222 yılında
Sincar’dan binlerce askerle birlikte gelerek Kürtler ve İsmâilîleri yenilgiye
uğratan Emîr Hasan, Nusayri'leri kendi liderliğinde tek çatı altında toplamayı
başarmıştır. Kâfirlere yönelik uygulanması gereken açık cihadın yanı sıra her
Nusayrînin kişisel arzu ve günahlarına yönelik sürekli gerçekleştirmesi gereken
gizli cihad fikrini ortaya atmış ve her Nusayrî için zorunlu kılmıştır.[58] Nusayrî halk tarafından çok
sevilen Emîr Hasan, halkın anlayabileceği edebî sanatlarla yüklü şiîrler,
remizler, şifreler, dîvanlar yazmış, 638/1240 yılında vefât etmiştir. Kabri
Kefersûse denilen Şam’a yakın olan bir bölgede bulunmaktadır.[59]
Memlûkler
döneminde Sultan Baybars (1260-1277) Nusayrîlerin Sünnî topluluk içerisine
katılımını sağlamak için yoğun çaba sarfetmiş, Sultan Kalavun döneminde her
bölgeye cami yapılması mecbur hale getirilmiş, camilerin bakımından da o
bölgede yaşayan halk sorumlu tutulmuştur. Yapılan bu camiler ya terkedilmiş ya
da ahır haline çevrilmiştir. İbn Teymiyye’nin (ö. 728/1328) Nusayrîleri putperest
olarak tanımlayan, kendileriyle cihat edilmesi gerektiğini belirten fetvası
geniş yankı uyandırmıştır.[60]
Yavuz
Sultan Selim’in 1516 Mercidabık ve 1517 yılında Ridaniye savaşlarıyla Memlûk
devletine son vermesi ile Nusayrîler Osmanlı idaresine girmişlerdir.[61]
Osmanlı Devleti, II. Abdulhamid’e kadar Nusayrîlerden cizye vergisi
almıştır. Abdulhamid zamanında bütün bâtınî gruplar Müslüman kabul edilmiş ve
zorunlu askerlik görevine tabi tutulmuşlardır.[62]
Halk
tarafından da Nusayrîler başka bir dine mensup olarak kabul edilmişler, bunun
sonucunda da Sünnî camilerine alınmamışlardır. Aynı dönemde Nusayrî muhtarları
bu durumdan duydukları rahatsızlığı dile getiren dilekçeler yazmışlar, farz
ibadetleri cemaatle edâ etme isteklerini bildirmişlerdir. Osmanlı Devleti bu
durumdan büyük bir memnûniyet duyarak bölgenin ileri gelenlerinden
Nusayri'lerin Müslüman cemaat ile birlikte rahat bir şekilde ibadet etmelerinin
sağlanması için halka telkinde bulunmalarını istemiştir.[63]
Nusayri'lerin
yaşadıkları bölgelere açılan modern okullar sayesinde Nusayri'ler Devlet
tarafından korunan azınlık bir grup olmaktan çıkarak devleti oluşturan bir
unsur haline gelmişlerdir. I. Dünya savaşıyla birlikte bölge İngilizler ve daha
sonra Fransızlar tarafından işgal edilerek bu değişimin durmasına neden
olmuştur.[64]
Nusayrîler
kendilerini teminât altına alabilmek için Fransız mandasını benimsemişler ve
1941 yılına kadar Fransızlarca idare edilmişlerdir. Fransızların çekilmesi ile
beraber 1946 yılında Suriye devleti yönetimi altında yaşamaya devam
etmişlerdir. 11 Temmuz 1939 tarihinde Hatay’ın Türkiye topraklarına
katılmasından itibaren Hatay’da yaşayan Nusayrîler Türkiye Devletinin yönetimi
altına girmişlerdir.[65]
Fransız
mandası altında idâre edildikleri dönemde, sosyal ve kültürel alanda büyük bir
değişim geçirmişlerdir. Statülerini eğitim yoluyla artırabileceklerini
düşünmelerinden dolayı Batılı tarzda açılan okullara ve Fransa’ya yüksek tahsil
yapmak için giden Nusayrîler, Suriye’de eğitimli bir orta sınıf haline
gelmişlerdir.[66] 1940’dan itibaren
Nusayrî gençleri orduya ve Humus Askeri Akademisine katılmaya başlamışlardır.
1960’a gelindiği zaman ordu büyük oranda Nusayrîlerden oluşmaktaydı. 1970
yılında Hafız Esed darbe yapmış ve bütün yönetim kademelerini Nusayri'lerle
doldurmuştur. Suriye’de iç savaşın başlamasına kadar yönetim Hafız Esed ve
devamında oğlu Beşşar Esed’in başkanlığında Sünnî karşıtı Nusayrî kadrolarca
yönetilmiştir.[67]
Günümüzde
Suriye’de Lâzkiye ve Cebel-i Ensâriyye bölgelerinde, Lübnan’ın kuzey
kesimlerinde ve Türkiye’de Hatay, Adana ve Mersin civarında yaşamaktadırlar.
Sayıları hakkında kesin bir bilgi bulunmamakla beraber
sayılarının 400.000-500.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir.[68]
Nusayrîliğin
Kolları
Nusayrîlik
ortaya çıkışından bir süre sonra büyük bir bölünme yaşayarak çeşitli kollara
ayrılmıştır. Kollar Hz. Ali’nin bulunduğuna inanılan yerlere göre değişik
isimler almışlardır. Genel tasnîfe göre 4 kola ayrılmaktadırlar: 1-Haydariyye,
2- Kuzeyiyye veya Şemsiyye, 3-Kilâziyye veya Kamberiyye, 4-Gaybiyye.[69]
Günümüzde iki
kol halinde bulunmaktadır: 1-Şimâliyye (Haydariyye- Şemsiyye) 2- Kıbliyye
(Kilâziyye-Kameriyye)[70]
Tarihte bu iki kol arasında pek çok tatsız olay vuku bulmuş
olsa da, günümüzde Türkiye Nusayrîleri arasında bu ihtilaftan söz etmemiz
mümkün değildir. Daha çok şeyhler arasında süre gelen bir ihtilaf olarak
karşımıza çıkmaktadır. Diğer Nusayri beldelerinde ise ayrılığın ne boyutlarda
olduğu muammadır.[71]
Haydarîler
Ve Kilâzîler Arasındaki Farklar
Kilâzîliğin
kurucusu Muhammed b. Yunus el-Kilâzi (ö. 1602) adında Antakyalı bir şairdir.
Haydarîliğin kurucusu ise Şeyh Ali Haydar adında 15. Yüzyılda yaşamış, Nusayrî
şeyhi olan Ali Haydardır.[72]
Haydariîer
Ali’nin gökte olduğuna inanırlar. Onlara göre Mânâ’nın bulunduğu yer olan Gök
bir semboldür. Güneş Hz. Muhammed’i, ay ise Selmân-ı Fârisî’yi temsil eder. Hz.
Ali, Hz. Muhammed’i temsil etmekte olan güneşte oturmaktadır. Şemsiyye olarak
isimlendirmelerinin nedeni de budur. Kilâzîler ise Hz. Ali’nin ayda oturduğuna
inanırlar. Güneş Hz Muhammed’i gök ise Selmân’ı temsil etmektedir. Bu yüzden
Kamerîler olarak da isimlendirilirler.[73]
Haydarîler
cemaatle kılınan namazlarda başparmağı bitişik şekilde olan dört parmağın orta
parmağına değecek şekilde ellerini göğüs hizasına yerleştiriken, Kilâzîler ise
ellerini sağ el göğüs hizasında, başparmak bitişik olan dört parmaktan ayrı
duracak şekilde yerleştirilen[74]
Haydârî ve Kilâzî din adamlarının sakal tıraşları da
değişiklik arz etmektedir. Haydârî şeyhleri uzun ve düzensiz bir sakal
bırakırken, Kilâzî şeyhleri hiç sakal uzatmazlar ya da kısa ve düzenli bir
sakal bırakırlar[75]
İnanç
Sistemi
Hz. Ali’nin
ulûhiyetini benimseyen Nusayrîlik, inanç esasları bakımından senkretik bir yapı
arz etmektedir. Hristiyanlık, Gnostisizim ve Şiîlik gibi farklı inanç ve ibadet
unsurlarını, dînî ve felsefi öğretileri harmanlayarak kendine özgü bir yapı
oluşturmuştur.[76]
Bunların yanında doğup geliştiği bölgelerdeki, Yeni Eflatuncu,
Manici ve Budacı unsurları potasında eriten Nusayrîlik, sembolizme büyük bir
önem vermektedir. Bütün Müslümanlar gibi Kur’ân-ı Kerîm’e inanmakla birlikte
âyetlerin açıklanması ve te’vil edilmesi noktasında Kur’ân-ı Kerîm aslını
yitirecek derecede bozulmuş ve değiştirilmiştir.[77]
Ulûhiyyet İnançları
Nusayrîler
dünya yaratılmadan önce, gök cisimleri olduklarına, 7077 yıl 7 saat boyunca gökte
ateş saçan varlıklar olarak Hz Ali’yi büyük bir zevk ile izlediklerine
inanmaktaydılar. Ancak kendilerini asıl yaratık olarak görmedikleri için günah
işlemişlerdir ve bu işledikleri ilk günahtır. Gözlerine bir perde inmiş ve Hz.
Ali bunlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demiş. Onlar da cevap olarak
“Evet sen bizim Rabbimizsin.” demişler. Tam bu anda Hz Ali’yi kendileri gibi
zannettikleri için, ikinci günaha düşmüşler ve gözlerine inen ikinci bir
perdenin ardından 7077 yıl 7 saat daha beklemişlerdir. Hz. Ali önce bir ihtiyar
kılığında sonra bir genç ve en son da bir çocuk kılığında gözükmüş, fakat onu
tanıyamamışlardır. Bunun üzerine Hz Ali’nin “Sizler için dünyayı yarattım.
Bundan sonra dünyada yaşayacaksınız. Zaman zaman aranızda insan suretinde görüneceğim.
Kim bana karşı gelmezse, bâbımı ve hicâbımı tanırsa onu tekrar eski yerine
alacağım, kim de bana karşı gelir, bâbımı ve hicâbımı tanımazsa onu sürekli
değişen bir vücûda hapsedeceğim.” dediğine inanmaktadırlar.[78]
Nusayrîliğe
göre insanları bir araya getiren bağ, sevgidir. Bu sevgi de Hz. Ali’den
gelmektedir. Hz. Ali tanrısal bir varlıktır. Tanrı 7 zaman dilimi içerisinde
belirli kişilere hulûl etmiştir. Yedincisi Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) zamanında Hz. Ali’de tecellî etmiştir.[79]
Bu inanışa
göre “Hz. Ali görünürde Hz. Muhammed’in yanında olmakla birlikte, bâtında
Tanrı’nın kendisidir” yahut “Hz. Ali yerde imam, gökte nurdur” [80]O, doğmamış ve doğrulmamıştır.
Yeme ve içme özelliği yoktur. Hz. Ali’de tecellî etmesi onun bir bedene sahip olmasından
değil aksine, insanların onu sâdece beşer şeklinde görebilmesinden kaynaklanır.[81]
Nusayri'lerin
bu inanışlarının hepsini kutsal kitapları olan Kitâbu’l-Mecmû" da “Ey
her nûru ortaya çıkaran, meydana çıkan! Her nûra “isim”, her isme mekân, her
mekâna makâm, her makâma “bâb” kılan, kendine yönelene yol gösteren Ali b. Ebî
Tâlib! Her şey sensin. Ey herşeyi kendisinden başka kimsenin bilmediği,
kalplerimize iyilik, takva, doğruluk, ilim ve din üzere yumuşaklık ver”
şeklindeki ifadelerle görmek mümkündür.[82]
Hz. Ali’ye isnat edilen bu özellikleri doğrulayacak güvenilir
kaynaklar olmadığı gibi Nehcü’l Belağa vb. güvenilir kaynaklarda bu anlayışı
kesin olarak reddeden açık ifadeler yer almaktadır.[83]
A.M.S
(Ayn, Mim, Sin) Üçlemesi
Hasîbî,
Nusayrîliğin esaslarını açıklayan ve fırkayı sistemli bir hale getirerek
fırkaya son şeklini veren kimsedir. Fırkanın sırlarına vâkıf olma derecesine
göre hiyerarşik bir yapı oluşturmuş ve fırka mensuplarının baskı görmelerini
engelleyerek birbirlerini daha rahat tanıyabilmeleri için “AMS” formülünü
geliştirmiştir. Sünnîler arasında sürekli takiyye yaparak günümüze kadar gelen
Nusayrî cemaati arasında bu
formül
inançlarının temelini teşkil etmektedir.[84]
(Ayn: Hz. Ali’yi Mim: Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ i ve Sin:
Selmân el-Fârisî’ yi temsil etmektedir.)
Aynı zamanda
“ayn” harfi mana, “mim” harfi isim (hicâp), ve “sin” harfi bâb inancını temsil
eder. Mana Allah olan kişileri, mim olan kişiler peygamberleri, bâb olan
kişiler ise Cebrâil’i temsil eder.[85]
Üçlü inanç sistemini
tablo ile gösterecek olursak;
Ma'na |
İsim(Hicâb) |
Bab |
(ayn) |
(mim) |
(sin) |
Allah |
Peygamber |
Cebrail |
Ali Bin EbuTalib |
Hz. Muhammed |
Selmân-ı Fârisî |
Nusayrîlerin Kadınlara Bakışı
Nusayrîlere
göre Hz. Ali itaatsizliklerini cezalandırmak için şeytanı, şeytanların
içerisinden de kadınları yaratmıştır. Kadınlar hor görülmeye layık, sır
tutamayan kimseler olarak kabul edilmişler ve mezhebin sırları kadınlara
öğretilmemiştir. Bu nedenle masum olarak kabul ettikleri Hz. Fâtıma’nın ismini
kullanmaktan kaçınıp yerine Fâtır ismini kullanırlar.[86]
Günümüzde
Nusayrîler kadının hor görülen, aşağılanan bir varlık olduğunu kabul etmemekle
birlikte kadınlarla birlikte ibadet anlayışlarının olmadığını kabul ederler.
Allah’ı zikreden, Fatiha’yı okuyan, Kur’an ayetlerini ezberleyen bir kadın
mümine sayılır. Kadının ibadeti bunlardan ibarettir.[87]
Nusayrî Din Adamları
Nusayrî din
adamları 4 gruptan meydana gelmektedir.
Büyük Şeyh: En tepede büyük şeyh ismi verilen din
adamı bulunur. Son dönemlerde otoritesi azalmakla birlikte Nusayrîler için hala
önemini korumaktadır. Her bölgenin farklı büyük şeyhleri bulunmaktadır. Dînî
törenleri düzenlerler ve toplumsal olaylara çözümler üretirler. Diğer 3 grubun
yetişmesini sağlar ve şeyhliklerine karar verirler.[88]
Şeyh: Fırka mensuplarının maddî ve manevî
ihtiyaçlarına cevap veren önderlerdir. Sayıca çokturlar. Atalarının melek
olduğuna ve âhiret günü şefaatçi olacaklarına inanılır.[89]
Nüveb: Şeyhin yardımcısı konumundadırlar. İyi bir
eğitim gördükten sonra şeyhliklerine karar verilir.[90]
İmamlar: Sultan II. Abdulhamit zamanında
oluşturulan bu kadroyu kullanan Nusayrîler camilere imam ve müezzin
kadrolarıyla yerleşmişler, ancak 5 vakit ezan okumakla yetinmişlerdir.[91]
Tenâsuh Ve Âhiret İnançları
Tenâsuh
Nusayrîler için mutlak bir inanç esası olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünyaya
gelen insanların aynı imkânlara sahip olmadıklarından hareketle dünyaya bir kez
gelmenin Allah’ın adaletine sığmayacağını savunurlar. İnsanların işledikleri
fiillerin sonucuna göre bir daha dünyaya geldiklerine inanmaktadırlar.[92]
Mezhebin
sırlarını ifşa etmeyen ve mezhebin gerekliliklerini yerine getiren mü’minin
ruhu 7 tür değişim geçirdikten sonra yıldızlar arasında kendisi için ayrılmış
olan makâma ulaşır. Kötü hasletlere sahip olanlar ise, iyi bir mü’min
olmadıkları sürece ruhları bu dünyada hapis olarak köpek, katır, deve şeklinde,
çok kötü amellere sahip olanlar ise necis hayvan yahut haşere şeklinde dünyaya
tekrardan gelerek hayatlarını sürdürür.[93]
Âlim olan
müslümanlar öldükten sonra ruhlarının eşeğe, Hristiyan âlimler öldükten sonra
ruhlarının domuza, Yahûdî âlimler öldükten sonra ise ruhlarının maymuna hulûl
edeceğine inanırlar.[94]
Nusayrîlere
göre yaşam periyodu “cîl” ismi ile isimlendirilir. Eski yaşamından birtakım
kesitler hatırlayanlara ise “cîlini hatırlıyor” denir. Her yeni yaşamın bir
öncekinden kalan izleri sildiğine inanılır.[95]
Nusayri'ler
Kur’ân’daki cennet ve cehennem âyetlerini bâtıni şekilde yorumlarlar. “altından
nehirler akar”[96] âyetinde geçen nehirleri şu
şekilde tarif ederler:
Birincisi
rengi kırmızı olan içki nehridir. Semayı kırmızı biçimde gören Hz.
Muhammed’dir.
İkinci nehrin
rengi beyazdır ve Selmân el-Fârisî’nin bakışını ifade eder.
Üçüncü nehir
sarı renkte olan bal nehridir. Yıldızların bakışını ifade eder.
Dördüncü nehir
ise su renginde olup bizim bakışımızı ifade etmektedir.[97]
Özetle Nusayrî inanışına göre cennet ruhun tekâmül sürecini
tamamlayarak bâtın âleme dönmesi, cehennem ise bu dünyada kötü fillerin
neticesinde sürekli tenâsühe maruz kalmasıdır.[98]
Dini
Bayramlar
Nusayri'lerin
100 den fazla bayramı bulunmaktadır. Bayramları arasında İslamiyet’teki önemli
günlerin yanı sıra On iki imamın her birinin ve birçok evliyanın doğum ve ölüm
yıldönümleri, Şiî kökenli bayramlar, Hristiyanların kutladığı bayramlar da
bulunmaktadır.[99]
Bu
bayramlardan başlıcaları şunlardır:
Gadîr-i Hum Bayramı (Zilhicce 18. Gün)
Hz. Ali’nin vasıflarının Hz. Muhammed tarafından ilan edildiği
gün olarak kabul edilir. Bu gün ölen kişinin cennete gideceğine inanılır ve
esnaflar o gün kepenkleri indirir. Evler temizlenir, kurbanlık hayvanlar birkaç
hafta önceden seçilir. Toplu olarak namaz kılınır ve ziyafet verilir. Ayrıca
törene katılan şeyhlere ve yardımcılarına ev sahibi tarafından zekât verilir.[100]
Mubâhele
Bayramı (Zilhicce 21. Gün)
Necran’lı Hristiyanlar ile Hz. Muhammet arasında geçen
lanetleşme olayıdır.[101] Hristiyanlar lanetleşmekten korkmuşlar ve kabul
etmemişlerdir.
Firâş
Bayramı (Zilhicce 29. Gün)
Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicret etmesi ve hicret
ederken de Hz. Ali’yi yatağında yatırması, Hz Ali’nin ise kâfirlerin ölüm
çemberine rağmen bu tuzaktan kurtulması hasebiyle bu gün bayram olarak
kutlanır.[102]
Aşure
Bayramı ( Muharrem 10. Gün)
Hz. Hüseyin’in
Kerbela’da ölmediğine, göğe yükseltildiğine inanılır ve bugün bayram olarak
kutlanır.[103]
Bu bayramların
dışında aşağıda verilen bayramlar Nusayrîler’in önemli bayramları arasında yer
almaktadır:
Selmân-ı Farısî’nin Vefâtı (Şaban 15. Gün)
İmamların doğum, ölüm, seçilme günleri
Hz. İsa’nın doğum günü (24/25 Aralık)[104]
SÜNNİ KAYNAKLARINA GÖRE SELMÂN-I
FÂRİSÎ’NİN HAYATI
“Asıl adı Mâhbe (Mâyeh) b. Bûzehmeşân (Bûzekhân, Bûzihşân,
Hûşbûdân) b.
Mürselân b. Yehbûzân iken Müslüman olduktan sonra kendini Selmân İbnü’l-İslâm
diye tanıtmış, Selmân el-Hayr, Selmân-ı Pak veya Selmân el-Hakîm diye
anılmıştır.”[105]
Selmân-ı
Fârisî İran bölgesinin Râmehürmüz beldesindendir[106].
Ailesi, büyük arazilere sahip olan Selmân varlıklı bir aileye mensuptur.[107] Ailesi okuma yazma öğrenmesi
için Selmân’ı bölgenin hocalarına yollamışlardır.[108]
Mecûsi bir
toplumda dünyaya gözlerini açan Selmân, babasının da telkinleriyle Mecûsiliği
iyi bir şekilde öğrenmiş, kutsal ateş görevliliğine kadar yükselmiştir.[109]Babasının geniş arazileri,
kendisinin de sürekli ilgilenilmesi gereken kutsal ateş görevi nedeniyle, dış
dünyadan habersiz olarak büyüyen Selmân, bir gün babasının kendisine verdiği
arazileri kontrol etme görevi sayesinde dış dünyayı görme imkânına kavuşmuş ve
bir kiliseye denk gelmiştir. Yapılan ibadetlerin ilgisini çekmesi üzerine
görevlilere bol miktarda soru sorarak Hristiyanlık hakkında bilgi almaya
çalışmıştır. Ancak hava kararıp eve döndüğü zaman babası bu durumdan hiç hoşnut
olmamış ve onu hapsetmiştir. Selmân bulduğu ilk fırsatta evden kaçarak
Hristiyanlığı daha rahat öğrenebileceği bir yer arayışına girmiş, Şam tarafında
Hristiyan Rahiplerin olduğunu kiliseden haber alınca da Şam tarafına giden bir
kervana katılarak memleketini terk etmiştir.[110]
Selmân,
sırasıyla Dımaşk, Musul, Nusaybin ve Ammûriye’ deki kiliseleri dolaşmıştır.
Ammûriye’deki papaz ölüm döşeğinde iken, kendisine Hz. İbrahim’in dini üzerine
bir peygamber gönderileceğini, bu peygamberin Arap yarımadasında, iki vadi
arasında yeşilliklerle dolu bir beldeden çıkacağını, hediyeyi kabul edeceğini,
ancak sadakayı kabul etmeyeceğini ve iki omzu arasında peygamberlik mührü
bulunacağını haber vermiştir.[111]
Kendisini Arap
yarımadasına götürmesi karşılığında bir kervanla anlaşan Selmân, karşılığında
sahip olduğu hayvan sürüsünü ücret olarak ödeyerek kervana katılmıştır.
Vâdilkurâ’ya ulaştıkları zaman, kervan sahibi Selmân’ı bir Yahûdî’ye köle
olarak satmış o da Selmân’ı Benî Kurayza’dan bir başka Yahûdî’ye satmıştır.
Medine’ye geldiği zaman kendisine tarif edilen Arap beldesinde olduğunu fark
etmiş ve gelecek olan peygamberi beklemeye başlamıştır.[112]
Hz.
Peygamber’in Kuba’da olduğunu duyan Selmân sahibinden bir günlük izin alarak
odun toplamış ve topladığı odunları satarak kazandığı paradan yemek yaptırarak
Hz. Peygamber’e götürmüştür. Yemeklerin sadaka olduğunu belirtmiş, Hz.
Peygamber’in yemeklerden yemeyip ashabına dağıtması sonucu, ilk alametin doğru
olduğunu anlamıştır. Başka bir gün yine sahibinden izin alarak odun toplayarak
satmış, kazandığı paralarla yemek yaptırarak tekrar Hz. Peygamber’in yanına
gitmiştir. Yemeklerin hediye olduğunu söyleyince Hz. Peygamber yemeklerden hem
kendi yemiş, hem de ashabına ikram etmiş, böylelikle Selmân ikinci alametin de
doğru olduğunu görmüştür. Hz. Peygamber’in arkasına geçerek peygamberlik
mührünün de peygamberin iki omzu arasında bulunduğunu görünce, bütün alametler
doğru çıkmış Selmân da orada Müslüman olmuştur.[113]
Selmân, Hz.
Peygamber’in tavsiyesi üzerine sahibiyle 100 hurma fidesi dikme karşılığında
anlaşmış ve Hz. Peygamber’e bu durumu anlatmıştır. Hz. Peygamber fidanları
kendi elleriyle dikmiş ve diktiği fidanların yetişmesiyle de Selmân özgürlüğüne
kavuşmuştur.[114]
Selmân köle
olması sebebiyle Bedir ve Uhud savaşlarına katılamamış, ancak Hendek savaşına
katılmış, hendek kazma fikri nedeniyle de önemli bir üne kavuşmuştur.[115]
Selmân
Kindeoğullarından Bukayre adında bir kadınla evlenmiştir. Evin gösterişinden ve
evdeki cariyelerden rahatsız olan Selmân eşine bu rahatsızlığını dile getirerek
evi süsten ve gösterişten uzaklaştırmıştır.[116]
Hz. Ömer’in
emriyle Kufe şehrinin kuruluşunda katkılarının yanında Medâin valiliğine tayin
edilmiştir. Ayrıca Mekke emirliğinde de bulunmuş, aldığı maaşları fakirlere
dağıtmış, sepet örerek geçimini temin etmiştir. Medâin Valiliğini Hz. Osman
döneminde de devam ettirmiş ve bu görev sırasında 35,(656) veya 36,(656)
yıllarında vefât ettiği nakledilmiştir.[117]
îbn Hacer,
sened zikretmeksizin “Denilir ki” diyerek, Selmân’ın Hz. İsa (a.s.)’yı
gördüğünü ve yine “Denilir ki” diyerek Selmân’ın Hz. îsa (a.s.)’ın havârîlerine
yetiştiğini nakletmektedir.[118] îbn Hacer’in bu haberi
senetsiz zikretmesi ve Selmân-ı Fârisî’nin bu konuda hiçbir rivâyetinin
bulunmaması, haberin dayanaktan yoksun olduğunu göstermektedir.
Zâhid bir kişiliğe sahip olan Selmân, Resûl-i Ekrem’in
övgüsünü kazanmıştır. îlim öğrenmeye düşkünlüğü ve sünnete bağlılığı ile
mensubu bulunduğu Ashâb-ı Suffe arasında önemli bir yer edinmiştir. Çok yer
gezip tecrübeler elde etmesi sonucu geniş bir birikime sahip olan Selmân’ın,
Tâif’in fethi sırasında mancınık ve debbâbe[119] kullanılmasını tavsiye ettiği ve bunları bizzat
gerçekleştirdiği belirtilmektedir.[120] Zehebî “Sana önceki ve sonraki ilim verildi” şeklinde
Şiîler tarafından da yaygın olarak rivâyet edilen bir rivâyetten bahsetmekte
ancak rivâyetin mevzû olduğunu belirtmektedir.[121]
Hadislerde
Selmân-ı Fârisî
Selmân-ı
Fârisî edep ve hayâsı ile insanlar arasında saygın bir yer edinen önemli bir
şahsiyettir. Lüksten ve israftan sürekli olarak sakınmış, dünya ve âhiret
dengesini sürekli olarak gözetmiştir. Zulme karşı duyarlılığını her fırsatta
gösteren Selmân karşısındaki kişi halîfe bile olsa yanlışını söylemekten
çekinmemiştir. înandığı doğruları söyleyip yapmaya özen gösteren Selmân aynı
zamanda çok cömert ve misafirperver bir kişiliğe sahiptir. Kan bağı olarak
Ehl-i Beyt’in dışında bulunmasına rağmen bizzat Hz. Peygamber tarafından Ehl-i
Beyt’e dâhil edilmiştir. Yaşadığı dönem ve sonraki dönemlerde Müslümanlar için
değer verilen rehber bir kişiliğe sahip olduğu görülmektedir. [122]
Selmân
el-Fârisî, Hz. Peygamber’in meclislerinde en çok bulunan, onunla en çok vakit
geçiren sahâbîlerdendir. Öyle ki Hz. Âişe bazı zamanlarda Hz. Peygamber’in
hanımlarından daha çok Selmân ile zaman geçirdiğini söylemiştir. Dolayısıyla
Selmân, Hz. Peygamber’in ahlakı ile ahlaklanmış, onun ilminden istifade etmiş
ve ondan birçok konuda hadis rivâyet etmiştir. Bu hadislerin temizlik, namaz,
nikâh ve cihâd gibi fıkıh ilmini yakından ilgilendiren konularda yoğunlaştığı
görülmektedir.[123]
Yeni şeyler
öğrenmeye karşı duyduğu büyük istek onu sahabe arasında ayrı bir konuma
ulaştırmıştır. Nitekim Hz. Peygamber: Din Süreyya yıldızında bile olsa
Selmân’ın ona ulaşacağını müjdelemiştir.[124]
Selmân-ı
Fârîsî’nin rivâyetleri konusunda yüksek isans yapan Mücahid Karakaş’a göre,
kaynaklarda Selmân-ı Fârisî’den 60 kadar rivâyet geldiği nakledilmektedir. İlk
üç asır kaynaklarına bakıldığı zaman Selmân’ın Hz. Peygamber’den naklettiği
hadisler 49 tanedir. Bu hadislerden 32 tanesinin sahih, 5 tanesinin hasen, 12
tanesinin de zayıf olduğu görülmektedir.[125]
Selmân’ı
Fârisî’nin hayatı ve dini yaşantısına ışık tutacağını düşündüğümüz 8 tane hadis
senetleri ile birlikte aşağıda verilmiştir:
Selmân-ı
Fârisî’nin Rivâyet Edip Kendisi Hakkında Bilgi Verdiği Hadisler
Ebû Osmân en-Nehdî, Selmân
el-Fârîsî’den kendisini on kişiden fazla efendinin, birbirinden satın almak
suretiyle elden ele alıp verdiklerini rivâyet etmiştir.[126]
Ebû Osmân
en-Nehdî, Selmân’ı “Ben Râmehürmüz beldesindenim” derken işittiğini
söylemiştir.[127]
Ebû Osmân
en-Nehdî’den rivâyet edildiğine göre Selmân el-Fârisî “Hz. İsa ile Hz. Muhammed
arasında peygambersiz geçen müddet 600 senedir” demiştir.[128]
Bu hadis Selman’ın Hristiyanlık hakkında bilgi sahibi olduğuna işâret
etmektedir.
Ebû Kurre
el-Kindî’nin rivâyet ettiğine göre Selmân el-Fârisî şöyle demiştir. “Yer beni
bir alçaltır bir yükseltirdi. Tâ ki Araplardan bir kavme rastladım. Beni köle
yapıp sattılar. Beni bir kadın satın aldı. Onları, Hz. Peygamber’den
bahsederken duydum. Ona ‘Bana bir gün izin verir misin? Dedim, ‘Evet’ dedi. Gidip
biraz odun topladım. Onları satıp ücretleri ile yemek yaptım. Yemeği Hz.
Peygamber’e getirdim ve önüne koydum. ‘Bu nedir?’ diye sorunca ‘Sadakadır’
dedim. Hz. Peygamber ashâbına ‘Yiyin’ diye buyurdu. Kendisi yemedi. Ben ‘onun
nübüvvetinin alâmetlerindendir’ dedim. Daha sonra Allah’ın dilediği kadar zaman
geçti. Efendime ‘Bana bir gün izin verir misin? Dedim. O da ‘Evet’ dedi. Gidip
odun topladım. Bu sefer odunları önceki sattığımdan fazlasına sattım. Yine
onların ücreti ile yemek yapıp Hz. Peygamber ashabıyla otururken yemeği getirip
önüne koydum. ‘Bu ne?’ diye sorunca ‘Hediyedir’ dedim. Elini koyarak ashâbına
‘Allah’ın adıyla yiyin’ dedi. Ben arkasına dolandım. Hz. Peygamber ridasını
indirdi. Bir de baktım ki peygamberlik mührü. Bunun üzerine ‘Senin Allah’ın
Rasûlu olduğuna şahitlik ederim’ dedim. Hz. Peygamber bunun sebebini sorunca
ona adamdan bahsedip ‘Ey Allah’ın Rasûlu, o cennete girecek mi? Bana senin nebî
olduğunu haber verdi’ dedim. ‘Cennete ancak Müslüman olanlar girebilir’
buyurdu.[129]
Ebû Osmân
en-Nehdî’den rivâyet edildiğine göre Selmân el-Fârisî şöyle demiştir: “Sahibimle yüz hurma fidesi
dikme karşılığında mükâtep köle olarak anlaştım. Hurmalar büyüyüp
olgunlaştığında hür olacaktım. Hz. Peygamber’e geldim ve bu durumu ona
anlattım. Hz. Peygamber de ‘Fidanları dik ve şartlar konusunda onlarla anlaş ve
bana haber ver’ buyurdu. Sonra ben de Hz. Peygamber’e haber verdim. O da biri
hariç hepsini kendi elleri ile dikti. O bir taneyi de ben diktim. Onun
diktiği bütün fidanlar yetişti. Ancak benim diktiğim bir tane fidan yetişmedi.[130]
Ebü’l-Bahterî’den
rivâyet edildiğine göre Selmân el-Fârisî İranlı müşriklere karşı gazve
yaptığında orduya “Allah Resûlünden duyduğum çağrıyı onlara yapana kadar
bekleyin” diye seslendi. Sonra Fars müşriklerinin yanına gidip şöyle dedi: “Ben
de sizden biriyim. Benim bu kavimdeki yer ve konumumu bilirsiniz. Ben sizi İslâm’a
dâvet ediyorum. Eğer Müslüman olursanız bizim lehimize ve aleyhimize olan her
şey sizin için de geçerlidir. Ancak reddederseniz cizye verin. Bunu da
reddederseniz sizinle savaşırız.” Fars müşrikleri bu çağrıyı reddetti. Bunun
üzerine Selmân orduya saldırmasını emretti.[131]
Selmân el-Fârisî ‘den rivâyet
edildiğine göre Hz. Peygamber ona “Selmân! Bana buğz etme, dininden ayrılmış
olursun” buyurmuştur. Selmân “Ey Allah’ın Resûlü Allah seninle bana hidâyet
vermişken sana nasıl buğz ederim?” deyince Hz. Peygamber de “Araplara buğz
edersen bana buğz etmiş olursun” cevabını vermiştir.[132]
İbn Cüreyc’e
rivâyet edildiğine göre Selmân el-Fârisî bir kadınla evlendi. Kadının yanına
gireceği vakit ev süslü olduğundan, kapıda durdu ve “Bilmiyorum eviniz hummâlı
mıdır ya da Ka’be, Kinde’ye mi taşındı. Vallahi evin örtüsü kaldırılana kadar
eve girmeyeceğim” dedi. Sonra evdeki örtülerin hepsini kaldırdıklarında, girdi
ve birçok eşya ile câriye gördü ve “Bu eşyalar nedir?” diye sordu. “Hanımının
eşyaları ve cariyeleridir” denildiğinde, şunları söyledi: “Vallahi Hz.
Peygamber bana bunu emretmedi. Dünyada misafirin eşyası kadarını tutmamı
emretti ve 'Her kim nikâhladığı hanımından başka fazladan câriye bulundurur, o
câriyeler günah işlerse onların günahları o adama yazılır' buyurdu” Daha sonra
ehlinin yanına gidip elini hanımının başına koyarak yanındaki hizmetçinin
sahibini sordu. Hizmetçiyi gönderdiklerinde hanımından başka kimse kalmadı.
Hanımına “Allah Resûlü bana 'Eğer bir gün evlenirsen, ehlinle seni bir araya
getiren şey Allah’a itaat olsun' buyurdu” dedi. Akabinde de hanımına beraber
namaz kılmalarını, onu çağırdığı şey hususunda da kendisine güvenmesini istedi.
Kalkıp iki rekât namaz kıldılar. Geceyi geçirdikten sonra sabah, Selmân’ın
arkadaşları geldi. İçlerinden biri, Selman’a sokularak hanımını nasıl bulduğunu
sordu. Selmân ondan yüz çevirdi fakat adam bu soruyu birkaç defa sorunca Selmân
ashâbına dönüp “Sorulan şey duvarların, örtü ve perdelerin gizlediği konudur.
Kişiye haber verilen veya verilmeyen şeyleri sorması günah olarak yeter” dedi.[133]
Selmân-ı
Fârisî’den nakledilen hadislere göre Selmân İran kökenli bir sahâbîdir ve
Hristiyanlık hakkında da önemli bilgilere sahiptir. İslamla müşerref olmadan
önce türlü sıkıntılar çekmiş ancak müjdelenen peygamberi bulma çabasından
hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Râmehürmüz beldesinden olan Selman, kölelikle
geçen sıkıntılı günlerden sonra, Hz. Peygamber’in de yardımıyla efendisiyle
anlaşma yaparak hürriyetine kavuşmuştur. Hz. Peygamber ona Arapları sevmesini,
Araplara buğzetmemesini tavsiye ettiğine göre, Selman’ın içinde birtakım kırgınlıkların
olduğu düşünülebilir.
İranlılarla
yapılan savaşta arabuluculuk yapmaya çalışması da, onun uzlaştırıcı bir
kişiliğe sahip olduğunu, insanların zarara uğramasını istemediğini ortaya
koymaktadır.
Karşılaştığı
türlü sıkıntılara rağmen isyan etmeyen, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’den aldığı tavsiyeleri yaşantısında tatbik etmeye çalışan Selmân, zühd
ve takvasıyla öne çıkmaktadır.
Rivâyet edilen
hadislerde Selmân’ı Fârısî’yi diğer insanlardan ayıran, ona olağanüstülük
atfeden bilgiler bulunmamakta, rivâyetler Sünnî kaynaklarda yer alan diğer
bilgiler ile örtüşmektedir.
Dikkatimizi
çeken bir diğer husus da Buhâri’nin Sahih’inde yer alan rivâyetlerin daha kısa
Ahmed İbn. Hanbel’in ve İbn Ebî Şeybe’nin Müsned’leri ve Tirmizî’nin Sünen’inde
yer alan rivâyetlerin daha uzun metinlere sahip olmasıdır.
Mücahit
Karakaş’ın tesbitine göre Selman temizlik, namaz, zekat, cihâd, zühd, takva,
tevbe, duâ gibi ibadet boyutu olan hadisler yanında, ticâret, nikâh, emirlik,
fezâil, giyim, yeme ve içme, av gibi sosyal hayatı ilgilendiren konularda ve
siyer gibi Hz. Peygamber’in hayatı ve yaşayışını ilgilendiren konularda hadis
rivâyetinde bulunmuştur.[134] Selman’ın naklettiği
hadisleri incelendiğimizde onun zühd anlayışının dünyadan uzaklaşmak şeklinde
gerçekleşmediğini, sosyal hayatın içerisinde bulunmayı esas almakla birlikte,
dünya nimetlerine iltifat etmemek, az bir dünyalıkla yetinmek şeklinde tezahür
ettiğini söyleyebiliriz.
Şİİ KAYNAKLARDA SELMÂN-I FÂRİSİ HAKKINDAKİ
RİVAYETLER
Şiî
kaynaklarda Selmân-ı Fârisî hakkında birçok rivâyet nakledilmektedir. Selmân’ın
müslüman oluşu, üstün özellikleri, gizli ilimleri bilmesi gibi iddialarım bir
kısmını bu bölümde vermeye çalışacağız.
Meclisî
Bihâru’l-Envâr’da, “Selmân-ı Fârisî’nin Hz. İsa’nın vasîlerinden (vekillerinden/havârîlerinden)
olduğu nakledilir” der[135] ve Muhammed Bâkır’dan rivâyet
edilen bir hadisten bahseder.[136] Eserde imamın normalin
üstünde yaşamasına, Selmân-ı Fârisî’nin Îsâ (a.s.) ile karşılaştığı,
peygamberimiz zamanına kadar yaşadığı delil olarak getirilmekte, ancak Meclisî
herhangi bir kitap ismi veya senet zikretmemektedir.[137]
Yine Meclisî
Gurbul-İsnâd’ın 27. sayfasından naklen “Allah bana dört kişiyi sevmemi emretti.
Bunlar; Ali bi Ebû Tâlib, Mikdad b. El-Esved, Ebu Zer el-Ğıfarî ve Selmân el-Fârisî”
rivâyetine yer verir.[138] Bazı Şiî kaynaklarda ise,
Selmân-ı Fârisî dört rükunun ilki olarak zikredilmekte, diğer kişiler ise
Mikdâd b. el-Esved, Ebu Zer ve Ammâr b. Yâsir olarak sıralanmaktadır.[139] Hz. Ali’den gelen bir
rivâyete göre de yeryüzünde bulunan diğer insanların kendisi hürmetine
rızıklandırıldığı yedi kişi arasında Selmân da sayılmakta ve Hz. Ali kendisinin
bu kişilerin lideri olduğunu söylemektedir.[140]
Şîa’nın sahâbeden bazıları dışındaki kimseleri hadis alınamayacak fasık
kimseler olarak değerlendirme anlayışının temelinde, bu rivâyetlerin de etkisi
olduğunu düşünmekteyiz.
Selmân’ın
fazileti konusunda ise Meclisî, İmam Muhammed Bâkır’dan naklen “Selman bir
bakışı ile hakikatleri görendi!” rivâyetini nakleder.[141]
Meclisî rivâyeti daha ayrıntılı bir biçimde, İmam Cafer-i Sâdık ve İmam
Muhammed Bâkır’dan naklen şöyle aktarmaktadır:
“Selman
kendisine haber verilenlerdendi!”
Bunu duyanlar
Câfer-i Sâdık’a şöyle sormuşlar:
“Selman’a
haber veren kimdi?”
Şu şekilde
cevap verdi.
“Ona
Resulallah ve Müminlerin Emîri (Hz. Ali) haber veriyorlardı. Selmân haber
verilendi, çünkü kendisine başkalarının tahammül edemeyecekleri haberler
verildi. Ona, Allah’ın gizli ve saklı ilimlerinden verdiler!”[142] Hz. Peygamber’in Selmân’a
hitâben Yâ Selmân! Sana verilen ilim Mikdâd’a verilseydi, küfre düşerdi. Yâ
Mikdâd! Sana verilen sabır Selmân’a verilseydi, küfre düşerdi” dediği şeklinde
nakledilen rivâyette[143] de, Selmân-ı Fârisî ile
Mikdâd b. el-Esved’in açıkça karşılaştırılması yapılıp Selmân’ın ilminin daha
üstün olduğu vurgulanmaktadır.
Şia’ya göre
Selmân aynı zamanda gelecekle ilgili doğru tahminde bulunan tevessüm[144] ehlinden kabul edilmektedir.
Ebu Ca’fer’den gelen bir rivâyette “Selmân-ı Fârisî tevessüm edenler
arasındadır.”[145] denilmektedir. Şia Selmân-ı
Fârisî’nin takiyye inancını da benimsediğine inanmaktadır. Rivâyete göre Hz.
Ali’nin yanında bir gün takiyyeden bahsedilmiş, bunun üzerine O, “ Selmân-ı
Fârisî’nin kalbinde olanı eğer Ebû Zer bilseydi, mutlaka onu öldürürdü”
demiştir.[146]
Başka bir
rivâyette ise, Selmân’ın arkadaşına ölüm anında şefaat etmesi anlatılmaktadır.
“Selmân ölüm döşeğinde olan bir arkadaşını ziyaret etmeye gittiği zaman şu
şekilde seslendi:
“Ey ölüm
meleği! Arkadaşıma kolaylık göster”
Oradaki
meleklerden biri şu şekilde cevap verdi:
‘Ey
Abdullah’ın babası! Ölüm meleği sana selam yolladı ve şöyle söyledi:
Senin
yüceliğinin hakkı için artık burada işimiz kalmadı!’”[147]
Meclisî’nin,
İmam Muhammed Bâkır’dan naklettiği bir rivâyet de onun kerametlerine dikkat
çekilmektedir:
Selmân ateşin
üzerinde yemek pişirirken Ebû Zer ziyarete geldi. Aralarında sohbet ederlerken
yemek yere düştü, ancak içerisinden hiçbirşey dökülmedi. Ebû Zer bu olaydan
etkilenmiş halde dışarı çıkınca, Hz. Ali ile karşılaştı. Hz. Ali Ebû Zer’e ne
olduğunu sorunca gördüklerini anlattı. Bunun üzerine Hz. Ali şöyle cevap verdi:
“Ey Ebû Zer!
Selmân’ın bildiklerini bilseydin Selmân’ı öldürene Allah rahmet etsin derdin.
Selmân yeryüzünde Allah’ın kapısıdır. Bunu bilen mümin olur, bunu inkâr eden
ise kâfir olur. Selmân bizden, Ehl-i Beyt’tendir.[148]
Şiî
Kaynaklarına Göre Selmân-ı Fârisî’nin Müslüman Oluşu
“İran’ın Şirâz
şehrinde itibarlı birisinin oğluydum. Babam ve annem bana karşı büyük bir sevgi
beslerlerdi. Bir bayram gününde babam ile dolaşmaya başladım. İbadet yapılan
bir yerden bir adamın sesini işittim. Şöyle diyordu:
“ Ben şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur. Yine şehâdet
ederim ki İsa Allah’ın ruhudur ve yine şehâdet ederim ki Muhammed Allah’ın habibidir.”
Bu sesi
işittikten sonra hiçbir şeyden keyif almaz olmuştum. Muhammed’in sevgisiyle
dolup taşıyordum. Bu durumu fark eden annem güneşin doğuşuna secde etmememin
sebebini sordu, ancak ben ona karşı çıktım. Bunun üzerine annem benim yanımdan
ayrıldı. İçeri girdiğim zaman duvara asılı bir kitap gördüm ve anneme kitabı
sordum. Annem bana bayram kutlamasından döndüğümüz zaman onu duvarda asılı
halde bulduğunu söyledi ve ona yaklaşmamam konusunda beni sıkı sıkı tembihledi.
Annem ve babam
yattıktan sonra gizlice kitabı aldım ve onu okumaya başladım. Kitabın
içerisinde şu şekilde bir yazı gözüme ilişti:
“Bismillahirrahmanirrahim!
Bu, Allah tarafından Âdem’e (a.s.) verilen bir sözdür. Onun neslinden bir
peygamber kıldım ki, adı Muhammed’tir. Ahlakın yüceliğini emreder ve putlara
tapmayı yasaklar. Ey Ruzbeh, Îsâ’nın vasîsine git! Îmân et ve mecûsilik
inancını terk et!”
Bu sözü
okuduktan sonra dehşete kapıldım ve yere düştüm. Bende bir sıkıntılı hal baş
gösterdi. Annem ve babam bunu fark ettikleri zaman, beni bir kuyuya indirdiler
ve bu durumumun devam etmesi halinde beni öldüreceklerini söylediler. Ben ise,
ne yaparlarsa yapsınlar Muhammed’in sevgisini içimden atamayacaklarını
söyledim.
Bu kitabı
okumadan önce Arapça bilmiyordum. Bu günden sonra Arapça bilgisi bende mevcut
oldu. Ailem bana küçük ekmek taneleri indiriyordu. Kuyuda uzun bir süre bu hal
üzerine bekledim. Bu hal uzun bir süre devam edince, ellerimi havaya kaldırarak
Rabbime şöyle dua ettim:
“Ey Rab!
Sen, Muhammed’in ve vasîsinin muhabbetini bende kıldın! Onu vesîle kıldığının
hakkı için beni içerisinde bulunduğum bu durumdan acil bir şekilde kurtar!”
Bunun üzerine
beyaz elbiseli bir kimse geldi ve bana şöyle dedi:
Elimden
tutarak beni bayram günü gördüğüm ibadet yapılan eve götürdü. Oraya vardığımız
zaman şöyle seslendim:
“ Ben şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur. Yine şehâdet
ederim ki Îsâ Allah’ın rûhudur ve yine şehâdet ederim ki Muhammed Allah’ın
habîbidir.”
Benim sesimi
duyan birisi dışarı çıktı ve bana seslendi:
Ben ona cevap
verdim:
“Evet,
Ruzbeh benim.”
Beni içeriye
aldı ve o rahibe iki yıl hizmet ettim. Vefâtı yaklaşacağı zaman beni kime
bırakacağını sordum ve bana şöyle söyledi:
“Benim inancım üzerine olan Antakya’da bir rahip tanıyorum. Ona
benim selamımı söyle ve bu levhayı ona ver!”
Kısa bir süre
sonra vefât etti. Cenazesini defnettikten sonra levha ile birlikte Antakya’ya
gittim. İbâdet evine ulaştığım zaman şu şekilde seslendim:
“ Ben şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur. Yine şehâdet
ederim ki Îsâ Allah’ın rûhudur ve yine şehâdet ederim ki Muhammed Allah’ın
habîbidir.”
Bir rahip
dışarı çıkarak bana seslendi:
Beni yanına
aldı ve içeriye girdik. Kendisine iki yıl kadar hizmet ettim. Vefâtı yaklaştığı
zaman beni kime bırakacağını sordum ve bana şöyle söyledi:
“Benim inancım üzerine olan İskenderiye’de bir rahip tanıyorum.
Ona benim selamımı söyle ve bu levhayı ona ver!”
Kısa bir süre
sonra vefat etti. Cenazesini defnettikten sonra, levha ile birlikte İskenderiye’ye
gittim. İbâdet evine ulaştığım zaman şu şekilde seslendim:
“ Ben şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur. Yine şehâdet
ederim ki Îsâ Allah’ın rûhudur ve yine şehâdet ederim ki Muhammed Allah’ın
habîbidir.”
Bir rahip
dışarı çıkarak bana seslendi:
Beni yanına
aldı ve içeriye girdik. Kendisine iki yıl kadar hizmet ettim. Vefâtı yaklaştığı
zaman beni kime bırakacağını sordum ve bana şöyle söyledi:
“Benim
inancımım üzerine hiç kimseyi tanımıyorum. Abdulmuttalib’in oğlu Abdullah’ın
oğlu Muhammed’in dünyaya gelişi yaklaşmıştır. Ona gittiğinde selâmımı söyle ve
bu levhayı ona ver!”
Bir süre sonra
rahip vefât etti. Cenazesini yıkadım, kefenledim ve defnettim. Levhayı yanıma
alarak yola koyuldum.
Yolda bir grup
ile karşılaştım. Onlara hizmet etmem karşılığında beni yanlarına aldılar.
Acıktıkları zaman yanlarında götürdükleri koyun sürüsünden birini vurdular ve
etini pişirdiler. Benim de bu etten yememi istediler, ancak inancıma ters
geldiğini söyledim ve eti yemeyi kabul etmedim. Bunu duydukları zaman beni
dövmeye başladılar, beni neredeyse öldürüyorlardı. İçlerinden birisi şöyle
dedi:
“Onu şimdi bırakın! Bize içecek getirmesini söyleyin! Göreceksiniz
ki kendisi şaraptan içmeyecektir!”
Şarabı
getirdiğim zaman, benim de içmemi istediler. Ben içmeyi kabul etmeyince,
tekrardan beni dövmeye başladılar. Onlara beni dövmemelerini, ne isterlerse
yapacağımı söyledim. Aralarından birisiyle kendisine kölelik yapmam konusunda
anlaştık. Bu adam beni 300 dirheme bir Yahûdî’ye sattı. Yahûdî başıma gelenleri
sorunca Muhammed’e ve vasîsine olan sevgimden bahsettim. Bunun üzerine bana
şöyle söyledi:
“Ben seni ve Muhammed’i sevmiyorum!”
Beni evinden
dışarı çıkardı ve kapısında bulunan kumu sabaha kadar oradan kaldırmamı, aksi
takdirde beni öldüreceğini söyledi. Bütün gece bu kumu taşımaya çalıştım en
sonunda bitkin bir halde ellerimi havaya kaldırarak şöyle dua ettim:
“Ey Rab! Sen, Muhammed’in ve vasisinin muhabbetini bende kıldın!
Onu vesÎle kıldığının hakkı için beni bulunduğum bu durumdan Âcil bir şekilde
kurtar!”
Yüce Allah
öyle bir rüzgâr gönderdi ki, kapıda bulunan kumu temizledi. Yahûdî uyandığı
zaman kumun temizlendiğini görünce beni sihirbazlıkla suçladı. Kendisine ve
köyüne bir zarar vermemden korkarak beni bir kadına sattı. O kadın beni çok
sevdi. Bana bahçesini hediye olarak verdi. Bahçedekilerden istediğim kadar
yiyebileceğimi, ondan hediye ve sadaka verebileceğimi söyledi.
Bir gün
bahçedeyken üstlerinde bulut seyreden 7 kişi bahçeye geldi. Kendi kendime şöyle
söyledim:
“Allah’a yemin olsun ki bu gelenlerden birisi muhakkak
peygamberdir!”
Yanıma
geldikleri zaman bulut hala onları takip etmekteydi. Aralarında Resulullah,
Müminlerin Emiri Hz. Ali, Ebu Zer, Mikdad, Abdulmuttalib’in oğlu Hamza, Ebu
Talib’in oğlu Akiyl ve Haris’in oğlu Zeyd vardı.
Resulullah
onlara sadece işe yaramayacak ve bozuk durumda olanlardan yemelerini, bahçe
sahiplerine zarar vermemelerini söyledi. Hepsi bahçeye girdiler ve bozuk olan
hurmalardan yemeye başladılar.
Bunu gördüğüm
zaman bahçe sahibi kadının yanına gittim ve hurmaların iyisinden alabilmek için
izin istedim. Bana 6 tabak hurma hediye etti. Ben bu tabaklardan birisini
alarak kendi kendime şöyle dedim:
“Aralarında peygamber varsa, kesinlikle sadaka yemeyecektir!”
Bu sadakadır
diyerek elimdeki tabağı önlerine koydum. Resulullah yanındakilere yemelerini
söyledi ancak kendisi, Müminlerin Emiri Hz. Ali, Ebu Talib’in oğlu Akiyl ve
Abdulmuttalib’in oğlu Hamza ellerini hurmaya uzatmadılar. Resulullah Zeyd’e
yemesini söylemişti. Bu ilk işaret diyerek ikinci tabağı önlerine koydum ve “Bu
hediyedir” dedim. Resulullah Bismillah diyerek elini uzattı, ardından da
diğerleri ellerini uzatarak hurmadan yediler. Kendi kendime “Bu da ikinci
işarettir” dedim. Bunun üzerine peygamberin arkasında dolaşmaya başlamıştım.
Peygamber bunu fark edince şöyle dedi:
“Ey Ruzbeh! Peygamberlik mührünü mü görmek istiyorsun?”
Görmek
istediğimi söyleyince omuzlarını açtı ve bana peygamberlik mührünü gösterdi.
Omuzları arasındaki mührün üzerinde kıllar vardı. Hemen Resulullah’ın
ayaklarına kapandım ve öpmeye başladım. Resulullah bana şöyle söyledi:
“Ey Ruzbeh! Bu kadına git ve de ki: Abdullah’ın oğlu Muhammed sana
diyor ki, bu kulunu (Selman) bize satar mısın?”
Kadının yanına
gittim ve bunu ilettim. Kadın bana şöyle söyledi:
“Ona de ki: Seni 400 ağaca karşılık satarım. 100 ağacı sarı
renkten ve 100 ağacı kırmızı renkten olacak!”
Resulullah’ın
huzuruna gidip kadının söylediklerini anlattım.
Resulullah
şöyle buyurdu:
“Kadının istediği kolaydır! Ey Ali, bu yerdeki hurma
çekirdeklerini topla!”
Onları
topladıktan sonra ona şöyle buyurdu:
“Bu çekirdekleri yere batır ve sula!”
Müminlerin
Emiri ekilen yerleri suladığı zaman çekirdekler birer birer fidan olup
yeryüzüne çıktı. Son çekirdek sulandığında bütün ağaçlar tam gövde halinde
olgunlaşmışlardı. Bunu kadına bildirmem için beni ona gönderdi. Kadına bütün
şartların yerine getirildiğini beni serbest bırakması gerektiğini söylediğimde
kadın dışarı çıkarak ağaçları gördü ve şöyle söyledi:
“Allah’a yemin olsun ki onu ancak 400 sarıağaca satabilirim!”
Cebrail oraya
inerek ağaçlara kanadı ile temas ederek bütün ağaçları sarı renge çevirdi.
Kadına sözünü yerine getirmesi gerektiğini söyleyince bana şöyle söyledi:
“Allah’a yemin olsun ki bu ağaçlardan biri Muhammed’den ve senden
benim için daha iyidir!”
Ben de ona
şöyle söyledim:
“Allah’a yemin olsun ki, Muhammed ile bir gün beraber olmak senden
ve bütün varlığından bana daha iyidir!”
Bunun üzerine
Resulullah boynuma sarılarak bana “Selman” ismini verdi.”[149]
Şiî
kaynaklarda Selmân-ı Fârisî hakkında birçok rivâyet nakledilmektedir. Bu
rivâyetlere göre Selmân açık ve gizli bütün ilimleri bilen, Hz. Peygamber ve
Hz. Ali tarafından doğrudan bilgilendirilen, gerektiği zaman meleklerle muhatap
olabilen birisi olarak anlatılmaktadır.
Şiî
kaynaklardaki Selmân’ın Müslüman olma ve kölelikten kurtulma hikâyesinin bazı
kısımları Sünnî kaynaklardaki anlatımla benzeşmekte, ancak anlatım efsanevi
unsurlarla desteklenmektedir.
Sonuç olarak
Şiî kaynaklarda Selmân-ı Fârisî için beşerüstü bir profil çizilmiş, adeta
mistik hikayelerde geçen bir kahramana dönüştürülmüştür. Bu yönüyle Selmân
yaşantısıyla örnek alınabilecek bir sahâbî olmaktan çıkartılarak, bir
Müslümanın istese de ulaşamayacağı bir konuma yükseltilmiş ve bir Şiî
propaganda aracı haline getirilmiştir.
NUSAYRÎLİĞE GÖRE BÂBLIK MAKAMI VE SELMÂN-I
FÂRİSÎ
Ali-Muhammed-Selman
üçlemesinin son halkasını temsil eden Selmân-ı Fârisî, Nusayri'lere göre
Muhammed tarafından yaratılmıştır ve Bâblık makamını temsil etmektedir.[150]
Bâblık makamı çeşitli zamanlarda, değişik şekillerde tecellî
eden kimselerden oluşmaktadır. Bâblık makamının temsilcileri, tarihi seyir
içerisinde “Cebrail, Mikâil, Yail, Ham b. Kuş, Dhan b. Asbavut, Abdullah b.
Sem’an, Ruzbih b. Merzûbân(Selmân el-Fârisî), Kays b. Vereka er-Riyâhî, Reşid
el-Hecerî, Abdullah b. Gâlib el-Kâbulî, Yahya b. Muammer es-Sümâlî, Câbir b.
Yezîd el-Cu’fi, Ebu’l-Hattâb Muhammed b. Ebû Zeyneb el-Kâhilî, Mufaddal b. Ömer
el-Cu’fi, Muhammed b. Mufaddal el-Cu’fi, Ömer b. Furât, Muhammed b. Nusayr
en-Nümeyrî”[151] [152]
[153] şekillerinde gözükmüşlerdir.
Allah tarafından tayin edilirler.
İmamın sırrının toplandığı yerdir ve imamın ilmine
bâb(kapı) olmadan ulaşılamaz.
Bâblık makamı kutsal bir mekândır.
Hiyerarşide bâblık hüccetten hemen sonra gelir.
Bâbların derecesi birdir. Fazilette hepsi birbirine
eşittir.
Her İmamın bir bâbı vardır ve vefât edince, yerine bir
başkası geçer.
Bâblar mucize gösterebilirler ve imamın desteğiyle gayptan
haber verebilirler.
Nusayrîlere göre Bâblık Makamının
Temsilcileri ve Onlar Hakkında Anlatılan Menkîbeler
“Resûlullah Selmân’ı güzel bir şekilde karşılayarak ona
şöyle söyledi: ‘Ey Selmân! İlmimizin hazinesi, sırrımızın kaynağı, emrimizin ve
yasağımızın toplanma yeri ve mü’minleri bizim terbiyemizle terbiye eden.
Vallâhi sen, ilmimizle doldurulan kapısın, Te’vîl ve tenzîl ilmi, sırrın bâtını
ve sırrın sırrı sende yerleşmiştir. Başlangıçta ve sonda, bâtında ve zâhirde,
canlı ve ölü durumunda Allah seni mübârek kılsın.’”[154]
“Resûlullah
söyle demiştir: “Selmân Ehl-i Beyt’tendir. Geçmiş ve gelecek ilime sahiptir. O,
aranızda Lokman Hekim gibidir.”[155]
“Resûlullah
Selmân ve Mikdâd’ı kardeş ilan etmişti. Bir gün Mikdâd Selmân’ın yanına geldi.
Onu altında odun olmayan bir kazanı kaynatırken buldu. Bu duruma çok şaşırdı ve
kazanın nasıl kaynadığını sordu. Selmân iki tane taşı kazanın altına attı ve
taşlar alevler içerisinde yanmaya başladı. Selmân “Korkma” dedi ve şöyle
söyledi:
( ............ O hâlde, yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının. O ateş
kâfirler için
hazırlanmıştır.)
Kazan
köpürmeye başlayınca Selmân buna mâni olmasını istedi. Mikdâd nasıl yapacağını
bilmediğini söyleyince Selmân elini kazana daldırdı ve kazanı karıştırdı.
Yemek pişince
karınlarını doyurup Resulullâh’ın yanına gittiler. Mikdâd gördüğü hali
Rasulullâh’a anlattı. Rasulullâh Selmân’a dedi ki: ‘Ey Selman Mikdâd’a karşı
şefkatli davran ki Allah da sana şefkatli davransın.’”[157]
“Resûlullah
Selmân’ı sahibinden satın aldıktan sonra hanımlarının hepsi evde toplandı ve
onlara şöyle söyledi:
“Selmân
benim bakan gözümdür. Onun terbiyesi size örnek olsun. Selmân’ı gördüğünüz
başka kimselerle karşılaştırmayın. O peygamberliğimden 450 sene önce insanları
Allah’ın dinine ve benim peygamberliğime davet ediyordu. Selmân’a hiçbir günah
yazılmamıştır. Selmân, erkekler ve kadınlar hakkındaki soruları bilmez. O âkil
baliğ olduktan sonra kendi avretini bile görmemiştir. Hiçbir zaman dünyaya
meyletmemiştir. Erkeklerin ve kadınların sahip oldukları şeyler onda mevcut
değildir. O Ali’nin kapısıdır. Ali’de benim kapımdır. Ben ise ilmin şehriyim.
Onu böyle tanıyın.”[158]
“Selmân Hz.
Peygamber vefât ettikten sonra Hz. Fâtıma’nın evine sıkça uğramaktaydı. Ona
taziyelerini sunuyor ve onu tesellî ediyordu. Gece olunca Hz. Fâtıma Hasan ve
Hüseyin’i de yanına alarak ensâr ve muhacirin yanına gidiyor, yönetimi ele
geçiren kişilere karşı Müminlerin Emîrini desteklemeleri için onlara telkinde
bulunuyordu. Her defasında söz vermelerine rağmen sabah bu sözlerini unutuyorlardı.
Ömer b. Hattâb
bu durumu fark edince şöyle dedi: “Fâtıma’nın böyle davranmasının nedeni şu
Fars kökenli Mecûsî’dir. Fitne çıkarmak için sürekli Fâtıma’nın evine girip
çıkıyor. Ona haddini bildireceğim. Ömer yanındaki bir toplulukla Hz. Fâtıma’nın
evinin önünde bekledi. Dışarı çıkınca da önüne geçip Selmân’a iğrenç iftiralar
atarak onu azarladı. “Bir erkek ve bir kadın baş başa kaldığında ne yapar?”
diye çıkıştı. Selmân Ömer’in sözlerine hiçbir cevap vermedi. Bu sırada bir
rüzgar esti ve Selmân’ın giysilerini kaldırdı. Selmân’ın avret yeri açıldı ve
orada bulunanların hepsi Selmân’ın erkek ya da kadınlara mahsus bir organı
olmadığını gördüler. Bunun üzerine orada bulunan topluluk Ömer’e dönerek
Selmân’a ve Fâtıma’ya attığı iftiralardan dolayı Allah’tan bağışlanma
dilemesini söylediler.”[159]
“Resûlullah
şöyle söyledi: ‘İslam yeryüzünde kaybolsa mutlaka bir yuvada bulunur. O,
gökyüzünün dizginlerine ulaşsa, onu ancak Farsın evlatları elde eder’”[160]
“Hüseyin b.
Hamdân silsile ile Câfer es-Sâdık’dan şu şekilde rivâyet etmiştir: Ey Kays! Sen
benim gemimsin. Selmân’dan sonra devrinin imamlarının kapısısın. Selmân, sen ve
ikinizden sonra gelecek olanlar, kapılık makamında eşitsiniz.”[161]
“Müminlerin
Emîri ve Hz. Hasan’ın yanında Sefîne’nin makamı, Resûlullah’ın ve Müminlerin
Emîri’nin yanında Selmân’ın makamı gibidir. Sefine, her ikisinin kapısıdır. Her
ahit ve zamanda, her imamın bir kapısı olduğu kaçınılmazdır. Bu Hz. Adam
devrinden Mehdî’nin zuhuruna kadar böyledir.”[162]
“Hüseyin b.
Hamdân silsile ile Câfer es-Sâdık’dan şu şekilde rivâyet etmiştir: Reşîd
el-Hecerî, hidâyet kapılarından, Allah’ın kapılarından biridir. O, insanlara
toplantı ve güven yeri kılınan, Allah’ın kutsal evinin direğidir. Bu insanlar
Allah’ın marifetine ve peygamberlerin, resûllerin, imamların ve onların
kapılarının marifetine inananlardır.”[163]
“Hüseyin b.
Hamdân silsile ile Câfer es-Sâdık’dan şu şekilde rivâyet etmiştir: Ebû Hâlid
el-Kâbulî, Allah’ın hücceti Ali Zeynelâbidîn ile birlikteydi. Yaşadığı zamanda
Allah’ın kapısı idi. O çok sayıda şaşırtıcı olay ve mucize göstermiştir.
Selmân, Sefine ve Reşîd’in ilmi ona intikal etmiştir. Ebû Hâlid onun makamını
doldurmuş ve onları hiçbir şey ile değişmemiştir. O; hidayet, reşat ve takvâdan
başka birşeyi kucaklamamıştır. Onun kapılığından asla şüphe etmeyin.”[164]
“Hüseyin b.
Hamdân silsile ile Câfer es-Sâdık’dan şu şekilde rivâyet etmiştir: Selmân,
Sefine, Reşîd, Ebû Hâlid, Yahya, Câbir ve Ebu’l-Hattab bizim kapılarımız ve
hüccetlerimizdir. Onlara itaat eden bize itaat etmiş olur. Onlara karşı çıkan
bize karşı çıkmış olur.”[165]
“Hüseyin b.
Hamdân silsile ile Câfer es-Sâdık’dan şu şekilde rivâyet etmiştir: Allah
nübüvveti Hz. Muhammed’e imâmeti ise Müminlerin Emîri’ne ve onun soyundan gelen
on bir oğluna bahşetmiştir. Allah onları, yarattıklarının tamamı içindeki
hücceti, emri ve yasağının uygulayıcıları, ilminin ve sırrının kaynağı olarak
belirlemiştir. Allah on iki imam için on iki kapı tayin etmiştir. Her imamın
bir kapısı vardır. Müminler imamın ilmine bu kapıdan girerler. Bir kapıyı inkâr
eden, bir imamı inkâr etmiş olur. Allah, kapıyı inkâr eden kişinin, hiçbir
amelini kabul etmez. On bir kapı zuhur edince on bir imam zuhur edecektir. On
ikinci imamın gaybet göstermesiyle on ikinci kapı da gaybet gösterecektir. On
birinci imam; oğlum Musa’nın oğlu, Ali’nin oğlu, Muhammed’in oğlu Ali’nin oğlu
Hasan’dır. Onun kapısı Muhammed b. Nusayr’dır. Döneminde onu çok kişi
kıskanacaktır. Kıskançlık onları kendisinden uzaklaştıracak ve hakkında şüphe
etmelerine yol açacaktır. İşte onlar, bizden beridirler. Biz de onlardan
beriyiz. Kaybedenler de onlardır.”[166]
Bâblık
makamından sonra beş “Eytâm” gelir. Bunlar Bâb’ın manevî çocukları olup Bâb
tarafından yaratılmışlardır aynı zamanda beş büyük yıldız olduklarına inanılır.
Vazifeleri şunlardır:
Mikdâd b. El-Esved: Tabiat olayları ve zelzeleden
sorumludur.
Ebu Zerri’l-Ğıfârî: Yıldızların hareketinden sorumludur.
Abdullah b. Revâha: Canlıların hayatlarından sorumludur.
Osman b. Maz’um: Rızık ve hastalıklardan sorumludur.
Kanber b. Kadân ed-Devrî: Ruhların
cesetlere gönderilmesinden
sorumludur.[167]
Bâblık
Makamının Değerlendirilmesi
Hasîbî’nin kitabında hadis olarak naklettiği rivâyetleri kabul
etmemiz mümkün değildir. Bu rivâyetler akla ve mantığa ters olmanın yanı sıra
bizzat Kur’an-ı Kerîm ile de çelişmektedir. Kur’an’da birçok yerde ayetlerin
apaçık olduğu belirtilmekte[168] ve gaybı bilmenin Allah’a mahsus olduğu vurgulanmaktadır.[169]
Bâbların
özellikleri olarak verilen bilgiler Şia’nın imâmet anlayışıyla paralellik arz
etmektedir. Fakat Nusayri'lerin, Şia’nın imamlarına ilahlık atfetmeleri sonucu
içi boşalan imâmet anlayışının yerine bâblık makamını getirdikleri
anlaşılmaktadır.
Şia’nın,
Selmân’ın 450 sene yaşaması, insanlara Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’i müjdelemesi gibi rivâyetler, yine Nusayri'ler ve Şiîler’in Selmân’ın
Müslüman oluşu ile ilgili naklettikleri rivâyetlerle çelişmektedir. Zaten
Müslüman olan birisinin tekrardan İslam’la müşerref olması akla ve mantığa
tersdir.
Selmân’ın
erkek ve kadınlara ait olan organdan yoksun olduğu rivâyeti dayanaktan yoksun
bir ifadedir. Çünkü Selmân evli ve dört çocuk sahibi bir sahabîdir.[170] [171]
Câfer-i Sâdık’ın Şiîlerce gulat kabul edilen bir fırkanın kurucusunu müjdeleyen
bir rivâyeti nakletmesi mümkün gözükmemektedir. Rivâyetlerin kaynaktan yoksun
olarak verilmesi ve hadis tenkidinden yoksun olmaları sağlıklı bir inceleme
yapmamızı zorlaştırmaktadır.
SELMÂN-I FÂRİSÎ’NİN GÜNÜMÜZ NUSAYRÎ
TOPLUMUNDAKİ YERİ VE
ÖNEMİ
Nusayrîlik
inancının ve Nusayrîlik’te Selmân-ı Fârisî’ye verilen değerin günümüz Nusayrî
toplumuna nasıl yansıdığını Nusayrîlerle yaptığımız mülakatlarla tespit etmeye
çalıştık.[172] Adana yöresinde Nusayrîlerin
yoğun olarak yaşadığı Akkapı, Mıdık, Hadırlı, Kocavezir mahallerine, ayrıca
Seyhan, Yüreğir, Sarıçam, İmamoğlu ilçelerinde yaşayan Nusayrî ailelere ve
onları tanıyan kimselere ziyaretlerde bulunduk ve bu kişilerle görüşmeler
yaptık. Bu mülakatlardan elde ettiğimiz sonuçlara göre: Nusayrîlerin üç gruba
ayrıldığını tesbit ettik.
Birinci grup
Kelime-i Şehâdet getirmekte, Allah’ın tek olduğunu ve Hz. Peygamber’in Allah’ın
resulü olduğunu kabul etmektedir. Kendilerini Müslüman ve fellah olarak
isimlendirmektedirler. Onlar için Selmân-ı Fârisî ve Nusayrî kelimeleri bir
anlam ifade etmemekte, Fellah kelimesini de nesep ifade eden bir kelime olarak
kullanmaktadırlar. Uzun süre önce Nusayrî köylerinden göç ederek şehir
merkezlerine yerleşen bu insanlar topluma bir nebze de olsa entegre olmuşlar,
sünnî bir toplum içinde asimile olarak eski inanışlarından kopmuşlardır. Ancak eski
inanışlarından kaynaklanan birtakım bilgileri kültürel değer gibi
görmektedirler.[173] İslam dinine karşı büyük bir
sevgi besleyen bu grup dinin emirlerini bilmekle beraber uygulama noktasında
büyük bir gevşeklik göstermektedirler.
Adana/Kocavezir
mahallesinde 10.08.2017 ve 18.08.2017 tarihleri arasında evlerine misafir
olduğumuz kişiler içerisinde 5 vakit namaz kılan bir kişiye rastlamadık.
Sorduğumuz sorulara “Düzenli olarak namaz kılmıyorum, Cuma namazlarına giderim
ya da bayram namazlarına düzenli olarak giderim” şeklinde cevaplar aldık. Bu
Müslüman olduğunu söyleyip ibadetler konusunda gevşeklik gösteren insanların
tavrının aynısı olarak kabul edilebilir.
Yapmış
olduğumuz mülakatlarda görmüş olduğumuz bir başka husus ta, büyük bir
çoğunluğun Kur’an okumayı bilmemesi, içlerinde Kur’an okumayı bilen kimselere
büyük bir saygı duyulması ve onların hoca olarak isimlendirilmesidir. Ayrıca
içkiyi bol miktarda tükettiklerini, hatta boğma adını verdikleri bir çeşit
içkiyi evlerinde yahut köylerinde îmal ettiklerini itiraf etmektedirler.
İkinci grup
kendilerini Arap Alevîsi ya da Fellah olarak isimlendirmektedir. Bir kısmı
Nusayrî kelimesini de kullanmaktadır. Selmân-ı Fârisî ismini bilenler
bulunmakla birlikte, bu grup dini anlatma konusunda daha ketum bir tavır takınmış,
bütün çabalarımıza rağmen bizi hocalarıyla görüştürmekten kaçınmışlardır. Bizde
takındıkları tavır nedeniyle takiyye yaptıkları izlenimini uyandırmışlarıdır.
Bir arada
yaşadıklarından dolayı kapalı bir toplum yapısına sahip olan bu grubun yaşadıkları
bölgelerde cami nadiren görülmektedir.
Üçüncü grup
tövbe edip Müslüman olmadan önce Nusayrî olduklarını ifade etmekte, Nusayrîlik
hakkında da en çok bilgiye sahip olan grup özelliği taşımaktadır.
AHMET TURAN’IN KİTÂBU’L MECMÛ
ÇEVİRİSİ İLE KURAN IŞIĞINDA
HAK VE BATIL İSİMLİ KİTABIN KİTÂBU’L MECMÛ ÇEVİRİLERİNİN
KARŞILAŞTIRILMASI[174]
Nusayrî
fırkasının gizliliğe önem vermesi, dinin sırlarını paylaşmaktan imtinâ etmesi
sonucu, dini metinler genellikle el yazısı ile çoğaltılmıştır. Bu durum
birbirinden farklı metinlerin ortaya çıkışına zemin hazırlamıştır. Biz de bu
farklılıklara işaret etmek için Ahmet Turan’ın Adanalı Süleyman Efendi, E.
Edward Salisbury ve Rene Dussaud’un yayınlarını karşılaştırarak yaptığı
Kitâbu’l-Mecmû tercümesi ile, Adana’da Nusayrîlik inancını terk ederek Kur’an
Işığında Hak ve Batıl isimli kitabı yazan bir grubun Kitâbu’l-Mecmû
tercümelerini karşılaştırmaya çalıştık.
Burada yapmak
istediğimiz bir tahkik, ya da ayrıntılı bir karşılaştırma çalışması değildir.
Bizi tercümeler üzerinden karşılaştırma yapmaya iten sebep ise, nüshalar arası
farklılıklardır. Mülâkat yaptığımız Nusayrîlerin ellerinde Kitâbu’l- Mecmû’un
Arapçasının latin harfleriyle yazılmış nüshaları bulunmaktadır. Bu çevirilerin
anlaşılamamasına, dolayısıyla fırkanın görüşlerinin açıkça belirlenip
öğrenilememesine sebep olmaktadır. İki kitaptaki sûre sıralamaları da
birbirleriyle aynı değildir. Biz içerik yönünden benzer olan sûreleri vermeye
ve karşılaştırmaya gayret ettik. Biri daha akademik bir dille kaleme alınan,
diğeri halk arasında yaygın olarak kullanılan iki çeviri arasında bu kadar
farklılıkların bulunması da nüshaların birbirini tutmadığı izlenimi
vermektedir.
Birinci Sûre: El-Evvel (Kuran Işığında Hak ve
Batıl)
Ön kısmından
saçları dökülmüş olanın dostluğunu kabul edenler felaha erer. Arıların emiri
Ali b. Ebu Talip’in kutsiyeti ile yüceleceğim. Onun zikri ile kurtulacağım.
Onun ismi ile bereketlendim. Onun ismi ile başladım. Onunla tamamladım. Ona
sığındım. Mümin kardeşlerimiz de ona sığınıyorlar. O benim ve Atalarımın Rabbidir.
Onunla din sıhhat buldu. Bu dediklerime Allah vekil ve şahittir. Ebu Şuayb
Muhammed b. Nusayr, Yahya Muğin b. Samiriye dedi ki:
“Ey Yahya,
hayatta veya ölüm anında sana bir ses gelirse öyle bir dua et ki, bu dua içten
olsun ki, seni bu etli, kanlı, beşeri cesetten kurtarsın, sana nurlu elbiseler
giydirsin.”
De ki: Ya Ali
seninle bereketlendim. Senin delilinle bereketlendim. Allah zatında zuhur etti.
Senin hikmetin gizlidir. Allah’ın ismi şenindir. Sen evvelsin. Senden evvel
kimse yoktu. Sonun olmayacaktır. Devletleri yok edensin. Her şeyi ilk
başlatansın. Sonu sağlayan sensin. Bütün gizlileri bilensin. Hazır ve
mevcutsun. Ya Ali!Sen yücesin. İbadet sanadır. Her şey sende başladı. Her şey
sana dönecektir. Senin ne olduğunu senden başka kimse bilemez.
Ya Ali,
mürşidin mürşidini sana sorarım. Muhammed Mustafa’yı sorarım. Elli bir kişi
gibi namaz kılanları da sorarım. Bunların yüzü hürmeti için beni ve müminlerin
kalplerini birleştir. Temiz olan zatını zikir ederim. Her şeyi içine alan
nimetini, câri olan sünnetini, yüce olan farzını, vacip olan hakkını ve
zahirini ile bâtınını bilen hem hidayete hem de kurtuluşa erer. Doğru olan
dine, en yüksek mertebeye erer.
Birinci
sure: İsmi “Başlangıç” (Ahmet Turan’ın Kitâbu’l Mecmû
Çevirisi)
Boynuzu
olmayan hayvanın işini üzerine alana ne mutlu? Birisi benden açıklamamı istedi.
Ben de Ali b. Ebî Tâlib, Emîru’n - Nahl’ın manevî yüceliğinin sevgisinde ilk
cevabıma başlamak istiyorum. O’nun künyesi Haydar b. Ebî Turâb’dır. (Haydarîler
tarafından kabul edilen Ali’nin lakabıdır.) O’ndan yardım istiyorum. O’ndan
isteğimi yerine getirmesini istiyorum. O’nu anmakla başarıya ulaşırım. Kurtuluş
O’ndandır. O’na sığınıyorum. O’ndan yüceldim. Yardımı O’ndan istiyorum. O’ndan
neşet ettim. O, gerçeğin ispatı, dinin selâmetidir.
Seyyit Ebu Şuayb
Muhammet b. Nusayr Sâmirî, Yahya b. Maîne’e: Ey Yahya! Hayatla birlikte sana
bir hastalık geldiğinde veya ölümle birlikte bir felakete uğradığında; aşırı
taassup için olan bu beşeri gömleklerden sıyrılarak, nurani ışıklar yaparak,
temiz, temizlenmiş, yüce, bembeyaz koku ile, af ve tertemiz kılan bu ulvi bir
davetle çağır. Buna nurani heykelleri tabii kıl ve ey delâleti ile yol
gösteren, kudreti ile zâhir, hikmeti ile bâtın, kendisi ile varlığı gerekli,
sıfatları ile, ismi ile konuşan! Ey O, ey herşeyi olan, evveli ve sonu olmayan
ezelî! Sebeplerin sebebi, gâyelerin gâyesi, sonların sonu! Ey gizli sırları
bilen, ey hâzır, ey mevcûd, ey zâhir ve ey maksûd olan, ey gizlenmeksizin gizli
olan, ey nurundan nuruna parlayan ve nuru kendine sönen! O nur senden başladı,
sana dönüyor. Ey her nûru ortaya çıkaran, meydana çıkan! Her nûra “isim”, her
isme mekân, her mekâna makam, her makama “bâb” kılan! O, O’ndan O’na yönelen
“bâb” ‘ı irşâd ediyor. Ve yine O’ndan O’na giden “bâb” ‘a giriyor. Sen ey
Emîru’n- Nahl, ey kendine yönelene yol gösteren Ali b. Ebî Tâlib! Her şey
sensin, hû, yâ, hû, yâ, hû! Ey her şeyi kendisinden başka kimsenin bilmediği!
“Sîn” ile igili meseleleri “selekûn”, sulûken, selikûn, sâlikuûn, selikin”
bunlarla ilgili sorunların sordukları şeyi senden istiyorum.
İki Sûrenin Karşılaştırılması:
İlk olarak
göze çarpan nokta surelerin giriş kısımlarındaki tercüme farklılıklarıdır. Hak
ve Batıl isimli kitapta “Ön kısmından saçları dökülmüş olanın dostluğunu
kabul edenler felaha erer.” İfadesi geçerken, Ahmet Turan’ın tercümesinde “Boynuzu
olmayan hayvanın işini üzerine alana ne mutlu?” ifadesi yer almaktadır. Hak
ve Batıl isimli kitabın 1. Suresindeki ifadelerin benzeri Ahmet Turan’ın
tercümesinde 11. Surede, Şehâdet ederim ki önden ve yandan saçları
dökülmüş(dazlak) olan mâbud Hz. Ali b. Ebî Tâlib... Şeklinde yer
almaktadır.
İki surede de
Hz. Ali’nin ilahlığına yönelik şirk ifadeleri yer almakta ayrıca Hasîbî, Allah’ın
sırlarını bilen dinin şeyhi olarak ön plana çıkartılmakta ve Hz. Muhammed geri
plana atılmaktadır.
Ahmet Turan’ın
çevirisinde Hak ve Batıl isimli kitabın çevirisinden farklı olarak “bâb”[175] ve “sin”[176]
ifadeleri geçmektedir.
Hak ve Batıl
isimli kitabın tercümesinde Hz. Ali için Arıların Emiri ifadesi geçmektedir.
(Abdulhamit Sinanoğluna göre bu ifade ile Nusayri'ler kinaye ile Melekleri
kastetmektedirler[177].)
Ahmet Turan’ın
tercümesinde ise Emîru’n - Nahl ifadesi yer almaktadır.
İkinci Sûre: Es-Sücut (Kuran Işığında Hak ve
Batıl)
Secde
Allah’ındır. Allah ise yüce olan Ali’dir. Ya Muhammed! Sen yaratansın.
Diriltensin, Allah’ın büyük nurusun. Yardımı ancak senden dilerim. Ben, dünyada
sana sığınırım. Beni ateşten koru ya aziz ya cabbar.
Muhammed
isimdir. Muhammed uyumaz. Daima ayaktadır. Cimri değildir. Halimdir. Acele
etmez. Ölmez. Her şeyden münezzehtir. Muhammed’e secde ettim. Ya Ali! Fani olan
yüzümle sana secde ettim. Sana ibadet ettim. Ey büyük Ali! Sen büyüklerin en
büyüğüsün. İzzet sanadır. Sen mabudsun. Güç sanadır. Rahmet şendedir.
Ey azametli
Ali, bize merhamet eyle, gökte ve yerde evliyaları koruyan ve gizleyen, onların
ayıbını örten, en güzel örtünle bizim ayıplarımızı ört.
Ya Ali,
azapların şiddetinden sana sığınırım. Mucizelerine ve zahirin ile bâtınına
inandım. Sen zahiren vasi ve imamsın. Bâtınan ilahsın. Sana iyilikle bakan
iyilik bulur. Sana kötülükle bakan ve seni inkâr eden kötülük görecektir.
Ey azametli Ali, ey arıların emiri Ali, sen görünmeyensin.
Altıncı Sure: İsmi “Secde etme, Sûcud” (Ahmet
Turan)
Allah’u Ekber,
Allah’u Ekber, Allah’u Ekber. Secde; ibadet olunan, alnının iki yanı dazlak
yüce rab içindir. Ey Efendimiz ey Muhammet, ey Fâtır, ey kâhır, ey büyük
mananın nuru ile yüce “hicâp”, seninle yardım istiyorum. Bu dünya yurdunda beni
koru, seni vekil tutuyorum. Beni ateşin azabından koru. Allah yerin ve göklerin
nurudur. O, yücedir, büyüktür. O’na yöneliyor ve işaret ediyoruz. Üstün ve yüce
“bab” için O’na yöneldim. İsmi için secde ettim. “Mana” için ibadet ve secde
ettim. Fâni yüzüm; diri ve daim ve ebedî olan Ali’nin yüzü için ibadet ve secde
ettim. Fâni yüzüm; diri, daim ve ebedî olan Ali’nin yüzü için, secde etti. Ey
Ali, ey büyük! Ey Ali, ey büyük! Ey Ali, ey büyük! Ey Ali, ey en büyük! Ey
bütün büyüklerden daha büyük! Ey kuşluk vaktini ve güneşi yaratan! Işık saçan
ayı yaratan! Ey Ali, üstünlük sana aittir. Ey Ali birlik sana aittir. Ey Ali
mülk senindir. Ey Ali büyüklük sana aittir. Ey Ali, işaret sana aittir. Ey Ali,
itaat sana aittir. Ey Ali, sen şefaat edensin. Ey Ali yaratma gücü sana aittir.
Ey Ali, sen her şeye kâdirsin. Ey Ali, sen “Bakara Suresi” sin. Eman senden ya
Ali! Razı olduktan sonra azabından ve gazabından sana sığınırım. Mucize
gösteren ve aciz bırakanla sana iman ettim. Ey Emîru’n-Nahl, acizlikten sen
yücesin. Kalpten inanıyorum ki sen gizli ve dış görünensin. Dış görünüş
bakımından sen imâm, bâtınî olarak tanrısın.
İki Sûrenin Karşılaştırılması:
İki surede de
Hz. Ali’nin ilahlığına yönelik dua ifadeleri yer almaktadır. Hak ve Batıl
isimli kitabın tercümesinde Hz. Muhammed’e daha fazla değinilmekte, yeme içme,
ölüm gibi şeylerden uzak, insanüstü bir varlık olduğu vurgulanmaktadır. “Muhammed
isimdir.” İfadesi ile AMS üçlemesinde ki mim=isimin Hz. Muhammed’i ifade
ettiği anlaşılmaktadır.
Ahmet Turan’ın
tercümesinde bâb(Sin=Selmân el-Fârisî) için Ona yöneldim, İsmi(Mim=Hz.
Muhammed) için secde ettim, Mana(Hz. Ali=Ayn) için ibadet ve secde ettim
ifadeleri A.M.S inancının açık birer göstergesidir.
İki surede de
Hz. Ali’nin zâhir ve bâtın yönüne değinilmekte zahiren imam bâtınen ilah olduğu
farklı ifadelerle anlatılmaktadır.
Üçüncü Sure: İbin el-Vıli (Kuran Işığında Hak
ve Batıl)
Ey Allah’ım
olan arıların emiri azametli Ali! Sana uyuyan adamın gördüğü rüyayı sorarım.
Sesi duyuyor ve tanıyor ve şahsı görmüyor, uyuyana şöyle bir ses geliyor. “Ben
hazırım ve nazırım, ben kulların arasındayım.” Ey Ebu Talip’in oğlu Ali, ey
herkesin sevinci ile sevinen, herkesin istediğini veren. Bâtınen Allah’ımsın.
Zahiren imamımsın. Zuhurunu gizledin. Zatınla zuhur ettin. Ali isminde ve
suretinde tecelli ettin, Muhammed’i peygamber yaptın. Selman’ı kapı yaptın.
Ey Allah’ım
beni mümin kardeşlerimizi, hayvan suretine sokma, Allah’ım kötü suretlere
girmekten ve hiç olmaktan bizi koru çünkü buna kâdirsin.
İkinci sure: İsmi “İbni el-Velî’yi yüceltme
(Ahmet Turan)
Hissin
duyduğu, şahsın görünmediği, rüyasında uyuyanın gördüğü şeyin en güzeli ile
başlarım. O, şöyle söyleyerek seslenir: Buyur, buyur ey Emîrü’n-Nahl! Ey Ali b.
Ebî Tâlib! Ey her arzu edenin sevip dilediği! Ey ulûhiyeti ile ezeli olan! Ey
bütün yaratılmışların aslı! Sen bizim gizli ilâhımız, açıkça imamımızsın.
Ey gizlenen
şeylerde açığa çıkan, açığa çıkan şeylerde gizlenen, zatıyla zâhir olan, yüce
olmakla yükselen, Muhammet’e aid olması ile gizlenen, nefsine, nefsinde nefsine
çağıran sen ey Emiry’n Nahl! Ey Ali! Senin nurun aydınlattı. Senin güneşin
doğdu. Senin aydınlığın yayıldı. Senin yüceliğin büyüdü. Senin şanın yüceldi.
Senin bizim ve bütün inanan kardeşlerimiz için alçalttığın kimselerin şerrinden
beni emin kılman sebebiyle ve akdi bozan, kaldıran, değiştiren, kirleten, yere
batıran, işe yaramaz hale getiren, atıntı durumuna düşürenin şerrinden sana
sığınırım. Şüphesiz sen her şeye kâdirsin.
Veli b. Veli, Ebu’l-Hüseyin Muhammet İbni Ali’nin sırrı ile
Allah ona yardım eder.
İki Sûrenin Karşılaştırılması:
İlk göze
çarpan husus iki surenin isimleridir. Surelerin bitiş dualarından hareketle
bahsedilen kişinin Seyyid Muhammed b. Ali el-Cillî (ö. 384/994) olduğu
anlaşılmaktadır.
Hak ve Batıl
isimli kitabın tercümesinde, Allah’ın Hz. Ali kılığında zuhur ettiği, Hz.
Muhammed’i yarattığı, Selmân el-Fârisî’yi ise dinin kapısı(bâb) yaptığı
belirtilerek A.M.S inancına değinilmiştir.
Ahmet Turan’ın
tercümesinde “Sen bizim gizli ilâhımız, açıkça imamımızsın” ifadesi ile
sadece Hz. Ali’nin ilahlığına değinilmektedir.
Dördüncü Sure: Tıkdisit Sait (Kuran Işığında
Hak ve Batıl)
Sorarım ya
arıların emiri, ya azametli Ali, ya Allah’ım! Ya mülkün sahibi, herkese veren
ve hesabı çabuk soran, bir kul istedi mi ona veren!
Seçilmiş beş
kişi, tecelli ettiği altı zaman, yedi parlak yıldız, arşı yükleyenler, tecelli
ettiğin altı zat, zekât sahibi on kişi, on bir kapı, on iki imamın yüzü
hürmetine sana sığınırım.
Ey Allah’ım
Ali! Gayemin tamamını senin marifetinle kalbime ve bütün uzuvlarımı senden
ayırma ya rabbi!
Allah’ım bana
bela verme. Beni rezil etme. Bana günah yükleme. O genç olan ve takva sahibi
Ebu Said el-Meymun İnin Kasımı’t-Tabarani kendi eli ile Ebu Dühaybi’den
Allah’ın istediği şekilde ondan hakkını aldı. Saide Allah’ın selamı ve rahmeti
üzerine olsun. Ebu Said’den Allah razı olsun. Cenneti ona mekân kılsın.
Üçüncü Sure: İsmi “Ebu Saîd’i yüceltmektir.
(Ahmet Turan)
Ey mülkün
sahibi! Ey Emîru’n-Nahl! Ey Ali! Ey çok bağışlayan! Ey ezelî! Ey tövbeleri
kabul eden! Ey “bâb” ı sevkeden, senden istiyorum. Beş seçilmiş ile (Muhammet,
Fâtıma, Hasan, Hüseyin ve Muhsin) altı vahiy ile (Beş seçilmişe ek olarak
Selmân el-Fârisî), yedi parlak yıldız ile, sekiz kürsü taşıyıcısı ile, dokuz
Muhammedîler ile (Muhammet, Hasan, Hüseyin, Zeyne’l Âbidîn, Muhammet el- Bâkır,
Cafer es-Sâdık, Musa el-Kâzım, Ali er-Rıza ve Muh. El-Cevâd) on saf horozlarla
(Beş seçilmişe ek olarak, Navfal, Ebu’l-Harîs, Muhammet b. El- Hüanefiyye, Ebu
Berzah ve Abdullah b. Nadlah’ın katılması ile elede edilen sayı) Bâb’ın on bir
dönmesi ile ( Rûzbah İbn el-Morzâban, Ebu el Alâ Raşîd el-Hadjarî, Kanbar İbn
Ebî Halid el-Kâbulî, Yahya İbn Muammer, Câbir İbn Yezîd el-Jûfî, Muhammet İbn
ebî Zeynep el-Kâhilî, el-Mufaddal İbn Ömer, Ömer İbn el-Mufaddal, Muhammed İbn
Nusayr el-Bekrî en-Numeyrî, Dahyah İbn Halîfe el-Kelbî ve Ümmü Seleme), on iki
imam ile, sendeki onların imanı ile senden istiyorum.
Ey bütün
gayenin sahibi! Onların senin yanındaki hakları ile, Ey Emîru’n- Nahl! Ey yüce
devletin sahibi! Ey sen, bir olan! Senin ismin birdir ve sen birliğin başısın.
Ey O’nun zatının yedi keskin kılıcınla zâhir olan! Kalplerimizi ve azalarımızı
O’nun zatının yedi keskin kılıcında zâhir olan! Kalplerimizi ve azalarımızı
O’nun engin bilgisi üzerine sabit kıl. O’nun bu büyük unutulmuşluğundan bizleri
koru. O’nun semasının yıldızları arasından, O’nun nurunun gömleklerini bize
giydir.
İki Sûrenin Karşılaştırılması:
İlk göze
çarpan husus iki surenin isimleridir. Surelerin bitiş dualarından hareketle
bahsedilen kişinin Ebu Said el-Meymun Sürur b. Kasım et-Taberânî (M. 969/1035)
olduğu anlaşılmaktadır.
Hak ve Batıl
isimli kitabın tercümesinde tecelli ettiği altı zaman, zekât sahibi on kişi, on
bir kapı ifadeleri Ahmet Turan’ın tercümesinde altı vahiy, on saf horozlar, Bâb’ın
on bir dönmesi şeklinde belirtilmiştir.
Bâbı sevkeden,
beş seçilmiş, altı vahiy, yedi parlak yıldız, sekiz kürsü taşıyıcısı, dokuz
Muhammedîler, on saf horozlar, bâb’ın on bir dönmesi, on iki imam ifadeleri ile
Nusayrîlikte önemli yere sahip olan isimler zikredilmiştir.
On bir kapı ve
bâb’ın on bir dönmesi ifadeleri, Cebrail’in girmiş olduğu insan sûretlerinin
bir kısmını ifade etmektedir. Cebrail’in Hz. Muhammed döneminde Selmân
el-Fârisî suretinde gözüktüğüne inanılmaktadır. bâb’ın on bir dönmesi olarak
sayılan isimlerin ilki olan Rûzbe b. el-Merzubân Selmân el-Fârisî’nin Müslüman
olmadan önceki adıdır.
Beşinci Sure: El-Nısbi (Kuran Işığında Hak ve
Batıl)
Bu tarikat çok
iyidir. Allah’ın yoludur. Duyduklarım Allah’ın marifetleridir. Hocam ve
seyyidim Allah’ın namazını bana öğretti. Çünkü bunu ona ihsan etmişti. Ayn,
Mim, Sin, marifetini öğretti. Allah’tan başka bir ilah olmadığına şehâdet
ederim. Bu da arıların emiri Ali’dir. Seyyid Muhammed peygamberdir. Selman-ı
Fârisî kapısıdır. Beş melekten başka melek yoktur. Ebu Hüseyin b. Hamdan
el-Hasîbî’nin görüşünden başka görüş yoktur. Bu kesin şehâdettir. Ben
seyidimden duydum. Allah rahmet etsin. Bana bu gizli sırrı öğretti.
Dördüncü Sure: İsmi “Kaynağı nereden geldiği,
Nisbeti” (Ahmet Turan)
Başarımı Allah
ile güzel ettin, yolumu Allah için iyi bildin. İşitme duyumu, dinleme
özelliğimi, Şeyhim, efendim ve mürşidimden daha güzel yaptın. Allah “ayn, mîm,
sîn” bilgisi ile O’nu nimetlendirdiği gibi beni de nimetlendirir. O (ayn, mîm,
sîn), kendisine ibadet olunan önden ve alnının iki tarafından dazlak olan “Ali
b. Ebî Tâlib’den başka ilâh olmadığına şehâdet ederim” Övülmüş Seyyid
Muhammet’ten başka perde (hicâp) yoktur. Kendisine yönelinen es-Seyyid Selmân
el-Fârisî’den başka kapı (bâb) yoktur. Ben bunu yüce zâtın hakikat bilgisi ile
kulluk köleliğinden boynumu azat eden bolluğun, verimliliğin kaynağına beni
çıkaran, kurtuluş yoluna beni sevkeden, itikadım, gayem, efendim ve şeyhimden
dinledim. Faziletli efendi, yüce bir dağ, amcam, şeyhim, efendim, başımın tacı,
hakiki babam, Ahmet bu büyük sırrı; şu şu sende, şu şu ayda, şu günde O’ndan
bana iletti. Ahmet İbrahim’den İbrahim Kasım’dan, Kasım Ali’den, Ali Ahmet’ten,
Ahmet Hıdır’dan, Hıdır Selmân’dan, Selmân Subuhtan, Subuh Yusuf’tan, Yusuf
Cebrail’den, Cebrail Mualla’dan, Mualla Yasin’den, Yasin İsâ’dan, İsâ Muhammet’ten,
Muhammet Hüdâ Muhammet’ten, Hüdâ Muhammet Rıza Ahmet’ten, Rıza Ahmet
Safendî’den, Safendî Belazûrî Efendi’den, Belazûrî Esed Hasan er-Reşikî’den,
Hasan er-Reşikî Muhammet’ten, Muhammet Merhef Mısır’dan, Merhef Mısır Akdî
Cebraîl’den, Akdî Cebrail Abdullah el - Cualiy’den, Abdullah el-Cualiy İsmâil
el-Luffaf’dan, İsmail el-Luffaf Cafer el- Verrek’tan, Cafer el-Verrak Ahmet
et-Tarraz’dan, Ahmet et-Tarraz Ebu’l-Hüseyin Muhammet İbn Ali el-Celî’den,
Ebu’l-Hüseyin Muhammet İbn Ali el-Celî’es-Seeyid Ebu Abdullah el-Hüseyin İbn
Hamdân el-Hasîbî’den, es-Seyyid Ebu Abdillah el-
İki Sûrenin Karşılaştırılması:
İki surede de
“Ayn-Mim-Sin” ifadeleri açıkça belirtilmektedir. “A.M.S. inancı mezhebe girişte
öğretilen ilk inanç esası olması bakımından önemlidir.”
Hz. Ali’nin
ilahlığına yönelik ifadeler bu surelerde de karşımıza çıkmaktadır. Hz.
Muhammed’den başka hicâp, Selmân el-Fârisî’den başka bâb’ın olmadığı
belirtilerek A.M.S. inancı tamamlanmıştır.
Ahmet Turan’ın
tercümesine ek olarak Hak ve Batıl’da beş melekten başka melek, Hasîbî’nin
görüşünden başka görüş yoktur ifadeleri mevcuttur ve bunlar kesin şehâdet
olarak nitelendirilmektedir.
Altıncı Sûre: El-Feth (Kuran Işığında Hak ve
Batıl)
Allah’ın
yardımı gelip fetih müyesser olunca, sen de halkın bölük bölük dine girdiklerini
görünce, artık Rabbini överek tenzih et. Ondan bağışlanma dile. Allah tevbeleri
kabul edip bağışlayandır.[178]
Allah’ım ve
Allah’ınız müminlerin emiri Ali b. Ebu Talip’e şehâdet ederim ki o bize açık
fetih nasip etti. Bizi doğru yola iletti. Onun birliğini ve onun ismi Muhammed
bize bilmeyi nasip etti.
En büyük
Allah, en büyük Allah, la ilahe illallah derim. İman ettim. Allah’ın yardımı
ile tasdik ettim ve hak dinini ikrar ettim.
Müminlerin
emiri Ali Allah’ımdır. Peygamberleri gönderdi. O evvelin ve ahirin Allah’ıdır.
O ilktir. O evvelin evvelidir. Hiç ölmez sonu yoktur. O büyük Ali her şeyden
evveldir.
Şehâdet ederim
ki Allah’ım olan Ali, Muhammed’i kendi zatından ve nurundan yarattı. Onunla
birleşmiştir. Ayrı değildir. Zahiren ondan ayrılmamıştır.
Beşinci Sure: İsmi “Galibiyyet” (Ahmet Turan)
“Allah’ın
yardımı ve fethi geldiği ve insanların dalga dalga Allah’ın dinine girdiğini
gördüğün zaman, Rabbini överek teşbih et, O’ndan mağfiret dile. Çünkü O,
tövbeleri kabul edendir”[179] Şehâdet ederim ki, Mevlâm
Emîru’n-Nahl Ali, zatının nurundan es-Seyyid Muhammed’i yarattı. İsmini,
nefsini, arşını, kürsüsünü, sıfatını O isimlendirdi. Hakikatte birleşmediği
halde ondan hiç ayrılmaz, bir şekilde birleşti. Ayrılıp uzaklaşması
gerektiğinde O’ndan hiç ayrılmadı. Nuru ile O’nunla birleşti. Gerçeği müşahede
ile O’ndan ayrıldı. Muhammet Ali’den hissin ruhtan gelmesi, güneş ışınlarının
güneşten geldiği, suyun gürültüsünün sudan geldiği, birleşik durumun ayrıldığı,
şimşekten şimşeğin çıktığı, bakanın nazar değmesi, sükûnun harekete geçmesi
gibi çıkmıştır. Eğer Ali b. Ebî Tâlib âhir olmayı dilerse O’nun nurunun
güvenliği O’ndan ğaib olur. Şehâdet ederim ki seyyid Muhammet O’nun nurunun
nurundan Seyyid Selmân’ı yarattı. O’nu “bâb” ’ ı kıldı. Kitabını O’na verdi. O,
Salsal ve Salsabîl’dir. O, Câbîr ve Cebrâildir. O, Hüda’dır ve yakîndır. O,
Âlemlerin Rab’ının hakikatidir. Yine şehâdet ederim ki, es- Seyyid Selmân beş
şerefli yetimi yarattı. Onların birincisi en büyük yetimdir. Ay gezegenidir.
Kokusu yayılan misktir. Siyah yakuttur. Yeşil zümrüttür. Bunlar: el-Mıkdat b.
El-Esved el-Kindî, Ebu Zerri’l Gifârî, Abdullah b. Revâha el-Ensârî, Osman b.
Maz’ûn en-Necâşî ve Kanber b.
İki Sûrenin Karşılaştırılması:
Hak ve Batıl
isimli kitabın tercümesinde Ahmet Turan’ın tercümesinden farklı olarak Allah’ın
sıfatları Hz. Ali’ye yakıştırılmış, Hz. Ali’nin ilah olduğu vurgulanmıştır.
Allah’ın yani
Nusayrîlere göre Hz. Ali’nin kendi nurundan Hz. Muhammed’i, Hz. Muhammed’in ise
kendi nurundan Selmân el-Fârisî’yi yaratması, Selmân el- Fârisî’nin ise beş
yetimi yaratması iki surede de ortak olarak vurgulanmıştır.
Ahmet Turan’ın
tercümesinde Selmân el-Fârisî için “Selsel” ve “Selsebîl” , “Câbir” ve
“Cebrail” , “Hüdâ” ve “Yakîn” ifadeleri geçmektedir.
Ahmet Turan’ın
tercümesinde beş yetimin kimler olduğu açıklanmıştır. Bunlar; el-Mikdad b.
Esved el-Kîndî, Ebu Zerri’l Ğıfârî, Abdullah b. Revâha el-Ensârî, Osman b.
Maz’un en-Necâşî ve Kanber b. Kâdân ed-Devsî’dir. Ayrıca beş yetimin
görevlerinden bahsedilmiş ve gök kubbenin altındaki her şeyin bu isimler
tarafından yaratıldığı zikredilmiştir.
Hak ve Batıl
isimli kitabın tercümesinde Hz. Muhammed’in sırrı, Hasan ve Hüseyin’in sırrı,
Muhsin’in sırrı ve kaybolan imamın sırrının namaz vakitleri olduğu
belirtilmiştir.
Hak ve Batıl
isimli kitabın tercümesi Ahmet Turan’ın tercümesine göre daha kısa olup
birtakım bilgilerin kısa olarak işlendiği anlaşılmaktadır.
Yedinci Sûre: Es-Selam (Kuran Işığında Hak ve
Batıl)
Yedinci Sure: İsmi “Selam” (Ahmet Turan)
Secde ettim,
selam verdim, yüzümü yer ve göklerin yaratıcısına hanif ve Müslüman olarak
çevirdim ve ben müşriklerden değilim. Kadîm olan manadan selamın başlangıcı
ismi azîm üzerinedir. İsmi azîm bâb’ı kerîm’e selam verdi. Selam bâb’ların
üzerine olsun. Selam eytâm’ın (yetimlerin) üzerine olsun. Selam nakîb’lerin
üzerine olsun. Selam necîb’lerin üzerine olsun. Selam seçilmişlerin üzerine
olsun. Selam kurtarıcıların üzerine olsun. Selam imtihan edenlerin üzerine
olsun. Selam mukarrebîn’in üzerine olsun. Selam kerûbiyyî’in üzerine olsun.
Selam ruhânîler’in üzerine olsun. Selam pak ve temiz olanların üzerine olsun.
Selam dinleyenlerin üzerine olsun. Selam ulaşanların üzerine olsun ki onlar
mertebe ehli kimselerdir. Bütün safa alemi onları takdis eder. Selam doğru yola
tabi olan, hidayete ulaşan, cehaletin sonuçlarından sakınan, yücelerin yücesi
olan melike itaat eden ve Muhammet’in yüz yirmi dört bin peygamberinki onların
ilki bâb, sonuncusu ulaşandır- efendisi olduğunu ikrar edenlerin üzerine olsun.
Selam sizlerin üzerinize olsun ey Allah’ın salih kulları! Allah sizleri ve
bizleri naîm cennetinde gökteki yıldızların arasında bir araya getirsin.
İki Sûrenin Karşılaştırılması:
Surelerin başlangıcında muvahhid[180] ve hanif[181] ifadeleri ile Allah’ın bir ve tek olduğuna vurgu yapılmaktadır.
Ancak bu ifadelerden kasıt mananın tek olmasıdır.[182] İki surede de bâblar [183], beş yetim[184], başta olmak üzere Nusayrîliğe göre kutsal sayılan kişiler
selamlanmıştır. Surelerin isimleri ve sure sıraları aynıdır.
Sekizinci Sure: El-İşare (Kuran Işığında Hak
ve Batıl)
Öyle bir ilahı
anıyoruz ki bütün boyunlar ona eğilmiştir. Bütün zor işler kendisine kolay
gelmiştir.
Gadir-i Hum’da
Muhammed ona işaret ederek “Ben kimin mevlası isem Ali’de onun mevlasıdır”
dedi. Ey Allah’ım ona dost olana dost ol. Ona kötülük edene sende kötülük yap.
Ona yardım edene sende yardım et. Onu inkâr edeni cezalandır. Muhammed’in
işareti yüce Allah Ali’yedir. O Ali ki Muhammed’i kendi nurundan yarattı. Kim
böyle ona yaklaşırsa onu mutlu eder. Ona doğru yolu ve kurtuluşu nasip eder.
Böyle bir sözü
işiten ve onu şüphesiz kabul eden ve ona iman eden ve resulleri tasdik eden her
devirde Ali’nin ilahlığını kabul etmiştir.
Ey
emirü’l-müminin, çürümüş kemikleri dirilten. Evliyaların cennetini bize nasip
eyle.
Allah’tan bir
ses geldi. Muhammed’e dedi ki: Cuma gecesi ile beraat gecesi veya Ramazan’ın
beş gecesinde kim bana dua ederse, bütün iyiliklerini yazar, kötülüklerini
silerim. Cennete girmeyi nasip ederim. Rahmetimden su içiririm. Onu
Muhammed’den sayarım.
Benim işaretim
Allah’adır. Benim sırrım Ali, Muhammed ve Selman’ın sırrıdır. Her zaman buna
güveniyorum. Benim dayanağım budur. İlk duamız ve işaretimiz, şükrümüz Allah’a
olup Bismillahirrahmanirrahim deriz. Sonuncu duamızda Allah’ı anar,
verdiklerine şükrederiz. Âlemlerin rabbine hamd olsun.
Sekizinci Sure: İsmi “İşaret” (Ahmet Turan)
İki Sûrenin Karşılaştırılması:
İki surede de Gadîr-i Hum[185] olayına atıfta bulunulmuş Hak ve Batıl isimli kitabın
tercümesinde, Ahmet Turan’ın tercümesinden farklı olarak Hz. Ali’nin Hz. Muhammed’i
kendi nurundan yarattığı iddia edilmiştir. Ayn-Mim-Sin inancı iki tercümede de
açık şekilde ifade edilmektedir.
Dokuzuncu Sûre: Ayın El-Alvi (Kuran Işığında
Hak ve Batıl)
Allah’ın
sırrı, Ali’nin zatının sırrı azametli Ali’nin sırrı, Allah’ın sırrı Ali’nin
sırrıdır. Ali’nin sırrı Muhammed’in, Haşimilerin ve meleklerin sırrıdır.
Dokuzuncu Sure: İsmi “el-Aynu’l Alevîyye,
Alevî ayın’ı” (Ahmet Turan)
İki Sûrenin Karşılaştırılması:
Ayn-Mim-Sin
inancı iki surede de net bir biçimde ifade edilmiş ve bu dinin bir sır dini
olduğunu anlatan ifadeler Hak ve Batıl isimli kitabın tercümesinde kendisine
yer bulmuştur. Ahmet Turan’ın tercümesinde Ayn-Mim-Sin inancı A M S ifadeleri
ile açıkça belirtilmekle beraber Hak ve Batıl’ın tercümesinde bu kısım
eksiktir.
İki surede de benzer ifadelerle aynı şeyler anlatılmıştır.
Onuncu Sûre: El-Akid (Kuran Işığında Hak ve
Batıl)
Onuncu Sure: İsmi “el-Akd, Akid” (Ahmet Turan)
İki Sûrenin Karşılaştırılması:
Sureler Hz.
Ali’nin ilahlığına yönelik ifadelerle başlamış, Muhammed suresinin 12. Ayeti
ile devam etmiştir.
Ahmet Turan’ın tercümesinde sekiz mükerrem[186] Hak ve Batıl’da ise arşı yükleyen sekiz melek ifadeleri
geçmekte ve bu 8 meleğin iman edenleri hidayete kavuşturacakları
belirtilmektedir. Sureler Ayn-Mim-Sin inancı ile son bulmaktadır.
On Birinci Sûre: Elş-Şehadi (Kuran Işığında
Hak ve Batıl)
Allah’ın
sözüdür.
Allah şehâdet
eyledi şu gerçeğe ki, başka tanrı yok, ancak o vardır. Bütün melekler ve ilim
uluları da dosdoğru olarak buna şahitdir ki başka Tanrı yok, ancak O aziz, O
hakîm vardır. (Âli İmran Sûresi 19. Ayet)
Doğrusu Allah
katında din, İslam’dır. (Ali İmran Sûresi 20. Ayet)
Ey Rabbimiz bize
indirdiğin kitaba inandık, Resule uyduk, bu halde bizi şahitler ile beraber
yaz. (Âli İmran Suresi 53. Ayet)
Ali, Muhammed
ve Selmân’ın şehâdeti ile bize şahit ol. Öyle bir şehâdet ki arıların emiri
Ali’den başka mabud yoktur. Peygamberi de Seyyid Muhammed’dir. Kapısı’da
Selman’dır. Melekleri de beş melektir. Hocamız, üstadımız, seyyidimiz, Hüseyin
b. Hamdân el-Hasîbî’nin görüşünden başka görüş yoktur. Bu şehâdetin kendisinin
temelidir.
Ey Allah’ın
peygamberi, sen bana şahid ol. Ey Allah’ın kapısı sen de şahid ol. Ey kardeşim,
bana şahid ol. Ey seyyidim, kendi nefsine, dinine, Ali emirü’l-müminine
bağlandığın gibi, gadir bayramında şahid olduğun gibi bana şahid ol.
Ebu Hattab
adında biri Kufi camisinde cemaate şöyle sesleniyordu:
“Ey cemaat,
muhakkak ki ben Allah’ın Resulü Muhammed’im. Allah’ın emirlerini size tebliğ
etmeye geldim. Gönderildim. Rabbimiz ve yaratıcınız, rızkınızı veren bana emir
verdi dedi ki: Sana söylediklerimi insanlara söyle. Cafer-i Sadık sizin
Rabbınızdır. Seyyidi Muhammed, Resulü ve kapısıdır.”
Hazır olanlar,
“Doğru söylersin ya Ebu’l Hattap” dediler.
Şehâdet ederim
ki onun görünen sureti O Allah’ın tam tecellisidir. İşte o Ali’dir. Cafer’i
Sadık’ın mana tecelliyatı aynıdır.
Hak ile
şehâdet ederim ki, Şuayb’ın dinindenim. Cendeb’in görüşündenim. Cenbelani’nin
tarikatındanım. Hasîbî’nin mezhebindenim. Bunu Cilli beyan etmiştir. Said
Meymun’un fıkhını benimserim.
Öyle bir kulum
ki bu şehâdeti kesinlikle ediyorum. Mana’nın güneşte tecelli ettiğine
inanıyorum. Her canlıyı öldüreceğine inanıyorum.
Ali, aslanın
üstüne binmiş, elinde Zülfikar, önünde Muhammed yürüyor. Muhammed cemaate der
ki: “İşte budur. Artık her şey açıktı. Bu sizin ilahınızdır. Buna ibadet
ediniz. Sizi yaratan budur. Rızkınızı veren budur. İnkâr etmeyiniz. Allah’a
şehâdet ederim ki, Ali ilahımızdır. Arıların emiri Ali mabudumuzdur.
On birinci Sure: İsmi “Halkın Dağ diye
isimlendirdiği Şehâdet” (Ahmet Turan)
Allah
kendisinden başka tanrı olmadığına şâhittir. Melekler ve ilim sahipleri
adaletle şahittir ki O’ndan başka tanrı yoktur. O azizdir, hakîm’dir. (Ali
İmran 18) Allah katında din İslâm’dır. (Ali İmran 19) Rabbimiz, senin
indirdiğine inandık ve elçiye uyduk, bizi şahitlerle beraber yaz. (Ali İmran 53)
“A M S” şehâdetiyle bana şehâdet et büyük “hicâp”! Bana şehâdet et ey kerîm
olan “bâb”! Bana şehâdet et ey Mikdât el-Yemîn! Bana şehâdet et ey efendim Ebu
Zer eş-Şimâl! Bana şehâdet et ey Abdullah! Bana şehâdet et ey Osman! Bana
şehâdet et ey Kanber b. Kâdan! Bana şehâdet et ey Nakîb! Bana şehâdet et ey
Necîb! Bana şehâdet et ey Seçilmiş! Bana şehâdet et ey kurtarıcı! Bana şehâdet
et ey imtihan eden! Ey yaklaşmış olan, ey büyük, ey büyük, ey rûhanî, ey
ziyadesiyle pak olan, ey ibadete koşan, ey dinleyen, ey ulaşan! Bana şehâdette
bulun ey mertebeler ehli ve bütün sefa âlemi! Şehâdet ederim ki önden ve yandan
saçları dökülmüş(dazlak) olan mâbud Hz. Ali b. Ebî Tâlib’den başka “ilah”,
seyyid Muhammet Mahmut’dan başka “hicâb””, Hz. Selmân el-Fârisî ’den başka
“bâb” yoktur. Meleklerin en büyüğü beş eytam(yetimler)’dir. Diğer beldelerde
inançlarımızı ortaya koyan şeyhlerimiz ve efendimiz Hüseyin b. Hamdân
el-Hasîbî’nin görüşünden başka görüş yoktur. Beşeriyette zuhur eden mer’i
suretin kullî gaye olduğuna, O’nun nûranî zuhuruna şehâdet ederim. O’ndan başka
ilah yoktur. O, Ali b. Ebî Tâlib’tir. O, ihata edilemez, kuşatılamaz, idare
edilemez, görülemez. “Ben Nusayrî dininden, Cündubî görüşünden, Cünbulânî
tarikatından, Hasîbî mezhebinden, Cillî inancından, Meymunî fıkhından olduğuma
şehâdet ederim” Şiddetli geri dönüşe, parlayan saldırıya, perdenin kalkacağına,
körlüğün açılacağına, saklı olanın açığa çıkacağına, gizli olanın
açıklanacağına, Ali b. Ebî Tâlib’in güneşin kaynağından zuhuruna, bütün
nefisleri kabzedeceğine yakinen inanırım. Şöyle ki altında aslan, elinde zülfikâr, arkasında melekler, önünde Seyyid Selmân, su
iki ayayğının arkasından fışkırıyor, Hz. Muhammed nida ediyor ve diyor ki: Bu
sizin efendiniz Ali b. Ebî Tâlib’dir, O’nu tanıyınız. O’nu teşbih ediniz, tazim
ediniz, O’nu yüceltiniz. Nu sizin yaratıcınızdır. Rızkınızı verendir. O’nu
inkâr etmeyiniz. Ey evlatlarım, O’na şehâdet ediniz. Bu benim dinim ve
inancımdır ve itimadım O’nadır. Ben O’nun için yaşar, O’nun uğruna ölürüm. Ali
b. Ebî Tâlib diridir, ölmez. Kudret ve kuvvet O’nun elindedir. Kulak, göz,
kalp, bütün bunların hepsi O’ndan sorumludurlar. Bize onlara selam vermek
gerekir.
İki Sûrenin Karşılaştırılması:
İki surede
Kur’an-ı Kerîm ayetleri ile başlamaktadır.
“Rabbimiz! Senin indirdiğine iman ettik ve
Peygamber’e uyduk. Artık bizi (hakikate) şahitlik edenlerle beraber yaz.”
Surelerde Ali
İmran Suresi 53. Ayet verildikten sonra Nusayri'lere göre önem arz eden
kişilerden şahitlik etmeleri istenmektedir. İki surede de A.M.S inancının
temsilcileri olan Hz. Ali, Hz. Muhammed ve Selmân el-Fârisî’den şahitlik
istenmekte, Ahmet Turan’ın tercümesinde bu isimlere ek olarak beş yetimin
isimleri sayılmaktadır.
Surelerin
devamında Nusayri şehâdeti yer almakta; Hz. Ali’den başka ilah olmadığına, Hz.
Muhammed’in dinin kapısı olduğuna ve Selmân el-Fârisî’den başka bâb olmadığına
şehâdet edilmektedir. Devamında ikinci bir şehâdet yer almakta; Nusayrî(Şuaybî)
dininden, Cendeb’in görüşünden, Cenbelânî tarikatından, Hasîbî mezhebinden,
Cillî inancından, Meymuni fıkhından olunduğuna şehâdet edilmektedir. Hak ve
Batıl isimli kitabın tercümesinde Cafer-i Sâdık Hz. Ali ile bir tutularak
mananın başka bir tecellisi olduğu kastedilmekte ayrıca mananın bir diğer
tecellisi olarak “güneş” kabul edilmeketedir.
Ahmet Turan’ın
tercümesinde ise Hz. Ali’nin güneşin kaynağından zuhur ettiği belirtilmektedir.
Sureler Hz.
Ali’ye Allah’ın sıfatları yakıştırılarak son bulmaktadır. [187]
On İkinci Sûre: El-İmemi (Kuran Işığında Hak
ve Batıl)
Şahid olun ey
kardeşlerim. Müminlerin emiri benim de, sizin de ilahınızdır. Kendisi ne ölür,
ne de yerinden ayrılır. İnsanların gözünde, insan suretinde görünmüştür. O
benim de sizin de Allah’ınızdır. O bütün ilahların ilahıdır.
hem dünyayı,
hem de ahireti ayakta tutandır. Onun diğer ismi Haydar’dır. Ali’nin heybetine
bütün boyunlar eğildi. Bütün zorluklar kolay oldu. İşte o, gökte ilah yerde
imamdır. O bütün imamların imamıdır. Benim Allah’ım Ali, her zamanın sahibidir.
On İkinci Sure: İsmi “İmâmiyye” (Ahmet Turan)
İki Sûrenin Karşılaştırılması:
On Üçüncü Sûre: El-Tisbiha (Kuran Işığında Hak
ve Batıl)
“Göklerde ve
yerde ne varsa Allah’ındır. Onu teşbih et. O aziz ve hâkimdir. Oluştuk ve
teşbih ettik. Meleklerde oluştu ve teşbih etti.
Bismillah ve
billâh, Ebi Abdullah’ın sırrı A.M.S. sırrından içen, seçkin şeyhin ve
çocuklarının sırrıdır. Onlar elli bir kişidir. Bunlardan on yedisi Irakî, on
yedisi Şamî, diğer on yedisi Şamî, diğer on yedisi mehfadır.(kayıp) Nereli
oldukları bilinmemektedir. Onlar ki Harran’ın kapısında durup hak ile alışveriş
yapmaktadırlar. Onların dinine uyanı, ibadetlerinin gereğini yapanı Allah,
kendi bilgisine ulaştırır.
On Üçüncü Sure: İsmi “Müsâferet, Yolculuk”
(Ahmet Turan)
Yerlerde ve
göklerde olanların hepsi Allah’ı teşbih eder, O, Aziz ve Hakîm’dir. (Hadid
Suresi) Biz Allah için olduk ve O’nu teşbih ederiz. Bütün mülk Allah içindir ve
Allah’ı teşbih eder. Allah’ın ismiyle, O’nunla, Seyyid Ebî Abdillah’ın
sırrıyla, şeyhin ve O’nun “A M S” denizinden içen seçilmiş çocuklarının
sırrıyla ki onlar elli bir tanedir. Onlardan 17 tanesi Iraklı, 17 tanesi Şamlı,
17 tanesi gizlidir.
İki Sûrenin Karşılaştırılması:
Sureler Hadid
suresinin 1. Ayeti ile başlamakta, dinin gereğini yerine getirenlerin Allah’ı
tanımaya muvaffak olacaklarına vurgu yapılmaktadır.
Surelerde
A.M.S. inancına vurgu yapılarak, A.M.S. denizinden içen seçilmiş şeyhin
çocukları olarak 51 kişiden bahsedilmekte ancak bunların kimler olduğu
konusunda bir bilgi bulunmamaktadır.
Seçilmiş şeyh
ve evlatları ifadesi ile Nusayrîlikte şeyhlik makamının babadan oğula geçmesi
arasında bir bağlantı kurmak mümkün gözükmektedir.
Sureler dua ifadeleri ile son bulmaktadır.
On Dördüncü Sûre: El-Tur (Kuran Işığında Hak
ve Batıl)
Andolsun
Tûr’a. Yayılmış ince deri üzerine, satır satır yazılmış kitaba. Mâmur eve.
Yükseltilmiş tavana. Kaynatılmış denize (andolsun ki) ! (Tur Suresi 1-6.
Ayetler) Ebu Talip oğlu Ali’nin kardeşleri, Talip’in kardeşleri, Talip’in,
Akil’in, Cafer-i Tayyar’ın sırlarıyla, onların nurdan nur, cevherden cevher
olduklarına tanıklık ederiz.
Ebu Talip oğlu
Ali, kardeşi, babası, annesi olmasından münezzehtir, arınmıştır. Onun gizliliği
gözler açıkken de mevcuttur. Evin sırrı, tavanı, direği ve dört direğidir.
Beytin kendisi Muhammed’dir. Evin tavanı Ebu Talib’dir. Döşemesi Esed’in kızı
Fatma’dır. Evin dört direği ise Muhammed, Fatır, Hasan ve Hüseyin’dir. Gizli ve
evin yarısı olan zaviyenin (açı) sırrı Muhsin el-Hafî’nin sırrıdır. O evin
ortasındadır. Evin sahibinin sırrıysa Alevî, Şerif, Haşimi ki o, kılıçları,
beyazları paramparça edip putları kırmıştır. Onu zikretmekten selam ve rıza
umarız.
On Dördüncü Sure: İsmi “el-Beytü’l-Mamur, İmar
Edilmiş, Bakımlı Ev” (Ahmet Turan)
İki Sûrenin Karşılaştırılması:
Sureler Tûr
suresinin ilk 6 ayeti ile başlamakta Ebu Tâlib, Akîl b. Ebu Talib, Cafer-i
Tayyar’ın kardeş oldukları belirtilmektedir. Hz. Ali’nin erkek ve kız
kardeşten, anne ve babadan münezzeh olduğu vurgulanarak, Nusayrîliğe göre Hz.
Ali’nin ilahi yönüne vurgu yapılmaktadır.
Surelerin
devamında Ehl-i Beyt bir ev örneği üzerinden anlatılmakta;
Hz. Muhammed:
Eve
Ebu Tâlib:
Evin tavanına
Hz. Fâtıma:
“Evin döşemesine”[188], “evin tabanına”[189]
Muhammed,
Fâtır[190], Hasan, Hüseyin: Evin
duvarlarına benzetilmektedir
Hak ve Batıl
isimli kitabın tercümesinde evin yarısını kaplayan zaviyeden bahsedilmekte ve
zaviyenin sırrı olarak Muhsin el-Hafi gösterilmektedir.
On beşinci Sûre: El-Hiceybi (Kuran Işığında
Hak ve Batıl)
On Beşinci Sure: İsmi “el-Hicâbiyye” (Ahmet
Turan)
^6.15.3. İki Sûrenin Karşılaştırılması:
On Altıncı Sûre: El-Nakibiye (Kuran Işığında
Hak ve Batıl)
Ve çeşitli ülkelere
nakip olarak tayin edilen seyyid nakiplerin isimlerini zikrediyoruz.
Kendilerini Seyyid Muhammed yetmiş şahıs arasından Akabe gecesi Mina Vadisinden
seçti. İlkleri Ebu el-Heysem Malik b. Neygan el-Eşheli’dir. El Birr Mağrur
el-Ensari, el-Munzır b. Ludan b. Kınnas es-Saidi, Rafi b. Malik el Acalani ve
el Esed b. Hüseyin el Eşheli ve Abbas b. Ubade el-Ensar’ı ve Ubade b. Samit en
Nevfel’i, Abdullah b. Ömer b. Hizam el-Ensarî ve Salim b. Umeyr el-Huzruci ve
Ebi b. Kabe ve Rafi b. Varaka ve Bilal b. Rayyah eş-Şenvi nakiplerin nakibinin
sırrı. Neciplerin necibi Seyyidimiz Muhammed b. Sennan et-Tahiri. Bize düşen
bunları selamlamak ve rızalarını almaktır.
On Altıncı Sure: İsmi “en-Nakîbiyye” (Ahmet
Turan)
İki Sûrenin Karşılaştırılması:
Surelerde
çeşitli ülkelere nâkib olarak gönderilen kişiler sıralanarak bu kişilerden
selam ve dua ile bahsetmek gerektiği belirtilmiştir.
Kuran Işığında
Hak ve Batıl’a göre Kur’an-ı Kerim’den alınan kısımlar şunlardır[191]:
“”Beşinci sûrenin başlangıcında, Kur’an’dan “Nasr”
Sûresinin tamamı alınmış geriye kalan kısmı ise ekleme yapılmıştır.
On birinci sûrenin başlangıcında bulunan “» ”[192]
kısmı
Kur’an’dan
alınmış, geriye kalan kısmı ise insanlar tarafından düzenlenmiştir.
On üçüncü sûrenin başlangıcında bulunan [193]“ kısmı Kur’an’dandır. Kalan kısmı insanlar
tarafından düzenlenmiştir.
On dördüncü sûrede Tur sûresinin 1-6 ayetleri bulunmakta
geriye kalan sözlerin tamamı insanlar tarafından düzenlenmiştir.
On altıncı surenin başlangıcında bulunan [194]“ ”
sözleri Kur’an’dandır. Gerisi ise insanlar tarafından yazılarak düzenlenmiştir.
Aynı zamanda,
birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü, altıncı, yedinci, sekizinci, dokuzuncu,
onuncu, on ikinci ve on beşinci sûrelerde Kur’an-ı Kerîm’den hiçbir ayet
bulunmamaktadır.
Kısacası, beş
sûrede Kur’an’dan birkaç ayet alınmış, geriye kalan kısımları insanlar
tarafından düzenlenmiştir. Tamamı insan sözüdür ve kim tarafından dahi
yazıldığı bilinmemektedir.
Kitâbu’l-Mecmû’
da A.M.S inancına işaret eden birçok bilgi bulmak mümkündür.
Bir arada
yaşayan fırka mensuplarının takiyyeci tutumu ve gizlilik anlayışları,
Nusayri'lerin topluma entegre olmalarını engellemiş ve kendilerine şüphe ile
yaklaşılmasına sebep olmuştur. Şianın İmâmet anlayışını kabul etmelerine
rağmen, imamlara ve birtakım peygamberlere ilahlık atfetmeleri sonucu, içi
boşalan İmâmet anlayışının yerine bâblık makamını getirdikleri anlaşılmaktadır.
Nusayrîlerde erkek çocukları, din amcaları olarak görevlendirilen kişilerce
eğitime tabi tutularak fırkanın gizli sırlarını öğrenirler. 16 sûrede geçen
“ayn”, “mim”, “sin” üçlemesi ile şifrelenen öğretiler, Nusayri'lerin temel
inanç esaslarını teşkil etmektedir. Ayn harfi Ali b. Ebi Talib’i, Mim harfi Hz.
Muhammed’i, Sin harfi ise Selmân-ı Fârisî’yi temsil eder. Aynı zamanda “ayn”
harfi manaya, “mim” harfi isme (Hicap), ve “sin” harfi bab inancına işaret
eder. Mana Allah olan kişileri, mim olan kişiler peygamberleri, bab olan
kişiler ise Cebrail’i temsil etmektedir. Ayn, mim, sin üçlemesini bilen
kişilerin mezhebin sırlarına vakıf olduğu kabul edilir.
Hasîbî’nin
kitabında bâblar hakkında hadis olarak naklettiği rivâyetleri kabul etmemiz
mümkün değildir. Bu rivâyetler akla ve mantığa ters olmanın yanı sıra bizzat
Kur’an-ı Kerîm ile de çelişmektedir. Kur’an’da birçok yerde ayetlerin apaçık
olduğu belirtilmekte ve gaybı bilmenin Allah’a mahsus olduğu vurgulanmaktadır.
Nusayrî
kaynaklarında yer alan, Selmân’ın 450 sene yaşaması, Müslüman olmadan önce de
bâblık makamında bulunması ve insanlara Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’i müjdelemesi gibi rivâyetler, Nusayrîler ve Şiîler’in Selmân’ın
Müslüman oluşu ile ilgili naklettikleri rivâyetlerle bile çelişmektedir. Aslında
Sünnî kaynaklarda da benzer bir yaklaşım söz konusudur. İbn Hacer ihtimalli
lafızlarla da olsa, Selmân’ın Hz, İsa (a.s.)’yı gördüğüne ve Hz. İsa (a.s.)’ın
havarilerine yetiştiğine dair rivâyetleri eserinde zikretmektedir. İbn Hacer’in
bu haberi senetsiz zikretmesi ve Selmân-ı Fârisî’nin bu konuda hiçbir
rivâyetinin bulunmaması, haberin dayanaktan yoksun olduğunu göstermektedir.
Nusayrîlere
göre Cebrail (bâb) farklı dönemlerde farklı şekillerde insanlara gözükmüş, Hz.
Peygamber döneminde de Selmân-ı Fârisî şeklini almıştır. Nusayrîler Cebrailin
sadece insan şeklinde tecelli etmediğini, Kur’ân-ı Kerîm’de geçen birçok
hayvanın ve bazı mekânların da Cebrail (Selmân-ı Fârisî) olduğunu iddia
etmektedirler.
Sünnî
kaynaklarda kendisinden 60 civarında hadis nakledilen, yabancı kökenli olmasına
rağmen Hz. Peygamber tarafından Ehl-i beyt’e dâhil edilerek taltif edilen, zühd
ve ahlakıyla örnek olarak gösterilen Selmân-ı Fârisî, sadece Nusayri'lerin
değil Sünnîlerin de hürmet ettiği bir şahıstır. Ancak Nusayri'lerin onu bâblık
makamına yükseltmeleri, onu sır olan bir inancın temsilcisi gibi göstermeleri
ve hakkında birtakım efsanevi bilgiler uydurmaları Sünnîlerden farklı olarak
insanüstü bir Selmân anlayışının doğmasına sebep olmuştur. İncelediğimiz
Kitabû’l-Mecmû nüshalarında bu konuda pek çok bilgi mevcuttur.
Nusayri'lerin
Selmân’a insanüstü özellikler atfedilmesi nedeniyle Selmân, örnek alınabilecek
bir şahsiyet olmaktan çıkmış A.M.S inancındaki gizli sırlardan birisi haline
dönüşmüştür. Fırka mensuplarının dini sorumluluklarının A.M.S. inancını bilmek
ve şeyhlere itaat etmekten ibaret olması, fırka hakkında yüzeysel bilgiler
dışında hiçbir bilgiye sahip olmayan bir Nusayrî toplumunun ortaya çıkmasına
neden olmuştur. Günümüz Nusayrîlerinin Selmân hakkında yeterli bilgiye sahip
olmadıkları ve tarihi bir şahsiyet olarak Selmân’ı tanımadıkları tesbit
edilmiştir.
Abdüssettâr,
Şeyh, A‘lâmü’l-huffâz ve ’l-muhaddisîn ‘abre erba‘a ‘aşere karnen, Dımeşk:
ed Dârü’ş-Şâmiyye, 1417/1997.
Alkan,
Necmettin, “Alman Kaynaklarına Göre Osmanlı Nusayrîleri”, Türk Kültürü ve
Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı: 54, 2010, ss. 135-148.
Altay, Ahmet
Şükrü, “Selmân-ı Fârisî Hayatı, Şahsiyeti ve İlk İslâm Toplumundaki Yeri”,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Selçuklu Üniversitesi, 2008.
Âmilî, İmâm
Seyyid Muhsin el-Emîn, A‘yânü’ş-Şîa (neşr. Hasan el-Emîn), Beyrut:
Dârü"t-teâruf, 1403/1983, VII, 287.
Arslan, Hatice,
“Başlangıçtan Günümüze Arap Alevîliği-Nusayrîlik”, Mîzânü’l-Hak îslami
İlimler Dergisi, Sayı: 1, 2016, ss. 101-111.
Aslan, Cahit, Fellahlar’ın
Sosyolojisi, Dördüncü Baskı, Adana: Karahan Kitabevi, 2015.
Avcı, Casim, “Hilâfet”, DİA, Ankara: TDV
Yayınları, 2007, C.17, s. 546-553.
Beşe, Ahmet,
“İngiliz ve Amerikan Kayıtlarında Nusayrîler” Türk Kültürü ve Hacı Bektaş
Veli Araştırma Dergisi, Sayı: 54, 2010, ss. 159-182.
Bulut, Halil
İbrahim, “İnanç, Kültür ve Dini Ritüelleriyle Nusayrîlik”, Ortadoğu Yıllığı
2011, ss. 579-614.
Dalkıran,
Sayın, “Târih-i Cevdet’te İslâm Mezhepleri II (Dürzîlik ve Nusarîlik)”, Atatürk
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı: 21, 2003, ss.
201217.
Ebû Dâvûd,
Muhammed b. Dâvûd et-Tayâlisî, Müsnedü Ebî Dâvûd et-Tayâlisî (neşr. Muhammed b.
Abdilhasan et-Türkî), Dârü Hicr, 1419/1999.
Ebû Nu‘aym
el-İsbehânî, Ahmed b. Abdullah, Hilyetü’l-evliyâ ve tabakâtü’l-asfiyâ, Beyrut:
Dârü’l-kütübü’l-ilmiyye, 1394/1974.
,Ma‘rifetü’s-sahâbe,
(neşr. Âdil b. Yûsuf el-Azâzî), Riyad: Dârü’l-vatan, ts.
En-Nevbahtî,
Ebû Muhammed el-Hasan b. Mûsâ Kitâbu’l-Makâlât ve’l-Fırak/el- Kummî, Ebû
Halef Sa’d b. Abdillah el-Eş’arî, Fıraku’ş-Şia, Çeviren: Hasan Onat ve
diğerleri, Ankara: Ankara Okulu Yayımları, 2004.
Er, Abdullah,
“Fransızca Yazılı Kaynaklarında Nusayrîler”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş
Veli Araştırma Dergisi, Sayı: 54, 2010, ss. 149-157.
Er, Piri,
“Sözlü Gelenekten Derlemelerle Hatay Alevîleri (Nusayrîler) ve İnanç Esasları”,
Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı: 54, 2010, ss.
277-290.
Et-Tavîl,
Muhammed Emîn Gâlib, Arap Alevîleri Tarihi, Çeviren: İsmail Özdemir,
Adana: Karahan Kitabevi, 2015.
Hamdan
el-Hasîbî, Oniki Imam’a Açılan Kapılar, Çeviren: Ahmet Sonay, byy., ts.
Hatiboğlu,
İbrahim, “Selmân-ı Fârisî”, DİA, İstanbul: TDV Yayınları, 2009, C.36,
s.441-443.
Işık, Harun,
“Kitabu Ta’limi Diyaneti’n-Nusayrîyye Işığında Nusayri Teolojisi”, Bilimname,
Sayı: 24, 2013/1, ss. 31-56.
İbn Ebû Şeybe,
Ebû Bekir Muhammed b. Ebû Şeybe, el-Musannef (neşr. Muhammed b. Abdillah,
Muhammed b. İbrâhim), Riyâd: Mektebetü’r-rüşd, 1425/2004.
İbn Hacer,
Ahmed b. Ali b. Hacer el-Akalânî, el-İsâbe fi temyîzi’s-sahâbe (neşr.
Âdil Ahmed Abdülmevcûd-Ali Muhammed Muavvaz), Beyrut, 1415/1995.
İbnü’l-Esîr
el-Cezerî, Ali b. Muhammed b. Esîr, Üsdü’l-ğâbe fi ma’rifeti’s-sahâbe, Beyrut:
ed-Dârü’l-İslâmiyye, 1413/1993.
Karakaş
Mücahit, “Selmân-ı Fârisî ve Rivâyetlerinin Hadis İlmi açısından
değerlendirilmesi”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi,
2016.
Keser, İnan, Nusayrî
Alevîlik Tarih İnanç Kimlik, Adana: Karahan Kitabevi, 2016.
Meclisî,
Muhammed Bâkır (1111/1699), Bihâru’l-envâr, Dâru ihyâi’t-turâsi’l-Arabî, Beyrût
trs.
Melikof,
Irene., Yavuz Hakan., Algar Hamid., Fırro Kais., Vorhoff Karin., Shanklandi
David., Ortaylı, İlber., Abu-Manneh, Butrus., Öz, Mustafa., Öktem, Niyazi.,
Engin, İsmail., Üzüm, İlyas Tarihi ve Kültürel Boyutlarıyla Türkiye’de
Alevîler Bektaşîler Nusayrîler, İstanbul: Ensar Yayınları, 2013.
Murata,
Sachiko., Chittick, William, Islâm’ın Vizyonu inanç ve Uygulama,
Çeviren: Turan Koç, İstanbul: İnsan Yayınları, 2008.
Ökten, Ali
İhsan, “Anadolu’nun Sırlı Aynası Alevîler (Nusayrîler), Adana: Karahan Kitabevi
2017.
Öz, Mustafa, Başlangıçtan
Günümüze Şiîlik ve Kolları, İstanbul: Ensar Yayınları, 2011.
Palabıyık, Muhammed
Hanefi, “Dinî İnançları ve Özellikleri Bakımından Nusayrîlîk”, Türk Kültürü
ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı: 54, 2010, ss. 19-48.
Sinanoğlu,
Abdulhamit, Nusayrîlerin İnanç Dünyası ve Kutsal Kitabı, Konya: Esra
Yayınları, 1997.
Şapolyo,
Enver Behnan, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul, Milenyum
Yayınları,
2013.
Şehristânî, Milel
ve Nihal Dinler, Mezhepler ve Felsefi Sistemler Tarihi, Çeviren: Mustafa
Öz, İstanbul: Litera Yayıncılık, 2011.
Şeyh el-Müfîd,
Muhammed b. Muhammed b. Nu‘mân, el-İhtisâs (neşr. Ali Ekber Gifârî), Beyrut:
Müssesetü"l-a‘lemî, 1430/2009.
Şeyh Sadûk,
Ebû Cafer Muhammed b. Ali İbn Bâbaveyh el-Kummî (381/991), Kemalü’d-din, Tsh:
Ali Ekber el-Ğaffârî, Dâru’l-kütübi’l-İslâmiyye, Tahrân 1395.
Taberânî,
Ebu’l-Kâsım Süleymân İbn Ahmed İbn Eyyûb (260-360/971), Mu‘cemu’l- kebîr,
Mektebetü’l-ulûm ve’l-hikem, Musul, 1983/1404.
Tirmizî, Ebû
İsa Muhammed b. İsa b. Sevre (279/892), es-Sünenü’-Tirmizî, Humus, 1965.
Turan, Ahmet,
“Kitâbu’l- Mecmu‘u’nun Tercümesi” OMÜİFD, Sayı: 8 1996, ss. 5-18. Tûsî, Ebû
Ca’fer Muhammed b. Hasan, Ricâlü’t-Tûsî (neşr. Cevâd el-Kayyûmî el- Isfehânî),
Kum: Müessesetü"n-neşri"l-islâmî, 1427, s. 65.
Türk, Hüseyin,
Anadolunun Gizli inancı Nusayrîlik inanç Sistemleri ve Kültürel Özellikleri,
Üçüncü Basım, İstanbul: Kaknüs Yayınları, 2013.
Uluçay, Ömer, Nusayrîlik
İnanç Esasları Tenasüh, İstanbul: Gözde Yayınları, 2011. Uyar, Mazlum,
“Nusayrîlik”, İslâm Mezhepleri Tarihi, Ankara: Grafiker Yayınları, 2012.
Ürkmez, Naim.,
Efe, Aydın. “Osmanlı Arşiv Belgelerinde Nusayrîler Hakkında Genel Bilgiler” Türk
Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı: 54, 2010, ss. 127134.
Üzüm, İlyas,
“Nusayrîlik”, DİA, İstanbul: TDV Yayınları, 2007, C.33, s.270-274.
Wilson, Bryan,
Dinî Mezhepler, İstanbul: İz Yayıncılık, 2004.
Yılmaz,
Aslan., Alıç Mahmut., Kozan, Sadık., İnep, Doğan., Gülbahar, Âdem., Alagöz,
İzzet., Kahyalar, Vedat., Yaman, Mesut., Ayas, Süleyman., Yılmaz, Serdar.,
Özkan, Salih., Türkegün, Volkan,. Özkan, Hasan Oktay., Kozan, Abdurrezzak.,
Bauram, Hakan Ortaç ve Tüdeş, Maruf Kuran Işığında Hak ve Batıl,
İstanbul 2011.
Zehebî,
Şemsüddin Muhammed b. Ahmed b. Osmân (748/1374), Siyeru a‘lami’n- nübelâ,
Thk: Şuayb el-Arnaûd, Beyrût, 1985.
[9] Bryan Wilson, Dini Mezhepler, Çeviren:
Ali İhsan Yitik (İstanbul: İz Yayıncılık, 2004), s.13.
[10] Sachiko Murata ve William Chittick, İslâm’ın
Vizyonu, Çeviren: Turan Koç (İstanbul: İnsan Yayınları, 2008), s. 19.
[11] Hasan Onat ve Sönmez Kutlu, “İslâm
Mezhepleri Tarihine Giriş”, İslâm Mezhepleri Tarihi (Ankara: Grafiker
Yayınları, 2012), s. 35.
[12] Ethem Ruhi Fığlalı, Günümüz İslam
Mezhepleri (İzmir: İlvak Yayıncılık, 2014), s.75.
[13] Medine’de Hz. Ebû Bekîr’in halîfe
seçildiği yer.
[14] Mustafa Sabri Küçükaşçı “Sakîfetü
Benî Sâide”, DİA, Cilt: XXXVI (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 2007), s.
11-12.
[15] Enver Behnan Şapolyo, Mezhepler
ve Tarikatlar Tarihi (İstanbul: Milenyum yayınları, 2013), s. 2730.
[16] Fığlalı, age., s.82-83.
[17]Âdem Apak, İslâm Tarihi II
(Hulefâ-i Râşidîn Dönemi), (İstanbul: Ensar Neşriyat, 2011), s189-199.
[18] Apak, age., s189-277.
[19] Fığlalı, age., s.90-112.
[20] Casim Avcı “Hilâfet”, DİA, Cilt: XVII
(Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 2007), s. 546-553.
[21] Hasan Onat ve Sönmez Kutlu, age., s. 157.
[22] Fığlalı, age., s.316-317.
[23] Nevbahtî, Kitâbu ’l-Makâlât ve’l-Fırak Fıraku ’ş-Şia, Çeviren:
Hasan Onat, Sabri Hizmetli ve Sönmez Kutlu (Ankara: Ankara Okulu Yayınları,
2004), s. 90.
[24] Mazlum Uyar, “Nusayrîlik”, İslâm Mezhepleri
Tarihi (Ankara: Grafiker Yayınları, 2012), s. 299.
[25] Uyar, age., s. 300.
[26] Uyar, age., s. 304.
[27] Abdullah Er, “Fransızca Yazılı Kaynaklarında Nusayrîler”, Türk
Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı: 54 (2010), s. 150. (Er
bu bilgiye kaynak olarak Guys, M. (1826), Observations sur un Memoire relatif
aux mreurs et aux ceremonies religie uses des Nesserie, par F. Dupont, Journal
Asiatique, tom. IX, (1826), s. 308-309 bilgisini vermektedir.)
[28] Ahmet Beşe, “İngiliz ve Amerikan Kayıtlarında Nusayrîler”, Türk
Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı: 54 (2010), s. 182.
(Beşe, bu bilgiye kaynak olarak Ainsworth, William Francis (1888), A Personal
Narrative of the Euphrates Expedition, Londra: Kegan Paul, Trench and Co. s. 46
bilgisini vermektedir.)
[29] Nevbahtî, age., s. 240.
[30] Beşe, agm., s. 161-162 (Beşe bu bilgiye kaynak
olarak Sprigett, Bernard H. (1922), Secret Sects of Syria and Lebanon, Londra:
George Allen and Unwin Ltd. s. 118 bilgisini vermektedir.)
[31] İlyas Üzüm, “Nusayrîlik”, DİA, Cilt:
XXXIII (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 2007), s. 270.
[32] Üzüm, agmd., s. 271.
[33] Hatice Arslan, “Başlangıçtan Günümüze Arap
Alevîliği-Nusayrîlik”, Mîzânü ’l-Hak İslami İlimler Dergisi, Sayı: 54
(2015), s. 103.
[34] Nevbahtî, age., s. 238.
[35] Beşe, agm., s.162-163.
[36] İnan Keser, Nusayri Alevîlik Tarih İnanç
Kimlik, (Adana: Karahan Kitabevi, 2016), s. 11-12.
[37] Muhammed Hanefi Palabıyık, “Dinî İnançları ve özellikleri bakımından
Nusayrîlîk”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı:
54 (2010), s. 23.
[38] Palabıyık, agm., s.23.
[39] Üzüm, agmd., s.271; Mustafa Öz, “Nusayrîyye”, Tarihi
ve Kültürel Boyutlarıyla Türkiye’de Alevîler Bektaşîler Nusayrîler
(İstanbul: Neşe Basım, 2013), s. 196; Uyar, age., s. 300-311; Fığlalı, age., s.
410.
[40] Ahmet Turan, “Kitâbu ’l- Mecmu ’u ’nun
Tercümesi”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 8
(1996), s. 8.
[41] Üzüm, agmd., s. 271.
[42] Fığlalı, age., s. 392.
[43] Üzüm, agmd., s. 271.
[44] Muhammed Emin Galib et-Tavil, Arap Alevîleri
Tarihi, Çeviren: İsmail Özdemir (Adana: Karahan Kitabevi, 2015), s. 127.
[45] Mustafa Öz, “Nusayrîyye”, Tarihi ve Kültürel Boyutlarıyla Türkiye
’de Alevîler Bektaşîler Nusayrîler (İstanbul: Neşe Basım, 2013), s. 190.
[46] Fığlalı, age., s. 394.
[47] Abdulhamit Sinanoğlu, Nusayrîlerin İnanç
Dünyası ve Kutsal Kitabı, (Konya: Esra Yayınları, 1997), s. 19.
[48] et-Tavil, age., s. 128.
[49] Cengiz Han’ın torunu olan Hülagu, Alamut
kalesini ele geçiren, Abbasileri yenerek Bağdat’ı yağmalayan ve birçok
katliamın sorumlusu olarak görülen bir Moğol komutanıdır.
[50] et-Tavil, age., s. 128.
[51] Üzüm, agmd., s. 271.
[52] Fığlalı, age., s. 394.
[53] Uyar, age., s. 304-305.
[54] Öz, agm., s. 191.
[55] Uyar, age., s. 305-306.
[56] Öz, agm., s. 192.
[57] Fığlalı, age., s. 395.
[58] Keser, age., s. 24.
[59] Fığlalı, age., s. 395.
[60] Öz, agm., s. 192-193.
[61] Sinanoğlu, age., s. 23.
[62] Mustafa Öz, Başlangıçtan günümüze Şiîlik ve
Kolları, (İstanbul: Ensar Yayınları, 2011), s. 340.
[63] Naim Ürkmez ve Aydın Efe, “Osmanlı Arşiv
Belgelerinde Nusayrîler Hakkında Genel Bilgiler”, Türk Kültürü ve Hacı
Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı: 54 (2010), s. 129-130.
[64] Mustafa Öz, “Nusayrîyye”, Tarihi ve Kültürel Boyutlarıyla Türkiye
’de Alevîler Bektaşîler Nusayrîler (İstanbul: Neşe Basım, 2013), s. 193.
[65] Fığlalı, age., s. 398.
[66] Keser, age., s. 38-39.
[67] Halil İbrahim Bulut, Tarih, “İnanç, Kültür ve
Dini Ritüelleriyle Nusayrîlik”, Ortadoğu Yıllığı, Cilt: 7 (2011), s.
587-588.
[68] Fığlalı, age., s. 394.
[69] Sinanoğlu, age., s. 24.
[70] Fığlalı, age., s. 400.
[71] et-Tavil, age., s. 314.
[72] Keser, age., s. 136-137.
[73] Fığlalı, age., s. 404.
[74] Keser, age., s. 136-137.
[75] Hüseyin Türk, Anadolu ’nın Gizli İnancı
Nusayrîlik, (İstanbul: Kaknüs Yayınları, 2013), s. 40.
[76] Harun Işık, “Kitabu Ta’limi
Diyaneti’n-Nusayrîyye Işığında Nusayrî Teolojisi”, Bilimname, Cilt-
Sayı: 24-1 (2013), s. 31.
[77] Uyar, age., s. 305-310.
[78] Necmettin Alkan, “Alman Kaynaklarına Göre
Osmanlı Nusaynleri”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi,
Sayı: 54 (2010), s. 140.
[79] Işık, agm., Cilt-Sayı: 24-1 (2013), s. 41.
[80] Türk, age., s.49.
[81] Uyar, age., s. 305-312.
[82]Ahmet Turan, “Kitâbu’l-
Mecmu’u’nun Tercümesi” , Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, Sayı: 8 (1996), s. 5-18.
[83] Bulut, age., s. 589.
[84] Sinanoğlu, age., s. 19-30.
[85] Bkz. Süleyman Ayas ile gerçekleştirilen mülâkat
s. 58.
[86] Fığlalı, age., s. 403.
[87] Er, “Sözlü Gelenekten Derlemelerle Hatay Alevîleri (Nusayrîler) ve
İnanç Esasları”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi,
Sayı: 54 (2010), s. 284; Sayın Dalkıran, “Târih-i Cevdet’te İslâm Mezhepleri II
(Dürzîlik ve Nusarîlik)”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları
Enstitüsü Dergisi, Sayı: 21 (2003), s. 201-217.
[88] Türk, age., s. 57.
[89] Fığlalı, age., s. 408.
[90] Türk, age., s.57.
[91] Ruhi Fığlalı, age., s.408.
[92] Er, age., s. 287-288.
[93] Öz, “Nusayrîyye”, agm., s. 198-199.
[94] Sinanoğlu, age., s. 56.
[95] Ali İhsan Ökten, Anadolu’nun Sırlı Aynası
Arap Alevîler (Nusayrîler), (Adana: Karahan Kitabevi, 2017), s. 92.
[96] Beyyine, 98/8.
[97] Sinanoğlu, age., s. 56-57.
[98] Keser, age., s. 89.
[99] Türk, age., s. 49.
[100] Ökten, age., s. 99-105.
[101] Cahit Aslan, Fellahlar’ın
Sosyolojisi (Adana: Karahan Kitabevi 2015), s. 66.
[102] Ömer Uluçay, Nusayrîlikİnanç
Esasları-Tenasüh (İstanbul: Gözde Yayınları, 2011), s. 139.
[103] Aslan, age., s. 67.
[104] Uluçay, age., s. 143.
[105] İbrahim Hatiboğlu, “Selmân-ı Fârisî”, DİA,
Cilt: XXXVI (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 2007), s.
441.
[106] Hatiboğlu, age., s. 441.
[107] Abdüssettâr, Şeyh, A ’lâmü
’l-huffâz ve ’lmuhaddisîn ‘abre erba ’a ‘aşere karnen (Dımeşk: ed-Dârü’ş-
Şâmiyye, 1417/1997), I, 474.
[108] Zehebî, Şemsüddin Muhammed b. Ahmed b. Osman, Siyeru
a’lâmi’n-nübelâ (Kâhire: Dârü’l-hadîs, 1427/2006), I, 516.
[109] İbnü’l Esîr, Üsdü ’l-ğâbe fi ma ’rîfeti’s-sahâbe
(Beyrut: Dârü İbn Hazm, 1433/2012), s. 500.
[110] Taberânî, Ebü’l-Kâsım Süleyman b. Ahmed, el-Mu
‘cemü ’l-kebîr (nşr. Hamdi Abdülmecîd es-Selefî), (Kahire: Mektebetü İbn
Teymiye, ts), VI, 222-223; Abdüssettâr, age., I, 476; İbnü’l Esîr, age., s.500.
[111] Hatiboğlu, agmd., 442.
[112] Hatiboğlu, agmd., 442.
[113] Ahmed b. Hanbel, age., XXXIX, 117.
[114] Ahmed b. Hanbel, age., XXXIX, 148.
[115] Ebû Nuaym el-İsbehânî, Ahmed b. Abdullah,
Ma’rifetüs’s-sahâbe (nşr. Âdil b. Yûsuf el-Azâzî), (Riyad: Dârû’l-vatan, ts),
III, 1327; Abdüssettâr, age., I, 493.
[116] Abdürrezzâk b. Hemmâm, el-Musannef (nşr. Habîbü’r-Rahmân
el-A’zamî) (Beyrut: Mektebetü’l- îslâmî, ts), VI, 193; Ebû Nuaym
el-Isbahânî, Ahmed b. Abdullah, Hilyetü ’l-Evliyâ ve Tabakâtü ’l-Asfiyâ, (Mısır,
ts), I, 190.
[117] Abdürrezzâk, age., VIII, 419-420; îbn Ebû
Şeybe, Musannef, VII, 515, XIII, 232-234,348; Ahmed b. Hanbel, age.,
XXXIX, 108-109,127, 140-147; Hatiboğlu, age., XXXVI, 442.
[118] îbn Hacer, el-İsâbe f temyîzis
sahâbe, III, 118. (nr. 3369)
[119] Kale duvarlarını oymaya yarayan bir savaş
aleti.
[120] Hatiboğlu, agmd., s. 442.
[121] Zehebî, age., I,142.
[122] Ahmet Şükrü Altay, “Selmân-ı Fârisî Hayatı, Şahsiyeti ve İlk İslâm
Toplumundaki Yeri” (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya: 2008), s. 35-49.
[123] Mücahid Karakaş, “Selmân-ı Fârisî ve Rivâyetlerinin Hadis
İlmi Açısından Değerlendirilmesi”, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul: 2016), s. 21.
[124] Zehebî, age., I, 541.
[125] Mücahid Karakaş, age., s. 151.
[126] Buhârî, Menâkibü ’l-Ensâr, 53.
[127] Buhârî, Menâkibü ’l-Ensâr, 53.
[128] Buhârî, Menâkibü ’l-Ensâr, 53.
[129] Ahmed b. Hanbel, age., XXXIX, 117.
[130] Ahmed b. Hanbel, age., XXXIX, 134-148.
[131] İbn Ebû Şeybe, Musannef, XI, 263; Ahmed
b. Hanbel, age., XXXIX, 129-130, 137138.
[132] Tirmizî, Menâkıb, 70; Tayâlisî, Müsned,
II, 48; Ahmed b. Hanbel, age., XXXIX, 135.
[133] Abdürrezzâk, el-Musannef, VI, 193.
[134] Karakaş, age., s. 153.
[135] Meclisî, Muhammed Bâkır (1111/1700), Bihâru’l-envâr,
c. 92, s. 176-180, Dâru ihyâi’t-turâsi’l- Arabî, Beyrût 1403/1983.
[136]‘Selmân önceki ve sonraki ilmi
öğrenmiştir’ ifadesi ile başlayan hadisin devamında Hz. Peygamber’in Selmân’a
Allah’tan bir şey isteyeceği zaman okuması için uzunca bir dua öğrettiğinden
bahsedilir.
[137] Meclisî, age., XXXXXI 205.
[138] Meclisî, age., XXII, 321.
[139] Tûsî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Hasan, Ricâlü’t-Tûsî (neşr.
Cevâd el-Kayyûmî el-Isfehânî) (Kum: Müessesetü"n-neşri"l-islâmî,
1427), s. 65.
[140] Şeyh el-Müfîd, Muhammed b. Muhammed b. Nu‘mân, el-İhtisâs
(neşr. Ali Ekber Gifârî) (Beyrut: Müssesetü"l-a‘lemî, 1430/2009), s.
16-17.
[141] Meclisî, age., XXII, 349.
[142] Meclisî, age., XXII, 327.
[143] Şeyh el-Müfîd, el-İhtisâs, s. 23.
[144] Tevessüm, bir şeyi alâmet ve işâretlere
bakarak bilmek, doğru tahminde bulunmak anlamına gelmektedir.
[145] Âmilî, İmâm Seyyid Muhsin el-Emîn, A‘yânü’ş-Şîa
(neşr. Hasan el-Emîn) (Beyrut: Dârü"t-teâruf. 1403/1983), VII, 287.
[146] Âmilî, A ‘yânü ’ş-Şîa, VII, 285.
[147] Meclisî, age., XXII, 385.
[148] Meclisî, age., XXII, 374.
[149] Şeyh Saduk, İbn Babaveyh el-Kummî, Kemâlü
’d-dîn ve Temâmü ’n-ni ‘me, Tsh: Ali Ekber el-Ğaffârî (Tahran:
Dâru’l-kütübi’l-İslâmiyye, 1395), I, s.162-166.
[150] Öz, “Nusayrîyye”, agm., s.196.
[151] Öz, agm., s.196.
[152] Hüseyin b. Hâmdan el-Hasîbî, Oniki İmam’a
Açılan Kapılar, Çeviren: Ahmet Sonay (Yayınevi, yeri ve yılı yok), s.
VIII-IX.
[153]İmamların özellikleri: 1-Allah
tarafından tayin edilirler. 2- İmamlara itaat farzdır. 3- Her dönemde yalnızca
bir imam bulunur vefât edince yerine birbaşka imam geçer. 4- Masumlardır. 5-
Günah işlemezler. 6- İmamlık makamı kutsal bir mekandır.
[154] el-Hasîbî, age., s. 3.
[155] el-Hasîbî, age., s. 4.
[156] Bakara, 2/24.
[157] el-Hasîbî, age., s. 5-6.
[158] el-Hasîbî, age., s. 6.
[159] el-Hasîbî, age., s.7-8.
[160] el-Hasîbî, age., s. 8.
[161] el-Hasîbî, age., s. 13.
[162] el-Hasîbî, age., s. 13.
[163] el-Hasîbî, age., s. 16.
[164] el-Hasîbî, age., s. 20.
[165] el-Hasîbî, age., s. 39.
[166] el-Hasîbî, age., s. 61.
[167] Fığlalı, age., s.402.
[168] Nisa, 4/174,
Mâide, 5/15, Yusuf, 12/1, Hicr 15/1, Hac, 22/16, Neml, 27/1, Şuarâ, 26/1,
Kasas, 28/2,
[170] Sebe, 34/48, Tevbe, 9/78, Yunus, 10/20, Hûd,
11/123, Nahl, 16/77, Neml, 27/65, Hücurât, 49/18.
[171] Bkz. Hatiboğlu, agmd., 442.
[172] Alevî kesimin temsilcilerinden, sol partilerin birininden
de bir dönem milletvekilliği yapmış olan Eren Erdem’in Selman-ı Pak
isimli kitabında Selmân’dan siyasi bir figür olarak bahsedilmiştir. Büyük bir
devrimci, oligarşinin kâbusu, sömürü ve tasallutun karşısında iktidarın ve
statükonun korktuğu bir isim olarak nitelendirilerek halk kahramanı edasıyla
hayatı anlatılmıştır. Selmân hakkında verilen birtakım bilgiler için Sünnî
kaynaklar referans gösterilmiş ancak ona yapılan yakıştırmalar kaynaktan yoksun
olarak zikredilmiştir. Bu da Nusayrîlik harici diğer Alevî topluluklarında da
Selmân-ı Fârisî’nin tanınan bir şahsiyet olduğunu bizlere göstermektedir. Daha
geniş bilgi için bkz. Eren Erdem, Selman-ı Pak (İstanbul: Ulak
Yayıncılık, 2017)
[173] Hz. Peygamberin ismini her duyduklarında
ellerini kalplerine götürerek salavat getirdiklerini gözlemledik.
[174] Tercümeler aslına uygun olarak verilmeye
çalışılmıştır.
[175] Dinin kapısı: Selmân el-Fârisî.
[176] AMS üçlemesinin üçüncü harfi Sin, Selmân el-Fârisî’yi temsil
etmektedir.
[177] Sinanoğlu, age., s. 93.
[178] Nasr, 110/5.
[179] Nasr, 110/3-4.
[180] Hak ve Batıl 7. Sure.
[181] Ahmet turan 7. Sure.
[182] Nusayrîlere göre mana yani Allah 7 zaman
diliminde 7 değişik isimde tecelli etmiştir.
[183] Selmân el-Fârisî.
[184] Mikdâd b. El-Esved, Ebu Zerri’l-Gıfân, Abdullah
b. Revâha, Osman b. Maz’um, Kanber b. Kadân ed-Devrî.
[185]Hz. Ali’nin imâmeti açısından
Şiî gruplar nezdinde tarihî önem taşıyan yer.
[186] Fığlalı, age., s.414.
[187] Âli İmran, 3/53.
[188] Hak ve Batıl.
[189] Ahmet Turan.
[190] Hz. Fatıma kadın olması dolayısı ile bu isimle
de anılmaktadır.
[191] Aslan Yılmaz ve diğerleri, Kuran Işığında
Hak ve Batıl (İstanbul: Mega Basım Yayın, 2011), s. 456.
[192] Ali İmran, 3/18.
[193] Hadid, 57/1.
[194] Kaf, 50/36.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar