BEDRİ RUHSELMAN VE METAFİZİK GÖRÜŞLERİ ...Ekler 1
EK
2: NEO-SPİRİTİZM’İN TEMEL İLKELERİ[1]
Ruhselman,
Ruh ve Kâinat kitabının son bölümünde, ‘Sözün Kısası’nda, hem kitabına
bir son söz yazmış, hem de ortaya koyduğu neo-spiritüalistik görüşün
temellerini 41 madde olarak vermiştir. İşte, bu ‘Sözün Kısası’ bölümünü,
aslından (Ruhselman’ın ağzından, kısmen sadeleştirerek) özetleyerek, burada
alıntılayacağım.
Neo
Spiritüalizmden çıkan ilmî ve manevî neticeler, kitabımızın dikkatlice
mütalaası sırasında, okuyucularımın aşağı yukarı malumu olmuştur. Ancak, bu
bölümde, bunları topluca gözden geçirmek istiyorum. Her şeyden evvel belirtmek
istediğim bazı noktalar var:
Bu neticelerin pek çoğu bizden evvelkiler
tarafından söylenen sözlerle ortaya konmuştur. Dolayısıyla bizim icat ettiğimiz
şeyler değildir. Bizim yaptığımız iş, onlara birkaç fikir ilave etmek ve bazı
kısımlarında, yeni bir tecrübî spiritüalist görüşe göre, küçük bazı
değişiklikler yapmak olmuştur.
Kitabımızdan çıkan neticeler, ilmin ve
maneviyatın ne başlangıcıdır, ne de sonudur. Dolayısıyla bu yoldaki
araştırıcılar arasında muhakkak bizden daha ileri gidecek olanlar bulunacaktır.
Neo-Spiritüalizm diye adlandırdığımız bu yol ne bir dindir, ne de herhangi
bir dogmadır, ne mutlak realitelerden, hakikatlerden bahsettiğini iddia eden
bir yoldur ve ne de birtakım mükâfat veya mücazat (ceza) vaatleriyle ruhları şu
veya bu tarafa gitmeye sevk ve icbar (zorlama) eden bir mezheptir. Burada
söz konusu olan şeyler bir realitenin ifadesidir ve bu realite de, bütün
realiteler gibi, hatalı olmak ve değişmeye, yerini daha kapsamlı yüksek
realitelere bırakmaya mahkûm olmak akıbetinden kendini kurtarmış değildir.
Kitapta söz konusu olan
meseleler, mümkün olabilen tecrübî yollardaki müşahedelere dayanmaktadır.
Hakikati anlaşılmış bir hadisenin izah edilmesi faaliyeti üzerinde durmak icap
ederken, bu işi bırakarak, o hadisenin hakikî olup olmadığı düşüncesinden
kafasını bir türlü kurtaramamak, şüpheciliği kendine meslek edinmiş insan
zümrelerinin, kaprislerini hiçbir vakit tatmin edemeyecek olmalarından doğmuş
acıklı bir haldir. Böyleleri gaye edindikleri şüphelerinden
ayrılamayacaklardır. Zira şimdilik kendilerinin tekâmül yolu budur.
Bu
mülahazalardan sonra, kitabımızın veya Neo-Spiritüalizm görüşünün vardığı
neticelerden bir kısmını şöylece hülasa etmek mümkündür:
Bütün mükevvenatı (yaratılmışları) var
eden, yaratan Allah’tır. Yaradan, her dilde başka isimle anılmış ve herkesin
izafî telakkisine göre hüviyet almıştır.
Allah’ın vücut verdiği mahlûkat bizim idrak
sahamıza girmeyecek kadar sonsuzluk içinde yayılıp gider ve bu sebepten dolayı
o (yani mahlûkat), bizim için ezelî ve ebedîdir.
Allah’a hiçbir hüviyet izafe edilemez. Zira
O, Mutlak’tır. Mahlûkat ise nispidir. Mutlak kelimesinden anlayabildiğimiz
mana, hiçbir şeyle, hiçbir suretle nispeti söz konusu olmayandır. Bu bakımdan
düşünülünce O’na izafe edilecek bir sıfat, ne kadar yüksek tertipte telakki
edilirse edilsin, ne kadar ideal olursa olsun, O’nu ifade etmez. Dolayısıyla
Neo-Spiritüalist bir görüşte Allah hakkında büyüklük- küçüklük, iyilik-fenalık,
bilicilik-bilmeyicilik gibi daima zıtlarıyla nispet edilen malûl (illetli,
sebepli) sıfatlardan hiçbiri söz konusu olamaz.
Hilkat (yaratılış, yaratma), bizim tefekkür
ve tahassüs (his) kabiliyetimizin dışında kalır. ‘Yoktan var olma’ sözü bizim
ebediyen anlayamayacağımız manaları ihtiva eder.
Şu halde, Allah mahlûkatı nasıl ve ne
vakitten beri yaratmıştır, gibi suallerin yeri yoktur. Başlıca üç bakımdan; a)
Bizim düşüneceğimiz en yüksek tertipteki yaratıcılık vasfı nispîdir.
Hâlbuki mutlak, nispet kabul etmez. Burada biz, Allah yaratmadı demek
istemiyoruz. Yaratmak ve yaratmamak vasıfları bize göre itibarî ve hilkat
bahsinde de nispîdir, dolayısıyla Allah’a isnat edilemez, diyoruz. Yani
insanoğlu Hilkat’in manasını anlayamaz ve hiçbir tabirle ifade edemez, diyoruz.
b) Yaratmak yoktan var etmek olduğuna göre, mahiyetini anlamaktan aciz
bulunduğumuz bir meselenin, nasıl ve ne vakit vukua gelmiş olduğunu sorup
öğrenmeye bizzaruret (çaresiz olarak, mecburen) imkân düşünülemez. c) Mutlak’a
hiçbir şey isnat edilemeyeceği gibi, zaman ve amel de isnat edilemez.
Demek ki, Allah, bizce bahis mevzuu
olmayacak surette, ruhları yaratmıştır, onlara vücut vermiştir gibi noksan ve
kusurlu bir ifadeden başka bir söz söylemeye muktedir değiliz.
Ruh, müessiriyet kudretine malik şuurlu bir
varlık olmakla beraber, onda mündemiç olan bütün vasıflar bizim bildiklerimiz
ve anlayabildiklerimizden ibaret değildir.
Ruhlar madde kâinatında tekemmül ettikçe,
yani görgü ve tecrübeleriyle maddeler üzerindeki müessiriyet kudretlerini
kullanabilme imkânlarını genişlettikçe kendilerinde meknuz (saklı) olan yüksek
melekeleri, yavaş yavaş ve müterakki (artan) bir şekilde inkişaf zemini bulur
ve o nispette maddî esirlikten kurtulur. Mesela; bir nebatın ruhunda, ruhî
telakki edebileceğimiz pek az şey inkişaf etmiştir. Nitekim müteakip
merhalelerdeki, hayvan halinde iradenin, insan halinde de imajinasyonun inkişaf
etmiş olduğunu görüyoruz.
Dolayısıyla, ruhların tekâmülü zarurîdir.
Tekâmül, ruhların maddî kâinatla olan
münasebetleri bakımından söz konusudur. Dolayısıyla biz, madde kâinatı ile olan
münasebetleri dışında, nasıl ruhun hiçbir varlığını, hiçbir faaliyetini idrak
edemiyorsak, öylece onun ebedî akıbetlerinden de bahsedemeyiz. Ve bu sebepten
dolayı, onun madde kâinatı dışındaki tekâmülü de bizce söz konusu olamaz.
Ruhlar görgü ve tecrübelerini arttırmak
için maddî kâinata zarurî olarak bağlanırlar. Bu hâli zarurî kılan ilahî
kanunlar, daha doğrusu bu kanunların icaplarına susamış ruhun kendi oluş
hâlidir. Şu hâlde ruhların maddelere bağlanması bir illet değil, neticedir ve
bu netice ruhları kemal gayesine ulaştırıcı bir vasıtadır. İşte Neo-
Spiritüalizm düşüncesi, klasik deneysel spiritüalizma saliklerinin birçoğundan,
birçok skolastik spiritüalistik felsefe düşüncesi sahiplerinden ve bilhassa
Hindistan’dan, Budizm’den menşeini alan birçok dinî ve felsefî görüşlerden bu
suretle ayrılır. Çünkü bu kısım düşünceler, ruhun kemalini maddî bağları
koparmakta ararlar. Ve bunlara göre maddî bağlar, bir tekâmül vasıtası değil,
geriliğin bir illeti sayılır.
Dar manadaki fatalizme inanan bütün
düşünceler hakkında da aynı şeyler söylenebilir. Hâlbuki neo-spiritüalist
düşünceye göre, ne madde düşmanlığı beslemeye ne de fatalist olmaya lüzum
vardır.
Mahlûkatın nispîliği, izafiliği ve vücut
bulmuş olması onun idare edilmesi zaruretini neticelendirir. Nizam da bir takım
kanunlarla inzibat altına alınmıştır. Kanunsuz nizam ve nizamsız idare olmaz.
Mahlûkatın nizamı, tabiat kanunları adıyla anılması âdetinde bulunduğumuz ilâhî
kanunlarla temin edilir. Bu kanunların tayin ettikleri nizam İzafîdir. Bu hâl
onların, nispî kıymette olan şuurlu müessirler tarafından tatbik sahalarına
çıkarılmalarını icap ettirir. Mutlak’a hiçbir izafî ve nispî varlığın nispet
edilemeyeceği malumdur. O halde biz, şimdiye kadar çok defa düşünüldüğü gibi,
Allah ’ı nispî ve mükevven (yaratılmış) hadiseler içinde, bir amele gibi
çalışan faal bir unsur veya âmil olarak Mutlak'la telif mümkün olmayan bir
durumda kabul edemiyoruz. Böyle olunca, kâinat ilâhî kanunlar dâhilinde
ruhlar tarafından sevk ve idare edilir ve ruhların da bu işleri başarabilecek
durumlara girmeye gayret göstermeleri, bu hâlin doğurduğu zaruretlerden biri
olur. Diğer taraftan, kâinatı sevk ve idare etmenin nihayeti olmadığı gibi,
ruhların tekâmüllerinin de nihayeti yoktur.
Bu nihayetsizlik, Neo-Spiritüalizm görüşüne
göre, bizi ruhların bir gün Allah olacakları veya herhangi bir suretle Allah
ile münasebette bulunabilecekleri düşüncesine hiçbir vakit götürmez. Bunun da
çok açık sebepleri vardır: i) Allah mutlaktır. O hiçbir şeyle nispet
ve münasebet kabul etmez. Ruhlar ise nispîdir. ii) Mutlak hakkında
ezeliyet, ebediyet gibi zaman mefhumları söz konusu olmaz. Hâlbuki ruhlar oluş
hâlleri itibariyle kendilerini bu mefhumlardan kurtaramazlar. iii) Allah
Kemalinde Mutlaktır. Mutlak Kemal hakkında derecelenme söz konusu olmaz.
Hâlbuki ruhlar tekâmül halindedirler. iv) Mutlak ile birleşmek, Ona
yaklaşmak, Ondan uzaklaşmak vs. gibi mefhumlar izafî ve nispîdir. Bunlar,
hakikat (verite) değildirler. v) Hilkat, Halik’a ait Mutlak Realitedir.
Onu hiçbir surette, hiçbir vakit bizim nispî telakkilerimize göre Halik’tan
ayırmak söz konusu olmaz. Nispî yaratılış hâlini, Mutlak Yaratıcılık Hâli ile
bir tutamayız. vi) Halik’ın determinizm kayıtlarına tabiiyeti
düşünülemez. Hâlbuki ruhların mukadderatı bu prensibin kayıtları altında
taayyün eder. vii) Kavlî (itikadî) olarak Halik ile mahlûkun
muvasalasını (erişme) kabul ettiğimiz anda, izahı ve telifi mümkün olmayan bir
sürü tezatlar ve manasızlıklar içinde kalırız. Mesela; a) Hilkat fikri
ortadan kalkar, b) Ruhların şahsiyeti kaybolur, c) Büyük illiyet
prensibi boş bir vehimden ibaret kalır, d) Bütün mahlûkat ve mahsûsat
âlemi uydurma bir mevhum hâline girer, e) ‘Tezahürat âlemi’nin hikmeti
vücudu kalmaz, f) Nihayet tekâmül fikri boş ve manasız bir efsane haline
girer.
Bir ruh, yükseldiği nispette, kendi
varlığındaki yüksek ilâhî ihtizazları (titreşimleri), mahiyetlerini
anlayabilmeksizin duyabilir. Ruhların kendilerinde doğan bu ilâhî ihtizazlara
dayanabilmesi, ancak kemal dereceleri nispetinde mümkün olur. İlâhî ihtizazlar,
bizim içimizde doğan ve tealimizle (gelişmemizle) mütenasiben artan birçok
çeşitli intibalar ve duygular husule (meydana) getirir. Bu intibalar ve
duygular olgunluğumuzu vasıflandıran sübjektif bir hâlettir. Ruhlarında bu
yoldaki inkişafa henüz nail olmayan insanlar, Tanrı fikrinden hiçbir mana
çıkaramazlar. Ve Onu kabul edemezler. Pek az inkişafa malik olanlar ise,
Tanrıyı ancak pek müphem ve muğlak birtakım karışık duygular içinde duyarlar ve
duygularda ekseriya hâkim olan unsur ‘korku’ olur. Fakat ruhlar tekâmül ettikçe
bu duygu kompleksine yeni yeni hisler, bilhassa sevgi hissi karışır. Fakat hiç
şüphe yok ki, ruh tekâmülü ebedî oldukça, bu ihtizazların ruhtaki inkişafları
da ebediyen devam edip gidecektir. Sevginin bizim dünyamızda varılabilecek en
son haddi olan derecelerine yaklaşmış olanlar, bu hâli hakiki manasıyla bir
‘vuslat’ telâkki edip Tanrı ile birleşmiş olduklarını, samimi olarak,
zannedebilirler. (Ancak, vuslat derecesinde kendisini Halik ile birleşmiş
zannetmek; kemalin zirvesine varmış olmanın değil, fazla hızla, bulunduğu
mertebeyi ve tahammül hududunu aşmış bulunmanın bir ifadesi saymak gerekir.)
İşte Neo- Spiritüalizm görüşü ile Allah’a yaklaşmayı biz bu manada kabul
edebiliyoruz.
Ruhun tekâmülü, madde kâinatı ile olan
münasebetlerinin inkişafına ait olunca, bu münasebetlerin ebediyet içinde
kesilmemesi lazım gelecektir. Zira bu münasebetlerde tekemmül (olgunlaşma)
etmiş olmak, ilâhî kanunları kemaliyle tatbike muktedir bir duruma girmek
demektir.
Ruhların madde kâinatı içindeki tekâmülleri
birtakım vetirelerle mümkün olur. Bu vetireler de, onların içinde
yuvarlandıkları maddeler üzerinde müessiriyet kabiliyetlerini, ilâhî nizama
uygun olarak tatbik sahasına çıkarabilmek için, maddî kanunların bütün
icaplarında bilfiil yaşamış olmaları esasına dayanır. Bunun için ruhlar,
maddelerin en iptidai hâllerinden en mütekâmil hâllerine kadar tertiplenmiş
bütün âlemlerde, kendi ihtiyaçlarına göre bir müddet yaşarlar.
Üç buutlu âlemimiz sonsuz madde
kâinatımızın oldukça geri bir merhalesidir. Bununla beraber, bu iptidai merhale
bile bize bir ebediyet kadar uzun görünen zaman içindeki sonsuz maddî oluş
imkânlarını ihtiva eder.
Bu hâl ruhların bir dünyada veyahut
dünyalar grubunda müteaddit defa yaşayıp tedricî bir talimde bulunmaları
zaruretini ve lüzumunu doğurur.
Üç buutlu âlemin dünyaları aynı tabii
şartlara tâbi değildir. Ve bunlar birbirlerinden çok farklı ve bariz
değişikliklerle ayrılır. Birbirine benzeyen dünyaları bir grupta mütalaa etmek
mümkündür. Mesela; Dünya, Ay, Merih gibi. Hâlbuki Güneş, Jüpiter, Plüton vs.
gibi diğer dünyalardaki tabii şartlar dünyamız grubundakilerden farklıdır.
Her grupta tekâmül eden ruhlar, o gruptaki
dünyaların icaplarına ve zaruretlerine uygun aynı gayeye matuf başka bir
tekâmül yolu takip ederler. Her yolun kendine mahsus maddî oluş hâli vardır.
Mesela; Dünyamızın dâhil olduğu gruptaki tekâmül safhaları nebatlık, hayvanlık
ve insanlık gibi. Diğer gruplardaki hayat şekillerini bilemiyoruz.
Şu halde, kâinatta her yer meskûndur. Ve
her yer, o yerin icaplarına, oluş şartlarına ve tabiî kanunlarına uygun şekilde
tekâmül eden ruhlar vardır.
Bütün gruplanmış olan bu sayısız tekâmül
merhalelerini, muhtelif âlemlerde ikmal ettikten sonra, nihayet üç buutlu
âlemde, ruhlar işlerini bitirmiş ve oralardaki maddî hadiselere hâkim bir
duruma girmiş olurlar. Bu andan itibaren, ayrı ayrı yollardan gelen ruhlar,
sembolik bir ifade ile dört buutlu dediğimiz daha yüksek ve esaslı
tahavvüller (hâlden hâle geçmeler, değişimler, değişiklikler) geçirmiş maddî
tertipteki bir âleme girerler.
Dünyamızın dâhil olduğu tekâmül grubu,
diğer dünyalar arasında oldukça geri bir merhaleyi teşkil eder. O kadar ki,
burası hemen hemen hayvanlığın insanlığa yeni ayak basmış olduğu yerlerden
biridir. Dolayısıyla, burada hayvanlıktan ayrılıp, başka bir dünyada kısa bir
tekâmül devresi geçirdikten sonra insanlığa ayak basmış ruhlar vardır.
Demek ki, dünyamızda henüz hayvanî
iştihaların ve duyguların kuvvetli intibalarını taşıyan varlıkların sayısı pek
çoktur. Bu gruptaki dünyalar yükseldikçe onlarda hâkim olan böyle geri
durumlardaki hâller ortadan kalkacaktır.
Dolayısıyla, tekâmül derece derecedir. Ve
bir aşağı dereceden daha yukarı dereceye çıkmak için ruhun bir dünyada
mükerreren maddî şartlar değiştirerek yaşaması zarureti vardır. Zira bir
tek dünyanın dahi, unsurları arasında birçok hadsiz ve hesapsız maddî durumlar
ve bu durumların icabatından olan tabiî ve içtimaî hayat şartları mevcuttur.
Şu halde, ruhların bir dünyada tekrar
tekrar doğarak onun maddeleri içine girip çıkması lüzumu vardır ki, buna yanlış
olarak biz, enkarnasyon, dezenkarnasyon ve reenkarnasyon; yani ete girme etten
çıkma ve tekrar ete girme hâlleri diyoruz. Bu yanlıştır. Çünkü ruhların
dünyalarda kullanmak zorunda kaldıkları maddelerin et nev’inden olması yalnız
insanlara ve hayvanlara mahsus bir vetiredir (hakikat). Nebatlarda et yoktur,
keza başka dünyalardaki varlıkların bedenleri, o dünya maddelerine uygun
olduğuna göre, bunların da bedenlerinin et nev’inden olmaması icap eder.
Mesela, güneşteki varlıklarda olduğu gibi. Bununla beraber, şimdiye kadar
kullanılagelmiş olan bu tâbiri biz değiştirmek istemedik ve yanlış olan
manasını daima göz önünde tutmak şartı ile değiştirmeye de lüzum görmedik.
Reenkarnasyon vetiresinde (hakikatinde)
takip olunan gaye, ruhların dünyadaki herhangi bir madde teşekkülüne ait
icaplarda bilfiil yaşadıktan sonra daha yüksek tertipteki madde icaplarında da
yaşamaya kendilerini hazırlamalarıdır.
Dolayısıyla reenkarnasyon, tedricî ve
müterakki bir şekilde aşağıdan yukarı doğru zarurî olarak vuku bulan bir
ruh-madde münasebeti hâlinin tekemmülünü (olgunlaşmasını, kemale doğru
gitmesini) neticelendirir. Buna göre nebatlık hâli, gene kendi âleminde
tedricen yüksele yüksele hayvanlık hâline geçmiştir. Dolayısıyla, bunların
herhangi bir sebeple geri dönmesine imkân olmadığı gibi bunun lüzumu ve manası
da yoktur.
Şu halde, bazı klasik düşünce sahiplerinin
kabul ettikleri tenasüh fikri, klasik deneysel spiritüalizm kanaatince olduğu
gibi, Neo-Spiritüalizm kanaatince de kabule şayan değildir.
Ruhların reenkarnasyonları esnasında
intihap ettikleri (seçtikleri) beden ve hayat şartları, keyfî ve rasgele
arzulardan doğma bir irade ile intihap edilmiş veya insana zorla kabul
ettirilmiş değildir. Bunlar, ilâhî kanunların icaplarına uygun bir illiyet
prensibi hükmünce, ruhların tekâmül dereceleriyle ve ihtiyaçlarıyla mütenasip
olarak, ya bir ruhun imkân nispetinde kendi takdiri ile veyahut daha yüksek
yardımcı ruhların tavsiyeleriyle taayyün eder (belirlenir).
Bir hayatın tecrübe ve görgülerindeki
muvaffakiyet veya muvaffakiyetsizlik, doğrudan doğruya diğer hayatı hazırlamaz.
Ancak bu muvaffakiyet veya muvaffakiyetsizlikten doğan neticeler, yani ruhun
madde kâinatındaki müessiriyet imkânlarını genişletecek ve büyük gayeye
kendisini yaklaştıracak melekelerinin inkişaf edip etmemiş olmasıdır ki,
gelecek hayatın şartlarını hazırlayan âmiller arasında bulunur. Dolayısıyla
burada, bir mükâfat (ödül) veya mücazat (ceza) fikri değil, bir icabiye
(determinizm) fikri söz konusudur.
O halde reenkarnasyonda determinizm
kaideleri caridir. Bir hayatın neticesi gelecek hayatı hazırlar. Ve bir hayat
kendisinden evvelki hayatın neticesidir.
Böyle olunca bir hayatta, şuurlu veya
şuursuz, her ruh varlığının yapmakla mükellef (yükümlü) olduğu, kendi
ihtiyaçlarına göre taayyün etmiş (belirlenmiş) birtakım işleri vardır. Burada
varlıkların şuurlu veya şuursuz olması, bu işlerin kıymetini, lüzumunu ve
neticelerini ne azaltır, ne de çoğaltır ve ne de ortadan kaldırır. Nebatlar
hayvanlar gibi, keza hayvanlar da insanlar gibi illiyet prensibine tabidirler.
Ve bütün bu varlıklar, determinizm çevresi içinde (çerçevesinde) birbirine
bağlı hayat şartlarına tâbi olarak, dünyaya tekrar tekrar gele gide
yükselirler.
İnsanlık hâlinde tecelli eden (görünen,
ortaya çıkan) şuurun büyük faydası vardır. Ve bu faydayı idrak edenler bahtiyar
olurlar. Bu fayda, insanın geçirdiği bütün tekâmül plânlarındaki illiyet
prensibini tanımış olmasıdır.
İlliyet prensibini tanımış olan ruh,
tekâmül yolundaki adımlarını evvelki merhalelerdekilerden daha ziyade
çabuklaştırır. Bu devreye girdikten sonra ruhun diğer gizli melekeleri, daha
fazla bir süratle ve daha emniyetle inkişaf etmeye başlar. Zira illiyet
prensibini anlamış ve kabul etmiş ruh, tabiat kanunlarına ayağını uydurmak için
daha büyük gayretler, cehitler sarf eder. Ve bu cehitler, ilâhî kanunların
tatbikine memur ajanlar (varlıklar) sırasına geçmek yolundaki, onun yürüyüşünü
hızlandırır. Bu da ilâhî kanunların bir icabıdır.
İnsanın bir hayatta tecrübelerini
muvaffakiyetle ikmal edebilmesi, “bütün efal (fiiller) ve harekâtını
(hareketlerini) tabiat kanunlarına uydurmuş olmak” formülü ile gösterilebilir.
Tabiat kanunlarına uyup uymamanın miyarı
(ölçüsü) vicdandır. Herhangi bir fiil ve hareket karşısında vicdanımızda
duyduğumuz en hafif bir burkulmadan, en acı ve keskin sızılara kadar olan her
duygu bize tabiat kanunlarından ayrılmak teşebbüsünde bulunduğumuzu ihtar eder.
Fakat vicdanî hükümlerin ıstıraplı neticeleri olduğu gibi, insanları tekâmül
yolunda hızlandırıcı tesirleri bakımından büyük faydaları da vardır. Ve işte
onun içindir ki, bu ıstıraptan ve onun nimetlerinden mahrum kalan hayvanlık
âlemi, tekâmül yolunda insanlara nazaran daha ağır yürür.
Fakat bu hâl geri bir insanlık durumunun
neticesidir. İnsanüstü varlıklar hâline yükselmiş ruhlarda, uzun cehitlerle
kazanılmış veya daha doğrusu inkişaf ettirilmiş vicdandan daha yüksek melekeler
tezahür etmiştir. Ve bu melekeler, onları böyle muvaffakiyetsizlikle
neticelenecek maddî mücadelelerden kurtarmaya yarayacaktır. İşte dünyaya tekrar
gelişler, bu melekeleri kazanabilmemize yardım eder.
Dünyadaki tecrübeden maksat, maddelerden
tiksinmek ve hadiselerden kaçarak itikâf hayatına girmek değildir. Bunun aksine
olarak maddeleri gaye ittihaz edip (kabul edip) onların geçici hadiselerine
tapmak da değildir. Dünyadaki maddeler tekâmülün vasıtasıdır. Bu bakımdan onlara
bağlanmak ve onların doğurduğu hadiselerden kendimizi uzaklaştırmamak
zorundayız. Fakat maddeler tekâmülün gayesi değildir. Bu da onlara ancak
muayyen gayeler uğrunda ve o gayelerin tahakkuku için bağlanmamız lazım
geldiğini gösterir. Dolayısıyla insan, dünyada iyi gördüğü mümkün olan her
teşebbüse girişecektir ve girişmelidir. Hata ihtimallerini düşünerek
hadiselerden kaçmak bir gerilik alametidir. Ama hatalı yollara bile bile ve
bilhassa kötü niyetlerle de sapmamak lazımdır. Yani hata yapmamak niyetiyle,
hatadan korkmaksızın iyi maksatlar uğrunda teşebbüslere girişmek gerekir.
Şu halde doğru yolu bulmak, iyi
insan olmak, tecrübelerimizi dünyada muvaffakiyetle bitirmek, hülasa tekâmül
etmek için hiçbir ahlâk hocasına lüzum yoktur.
Dolayısıyla
neo-spiritüalist görüşüyle ben, okuyucularıma birtakım faziletlerden,
meziyetlerden ve ahlâk güzelliği numunelerinden bahsedecek değilim. Bunlarla
hiçbir okuyucumun ruhî ihtiyacını tatmin etmiş olmayacağımdan eminim. Ve bu işi
bu yoldan başaracak herhangi bir ahlâkçının mevcut olabileceğine de kani
değilim. insanın ahlâk hocası, dışında değil, kendi içindedir.
Sevgili
okuyucular, çok konuştum ve ihtimal hatalarım oldu. Ben bir insanım ve - her
insan gibi - hatadan masun (korunan, korunmuş) değilim. Fakat bütün sözlerimde
samimi oldum. Müşahede ettim, düşündüm, duydum ve inandım. Sizlere de müşahede
ettiğim gibi, düşündüğüm, duyduğum ve inandığım gibi yazdım. Bunlar benim
realitemdir, bu günkü realitem. Belki yarın değişir. Fakat ne zararı var?..
Hayat ebedîdir!..
EK
3: NEO-SPİRİTİZM HAKKINDA MEB’E YAZILAN RAPOR[2]
İnsanlık
için yeni bir çağ olan, ‘Bilgi Çağı’nın en önemli vazifelilerinden, Üstat Dr.
Bedri Ruhselman’ın, en büyük arzularından birisi, sanırız, ülkemizde, dünyanın
birçok ülkesinde olduğu gibi, bir ‘Parapsikoloji Kürsüsü’ kurulmasıydı.[3] 21 Ağustos
1952’de, Ruhselman, Millî Eğitim Bakanlığı’nın isteği üzerine, ‘Tecrübî
(deneysel) Spiritüalizma (spiritüalizm)’ hakkında bir ilmî rapor hazırlamış ve
göndermişti. Böylece konunun üniversitede tetkiki için çok önemli bir adım
atılmıştı. Ancak ne yazık ki, bugüne kadar bu konuda bir gelişme
kaydedilememiştir. Bu rapor orijinal olarak aşağıdadır:
Konu:
Tecrübî
Spiritüalizma
Muhatap:
Millî
Eğitim Bakanlığı
Tarih:
21
Ağustos 1952
Özet:
Psişik
ve metapsişik ilim mevzularının üniversitede tedrisi hakkında rapor.
1846
senesinden beri yeni ve eski dünyalarda takip edilmekte olan tecrübî
spiritüalizma mevzuları, diğer bütün ilmî mevzular gibi, birçok münakaşa ve
mücadeleye yol açtıktan sonra, bugün, ciddî bir ilim mevzuu hâline gelmiş
bulunmaktadır.
Tecrübî
spiritüalizma: Süptil tabiat hadiselerinin ve
insan ruhunun şimdiye kadar dokunulmamış taraflarını kurcalayan ve dünya
kuruldu kurulalı insanlara ilham, irşat ve ifşa yolları ile gelmiş bir sürü
ilâhî yardımları, açık ve bugünkü insan zekâsının ve ilmî anlayışının ihata
edip kabullenebileceği tarzda, objektif ve sübjektif yollardan ve tecrübe yolu
ile manâlandıran ve kıymetlendiren müspet bir ilim, felsefe ve ahlâk yoludur.
İlimde
tecrib (tecrübe, deney) ve müşahede esas olduğuna göre, sırf müşahede ve
tecrübe üzerine müesses (kurulmuş) olan, psişik ve metapsişik de denilebilen,
tecrübî spiritüalizmanın da ilmî bir hüviyete malik olması lazım geldiğini
inkâr etmek, ilmî şiara uygun düşmese gerektir kanaatindeyiz. Bu fikirler, asrımızın
müspet ilim sahasında büyük muvaffakiyet göstermiş bazı büyük âlimlerinin de
kabul ve itiraf eyledikleri bir hakikatin ifadesidir. Bu maruzatıma
(açıklamalarıma) ilmî birer hüccet (delil, şahit) olmak üzere, bu âlimlerden
bazılarının birkaç sözünü - kendi orijinal eserlerinden iktibas (alıntı) ederek
- arz ediyorum:
Sir
William Crookes: 1832-1919, bu zat Londra
Kraliyet Akademisi azasından, dünya çapında büyük keşfiyatı (thallium’un
kâşifi, radyometre ve Crookes tüpünün vb. mucidi) ile temayüz (kendini
gösterme) etmiş, İngiliz kimyagerdir. Mehazım (kaynak) olan eser; Phenoenes
de Spiritualisme (Paris, Edition de la B.P.S. 1923):
“Maddî
sebepleri belli olmayan, bazı gürültüler ve eşyaların, temas vaki olmadan kendi
kendilerine hareketleri gibi, hâlen malum fizik kanunlarının hiçbirisi ile izah
olmayan tezahürleri bizzat müşahede ettim. Ve bunların, bugün, en basit birer
kimya hadiseleri kadar, hakikî birer vakıa olduklarına kati surette kanaat
getirmiş bulunuyorum. Bu husustaki kanaatim, çok uzun süren bir araştırma
neticesinde elde ettiğim müşahedelere müstenit ilmî bir tetkik mahsulüdür.
(Sayfa: 2)”.
“İtiraf
ediyor ve acı duyarak hayretle beyan ediyorum ki, ilim adamları, tecrübî
spiritüalizma vakıalarının mütalaası bahsinde bir uyuşukluk ve çekingenlik hâli
içindedirler. Birkaç âlimi bir araya getirerek bu vakıaları ilmî yollarda
tetkik etmeyi çok özlediğim halde, böyle bir komitenin kurulamayacağını kısa
bir zamanda anladım. Ve bundan sonra bu işi tek başıma yapmaya karar verdim.
(Sayfa: 25)”.
“Bütün
eserlerimi ve makalelerimi okuyanlar, ruhî kudretlerin tezahürlerine ait,
önlerine koymuş olduğum vakıaların doğruluğuna ve bunların, yalnız hakikati
tebarüz ettirmek için, ciddiyetle yapılmış birer tecrübe mahsulü olduklarına
muhakkak surette kani olurlar zannındayım. (Sayfa: 33)”.
“Burada
ne bir faraziyeden, ne de bir nazariyeden ibaret şeyleri değil, ben hakikî ve
kati vakıaların mevcudiyetini gösteriyorum.
Bunlardan şüphe edebilirsiniz. Fakat inkâr yoluna sapmayınız. Takdim ettiğim bu
müşahedeleri en sıkı bir tenkitçi gözü ile inceleyebilir ve onun zayıf, hatalı
noktalarını araştırabilirsiniz. Fakat bizim bu husustaki müşahedelerimizin,
kablî (peşin) hükümlerle birer yalan ve hayal mahsulü olduğunu söylemekte acele
etmeyiniz. Tecrübelere girişiniz. Benim gibi büyük bir sabır ve ihtimamla
psişik ve metapsişik vakıalar üzerinde durarak incelemeler yapınız.
Eğer
bunu yaptıktan sonra müspet neticeler alamazsanız, bu muvaffakiyetsizliğinizi
derhal ilân ediniz. Aksi halde (bir sonuca varırsanız) ‘edebî namus şeref
kanunu’ bu hakikati kabul etmeye sizi sevk eylemelidir. (Sayfa: 36)”.
Prof.
Sir Oliver Lodge: 1851-1940, bu zat iyon ve
elektrik bahislerindeki keşifleriyle (yıldırımı, elektromanyetik dalgaları ve
telsiz telgrafı araştırmıştır) şöhret kazanmış bir İngiliz fizikçidir. Aynı
zamanda kendisi İngiliz Kraliyet Akademisi azasındandı ve Birmingham
Üniversitesi rektörü idi. La Survivance Humaine isimli eserinden:
“Yarım
asırdan beri süren süper normal psikolojik hadiseler, yalnız amme (halkın)
dikkatini çekmekle kalmamış, müspet ilim şubesinde büyük birer otorite olan,
aklı başında âlimlerin de alâkasını çekmiştir. Bilhassa bu vakıaların tetkiki
için büyük âlim ve ediplerden (edebiyatçılardan) kurulmuş olan Londra Ruhî
Araştırmalar Cemiyeti, 28 seneden beri müspet faaliyetler göstermektedir.
(Sayfa: 2-3)”.
“Ruhî
ve psişik vakıalar, alelade fizik sistem içinde mütalaa edilmezler. Onun
içindir ki, mesela, hiçbir temas vaki olmadan, eşyaların kendi kendine hareket
etmeleri veya uzaktan tesir yapmaları gibi vakıaları bir fizikçinin inkâr
etmeye hakkı yoktur. Zira ancak ziya, ses, elektrik, mıknatısiyet vs.
hadiselerinden bahsetmek onun kompetansı (bilgi ve uzmanlığı) dâhilindedir.
(Sayfa: 22)”.
“İnsanın
şahsiyeti ve zekâsının faaliyeti, ölümden sonra yalnız devam etmekle kalmaz,
aynı zamanda dünyada kalan insanlarla muvasala (ulaşma, erişim, görüşme) haline
geçmek ister. Ve bunda muvaffak da olur. Bu neviden olan vakıaların en iyi ve
basit izahı ancak bu şekilde yapılabilir. (Sayfa: 252) ”.
“Ben
şunu tamamen tespit etmiş bulunuyorum ki, beden dışındaki ruhlarla biz insanlar
arasında görüşmek mümkündür. (Sayfa: 261)”.
'“Dünyada
görüşmelerin, hâlihazırda yaşayan insanların birbirleriyle görüşmelerinden
ibaret kalmayacağını düşünmek imkânını bize veren deliller mevcuttur. Bunlar,
başka âlemlerdeki varlıkların hayat şartları hakkında şayanı itimat bilgiler
vererek, bizimkinin fevkinde bir ilmi ve kudretleri kullanmamıza imkân
vereceklerdir. (Sayfa: 262)”.
“İngiliz
Taharriyatı (araştırmalar) Ruhîye Cemiyeti’nde yapmış olduğumuz tecrübelerin
neticesinde şunu keşfetmiş oluyoruz ki, bazılarımızca çok iyi tanınmış olan
müteveffa dostlarımızdan Prof. Gurney’in, Myers’in ve Hodgson’un ruhları,
muhtelif medyumlar vasıtası ile bulundukları âlemde yaşamakta devam
ettiklerini, ısrarla bize söyleyerek, anlatmak için faal bir rol oynamışlardır.
Ve şunu da keşfetmiş oluyoruz ki, bu âlim dostlarımızın ruhları, hayatlarına
ait sorduğumuz hususî suallere müspet cevaplar vermektedirler. Biz bu kanaate
ne kolayca, ne de çabucak varmış değiliz. Hatta mutat hayatımızda telefonla
veya daktilogramla, karşılaştığımız dostlarımızın şahsiyetlerine bizi
inandırmaya kâfi gelebilen, mahrem hususiyetlerine ait bilgileri bu
dostlarımızın ruhlarından fazlası ile aldığımız hâlde, bunları bile yeter
derecede saymıyor, daha kati deliller arıyorduk. Ve işte ancak bu delilleri
elde ettikten sonradır ki, dostlarımızın ruhları ile konuştuğumuza kanaat
getiriyorduk. (Sayfa: 264)”.
Raymond
Revised (Methuen Co. Ltd. London, 1940) isimli
eserinden: “Süpernormal görüşmeleri (ruhlarla görüşmeleri) ispat eden
gayretler, yalnız hissimizden gelmiyor. Bu görüşmenin doğruluğunu, ilmî alâka
ve vazifeye müteallik gayemiz ispata yardım ediyor. İşte böylece gerek ben ve
gerek diğerleri, uzun bir sabırla yaptığımız devamlı cehitler neticesinde elde
edilen tecrübî neticelerden sonra, bu görüşmelerin doğru birer vakıa olduğuna
kanaat getirdik. Ben şahsen yaptığım tecrübeler neticesinde, yalnız hissimi
kullanarak değil, zekâmı ve ilmî gayemi rehber edinerek, ruhlarla konuşmanın
mümkün olduğunu tasdik ediyorum. Gerçi, ölümden sonra ruhların yaşamakta
olduklarını, benim tecrübelerimden evvel, hâlen öbür âlemde bulunan Taharriyatı
Ruhîye Cemiyeti azasından müteşekkil zevat ile Myers ispat etmişlerdi. Fakat
evvelce ispat edilmiş olan bir şeye yeni delilleri eklemek, eskilerin kıymetini
azaltmaz. (Sayfa: 13-14)”.
Frederic
William Myers: 1843-1901. Bu İngiliz âlimi, 30
senelik devamlı ve (kendisinin de dediği gibi) sabırlı bir çalışmadan sonra,
Walworth’da vermiş olduğu bir konferansta şu sözleri söylemiştir:
“Ben
şu fikirde karar kılıyorum ki, öldükten sonra insan ruhunun bekası, ilim tetkik
yolları ile basit olmuş bir hakikattir (J. Meyer, La Mort, Paris 1922, Sayfa:
57)”.
Prof.
Cesar Lombroso: 1836-1909, İtalyan, doktor ve
kriminolojist. Bu zat Turin Üniversitesi’nde psikiyatri profesörü ve aynı
zamanda meşhur İtalyan kriminalisti idi. Hypnotisme et Spiritisme (E.
Flammarion, Editeur Paris, 1919) isimli eserinden:
“Hayatını
akıl hekimliği ve cinsi antropoloji (kriminal antropoloji) ile geçirmiş, benim
gibi bir insanın spiritizma hakkında kitap yazdığını gören en iyi dostlarım,
şimdiye kadarki mesaimle kazanmış olduğum ilmî şöhreti kaybedeceğimden endişe
ederek, bana itirazda bulundular. Buna rağmen bu sahada çalışmayı, ben bir
vazife telakki ederim. Gerçi dostlarım bu itirazlarında haklı idiler. Zira ben
de bir vakitler onlar gibi düşünüyordum. O zaman spiritizmanın, Monisma
(monizm)[4] ile kabili
telif olmadığını sanıyordum. Fakat radyoaktivite gibi, son ilmî keşiflere de
munzam (ek) olarak ortaya konan deliller, spirit hadiselerine dair evvelce
bende mevcut olan menfi kanaatleri çürüttü. Bundan başka, spiritizma ‘netaici
demonisme’ (şeytanî güçlere inanma) esaslarına muhalif olmaktan çok, uzaktır.
Şimdiye kadar yapılmış olan ve birbirini destekleyen ve tutan spiritizma
tecrübelerinin neticeleri, hiç olmazsa büyük filozofların düşünüp ortaya
koydukları fikirler derecesinde ve onlar kadar otoriteye sahip birer kıymet arz
etmektedir (Sayfa: 5-6)”.
“Resmi
ilim adamları öbür âlemin tesirlerine ait, izah edemedikleri mevzuları ya
gizlemeye veya inkâr etmeye mütemayil bulunuyorlar. Bununla beraber ben,
onların itibar nazarlarından düşmeyi de göze alarak, şunu tekrar etmekte asla
tereddüt göstermem ki, ölmüş insan ruhlarının müdahalesinin vaki olduğu kabul edilmeden,
spiritizma tecrübelerinde vukua gelen hadiseleri yalnız orada hazır
bulunanların veya medyumların kendi kudretleri ile izah edebilmek asla mümkün
olmaz (Sayfa: 175)”.
“Bütün
tetkik ve müşahedelere nazaran, spiritizma celselerinde görünen ruhların
hayalleri, yalnız bedenin küçük bir kısmının kısa bir müddet zarfında görülerek
kaybolmasından ibaret bir hadise olmayıp, hatta bütün bir bedenin senelerce
kendisini insanlara göstermesi şeklinde de vukua gelmektedir. Bu o kadar canlı
bir tezahürdür ki, o sırada bu fantomların ağırlıkları, hararet dereceleri
ölçülebiliyor, nabızlarının daraban (vurma, çarpma) adetleri sayılabiliyor,
şehik (soluk alıp verme) ve zefir (göğüs geçirmek, hıçkırıkla nefes verme)
havalarının kimyevî tahlil ve tetkikleri yapılabiliyor. Bundan başka,
fantomların ruhî karakterleri, şefkat ve merhamet dereceleri, cesaretleri,
kahramanlıkları ölçülüp takdir edilebiliyor ve nihayet bu ruhların
fantomlarının[5], medyumla
birlikte fotoğraflarını da tespit etmek mümkün oluyor (Sayfa: 182)”.
“Ruhların
faaliyetlerine ait vakıalar o kadar çoktur ki, onların sentetik bir
reconstruction’ını (yeniden inşasını) yapmak bizim için mümkün değildir. Ruhlar
bazen nurlu bir şekilde görünürler. Sir W. Crookes ve Ch. Richet, ruhların
(fantomlarının) tıbbî muayenelerini yapmışlar ve hararet derecelerinin normal
bir insan derecesinde olduğunu, şiryan (atar damar, nabız) adetlerinin de gene
normal bir insan adedine müsavi olduğunu, teneffüsleri ile normal miktarda asit
karbonik çıkarttıklarını tespit etmişlerdir. Fantomların ilk teşekkülleri, ziya
neşreden bir bulut hâlinde vaki oluyor. Fantomlar, beyaz ve çok ince bir
nesiçle[6] örtülü
bulunuyor. Bazen bu örtü çift, hatta üç katlı ve hatta dört katlı oluyor. Ben
bu husustaki şahsi çalışmalarım sırasında, teşekkül olan fantomun ağırlığı ile
medyumun ağırlığı arasında şayanı dikkat mukayeseler yaptım. Ani ölümle ölmüş
olan bazı insanların evlerinde bu ruhlar gürültüler çıkarabiliyorlar veya
birtakım hareketler hâsıl ediyorlar. Ve nadiren de kendilerini gösteriyorlar.
Fantomlar şiddetli ışık altında eriyorlar. Ellerine dinamometre verildiği zaman
bu aleti elleri ile o kadar kuvvetli sıkabiliyorlar ki, aletin müşiri
(göstergesi) 80 hatta 110’a kadar çıkabiliyor. Nakli mekân (ışınlanma)
kabiliyetleri pek fazladır. Yapılan bir tecrübede bunların sürati 15 dakikada
45 km. olarak tespit edilmiştir. Fantomlar konuşurlar. Bazen de eskilerin
hitabelerini andıran birtakım sembolik ifadeler kullanırlar. Her ruhun
kendisine göre hususî bir ifade tarzı vardır (Sayfa: 273-290)”.
Prof.
Charles Richet: 1850-1935, bu zat Paris Tıp
Fakültesi fizyoloji profesörü ve Enstitü üyesi, tıpta şekersiz diyabet hâlinin
izahının yapılmasına yardım eden, beyindeki bir merkezi bulan bir Fransız
âlimidir. Anafilaksi (serum hastalığı) fenomenini keşfetmiş, 1913’de Nobel
Fizyoloji ve Tıp Ödülü’nü almıştır. Traite de Metapsychique (Libraire
Felix Alcan, Paris, 1923) isimli eserinden:
“Kâinatta,
hislerimizi tahrik eden ve realiteler hakkında bize bilgiler veren öyle
kuvvetler vardır ki, mutat duygularımız bunlara cevap veremez. Bu, nazariye
değil bir vakıadır. Bir vakıanın izah edilmemiş olması ve bir nazariye ile
ifade edilmemesi, onun olmamasını neticelendirmez. Bilakis ben iddia ediyorum
ki, metapsişik vakıalar fizyolojide inkılâp yapacak fevkaladeliğe haiz bir
yeniliktir. Bu vakıaların bundan da ileriye gitmeyeceğini kim bilir? Bu öyle
büyük bir yeniliktir ki, psikoloji dahi bunun karşısında kökünden değişecek ve
tadile uğrayacaktır. Biz şimdi, bundan doğacak neticeleri takdirden aciziz.
Hülasa sübjektif metapsişik, ilmin kadrosuna kati olarak nüfuz etmiştir (Sayfa:
7)”.
“Hissî
kablelvukuular (içe doğuşlar), telepatiler, temas vaki olmadan eşyanın kendi
kendine hareketleri, hayallerin maddî olarak görünmesi, bazen ziyaların havada
gene kendi kendine zuhura gelmesi; klor, cıva ve güneş gibi kör kuvvetler ve
maddeler hâlinde tezahür etmiyor. Bunlarda maddenin şimik (kimyasal) ve mekanik
hadiselerine bağlı kör ve atıl bir karakter yoktur. Bütün bu hadiselerde bir
zekâ eseri, bir maksat görünmektedir. Fakat ne olursa olsun, bunlar insanda
görünen maksat ve iradeye müşabih (benzer) birtakım maksat ve irade tezahürleri
arz ediyorlar. Belki bunlar insanın kendisinden çıkmamaktadır (yani dışarıdan
gelmektedir). Zekâ, yani intihap (seçme, kavrama) kabiliyeti, maksat, meçhul
herhangi bir iradeye göre verilmiş bir karar. İşte, metapsişik hadiselerin
bütün mümeyyiz (iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı ayıran) vasfı bunlardır.
Sübjektif metapsişik, canlı ve cansız maddelere ait kanunlardan hiçbirini
değiştirmeye lüzum bırakmadan izahı kabil olan zihnî hadiseden bahis bir
ilimdir. Objektif metapsişik ise, evvelkinin aksine öyle mihaniki (düşünmeden,
mekanik) tezahürler arz eder ki, bunları elde mevcut alelade mekanik kanunları
ile izah mümkün olmaz. Mesela eşyanın, hiçbir temas vaki olmadan kendiliğinden
hareketi, tekinsiz evlerdeki hadiseler, hayallerin maddileşmiş fantomları,
havada kendiliğinden peyda olan sesler, ziyalar vs. gibi (Sayfa: 2-4)”.
“Metapsişiğin
de diğer bütün müşahede ilimlerinde olduğu gibi rivayetleri ve her nevi vesaiki
mevcuttur (Sayfa: 12)”.
“Şurası
katidir ki, hayallerin maddileşmesi medyumlara ve daha bilmediğimiz diğer
şartlara göre değişir. Umumiyetle bunlar evvela bulanık bir kütle halini arz
ederler. Az çok şekilsizdirler. Ve bazen de ancak görülecek kadar şeffaftırlar.
Bununla beraber gene bu hâlde iken bunlara el ile dokunulabilir. Ve gene bu
hâlde iken bunlar dışarıda bazı mihaniki tesirler yapabilirler. Bazen de
ektoplazma[7] [8] dediğimiz
hayallerin bu maddî cevherleri uzuvların şekillerini alabilir. Bu uzuvlar, ilk
teşekkülleri anında çok nazik ve incedirler. Yavaş yavaş tam formunu alırlar.
Bu ektoplazma bazen de bir hamur hâlinde bulunur. Medyumun ağzından çıkar,
dışarıda bir insan yüzünü hâlini alır. Umumiyetle materyalizasyonları
(hayallerin maddeleşmesi) evvela bir taslak hâlinde peyda olur. Ve bilahare tam
bir insan şeklini alır. Başlangıçta bu uzuvların girinti ve çıkıntıları yoktur.
Tıpkı bir resim tablosuna benzer. Bazen de bütün girinti ve çıkıntısı ile tam
bir uzuv hâlini alır (sayfa: 611-612)”.
“Maddileşen
hayaller yalnız insan şeklinde olmaz. Cansız eşyalar da maddileşebilir. Mesela
elbiseler ve diğer eşya gibi. Umumiyetle fantomların üzerinde görünen elbiseler
tüldendir. Ve ekseriya beyaz renktedir. Hafif muslin11 de olur.
Muslin evvela beyaz bir bulut halinde görünür. Sonra yavaş yavaş kesifleşir ve
bazen de ışıklı olur (Sayfa: 620)”.
“El
hayallerinin maddileşmesi katiyen vaki bir hakikattir. Tıpkı yüz hayalleri gibi
el hayalleri de maddileşir (Sayfa: 621)”.
Prof.
W. J. Crawford: 1881-1920, bu zat Belfast
Üniversitesi’nde tatbikî mihanik (mekanik) profesörü idi. La Mecanique
Psichique (Payot, Paris, 1923) isimli eserinden:
“Yaptığım
bütün psişik tecrübelerdeki neticeler; masaların kendi kendilerine hareketleri,
eşyanın hiçbir el dokunmadan yerden havaya kalkarak, havada uçarak dolaşmaları,
ortada maddî bir sebep olmadan eşyada bir takım darbe seslerinin hâsıl oluşu
vs. gibi hadiseler ne medyumun, ne de celsede hazır bulunanların, ne şuurla ne
şuursuzca yapabilecekleri herhangi bir hile veya müdahale bahis mevzu olmadan
tezahür eden hakiki vakıalardır (Sayfa: 35)”.
Hatta
bu âlim müşahedelerinden o kadar emin bulunuyor ki, bunlar hakkında izah edici
bir nazariye ortaya koyuyor:
“Hülasa,
operatörler (operatör ruhlar) evvela celsede hazır bulunanların beyinlerine,
sonra da sinir sistemlerine tesir ediyorlar. Bu tesir sayesinde asabî
sistemden, küçük partiküller ve belki de moleküller ayrılıyor. Ve insanların
parmaklarından, ellerinden veya başka yerlerinden dışarı çıkıyor. Böylece
serbestleşmiş partiküller, meknî (gizli, saklı, gizlenmiş) bir enerjiye sahip
bulunuyorlar. Bu meknî kudret sayesinde partiküller, herhangi bir insanın sinir
sistemi üzerinde birtakım tesirler meydana getiriyor. Partiküllerin bu
cereyanı, celsede hazır bulunanların sinir sistemlerinde böylece dolaşıyor. Ve
dolaştıkça da kuvvet kazanıyor. Tekrar medyuma döndüğü zaman bu kudretler en
yüksek tansiyon derecesine varmış bulunuyorlar. Ve kendilerine medyumdan büyük
bir kudret daha alıp ekledikten sonra tekrar celsede hazır bulunanlara avdet
ediyor. İşte bu hâl, böylece bütün celsenin devamı boyunca gidiyor. Tansiyon
derecesi kâfi miktara yükseldiği zaman cereyan duruyor. Ve bütün partiküller
medyumun sinir cümlesinde toplanıyorlar. İşte ruhlar, tansiyonu kâfi derecede
artmış olan bu partiküllerin tesirlerinden faydalanarak medyumun bedeninden
kaba maddeleri ayırıyorlar ve bu maddeler vasıtasıyla da dışarıda psişik
tezahürleri meydana getirebiliyorlar (Sayfa: 130)”.
“Ben,
Goligher celsesinde husule gelen psişik hadiselerin, mekanik cepheden
tezahürlerini şahsi kontrolüm altında ve kendi iradem tahtında araştırdıktan
sonra, bu vakıaların doğruluğuna inandım. Şunu da ispat edebileceğime kani
bulunuyorum ki, bu hadiseler, normal adale kuvvetinin dışında ve adale ile
yapılabilenden daha umumî ve geniş bir kategoriye ait vakıalardır (Sayfa:
163)”.
Dr.
Eugene Osty: 1874-1938, Milletlerarası
Metapsişik Enstitüsü başkanı. La Connaissance Supra-Normale (Libraire
Felix Alcan, Paris, 1925) isimli eserinden:
“Bu
kitabı neşretmekle, Fransız ilim güzidelerinin dikkat nazarını supra- normal
hadiseler üzerine çekmek istiyorum. Ben şöyle düşünüyorum ki, irade ile tekrar
tecrübesi mümkün olan ve tecrübe neticesinde toplanmış bulunan müşahedeler ve
bu müşahedelere dayanan vakıalar, kısa bir zamanda psikolojinin hududunu
harikulade bir süratle genişletecektir. Hiçbir akıllı ve münevver insan,
hayatının en harikulade ve insan varlığının en mühim bir realitesini şahsi
tecrübelerle tetkik etmekten kendisini alıkoyamaz. Ben öyle tasavvur ediyorum
ki, düşünce fonksiyonunun psiko-fizyolojik izahında çok yavaş ve sathî bir
ilerleme kaydedebilmek için maharetle ve uzun zaman sarf eden üniversite
psikologları, şimdiye kadar meşgul oldukları sahaların ehemmiyetini çok geride
bırakan, bu para-normal ruhî hadiselerin varlığını tahkik etmek için büyük bir
istek göstereceklerdir (Sayfa: 9)”.
Raporumun
uzamaması için, daha diğer birçok âlimin psişik ve metapsişik mevzular
hakkındaki ve lehindeki mülahazalarına ait vesaiki (belgeyi) arz etmekten
çekiniyorum. Yalnız son olarak 1922-1923’de Paris’teki Milletlerarası
Metapsişik Enstitüsü başkanı Dr. G. Geley idaresinde tertip edilmiş olan, 34
Fransız ve yabancı ilim adamından müteşekkil ilmî bir tetkik komitesi
imzalarını havi bir raporu da bir vesika olarak takdim etmek istiyorum. Bu
vesika, metapsişik ve psişik hadiselerin doğruluğunu ilim adamlarının resmen
kabul etmiş olduklarını ve binaenaleyh resmî ilim müesseselerinden bu
vakıaların tetkiki icap ettiğini göstermektedir. Bu vesikanın nasıl ve kimler
tarafından hazırlanmış olduğunu asıl mehazından iktibas ettiğim yazılarla (34
âlimin imzasını taşıyan raporun suretini) arz ediyorum:
Dr.
Gustave Geley: 1865-1924, Milletlerarası
Metapsişik Enstitüsü başkanı. L’Ectoplasmie et La Clairvoyance (Libraire
Felix Alcan, Paris, 1924) isimli eserin yazarı. Kitabının isminden de
anlaşılacağı gibi, Dr. Geley, ektoplazma ve durugörü konularında araştırmalar
yapmıştır. Dr. Geley söz konusu raporun nasıl hazırlandığını ve deneylerin
hangi şartlarda yapıldığını anlatıyor:
“Seri
halde yapılan bu celselere Parisli ve yabancı, münevver ve ilim adamlarından
mürekkep 80 kişi iştirak ettik. Ve neticede hepsi de vakıaların doğruluğuna
kanaat getirdi. Ayrıca raportör olarak ayrılan 34 mesai arkadaşımız, bütün
celselerin sonunda, müfrit (ifrat eden, haddini aşan) fikirleri ihtiva etmekle
beraber çok mutedil, fakat vakıaların doğruluğunu tasdik eden aşağıdaki raporu
tanzim etti. Bu raporda zikrolunan vakıalar, bu celselerde görülen vakıaların
hepsi değildir. Ancak bunların içinde bilaistisna herkes tarafından
görülebilmiş olanlar seçilmiş ve zikredilmiştir”.
“Bazen
Milletlerarası Metapsişik Enstitüsü binasında, bazen de intihap (seçmek, ayırıp
beğenmek) ettiğimiz arkadaşlardan birinin evinde medyum Jean Guzik ile yapılmış
olan bir seri metapsişik tecrübeye iştirak ederek, bu tecrübelerden edinmiş
olduğumuz intibaları şu şekilde hülasaten tespit ediyoruz:”
Medyumun kontrolü: Medyum,
en aşağı (en azından) içimizden iki kişinin huzuru ile celseden evvel tamamı
ile soyundurulup kendisine cepsiz bir pijama giydirildikten sonra celse odasına
sevk edilmiştir. Celselerin devamı boyunca, mütemadi olarak, iki tarafında
mücerriplerden (tecrübe eden, gözlemci) iki kişi oturuyordu. Bu murakıplar
(teftiş ve kontrol eden kimse), elleri ile medyumun kendi taraflarında bulunan
elinin küçük parmağını sımsıkı tutuyordu. Bundan başka ayrıca murakıbın sağ eli
medyumun sol eline ve soldaki murakıbın sol eli medyumun sağ eline ince bir
kurdeleyle bağlanıyor ve mumlanarak I, M, I mührüyle mühürleniyordu. Öyle ki,
medyumun elinin serbest kalabilmesi için muhakkak bu kurdelenin kesilmesi
lazımdı. Hepimiz görüyorduk ki, bütün celsenin devamı boyunca medyum tamamen
pasif hâlde kalıyordu. Metapsişik mühim hadiseler vukua gelmeye başlayınca
medyumun vücut ve elleri titremeye başlıyordu. Fakat bundan başka, onun
vücudunda en ufak bir şiddete bile hiçbir hareket görülmüyordu. Yalnız ileride
zikredeceğimiz bazı hadiselerin, hâzırun (hazırlayan, celsede hazır
bulunanların tümü) tarafından müşahede edilebilmesini kolaylaştırmak için,
medyum, ara sıra elini bağlı bulunduğu yanındaki murakıbın eli ile birlikte
arkaya doğru götürüyordu.
Hâzırunun kontrolü: Celsenin
devamı boyunca bütün hâzırunun elleri zincirvari olarak birbirine bağlı
bulunuyordu.
Salonun kontrolü: Celseden
evvel salonun kapıları kapatılarak içerden kilitleniyordu. Aynı zamanda da
kapılar bağlanarak mumlanıyor ve birimiz tarafından imzalanarak mühürleniyordu.
Hatta ocağın önündeki perde ve pencereler de aynı şekilde kapatılıyor ve
mühürleniyordu. Oda da, evvelden hiçbir yabancının saklanabilmesine müsait
olmayacak şekilde sade ve basit olarak döşenmiş bulunuyordu. Bir sahtekâr
tarafından oda döşemelerinin celse esnasında kaldırılarak dışarıdan aramıza
karışması düşüncesini bertaraf etmek için de ayrıca şu tertibat alınmıştı:
Her celseden evvel, diplomalı bir mimar
tarafından celse odası uzun uzadıya muayeneye tâbi tutuluyor, tavan, döşeme ve
duvarın normal durumda oldukları tespit ediliyordu.
Her celseden evvel, döşemelerin üzerine
ince rendelenmiş tahta tozu dökülüyordu. Ta ki, celse esnasında şayet döşeme
tahtalarından biri aşağıdan itilerek kaldırıldığı takdirde celse sonunda belli
olsun. Fakat celse sonunda böyle bir şeyin vukuuna dair hiçbir emare tespit
edilemiyordu.
En müspet celseler, çok itimat ettiğimiz
âlim arkadaşlarımızdan dört kişinin (Prof. Ch. Richet, Prof. Guneo, Dr. Bord,
Dr. Bour) evinden birisinde yapılmış bulunuyordu. Bütün bunlara rağmen netice
daima müspet çıkıyordu.
Hadiseler: Hâlihazırdaki
ilmî bilgilerle izahı mümkün olmayan birçok hadiseleri müşahede ettik. Bu
hadiseler arasında bazıları, bütün celselerde görülmüyordu. Mesela, alçıda
kendiliğinden peyda olan birtakım izler veya havada kendiliğinden hâsıl olan
ışıklar ve bu ışıklara refakat eden birtakım temas hisleri ve gürültü halinde
sesler gibi. Bundan başka, bazı hadiseler de bütün mücerripler tarafından
görülememişti. İşte, çok mühim olmalarına rağmen, bu hadiseleri, müşterek olan
bu raporumuzda zikretmedik. İhtiyati bir kayıtla çıkardığımız bu hadiselerden
başka, hepimiz tarafından görülen ve kanaat getirilen hadiseleri iki gruba
ayırarak kaydediyoruz:
Muhtelif eşyaların hiçbir kimse tarafından
dokunulmadan kendi kendilerine hareket edip yer değiştirmeleri. Bu yer
değiştirme, bazen geniş bir saha dâhilinde vaki oluyordu. Yani eşyalar 1,5
metrelik bir saha dâhilinde yer değiştiriyorlardı. Bu sırada herhangi bir
hafıza aldanışına veya bir halüsinasyona kurban gitmemek için bu eşyalar
yapıştırılmak suretiyle evvelden muayyen yerlere tespit edilirdi.
Murakıpların kollarına, başlarına,
sırtlarına birtakım temaslar vaki olurdu. Bunlar çok sık görülüyordu. Bazen
celse sonunda, medyum henüz trans hâlinden kurtulmadan elini, kendisine bağlı
bulunan murakıbın eli ile birlikte arkaya doğru uzatırdı. O zaman murakıbın
kolunu arkada bulunan biri yakalardı.
“Biz
burada daha fazla izahata girişmeksizin sadece şunu tasdikle iktifa (yeter
saymak) ediyoruz ki, medyum Jean Guzik tarafından husule getirilen metapsişik
hadiseler, ne ferdî veya kolektif illüzyon veya halüsinasyon nazariyesi ile, ne
de herhangi bir hile veya hokkabazlıkla izah edilemez.”
Bu
rapora imzalarını atan tetkik komite azaları:
Prof.
Dr. Bernard Guneo: Paris Tıp Fakültesi cerrahi ve
klinik şefi.
Camille
Flammarion: Fransız Astronomi Cemiyeti’nin
banisi (kurucusu) ve başkanı, Juvisy Rasathanesi müdürü.
Dr.
Fontoynont: Paris hastaneleri eski interni,
Madagaskar Tıp Mektebi müdürü.
Dr. Gustave Geley: Paris
hastaneleri eski interni (çalışanı), Tıp Fakültesi Laureat’sı (tez birinciliği
mükâfatı).
Comte Arnaud de Gramont: İlim
doktoru, Fransa Enstitüsü azası.
Dr. Humbert: Kızılhaç
Hıfzıssıhha Servisi başkanı.
Dr. Lassabliere: Paris
Tıp Fakültesi Laboratuvarı başkanı.
Prof. Emmanuel Leclainche: Fransız
Enstitüsü azası, umumî müfettiş, Ziraat Nezareti Sıhhat Servisi başkanı.
Prof. Sir Oliver Lodge: İngiliz
Krallık Cemiyeti azası, fizik âlimi.
Prof. Mestre: Paris
Hukuk Fakültesi profesörü.
Dr. François Moutier: Paris
hastaneleri sabık interni.
Dr. Eugene Osty: Metapsişik
Enstitüsü başkanı.
Marcel Prevost: Fransız
Akademisi azası.
Prof. Charles Richet: Paris
Tıp Fakültesi fizyoloji profesörü, Fransız Enstitüsü ve Akademisi azası.
Dr. Jean Charles Roux: Paris
hastaneleri sabık interni.
Prof. Santoliquido: Milletler
Cemiyeti nezdinde Kızılhaç delegesi.
Prof. Valley: Devlet
Sıhhat Araştırmaları Laboratuvarı başkanı.
Dr. Benjamin Bord: Paris
hastaneleri sabık interni.
Dr. Bour: Malmaison
Sıhhat Evi müdürü.
Dr. Stephen Chauvet: Paris
hastaneleri sabık interni.
Kaptan Despres: Politeknik
Mektebi mezunu.
Paul Gimisty: Edip,
Petit Parisien Gazetesi yazarı.
Georges: İlim
lisansiyeri, mühendis (E.S.E).
Jacques Haverna: Dâhiliye
Nezareti Şifre ve Fotoğraf Servisi başkanı.
D. Hericourt: Depeche
de Toulouse Gazetesi müdürü.
Komutan Keller: Mareşal
Fayolle’nin Erkânı Harbiyesi
Michaux: Yollar
ve köprüler umumî müfettişi.
Rene Sudre: Edip.
Joseph Ageorges: Edip.
Bayle: İlim
lisansiyeri, Polis Müdürlüğü’nde Adlî Tahkikat Servisi şefi.
Dr. Rehm: Edip.
Dr. Bourbon: Paris
hastaneleri sabık interni.
Pascal
Forthuny: yazar, durugörü medyumu
Dr.
Laemmez: Paris hastaneleri eski interni.
İlh.
Sayfa 204-209.
Bu
imzaların fotografisi[9] mezkûr
kitabın (L’Ectoplasmie et La Clairvoyance) 308. Sayfasında mündemiçtir.
Bugünkü
dünya durumu içindeki metapsişik çalışmalar, üniversite mahafilini (toplantı
yerlerini) daha yakından ilgilendirici ve hatta üniversite bünyesine de girici
bir mahiyet almış bulunmaktadır. Bu hususta elde etmiş olduğum bazı vesaiki
yüksek makamınıza arz ediyorum. Bu vesaikin[10]
müfadına (ifade ettiğine) göre, hâlen bütün dünyada ciddi akademisyenler
arasında çok mühim şahsiyetlerin psişik ve metapsişik bahislerle doğrudan
doğruya alâkalanarak, onları ehemmiyetle takip ve hatta dersler, konferanslar,
kitaplar vasıtası ile de etrafa ve ilim mahafiline yaymaktadırlar. Ve bazı
yerlerde de artık üniversite binaları dâhilinde muhtelif şekillerde bu mevzular
tedris edilmektedir. Bunları kısaltarak şöylece arz ediyorum:
Amerika’da ‘American Society for Psychical
Research’ isminde bir ruhî araştırmalar cemiyeti vardır. Bunun başkanı,
‘College of The City of New York’un psikoloji şubesi başkanı Prof. Gardner
Murphy’dir. Bu cemiyetin hâlen 680 azası vardır. Bunların hepsi ilim adamı ve
münevver tabakaya mensup kimselerdir. Bunların içinde tanınmış olarak, bilhassa
George Hyslop ve antropolojist Margaret Mead, New York Times baş muhabiri
Waldemar Kaempfert, Duke Üniversitesi parapsikoloji (metapsişik) müderrisi
Prof. Dr. J. B. Rhine ve meşhur romancı MacKinlay Kantor gibi kimseler vardır.
Bu cemiyetin mesaisi ile Harward Üniversitesi, Philadelphia’da Pennstate
Üniversitesi, California’da Stanford Üniversitesi ve nihayet New York’ta
Columbia Üniversitesi çok yakından alâkalıdır. Ve neşriyatını takip etmektedir.
(Vesika No: 1)
Amerika’da Milwaukee’de ‘National
Spiritualist Association’ isminde, fevkalâde ilmî deliller toplayan, bir
müessese vardır. (Vesika No: 1)
Stockholm’de dört sene evvel ‘Parapsikoloji
Araştırmalar Derneği’ kurulmuştur. Bunların azaları mühendisler, doktorlar ve
profesörlerdir. (Vesika No: 2)
Gene Stockholm’de ‘Psişik Araştırmalar
Derneği’ vardır. Bu derneğin başkanı olan ve senelerden beri araştırmalar yapan
Eira Hellberg bu mevzuun üniversiteye kabulünü temin etmeye çalışmaktadır. Bu
maksatla açılan kampanya muvaffak olmak üzeredir. (Vesika No: 2)
Stockholm Yüksek Teknik Okulu profesörü
Torben Laurent, okul dâhilinde talebeleri ile birlikte parapsikoloji
(metapsişik) çalışmaları yapmaktadır. Bu mesainin resmi bir hüviyet almak üzere
olduğu anlaşılıyor. (Vesika No: 2)
Prof. Olle Holmberg psikometri mevzuunda
radyoda konuşma yapmış ve müspet görüşünü açıklamıştır. (Vesika No: 2)
Cambridge Üniversitesi’nde ruhî mevzuların
geliştirilmesi için tahsisat mevcuttur. Oxford ve Londra Üniversiteleri’nde de
bu sahada profesörler arasında faaliyet vardır. (Vesika No: 3)
Halen bu üniversitelerde, bu sahalarda
çalışan Dr. Bendit, Dr. S. G. Soal, Mühendis Kapp Pender gibi zevat vardır.
Bunlardan başka Erkânı Harbiye umumiye reisi sabıkı Mareşal Lord Dowding,
Oxford Üniversitesi’nden mantık profesörü H. C. Price, M. M. Moncrieff, A. W.
Osborn, Arthur Findlay, Duke Üniversitesi parapsikoloji profesörü Dr. Rhine,
Londra Üniversitesi profesörlerinden Dr. Hettinger ilh. gibi âlimler doğrudan
doğruya psişik ve parapsikolojik, yani metapsişik mevzuları ciddiyetle ele
almışlar, bu sahada dersler, konferanslar vermekteler ve kitaplar yazmaktalar
ve üniversitelerde muntazam konuşmalar yapmaktalar ve gene üniversitelerde
kurslar hâlinde veya dernekler hâlinde çalışmaktadırlar. Cambridge’de olduğu
gibi, bazen de temin edilmiş burslarla program dâhilinde muntazam dersler takip
etmektedirler. (Vesika No: 3)
Son asırda süratle ilerleyen ruhî bilgilere
ait çalışmalar, çok müspet bir seyir takip etmiş ve bu sırada büyük ilim
adamlarının birçok kitapları çıkmış ve bu kitaplar, tam bir ilmî hüviyet içinde
birçok mevsuk (sağlam, vesikalı, inanılır) ve ispatlı delil ve müşahedeleri
tetkik sahasına koymuştur.
Raporumla
takdim edilmiş olan vesaike dayanarak saygıyla arz etmek isterim ki, üç seneden
beri İstanbul’da resmen teşekkül etmiş bulunan, başkanı olduğum ‘Türkiye
Metapsişik Tetkikler ve İlmî Araştırmalar Cemiyeti’nin (MTİAD) de meşgul
bulunduğu ruhî sahadaki ilmî bahislerin ehemmiyeti, gün geçtikçe artan bir
alâka ile dünya ilim otoritelerinden mühim bir kısmı tarafından kabul edilmiş
ve bu sahada çalışmaların bir an evvel başlaması lüzumu hissedilmiştir. Keza,
ilişik liste ile arz ettiğim kitapların da bütün dünya ilim adamlarının en
ileride olanlarını bile meşgul edecek mevzu ve hadiselerle dolu olması, bu ruhî
mevzuların ilim sakfı (çatısı) altında ve bütün şarlatanlıktan ve
istismarcılıktan uzak bir bitarafane çalışma ile ele alınmasının ilmî bir
zaruret olduğunu göstermektedir. Bugün teknik ve bilgi hayatında bir
tenekecilik, bir ayakkabıcılık ve bir doğramacılık bile bir ciddi müessesede
çalışma mevzu ittihaz (kabul) edilirken ve buna haklı olarak bir zaruret hâlinde
bakılırken, bütün dünyayı, bir asrı mütecaviz zamandan beri şiddetle
alâkalandıran ve birçok insanın derin merakını haklı olarak tahrik eden,
bilhassa insanın kendi öz varlığı ile doğrudan doğruya ilgili ruhî mevzuların
üniversite muhiti gibi ilim ve ışık kaynağı olan bir müessesenin dışında
kalması muvafık olmasa gerektir.
Müşahede
ve tecrübe sahasına arz olunan her mevzuun elbette doğru olduğu kadar yanlış
tarafları da bulunabilir. Fakat ilim mevzuunda doğrulardan yanlışları da
ayıklamak ayrıca bir çalışmayı gerektirir. Ve bu da ancak bu işlerde kompetan
olan kimselerin yapacağı işlerdendir. Psişik ve metapsişik bahisler,
üniversitenin muhtelif şubesini, muhtelif şekil ve derslerde alâkalandırır. Bu
hususta da ayrıca emir buyurulduğu takdirde lüzumlu olan izahatı arz etmeye
hazırım.
Bütün
medeni dünyada gittikçe, günden güne üniversite bünyesine yarı resmî olarak da
girmiş bulunan ruhî mevzuların Türk Üniversiteleri’ne kabulü, yalnız birçok
Türk münevverlerini sevindirmekle kalmayacak, eldeki vesaikten anlaşıldığı
gibi, bütün dünya münevverlerinden bu yüksek mevzularla iştigal eden ilim
adamlarını da sevindirecek ve manen takviye etmek sureti ile bütün dünyanın
irfan hayatında büyük faydalar sağlayan kıymetli neticeler doğuracaktır. Ve bu
itibarla da, istikbalde büyük inkişaflar kaydedeceği muhakkak bulunan şümullü
bir ilmin salikleri arasında memleketimizde kemali iftiharla ön saflarda yer
tutmak hak ve salahiyetini kazanmış bulunacaktır. Bu imkânları memleketimize
kazandırmakta önayak olan zevatın bu husustaki çok kıymetli ve hayırlı istek ve
gayretlerini saygı ile karşıladığımı arz eder ve gene bu hususta hisseme
düşecek vazifeleri emredildiği takdirde bütün gayretimle ve icap edecek
fedakârlığı da göze alarak seve seve yapacağımı saygılarımla arz ederim.
Dr.
Bedri Ruhselman
EK 4: BEDRİ
RUHSELMAN’IN DUASI[11]
Allah’a Yakarış, Allah’ım
için...
İçimde
bir susuzluk var!.. Bu susuzluk bir hasret, bir özleyiş, bir aşk, bir ateş oldu
ve bu ateşin her alevi, sonsuz bir varlık ummanı içinden bir niyaz, bir istimdat
(medet, yardım isteme), bir teslimiyet halinde yükseldi... Bu sonsuz varlık
ummanında dünyalar, âlemler, kâinatlar ve kâinatlar. Namütenahi (sonsuz)
kâinatlar var!.. Bugün, yarın, gelecek bir gün, ebediyet. Ve ilelebetliğin
(ebedi oluşun) sonu gelmeyen ve gelmeyecek olan ebetleri var!.. Varlıklar,
kudretler, kudretlerin kudretleri olan kudretler. Ve gene, kudretlerden daha
kudretli kudretler var!.. İşte buraya gelince varlığım; büyük bir idrak
sahasından kanatlanarak, önümde perde perde açılan meçhul sırlarla dolu
aydınlıkların, her birinde binlerce mana saklı ruhnevaz (ruhu okşayan)
titreyişleri arasında yükseliyor. Ve ruhuma çarpan her ihtizaz (titreşim,
sarsıntı), ondan kopardığı bir parçayı bütün bir varlık ve yokluk ummanının Tek
Sahibi ve Yaratıcısı olan Tanrı yolunun kahraman yolcularına armağan ederken,
bu armağanı diğer kudretli yükseliş vasıtalarının yanında, kendilerine küçük
bir basamak yaparak, Rabbe doğru yükselmek bahtiyarlığına eren mesut
varlıkların sevinç ve saadet haykırışları, Allah’ın daha nurlu, daha aydınlık,
daha tarifi imkânsız güzellik, saadet ve ihtişamlarla dolu yollarının
kapılarını ruhumda, sonsuz ufuklar arkasından gelen ufuklar halinde açmaktadır.
Ve işte o zaman ben, Allah’a tam bir teslimiyeti ifade eden yaklaşma hissinin;
o anda yükseldiğini idrak ettiğim varlığımın küçüklüğünü ve hiçliğini bana
duyuran tatlı kucağında kendimi kaybediyorum.
Ey
bu namütenahi kâinatları Yaratan!..
Ey
bu ilelebetliğin sonu gelmeyen ebetlerini Vareden!..
Ve
ey bütün bu, zaman ve mekân sonsuzlukları ile ve ilelebetliğin ebetleri ile boy
ölçüşen varlıkların, kudretlerin ve bu kudretlerden daha üstün kudretli olan
sonsuz kudretlerin Yaratıcısı Ulu Tanrım!.. Seni anlayamıyorum ve asla
anlayamayacağım. Fakat Senin ilâhî ismin karşısında içimin yandığını duyarken,
bu yangının zamanı ve mesafeleri aşan kızgın alevleri, avucunun içinde tuttuğu
varlığımın her zerresini, istikameti, yeri ve ciheti mevcut olmayan, ama mevcut
olmayanı da Vareden Sana doğru bir hasret, bir özleyiş, bir aşk, bir niyaz ve
yalvarış halinde yükseltiliyor... Allah’ım onları lütfen kabul et.
Ey
Ulu Sahip!.. Özlediğim kadar duyamadığım ve doyamadığım Varlığının ruhumdaki
ateşi ile bahtiyarım. Ebedî olan bu ateşi, her an daha kızgın eyle ki,
bahtiyarlığım artsın ve son bulmasın!.. Ve Sana olan ebedî aşkım, hasretim ve
ebedî niyazım ve istimdadım; bütün beşeri hüviyetini sonsuz bir ezelde terk
ederek, sonsuz ebetlerin kucağında dinlenebilecek bir takatin eşiğine
ulaşsın!..
Ey
Allah’ım!.. Küçük varlığımı bir kâinata bedel kılan Senin Mutlak Kudretin
karşısında ben bir hiç oldum. Ve bu hiçliğimden duyduğum bahtiyarlık kâinattan
üstün saadetlerle varlığımı doldurdu. Sana nasıl hamd edeyim?.. Ve beni gark
ettiğin artsız arasız bahşedişlerinin yükseltici kollarında büyüyen varlığımın,
Sana olan şükranını hangi aciz dilimle ifa eyleyeyim?.. Borcumu ödeyebilmek
için değil, fakat emrinde olan bütün varlığımı ve hiçliğimi, Senin iradene,
Senin ilâhî Muradına teslim etmenin cavidânî hazlarını ve saadetlerini bir az
daha fazla teneffüs edebilmek için, ebediyen ahdettiğim bu teslimiyetimin
artışı son bulmasın yarabbi.
Ey
Büyük Tanrım!.. İçimdeki susuzluğun, hasretin, özleyişin, aşkın ve ateşin,
kâinatlar değerindeki saadetlere beni ulaştırmasına yol açan bu ezelî ve ebedî
teslimiyetimin bendeki idrakini lütfen arttır. Ve varlığımın ebediyeti boyunca,
ilâhî emirlerinin tatbikatına memur, bütün yarattığın varlıklara karşı faal,
fedakâr, feragatli, müşfik, merhametli, faziletli bir kulun olmak hususunda
vermiş olduğum kararı destekleyici yardımları ve sebepleri halk ederek, beni
küçük bir hizmetçin olmak bahtiyarlığından bir an ayırma.
Ey
Yaradanım!.. Bütün varlıklara ve insanlara aynı derecede ihsan buyurduğun bu
yüksek kaderi, onların da yegân yegân duyabilmeleri için, kendilerine
kudretler, yardımlar ve yardımcılar nasip et. Ve dünyanın ağarmayan karanlık
gecelerinde, ilâhî ihtişamının belki en küçük birer tecelligâhı olan
kâinatların, varlıkların ve kudretlerin coşkun seller halindeki nurlarından
habersizce, dalmış bulunduğu derin gaflet uykusundan, beşeriyeti uyandırmaya
muktedir, yüksek varlıklarını lütfen vazifelendir ve insanlara er geç mukadder
olan bu büyük saadeti, bir an evvel duymak bahtiyarlığını bağışla, Sana
yalvarırım Allah’ım.
EK 5: BİR HOCA
İLE ÖLÜM SONRASI İRTİBAT15
Çok
enteresan bulduğum bu 3 adet celseyi, giriş kısmı ve açıklamalarıyla,
Ruhselman’ın ağzından aynen aşağıda veriyorum:
Burada,
son zamanlarda kıymetli ruh rehberlerimiz tarafından 5-6 ay zarfında, bize
verilen çok öğretici mahiyetteki bir müşahedeyi okuyucularıma arz etmeden geçemeyeceğim.
Arz edeceğim müşahedenin mevzuu, dünyada iken âlim, mürşit, hoca adam
kıyafeti ile tanınmış, hatta birçok talebe de yetiştirmiş ve ihtiram görmüş bir
insanın ruh âlemindeki teşevvüş haline ve hayatına aittir. Bu varlık
dünyamızdan ayrıldığının 27nci dakikasında Metapsişik Cemiyeti’nin rehberi
bulunan kıymetli ruh dostlarımızdan ‘Şihap’ın delâleti ile celsemize sevk
edilmiştir. Bundan sonra aradan geçen kısa fasılalarla iki defa daha aynı hâl
bu varlıkla tekerrür etmiştir. Bu müşahedelerin muhtelif bakımdan
okuyucularımıza sağlayacağı bilgiler arasında bilhassa üzerinde durmakta
olduğumuz bahsi (İlâhi İrade Kanunlarının Tecelliyatı ve Mukadderat bölümü)
aydınlatıcı kısımları çok dikkate şayandır. Burada görülecektir ki, bu varlık
dünyada sadece her şeyin Allah’tan geldiğine inanmış, dinin yalnız şekle ait
ibadet kısmını yapmakla işinin bittiğini sanmış ve buna mukabil de
nefsaniyetinin ilcaları saiki ile maddi ihtiraslarının zebunu o1mak, insanlara
karşı diğerkâmca muamelelerde bulunmamak, zevk ve hevesatına kapılmak gibi kötü
hareketlerin hiç de mesuliyetli bir iş olabileceğini aklına getirmemiş ve
böylece öbür âleme göçüp -belki de Allah’tan büyük mükâfatlar bekleyerek -
gitmiştir. Fakat orada hakikatin çok acı çehresi ile karşılaşınca, kanaatlerinin
tamamile tersine çıkan bu acılıklar onu büsbütün şaşırtmış, bütün bu
musibetleri kendisine haksız yere, Allah’ın vermiş olduğuna hükmetmek gibi -o
eski cebriyeci kanaatlerin tabii bir neticesi olarak- çok kötü ve acıklı bir
duruma düşerek, Allah’a karşı isyan etmeye başlamış ve dünyada yeniden
ıstıraplı bir hayata kavuşmak mukadderini -sebebini bilmeden ve anlamadan-
kabul etmek zorunda kaldığını itiraf etmiş, fakat ne yazık ki, büyük ve kendisi
için çok hayırlı sebeplere dayanan ve geçmiş hayatının yanlış hareketlerinin
tashihine matuf zaruri bir netice olan, bu tekrar bedenlenme halini de -kendine
göre- adaletsizce ve Allah tarafından işlenmiş bir hata gibi kabul etmek ve bu
yüzden de Allah’a gene isyan etmek gafletine düşmüştür. Biz kıymetli okuyucularımızın
bu hususta daha canlı ve esaslı tetkikte bulunmalarına bir hizmet etmiş
olabilmek gayesi ile ruh âleminden aldığımız bu üç müşahedeyi tarihleri sırası
ile ve bilhassa her müşahedenin sonunda Şihap dostumuzun vermiş olduğu
lüzumlu ve faydalı izahat ile birlikte takdim ediyoruz. Bu müşahedelerden
alınabilecek büyük ibretler ve dersler vardır.
(Bu
müşahede, bu varlığın dünyadan ayrılışının 27nci dakikasında alınmıştır. Bu
zaman kısalığı yüzünden, bu varlığın ruh âlemindeki (spatyomdaki) büyük
ıstıraplarına sebep olan teşevvüş hali henüz başlamamıştır. Burada sadece
geçmiş hayat hadiselerine ait mühim intibaların imajları, şuursuzca, bu varlık
tarafından idrak olunmaktadır.)
Tarih:
27
Mart 1952, saat: 19.10
Medyum:
R.
Bayer
Hâzırun:
Dr.
Ertuğrul Saltuk, E. Kâhya, Sadun, Haluk, İhsan, M. Caymaz, R. Güler, Ş.
Ruhselman, F. Perşembe, H. İ. Çakmak, M. Bahar, Adnan, A. Yılmaztürk, H.
Hoşver, R. Keskiner, Dr. M. Bilge, S. Gürkan, Hüsrev Nuri, Dr. B. Ruhselman.
(Medyumun
müşahedesi:)
“Bir
keçe külah üzerine beyaz sarık sarmış bir adam görüyorum. Bir elini, sanki
etrafındakilere güneşi gösterir gibi kaldırmış, şu şekilde duruyor (medyum sağ
elle yukarıda bir şeyi gösterir gibi uzatarak işaret ediyor). Etrafındakileri
göremiyorum. Diğer elinde garip kısa bir sopaya takılmış bir süpürge var.
Elindeki sopadaki süpürge bu haline hiç de uymuyor. Tezat teşkil ediyor. Güneş
mevzuu bahis olduğu muhakkak gibi bence. Aynı zamanda karanlık bir saha üstünde
nokta nokta parıltılar, ışıklar. Buna gece mi desek?.. Bunu görmekle beraber
aynı zamanda elini havaya kaldırmış adamın vaziyeti de gözümün önünde...
Karanlık gece, parıltılar, güneşi gösteren elinde süpürge bir adam.”
“Karanlık
gecede birçok beyaz martı, bu parıltıların ve karanlık sahanın önünden uçuyor,
geçiyor. Şimdi aynı zamanda hepimize malum Galata Köprüsü. Fakat üstündeki
kalabalığı teşkil eden halkın başında kırmızı fesler var. Eski zamanın
manzarası. Köprübaşlarında para toplayan memurlar. Tramvaylar aynen gözümün
önünden geçerek işliyor. Bu üç manzara içinde mütemadiyen bocalıyorum:
Gökyüzünü, güneşi gösteren sarıklı, ciddî çehreli, elinde süpürge tutan
ihtiyar; gece olmasını tahmin ettiğim karanlık saha, parıltılar, önümden geçen
martılar; köprü, o eski zamanda köprünün hali.”
“Beyaz
başörtülü, orta yaşlı bir kadın. Ayrı bir sahne olarak gözümün önünde. Hiç de
çirkin olmasa gerek. Korkunç, korkunç hali var. İki gözü oyulmuş. Huni gibi
oyulmuş iki gözle bakıyor. Bakıyor da bütün ıstırabını anlatmak için ellerini
uzatıp da yalvarıyor gibi. Seçebilerek görebildiğim baş bu kadar. Başörtüsü
ipekli. Cinsi, işlemesi bilmem ki. Kadınların ufak iğnelerle işlediği iş
dantelalı bilmem ki. Kadının kılığı da bu zamana ait değil. Başörtüsü de bunu
zaten gösteriyor. Kadında oyuk iki göz bütün dikkati çekiyor. Oyuk iki göz.
Gözsüz bakış!”
“Havada
bir kılıç. Kıvrık (medyum eliyle işaret ederek tarif ediyor). Kıvrık, mukavves
bir kılıç. Kılıç kınında. Bir el tarafından kınından çıkarıldı. Ve sanki bana
kılıcın kınındaki kanlı hali gösterilmek isteniyor. O da kayboldu.”
“Girift,
karışık saçlar. Daha doğrusu Arapların saçı. Çehreyi göremiyorum. Yalnız bu saç
gözüküyor. Bu saç üstünde işlemeli, yani taşlı diyelim, bir tarak sokulu.
Bunlardan hiçbir mana çıkaramadım. Hiçbir fikir gelmiyor.”
“Toprakta,
nasıl tarif edeyim? Toprakta yan yana açılmış delikler. Zemine doğru değil de
sanki bir duvar, topraktan. Bu duvarda, ufkî, toprağın içine doğru tünel gibi
açılmış yan yana küçüklü, büyüklü delikler var. Bunlar muhakkak ki, uzanıp
derinliğe giriyor kanaati var bende. Bu delikler de bilmem ki. (Medyumda derin
şehikler - hıçkırıklı iç çekmeler - ve ıstırap hali. Ses kesildi)”
(Yukarı
ki müşahedeyi müteakip cemiyetimizin rehberi Şihap’ın tebliğ halindeki notu:)
“Merhaba
ey hâzırun, benim aziz kardeşlerim. Hepinizi muhabbetle selamlarım. Bu akşam
size diğer bir sahne gösterildi. Bu, muhakkak ki, emin olunuz ki, bir varlığın
evvelki numunelerde olduğu gibi imajinasyonlarından ibarettir. Bu varlık,
aranızdan, dünyanızdan ve hatta muhitinizden pek yeni, çok yeni, sizin
zamanınızla bundan tam 27 dakika evvel (saat 19.10’dan 27 dakika evvel - B.R.)
ölüm denilen hadise ile ayrılmış olan bir varlığın imajinasyonlarını teşkil
eder. İmajinasyon demek de yerinde olmuyor. Bu varlık henüz teşevvüş haline
başlamamış bir vaziyette bulunuyor. Medyumunuzun gördüğü bu imajlar, tamamile
bu varlığın imajlarıdır. Size naklen verildi. Bugün için belki bu imajlardan
bir mana ve bir netice çıkarmanız mümkün olmayacaktır. Fakat bu varlığın
teşevvüş halini de, biraz sonra bütün fikirleriyle, ıstırap ve imajlarıyla
nakledeceğimizi vadederim. O zaman bu mukayese size ilmî bir netice verecektir,
zannederim.”
(Bu
müşahede, evvelkinden tam üç ay sonra alınmıştır ve aynı varlığın ruh âleminde
ilkini müteakip hayatını göstermektedir.)
Tarih: 3 Temmuz
1952, saat: 20.08
Medyum: R.
Bayer.
Hâzırun:
M.
Bayurgil, Dr. M. Bilge, Dr. E. Saltuk, Hüsrev Nuri, E. Kâhya, Gürsoy, İdris
Kapsiz, Lütfi Çelebi, S. Gürkan, Orhan Köseraif, N. Selen, A. Uluarda, K.
Saltuk, Dr. B. Ruhselman.
(Aynı varlığın, ölümünden üç ay sonraki
hâline ait intibaları:)
“Bıktım
yarabbi, bıktım. Bu karanlık dehliz ve ucundaki muzlim (karanlık, zulmetli)
mahzen... Mahzen değil, daha doğrusu mezar. İşte benim hayatım asırlardan[12] beri
bu!.. Allah’ım beni ne zaman buradan kurtaracaksın?.. Ne tarafa baksam bir
toprak duvar, önümde tecessüm (maddeleşme, cisimleşme) ediyor. Benim bildiğim,
mahzenlerin, odaların dört duvarı olurdu. Burası hep duvar. Bir duvarı yandan
görmeye imkân yok. Ne tarafa dönsem o menhus duvar tam cephesiyle önüme dikiliyor.
Öyle bir duvar ki, nasıl tarif edeyim? Asırların işkencesi, bütün elemlerim ve
ıstıraplarım bu duvarda yazılı olsa gerek... Toprak... Kapkara bir toprak. Bir
karanlık mahzenin karanlık toprağı. Yerin dibi bu kadar derin olmaz ki. Bu,
dünyanın dibi değil. Dünya bu kadar derinliğe sahip değil ki. Dünya bu kadar
derin olmaz. Bir tarafından buraya sokulsam, öbür tarafından çıkmam lazım
gelirdi. Karanlık toprak üstünde salyalarını akıtmış böceklerin fosforlu
izleri. Hareketli fosforlu böcekler oradan buradan pırıldayıp bana bakıyorlar.
Hoş asırlardan beri bana dokunmadılar amma, bu ne işkence yarabbi. Ahhh,
ooofff.”
“Bu
duvarı başka biri görse, rahat koltuğunda otururken bu duvar ona gösterilse,
belki de hiç çirkin bir manzara demez. Hatta beğenir bile. Ama bana sorun
onu!.. Karanlık bir satıh üzerinde pırıl pırıl ışıldayan noktalar, rahat evinde
oturmuş bir insanın balkondan yıldızları seyretmesine benzetilir. Ama, onu bana
sorun!...”
“Allah’ım,
beni buradan ne zaman kurtaracaksın? Şu delikler olmasa!.. Boy boy delikler
duvarın dibinde işte. Sanırım ki, oradan, işkenceli hayatımı idame ettiren
bütün unsurlar bana geliyor. Belki hava, belki gıda, belki kan geliyor.”
“Burada
asırlardan beri duruyorum da sıhhatimi hiç kaybetmedim. Mahzenden dehlize,
dehlizden mahzene. Of, yarabbi. Bir insanın çıldırması için bunlar kâfi değil
mi? Ben niye çıldırıp, kendimi kaybetmedim?.. Ben bunların hepsine
şükredeceğim. Offf Nuriye gene karşıma çıkma!.. Oyuk gözlerinle bana öyle
bakma. Bu oyuk gözlü kadın kellesinden beni kurtar yarabbi. Nuriye çekil!..
Offf. Hiç, bir çift canlı göz, bu oyuk gözlü çehrenin gözleri kadar bana acı ve
müstehzi bakamaz. Allah’ım, Allah’ım. (Ses kesildi)”
(Şihap
dostumuzun, hemen yukarı ki celsenin arkasından bildirdiği, tebliğ halindeki
mütalaası:)
“Size,
bir müddetten beri başladığımız, tahminimize göre sizlerin istifadenizi
sağlayan tecrübelerimize bugün de, bir numune vermek suretiyle devam ettik. Bu
zavallı varlık bundan bir iki ay mukaddem, size gene burada tanıtılmıştı. O
varlık, o zaman henüz teşevvüş haline bile girememişti. O gün bu noktayı
bildirmiştik. Bugün şu anda teşevvüşün ta derinliklerinde kıvranmaktadır.
Kendisine dua etmek, sizler için bir vazife olmalıdır. Bu zavallı varlık,
dünyanızda hiç de basit diye tanınmayan, hatta âlim, fazıl denebilen ve
arkasından birçok talebeleri koşan bir varlığın ta kendisidir. Yolundan kendisi
istifade edememiş bulunmakla beraber, birçok insanları, hakikaten tekâmül
yolunda teşvik edici rolleri olmuş ve bu varlık sayesinde birçok insanlar
muvaffakiyetten muvaffakiyete atılmıştır. Hâlbuki kendisi de ne yazık ki, yola
koyduğu insanlara uyup muvaffakiyet gösterememiş, netice elde edememiştir.
Birçok derununu (içini, kalbini) kemiren noksanları, hataları işte görüyorsunuz
ki, bugünkü neticeyi tecelli ettirmiştir.”
“Biz
de, biliyorsunuz ki, her gelişimizde bu noktayı tebarüz ettirdik. Her şeyden
evvel iç varlığı dinlemek, ıslahı nefis lazımdır, dedik. Islahı nefis
etmedikten sonra, sizlerden birçok insanlar istifade etse bile, edecek olsalar
bile, siz gördüğünüz varlığın vaziyetinde iseniz, alacağınız netice bundan
ibarettir. Bu varlık da, birçok insanları irşat etti, amma bunu bu gaye ile
yapmadı. Eğer gayesi sırf onların menfaati için olsaydı, bugünkü vaziyete
hiçbir surette düşmezdi. O, bu yolda ancak bir şöhret ve menfaat kazanmak için
yürümüştür. Bundan başkaları istifade etmiştir. Fakat kendisi asla...”
“Bu
numune üzerinde durulursa, ıslahı nefis için size çok mühim başarılar temin
eder. Hissediyorum, çok şükür, hiç biriniz bu durumda değilsiniz. Fakat en basit
kusurlarınızı bile, bu numuneden ibret alıp, düzeltmeniz mümkündür. Pek
basittir, pek kolaydır.”
(Bu
müşahede, aynı varlığın ruh âlemindeki ıstıraplarını bitirdikten sonra, kendi
arzu ve hevesatına göre geçirmiş olduğu evvelki dünya hayatının, ilâhî irade
kanunlarına göre, kendi tekâmülünün zarurî bir neticesi olarak, tekrar
dünyamıza bedenlenmek zaruretinin yüksek varlıklar tarafından kendisine
hissettirilmeye başladığını göstermektedir. Burada bilhassa bu varlığın, hatalı
görüşleri ve kanaatleri yüzünden ne kadar isyankâr bir hal aldığı çok açık
olarak görülüyor.)
Tarih:
20
Kasım 1952, saat: 19.05
Medyum:
R.
Bayer.
Hâzırun:
Kemal
Karamete, Nezihe Yalınca, Niyazi Pişkindemir, Ayhan Uluarda, H. Nurlu, M.
Bilge, N. Selen, M. Bayurgil, E. Saltuk, Dr. B. Ruhselman.
(Aynı
varlığın, ölümünden sekiz ay sonraki hâline ait intibaları:)
“Ey
beni bana danışmadan yaratan Allah’ım, Sen bu fiilin faili kaldıkça ne kadar
kudretli olursan ol, ben de, o aciz ve hiçlik içinde, ne kadar uyuşup kalırsam
kalayım, gene Senin tarafından tayin ve tespit edilecek olan yevmi mahşerde
daima borçlu kalacaksın bana karşı. Fakat benim o gün beraat edebilmem için,
hiç olmazsa Senin - bana burada durmadan bahsettikleri, telkin ettikleri -
ilâhî adalete biraz olsun sahip olman lazım gelmez mi? Ama hem davacı, hem
hâkim Sen oldukça, bu neticenin vukuuna imkân kalır mı? Ben, münhasıran Senin
beni yaratman, böyle yaratman dolayısıyla işlediğim efalimin[13], gene
münhasıran Senin tarafından vazolunan kanunlar gereğince suç sayılan, günah
sayılan efalimin içinden nasıl olur da salimen kurtulabilirim? Senin adaletinin
tecellisine ne kadar çalıştım, dua ettim, yalvardım. Dinimin, Peygamberin
çizdiği yollarda ibadet ettim, yalvardım. Ümide de kapıldım bu neticeyi almaya.
Fakat buraya gelince heyhat!.. Bütün ümitlerim bir sükûtu hayale inkılap etti.
Edindiğim hiffet (hafiflik), idrakimdeki vuzuh (açıklık) bana, mazinin
derinliklerine inme imkânı verdi, bahşeyledi ve orada gördüm ki, sefalet,
ıstırap, kan. Diğer bir taraftan da gördüm ki, neşe, refah, saadet. Fakat gene
müşahede ettim ki, saadetim hep Senin suç saydığın, günah saydığın efalimden
doğmuş, meydana çıkmış. Bu hale göre, ben hep Senin menettiğin hareketlerden
içtinap (sakınma) etmiş olsaydım, yalnız bir netice elde edecektim, o da,
sefalet, ıstırap ve işkence. Bu vaziyet karşısında, Senin adaletine itimatla
bakamıyorsam, kabahat benim mi, Senin mi?”
“Burası,
görüyorum ve anlıyorum ki ve bana daima bunu telkin ediyorlar ki, benim yerim
değil. Ben burada yapamayacağım. Evet, dünyada barınamadım, burada da
barınamıyorum. Benim kabahatim mi? Filhakika burada bana yakın alâka
gösterenler, beni sevdiklerini sandıklarım birçok varlıklar var. Bana yardım
edeceklerini vadediyorlar. Fakat bütün kudret Sende olduktan sonra, ne
yapabilirler? Ve gene bütün kudret sende olduktan sonra, bu çizilen yoldan
benim inhiraf etmeme imkân kalır mı?”[14]
“Dünyaya
dönmem lazım, diyorlar. Kabul etsem de döneceğim, etmesem de. Dönünce gene
çocukluk, ana, baba, mektepte okumak veya okumamak, sonra derdi maişet ve günün
birinde kadınsam karşıma bir erkek, erkeksem karşıma bir kadın çıkacak ve bana
gene bela kesilecek. Buraya gelmemde bir fayda oldu mu ki, dönmemde bir fayda
olsun! Dünyaya geldim, buraya döndüm, gene dünyaya döneceğim. Dedim ya, bütün
kudret Sende, ne desem boş. Dönmek lazım. Zaten dönüyoruz da. Bu dönüşün
kasveti, elemi şimdiden üstümde. Zaten dönünce orada ondan başka bir şey
bulmayacağım: Elem, kasvet, keder. Fakat şuna emin ol ki, Sen bana daima borçlu
kalacaksın (bu sırada B. Ruhselman bu varlığın karanlık bir cehil içinde
hakikatleri görememesi yüzünden ıstırabını bizzat kendi eliyle hazırladığına
şahit olarak, ona bu hakikatlerden bazılarını ifşa etmek için hitap etmek
istedi ve ısrarla onunla konuşmasının mümkün olup olamayacağını sordu. Medyum,
gözlerini açarak trans halinde B. Ruhselman’a şiddet ve ciddiyetle ‘hayır,
hayır’ dedi ve müşahedeye yavaş ve gittikçe sönen bir sesle devam etti: ‘yolcu
yolunda gerek’).”
(Yukarı
ki varlık hakkında cemiyetimizin manevî rehberi Şihap dostumuzun izahı:)
“Merhaba
ey hâzırun, benim aziz kardeşlerim. Hepinizi muhabbetle kucaklarım, selamlarım.
Bu akşam size, sizlere sunulan tecrübe ve bunun faili varlık huzurunuzda
birinci defa değil, üçüncü defa çıkarılıyor. Kendisi, dünyanızdan pek kısa bir
müddet evvel ayrılmış ve çok daha kısa bir müddet sonra, gene oraya dönecektir.
Bu misal, geçen celsemizin başında size verilmek istenen misalin kendisini
teşkil eder. O gün buna muvaffak olunamamıştı. Aynı zamanda bu mevzu, aynı
celsemizde, dua ve ibadet bahsinde ileri sürülen fikirlere de bir misal teşkil
eder. Diğer taraftan bu misal, başka birçok noktalardan üzerinde durmanızı icap
ettirecektir. Bu noktalara siz temas ettikçe döneceğiz, konuşacağız. Bir nokta
daha üzerine, celsemizin sonunda konuşmamıza son vermeden evvel tekrar avdet
edeceğiz.”
“Şu
noktayı hatırlatmak isterim ki, (burada B. Ruhselman’ın arada vaki olan
müdahalesine işaret ediliyor - B.R.) bu misaller verilirken, siz varlıklarla
temas etmek imkânını haiz değilsiniz. Esasen bu ihtiyaç olsaydı, başka şekilde
arz olunurdu. Bunlar birer örnek şeklinde verilmektedir. Siz onları yalnız
müşahede ve not etmekle iktifa edeceksiniz, sizin fikirleriniz hiçbir zaman
onlara ulaşmayacaktır.”
EK
6: İNK KİTABI HAKKINDA SÖYLEŞİLER[15]
Feridun Tepeköy
(1920-1989) anlatıyor:
Kitabın
derlenişi konusunda, yaptığı açıklamalarla bu noktayı aydınlığa kavuşturan
sayın dostum Attila Güyer, bu konuda ezcümle şunları söylemektedir: “Kitaptaki
bilgiler, benim aracılığım (medyumluğum) ile ‘Önder’ ismi verilen Yüksek
İdareci bir Plan tarafından verildi. Bu verilen tebliğlerin, önce Bedri Bey
tarafından anlaşılmasına yardım edildi. Sualler sorulmasına izin verildi.
Yapılan açıklamalarla konular açıklığa kavuşturuldu. Konunun planı verildi ve
bu plan gereğince Bedri beyin konuyu kaleme alması sağlandı. Kaleme alınan
bölümler Plan’a okundu ve onayı alındı. Böylece düzenleme faaliyeti
tamamlandı.” Attila Güyer'in yaptığı bu açıklama, ‘düzenleme’ kelimesinin
manasını gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Kitabın düzenlenmesini
ancak Bedri Bey muvaffakiyetle başarabilirdi. Verilmiş bilgilerin eski
bilgilerle telif ve sentezini ancak Bedri Bey salahiyetle tamamlayabilirdi.
Ancak onun kapasitesi, vazife şuuru ve azmi böyle bir çalışmanın altından
kalkabilirdi. Dikte ettirme yerine, kitabın düzenleme yolu ile hazırlanışının
elbette ki bir sebebi olacaktır. İcap etseydi, öyle yapılırdı elbet. Nitekim
‘İdareci Ruhsal Plan’lar daha evvelden bu yoldan faydalanmışlar ve dikte
ettirmişlerdir Kitabın nasıl hazırlandığı hususu üzerinde, sayın genç dostum
Attila Güyer ile yaptığım konuşmanın bir bölümünü ve özellikle kitabın
düzenlenişine, tebligatın aktarılışına aracılık etmiş bir vazifeli medyum
sıfatıyla, bana yaptığı açıklamaların bir kısmını, önemine binaen aşağıda
tetkiklerinize arz etmek istiyorum. Önemli bir noktanın aydınlığa çıkmasına
hizmet edeceğinden fayda umduğum bu açıklamaların alâkalı kısımlarını takdim
ediyorum:
Attila Güyer (1939-?)
anlatıyor:
“Bedri
bey, ruhi bir irtibatın olup olmadığını, ayrıca hangi seviyeden bir irtibatın
mevcut bulunduğunu derhal anlayabilecek bilgi ve liyakat sahibi bir insandı.
Kendine mahsus birtakım metotları da vardı. Ama teşhis gücü sadece tecrübe ve
bilgisine dayanıyordu da denemez. Ben, kitabın derlenişi sırasında on dokuz
yaşındaydım. Medyumluğum öylesine süratli gelişmişti ki hepimiz şaşırmış ve
korkmuştuk da.”
“Bedri
bey o sıralarda Adana civarındaki sel hadisesi ile ilgili kehanetle meşguldü.
Kendisine açıkça ikazda bulunuldu: ‘Senin fonksiyonun budur, hâlbuki sen
nelerle uğraşmaktasın. Bu mu senin işin!’ Bedri bey o sıralarda çalışıyordu ama
huzursuzdu. Asıl yolunu bulamamıştı. İnsanlara hizmetle ilgili yapacağı bir iş
hakkında bir idraki vardı. Bir noktaya kadar gelmişti, fakat ne yapması lazım
geldiğini kesinlikle tayin edemiyordu. İşte böyle bir durumda, Plan’ın ikazı
onu şaşırttı. Toparlandı ve derhal konuya girdi. Kitabın düzenleniş faaliyeti
başladı. Böylece Bedri Bey hayatının gayesini bulmuş oldu.”
Sual:
Kitap, Bedri Beyin ne çeşit bir çalışmasıyla meydana gelmiştir? Yani, tebliğler
bir sıraya göre olduğu gibi mi yazılmıştır, yoksa açıklayıcı pasajlarla
birlikte mi tertiplenmiştir?
“İkisi
de değil. Yukarısı[16] evvela
bir plan verdi. Bölüm bölüm bu planın konularını anlattı. Bedri Bey ‘şunu
koyalım’, dedi. Plan ‘hayır, bunu koymayacaksın’, dedi. ‘Biz direkt bilgi
veriyoruz, bunları yazacaksın’, dendi. Bedri Bey de yukarının ağzı ile bunları
düzenleyerek yazdı. Aslında, kitapta direkt alınmış tebliğler de yoktur. Bedri
beyin kendi görüş ve tefsiri de yoktur. Verilmiş genel bilgiler Bedri Bey
tarafından düzenlenmiştir.”
Sual:
‘Düzenleme’ fiilinin daha iyi anlaşılması için biraz daha açıklamada bulunur
musunuz?
“Tam,
motamot dikte ettirme yoktur. Mesela bir fikir veriliyor; kâinatın kuruluşu,
maddenin yapısı hakkında bir plan veriliyor. Bu plana göre verilen bilgiler
düzenlenecek, deniyor. Anlayamadığı noktalar izah ediliyor. Yani, fikirler,
bilgiler yukardan veriliyor. Fakat motamot yazdırılmıyor. Bedri Bey bunları
kaleme alıyor, düzenliyor.”
“Tekrarlayayım:
Konu ve plan veriliyor. Konu hakkındaki bütün bilgiler anlatılıyor, işleniyor,
izahlar yapılıyor, misaller veriliyor. Sonra, ‘bunları yazacaksın’ deniyor ‘Şu
şu şekilde yazacaksın, verdiğimiz misallerin ışığı altında şu, şu şekilde
yazacaksın’ deniliyor ve bırakılıyor. Burada Bedri Beyin fonksiyonu şöyle:
Gelen bilgileri evvela anlıyor, hazmediyor ve kendisi yeniden kaleme alıyor.
Yukarısı, ‘tebliği aynen koyacaksın’ demedi. Bunu istemedi hiçbir vakit.
Müteakip celselerde, Bedri Beyin kaleme aldığı kısımlar Plan’a okundu ve onayı
alındı.”
“Şunu
da söyleyeyim ki, hiçbir vakit Bedri Beyin kaleme aldıkları (düzenledikleri)
parçalar ‘Plan’ tarafından ‘olmamıştır’ diye geri çevrilmedi. Bu vazifesini
Bedri Bey pek mükemmel bir şekilde yapıyordu. İyice idrakine varmadan hiçbir
vakit kalemi eline alıp yazmaya başladığını görmedim. Bazen üç ay bir konu
üzerinde münakaşa edildiği olmuştu. Anlayamadıklarını anlayabilmek için sualler
sormaktaydı.”
Sual:
Yani, bu izahata göre celselerde verilen tebligat kitaba motamot konmuyor?
“Hayır,
konmuyordu.”
Sual:
Yani, Bedri bey tarafından, gelen fikirler evvela hazmediliyor, sonra kompoze
ediliyor?
“Tamam.
Mevzu iyice anlaşılıncaya kadar misaller veriliyor, çeşitli yönleri
gösteriliyor. Mevzu iyice anlaşıldıktan sonra bırakılıyor, ‘bunları şimdi
derleyin’ deniyordu. Kendisine, bu derleme çalışmalarında hiçbir vakit ‘burada
hata yaptın’ denmedi.”
Sual:
Öyle sanıyorum ki, kitabın düzenlenme yoluyla verilmiş olması, şöyle bir
maksadı gütmüş olabilir: Bir insan olarak, Bedri Bey verilen bilgileri
hazmetmekle, bu bilgilerin insanlar tarafından anlaşılabilir bilgiler olduğunu
tatbiki olarak göstermiştir.
“Evet.
Bu hususu hiç düşünmemiştim. Gerçi, Bedri Bey büyük bir fonksiyonerdi ama
Yukarısı’nın karşısında son derece zayıf bir kimseydi. Bu öyle bir Plan’dı ki,
orada belki de Bedri bey gibi on binlerce varlığın idraki ve şümulü vardı. Onun
için ‘Önder’ diyoruz. Kendisi de zaten ‘Kâinatın Vazife Planı’ olduğunu bize
ihsas ettirdi.”
Sual:
Kitap, tamamıyla değişik bir bilgi temeline dayalı yeni bir açıdan bir kâinat
görüşü ve bu görüşe uygun yürünmesi gerekli yolları mı açıklamaktadır, yoksa bu
güne kadar verile gelmiş olan bilgilerin manalarını mı açıklığa kavuşturmakta
ve sembolleri, dogmaları mı kaldırmaktadır?
“İkinci
dediğiniz daha doğrudur. Aslında, belki yepyeni bir görüş koyuyor ortaya. Ama
bu koyduğu eskileri yıkmıyor. Eski realiteleri olduğu gibi kabul ediyor.
Bunların, madde kâinatı içinde gerekli kademeler olduğunu belirtiyor.”
“Bir
dağın eteklerindeki görüş ile zirvesindeki görüş elbette ki birbirinden
farklıdır. Evet, kitabın bir bilgi kitabı olduğu söylenebilir. Ama detaylı
bilgiler veren bir ders kitabı şeklinde değil. Bir matematik veya bir fizik
kitabı gibi konuları incelemez. Genel kanunları açıklar. Mesela madde kâinatı
hakkındaki Einstein'ın genel ifadesi gibi bir görüş, bir prensip getirmektedir.
Yani, genel bilgiyi göstermektedir. Dinler muayyen realitelerin icaplarına
göre yukarıdan - Vazife Planı ’ndan - verilmiş bilgileri yayarlar. Kitaptaki
bilgilerse dinlerin öğrettiklerini toplayacak ve onların manasını açıklayacaktır.
Dolayısıyla nakz (bozmak) ve reddetmek asla bahis konusu değildir. Sadece ufku
daha genişletecek. Faraza bir insan Müslüman olsun, Hıristiyan olsun, bu kitap
karşısında kendi dininin esaslarını daha iyi anlayabilecektir. Böylece insanlar
birbirlerini daha iyi anlayabilecek ve anlaşabileceklerdir.”
Kitabın
düzenlenişi, daktilo edilişi ve notere tesliminden sonra Bedri Bey memleket
dışında bulunan seçilmiş beş yüz kadar adrese (ki bu adresler dernekler ve
şahıslardan seçilmiştir) gönderilmek üzere bir bildiri kaleme almıştır. Bu
açıklamasında, düzenlediği kitap hakkında bazı ön sezgileri verdirecek ipuçları
vermiştir. Nitekim bu bildirisine gelen cevaplar arasında 8-10 kadarının, Bedri
Beyin kapalı olarak sezdirmeğe çalıştığı düşüncelerini iyi bir şekilde
değerlendirmiş olduğu anlaşılmıştır. Kitabın neşri, şüphesizdir ki vazifeli üç
şahsın inisiyatifine bırakılmış değildir. Hüsrev Bilgioğlu'nun yaptığı
açıklamaya göre, kitabın insanlığa sunuluşu, medyum Attila Güyer'in zamanı
geldiğinde kitabı tebliğ eden Plan’dan (Önder Planı’ndan) direkt olarak bir
ikaz veya tebliğ almasıyla başlayacaktır. Bu hususta Attila Güyer şu açıklamayı
yapmaktadır:
“Biz,
verilen talimatla birlikte bu kitaba bağlıyız. Bunun dışında, bizim hiçbir
fonksiyonumuz yoktur. Telif hakkı her üçümüze bırakılmıştır. Bu da talimat
gereğince yapılmıştır. Yukarısı’nın talimatını bizler aynen tatbik ediyoruz.
Elimizde talimat var. Onun dışında bir şey yapamayız. Talimat dışında, şahsi
olarak idraklerimizin yapacağı her şey büyük hata olacaktır. Talimat Yukarıdan
verilmişti. Bedri Bey de bizlerin bu talimata göre aynen hareket etmemizi
söyledi.”
Attila Güyer’in (1939-?)
şahitliği:
“Bedri
Beyi ilk defa Hüsrev ağabey vasıtasıyla tanıdım. Bende bazı anormallikler
vardı. Anlatmıştım. Çocukluğumdan beri bazı anormalliklerim vardı. Mesela
geceleri uykuda gezerdim, gece uykumda konuşurdum. Çok enteresan bulmuştu.
‘Gel, seni Bedri Beyle tanıştırayım’, demişti. Benim bu sahada tecrübi
çalışmalar yapmak hususunda arzu ve niyetim yoktu o zamanlar. Mevzu ile kendime
göre alakadardım. Bazı tetkiklerim vardı, ama hepsi o kadar. Konuların içine
gömülmüş değildim. Buna rağmen Bedri beyle tanışmayı istedim.”
“1958
senesinin sanırım Kasım ayındaydı. Bir gün Hüsrev ağabeyle önce cemiyete
uğradık. Oradan da doğru Bedri Beyin Harbiye, Çimen sokağında oturmakta olduğu
evine gittik. O zamanlar cemiyetten ayrılmış, yalnız başına çalışmakta,
celseler yapmaktaymış. Ben o sıralarda, Edebiyat Fakültesi talebesi on dokuz
yaşında bir gençtim. Refet Kayserilioğlu, M. Fahri Öğretici, Doğan Tuğcu ile
ruhi irtibat celseleri çalışmaları yapılmaktaymış. Adana'daki sel felaketiyle
ilgili kehanet tebliğleri ve bunun değerlendirilişi gibi çalışmalar
yapılmaktaymış. Sonradan daha iyi idrakine vardım ki, o zamanlar Bedri Bey
huzursuzdu. Çalışmalarından tatmin olmuyordu. Bu çalışmaların adamı değildi
Bedri Bey. Bu intibaı o zaman almıştım.”
“Bedri
Beyin havası bambaşkaydı. Çok değişik ve enteresan bir hava ve intiba
bırakmıştı bende. Sanki normal bir insan değildi de, acayip bir dünyanın varlığıydı.
Çalışma odasına girdiğimde, tavana dört ucundan iple gerilmiş beyaz bir bez
dikkatimi çekmişti. Bunu soba kurumunun başına dökülmemesi için germiş. İşte bu
müşahedem, bende ilk nazarda Bedri Bey hakkındaki intibalarıma bambaşka bir yön
vermişti.”
“Bedri
Beyle hemen ilk tecrübe çalışmalarına başladık. Temasa geçtiğim ilk bedensiz
varlıktan bir türlü ayrılmak istemiyordum. Hissi bir yakınlık beni
cezbediyordu. Varlık, ‘benim işim burada bitti, bu vazifedeki işimiz sona erdi,
muhakkak ki organizasyon içinde beraberiz ama bu işimiz burada artık bitti.’
diyordu. Fakat ben gene de ondan ayrılmak istemiyordum. Bu varlık, tek bir
varlıktı. Beni hazırlamakla görevliydi. Beni bir noktaya kadar alıp getirdi.
Sonra üçlü bir gruba verdiler beni. Daha sonra da kitabın tebliğlerini veren
‘Önder’ planıyla temasa geçtim.”
“Bu
planla irtibatın sağlanması için, evvelkiler bir nevi hazırlık safhasıydı. Size
bunun hakkında bir misal vermek üzere şunları söyleyebilirim: Başlangıçta
tahammül edemiyordum. O kadar parlak ve keskin geliyordu ki, yaklaşamıyor,
temasa geçemiyordum. Alıştırma safhalarından birini anlatayım: Üzerime tıpkı
füze gibi ışık demetleri geliyordu. Gözlerim kamaşıyor, sağa sola kaçıyor,
kurtulmaya çalışıyordum. Bunları bayağı görüyor ve hissediyordum. Büyük bir
ışık kütlesinin üzerime geldiğini hissediyordum. İşte, asıl planın kademesine
yaklaşıncaya kadar, bu şekilde egzersizlerle alıştırmalar yaptım. Işıktan bir
bulut gibiydi o yer. Üçlü varlık, hem bilgi yönünden beni yetiştirdi hem de o
plana hazırlamış oldu.”
“Celse
adabına aykırı hareket ettiğim zamanlarda bana kızardı: ‘Kardeşim, buraya
yorgun geliyorsunuz, olmaz böyle şey!’, diyordu. Haklıydı, kırk senelik
bilgilerinin tamamen aksine bilgiler alıyorduk. ‘Olmaz’ diyor, kızıyordu. Bunun
üzerine, ‘plan’ celseyi kesiyordu. Ama öyle enteresandı ki, ben ‘Plan’ın sanki
gülümsediğini hissediyordum. ‘Peki’, diyordu. Haftaya tekrar celseye
başladığımızda, haftada bir, bazen de iki veya üç celse yapılıyordu, Bedri bey
o bir hafta içinde verilen bilgileri hazmetmiş, yerine oturtmuş olarak
karşımıza çıkıyordu.”
Sual:
Bedri Bey, düşüncelerine tamamen zıt olan bu fikirleri nasıl hazmediyordu?
“Üzerinde
düşünüyordu, idrakine varıyordu. Eskileri atıp yerine yeni bilgileri
koyabiliyordu. Bu kabiliyet vardı onda.”
Sual:
Zıt gelen fikirler temel bilgilere mi, yoksa teferruata mı taalluk ediyordu?
“Temellere!
Ama, nüans farkları şeklinde. İlk bakışta tamamen tersine imiş gibi
görünüyorlar.”
Sual:
Tersine gibi mi görünüyorlar, yoksa gerçekten tersine miydiler?
“Gibi
görünüyorlar. Mesela, biz vahdet-i vücut felsefesini kabul etmiyoruz. Bu
düşünceye zıt gibi görünen bazı fikirler karşısında, Bedri Bey kızar ve
‘kardeşim, burada keselim’ derdi. ‘Yanılıyorsunuz, iyi nakledemiyorsunuz!’
Fakat sonradan, söylenmiş olanlar üzerinde düşünüyor ve yerine oturtuyordu.”
“Bedri
Beyle birlikte geçirdiğim günler pek kısa olmuştur. Aşağı yukarı,
münasebetlerimiz bir yıl sürdü. Sonra ben ayrıldım ve askere gittim. 1960
senesi Ocak ayında gitmiştim. Fakat münasebetlerimiz bu kadar kısa sürmüş olmasına
rağmen, aramızda çok derin ruhi bir bağın mevcut olduğunu söyleyebilirim.
Nitekim ölümüne rastlayan saatlerde başımdan geçen bir olay bunu teyit eder:
Bedri beyin öldüğü gün, ben yedek subay okulundaydım. O gece koğuşta
yatıyorduk. Ben feryat etmeye başlamışım. Bağırıyorum. Uyandırıyorlar. Ama
uyandığımın farkında değilim. ‘Ne oldu’, diye soruyorlar. Tekrar yatıyoruz. Bu
defa canhıraş feryatlar atıyorum. Çocuklar yine uyandırıyorlar. Bir ara canavar
düdüğü gibi acayip sesler çıkarıyorum.”
“Bedri
Beyi ben ancak celseler esnasında tanıdım. Münasebetlerimiz bu sınırlar içinde
kaldı. Celseler bitince, ‘Allahaısmarladık efendim’ derdim. O da ‘Güle güle
kardeşim’ der ve bizi yolcu ederdi, o kadar.”
“Bizim
öyle bir dostluğumuz yoktu. Sadece celseler dolayısıyla münasebetlerimiz
oluyordu. Pek tabiidir ki, birbirimizi severdik. Hürmet ederdim. Ama bazen
kızdığım da oluyordu. Onun idrakine ulaşamamış oluşum, onun bazı davranışları
karşısında kızmama sebep olmaktaydı. Sonradan üzerinde düşündükçe, haklı
olduğunu, kızmamın yersizliğini anlamışımdır. Celseler esnasında ters bilgiler
verildiği zamanlarda da kızardı. Huzursuz olurdu. Medyumlara çatar,
vazifelerini müdrik olmadan, medyumluğun gerektirdiği şekilde hareket
etmediklerini söyler, tenkit ederdi.”
^jMetin
Sakik’in (1937-2012) şahitliği:
Bedri
bey hakkında herhangi bir düşünce ve kanaatin - prensip olarak - açıklanmasına
pek taraftar değildi. Bu düşüncesini bana şu cümlelerle açıklamıştı:
“Bedri
beyin dünya üzerindeki beşeri şahsiyetinin bilinmesi bence lüzumsuzdur. Zira
onun beşeri şahsiyeti çok önemsizdir. Sadece bir vazife adamı olarak
kıymetlidir, o kadar.”
“Bedri
beyi ilk defa cemiyette gördüm ve tanıdım. 1953 Temmuzu idi. Askerlik görevimin
verdiği fasıla hariç, ölümüne kadar Bedri beyle beraber oldum.”
Sual:
Bedri beyin, insanlığa yaptığı hizmet?
“Bıraktığı
kitaptır. Bittabi o da, bu vazifesiyle sadece yukarıya vasıtalık etmekten başka
ve ileri bir iş görmemiştir.”
“Bedri
bey, neşredilmiş eserlerinin yeniden basılmasına taraftar değildi. Son
çalışmalarında ortaya çıkan tebligat kanalıyla verilmiş bilgiler muvacehesinde;
tamamlanmamış bilgiler, noksanlıklar ve hatta yanlış tefsirlerin eski
kitaplarında bulunabileceğini düşünmüştür. Bu sebeple yeniden basılmasının
büyük bir fayda sağlayacağı kanaatinde değildi. Son çalışmalarıyla,
‘düzenleyen’ sıfatıyla hazırladığı kitap bütün bilgileri ihtiva etmekteydi. Bu
sebeple, kendi eserlerinin yeniden basılmasını istememiştir. Bu kitapta hepsi
mevcut. Seviye diye bir şey mevzuubahis değil. Anlayan anlayacak bu kitabı. Her
şey apaçık yazılmıştır burada. Görecek olan görecektir bunu! Kitap gayet
açıktır. Yeter ki, insanların idrakleri gelişmiş olsun. İnsanları bu kitabı
anlamaları için yetiştirmeye lüzum yoktur.”
Sual:
Kitabın düzenlenişiyle ilgili son devre çalışmalarının karakteri nedir?
“Bedri
bey bu devrede de bir bilgi çalışması yapmıştır. Birçok medyumlarla
çalışmıştır. Ama esas medyumu bir taneydi; Attila Güyer. Bu devre çalışmaları,
tam hatırlayamayacağım, ama sanırım 6-7 ay kadar sürmüştür. Netice itibarıyla,
bu çalışmalarında Bedri Bey sentezciydi. Esas bilgileri o tek medyumdan almış
ve sentezini yapmıştır. Yani, Bedri beyin esas fonksiyonu bu bilgileri derleyip
toparlama, değerlendirip sentezini yapmaktı.”
Sual:
Bedri beyin biyografisinde mutlaka zikredilmesi lazım geldiğine inandığınız bir
hususiyeti var mıdır?
“Vazife
idraki mutlaka belirtilmesi lazım gelen bir husustur. Bedri bey vazifeli bir
varlıktı. Ama gerçek vazifeli bir varlık. İnsanlığa bir şeyler verebilmek için
üst kademelerden gelmiş bir vazifelidir. Bedri bey, düzenlediği son kitaba
isminin koyulmasına taraftar değildi. Koymamak kararındaydı. Ancak, planın
direktifiyle ismini koymuştur. Esas olarak söylediği şuydu: ‘Bu büyük vazife
içinde benim yaptığım bir hiç mesabesindedir. Benim yaptığım şu çok cüzi bir
işe karşılık kitaba ismimi koymam lüzumsuzdur.’ demişti. Ancak Planın,
insanların durumu yönünden bir isim konması lazım geldiğini açıklaması üzerine
ve ‘siz isminizi düzenleyen sıfatıyla zikrediniz’ denmesi üzerine ‘Düzenleyen
Bedri Ruhselman’ denmiştir.”
Sual:
Kitap insanlığın hangi cephesine hitap etmektedir?
“İnsanlığın
idrakine hitap edecek. İdrakini genişletecek. Ne olduğunu, ne yapması lazım
geldiğini insanlara gösterecek.”
Sual:
Bilgi temeline dayalı bir idrak ve moral yücelişi mi sağlayacak?
“Moral
yüceliği de sağlayacaktır pek tabii. Bir istikametleniş verecektir insanlığa.
Değer ölçüleri verecektir.”
Sual:
Yüzyıllar boyunca insanlığın uyarılması, eğitilmesi ve istikameti enmesi için
idareci ruhsal planların çalışmaları mevcuttur. Bunların arasında en önemlileri
semavi dinlerdir. Din kanalıyla yapılmış irşatlarla, kitabın yapacağı fonksiyon
arasında bir paralellik var mıdır? Yok, eğer bir fark varsa, bunun vasıfları
nelerdir?
“Bunu
ben de ifade edemeyeceğim. Ama aykırılık diye bir husus mevzubahis olamaz bir
kere.”
Sual:
Dinlerin vazettikleri prensipler yetersiz miydi ki bu kitap insanlığın
istifadesi için tertiplenmiştir?
“Bilgiler,
bugünkü insanlığa hitap edecek şekilde sunulmuştur. Mühim olan budur. Bugünkü
insanlığın idrakine, seviyesine hitap edecek şekilde düzenlenmiştir. Din devri
kapanmıştır. Ama verilen bilgiler onların dışında değildir. Ancak, bugünün
insanlığı ne şekilde bu bilgileri alabilecekse o şekilde verilmiştir.”
Sual:
İnsanlığın tekâmül yolundaki yücelişinde, insanlığı eğitip yöneten aynı idareci
planların yeni bir hizmeti ve yardımı olarak kabul edilebilir mi?
“Bunu
bilemem tabii. Ama muhtemelen öyledir. Bunun tefrikini elbette ki, yapamayız.
Muhtemelen öyledir. Ancak, kitabı -her türlü yanlış tefsirlere mani olmak
düşüncesiyle- mukaddes dini kitaplar (semavi dinler) arasında bir dördüncü
kitap olarak mütalaa edemeyiz. Söylediğim gibi, din devri kapanmıştır. Her
insan kendi kendisine, kendi cehit ve arzusu ile yürüyecektir. Kendi kendisine,
anlayıp idrak edecek seviyeye ulaşacaktır. İdraki açılmış olanlara, bu
kitap ihtiyacını duydukları bilgileri apaçık verecektir. Biz, vazifeli üç
arkadaşın vazifeleri ise, sadece kitabın en iyi bir şekilde insanlığa
sunulmasını sağlamaktan ibarettir. Bizlerin durumu budur. Bu vazifenin ifası
için plan bizleri seçmiştir. Kitabın çıkış zamanı ile ilgili bir şey
bilmiyoruz. Ne zaman çıkacak, nasıl talimat verilecek, ne olacak, bir şey
bilmiyoruz. Tamamen serbest bırakılmış gibiyiz, ama hiç de değiliz. Vazifemizi
iyi bir şekilde yapabilirsek, ne mutlu bize.”
Sual:
Kitabın yayınlanmasıyla ilgili vazifenin ifasında, bu işle ilgili üç
vazifelinin mutlaka bir fonksiyon göreceğini düşünebilir miyiz?
“O
hususta da bir garanti yok. Ama her halde bu üç şahıstan en az biri kitabın
neşri faaliyetinde bulunacaktır. Belki üçü, belki ikisi, ama biri mutlaka
bulunacak. O şekilde teslim edilmiştir. Ama ne var ki, o tek şahsın vazife ve
fonksiyonu sadece kitabı bırakıp gitmek şeklinde de olabilir. Neşredildi deyip
bırakabilir. Bu hususta hiçbir şey bilmiyoruz. İşte, Bedri Bey, böylesine
devasa bir vazifenin vazifeli bir fonksiyoneri olarak dünyada yaşamıştır.”
Hüsrev Bilgioğlu’nun
(1910-1985) şahitliği:
Geçirmekte
olduğu ruhi bir bunalımın sarsıntıları içindeyken, tanışmak ve dertlerini
dökmek ihtiyacı içinde, 1950 yılında ilk defa karşılaştığı Bedri beyden, bundan
sonra bir daha ayrılmamış ve onun adeta dert ortağı olmuştur. Bedri bey
hakkında yaptığı açıklamaları banda aldım. Ertesi günü bana bir mektup
gönderdi. Telefonla, kendisinden izahat rica ettim; “Bedri bey hakkında
konuştuklarımı kaale almayınız. Sadece bunu belirtmeniz kifayet eder.” dedi.
Mektupta şöyle deniyordu:
“Bedri
Bey İnsanlığın ihtiyacı olan Müteal bilgiyi vermek üzere dünyamıza enmiş böyük
vazifeli bir varlık idi. Bedri Bey tarafından kitabın yazılmağa başlandığı
tarih. 1- 9,1958. biddıgi tarih ise 10-8,1959” (Not: H. Bilgioğlu - daha önce
H. Nurlu ismini kullanmış - ermeni ve ilkokuldan ayrılma bir vatandaştır.
Orijinal el yazısının aynısını kopya ettim. - M.H.A.[17]).
Değerli dostumun biraz da haklı bulduğum arzusuna uyarak, açıklamalarını aynen
değil de sadece bir özetini aşağıda tetkiklerinize arz ediyorum:
Sual:
Bedri beyin karakteri hakkında ne düşünüyorsunuz?
“Bedri
beyin karakteri anlatılamaz. Ona aslında karakter de dememek lazımdır. O bir idrakti!
Bundan başka bir şey söylenemez.”
Sual:
Bedri beyin beşeri yönden tanıtılmasını nasıl yaparsınız?
“Beşeri
açıdan nesini anlatabilirim ki?”
Sual:
Yani, bedenli olarak, bir insan olarak nasıl tanıyorsunuz?
“Bedri
bey tarife sığmaz ki! Tevazuun da ötesinde, tevazuu üzerinde bir bedenliydi.
Bundan başka bir şey söyleyemem ki.”
Sual:
İnsanlığa yaptığı hizmet hakkında ne söylenebilir?
“Kısaca
şöyle denebilir; Bedri bey bütün bir beşeriyet üzerinde -enkarne olacaklar da
buna dâhildir- büyük bir vazifeliydi. Buna ikinci bir misal verilemez.”
Sual:
Ne yönden vazifeliydi?
“Bilgi
yönünden.”
Sual:
Son devre çalışmalarının karakteri nasıldı?
“Ayırmak
doğru değil. Cemiyetteki faaliyetleri nasıl idiyse, aynı faaliyetlerine dışarda
da devam etti. Bedri bey için cemiyet içi ve dışı diye bir mevzuu yoktu. Kitap
çalışması da aynen olmuştur. Kitabın derlenişi kutsal bir vazifeydi. Kalbinden
rahatsız olmasına rağmen gecesini gündüzüne katarak çalıştı. Bu faaliyeti dokuz
ay devam etti. 1.9.1958'den 10.8.1959'a kadar” (Not: Verilen tarihe bakılırsa,
yaklaşık 11,3 ay devam etmiş olmalı. - M.H.A.).
Sual:
Bedri beyin biyografisinde mutlaka zikredilmesi lazım gelen sizce hangi
husustur?
“Bedri
bey, dünyaya inmiş büyük vazifeli bir bedenli idi. Bunun dışında bir şey
söyleyemem. Bundan başka bir şey düşünemem. Söyleyemem!"
Sual:
Kendisinin bir vazifeli olarak dünyada bulunduğunu biliyor muydu?
“Kitap
tebliğ olunduğu andan itibaren verildi, tamamen açıklandı.”
Sual:
Kitabı, kitabî dinler kademesinde bir dördüncü kitap olarak vasrflandırabilir
miyiz?
“Hayır.”
Sual:
Ne bakımdan hayır denebilir buna?
“Çünkü
bilgidir kitap! Diğer kitaplarda tarihler, izahlar, semboller var. Hâlbuki bu
kitapta bilgiden başka bir şey yok. Tamamile saf bilgi! işte bu sebeple o
kategoriden mütalaa edilemez.”
“Ölümü
16.2.1960 perşembe günüdür. 18.2.1960 cumartesi günü defnedildi. Düzenlediği
kitap, ölümünden altı ay evvel tamamlandı. Kitabın, medyum (Attila Güyer)
aracılığıyla tebliğine 1.9.1958'de başlandı. 10.8.1959'da tamamlanarak vazifeli
üç arkadaşa teslim edildi. Kitap, tek medyum ile verilmiştir. Evvelki
çalışmalarında iştirak eden medyumlar ve alınan tebliğlerin kitapla hiçbir
ilgisi yoktur. Bedri bey kitabın düzenlenişinde anlaşılamayan noktaları celsede
sualler tarzında vazeder ve açıklamalara göre hareket ederdi.”
“Bir
defasında ‘Allah’ kelimesinin mutlaka kelime olarak zikredilmesi zaruretini
hissetmiş ve bu kelimeyi kullanıp kullanmamakta tereddüde düşmüştü. Celsede bu
husustaki düşüncelerini açıkladı. Aldığı cevap mealen şöyleydi; ‘O kelimeyi tam
o yerde, sadece bir defaya mahsus olmak üzere kullanabilirsiniz. Böylece onun
tekliği de tek yerde kelime olarak zikredilmiş olmasıyla anlatılmış olacaktır.’
Gerçekten de, kitapta sadece bir tek yerde ‘Allah’ kelimesi geçmektedir[18].
Kitabın tebliği esnasında sual sormak ihtiyacı doğduğunda, tebliğe o noktada
ara verilmekte, sual izah edildikten sonra bırakılmış olan noktadan devam
edilmekteydi.”
“Bedri
Beye küre üzerinde kıyamet tatbikatı yaptırıldı. Yedi celse sürdü. Bazı
tashihler yapıldı. Kıyamet, dünya mihverinin 23,5 derecelik meyli değişmeden,
eksenin istikameti değişmekle vuku bulacak ve dört günde sular her yeri
kaplayacak. Bu arada, üç-beş kişi maya olarak kalacak. Keza, nebat ve
hayvanlardan da birer çift. Tıpkı Nuh tufanı gibi. Kalan insanlarda şuur
kalmayacak. Saç-sakal uzamış, örtünme bilmeyen bir iptidailikten başlayacaklar.
Dünya nüfusu yedi milyar olunca bu işler olacak ve bu işi bizzat Bedri Bey
yapacak. Zira onun mensubu bulunduğu “Biz” Planı mensupları bu işi teker
teker yapmak mecburiyetindedirler. Bittabi, kitap bu olaydan çok çok evvel
çıkmış olacak. Ancak üç-dört enkarnasyon sonra bu kıyametin vukuu muhtemeldir.
‘Biz’ Planı, kâinatları idare eden, dünyayı var eden bir Plandır.”
“Bedri
bey, kitabın düzenleme çalışmasında, celse esnasında sualler de sormuştur.
Tebliğe o noktada ara verilmekte, izah edildikten sonra bırakılan noktadan
devam edilmekteydi. Bir yerinde, Bedri bey Allah kelimesini kullanıp
kullanmamakta tereddüt ediyordu. Plana bunu sordu: ‘Kalemimi yürütemiyorum’,
dedi. Plan da, ‘tam o yere bir defaya mahsus olmak üzere o kelimeyi
koyabilirsiniz. Böylece, tek oluşu da anlaşılmış olacaktır’, dedi. Gerçekten
de, kitapta bir yerde bir tek defa Allah kelimesi geçmektedir.”[19]
Refet
Kayserilioğlu’nun (1922-2004) şahitliği:
Bedri
beyi 1949'da tanımış, 1954'den sonra birlikte çalışmışlar.
“Fiilen
çalışmalara iştirakim ise 1954'e rastlar. O sıralarda cemiyette dersler
veriliyordu. Hipnotizma denemeleri de yapılıyordu. Süjelerden birisi Metin
Sakik’di. Sonraları bu çalışmalar cazibesini kaybetti, monoton olmaya başladı,
takip edenlere bir şeyler vermez oldu. Sonra, Bedri Bey bu çalışmaları
kısıtladı. Daha sonraları da cemiyet çalışmalarıyla ilgisini azalttı. Nihayet,
istifa etti. Sonra, benim medyumluğum başladı. ‘Meşale’ isimli bir varlıkla temas
kuruldu. O sıralarda Bedri Bey bir ümitsizlik devresindeydi. Bedri Bey bu devre
esnasında bizlere bilgi vermiyordu. ‘Meşale’nin celseleri, haftada bir yapılmak
üzere, iki yıl kadar sürdü ve yüz küsur celse teşkil etti. Sonra, Mehmet Fahri
Öğretici’nin celseleri başladı. Bir süre Hikmet Omay’la çalışmalar yaptı. En
sonunda da Attila Güyer’in medyumluğu ile ‘Önder’ planının celseleri yapıldı.
Ve malum kitabı tamamladı.”
Hikmet
Omay’ın (1919-Bilinmiyor) şahitliği:
Bedri
beyi ilk defa 1946-47 senesinde tanımış.
“Ben
bazen, bu adam bana nasıl inanıyor, diye çok düşünmüşümdür. Yazıyorum, ama
bütün bu yazıp söylediklerim hakikaten ruh âleminden mi geliyor, yoksa ben de
bir şeyler katıyor veya hepsi benden mi çıkıyor, diye düşünmüşümdür.”
Hidayet Ruhselman’ın (1904-?)
şahitliği:
Bedri
beyin kız kardeşidir.
“Medyumlar
vasıtasıyla alınan bazı tebliğlerde, ‘senin vazifen bittikten sonra bu âlemde
artık işin kalmayacak, ondan sonra geleceksin’ denmişti.”
EK
7: PARAPSİKOLOJİ ALANINDA EĞİTİM VEREN ÜNİVERSİTELER
Parapsikoloji alanında araştırma, lisans,
lisansüstü ve doktora düzeyinde eğitim veren üniversiteler:
Stanford
Üniversitesi (California-ABD)
Princeton
Üniversitesi (New Jersey-ABD)
Harvard
Üniversitesi (Boston-ABD)
Duke
Üniversitesi (Kuzey Carolina-ABD)
Arizona
Üniversitesi (Arizona-ABD)
Columbia
Üniversitesi (New York-ABD)
Virginia
Üniversitesi (Virginia-ABD)
Edinburgh
Üniversitesi (Edinburgh-İskoçya)
Goldsmiths
Üniversitesi (Londra-İngiltere)
Northampton
Üniversitesi (Northamton-İngiltere)
Hertfordshire
Üniversitesi (Hertfordshire-İngiltere)
Liverpool
Hope Üniversitesi (Liverpool-İngiltere)
Liverpool
John Moores Üniversitesi (Liverpool-İngiltere)
Freiburg
Üniversitesi (Freiburg-Almanya)
Adelaide
Üniversitesi (Adelaide-Avustralya)
Utrecht
Üniversitesi (Utrecht- Hollanda)
Amsterdam
Üniversitesi (Amsterdam-Hollanda)
Moskova
Devlet Üniversitesi (Moskova-Rusya)
Lund
Üniversitesi (Lund-İsveç)
[1] Bedri Ruhselman, Ruh ve
Kâinat, İstanbul, Gayret Kitabevi Yay., 1946, C: III, s. 1022-1048, 'Sözün
Kısası' bölümü.
[2] Bedri
Ruhselman, “Milli Eğitim Bakanlığı'na Sunulan Spiritüalizma Hakkında Rapor”, Ruh
ve Madde Dergisi, C: XII, 1971, Sayı: 133, s. 2-3,25; Sayı: 134, s. 14-16;
Sayı: 135, s. 14-16; Sayı: 136, s. 14-16.
[3] Haluk
Egemen Sarıkaya (Haz.), Bedri Ruhselman: Bilgi Çağı Önderi, İstanbul,
Bilim Araştırma Merkezi Yay., 1981, s. 5.
[4] Düalizmin
aksine, kâinattaki birliği kabul eden felsefî görüş. Bkz. İsmail Fenni
Ertuğrul, Lûgatçe-i Felsefe, Konya, Çizgi Kitabevi Yay., 2015, s. 268,
Monisme.
[5] Fantom:
Hayalet, metinde materyalizasyon celsesinde materyalize olan dezenkarne (ölmüş)
varlığa atfen kullanılmıştır. Bkz. Ergün Arıkdal, Ansiklopedik:
Metapsişik Terimler Sözlüğü, 4.bs, İstanbul, Ruh ve Madde Yay., 1998, s.
85-86.
[6] Nesc:
Canlı mahlûklardaki hücrelerin yan yana gelerek derilerin, uzuvların vs.
meydana getirilişi. Dokuma, dokunuş, örülmek.
[7] Ektoplazma:
Materyalizasyon celseleri sırasında, medyumun bedeninin belirli bölgelerinden
çıkan ve dezenkarne varlığın, materyalize olmak için kullandığı süptil madde, bkz.
Arıkdal, Ansiklopedik: Metapsişik Terimler Sözlüğü, s. 77-78.
[8] Muslin:
Musolin de denir. Sıkça dokunmuş, parlak, ince, yumuşak olan bir çeşit pamuklu
kumaştır.
[9] İmzalar ve manifesto için link:
http://survivalafterdeath.blogspot.com/2012/08/el- manifiesto-de-los-treinta-y-cuatro.html
Dr. Gustave Geley'in
diğer bazı çalışmaları için link: http://survivalafterdeath.blogspot.com/search/label/Gustave%20Geley
[10] Bu
vesikalara (Vesika No: 1-3) erişilememiştir.
[11] Bedri
Ruhselman, Allah, İstanbul, Gayret Kitabevi Yay., 1951, s. 117.
[12] Ruh
âlemindeki zaman mefhumu dünyamızdakine benzemez. Dünyada geçen bir dakikalık
zaman, icabı hale göre orada bin senelik bir zaman geçişi intibaına tekabül
edebilir. Dünyadaki rüyalarımız bu hakikatin çok iptidai bir misalini verir
(Müellifin notu).
[13] Burada,
cebriyeci bir 'mukadderat' anlayışının acı tezahürü ne kadar açık olarak,
biçare varlığın bu sözlerinde görülüyor (Müellifin notu).
[14] Burada
da, cebriyeci bir 'mukadderat' anlayışının acı tezahürü ne kadar açık olarak,
biçare varlığın bu sözlerinde görülüyor (Müellifin notu).
[15] Bu
bölümde, M. Haluk Akçam’ın (1952-2009), Dr. Bedri Ruhselman’ın yakın arkadaşı
Feridun Tepeköy’ün (1920-1989) ‘Büyük Vazifeli Dr. Bedri Ruhselman’ isimli
yayınlanmamış 608 (611) sayfalık eserinin müsveddeleri arasından hazırlayıp,
18.01.1980 de sitesinde yayınladığı Bedri Ruhselman isimli doküman esas
alınmıştır. Bkz.
http://www.halukakcam.com/B6/Notes/BedriRuhselman1980.htm
[16] Yukarısı,
Yukarıdan vs. gibi kelimeler büyük harfle başlıyorsa, tebliği veren 'Plan'
manasına kullanılıyor demektir.
[17] M.
Haluk Akçam'ın kısaltılmışı
[18] Bu ifadeler
de “Allah” ile “Aslî Prensiplin aynı varlık olmadığını göstermektedir. Çünkü
“Aslî Prensip” kitapta birçok yerde geçmektedir. (Bir madalyonun iki yüzü, aynı
varlığın iki vechesi - Zahir/Batın - gibi düşünülebilir. TYN).
[19] Bkz.
Dipnot 22.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar