Print Friendly and PDF

BEDRİ RUHSELMAN VE METAFİZİK GÖRÜŞLERİ ...Ekler 1

Bunlarada Bakarsınız

 

EK 2: NEO-SPİRİTİZM’İN TEMEL İLKELERİ[1]

Ruhselman, Ruh ve Kâinat kitabının son bölümünde, ‘Sözün Kısası’nda, hem kitabına bir son söz yazmış, hem de ortaya koyduğu neo-spiritüalistik görüşün temellerini 41 madde olarak vermiştir. İşte, bu ‘Sözün Kısası’ bölümünü, aslından (Ruhselman’ın ağzından, kısmen sadeleştirerek) özetleyerek, burada alıntılayacağım.

Sözün Kısası

Neo Spiritüalizmden çıkan ilmî ve manevî neticeler, kitabımızın dikkatlice mütalaası sırasında, okuyucularımın aşağı yukarı malumu olmuştur. Ancak, bu bölümde, bunları topluca gözden geçirmek istiyorum. Her şeyden evvel belirtmek istediğim bazı noktalar var:

Bu neticelerin pek çoğu bizden evvelkiler tarafından söylenen sözlerle ortaya konmuştur. Dolayısıyla bizim icat ettiğimiz şeyler değildir. Bizim yaptığımız iş, onlara birkaç fikir ilave etmek ve bazı kısımlarında, yeni bir tecrübî spiritüalist görüşe göre, küçük bazı değişiklikler yapmak olmuştur.

Kitabımızdan çıkan neticeler, ilmin ve maneviyatın ne başlangıcıdır, ne de sonudur. Dolayısıyla bu yoldaki araştırıcılar arasında muhakkak bizden daha ileri gidecek olanlar bulunacaktır. Neo-Spiritüalizm diye adlandırdığımız bu yol ne bir dindir, ne de herhangi bir dogmadır, ne mutlak realitelerden, hakikatlerden bahsettiğini iddia eden bir yoldur ve ne de birtakım mükâfat veya mücazat (ceza) vaatleriyle ruhları şu veya bu tarafa gitmeye sevk ve icbar (zorlama) eden bir mezheptir. Burada söz konusu olan şeyler bir realitenin ifadesidir ve bu realite de, bütün realiteler gibi, hatalı olmak ve değişmeye, yerini daha kapsamlı yüksek realitelere bırakmaya mahkûm olmak akıbetinden kendini kurtarmış değildir.

Kitapta söz konusu olan meseleler, mümkün olabilen tecrübî yollardaki müşahedelere dayanmaktadır. Hakikati anlaşılmış bir hadisenin izah edilmesi faaliyeti üzerinde durmak icap ederken, bu işi bırakarak, o hadisenin hakikî olup olmadığı düşüncesinden kafasını bir türlü kurtaramamak, şüpheciliği kendine meslek edinmiş insan zümrelerinin, kaprislerini hiçbir vakit tatmin edemeyecek olmalarından doğmuş acıklı bir haldir. Böyleleri gaye edindikleri şüphelerinden ayrılamayacaklardır. Zira şimdilik kendilerinin tekâmül yolu budur.

Bu mülahazalardan sonra, kitabımızın veya Neo-Spiritüalizm görüşünün vardığı neticelerden bir kısmını şöylece hülasa etmek mümkündür:

Bütün mükevvenatı (yaratılmışları) var eden, yaratan Allah’tır. Yaradan, her dilde başka isimle anılmış ve herkesin izafî telakkisine göre hüviyet almıştır.

Allah’ın vücut verdiği mahlûkat bizim idrak sahamıza girmeyecek kadar sonsuzluk içinde yayılıp gider ve bu sebepten dolayı o (yani mahlûkat), bizim için ezelî ve ebedîdir.

Allah’a hiçbir hüviyet izafe edilemez. Zira O, Mutlak’tır. Mahlûkat ise nispidir. Mutlak kelimesinden anlayabildiğimiz mana, hiçbir şeyle, hiçbir suretle nispeti söz konusu olmayandır. Bu bakımdan düşünülünce O’na izafe edilecek bir sıfat, ne kadar yüksek tertipte telakki edilirse edilsin, ne kadar ideal olursa olsun, O’nu ifade etmez. Dolayısıyla Neo-Spiritüalist bir görüşte Allah hakkında büyüklük- küçüklük, iyilik-fenalık, bilicilik-bilmeyicilik gibi daima zıtlarıyla nispet edilen malûl (illetli, sebepli) sıfatlardan hiçbiri söz konusu olamaz.

Hilkat (yaratılış, yaratma), bizim tefekkür ve tahassüs (his) kabiliyetimizin dışında kalır. ‘Yoktan var olma’ sözü bizim ebediyen anlayamayacağımız manaları ihtiva eder.

Şu halde, Allah mahlûkatı nasıl ve ne vakitten beri yaratmıştır, gibi suallerin yeri yoktur. Başlıca üç bakımdan; a) Bizim düşüneceğimiz en yüksek tertipteki yaratıcılık vasfı nispîdir. Hâlbuki mutlak, nispet kabul etmez. Burada biz, Allah yaratmadı demek istemiyoruz. Yaratmak ve yaratmamak vasıfları bize göre itibarî ve hilkat bahsinde de nispîdir, dolayısıyla Allah’a isnat edilemez, diyoruz. Yani insanoğlu Hilkat’in manasını anlayamaz ve hiçbir tabirle ifade edemez, diyoruz. b) Yaratmak yoktan var etmek olduğuna göre, mahiyetini anlamaktan aciz bulunduğumuz bir meselenin, nasıl ve ne vakit vukua gelmiş olduğunu sorup öğrenmeye bizzaruret (çaresiz olarak, mecburen) imkân düşünülemez. c) Mutlak’a hiçbir şey isnat edilemeyeceği gibi, zaman ve amel de isnat edilemez.

Demek ki, Allah, bizce bahis mevzuu olmayacak surette, ruhları yaratmıştır, onlara vücut vermiştir gibi noksan ve kusurlu bir ifadeden başka bir söz söylemeye muktedir değiliz.

Ruh, müessiriyet kudretine malik şuurlu bir varlık olmakla beraber, onda mündemiç olan bütün vasıflar bizim bildiklerimiz ve anlayabildiklerimizden ibaret değildir.

Ruhlar madde kâinatında tekemmül ettikçe, yani görgü ve tecrübeleriyle maddeler üzerindeki müessiriyet kudretlerini kullanabilme imkânlarını genişlettikçe kendilerinde meknuz (saklı) olan yüksek melekeleri, yavaş yavaş ve müterakki (artan) bir şekilde inkişaf zemini bulur ve o nispette maddî esirlikten kurtulur. Mesela; bir nebatın ruhunda, ruhî telakki edebileceğimiz pek az şey inkişaf etmiştir. Nitekim müteakip merhalelerdeki, hayvan halinde iradenin, insan halinde de imajinasyonun inkişaf etmiş olduğunu görüyoruz.

Dolayısıyla, ruhların tekâmülü zarurîdir.

Tekâmül, ruhların maddî kâinatla olan münasebetleri bakımından söz konusudur. Dolayısıyla biz, madde kâinatı ile olan münasebetleri dışında, nasıl ruhun hiçbir varlığını, hiçbir faaliyetini idrak edemiyorsak, öylece onun ebedî akıbetlerinden de bahsedemeyiz. Ve bu sebepten dolayı, onun madde kâinatı dışındaki tekâmülü de bizce söz konusu olamaz.

Ruhlar görgü ve tecrübelerini arttırmak için maddî kâinata zarurî olarak bağlanırlar. Bu hâli zarurî kılan ilahî kanunlar, daha doğrusu bu kanunların icaplarına susamış ruhun kendi oluş hâlidir. Şu hâlde ruhların maddelere bağlanması bir illet değil, neticedir ve bu netice ruhları kemal gayesine ulaştırıcı bir vasıtadır. İşte Neo- Spiritüalizm düşüncesi, klasik deneysel spiritüalizma saliklerinin birçoğundan, birçok skolastik spiritüalistik felsefe düşüncesi sahiplerinden ve bilhassa Hindistan’dan, Budizm’den menşeini alan birçok dinî ve felsefî görüşlerden bu suretle ayrılır. Çünkü bu kısım düşünceler, ruhun kemalini maddî bağları koparmakta ararlar. Ve bunlara göre maddî bağlar, bir tekâmül vasıtası değil, geriliğin bir illeti sayılır.

Dar manadaki fatalizme inanan bütün düşünceler hakkında da aynı şeyler söylenebilir. Hâlbuki neo-spiritüalist düşünceye göre, ne madde düşmanlığı beslemeye ne de fatalist olmaya lüzum vardır.

Mahlûkatın nispîliği, izafiliği ve vücut bulmuş olması onun idare edilmesi zaruretini neticelendirir. Nizam da bir takım kanunlarla inzibat altına alınmıştır. Kanunsuz nizam ve nizamsız idare olmaz. Mahlûkatın nizamı, tabiat kanunları adıyla anılması âdetinde bulunduğumuz ilâhî kanunlarla temin edilir. Bu kanunların tayin ettikleri nizam İzafîdir. Bu hâl onların, nispî kıymette olan şuurlu müessirler tarafından tatbik sahalarına çıkarılmalarını icap ettirir. Mutlak’a hiçbir izafî ve nispî varlığın nispet edilemeyeceği malumdur. O halde biz, şimdiye kadar çok defa düşünüldüğü gibi, Allah ’ı nispî ve mükevven (yaratılmış) hadiseler içinde, bir amele gibi çalışan faal bir unsur veya âmil olarak Mutlak'la telif mümkün olmayan bir durumda kabul edemiyoruz. Böyle olunca, kâinat ilâhî kanunlar dâhilinde ruhlar tarafından sevk ve idare edilir ve ruhların da bu işleri başarabilecek durumlara girmeye gayret göstermeleri, bu hâlin doğurduğu zaruretlerden biri olur. Diğer taraftan, kâinatı sevk ve idare etmenin nihayeti olmadığı gibi, ruhların tekâmüllerinin de nihayeti yoktur.

Bu nihayetsizlik, Neo-Spiritüalizm görüşüne göre, bizi ruhların bir gün Allah olacakları veya herhangi bir suretle Allah ile münasebette bulunabilecekleri düşüncesine hiçbir vakit götürmez. Bunun da çok açık sebepleri vardır: i) Allah mutlaktır. O hiçbir şeyle nispet ve münasebet kabul etmez. Ruhlar ise nispîdir. ii) Mutlak hakkında ezeliyet, ebediyet gibi zaman mefhumları söz konusu olmaz. Hâlbuki ruhlar oluş hâlleri itibariyle kendilerini bu mefhumlardan kurtaramazlar. iii) Allah Kemalinde Mutlaktır. Mutlak Kemal hakkında derecelenme söz konusu olmaz. Hâlbuki ruhlar tekâmül halindedirler. iv) Mutlak ile birleşmek, Ona yaklaşmak, Ondan uzaklaşmak vs. gibi mefhumlar izafî ve nispîdir. Bunlar, hakikat (verite) değildirler. v) Hilkat, Halik’a ait Mutlak Realitedir. Onu hiçbir surette, hiçbir vakit bizim nispî telakkilerimize göre Halik’tan ayırmak söz konusu olmaz. Nispî yaratılış hâlini, Mutlak Yaratıcılık Hâli ile bir tutamayız. vi) Halik’ın determinizm kayıtlarına tabiiyeti düşünülemez. Hâlbuki ruhların mukadderatı bu prensibin kayıtları altında taayyün eder. vii) Kavlî (itikadî) olarak Halik ile mahlûkun muvasalasını (erişme) kabul ettiğimiz anda, izahı ve telifi mümkün olmayan bir sürü tezatlar ve manasızlıklar içinde kalırız. Mesela; a) Hilkat fikri ortadan kalkar, b) Ruhların şahsiyeti kaybolur, c) Büyük illiyet prensibi boş bir vehimden ibaret kalır, d) Bütün mahlûkat ve mahsûsat âlemi uydurma bir mevhum hâline girer, e) ‘Tezahürat âlemi’nin hikmeti vücudu kalmaz, f) Nihayet tekâmül fikri boş ve manasız bir efsane haline girer.

Bir ruh, yükseldiği nispette, kendi varlığındaki yüksek ilâhî ihtizazları (titreşimleri), mahiyetlerini anlayabilmeksizin duyabilir. Ruhların kendilerinde doğan bu ilâhî ihtizazlara dayanabilmesi, ancak kemal dereceleri nispetinde mümkün olur. İlâhî ihtizazlar, bizim içimizde doğan ve tealimizle (gelişmemizle) mütenasiben artan birçok çeşitli intibalar ve duygular husule (meydana) getirir. Bu intibalar ve duygular olgunluğumuzu vasıflandıran sübjektif bir hâlettir. Ruhlarında bu yoldaki inkişafa henüz nail olmayan insanlar, Tanrı fikrinden hiçbir mana çıkaramazlar. Ve Onu kabul edemezler. Pek az inkişafa malik olanlar ise, Tanrıyı ancak pek müphem ve muğlak birtakım karışık duygular içinde duyarlar ve duygularda ekseriya hâkim olan unsur ‘korku’ olur. Fakat ruhlar tekâmül ettikçe bu duygu kompleksine yeni yeni hisler, bilhassa sevgi hissi karışır. Fakat hiç şüphe yok ki, ruh tekâmülü ebedî oldukça, bu ihtizazların ruhtaki inkişafları da ebediyen devam edip gidecektir. Sevginin bizim dünyamızda varılabilecek en son haddi olan derecelerine yaklaşmış olanlar, bu hâli hakiki manasıyla bir ‘vuslat’ telâkki edip Tanrı ile birleşmiş olduklarını, samimi olarak, zannedebilirler. (Ancak, vuslat derecesinde kendisini Halik ile birleşmiş zannetmek; kemalin zirvesine varmış olmanın değil, fazla hızla, bulunduğu mertebeyi ve tahammül hududunu aşmış bulunmanın bir ifadesi saymak gerekir.) İşte Neo- Spiritüalizm görüşü ile Allah’a yaklaşmayı biz bu manada kabul edebiliyoruz.

Ruhun tekâmülü, madde kâinatı ile olan münasebetlerinin inkişafına ait olunca, bu münasebetlerin ebediyet içinde kesilmemesi lazım gelecektir. Zira bu münasebetlerde tekemmül (olgunlaşma) etmiş olmak, ilâhî kanunları kemaliyle tatbike muktedir bir duruma girmek demektir.

Ruhların madde kâinatı içindeki tekâmülleri birtakım vetirelerle mümkün olur. Bu vetireler de, onların içinde yuvarlandıkları maddeler üzerinde müessiriyet kabiliyetlerini, ilâhî nizama uygun olarak tatbik sahasına çıkarabilmek için, maddî kanunların bütün icaplarında bilfiil yaşamış olmaları esasına dayanır. Bunun için ruhlar, maddelerin en iptidai hâllerinden en mütekâmil hâllerine kadar tertiplenmiş bütün âlemlerde, kendi ihtiyaçlarına göre bir müddet yaşarlar.

Üç buutlu âlemimiz sonsuz madde kâinatımızın oldukça geri bir merhalesidir. Bununla beraber, bu iptidai merhale bile bize bir ebediyet kadar uzun görünen zaman içindeki sonsuz maddî oluş imkânlarını ihtiva eder.

Bu hâl ruhların bir dünyada veyahut dünyalar grubunda müteaddit defa yaşayıp tedricî bir talimde bulunmaları zaruretini ve lüzumunu doğurur.

Üç buutlu âlemin dünyaları aynı tabii şartlara tâbi değildir. Ve bunlar birbirlerinden çok farklı ve bariz değişikliklerle ayrılır. Birbirine benzeyen dünyaları bir grupta mütalaa etmek mümkündür. Mesela; Dünya, Ay, Merih gibi. Hâlbuki Güneş, Jüpiter, Plüton vs. gibi diğer dünyalardaki tabii şartlar dünyamız grubundakilerden farklıdır.

Her grupta tekâmül eden ruhlar, o gruptaki dünyaların icaplarına ve zaruretlerine uygun aynı gayeye matuf başka bir tekâmül yolu takip ederler. Her yolun kendine mahsus maddî oluş hâli vardır. Mesela; Dünyamızın dâhil olduğu gruptaki tekâmül safhaları nebatlık, hayvanlık ve insanlık gibi. Diğer gruplardaki hayat şekillerini bilemiyoruz.

Şu halde, kâinatta her yer meskûndur. Ve her yer, o yerin icaplarına, oluş şartlarına ve tabiî kanunlarına uygun şekilde tekâmül eden ruhlar vardır.

Bütün gruplanmış olan bu sayısız tekâmül merhalelerini, muhtelif âlemlerde ikmal ettikten sonra, nihayet üç buutlu âlemde, ruhlar işlerini bitirmiş ve oralardaki maddî hadiselere hâkim bir duruma girmiş olurlar. Bu andan itibaren, ayrı ayrı yollardan gelen ruhlar, sembolik bir ifade ile dört buutlu dediğimiz daha yüksek ve esaslı tahavvüller (hâlden hâle geçmeler, değişimler, değişiklikler) geçirmiş maddî tertipteki bir âleme girerler.

Dünyamızın dâhil olduğu tekâmül grubu, diğer dünyalar arasında oldukça geri bir merhaleyi teşkil eder. O kadar ki, burası hemen hemen hayvanlığın insanlığa yeni ayak basmış olduğu yerlerden biridir. Dolayısıyla, burada hayvanlıktan ayrılıp, başka bir dünyada kısa bir tekâmül devresi geçirdikten sonra insanlığa ayak basmış ruhlar vardır.

Demek ki, dünyamızda henüz hayvanî iştihaların ve duyguların kuvvetli intibalarını taşıyan varlıkların sayısı pek çoktur. Bu gruptaki dünyalar yükseldikçe onlarda hâkim olan böyle geri durumlardaki hâller ortadan kalkacaktır.

Dolayısıyla, tekâmül derece derecedir. Ve bir aşağı dereceden daha yukarı dereceye çıkmak için ruhun bir dünyada mükerreren maddî şartlar değiştirerek yaşaması zarureti vardır. Zira bir tek dünyanın dahi, unsurları arasında birçok hadsiz ve hesapsız maddî durumlar ve bu durumların icabatından olan tabiî ve içtimaî hayat şartları mevcuttur.

Şu halde, ruhların bir dünyada tekrar tekrar doğarak onun maddeleri içine girip çıkması lüzumu vardır ki, buna yanlış olarak biz, enkarnasyon, dezenkarnasyon ve reenkarnasyon; yani ete girme etten çıkma ve tekrar ete girme hâlleri diyoruz. Bu yanlıştır. Çünkü ruhların dünyalarda kullanmak zorunda kaldıkları maddelerin et nev’inden olması yalnız insanlara ve hayvanlara mahsus bir vetiredir (hakikat). Nebatlarda et yoktur, keza başka dünyalardaki varlıkların bedenleri, o dünya maddelerine uygun olduğuna göre, bunların da bedenlerinin et nev’inden olmaması icap eder. Mesela, güneşteki varlıklarda olduğu gibi. Bununla beraber, şimdiye kadar kullanılagelmiş olan bu tâbiri biz değiştirmek istemedik ve yanlış olan manasını daima göz önünde tutmak şartı ile değiştirmeye de lüzum görmedik.

Reenkarnasyon vetiresinde (hakikatinde) takip olunan gaye, ruhların dünyadaki herhangi bir madde teşekkülüne ait icaplarda bilfiil yaşadıktan sonra daha yüksek tertipteki madde icaplarında da yaşamaya kendilerini hazırlamalarıdır.

Dolayısıyla reenkarnasyon, tedricî ve müterakki bir şekilde aşağıdan yukarı doğru zarurî olarak vuku bulan bir ruh-madde münasebeti hâlinin tekemmülünü (olgunlaşmasını, kemale doğru gitmesini) neticelendirir. Buna göre nebatlık hâli, gene kendi âleminde tedricen yüksele yüksele hayvanlık hâline geçmiştir. Dolayısıyla, bunların herhangi bir sebeple geri dönmesine imkân olmadığı gibi bunun lüzumu ve manası da yoktur.

Şu halde, bazı klasik düşünce sahiplerinin kabul ettikleri tenasüh fikri, klasik deneysel spiritüalizm kanaatince olduğu gibi, Neo-Spiritüalizm kanaatince de kabule şayan değildir.

Ruhların reenkarnasyonları esnasında intihap ettikleri (seçtikleri) beden ve hayat şartları, keyfî ve rasgele arzulardan doğma bir irade ile intihap edilmiş veya insana zorla kabul ettirilmiş değildir. Bunlar, ilâhî kanunların icaplarına uygun bir illiyet prensibi hükmünce, ruhların tekâmül dereceleriyle ve ihtiyaçlarıyla mütenasip olarak, ya bir ruhun imkân nispetinde kendi takdiri ile veyahut daha yüksek yardımcı ruhların tavsiyeleriyle taayyün eder (belirlenir).

Bir hayatın tecrübe ve görgülerindeki muvaffakiyet veya muvaffakiyetsizlik, doğrudan doğruya diğer hayatı hazırlamaz. Ancak bu muvaffakiyet veya muvaffakiyetsizlikten doğan neticeler, yani ruhun madde kâinatındaki müessiriyet imkânlarını genişletecek ve büyük gayeye kendisini yaklaştıracak melekelerinin inkişaf edip etmemiş olmasıdır ki, gelecek hayatın şartlarını hazırlayan âmiller arasında bulunur. Dolayısıyla burada, bir mükâfat (ödül) veya mücazat (ceza) fikri değil, bir icabiye (determinizm) fikri söz konusudur.

O halde reenkarnasyonda determinizm kaideleri caridir. Bir hayatın neticesi gelecek hayatı hazırlar. Ve bir hayat kendisinden evvelki hayatın neticesidir.

Böyle olunca bir hayatta, şuurlu veya şuursuz, her ruh varlığının yapmakla mükellef (yükümlü) olduğu, kendi ihtiyaçlarına göre taayyün etmiş (belirlenmiş) birtakım işleri vardır. Burada varlıkların şuurlu veya şuursuz olması, bu işlerin kıymetini, lüzumunu ve neticelerini ne azaltır, ne de çoğaltır ve ne de ortadan kaldırır. Nebatlar hayvanlar gibi, keza hayvanlar da insanlar gibi illiyet prensibine tabidirler. Ve bütün bu varlıklar, determinizm çevresi içinde (çerçevesinde) birbirine bağlı hayat şartlarına tâbi olarak, dünyaya tekrar tekrar gele gide yükselirler.

İnsanlık hâlinde tecelli eden (görünen, ortaya çıkan) şuurun büyük faydası vardır. Ve bu faydayı idrak edenler bahtiyar olurlar. Bu fayda, insanın geçirdiği bütün tekâmül plânlarındaki illiyet prensibini tanımış olmasıdır.

İlliyet prensibini tanımış olan ruh, tekâmül yolundaki adımlarını evvelki merhalelerdekilerden daha ziyade çabuklaştırır. Bu devreye girdikten sonra ruhun diğer gizli melekeleri, daha fazla bir süratle ve daha emniyetle inkişaf etmeye başlar. Zira illiyet prensibini anlamış ve kabul etmiş ruh, tabiat kanunlarına ayağını uydurmak için daha büyük gayretler, cehitler sarf eder. Ve bu cehitler, ilâhî kanunların tatbikine memur ajanlar (varlıklar) sırasına geçmek yolundaki, onun yürüyüşünü hızlandırır. Bu da ilâhî kanunların bir icabıdır.

İnsanın bir hayatta tecrübelerini muvaffakiyetle ikmal edebilmesi, “bütün efal (fiiller) ve harekâtını (hareketlerini) tabiat kanunlarına uydurmuş olmak” formülü ile gösterilebilir.

Tabiat kanunlarına uyup uymamanın miyarı (ölçüsü) vicdandır. Herhangi bir fiil ve hareket karşısında vicdanımızda duyduğumuz en hafif bir burkulmadan, en acı ve keskin sızılara kadar olan her duygu bize tabiat kanunlarından ayrılmak teşebbüsünde bulunduğumuzu ihtar eder. Fakat vicdanî hükümlerin ıstıraplı neticeleri olduğu gibi, insanları tekâmül yolunda hızlandırıcı tesirleri bakımından büyük faydaları da vardır. Ve işte onun içindir ki, bu ıstıraptan ve onun nimetlerinden mahrum kalan hayvanlık âlemi, tekâmül yolunda insanlara nazaran daha ağır yürür.

Fakat bu hâl geri bir insanlık durumunun neticesidir. İnsanüstü varlıklar hâline yükselmiş ruhlarda, uzun cehitlerle kazanılmış veya daha doğrusu inkişaf ettirilmiş vicdandan daha yüksek melekeler tezahür etmiştir. Ve bu melekeler, onları böyle muvaffakiyetsizlikle neticelenecek maddî mücadelelerden kurtarmaya yarayacaktır. İşte dünyaya tekrar gelişler, bu melekeleri kazanabilmemize yardım eder.

Dünyadaki tecrübeden maksat, maddelerden tiksinmek ve hadiselerden kaçarak itikâf hayatına girmek değildir. Bunun aksine olarak maddeleri gaye ittihaz edip (kabul edip) onların geçici hadiselerine tapmak da değildir. Dünyadaki maddeler tekâmülün vasıtasıdır. Bu bakımdan onlara bağlanmak ve onların doğurduğu hadiselerden kendimizi uzaklaştırmamak zorundayız. Fakat maddeler tekâmülün gayesi değildir. Bu da onlara ancak muayyen gayeler uğrunda ve o gayelerin tahakkuku için bağlanmamız lazım geldiğini gösterir. Dolayısıyla insan, dünyada iyi gördüğü mümkün olan her teşebbüse girişecektir ve girişmelidir. Hata ihtimallerini düşünerek hadiselerden kaçmak bir gerilik alametidir. Ama hatalı yollara bile bile ve bilhassa kötü niyetlerle de sapmamak lazımdır. Yani hata yapmamak niyetiyle, hatadan korkmaksızın iyi maksatlar uğrunda teşebbüslere girişmek gerekir.

Şu halde doğru yolu bulmak, iyi insan olmak, tecrübelerimizi dünyada muvaffakiyetle bitirmek, hülasa tekâmül etmek için hiçbir ahlâk hocasına lüzum yoktur.

Dolayısıyla neo-spiritüalist görüşüyle ben, okuyucularıma birtakım faziletlerden, meziyetlerden ve ahlâk güzelliği numunelerinden bahsedecek değilim. Bunlarla hiçbir okuyucumun ruhî ihtiyacını tatmin etmiş olmayacağımdan eminim. Ve bu işi bu yoldan başaracak herhangi bir ahlâkçının mevcut olabileceğine de kani değilim. insanın ahlâk hocası, dışında değil, kendi içindedir.

Sevgili okuyucular, çok konuştum ve ihtimal hatalarım oldu. Ben bir insanım ve - her insan gibi - hatadan masun (korunan, korunmuş) değilim. Fakat bütün sözlerimde samimi oldum. Müşahede ettim, düşündüm, duydum ve inandım. Sizlere de müşahede ettiğim gibi, düşündüğüm, duyduğum ve inandığım gibi yazdım. Bunlar benim realitemdir, bu günkü realitem. Belki yarın değişir. Fakat ne zararı var?.. Hayat ebedîdir!..

EK 3: NEO-SPİRİTİZM HAKKINDA MEB’E YAZILAN RAPOR[2]

İnsanlık için yeni bir çağ olan, ‘Bilgi Çağı’nın en önemli vazifelilerinden, Üstat Dr. Bedri Ruhselman’ın, en büyük arzularından birisi, sanırız, ülkemizde, dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi, bir ‘Parapsikoloji Kürsüsü’ kurulmasıydı.[3] 21 Ağustos 1952’de, Ruhselman, Millî Eğitim Bakanlığı’nın isteği üzerine, ‘Tecrübî (deneysel) Spiritüalizma (spiritüalizm)’ hakkında bir ilmî rapor hazırlamış ve göndermişti. Böylece konunun üniversitede tetkiki için çok önemli bir adım atılmıştı. Ancak ne yazık ki, bugüne kadar bu konuda bir gelişme kaydedilememiştir. Bu rapor orijinal olarak aşağıdadır:

Konu: Tecrübî Spiritüalizma

Muhatap: Millî Eğitim Bakanlığı

Tarih: 21 Ağustos 1952

Özet: Psişik ve metapsişik ilim mevzularının üniversitede tedrisi hakkında rapor.

1846 senesinden beri yeni ve eski dünyalarda takip edilmekte olan tecrübî spiritüalizma mevzuları, diğer bütün ilmî mevzular gibi, birçok münakaşa ve mücadeleye yol açtıktan sonra, bugün, ciddî bir ilim mevzuu hâline gelmiş bulunmaktadır.

Tecrübî spiritüalizma: Süptil tabiat hadiselerinin ve insan ruhunun şimdiye kadar dokunulmamış taraflarını kurcalayan ve dünya kuruldu kurulalı insanlara ilham, irşat ve ifşa yolları ile gelmiş bir sürü ilâhî yardımları, açık ve bugünkü insan zekâsının ve ilmî anlayışının ihata edip kabullenebileceği tarzda, objektif ve sübjektif yollardan ve tecrübe yolu ile manâlandıran ve kıymetlendiren müspet bir ilim, felsefe ve ahlâk yoludur.

İlimde tecrib (tecrübe, deney) ve müşahede esas olduğuna göre, sırf müşahede ve tecrübe üzerine müesses (kurulmuş) olan, psişik ve metapsişik de denilebilen, tecrübî spiritüalizmanın da ilmî bir hüviyete malik olması lazım geldiğini inkâr etmek, ilmî şiara uygun düşmese gerektir kanaatindeyiz. Bu fikirler, asrımızın müspet ilim sahasında büyük muvaffakiyet göstermiş bazı büyük âlimlerinin de kabul ve itiraf eyledikleri bir hakikatin ifadesidir. Bu maruzatıma (açıklamalarıma) ilmî birer hüccet (delil, şahit) olmak üzere, bu âlimlerden bazılarının birkaç sözünü - kendi orijinal eserlerinden iktibas (alıntı) ederek - arz ediyorum:

Sir William Crookes: 1832-1919, bu zat Londra Kraliyet Akademisi azasından, dünya çapında büyük keşfiyatı (thallium’un kâşifi, radyometre ve Crookes tüpünün vb. mucidi) ile temayüz (kendini gösterme) etmiş, İngiliz kimyagerdir. Mehazım (kaynak) olan eser; Phenoenes de Spiritualisme (Paris, Edition de la B.P.S. 1923):

“Maddî sebepleri belli olmayan, bazı gürültüler ve eşyaların, temas vaki olmadan kendi kendilerine hareketleri gibi, hâlen malum fizik kanunlarının hiçbirisi ile izah olmayan tezahürleri bizzat müşahede ettim. Ve bunların, bugün, en basit birer kimya hadiseleri kadar, hakikî birer vakıa olduklarına kati surette kanaat getirmiş bulunuyorum. Bu husustaki kanaatim, çok uzun süren bir araştırma neticesinde elde ettiğim müşahedelere müstenit ilmî bir tetkik mahsulüdür. (Sayfa: 2)”.

“İtiraf ediyor ve acı duyarak hayretle beyan ediyorum ki, ilim adamları, tecrübî spiritüalizma vakıalarının mütalaası bahsinde bir uyuşukluk ve çekingenlik hâli içindedirler. Birkaç âlimi bir araya getirerek bu vakıaları ilmî yollarda tetkik etmeyi çok özlediğim halde, böyle bir komitenin kurulamayacağını kısa bir zamanda anladım. Ve bundan sonra bu işi tek başıma yapmaya karar verdim. (Sayfa: 25)”.

“Bütün eserlerimi ve makalelerimi okuyanlar, ruhî kudretlerin tezahürlerine ait, önlerine koymuş olduğum vakıaların doğruluğuna ve bunların, yalnız hakikati tebarüz ettirmek için, ciddiyetle yapılmış birer tecrübe mahsulü olduklarına muhakkak surette kani olurlar zannındayım. (Sayfa: 33)”.

“Burada ne bir faraziyeden, ne de bir nazariyeden ibaret şeyleri değil, ben hakikî ve kati vakıaların mevcudiyetini gösteriyorum. Bunlardan şüphe edebilirsiniz. Fakat inkâr yoluna sapmayınız. Takdim ettiğim bu müşahedeleri en sıkı bir tenkitçi gözü ile inceleyebilir ve onun zayıf, hatalı noktalarını araştırabilirsiniz. Fakat bizim bu husustaki müşahedelerimizin, kablî (peşin) hükümlerle birer yalan ve hayal mahsulü olduğunu söylemekte acele etmeyiniz. Tecrübelere girişiniz. Benim gibi büyük bir sabır ve ihtimamla psişik ve metapsişik vakıalar üzerinde durarak incelemeler yapınız.

Eğer bunu yaptıktan sonra müspet neticeler alamazsanız, bu muvaffakiyetsizliğinizi derhal ilân ediniz. Aksi halde (bir sonuca varırsanız) ‘edebî namus şeref kanunu’ bu hakikati kabul etmeye sizi sevk eylemelidir. (Sayfa: 36)”.

Prof. Sir Oliver Lodge: 1851-1940, bu zat iyon ve elektrik bahislerindeki keşifleriyle (yıldırımı, elektromanyetik dalgaları ve telsiz telgrafı araştırmıştır) şöhret kazanmış bir İngiliz fizikçidir. Aynı zamanda kendisi İngiliz Kraliyet Akademisi azasındandı ve Birmingham Üniversitesi rektörü idi. La Survivance Humaine isimli eserinden:

“Yarım asırdan beri süren süper normal psikolojik hadiseler, yalnız amme (halkın) dikkatini çekmekle kalmamış, müspet ilim şubesinde büyük birer otorite olan, aklı başında âlimlerin de alâkasını çekmiştir. Bilhassa bu vakıaların tetkiki için büyük âlim ve ediplerden (edebiyatçılardan) kurulmuş olan Londra Ruhî Araştırmalar Cemiyeti, 28 seneden beri müspet faaliyetler göstermektedir. (Sayfa: 2-3)”.

“Ruhî ve psişik vakıalar, alelade fizik sistem içinde mütalaa edilmezler. Onun içindir ki, mesela, hiçbir temas vaki olmadan, eşyaların kendi kendine hareket etmeleri veya uzaktan tesir yapmaları gibi vakıaları bir fizikçinin inkâr etmeye hakkı yoktur. Zira ancak ziya, ses, elektrik, mıknatısiyet vs. hadiselerinden bahsetmek onun kompetansı (bilgi ve uzmanlığı) dâhilindedir. (Sayfa: 22)”.

“İnsanın şahsiyeti ve zekâsının faaliyeti, ölümden sonra yalnız devam etmekle kalmaz, aynı zamanda dünyada kalan insanlarla muvasala (ulaşma, erişim, görüşme) haline geçmek ister. Ve bunda muvaffak da olur. Bu neviden olan vakıaların en iyi ve basit izahı ancak bu şekilde yapılabilir. (Sayfa: 252) ”.

Ben şunu tamamen tespit etmiş bulunuyorum ki, beden dışındaki ruhlarla biz insanlar arasında görüşmek mümkündür. (Sayfa: 261)”.

'“Dünyada görüşmelerin, hâlihazırda yaşayan insanların birbirleriyle görüşmelerinden ibaret kalmayacağını düşünmek imkânını bize veren deliller mevcuttur. Bunlar, başka âlemlerdeki varlıkların hayat şartları hakkında şayanı itimat bilgiler vererek, bizimkinin fevkinde bir ilmi ve kudretleri kullanmamıza imkân vereceklerdir. (Sayfa: 262)”.

“İngiliz Taharriyatı (araştırmalar) Ruhîye Cemiyeti’nde yapmış olduğumuz tecrübelerin neticesinde şunu keşfetmiş oluyoruz ki, bazılarımızca çok iyi tanınmış olan müteveffa dostlarımızdan Prof. Gurney’in, Myers’in ve Hodgson’un ruhları, muhtelif medyumlar vasıtası ile bulundukları âlemde yaşamakta devam ettiklerini, ısrarla bize söyleyerek, anlatmak için faal bir rol oynamışlardır. Ve şunu da keşfetmiş oluyoruz ki, bu âlim dostlarımızın ruhları, hayatlarına ait sorduğumuz hususî suallere müspet cevaplar vermektedirler. Biz bu kanaate ne kolayca, ne de çabucak varmış değiliz. Hatta mutat hayatımızda telefonla veya daktilogramla, karşılaştığımız dostlarımızın şahsiyetlerine bizi inandırmaya kâfi gelebilen, mahrem hususiyetlerine ait bilgileri bu dostlarımızın ruhlarından fazlası ile aldığımız hâlde, bunları bile yeter derecede saymıyor, daha kati deliller arıyorduk. Ve işte ancak bu delilleri elde ettikten sonradır ki, dostlarımızın ruhları ile konuştuğumuza kanaat getiriyorduk. (Sayfa: 264)”.

Raymond Revised (Methuen Co. Ltd. London, 1940) isimli eserinden: “Süpernormal görüşmeleri (ruhlarla görüşmeleri) ispat eden gayretler, yalnız hissimizden gelmiyor. Bu görüşmenin doğruluğunu, ilmî alâka ve vazifeye müteallik gayemiz ispata yardım ediyor. İşte böylece gerek ben ve gerek diğerleri, uzun bir sabırla yaptığımız devamlı cehitler neticesinde elde edilen tecrübî neticelerden sonra, bu görüşmelerin doğru birer vakıa olduğuna kanaat getirdik. Ben şahsen yaptığım tecrübeler neticesinde, yalnız hissimi kullanarak değil, zekâmı ve ilmî gayemi rehber edinerek, ruhlarla konuşmanın mümkün olduğunu tasdik ediyorum. Gerçi, ölümden sonra ruhların yaşamakta olduklarını, benim tecrübelerimden evvel, hâlen öbür âlemde bulunan Taharriyatı Ruhîye Cemiyeti azasından müteşekkil zevat ile Myers ispat etmişlerdi. Fakat evvelce ispat edilmiş olan bir şeye yeni delilleri eklemek, eskilerin kıymetini azaltmaz. (Sayfa: 13-14)”.

Frederic William Myers: 1843-1901. Bu İngiliz âlimi, 30 senelik devamlı ve (kendisinin de dediği gibi) sabırlı bir çalışmadan sonra, Walworth’da vermiş olduğu bir konferansta şu sözleri söylemiştir:

“Ben şu fikirde karar kılıyorum ki, öldükten sonra insan ruhunun bekası, ilim tetkik yolları ile basit olmuş bir hakikattir (J. Meyer, La Mort, Paris 1922, Sayfa: 57)”.

Prof. Cesar Lombroso: 1836-1909, İtalyan, doktor ve kriminolojist. Bu zat Turin Üniversitesi’nde psikiyatri profesörü ve aynı zamanda meşhur İtalyan kriminalisti idi. Hypnotisme et Spiritisme (E. Flammarion, Editeur Paris, 1919) isimli eserinden:

“Hayatını akıl hekimliği ve cinsi antropoloji (kriminal antropoloji) ile geçirmiş, benim gibi bir insanın spiritizma hakkında kitap yazdığını gören en iyi dostlarım, şimdiye kadarki mesaimle kazanmış olduğum ilmî şöhreti kaybedeceğimden endişe ederek, bana itirazda bulundular. Buna rağmen bu sahada çalışmayı, ben bir vazife telakki ederim. Gerçi dostlarım bu itirazlarında haklı idiler. Zira ben de bir vakitler onlar gibi düşünüyordum. O zaman spiritizmanın, Monisma (monizm)[4] ile kabili telif olmadığını sanıyordum. Fakat radyoaktivite gibi, son ilmî keşiflere de munzam (ek) olarak ortaya konan deliller, spirit hadiselerine dair evvelce bende mevcut olan menfi kanaatleri çürüttü. Bundan başka, spiritizma ‘netaici demonisme’ (şeytanî güçlere inanma) esaslarına muhalif olmaktan çok, uzaktır. Şimdiye kadar yapılmış olan ve birbirini destekleyen ve tutan spiritizma tecrübelerinin neticeleri, hiç olmazsa büyük filozofların düşünüp ortaya koydukları fikirler derecesinde ve onlar kadar otoriteye sahip birer kıymet arz etmektedir (Sayfa: 5-6)”.

“Resmi ilim adamları öbür âlemin tesirlerine ait, izah edemedikleri mevzuları ya gizlemeye veya inkâr etmeye mütemayil bulunuyorlar. Bununla beraber ben, onların itibar nazarlarından düşmeyi de göze alarak, şunu tekrar etmekte asla tereddüt göstermem ki, ölmüş insan ruhlarının müdahalesinin vaki olduğu kabul edilmeden, spiritizma tecrübelerinde vukua gelen hadiseleri yalnız orada hazır bulunanların veya medyumların kendi kudretleri ile izah edebilmek asla mümkün olmaz (Sayfa: 175)”.

“Bütün tetkik ve müşahedelere nazaran, spiritizma celselerinde görünen ruhların hayalleri, yalnız bedenin küçük bir kısmının kısa bir müddet zarfında görülerek kaybolmasından ibaret bir hadise olmayıp, hatta bütün bir bedenin senelerce kendisini insanlara göstermesi şeklinde de vukua gelmektedir. Bu o kadar canlı bir tezahürdür ki, o sırada bu fantomların ağırlıkları, hararet dereceleri ölçülebiliyor, nabızlarının daraban (vurma, çarpma) adetleri sayılabiliyor, şehik (soluk alıp verme) ve zefir (göğüs geçirmek, hıçkırıkla nefes verme) havalarının kimyevî tahlil ve tetkikleri yapılabiliyor. Bundan başka, fantomların ruhî karakterleri, şefkat ve merhamet dereceleri, cesaretleri, kahramanlıkları ölçülüp takdir edilebiliyor ve nihayet bu ruhların fantomlarının[5], medyumla birlikte fotoğraflarını da tespit etmek mümkün oluyor (Sayfa: 182)”.

“Ruhların faaliyetlerine ait vakıalar o kadar çoktur ki, onların sentetik bir reconstruction’ını (yeniden inşasını) yapmak bizim için mümkün değildir. Ruhlar bazen nurlu bir şekilde görünürler. Sir W. Crookes ve Ch. Richet, ruhların (fantomlarının) tıbbî muayenelerini yapmışlar ve hararet derecelerinin normal bir insan derecesinde olduğunu, şiryan (atar damar, nabız) adetlerinin de gene normal bir insan adedine müsavi olduğunu, teneffüsleri ile normal miktarda asit karbonik çıkarttıklarını tespit etmişlerdir. Fantomların ilk teşekkülleri, ziya neşreden bir bulut hâlinde vaki oluyor. Fantomlar, beyaz ve çok ince bir nesiçle[6] örtülü bulunuyor. Bazen bu örtü çift, hatta üç katlı ve hatta dört katlı oluyor. Ben bu husustaki şahsi çalışmalarım sırasında, teşekkül olan fantomun ağırlığı ile medyumun ağırlığı arasında şayanı dikkat mukayeseler yaptım. Ani ölümle ölmüş olan bazı insanların evlerinde bu ruhlar gürültüler çıkarabiliyorlar veya birtakım hareketler hâsıl ediyorlar. Ve nadiren de kendilerini gösteriyorlar. Fantomlar şiddetli ışık altında eriyorlar. Ellerine dinamometre verildiği zaman bu aleti elleri ile o kadar kuvvetli sıkabiliyorlar ki, aletin müşiri (göstergesi) 80 hatta 110’a kadar çıkabiliyor. Nakli mekân (ışınlanma) kabiliyetleri pek fazladır. Yapılan bir tecrübede bunların sürati 15 dakikada 45 km. olarak tespit edilmiştir. Fantomlar konuşurlar. Bazen de eskilerin hitabelerini andıran birtakım sembolik ifadeler kullanırlar. Her ruhun kendisine göre hususî bir ifade tarzı vardır (Sayfa: 273-290)”.

Prof. Charles Richet: 1850-1935, bu zat Paris Tıp Fakültesi fizyoloji profesörü ve Enstitü üyesi, tıpta şekersiz diyabet hâlinin izahının yapılmasına yardım eden, beyindeki bir merkezi bulan bir Fransız âlimidir. Anafilaksi (serum hastalığı) fenomenini keşfetmiş, 1913’de Nobel Fizyoloji ve Tıp Ödülü’nü almıştır. Traite de Metapsychique (Libraire Felix Alcan, Paris, 1923) isimli eserinden:

“Kâinatta, hislerimizi tahrik eden ve realiteler hakkında bize bilgiler veren öyle kuvvetler vardır ki, mutat duygularımız bunlara cevap veremez. Bu, nazariye değil bir vakıadır. Bir vakıanın izah edilmemiş olması ve bir nazariye ile ifade edilmemesi, onun olmamasını neticelendirmez. Bilakis ben iddia ediyorum ki, metapsişik vakıalar fizyolojide inkılâp yapacak fevkaladeliğe haiz bir yeniliktir. Bu vakıaların bundan da ileriye gitmeyeceğini kim bilir? Bu öyle büyük bir yeniliktir ki, psikoloji dahi bunun karşısında kökünden değişecek ve tadile uğrayacaktır. Biz şimdi, bundan doğacak neticeleri takdirden aciziz. Hülasa sübjektif metapsişik, ilmin kadrosuna kati olarak nüfuz etmiştir (Sayfa: 7)”.

“Hissî kablelvukuular (içe doğuşlar), telepatiler, temas vaki olmadan eşyanın kendi kendine hareketleri, hayallerin maddî olarak görünmesi, bazen ziyaların havada gene kendi kendine zuhura gelmesi; klor, cıva ve güneş gibi kör kuvvetler ve maddeler hâlinde tezahür etmiyor. Bunlarda maddenin şimik (kimyasal) ve mekanik hadiselerine bağlı kör ve atıl bir karakter yoktur. Bütün bu hadiselerde bir zekâ eseri, bir maksat görünmektedir. Fakat ne olursa olsun, bunlar insanda görünen maksat ve iradeye müşabih (benzer) birtakım maksat ve irade tezahürleri arz ediyorlar. Belki bunlar insanın kendisinden çıkmamaktadır (yani dışarıdan gelmektedir). Zekâ, yani intihap (seçme, kavrama) kabiliyeti, maksat, meçhul herhangi bir iradeye göre verilmiş bir karar. İşte, metapsişik hadiselerin bütün mümeyyiz (iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı ayıran) vasfı bunlardır. Sübjektif metapsişik, canlı ve cansız maddelere ait kanunlardan hiçbirini değiştirmeye lüzum bırakmadan izahı kabil olan zihnî hadiseden bahis bir ilimdir. Objektif metapsişik ise, evvelkinin aksine öyle mihaniki (düşünmeden, mekanik) tezahürler arz eder ki, bunları elde mevcut alelade mekanik kanunları ile izah mümkün olmaz. Mesela eşyanın, hiçbir temas vaki olmadan kendiliğinden hareketi, tekinsiz evlerdeki hadiseler, hayallerin maddileşmiş fantomları, havada kendiliğinden peyda olan sesler, ziyalar vs. gibi (Sayfa: 2-4)”.

“Metapsişiğin de diğer bütün müşahede ilimlerinde olduğu gibi rivayetleri ve her nevi vesaiki mevcuttur (Sayfa: 12)”.

“Şurası katidir ki, hayallerin maddileşmesi medyumlara ve daha bilmediğimiz diğer şartlara göre değişir. Umumiyetle bunlar evvela bulanık bir kütle halini arz ederler. Az çok şekilsizdirler. Ve bazen de ancak görülecek kadar şeffaftırlar. Bununla beraber gene bu hâlde iken bunlara el ile dokunulabilir. Ve gene bu hâlde iken bunlar dışarıda bazı mihaniki tesirler yapabilirler. Bazen de ektoplazma[7] [8] dediğimiz hayallerin bu maddî cevherleri uzuvların şekillerini alabilir. Bu uzuvlar, ilk teşekkülleri anında çok nazik ve incedirler. Yavaş yavaş tam formunu alırlar. Bu ektoplazma bazen de bir hamur hâlinde bulunur. Medyumun ağzından çıkar, dışarıda bir insan yüzünü hâlini alır. Umumiyetle materyalizasyonları (hayallerin maddeleşmesi) evvela bir taslak hâlinde peyda olur. Ve bilahare tam bir insan şeklini alır. Başlangıçta bu uzuvların girinti ve çıkıntıları yoktur. Tıpkı bir resim tablosuna benzer. Bazen de bütün girinti ve çıkıntısı ile tam bir uzuv hâlini alır (sayfa: 611-612)”.

“Maddileşen hayaller yalnız insan şeklinde olmaz. Cansız eşyalar da maddileşebilir. Mesela elbiseler ve diğer eşya gibi. Umumiyetle fantomların üzerinde görünen elbiseler tüldendir. Ve ekseriya beyaz renktedir. Hafif muslin11 de olur. Muslin evvela beyaz bir bulut halinde görünür. Sonra yavaş yavaş kesifleşir ve bazen de ışıklı olur (Sayfa: 620)”.

“El hayallerinin maddileşmesi katiyen vaki bir hakikattir. Tıpkı yüz hayalleri gibi el hayalleri de maddileşir (Sayfa: 621)”.

Prof. W. J. Crawford: 1881-1920, bu zat Belfast Üniversitesi’nde tatbikî mihanik (mekanik) profesörü idi. La Mecanique Psichique (Payot, Paris, 1923) isimli eserinden:

“Yaptığım bütün psişik tecrübelerdeki neticeler; masaların kendi kendilerine hareketleri, eşyanın hiçbir el dokunmadan yerden havaya kalkarak, havada uçarak dolaşmaları, ortada maddî bir sebep olmadan eşyada bir takım darbe seslerinin hâsıl oluşu vs. gibi hadiseler ne medyumun, ne de celsede hazır bulunanların, ne şuurla ne şuursuzca yapabilecekleri herhangi bir hile veya müdahale bahis mevzu olmadan tezahür eden hakiki vakıalardır (Sayfa: 35)”.

Hatta bu âlim müşahedelerinden o kadar emin bulunuyor ki, bunlar hakkında izah edici bir nazariye ortaya koyuyor:

“Hülasa, operatörler (operatör ruhlar) evvela celsede hazır bulunanların beyinlerine, sonra da sinir sistemlerine tesir ediyorlar. Bu tesir sayesinde asabî sistemden, küçük partiküller ve belki de moleküller ayrılıyor. Ve insanların parmaklarından, ellerinden veya başka yerlerinden dışarı çıkıyor. Böylece serbestleşmiş partiküller, meknî (gizli, saklı, gizlenmiş) bir enerjiye sahip bulunuyorlar. Bu meknî kudret sayesinde partiküller, herhangi bir insanın sinir sistemi üzerinde birtakım tesirler meydana getiriyor. Partiküllerin bu cereyanı, celsede hazır bulunanların sinir sistemlerinde böylece dolaşıyor. Ve dolaştıkça da kuvvet kazanıyor. Tekrar medyuma döndüğü zaman bu kudretler en yüksek tansiyon derecesine varmış bulunuyorlar. Ve kendilerine medyumdan büyük bir kudret daha alıp ekledikten sonra tekrar celsede hazır bulunanlara avdet ediyor. İşte bu hâl, böylece bütün celsenin devamı boyunca gidiyor. Tansiyon derecesi kâfi miktara yükseldiği zaman cereyan duruyor. Ve bütün partiküller medyumun sinir cümlesinde toplanıyorlar. İşte ruhlar, tansiyonu kâfi derecede artmış olan bu partiküllerin tesirlerinden faydalanarak medyumun bedeninden kaba maddeleri ayırıyorlar ve bu maddeler vasıtasıyla da dışarıda psişik tezahürleri meydana getirebiliyorlar (Sayfa: 130)”.

“Ben, Goligher celsesinde husule gelen psişik hadiselerin, mekanik cepheden tezahürlerini şahsi kontrolüm altında ve kendi iradem tahtında araştırdıktan sonra, bu vakıaların doğruluğuna inandım. Şunu da ispat edebileceğime kani bulunuyorum ki, bu hadiseler, normal adale kuvvetinin dışında ve adale ile yapılabilenden daha umumî ve geniş bir kategoriye ait vakıalardır (Sayfa: 163)”.

Dr. Eugene Osty: 1874-1938, Milletlerarası Metapsişik Enstitüsü başkanı. La Connaissance Supra-Normale (Libraire Felix Alcan, Paris, 1925) isimli eserinden:

“Bu kitabı neşretmekle, Fransız ilim güzidelerinin dikkat nazarını supra- normal hadiseler üzerine çekmek istiyorum. Ben şöyle düşünüyorum ki, irade ile tekrar tecrübesi mümkün olan ve tecrübe neticesinde toplanmış bulunan müşahedeler ve bu müşahedelere dayanan vakıalar, kısa bir zamanda psikolojinin hududunu harikulade bir süratle genişletecektir. Hiçbir akıllı ve münevver insan, hayatının en harikulade ve insan varlığının en mühim bir realitesini şahsi tecrübelerle tetkik etmekten kendisini alıkoyamaz. Ben öyle tasavvur ediyorum ki, düşünce fonksiyonunun psiko-fizyolojik izahında çok yavaş ve sathî bir ilerleme kaydedebilmek için maharetle ve uzun zaman sarf eden üniversite psikologları, şimdiye kadar meşgul oldukları sahaların ehemmiyetini çok geride bırakan, bu para-normal ruhî hadiselerin varlığını tahkik etmek için büyük bir istek göstereceklerdir (Sayfa: 9)”.

Raporumun uzamaması için, daha diğer birçok âlimin psişik ve metapsişik mevzular hakkındaki ve lehindeki mülahazalarına ait vesaiki (belgeyi) arz etmekten çekiniyorum. Yalnız son olarak 1922-1923’de Paris’teki Milletlerarası Metapsişik Enstitüsü başkanı Dr. G. Geley idaresinde tertip edilmiş olan, 34 Fransız ve yabancı ilim adamından müteşekkil ilmî bir tetkik komitesi imzalarını havi bir raporu da bir vesika olarak takdim etmek istiyorum. Bu vesika, metapsişik ve psişik hadiselerin doğruluğunu ilim adamlarının resmen kabul etmiş olduklarını ve binaenaleyh resmî ilim müesseselerinden bu vakıaların tetkiki icap ettiğini göstermektedir. Bu vesikanın nasıl ve kimler tarafından hazırlanmış olduğunu asıl mehazından iktibas ettiğim yazılarla (34 âlimin imzasını taşıyan raporun suretini) arz ediyorum:

Dr. Gustave Geley: 1865-1924, Milletlerarası Metapsişik Enstitüsü başkanı. L’Ectoplasmie et La Clairvoyance (Libraire Felix Alcan, Paris, 1924) isimli eserin yazarı. Kitabının isminden de anlaşılacağı gibi, Dr. Geley, ektoplazma ve durugörü konularında araştırmalar yapmıştır. Dr. Geley söz konusu raporun nasıl hazırlandığını ve deneylerin hangi şartlarda yapıldığını anlatıyor:

“Seri halde yapılan bu celselere Parisli ve yabancı, münevver ve ilim adamlarından mürekkep 80 kişi iştirak ettik. Ve neticede hepsi de vakıaların doğruluğuna kanaat getirdi. Ayrıca raportör olarak ayrılan 34 mesai arkadaşımız, bütün celselerin sonunda, müfrit (ifrat eden, haddini aşan) fikirleri ihtiva etmekle beraber çok mutedil, fakat vakıaların doğruluğunu tasdik eden aşağıdaki raporu tanzim etti. Bu raporda zikrolunan vakıalar, bu celselerde görülen vakıaların hepsi değildir. Ancak bunların içinde bilaistisna herkes tarafından görülebilmiş olanlar seçilmiş ve zikredilmiştir”.

“Bazen Milletlerarası Metapsişik Enstitüsü binasında, bazen de intihap (seçmek, ayırıp beğenmek) ettiğimiz arkadaşlardan birinin evinde medyum Jean Guzik ile yapılmış olan bir seri metapsişik tecrübeye iştirak ederek, bu tecrübelerden edinmiş olduğumuz intibaları şu şekilde hülasaten tespit ediyoruz:”

Medyumun kontrolü: Medyum, en aşağı (en azından) içimizden iki kişinin huzuru ile celseden evvel tamamı ile soyundurulup kendisine cepsiz bir pijama giydirildikten sonra celse odasına sevk edilmiştir. Celselerin devamı boyunca, mütemadi olarak, iki tarafında mücerriplerden (tecrübe eden, gözlemci) iki kişi oturuyordu. Bu murakıplar (teftiş ve kontrol eden kimse), elleri ile medyumun kendi taraflarında bulunan elinin küçük parmağını sımsıkı tutuyordu. Bundan başka ayrıca murakıbın sağ eli medyumun sol eline ve soldaki murakıbın sol eli medyumun sağ eline ince bir kurdeleyle bağlanıyor ve mumlanarak I, M, I mührüyle mühürleniyordu. Öyle ki, medyumun elinin serbest kalabilmesi için muhakkak bu kurdelenin kesilmesi lazımdı. Hepimiz görüyorduk ki, bütün celsenin devamı boyunca medyum tamamen pasif hâlde kalıyordu. Metapsişik mühim hadiseler vukua gelmeye başlayınca medyumun vücut ve elleri titremeye başlıyordu. Fakat bundan başka, onun vücudunda en ufak bir şiddete bile hiçbir hareket görülmüyordu. Yalnız ileride zikredeceğimiz bazı hadiselerin, hâzırun (hazırlayan, celsede hazır bulunanların tümü) tarafından müşahede edilebilmesini kolaylaştırmak için, medyum, ara sıra elini bağlı bulunduğu yanındaki murakıbın eli ile birlikte arkaya doğru götürüyordu.

Hâzırunun kontrolü: Celsenin devamı boyunca bütün hâzırunun elleri zincirvari olarak birbirine bağlı bulunuyordu.

Salonun kontrolü: Celseden evvel salonun kapıları kapatılarak içerden kilitleniyordu. Aynı zamanda da kapılar bağlanarak mumlanıyor ve birimiz tarafından imzalanarak mühürleniyordu. Hatta ocağın önündeki perde ve pencereler de aynı şekilde kapatılıyor ve mühürleniyordu. Oda da, evvelden hiçbir yabancının saklanabilmesine müsait olmayacak şekilde sade ve basit olarak döşenmiş bulunuyordu. Bir sahtekâr tarafından oda döşemelerinin celse esnasında kaldırılarak dışarıdan aramıza karışması düşüncesini bertaraf etmek için de ayrıca şu tertibat alınmıştı:

Her celseden evvel, diplomalı bir mimar tarafından celse odası uzun uzadıya muayeneye tâbi tutuluyor, tavan, döşeme ve duvarın normal durumda oldukları tespit ediliyordu.

Her celseden evvel, döşemelerin üzerine ince rendelenmiş tahta tozu dökülüyordu. Ta ki, celse esnasında şayet döşeme tahtalarından biri aşağıdan itilerek kaldırıldığı takdirde celse sonunda belli olsun. Fakat celse sonunda böyle bir şeyin vukuuna dair hiçbir emare tespit edilemiyordu.

En müspet celseler, çok itimat ettiğimiz âlim arkadaşlarımızdan dört kişinin (Prof. Ch. Richet, Prof. Guneo, Dr. Bord, Dr. Bour) evinden birisinde yapılmış bulunuyordu. Bütün bunlara rağmen netice daima müspet çıkıyordu.

Hadiseler: Hâlihazırdaki ilmî bilgilerle izahı mümkün olmayan birçok hadiseleri müşahede ettik. Bu hadiseler arasında bazıları, bütün celselerde görülmüyordu. Mesela, alçıda kendiliğinden peyda olan birtakım izler veya havada kendiliğinden hâsıl olan ışıklar ve bu ışıklara refakat eden birtakım temas hisleri ve gürültü halinde sesler gibi. Bundan başka, bazı hadiseler de bütün mücerripler tarafından görülememişti. İşte, çok mühim olmalarına rağmen, bu hadiseleri, müşterek olan bu raporumuzda zikretmedik. İhtiyati bir kayıtla çıkardığımız bu hadiselerden başka, hepimiz tarafından görülen ve kanaat getirilen hadiseleri iki gruba ayırarak kaydediyoruz:

Muhtelif eşyaların hiçbir kimse tarafından dokunulmadan kendi kendilerine hareket edip yer değiştirmeleri. Bu yer değiştirme, bazen geniş bir saha dâhilinde vaki oluyordu. Yani eşyalar 1,5 metrelik bir saha dâhilinde yer değiştiriyorlardı. Bu sırada herhangi bir hafıza aldanışına veya bir halüsinasyona kurban gitmemek için bu eşyalar yapıştırılmak suretiyle evvelden muayyen yerlere tespit edilirdi.

Murakıpların kollarına, başlarına, sırtlarına birtakım temaslar vaki olurdu. Bunlar çok sık görülüyordu. Bazen celse sonunda, medyum henüz trans hâlinden kurtulmadan elini, kendisine bağlı bulunan murakıbın eli ile birlikte arkaya doğru uzatırdı. O zaman murakıbın kolunu arkada bulunan biri yakalardı.

“Biz burada daha fazla izahata girişmeksizin sadece şunu tasdikle iktifa (yeter saymak) ediyoruz ki, medyum Jean Guzik tarafından husule getirilen metapsişik hadiseler, ne ferdî veya kolektif illüzyon veya halüsinasyon nazariyesi ile, ne de herhangi bir hile veya hokkabazlıkla izah edilemez.”

Bu rapora imzalarını atan tetkik komite azaları:

Prof. Dr. Bernard Guneo: Paris Tıp Fakültesi cerrahi ve klinik şefi.

Camille Flammarion: Fransız Astronomi Cemiyeti’nin banisi (kurucusu) ve başkanı, Juvisy Rasathanesi müdürü.

Dr. Fontoynont: Paris hastaneleri eski interni, Madagaskar Tıp Mektebi müdürü.

Dr. Gustave Geley: Paris hastaneleri eski interni (çalışanı), Tıp Fakültesi Laureat’sı (tez birinciliği mükâfatı).

Comte Arnaud de Gramont: İlim doktoru, Fransa Enstitüsü azası.

Dr. Humbert: Kızılhaç Hıfzıssıhha Servisi başkanı.

Dr. Lassabliere: Paris Tıp Fakültesi Laboratuvarı başkanı.

Prof. Emmanuel Leclainche: Fransız Enstitüsü azası, umumî müfettiş, Ziraat Nezareti Sıhhat Servisi başkanı.

Prof. Sir Oliver Lodge: İngiliz Krallık Cemiyeti azası, fizik âlimi.

Prof. Mestre: Paris Hukuk Fakültesi profesörü.

Dr. François Moutier: Paris hastaneleri sabık interni.

Dr. Eugene Osty: Metapsişik Enstitüsü başkanı.

Marcel Prevost: Fransız Akademisi azası.

Prof. Charles Richet: Paris Tıp Fakültesi fizyoloji profesörü, Fransız Enstitüsü ve Akademisi azası.

Dr. Jean Charles Roux: Paris hastaneleri sabık interni.

Prof. Santoliquido: Milletler Cemiyeti nezdinde Kızılhaç delegesi.

Prof. Valley: Devlet Sıhhat Araştırmaları Laboratuvarı başkanı.

Dr. Benjamin Bord: Paris hastaneleri sabık interni.

Dr. Bour: Malmaison Sıhhat Evi müdürü.

Dr. Stephen Chauvet: Paris hastaneleri sabık interni.

Kaptan Despres: Politeknik Mektebi mezunu.

Paul Gimisty: Edip, Petit Parisien Gazetesi yazarı.

Georges: İlim lisansiyeri, mühendis (E.S.E).

Jacques Haverna: Dâhiliye Nezareti Şifre ve Fotoğraf Servisi başkanı.

D. Hericourt: Depeche de Toulouse Gazetesi müdürü.

Komutan Keller: Mareşal Fayolle’nin Erkânı Harbiyesi

Michaux: Yollar ve köprüler umumî müfettişi.

Rene Sudre: Edip.

Joseph Ageorges: Edip.

Bayle: İlim lisansiyeri, Polis Müdürlüğü’nde Adlî Tahkikat Servisi şefi.

Dr. Rehm: Edip.

Dr. Bourbon: Paris hastaneleri sabık interni.

Pascal Forthuny: yazar, durugörü medyumu

Dr. Laemmez: Paris hastaneleri eski interni.

İlh. Sayfa 204-209.

Bu imzaların fotografisi[9] mezkûr kitabın (L’Ectoplasmie et La Clairvoyance) 308. Sayfasında mündemiçtir.

Bugünkü dünya durumu içindeki metapsişik çalışmalar, üniversite mahafilini (toplantı yerlerini) daha yakından ilgilendirici ve hatta üniversite bünyesine de girici bir mahiyet almış bulunmaktadır. Bu hususta elde etmiş olduğum bazı vesaiki yüksek makamınıza arz ediyorum. Bu vesaikin[10] müfadına (ifade ettiğine) göre, hâlen bütün dünyada ciddi akademisyenler arasında çok mühim şahsiyetlerin psişik ve metapsişik bahislerle doğrudan doğruya alâkalanarak, onları ehemmiyetle takip ve hatta dersler, konferanslar, kitaplar vasıtası ile de etrafa ve ilim mahafiline yaymaktadırlar. Ve bazı yerlerde de artık üniversite binaları dâhilinde muhtelif şekillerde bu mevzular tedris edilmektedir. Bunları kısaltarak şöylece arz ediyorum:

Amerika’da ‘American Society for Psychical Research’ isminde bir ruhî araştırmalar cemiyeti vardır. Bunun başkanı, ‘College of The City of New York’un psikoloji şubesi başkanı Prof. Gardner Murphy’dir. Bu cemiyetin hâlen 680 azası vardır. Bunların hepsi ilim adamı ve münevver tabakaya mensup kimselerdir. Bunların içinde tanınmış olarak, bilhassa George Hyslop ve antropolojist Margaret Mead, New York Times baş muhabiri Waldemar Kaempfert, Duke Üniversitesi parapsikoloji (metapsişik) müderrisi Prof. Dr. J. B. Rhine ve meşhur romancı MacKinlay Kantor gibi kimseler vardır. Bu cemiyetin mesaisi ile Harward Üniversitesi, Philadelphia’da Pennstate Üniversitesi, California’da Stanford Üniversitesi ve nihayet New York’ta Columbia Üniversitesi çok yakından alâkalıdır. Ve neşriyatını takip etmektedir. (Vesika No: 1)

Amerika’da Milwaukee’de ‘National Spiritualist Association’ isminde, fevkalâde ilmî deliller toplayan, bir müessese vardır. (Vesika No: 1)

Stockholm’de dört sene evvel ‘Parapsikoloji Araştırmalar Derneği’ kurulmuştur. Bunların azaları mühendisler, doktorlar ve profesörlerdir. (Vesika No: 2)

Gene Stockholm’de ‘Psişik Araştırmalar Derneği’ vardır. Bu derneğin başkanı olan ve senelerden beri araştırmalar yapan Eira Hellberg bu mevzuun üniversiteye kabulünü temin etmeye çalışmaktadır. Bu maksatla açılan kampanya muvaffak olmak üzeredir. (Vesika No: 2)

Stockholm Yüksek Teknik Okulu profesörü Torben Laurent, okul dâhilinde talebeleri ile birlikte parapsikoloji (metapsişik) çalışmaları yapmaktadır. Bu mesainin resmi bir hüviyet almak üzere olduğu anlaşılıyor. (Vesika No: 2)

Prof. Olle Holmberg psikometri mevzuunda radyoda konuşma yapmış ve müspet görüşünü açıklamıştır. (Vesika No: 2)

Cambridge Üniversitesi’nde ruhî mevzuların geliştirilmesi için tahsisat mevcuttur. Oxford ve Londra Üniversiteleri’nde de bu sahada profesörler arasında faaliyet vardır. (Vesika No: 3)

Halen bu üniversitelerde, bu sahalarda çalışan Dr. Bendit, Dr. S. G. Soal, Mühendis Kapp Pender gibi zevat vardır. Bunlardan başka Erkânı Harbiye umumiye reisi sabıkı Mareşal Lord Dowding, Oxford Üniversitesi’nden mantık profesörü H. C. Price, M. M. Moncrieff, A. W. Osborn, Arthur Findlay, Duke Üniversitesi parapsikoloji profesörü Dr. Rhine, Londra Üniversitesi profesörlerinden Dr. Hettinger ilh. gibi âlimler doğrudan doğruya psişik ve parapsikolojik, yani metapsişik mevzuları ciddiyetle ele almışlar, bu sahada dersler, konferanslar vermekteler ve kitaplar yazmaktalar ve üniversitelerde muntazam konuşmalar yapmaktalar ve gene üniversitelerde kurslar hâlinde veya dernekler hâlinde çalışmaktadırlar. Cambridge’de olduğu gibi, bazen de temin edilmiş burslarla program dâhilinde muntazam dersler takip etmektedirler. (Vesika No: 3)

Son asırda süratle ilerleyen ruhî bilgilere ait çalışmalar, çok müspet bir seyir takip etmiş ve bu sırada büyük ilim adamlarının birçok kitapları çıkmış ve bu kitaplar, tam bir ilmî hüviyet içinde birçok mevsuk (sağlam, vesikalı, inanılır) ve ispatlı delil ve müşahedeleri tetkik sahasına koymuştur.

Netice:

Raporumla takdim edilmiş olan vesaike dayanarak saygıyla arz etmek isterim ki, üç seneden beri İstanbul’da resmen teşekkül etmiş bulunan, başkanı olduğum ‘Türkiye Metapsişik Tetkikler ve İlmî Araştırmalar Cemiyeti’nin (MTİAD) de meşgul bulunduğu ruhî sahadaki ilmî bahislerin ehemmiyeti, gün geçtikçe artan bir alâka ile dünya ilim otoritelerinden mühim bir kısmı tarafından kabul edilmiş ve bu sahada çalışmaların bir an evvel başlaması lüzumu hissedilmiştir. Keza, ilişik liste ile arz ettiğim kitapların da bütün dünya ilim adamlarının en ileride olanlarını bile meşgul edecek mevzu ve hadiselerle dolu olması, bu ruhî mevzuların ilim sakfı (çatısı) altında ve bütün şarlatanlıktan ve istismarcılıktan uzak bir bitarafane çalışma ile ele alınmasının ilmî bir zaruret olduğunu göstermektedir. Bugün teknik ve bilgi hayatında bir tenekecilik, bir ayakkabıcılık ve bir doğramacılık bile bir ciddi müessesede çalışma mevzu ittihaz (kabul) edilirken ve buna haklı olarak bir zaruret hâlinde bakılırken, bütün dünyayı, bir asrı mütecaviz zamandan beri şiddetle alâkalandıran ve birçok insanın derin merakını haklı olarak tahrik eden, bilhassa insanın kendi öz varlığı ile doğrudan doğruya ilgili ruhî mevzuların üniversite muhiti gibi ilim ve ışık kaynağı olan bir müessesenin dışında kalması muvafık olmasa gerektir.

Müşahede ve tecrübe sahasına arz olunan her mevzuun elbette doğru olduğu kadar yanlış tarafları da bulunabilir. Fakat ilim mevzuunda doğrulardan yanlışları da ayıklamak ayrıca bir çalışmayı gerektirir. Ve bu da ancak bu işlerde kompetan olan kimselerin yapacağı işlerdendir. Psişik ve metapsişik bahisler, üniversitenin muhtelif şubesini, muhtelif şekil ve derslerde alâkalandırır. Bu hususta da ayrıca emir buyurulduğu takdirde lüzumlu olan izahatı arz etmeye hazırım.

Bütün medeni dünyada gittikçe, günden güne üniversite bünyesine yarı resmî olarak da girmiş bulunan ruhî mevzuların Türk Üniversiteleri’ne kabulü, yalnız birçok Türk münevverlerini sevindirmekle kalmayacak, eldeki vesaikten anlaşıldığı gibi, bütün dünya münevverlerinden bu yüksek mevzularla iştigal eden ilim adamlarını da sevindirecek ve manen takviye etmek sureti ile bütün dünyanın irfan hayatında büyük faydalar sağlayan kıymetli neticeler doğuracaktır. Ve bu itibarla da, istikbalde büyük inkişaflar kaydedeceği muhakkak bulunan şümullü bir ilmin salikleri arasında memleketimizde kemali iftiharla ön saflarda yer tutmak hak ve salahiyetini kazanmış bulunacaktır. Bu imkânları memleketimize kazandırmakta önayak olan zevatın bu husustaki çok kıymetli ve hayırlı istek ve gayretlerini saygı ile karşıladığımı arz eder ve gene bu hususta hisseme düşecek vazifeleri emredildiği takdirde bütün gayretimle ve icap edecek fedakârlığı da göze alarak seve seve yapacağımı saygılarımla arz ederim.

Dr. Bedri Ruhselman

EK 4: BEDRİ RUHSELMAN’IN DUASI[11]

Allah’a Yakarış, Allah’ım için...

İçimde bir susuzluk var!.. Bu susuzluk bir hasret, bir özleyiş, bir aşk, bir ateş oldu ve bu ateşin her alevi, sonsuz bir varlık ummanı içinden bir niyaz, bir istimdat (medet, yardım isteme), bir teslimiyet halinde yükseldi... Bu sonsuz varlık ummanında dünyalar, âlemler, kâinatlar ve kâinatlar. Namütenahi (sonsuz) kâinatlar var!.. Bugün, yarın, gelecek bir gün, ebediyet. Ve ilelebetliğin (ebedi oluşun) sonu gelmeyen ve gelmeyecek olan ebetleri var!.. Varlıklar, kudretler, kudretlerin kudretleri olan kudretler. Ve gene, kudretlerden daha kudretli kudretler var!.. İşte buraya gelince varlığım; büyük bir idrak sahasından kanatlanarak, önümde perde perde açılan meçhul sırlarla dolu aydınlıkların, her birinde binlerce mana saklı ruhnevaz (ruhu okşayan) titreyişleri arasında yükseliyor. Ve ruhuma çarpan her ihtizaz (titreşim, sarsıntı), ondan kopardığı bir parçayı bütün bir varlık ve yokluk ummanının Tek Sahibi ve Yaratıcısı olan Tanrı yolunun kahraman yolcularına armağan ederken, bu armağanı diğer kudretli yükseliş vasıtalarının yanında, kendilerine küçük bir basamak yaparak, Rabbe doğru yükselmek bahtiyarlığına eren mesut varlıkların sevinç ve saadet haykırışları, Allah’ın daha nurlu, daha aydınlık, daha tarifi imkânsız güzellik, saadet ve ihtişamlarla dolu yollarının kapılarını ruhumda, sonsuz ufuklar arkasından gelen ufuklar halinde açmaktadır. Ve işte o zaman ben, Allah’a tam bir teslimiyeti ifade eden yaklaşma hissinin; o anda yükseldiğini idrak ettiğim varlığımın küçüklüğünü ve hiçliğini bana duyuran tatlı kucağında kendimi kaybediyorum.

Ey bu namütenahi kâinatları Yaratan!..

Ey bu ilelebetliğin sonu gelmeyen ebetlerini Vareden!..

Ve ey bütün bu, zaman ve mekân sonsuzlukları ile ve ilelebetliğin ebetleri ile boy ölçüşen varlıkların, kudretlerin ve bu kudretlerden daha üstün kudretli olan sonsuz kudretlerin Yaratıcısı Ulu Tanrım!.. Seni anlayamıyorum ve asla anlayamayacağım. Fakat Senin ilâhî ismin karşısında içimin yandığını duyarken, bu yangının zamanı ve mesafeleri aşan kızgın alevleri, avucunun içinde tuttuğu varlığımın her zerresini, istikameti, yeri ve ciheti mevcut olmayan, ama mevcut olmayanı da Vareden Sana doğru bir hasret, bir özleyiş, bir aşk, bir niyaz ve yalvarış halinde yükseltiliyor... Allah’ım onları lütfen kabul et.

Ey Ulu Sahip!.. Özlediğim kadar duyamadığım ve doyamadığım Varlığının ruhumdaki ateşi ile bahtiyarım. Ebedî olan bu ateşi, her an daha kızgın eyle ki, bahtiyarlığım artsın ve son bulmasın!.. Ve Sana olan ebedî aşkım, hasretim ve ebedî niyazım ve istimdadım; bütün beşeri hüviyetini sonsuz bir ezelde terk ederek, sonsuz ebetlerin kucağında dinlenebilecek bir takatin eşiğine ulaşsın!..

Ey Allah’ım!.. Küçük varlığımı bir kâinata bedel kılan Senin Mutlak Kudretin karşısında ben bir hiç oldum. Ve bu hiçliğimden duyduğum bahtiyarlık kâinattan üstün saadetlerle varlığımı doldurdu. Sana nasıl hamd edeyim?.. Ve beni gark ettiğin artsız arasız bahşedişlerinin yükseltici kollarında büyüyen varlığımın, Sana olan şükranını hangi aciz dilimle ifa eyleyeyim?.. Borcumu ödeyebilmek için değil, fakat emrinde olan bütün varlığımı ve hiçliğimi, Senin iradene, Senin ilâhî Muradına teslim etmenin cavidânî hazlarını ve saadetlerini bir az daha fazla teneffüs edebilmek için, ebediyen ahdettiğim bu teslimiyetimin artışı son bulmasın yarabbi.

Ey Büyük Tanrım!.. İçimdeki susuzluğun, hasretin, özleyişin, aşkın ve ateşin, kâinatlar değerindeki saadetlere beni ulaştırmasına yol açan bu ezelî ve ebedî teslimiyetimin bendeki idrakini lütfen arttır. Ve varlığımın ebediyeti boyunca, ilâhî emirlerinin tatbikatına memur, bütün yarattığın varlıklara karşı faal, fedakâr, feragatli, müşfik, merhametli, faziletli bir kulun olmak hususunda vermiş olduğum kararı destekleyici yardımları ve sebepleri halk ederek, beni küçük bir hizmetçin olmak bahtiyarlığından bir an ayırma.

Ey Yaradanım!.. Bütün varlıklara ve insanlara aynı derecede ihsan buyurduğun bu yüksek kaderi, onların da yegân yegân duyabilmeleri için, kendilerine kudretler, yardımlar ve yardımcılar nasip et. Ve dünyanın ağarmayan karanlık gecelerinde, ilâhî ihtişamının belki en küçük birer tecelligâhı olan kâinatların, varlıkların ve kudretlerin coşkun seller halindeki nurlarından habersizce, dalmış bulunduğu derin gaflet uykusundan, beşeriyeti uyandırmaya muktedir, yüksek varlıklarını lütfen vazifelendir ve insanlara er geç mukadder olan bu büyük saadeti, bir an evvel duymak bahtiyarlığını bağışla, Sana yalvarırım Allah’ım.

EK 5: BİR HOCA İLE ÖLÜM SONRASI İRTİBAT15

Çok enteresan bulduğum bu 3 adet celseyi, giriş kısmı ve açıklamalarıyla, Ruhselman’ın ağzından aynen aşağıda veriyorum:

Burada, son zamanlarda kıymetli ruh rehberlerimiz tarafından 5-6 ay zarfında, bize verilen çok öğretici mahiyetteki bir müşahedeyi okuyucularıma arz etmeden geçemeyeceğim. Arz edeceğim müşahedenin mevzuu, dünyada iken âlim, mürşit, hoca adam kıyafeti ile tanınmış, hatta birçok talebe de yetiştirmiş ve ihtiram görmüş bir insanın ruh âlemindeki teşevvüş haline ve hayatına aittir. Bu varlık dünyamızdan ayrıldığının 27nci dakikasında Metapsişik Cemiyeti’nin rehberi bulunan kıymetli ruh dostlarımızdan ‘Şihap’ın delâleti ile celsemize sevk edilmiştir. Bundan sonra aradan geçen kısa fasılalarla iki defa daha aynı hâl bu varlıkla tekerrür etmiştir. Bu müşahedelerin muhtelif bakımdan okuyucularımıza sağlayacağı bilgiler arasında bilhassa üzerinde durmakta olduğumuz bahsi (İlâhi İrade Kanunlarının Tecelliyatı ve Mukadderat bölümü) aydınlatıcı kısımları çok dikkate şayandır. Burada görülecektir ki, bu varlık dünyada sadece her şeyin Allah’tan geldiğine inanmış, dinin yalnız şekle ait ibadet kısmını yapmakla işinin bittiğini sanmış ve buna mukabil de nefsaniyetinin ilcaları saiki ile maddi ihtiraslarının zebunu o1mak, insanlara karşı diğerkâmca muamelelerde bulunmamak, zevk ve hevesatına kapılmak gibi kötü hareketlerin hiç de mesuliyetli bir iş olabileceğini aklına getirmemiş ve böylece öbür âleme göçüp -belki de Allah’tan büyük mükâfatlar bekleyerek - gitmiştir. Fakat orada hakikatin çok acı çehresi ile karşılaşınca, kanaatlerinin tamamile tersine çıkan bu acılıklar onu büsbütün şaşırtmış, bütün bu musibetleri kendisine haksız yere, Allah’ın vermiş olduğuna hükmetmek gibi -o eski cebriyeci kanaatlerin tabii bir neticesi olarak- çok kötü ve acıklı bir duruma düşerek, Allah’a karşı isyan etmeye başlamış ve dünyada yeniden ıstıraplı bir hayata kavuşmak mukadderini -sebebini bilmeden ve anlamadan- kabul etmek zorunda kaldığını itiraf etmiş, fakat ne yazık ki, büyük ve kendisi için çok hayırlı sebeplere dayanan ve geçmiş hayatının yanlış hareketlerinin tashihine matuf zaruri bir netice olan, bu tekrar bedenlenme halini de -kendine göre- adaletsizce ve Allah tarafından işlenmiş bir hata gibi kabul etmek ve bu yüzden de Allah’a gene isyan etmek gafletine düşmüştür. Biz kıymetli okuyucularımızın bu hususta daha canlı ve esaslı tetkikte bulunmalarına bir hizmet etmiş olabilmek gayesi ile ruh âleminden aldığımız bu üç müşahedeyi tarihleri sırası ile ve bilhassa her müşahedenin sonunda Şihap dostumuzun vermiş olduğu lüzumlu ve faydalı izahat ile birlikte takdim ediyoruz. Bu müşahedelerden alınabilecek büyük ibretler ve dersler vardır.

Birinci müşahede:

(Bu müşahede, bu varlığın dünyadan ayrılışının 27nci dakikasında alınmıştır. Bu zaman kısalığı yüzünden, bu varlığın ruh âlemindeki (spatyomdaki) büyük ıstıraplarına sebep olan teşevvüş hali henüz başlamamıştır. Burada sadece geçmiş hayat hadiselerine ait mühim intibaların imajları, şuursuzca, bu varlık tarafından idrak olunmaktadır.)

Tarih: 27 Mart 1952, saat: 19.10

Medyum: R. Bayer

Hâzırun: Dr. Ertuğrul Saltuk, E. Kâhya, Sadun, Haluk, İhsan, M. Caymaz, R. Güler, Ş. Ruhselman, F. Perşembe, H. İ. Çakmak, M. Bahar, Adnan, A. Yılmaztürk, H. Hoşver, R. Keskiner, Dr. M. Bilge, S. Gürkan, Hüsrev Nuri, Dr. B. Ruhselman.

(Medyumun müşahedesi:)

“Bir keçe külah üzerine beyaz sarık sarmış bir adam görüyorum. Bir elini, sanki etrafındakilere güneşi gösterir gibi kaldırmış, şu şekilde duruyor (medyum sağ elle yukarıda bir şeyi gösterir gibi uzatarak işaret ediyor). Etrafındakileri göremiyorum. Diğer elinde garip kısa bir sopaya takılmış bir süpürge var. Elindeki sopadaki süpürge bu haline hiç de uymuyor. Tezat teşkil ediyor. Güneş mevzuu bahis olduğu muhakkak gibi bence. Aynı zamanda karanlık bir saha üstünde nokta nokta parıltılar, ışıklar. Buna gece mi desek?.. Bunu görmekle beraber aynı zamanda elini havaya kaldırmış adamın vaziyeti de gözümün önünde... Karanlık gece, parıltılar, güneşi gösteren elinde süpürge bir adam.”

“Karanlık gecede birçok beyaz martı, bu parıltıların ve karanlık sahanın önünden uçuyor, geçiyor. Şimdi aynı zamanda hepimize malum Galata Köprüsü. Fakat üstündeki kalabalığı teşkil eden halkın başında kırmızı fesler var. Eski zamanın manzarası. Köprübaşlarında para toplayan memurlar. Tramvaylar aynen gözümün önünden geçerek işliyor. Bu üç manzara içinde mütemadiyen bocalıyorum: Gökyüzünü, güneşi gösteren sarıklı, ciddî çehreli, elinde süpürge tutan ihtiyar; gece olmasını tahmin ettiğim karanlık saha, parıltılar, önümden geçen martılar; köprü, o eski zamanda köprünün hali.”

“Beyaz başörtülü, orta yaşlı bir kadın. Ayrı bir sahne olarak gözümün önünde. Hiç de çirkin olmasa gerek. Korkunç, korkunç hali var. İki gözü oyulmuş. Huni gibi oyulmuş iki gözle bakıyor. Bakıyor da bütün ıstırabını anlatmak için ellerini uzatıp da yalvarıyor gibi. Seçebilerek görebildiğim baş bu kadar. Başörtüsü ipekli. Cinsi, işlemesi bilmem ki. Kadınların ufak iğnelerle işlediği iş dantelalı bilmem ki. Kadının kılığı da bu zamana ait değil. Başörtüsü de bunu zaten gösteriyor. Kadında oyuk iki göz bütün dikkati çekiyor. Oyuk iki göz. Gözsüz bakış!”

“Havada bir kılıç. Kıvrık (medyum eliyle işaret ederek tarif ediyor). Kıvrık, mukavves bir kılıç. Kılıç kınında. Bir el tarafından kınından çıkarıldı. Ve sanki bana kılıcın kınındaki kanlı hali gösterilmek isteniyor. O da kayboldu.”

“Girift, karışık saçlar. Daha doğrusu Arapların saçı. Çehreyi göremiyorum. Yalnız bu saç gözüküyor. Bu saç üstünde işlemeli, yani taşlı diyelim, bir tarak sokulu. Bunlardan hiçbir mana çıkaramadım. Hiçbir fikir gelmiyor.”

“Toprakta, nasıl tarif edeyim? Toprakta yan yana açılmış delikler. Zemine doğru değil de sanki bir duvar, topraktan. Bu duvarda, ufkî, toprağın içine doğru tünel gibi açılmış yan yana küçüklü, büyüklü delikler var. Bunlar muhakkak ki, uzanıp derinliğe giriyor kanaati var bende. Bu delikler de bilmem ki. (Medyumda derin şehikler - hıçkırıklı iç çekmeler - ve ıstırap hali. Ses kesildi)”

(Yukarı ki müşahedeyi müteakip cemiyetimizin rehberi Şihap’ın tebliğ halindeki notu:)

“Merhaba ey hâzırun, benim aziz kardeşlerim. Hepinizi muhabbetle selamlarım. Bu akşam size diğer bir sahne gösterildi. Bu, muhakkak ki, emin olunuz ki, bir varlığın evvelki numunelerde olduğu gibi imajinasyonlarından ibarettir. Bu varlık, aranızdan, dünyanızdan ve hatta muhitinizden pek yeni, çok yeni, sizin zamanınızla bundan tam 27 dakika evvel (saat 19.10’dan 27 dakika evvel - B.R.) ölüm denilen hadise ile ayrılmış olan bir varlığın imajinasyonlarını teşkil eder. İmajinasyon demek de yerinde olmuyor. Bu varlık henüz teşevvüş haline başlamamış bir vaziyette bulunuyor. Medyumunuzun gördüğü bu imajlar, tamamile bu varlığın imajlarıdır. Size naklen verildi. Bugün için belki bu imajlardan bir mana ve bir netice çıkarmanız mümkün olmayacaktır. Fakat bu varlığın teşevvüş halini de, biraz sonra bütün fikirleriyle, ıstırap ve imajlarıyla nakledeceğimizi vadederim. O zaman bu mukayese size ilmî bir netice verecektir, zannederim.”

İkinci müşahede:

(Bu müşahede, evvelkinden tam üç ay sonra alınmıştır ve aynı varlığın ruh âleminde ilkini müteakip hayatını göstermektedir.)

Tarih: 3 Temmuz 1952, saat: 20.08

Medyum: R. Bayer.

Hâzırun: M. Bayurgil, Dr. M. Bilge, Dr. E. Saltuk, Hüsrev Nuri, E. Kâhya, Gürsoy, İdris Kapsiz, Lütfi Çelebi, S. Gürkan, Orhan Köseraif, N. Selen, A. Uluarda, K. Saltuk, Dr. B. Ruhselman.

(Aynı varlığın, ölümünden üç ay sonraki hâline ait intibaları:)

“Bıktım yarabbi, bıktım. Bu karanlık dehliz ve ucundaki muzlim (karanlık, zulmetli) mahzen... Mahzen değil, daha doğrusu mezar. İşte benim hayatım asırlardan[12] beri bu!.. Allah’ım beni ne zaman buradan kurtaracaksın?.. Ne tarafa baksam bir toprak duvar, önümde tecessüm (maddeleşme, cisimleşme) ediyor. Benim bildiğim, mahzenlerin, odaların dört duvarı olurdu. Burası hep duvar. Bir duvarı yandan görmeye imkân yok. Ne tarafa dönsem o menhus duvar tam cephesiyle önüme dikiliyor. Öyle bir duvar ki, nasıl tarif edeyim? Asırların işkencesi, bütün elemlerim ve ıstıraplarım bu duvarda yazılı olsa gerek... Toprak... Kapkara bir toprak. Bir karanlık mahzenin karanlık toprağı. Yerin dibi bu kadar derin olmaz ki. Bu, dünyanın dibi değil. Dünya bu kadar derinliğe sahip değil ki. Dünya bu kadar derin olmaz. Bir tarafından buraya sokulsam, öbür tarafından çıkmam lazım gelirdi. Karanlık toprak üstünde salyalarını akıtmış böceklerin fosforlu izleri. Hareketli fosforlu böcekler oradan buradan pırıldayıp bana bakıyorlar. Hoş asırlardan beri bana dokunmadılar amma, bu ne işkence yarabbi. Ahhh, ooofff.”

“Bu duvarı başka biri görse, rahat koltuğunda otururken bu duvar ona gösterilse, belki de hiç çirkin bir manzara demez. Hatta beğenir bile. Ama bana sorun onu!.. Karanlık bir satıh üzerinde pırıl pırıl ışıldayan noktalar, rahat evinde oturmuş bir insanın balkondan yıldızları seyretmesine benzetilir. Ama, onu bana sorun!...”

“Allah’ım, beni buradan ne zaman kurtaracaksın? Şu delikler olmasa!.. Boy boy delikler duvarın dibinde işte. Sanırım ki, oradan, işkenceli hayatımı idame ettiren bütün unsurlar bana geliyor. Belki hava, belki gıda, belki kan geliyor.”

“Burada asırlardan beri duruyorum da sıhhatimi hiç kaybetmedim. Mahzenden dehlize, dehlizden mahzene. Of, yarabbi. Bir insanın çıldırması için bunlar kâfi değil mi? Ben niye çıldırıp, kendimi kaybetmedim?.. Ben bunların hepsine şükredeceğim. Offf Nuriye gene karşıma çıkma!.. Oyuk gözlerinle bana öyle bakma. Bu oyuk gözlü kadın kellesinden beni kurtar yarabbi. Nuriye çekil!.. Offf. Hiç, bir çift canlı göz, bu oyuk gözlü çehrenin gözleri kadar bana acı ve müstehzi bakamaz. Allah’ım, Allah’ım. (Ses kesildi)”

(Şihap dostumuzun, hemen yukarı ki celsenin arkasından bildirdiği, tebliğ halindeki mütalaası:)

“Size, bir müddetten beri başladığımız, tahminimize göre sizlerin istifadenizi sağlayan tecrübelerimize bugün de, bir numune vermek suretiyle devam ettik. Bu zavallı varlık bundan bir iki ay mukaddem, size gene burada tanıtılmıştı. O varlık, o zaman henüz teşevvüş haline bile girememişti. O gün bu noktayı bildirmiştik. Bugün şu anda teşevvüşün ta derinliklerinde kıvranmaktadır. Kendisine dua etmek, sizler için bir vazife olmalıdır. Bu zavallı varlık, dünyanızda hiç de basit diye tanınmayan, hatta âlim, fazıl denebilen ve arkasından birçok talebeleri koşan bir varlığın ta kendisidir. Yolundan kendisi istifade edememiş bulunmakla beraber, birçok insanları, hakikaten tekâmül yolunda teşvik edici rolleri olmuş ve bu varlık sayesinde birçok insanlar muvaffakiyetten muvaffakiyete atılmıştır. Hâlbuki kendisi de ne yazık ki, yola koyduğu insanlara uyup muvaffakiyet gösterememiş, netice elde edememiştir. Birçok derununu (içini, kalbini) kemiren noksanları, hataları işte görüyorsunuz ki, bugünkü neticeyi tecelli ettirmiştir.”

“Biz de, biliyorsunuz ki, her gelişimizde bu noktayı tebarüz ettirdik. Her şeyden evvel iç varlığı dinlemek, ıslahı nefis lazımdır, dedik. Islahı nefis etmedikten sonra, sizlerden birçok insanlar istifade etse bile, edecek olsalar bile, siz gördüğünüz varlığın vaziyetinde iseniz, alacağınız netice bundan ibarettir. Bu varlık da, birçok insanları irşat etti, amma bunu bu gaye ile yapmadı. Eğer gayesi sırf onların menfaati için olsaydı, bugünkü vaziyete hiçbir surette düşmezdi. O, bu yolda ancak bir şöhret ve menfaat kazanmak için yürümüştür. Bundan başkaları istifade etmiştir. Fakat kendisi asla...”

“Bu numune üzerinde durulursa, ıslahı nefis için size çok mühim başarılar temin eder. Hissediyorum, çok şükür, hiç biriniz bu durumda değilsiniz. Fakat en basit kusurlarınızı bile, bu numuneden ibret alıp, düzeltmeniz mümkündür. Pek basittir, pek kolaydır.”

Üçüncü müşahede:

(Bu müşahede, aynı varlığın ruh âlemindeki ıstıraplarını bitirdikten sonra, kendi arzu ve hevesatına göre geçirmiş olduğu evvelki dünya hayatının, ilâhî irade kanunlarına göre, kendi tekâmülünün zarurî bir neticesi olarak, tekrar dünyamıza bedenlenmek zaruretinin yüksek varlıklar tarafından kendisine hissettirilmeye başladığını göstermektedir. Burada bilhassa bu varlığın, hatalı görüşleri ve kanaatleri yüzünden ne kadar isyankâr bir hal aldığı çok açık olarak görülüyor.)

Tarih: 20 Kasım 1952, saat: 19.05

Medyum: R. Bayer.

Hâzırun: Kemal Karamete, Nezihe Yalınca, Niyazi Pişkindemir, Ayhan Uluarda, H. Nurlu, M. Bilge, N. Selen, M. Bayurgil, E. Saltuk, Dr. B. Ruhselman.

(Aynı varlığın, ölümünden sekiz ay sonraki hâline ait intibaları:)

“Ey beni bana danışmadan yaratan Allah’ım, Sen bu fiilin faili kaldıkça ne kadar kudretli olursan ol, ben de, o aciz ve hiçlik içinde, ne kadar uyuşup kalırsam kalayım, gene Senin tarafından tayin ve tespit edilecek olan yevmi mahşerde daima borçlu kalacaksın bana karşı. Fakat benim o gün beraat edebilmem için, hiç olmazsa Senin - bana burada durmadan bahsettikleri, telkin ettikleri - ilâhî adalete biraz olsun sahip olman lazım gelmez mi? Ama hem davacı, hem hâkim Sen oldukça, bu neticenin vukuuna imkân kalır mı? Ben, münhasıran Senin beni yaratman, böyle yaratman dolayısıyla işlediğim efalimin[13], gene münhasıran Senin tarafından vazolunan kanunlar gereğince suç sayılan, günah sayılan efalimin içinden nasıl olur da salimen kurtulabilirim? Senin adaletinin tecellisine ne kadar çalıştım, dua ettim, yalvardım. Dinimin, Peygamberin çizdiği yollarda ibadet ettim, yalvardım. Ümide de kapıldım bu neticeyi almaya. Fakat buraya gelince heyhat!.. Bütün ümitlerim bir sükûtu hayale inkılap etti. Edindiğim hiffet (hafiflik), idrakimdeki vuzuh (açıklık) bana, mazinin derinliklerine inme imkânı verdi, bahşeyledi ve orada gördüm ki, sefalet, ıstırap, kan. Diğer bir taraftan da gördüm ki, neşe, refah, saadet. Fakat gene müşahede ettim ki, saadetim hep Senin suç saydığın, günah saydığın efalimden doğmuş, meydana çıkmış. Bu hale göre, ben hep Senin menettiğin hareketlerden içtinap (sakınma) etmiş olsaydım, yalnız bir netice elde edecektim, o da, sefalet, ıstırap ve işkence. Bu vaziyet karşısında, Senin adaletine itimatla bakamıyorsam, kabahat benim mi, Senin mi?”

“Burası, görüyorum ve anlıyorum ki ve bana daima bunu telkin ediyorlar ki, benim yerim değil. Ben burada yapamayacağım. Evet, dünyada barınamadım, burada da barınamıyorum. Benim kabahatim mi? Filhakika burada bana yakın alâka gösterenler, beni sevdiklerini sandıklarım birçok varlıklar var. Bana yardım edeceklerini vadediyorlar. Fakat bütün kudret Sende olduktan sonra, ne yapabilirler? Ve gene bütün kudret sende olduktan sonra, bu çizilen yoldan benim inhiraf etmeme imkân kalır mı?”[14]

“Dünyaya dönmem lazım, diyorlar. Kabul etsem de döneceğim, etmesem de. Dönünce gene çocukluk, ana, baba, mektepte okumak veya okumamak, sonra derdi maişet ve günün birinde kadınsam karşıma bir erkek, erkeksem karşıma bir kadın çıkacak ve bana gene bela kesilecek. Buraya gelmemde bir fayda oldu mu ki, dönmemde bir fayda olsun! Dünyaya geldim, buraya döndüm, gene dünyaya döneceğim. Dedim ya, bütün kudret Sende, ne desem boş. Dönmek lazım. Zaten dönüyoruz da. Bu dönüşün kasveti, elemi şimdiden üstümde. Zaten dönünce orada ondan başka bir şey bulmayacağım: Elem, kasvet, keder. Fakat şuna emin ol ki, Sen bana daima borçlu kalacaksın (bu sırada B. Ruhselman bu varlığın karanlık bir cehil içinde hakikatleri görememesi yüzünden ıstırabını bizzat kendi eliyle hazırladığına şahit olarak, ona bu hakikatlerden bazılarını ifşa etmek için hitap etmek istedi ve ısrarla onunla konuşmasının mümkün olup olamayacağını sordu. Medyum, gözlerini açarak trans halinde B. Ruhselman’a şiddet ve ciddiyetle ‘hayır, hayır’ dedi ve müşahedeye yavaş ve gittikçe sönen bir sesle devam etti: ‘yolcu yolunda gerek’).”

(Yukarı ki varlık hakkında cemiyetimizin manevî rehberi Şihap dostumuzun izahı:)

“Merhaba ey hâzırun, benim aziz kardeşlerim. Hepinizi muhabbetle kucaklarım, selamlarım. Bu akşam size, sizlere sunulan tecrübe ve bunun faili varlık huzurunuzda birinci defa değil, üçüncü defa çıkarılıyor. Kendisi, dünyanızdan pek kısa bir müddet evvel ayrılmış ve çok daha kısa bir müddet sonra, gene oraya dönecektir. Bu misal, geçen celsemizin başında size verilmek istenen misalin kendisini teşkil eder. O gün buna muvaffak olunamamıştı. Aynı zamanda bu mevzu, aynı celsemizde, dua ve ibadet bahsinde ileri sürülen fikirlere de bir misal teşkil eder. Diğer taraftan bu misal, başka birçok noktalardan üzerinde durmanızı icap ettirecektir. Bu noktalara siz temas ettikçe döneceğiz, konuşacağız. Bir nokta daha üzerine, celsemizin sonunda konuşmamıza son vermeden evvel tekrar avdet edeceğiz.”

“Şu noktayı hatırlatmak isterim ki, (burada B. Ruhselman’ın arada vaki olan müdahalesine işaret ediliyor - B.R.) bu misaller verilirken, siz varlıklarla temas etmek imkânını haiz değilsiniz. Esasen bu ihtiyaç olsaydı, başka şekilde arz olunurdu. Bunlar birer örnek şeklinde verilmektedir. Siz onları yalnız müşahede ve not etmekle iktifa edeceksiniz, sizin fikirleriniz hiçbir zaman onlara ulaşmayacaktır.”

EK 6: İNK KİTABI HAKKINDA SÖYLEŞİLER[15]

Feridun Tepeköy (1920-1989) anlatıyor:

Kitabın derlenişi konusunda, yaptığı açıklamalarla bu noktayı aydınlığa kavuşturan sayın dostum Attila Güyer, bu konuda ezcümle şunları söylemektedir: “Kitaptaki bilgiler, benim aracılığım (medyumluğum) ile ‘Önder’ ismi verilen Yüksek İdareci bir Plan tarafından verildi. Bu verilen tebliğlerin, önce Bedri Bey tarafından anlaşılmasına yardım edildi. Sualler sorulmasına izin verildi. Yapılan açıklamalarla konular açıklığa kavuşturuldu. Konunun planı verildi ve bu plan gereğince Bedri beyin konuyu kaleme alması sağlandı. Kaleme alınan bölümler Plan’a okundu ve onayı alındı. Böylece düzenleme faaliyeti tamamlandı.” Attila Güyer'in yaptığı bu açıklama, ‘düzenleme’ kelimesinin manasını gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Kitabın düzenlenmesini ancak Bedri Bey muvaffakiyetle başarabilirdi. Verilmiş bilgilerin eski bilgilerle telif ve sentezini ancak Bedri Bey salahiyetle tamamlayabilirdi. Ancak onun kapasitesi, vazife şuuru ve azmi böyle bir çalışmanın altından kalkabilirdi. Dikte ettirme yerine, kitabın düzenleme yolu ile hazırlanışının elbette ki bir sebebi olacaktır. İcap etseydi, öyle yapılırdı elbet. Nitekim ‘İdareci Ruhsal Plan’lar daha evvelden bu yoldan faydalanmışlar ve dikte ettirmişlerdir Kitabın nasıl hazırlandığı hususu üzerinde, sayın genç dostum Attila Güyer ile yaptığım konuşmanın bir bölümünü ve özellikle kitabın düzenlenişine, tebligatın aktarılışına aracılık etmiş bir vazifeli medyum sıfatıyla, bana yaptığı açıklamaların bir kısmını, önemine binaen aşağıda tetkiklerinize arz etmek istiyorum. Önemli bir noktanın aydınlığa çıkmasına hizmet edeceğinden fayda umduğum bu açıklamaların alâkalı kısımlarını takdim ediyorum:

Attila Güyer (1939-?) anlatıyor:

“Bedri bey, ruhi bir irtibatın olup olmadığını, ayrıca hangi seviyeden bir irtibatın mevcut bulunduğunu derhal anlayabilecek bilgi ve liyakat sahibi bir insandı. Kendine mahsus birtakım metotları da vardı. Ama teşhis gücü sadece tecrübe ve bilgisine dayanıyordu da denemez. Ben, kitabın derlenişi sırasında on dokuz yaşındaydım. Medyumluğum öylesine süratli gelişmişti ki hepimiz şaşırmış ve korkmuştuk da.”

“Bedri bey o sıralarda Adana civarındaki sel hadisesi ile ilgili kehanetle meşguldü. Kendisine açıkça ikazda bulunuldu: ‘Senin fonksiyonun budur, hâlbuki sen nelerle uğraşmaktasın. Bu mu senin işin!’ Bedri bey o sıralarda çalışıyordu ama huzursuzdu. Asıl yolunu bulamamıştı. İnsanlara hizmetle ilgili yapacağı bir iş hakkında bir idraki vardı. Bir noktaya kadar gelmişti, fakat ne yapması lazım geldiğini kesinlikle tayin edemiyordu. İşte böyle bir durumda, Plan’ın ikazı onu şaşırttı. Toparlandı ve derhal konuya girdi. Kitabın düzenleniş faaliyeti başladı. Böylece Bedri Bey hayatının gayesini bulmuş oldu.”

Sual: Kitap, Bedri Beyin ne çeşit bir çalışmasıyla meydana gelmiştir? Yani, tebliğler bir sıraya göre olduğu gibi mi yazılmıştır, yoksa açıklayıcı pasajlarla birlikte mi tertiplenmiştir?

“İkisi de değil. Yukarısı[16] evvela bir plan verdi. Bölüm bölüm bu planın konularını anlattı. Bedri Bey ‘şunu koyalım’, dedi. Plan ‘hayır, bunu koymayacaksın’, dedi. ‘Biz direkt bilgi veriyoruz, bunları yazacaksın’, dendi. Bedri Bey de yukarının ağzı ile bunları düzenleyerek yazdı. Aslında, kitapta direkt alınmış tebliğler de yoktur. Bedri beyin kendi görüş ve tefsiri de yoktur. Verilmiş genel bilgiler Bedri Bey tarafından düzenlenmiştir.”

Sual: ‘Düzenleme’ fiilinin daha iyi anlaşılması için biraz daha açıklamada bulunur musunuz?

“Tam, motamot dikte ettirme yoktur. Mesela bir fikir veriliyor; kâinatın kuruluşu, maddenin yapısı hakkında bir plan veriliyor. Bu plana göre verilen bilgiler düzenlenecek, deniyor. Anlayamadığı noktalar izah ediliyor. Yani, fikirler, bilgiler yukardan veriliyor. Fakat motamot yazdırılmıyor. Bedri Bey bunları kaleme alıyor, düzenliyor.”

“Tekrarlayayım: Konu ve plan veriliyor. Konu hakkındaki bütün bilgiler anlatılıyor, işleniyor, izahlar yapılıyor, misaller veriliyor. Sonra, ‘bunları yazacaksın’ deniyor ‘Şu şu şekilde yazacaksın, verdiğimiz misallerin ışığı altında şu, şu şekilde yazacaksın’ deniliyor ve bırakılıyor. Burada Bedri Beyin fonksiyonu şöyle: Gelen bilgileri evvela anlıyor, hazmediyor ve kendisi yeniden kaleme alıyor. Yukarısı, ‘tebliği aynen koyacaksın’ demedi. Bunu istemedi hiçbir vakit. Müteakip celselerde, Bedri Beyin kaleme aldığı kısımlar Plan’a okundu ve onayı alındı.”

“Şunu da söyleyeyim ki, hiçbir vakit Bedri Beyin kaleme aldıkları (düzenledikleri) parçalar ‘Plan’ tarafından ‘olmamıştır’ diye geri çevrilmedi. Bu vazifesini Bedri Bey pek mükemmel bir şekilde yapıyordu. İyice idrakine varmadan hiçbir vakit kalemi eline alıp yazmaya başladığını görmedim. Bazen üç ay bir konu üzerinde münakaşa edildiği olmuştu. Anlayamadıklarını anlayabilmek için sualler sormaktaydı.”

Sual: Yani, bu izahata göre celselerde verilen tebligat kitaba motamot konmuyor?

“Hayır, konmuyordu.”

Sual: Yani, Bedri bey tarafından, gelen fikirler evvela hazmediliyor, sonra kompoze ediliyor?

“Tamam. Mevzu iyice anlaşılıncaya kadar misaller veriliyor, çeşitli yönleri gösteriliyor. Mevzu iyice anlaşıldıktan sonra bırakılıyor, ‘bunları şimdi derleyin’ deniyordu. Kendisine, bu derleme çalışmalarında hiçbir vakit ‘burada hata yaptın’ denmedi.”

Sual: Öyle sanıyorum ki, kitabın düzenlenme yoluyla verilmiş olması, şöyle bir maksadı gütmüş olabilir: Bir insan olarak, Bedri Bey verilen bilgileri hazmetmekle, bu bilgilerin insanlar tarafından anlaşılabilir bilgiler olduğunu tatbiki olarak göstermiştir.

“Evet. Bu hususu hiç düşünmemiştim. Gerçi, Bedri Bey büyük bir fonksiyonerdi ama Yukarısı’nın karşısında son derece zayıf bir kimseydi. Bu öyle bir Plan’dı ki, orada belki de Bedri bey gibi on binlerce varlığın idraki ve şümulü vardı. Onun için ‘Önder’ diyoruz. Kendisi de zaten ‘Kâinatın Vazife Planı’ olduğunu bize ihsas ettirdi.”

Sual: Kitap, tamamıyla değişik bir bilgi temeline dayalı yeni bir açıdan bir kâinat görüşü ve bu görüşe uygun yürünmesi gerekli yolları mı açıklamaktadır, yoksa bu güne kadar verile gelmiş olan bilgilerin manalarını mı açıklığa kavuşturmakta ve sembolleri, dogmaları mı kaldırmaktadır?

“İkinci dediğiniz daha doğrudur. Aslında, belki yepyeni bir görüş koyuyor ortaya. Ama bu koyduğu eskileri yıkmıyor. Eski realiteleri olduğu gibi kabul ediyor. Bunların, madde kâinatı içinde gerekli kademeler olduğunu belirtiyor.”

“Bir dağın eteklerindeki görüş ile zirvesindeki görüş elbette ki birbirinden farklıdır. Evet, kitabın bir bilgi kitabı olduğu söylenebilir. Ama detaylı bilgiler veren bir ders kitabı şeklinde değil. Bir matematik veya bir fizik kitabı gibi konuları incelemez. Genel kanunları açıklar. Mesela madde kâinatı hakkındaki Einstein'ın genel ifadesi gibi bir görüş, bir prensip getirmektedir. Yani, genel bilgiyi göstermektedir. Dinler muayyen realitelerin icaplarına göre yukarıdan - Vazife Planı ’ndan - verilmiş bilgileri yayarlar. Kitaptaki bilgilerse dinlerin öğrettiklerini toplayacak ve onların manasını açıklayacaktır. Dolayısıyla nakz (bozmak) ve reddetmek asla bahis konusu değildir. Sadece ufku daha genişletecek. Faraza bir insan Müslüman olsun, Hıristiyan olsun, bu kitap karşısında kendi dininin esaslarını daha iyi anlayabilecektir. Böylece insanlar birbirlerini daha iyi anlayabilecek ve anlaşabileceklerdir.”

Kitabın düzenlenişi, daktilo edilişi ve notere tesliminden sonra Bedri Bey memleket dışında bulunan seçilmiş beş yüz kadar adrese (ki bu adresler dernekler ve şahıslardan seçilmiştir) gönderilmek üzere bir bildiri kaleme almıştır. Bu açıklamasında, düzenlediği kitap hakkında bazı ön sezgileri verdirecek ipuçları vermiştir. Nitekim bu bildirisine gelen cevaplar arasında 8-10 kadarının, Bedri Beyin kapalı olarak sezdirmeğe çalıştığı düşüncelerini iyi bir şekilde değerlendirmiş olduğu anlaşılmıştır. Kitabın neşri, şüphesizdir ki vazifeli üç şahsın inisiyatifine bırakılmış değildir. Hüsrev Bilgioğlu'nun yaptığı açıklamaya göre, kitabın insanlığa sunuluşu, medyum Attila Güyer'in zamanı geldiğinde kitabı tebliğ eden Plan’dan (Önder Planı’ndan) direkt olarak bir ikaz veya tebliğ almasıyla başlayacaktır. Bu hususta Attila Güyer şu açıklamayı yapmaktadır:

“Biz, verilen talimatla birlikte bu kitaba bağlıyız. Bunun dışında, bizim hiçbir fonksiyonumuz yoktur. Telif hakkı her üçümüze bırakılmıştır. Bu da talimat gereğince yapılmıştır. Yukarısı’nın talimatını bizler aynen tatbik ediyoruz. Elimizde talimat var. Onun dışında bir şey yapamayız. Talimat dışında, şahsi olarak idraklerimizin yapacağı her şey büyük hata olacaktır. Talimat Yukarıdan verilmişti. Bedri Bey de bizlerin bu talimata göre aynen hareket etmemizi söyledi.”

Attila Güyer’in (1939-?) şahitliği:

“Bedri Beyi ilk defa Hüsrev ağabey vasıtasıyla tanıdım. Bende bazı anormallikler vardı. Anlatmıştım. Çocukluğumdan beri bazı anormalliklerim vardı. Mesela geceleri uykuda gezerdim, gece uykumda konuşurdum. Çok enteresan bulmuştu. ‘Gel, seni Bedri Beyle tanıştırayım’, demişti. Benim bu sahada tecrübi çalışmalar yapmak hususunda arzu ve niyetim yoktu o zamanlar. Mevzu ile kendime göre alakadardım. Bazı tetkiklerim vardı, ama hepsi o kadar. Konuların içine gömülmüş değildim. Buna rağmen Bedri beyle tanışmayı istedim.”

“1958 senesinin sanırım Kasım ayındaydı. Bir gün Hüsrev ağabeyle önce cemiyete uğradık. Oradan da doğru Bedri Beyin Harbiye, Çimen sokağında oturmakta olduğu evine gittik. O zamanlar cemiyetten ayrılmış, yalnız başına çalışmakta, celseler yapmaktaymış. Ben o sıralarda, Edebiyat Fakültesi talebesi on dokuz yaşında bir gençtim. Refet Kayserilioğlu, M. Fahri Öğretici, Doğan Tuğcu ile ruhi irtibat celseleri çalışmaları yapılmaktaymış. Adana'daki sel felaketiyle ilgili kehanet tebliğleri ve bunun değerlendirilişi gibi çalışmalar yapılmaktaymış. Sonradan daha iyi idrakine vardım ki, o zamanlar Bedri Bey huzursuzdu. Çalışmalarından tatmin olmuyordu. Bu çalışmaların adamı değildi Bedri Bey. Bu intibaı o zaman almıştım.”

“Bedri Beyin havası bambaşkaydı. Çok değişik ve enteresan bir hava ve intiba bırakmıştı bende. Sanki normal bir insan değildi de, acayip bir dünyanın varlığıydı. Çalışma odasına girdiğimde, tavana dört ucundan iple gerilmiş beyaz bir bez dikkatimi çekmişti. Bunu soba kurumunun başına dökülmemesi için germiş. İşte bu müşahedem, bende ilk nazarda Bedri Bey hakkındaki intibalarıma bambaşka bir yön vermişti.”

“Bedri Beyle hemen ilk tecrübe çalışmalarına başladık. Temasa geçtiğim ilk bedensiz varlıktan bir türlü ayrılmak istemiyordum. Hissi bir yakınlık beni cezbediyordu. Varlık, ‘benim işim burada bitti, bu vazifedeki işimiz sona erdi, muhakkak ki organizasyon içinde beraberiz ama bu işimiz burada artık bitti.’ diyordu. Fakat ben gene de ondan ayrılmak istemiyordum. Bu varlık, tek bir varlıktı. Beni hazırlamakla görevliydi. Beni bir noktaya kadar alıp getirdi. Sonra üçlü bir gruba verdiler beni. Daha sonra da kitabın tebliğlerini veren ‘Önder’ planıyla temasa geçtim.”

“Bu planla irtibatın sağlanması için, evvelkiler bir nevi hazırlık safhasıydı. Size bunun hakkında bir misal vermek üzere şunları söyleyebilirim: Başlangıçta tahammül edemiyordum. O kadar parlak ve keskin geliyordu ki, yaklaşamıyor, temasa geçemiyordum. Alıştırma safhalarından birini anlatayım: Üzerime tıpkı füze gibi ışık demetleri geliyordu. Gözlerim kamaşıyor, sağa sola kaçıyor, kurtulmaya çalışıyordum. Bunları bayağı görüyor ve hissediyordum. Büyük bir ışık kütlesinin üzerime geldiğini hissediyordum. İşte, asıl planın kademesine yaklaşıncaya kadar, bu şekilde egzersizlerle alıştırmalar yaptım. Işıktan bir bulut gibiydi o yer. Üçlü varlık, hem bilgi yönünden beni yetiştirdi hem de o plana hazırlamış oldu.”

“Celse adabına aykırı hareket ettiğim zamanlarda bana kızardı: ‘Kardeşim, buraya yorgun geliyorsunuz, olmaz böyle şey!’, diyordu. Haklıydı, kırk senelik bilgilerinin tamamen aksine bilgiler alıyorduk. ‘Olmaz’ diyor, kızıyordu. Bunun üzerine, ‘plan’ celseyi kesiyordu. Ama öyle enteresandı ki, ben ‘Plan’ın sanki gülümsediğini hissediyordum. ‘Peki’, diyordu. Haftaya tekrar celseye başladığımızda, haftada bir, bazen de iki veya üç celse yapılıyordu, Bedri bey o bir hafta içinde verilen bilgileri hazmetmiş, yerine oturtmuş olarak karşımıza çıkıyordu.”

Sual: Bedri Bey, düşüncelerine tamamen zıt olan bu fikirleri nasıl hazmediyordu?

“Üzerinde düşünüyordu, idrakine varıyordu. Eskileri atıp yerine yeni bilgileri koyabiliyordu. Bu kabiliyet vardı onda.”

Sual: Zıt gelen fikirler temel bilgilere mi, yoksa teferruata mı taalluk ediyordu?

“Temellere! Ama, nüans farkları şeklinde. İlk bakışta tamamen tersine imiş gibi görünüyorlar.”

Sual: Tersine gibi mi görünüyorlar, yoksa gerçekten tersine miydiler?

“Gibi görünüyorlar. Mesela, biz vahdet-i vücut felsefesini kabul etmiyoruz. Bu düşünceye zıt gibi görünen bazı fikirler karşısında, Bedri Bey kızar ve ‘kardeşim, burada keselim’ derdi. ‘Yanılıyorsunuz, iyi nakledemiyorsunuz!’ Fakat sonradan, söylenmiş olanlar üzerinde düşünüyor ve yerine oturtuyordu.”

“Bedri Beyle birlikte geçirdiğim günler pek kısa olmuştur. Aşağı yukarı, münasebetlerimiz bir yıl sürdü. Sonra ben ayrıldım ve askere gittim. 1960 senesi Ocak ayında gitmiştim. Fakat münasebetlerimiz bu kadar kısa sürmüş olmasına rağmen, aramızda çok derin ruhi bir bağın mevcut olduğunu söyleyebilirim. Nitekim ölümüne rastlayan saatlerde başımdan geçen bir olay bunu teyit eder: Bedri beyin öldüğü gün, ben yedek subay okulundaydım. O gece koğuşta yatıyorduk. Ben feryat etmeye başlamışım. Bağırıyorum. Uyandırıyorlar. Ama uyandığımın farkında değilim. ‘Ne oldu’, diye soruyorlar. Tekrar yatıyoruz. Bu defa canhıraş feryatlar atıyorum. Çocuklar yine uyandırıyorlar. Bir ara canavar düdüğü gibi acayip sesler çıkarıyorum.”

“Bedri Beyi ben ancak celseler esnasında tanıdım. Münasebetlerimiz bu sınırlar içinde kaldı. Celseler bitince, ‘Allahaısmarladık efendim’ derdim. O da ‘Güle güle kardeşim’ der ve bizi yolcu ederdi, o kadar.”

“Bizim öyle bir dostluğumuz yoktu. Sadece celseler dolayısıyla münasebetlerimiz oluyordu. Pek tabiidir ki, birbirimizi severdik. Hürmet ederdim. Ama bazen kızdığım da oluyordu. Onun idrakine ulaşamamış oluşum, onun bazı davranışları karşısında kızmama sebep olmaktaydı. Sonradan üzerinde düşündükçe, haklı olduğunu, kızmamın yersizliğini anlamışımdır. Celseler esnasında ters bilgiler verildiği zamanlarda da kızardı. Huzursuz olurdu. Medyumlara çatar, vazifelerini müdrik olmadan, medyumluğun gerektirdiği şekilde hareket etmediklerini söyler, tenkit ederdi.”

^jMetin Sakik’in (1937-2012) şahitliği:

Bedri bey hakkında herhangi bir düşünce ve kanaatin - prensip olarak - açıklanmasına pek taraftar değildi. Bu düşüncesini bana şu cümlelerle açıklamıştı:

“Bedri beyin dünya üzerindeki beşeri şahsiyetinin bilinmesi bence lüzumsuzdur. Zira onun beşeri şahsiyeti çok önemsizdir. Sadece bir vazife adamı olarak kıymetlidir, o kadar.”

“Bedri beyi ilk defa cemiyette gördüm ve tanıdım. 1953 Temmuzu idi. Askerlik görevimin verdiği fasıla hariç, ölümüne kadar Bedri beyle beraber oldum.”

Sual: Bedri beyin, insanlığa yaptığı hizmet?

“Bıraktığı kitaptır. Bittabi o da, bu vazifesiyle sadece yukarıya vasıtalık etmekten başka ve ileri bir iş görmemiştir.”

“Bedri bey, neşredilmiş eserlerinin yeniden basılmasına taraftar değildi. Son çalışmalarında ortaya çıkan tebligat kanalıyla verilmiş bilgiler muvacehesinde; tamamlanmamış bilgiler, noksanlıklar ve hatta yanlış tefsirlerin eski kitaplarında bulunabileceğini düşünmüştür. Bu sebeple yeniden basılmasının büyük bir fayda sağlayacağı kanaatinde değildi. Son çalışmalarıyla, ‘düzenleyen’ sıfatıyla hazırladığı kitap bütün bilgileri ihtiva etmekteydi. Bu sebeple, kendi eserlerinin yeniden basılmasını istememiştir. Bu kitapta hepsi mevcut. Seviye diye bir şey mevzuubahis değil. Anlayan anlayacak bu kitabı. Her şey apaçık yazılmıştır burada. Görecek olan görecektir bunu! Kitap gayet açıktır. Yeter ki, insanların idrakleri gelişmiş olsun. İnsanları bu kitabı anlamaları için yetiştirmeye lüzum yoktur.”

Sual: Kitabın düzenlenişiyle ilgili son devre çalışmalarının karakteri nedir?

“Bedri bey bu devrede de bir bilgi çalışması yapmıştır. Birçok medyumlarla çalışmıştır. Ama esas medyumu bir taneydi; Attila Güyer. Bu devre çalışmaları, tam hatırlayamayacağım, ama sanırım 6-7 ay kadar sürmüştür. Netice itibarıyla, bu çalışmalarında Bedri Bey sentezciydi. Esas bilgileri o tek medyumdan almış ve sentezini yapmıştır. Yani, Bedri beyin esas fonksiyonu bu bilgileri derleyip toparlama, değerlendirip sentezini yapmaktı.”

Sual: Bedri beyin biyografisinde mutlaka zikredilmesi lazım geldiğine inandığınız bir hususiyeti var mıdır?

“Vazife idraki mutlaka belirtilmesi lazım gelen bir husustur. Bedri bey vazifeli bir varlıktı. Ama gerçek vazifeli bir varlık. İnsanlığa bir şeyler verebilmek için üst kademelerden gelmiş bir vazifelidir. Bedri bey, düzenlediği son kitaba isminin koyulmasına taraftar değildi. Koymamak kararındaydı. Ancak, planın direktifiyle ismini koymuştur. Esas olarak söylediği şuydu: ‘Bu büyük vazife içinde benim yaptığım bir hiç mesabesindedir. Benim yaptığım şu çok cüzi bir işe karşılık kitaba ismimi koymam lüzumsuzdur.’ demişti. Ancak Planın, insanların durumu yönünden bir isim konması lazım geldiğini açıklaması üzerine ve ‘siz isminizi düzenleyen sıfatıyla zikrediniz’ denmesi üzerine ‘Düzenleyen Bedri Ruhselman’ denmiştir.”

Sual: Kitap insanlığın hangi cephesine hitap etmektedir?

“İnsanlığın idrakine hitap edecek. İdrakini genişletecek. Ne olduğunu, ne yapması lazım geldiğini insanlara gösterecek.”

Sual: Bilgi temeline dayalı bir idrak ve moral yücelişi mi sağlayacak?

“Moral yüceliği de sağlayacaktır pek tabii. Bir istikametleniş verecektir insanlığa. Değer ölçüleri verecektir.”

Sual: Yüzyıllar boyunca insanlığın uyarılması, eğitilmesi ve istikameti enmesi için idareci ruhsal planların çalışmaları mevcuttur. Bunların arasında en önemlileri semavi dinlerdir. Din kanalıyla yapılmış irşatlarla, kitabın yapacağı fonksiyon arasında bir paralellik var mıdır? Yok, eğer bir fark varsa, bunun vasıfları nelerdir?

“Bunu ben de ifade edemeyeceğim. Ama aykırılık diye bir husus mevzubahis olamaz bir kere.”

Sual: Dinlerin vazettikleri prensipler yetersiz miydi ki bu kitap insanlığın istifadesi için tertiplenmiştir?

“Bilgiler, bugünkü insanlığa hitap edecek şekilde sunulmuştur. Mühim olan budur. Bugünkü insanlığın idrakine, seviyesine hitap edecek şekilde düzenlenmiştir. Din devri kapanmıştır. Ama verilen bilgiler onların dışında değildir. Ancak, bugünün insanlığı ne şekilde bu bilgileri alabilecekse o şekilde verilmiştir.”

Sual: İnsanlığın tekâmül yolundaki yücelişinde, insanlığı eğitip yöneten aynı idareci planların yeni bir hizmeti ve yardımı olarak kabul edilebilir mi?

“Bunu bilemem tabii. Ama muhtemelen öyledir. Bunun tefrikini elbette ki, yapamayız. Muhtemelen öyledir. Ancak, kitabı -her türlü yanlış tefsirlere mani olmak düşüncesiyle- mukaddes dini kitaplar (semavi dinler) arasında bir dördüncü kitap olarak mütalaa edemeyiz. Söylediğim gibi, din devri kapanmıştır. Her insan kendi kendisine, kendi cehit ve arzusu ile yürüyecektir. Kendi kendisine, anlayıp idrak edecek seviyeye ulaşacaktır. İdraki açılmış olanlara, bu kitap ihtiyacını duydukları bilgileri apaçık verecektir. Biz, vazifeli üç arkadaşın vazifeleri ise, sadece kitabın en iyi bir şekilde insanlığa sunulmasını sağlamaktan ibarettir. Bizlerin durumu budur. Bu vazifenin ifası için plan bizleri seçmiştir. Kitabın çıkış zamanı ile ilgili bir şey bilmiyoruz. Ne zaman çıkacak, nasıl talimat verilecek, ne olacak, bir şey bilmiyoruz. Tamamen serbest bırakılmış gibiyiz, ama hiç de değiliz. Vazifemizi iyi bir şekilde yapabilirsek, ne mutlu bize.”

Sual: Kitabın yayınlanmasıyla ilgili vazifenin ifasında, bu işle ilgili üç vazifelinin mutlaka bir fonksiyon göreceğini düşünebilir miyiz?

“O hususta da bir garanti yok. Ama her halde bu üç şahıstan en az biri kitabın neşri faaliyetinde bulunacaktır. Belki üçü, belki ikisi, ama biri mutlaka bulunacak. O şekilde teslim edilmiştir. Ama ne var ki, o tek şahsın vazife ve fonksiyonu sadece kitabı bırakıp gitmek şeklinde de olabilir. Neşredildi deyip bırakabilir. Bu hususta hiçbir şey bilmiyoruz. İşte, Bedri Bey, böylesine devasa bir vazifenin vazifeli bir fonksiyoneri olarak dünyada yaşamıştır.”

Hüsrev Bilgioğlu’nun (1910-1985) şahitliği:

Geçirmekte olduğu ruhi bir bunalımın sarsıntıları içindeyken, tanışmak ve dertlerini dökmek ihtiyacı içinde, 1950 yılında ilk defa karşılaştığı Bedri beyden, bundan sonra bir daha ayrılmamış ve onun adeta dert ortağı olmuştur. Bedri bey hakkında yaptığı açıklamaları banda aldım. Ertesi günü bana bir mektup gönderdi. Telefonla, kendisinden izahat rica ettim; “Bedri bey hakkında konuştuklarımı kaale almayınız. Sadece bunu belirtmeniz kifayet eder.” dedi. Mektupta şöyle deniyordu:

“Bedri Bey İnsanlığın ihtiyacı olan Müteal bilgiyi vermek üzere dünyamıza enmiş böyük vazifeli bir varlık idi. Bedri Bey tarafından kitabın yazılmağa başlandığı tarih. 1- 9,1958. biddıgi tarih ise 10-8,1959” (Not: H. Bilgioğlu - daha önce H. Nurlu ismini kullanmış - ermeni ve ilkokuldan ayrılma bir vatandaştır. Orijinal el yazısının aynısını kopya ettim. - M.H.A.[17]). Değerli dostumun biraz da haklı bulduğum arzusuna uyarak, açıklamalarını aynen değil de sadece bir özetini aşağıda tetkiklerinize arz ediyorum:

Sual: Bedri beyin karakteri hakkında ne düşünüyorsunuz?

“Bedri beyin karakteri anlatılamaz. Ona aslında karakter de dememek lazımdır. O bir idrakti! Bundan başka bir şey söylenemez.”

Sual: Bedri beyin beşeri yönden tanıtılmasını nasıl yaparsınız?

“Beşeri açıdan nesini anlatabilirim ki?”

Sual: Yani, bedenli olarak, bir insan olarak nasıl tanıyorsunuz?

“Bedri bey tarife sığmaz ki! Tevazuun da ötesinde, tevazuu üzerinde bir bedenliydi. Bundan başka bir şey söyleyemem ki.”

Sual: İnsanlığa yaptığı hizmet hakkında ne söylenebilir?

“Kısaca şöyle denebilir; Bedri bey bütün bir beşeriyet üzerinde -enkarne olacaklar da buna dâhildir- büyük bir vazifeliydi. Buna ikinci bir misal verilemez.”

Sual: Ne yönden vazifeliydi?

“Bilgi yönünden.”

Sual: Son devre çalışmalarının karakteri nasıldı?

“Ayırmak doğru değil. Cemiyetteki faaliyetleri nasıl idiyse, aynı faaliyetlerine dışarda da devam etti. Bedri bey için cemiyet içi ve dışı diye bir mevzuu yoktu. Kitap çalışması da aynen olmuştur. Kitabın derlenişi kutsal bir vazifeydi. Kalbinden rahatsız olmasına rağmen gecesini gündüzüne katarak çalıştı. Bu faaliyeti dokuz ay devam etti. 1.9.1958'den 10.8.1959'a kadar” (Not: Verilen tarihe bakılırsa, yaklaşık 11,3 ay devam etmiş olmalı. - M.H.A.).

Sual: Bedri beyin biyografisinde mutlaka zikredilmesi lazım gelen sizce hangi husustur?

“Bedri bey, dünyaya inmiş büyük vazifeli bir bedenli idi. Bunun dışında bir şey söyleyemem. Bundan başka bir şey düşünemem. Söyleyemem!"

Sual: Kendisinin bir vazifeli olarak dünyada bulunduğunu biliyor muydu?

“Kitap tebliğ olunduğu andan itibaren verildi, tamamen açıklandı.”

Sual: Kitabı, kitabî dinler kademesinde bir dördüncü kitap olarak vasrflandırabilir miyiz?

“Hayır.”

Sual: Ne bakımdan hayır denebilir buna?

“Çünkü bilgidir kitap! Diğer kitaplarda tarihler, izahlar, semboller var. Hâlbuki bu kitapta bilgiden başka bir şey yok. Tamamile saf bilgi! işte bu sebeple o kategoriden mütalaa edilemez.”

“Ölümü 16.2.1960 perşembe günüdür. 18.2.1960 cumartesi günü defnedildi. Düzenlediği kitap, ölümünden altı ay evvel tamamlandı. Kitabın, medyum (Attila Güyer) aracılığıyla tebliğine 1.9.1958'de başlandı. 10.8.1959'da tamamlanarak vazifeli üç arkadaşa teslim edildi. Kitap, tek medyum ile verilmiştir. Evvelki çalışmalarında iştirak eden medyumlar ve alınan tebliğlerin kitapla hiçbir ilgisi yoktur. Bedri bey kitabın düzenlenişinde anlaşılamayan noktaları celsede sualler tarzında vazeder ve açıklamalara göre hareket ederdi.”

“Bir defasında ‘Allah’ kelimesinin mutlaka kelime olarak zikredilmesi zaruretini hissetmiş ve bu kelimeyi kullanıp kullanmamakta tereddüde düşmüştü. Celsede bu husustaki düşüncelerini açıkladı. Aldığı cevap mealen şöyleydi; ‘O kelimeyi tam o yerde, sadece bir defaya mahsus olmak üzere kullanabilirsiniz. Böylece onun tekliği de tek yerde kelime olarak zikredilmiş olmasıyla anlatılmış olacaktır.’ Gerçekten de, kitapta sadece bir tek yerde ‘Allah’ kelimesi geçmektedir[18]. Kitabın tebliği esnasında sual sormak ihtiyacı doğduğunda, tebliğe o noktada ara verilmekte, sual izah edildikten sonra bırakılmış olan noktadan devam edilmekteydi.”

“Bedri Beye küre üzerinde kıyamet tatbikatı yaptırıldı. Yedi celse sürdü. Bazı tashihler yapıldı. Kıyamet, dünya mihverinin 23,5 derecelik meyli değişmeden, eksenin istikameti değişmekle vuku bulacak ve dört günde sular her yeri kaplayacak. Bu arada, üç-beş kişi maya olarak kalacak. Keza, nebat ve hayvanlardan da birer çift. Tıpkı Nuh tufanı gibi. Kalan insanlarda şuur kalmayacak. Saç-sakal uzamış, örtünme bilmeyen bir iptidailikten başlayacaklar. Dünya nüfusu yedi milyar olunca bu işler olacak ve bu işi bizzat Bedri Bey yapacak. Zira onun mensubu bulunduğu “Biz” Planı mensupları bu işi teker teker yapmak mecburiyetindedirler. Bittabi, kitap bu olaydan çok çok evvel çıkmış olacak. Ancak üç-dört enkarnasyon sonra bu kıyametin vukuu muhtemeldir. ‘Biz’ Planı, kâinatları idare eden, dünyayı var eden bir Plandır.”

“Bedri bey, kitabın düzenleme çalışmasında, celse esnasında sualler de sormuştur. Tebliğe o noktada ara verilmekte, izah edildikten sonra bırakılan noktadan devam edilmekteydi. Bir yerinde, Bedri bey Allah kelimesini kullanıp kullanmamakta tereddüt ediyordu. Plana bunu sordu: ‘Kalemimi yürütemiyorum’, dedi. Plan da, ‘tam o yere bir defaya mahsus olmak üzere o kelimeyi koyabilirsiniz. Böylece, tek oluşu da anlaşılmış olacaktır’, dedi. Gerçekten de, kitapta bir yerde bir tek defa Allah kelimesi geçmektedir.”[19]

Refet Kayserilioğlu’nun (1922-2004) şahitliği:

Bedri beyi 1949'da tanımış, 1954'den sonra birlikte çalışmışlar.

“Fiilen çalışmalara iştirakim ise 1954'e rastlar. O sıralarda cemiyette dersler veriliyordu. Hipnotizma denemeleri de yapılıyordu. Süjelerden birisi Metin Sakik’di. Sonraları bu çalışmalar cazibesini kaybetti, monoton olmaya başladı, takip edenlere bir şeyler vermez oldu. Sonra, Bedri Bey bu çalışmaları kısıtladı. Daha sonraları da cemiyet çalışmalarıyla ilgisini azalttı. Nihayet, istifa etti. Sonra, benim medyumluğum başladı. ‘Meşale’ isimli bir varlıkla temas kuruldu. O sıralarda Bedri Bey bir ümitsizlik devresindeydi. Bedri Bey bu devre esnasında bizlere bilgi vermiyordu. ‘Meşale’nin celseleri, haftada bir yapılmak üzere, iki yıl kadar sürdü ve yüz küsur celse teşkil etti. Sonra, Mehmet Fahri Öğretici’nin celseleri başladı. Bir süre Hikmet Omay’la çalışmalar yaptı. En sonunda da Attila Güyer’in medyumluğu ile ‘Önder’ planının celseleri yapıldı. Ve malum kitabı tamamladı.”

Hikmet Omay’ın (1919-Bilinmiyor) şahitliği:

Bedri beyi ilk defa 1946-47 senesinde tanımış.

“Ben bazen, bu adam bana nasıl inanıyor, diye çok düşünmüşümdür. Yazıyorum, ama bütün bu yazıp söylediklerim hakikaten ruh âleminden mi geliyor, yoksa ben de bir şeyler katıyor veya hepsi benden mi çıkıyor, diye düşünmüşümdür.”

Hidayet Ruhselman’ın (1904-?) şahitliği:

Bedri beyin kız kardeşidir.

“Medyumlar vasıtasıyla alınan bazı tebliğlerde, ‘senin vazifen bittikten sonra bu âlemde artık işin kalmayacak, ondan sonra geleceksin’ denmişti.”

EK 7: PARAPSİKOLOJİ ALANINDA EĞİTİM VEREN ÜNİVERSİTELER

Parapsikoloji alanında araştırma, lisans, lisansüstü ve doktora düzeyinde eğitim veren üniversiteler:

Stanford Üniversitesi (California-ABD)

Princeton Üniversitesi (New Jersey-ABD)

Harvard Üniversitesi (Boston-ABD)

Duke Üniversitesi (Kuzey Carolina-ABD)

Arizona Üniversitesi (Arizona-ABD)

Columbia Üniversitesi (New York-ABD)

Virginia Üniversitesi (Virginia-ABD)

Edinburgh Üniversitesi (Edinburgh-İskoçya)

Goldsmiths Üniversitesi (Londra-İngiltere)

Northampton Üniversitesi (Northamton-İngiltere)

Hertfordshire Üniversitesi (Hertfordshire-İngiltere)

Liverpool Hope Üniversitesi (Liverpool-İngiltere)

Liverpool John Moores Üniversitesi (Liverpool-İngiltere)

Freiburg Üniversitesi (Freiburg-Almanya)

Adelaide Üniversitesi (Adelaide-Avustralya)

Utrecht Üniversitesi (Utrecht- Hollanda)

Amsterdam Üniversitesi (Amsterdam-Hollanda)

Moskova Devlet Üniversitesi (Moskova-Rusya)

Lund Üniversitesi (Lund-İsveç)

 



[1] Bedri Ruhselman, Ruh ve Kâinat, İstanbul, Gayret Kitabevi Yay., 1946, C: III, s. 1022-1048, 'Sözün Kısası' bölümü.

[2]    Bedri Ruhselman, “Milli Eğitim Bakanlığı'na Sunulan Spiritüalizma Hakkında Rapor”, Ruh ve Madde Dergisi, C: XII, 1971, Sayı: 133, s. 2-3,25; Sayı: 134, s. 14-16; Sayı: 135, s. 14-16; Sayı: 136, s. 14-16.

[3]   Haluk Egemen Sarıkaya (Haz.), Bedri Ruhselman: Bilgi Çağı Önderi, İstanbul, Bilim Araştırma Merkezi Yay., 1981, s. 5.

[4]     Düalizmin aksine, kâinattaki birliği kabul eden felsefî görüş. Bkz. İsmail Fenni Ertuğrul, Lûgatçe-i Felsefe, Konya, Çizgi Kitabevi Yay., 2015, s. 268, Monisme.

[5]    Fantom: Hayalet, metinde materyalizasyon celsesinde materyalize olan dezenkarne (ölmüş) varlığa atfen kullanılmıştır. Bkz. Ergün Arıkdal, Ansiklopedik: Metapsişik Terimler Sözlüğü, 4.bs, İstanbul, Ruh ve Madde Yay., 1998, s. 85-86.

[6]    Nesc: Canlı mahlûklardaki hücrelerin yan yana gelerek derilerin, uzuvların vs. meydana getirilişi. Dokuma, dokunuş, örülmek.

[7]      Ektoplazma: Materyalizasyon celseleri sırasında, medyumun bedeninin belirli bölgelerinden çıkan ve dezenkarne varlığın, materyalize olmak için kullandığı süptil madde, bkz. Arıkdal, Ansiklopedik: Metapsişik Terimler Sözlüğü, s. 77-78.

[8]      Muslin: Musolin de denir. Sıkça dokunmuş, parlak, ince, yumuşak olan bir çeşit pamuklu kumaştır.

[9]       İmzalar ve manifesto için link: http://survivalafterdeath.blogspot.com/2012/08/el- manifiesto-de-los-treinta-y-cuatro.html Dr. Gustave Geley'in diğer bazı çalışmaları için link: http://survivalafterdeath.blogspot.com/search/label/Gustave%20Geley

[10]    Bu vesikalara (Vesika No: 1-3) erişilememiştir.

[11]    Bedri Ruhselman, Allah, İstanbul, Gayret Kitabevi Yay., 1951, s. 117.

[12]    Ruh âlemindeki zaman mefhumu dünyamızdakine benzemez. Dünyada geçen bir dakikalık zaman, icabı hale göre orada bin senelik bir zaman geçişi intibaına tekabül edebilir. Dünyadaki rüyalarımız bu hakikatin çok iptidai bir misalini verir (Müellifin notu).

[13]    Burada, cebriyeci bir 'mukadderat' anlayışının acı tezahürü ne kadar açık olarak, biçare varlığın bu sözlerinde görülüyor (Müellifin notu).

[14]    Burada da, cebriyeci bir 'mukadderat' anlayışının acı tezahürü ne kadar açık olarak, biçare varlığın bu sözlerinde görülüyor (Müellifin notu).

[15]      Bu bölümde, M. Haluk Akçam’ın (1952-2009), Dr. Bedri Ruhselman’ın yakın arkadaşı Feridun Tepeköy’ün (1920-1989) ‘Büyük Vazifeli Dr. Bedri Ruhselman’ isimli yayınlanmamış 608 (611) sayfalık eserinin müsveddeleri arasından hazırlayıp, 18.01.1980 de sitesinde yayınladığı Bedri Ruhselman isimli doküman esas alınmıştır. Bkz. http://www.halukakcam.com/B6/Notes/BedriRuhselman1980.htm

[16]   Yukarısı, Yukarıdan vs. gibi kelimeler büyük harfle başlıyorsa, tebliği veren 'Plan' manasına kullanılıyor demektir.

[17]    M. Haluk Akçam'ın kısaltılmışı

[18]    Bu ifadeler de “Allah” ile “Aslî Prensiplin aynı varlık olmadığını göstermektedir. Çünkü “Aslî Prensip” kitapta birçok yerde geçmektedir. (Bir madalyonun iki yüzü, aynı varlığın iki vechesi - Zahir/Batın - gibi düşünülebilir. TYN).

[19]    Bkz. Dipnot 22.



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar