BEDRİ RUHSELMAN VE METAFİZİK
GÖRÜŞLERİ
Hazırlayan: Mehmet Hayri Cumhur KESTEL
Türkiye’de
spiritizmin ve metapsişik araştırmaların öncüsü olan Üstad Dr. Bedri Ruhselman
(tam olarak böyle anılmaktadır), hayatı süresince, birçok misyonu birlikte
yaşamıştır: müzisyen olarak, öğretmen olarak, doktor olarak, spiritist ve
spiritüalist olarak... Bu manada, o, tam bir vazife adamıydı. Onun bu, çalışma
ile geçen, yoğun hayat hikâyesi birinci bölümde ele alındı. Bu bölümde hayatına
geçmeden önce, hazırlayıcı olarak parapsikolojiye ve onun konusu olan
paranormal fenomenlere kısaca değinildi. Bundan amaç parapsikoloji içinde
spiritüalizmin ve spiritizmin nasıl ortaya çıktığını göstermekti. Bu çerçevede,
Batı’daki ve Türkiye’deki spiritizm çalışmalarına yer verilerek, bu konuda
emeği geçmiş, çalışmalar-araştırmalar yapmış kimselerden bahsedildi. Bölüm
sonunda Ruhselman’ın ortaya koymuş olduğu Neo-Spiritizm görüşü açıklanarak
hayatından kesitler verildi.
Ruhselman,
gençlik yıllarından itibaren spiritüalizme ilgi duymuştur. Bunda; gördüğü garip
rüyalar, okuduğu kitaplar da etkili olmuştur. Çok zor geçen hayat ve geçim
mücadelesi içinde, ruhsal ve medyumik çalışmalarını (ruhsal varlıklarla
medyumlar vasıtasıyla kurulan irtibatlar), bir vazife anlayışı içinde,
aksatmamaya çalışmıştır. Yaptığı bu araştırma ve çalışmalarını da kitaplar,
dergiler, makaleler ve konferanslar şeklinde topluma yansıtmaya gayret
etmiştir. İkinci bölümde onun bu eserleri yayın tarihlerine göre sırayla
tanıtıldı ve özetlendi.
Çalışmanın
esas amacı olan onun metafizik görüşlerine üçüncü bölümde yer verildi. Bunun
için onun son çalışması olan, Önder adlı bir ruhsal plandan alınan
bilgilerin düzenlemesi şeklindeki, İNK kitabından faydalanarak metafizik
görüşleri kavramlar şeklinde verildi. Ruhselman bu çalışmasında, “Tekâmülcü
Deneysel Ruhçuluk” (Neo-Spiritizm) çerçevesinde, metafizik görüşlerini
temellendirirken, yaratılış, ruh, öteâlem, tekâmül, medyumluk, enkarnasyon
reenkarnasyon vb. kavramlara yeni bakış açıları sunmaktadır. Çalışmalarının ve
görüşlerinin temelini medyumik çalışmalar, yani deneye ve gözleme dayalı
çalışmalar ve bu yolla elde edilmiş bilgiler teşkil etmektedir. Bazı önemli
hususlar ve bulunmasında zorluk olabilecek dokümanlar da orijinal kaynağından
özetlenerek veya aynen ekler bölümünde verildi.
Çalışmada,
benim de özel ilgi alanıma giren (2003 yılından beri bu konuları
araştırmaktayım.), spiritüalizm/spiritizm konusunu anlaşılabilir bir şekilde
aktarmaya çalıştım. Bunu yaparken de ilmî tespitleri ve deneysel bilgileri esas
aldım. Bunun yanı sıra İNK çalışmasının medyumu Attila Güyer (1939-?)
ile görüşüldü. Kendisine hazırladığım çalışma hakkında bilgi verildi, Bedri
Ruhselman’ın çalışma prensipleri ve vazife anlayışı üzerinde sohbet edildi.
Ayrıca MTİAD arşivinden Feridun Tepeköy’ün (1920-1989) 1969’da el yazısı ile
hazırladığı Büyük Vazifeli Dr. Bedri Ruhselman: Hayatı ve Fikirleri adlı
eserine ulaşıldı (Bkz. EK 8). Bu eser maalesef bugüne kadar yayınlanamamış,
ancak kısmen özetlenerek M. Haluk Akçam (1952-2009) tarafından 1980’de kendi
web sitesinde “Bedri Ruhselman” adı ile yayınlanmıştır.
PARAPSİKOLOJİ,
SPİRİTİZM ve BEDRİ RUHSELMAN
Parapsikoloji1
(diğer adıyla parapsişik veya metapsişik), yaklaşık 200 yıldan beri, müspet
ilimlerin içine sokulmaya çalışılan bir bilim dalıdır. Uzun mücadeleler sonunda
bazı Batı üniversiteleri bu sahadaki araştırmalara kapılarını açmak zorunda
kalmışlardır.[1] [2] İnsanın
bilinmeyen kudretlerinin mahiyetleri hakkında daha sıhhatli hüküm verebilme
açısından; bir taraftan okültizmin[3] 18. yüzyıl
sonunda başlayan magnetisme animale (canlısal manyetizma veya kısaca
manyetizma[4]) akımı,
diğer taraftan 19. yüzyıl ortalarında dünyaya yayılan spiritizm[5] akımı ile
ilmileştirilme çabaları içindeki parapsikoloji, yeni bir araştırma sahası olarak,
her gün biraz daha önem kazanmakta. Bu araştırmaların neticeleri, hem
psikolojik, hem fizyolojik ve hem de felsefî konularda sıhhatli hükümler
verebilmede yardımcı olabilir. Parapsikolojinin konusu[6]
içine giren paranormal fenomenler (telepati, durugörü, psikokinezi,
prekognisyon vb.) insanlık tarihi kadar eski olmakla beraber, ilmî olarak
incelenmeleri ancak mümkün olabilmektedir. Bunlar özel, olağandışı, garip ve
alışılmadık oldukları için normal sayılamazlar, ama sanıldığının aksine anormal
hiç değildirler. Tamamen normal insanlarda ortaya çıktıklarına göre patolojik
(hastalık) de sayılamazlar. Bu yüzden bunlara paranormal (normal ötesi - para:
yanında, ötesinde, fevkinde) fenomenler denmiştir.[7]
Psikoloji
ve benzeri bilim dalları, geçmişte pozitivizmin etkisiyle parapsikolojik
fenomenleri araştırmayı reddetmişlerdir. Çünkü bu fenomenleri patolojik bir
durum, zihni bir hastalık olarak görüyorlardı. Ancak günümüzde, bilim bu
anlayıştan bir ölçüde sıyrılmış ve bu tür paranormal fenomenlerin, açıklanamadığı
için reddedilmemesi gerektiği kanaati yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Artık
birçok Batı ülkesinde parapsikoloji merkezleri faaliyet göstermekte ve
parapsikoloji üniversitelerde ders olarak okutulmaktadır (Bkz. EK 7). Bilim her
ne kadar tekrarlanabilir olayları bilimsel veya gerçek olarak kabul etse de,
paranormal fenomenlerin istenildiği zaman tekrarlanamaması, onların hiç
gerçekleşmediği veya bilimsel olmadığı anlamına gelmez. Bu tür olayların
istenildiği zamanda ve yerde tekrarlanamaması, onların oluş şartlarının ve
yasalarının henüz tam olarak bilinememesindendir.[8]
Parapsikolojinin
tarihi nispeten yeni sayılmasına rağmen paranormal fenomenler ilk çağlardan
beri biliniyordu. Ancak bunlar, dinî ve mistik açıdan açıklanmış ve yorumlanmış,
bunların nedenleri ve nasılları üzerinde pek durulmamıştır. Bilhassa duyular
dışı algılama, kehanet ve şifacılık gibi fenomenler karşısında insanlar, bu
yeteneklere sahip kimselere saygı ya da korku duymuş, onlar da bu
yeteneklerinden güç alarak yöneticiler ve halk üzerinde etkin rol almışlardır.
Paranormal fenomenlerin mahiyetleri hakkında belli bir çalışma olmamasına
rağmen, zaman içinde konuyla ilgilenen âlimler, filozoflar ve din adamları bu
olayların arkasında ruh adını verdikleri, maddenin zıddı olan bir gücün
olduğunu keşfetmişlerdir. Ruh adını verdikleri bu gücü ilk dile getirenler
arasında Platon (MÖ 427-347), madde-ruh problemini ele alarak bir sistem içinde
açıklamaya çalışmış, ölümlü bir bedenin yanında ölümsüz bir ruhun olduğuna bazı
eserlerinde işaret etmiştir (Phaidon, Phaidros, Devlet).[9] Zamanla
pozitif ilimlerin gelişmesine paralel olarak, ruh ve beden, hatta Tanrıyı idrak
ve bu kavramın yorumlanması da felsefî tarzda yeniden canlanmıştır.
Hristiyan
ve Müslüman âleminin bazı büyük düşünürleri, parapsişik vakalar üzerine inşa
ettikleri fikirlerini dinî açıdan sistemleştirmeye çalışmışlardır. İslam
tarihi, büyük mistiklerin[10] [11]
menkıbeleri ve dolayısıyla paranormal tezahürlerin hikâyeleri ile doludur.
Batıda, orta çağın okültizmi hakkında az şey bilinmesine karşın, Rönesans’la
beraber bu konunun önemli temsilcilerinin ortaya çıktığını görüyoruz.
Almanya’da Agrippa von Nettesheim (1486-1535) ve Johann Reuchlin (1455-1522),
İsviçre’de Paracelsus (1493-1541), İtalya’da Gerolamo Cardano (1501-1576),
Giordano Bruno (1548-1600) ve Campanella (1568-1639) okültist fikirleri bol bol
kullanmışlardır. Bu devre kadar astroloji, el falı, kabala gibi diğer araştırma
sahaları okültizme bağlanıyordu. Okültizm, ancak 18. yüzyılda, Alman F. Anton
Mesmer (1734-1815) ve kurduğu magnetisme animale (manyetizma, bkz.
Dipnot 4) ekolü ile ve bilhassa somnambulisme artificieF1 in
(yapay uyurgezerlik hali) keşfinden sonra bilimsellik kazanmaya başlamıştır.[12]
Bu
zamana kadar dinî ve mistik yollarla, çok defa kendiliğinden ortaya çıkan
fenomenler, ilk defa deneysel olarak elde edilebilir ve incelenebilir oldu.
Mesmer ve talebeleri, bilhassa yapay uyurgezerliki keşfeden Fransız
aristokrat Marquis de Puysegur (1751-1825) parapsikolojinin temellerini
attılar. Hâlbuki aynı devirde, normal psikoloji bu araştırma metodunu kabule
yanaşmıyor, hatta reddediyordu. 19. yüzyılın ilk yarısı, manyetizörlerin
manyetizma ile uyuttukları süjeler (denekler) üzerinde yaptıkları deneylerde
ortaya çıkan sayısız tezahürlerin, bilim çevrelerince dikkate alınması için
yapılan kavgalarla geçmiştir. Bu konuda emek vermiş birçok isim sayılabilir.
Bütün bu çalışmaların, bilhassa Alman C. Gustav Carus’un (1789-1869)
geliştirdiği şuuraltı anlayışının psikolojiye kazandırılması bakımından, büyük
faydası olmuştur. Manyetizmanın kabul edilip edilmemesi hakkındaki kararsızlık
ve tartışmalar devam ederken, İskoç Dr. James Braid’in (1795-1860) manyetik
uykuyu manyetizörlerinkinden farklı bir yöntemle elde ederek hipnotizmayı
keşfetmesi, bu tartışmaların bitmesine zemin hazırlamıştır.[13]
BATI’DA PARAPSİKOLOJİ VE
SPİRİTİZM
19.
yüzyılın ortasında Amerika’dan Avrupa’ya yayılan yeni bir akım (spiritizm),
Spiritüalizm, manyetizma ve hipnotizma ile zaten hayli karışan zihinleri
büsbütün karıştırdı. Amerika’da çocuk denecek yaşta iki genç kız, Fox
Kardeşler (ilk medyumlar denebilir) bu yeni akımın yaratıcısı oldular.
Margaret Fox (1833-1893) ve Kate Fox (1837-1892), 1848’de, New
York-Hydesville’de taşındıkları yeni evlerinde olağanüstü olaylarla
karşılaştılar. Durup dururken evin tavanından, tabanından darbelerden ileri
gelen sesler duyuluyordu. Darbeleri yapanın bilinçli bir varlık olup olmadığını
anlamak ve iletişim kurmak için bir yöntem geliştirip, kendisini Ryan olarak
tanıtan bu ruhsal varlıkla görüşmeye başladılar. Fox Kardeşler’in iddiaları ve
hikayesi üzerine çok spekülasyon yapılmıştır. Ama dünyada ses getirmesi
bakımından önemlidir.[14]
Dönen
ve yükselen masalar, celseler esnasında beliren darbelerle ruhsal varlıkların
konuşması, bir sürü medyumun ortaya çıkması gibi hadiseler bütün 19. yüzyılı
meşgul etti. Ancak ruhlarla konuşma iddiası Fox Kardeşler’den önce başlamıştır.
Almanya’da Dr. Justinus Kerner (1786-1862), Frederica Hauff (18351886) adlı
medyumu ile yaptığı çalışmaları yayınlamıştı. Keza, Amerika’da Andrew Jackson
Davis (1826-1910) ruhsal varlıklarla konuştuğunu söylemiş ve bu konuda kitaplar
yazmıştı. Hatta bunlardan çok daha evvel, İsveçli mucit ve bilim adamı Emanuel
Swedenborg (1688-1772), elli altı yaşında spiritüel bir uyanış içine girdiğini
söyleyerek; ruhsal varlıklar ile konuşabildiğini, onlardan aldığı tebligatlarla
Hristiyanlığı ıslah etmekle görevlendirildiğini, Tanrı’nın gözlerini açtığını,
cennet ve cehennemi ziyaret edebildiğini vs. iddia etmiş ve kitaplar yazmıştı.
Fakat Fox Kardeşler’in ortaya koyduğu basit teknik, herkesin ruhsal varlıklarla
konuşmak için masada oturmasına imkân veriyordu ki, akımın yayılışının sebebi
budur.[15]
Amerika’da
Kanadalı bilim adamı Robert Hare (1934-?), İngiltere’de William Crookes*[16]
(1832-1919) ve Fransa’da Kont Agenor Etienne de Gasparin (1810-1871) bu yeni
spiritizm akımının ilk ilmî araştırmacıları oldular. Nihayet, 1882’de
İngiltere’de, bilhassa bu konu üzerinde çalışmak için bir dernek kuruldu:
Ruhsal Araştırma Derneği (Society for Psychical Research - SPR). Bu derneğin
kuruluşu parapsikoloji için bir dönüm noktası oldu. Dönemin seçkin ve önemli
bilim ve fikir adamları bu dernek sayesinde paranormal fenomenleri inceleme
imkânını buldular. Bu derneğin belli başlı kurucuları ve bazı üyeleri; Henry
Sidgwick (18381900), F. W. H. Myers* (1843-1901), Edmund Gurney (1847-1888),
Frank Podmore (1856-1910), Oliver Lodge* (1851-1940), William Barrett
(1844-1925), Richard Hodgson (1855-1905) ve James H. Hyslop* (1854-1920) idi.
Derneğin İngiltere dışından da üyeleri vardı, bunlardan; Charles Richet*
(1850-1935), William James (1842-1910), Cesar Lombroso* (1836-1909), Enrico A.
Morselli (1852-1929), Julian L. Ochorowicz (1850-1917), Johann K. Friedrich
Zöllner (1834-1882), Baron Karl Ludwig von Prel (1839-1899), Baron Lazar von
Hellenbach (1827-1887), Albert von Schrenck-Notzing (1862-1929), Hans Driesch
(1867-1941) ve Traugott K. Oesterreich (1880-1949) gibi isimler söylenebilir.
William James, 1885 yılında bu derneğin bir şubesini, aynı adla, Amerika’da
kurdu (American Society for Psychical Research).[17]
Burada ismi verilen tüm bu kişiler, tekrar etmek gerekirse, o dönemin çok
saygın kişileriydi ve çoğu bilim adamı-araştırmacıydı. Çalışmalarının ve
araştırmalarının neticelerini de, kitaplar ve makaleler halinde ortaya koymuşlardır.
Bunların (*işaretlilerin) ve diğer ismi verilemeyen bazılarının çalışmalarından
alıntıları, Ruhselman’ın MEB için hazırladığı raporda görebiliriz (Bkz. EK 3).
Ruhselman, bu raporunda, parapsikolojinin ve spiritüalizmin/spiritizmin Batı
üniversitelerinde nasıl ele alındığını belgeleriyle ortaya koymuştur.
Raporundan da anlaşılacağı gibi, amacı, benzer bir çalışma sistemini
Türkiye’deki üniversitelerde de kurabilmek için destek sağlamaktı.
Filozoflar
arasında da, manyetizmanın keşfinden sonra, bu paranormal fenomenlerle
ilgilenen ve konuyu ciddiye alanlar vardı; G. W. F. Hegel (1770-1831), F.
Schelling (1775-1854), A. Schopenhauer (1788-1860), J. G. Fichte (1762-1814),
K. R. Eduard von Hartmann (1842-1906) gibi. Sonraları, Alman biyolog Hans
Driesch, parapsikoloji ile bilhassa meşgul olmuş, bu konuda eserler yazdığı
gibi, Leipzig Üniversitesi’nde derslerine de parapsikolojiyi sokmuştur. H. L.
Bergson (1859-1941), İngiliz SPR’sine başkanlık bile etmiştir. Hipnotizmanın
ilmî çevrelerce kabulünden sonra J. Martin Charcot (1825-1893), Hippolyte
Bernheim (1840-1919), Joseph Babinski (1857-1932) ve Pierre Janet (1959-1947)
gibi araştırmacı bilim adamı nörologlar hipnoz fenomeni üzerine eğildiler.
Ancak yine de telepati ve durugörü (clairvoyance, ruhsal görü) gibi tezahürlere
ihtiyatla yaklaşılıyordu, hele Wilhelm M. Wundt (1832-1920) ve onun ekolünden
psikologlar, paranormal fenomenleri tamamen görmezden geliyorlardı. Bu arada,
Sigmund Freud’un (1856-1939) psikanalizi de, hipnoza rakip oldu. Buna karşın,
İngiliz ve Amerikan SPR’lerinin ve bilhassa Fransa’daki Uluslararası Metapsişik
Enstitüsü’nün (Institut Metapsychique International, kuruluş: 1919)
çalışmaları, hemen her ülkede kurulmuş olan spiritizma derneklerinin ve amatör
toplulukların ilgi ve meraklarını karşılamış, parapsikolojiyi ayakta tutmuştur.[18]
İkinci
Dünya Savaşı sırasında canlanan hipnotizma, bir tedavi metodu olarak
benimsenip, tıbbın ve psikolojinin malı olunca, parapsikolojiyi ve paranormal
fenomenleri, ruhsal açıklamaların dışında sadece ilmî bir merak ve araştırma
konusu olarak ele alan çalışmalar ortaya çıktı. Bilhassa Amerika’da Duke
Üniversitesi’nden Joseph B. Rhine* (1895-1980), 1930’da
ilk parapsikoloji laboratuvarını kurdu.
Parapsikoloji
tabirini bu gibi çalışmalarda ilk defa kullanan bilim adamıdır. Ondan önce
1912’de Fransız fizyolog Charles Richet, metapsişik kavramını kullanarak o güne
kadar spiritizma adı verilen olayların gözlemlenerek bilime dâhil edilmesini
savunmuştu. Aslında bir botanikçi olan Dr. Rhine ise telepati veya kriptestezi
(gizli duyu) olaylarını açıklayabilecek bir duyu ötesi algı yeteneğinin
varlığını kanıtlamaya çalıştı. Onun istatistik metodunu (ihtimaller hesabını)
geliştirerek paranormal olayları normal insanlar (yani özel yetenekleri
olmayan, medyum olmayan kimseler) üzerinde incelemesinden sonra yeni bir çığır
açıldı. Rhine’ın en önemli çalışması Duyular Dışı İdrak-DDİ veya Duyular Dışı
Algılama-DDA (Extra Sensory Perception-ESP) dır. Gerek Rhine tarafından gerekse
ondan sonra gerçekleştirilen laboratuvar çalışmalarında, medyum adı
verilen deneklerin (süje) paranormal algılamaya sahip oldukları ve dolayısıyla
hem telepati hem de durugörü olaylarında başarılı oldukları ortaya çıktı.[19]
Bu
dönemde, 1921’de Kopenhag (Danimarka), 1923’de Varşova (Polonya), 1926’da Paris
(Fransa), 1930’da Atina (Yunanistan), yine 1930’da Oslo (Norveç) parapsikoloji
kongreleri yapıldı. 1952’de New York’ta (Amerika) bu konudaki çalışmalar için
uluslararası bir tesis kuruldu. 1953’de Hollanda’da Utrecht Üniversitesi’nde
yapılan Uluslararası Parapsikoloji Konferansı’ndan sonra, 1954’de St. Paul de
Vence’de (Fransa) ünlü filozof Gabriel Marcel (1889-1973) ile Oxford
Üniversitesi’nden (İngiltere) Henry H. Price’in (1899-1984) başkanlığında bir
“filozoflar ve âlimler” sempozyumu yapıldı. İngiltere, Almanya, Hollanda ve
Amerika’dan gelen yirmi kadar âlimin de katıldığı bu sempozyumda; fizikçiler,
matematikçiler, nörologlar, psikologlar ve Aldous Huxley (1894-1963) gibi
düşünür- yazarlar da vardı. 1956’da Royaumont’ta (Fransa) yine böyle bir sempozyum
yapıldı. 1957 sonrasında Utrecht’te (Hollanda), bilhassa bu konu ile meşgul
olan ve sayılı ilim adamlarının, ünlü parapsikologların dâhil olduğu bir merkez
kuruldu.[20]
Parapsikoloji
ve Spiritizma literatüründe yer almış, çalışmalar yapmış, bazı önemli isimleri
de belirtmek isterim: Amerikalı kimyacı James Jay Mapes (18061866), İsviçreli
fizikçi-ruhsal araştırmacı Marc Thury (1822-1905), Fransız astronom Camille
Flammarion (1842-1925), Fransız yazar-medyum Daniel Dunglas Home (1833-1886),
İngiliz medyum Florence Cook (1856-1904), İngiliz doğa bilimci- coğrafyacı
Alfred Russel Wallace (1823-1913), Amerikalı medyum Leonora Piper (1857-1950),
Fransız psişik fotoğrafçı Guillaume de Fontenay (1861-1914), İtalyan medyum
Eusapia Palladino (1854-1918), İtalyan medyum Linda Gazzera (18901942),
Fransız parapsikolog-yazar Kont Albert de Rochas d’Aiglun (1837-1914), Fransız
bakteriyolog-Dr. Paul Gibier (1851-1900), Fransız psikolog-parapsikolog Emile
Boirac (1851-1917), Fransız metapsişikçi-Dr. Gustave Geley* (1865-1924),
Fransız fizikçi-ruhsal araştırmacı Eugene Osty* (1874-1938), İngiliz
akademisyen- mühendis-ruhsal araştırmacı W. J. Crawford* (1881-1920) ve Fransız
filozof-ruhsal araştırmacı Leon Denis (1846-1927).
ALLAN KARDEC (1804-1869) VE
MODERN SPİRİTİZM
Bu
bölümde dile getirdiğim paranormal fenomenlerin bir ifade ve yorum farkından
başka bir şey olmayan spiritizmayı (spiritüalizm, ispritizma), bilhassa
1957’den sonra, Fransız öğretmen-yazar, Allan Kardec[21]
(1804-1869) müstear ismini kullanan, Hippolyte Leon Denizard Rivail
sistemleştirmiş ve Klasik Spiritizm de denilen Modern Spiritizmin temellerini
atmıştır.[22]
Kendisine
spiritüalist diyen birçok doktrin vardır ki, maddeciliği kabul etmez, ama
orijinal, kendine özgü bir ruh varlığını da aynı şekilde reddeder. İşte bu
nedenle Allan Kardec, spiritizm sözcüğünü kullanarak bu karmaşanın önüne
geçmeyi istemiştir. Ruhlarla irtibatın mümkün olduğu gerçeğini çeşitli
deneylerle göstererek, bu sayede spiritizmanın bilinmeyen gerçekler hakkında,
evren ve Tanrı konusunda, bir bilgi edinme yolu olduğuna işaret etmiştir.
Ruhçuluk (spiritüalizm/spiritizm), yalnızca bedensiz varlıklarla iletişim
kurmak ve bu irtibatlardan elde edilecek bilgilere göre uygulamada bulunmak
değildir. Çünkü ruhçuluğun asıl çıkış noktası da, özelliklerini koruyan
dinlerin ve sapık olmayan inanışların bir anlamda temel prensipleridir. Bir
başka deyişle, onların gerçek ve anlaşılır biçimdeki açıklamalarıdır.[23]
Allan
Kardec, bu çalışmaları esnasında çok sıkıntılar çekti. İşinden oldu, kitapları
yakıldı, evi yakılmak istendi.[24] Bu arada
Kardec seyahatler yaptı, konferanslar verdi, birçok makale yazdı, mektupları
cevaplandırdı. Ölümüne kadar geçen son on iki yılda beş kitap ve iki broşür
yayınladı. Ruhlar Kitabı[25] (The
Spirits Book, 1857) ve Medyumların Kitabı (The Book on Mediums,
1861) en önemli kitaplarıdır. Ayrıca Ocak 1858 - Nisan 1969 arasında, sorulara
ve eleştirilere cevap vermek, daha geniş kitlelere ulaşmak için Ruhsal
İnceleme (The Spiritist Review) adlı bir gazete çıkardı.[26] [27] “Allan
Kardec tarafından doktrin haline getirilen ispritizmayla Victor Hugo
(1941-1885) gibi büyük isimler bile ciddi bir şekilde ilgilenmişlerdi.”21
Bazı noktalarda ayrılmakla beraber, Bedri Ruhselman da, Neo- Spiritizm görüşünü
(yorumunu) Allan Kardec’in sistemleştirdiği Modern Spiritizm üzerine bina
etmiştir.
TÜRKİYE’DE PARAPSİKOLOJİ VE
SPİRİTİZM
Batı’da
19. yüzyıl ortalarında başlayan spiritizm akımı, Türkiye’de de, Bedri Ruhselman
ve çevresindekileri etkilediği gibi, bilhassa yazarlardan ve düşünürlerden
oluşan entelektüel bir kesimin de ilgisini çekmiştir. Spiritüalizmin[28] Batı
felsefesindeki belli başlı temsilcileri olan R. Descartes (1596-1650), G. W.
Leibniz (1646-1716) ve H. Bergson gibi Türkiye’de de bazı spiritüalist
felsefecilerin ortaya çıkması, bu ilgi ve merakın alt yapısını inşa etmiştir.
Çünkü aralarında nüans farkları olsa da, bütün bu spiritüalist felsefecilerin
temel görüşü olan ruh-beden ayrılığı ve ruhun ölümsüzlüğü, spiritizmin de
temelini oluşturmuştur. Spiritüalist felsefenin Türkiye’deki temsilcileri
olarak, Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi (1865-1914), İsmail Fennî Ertuğrul
(1855-1946), Ömer Ferit Kam (1864-1944), Mehmet Ali Aynî (1868-1945), İsmail
Hakkı İzmirli (1869-1949), M. Şemseddin Günaltay (1883-1961) ve Mustafa Şekip
Tunç’u (1886-1958) söyleyebiliriz.[29]
Türkiye’deki
spiritizma faaliyetlerine gelince, şair ve yazar Beşir Ayvazoğlu’nun (1953-?)
anlattığına göre; ilk spiritizma celsesinin, şair Halide Nusret Zorlutuna’ın
babası gazeteci-siyasetçi Avnullah Kâzımî Bey (1868-1914) tarafından 1896
yılında Bergama’da yapıldığı rivayet edilmektedir. Rivayete göre, bu ruh
çağırma celseleri yayılınca Saray’a şikâyet edilirler ve Sultan II.
Abdülhamid’in talimatıyla Bergama’da spiritizma celselerine katılanlar
gözaltına alınırlar, daha sonra Avnullah Kâzımî Beyin hatırına serbest
bırakılırlar.[30]
II.
Meşrutiyet’in ilanından sonra şeyhülislam olan İttihat ve Terakki Cemiyeti
üyesi Musa Kazım Efendi de (1858-1920) bir spiritizma meraklısıydı ve ruh
çağırma seanslarında çeşitli sorular sorarak bilgi almaya çalışırdı. O sıralar
Musa Kazım Efendi’den Şeyh Bedreddin’in Varidat’ını okumaya çalışan
Mehmet Akif(Ersoy), bu spiritizma celselerinden epey sıkıntı çekmiştir.[31]
Hatırat
kitapları, spiritizma salgınının Anadolu’ya da yayıldığını gösteriyor. Ressam
Naciye Neyyal (1875-1960) hatıratında, kocası Mehmed Tevfik Beyin valiliği
dolayısıyla Bursa’da bulundukları sırada, 1900’lerin başında arkadaşlarıyla ruh
çağırma celseleri düzenlediğini ve gelen ruhsal varlıklara memleket
meselelerini sorduklarını anlatıyor. Hatta bir keresinde Sultan II. Mahmud’un
ruhsal varlığını çağırmışlar, başka bir celsede de Sultan Abdülmecid’in ruhsal
varlığını çağırdıkları halde Sultan Abdülaziz’inki gelmiş.[32]
Eğitimci,
şair ve yazar Abdullah Mahir İz (1895-1974) de anılarında, I. Dünya Harbi’nin
son yıllarında Ankara’da Hukuk Mahkemesi azasından Avni Efendi adında birinin
kuvvetli bir medyum olduğunu ve hemen her gece, ya valinin, ya kadının yahut
eşraftan birinin evinde celseler yapılarak muhtelif ruhsal varlıkların
çağırıldığını anlatıyor. Bir gece Mahir Beyin ricası ile yeni bir celse
düzenlenir; spiritizmaya hiç inanmayan Mısırlı Abdülhakim Fehmi Beyi de davet
etmişlerdir. Herkesin parmaklarıyla dokunduğu masaya, eğer bir hile varsa
önlemek için kolunu kullanarak bütün kuvvetiyle bastıran Abdülhakim Bey,
medyumun “Ey ruh! Geldiysen masanın ayağını kaldır ve vur!” çağrısıyla masanın
ayağı yerden kalkınca dehşete düşer. Mahir Bey anılarında, kâtipliğini yaptığı
bu celselerde Kabakçı Mustafa, Patrona Halil gibi ihtilalcileri, Namık Kemal’i,
Fuzulî’yi de çağırdıklarını ve şaşırtıcı cevaplar aldıklarını anlatıyor.[33]
Asker
ve siyasetçi Ali Fuat Cebesoy Paşa’nın (1882-1968) hatıratından, bu spiritizma
merakının devletin üst kademelerine de sıçradığını görüyoruz. Ali Fuat Paşa
hatıratında anlatıyor:
“Salona
geçtiğimiz zaman bir de ne görelim Kazım Karabekir Paşa, Fevzi ve Cevat
paşalarla spiritizma nazariyatı hakkında hararetli münakaşalar yapıyor, onları
inandırmaya çalışıyordu. Gazi ile ben münakaşaları sadece dinledik” diyor,
sonra devam ediyor; Fevzi Paşa, nazariyeyi hiç ciddiye almamakta, Cevat Paşa
ise ancak gözleriyle görürse inanacağını söylemektedir. Bunun üzerine Kazım
Karabekir Paşa bir celse düzenlemeye karar verir.
Fevzi Paşa “Ben seyrederim” diyerek masadan uzaklaşır, fakat Cevat Paşa,
Mustafa Kemal’in bir göz işaretiyle masanın başına geçer. Hazırlık
tamamlandıktan sonra Kazım Karabekir Paşa, Sultan Abdülhamid’in ruhunu (ruhsal
varlığını) çağırır ve Cevat Paşa’nın arzusu üzerine şimdi ne yaptığını sorar. Abdülhamid güya dünyada çok
kötülük yaptığı için azap çektiğini söyler. Bundan pek tatmin olmayan
Cevat Paşa, Mareşal’in, yani Fevzi Paşa’nın cüzdanında kaç lira bulunduğunun
sorulmasını ister. İşin tuhafı, verilen cevap doğrudur, fakat Fevzi Paşa
inanmaz; ona göre bu “alelâde bir tesadüften başka bir şey değildir!” Daha
sonra işi şakaya vurur, bir hayli gülüşürler.[34]
Aydınların
spiritizma merakı o dönemde artarak devam etmiştir. Samiha Ayverdi’ye
(1905-1993) göre bu yayılmada, her yerde ve her fırsatta spiritizma seansları
yapan Gayret Kütüphanesi (Gayret Kitabevi) sahibi yayıncı Garbis Fikri’nin
(1907-1971) rolü büyüktür. (Garbis Fikri, Ruhselman’ın kitaplarını da basan
yayıncıdır). Samiha Ayverdi, spiritizma konusuna sıcak bakmamakta ve bu akımın
‘gaybı kurcalamak’ olduğunu düşünmektedir.[35]
Onun bu düşüncesine rağmen, Mehmet Ali Aynî, Enis Behiç Koryürek gibi dönemin
bazı spiritistleri/spiritüalistleri zaman zaman onun sohbetlerine katılmış ve
spiritizma yoluyla elde ettikleri bilgileri Ayverdi’nin dinî görüşleri ile
pekiştirmek istemişlerdir. Garbis Fikri de bu sohbetlerin müdavimidir. Hatta
Bedri Ruhselman da, 4 Mart 1946’da, arkadaşı A. Sevil Akay, Akay’ın eşi ve
Garbis Fikri ile beraber Ayverdi’nin sohbetine katılmıştır.[36]
Bu sohbetlere katılanlar arasında Ruhselman’ın MTİAD’dan yakın arkadaşı Suat Plevne
de vardır.[37]
Ayverdi’nin bu sohbetleri Mülâkatlar isimli kitabında yayınlanmıştır.
Yazar
Peyami Safa (1899-1961) da parapsikoloji ve spiritizmaya ilgi duyanlardandı.
Hatta medyumluk yeteneği de vardı ve bizzat ruh (ruh varlığı) çağırıyordu.
Peyami Safa’nın, yazar Samet Ağaoğlu (1909-1982) ve felsefeci Macit Gökberk
(1908-1993) ile Büyükada’da spiritizma seansları düzenlediği anlatılıyor.[38] Onun
Matmazel Noraliya’nın Koltuğu ve Yalnızız adlı romanlarında bu
merakın yansımalarını görebiliriz. Ayrıca 1946’da Vakit gazetesinde “Ölüler
Yaşıyor mu?” ve “Ruh Âlemi” gibi yazı dizileri yapmıştır. Yine aynı gazetede
“Ruh Hadiseleri” sütununda da “İlim adamlarımız ve mütefekkirlerimiz ne
diyorlar?” başlığı altında devrin tanınmış bilim ve fikir adamlarına tabiatüstü
hadiseler hakkında sorular sormuştur. Bu arada Bedri Ruhselman ile tanışmış,
Ruhselman ve onun ilk kitabı Ruh ve Kâinat[39]
hakkında yazılarında övgüyle bahsetmiştir. Peyami Safa, parapsikoloji ve
spiritizma üzerine gerçekten samimiyetle eğilmiş ve emek vermiş birisidir.[40]
Şair
ve diplomat Enis Behiç Koryürek’in (1891-1949) spiritizma celseleriyle irtibat
kurduğu, 17. yüzyılda Üsküdar’da yaşamış olan Trabzonlu mutasavvıf, Mevlevi
Çedikçi Süleyman Çelebi’den (?-1734) ilhamlar yoluyla aldığı Vâridât-ı
Süleyman’dan da bahsetmek gerekir. Şair Halit Fahri Ozansoy’un (1891-1971)
anlattığına göre, Enis Behiç transa geçtiğinde Çedikçi’nin ruhu (ruhsal
varlığı) geliyor ve Enis Behiç, kan ter içinde kendinden geçmiş olarak Çedikçi
Süleyman Efendi’den aldığı ses ve ilhamla tasavvuf şiirleri okuyormuş. Vâridât-ı
Süleyman[41], bu
suretle dostlarının celse esnasında onun dudaklarından dökülen mısraları not
etmeleri ile toplanmıştır. Vâridât, Enis Behiç Koryürek’in ölümünden kısa bir
süre önce, 1949’da kitap olarak basılmış ve mutasavvıf Ömer Fevzi Mardin
(1878-1953) tarafından 1951’de şerh edilerek üç cilt halinde Vâridât-ı
Süleyman Şerhi[42] adıyla
yayınlanmıştır.[43]
Spiritizma
akımının revaçta olduğu dönemde, parapsikoloji ve spiritizma üzerine yazılmış
bazı kitap, dergi ve mecmualar da bu ilgiyi canlı tutmuştur. Seyyid Mahmud
Cemâleddin Paşa’nın eserlerinden, 1907’de (Rumî 1326) Osmanlıca olarak
yayınlanan Miftahu’l-Esrar: Bekay-ı Ruh, Celb-i Ervah (Sırların
Anahtarı: Ruhun Bekası, Ruhları Çağırma) adlı mecmua dikkatleri spiritizma üzerine
çekmeye çalışmıştır. Ayrıca Ruhselman’ın çıkarttığı Ruh ve Kâinat dergisi,
İzmir ve Ankara’da çıkan İç Varlık dergisi, Aralık 1953’de Peyami
Safa’nın çıkarttığı Türk Düşüncesi dergisi, Şubat 1960’da yayın hayatına
başlayan Ruh ve Madde dergisi (halen yayınlanıyor) ve Şubat 1963’de
Refet Kayserilioğlu’nun çıkarttığı Ruh Dünyası dergisini sayabiliriz.
Kitaplara gelince; 1912’de (Rumi 1328) Osmanlıca olarak yayınlanan Hasan
Mezruk’un (Hasan Bedreddin) yazdığı Cinlerle Muhabere: Yahud İspiritizm,
Fakirizm, Manyetizm (Cinlerle Haberleşme: Veya Spiritizm, Fakirizm,
Manyetizm) adlı kitap ilklerdendir. Bu kitaptan gençken Bedri Ruhselman da
etkilenmiştir (hayatı bölümünde anlatıldı). 1953’de yayınlanan William
Crookes’un yazdığı (Tercüme: M. Baha Toven) Ruh Kuvveti: İspiritizma
Hadiseleri, Tecrübeler ve Araştırmalar, 1950’de yayınlanan Mustafa Ertuğrul
Kaan’ın yazdığı İslam Mutasavvıflarına Göre Ruh ve Ölüm Ötesi, Ali Sevil
Akay ve İshak Lütfi Kuday’ın beraberce yazdıkları 1949’da yayınlanan Spiritualizm:
Spiritizm, Fakirizm, Manyetizm ve 1950’de yayınlanan Spiritualizm: Ruh
Ansiklopedisi kitapları, 1963’de yayınlanan Ergün Arıkdal’ın yazdığı İpnotizm
ve Telkin, Elinizdeki Şifa Gücü: Manyetizm kitapları ve Bedri
Ruhselman’ın yazdığı kitaplar (eserleri bölümünde incelendi) dönemin önemli
eserleridir. İlginç olan, Ergün Arıkdal’ınkiler hariç, bu kitapların hepsinin
yayıncısı Gayret Kitabevi ve sahibi Garbis Fikri’dir. İlaveten, Türkiye’de de,
İstanbul’da, MTİAD ve BİLYAY tarafından iki kere (14-25 Mayıs 2005 ve 23-24
Mayıs 2009’da) Uluslararası Parapsikoloji Konferansı organize edildiğini
söylemeliyim.
BEDRİ
RUHSELMAN (1898-1960) VE NEO-SPİRİTİZM
Bedri
Ruhselman’ı diğer spiritistlerden ve spiritüalistlerden ayıran en önemli
özellik; onun sadece ruhsal varlıklarla görüşüp onlardan değeri olmayan
bilgiler almaktan ziyade, öteâlem hakkında metafizik bilgiler elde etmeye
çalışmasıdır. O, spiritizmanın magazin yönüyle pek ilgilenmemiş, çalışmalarını
hep öteâlemin metafizik boyutuna yoğunlaştırmıştır. Ölmüş kişilerin ruhsal
varlıklarından ziyade celselerde vazifeli plansal varlıklarla irtibat
kurmuştur. Neo-Spiritizm görüşü de böyle çalışmaların ve araştırmaların
sonucunda ortaya çıkmıştır. Bunu onun celse kayıtlarından ve kitaplarından
kolayca görebiliriz.
Neo-Spiritizm
Nedir?
Neo-Spiritizm,
Bedri Ruhselman’ın ortaya koyduğu, yeni bir spiritizma görüşüdür. Diğer bir
deyişle, Ruhselman’ın deneysel bilgilere dayanarak Modern Spiritizm’i yeniden
yorumlayışıdır. Neo-Spiritizm bazı noktalarda Allan Kardec’in sistemleştirdiği
Modern Spiritizm’den ayrılmaktadır. Bunlar özetle şunlardır:
Neo-Spiritizm’e göre; ruh ile direkt
görüşmek imkânsızdır. Çünkü cevheri farklılık vardır. Ruh ile görüşemeyiz,
ancak ara beden, enerji beden, perispiri ya da astral beden diye
adlandırdığımız, ruhun spatyomdaki ruhsal varlıkları ile iletişim kurulabilir.
Ruh çağırma seanslarında görüşülen de, o ölmüş kişinin spatyomdaki ruhsal
varlığıdır.
Neo-Spiritizm’de, Ruhsal İdare Mekanizması
(RİM) diye adlandırılan bir ruhsal yönetim vardır. Hiyerarşik bir plansal
yapıya sahip olan RİM, maddi ve ruhi âlemleri ilâhi istek (Murad) yönünde idare
eder, tekâmülün gerektirdiği düzen ve imkânları hazırlar, Maddî âlemlerin
oluşum ve düzenini ruhsal âlemlerle bir ahenk içinde tutar. En küçük varlıktan
en karmaşık sisteme kadar hepsinin hakikatine sahip olan RİM, Kâdir-i Mutlak
Tanrı’nın rahmetini, âlemlerde “hazır ve nazır” olan kudretini temsil eder.[44]
Neo-Spiritizm görüşüne göre; hayat,
fiziksel, kimyasal ve mekanik görüşlerle açıklanamaz, ruhun yaratıcı gücüyle
izah edilir.[45]
Neo-Spiritizm’de fatalizmcâ[46]
yoktur, kader konusunda deterministik bir görüş hâkimdir. Determinizmde[47]
sebep-sonuç yasası geçerlidir.
Neo-Spiritizm’de, bir hayatın tecrübe ve
görgülerinde başarılı veya başarısız olmak, doğrudan doğruya diğer hayatı
hazırlamaz. Ancak başarı veya başarısızlıktan doğan neticeler, yani ruhun madde
kâinatında kendisini gayeye yaklaştıracak yeteneklerinin gelişmiş veya
gelişmemiş olması, gelecek hayatın şartlarını hazırlayan etkenler arasında
bulunur. Dolayısıyla reenkarnasyon fikri içinde ödüllendirmeler veya
cezalandırmalar yoktur.
Neo-Spiritüalizm’in/Neo-Spiritizm’in
(Yeni Ruhçuluğun), genel olarak temel esaslarını başlıca dört madde halinde
özetleyebiliriz:
RUH VARLIĞI: Maddesel enerjiyi yönlendirip
idare eden ruh varlığı; irade ve iktidarı sayesinde, uyum sağladığı âlemlerin
yasa ve icaplarına uyarak bilgi ve tatbikat için her istediği zaman plan
düzenleyerek bedenlenebilen, maksatlı ve etki sahibi şuurlu bir varlıktır.[48]
TEKRARDOĞUŞ (REENKARNASYON): Tekrardoğuş
yasası, aslında insanlığın yüzyıllardır bildiği bir olgu olmasına rağmen,
günümüzde tamamile unutulmaya yüz tutmuştur. Günümüzde geçmiş yaşamlarını
hatırlayanlar vardır. Geçmişte olmuştu, gelecekte de olacaktır. Ruhçuluk
Öğretisi bunların sayısız örnekleriyle doludur.[49]
TEKÂMÜL: Var olan ruh ve maddenin tek ve en
yüksek gayesi, tekâmül ve tekâmüle hizmettir. Tekâmülden maksat, varlıkların
tecrübe içerisinde şuurlanması ve bilgilenmesidir. Çeşitli buutlarıyla mevcut
olan her türlü maddî ortam da tekâmül yeridir.[50]
RUHSAL İRTİBAT VE TEBLİĞLER: Bedensiz
varlıkların medyumlar vasıtasıyla ortaya koyduğu fikir ve bilgiler, Ruhçuluk
Öğretisinin en önemli basamak taşlarından birini oluşturur. Medyumlar
vasıtasıyla alınan bilgiler, tek bir bedensiz varlıktan gelebileceği gibi,
bazen dünyanın görüp-gözeticilik fonksiyonunu yürüten çeşitli Ruhsal
Planlar’dan (Yönetici Ruhsal Gruplar) da gelebilir.[51]
Bedri
Ruhselman’ın Hayatı
Ruhselman’ın
hayatını ele aldığım bu bölümü hazırlarken, genel olarak; MTİAD’ın yayınladığı Ruh
ve Madde Dergilerinden[52],
kendisinden bahseden kaynaklardan ve yakın arkadaşı Feridun Tepeköy’ün[53]
(1920-1989) Büyük Vazifeli Dr. Bedri Ruhselman adlı yayınlanmamış
eserinden özetlenerek hazırlanmış dokümandan[54]
faydalandım. Ayrıca bu dokümanın 608 (611) sayfalık aslına da MTİAD-BİLYAY
arşivinden ulaşarak gerekli kısımların resimlerini EK 8’de verdim.
Bedri
Ruhselman, 1898 yılında, İstanbul’un Fındıklı semtinde dünyaya geldi. Aslen
Çerkez olan babası Cemalettin Efendi, 1860'da Kafkasya'da doğmuş ve beş
yaşındayken ailesiyle birlikte İstanbul'a göçmüştü. Annesi ise, 1881’de doğmuş,
Kastamonu Kale Kumandanı Binbaşı Hüsnü Efendi’nin kızı Safiye Hanımdı.
Cemalettin Efendi, Bahriye Kolağası, yani Kıdemli Yüzbaşı, olarak harp
gemilerinde askerî cerrahlık yaptı. Anne ve baba tarafından asker kökenli bir
aileden gelen Ruhselman’ın iki de kız kardeşi vardı; Bedriye (1901-1927) ve
Hidayet (1904-?). Ayrıca aile fertleri müziğe karşı hem ilgili hem de
yetenekliydi.[55]
Altı
yaşına kadar, çocukluğunun ilk yıllarını İstanbul'da geçiren Ruhselman, burada
Şems-i Mekâtib iptidai mektebinde (bir tür özel ilkokul) tahsiline başladı, ama
babasının vazifesi icabı 1904'de Çanakkale'ye tayin olmasıyla, ilk ve ortaokulu
orada tamamladı (Ek 10: Resim 1.1). Ruhselman, çocukluğunda, o zamanlar merak ettiği
ama bir türlü anlamlandıramadığı, çok enteresan rüyalar görüyordu. Onu
ruhsallığa iten, bu merak uyandıran rüyalarını ancak çok sonraları
anlamlandırabilecektir. Ruhselman’ın ruhsal olaylara ilgisini daha iyi
anlayabilmek için, sırası gelmişken, çocukluğunun ilk yılları ile ilgili bir
geçmiş yaşamı hatırlama olayını, onun Ruh ve Kâinat adlı kitabından,
kendi üslubuyla nakledeyim:
Çocukluğumun
hangi zamanında başladığını bilemediğim, 4-5 yaşıma kadar beni takip eden bu
hatıranın o zamanki canlı tesirlerini hâlâ az çok duyabiliyorum. Bazen bir
çocuk merakı ile bu hikâyenin ne zaman meydana geldiğini anneme sorardım. O
önceleri, bir rüya görmüş olduğumu düşünerek, bana baştan savma cevaplar
vermekle yetinmişti. Fakat bilahare devam eden ısrarlarım karşısında, nedense
bazı endişeler duymaya başlamış ve beni şiddetle tehdit ederek böyle şeyleri
konuşmaktan menetmişti. Beş yaşından sonra bu hatıralar yavaş yavaş kuvvetini
kaybetti ve geride, canlı sahneler yerine sönük ve silik birtakım klişeler
kaldı. Bu hikâye aşağı yukarı şu idi: Ben yine bir çocuktum fakat başka bir
çocuktum. Annem ve diğer 2-3 kardeşimle beraber (O tarihte yalnız bir kardeşim
vardı!) bir seyahatte bulunuyoruz. Denizdeyiz ve bir kayığın içindeyiz. Yanımdaki
annem ve kardeşlerim şimdikilere hiç benzemiyor. Büyük bir limandayız. Bu
limanda bir manzara var ki, benim merakımı en çok uyaran da bu oluyor. Zira
bu, mutat olarak gördüğüm şeylere benzemiyor fakat bana aynı zamanda çok
yakın ve mutat görünüyor. Deniz üzerinde veya sahillerde büyük tesisata bağlı
ve asılı duran terazi kefeleri gibi birtakım şeyler var ama bunların üzerinde
silahlı adamlar duruyorlar ya da bazı şeyler yapıyorlar. Nihayet büyük
makineler, kalabalık sahiller ve birçok görmediğim insan içinde hatıram
bulanıyor ve siliniyor. Bu gördüğüm şeylerin hiçbiri, o zamanki alışılmış
yaşamımda yoktu. Burası neresi idi, bu gördüğüm adamlar kimlerdi, ben
buralara ne vakit gitmiştim? İşte o zamanlarda kafamı işgal eden meseleler
bunlardı. Acaba bu, gerçekten bir rüyanın izlenimi miydi? Bu mümkündür, bir
çocuk birçok rüya görebilir. Fakat gördüğüm rüyalardan hiçbirisi bende bu
ölçüde içinde yaşanmışçasına canlı bir sahne izlenimi bırakmamıştı. Bununla
beraber, eğer elimde yalnız bu sözünü ettiğim belirsiz ve her yoldan
açıklanabilir şahsi çocukluk hatıramdan başka, daha kuvvetli ve müspet diğer
çocuk hatırlamaları olmasaydı, yukarda (bu bölümde -TYN) yazdığım hikâyeler
üzerinde bir saniye bile durmak istemezdim. Fakat elimizde, yetkili bazı
kişiler tarafından saptanmış öyle örnekler var ki, bunları inceledikten sonra,
'gevezelikyapan' veya 'rüyalarını anlatan' çocukların öyküleri karşısında
uyanık olmamızın gerektiğini takdir etmekte gecikmeyiz5
Ruhselman’a
göre; geçmiş hayatlarına en yakın bir devrede bulunan ve henüz dünyasal
etkileri çok fazla yaşamamış bu taze beyinlerin (çocukların) anlattıklarının,
geçmiş hayatlarına ait olabilecek bazı hatıralarının, belli-belirsiz olsa bile,
dikkatle dinlenmesi gerekir. Yani çocukların anlattıkları masallara kulak asmak
lazımdır. Bunların, bir şekilde, ruhî hadiselere temas eden ve hatta onları az
çok aydınlatabilen, birçok önemli yönleri olabilir.[56]
[57]
On
yaşındayken, müziğe olan ilgisi nedeniyle keman dersleri almaya başlar (Ek 10:
Resim 1.2). “Keman
derslerini veren hocası Kâzım Efendi’ye göre, Ruhselman’ın müziğe olan yeteneği
çokfazladır .”[58] On iki
yaşındayken, kendisini çok etkileyecek olan, “Gayret Kitabevi’nin sahibi
Mösyö Garbis’in yayınladığı Cinlerle Muhabere[59]
(Haberleşme) ismindeki kitabı eline geçer ve gizlice okumaya başlar. Çünkü
babası bu konularla ilgilenmesini kesin olarak istememektedir ”[60] Ama
Ruhselman, gizlice, kendi kendine celse denemeleri yapmaya başlamıştır bile.
Yine okuduğu kitapların birinden, ölen insanların ‘Kabir Azabı’ yaşadıkları bir
dönemin olduğunu öğrenir ve bu konu çok ilgisini çeker. İşin gerçeğini anlamak
ve araştırmak için bir gün bir cenazenin peşine takılır, kabristana gider ve
orada sabahlar. Böylelikle korkularını yenmiş ve ruhsal olaylara ilgisi
artmıştır. “On beş yaşında babasının ve bazı ahbaplarının önünde ilk celse
deneyini yapar. Yine kendisinin belirttiğine göre, bu celsede bir savaşın
çıkacağı söylenir.”[61]
Nitekim
1914'de Birinci Dünya Savaşı patlak verir. Harbin başlaması üzerine okuldan
ayrılıp, ailesi tarafından bir denizaltıya bindirilerek İstanbul'a yollanır.
Artık lise öğrenimine Kabataş Lisesi’nde devam edecektir (Ek 10: Resim 1.3).
Lise eğitimi sırasında, aynı zamanda klasik müzik tarzında keman dersleri de
almaya başlar. Hocası ise o dönemde İstanbul’da bulunan üstat kemancı Bay
Braun’dur (Ek 10: Resim 1.4). Ruhselman, keman alanında o kadar çok
ustalaşmıştır ki, hocası başkalarına, Ruhselman’dan ders almaları için,
referanslar vermektedir artık. 1914'de Kabataş Lisesine yazılan Ruhselman,
1916'da buradan mezun olur ve aynı sene Tıbbiye’ye girer. Ailesi de İstanbul’a
gelmiştir.[62]
“Yine
bu dönemlerde, Ruhselman’ın eline geçen bir kitapta şehit olanların cennete
gideceği ifade edilmektedir. Genç Ruhselman bu kitaptan o kadar çok etkilenir
ki, o sıralarda devam eden Çanakkale Savaşı’na gönüllü olarak katılmaya karar
veriri”[63]
Şehit olup cennete gitmek arzusuyla askere gönüllü olarak yazılır ve bunu da
kimseye söylemez. Ertesi gün, tesadüfen bir gazetede gördüğü ilan dikkatini
çeker. Bu ilanda psişik yetenekleri olan bir falcının geleceği okuduğu
belirtilmektedir. Bu tür esrarengiz konulara zaten meraklı olan Ruhselman, bu
falcıya gidip geleceğini öğrenmeye karar verir. Amacı, savaşa gidip şehit olup
olamayacağını öğrenmektir. Aksaray’a falcının yanına gider. Orada onu epey
beklettikten sonra nihayet falcının yanına alırlar. Fakat falcı Ruhselman’ı
görür görmez, yarı trans durumunda babasının cerrah olduğunu, ölürse cennete
gitme düşüncesini bırakmasını ve eğitimine devam etmesini söyler.[64]
Anlattığına göre, Ruhselman o anda bir korkuya kapılır. Büyük bir moral bozukluğu
ve düş kırıklığı içinde oradan ayrılır ve yolda düşünmeye başlar. Bu falcı adam
babasının işini, kendisinin öğrenci olduğunu, askere yazıldığını ve cennete
gitmeyi düşündüğünü bir anda söylemiştir. Heyecan içinde olup biteni
kavramıştır. Eve gelir, durumu ailesine anlatır. Evde bir telaş başlar, çünkü
Ruhselman’ın askerlik şubesine teslim olmasına çok az bir vakit kalmıştır.[65]
Bedri
Ruhselman’ın yüzbaşı olan dayısı onu alır ve o sıralarda subayların gidip
geldiği, Sirkeci’deki Meserret Kahvehanesi’ne götürür. Orada birkaç subayla
birlikte, ne yapılabilir konusunda konuşmaya başlarlar. Masada bu tartışma
sürerken ilginç bir olay olur. Yan masada oturan bir subay konuşmaları
duymuştur. Masaya doğru dönerek ne olduğunu sorar. Dayısı olan biteni anlatır ve
çaresiz kaldıklarını söyler. Olanları sessizce dinleyen subay başını sallar ve
genç Ruhselman’a şunları söyler:
“
Oğlum, duyguların çok güzel. Vatan için ölmek şereftir, ama sen çok gençsin
ve okuyorsun. Evet, milletimizin askere ihtiyacı var, ama okumuş insana daha
çok ihtiyacımız var. Savaşta insan bir kere ölür, ama okumuş bir insan
yaşayarak, vatanına her gün hizmet eder. Sen de eğitimini tamamla ve milletine
bu yolda hizmet et!” der. Sonra cebinden bir kart çıkarır. Üzerine bir
şeyler yazar ve “Bunu Savaş Bakanlığı ’ndaki falanca şahsa verin ve bu
çocuğun adını sildirin” der. Dayı ve yeğen sevinçle kartı alırlar. Kartın
üzerinde şu isim yazmaktadır: Miralay Mustafa Kemal.[66]
Tüm yakınlarına sonradan anlattığına göre, bu olay Ruhselman’ı çok etkileyecektir.[67]
1918
yılında babası vefat eder. Tıbbiyeye devam ederken (Ek 10: Resim 1.5) bu arada
keman derslerini de ihmal etmemektedir. Özellikle Adlî Tıp hocası Saim Ali Bey,
onun müzikteki başarısını çok desteklemektedir. Müzik sevgisi daha ağır bastığı
için, Ruhselman Tıbbiyeyi bırakmaya karar verir. Hedefi Avrupa’da müzik eğitimi
almaktır. Ancak bunun için para gereklidir. Sonunda o da bulunur. O dönemin
geleneklerine göre, Kadıköy/Bostancı’da oturan Mısırlı bir Prenses[68],
Ruhselman’ı himayesine alır ve ona malî yardım sağlar. Böylelikle maddî destek
de sağlanınca, Ruhselman 1920 Aralık ayında Prag'a (Çek Cumhuriyeti) gider.
İmtihanı kazanıp konservatuara kaydolur (Ek 10: Resim 1.6). Konservatuarı
bitirdikten sonra, ‘Meisterschule’nin, yani virtüöz okulunun sınavlarına girer.
Çok zor olan bu sınavları da vermeyi başarır. Bu okula, son sınıfın ikinci
yarısına kadar devam eder. Gayet parlak derecelerle ilerleyerek, keman dalında
virtüözlük derecesine yaklaşır.[69]
Spiritüalizmle
ilgilenmesi bu devreye rastlar. Prag’daki müzik öğrenimi sırasında tanıştığı
bir kişiden, ruhçuluk konusundaki ilk bilgilerini alır. Bu arada metapsişik
araştırmalara da başlar. Fransızca, Almanca ve biraz da İngilizce bilmenin
verdiği avantajla, teorik ruhçuluğu dünya literatüründen çok iyi izleyebilmektedir.
Allan Kardec (1804-1869), Gustave Geley (1868-1924), Charles Richet
(1850-1935), Leon Denis (1846-1927) gibi klasik ruhçuluğun öncülerinin yazmış
olduğu ciddi eserleri iyice inceler. Ruhselman, kitaplardan okuduklarını
uygulayarak hipnotizmayı öğrenir ve pansiyoner olarak kaldığı evde yapılan ruhî
irtibat celselerini (halk arasında ruh çağırma diye bilinen toplantılar) takip
eder.[70]
1923'de
Almanya’nın Dresden şehrinde Devlet Operası Orkestrası’nda besteci ve şef Kurt
Striegler refakatinde solist olarak konserler verir. Sonra Dresden ve Prag’da
konserler vermeye devam eder. Prag Konservatuarı’nda kompozisyon (bestecilik)
dersleri alır. Mezun olmasına bir buçuk sene kala, Mısırlı prensesin vefat
etmesiyle malî desteği kalkınca,[71] 1926 da
Türkiye’ye geri dönmek zorunda kalır. Bu yüzden virtüözlük bitirme sınavlarına
girememiştir. Cumhuriyetin ilânının ilk yıllarıdır. O sıralarda, Türkiye'de
Musiki Mektebi de açılmıştır. Türkiye'ye döndüğünde, 1926 sonundan 1935 başına
kadar çeşitli mekteplerde müzik öğretmenliği yapar (Ek 10: Resim 1.7).
Ruhselman, bu sekiz sene zarfında, Anadolu’da durmadan yer değiştirir. 1927'de Yeni
Şarkılar isimli bir müzik kitabı yayınlar. Aynı yıl, kız kardeşi Bedriye’yi
kaybeder. 1928'de Anadolu'da yolda kar fırtınasına tutulup ölüm tehlikesi
atlatır.[72] 1931-1933
yılları arasında Adana'dayken hipnoz denemeleri yapar.[73]
Bu denemeler sırasında bir tekinsiz ev olayına şahit olur ve o bölgedeki
reenkarnasyon vakalarına ait materyaller toplar.[74]
Bu arada, halkın müziğe karşı olan ilgisizliğinden dolayı mesleğinden soğur.
Ruhselman’ın, çok sevdiği müziği 1934 yılında bırakmasına sebep olan olay aynı
zamanda onun kişiliğini de yansıtmaktadır. Ruhselman’ı keman virtüözlüğünü
bırakmaya yönelten bu olay şöyle gerçekleşir: Aynı zamanda müzik öğretmeni
olarak da çalıştığı İzmir Erkek Muallim Mektebi’ndeki konserinde, Paganini’nin
‘Şeytan Trilleri’ eserini çalarken, eserin ortasına doğru dinleyicilerden
birinin çocuğunun elindeki balon havaya uçuyor. Bütün dinleyiciler konseri
dinlemeyi bırakıp, nereye gitti diye balonu takip etmeye başlıyor. Bu durumu
gören Ruhselman, konseri yarıda bırakarak, salonu terk ediyor ve bir daha
konser vermeme kararı alıyor. Bu olaydan sonra müzik çalışmalarını bırakıp,
spiritüalizme
dönüyor ve Tıbbiyeye tekrar devam etmeye karar veriyor.[75]
Keza bu devre buhranlı bir dönemdir onun için.
1935'de
İstanbul'a gelip Tıbbiyeye yeniden kaydolur ve eğitimine kaldığı yerden devam
etmeye başlar. Bu sebepten müzik öğretmenliği işine de son verilir. Tıbbiyedeki
tahsili boyunca, geçimini temin için, İstanbul'da Kabataş Lisesi’nde Türkçe
öğretmenliği yapar. Ayrıca talebeliği sırasında bir süre Bakırköy Akıl
Hastanesi misafirhanesinde kalır ve aynı yerde intern asistan (son sınıf
talebesi, stajyer) olarak çalışır ve incelemeler yapar.[76]
1938'de Tıbbiyeden mezun olur ve Prof. Frank’ın yanında uzmanlık eğitimine
başlar. Aynı sene Fener adlı bir dergide yazıları yayınlanır. Yükseltici
Bilgiler ve Sanatlardan Bahseden Aylık Mecmua olarak ifade edilen bu dergi,
Mart 1938’de yayın hayatına başlar. Ancak parasal sorunlar yüzünden 1938
Ağustos ayında, yani altıncı sayısında kapanır. Kasım 1940 - Ekim 1941 arası
yedek subay tabip yüzbaşı olarak askerliğini yapar (Ek 10: Resim 1.8). Askere
gitmeden önce dâhiliye ihtisasını bitirmiştir[77],
terhis olduktan sonra bir iki yerde doktor olarak çalışır ve İzmir’de bir
muayenehane açar.[78]
Dr.
Bedri Ruhselman, bu arada, spiritüel araştırmalara da devam etmektedir. Teorik
ruhçuluğu çok iyi sentezleyen Ruhselman, artık uygulamalı çalışmalara
geçmiştir. 1936'da ruhsal irtibat celselerine başlar ve arkadaşları ile bu
konuda devamlı toplantılar yapar. “Ruhsal âlemden ilk yüksek bilgileri, yine
1936yılında, ünlü besteci ve müzikolog Hüseyin Sadettin Arel’in (1880-1955)
medyumluğu ile almaya başlar. Kendisini ‘Üstad’ adıyla tanıtan bedensiz varlık,
bu celselerde oldukça yüksek bilgiler[79] [80]
aktarmıştır.”8 Yine bu celselerde ifade edildiğine göre, çok
yüksek bir ruhsal ortam ile doğrudan doğruya ilk kez temas kuruluyordu dünya
üzerinde. Bu yüksek bilgilerle, Ruhselman’ın gelecekteki bilgi çalışmalarının
temelleri atılmaya başlanmıştır. 20 celse süren bu bilgi bağlantısından sonra,
‘Üstad’ adlı bedensiz varlık şöyle der: “Bu irtibatın devamı, sizin
ölçülerinize göre uzunca bir zaman sonra olacaktır'’” (İNK kitabı
tebliğlerine kadar, TYN). Bu süre içinde Ruhselman, verilmiş bilgilerin
sentezini yapacaktır.[81] Gerçekten
de alınan bilgiler çok yararlı olmuş ve Yeni Ruhçuluk”un doğmasına zemin
hazırlamıştır. Görülüyor ki, Ruhselman, doktorluğun yanı sıra, 1936 - 1943
arasını devamlı araştırma ve okuma ile geçirmiştir.
Dr.
Ruhselman, Afganistan'ın doktor talebi üzerine, hükümetin teşvikiyle, mesai
arkadaşı, ilk Türk spiritüalistlerinden olan, Dr. Ali Sevil Akay ve diğer
doktorlarla 1943 Mart başında Kabil'e gider. Ruhselman, Kabil’deki Rıfkı
Sanatoryumu’nda iki yıl süreyle başhekimlik görevini yürütür (Ek 10: Resim
1.9). Afganistan'da geçen üç sene boyunca da deneysel celse çalışmalarına devam
eder.[82]
Keza,
Ruh ve Kâinat isimli kitabının hazırlanması da bu devreye rastlıyor.
İstanbul'a döndüğünde bir ruhsal araştırmalar merkezi kurmak için Afganistan'da
para biriktirmiştir. Ama bu parayı kitabın basılması için kullanacaktır.
Kitabın basılması için A. Sevil Akay'ı görevlendirir. Kitap üç cilt olarak
1946'da yayınlanır. Ruh ve Kâinat kitabında bütün ruhsal konular ele
alınmıştır. Ayrıca klasik ruhçuluktaki görüşlerle, ‘Üstad’ celselerinin yüksek
bilgileri karşılaştırılmıştır. Yine bu kitapta insan, ruh, öteâlem, tekâmül,
vicdan, kader gibi önemli konular hakkında bilgiler verilmektedir. Ayrıca,
tekrardoğuş konusu bilimsel açıklama ve örneklerle ortaya konmuştur. Bu eser
ülkemizde bu alanda yayınlanan ilk bilimsel ve ciddî yayındır. Ruhselman,
parasını bu işe harcayınca tekrar çalışmak zorunda kalır ve akrabaları İzmir'de
olduğu için oraya gidip serbest doktorluk yapmak ister.[83]
1947'de
İzmir'de bir muayenehane açarak doktorluk mesleğine geri döner. Aynı zamanda
bir çalışma grubu da meydana getirerek, celselere ve araştırmalarına devam
eder. İstanbul'daki grubuyla da irtibatı devam ettirir. Bu arada ona
muayenehanesini kapattıran bir olay yaşar. Müziği bırakmaya bir anda karar
veren Ruhselman, muayenehane sahibi olmayı da uzun süre yürütemeyecektir.
Afganistan dönüşünde açtığı muayenehanesini, yine kendi karakterine uygun bir
kararla kapatacaktır. Hekim olarak yüklendiği sorumluluk anlayışına ve Hipokrat
yeminine uymayan olaylar, onun bu kararı almasına neden olmuştur. Dr. Ruhselman
bir hastayı ele alığı zaman, tedavi sonuçlanıncaya kadar, günün 24 saatinde
kendisini hastasından sorumlu sayardı. Tavsiyeleri ihmal edildiğinde, çok
üzülür ve hemen uyarıda bulunurdu. Bir de vizite ücreti konusunda çok rahatsız
olurdu. Ücret karşılığı hasta bakmaktan hep çok rahatsız olur, ücret almayı hiç
içine sindiremezdi. Ruhselman’ın doktorluğu bırakmasına neden olan, birden
fazla olumsuz olay biliniyor. Ama bunlardan bir tanesinin, bardağı taşıran son
damla olduğunu tüm yakınları söylüyor.[84]
Yeğeni Şahap Ruhselman olayı şöyle anlatıyor:
Bir
gün muayenehanesinde oturuyorduk. Bir hasta geldi, elinde bir kart vardı. Kartı
Bedri Bey’e uzattı. Bedri Bey alıp okudu. Kartın üzerindeki yazı eski Türkçe
idi. Okudukça yüzü önce bembeyaz sonra kıpkırmızı oldu. Ben olup bitene bir
türlü anlam veremedim ve neler oluyor diye, dikkatle izlemeye başladım. Hastayı
iyice muayene etti. Sonra ona “Sende gizli sıtma var, sana şimdi kinin
yazacağım, bunun ya hapını yut ya da sağlık ocağında iğnesini yaptır. Kısa
zamanda sağlığına kavuşur, sapasağlam olursun, hiç merak etme ciddi bir şeyin
yok” dedi. Hasta, “Aman doktorcum, Allah senden razı olsun. Ben
yıllardır Aydın ’la İzmir arasında gidip geliyorum. Bana büyük bir hastalığım
olduğu ve bir türlü anlaşılamadığı söylendiydi” diyerek ellerine sarıldı.
Hastayı gönderdikten sonra da büyük bir üzüntü içinde bana kartı okudu. Kartta
şunlar yazılıydı: Aziz kardeşim Bedri, gönderdiğim hasta Aydın
eşrafındandır. Ben senelerdir bu hastayı tedavi ediyorum, şimdi sana gönderdim.
Sen de bir muayene edip yine bana gönder ki, hastayı elimden kaçırmayayım .[85]
Sonunda
kesin kararını vermişti.[86] Muayenehaneyi
kapatarak, bilgi çalışmalarına daha fazla zaman ayırmak ister. Bu nedenle, maaş
karşılığı çalışabileceği bir iş aramaya başlar. Ve böyle bir imkân da eline
geçer. Akdeniz’de Marsilya hattında çalışan Ankara Yolcu Gemisi’nde doktorluk
yapmaya başlar (Ek 10: Resim 1.10). Böylece, odasında yoğun bilgi çalışmaları
için zaman bulur. 1947-1954 arası dönem, en yoğun celse çalışmalarının
yapıldığı dönemdir. Ruhselman kendisini tamamen ruhsal araştırmalara
yöneltmiştir artık. Gemi doktorluğu görevinden, Haziran 1948 - Mart 1949
arasında, ayrılarak kendisini tamamıyla çalışmalarına verir. İzmir ve
İstanbul'da yapılan celseleri değerlendirir. 1948 yılında Ankara ve İstanbul
üniversitelerinde ruhçuluk üzerine bir dizi konferanslar verir. Sonunda,
1949'da, büyük bir bölümü ruhsal çalışmalardan oluşan Ruhlar Arasında isimli
kitabını yayınlar. Sekiz buçuk aylık bu çalışma devresinde, İstanbul'da devamlı
toplantılar yapar. Sonra tekrar gemi doktorluğuna başlar. On beş günde bir, üç
gün kadar kaldığı İstanbul'da devamlı celseler yapar. İrtibatlarda, bu işler
için bir dernek kurulması tavsiyesi alır.[87]
[88]
Bedri
Ruhselman için en önemli hedef bir dernek kurulmasıdır artık. Bu nedenle,
zorlukla bir yer bulurlar. Taksim Sıraselviler’de Billurcu Çıkmazı’nda bulunan
harap bir yeri düzenleyerek ve içerisini tadil ederek kullanılır hale
getirirler. Kendisi gibi ruhçuluğa gönül vermiş yakın arkadaşları ile birlikte
30 Mart 1950 günü Türkiye Metapsişik Tetkikler ve İlmî Araştırmalar
Cemiyetfni8, resmen kurarlar (Cemiyet kelimesi sonradan Dernek
olmuştur. Kısaca MTİAD olarak adlandırılıyor). Başlıca kurucular; Dr.
Bedri Ruhselman, Dr. Sevil Akay, Av. Suat Plevne, Muammer Bayurgil ve Nurettin
Özmen’dir.[89] Bu arada
spiritüalizmle ilgilenen çevrelerden para yardımı alabilmek için çalışmalar
yapılır, ama bu teşebbüsler başarısızlıkla sonuçlanır. Yine aynı şekilde, bir
medyumun materyalizasyon[90] denemesi
için kullanılarak üniversite üyelerine bir gösteri düzenlenmesi ve ilgi
çekilmesi düşünülür. Ancak tavsiye edilen medyumla yapılan deneyler boşa çıkar.
Sonuçların başarısız oluşu üyeleri etkiler. Suat Plevne ayrılır. Huzursuzluk
başlamıştır. Ruhselman da bu devre içinde bir ara kendini boşlukta hisseder.[91]
1951
yılında Allah isimli kitabını yayınlar. O sıralar, Ankara’da yayınlanan İç
Varlık adlı dergiye de yazılar yazmaktadır. Yine bu dönemde, MTİAD,
Uluslararası Spiritüalizm Federasyonu’na (International Spiritualist
Federation-ISF) üye kabul edilir. Aynı yıl Eylül ayında Stockholm’de (İsveç)
Uluslararası Spiritüalizm Kongresi yapılmaktadır. Ruhselman bu kongreye, Medyomluğun
ve Ruhların Dünyamızdakilerle Görüşme ve Münasebetlerinin Neo-Spiritüalizma
Görüşü ile ilmi izahı başlıklı 61 sayfalık bir rapor sunar.[92] Böylece
kongreye katılan 15 ulusun yanında Türk bayrağı da yer almıştır. Bu rapor ayrıca
dünyadaki çeşitli ruhçu merkezlere dağıtılmış ve yankılar uyandırmıştır.
Ruhselman’a, Londra’daki Uluslararası Spiritüalizm Federasyonu Başkanı
Hitchcock’tan, hayranlık dolu bir mektup gelir. Bu rapor aynı zamanda, 1952’de,
Medyomluk adıyla, Türkçe olarak, kitap şeklinde yayınlanmıştır. Bu arada
Ruhselman, üniversitelerin bu konularla ilgilenmesini temin etmek için MEB'e
bir rapor (EK 3) gönderir, ama sonuç alamaz. Yine aynı sene, Ekim ayında Ruh
ve Kâinat adlı bir dergi yayınlamaya başlar. Dergi maddî imkânsızlıklardan
dolayı ancak 18 sayı sürer ve 1954 Haziran’ında kapanır. Dernekteki diğer
üyelerin bu çalışmalara pek katkısı olmadığı ortadadır.[93]
1952'de
gemi doktorluğundan ayrılarak, Denizcilik Okulu'na doktor olarak girer. 1953'de
Harb Akademisi sivil doktorluğuna getirilir. Aynı sene Nisan ayında Mukadderat
ve İcabat isimli kitabını yayınlar. 1954'de dergi kapanmış ve eski üyeler
de dernekten ayrılmaya başlamışlardır. Keza, önemli celselerin sona ermesi de
bu yılın baharına rastlar. Böyle olunca, Ruhselman, yeni üyelerin yetişmesi
için dersler vermiş, konferanslar tertip etmiştir. 1955'de Altın Kitap adlı
dergide makaleler yayınlar. Aynı yıl, tekrardan gemi doktorluğuna başlar. Bu
suretle, on beş günde bir uğradığı dernekteki çalışmaları da giderek yavaşlar.
Bu sırada Ruhselman'da bir durgunluk devresi görülüyor. Çevresindekileri konuya
çekmek için gereken çalışmalar dışında, düşünceli bir hale bürünür. Zaten,
konuya ilgi duyanlar da azalmıştır.[94]
Ruhselman’ın
bu dönemdeki çalışmaları ve yönlendirmeleri tipik bir idealist insanın
örgütleyici hareketlerine benzer. Yazılarını yayınlatmaya çalışır, broşürler
bastırır, sokaklarda dağıttırır. Amacı, ruhsal bilgileri daha geniş kitlelere
ulaştırabilmektir. Ruhselman, aralıksız çalışmalarıyla aldığı bilgileri tamamen
hazmettikten, onları kendi yaşamında uyguladıktan sonra, başka bedensiz
varlıklardan yeni bilgiler almaya başlar. Bu varlıklardan başlıcaları,
kendilerini; ‘Kadri", ‘Mustafa Molla", ‘Şihap", ‘Kemal
Yolcusu" gibi adlarla tanıtmışlardır.[95]
Bu bilgilerle büyük mesafeler kateden Ruhselman, ‘Rehber adlı varlığın
celseleriyle ikinci büyük faaliyetine başlar. Bu celselerden sonra, 1957 yılına
kadar 3 yıllık bir ara döneme girilir.[96]
31
Ocak 1957'de annesi vefat eder. 5 Mart 1957'de dernekten ayrılarak, görevi genç
arkadaşlarına teslim eder. Böylece, Harbiye'deki bir apartmanın bodrum katında
son çalışmalarına başlar. Önce, çeşitli medyumlarla celseler düzenler. Dr.
Refet Kayserilioğlu’nun medyumluğuyla Ekim 1957 - Mart 1959 arasında ‘Meşale"
adlı varlığın celseleriyle yeniden bilgi alınmaya başlar ve yüzden fazla tebliğ
alınır. Yoğun çalışmalar yaptığı evi gayet mütevazı idi. Küçük bir salon, onun
yanında bir oda, küçük bir mutfaktan ibaretti. Salonunda etraf kitaplarla dolu
idi. Diğer eşyaları basit ve sadeydi (Ek 10: Resim 1.11). Bütün bu zorluklar,
maddî sıkıntılar ve yorucu çalışmalar içerisinde, Akdeniz seferine çıkan gemide
doktorluk yaparken, 1958 Haziranında bir enfarktüs krizi geçirip, Cenova'daki
bir hastanede iki ay tedavi görür. Dönüşünde, istirahat etmesi gerektiğinden
gemiden ayırırlar. Düzenli bir yaşam sürmesi gerekirken, aksine çok ağır bir
tempo ile çalışmalarını sürdürür. Hastalığına rağmen medyumlarla yaptığı
çalışmalarına devam eder. ‘Meşale" celselerinden sonra, Eylül 1958
- Ağustos 1959 arasında, Attila Güyer'in medyumluğu kanalıyla kendisini ‘Önder"
adıyla tanıtan, daha yüksek bir varlıktan bilgiler verilmeye başlar. Bu son
varlık, bütün bilgilerin toparlanmasına, anlamlandırılmasına imkân
hazırlamıştır. Ve bu çalışmalar sırasında, dünyaya böyle aralıklarla verilen
bilgilerin, tam bir düzenlilik içinde olduğu ortaya çıkmıştır. ‘Önder’
adlı bu varlığın denetimi altında bir kitap derlenir. Ruhselman’a o güne kadar
verilmiş olan bütün bilgilerin vardığı en yüksek realitede bir çalışmadır bu. Kendisine
verilen bu büyük bilgileri düzenleme vazifesi sırasında, 3-4 ay süreyle,
neredeyse günde 20 saat çalışmıştır. O zamanlar ‘Bilgi Kitabı’ diye bilinen bu
kitabı üç kişiye emanet ederek çalışmalarını kesmiştir. Kitap, daktilo ile üç
nüsha olarak yazılmış ve Hüsrev Bilgioğlu, Metin Sakik ve Attila Güyer’in ayrı
ayrı tasarruf ve mesuliyetlerine emanet edilerek, emanetçiler adına saklanması
için, notere verilmiştir. Bu emanetçilerden ikisinin vefat etmesiyle, son kalan
Attila Güyer, 54 yıl sonra, noterden kitabı alarak, Nisan 2013’de, orijinal
şekliyle, yayınlatmıştır. Kitabın orijinal isminin de İlâhî Nizam ve Kâinat (İNK)
olduğu o zaman anlaşılmıştır.[97]
İlâhî
Nizam ve Kâinat kitabının medyum vasıtasıyla
alınışı esnasında Ruhselman kendine ait bir tebliğ alma biçimini kullanmıştır.
Eski tabirle buna ‘ Psişik InfisaP yani psişik ayrışma denir. Psişik
ayrışma; bugün birçok psikoterapistin kullandığı ayrışma tekniklerine çok yakın
olan bir tekniktir. Bu teknik ile medyum, tam transa sokulmadan, yarı trans halindeyken,
çok yükseklere (frekans arttırarak) çıkarılabilir. Bu alanda, o zamana kadar,
hiçbir uygulayıcı, böylesine deneysel çalışmalar yapmamıştı. Batı’nın
kullandığı teknikler ise, tam trans ve tam hipnoz halidir. Bu teknikte, zaten
kişinin iradesi tamamıyla ortadan kalkıyor. İrade tamamıyla operatöre ait
oluyor. Bedri Bey’in kullandığı psişik ayrışma tekniği; medyumun bilgi aldığı
plan ile de bağlantılı olarak, kendi bilincini tam bloke etmeden, sanki karşı
karşıya iki insan konuşuyormuş şeklinde yaptığı bir çalışma türüdür. İşte, "Önder
Planından alınan bilgiler de bu metotla elde ediliyor. Ve alınan bilgiler,
tekrar tekrar Plan’a teyit ettiriliyor. Bu celselerde operatör olan kişi,
kitabın da düzenleyicisi olan Dr. Bedri Ruhselman’dır.[98]
Dr.
Bedri Ruhselman’ın dünyaya gelişinin gerçek hedefi, hayatının son yılı içindeki
çalışmalarını oluşturan, bu bilgilerdi. Düzenlemiş olduğu bu bilgiler için,
‘Bu, hiçbir zaman benim eserim değil, Yukarısı’nın[99]
eseridir’ demiştir. Çalışması bittikten sonra İzmir'e gidip akrabalarıyla,
tanıdıklarıyla görüşüp, tekrar İstanbul'a döner. Son celse çalışmasında, artık
görevinin bittiği ve geri döneceği (dünyada işinin bittiği) söylenir
Ruhselman'a. Öleceği vakti beklerken boş durmamak için İngilizce çalışıp, müzik
dinler. Bu altı aylık devrede devamlı olarak sıkıldığını söyleyip ve hep
ölümünü bekler. Hastalığına karşı ilaç bile almaz. 16 Şubat 1960 akşamı saat
21:00’de bir enfarktüs krizi sonunda vefat eder.[100]
Cenazesi, 18 Şubat günü Zincirlikuyu mezarlığına defnedilmiştir (Ek 10: Resim
1.12, 1.13).
Feridun
Tepeköy’ün anlattıklarına göre; Bedri Ruhselman hiç evlenmemiştir. Çocuğu
yoktur. Kısa boylu, topluca, saçları arkaya taranmış ve beyaz tenli, 3,5 derece
miyop gözlük takan, bıyık ve sakalı olmayan, mavi gözlü biridir. İyi keman
çaldığı ve başarılı bir dâhiliye uzmanı olduğu söylenirmiş (Ek 10: Resim 1.14).
Günlük hayatında biraz derbeder ve ev işlerinde beceriksizdi. Eşyaya,
gösterişe, kıyafetine önem vermezdi. Ruhselman, Tanrı sevgisiyle dolu olan bir
kişiliğe sahipti. Hoşsohbet olduğu ve fakat biraz sıkılgan davrandığı
belirtiliyor. Bilhassa çalışmalarına çok düşkün olduğu ve bu konuda aşırı
gayret gösterdiği dikkat çekiyor. Keza, mükemmeliyetçi olduğundan, zaman zaman
asabî de olabiliyordu.[101]
MTİAD’ın
kurucusu ve Türkiye'deki metapsişik biliminin öncüsü Dr. Bedri Ruhselman, her
şeyden önce bilgi, hakikat ve vazife insanıydı. Kendisi, bu dünyaya bir vazife
uğruna geldiğini birkaç defa etrafındakilere belirtmiş. İlme, ilkelere,
hakikati araştırmaya, doğruluğa, fazilete, erdeme büyük önem verirdi. İnsanları
seven, çalışkan, azimli, yardımsever, yasalara son derece bağlı, eline aldığı
bir konuyu çok iyi inceleyip, mantık süzgecinden geçirip sonuca varmadan
bırakmayan, üstünkörü iş yapmayı sevmeyen, kendisine verilen görevi ne olursa
olsun en iyi şekilde yapmaya çalışan, yapamadığı zaman son derece üzülen,
ruhsal çalışmaların dışında son derece toleranslı biriydi. Ruhsal çalışmalar
sırasında ise son derece şüpheci, çok titiz, çok disiplinli, katiyen taviz
vermeyen bir anlayışla çalışır, karşısındaki insanlardan da aynı ciddiyeti,
dikkati ve özeni göstermelerini isterdi. Gelen varlığın bilgisinden emin
oluncaya kadar sorular sorar, bilgisine güven duyduktan sonra irtibata geçer ve
celse yapardı.[102]
18
Şubat 2019 Pazartesi günü MTİAD’da Üstad Dr. Bedri Ruhselman için bir anma
programı düzenlendi. Bu programda; Ruhselman’ın arkadaşlarından Erol Haras’ın
ve diğer konuşmacıların anlattıkları çok enteresandı. Ayrıca kendi sesinden
konuşması ve keman dinletisi de vardı.[103]
Yaş Yıl
(00) 1898 -
Doğum.
1901 - Kız kardeşi Bedriye’nin doğumu.
(05) 1903 -
İstanbul’da Şems-i Mekâtib ilkokuluna kayıt.
(06) 1904 - Çanakkale’ye gidiş, kız kardeşi
Hidayet’in doğumu.
(10) 1908 -
Alaturka keman derslerine başlaması.
(12) 1910 -
Cinlerle Muhabere kitabı ile tanışması.
1914 - Harp, İstanbul’a gönderilme, Kabataş
Lisesi’ne giriş.
(18) 1916 - Kabataş Lisesi’nden mezuniyet,
Tıbbiyeye giriş.
1918 - Babasının vefatı.
(22) 1920 - Tıbbiyeden ayrılış, (Aralık) Prag’a
gidiş, konservatuara giriş.
(25) 1923 - Dresden’de, Prag’da konserler
vermesi.
(28) 1926 - (Sonu) Türkiye’ye dönüş.
(37) 1935 - (Başı) Tıbbiyeye tekrar giriş
(1926-1935, 8 yıl buhranlı dönem).
(40) 1938 - Tıbbiyeden mezuniyet, askere gidene
kadar ihtisası tamamlama.
(42) 1940 - (Kasım) Askere gidiş (Yedek Tabip
Yüzbaşı, Yedikule Hastanesi).
1941 - (Ekim)Askerlik bitişi.
(45) 1943 - Afganistan’a gidiş.
(47) 1945 - Afganistan’dan geri dönüş.
—
Ruh ve Kâinat kitabının yayınlanması.
-
Gemi doktorluğuna başlayış, AÜ’de dizi konferanslar.
-
Ruhlar Arasında kitabının yayınlanması.
1950
- MTİAD’ın kuruluşu (30 Mart).
1951
- Allah kitabının yayınlanması, ISF’de Medyumluk hakkındaki sunum.
-
Gemi doktorluğundan ayrılma, Medyomluk kitabının yayınlanması,
MEB’e rapor.
-
Mukadderat ve İcabat kitabının yayınlanması.
(59) 1957 - Annesinin vefatı, MTİAD’dan ayrılış
(5 Mart).
1958 - Kalp krizi ve Cenova Hastanesi’nde
tedavi.
1959
- İlâhî Nizam ve Kâinat kitabının düzenlenmesi.
1960
- Kalp krizi ve vefatı (16 Şubat vefatı, 18 Şubat defin).
BEDRİ
RUHSELMAN’IN ESERLERİ
ESERLERİNE
GENEL BAKIŞ
Bedri
Ruhselman, uzun sayılamayacak yaşamı boyunca, spiritizma konusunda devamlı bir
şeyler veren, çok üretken bir insandı. Dergilere yazılar yazmış, dergiler
yayınlamış, makaleler yazmış, kitaplar yazmış, konferanslar vermiş, dersler
vermiş; araştırmalarını, öğrendiklerini, bildiklerini hep başkalarına aktarmaya
çalışmıştır. Bunu yaparken de, hayatından (1.6.2) ve hayatına kronolojik
bakıştan (1.6.3) anlaşılacağı gibi, çok zor şartlarda mücadele etmiştir.
Yazılarının, makalelerinin ve konferanslarının yayınlandığı başlıca dergiler; Fener
(1939), İç Varlık (1951), Ruh ve Kâinat (1952), Altın
Kitap (1955) ve Ruh ve Madde (1960) dir. Bu dergilerden sadece Ruh
ve Madde Dergisi günümüzde de yayın hayatını sürdürmektedir. Bu aylık
süreli dergi, Ruhselman’ın yazılarını, makalelerini vermekte,
spiritüalizm/spiritizm konusunda yayın yapmaktadır. Konferanslarının arasında,
1948 yılında, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde verdiği konferans
dizisi1 (toplam 29 adet) önemlidir. Ayrıca 21 Ağustos 1952
yılında, MEB’nın isteği üzerine, Tecrübî Spiritüalizma Hakkında Rapor[104] [105] (Bkz. EK
3) adlı bir bildiri hazırlamış ve göndermiştir. Bu arada müzik dalında yazdığı
16 sayfalık Yeni Şarkılar (1927) adlı bir kitapçık da vardır.
Ruhselman’ın
kitaplarından bahsederken; İNK kitabı öncesi eserleri ve İNK kitabına
yardımcı eserleri (iki küçük kitapçık) olarak ele alacağım. Bunun sebebi;
Ruhselman’ın da böyle yapmasıdır. İNK kitabını düzenleyip, arkadaşları
adına, şartlar oluştuğunda açılmak üzere, notere teslim ettikten sonra, önceden
yazdığı kitapların yeniden basımını pek istememiş, isteyenlere kısmen fotokopi
verilebileceğini söylemiştir. Ona göre İNK kitabı, ana bilgi kitabıdır
ve önceki kitaplarındaki bazı konulara açıklık getirmektedir. Bu yüzden Bedri
Ruhselman’ın metafizik görüşlerini İNK kitabı çerçevesinde üçüncü
bölümde ele alacağım, böylelikle İNK kitabı da gözden geçirilmiş
olacaktır.
İNK KİTABI ÖNCESİ ESERLERİ
Ruh
ve Kâinat kitabı,[106]
1946 yılında 3 cilt olarak yayınlandı. Toplam 1064 sayfadır (304+352+408). Bu
kitap Ruhselman’ın yaklaşık yirmi beş yılda hazırladığı en önemli ve bilinen
kitabıdır. Bu kitaptaki çoğu fikir ve görüş o zamana kadar hiç söylenmemişti.
Bu yüzden o zaman yadırgayanlar olmuş. Kitapta, insanların bedene bağlı
arzulara esir olup şuursuzca yaşamaları, oradan oraya sürüklenmeleri, kurtuluşu
sadece fen bilimlerinde ve doğa bilimlerinde aramalarına karşın, esas kurtuluşun
maneviyatta ve ruhsal bilgilerde olduğu ortaya konuyor. Burada önemli olan,
Ruhselman’ın ortaya koyduğu fikir ve görüşlerini deneylere[107]
dayandırmasıdır. Deneyden kastedilen, ruhsal irtibat celseleri ve bu celselerde
alınan bilgilerin, başka celselerdeki bilgilerle karşılaştırılmasıdır. Bu yolla
mucize gibi görünen çoğu olaya, mantıklı ve bilimsel cevaplar verilebilmiştir.
Kitapta (üç ciltte) konular dokuz bölüm halinde ele alınmıştır. Şöyle ki: 1.
bölümde; insan ve bilgi, madde ve şuur, kâinat ve buut nedir ne değildir
konuları; 2. bölümde; ruh, ruh ve beden ilişkisi (ruh nedir, ruh bedene nasıl
etki eder, perispiri/ara beden/astral beden nedir?), ölüm, spatyom, enkarnasyon
(doğum, bedenlenme) konuları; 3. bölümde; realite, tesadüf, imajinasyon, determinizma,
tekâmül konuları; 4. bölümde; perispri-beden münasebetleri, hipnoz[108] (perisprinin;
bedenden az çok ayrılmış, daha doğrusu bedenle münasebetlerini az çok gevşetmiş
bir hâli, yani bir degajman[109] hâli),
psikolojik infisal[110] (bedenin
kendiliğinden gevşeyerek dış dünya ile bağlantısını kesmesi, hayal âlemine
geçmesi), ekminezi[111] (yaşamın
herhangi bir kesitini bütün teferruatı ile hatırlama, unutulanları hatırlama),
dedublüman[112]
(kendisini bedenen başka bir yerde tezahür ettirmek), materyalizasyon ve
demateryalizasyon[113] [114] (bir
şeyin hiç yoktan ortaya çıkması veya kaybolması, madde olma veya maddelikten
çıkma hâli), idrak konuları; 5, 6, 7, 8 ve 9. bölümlerde, reenkarnasyon konusu
ele alınmaktadır.
Ruhselman,
son beş bölümde, yani üçüncü cildin neredeyse tamamında (363 sayfa)
reenkarnasyondan11 bahsetmektedir. Bu önemli kavramı da üçüncü
bölümde ele alacağım. Ruhselman’ın ortaya koyduğu Neo-Spiritüalizm görüşünde,
amaç tekâmül etmektir. Amaç tekâmül etmek olunca da reenkarnasyon zorunlu olur.
Bu dokuz bölümün sonunda, ‘Sözün Kısası’[115]
bölümünde, 41 madde halinde, Neo- Spiritüalizm’in ve dolayısıyla kendi
ilkelerini ortaya koymaktadır.
Ruhlar
Arasında kitabı,[116]
1949 yılında yayınlandı. 195 sayfadır. Ruhselman, bu kitabında ruhsal
varlıklarla irtibat nasıl kurulur, spatyom hayatı nedir, intihar edenlerin,
katillerin, hasislerin ve bencillerin, avarelerin, kibirlilerin, bilgisizlerin
ve dogmatiklerin spatyom hayatı nasıldır, yine spatyomdaki teşevvüş
(şuursuzluk, bocalama ve karışıklık hali) hâli nasıldır sorularına cevaplar
vermektedir. Bu cevapları verirken kendisinin ve yabancı spiritüalistlerin
yaptıkları celselerden faydalanmaktadır. “Ruh, dünyamızda ve madde
kâinatında ancak maddi vesaitle (araçlarla) tezahür zemini bulan müessir bir
kudrettir. Bu kudret mütemadi bir tekâmül halindedir. Şu hâlde, ruhlar derece
derece yükselerek birbirinden ayrılırlar .”[117]
Ruhselman, kitabında, tam katılmamakla beraber, Allan Kardec’in ruhsal varlık
tasnifine de yer vermiştir. Buna göre 3 ana ve 10 alt sınıf ayırımı yapılmıştır.[118] Şöyle
ki; 1. grup: saf ruhlar (1. sınıf), 2. grup: iyi ruhlar (2, 3, 4 ve 5.
sınıflar), 3. grup: mütekâmil olmayan ruhlar (6, 7, 8, 9 ve 10. sınıflar).
İnsanların
ölümden sonra, ruhsal varlıklarının tekâmül derecelerine göre, az çok
geçirecekleri ilk safhaya teşevvüş hâli deniyor. Bu hâl, dünyada yapılan
ve yapılamayan vazifeler hakkında bir muhasebe ve murakabe hâlidir. Bu hâl,
‘spatyom hayatının’[119] ilk
aşamasıdır. Bu aşamada; a) Ruhsal varlıkların birçok melekeleri henüz
gelişmemiştir veya kapanık haldedir, araştırıcı ve keşfedici kudretleri de
uyuklama halindedir, b) İmajinasyon halindedir, dünya yaşamından şuur
alanında kalan, otomatik iradesinin getirdiği imajinasyonlarından sıyrılamaz, c)
Spatyoma yeni geçmiş ruhsal varlıkların, dünyadan henüz yeni ayrılmış
olmalarından dolayı, dünyasal arzularından, alışkanlıklarından
ayrılamamışlardır. Spatyom hayatının 2. aşamasında; ruhsal varlık yavaş yavaş
öldüğünü idrak eder, çevresindeki varlıklarla münasebet kurar (şuurlu tahayyül
devresi). 3. aşamada ise; ruhsal varlıklar, tekâmül derecelerine göre oldukça
ilerlemiş, bilgi, görgü ve tecrübeleriyle, bazen de daha yüksektekilerden
aldıkları yardımlarla, kâinatın ahenk ve nizamını sağlayan ilâhî kanunları
uygulamaya kendi kudretleri çerçevesinde hak kazanmışlardır.
Allah
kitabı,[120] 1951
yılında yayınlanmıştır. 127 sayfadır. Ruhselman bu kitabında Allah (Kâdir-i
Mutlak, Yaradan, Yaratıcı) mefhumunu, yine ruhsal varlıklarla yaptığı
celselerden elde ettiği bilgiler, felsefî araştırmaları ve tefekkürü çerçevesinde
ele almaktadır. Ona göre Allah’ı aramanın iki yolu vardır: 1) Objektif
araştırma yolu, yani eşya, olaylar ve varlıklar aracılığı ile araştırma.
Yaratılana bakıp Yaradan’ı anlama yolu. 2) Sübjektif araştırma yolu,
yani iç âlemdeki kudretlerin idraki yoluyla, kalp ve tefekkür ile araştırma
yolu. Bu iki metot ayrı değil, birlikte kullanılmalıdır. “ Sübjektif yüksek
ruh faaliyetlerine ancak objektif ruh faaliyetlerinin hazırlayıcı ve
yetiştirici yardımları ile ulaşılabilir.’[121]
Ruhselman’a göre; beşerî idrakle, Mutlak (Kâdir-i Mutlak, Allah) hakkında bir
şeyler söylemek gerekirse, Onun hiçbir şeyle, hiçbir şekilde nispet ve kıyas
kabul etmediğini, Ona hiçbir kıymetin yakıştırılamayacağını düşünmek ve kabul
etmek gerekir. ‘Mutlak mefhumunun’[122]
kavranması imkânsızdır. O halde; Mutlak’a hiçbir sıfat izafe edilemez, O
hiçbir şeyle benzerlik ve zıddiyet kabul etmez, her türlü noksanlık ve
tamlıklardan münezzehtir, Ona hiçbir şey tesir edemez, Ona beşeri idrakle
anlaşılabilen ve yokluğa nispet edilen bir varlık mefhumu da izafe edilemez,
Onun varlığını hiçbir yaratılmış idrak edemez ve edemeyecektir. Mutlak
değişmez. O, zamandan ve mekândan münezzehtir.[123]
“Allah
’ı bulmazdan önce, insanın kendi hakikî varlığını araması ve bulması lazımdır.
Kendisini kaybetmiş ve bir madde yığını içine bütün kıymetleri ile birlikte
ruhunu gömmüş bir insan; Allah ’ı ne duyabilir, ne bulabilir, ne de arayabilir.
Bu da bir hakikattir.”[124]
Her insanın Allah’ı duyuşu, Allah’a yönelişi, erişmiş olduğu tekâmül
seviyesinin sağladığı kudret ve kapasite ile uyumludur. Ruhselman, kitabını
‘Allah’a Yakarış’[125] adını
verdiği güzel bir dua ile bitiriyor (EK 4). Bu dua hislerine tercüman olmuştur.
Medyomluk
Medyomluk
kitabı,[126] 1952
yılında yayınlanmıştır. 66 sayfadır. Bu kitap, merkezi Londra’da bulunan Uluslararası
Ruhçuluk Federasyonu’nun (International Spiritualist Federation - ISF) 1951
Eylül ayında Stockholm’de (İsveç) tertip etmiş olduğu kongrede, Dr. Bedri
Ruhselman’ın İngilizce olarak takdim ettiği raporun Türkçe yayınıdır. Bu
raporun İngilizce orijinali 62 sayfa olup 1951’de İstanbul’da yayınlanmıştır.
Raporun tam adı; Medyomluk ve Ruhların Dünyamızdakilerle Görüşme ve
Münasebetlerinin Neo-Spiritüalizma Görüşü ile İlmî izahı1 dır.
Orijinal adı ise Study and Exposition the Mediumship and the Relation and
Communication Between the Incarnate and Disincarnate Beings, According to the
Idea of the Neo- Spiritualism1 dir.. Bu rapor kongrede
takdim edildiğinde çok büyük beğeni almıştır. Bu konu üzerine yapılmış, bütün
yönleriyle ilk detaylı araştırmadır. ISF Başkanı P. J. Hitchcock’un, kongre
sonrasında, Ruhselman’a gönderdiği yazının tercümesi şöyledir:
Uluslararası Spiritüalizma (Ruhçuluk)
Federasyonu-Londra
1 Ekim, 1951
Aziz Dr. Ruhselman,
1951
Stockholm kongresine takdim edilmiş olan raporunuzu çok büyük bir alaka ile
okudum. Bu raporda yapmış olduğunuz işten dolayı sizi hayranlıkla tebrik etmeme
müsaade etmenizi bekliyorum. Bunun ilmî bir vesika olduğuna inanarak henüz
raporunuzu almamış bulunan milletlerarası spiritüalizma gruplarına raporunuzun
suretlerini gönderiyorum. Aynı zamanda onun kıymetini takdir edecek hususî
azalara da gönderiyorum... İlh.
Başkan: P. J. Hitchcock[127]
Raporun
birinci kısmında, konuyu genel olarak ele alan Ruhselman, medyumluğun; spatyom
denilen ruhsal varlıklar âlemi ile üç buut şartlarının geçerli olduğu dünya
arasındaki münasebet, tarz ve imkânların tetkik ve izahını gerektiren bir konu
olduğunu düşünmektedir.[128] İnsan
(ruhu), fizik bedeni ile dünya hayatı içinde faal ve müessir bir varlıktır. Bir
varlığın herhangi bir ortamda yaşaması demek; onun orada meydana gelen olaylara
fikriyle hisleriyle ve eylemleriyle karışmış olması demektir. Ama bunun aksine
o varlık hiçbir duygu almaz ve o olaylar üzerinde müessiriyet göstermezse, o
varlığın yaşadığı kabul edilemez. Bu durumda, bir olayın meydana gelmesi için; a)
Az çok ince veya kaba (frekans bakımından) maddi unsurlardan meydana gelmiş
bir ortamın, b) Bu unsurlar üzerine etki edebilecek
hareketlerin, c) Bu hareketleri meydana getirme kudretine sahip bir
âmilin mevcut olması gerekir. Bu üç şartın mevcut olmaması durumunda
herhangi bir olayın meydana gelebileceğini söylemek, ilmî realiteye uymaz.
Örnek olarak; bir taşın gelerek camı kırması, cam olmasa kırılacak bir şey
olmazdı (ortam), hareket halinde olan bir taş olmasaydı cam kırılmazdı
(hareketli taş, taş+hareket) ve taşa hareketi veren biri olmasaydı cam
kırılmazdı (âmil). Ruhselman, medyum ve medyumluk olayını, ki ortada böyle bir
gerçek vardır, bu şekilde ele alıp incelemektedir.
Perispri
(ara beden, astral beden) denilen ruhsal varlık, ruhun dünyadaki tesir
aracıdır. Perispri olmadan bir ruh dünya varlıkları üzerinde hiçbir müessiriyet
gösteremez. Ruhun müessiriyet kudretleri perispride tezahür eder. Ama biz,
dünyada, bu perispri tezahürlerini ruhun tezahürleri olarak kabul ediyoruz.
Dünya varlıklarına perispri üzerinden gelen bu tesirler, hislerimiz ve duyu
organlarımız tarafından sinir sistemimize (beynimize-kumanda merkezimize)
iletilir ve böylece hareketler meydana gelir. Bu hareketler ve olaylar sonucu
meydana gelen bizdeki idrak ve etkiler aynı şekilde geri dönerek perispri
üzerinden ruha intikal eder ve onda fehim (anlayış, kavrayış) denilen hâli
oluşturur. O hâlde herhangi bir idrakin oluşması için, önce bu idraki
meydana getiren olayın gerçekleşebilmesine ve bunun için de bir ortama ihtiyaç
vardır. Bu ortam perispridir. ikinci olarak, bu ortama tesir edecek hareketleri
taşıyan unsura ihtiyaç vardır. Bu tesirdir. Son olarak da bu tesirleri meydana
getirecek bir âmil gereklidir. Bu da sinir sistemimizin muhtelif merkezleridir[129] Medyumik
yetenekleri olan kimselerin ruhsal varlıklarla kurdukları tesir alışverişi de
bu şekilde meydana gelmektedir. “Ruhun maddelerden intibalar alması ve madde
üzerine tesir etmesi, elbette ancak bir takım hadiselerin meydana gelmiş olması
sayesinde ispatı mümkün bir realite hâline girer. Ruhta kalmış ‘Sübjektif’ veya
dışarı aksetmiş ‘Objektif’ ruhî faaliyete ait hiçbir hadise göstermeyen ruhun,
herhangi bir muhitteki hayatından bahsetmek abes olur.”[130]
Buradan şu ortaya çıkıyor ki, ruhun dünyada yaşayabilmesi (maddeye etki
edebilmesi, etkisini gösterebilmesi) için maddi bir bedene ihtiyaç duymasının
zorunlu olduğunu kabul etmek gerekir.
Ruhselman,
raporunda, bu düşünceyi kuvvetlendiren fizik, fizyolojik ve ruhsal düşüncelere
ve gözlemlere yer vermektedir. Şöyle ki:
Fizik değerlendirmelerde;[131] spatyom
ve dünyamızdaki buut farkı ortaya konarak ve Mendeleyev’in element tablosundan
yola çıkarak perisprinin maddesinin, bilinen dünya maddelerinden olamayacağı
delillendirilmektedir. Yani perispri, dünyamızın atom ve molekülleri arasında
bulunamayacak, beşerî idrakle anlaşılamayacak kadar seyyal bir yapıya sahiptir.
Perispri denilen şey, dünyada bulunup, insanlar tarafından bilinmeyen madde
hallerinden birisidir.[132]
Perispri, maddelerin manyetik alanlarından ibarettir.[133]
Fizyolojik değerlendirmelerde;[134] insan
vücudundaki her faaliyetin, fizyolojik olarak sinir sistemine bağlı olduğu,
vücudun gerekli organlarını sinir sisteminin yönettiği, sinir sistemini de
harekete geçirenin perispri olduğu ortaya konmaktadır. Perispri, bu harekete
geçirmeyi sinir sisteminde bulunan çok ince (yüksek frekanslı) bir madde olan sinirsel
akışkan ile yapmaktadır. Ruhselman’ın, bu sinirsel akışkanın varlığını
nasıl delillendirdiği konusuna fazla girmeyeceğim. Ama kabaca günümüzden, radyo
ve televizyon yayınlarından örnek verilebilir. Basitçe anlatırsam; burada ses
ve görüntü enerjileri, verici de kodlanarak, elektrik enerjisine çevrilmekte ve
bu kodlu enerji de elektro manyetik sinyallerle anında alıcıya iletilmektedir.
Biz bu elektro manyetik sinyalleri göremiyoruz, depolayamıyoruz ama varlar ve
yayını naklediyorlar. Yani taşıyıcı görevi görüyorlar. Alıcı da hangi frekansa
ayarlı ise o yayını alarak tekrar ses ve görüntü enerjisine dönüştürüyor. İşte
yukarıda anlatılan sinirsel akışkan, bu elektro manyetik sinyaller gibi işlev
görmektedir. Bu sinirsel akışkan kaybolursa veya vazife yapamazsa perispri
hiçbir şekilde bedene tesir edip intiba alamaz ve ruhî herhangi bir idrak
oluşmaz. Ölüm hadisesi de böylelikle meydana gelir.[135]
Ruhselman, sinirsel akışkanı (asabî seyyale) dünyanın en akışkan (frekans
olarak en yüksek) ve ancak sinir sistemi içinde mahiyetini ve inceliğini
koruyabilen bir cevher olarak kabul ederek, perisprinin bundan daha yüksek bir
akışkanlık derecesinde bulunduğunu ve bu yüzden perisprinin dünyanın maddî
ölçüleriyle anlaşılamayacağını vurgulamaktadır. Dolayısıyla, kendisiyle özel
bir şekilde ayarlanmış bulunan sinirsel akışkandan mahrum kalmış bir
perispriye, herhangi bir dünya maddesi ile bağlantı yapması için, başka
varlıkların sinirsel akışkanları da artık yardımcı olamaz.[136]
Spiritizma bakımından;[137]
ruhsal araştırmalar yoluyla alınan sonuçlar, ölüp spatyoma intikal etmiş
varlıkların (perispri) artık dünyadan doğrudan doğruya tesir alamadıklarını
izah ve hatta ispat edici niteliktedir. Ruhselman konuyu üç yoldan ele
almaktadır. Sonuçları şöyledir:
Spiritüalist değerlendirmeler; ilâhî irade
kanunu ve bunun anlayışımız bakımından tecellisi olan alaka kanununa göre, her
âlemde her madde safhasında (bitki, hayvan, beşer, vs.) yaşayan varlıkların
doğrudan doğruya maddî tesir sahaları, ancak kendi perisprilerinin o âlem için
ayarlanmış sınırları içerisinde meydana gelir ve onun dışına çıkamaz. Ancak o
varlık artık başka bir maddi safhaya geçecekse, tabiat kanunları çerçevesinde,
perisprisinde geçeceği âleme uygun gerekli değişiklikleri yapar. Ruhsal
varlıklarla dünya arasında herhangi bir medyum aracılığı olmadan irtibat kurmak
mümkün değildir. Bunlar ruhçularca bilinen ve kabul gören olaylardır.[138]
Spirit gözlemler; çeşitli ruhsal
bağlantılarda gözlemlenen bilgiler ve olaylar grup grup ele alınıyor. Birinci
grup gözlemler; aslında telepat (zihinsel bağ kurabilen kimse) olmayanların
medyumluklarında, ruhsal varlıklarla medyumun çevresinde hazır bulunanlar
(hâzırun) arasında telepatik (zihinsel) belirtiler ve düşünce aktarımı mümkün
olmaz. İkinci grup gözlemler; operatörler (celseleri yöneten ve soru soran
kimseler) tarafından iyi düzenlenmeyen ve karışık sorulduğu için veya medyumun
herhangi bir anlayışsızlığı yüzünden, medyum tarafından anlaşılamayan sorulara
ruhsal varlıklar da cevap veremezler. Yani doğru ve net cevaplar için
medyumların bu soruları iyice anlamış olmaları gerekir. Otomatik medyumluk gibi
bazı özel durumlarda bu değişir (raporun ikinci kısmında anlatılacak). Bu gruba
ait diğer önemli bir sonuç; özellikle pek ilerlememiş durumda bulunan ruhsal
varlıkların, bazı sebeplerden dolayı operatörün sorularını işitmemesi gerekir.
O soru, ruhsal varlığın o sırada spatyomdaki durumunu ve tekâmülünü
güçleştirebilir, ruhsal varlık operatörün sorusuna cevap verebilme liyakatine
ve kudretine sahip değildir ya da cevabın insanlar arasında yayılması
sakıncalıdır, operatör ve hâzırun sorulan soruyla ilgili verilecek cevaptan
henüz fayda sağlayamayacaklardır. Bu ve buna benzer daha başka sebeplerden dolayı,
o sorunun cevaplanmaması gerekiyorsa, ya ruhsal varlık baştan savma cevap
verir, ya da, bunu idrak edecek liyakat ve kudrette değilse, daha yüksek bir
planın müdahalesi ile o soru ruhsal varlığa iletilmez, medyumun iletmesi
engellenir. Transtan çıkarılan medyum, soruyu anlasa bile tekrar transa girince
yine nakledemez. Üçüncü grup gözlemler; ruhsal varlıklar sadece dünyada değil,
celse esnasında medyumla irtibat halinde olsalar bile, celse odasında da
meydana gelen olaylardan haberdar değildir. Ruhsal varlıklar, medyumlara tebliğ
verirken onların bu tebliğleri nasıl, ne şekilde ve hangi dille naklettiklerini
bilemezler. Medyumun bilgisi, kelime hazinesi vs. de naklettiği tebliğin
sıhhati ve doğru anlaşılması bakımından çok önemlidir. Dördüncü grup gözlemler;
bu gruptaki örneklerin sonuçları da üçüncü grup gibidir. Ruhsal varlıkların,
dünya ile bir ilgilerinin olmadığı, hatta bu ilgisizliklerinin celse
odalarındaki olaylar için de geçerli olduğu anlaşılmaktadır.[139]
Spiritüalist tebliğlere göre; bu bölümde
Ruhselman’ın ruhsal varlıklardan tebligatlar yoluyla elde ettiği bilgiler
anlatılmaktadır. Tüm bu bilgilerden çıkan sonuçlar; ruhsal varlıklar doğrudan
doğruya perisprileri aracılığıyla dünya maddelerini etkileyemezler ve onlardan
etki de alamazlar. Ruhsal varlıkların dünya maddeleriyle ve olaylarıyla olan
münasebetleri, ancak dünyada yaşayan varlıkların perisprileri aracılığıyla
mümkün olur.[140]
Ruhselman,
raporunun birinci kısmında, yukarıda anlattığımız gibi, medyumluk hakkında
genel bilgiler vererek konuyu açıklamaya çalışmıştır. Raporunun ikinci kısmında
ise medyumluğu Neo-Spiritüalizm’e göre ele almıştır. Ruhselman’a göre;
medyumluğun ilmi esasları üzerine inşa edilmiş spiritizma görüşü, diğer
akademik ilimlerde olduğu gibi, ama onlardan daha kapsamlı, ilme dayanan,
felsefî, ahlâkî ve en önemlisi ilâhî bir konudur.[141]
Neo-Spiritüalizm’e göre; medyumluk, dünya ile irtibatları kesilmiş ruhsal
varlıkların (perisprilerinin), dünyadaki insanların ruhsal varlıkları
(perisprileri) üzerindeki tesir ve faaliyetlerinin, yine bu insanların ruhsal
varlıkları (perisprileri) tarafından, psiko-fizyolojik yollarla, dünyada zihnî
veya fiziksel belirtiler şeklinde açığa çıkarılması halidir. Medyumluk,
hangi tarz ve safhada olursa olsun, ruhsal varlığın (perisprisinin) kendi bedeni
üzerindeki etkisini kullanma işine bağlı bir faaliyettir. Ruhsal varlığın bu
faaliyeti, bir tür konsantrasyon ile başlar. Bu konsantrasyon ise, ruhsal
varlığın, o sırada, medyumluk icabı olan bütün psiko-fizyolojik çalışmalar
üzerinde faaliyetlerini toplaması demektir. Bu da insanın dünyadaki maddî âlem
ile bağının az çok kesilmesini gerektirir.[142]
Ruhselman, İnsanlarla ruhsal varlıklar arasında kurulacak irtibatın çeşitli
safhaları olduğunu öne sürerek, bu safhaları ayrı ayrı ele almaktadır. Bunlar;
1) Psişik Safha, 2) Metapsişik safha ve 3) Fizyolojik ve fiziksel safhadır.
Psişik safha, [143]
sadece ruhsal varlıklar arasındaki, yani perispriler arasındaki, irtibattır.
İki dünya dışı varlığın birbiri ile görüşmesi söz konusudur. Ruhlar spatyomda
ancak perisprileri vasıtasıyla varlıklarını gösterebilirler. Dolayısıyla,
perisprisiz bir ruhun madde kâinatında varlığını gösterebilmesi, yaşayabilmesi
mümkün değildir. Ruh, bu perisprisi ile sonsuz madde kâinatında bir mekân (yer)
tutar ve bağlandığı bedeni ile tesir alışverişinde bulunur. Ancak birinci
kısımda anlatıldığı gibi, perispri, maddî olmakla beraber, bizim tabi
olduğumuz üç buutlu âlemimizin maddelerinden ayrı, çok ince (yüksek frekansta),
algılayamayacağımız bir maddeyi haizdir. Ruhsal varlıkların, yani ölmüş
veya yaşayan insanların perisprilerinin, bulunduğu spatyomda bizim anladığımız
manada ne mekân ne zaman ne de hareket vardır. Orada sonsuz seyyâliyetlerde
(inceliklerde, frekanslarda, vibrasyonlarda) çeşitli yaşam sahaları vardır.
Dünyamıza en yakın olan bölgelerde dahi bizim üç buut realitemize uygun veya
benzer hiçbir hareket yoktur. Perispriler, ne kadar mütekâmil ve dünyanın
(maddenin) cazibesinden kendilerini kurtarmış olurlarsa, spatyomda o kadar daha
yüksek titreşim bölgelerinde bulunma, yani sempatize olma, imkânına kavuşurlar.
Bu bir tekâmül meselesidir. Her perispri, kendi çevresinde bulunan diğer
perisprilerle, o çevrenin şartlarına (icaplarına)
uygun bir şekilde irtibat kurar.
Spatyomda görüşmek isteyen perispri, bizim üç buutlu realitemizde
anlayamayacağımız,
kıyaslayamayacağımız, bir çeşit çok yüksek titreşim ile görüşme isteği gönderir
ve bu istek başka bir perispri ile sempatize olabilir ve kabul edilirse görüşme
başlar. Bunu, daha önce kabaca örnek verdiğimiz, radyo frekanslarının yayını ve
alınması gibi düşünebiliriz. Sempatize olma, dünyaya bağlı, nispeten daha kaba
frekanstaki, perisprinin ve dünya ile bağını koparmış, nispeten daha ince
frekanstaki perisprinin durumlarını birbirlerine göre ayarlamasıdır. Burada
bahsedilen tanımların, spatyomdaki maddelerin ve titreşimlerin, tamamen
sembolik olduğunu hatırlatalım. Bunlar bizim üç buut realitemize göre benzerlik
gösterir ancak aynı değildir. Anlayabilmemiz için benzetme yapılarak kıyasen
söylenmiştir. Bir serbest ruhun irtibata girebilmesi için, medyumun ya da
herhangi bir insanın, ruhsal olarak, az çok maddî bağlarından ayrılmış olması
gerekir. Örnek olarak trans hali, somnambül hali (uyurgezer), koma, baygınlık,
uyku hali gibi. Bu durumda, yani kendini az çok serbestleştirmiş olan insan
ruhunun, irtibata geçtiği ruhtan aldığı veya ona verdiği bilgiler orada kalır,
tekrar bağlantı koptuğunda bu bilgileri hatırlamaz, ancak dünya hayatındaki
bilgilerini orada hatırlar.[144]
Ruhselman bu kanıya, yapmış olduğu irtibat celselerinde elde ettiği bilgilerden,
medyumik çalışmalarından, gözlemlerinden ve diğer spiritüalistlerin
tecrübelerinden faydalanarak varmıştır.
Psişik
safha, perisprileri vasıtasıyla iki ruh arasında geçen ve birtakım manaları
taşıyan vibrasyonların alınıp verildiği bir safhadır. Bu yüzden asıl görüşme bu
safhada olmaktadır. Burada ruhtan ruha (perispriden perispriye) geçen bu
vibrasyonların taşıdığı manalar, dünyamızda olduğu gibi bir takım imgelere
bürünmüş değildir. Bu imgeler (imajlar) meselesi çok önemlidir. Bütün imgelerimiz,
maddî idrakimizin ihtiyaç gösterdiği oranda, bir takım manalara işaret eden, üç
buutlu âlemimizin maddî şartlarına bağlı birer sembol ve idrak vasıtasıdırlar.
Yani mana imge demek değildir, hatta ondan tamamen ayrı ve bağımsızdır. Üç buut
realitesinde yaşamaya mecbur olan insanlar, pek tabiidir ki, ruhun öz dili olan
manaları anlamak için böyle maddî imgelere ve sembollere muhtaçtırlar. Bu
maalesef kanıksanarak unutulmuştur. Hakikatte, bütün madde âlemi ancak manaları
taşıyan birer imgedir, birer semboldür. İmgelerin ve sembollerin taşıdığı
manalar ruhtan gelir. Manalar ruhun, imgeler de maddenin malıdır. Mana da,
ruhta oluşan herhangi bir duygunun idrakidir diye tanımlanabilir.[145] Bizler,
üç buutlu realitemizde, duygularımızı imgelerle ve sembollerle (renkler,
şekiller, sesler, kelimeler, işaretler gibi) ifade edebilmekteyiz. Örnek
olarak; ‘korku’ kelimesi her dilde farklıdır, ama onun içerdiği mana (his) hep
aynıdır. Korkuyu ifade eden farklı farklı semboller, imgeler tek bir manayı
(korku hissini) anlatır. İmgeler, ruha manaları aktarma rolünü oynayan maddî
oluşumlardır. Anlaşılacağı gibi, spatyomda perispriler vasıtasıyla yapılan
bilgi alışverişleri ve görüşmeler, manaların aktarılması şeklinde
gerçekleşmektedir. Medyumun ruhunda (perisprisinde) manalar halinde toplanan bu
bilgiler (vibrasyonlar), sinirsel akışkanlar sayesinde maddî imgelere bürünerek
sinir sistemine aktarılır.[146] Her ne
kadar konuya girmeyeceksem de, Ruhselman’ın bu izah tarzının; öldükten sonra
spatyomdaki
‘teşevvüş’[147] halinin
(kabir azabı da diyebiliriz), tasallut ve obsesyon[148]
vakalarının vs. açıklanmasına çok yardımcı olduğunu söyleyeyim.
Özetlersem,
ruhlar arasındaki psişik irtibat (görüşme, bağlantı) sadece manalar halinde
kalırsa ve sinir sistemine geçmezse, bu bağlantının insanların bilinç ve
idrakinde yer tutabilmesi mümkün değildir. Bunun mümkün olabilmesi için,
medyumun ruhunda (perisprisinde) toplanmış bulunan manaların, birtakım psişik
ve fizyolojik işlemlerle daha maddî vasıtalara aktarılması ve bu vasıtaların
taşıyabileceği yoğunluktaki (uygun vibrasyonlara) imgelere ve sembollere
dönüştürülmesi gerekir. İnsanın bağlı bilinç ve idraki, ancak bu işlemlerden
sonra manaları anlayabilir. Ruhlarla görüşmenin psişik safhasından ayrıldıktan
sonra medyumluğun diğer safhalarına geçmeden olağan hayatına dönen bir insanda,
ruhlarla görüşmeye dair zihnî ve fikrî hiç bir iz kalmaz. Medyumluğun asıl
ortaya çıkışı ikinci ve üçüncü safhalardadır.[149]
Metapsişik safha[150],
medyumluğun psişik ve fizyolojik safhaları arasındaki geçiş safhasıdır.
İnsanlarla ruhsal varlıklar arasındaki ilişkiler ve görüşmeler sadece psişik
safhada kalsaydı, dünya idrakinde bir izi olmazdı. Ancak medyumluk da bir
gerçektir. O halde, medyumlukta birinci safhanın her ne kadar doğrudan doğruya
görülecek ve anlaşılabilecek bir tarafı olmamasına rağmen, belirtiler
açısından, medyumluk bu metapsişik ve fizyolojik safhada ortaya çıkar
denebilir. Medyumluk olayını ortaya çıkaran sübjektif belirtiler bu safhadaki
psiko nörolojik olaylardır. Bundan sonraki fizyolojik safha da medyumluğun objektif
safhasıdır. Psişik safhada aktarılan manalar, bu safhada medyumun perisprisi
tarafından bir takım imgelere dönüştürülür ve medyumun ilgili beyin
merkezlerine iletilir. İşte perispriyle sinir sistemi arasındaki bu faaliyete
metapsişik safha diyoruz. Bu faaliyet karşılıklıdır. Yani bu safhada, dünyaya
bağlı bir perispri iki yönlü çalışır; manalar sembol ve imgelere (maddî
temas-bağlı olduğu maddî niteliğe uygun titreşimler), sembol ve imgeler de
manalara (ruhsal temas-ruhsal manalarla ilgili titreşimler) dönüşür. Dünyadan
yeni ayrılmış, yani dünya ile bağını yeni kopartmış, ruhsal varlığın
(perisprinin, dolayısıyla ruhun), az veya çok, bir süre ruhsal hayata
alışamamasının (teşevvüş hali) sebebi de, perisprinin maddî yönünün henüz
faaliyette olması ve spatyomun yüksek titreşim seviyesine uyum sağlayamamış
olmasıdır. Bu imgelerin ve sembollerin insan idrakinde ortaya çıkması, çeşitli
psiko nörolojik haller şeklinde olur. Örneğin bu haller; uyku sırasında rüya
olarak, koma, baygınlık, dalgınlık sırasında hezeyanlar olarak, vecd
(konsantrasyon hali) esnasında rüyet (kalp gözü ile görme) olarak belirir. Bu
hallerin uyanık halde olanlarına psikologlar halüsinasyon demektedirler.[151]
Fizyolojik ve fiziksel safha[152],
medyumluğun objektif sahasıdır. Dolayısıyla medyumluk belirtileri bu safhada
görülür. Önceki safhada sübjektif olarak medyumun zihninde yerleşmiş olan
imgeler ve semboller bu safhada, fizyolojik ve fiziksel vasıtalarla, ortaya
çıkar. Bu ortaya çıkma, medyumun (ruhsal varlığın değil) fiziksel yeteneklerine
göre, olağan veya olağandışı yollardan olur. Şöyle ki:
Olağan
morfolojik organlar; el, ayak, kafa gibi beden organları yoluyla ortaya çıkan
belirtilerdir. Bu belirtiler de üç kısımda ele alınabilir;
al)
Bunlar
doğrudan doğruya el ve ayak gibi organların meydana getirdiği, doğrudan doğruya
hareket halinde görülen belirtilerdir. Bunlar; medyumun önündeki masaya
vurması, tıklatması, yumruk atması; harfler ve sayılarla basit tebliğler ve
ifadeler; fincan sürükleme (fincan celselerinde), masayı, sandalyeyi itekleme;
farklı dillerde yazılar yazma; medyumun kas gücüyle ilgili her türlü
hareketlerdir. Otomatik veya sezgisel medyumluk da denir.
a2)
Bunlar
da ses ve söz meydana getirebilen organlarla ortaya çıkan belirtilerdir. Bu
kısımdaki belirtiler; sevinç, hayret, haykırmak, korku, ıstırap, ümitsizlik,
inleme, bütün konuşma ve sesler, ağlamalar, gülmeler, bağırıp çağırmalardır.
a3)
Bunlar;
tavır ve hareketler, mimikler, jestler, bakışlar gibi birtakım hallerde, bazı
manaların ifade ediliş belirtileridir. Bu halin en belirgin özelliği yüz
ifadeleridir. Enkarnasyon medyumluğu da denir.
b)
Olağandışı
neo-formasyonlar (radyasyonlar, ektoplazmalar); her ne kadar bu grupta toplanan
belirtiler (a) grubundakilerle benzerlik arz etse de, bunlar da yine medyumun
ruhsal faaliyeti sonucunda ortaya çıkan bir takım olağandışı geçici
belirtilerdir. Bu gruptaki belirtiler daha akışkandır (daha yüksek
titreşimlidir). Aslında insanlardaki çeşitli karakterli bazı radyasyonların
(elektro manyetik radyasyonlar ve iyonize etmeyen radyasyonlar gibi) hayatî
önemi vardır. Bu gruptaki belirtilere sebep olan oluşumlar; vücuttan çıkan ısı,
elektrik ve manyetik etkenler; manyetizörlerin auraları ve manyetik
akışkanları; okültist (gizli öğretilerle uğraşan, doğaüstü güçleri olan) bazı
araştırmacıların düşünce biçimleri; hatta irtibat kurulan ruhsal varlıkların
ektoplazmaları, fantomları, materyalizasyonları, kaba maddeleri hareket ettiren
tesirleridir. Burada adı geçen radyasyonlar ve de ektoplazmik oluşumlar ruhsal
varlığın değil, bedenin materyalleridir. Bu husus önemlidir. Bu grubun
belirtilerini de iki kısma ayırarak ele alalım;
b1)
Bu
grup belirtiler insanlardan çıkan radyasyonlarla ilgilidir. Bu radyasyonlar,
ruhsal varlığın faaliyeti derecesinde, diğer maddelerin parçacıklar arası
bağlarına tesir ederek, maddelerin bünyelerinde bazı değişimlerin meydana
gelmesine sebep olurlar. Yani o maddenin akışkanlık kazanmasına (titreşiminin
yükselmesine) sebep olurlar. Celse esnasında bu titreşimler yeteri kadar
yükselirse demateryalizasyon olayları meydana gelir. Sonra bu radyasyonların
tesiri azalınca, eski haline dönme hali olur ki, buna da materyalizasyon
deniyor. Celse sırasında cisimlerin hafifleyerek kendi kendine havaya kalkması
(levitasyon) da bu grup belirtilerdendir. Ayrıca celse sırasında ortaya çıkan;
ışık saçan cisimler, darbeler, masa-sandalye gibi materyallerin hareket
etmeleri, işitilen her türlü ses ve gürültüler, kendi kendine çalan müzik
aletleri, fantomlar gibi belirtileri de bu gruptan sayabiliriz. Telepat,
durugörülü, radyestezist gibi hassas yetenekli insanların durumu da bu gruba
girer. Burada ortaya çıkan bütün bu akışkan (seyyal) yeni oluşumlar
(neo-formasyonlar) ne ruhtur ne de perispridir, ancak medyumun perisprisinin
tesiri ile insan organizmasından çıkmış, dünyasal, maddî parçacıklardır.
b2)
Bu
grup belirtiler, (a) grubundaki belirtilerin biraz daha maddileşmiş halidir. Bu
gruba (b) grubunun ektoplazmik (ya da teleplazmik) safhası da denebilir.
Medyum, kendi ruhsal kuvvetiyle çıkarmış olduğu ektoplazma cevherinin maddî
özelliğinden faydalanarak (b1)de bahsedilen imge ve sembolleri, herkesin
görebileceği bir yoğunluğa kadar maddîleştirebilir (materyalizasyon).
Ektoplazma, (b1)de bahsedilen radyasyonların ileri derecede
maddîleştirilmesinden meydana gelen yeni oluşumlardır. Bu olayda hem
materyalizasyon hem de demateryalizasyon söz konusudur. Ruhselman’ın irtibat
celseleriyle bilgi aldığı ruhsal varlıklardan ‘Üstad’ın, bu konudaki
tebliğinden[153] özetle; “biliyoruz
ki, bir insan bedeni milyonlarca canlı ve ruh sahibi hüceyreden müteşekkildir.
Yani bir insan nasıl kendi beden faaliyetlerinde müstakil bir ruh sahibi varlık
ise, onun bedenini teşkil eden hüceyrelerin her biri de öylece müstakil, fakat
umumî beden organizasyonu nizamında insan ruhuna bağlı birer ruha maliktir.”[154] Medyumun,
dışarıda yeni bir organizma kurabilmek için, önce bedeninin herhangi bir
kısmını demateryalize etmesi gerekir. Bunun için medyum, olağandışı bazı
faaliyetlerle, mesela ‘kussmaul’[155]
ile, adeta vücudunu zehirlemeye çalışır. Bu hareketlerin sonucunda vücutta
biriken zehirli maddeler, medyumun perisprisinin belirlediği yönde, ama beyin
gibi hayati faaliyetleri bakımından önemli organlara dokunmadan, doğrudan
doğruya demateryalize olması istenilen hücreler ve organlar üzerinde toplanır
ve bir kısım hücrelerin ölmesine yol açar. Böylece perispri, bu hücrelerden
kalan organik maddeleri dağıtmaya başlar. Böylelikle atomlar giderek görünmez
olurlar. Perisprinin etkisi azaldığında veya aksi yönde değiştiğinde bu dağılan
atomlar tekrar birleşirler ve materyalize olurlar. Böyle yetenekleri olan
medyumun, bu gibi belirtiler esnasında veya sonunda, sağlık bakımından zarara
uğramaması için celse operatörü tarafından çok iyi kontrol edilmesi gerekir.
İşte spiritizma celselerinde görünen materyalize ruhsal varlıkların veya fantomların
niteliği ve oluşması, demateryalizasyon ve materyalizasyon olayları ile meydana
gelmektedir.
Medyumluğa
ait belirtiler esnasında, medyumun idrak ve iradesinin görünüp görünmemesi
bakımından üç farklı durum vardır; 1) Medyum kendi idrak ve iradesiyle
hareket etmiyor gibi görünür, mekanik medyumluk. 2) Medyumun
hareket hakkında idraki vardır, ama iradesi görünmez, otomatik medyumluk.
3) Medyum yaptığı işleri hem idrak eder hem de bunların kendi iradesiyle
olduğunu bilir, sezgisel medyumluk. İnsanın sinir sisteminin de üç türlü
faaliyeti vardır; a) Bilinçli ve iradî faaliyetler, b) Otomatik
faaliyetler, c) İdrakli ama iradesiz görünen faaliyetler. Beynin
organize ettiği bu faaliyetlere sebep olan perispridir, yani ruhsal etkidir. EK
1: Şekil 2.1’de perisprinin sinir sistemi ile olan bu etkileşimini şematik[156] olarak
verildi. Şemada görüldüğü gibi, perisprinin sinir sistemine, yani sinirsel
akışkan (insanın manyetik alanı, aurası) üzerine etkisi sonucu, beyinin biri
aktif, diğeri pasif iki türlü faaliyeti söz konusu olur. Bu faaliyetlerle
ilgili olarak da metapsişik ve fizyolojik sahalarda üç çeşit modalite (tarz,
biçim, görünüş) meydana gelir. Beynin aktif faaliyeti demek, perisprinin
ruhtaki manaları taşıyan imgeleri ilgili beyin merkezlerine de yerleştirmesi
demektir (beynin göreceli faaliyeti, activite). Beynin pasif faaliyetinde ise,
perispri ruhtaki manaları taşıyan imgeleri, yine sinir sistemi kanalıyla, beyin
merkezlerine yerleştirmeden hareket organlarına gönderir (beynin göreceli
eylemsizliği, passivite). Perispri ile organizma arasında bu pasif beyin
mekanizması yolu daima açıktır. Bu yolu bile tıkayabilecek kadar ilerlemiş
maddî ve ruhsal tesirler ‘ölüm’ denilen ayrılığı getirir.
Örnek
olarak, trans halinde bir medyumu ele alalım. Bu medyumun az çok bedenle bağı
gevşemiş ve perisprisi, spatyomda, bedeninden ayrılmış bir ruhun perisprisinden
bazı titreşimler almaktadır (psişik safha). Bu durumda titreşimler, birtakım
imgeler halinde ya aktif ya da pasif beyin mekanizması yoluyla vücudun çeşitli
ifade merkezlerine, hareket organlarına aktarılırlar. Eğer aktif yolla bu işlem
gerçekleşirse (idrakle birlikte objektif olaylar), medyum yaptıklarından
tamamen haberdar olur ve bunu kendi iradesiyle yaptığını idrak eder. Eğer bu
işlem pasif yolla gerçekleşirse (otomatik objektif olaylar), o zaman medyumun
ne belirtilerden haberi olur, ne de herhangi bir iradesinin varlığını idrak
edebilir. Medyum, trans esnasında, önceki halin tamamen aksine kendi kimliğini
inkâr eder ve temasta bulunduğu ruhu kendisi sanır. Eğer bu aktif ve pasif
yollar birlikte (dönüşümlü olarak) kullanılırsa (idrakli veya otomatik karışık
objektif olaylar), bu durumda, bu safhadaki olayları az çok idrak eder, ama
onların yabancı bir irade tarafından kendisine zorla yaptırıldığını zanneder.
İşte, medyumluk, psişik ve metapsişik safhalardan sonra fizik-fizyolojik
safhada üç modalite şeklinde kendisini gösterir. Böylece, bu son safhada olağan
ve olağan dışı yollardan olmak üzere, iki türlü olay grubu şeklinde belirtiler
meydana gelir.[157]
Önemine
binaen, Ruhselman’ın Medyomluk kitabını detaylı bir özet şeklinde ele
aldım. Ruhselman bu raporu 1951 Eylül’ünde sunduğunda, o zamana kadar medyumluk
hakkında, dolayısıyla spiritüalizm/spiritizm hakkında, böylesine detaylı ve
ilmî bir çalışma yapılmamıştı. Ruhselman, bu raporunda, medyumluk kavramı içine
giren her türlü belirtiye de ilmî ve tatminkâr açıklamalar ortaya koymuştur.
Raporun sonundaki sonuç kısmını aynen alıntılayarak özeti bitireyim;
Netice:
Ruhlar ancak alaka peydah ettikleri
maddelere tesir ederler ve onlardan tesirler alabilirler.
Ruhlar alakalı olmadıkları maddelere, bu
maddelerle alakalanmış diğer ruhlarla irtibata geçmek suretiyle ve onlar
vasıtasıyla müessir olurlar.
Kâinatta hiç bir madde basit veya yüksek
herhangi bir ruhun vasıtalı veya vasıtasız tesirinden azade değildir.
Dünyaların ilâhî irade kanunlarına göre
sevk ve idareleri, çok yüksek varlıkların, dünyalarda zerre be zerre maddelere
hâkim ve müessir olan veya onlara bağlı bulunan ruhların nüfuz ve hulul
etmeleri yolu ile vaki olur.
Yüksek varlıklar basit ruhlarla doğrudan
doğruya temas haline geçmezler. Bunlar tekâmüllerine göre bir sistem dâhilinde,
milyonlarca ruhla bir anda ve zincirleme olarak temas haline geçebilirler ve
müessiriyetlerini yine bu yoldan bir anda en basit ruha kadar ulaştırabilirler.
Şu
halde meselâ, dünyamızın idaresinde, ilâhî irade kanunları icabına göre nâzım
rol oynamak vazifesiyle mükellef kılınmış yüksek bir varlık, bizim için bir an
bile sayılamayacak kadar kısa bir zamanda bu dünyayı dolduran milyarlarca kere
milyarlarca nebat, hayvan ve insan ruhlarının ahvali hakkında - bu zincirleme
irtibat yolu ile ve belki aradaki mutavassıt ruhların da haberi olmadan - en
ince teferruatına kadar bilgi edinebilirler.
Keza
o yüksek varlık dünyanın umumî nizamının ilâhî irade kanunları gereğince
yürütülmesindeki ilâhî vazifesini yine bu mertebeler silsilesi dâhilinde
kullandığı müessiriyeti ile ifa eder. Bu mertebe yükselişinin sonu yoktur. Ve
bu sonsuzluk, sonsuzluk mefhumunu da yaratan Allah’ın iradesi kanunlarının
icabatı dâhilinde uzanıp gider. [158]
Ruhselman,
kitap olarak yayınlanan bu raporunun sonuna eklediği dipnotta, bu raporunun,
daha önce yayınladığı Ruh ve Kâinat isimli kitabındaki, perispri hakkındaki
bilgiler ve perispri ile ilgili, ruhların dedublüman ve degajman
hallerine ait bilgilerdeki bazı müphem noktaları tamamladığını belirtmektedir.
Bu da bu raporun spiritüalizm için ne kadar önemli olduğunun altını
çizmektedir.
Mukadderat
ve İcabat
Mukadderat
ve İcabat kitabı,[159] 1 95 3 yılında yayınlanmıştır.
347+6 (içindekiler) sayfadır. Ruhselman bu kitabında, kader konusunu ele almış
ve konuyu yine celselerden elde ettiği bilgiler ve Neo-Spiritüalizm görüşü
çerçevesinde incelemiştir. Kader konusu, herkesin ilgilendiği ve merak ettiği
bir konu olmakla beraber bizim üç buutlu yaşam sistemimiz içinde kolayca
anlayabileceğimiz bir konu da değildir. Ancak Ruhselman, kitabında kader, karma
ve nedensellik kavramlarını adım adım ele almakta ve belli prensipler üzerine
inşa etmektedir. Kitabının girişinde, celselerde medyumik irtibat kurulan ve
bilgi alınan ruhsal varlıkları tanıtmaktadır. ‘Üstat’ haricinde, bunlar;
‘Kadri’(R... Ö...), ‘Akın’(Nezihe Bayurgil), ‘Mustafa Molla’(Macit Aray),
‘Şihap’(Reşat Bayer)tır. Ayrıca bu ruhsal varlıklarla irtibat kuran medyumları
(parantez içinde verildi) da tanıtmaktadır.[160]
[161] Ruhsal
varlıkların bu isimleri sembolik takma isimler olup, genelde tek bir ruhsal
varlığın değil, plansal olarak vazifelendirilmiş ruhsal varlık topluluklarının
isimleridir.
Ruhselman,
kader konusuna girmeden önce, determinizm ve fatalizm terimlerini ele alıyor. Determinizm5
(icabiye), hareketten evvel, onu zorunlu kılan sebeplerin varlığı demektir. Her
şey, bir fiil ve hareketin sebebi, başka bir fiil ve hareketin sonucudur. Bu
yüzden, ‘sebep-sonuç’ veya ‘illet-netice’ yasası, prensibi olarak da
isimlendirilir. Bütün kâinat olayları, sebep-sonuç ilişkisi neticesinde meydana
gelir. Her olay kendinden önceki olaylar tarafından hazırlanmıştır. Tabiatta
hiçbir şey kaybolmaz, hiçbir şey yoktan var olmaz. Ancak enerji halleri
değişmektedir. Bu prensip, Yaradan ile yaratıkları arasındaki ilişkiyi de
açıklamaktadır. Enerjinin sakınımı prensibi, varlıklar arasındaki hiyerarşiyi,
yani mertebeleri doğurmuştur. Sebepsiz istek yoktur. Ne zaman iradeyle hareket
edersek, hareketimizin mutlaka bir sebebi vardır. İnsan bir amaca varmak için
karar verir. Sonra irade, kendisini harekete sürükleyen sebeplerin arasından en
kuvvetlisini seçer, onun gösterdiği amaca varmak ister. İradeye yön veren
sebepleri iç ve dış olarak ayırabiliriz. Dış sebepler her türlü olabilir, iç
sebepler ise istek ve tutkularımızdır. Bu sebeplerin etkisi altında hareket
ederiz. Kendimizi hür zannetmemiz, hareketlerimizi zorunlu kılan sebepleri
bilemeyişimizden ileri gelir. Bilgisizlik ve kibir sebebiyle kendimizi hür
sanıyoruz. Kaderimizi kendimiz, iç sebeplerin yanı sıra dış sebeplerin de
etkisiyle, sebep-sonuç yasası içinde belirleriz. Fatalizmde[162]
(cebriye) ise, her şey, her hadise ve her hareket, ön bir hükümle, ezelde Allah
tarafından tayin ve tespit olunmuştur. Bunların değiştirilmesine imkân yoktur
(alın yazısı). Fatalist görüşe göre müstakil ve serbest bir insan iradesinin
faaliyeti söz konusu değildir. Ancak bu görüşe dayanarak herhangi bir varlığın,
varlığının sebep ve hikmeti hakkında tatminkâr bir açıklama yapmakta
zorlanırız. Cansızlar belki dış görünüşleriyle tam bir otomatizma ve mutlak bir
hürriyetsizlik içinde hareket ediyormuş gibi görünebilir. Fakat bu hâl bize
göredir. Yani, mikro kozmik kanunlar karşısında onların da kendilerine göre bir
hürriyeti vardır. [163]
Tekâmül,
görgü ve tecrübe ile mümkün olur. Görgü ve tecrübe ise, ancak, varlıkların
bizzat sarf edecekleri cehit ve gayretleriyle, iradelerini serbestçe
kullanmalarıyla kazanılabilir. Şu halde tekâmül, bir emek karşılığı olarak
kazanılmış bir liyakattir. Cehit ve gayrete karşılık lütfedilmiş ilâhî bir
ihsandır. Kendi fiillerinin yaratıcısı olmayan varlıkların (robot örneği),
tekâmül etmeleri mümkün olamaz. Mademki tekâmül bir realitedir, o halde tekâmül
için iradi faaliyete bağlı cehit ve gayret gereklidir. Bu durumda dar manadaki
fatalistik bir görüşün geçerli olmaması icap eder.[164]
Ruhselman,
kitabında bu fatalist görüşün ortaya çıkardığı aykırılıkları ele alıyor ve bu
aykırılıkların eleştirisini yapıyor.[165]
Bu aykırılıklara tek tek girmeyeceğim. Çünkü bu fatalistik görüş,
Neo-Spiritüalizme ve dolayısıyla Ruhselman’ın görüşlerine uygun değildir. Ancak
‘Mustafa Molla’nın 22 Mart 1948 tarihli tebliğinin bir kısmını burada verelim; “İnsan
işkencenin adını koyan yegâne âmildir. insan ancak gene kendisi için kıymettar
olan işkenceyi kendisine, kendi iradesiyle yaratır. Ve ilâhî muradın tecellisi
de buna mesağ (izin) vermek şiariyle (âdetiyle) muttasıftır (vasıflanmıştır)..
”[166]
Bu tebliğ, ‘insanlığın hali ne olacak’ suali karşısında verilmiştir. Mukadderi,
fatalist görüşe göre açıklamanın, insanlığın kurtuluşu bakımından, büyük
sakıncaları vardır. Bu suretle vicdanî sorumluluğundan kaçmaya çalışan bir
beşeriyetin maddî, manevî ve ahlakî bakımdan çöküşü mukadder olur. İnsanlık,
içinde bocaladığı nefsanî ihtiraslarının sürükleyici tesirleri altında,
iradesini nefsaniyetinin emrine vererek, kendi ıstıraplarının ortaya çıkmasına
ve artmasına gene kendisi etken olmaktadır. Böyle bir duruma, ‘Allah’ın
takdiri’ demek doğru olmaz. Çünkü insanlık, akıbetini kendi fiil ve iradesi ile
tayin etmektedir. İlâhî irade kanunları, insanların kendi tekâmüllerini, gene
kendi iradeleriyle sarf edecekleri cehit ve gayretin neticesinde, sağlayacak
yolları ve imkânları temin etmektedir. Yine ‘Mustafa Molla’dan 2 Şubat 1949
tarihli bir tebliğ; “İnsan o derece hür bir varlıktır ki, isteklerine
mümanaat (muhalefet) edecek bir irade şöyle dursun, onları terviç (geçerli) ve
teshil (kolay) eyleyecek her türlü avamil (sebepler) halk olunmuştur .”[167]
Her
hadise, belirli şartlara göre diğer belirli hadiselerin meydana gelmesine sebep
olur. O halde, eğer bir hadise mevcut ise, bunun mutlaka bir sebebi veya illeti
bulunmalıdır. Hadiseler zinciri şeklindeki ‘illet-netice’ sürecinde (sembolik
olarak aşağıdan yukarıya doğru) bir kesit alalım. Bu kesit/düzlem, bize göre
anı temsil etsin. Buna göre; bu düzlemin altında kalan kısım geçmişi ve aynı
zamanda illetler ağını, üstünde kalan kısım ise, geleceği ve aynı zamanda
neticeleri ifade eder. “Kâinatta hâkim olan illiyet (determinizm) prensibi,
bir şebeke (illiyet şebekesi, ağı) teşkil etmek üzere namütenahi (sonsuz)
istikametlere doğru yayılıp gider. Bu şebekenin illet ve netice mefhumları
halinde tebarüz eden (ortaya çıkan) mütesalip (?-mütesadif olmalı; rastgelen,
karşılaşan. TYN) noktaları birbirine nazaran o kadar karışık ve mudil
(yanıltıcı) bir vaziyet arz eder ki, bunu tam manasıyla, sadece bir insan
kafasının değil, herhangi bir varlığın bile kavrayabilmesine kolay kolay imkân
bulunamaz!'[168]
‘Üstat’ isimli ruhsal varlık verdiği tebliğlerin bir yerinde; “Her muhitin,
her zamanın ve her halin bir icabı vardır!'[169]
[170]
diyor. icap ise, tabiat kanunlarının değişmez neticeleri demektir. Bir
diğer ruhsal varlık ‘Akın’ da tebliğlerinde şöyle diyor; “(31 Temmuz
1948)-Bütün hadiseler birbirine bağlıdır. Bir evvelki, bir ondan sonrakini
hazırlar. Ve netice daima yükseğe doğrudur. (14 Ağustos 1948)-Söylediğim gibi,
bütün kâinatın büyük bir devri ve gidişi vardır. Her şey şüphesiz birbirine
bağlıdır. Ve bütün hareketler birbirinin hem menşeini (kökünü, başlangıcını), hem
de müntehasını (nihayetini) teşkil eder. Hem illeti hem de neticesidir. Bu
bakımdan her şey, bütün hareketler, kâinatın bütün gidişi, her tesadüf
edeceğiniz hadise planlanmış ve çizilmiştir. (24 Ağustos 1948)-Bütün dünya
nizamı kurulmuştur, demiştim. Bu nizamın başlangıcını ve sonunu bilmiyoruz!'61
Burada dikkat edilecek nokta, bu tebliğlerdeki planlanma ve önceden tespit
edilme hali, hiçbir zaman fatalist bir esası işaret etmemektedir. Bu çelişkili
gibi görünen durumun içinde derin bir mana gizlidir. Buradaki önceden tespit
edilme ve planlanma, illî (deterministik) kanunların imkânları ve çerçevesi
içerisinde, hadiselerin belirli bir yönde gelişmesini temin edecek şekilde,
icapların neticelerine bağlı olarak takdir edilmedir. Böyle bir takdirin ise, elbette
ki, belirlilik esaslarına dayanan bir mukadderin gerekli sebeplerini ortaya
koymakta olduğu açıktır. İlliyet prensibi, kâinatın, nizam, ahenk ve tertibini
sağlar. Bu nizam, ahenk ve tertibin dışına hiçbir hadise, nesne ve varlık
çıkamaz. Yani kâinatın nizamı, ilâhî irade kanunlarının icaplarından doğan bir
ahengin sonucudur. İnsan ne ekerse onu biçer. “En ufak bir sinek kanadının
hareketi bile bütün kâinatı titreştirir-Papus (Dr. Encausse)', kelebek etkisi.
Mekânın zamana tabi olan hareketi, bir hadisedir. Hadise ise, bir vasatın
maddeleriyle alakalanarak onları tahrik eden bir âmilin meydana getirdiği
tezahürlerdir.
Kısmen
tabiat kanunları olarak da adlandırdığımız, ilâhî irade kanunları, hiçbir
tesir, hareket ve kuvvet ile değişmez. Kâinat bu kanunların icaplarıyla ayakta
durabilmektedir. İlâhî irade kanunları sonsuzdur. Buna göre varlıkların her
türlü hareketleri, bu kanunlara tabidir. Dolayısıyla, insan iradesi, bir ilâhî
irade kanununun icaplarına uymak suretiyle hareket imkânı bulabilir. “Bir
varlık neyi düşünebilirse, daha doğrusu neyi istemek kudretini gösterebilirse,
iradesini o yolda kullanmak hürriyetine her an maliktir.”[171] Ancak,
herhangi bir nesneyi düşünebilmek veya herhangi bir şeyi istemek, zannedildiği
kadar kolay olmayıp, liyakat ile sınırlandırılmıştır. Ruhta doğan bir isteğin
yönlendireceği irade, serbestçe hareket imkânına sahiptir. “işte bu şartlar
altında faaliyete geçen herhangi bir iradeyi, ilâhî irade kanunlarından
icaplarından başka dışarıdan herhangi bir mânianın durdurmasına ilâhî irade
kanunları cevaz vermezi'[172]
Şuursuzluğun bir ifadesi olan otomatizm veya daha da ilerisi robotluk hali
tekâmül imkânlarını ortadan kaldırır. Ancak bütün varlıklarda, onları tekâmüle
sürükleyici, önüne geçilemeyecek kadar zorlamalar mevcuttur. Var oluş, tekâmül
sürecinde hızla yol alıştır. Tekâmüle hizmet edecek çeşitli vasıtalar arasından
bize en uygununu, en faydalı olanını seçebilmemiz, bilgi ve liyakatimiz ile
ilgilidir. İlâhî irade kanunlarının amaçladığı tekâmül safhaları, bütün
varlıklar için ulaşılması zorunlu olan birer yolculuk merhalesidir. Bu
merhalelere varlıkların ulaşabilmesi için gerekli vasıta ve yolları, ilâhî
irade kanunlarının sonsuz icapları temin etmektedir. Burada diğer önemli bir
faktör, insanın o tekâmül mertebesinde bulunmaya hak kazanmış olması, yani
liyakat sahibi olması gerektiğidir. Bir de ‘ilâhî ihsan’ konusu var, bu konuda
Ruhselman’ın görüşleri şöyle;
“Allah’ın
lütufkâr müsaadesine sığınarak ve haddimiz olmadan biraz ileri gidip konuşmaya
cüret ederek diyebiliriz ki, hadisatın ifade ettiği manalara göre ilâhî
kanunlar muvacehesinde havadan mükâfat almak yoktur. Eğer, diğerlerine nazaran
çok az çalışarak ve gayret sarf ederek çok büyük neticeler alanlar da varsa (ki
çok vardır), muhakkak bilinmelidir ki, bunların da çok eski hayatlarında[173],
kendilerini bu işlere ve bu hayata liyakatli kılacak bir sürü faaliyetleri
geçmiş ve bu liyakatleri onları, bir takım muğlak ve bir tek hayatla izahı
mümkün olmayan bu büyük işlere hazırlamıştır. Yani onlar bu işlerinde nail
oldukları kolaylığı bedava almış değillerdir. Fakat unutulmamalıdır ki, bu da
büyük hem de çok büyük ilâhî bir ihsandır. Ancak, ilâhî ihsan, eski
padişahların keyiflerine göre etraflarına dağıttıkları ihsanlara benzetilemez.
Bunun manası bambaşkadır. Ve keyfi olmak illetinden tamamile münezzehtir. İlâhî
ihsan demek, ilâhî irade kanunlarının icaplarına isteyerek ve gayret sarf
ederek uymuş olmanın neticelendirdiği bir mükâfat demektir ki, tam manası ile
bu, hak edilmiş ilâhî teveccühün, insan mukadderatında tezahür eden, bir büyük
tecellisidir.”[174]
Yukarıdaki
alıntıda, zaman zaman ilâhî adalet hakkında, kendimize sorduğumuz bir sorunun
cevabını buluyoruz. Tekrar tekrar doğuşlar olmasaydı, bu soruya mantıklı,
akılcı ve en önemlisi adaletli bir cevap vermemiz mümkün olamazdı. İhsan
konusunda ruhsal varlık ‘Mustafa Molla’nın tebliği; "İhsan, bir kere,
yüreğinizde açılmış, bir ilâhî cihete doğrulmuş temennilerin dua ve
yalvarmalarla birlikte vüsunuz (gücünüz) dâhilinde çalışmanızın bir armağanı
demektir.”[175] Mukadderat,
illiyet prensibinin geniş kapsamı içinde oluşur. İdrakin genişlemesi ve
liyakatin artması oranında mukadderatın derin manasını anlama ve hissetme
belirginleşir. Yani farkındalığımız artar. Ancak illiyet prensibinin tüm
detaylarını, bir bütün olarak, kimse bilemez ve bilemeyecektir. Çünkü bu ilâhî
bir konudur. Allah hiç bir hadiseyi sebepsiz yaratmaz. Her şeyin yaratılışında
anlayamayacağımız büyük hikmetler, maksatlar ve illetler vardır.
Mukadderat,
ilâhî irade kanunlarını kavramamız oranında düşünce ve tetkik alanımıza giren
bir konudur. Ancak konunun ‘Mutlak’a ait cepheden ele alınması, ne kadar üstün
mertebelere ulaşmış olursa olsun, hiçbir varlık tarafından, hiçbir zaman mümkün
olamayacaktır. Onun için mukadderat hakkında söylenecekler beşeri sınırlar
dâhilinde kalmaya mahkûmdur. Mukadder olan her şey, varlıkların, bilerek
veya bilmeyerek kendi istek ve iradeleriyle tutmuş oldukları bir yolun
neticesidir. Bu neticeler ise, sonsuz tecelliyat arz eden ilâhî irade
kanunlarının icabatından başka bir şey değildir. Mukadderat ve icabat konuları
birbirinden ayrı değil, bir arada ele alınması gereken konulardır. İlâhî
irade kanunlarının hangisinin gelişim sürecine katılmaya karar vermişsek, o
sürecin icaplarından olan neticeler bizim için mukadder birer akıbet olur.
İcabat ve mukadderat kısaca budur. Hayatın acı veya tatlı görünen her hadisesi,
muhakkak, geçmiş bir zamanda insanın iradesiyle yapmış olduğu, ilâhî irade
kanunları icabatına göre sırası gelmiş ve tahakkuk etmiş bir hareketin
neticesidir. Bazen bu sebeplerin kaynağını yakalayabilmek için, bir hayat boyu
gerilemek kâfi gelmez. Örneğin, bazen bir insan ruhu o kadar durgun bir hal
almış olabilir ki, uzun bir müddet vicdanını harekete geçirtmek mümkün olmaz.
Bu hareketsizlik ve durgunluk devam ettiği sürece onun bu kusurundan
kurtulmasına da imkân kalmaz. Hâlbuki İlâhî İrade ve İlâhî Murat, bu şekildeki
bir tekâmüle uygun değildir. Dolayısıyla, onun henüz durgun bulunan vicdanının
harekete geçmesi gereklidir. İşte bunu temin için, yardımcı varlıkların (rehber
varlıklar, melekler gibi), ilâhî irade kanunları çerçevesinde, yapacakları
koruma ve yardımları mühim rol oynar. Bu şekilde o insanın iradesi dışında bir
takım hadiseler meydana gelmeye başlar. Bu hadiseler, onun hoşuna gitmeyebilir,
hatta bazen de isyanına sebep olabilir. Yani, bütün bu sebepsiz ve haksız gibi
görünen hadiselerin, bu görünüşleri aldatıcı olabilir. Kâinatta var oluşumuz,
mukadderata tâbi oluşumuzun bir ifadesidir. Her insanın kendi tekâmül
seviyesiyle alâkalı bir vicdan ölçüsü vardır. Bu vicdana göre hadiseler ve
davranışlar, iyi veya kötü şeklinde değerlendirmeye tâbi tutulur. Bizler
farkında bile olmadan, kendi akıbetimizi ve mukadderatımızı, bizzat kendi iyi
veya kötü hareketlerimizle tayin etmekteyiz. Diğer bir ifadeyle,
mukadderatımız, istek, irade ve cehdimize bağlı ve onun bir neticesidir. Ancak,
insan iradesi ne kadar hür olursa olsun, onun İlâhî İrade ile çatışması söz
konusu değildir. Varlıklar, her türlü iradeli hareketlerinde, Allah’ın
Muradının göstergesi olan kanunlarına boyun eğmekten, onlara tâbi olmaktan
başka bir kudrete sahip değillerdir.[176]
Ruhsal
varlık ‘Kadri’nin 26 Nisan 1948 tarihli tebliği; “Kuru bir hüsnü niyet,
neticesiz bir işten başka bir şey olamaz. Onu kıymetlendirecek, hareketlerdir.
Bunun da sonu, şayet, o istek gibi güzel çıkmazsa, bu mukadderdir. Fakat sen
gene, bu hareketlerinle, onu isteğinin yoluna çevirmeye azmetmekle, vazifeni
(?-vazifesini. TYN) yapmış bir amele (işçi), çalışkan bir talebe olursun.”[177] Bu
tebliğden görüldüğü gibi, zorunlu sebepleri asırların gerisine kadar uzanmış
bazı hadiseler, bugünkü arzularımıza paralel bir gidiş takip etmeyebilir. Bu
sebeple, biz ne kadar gayret göstersek, o hadiseleri önleyemez ve arzularımız
istikametine yöneltemeyiz. Fakat bizim vazifemiz, vicdanımızın iyi, hayırlı,
güzel dediği yolda yürümektir, o yol bir hüsrana ve başarısızlığa çıksa bile.
Netice ne olursa olsun, niyetin temizliği birinci planda gelir. İkinci olarak
de gayret ve cehit gelir. Yeri gelmişken, Ruhselman, kitabının ‘İlâhî İrade
Kanunlarının Tecelliyatı ve Mukadderat’ bölümünde, öteâleme yeni geçmiş mürşit
bir hoca, bir öğretmen ile yapılan üç adet celseye[178]
yer vermiş. Bu celseler içeriği bakımından enteresan olup, konuşmalar birebir
kaydedilmiştir. Celseler, İlâhî Murat, perisprinin spatyom hayatı ve oradaki
vicdan muhasebesi hakkında (kabir azabı da diyebiliriz) bilgiler içermektedir.
Önemi dolayısıyla, celseleri aynen EK 5’de verdim.
Mukadderat
ve İcabat kitabının buraya kadar olan kısmı, genel
olarak kader konusu üzerineydi. Kader konusu; mukadderat, icabat, ilâhî irade
kanunları ve illiyet prensibi çerçevesinde açıklandı. Kitabın bundan sonraki
konuları kader ile bağlantılı konulardır. Bunları, başlıklar halinde, kısa
tanımlar ve açıklamalar şeklinde ele alacağım. Böylelikle Ruhselman’ın çeşitli
konu ve kavramlar hakkındaki görüşlerini de ortaya koymuş olacağım.
Mukadderat
ve talih; illiyet prensibi ve ilâhî irade kanunları
çerçevesinde, kendi serbest irademizin faaliyeti neticesinde kendi yolumuzu
kendimiz çizdiğimize göre, talihli olmak veya olmamak bizim elimizdedir. Gözü
kapalı bir insanın yolda yürürken bir çukura yuvarlanması bir talihsizlik ise,
bunu biz kendimiz hazırlıyoruz demektir. Talih, insanın kendi basiretli
hareketlerinin, talihsizlik ise, akılsızca yaptığı işlerin neticeleridir.
İnsanlar, talihlerini, kendi arzularıyla meydana getirirler. Yüksek bir kudret
tarafından, hiçbir kimsenin alnına zorla vurulmuş bir kara talih damgası
yoktur. Yani kötü talih diye bir şey yoktur. Bir insan, belirli bir anda, hangi
durum ve hadise içinde bulunuyorsa, bu hal, onun için, onun tekâmülü için, o
anda en gerekli ve hayırlı olanıdır. Kâinatta her ne olursa iyi olur, yerinde
olur ve layığını bulur.[179]
Mukadderat
karşısında varlıkların cehit ve gayretlerinin manası;
hayatta kazanılan her kazanç, muhtelif şekillerde gösterilmiş az veya çok bir
amelin veya gayretin neticesi olarak ortaya çıkar. Basit bir lokmanın bile
vücuda faydalı hale gelmesi için, önce çiğnenmesi gerekir. Bu mukadderdir. Her
mukadder olan şeyin tahakkuku bir zorunluluk olduğuna göre, varlıklar (ruhsal
varlıklar), tekâmül yolunda, İlâhî İrade kanunlarının icapları olan sonsuz
imkânları tam bir serbestlik içinde cehit ve gayret gösterip kullanarak
yükselmekle ve böylece ilâhî murada, yani mukaddere uymakla mükelleftirler.
Ruhsal varlık ‘Kadri’nin 24 Haziran 1949 tarihli tebliğinden; “insanlar,
hayatla mücadeleden kaçınmamalıdır. Hayat onlara tecrübe sahası hazırladığı
için bundan kaçmak korkaklıktır.”[180]
Mukadderat
ve hayat imtihanı (eprövler, testler, sınamalar);
dünya hayatında bazen öyle hadiselerle karşılaşırız ki, biz bunları sanki irade
ve arzumuzun, cehit ve gayretimizin dışında, bize zorla yaptırılıyormuş gibi
algılayarak yanlış mânâlandırırız. Tabii ki bu yanlış değerlendirmemiz,
bilgisizliğimizin bir neticesi olarak bizi illiyet prensibinin derin hakikatine
ulaşmaktan alıkoyar. Böylece bazı kimseler, daha da ileri giderek, fiil ve
hareketleri ile karşılaştıkları hadiseler arasında hiçbir münasebetin
bulunmadığını zannedebilirler. Hatta cebrî bir kaderciliğe yönelebilirler.
Ruhsal varlık ‘Kadri’nin 4 Haziran 1947 tarihli tebliğinden; “Kaatillerin de
bu dünyada birer vazifeleri vardır. Fakat bu vazifenin veriliş tarzının
esasları çok evvellere dayanır. Hiçbir ruh kendi isteği ile bir varlığın
hayatını söndürmek istemez... Bazen böyle bir vazifeyi üzerlerine almamak için,
burada çok direnenler vardır.”[181]
Ruhun, pasını silebilmesi için, karşılaştığı bu güç durumu, büyük bir fırsat ve
lütuf olarak görmek lazımdır. Çünkü böylece karşılaştığı hayat imtihanı,
eprövler, onun muayyen bir kudret ve bilgiye sahip olmasını sağlayacaktır. Kötü
bir vazifeşinas olmaktansa, hayırlı bir vazife kaçkını olmayı tercih etmek,
hayat imtihanında başarıyı daha kolay sağlar. Geçmiş hayatlarımızdaki
niyetlerimizin, iyi veya kötü yaptığımız hadiselerin birer icabı (karma, borç, telafi)
olarak, son hayatımızın zorunluluklarına katlanmak mecburiyetindeyiz. Bütün bu
zaruretler ve icaplar, bizim eprövlerimizi (imtihanlarımızı) oluşturduğu gibi,
kader ve karmamızı (etki-tepki mekanizması da diyebiliriz) da tayin etmektedir.
Her imtihan, varlığa bahşedilmiş ilâhî bir lütuftur. Böylece varlık tekâmül
etme fırsatlarına kavuşur. İmtihanlarda başarıyı, vicdan sesine uymak sağlar.[182]
Mukadderat
ve tekrar bedenlenme (reenkarnasyon);
bedenlenmenin, mukadderat ile yakından alakası vardır. Tekâmül için zorunlu
olan imtihanlar, varlıkların kudret ve ihtiyaç derecelerine göre gruplara
ayrılarak, dünyada birer hayatı dolduran sınıflara taksim olunur. İşte bir
okulu bitirmek için, bir talebe nasıl o okulda çeşitli dersler okuyup
öğreniyorsa ve bu şekilde sınıfları geçiyorsa, tıpkı onun gibi dünya okulunu
bitirmek zorunluluğunda olan bir varlık da, her biri bir sınıf olan dünya
hayatının hadiselerinde ayrı ayrı yaşamak ve o hadiselerden faydalandığını
ispat etmek mecburiyetindedir. Bu eğitim-öğrenim, dünya okulunu bitirip, başka
daha ileri âlemlerden birine atlayabilmek liyakati ve imkânına kavuşana kadar
devam eder. İşte bir insanın, dünya hayatını böyle birkaç kere yaşamak üzere
gelip gitme hadisesine bedenlenme, yani ruhun bir bedene bağlanması denir. Tekâmül,
ilâhî bir zorunluluk olduğuna göre, buna bağlı tekrar bedenlenme de ilâhî bir
zorunluluk ve kader olmaktadır. Tembellik, uyuşukluk ve atalet dünya
hayatlarının adedini çoğaltabilir. Her hayat, bir önceki hayatın bittiği
noktadan ileriye doğru bir yürüyüş imkânı sağlar. Geriye dönüş yoktur. Tekrar
bedenlenme hakikati kabul edilmeyecek olursa, hayatımıza dair çoğu hadisenin
sebebi saptanamaz ve mukadderat konusunun da anlaşılabilmesi imkânsız olur.[183]
Mukadderat,
icabat ve tekâmül; içinde yaşadığımız kâinatta,
illiyet prensibine göre ortaya çıkan neticeler ve dolayısıyla varlıkların
kaderleri, belirli bir nizam ve tertip içinde meydana geliyor. Bu da İlâhî
Murad’ın bir tezahürüdür. Bütün hareketler, büyük ve şaşmaz bir nizam içinde,
bu nizamı temin eden ilâhî irade kanunlarının icapları dâhilinde meydana gelir.
Her insanın, kendine en lüzumlu olan ve layık olduğu bir hayatta yaşaması,
illî bir zorunluluktur. Yine aynı zorunluluktan dolayı, dünyada aynı hayata
layık insanların bir araya gelerek, kendi tekâmüllerine en uygun düşecek bir
topluluğu (milletler, kabileler vs. gibi) meydana getirecekleri tabiidir. Bu
icapların zorunlulukları ortadan kalktığı zaman, böyle bir tekâmül vasatına da
ihtiyaç kalmayacağı aşikârdır. Ruhsal varlık ‘Mustafa Molla’nın 19 Şubat 1949
tarihli tebliğinden; “Daha ne kadar zaman var olacağı bilinmeyen bu şartlar
içindeki âleminizin ileri hâllerini, kendi varlığınızdan anlayabilmeksiniz. O
dünya, size göredir. Ve sizinle mütenasiptir. Dilerseniz, dünyanızın da bir
harabe olmasını tahakkuk ettirmek elinizdedir. Dilerseniz, dünyanızı nispeten
cennet yapmak da elinizdedir .”[184]
Ve ruhsal varlık ‘Şihap’ın 14 Ağustos 1951 tarihli tebliğinden; “Çün
baktığın miratta kendin görürsün (çünkü baktığın aynada kendini görürsün).
Ancak sana layık olan yolda yürürsün”[185]
Bu iki tebliğden anlaşılan şudur; 1) Muayyen bir fikrin veya bilginin
işaret ettiği yolda yürüyebilmek, her zaman kolaylıkla başarılacak işlerden
değildir, 2) Bir bilginin, o kimsede şiddetli bir takım arzu ve
ihtiyaçların doğmasına sebep olması gerekir, 3) Bu suretle o kimsenin,
cehit ve gayret içinde bulunması, o bilginin benimsenmesine çalışması lazımdır,
4) Bu bilgilerin benimsenmesi ise, o bilgilerin çeşitli yönlerden tekrar
tekrar gözden geçirilmesi, ele alınması, üzerinde düşünülmesi ile mümkün
olacaktır. Bu bakımdan hakikatlerin, insanlar tarafından, sık sık yeni
icapların zorunluluklarına göre, yeniden ele alınması gerekir. Dünya nizam ve
icapları insanların, tekâmül zorunlulukları için, böyle bir yolda yürümelerini
uygun görmüştür. Çünkü insanlar, bir defada, derhal bir hakikati öğrenip, onu
hemen ruhuna mal edebilecek kudretlerle donanmış değildir. Bilinen bir
hakikatin, sadece bilinmesi yeterli değildir. O bilginin yolunda yürümek
kudretini kazanmak esastır. Yani bilgiyi uygulayıp, hayata geçirmek gerekir.[186]
Ruhsal
varlık ‘Şihap’ın 20 Mart 1952 tarihli tebliğinden;
“Takdiri
ilâhî sözünden muradımıza gelince: Bütün âlem ve kâinatları ve bu âlem ve
kâinatlarda yaşayan bedenli bedensiz varlıkları yaratan Ulu Tanrı, muhakkak ki,
her varlığın bütün hayat safahatını, en ufak teferruatına kadar bilir ve takdir
eder. Bu biliş ve takdir ediş, Allah’ın, varlıkları birer kurulu oyuncak gibi
hazırladığından, kendi arzusuna göre istediği hareketi ve efali almak için
kurduğundan mütevellit değildir. Bu biliş ve takdir ediş, Allah’ın Mutlak
Varlığı ile imtizaç etmiş (uyuşan) büyük bir hakikattir.”
“Dostlarım,
Allah’ı, oyuncularını kendi heva ve hevesine ve kaprislerine göre tanzim etmek
isteyen bir çocuk durumuna düşürmek gafletine kapılmayalım! En basit bir
aklıselim bizi bu düşüncelerden uzak tutacak kudrettedir. Eğer böyle olmasaydı,
bizler ve sizler ve bütün kâinattaki varlıklar birer bez ve mukavvadan
hazırlanmış kuklalar kadar masum ve suçsuz bulunurduk. Bu takdirde de ne
tekâmül, ne de bu tekâmülü elde etmek için sarf edilen bunca gayret ve çekilen
bunca meşakkat yersiz olur, beyhude olurdu.”
“Şimdi
bu sözü burada bitirdikten sonra, kendimize: Mukadderat var mıdır, yok mudur?
Sualini daha kolayca sorabiliriz. Dostlarım, mukadderat vardır, çünkü onu
biz kendi ellerimizle hazırlıyoruz. Mukadderat yoktur, zira biz efal ve
harekâtımızı tebdil (değiştirme), tağyir (bozma) ve tenzih (düzeltme) etmekle
mukadderatımızı değiştirebiliriz. Sözlerim bu kadar. Hepinizin kendi
nefislerinizi ıslah ederek, mukadderatınızı kendi ellerinizle en iyi ve en
imkân dâhilinde bir şekilde hazırlamanızı dilerim.” [187]
Bu
tebliğ, hazırunun ‘mukadderat var mı, yok mu?’ ve ‘takdiri ilâhî nedir?’ sorusu
üzerine verilmiştir. Ayrıca bu tebliğin, buraya almadığım (oldukça uzun bir
tebliğ), baş kısımlarında ‘gelecekten haber verme’ konusuyla ilgili bilgiler de
veriliyor. Özetlersek; gelecek hakkında evvelden bilgi verilmesinin muhtelif
sebepleri arasında, başlıcaları şudur; 1) Bazı insanların ruh hayatı
hakkındaki imanlarını ve bilgilerini daha fazla takviye için, gelecekten haber
verme zorunluluğu bir icap halinde ortaya çıkabilir. Bu takdirde, bazı
varlıklar, bu ilâhî vazifenin yerine getirilmesi için, şuurlu veya otomatik
olarak harekete geçerler, 2) İcabında, geleceğe ait bazı mizansenler
tertiplemek ve o mizansenler hakkında, önceden insanları haberdar ederek,
onların gelecek hayat hakkındaki bilgi ve imanlarını arttırmaktır.[188]
Kâinat
nizamını sağlayan ilâhî irade kanunları, ruhların tekâmülleri için hazırlanmış
ilâhî yolların istikametlerini çizer. İyi niyet ve güzel amaçlara ilişkin
hareketlerimizle, tekâmül yolunda erişilmesi mukadder olan merhaleler
arasındaki mesafeleri kısaltmış oluruz. Bir kanunun icabını hiçbir varlık
doğrudan doğruya değiştirmeye muktedir değildir. Ancak her kanunun icabı, başka
kanunların icaplarından faydalanılarak tadil veya tebdil edilebilir. İşte
insanların iradelerini serbest olarak kullanmalarının manası budur. Her
dünyanın, her âlemin kendine mahsus kanun ve icapları vardır. Hangi tekâmül
planı içinde bulunuyorsak, o planın bize temin ettiği imkân ve şartlara boyun
eğmemiz, bizim için mukadderdir. Tekâmül okulunun hangi sınıfında bulunuyorsak,
o sınıfın mecburiyet ve zaruretlerine tâbi olmamız zorunludur. İster derslere
devam eder, istersek etmeyebiliriz. Okulu, sınıfı terk etmedikçe, bu
hareketimiz, bizi, hiçbir zaman o okulun nizam ve kanunlarının icap ettireceği
neticelerden kurtaramaz. Ateş, insanın elini yakar. Bu, ilâhî irade
kanunlarının bir icabıdır. Fakat biz istersek, bu ateşi elimizle tutmayabiliriz.
Ancak tuttuktan sonra bu ihtiyarî oluş hali, yerini muayyeniyete terk eder.
Buna mukadderat denir. Allah, bütün varlıkları hür yaratmıştır. Onların, başka
iradeler tarafından, zorla ve kendi iradeleri dışında, şu veya bu istikamete
sürüklenmelerine müsaade etmemiştir. Ancak yardımlar ve ikazlar yapılır ve bu
surette istenilen yönde, o varlığın iradesinin harekete geçmesi ve kararlar
vermesi sağlanmış olur. Hipnoz halindeki bir süjeye bile bir operatör, istediği
ve dayatmaya çalıştığı işleri yaptıramaz. Obsesyonlarda da durum tamamen
aynıdır. Çünkü burada da varlık, iradesini, en sıkı bir şekilde, bedensiz bir
varlığın iradesine bağlayarak, ona tâbi olmaktan hoşlanmaktadır. Yani bu hâli
kendi iradesiyle yapmaktadır. Eğer şiddetle isterse, her an bu bağları
koparabilme imkânlarına sahiptir. Şu hâlde, bütün bu hâllerde, yabancı ve üstün
bir iradenin, başka bir iradeyi ezip yok etmesi söz konusu olmayıp, sadece
karşısındaki iradeyi ikna ederek, kendi arzularına tâbi olmasını temin ediş
vardır. Ruhsal varlık ‘Mustafa Molla’nın 7 Eylül 1949 tarihli tebliğinden; “Elden
verilen hiçbir kıymet yoktur.”[189]
Buna göre, hak ve liyakate erişmeyen hiç kimseye, hiçbir zaman, ne bir hediye,
ne de bir ihsanda bulunmak söz konusu değildir. Yani hiçbir cehit göstermeden,
istemeden ve çalışmadan hediye edilmiş bir kıymet yoktur.[190]
Ruhsal varlık ‘Şihap’ın 19 Aralık 1951 tarihli tebliğinden;
“Merhaba
ey hâzırun, ey benim aziz kardeşlerim, ey yolcular, bilirsiniz ki sizler, daha
doğrusu bizler de hepimiz aynı yolun yolcusuyuz. İster mutekit (dindar), ister
münkir, ister mütedeyyin, ister kâfir olun, hepimiz aynı yolun yolcusuyuz.
Hatta isterseniz maddiyun (maddeciler) güruhuna dâhil bulunun, isterseniz âlemi
manaya aşina bulunun, hepimiz aynı yolun yolcusuyuz. O yol daima geniş,
feyizli, nurlu devam edip gidiyor ve gidecek. Sanmayınız ki, o yol bazen
karanlık, bazen hendekli ve uçurumlu olur. Hayır. Her zaman nurlu, açık ve
feyizlidir. Eğer içinizde kendini zulmette görenler varsa, sanmasınlar ki, o
yolda değildirler. Hayır, gene o yoldadırlar... Ancak, önlerini görmeye yegâne
vasıta olan iç varlıklarını, iç nurlarını istimalden (kullanmaktan) aciz
bulunuyorlar. Şu halde, sizin düşünce ve görüşlerinize mugayir bulunan
zihniyetler ve bunların sahipleri de, emin olunuz ki, belki de aynı hızla, bu
geniş ve feyizli, nurlu yolda yürüyorlar. Ve yürüyecekler. Şu halde tekâmül,
bir ekol intihap (seçme) neticesinde elde edilir bir keyfiyet değildir. Şu
halde, her fikri, her düşünceyi hürmetle, sevgi ile karşılamalısınız. En aykırı
göreceğiniz, en saçma bulduğunuz fikirler bile size istifade temin etmekten
uzak kalmayacaktır.”[191]
Yukarıdaki
tebliğden çıkan sonuca göre; kâinatların tâbi olduğu ilâhî irade kanunları; her
şeyi, her hareketi, kendi icapları içinde istikametlendirir. Hiçbir hareket
bunun dışına çıkamaz. Her mevcut olan, tekâmül yolunda yürümektedir.
Allah’ın Muradı ve Teveccühü istikametinde bir oluş hali, kâinatların
tekâmülünü sağlamaktadır. İlâhî Teveccüh, her yere doğru ve her istikametedir.
Veya hiçbir istikamette değildir. Şu halde, ne yaparsak yapalım, daima Allah
yolunda bir ilerleyişe sahip oluyoruz demektir. Çünkü başka bir yön söz konusu
değildir. Bu tebliğden, her istediğimizi yapmak, iyi veya fena olan fiilleri
aynı kıymette kabul etmek manasını çıkartmamalıyız. Burada, hiçbir vakit, ilâhî
irade kanunlarının dışına çıkamayacakları anlatılmak isteniyor. Asıl olan,
içinde bulunduğumuz planın şart ve vecibelerine uyan bir istikamette
bulunmamızın, en faydalı ve bizden beklenen olduğudur. Dikkat edilecek olursa,
dünya okulunda ve bilhassa insanlık kademesi sınıflarında, fiil ve davranışlara
istikamet veren unsurlar, insanlara ve beşeriyete faydalı olmaya çalışmak ve bu
liyakate erişmek faaliyeti etrafında toplanmıştır. Onlar bilsin bilmesin,
başkalarının ıstıraplarına iştirak edebilen bir insan, kudretli bir varlıktır.
Yani, onların eprövlerine âdeta ortak olmak, bir gerekliliktir. Ruhsal varlık
‘Kadri’nin 28 Şubat 1949 tarihli tebliğinden; “Başkası üzerinde görülen bir
ıstırap, sana ne kadar müessir olursa, işte o devre içinde bu da senin için bir
tecrübe olur, bir kıymet ifade eder... Her mustaripten bir saadet sızar. O
saadet, sizin ondan aldığınız teessür kadar büyük ve kazandığınız tecrübe
derecesinde kıymetlidir... Senin tecrüben, yalnız hayatında değil, başkalarının
hayatı ve onların tecrübeleriyle de hemahenktir. Sen her şeyi şahsına inhisar
ettirirsen, buna ne bir ömür, ne de birkaç ömür yeter .”[192] Çekilen
bazı sıkıntıların, başarısızlıkların, ıstırapların asıl sebeplerini ararken,
bunların, önceden işlenmiş birtakım fiillerin, verilmiş kararların, bir müddet
sonra, illî birer netice halinde karşımıza çıktığını unutmamamız lazımdır.[193]
Mukadderat
ve ölüm; ölüm mukadder bir konudur ve ölüm anını,
genellikle, hiçbir varlık önceden bilemez. Bir takım âmil ve icapların, mukadder
bir zaruret haline getirdikleri herhangi bir oluş halini durdurmak mümkün
değildir. Mukadder bir zaruret olan ölüm ve buna benzer diğer hadiseleri, fatal
bir zihniyetle, ezelden beri çizilmiş ve insan iradesiyle hiçbir alâkası
bulunmayan bir kalıp içinde düşünmek hatalıdır. Çünkü hadiselerin
muayyeniyetini kabul etmemiz zaruridir. Ancak muayyen bir takım icapların, bu
yolda, önemli bir role sahip olduğunu da unutmamamız lazımdır. Ölüm anı,
varlıkların dünya hayatındaki tekâmüllerinin durumuyla alâkalıdır. Varlıklar,
düşünce ve fiilleriyle, kaderlerini hazırlar. Buna göre olayların bir araya
getirilip oluşturulması ve düzenlenmesi de, ilâhî irade yasalarına uygun
olarak, ‘Yönetici Ruhsal Planlar’ tarafından yapılır. Bir varlığın dünya
hayatındaki tekâmülünü tamamlaması, hayatının uzayıp kısalmasına tesir eden
başlıca âmildir. Ölüm ve mukadderat konusunda, pek tabiidir ki, dünya imkânları
ile sınırlandırılmış bilgi ve kabiliyetlerimize göre anlayabilecek ve kendimize
göre bazı neticelere varabileceğiz. Bu konuda akıl ve mantığımıza dayanmakla
beraber, ruhsal varlıklardan alınmış tebliğlerin ilhamlarından da faydalanmak
zorundayız. Örneğin; bir çocuk, karşılaştığı bir kedi yavrusunu, hatalı bir
adım atarak, öldürmüş olsun. Bu durumda, o kedinin ölümünün, o tarihte olması
kararlaştırılmış olmalıdır. Şayet çocuk öldürmeseydi, o, gene başka bir sebeple
ölecekti. Şu halde, çocuğun kediyi öldürmesi mukadder olmayıp, ölümü mukadder
olan kedi ile karşılaşması mukadderdir. Bu suretle, bahşedilmiş serbestiyet
imkânları içinde, imtihanı verme hak ve sorumluluğuna sahip olunmuş olur. Bu
konuda ruhsal varlık ‘Akın’ın 14 Ağustos 1948 tarihli tebliğinden;
“İnsanın,
dünyada muhakkak geçirmesi lazım gelen mukadder bir ömrü hem vardır, hem
yoktur, diyorum. Çünkü kendisi veya bu taayyün keyfiyetine sebep olan varlıklar
onu bilmezler. Bu, pek yüksek ruhların, yani büyük tabiat kanunlarını tatbik
eden yüksek varlıkların işidir.”
Ruhselman
soruyor: “ Diğer kıymetli varlıklardan aldığımız tebligatta deniliyor ki, ölüm
vakti tespit edilmiştir. Onu ne uzatmak, ne kısaltmak mümkün değildir. Siz bu
hususta ne mütalaada bulunuyorsunuz?”
“Söylediğim
gibi, bütün kâinatın büyük bir deveran ve gidişi vardır. Şüphesiz ki, her şey
birbirine bağlıdır. Ve bütün hareketler birbirinin hem menşeini, hem
müntehasını teşkil eder. Hem sebebi, hem neticesidir. Nihayet bunlardan şunu da
çıkarabilirsiniz ki, bütün hareketler, bütün kâinatın gidişi, her tesadüf
ettiğiniz hadise planlanmış ve çizilmiştir. Bu plan, ilâhî irade kanunları
dâhilinde ve onları tatbike memur yüksek varlıklar tarafından tatbik edilir ki,
bu derece yüksek varlıklarla, dünyadaki sizler, irtibat haline geçemezsiniz. Ve
siz hiçbir vakit ölüm anını evvelden tayin edemezsiniz. Ve bilemezsiniz. Sizin,
dünyaya gelirken ancak yapacağınız şey, eksik olan taraflarınızı ikmal
edebilmenize yarayan bir planı, burada size yardımcı diğer varlıkların da icap
eden yardımları altında, tasavvur ederek dünyaya inmenizdir (bedene
bağlanmanızdır-TYN). Fakat ne siz, ne de sizi hazırlayan ruhlar, ölüm zamanınızı
tayin edemezler.” [194]
Ruhsal
varlık ‘Akın’ın söylediği gibi, her hadisenin evvelden çizilmiş ve planlanmış
olması çok doğru ve yerindedir. Ama bu sözü ezelden çizilmiş ve planlanmış
manasına almamak icap eder. Burada kastedilen; her şey değişmez şekilde, ilâhî
irade kanunları çerçevesinde ‘İdareci Yüksek Ruhlar’ın faaliyeti ile lüzum ve
icaplara göre çizilmiş ve planlanmış manasındadır. Tebliğe devam edelim;
Ruhselman
soruyor: “Ölüm anı insanlar için evvelden mi taayyün etmiştir?”
“Hem
evet, hem de hayır. Çünkü burada dünyaya gelmezden evvel böyle ölüm anını
tespit eden bir plan tertibi yoktur. Yani bu âlemde (spatyomda) plan
hazırlarken, ölümün şu saatte, şu dakikada vuku bulacağı plana konulmaz. Ancak,
söylediğim gibi, insan dünyaya gelecek, cehit ve irade sarf edecek, ruhunun
bütün melekelerini kullanacak ve ancak eksik olan melekelerini inkişaf
ettirdikten sonra ölecektir. Gene yukarıda söylediğim gibi, bütün bu plan ve
onun tatbiki nasıl yüksek tabiat kanunlarının kurduğu nizam dâhilinde oluyorsa,
işte şimdi söylemek istediğim ölüm de bu nizam ve intizam dâhilinde cereyan
eder. Bu son mana ile de, sualinizin cevabı (evet) dir. Yani yüksek tabiat
kanunlarına, onun maksatlı realitesine uygun şekilde bir ölüm, zamanında vukua
gelir. Fakat bu zaman, dünyaya inmezden evvel tespit edilmez.”
Buna
göre, o ruhun dünya hayatı süresi de, nizam ve ilâhî irade kanunlarının
icaplarına uygun olarak uzayabilir veya kısalabilir. İnsanın serbest iradesi ve
davranışları, ölüm anının tayininde başlıca role sahiptir. Şu halde, iradeli
faaliyet, fiil ve davranışlarımız, ilâhî irade kanunları çerçevesinde, ölüm
anına tesir etmektedir. Bu durumu dikkate alan, kıymetlendiren, takdir ve
tatbikatını yapan, çok yüksek varlıklar vardır. Yani nasıl yaşarsan, öyle
ölürsün... Dinlerde mevcut bulunan bir fikre göre; dünyada yaşayan varlıkların,
nefeslerini tamamlamadan dünyayı terk etmeleri imkânsızdır (tekmili enfas,
nefeslerin ikmali). Dolayısıyla, bir insanın, gerekli işlerini, imtihanlarını
bitirerek, erişilmesi elzem olan muayyen bir seviyeye ulaşmadan, dünyayı terk
etmesi söz konusu olamaz. Öldürme ve intihar olayları için de, aynı
sebeplerden dolayı, irade serbestiyeti vardır. Bir başka konu olan, ölüm
şekilleri konusunu da, aynı bakış açısıyla değerlendirmeliyiz. Bir insan
için, geçirdiği tecrübelerin neticelerine, ihtiyacı olan imtihanların
icaplarına ve ayrıca onun vasıtasıyla bir takım yeni tecrübelere girişecek
varlıkların tekâmül zorunluluklarına uygun olan bir ölüm şekli tespit edilir.
Burada da, herhangi bir tesadüfi oluş hâli mevcut olmayıp, illiyet prensibi
geçerlidir. ‘Yüksek İdareci’ durumunda bulunan bedensiz varlıklar, bütün bu
illî zaruret ve icaplar çerçevesinde, bir insanın tekâmül ihtiyaçlarına göre,
dünya hayatının süresini tayin ederler. Bundan sonra bu hükmün dışına çıkmak, o
insan için artık mümkün olamaz. Böylece o insanın ölüm anı ve şekli, mukadder
bir zorunluluk halinde ortaya çıkar. Tabii ki, ecelin, bu söylenenlerden başka
sebep ve zaruretleri de vardır. Ancak bunların neler olabileceğini, bizler,
idrak etmekten aciziz.[195]
Ruhselman,
kitabının bundan sonraki bölümlerinde, kaderimizin ortaya çıkışında ve
şekillenmesinde, bizim nasıl etkili olabileceğimiz konusunu çeşitli bölüm
başlıkları halinde ele alıyor. Bu başlıklar şöyle; Mukadderat karşısında
vicdan ve mesuliyet duygusu[196],
Ölüm korkusu ve hesaplaşma endişesi[197]*4,
insanların dünyada yapmakla mükellef bulundukları vazifeler[198],
Nefsaniyet ve hodkâmlık[199]
[200]
[201],
Murakabei nefis91. Kitabın sonunda da, sonuç kısmı mahiyetinde,
bir bölüm var; Mukadderat ve nizami kâinat9*. Kitaptaki bu
tali bölümler Ruhselman’ın metafizik görüşleri ile alâkalı olmadığından, burada
yer vermedim.
İNK
KİTABINA YARDIMCI ESERLERİ
Bu
kategoride, Ruhselman’ın, İNK kitabına yardımcı olması düşüncesiyle
hazırladığı iki kitapçık, daha doğrusu yazı dizileri, var. Burada bunlardan da
bahsetmek istiyorum.
Büyük Tabiat Hadiseleri ve
Manaları
Bu
kitapçık 3 yazıdan ve toplam 8 sayfadan ibaret olup, Aralık 1958 de
yayınlanmıştır. Kitapçıktaki birinci yazısında, Ruhselman, Ruh ve
Kâinat kitabındaki, ‘Ruhun Beden Üzerindeki Fizikoşimik Tesirleri’[202] bölümünü
özetleyerek şöyle anlatıyor; etrafımıza dikkatlice baktığımız zaman, belirli
amaçlara ilişkin düzenli bir gidişin var olduğu açıkça görünür. Toprağa atılmış
küçük bir tohum, verimli bir ağaç hâline gelene kadar bir sürü inkişaf safhası
geçirir. Bu safhalar, çok hesaplı ve planlı olarak, birbirlerini tamamlayacak
şekilde sıralanmıştır. Vücudumuzda da insan idrakinin kavrayamayacağı birçok
hadise, hayatın devam etmesi amacına uygun, birbiri ile sımsıkı bağlı olarak
sürüp gitmektedir. Ruhselman yazısına şöyle devam ediyor; her birimizin kendi
tekâmülüne göre ilişkin bir hayat planı vardır. Eğer 50-60 yaşlara geldikten
sonra, arkamızda bıraktığımız hayatın hadiselerini görebilsek, onların plan
dâhilinde, birbirine ne kadar büyük bir düzen ve organizasyonlarla bağlanmış
olduğunu anlardık. Dünya hâli de aynı böyledir. Dünyamız da birtakım parçalara
ayrılmış bir bütünden ibarettir. Görünüşte bir parçanın diğerinden tamamıyla
ayrı olmasına rağmen, görünmeyen kuvvetli bağlarla bunların birbirine sımsıkı
bağlanmış olduğunu, pek tabiî, biliriz. Şu hâlde, yeryüzünün bu çeşitli
parçalarını, birbirine karşı her cepheden faydalı ve verimli bir denge içinde
tutan ve insan kudreti dışında kalan bir sürü tesirin bu işlere karıştığını
kabul etmek zorundayız. “Özetle, her zerrenin kendi bünyesinde şaşmayan bir
tertip, her organizmada aksamayan bir nizamlı faaliyet ve tabiatta, kâinatta
aynı nizam ve tertiplere riayetkar veya daha doğrusu onları destekleyici
ahenkli ve maksatlı bir idare mekanizması vardır.”[203]
Bu durumda, en basit görünen hadiseden, idrakimizin, hatta sezgimizin ancak
yakalayabileceği en karmaşık ve şaşırtıcı büyük hadiselere kadar, meydana gelen
her hadiseyi, kâinat hakkındaki bilgilerimiz çerçevesinde, ince bir düşünce ve
kıyas mekanizmasıyla görmeye ve tetkik etmeye çalışmalıyız. O zaman şuurlu,
idrakli ve planlı bir sevk ve idare kudretine sahip tesirlerin veya
vibrasyonların bu hadiseleri meydana getirdiğini ve bu işleri ancak onların
yapabileceğini anlamaya başlarız.
ikinci
yazıda devamla; dünyanın her tarafında, şimdiye
kadar izah edilememiş bir sürü olağanüstü hadise gelmiş ve geçmiştir. Hâlen de
bunlar olagelmektedir. Hayat dedikoduları ve gaileleri arasında, insanların
bunlar üzerinde durup düşünmeleri ve kendi mukadderatlarını ilgilendiren bu
olayları, illiyet prensibi çerçevesinde, incelemeye vakit bulamamaları onların
müşahede değerlerini ortadan kaldırmış olmaz. Gerek mukaddes kitaplarda, gerek
tarih kitaplarında kavimlerin ve milletlerin başlarından geçen ve bazen
felaketli manzaralarla işlenen büyük-küçük hadiselere ait hikâyelere yer
verilmiştir. Bunları dikkatli ve kapsamlı bir şekilde tetkik edersek, felaketli
görünen bu olayların, o andaki toplumlara ait iyi kötü birtakım ruh hâlleriyle,
toplumsal alışkanlık ve eğilimlerle, sosyolojik durumlarla olan alâkalarını az
çok sezmeye muvaffak oluruz. (Ruhselman bu yazısında, bu olaylarla alâkalı
çeşitli örnekler vermektedir. Bunlar bizim için malum olduğundan, burada detaya
girmeyeceğim.). Tarihte geçen tabiat afetleri, sebep ve netice prensibi
bakımından tetkiki gereken hadiselerdir. Her hadise muhakkak birtakım
sebeplerin neticesi olduğu gibi, gene her hadisenin muhakkak birtakım
neticeleri mevcuttur. Şu halde, hadiselerin sebeplerini ve neticelerini araştırmak
zahmetine katlanmak şartıyla, insanların şimdiye kadar anlayamadıkları ve
kimisinin çözülmez bir muammadır hükmünü verdiği, kimisinin rastgele olaylardır
dediği ve kimisinin de omuz silkip geçtiği bu hadiselerdeki sebep ve netice
zincirini ancak derin ve bilgili düşünceye dayanan müşahedeler yardımıyla
çözebiliriz. “Her hadisede bir mana vardır ve bu mananın tekâmülü
hızlandırma gayesine ilişkin esas sebebi, bir nizamın ve tertibin, yani
dünyamızdaki bu düzenli akışı sağlayan büyük idareci bir mekanizmanın,
mevcudiyetini gösteriri”[204]
Ruhselman,
birinci yazısında, genel olarak dünyanın organik ve hayati yapısını destekleyen
şuurlu ve idrakli dünya üstü bir idare mekanizmasının mevcudiyetinden, ikinci
yazısında ise, dünyada gelmiş geçmiş normalüstü bazı tabiat olaylarından,
bunların insanlar üzerinde yapmış olduğu ıstıraplı ve korkunç görünen
neticelerinden ve bu neticelerin illiyet prensipleri ile olan münasebetlerinden
bahsediyor. Üçüncü yazısında, alışılmamış ve felaketli görünen bu büyük
tabiat hadiselerinin, gene illiyet prensibi karşısında, kâinattaki o büyük
idare mekanizması ile bağlantısını ele alıyor. “Bir yerde, beşeriyetin
felaket damgasını vurabileceği, büyük veya küçük ıstıraplara yol açan
olağanüstü herhangi bir tabiat hadisesi olursa, orada muhakkak kütlevî, yani az
çok geniş bir insan topluluğunu ilgilendiren tekâmül söz konusu olur.”[205]
Dolayısıyla, dünyada meydana gelmiş olan bütün felaketler, ferdin veya
cemiyetin tekâmülünü, muhakkak, hızlandırıcı bir etken olmuştur. Ayrıca,
insanların dünya üzerinde, yer yer ve zaman zaman, tekâmüllerinin
hızlandırılması da gerekir ve bu aslında bir tabiat kanunu icabıdır. Konu bu
bakımdan gözden geçirilirse, bu hadiseler, ne kadar felaketli olursa olsun,
insanlık için bir yükselişin ve kurtuluşun hem sebebi, hem de ifadesi olarak
görünür. Her olayın bir sebebi vardır. Bu sebep de yavaşlamış bir tekâmül
hızını arttırmaya ilişkindir. Keza, ne kadar az veya çok felaketli görünürse
görünsün, her hadise hayırlı, iyi ve insanların yükselmesi için lüzumlu
unsurları hazırlayan bir sürü neticeyi peşinden sürükler. Şu halde, bunlar
tabiatın rastgele birer kötü tesadüfü değil, yüksek kâinat kanunlarına dayanan,
şuurlu ve idrakli bir idare mekanizmasının tertipleri, nizamları ve
icaplarıdır. Bu idare mekanizması elbette dünyamız üstü bir kudretin
ifadesidir.
Yüksek İdare Mekanizması
ve İlliyet Prensibi
Bu
kitapçık da 3 yazıdan ve toplam 8 sayfadan ibaret olup, Ocak 1959 da
yayınlanmıştır. Bu kitapçık, önceki kitapçığın (2.3.1.’deki) devamı
niteliğindedir. Ruhselman, bu kitapçıktaki üç yazısında, çeşitli örnekler
vererek her hadisenin, illiyet prensipleri dâhilinde meydana geldiğini ve bir ilâhî
idare mekanizması tarafından planlanıp yönetildiğini anlatıyor. Ben burada,
bu üç yazıyı birlikte mütalaa edip özetleyeceğim. Birinci yazısında, insanın
yaptığı bir saati örnek veriyor. O saatteki dişli sistemlerinin bir zembereğin
boşalması ile harekete geçtiğini ve dişlilerin birbirleri ile bağlantılı
olduğunu ve sonuçta hareketin bir amaca yönelik akrep ve yelkovana
aktarıldığını biliyoruz. Burada hareketin bir elemandan diğer bir elemana
aktarılmasını, sebep sonuç ilişkisi gibi düşünebiliriz. Bu elemanların hiç
birisi böyle bir amaç ve neticenin olacağını düşünerek, his ve idrak ederek
dönüyor değildir. Bu tamamen mekanik bir harekettir. Bununla beraber, burada
çok hesaplı ve tertipli bir işin olduğunu açıkça görmekteyiz. O halde zamanı
göstermek amacıyla bu tertibi meydana getiren müessir kimdir? Bu saat, yapıcısı
insan tarafından kurularak ilk hareket verilmekte, yani şuurlu ve idrakli bir
müdahale ile belli bir amaca yönelik hareket ederek zamanı göstermektedir. Bu
basit örnekte illet ve netice mefhumlarını açıkça görüyoruz. İlliyet prensibi,
idrakli ve şuurlu kaynaklardan çıkan tesir ve vasıtalara bağlı mekanizmaların
işlemesindeki neticelerle ifade edilir. Yani, “illiyet prensibi altında
yürüyen her işte malum veya meçhul bir kasta yönelmiş idrakli tertipler ve
nizamlar vardır.”[206] Bir
diğer örnek olarak bir köpek çiftini ele alarak, bunların üremelerini, doğan
yavruyla ilgili çeşitli senaryoları yine illiyet prensibi ve yönetici idare
sistemi çerçevesinde anlatıyor. Sonuç olarak olaylar ne kadar karmaşık görünse
dahi, bunlar inceden inceye hesaplanmış ve çok sağlam bağlarla birbirine
eklenmiştir. Bu bağların uçları ise insan kudret ve idrakinin kavrayamayacağı
büyük idare sistemini yürüten yüksek tesirlerin derin kaynaklarındadır. Dünyada
meydana gelen her hadise, her hareket, her tezahür muhakkak surette bir mana
taşır. Bu manada, o büyük idare mekanizmasının yönettiği gaye ve maksatlar
gizlidir. Bize düşen o manaları okumaya çalışmak ve buna alışmaktır.
Ruhselman, ikinci ve üçüncü yazılarında da benzer örnekler veriyor. Konu
yeterince açıklandığı için, ben bu örneklere yer vermiyorum. Toparlarsam,
İnsanlar, büyük veya küçük tabiat hadiseleri karşısında, onların sadece maddî
cepheleriyle, yüzeysel görünüşleriyle ve beş duyu organlarını ilgilendiren kaba
ve hissî taraflarıyla ilgilenmemelidir. Hadiseleri, illiyet prensibi inancı ve
bilgisiyle değerlendirmelidirler. İşte o zaman, hadiselerin dilinden anlama
imkânını elde edebilirler. Esasında, bütün hadiseler, bu neticeye
ulaşabilmeleri için, insanların gözleri önüne serilmektedir. Etrafımızdaki
bütün oluşlar, muayyen bir gayeye doğru gitmektedir. Bir tek hareket bile boş
ve manasız değildir. “Bu bakımdandır ki, dünyadaki her olayın, her hareketin
manası, bu idare kudretini ifade eden büyük mekanizmanın tecellilerinde
gizlenmiş olarak bulunur. O halde bu idare kudretinden fışkıran kâinatın bütün
olayları, bize bir sürü tabiat sırrını ve bu arada asıl kendi varlığımızın
hikmetini ve manasını öğretir.”[207]
İnsanlığın en fazla ihtiyaç duyduğu ana bilgi de budur.
İNK
KİTABI HAKKINDA[208]
İlâhî
Nizam ve Kâinat kitabı, Ruhselman’ın ölümüne
kadarki son çalışma devresinde, kendisine ‘Önder’ adını veren, ‘Büyük Vazife
Planı’ndan gelen bilgileri düzenleyerek meydana getirdiği bir kitaptır.
Yayınlandığı Nisan 2013 tarihine kadar noter ve banka kasalarında muhafaza
edilmiştir. Bu, yine tebliği veren Plan’ın isteği ve talimatı doğrultusunda,
insanlığın belli bir realiteye ulaşmasının beklenmesi amacıyla yapılmıştır. Dr.
Bedri Ruhselman, 5 Mart 1957 tarihinde dernekten (MTİAD’dan) istifa etti. Bu
tarihten sonra Harbiye Çimen sokaktaki bir apartmanın kira ile tuttuğu ufak bir
dairesinde çalışmalarına başladı ve bu çalışmaları ölümüne kadar gittikçe artan
hummalı bir tempo içinde sürdü. Gerçi burada ölümüne kadar demek pek doğru
olmayacak. Çünkü 16 Şubat 1960 Perşembe günü akşamı bu dünyadan ayrılmasından
altı ay kadar önce, düzenlediği kitap üzerindeki yoğun çalışmalarını bitirmiş,
kitabı vazifelendirilen üç mesai arkadaşının mesuliyetine teslim ettikten sonra
da bir nevi istirahat (daha doğrusu ölümü bekleyiş) hâli içinde günlerini
doldurmaya çalışmıştır. Kendisine, dünyadaki vazifesinin düzenlediği bu son
eser ile bitmiş olduğu ve esasen bu hayatını bu işi tamamlamak için yaşamış
olduğu, bugüne kadar yaptığı bütün çalışmalarının ve yayınladığı eserlerinin
sadece birer hazırlık mahiyetinde olduğu açıkça celseler esnasında tebliğlerde
söylenmişti. Bu bekleyiş devresi içinde, bir ara, bir İzmir seyahati (Aralık
1959 - Ocak 1960) yaptı. Kız kardeşini (Hidayet), yeğenlerini ziyaret etti. Bir
ara da, vakit doldurmak için lisan çalışmaları yaptı, müzik dinledi, vs...
Vazifesini yapmış olmanın verdiği memnuniyet duygusu ile dünyadan ayrılacağı
saatin gelmesini sükûnet içinde bekledi.
1958
ile 1959 yılları, onun en yoğun çalışmalarına sahne olmuş en verimli yılları
olarak kabul edilebilir. Çünkü bu çalışmaların neticesinde ‘İNK kitabı
ortaya çıkmış ve İstanbul Karaköy semtindeki 5. Noter'e saklama ve koruma için
emanet edilmiştir. Kitabın noterde muhafazası konusunda, yılların meydana
getireceği yıpranma ve tahribatın önüne geçilmesi için herhangi bir tedbirin
alınıp alınmadığı hususunda, çalışmanın medyumu Attila Güyer (1939-?), “Böyle
bir tedbire lüzum hissetmediklerini, verilmiş talimata uygun olarak hareket
ettiklerini” beyan etmiştir. Bu talimatın dışında, bütün mesuliyetin ‘Plan’a
ait olduğu bildirilmiştir. Metin Sakik (1937-2012), bu çalışmanın sonunda
kitabın tapaj görevini üzerine alarak yerine getirmiş ve kitabı bir asıl iki
kopya olarak daktilo etmiştir. Bu üç nüsha; Hüsrev Bilgioğlu (1910-1985), Metin
Sakik ve Attila Güyer'in ayrı ayrı tasarruf ve mesuliyetlerine emanet
edilmiştir. Kitabın üç nüshası ayrı ayrı zarflara konarak, üzerlerine üç
vazifelinin isimleri yazılmış ve üç nüshası da ayrıca ağzı açık bir zarfa
konmuştur. Her biri ayrı ayrı kitabı alabilecektir. Kitabın bu üç şahsın
mesuliyetlerine tevdi edilişi bizzat ‘Önder Planı’nın “sizler bu iş için seçildiniz”
demesi üzerine olmuştur. Bu, ‘Plan’ın son celsesinde söylenmiş ve üç şahıs
böylece seçilmişlerdir. Bu vazifeli üç arkadaştan her hangi biri veya ikisi
daha önceden bu dünyadan ayrılacak olursa - ki bu ihtimal de hesaba katılmıştır
- geriye kalan, üzerine aldığı vazifesini tek başına ifaya yetkili kılınmıştır.
Telif hakkı, bu üç vazifeliye ayrı ayrı verilmiştir. Muhafaza edilmek üzere
İstanbul 5. Noterliğine emanet edilen söz konusu kitabın noterliğin kasasında
saklandığı her yıl için noterliğe bir ücret ödenmiştir. Kitabın ne zaman
neşredileceği, ne zaman dünya dillerine tercümesinin yapılacağı ve hangi emare
ve ikazlarla harekete geçileceği gizli tutulmuştur. Zemin ve zaman müsait
olduğu anda, beklenen işaret ve ikazların değerlendirilmesinden sonra faaliyet
başlayacak ve kitap insanlığın malı olacaktı.
Üç
vazifeli şahıstan her biri hayatta iken, ilk önce Attila Güyer faaliyeti
başlatmakla görevlendirilmiştir. Kimseye danışmadan, kitabın noterden
alınmasıyla faaliyet başlatılmış olacaktı. Eğer Attila Güyer ölmüş ise bu
takdirde Metin Sakik bu görevi üslenmiş olacaktı. Şayet Metin Sakik de ölecek
olursa bu takdirde hiç beklemeksizin Hüsrev Bilgioğlu noterden kitabı alacak ve
hemen faaliyeti başlatacaktı. Bu hususları Bedri Ruhselman bir talimatname ile
açıkça belirlemiş ve üç vazifeliye vermiştir. Kitap, insanlığın mukadderatı
bakımından, tekâmül hamlesi sağlayabilecek çok kıymetli açık bilgiler ihtiva
etmektedir. Bu bilgiler, doğrudan doğruya ‘İlâhî Yüksek Ruhî Plan’ın (Önder
Planı) insanlığa tebliğ ettiği bilgiler olup, medyum Attila Güyer vasıtasıyla
ve Bedri Ruhselman’ın düzenleyişiyle ortaya çıkarılmış ve insanlığın
istifadesine sunulmuştur.
Sonuçta,
Hüsrev Bilgioğlu ve Metin Sakik vefat ettikten sonra Attila Güyer, görevli
olarak, tek başına kalır ve 2013 yılında noterden kitabı teslim alarak
yayınlattırır. Kitabı yayınlayan kuruluş, Ruhselman’ın kurduğu Metapsişik
Tetkikler ve İlmî Araştırmalar Derneği’nin (MTİAD’ın) yan kuruluşu olan,
Metapsişik Tetkikler ve İlmî Araştırmalar Derneği İktisadi İşletmesi
Yayınevi’dir (MTİAD1950’dir.). Yayınevi, kitabı hem Ruhselman’ın düzenlediği
gibi orijinal haliyle, hem de dilini günümüz Türkçesine uyarlayarak
yayınlamaktadır. Bu kitap, Bedri Ruhselman tarafından düzenlenip, notere teslim
edildiği 1959 yılından, yayınlandığı 2013 yılına kadar (54 yıl içinde) çeşitli
spekülasyonlara yol açmıştır. Öyle ki, kitap hakkında, dernektekiler dâhil, hiç
kimsenin bir bilgisi yoktu, hatta adını bile bilmiyorlardı. Öyle ki, kitabın
adından ‘Bilgi Kitabı’ diye bahsediliyordu. Kitabın muhteviyatı hakkında da
çeşitli söylentiler dolaşıyordu. Dernek dışından yapılan spekülasyonlar iftira
sınırlarını zorlar gibiydi (Ben 2003’den beri spiritüalizm hakkında
araştırmalar yaptığımdan, bu söylentilere bizzat şahit oldum). Ruhselman’ın,
aynı peygamberlerin aldığı gibi vahiy aldığından, peygamberliğe soyunduğundan,
kitapta çok gizli ve olağanüstü bilgilerin olduğundan ve onun için sır gibi
saklandığından, yeni bir dinin ortaya çıkacağından vs. gibi hatalı ve yanlış
bir şekilde söz ediliyordu. Kitap yayınlandıktan sonra da, kitabın muhtevasını
anlamayanlar, hatta hiç okumayanlar tarafından, Ruhselman’ın misyoner olduğu,
kâhin olduğu gibi benzer söylentiler devam etti, ediyor. Kitabın isminin bile İlâhî
Nizam ve Kâinat olduğu yayınlandıktan sonra öğrenildi. Bu söylentilere
cevap niteliğinde, kitabın noterden nasıl alındığı hakkında, bu yılki (2019)
Ruhselman’ı anma etkinliğinde detaylı açıklama yapıldı, orijinal yazımları
gösterildi. Bu konuda gerekli linki hayatı bölümünün sonunda vermiştim. Kitabın
nasıl hazırlandığı ve Ruhselman’ın titizliği hakkında onun yakın arkadaşları,
tebliğin alınmasında emek sarf eden medyum ve kitabın emanet bırakıldığı
kişiler ile yapılan söyleşileri (soru-cevap şeklinde) EK 6’da verdim. Ayrıca,
EK 2’de verdiğim, Ruhselman’ın Ruh ve Kâinat isimli ilk kitabının son
kısmındaki “Sözün Kısası” bölümü de (bilhassa son iki paragraf) onun kişiliği
ve gayesi hakkında son derece aydınlatıcıdır. İNK kitabı hakkında bu
bölümde daha fazla açıklama yapmaya gerek yok kanısındayım, çünkü Ruhselman’ın
Metafizik görüşlerini içeren üçüncü bölümde, metafizik kavramları incelerken,
önemine binaen, esas olarak İNK kitabını ele alacağım.
BEDRİ
RUHSELMAN’IN METAFİZİK GÖRÜŞLERİ
GİRİŞ
Bedri
Ruhselman’ın metafizik görüşlerinin temelini Neo-Spiritüalizm esasları
oluşturur. Bu da yine kendisinin ortaya koyduğu bir görüş sistemidir.
‘Tekâmülcü Deneysel Ruhçuluk’ da diyebileceğimiz Neo-Spiritüalizm’in esaslarını
EK 2’de ve 1. Bölümde ‘Neo-Spiritüalizm Nedir?’ bahsinde verdim. Ayrıca EK 3’de
verdiğim, ‘Neo-Spiritüalizm Hakkında MEB’e Yazılan Rapor’ da çok önemli ve
aydınlatıcıdır. Bu raporda, o dönemde dünyadaki
spiritüalistlerin/spiritistlerin görüşleri, çalışmaları, konunun
üniversitelerde nasıl ele alınıp araştırıldığı hususlarında bilgiler
verilmiştir. Ruhselman, metafiziğin çeşitli kavramları hakkındaki görüşlerini,
yazdığı eserlerinde de ortaya koymuştur. Onun metafizik kavramlardaki
görüşleri, tamamen medyumik çalışmalardan elde ettiği bilgi ve tecrübelere
dayanmaktadır. İNK kitabının, onun önceki eserlerinde dile getirip
açıkladığı konuların ve kavramların toparlanması, üstü örtülü yerlerin
açıklanması hususlarında çok önemli yeri vardır. Ayrıca bu kitapta, öteâlem
hakkında insanlığın hiç duymadığı, yepyeni, ufuk açıcı bilgiler vardır. Zaten
kitabın böyle yaklaşık 50 senelik bir gecikmeyle yayınlanmasının
öngörülmesindeki hikmet de bence budur. Sanki, insanlığın, bu yeni bilgilerle
tanışabilecek ve kavrayabilecek idrak seviyesine gelmesi beklenmiştir.
Günümüzde teknolojik ve bilimsel alanlardaki ilerlemelerin ve keşiflerin
sayesinde idrakimiz ve anlayışımız oldukça gelişmiştir. Nasıl ki, Jules
Verne’nin (1828-1905) ‘Ay’a Seyahat’, ‘Denizler Altında Yirmi bin Fersah’
gibi romanları, yazıldığı tarihte birer uçuk hayal ürünü (bir nevi fütürizm)
olarak telakki edildiyse ve sonradan aynen gerçekleştiği görüldüyse, İNK kitabındaki
bu bilgilerin de, 50 sene önce, aynı şekilde yorumlanacağı çok muhtemeldi.
Spiritüalist çevrelerce de yeni olan bu bilgilerin en önemlisi ‘Aslî Prensip’
kavramıdır. Bunun dışında, ‘Ünite’, ‘Aslî madde’ ve ‘madde’ kavramları,
varlıklar ve âlemler hiyerarşisi, ruh-beden-madde ilişkileri gibi konuları da
bu yeni bilgiler içinde saymak gerekir. Bu bilgileri ve kavramları
açıklarken, tamamen sembolik olarak, sadece anlatım kolaylığı için zaman zaman
şekillere de yer verilecektir. Bu şekiller ve sembollerle, bilgilerin zihinde
canlandırılması ve anlaşılması daha kolay olacaktır. Yoksa iç içe geçmiş bu
ilahî sistem içinde böyle şekiller ve semboller ve kesin ayırımlar tabii ki
yoktur. Ancak, kolay anlayabilmek için bazı modellemelere ihtiyaç vardır. Şimdi
İNK kitabından diğer kavramlara ve bilgilere bakalım.
İNK KİTABINDAKİ METAFİZİK KAVRAMLAR
Görünür
veya görünmez âlemler, tüm kâinatlar, tüm varlıklar, her şey cevherî
farklılıklar gösterse bile, özde birdir, bir çeşit enerjidir, yani vibrasyonu
(frekansı veya titreşimi) haizdir. İNK kitabında bu enerji mudileleri
(karmaşık enerjiler), üç isim altında toplanmaktadır. Bunlar Aslî Prensip,
ruhlar ve kâinatlardır. Burada Aslî Prensip ve ruhlar kâinatlar dışı
varlıklardır. Şöyle ki; “birbirinden katî bir erişilmezlikle ayrılmış
bulunan ruhla kâinat arasındaki münasebetler, katiyen direkt olmayıp endirekt
yollardan vukua gelmektedir”1 Ruhlar, ebedî tekâmül yollarında
faydalanacakları, birbirlerinden mahiyet olarak farklı sonsuz kâinatlar ile
endirekt, tesirler yoluyla temas edebilirler. Bizim de içinde bulunduğumuz
kâinat; fizik, yarı süptil ve süptil[209]
[210]
âlemlerden müteşekkil bir madde kâinatıdır. İşte bu ruhlar ve kâinatların da
üstünde, her ikisine de hâkim, mahiyetlerini bilemeyeceğimiz, sezemeyeceğimiz, Yüksek
Prensipler vardır. Bunlar Aslî Prensip ve ona bağlı ve tâbi olan
kâinatımız dışı kader prensibi ve zaman prensibidir[211]
“Bu büyük hakikat, sonsuz ruhlar âleminin ve ebedî kâinat cevherleri zincirinin
üstünde, mutlak bir erişilmezlikle onlardan ayrılmış bulunmaktadır. Aslî
Prensip dediğimiz bu hakikatin izahına dair bir tekfikir beyan etmekten, bir
tek söz söylemekten aciziz. Zira buna imkân verecek hiçbir kudret, hiçbir
meleke, hiçbir idrak veya sezgi madde kâinatında mevcut değildir ve olamaz.”[212] Konuyla
ilgili olarak EK 1: Şekil 3.1’de kâinatımız için verdiğim sembolik modellemeye
bakılabilir. Bu modellemede üçgen şeklinde gösterilen şekil, sonsuz
kâinatlardan biri olan bizim kâinatımızı sembolize etmektedir. Üçgenin içinde
kademeler şeklinde, kâinatımızda var olan vibrasyonel madde kategorileri
gösterilmiştir. Bu kategoriler ve aralarındaki tesir alışverişleri sırası
geldikçe açıklanacaktır. Bu gösterimler tamamen semboliktir. Burada bir diğer
önemli husus; bizim kâinatımızın bir madde kâinatı olduğu ve bu kâinat içindeki
her şeyin maddenin vibrasyonel bir tezahürü olduğudur. EK 1: Şekil 3.1’de
gösterdiğimiz gibi, Aslî
Prensip
ve ruhlar âlemi kâinatlar dışındadır. Ayrıca EK 1: Şekil 3.2’ye bakılabilir.
Aslî
Prensip, İNK kitabı ile ortaya çıkmış bir kavramdır. Ruhselman böyle bir
kavramdan, nitelendirmeden ve adlandırmadan önceki eserlerinde hiç
bahsetmemiştir. ‘Önder’ adlı Planın vazettiği bu ilâhî kudret için kitapta
yazılanlarını irdeleyelim;
Ruhun
tekâmülünün ebediyetini kabul etmek bir zarurettir. Zira hiçbir isimle yâd
edemeyeceğimiz, sezgimizin dahi hiçbir şekilde ulaşamayacağı o erişilmezliklerin
erişilmezliği; ruhların hiçbir vakit olup bitmiş bir hâle, mutlak kemal
hâline giremeyeceklerini ve ebediyen tekâmül ihtiyaçlarından
kurtulamayacaklarını zarurî kılar. Şu hâlde kâinatların ruhlara erişilmezliğini
^zarurî kılan âmil, ruhların ebedî tekâmülden kurtulamamaları hakikatini
de
zorunlu kılar.[213]
İNK
kitabında
bu konuda başka bilgiler de mevcuttur; “Kâinatlarla, kâinat cevherleri ile
ruhlar arasında katî bir erişilmezlik vardır. Bu erişilmezlik ruhun ve kâinat
cevherlerinin mahiyetlerinden ileri gelir.'[214]
Yani cevherleri farklıdır. Şimdi yukarıdaki alıntıya devam edelim;
Ruhların
ebedî tekâmülünü zarurî kılan âmil de, ruhların aslî prensibe hiçbir
vakit erişemeyecekleri hakikatinin bir zaruretidir. Ruhların aslî prensibe erişememelerini
zarurî kılan âmil ise her şeyin üstünde ve bütünlerin bütünü olan her
şeyle en ufak bir münasebeti dahi bahis mevzuu olmayan, akıllara, hayallere,
hislere girmeyen hiçbir isimle ifadesi mümkün olmayan, yalnız -burada büyük bir
zaruret içinde- ancak bir defaya mahsus olmak üzere, hiçbir delâletini
düşünmeden, bir dünya kelimesi ile yâd edeceğimiz ‘Allah'ın;
erişilmezliklerin erişilmezliği zaruretidir. Bu hakikati tereddüt etmeden
ve münakaşa mevzuu yapmadan böylece olduğu gibi kabul etmek de zaruretlerin en
büyüğü ve selamet yolunun tek istikametidir.[215]
Yukarıdaki
ifadeler tefekkür edilip irdelenirse, söz konusu ‘âmirin Allah olduğu
anlaşılmaktadır. Yani Aslî Prensip’in, Allah olmadığı kanaatine varılıyor.
Ancak yukarıda alıntıladığım Dipnot 3’nin devamında, Aslî Prensip için de; “Yalnız
erişilmezliğin erişilmezliği olan bu büyük hakikati, sembolik bir isimle aslî
prensip diye yâd edeceğiz” deniyor. Şu halde, Aslî Prensip ile Allah hem
aynıdır, hem değildir gibi bir durum ortaya çıkıyor (erişilmezliklerin
erişilmezliği ve erişilmezliğin erişilmezliği lafızlarını esas alırsak).
Sanki bir madalyonun iki yüzü gibi (sembolik olarak).
Ben,
hem tebliği veren Önder Planının, hem de kitabı düzenleyen Bedri
Ruhselman’ın böyle çelişkili bir ifadeyi bilmeden kullanmayacakları
kanaatindeyim. Ruhselman’ın kendi eserlerinden ve bilhassa Allah kitabından
da anlaşılacağı gibi, Ruhselman, Allah olgusu hakkında tamamen tenzihçi bir
görüşe sahiptir. Hâlbuki İNK kitabının bütününe bakarsak, Aslî Prensip
tenzihçi bir görüşü yansıtmamakta, kitapta adı bir kere geçen Allah ise
oluşun tamamen dışındadır ve tenzihçi görüşü yansıtmaktadır. Bu durum, zamana
ve mekâna tâbi olmayan, dolayısıyla hareket etmeyen, bilgisi değişmeyen,
ilintisiz basit varlık olan zorunlu varlık için tamamen uygundur. Asli
Prensip ise daima oluşun içinde olan bir varlıktır. Bu ikisi, sembolik
olarak, tamamen sezgisel bir şekilde, madalyonun iki yüzü (Zahir-Batın) olarak
düşünülebilir. Bu düşünce, her ne kadar teslis (Hristiyanlar teslisi kabul
etmezler.[216] [217]) gibi
algılansa da, esasında akla, mantığa, varlık kategorileri anlayışına daha
uygundur, düşüncesindeyim (TYN). Doğrusunu Allah bilir.
Aslî
madde, kitapta ilk madde ve amorf madde adlarıyla da geçmektedir. Bu aslî madde
kâinatın esas yapı taşıdır. Mutlak ve tam bir hareketsizlik içindedir, ne
şekli, ne hususiyetleri, ne de vasıfları vardır, dolayısıyla mevcut olmakla
beraber, idraki mümkün olamayacağından, insanlar için yok hükmündedir
denebilir. Dışarıdan hiçbir tesir almadan kendiliğinden harekete geçmesi ve
şekilleri hâlleri ve tezahürleri göstermesi imkânsızdır.[218]
[219] Felsefede
‘heyûlâ’ (el-Heyûlâ el- Ûlâ)ndiye tabir edilen şeydir aslî madde
(TYN). “Madde, bütün tesirlere zemin teşkil eden ve muhtelif nispetlerde
bu tesirlere cevap veren bir unsurdur.”[220]
Burada adı geçen ‘unsur’; bütün birleşik varlıklarda bulunan basit maddelerin
her birisi, ilk madde, esas, kök, element şeklinde tanımlanabilir.
İNK
kitabında
maddenin amorf hâlden çıkarak şekillenmesi şöyle anlatılıyor; “Ruhların
ihtiyaçlarına göre, Asli Prensipten gelen tesirler amorf kâinat cevherini
harekete geçirirler ve orada madde cevherinin sonsuz varyetelerini
şekillendirirleri”[221]
Günümüzde Cern laboratuvarlarında, büyük parasal kaynaklar
kullanılarak, yapılan bilimsel çalışmalar, işte bu amorf maddenin hangi
şartlarda ve neye göre cisimleştiğini bulmaya yöneliktir. Böylece kâinatın ilk
oluşum süreci de keşfedilecektir. “Tanrı Parçacığı” (Higgs bozonu) diye
aradıkları ve ispatlamaya çalıştıkları şey, amorf maddenin (kütlesi olmayan
maddenin) cisimleşme ve oluşma (kütle kazanma) sürecindeki hikmettir. Demek oluyor
ki, insanların madde diye anladıkları ve kıymetlendirdikleri şeyler, dışarıdan
gelen tesirlerin madde bünyesindeki imkânlarla meydana getirdikleri çeşitli
hareketlerin tezahürleridir, amorf maddenin kendisi değildir.
Gelen
bu tesirlere bağlı olarak, yüksek ve karışık hareket tezahürleriyle görünen
maddeler o nispetle mudil (karmaşık) ve inkişaf etmiş durumlar ortaya koyarken,
az ve basit hareket tezahürleriyle görünen maddeler de o nispetle iptidai ve
basit durumlar ortaya çıkarırlar. Burada kitapta ve anlatımlarda, madde için,
sık sık kullanılan incelik-kalınlık ve basitlik-mudillik
hâllerini açıklamak gerekir. Eğer bir maddenin bünyesini kuran değerler, yani
atomsal yapısı, ne kadar hareketli, zengin ve karışık ise o madde o kadar mudil
olur ve basitlikten o oranda uzaklaşmış olur. Maddenin incelik (yumuşaklık) ve
kalınlık (kabalık, sertlik) hâlleri onların gelişmişlik durumunu göstermez.
Gelişmişlik derecesini gösteren o maddenin içindeki atom sayılarıdır. İster
gelişmiş olsun isterse olmasın, herhangi bir maddeye gelen tesir frekansını
değiştirmeden gücünü artırırsa o maddenin içindeki atomlar birbirine yaklaşır
ve madde kalınlaşır (kabalaşır, sertleşir). Tesir gücünü azalttığı zaman da
atomlar gevşeyip birbirinden uzaklaşır ve o madde incelir (yumuşar). Böyle
incelmiş maddeye akışkan (seyyal) madde veya süptil madde deniyor. İnce
maddelere tesir etmek, kaba maddelere nispeten, daha kolaydır. Örneğin; su buz
tutup sertleşse de sıcaktan eriyip su olsa da, buharlaşsa da, iki hidrojen ve
bir oksijen atomuna sahip olarak duruyor ve gelişmişliğinde bir değişiklik
olmuyor, sadece incelik kabalık hâli değişiyor. Diğer bir örnek ise oksijenle
ilgili; oksijen bir gazdır ve 8 protonu (atom çekirdeğindeki ‘+’ yüklü
parçacıklar) vardır, demirin ise 26 protonu vardır ve oksijenden daha çok
gelişmiştir, yani daha mudildir ama daha kabadır.
“Kâinatın
ilk madde hâlinden astronomik âlemimize doğru yürünen madde inkişafı yolunda,
insanlar için anlaşılması mümkün olmayan karanlık bir saha vardır. Bu saha
kaba, dağınık, amorf bir madde bütününden ibarettir. Bu kaba vasatta, teşekkül
etmiş madde formasyonları yoktur.”[222] Tesirler
aslî maddeye gelmeye başladıktan sonra bu maddenin atomları bir odak oluşturup,
burada bir atom meydana getirirler. Bu ‘ilk hidrojen’ atomudur. Ancak bu ilk
hidrojen atomunun, bilinen hidrojen (H) atomuyla bir ilgisi yoktur. İnsanlarca
bilinmeyen bu ilk hidrojen atomu, birçok gelişim safhalarından geçerek, inkişaf
ederek bilinen hidrojen atomu hâline gelir. Ve diğer elementler de, bu hidrojen
atomlarının veya çeşitli izotoplarının (3 izotopu vardır; protium, döteryum ve
trityum) birbirleriyle bağlanmasından oluşmuştur.[223]
Bu hidrojen atomuna proton da denir[224]
Tüm elementler, temelde, çekirdeklerindeki bu proton sayılarına göre farklılık
arz ederler. Onun içindir ki kitapta, içinde bulunduğumuz kâinat âlemine
‘hidrojen âlemi’ denmektedir. Çünkü görünen her şey bu hidrojen atomunun
gelişmesinden oluşmuştur. Ancak bu atomu geliştiren tesirler, o kadar çok
çeşitli hareket şekilleri meydana getirmiştir ki, bunların birçoğu bambaşka
yapıda ve kalitede cevher hâlleri ortaya çıkarırlar ve bunlar insan idrakinden
uzaktır. “Maddelerin bu hâllerinden, bedenli varlıklar, yani insanlar,
idrakleri ile istifade edemiyorlarsa, çoğu kere bunları daha üstün varlıkların
da yardımı ile otomatik olarak kullanmaktadırlar. Buna basit bir misal olarak
bir insan kafasından diğer insan kafasına geçen fikir vibrasyonlarını
(telepati) gösteririz'”11 Bunlar, akla gelen fikirler dâhil, bir
insanın duygu çeşitlerinin tümünü kapsar. Yani, “Asırlardan beri muhtelif
spiritüalist ekollerin çeşitli isimlerle anıp da bir türlü izah edemedikleri ve
mahiyetini anlayamadıkları ‘perispri’ denilen şey de ve sempati, sevgi,
antipati, kin, korku, sevinç, gurur, haset, hodkamlık gibi duygular da dünyada
bulunup insanlar tarafından bilinmeyen madde hâllerindendir .”[225] [226] Bu da, İNK
kitabının madde kavramına getirdiği yeni bir açılımdır. Eskiden beri ruhî
hâller deyip geçiştirdiğimiz duygu hallerinin de madde hâlleri olduğu
söylenmektedir. “Bizatihi atıl ve hareketsiz olan aslî madde, ancak
dışarıdan aldığı tesirlerle harekete geçebilir ve bu tesirlerin devamı boyunca
hareketini muhafaza eder, tesirler ortadan kalkınca tekrar aynı hareketsiz atıl
hâline döneri”[227]
Dünyadaki maddeler de aslî maddenin hareketlerinden oluştuğu için dünya
maddelerinin bu hâle gelene kadar çok fazla tesirler almış olması ve şekilden
şekle girmiş olması gerekir. Aslî madde insanların görüş ve inceleme sahası
dışındadır.
Tekâmül,
Osmanlıca bir kelime olup, Türkçe olgunlaşma, evrim ve gelişim manalarına
gelir. “Tekâmül, bir yasaya uygun olarak olagelen değişme, genel olarak da
bu değişmenin sürekli ve derece derece olmasıdır. Biyolojide, bir varlığın
gelişmesi ve serpilmesidir. Var olan ruh ve eşyanın tek ve en yüksek gayesi,
tekâmül ve tekâmüle hizmettir ”[228]
İnsan idraki, tekâmülün nerede başlayıp nerede biteceği hususunu kavrayamaz.
Ezelîlik, ebedîlik ve sonsuz gibi kavramları sık sık kullanmamıza rağmen,
gerçekte yaratılmış olanın bilgisi bunları anlamaya yetmez. Mutlak ve sonsuz bilgi,
ancak her şeyi bilen Kâdir-i Mutlak Tanrı’ya aittir. “Hiçbir yaratılmış
varlık, Mutlak Varlık karşısında mükemmel değildir. Mutlak Mükemmellik, hiçbir
şekil ve surette insanın ulaşacağı bir son değildir.”[229]
Tekâmül denildiğinde, varlıkların şuurlanması ve bilgilenmesi anlaşılmalıdır.
Bütün maddî ortamlar birer tekâmül yeridir ve buralarda varlıklar, yaşayarak
deneye yanıla şuur ve bilgilerini genişletirler. Ancak varlığın ulaşacağı her
tekâmül seviyesi görecelidir, kesinlikle son kemal noktası yoktur. Burada
realiteden bahsetmek daha doğru olur. Varlıklar, ancak kendi tekâmül
realitelerinin kemaline ulaşabilirler.
“Ruhlar
kendilerini Hâlik’a yükseltecek, yani O’nun kanunlarıyla kendi varlıklarını
tevhit edip, her sahada onlarla âmil olabilecek duruma kendilerini namzet kılan
ve sevk eden melekelerini inkişaf ettirmek zaruretindedirler. işte kemal
dediğimiz şey bu zaruretin tahakkukudur.”[230]
Ruhların maddeye bağlanma ihtiyacı, bağlandığı beden ile görgüsünü bilgisini
arttırıp, evrensel yasaları (Sünnetullah’ı) deneyerek kendisini ve maddeyi
geliştirmek istemesindendir. Ancak böylelikle kemal yolunda tekâmül edebilir ve
bu, bir zorunluluktur. Üstat[231] diyor
ki: “Ruhun maddelere bağlanmazdan evvelki hayatında daha mütekâmil durumda
olup olmadığını soruyorsunuz. Bu sıfatlara hacet olmadığını söylemiştim.
Evvelce bahsettiğim veçhile ruhun maddelere bağlanması; görgüsünü arttırmak
için tekâmül safhasına katlanmasıdır. ’[232]
Bundan iyice anlaşılıyor ki, tekâmül aşamaları da birer araçtır ve asıl gaye
ruhun görgüsünü arttırmasıdır.
İnsan
(İns diye adlandırılan), beden sahibi ruhtur, ruh sahibi beden değildir. Yani
asıl olan, gerçek varlık, ruhtur. Onun için dünya hayatı makbul görülmemiş,
oyalanma diye nitelendirilmiş, buna karşın her şeyin, tüm çabanın ahiret
(ruhsal âlem) için olduğu söylene gelmiştir. Yani tekâmül; ruhsal
olgunlaşmadır, bütün biyolojik evrimin oluşma sebebidir. Dünya hayatı, ruh
varlığının tekâmülüne hizmet eden bir araçtır. Ruh varlığının dünya hayatındaki
her türlü tezahür şekli, örneğin insan bedeni, hayvan bedeni, bitki vs., onun
gelişimi bakımından dünyaya uyumlanmış birer araçtır. Ve sürekli gelişen
varlık, bu sürekliliği sağlayabilmek için araçlarını da geliştirmek zorundadır.
Ruhçulukta genel olarak, ifade ederken, ruhsal gelişim için tekâmül, maddesel
gelişim için de inkişaf kelimesi tercih edilmektedir.
Tekâmülün
amacı, var olan Öz’e geri dönme sürecinde ruhun ve varlığının kademeli olarak
(tedricen) gelişmesidir. Bu süreçte varlığın temel gayesi ve arzusu, en
nihayetinde evrensel bilince, Ünite[233]’ye
(kâinatımızın bilemediğimiz son ya da üst sınırlarındaki -tekâmül anlamında-
birliğe, vahdete) ulaşmaktır. Ruhların ve varlıklarının tekâmülü, birçok
enkarnasyon (doğuş, bedenlenme) ile çok uzun zaman içinde gerçekleşebilir. Bir
insan ömrü, varlığın en yüksek kemal mertebesine ulaşması için yeterli
değildir. “Bir varlığın bu gayeye varabilmesi için, dünyamızın yanı sıra,
bütün kâinatta geçireceği sayısız tekâmül merhaleleri vardır. işte bu
merhalelerin dünyamızda da geçen kısımları reenkarnasyon (tekrar doğuş, tekrar
bedenlenme) yoluyla sağlanmaktadır'”[234]
[235]
Tekâmülde reenkarnasyon zorunludur. Yani, enkarnasyon (doğuş), dezenkarnasyon
(ölüm) ve reenkarnasyon (tekrar doğuş) zorunlu bir döngüdür. Ancak tekâmülde, “klasik
düşünce sahiplerinin kabul ettikleri tenasüh fikri kabul edilemez.”21
Zira geriye tekâmül olmaz. Tekâmüle, esasında, bir zorunluluk olarak bakmamak
lazımdır. Bu her varlığın tâbi olduğu doğal bir süreçtir. Yaratılmış olan her
varlık sonsuz hikmet sahibi olan Yaratıcı’sını idrak etmeye ve O’na ulaşmaya
çalışır. Sonsuz olan Yaratıcı’nın yarattığı sonsuz evrenler içinde sürdürülen
ve adına tekâmül dediğimiz bu faaliyetin de, doğal olarak, bir sonu
olmayacaktır. Çünkü Yaratıcı’nın yaratışı sonsuzdur ve yaratışın tezahürünü
idrak etme faaliyeti olan tekâmül de, yaratılan varlık için sonsuzdur.
Ruhçulukta
bahsedilen ruhsal tekâmül, Kur’an’da daha çok ahlak açısından ele alınmaktadır.
İyilik-kötülük, iyi insan olmak, takva sahibi olmak, hidayete kavuşmak, imanlı
olmak, sabretmek, maddî-manevî yardım etmek, güzel söz söylemek, iyi şeyler
düşünmek, yanlışı-doğruyu her şeyi sorgulamak, elinden-dilinden emin olmak,
yalan söylememek, aldatmamak vs. konularında tavsiyelerde bulunan Kur’an,
böylelikle, hem tekâmülü hızlandırmak hem de yol göstermek istemektedir.
Kur’an, ruh konusunda açık bir bilgi vermez. Ancak insanların tekâmül
edebilmeleri için yaşam/hareket alanı oluşturur. Bu, diğer dinler ve inanışlar
için de böyledir. Onun için çeşitli dinler ve farklı akımlar vardır. Bütün
bunlar insanların, realitelerine (idrak seviyelerine) göre, tekâmül
edebilmeleri için RİM (Ruhsal İdare Mekanizması, Melekût Âlemi) tarafından
planlanmaktadır. Bu RİM terimi, Yeni Ruhçuluk’un (Neo- Spiritüalizm’in)
kurucusu Dr. Bedri Ruhselman tarafından kullanılmıştır. ‘Yüksek İdare
Mekanizması Hiyerarşisi’ ismi de verilen RİM’in klasik Batı-Spiritüalizm’inde
henüz bir karşılığı yoktur. "RİM, maddî ve ruhî âlemleri İlâhî Murat
yönünde idare eder, tekâmülün gerektirdiği düzen ve imkânları hazırlar,
varlıkların eğitimini düzenler ve izler, maddî âlemlerin oluşum ve düzenini
ruhsal âlemlerle bir ahenk içinde tutar. En küçük varlıktan en karmaşık sisteme
kadar hepsinin hakikatine sahip olan RİM, Kâdir-i Mutlak Tanrı’nın rahmetini,
âlemlerde ‘hazır ve nazır’ olan kudretini temsil eder.”[236]
Ruh
kavramı/konusu spiritüalizmin/spiritizmin en önemli konusudur. Ruhtan
bahsettiğimiz zaman ne kastedildiğinin çok iyi anlaşılması gerekir. Ruh
kavramına, spiritüalizm çerçevesinden, detaylı bakalım. Ruh, Osmanlıca’ya
Arapça’dan geçmiş bir kelime olup, Türkçe’si ‘tin’ dir. "Ruh, maddeyi
şekillendiren, maddesel mekânda yer işgal etmeyen, kendi kendine kaim, kendi
kendinin aynı, kısımlara ayrılmayan, soyut, etken varlıktır. Düşünmenin
başlangıcıdır. Bedenin ne içinde, ne dışındadır; bedeni etkisi altında tutar.”[237]
[238]
Madde, ruh için yaratma eyleminde kullanacağı bir araçtır. Ruh, maddesel
enerjiyi yönlendirip idare ederek, sürekli olarak, etkinliğini sağlar. "Ruh,
irade ve iktidarı sayesinde, uyum sağladığı âlemlerin yasa ve icaplarına uyarak
bilgi ve tatbikat için her istediği zaman plan düzenleyerek bedenlenebilen,
maksatlı ve etki sahibi, şuurlu bir varlıktır”3 Maksatlı etki
yapabilen bu şuurlu varlıklar, tekâmül ihtiyaçları çerçevesinde çeşitli
organizasyonlarla, bedenden bedene geçerek, atıl maddesel enerjileri evrensel
yasalara göre yönlendirirler. Maddesel evrenden kendi kendine maksatlı
hareketler yapması beklenemez. Madde atıl ve kördür; eğer evren bunlardan
ibaret olsaydı, bir karmaşa içinde, entropik kaderine uyarak, çoktan yıkılıp
giderdi. Ruhlar, tekâmül derecelerine göre, Mutlak Yaradan’ın Yasaları’nı
uygulamak hususundaki etkinliklerini maddesel evrende gösterirler.
Ergün
Arıkdal’ın medyumluğu kanalı ile 1969-1974 yılları arasında, Sadıklar Planı:
Ruhsal Tebliğler adlı bir dizi ruhsal irtibat celselerinden, bedensiz
varlıklardan, edinilen bilgilere göre; “ Varlık için, yani öz, cevher ve
şuurdan terekküp etmiş (meydana gelmiş) varlık için, ruh için, bir buut söz
konusu değildir. Şöyle ki: Öz, yapı ve vasıf itibariyle kâinatta mevcut en ince
vibrasyondan daha ince vibrasyonları haizdir. Dolayısıyla bütün buutlar onda
meknuzdur. Fakat ona desteklik eden diğer unsurlar böyle değildir. Böyle
olmadığı için, varlık bundan dolayı bir buut sınırlamasına tâbi olabiliri”3'1
Burada bahsedilen ‘buut’, fiziğin tarif etmiş olduğu cismin şekli (en, boy,
derinlik gibi) ile sınırlı değildir. Buut, tamamen değişik vibrasyonel bir
sahadır. Öyle ki, oraya intikal eden her ne olursa olsun oranın vasıflarını
alır veya almaz. Alırsa o buudun, almazsa kendi bulunduğu yerin malikidir. “İnsan
(İns), şuur ile Kâdir-i Mutlak tarafından yaratılmış olan Orijinal Madde ’den
müteşekkil bir buuttur. Bu Orijinal Madde, bir defa olmak üzere halk edilmiş ve
bildiğiniz maddî cevherlerden tamamıyla farklı bir özellik taşır. Orijinal Madde,
kendinden gayri olan hiçbir maddî cevherin hükmü ve tesir sahası içinde
bulunmaz. O, ancak şuurun müessiriyeti altında buutlar arasında her türlü
müessiriyeti temin edebilecek bir kombinezondur.”[239]
[240]
Dolayısıyla, İnsan (ruhu), çok yüksek özel bir bileşimdir. Onun cevherî yapısı
ve Orijinal Madde’si hakkında insanlığa (beşeriyete) sembolik ifadelerden başka
hiçbir bilgi verilmemiştir. Çünkü insanlık, bulunduğu realite itibariyle, bunu
anlayabilecek kapasitede değildir. Burada önemli bir nokta, İnsan diye adlandırılan
varlığın genelde ‘İnsan Ruhu’ olduğunu unutmamamızdır. İnsan bedeni genellikle
‘beşer’ diye adlandırılmaktadır.
Bu
123 No.lu 20.03.1970 tarihli celsenin devamında, şuur hakkında bilgi
verilmektedir; “Şuur, şimdiye dek bilmiş olduğunuz, varlığın kendi
hakkındaki umumî bilgisinin belli bir vasattaki durumu değildir. O, bütün var
olmuş olanların ve var olacakların genel bilgisi ve enerjisidir. Şuur, her var
olanı ihata eden, birbirlerini ne kadar ihata eden olursa olsun onları da ihata
eden bir İlâhî Kudret, Enerji, bir Müessiriyettir.”[241]
Celsede alınan bilgilere göre, çeşitli gezegenler üzerinde mevcut olan
varlıklar bu Umumî Şuur’un enerjisinden istifade eder. Tüm varlık, Umumî
Şuur’un (Akaşik kayıtlar, Levh-i Mahfuz) birer uzantısı sayılır. Ruh ismini
verdiğimiz Müteal (Aşkın, Üstün) Cevher ise; bu Umumî Şuur’un Özü’ne en yakın
derecede bağlı bulunan, Orijinal Madde ile yüklenmiş şuurun özel bir adıdır.
Netice olarak, vurgulanmak istenen nokta, ‘İnsan’ denilen varlığın, dünya veya
başka gezegenler üzerinde mevcut olan ve davranışları ile tezahür etmiş bulunan
varlık olmadığıdır. İnsan, onun en mahrem, en yüce, en ince ve en kudretli
aslıdır. Bizler ise ‘beşer’ varlıklarız. Beşer, İnsan demek değildir. Yani daha
evvelce de bahsedildiği gibi kısaca, bizler, insan olarak, ruh sahibi bir beden
değil, beden sahibi bir ruhuz. Varlık ise, üç şekilde ifade edilebilir;
Yaradan’ı karşısında bir mevcudiyet olarak
varlık,
Kendisi de yaratılan olmakla beraber,
mahiyet bakımından büyük farklılık gösterdiği için, madde karşısında varlık,
Bizatihi ruhî bir mevcudiyet olarak varlık.
Buradan,
mekân işgal eden varlık, yapısal olarak, ruh ve madde diye ikiye ayrılabilir.
Ancak, bu ayırımı, maddenin en ince titreşimi haiz hâllerinin sonunda, ruhun en
kaba titreşimi haiz hâlleri başlıyor diye düşünmemek lazımdır. Çünkü bunların
ikisi de ayrı ayrı varlık, dolayısıyla mevcudiyettir. Mevcudiyet, mekânda yer
işgal eden varlığın halidir. Tanrı tasavvuru ve tahayyülü içerisinde, yani
O’nun mekânı içerisinde yer işgal etmek mevcudiyettir. İşgal eden ise
varlıktır. Sadıklar Planı: Ruhsal Tebliğler’inden bir diğer önemli
celseye bakalım:
“Ruh,
kendi nokta-i nazarından kendi kendisi karşısında, kendi müstakil tasavvur ve
tahayyülü içerisinde, öz itibariyle bir mevcudiyet, dolayısıyla bir varlık
teşkil eder. Şimdi onun ruh olarak mevcudiyeti, artık Tanrı tasavvur ve
tahayyülünün mekânı içerisinde ikinci bir mekân tarzında teşekkül etmiştir ki,
bu ruhî varlıktır, hürdür, mukadderi elindedir, irade sahibidir, her türlü
tecrübeyi yapabilir. Ve nihayet işte bu varlık, madde ile bir muvasaladan
(ulaşıp temas etmeden), bir kontaktan (sonra), onun mevcudiyetini kendi mekânı
içerisine alan ruh, maddenin varlık halinde teşekkülüne sebep olur. Madde,
bizatihi, Tanrı tarafından meydana getirilmiş, bir cevher-i aslîye (heyula,
amorf) sahiptir. Bir mevcudiyettir, yani o mekânda bir mevcut yer işgal eder.
Fakat o henüz varlık karakterini haiz değildir.
Ta
ki, ruhî kudret ona ilk empülsünü, ilk muktedir tesirini göndersin ve o da bunu
alıp cevap versin. İşte bu andan itibaren bir
varlık, maddî bir varlık teşekkül etmiş, yani sizin kozmik kâinatınız meydana
gelmiştir. Kozmik kâinatın meydana gelişi, hiç şüphesiz, Yaradan’ın
tasavvuru ve tahayyülü dâhilinde değildir. Kâdir- i Mutlak olan Tanrı, sadece
mevcudiyeti meydana getirmiştir. Ve ruh, mevcudiyetten varlığa inkılap etmiş
(bir hâlden başka bir hâle geçmiş) ve mevcudiyet hâlinde bulunan maddeyi,
varlık hâlinde maddeye çevirmiştir.”[242]
Bu
137 No.lu 13.11.1970 tarihli celsede bahsedilen ‘mevcudiyet’ ilâhî yasalar ve
madde manasındadır. Celseye devam edersek; “Kozmik kâinatınız baştan aşağı
ruhî varlığın şaheseridir. Ve bu yüzden, siz nerede ne araştırırsanız
araştırın, Kadir-i Mutlak olan Tanrı ’nın, eteğine hiçbir zaman
dokunamayacaksınız. Biz de öyle, bizden yukarıdakiler de öyle, bütün sonsuzluk
içerisinde bütün varlıklar için de öyle. Bizler, yani varlık, bütün varlıklar,
İlâhî tasavvur ve tahayyülün mekânı içerisinde payidar olmak hasletini almış ve
yegâne mukadderimiz de bu olmuştur)”[243]
Burada Kâdir-i Mutlak olan Tanrı’nın, yarattıkları ile hiçbir şekilde irtibatta
olmadığına vurgu yapılmaktadır. Bütün her şeyi, sonsuza kadar devam eden bir
hiyerarşi içerisinde, varlıklar tanzim eder. “Varlığın tahayyülüne, varlığın
düşüncesine göre mevcut âlem mekânda yer tutar)”[244]
Yüce
Yaradan, varlığı yaratırken kodlarını da içine koymuştur. Her şey yasalar
çerçevesinde, varlığın içine konmuş kodlar (DNA gibi), yani İlâhî Emir
gereğince vuku bulur ve tanzim edilir. “Mevcut olan her şey, birbirini
devamlı surette yaratmaktadır. Fakat ilk müessir kudret ve bilgi ve enmüzeç
(numune, örnek), bütün hesap ve kitap Kâdir-i Mutlak Allah ’ındır. Bundan sonra
mevcudat içerisinde mevcut olan her şey ve ruh, bir kere faaliyete geçtikten
sonra o faaliyetin müessiriyeti altından çıkamaz”[245]
Yani iş, tesir alış verişi, başladıktan sonra sistem emrolunduğu şekilde
çalışır, artık varlıklar yaptıklarından sorumludurlar.
Sonuç
olarak; ruh, aktif ve tekâmül ihtiyacı olan ve bu ihtiyaca cevap veren pasif
kâinatlar için bir gaye oluşturan, kâinatlarla ancak endirekt yollarla ilişki
kuran, ebediyen tekâmülüne devam edecek olan ve asla mutlak kemal haline
eremeyecek olan, kâinatımızın malzemeleriyle tasviri veya tarifi mümkün olmayan
ve dolayısıyla mahiyetinin tasavvuru ve idraki söz konusu olmayan, kâinatlar
üstü hakikatlerden biridir.[246] Ruh,
madde kâinatının içinde değildir, dışında da denilemez, şu halde, ruhun,
kâinatların hiçbiriyle doğrudan doğruya ilişkisi düşünülmeden, onların
cevherlerine teması söz konusu edilmeden, bütün kâinatlarla kucaklaşmış gibi
onlardan faydalandığı söylenebilir.[247]
Medyumluk
konusu bilhassa Neo-Spiritizm’de (Tekâmülcü Deneysel Ruhçuluk’da) çok
önemlidir. Çünkü bu sistemin, öğretinin temeli; ruhsal varlıklarla irtibat
kurulmasına ve onlardan bilgi alınmasına dayanır. Bu irtibatlara genelde
‘celse’, ‘seans’, ‘akış’ gibi adlar da verilmektedir. Bu irtibatlar, tek başına
kurulabildiği gibi, genel olarak medyum olarak adlandırılan birisinin
yardımı/vasıtasıyla yapılmaktadır. Bu durumda bu işi bilen biri (operatör) medyumun
ruhsal yeteneklerini kullanarak, bedensiz varlıklarla/ruhsal varlıklarla
irtibat kurmakta, onlardan soru-cevap şeklinde bilgiler almaktadır. Medyum; “bedensiz
varlıklarla ruhsal bağlantı kurup, insanlarla ruhlar arasında iletişim
yapılabilmesini sağlayan, hassas yapılı, özel yeteneklere sahip kimse”[248]
şeklinde tarif edilebilir. Genel olarak, ruhsal varlıklardan etki alabilen
herkes medyumdur. Yani her bedenli varlık ruhsal etkilere açık bir durumda
olduğu için, herkes genel anlamda medyumdur denilebilir. Medyumluk çeşitlidir,
başlıca iki kısma ayrılır:
Fizik
medyumluk (darbeci, telekinetik, ışık, doğrudan ses, apor, ektoplazmik
materyalizasyon, ruhsal fotoğrafçılık, levitasyon, mulajcılık, tekinsiz ev, bir
kısım dedublüman vs.),[249]
Zihnî
medyumluk (durugörür, duruişitir, sezgisel, yazıcı-çizici, psikometri, içsel,
darbeci, şifacı, telepat, öncedenbilici, radyestezist vs.).[250]
Medyomluk,
her devirde ve her toplumda, gizli veya aşikâr olarak mevcut olmuştur.
Medyumlar, ‘İdareci Ruhsal Plan’ların tekâmülle ilgili işlerinin yürütülmesinde
vasıtalık etmiş görevli kimselerdir. İNK kitabında da medyumluk; kâinat
tesirlerini, kâinat vibrasyonlarını alabilmede hassasiyet kazanmış insanların
tesirleşmede, yani vibrasyon alışverişlerinde bulunmasıdır,[251]
şeklinde tarif ediliyor. İnsan beyninde en fazla titreşimi haiz hücreler beyin
hücreleridir ve normal hallerde kendilerine mahsus muayyen (muhtelif sebeplerle
çoğalıp azalabilen) frekansları vardır.[252]
İşte, medyumik yeteneği olanlar, trans hâline geçtiklerinde, bu frekansları
artar ve o oranda da bedensiz varlıklarla irtibat kurmaları gerçekleşir.
Maddenin haiz olduğu frekansın, enerjiyi nasıl etkilediğini bir formül ile
açıklayalım;
Enerji
= Planck Sabiti x Frekans
Formülden
görüldüğü gibi, frekans arttıkça enerji de artmaktadır. Radyo, örnek olarak
gösterilebilir. Sistemde çeşitli frekanslarda yayınlar var ve biz radyomuzu
hangi frekansa ayarlarsak o frekanstaki yayınları alabiliyoruz. Ruhsal
varlıklarla olan tesir alışverişleri de aynı böyledir. Bizim frekansımız ne yükseklikteyse,
o seviyede tesirler alabiliriz. Medyumik yetenekli birinin frekansı, normal
birinin frekansından yüksektir. Hele trans hâlinde, medyumun frekansı daha da
artmaktadır. Bu frekans çok çok artarsa, artık varlıkları göremeyiz. Bunu gitar
teli örneği ile açıklarsak; gitar telini yeteri kadar titretecek şekilde
darbelersek teli göremeyiz, ama tel orada mevcuttur. Hatta sağlık durumumuz da
bedenimizin frekansı ile alakalıdır. Frekansımızın düşmesi hastalık
belirtisidir. Tabii ki, bu frekans seviyesi, kendini bilme çalışmaları,
tefekkür etme, olumlu düşünme, spor yapma, iyilik yapma, merhamet, adalet ve
sevgi duygularını geliştirme ile arttırılabilir. Bu konu ile ilgili linkleri EK
11’de verdim.
Burada
önemli bir hususa da dikkat çekmek gerekir. Ruhselman’ın ortaya koyduğu bu
sistemde, ruhsal varlıklar dendiği zaman, daima ruh’tan bahsedilmemektedir.
Daha önce de anlatıldığı gibi, ruh varlığının madde ile direkt bir irtibatı,
teması olamaz. Kabaca söylersek; ruh nereye enkarne olacaksa o vasatın şartlarına
uygun bir ara beden meydana getirir. İşte bu ara beden (enerji beden,
perispiri) vasıtasıyla madde ve varlıklarla irtibat kurar. Medyumlar da bu ara
bedenleri vasıtasıyla diğer bedensiz ruhsal varlıklarla irtibat kurarlar. Bu
irtibatlar da şuur alanları ile sağlanır. Bu konuda daha detaylı bilgiyi, 2.
Bölümde Ruhselman’ın eserlerinden, Medyomluk kitabını özetlerken verdim.
Medyumik
yetenekli kişiler kadim zamanlardan beri var olmuşlar ve var olacaklardır.
Ancak bu gibi kişiler insanlık tarafından genellikle dışlanmışlar, büyücülükle,
cadılıkla, şarlatanlıkla, meczuplukla vs. suçlanmışlardır. Tabii ki, bunların
arasında böyle sahtekârlık yapan kişiler de olmuştur. Ama bu medyumluk ciddi
bir iştir (eğitimi vardır, geliştirilmesi vardır) ve ilâhî sistem hakkında
bilgi almanın tek yoludur denebilir.
Medyumlar
ve medyumluk konusu birçok bilim adamı tarafından da araştırılmaktadır. Çünkü
ortaya çıkan inkâr edilemez fenomenler, vakıalar ilgi çekmekte ve buna bilimsel
bir açıklama getirilmesi istenmektedir. Her ne kadar bilimsel bir kanıt aransa
da, aranmasa da, olaylar tüm gerçekliği ile ortadadır. Bu tür vakıaların,
kişiye ve kişinin medyumik yeteneklerine, hatta o kişinin anlık psikolojik
durumuna da bağlı olduğu düşünülürse, bilimsel bakışla, aynı şartlarda aynı
sonuçların elde edilmesi her zaman mümkün olmamaktadır. Bu konuda Türkiye’de de
araştırma yapan bilim adamları vardır. Bunlardan biri de nöroloji uzmanı Dr.
Sultan Tarlacı’dır. Kendisi bu çevrelerce de tanınmış birisidir. Tarlacı,
“Medyumluk Yeteneği Bilimsel Olarak İspatlandı”[253]
adlı inceleme yazısında, “Sahtekârlar bir yana bırakıldığında, işin erbabı
medyumlar, normal yollarla ulaşılamayacak bilgilere ulaşabilmekte” diyerek,
medyumların hasta olmayıp üstün meziyetli kimseler olduğuna vurgu yapmaktadır.
Yazısının devamında, bu konularda tanınmış bir araştırmacı olan Dr. Gary E.
Schwartz’ın medyumlarla yapmış olduğu çalışmalara değinmekte ve onun bu
çalışmalarını derlediği Öteâlem Deneyleri (The Afterlife Experiments)[254] adlı
kitabından alıntılar yapmaktadır. Ruhsal beceriler ve medyumluk konusuna
ihtiyatla yaklaşan çevreler, bu kitapta, anlatılan deneylerin verilerini, bu
verilerin analizlerini ve ortaya çıkan sonuçları bulabilirler. Ayrıca Sultan
Tarlacı, yazısında, trans halindeki beyin görüntüsüne bakarak sahte medyumun da
kolaylıkla tespit edilebileceğini söylemektedir. Tarlacı, medyumluk ve
parapsikoloji hakkında hazırladığı yazıları Dr. Bedri Ruhselman’dan
Medyumluk[255] adlı
kitapta yayınlamıştır.
Ruhların
ihtiyaçlarının ne olduğunu, mahiyetini, sebeplerini ve neticelerini asla
bilemeyiz ve takdir edemeyiz. İşte bu ihtiyaçların kâinatımızda (veya başka bir
kâinatta) karşılanacak olan kısmına, o kâinattaki tekâmülü denir. Ruhların
ihtiyaçları, o kâinatta, Aslî Prensip’in hâkimiyeti ve kontrolü altındaki
tatbikatlar, eprövler, sınavlar ile karşılanır. Aslî Prensip’in icapları,
ilkeleri kâinatımızın en üstünde bulunan Ünite’ye dalga dalga gelir. Oraya
gelen icaplar, ilkeler Ünite’de yayılıyor. Bu yayılımın ardından orada toplanan
icaplar bir bütün (vahdet) oluşturuyor. İcap ya da aslî icap (İlâhî İcap); Aslî
Prensip’te tespit ve tayin olunmuş, belirlenmiş durumların ifadesi olup,
kâinatımızda, kâinatlarda ve kâinatlar üstü olan ruhlar arasında her şeyi içine
alır. Her kâinata göre ayrı bir niteliği olan icaplar, Aslî Prensip’e ait
kudretin kendisidir. Bir birlik hâline gelmiş olan bu icaplar, daha sonra
Ünite’den tesir şeklinde süzülerek kâinatın içine doğru akmaya başlıyor. Bu
tesirler icaplardan çıktığı için her tesir bir icabı taşıyor. Ruhların bu kâinattaki
tekâmül ihtiyaçlarını karşılayan da, bu tesirler oluyor. “Böylece, Ünite ile
birleşmiş olan bu icaplar, tesirler hâlinde Ünite’den süzülüp her varlığın
ihtiyacına uygun olarak kâinat içindeki topluluklara, fertlere, maddelere ve
varlıklara, en küçük zerrelere kadar bütün madde cüzlerine dağılırlar ve
onlarda çeşitli transformasyonlar, deformasyonlar ve formasyonlar meydana
getirirler.”[256] Ruhların
varlıklarla olan irtibatları bu şekilde, atomik seviyede sağlanıyor.
Varlıkların maddelerle ilgili veya diğerleriyle olan her türlü alışverişleri de
böylece sağlanıyor. Kısaca, ruhlar bu kâinatta her ne tatbikat yapacaklarsa,
onların bu tatbikat için ihtiyaçları olan her şeylerini kusursuz bir şekilde
ayarlayan, tatbikat imkânlarını ve kurallarını, yasaları ortaya koyan, Aslî
Prensip’in tesirler şeklinde görünen aslî icaplarıdır. Bu yolla kâinatın düzeni
ve akışı, belirlenmiş hedefine doğru gider. “Şu hâlde, kâinatın hiçbir
zerresi bu tesirlerden azade değildir.”[257]
[258]
[259]
Yeri
gelmişken varlık konusuna da değinmek istiyorum. İNK kitabında
varlık çok değişik manalarda kullanılmaktadır. Hangi manada kullanıldığı bazen
ancak metinden anlaşılabilmektedir. Varlık; madde, maddenin çeşitli
formasyonları, beden vb. manalarında kullanılmıştır. Genel olarak kastedilen
manaya göre tanımlayalım; “Varlık; Aslî Prensip’in icaplarını taşıyan ve
ruhlarla alakalı bulunan tesirlerin; herhangi bir ruhun, kâinat sonuna kadar
kendisine hizmet etmesi için, muayyen inkişaf kademesindeki maddeler arasından
toplayarak sentezleştirdiği bir madde ünitesi, daha doğrusu bir tesirler
mudilesidir (karmaşasıdır). Şu hâlde her varlık, muayyen bir ruhun kâinat
sonuna kadar hizmetine tahsis edilmiş bir tekâmül vasıtasıdır.”59
Yani varlık ruhun sembolüdür. Bir ruhun davranışlarını kâinatta madde olarak ifade
eder ve bu ifadeleri de bir aynanın yansıtması gibi ruha geri aksettirirler.
Ruhun bütün davranışlarını tam olarak yansıttığı için de ruh gibi görünür. “Biz
ona ruhun kendisi imiş gibi de bakabiliriz. Zira o varlıkta görünen her
tezahür, ruhun davranışlarının - kullandığı madde imkânlarının müsaadesi
nispetinde- kâinata aksetmiş bir ifadesinden, temsili bir görünüşünden başka
bir şey değildir. Ve ruh ile bağlantı ortadan kalkınca ona ait bütün ifadeler
ve tezahürler silinecek ve varlık o anda dağılacaktır.”54 Burada
ruhun ortadan kalkması demek; ruhun o varlıkla bağlantısının (tesir
alışverişinin) kopması ve artık ona ihtiyacı kalmaması demektir. Tesirler ve
varlık oluşumu konusunda, sembolik olarak hazırlanan EK 1: Şekil 3.3’e
bakılabilir. İlk hidrojen atomundan sonra, bildiğimiz hidrojen atomu ve ondan
da diğer atomlar oluşur. Hidrojen atomunun bu gelişim safhalarında aslî
tesirler söz konusudur. Böylece ruhun, madde ile birlikte daha üst safhalara
geçmesi sağlanır. Nihayet tekâmül ede ede hidrojen âlemi üstü yarı süptil
ortama geldiklerinde, bu yüksek ve dağınık enerjiler bir araya toplanır ve bir
ruha hizmet edebilecek kabiliyet ve imkânlarına kavuşmuş olan varlık oluşur
(Bkz. EK 1: Şekil 3.4). Varlık, şuurlu maddedir. Bu durum oluşunca, bu dağınık
enerjilerden kendisine bir beden kurmak liyakatine ermiş olan ruh da aslî tesir
tarafından varlığa bağlanır. Ruhun bedene etki etmesi de ancak bu varlık
(perispiri) sayesinde olmaktadır ve bu durum büyük enerji (vibrasyon) farkından
dolayı zorunludur.
Tesirler
dört grupta inceleyebiliriz. Bunlardan ikisi doğrudan doğruya kâinat dışından
gelen aslî tesirlerdir (birinci ve ikinci gruplar). Bunların
mahiyetlerini bilemiyoruz, ancak kâinat içine girince tesir şeklinde ortaya
çıkmaktadırlar. Diğer ikisi de kâinat içindeki varlıklardan gelen tesirlerdir.
Bunlar da tali tesirlerdir (üçüncü ve dördüncü gruplar). Tali tesirler,
genelde vazifeli varlıklardan gelir. Dört grup tesir olmasına rağmen, bu
tesirlerin ve icapların menşei Aslî Prensip’tir. Ruhlardan gelen tesirler de
Aslî Prensip’in kontrolü altındadır. Aslî tesirlerin birinci gruptakilerine
tekâmül değerleri veya ruhî tesirler denir. Bunlar ruhlarla
ilgilidir. Bu tesirler, ruhların tekâmül ihtiyaçlarını kâinata ve kâinattaki
reaksiyonları da tekrar ruhlara aksettirir. Ruhlara ait olarak gelen birinci
gruptaki tesirler, ruhların ihtiyaç ve davranışlarının ifadelerini taşırlar ve
bağlı bulundukları beden ve maddelere iştirak ederler. ikinci grup tesirler,
Aslî Prensip’ten kâinata direkt giren tesirlerdir. Bunlar maddelerle ilgilidir.
Ruhların ihtiyaçlarına göre maddeleri sonsuz hâl ve şekillere sokarak ruhların
tekâmülüne hizmet ederler. Bunlara esasi değerler veya esasî tesirler
denir. Bunlar kâinat içine girince, birinci grup gibi, Ünite’ye gelerek oradan
ruhların bağlı olduğu varlıklara, madde ve bedenlere yönelirler (Bkz. EK 1:
Şekil 3.5, 3.6 ve 3.7). Ünite’den çıkan tesirler, âlemlere, galaksilere,
gezegenlere, varlıklara ve tüm maddelere, yani kâinatın her yerine ve her
şeyine dağılarak bölünürler. Bu esasî tesirler, herhangi bir maddî ortamdaki
maddeleri bir nokta etrafında toplayıp çekirdek oluştururlar ve onunla etrafına
diğer madde parçalarını çekerek cisimler, gezegenler, galaksiler, nebülözler ve
nihayet sonsuz âlemleri oluştururlar. Üçüncü gruptaki tesirler,
varlıklarla bedenler arasında bulunan tesirlerdir. Bunlar kullanıldıktan sonra
değerleri, nitelikleri değişmiş farklılaşmış tesirlerdir. insanların
birbirlerine yaptıkları, pozitif veya negatif, tesirlerdir. Dördüncü gruptaki
tesirler, maddeye inen esasî tesirin, bozularak tekrar çıkıp etrafa yayılan
tesirleridir. Bunlar maddelerin manyetik alanlarını oluştururlar ve
otomatik faaliyetlerde kullanılırlar. Bu manyetik alanlar, manyetizmalarda,
nazar gibi etkileşimlerde, kansız ve neştersiz el ile yapılan ameliyatlarda,
telepatiler, sempatiler, transmisyonlarda, materyalizasyon ve ektoplazma
denilen maddelerin ortaya çıkmasında vs. maddî hadiselerde (fenomenlerde)
kullanılır.[260] Bunlar depo
tesirlerdir. Örnek olarak, bir beden içinde otomatik faaliyetlerin yapılması
gösterilebilir. Atom seviyesinde sadece aslî tesir (ruhî ve maddî) var, tali
tesir yoktur.
Tesirler,
kâinat maddelerine düalite prensibi ve değer farklanması mekanizması
ile etki ederler. Düalite prensibi; madde ve ruh düalitesi zaruretinin
bir ifadesi ya da ruh-madde ikiliğinin kâinattaki görünüşü olan; maddelerin
hayatiyet ve oluşlarını sağlayan; cansız veya canlı denilen maddelerde
(esasında canlı-cansız ayırımı yapmak doğru değildir; “Maddelerin ruhlara
intisabı olunca canlı, olmayınca cansız demek gibi düşüncelere saplanmak
yersizdir. Zira her maddenin geçici veya devamlı olarak bir ruha intisabı
vardır.'’”[261]
Çünkü atom ve atom altı parçacıklarda her zerre hareket hâlindedir. Hatta
şuurlu veya şuursuz demek bile doğru değildir, bazı maddelerin topluluk-birleşik
diyebileceğimiz şuurları vardır.), maddenin esasında, parçalarında, bütün
yayınımlarında (vibrasyonel etkilerinde), hislerde, fikirlerde, maddî değilmiş
gibi görünen bütün ruhî hâllerde, kısaca gözlemlenebilir ve gözlemlenemez bütün
dünya şartlarında hâkim bulunan; maddenin bünyesine Asli Prensip tarafından
konulmuş bir prensiptir. Kâinatta her şey zıddıyla kaimdir. Bir şeyin faaliyet
göstermesi için hareket etmesi gerekir. Hareket edebilmesi için de iki farklı
şey, yani iki zıt unsur (başlangıçta dengede) olmalıdır. Bu karşılıklı iki zıt
unsurun birine bir şey eklenirse, denge bozulur ve birinden öbürüne hareket
başlar ve tekrar dengeye gelinceye kadar (basitçe bileşik kaplardaki su örneği)
devam eder. İşte burada bu dengenin adı düalite prensibidir. Bu dengenin
bozulup tekrar düzelene kadar yapılan harekete de değer farklanması
denir.
Düalite
prensibi, aslî maddenin ilk hareketinden, kâinatımız sınırına kadar tüm
maddelerinde geçerli ve işleyen bir kuraldır. Yoksa madde olmaz. Madde olarak
bilinen her şeyin içinde bu zıt unsurlardan çok vardır. Ne kadar çok olursa
olsun, benzer unsurlar bir tarafta, diğer unsurlar öbür tarafta toplanır ve
neticede gene toplam iki zıt unsur olarak görünür. Bu zıt unsurların bir araya
gelmesi bir yapı, bir kombinezon oluşturur. Kutupları olan bir maddeyi ikiye
ayırıp tek parçasına baksak, onda da bu zıt unsurlar vardır (örneğin;
mıknatısın bölünmesinden yeni mıknatıslar olur (EK 1: Şekil 3.8). Burada değer
farklanması mekanizmasını kullanan ruhtur. Etrafımızda gördüğümüz yaşadığımız
her şey düalite prensibi ve değer farklanması mekanizmasının işleyiş şeklidir.
Örnek olarak insan bedenindeki sinir sistemine bakarsak; EK 1: Şekil 3.9a ve
3.9b’den da görüleceği gibi, sempatik denilen bir sinir bir organı çalıştırırken,
onu yavaşlatmak ve kontrol etmek için parasempatik denilen başka bir sinir de
aynı organa bağlanmıştır. Kabaca örneklersek; sempatik sistem arabanın gaz
pedalı ise, parasempatik sistem de fren pedalıdır. Organların ve tüm bedenin
çalışma şekline o bedeni idare eden varlık (perispri, bedenin manyetik alanı da
diyebiliriz) tam hâkim olmuştur. Bedene hâkim olan organ beyindir. Beyine etki
eden varlık da, bağlı olduğu ruh tarafından idare edilir. “Demek ki bir ruh,
kendisinin kâinattaki mümessili olan ve bir enerjiler mudilesinden ibaret
bulunan varlığı vasıtasıyla maddelerin manyetik alanlarına tesir ederek onları
kullanır.”[262]
Ayrıca
tali tesirlerin zararlı etkilerinden koruyucu süzgeç mekanizmaları da
vardır. “Eğer bu süzgeçler ve mekanizmalar olmasaydı tekâmül icaplarına göre
lüzumlu değişmeleri yapmak için varlık ve madde kombinezonlarına inen
tesirlerle o maddeler arasında çeşitli kaynaşmazlıklar olur ve bu tesirler
fayda vereceği yerde çoğu kere zararlı olabilirdi. Bütün bu tesir ayarlama
mekanizmaları da gene, yüksek icapları taşıyan üstün tesirlerin kontrolleri
altında bulunmaktadır [263]
Kâinatın tümü bir organizasyondur. Bu organizasyonun içerisinde bulunan
organlık-organizatörlük durumu kâinatın belirli bir safhasından başlayıp
belirli bir safhasına kadar devam eder (Bkz. EK 1: Şekil 3.10). Bu safhaların
altında veya üstünde oluşan organlaşma durumları insan idraki dışında kalır,
fakat yüksek prensiplerin düzeni içinde bulunur.
Burada
bu Yüksek Prensiplerden bahsetmek gerekir. Bunlar; erişilmezlikler nedeniyle
mahiyetlerini bilemeyeceğimiz ve haklarında en ufak bir sezgiye sahip
olamayacağımız; icapları Ünite’den süzülerek yayılan; Aslî Prensip’e
bağlı ve tâbi olan, kâinatımız dışı, kader prensibi ve zaman
prensibidir.[264] Madde
kâinatımıza ait olan düalite prensibi ve nedensellik prensibi, kâinatımız dışı
yüksek prensipler arasında yer almaz, bunlar kâinat içi prensiplerdir.[265] Kâinata
bir projektör ışığı sembolüyle (Aslî Kudret ışığı konisi, bkz. EK 1: Şekil
3.11) indiği kabul edilen aslî icapların ruhları ve maddeleri kapsayan
kudretleri arasında, bu iki yüksek prensibin kâinattaki tecellileri ya da
akışları olan kader mekanizması ve aslî zaman da bulunur ki, bunlar aslî
icapların gerçekleşmesinde önemli rol oynarlar.[266]
Özetle, “Ünite’den süzülüp gelen icaplara göre kâinatta üç ana kadro vardır;
1) Asli Prensip kadrosunda (aslî icaplar kadrosunda) vazifeli olan
varlıkların kadro plan ve teknikleri, 2) Kader mekanizması kadrosuna
dâhil varlıkların kadro ve teknikleri, 3) Aslî zaman kadrosuna dâhil
varlıkların kadro ve teknikleri ve bunların hepsinin kendilerine has
realitelerini kabili temin (sağlayan) hususlar.”[267]
İşte bu üç ana kadroya bağlı olarak, kâinatta icapları bütün ayrıntılarıyla
yerine getiren, birbirine hiyerarşik bir düzenle bağlı sayısız organizasyonlar
vardır. Çeşitli zaman formları için bkz. EK 1: Şekil 3.12a ve 3.12b.
Tesirlerin
maddelere akışları şöyle olur: Tesirler en ince madde cevherleridir. Bir
tesirin bir maddeye gelmesi demek, o tesiri verici maddenin manyetik alanından
alıcı maddenin manyetik alanına çok ince bazı partiküllerin aktarılması
demektir. Verici tesir göndermeye başlarken, alıcı da bu tesirleri almaya hazır
olduğunu bildirir, adeta davet eder gibi bir tesir gönderir. Bu davetkâr
tesirlere öncü tesirler denir. Bu grup tesirlere, insanların
isteklerini, arzularını, gayretlerini ve dualarını örnek gösterebiliriz. Bu
öncü tesirler, gelmekte olan ilk tesiri karşılamak üzere harekete
geçerken, o alıcıya gitmesi gereken ilk tali tesir de idrakli, yarı idrakli ve
hatta bazen de otomatik olarak kendi kaynağından çıkıp alıcıya doğru akmaya
başlar. Fakat bu ilk tesir başıboş değildir. Ona, ulaşacağı hedefin
istikametini göstermek için daha üst idrakli kaynaktan gelen diğer bir tali
tesir de eşlik eder ki, buna güdücü tesir denir. Bu güdücü tesir biraz
kaba bir tesirdir. Çıktığı kaynağın şuur ve idraki her ne kadar ilk
tesirinkinden üstün de olsa, gene de sinyal vererek kendisini bekleyen manyetik
alana onu tam isabetle ulaştırabilecek kudrette değildir. İlk tesirle doğrudan
doğruya sempatize olabilecek ayarda bulunması, kendisinin ona eşlik etmesini
sağlamıştır. Ama hedefe varılması için bu yeterli değildir. Güdücü tesirin
kudreti yeterli değilse, ilk tesir, diğer sempatize olabileceği manyetik
sahalara sapıp hedefi şaşırabilir. Ayrıca yol üstündeki bir takım parazit
tesirler de hedeften saptırabilir. Onun için, bu aksaklığı önleyici tertipler
kurulmuştur. Daha yüksek idrakli vazifeli varlıklardan, daha üstün tali
tesirler çıkıp bu gruba eşlik eder ki, bunlara da dirijan tesir denir.
Böylelikle ilk tesir amaca uygun olarak hedefine varır.[268]
Bkz. EK 1: Şekil 3.13 ve 3.14. Tesir konusu çok önemli olduğundan, İNK kitabında
da büyük yer tutmaktadır. Ancak burada ana hatlarıyla özet olarak konuyu
açıkladım. Bütün kâinatın işleyişi, hiçbir tesadüfe yer bırakmadan düzeninin
sağlanması, maddenin inkişafı, ruhun tekâmülü, kader mekanizmaları, yaşam
planları, yani her şey tesirlerle oluşmaktadır.
Yüksek Prensipler, Ünite,
RİM, Vazife ve Sevgi Planları
Bu
kavramlara daha önceki kısımlarda yer yer değinildi. Ancak bunları özet olarak
ele alıp tanımlayacağım. ‘Ruhsal İdare Mekanizması’ (RİM) kavramını da vazife
planları içinde açıklayacağım.
Yüksek
Prensipler; ruhların ve kâinatların ileriye ve geriye
doğru olan bütün durum ve mukadderlerini tayin, takdir ve tensip ederler. Aslî
Prensip’e bağlı ve ona tâbi olan bu kâinatlar dışı prensipler: Kader
prensibi ve zaman prensibidir. Kader prensibi, Aslî Prensip’in aslî
icaplarına göre tayin edilenleri (kaderi) gerçekleştirir. Bu gerçekleştirmede
zaman prensibini kullanır. Kader prensibinin ölçütü ve ölçüsü zamandır. Bu
şekilde tespit ve tayin olunan icaplar Ünite’den süzülerek kâinat içine aslî
tesirler şeklinde yayılırlar (EK 1: Şekil 3.11). Zaman prensibinin kâinattaki
durumu aslî zamandır. Aslî zamanın da, muhtelif âlemlerden geçerken o âlemlere
göre tecelliyatı (yüzeysel/sathî zaman, idraki zaman gibi) vardır (EK 1: Şekil
3.12a ve 3.12b) Kader mekanizmasının çalışmasında zaman mekanizması zarurîdir.
Aslî İcapların uygulanmasında görev yapan üç ana kadro vardır, bunlar: Aslî
icaplar kadrosu, kader mekanizması kadrosu ve aslî zaman kadrosudur. Bu üç ana
kadroya bağlı olarak, ruhların kâinattaki tekâmüllerine ait icapları tam olarak
yerine getiren, hiyerarşik bir sistemle çalışan, sayısız organizasyonlar ve
vazifeli varlıklar vardır (EK 1: Şekil 3.10). Bu prensiplerin dışında ayrıca
madde kâinatımıza ait olan düalite prensibi ve illiyet prensibi
vardır. Bunlar kâinat içi prensiplerdir, kâinat dışı yüksek prensiplerden
sayılmazlar.[269]
Ünite;
madde kâinatımızın bilemediğimiz son ya da üst sınırlarındaki; ruhların tekâmül
ihtiyaçlarının (bu kâinat için) tümüyle temin edilip gerçekleştiğinin ifadesi
olan; idraklerin, yüksek icaplara tam bir liyakatle intibak ettikleri zaman
ulaşabilecekleri; Aslî Prensip’in kâinatımıza yönelik Kudreti’nin ya da aslî
icaplarının, idrakler ile birleştiği ve tesirler hâlinde kâinatımıza yayıldığı;
tüm kâinatı kapsayan; tüm kâinatın idare edildiği; vazife planlarının tüm safha
ve kademelerindeki organizasyonların ve organizasyon sistemlerinin hiyerarşik
olarak direktif aldıkları; tüm davranışların, idraklerin, madde imkânlarının,
tesirlerin, icapların birleştiği; içinde birbirinden ayrı ve farklı varlıkların
veya unsurların mevcudiyetinin söz konusu olmadığı; ayrılığın gayrılığın
olmayıp, bir tek idrak, bir tek davranış, bir tek kudret, bir tek icabın söz
konusu olduğu; idrak vahdetidir, varlıklar ve icaplar birliğidir, hakikattir.[270] “Hülasa
Ünite, varlıkların kavrayamayacakları ve ancak oraya girdikten sonra
kavuşabilecekleri küllî bir idrak, icap ve imkân vahdetidir. insanlara bundan
daha ilerisini söylemek imkânsız ve lüzumsuzdur!'[271]
Kitabın çeşitli sayfalarından, Ünite ile ilgili kısımları yukarıda özetleyerek
verdim. Sembolik olarak hazırlanan EK 1: Şekil 3.1, 3.2, 3.10 ve 3.11’e
bakalım. Bu şekillerde iç içe daireler şeklinde veya koni şeklinde görülen
tekâmül safhaları anlayışımızı kolaylaştırmak için yapılmıştır. Şekil 3.11’de
görülen Kudret ışığı konisinin tabanı, varlıklar tekâmül edip yükseldikçe,
aşağıdan yukarı doğru -varlığın bulunduğu seviyeye doğru- hareket eder.
Anlaşılacağı gibi koni tabanı tepe noktasına yaklaştığı için ışık
kuvvetlenmektedir. Kabaca bir feneri uzağa veya yakına tuttuğumuzdaki fark gibi
düşünebiliriz. Bu, aynı zamanda o seviyedeki varlığın frekansının arttığını,
idrakinin genişlediğini sembolize eder. Ünite de bu tekâmül yükselişinin madde
kâinatımızdaki son safhasıdır. Şuur vahdetidir (Bu safhaya Arş da denebilir).
Vazife
planları; Aslî Prensip’in ışığı altında, Yüksek
Prensipler’in çizmiş olduğu tekâmül yolunda, Ünite’nin direktifleri altında
çalışan ve yarı süptil âlemin üstünde çok süptil; yüklenilen vazifelerin tam
idrakle ifa edildiği; aslî zaman ve objektif tekâmülün söz konusu olduğu;
idraklerin ve ruhların davranışlarının, icaplarla birleştiği; vazife
gruplarıdır.[272] EK 1:
Şekil 3.10’da Ünite’nin yönettiği vazife planlarını, bir hiyerarşi içinde,
görüyoruz. Bu sembolik çizimde hiyerarşinin en tepesinde RİM, yani ‘Ruhsal
idare Mekanizması’ vardır. Ruhselman tarafından vazedilen RİM kavramı, İNK
kitabında bu şekilde geçmez. Şu adla geçmektedir: “Bütün işler Aslî
Prensip’in icaplarına göre ancak, kâinatın üst hudutlarındaki Ünite’nin kurduğu
‘kâinat şümul idare mekanizması ’ dâhilinde, bilmediğimiz yollardan yürütülür!’[273]
RİM konusu; (2.3.1.) ‘Büyük Tabiat Hadiseleri ve Manaları’ ile (2.3.2.) ‘Yüksek
İdare Mekanizması ve İlliyet Prensibi’ kitapçıkları özetlenirken de ele
alınmıştı. Vazife planları ve organizasyonları bütün vazifelerini, Ünite’den
çıkıp organizatörlük-organlık nizamı içinde aşağılara doğru yayılan
direktiflere göre yerine getirirler. Bir de MİM, yani ‘Mekanik İdare
Mekanizması’ vardır. “Türlü tekâmül ihtiyaçları için, en ağır madde
hâlinden en hafif madde hâline kadar namütenahi transformasyonlar,
deformasyonlar ve formasyonlar olur. Bu maddî değişiklikler kâinatın umumi
idaresiyle vazifeli varlıkların direktif ve kudretleri kanalıyla ve muayyen
sahalarda vazifelenmiş varlıkların faaliyet ve işçiliği ile neticelenir l’[274]
(Bu vazifeliler safhasına Melekût âlemi de diyebiliriz).
Sevgi
planları veya planı; ‘insanlık safhası’nı
tamamlayıp, artık tekrar hidrojen âlemine (fizik âleme) enkarne olmayacak
varlıkların, çok süptil ve çok yüksek bir plan olan vazife planına intibak
edebilmeleri için hazırlanmalarını sağlayacak; yarı süptil maddelerden oluşan;
kademelenme göstererek kaba taraflarıyla fizik âleme (dünyaya), ince
taraflarıyla süptil olan vazife planına yaklaşan; dünyadaki ‘sevgi’yle kıyas
edilemeyecek bir genişlik ve kapsamdaki sevginin ve mutluluğun hâkim olduğu;
insan varlıklarına mahsus ‘Arasat Plan’dır.[275]
Diğer bir deyişle; dünyada insan varlıklarının (başka bir güneş sisteminde
insana eşdeğer bir beden varlığının) son bedenli hayatlarını bitirdikten sonra,
hidrojen âleminden ayrılarak geçtikleri yarı süptil bir ortam, bir mekân, bir
âlemdir. Sevgi planına geçen bir varlık, bir tesir vasıtası olarak beden yerine
kullanmak üzere, yarı süptil bir madde kombinezonuna bağlanır ve vazife planına
hazırlanmaya başlar (Bkz. EK 1: Şekil 3.17). Varlıklar imajinasyon yetileri ile
istedikleri mekânları, şekilleri, imajları yorulmadan ve emek harcamadan derhal
yaratabilirler ve istedikleri gibi hareket edebilirler. İstekleri ve
düşünceleri, adeta kendiliğinden gerçekleşiverir. Böylece buradaki
inkişaflarını, tekâmüllerini devam ettirirler. Vazife idraki henüz
başlamamıştır. Vazife planının ahenk ve icaplarına uymak kudreti, sevgi
planındaki hazırlayıcı yüksek sevgi mekanizmasıyla, insanların mahiyetlerini
bilemedikleri bu sevginin tatbikat ve yükümlülükleri içinde kazanılır.
Nihayetinde varlıklar, bağlanmış oldukları yarı süptil maddeleri terk ederek
‘öz varlık’ halinde vazife planına geçerler. Sevginin ne olup ne olmadığı
konusuna gelince, şunları söyleyebiliriz; “Sevgi, herhangi bir şeye karşı
duyulan incizaptır (çekimdir). Binaenaleyh her kademede, her şeye karşı sevgi
duyulabilir. işte sevgi bu kadar umumî ve şümullü bir mevzuudur.”[276]
Maddelerin birbirlerine karşı göstermiş oldukları fizikoşimik alakalar da
sevginin en maddî ve ilkel hazırlığı olarak düşünülebilir. “Filhakika dünya
hayatının birçok hadiselerine imtihanlarına sebep olan sevgi hem öz bilginin
teşekkülünde, hem de vicdanın inkişafında direkt ve endirekt yollarda rol alan
en kudretli amillerden birisidir!'[277]
Varlık, dünyadan tamamen ayrılıp da sevgi planına geçtiğinde tüm dünya şartları
ve realiteleri sona erer. Oraya özgü, vazifeye hazırlayıcı ve insan
varlıklarının eksik taraflarını tamamlamalarını sağlayıcı yeni durumlar başlar.
Buradaki cehit ve gayretler sırasında dünyadaki gibi zahmet, sıkıntı, ıstırap,
azap, işkence, hastalık ve ölüm yoktur. Buradaki cehit ve gayretler, zevkli ve
mutluluk verici hazlarla doludur. Hazırlığın, vazife planına doğrudan doğruya
ulaştıran son kademeleri kolay, rahat, mutlulukla ve sevinçle tamamlanır. “Sevgi
planındaki varlıklara -otomatik olarak dahi- hiçbir vazife verilmez”[278] (Bu
safhaya cennet âlemi diyebiliriz). “Büyük din kitaplarında yarı süptil
âlemin sezgilerini insanlara vermek için cennet sembolü kullanılmıştır. Bu
güzel ve kuvvetli bir semboldür. Yalnız -bütün sembollerde olduğu gibi- burada
da asla şekillere takılıp kalmamak icap eder. işte din kitaplarında zikredilen
cennet sembolü, burada bahsettiğimiz, sevgi realitesinin hâkim olduğu bu yarı
süptil âlemi ifade eder.”[279]
Varlık,
insan bedenine şuur merkeziyle bağlıdır ve beyni, sinir sistemini ve
dolayısıyla bedeni idare eden merkez de şuur merkezidir. Varlık
bedenlendiğinde, şuurun ancak küçük bir kısmı (1/8’i) yarı serbest hâlde kalır.
‘İdraki temerküz noktasında (bir tesir veya enerjiler topluluğu olan
varlığın yoğunlaştığı düşünülen zihnî, idraki bir nokta) bulunan varlığın
bedene, yani beyin hücrelerinin ‘manyetik alanlar sentezi’ne (beyin
hücrelerinin manyetik alanları bileşkesi) gönderdiği ve bağladığı şuurun (7/8’lik)
büyük kısmı, belirli ‘beyin hücreleri’nden oluşmuş, ‘şuur merkezi’ denilen bir
mahalli (yani beyin hücrelerinin belirli kısımlarındaki molekül topluluklarını)
işgal eder.[280] Şuurun,
fonksiyonları açısından kısımları vardır, bunlar; bedene bağlı şuur, şuur dışı,
şuur ötesi, şuur altı ve şuur üstü olarak adlandırılır. Bu fonksiyonel
kısımların ve şuur mekanizmasının çalışmasını kolay anlayabilmek için EK 1:
Şekil 3.15 ve 3.16’yı inceleyelim. Genelde şuur denilen kâinat varlığı,
fonksiyonel olarak iki kısımdan oluşur; bedene bağlı şuur (1) ve şuur ötesi
(2). Şuur ötesi de iki kısımdır; şuur altı ve şuur üstü. Bir de bedene bağlı
şuur ve şuurötesi arasındaki irtibatı sağlayan şuur dışı (3) vardır. Şimdi
bunları inceleyelim;
Bedene
bağlı şuur; varlığın bedene, yani beyin hücrelerinin
teşkil etmiş olduğu manyetik alanlar sentezine (şuur merkezine) bağlı olan
kısmıdır (şuur dışı ile birlikte 7/8’lik kısım. Bu oranlar anlayış için
semboliktir, oransal bilgi vermek içindir). Bedenin otomatik veya idrakli yaşamsal
faaliyetlerini yürütür ve varlıkla irtibatı sağlar. Şuur ötesi; süptil
şuur, varlığın bedene bağlı olmayan kısmıdır (yaklaşık 1/8’lik kısmı). Şuur
ötesi de iki fonksiyonel kısma ayrılır. Birincisi, şuur altı; şuur altı
sahasına dışarıdan hiçbir tesir gelmez. Buradan da dışarıya hiçbir tesir
gitmez. Burası varlığın bütün kâinat boyunca birikmekte olan müktesebatının
(kazanımlarının, bilgilerinin, görüp geçirdiklerinin) deposudur. Dolayısıyla
geçmiş hayatların bütün intibaları şuur altında mevcuttur, öz bilgiler burada
mahfuzdur. Buraya ancak öz varlığa malolmuş, öz bilgi hâline gelmiş kazançlar
girebilir. Yani her yaşanan değil. İkincisi, şuur üstü; burası varlığın
dışarıya açık olan cephesidir. Kozmik kâinatla bağlantılı kısım. Varlığın
ruhundan gelen tesirler, onun bu kısmından varlığa girer. Keza, yukarıdan
(vazife planlarından) ve diğer varlıklardan gelen tesirler de gene bu kısma
inerler. Şuur dışı; bedene bağlı şuur ile şuur ötesinin irtibatı
doğrudan doğruya olmaz. Bunların arasındaki geliş gidişlere vasıta olan üçüncü
bir fonksiyon sahasıdır. Ancak şuur dışının başka bir fonksiyonu daha vardır
ki, o da şudur; dış âlemden, dünyadan, günlük hayattan şuura gelip de henüz öz
bilgi hâline girmemiş bulunan bilgilere ait intibalar bu sahada, yani şuur dışında,
toplanır ve ölünceye kadar orada kalır. Demek ki şuur dışı sahası, aynı zamanda
şuurun bir bilgi deposudur. Şuur, icap ettiği zaman -şuur altına inmeden- lazım
olan materyalleri bu şuur dışından alıp kullanabilir. Bunlar varlığın son dünya
hayatına, yani insanın yaşamakta olduğu hayatına ait bilgilerin neticeleridir.
Bu bilgiler, kıyasî bir muhasebeden geçtikten sonra şuur dışına itilirler. Bu
muhasebeyi yapan da vicdandır. Şuur dışı bilgileri, ancak ölümden sonra varlık
tarafından, şuur altının bilgileriyle büyük kıyasî muhasebesi (murakabe)
yapılarak öz bilgi hâline geçerler ve şuur altına yerleşirler. Günlük hayattaki
şuur sahasında cereyan eden hadiseler, uyku esnasında bu şuur dışı sahasına
intikal ederler. Aslında şuur dışı ile şuur sahaları birbirlerine çok yakındır
ve sık sık münasebet hâlindedirler.
Ölüm,
insan varlığı için, doğmadan önce hazırlanmış ‘ferdî plan’ veya ‘hayat planı’
denilen mukadderat planının, ’beden’ denilen kaba maddeden kurulmuş tesirleşme
vasıtasıyla (dünya hayatında) uygulanmasından sonra, bedenin vasıtalık yapma
gayesi ortadan kalktığında beyne yukarıdan (öz varlıktan, yani varlığın
nispeten serbest şuurundan, şuur bahsinde bahsedilen 1/8’lik şuur ötesi
kısımdan) inen tesirlerin kesilmesiyle beden üzerindeki hâkimiyetin tümüyle
ortadan kalkması ve bedenin terk edilmesidir. Varlık, bedenin ölümü sonrası,
şuurun bağlı olan kısımları bedenden çözülmedikçe serbest kalan kısmını da tam
serbestliğiyle kullanamaz. İnsan varlıkları, vasıtaları olan bedenleri
kullanabildikleri kadar kullandıktan sonra, yani onlardan elde edebilecekleri
faydaları elde ettikten ve hizmet ettikleri ruhların ihtiyaçlarını yerine
getirdikten sonra, o bedenler üzerindeki tasarruflarından vazgeçer ve üst
tesirlerin yardımıyla, yeni ihtiyaçlara uygun bir başka beden kurarlar. Fakat
her seferinde, yeni bedenin kurulmasından önce, önceki beden hayatı süresince
kazanılanları varlığa öz bilgi hâlinde maledebilmek için, muhasebe ve murakabe
işlemlerini yapacakları, ölümle (dezenkarnasyonla) başlayan, doğumla
(enkarnasyonla) biten spatyom hayatı denilen bir ara verirler.[281] Burada
beden kurmaktan kastedilen; hayat planına uygun bir bedenin (ebeveyn seçimi,
uygun genetik yapı, yapılacak işlere uygun kabiliyetler vs.) organize
edilmesidir. “Keza onun (bedenin) bu muayyen inkişaf durumuna göre, dünyada
yapması lazım gelen muayyen işleri olacaktır. işte bu işlerin yapılması onun o
devredeki dünya hayatına ait vazifesidir. O insanın (bedenin) dünyada yaşaması,
kendisine sahip olan varlığın, dünyaya inmezden (bedene bağlanmazdan) evvel
diğer vazifelilerle birlikte hazırlamış olduğu ‘dünya tatbikat planını’
gerçekleştirmesi içindir. Binaenaleyh o varlık dünyaya gelmezden evvel yapması
lazım gelen işleri tasarlamış, gözüne almış ve onları yapacağına söz vermiştir.”[282] Yani
kâinatta tesadüfe yer yoktur. Senaryo, proje, epröv ve sınav olmadan bir
dünyasal yaşam söz konusu değildir. Varlığın (nefsin ayartmalarına karşın planı
uygulamadaki) başarı durumu ve seçimleri, onun gelecek hayat planına etki
edecektir.
“Ölüm,
İlâhî nizamın ahengi altında, muayyen bir andaki değer farklanmasının miktarî
bir ifadesidir.”[283]
Beden, dünya hayatı boyunca hizmetini, gerektiği kadar, görür. Sonrasında
bedenin varlığa, yani varlığın ruhuna, vasıtalık yapma gayesi ortadan kalkar.
Bunun sonucunda da o bedendeki değerlerin azalması icap eder. Bedene yukarıdan
inen tesirler kesilir. Bu tesirlerin kesilmesiyle de, yapı taşlarındaki
hareketlerin bir kısmı silinmeye başlar. Bu sırada aşağıdan (kaba dünya
maddelerinden) gelen tesirlerin de müdahalesiyle o beden artık eski şeklini ve
hâlini muhafaza edemez, parçalanmaya ve dağılmaya başlar. Bu hâlin niteliksel
görünüşü ölümdür. Bu da beyin hücreleri varlıklarının bedenlerini terk etmeye
başlamasıyla gerçekleşir. Bir insanın ölümünü doğuran bütün şekil ve hâller;
hastalıklar, cinayetler, kazalar, tabiat olayları, sadece bu icap
zaruretlerini, o varlığın sonraki inkişaf ve tekâmülüne en uygun gelecek tarzda
yerine getirmek içindir. Bu hakikat karşısında, artık ölümü ve ölüme neden olan
hâlleri felaket saymanın hiçbir manası kalmaz.
Spatyom
hayatı, insan varlığının ölüm denilen olaydan
sonra, beden bağlarından ayrılarak, dünya hayatında kazanılanların kontrol
edilmesi ve muhasebesi maksadıyla, idraki temerküz noktasında yalnız
kendi öz varlığı ile baş başa kalması hâlidir. Spatyom, yarı süptil sevgi
planı veya süptil vazife planı gibi âlemlerle, mekânlarla karıştırılmamalıdır.
Spatyom hayatı, varlıklar için bir mekân değildir, vibrasyonel bakımdan,
hidrojen âlemi içinde, üst bölümde bir toplanma mahalli gibi düşünebiliriz.
Bu spatyom hayatının da kademeleri vardır. Bedeni terk eden varlık, şuur ve
tekâmül düzeyine göre, az veya çok bir teşevvüş hâline girer ve sonrasında
vicdan muhasebesi yapar. Yeniden bedenlenecekse, bunun planlarını yapar. Bu
spatyom denilen, varlıkların toplanma mahalline ‘kabir’ benzetmesi yapılsa, hiç
de fena olmaz kanaatindeyim. Kabir azabı diye bahsedilen hâller, duruma göre,
aynen bu spatyom hayatında da olur. Spatyomda hesap görücü, vicdandır. Vicdan
mekanizması, birikmiş olan bütün bilgilerin acı veya tatlı kıyaslarını yapar ve
onların sonuçlarını öz varlığa maleder.
Kader
mekanizması ya da kısaca kader; a) Âlemler için; aslî icaplarla
ve aslî zamanla (Bkz. EK 1: Şekil 3.12a ve 3.12b) birlikte, kâinata Ünite’den
aslî icapları taşıyarak yayılan; Aslî Prensip’in had ve öz olarak tayin
ettiğini gerçekleştirmede ölçüt ve ölçü olarak zamanı kullanan; her âlemde o
âlemin imkânlarına göre tezahür gösteren; âlemlerde mevcut madde ortamlarını
zaman formuna ait hareketlere bağlayarak âlemlerin kendilerine mahsus
mekânlarını kuran; ‘kader prensibi’nin kâinattaki akışıdır. Aslî icapların
kudretlerinden biridir ve aslî icapların kâinattaki teknik unsurudur. b) insanlar
için ise; insanların özgürlükleriyle yaptıkları fiil ve hareketlerine,
tercih ettikleri (istedikleri) ve ihtiyaç duydukları mekânlara kavuşmaları
yolundaki cehit ve gayretlerine göre, aslî icaplar karşısındaki liyakat derece
ve ölçülerini takdir ve tespit eden ve bu liyakat derece ve ölçülerine göre, aslî
icaplar altında aslî zamanı kullanarak onlara mekânlar (olaylar, durumlar vs.)
kuran, ayarlayan; ‘kader prensibi ’nin dünyada mekân formları olarak tezahür
eden tecellisidir'16 Kader konusu, Ruhselman’ın Mukadderat ve
İcabat isimli eseri çerçevesinde ve diğer kavramlar içinde ele
alındığından, İNK kitabından tanımlamalarla yetiniyorum.
İNK
kitabında
‘reenkarnasyon’ kelimesi geçmez. Bunun yerine ‘doğuş’, ‘bedenlenme’, ‘tekrar
bedenlenme’, ‘enkarnasyon’ kelimeleri geçer. Bu kavramdan tez içinde yer yer
bahsedildi. Ayrıca EK 2’de verdiğim Neo-Spiritüalizmin Temel ilkelerinde,
20. madde ve devamında, reenkarnasyon kavramına değinilmekte ve Ruhselman, bu
konu hakkındaki görüşlerini açıkça ortaya koymaktadır. Reenkarnasyon ya da
tekrar bedenlenme, Neo-Spiritüalizm’in olmazsa olmazıdır. Tekrar bedenlenme
olmadan ne tekâmülden bahsedilebilir, ne de adaletten. Burada dikkat edilecek
nokta, tekrar bedenlenmede, aynı bedenin tekrar kullanılmadığı ve başka bir
yeni bedende yeni bir hayatın (ama ruhun tekâmül ihtiyaçları doğrultusunda
önceden planlanmış bir hayatın) yaşanmasıdır. Yani spiritüalizmde bahsedilen
reenkarnasyon budur ve geriye doğru da, tenasühte olduğu gibi, cezalandırma
şeklinde olmaz. Zaten Neo-Spiritüalizm’de ve Ruhselman’ın görüşlerinde, ilâhî
cezalandırma ve ödüllendirme gibi kavramlar yoktur, ancak başarı, başarısızlık
ve başarısızlıkların telafisi vardır. Böylece tekâmül de sonsuza kadar devam
eder. Tekraren, kâinatta tesadüfe yer yoktur, tevafuk vardır ve insan da
başıboş bırakılmamıştır.
Doğum planı; ölüm olayıyla spatyom hayatına geçen insanın bu hâldeki muhasebe ve
murakabesi, lüzumlu sonuçları elde edene kadar devam eder. Bir sürü teşevvüş
geçirip, elde ettiği bilgileri sindirmesinden sonra kendisine yukarıdan
(vazifelilerden) tekrar yardımcı tesirler gelmeye başlar. Etraftan da tesirler
almaya başlar. Bunlar sayesinde yalıtılma hâlinden çıkar, teşevvüşten kurtulur.
Uyandırılması [284]
ve idrakinin arttırılması sağlanınca, hakiki varlığını anlayabilecek duruma
girer. Uyanan idrakiyle, çevresini, kimliğini ve ihtiyaçlarını yeniden tanımaya
başlar. Genişletilmiş idrakiyle geleceği düşünmeye başlar. Kazanç ve
kayıplarının derecesini takdir eder, eksiklerini tamamlamak için tekrar dünyaya
dönmek ihtiyacını duymaya başlar. “Eğer idraki bütün dünyayı şümulüne alacak
kadar genişlemişse, o zaman da onun, dünyada tekrar bedenlenmesine ve tatbikat
yapmasına lüzum kalmaz.”[285] Eğer
dünyaya dönmek ihtiyacının yerine getirilmesi icap ediyorsa, bunu takdir eden
vazifeliler, yükseklerden gelen direktiflerle, derhal yardım etmeye
hazırlanırlar ve dünyada kendisine en lüzumlu ve en faydalı olacak ferdî ve
maşerî planın, kendisiyle birlikte düzenlenmesine ve tertip edilmesine
koyulurlar. Böylece yeniden dünyaya girme hazırlığını tamamlamış varlığa, geniş
imkân sahası içinde, yeni hayatının dünyadaki tekâmülü için en elverişli
şekilleri ve şartları seçme hakkı verilir. Kendisine sunulan seçim sahasının
genişliği, onun idraki oranında kazanmış bulunduğu özgürlük derecesine
bağlıdır. Eğer idraki çok darsa, bu saha da onun için çok dar olur ve bazı
hâllerde de kendisine hemen hemen yok denilecek kadar az bir seçim sahası
bırakılır. Bedenlenince tekrar yüzeysel zaman (Bkz. EK 1: Şekil 3.12a ve 3.12b)
hâkimiyeti altına gireceğinden, kendisinden küresel zaman (Bkz. EK 1: Şekil
3.12a ve 3.12b) idrakine ait zenginlikler silinir ve hepsi şuuraltına atılır.
Yüzeysel zamana tâbi olan idrak, yeni şartlar içinde dünyada yaşamaya başlar.
Planını dünyada tatbik ederken, kendisine, spatyom hayatından kalan
izlenimleriyle beraber, vazifelilerin yardımları destek olacak ve bu planın
tatbikatında rehberlik yapacaklardır.[286]
Tekrar
beden kurma; evvela tatbikat yapılacak
kürede, bir erkekle bir kadının bir araya gelerek bir aile teşkil etmesine
ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç yerine getirildikten sonra üst vazifeli yardımcı
tesirlerle, erkek ve kadın tohumları birleştirilerek aşılanmış bir yumurta
meydana getirilir. Varlık bu aşılanmış yumurta ile irtibata geçer. Burada
varlık (perispiri), beyin hücrelerine ait varlıkların manyetik alanlarına
yaptığı müdahalelerle, onları, rüşeymin (ceninin harekete başlamadan evvel
bütün azalarının teşekkül etmiş şekli) beynini, yani beyin hücrelerini kurmaya
sevk eder. Zaten insan varlığı spatyomda iken, bu yüz binlerce beyin hücresi
varlığını bir arada tutuyordu. Bu suretle beyin hücresi varlıkları, insan
varlığının tesir ve yardımlarıyla, kendi bedenlerini, yani beyin hücrelerini
kurarlar. Varlık, kurulmuş olan bu beyin vasıtasıyla, sinir sistemini ve bu
sinir sistemi ile de bedenini kurar.[287]
Tekrar
doğuş vakaları ve parapsikoloji;
reenkarnasyona veya tekrar doğuşa (tekrar bedenlenmeye) inanmak ya da inanmamak
kişinin realitesi ve idraki ile alakalıdır. Ancak ortaya çıkmış ve çıkacak olan
nice delilleri, vakaları, fenomenleri görmezden gelmek pek mantıklı olmaz
düşüncesindeyim. Bu konuda literatüre geçmiş o kadar çok vaka var ki, ne kadar
inkâr edilirse edilsin, bu kayda geçmiş olayları yok sayamayız. Ayrıca
ülkemizde de, bilhassa Adana bölgesinde yaşanmış ve araştırılmış birçok olay
vardır. Her şey de olduğu gibi, bu olayların da sahteleri uydurmaları olmuştur,
olacaktır. Ancak araştırılıp literatüre geçmiş olanlarını görmezden gelemeyiz.
Bu konuda Bedri Ruhselman’ın medyumlarından ve yakın arkadaşlarından Reşat
Bayer’in Para-psikoloji Yönünden Reenkarnasyon Etüdleri kitabı
önemlidir. Bu kitapta; bu gibi olayların neden Adana çevresinde meydana geldiği
ve olayların araştırma detayları, parapsikolojik yönleri ile reenkarnasyonun
tekâmül açısından neden zorunlu olduğu gibi konulara değinilmektedir. [288] Bu
konuda, yabancı literatürde de önemli kaynak eserler vardır:
Araştırmacı-psikiyatrist Ian Stevenson’un kitapları, makaleleri ve
araştırmaları[289], ayrıca
hem ölüme yakın tecrübelerden, hem de reenkarnasyon vakalarından bahseden An
Introduction to Parapsychology[290]
adlı kitap önemlidir. Bunların dışında; Rusya’da parapsikolojik ve ruhsal
araştırmalarıyla ünlü Shella Ostrander-Lynn Schroeder’in ve ölüm, ölüm sonrası,
reenkarnasyon konularını araştıran Elisabeth Kübler-Ross’un kitapları ile Ruh
ve Madde Yayınlarından, tekrardoğuş konusunu detaylıca işleyen, 3 ciltlik Evrensel
Yasa:
Tekrardoğuş[291]
ve parapsikoloji-tekrardoğuş üzerine başvuru kitabı olarak Tekrar Doğuşu
Keşfetmek[292]
söylenebilir.
Spiritüalizmle
uğraşanların sıkça kullandıkları vazife ve vazifeli varlık terimleri
hakkında Ruhselman şöyle demektedir: “ Vazife, efal (fiillerin) ve harekâtın
(eylemlerin) gayesidir. Tekâmül, ancak ruhun göstereceği efal ve harekâtla
mümkün ve kabili tahakkuktur.” Yani vazife mefhumundan ayrılmış bir tekâmül
mefhumu düşünülemez. Varlıkların ferdi ve toplumsal hayatları incelendiğinde,
onların; fizikoşimik, biyolojik, psişik ve sosyolojik olarak bağlı oldukları,
çeşitli şekil ve hüviyetlere bürünmüş sayısız vazife icaplarıyla karşı karşıya
olduklarını görülebilir. Şöyle ki; 1) Bu vazifelerin birçoğu, bir takım
icaplarla öyle maskelenmiştir ki, insan bunları vazife olarak görmez. 2) Vazifelerin
diğer önemli bir kısmı da, açık olarak bir vazife olarak görünse bile, gene
bazı icapların itiş ve zorlayışlarıyla otomatik karakterler kazanmışlardır. 3)
Vazifelerin pek küçük bir kısmı ise, ancak insanın yüksek tekâmül
seviyelerinde, sezilebilir ve anlaşılabilir. Vazife kavramı aslında, bu üç
görünüş arasında da, sonsuz nüans farklarıyla birbirinden ayrılan görünüşler
sergiler.[293]
3.3. BEDRİ RUHSELMAN’A VE
İNK KİTABINA ELEŞTİRİLER
Her
yeni şeye yapıldığı gibi, İNK kitabına da birtakım eleştiriler yapıldı,
yapılmakta... Ancak genellikle hiç araştırma yapmadan, konuyu incelemeden
eleştiri yapılmakta. Hem İNK kitabı, hem Ruhselman’ın çalışmaları, hem
de spiritizm/spiritüalizm (ruhçuluk) hakkında eleştiriler vardır. Bunlara genel
olarak bakalım:
Yeni
bir din kurma iddiası; bazı çevreler, geleneğe karşı
bir şeyler söylüyorsanız, konu da ahiret ve ruh ise, doğru bile olsa,
eleştirirler. Bedri Ruhselman peygamberlikle itham edilmiş ve spiritüel
çalışmaları (ruhçuluk) da yeni bir din kurulmaya çalışılıyor diye tekfir
edilmiştir. Ruhselman’a yöneltilen bu suçlamalar, onun bu çalışmalara girdiği
ilk zamanlardan beri yapıla gelmiştir. Tez içinde hayatından kesitler
aktardığım Ruhselman, peygamberlik ve dinler konusunda[294]
o kadar olumlu yazılar, kitaplar yazmış ve konferanslar vermiştir ki, ona bu
suçlamaları yöneltmek büyük haksızlıktır. Kader hakkında ‘alın yazısı’ diye
düşünenlere, ‘hayat planı’ dediğiniz de hemen karşı çıkmaktalar. Bu eleştiri
konusunda, Ruhselman’ın tez içinde özetlediğim kitapları ve yazıları birer
cevaptır. Ruhselman, dinler hakkında, herkesin realitesine göre hareket ettiği
görüşündedir. İnsanlar bulundukları ve dolayısıyla ihtiyaç duydukları
realiteleri yaşamaktadırlar. Yani kimse, kimseyi ona inanıyorsun, buna
inanmıyorsun diye eleştirmemelidir. Realiteler değişebilir, hatta değişmelidir.
Ancak hakikat değişmez ve tekdir. Ruhselman’ı din ve peygamberlik konusunda
suçlamak ve eleştirmek için, en azından 1946 da yazıp yayınladığı, 1064
sayfalık, üç ciltlik Ruh ve Kâinat kitabını okumak gereklidir diye
düşünüyorum.
Misyonerlik suçlaması;
Ruhselman, hayatı boyunca, yakın uzak çevresine hep bildiklerini anlatmış,
hiçbir bilgiyi de ideolojik veya maddî çıkar sağlamak için öğretmemiştir. Bu
iddiaya karşı; değişken, mücadeleli ve çok hızlı hayat temposu delildir. Bu
yüzden, hayatını ele aldıktan sonra bu hayatın gözden kaçırılmaması için ayrıca
kronolojik bakış açısıyla da verdim. Ruhselman, hem müzisyen, hem tıp doktoru,
hem öğretmen, hem de spiritüalisttir. Hayatı boyunca parayla pulla işi
olmamıştır. Her işini görev aşkı ile yapmıştır. Hayatı buna delildir.
Ruhlarla irtibat kurmak yalan
iddiası; onun edindiği ve aktardığı tüm bilgiler;
çalışmalar, araştırmalar, okumalar ve bilhassa deneysel çalışmalara
dayanmaktadır. Literatüre geçmiş fenomenleri, kolaya kaçıp, inkâr etmek,
onların mahiyetini araştırmamak, anlamaya çalışmamak bilimsel olmasa gerektir.
Ruhselman, celse çalışmalarından dolayı çok eleştirilmiştir. Bu ruhlarla
irtibat celselerinin düzmece olduğu ileri sürülmüş, ruhlardan bilgi
alınamayacağı iddia edilmiştir. Bu suçlamalara karşı, EK 5’de verdiğim
enteresan üç celse zaptı ve EK 3’de verdiğim MEB’e yazılan medyumluk hakkındaki
rapor ile tez içinde açıkladığım medyumluk kavramı ve özetlediğim Medyomluk kitabı
delildir.
Reenkarnasyon yoktur iddiası;
bu iddiaya karşı, yine Ruh ve Kâinat kitabı delildir.
Ruhselman bu kitabının üçüncü cildinin neredeyse tümünü bu reenkarnasyon
konusuna ayırmıştır. Sözün kısası ve içindekiler bölümleri haricinde, 363
sayfalık reenkarnasyon bilgisi. Konu enine boyuna araştırılmış. Ama evvelce de
söylediğim gibi, daha reenkarnasyon tanımında anlaşmadan suçlamak veya
eleştirmek, en azından töhmet altında bırakmaktır.
İNK kitabındaki kehanetler, Mu
ve Atlantis; İNK kitabında dünyanın
sonu ve geleceği ile ilgili bazı kehanetler ve ilginç bilgiler vardır[295]. Bunlar;
iklim değişiklikleri[296]
(2010’dan itibaren tedricen yaşanmaz hâle doğru, 2060-2070 kıyamet[297] gibi),
dünya ve diğer gezegenlerin güneşten kopmadığı ve güneşte yaşayan idareci
varlıklar olduğu[298],
periyodik cetveldeki elementlerin artacağı ve kâinatımızın ilk hidrojen
atomundan meydana geldiği[299],
dünyamızdan 400 kat daha büyük bir gezegenin yaklaşmakta olduğu ve kutupların
alt üst olacağı[300] vs.
gibi. Ayrıca Nuh Tufanı[301], Mu ve
Atlantis (diğer kıta diye geçiyor) kıtaları ile buralarda yaşayan kavimler[302] hakkında
da bilgiler var. Bu bilgiler ve kehanetler yoruma açıktır. Onun için tezimde de
bu konulara yer vermedim. Kanaatime göre, yer ve yaklaşık zaman vererek bazı
kehanetlerde bulunmak olabilir. Ancak, çok yoğun, sindirilmesi zor ve çok
kıymetli bilgilerin bulunduğu bu kitapta kehanetler olmasaydı daha iyi olurdu
(belki ayrı bir kitapta). Ola ki, gelecek planları değişti (vazifeliler
gerekirse bunu yapabilirler), o zaman kitabın güvenirliğine halel gelebilir
düşüncesindeyim. Ruhselman, İNK kitabının başında belirttiği gibi, bu
bilgileri, tebliği veren vazifeli plan olan ‘Önder Planı’ndan almıştır[303]. O
sadece bu bilgileri düzenlemiş ve kitap hâline getirmiştir. Bu kitabın, yani
tebliğin ve dolayısıyla Ruhselman’ın savunması için EK 6’da verdiğim İNK kitabı
hakkındaki söyleşilere bakılabilir.
İNK kitabı neden sır gibi 54
yıl saklandı sorusu; bu soru, anlaşılacağı gibi,
meraktan veya nedenini öğrenmek için değil, bilakis İNK kitabı için çok
gizli, ortaya çıkmaması gereken bir şey neden ortaya çıktı demek için
sorulmuş gibidir. Bu soruya kısmen tez içinde değindim. Ancak Nesrin
Dabağlar’ın İndigo Dergisi’nde yayınladığı “İlâhî Nizam ve Kâinat’ı okumanın 9
şartı” adlı makalesinde[304] bu
soruya cevap bulabiliriz. Özetle, bu kitabı 54 sene evvelki teknolojik ve
bilimsel seviyemizle zaten okumaz çöpe atardık demeye getiriyor. Ayrıca
makalede önerildiği gibi, İNK kitabı gibi tebligat kitaplarını, hatta
kutsal kitapları okumak ve anlamak için sadece sözel bir zihin yeterli değildir
ve bunun yanı sıra matematik, astronomi, biyoloji, fizik gibi fen bilgilerine
de asgari düzeyde vakıf olmak gerekir diye düşünüyorum.
Türkiye’de
ruh bilimiyle ilgilenenlerin ilk karşılaştığı ve hepsinin de, kitaplarından,
yazılarından ve çalışmalarından dolayı tanıdığı isim, Üstat Dr. Bedri
Ruhselman’dır (1898-1960). Metapsişik Tetkikler ve İlmî Araştırmalar
Derneği’nin (MTİAD’ın) kurucusu ve ilk başkanıdır. Ruhselman’ın yaptığı
bilimsel çalışmalar, ortaya koyduğu düşünceler kendi alanında çok ileriydi. Bu
nedenle Avrupa’da Allan Kardec (1804-1869) ile başlayan Klasik Ruhçuluk’un
(Modern Spiritüalizm’in) üstüne çıkarak, Yeni Ruhçuluk (Neo-Spiritüalizm) adıyla
tanımladığı bir ekol yaratmıştır. Böylelikle 1946’lı yıllardan bu yana
Batı’daki spiritüel bilgilerin son derece üstündeki bilgilerin bu ülkede
odaklanmasını sağlamıştır. İNK kitabı tebliğlerini alabilecek liyakate
de böyle gelindiğini düşünüyorum.
Onun
ortaya koyduğu bilgiler arasında; Allah’ın mutlaklığı, ruhun ebedîliği,
tekâmülün zorunluluğu ve sonsuzluğu, tekrar doğuşların (reenkarnasyonun)
gerçekliği ve ihtiyaç olması, hürriyet ve sorumluluğun birlikte mevcudiyeti,
mukadderatımızın ve dünya icaplarının neler olduğu, sebep-sonuç esasına dayalı
kâinat nizamının ve Yüksek İdareci Planlar’ın zorunluluğu sayılabilir. İNK kitabı
tebliğleri ile yeni bilgiler ve kavramlar ortaya çıkmıştır. Bunlar da; Aslî
Prensip, aslî madde, kâinatımızın hidrojen elementinden meydana geldiği
(hidrojen âlemi), Aslî Prensip ve ruhların erişilmezliği, Aslî
Prensip-ruhlar-kâinatımız arasındaki iletişimin tesirler vasıtasıyla kurulduğu
ve bu üç varlık kategorisinin birbirinden ayrı olduğu ve Ünite kavramı gibi
konulardır. Bu konular ile gerekli açıklamaları tez bölümleri içinde verdim. Bu
kavramların da en önemlileri, metafizik görüşler kısmında genişçe ele aldığım,
Aslî Prensip, varlık kategorileri ve aslî maddedir. Bunlarda Asli Prensip
kavramı bilhassa önemlidir. Ruhselman’ın İNK kitabında ortaya koyduğu bu çok
önemli kavramı onun metafizik görüşlerinde irdeledim. Ruhselman, diğer
eserlerinde böyle bir kavramdan bahsetmemişti, hatta Allah kitabında dahi.
Ancak bu kavramı, tebliği veren ‘Önder Planı’ı ortaya koymuş olsa da, Ruhselman
da bunu benimsemiş olmalıdır. Böylelikle ‘Zorunlu Varlık’ bilgimize de uygun
bir açıklama olmuştur. Kanaatime göre, en önemli metafizik bilgi budur.
Şüphesiz
ki, daha evvel birçok araştırıcılar tarafından, ölüm ötesi hayat hakkında pek
çok bilgi toplanmıştı. Ayrıca kitabî dinlerde de aynı mevzuu ile alakalı bilgi
ve sembollere rastlanmaktadır. Ruhselman, bütün bu bilgileri üstün ruhsal
planlardan alınan tebligatlar ile karşılaştırıp, ilmî bir yaklaşım ve çalışma
ile değerlendirip, bunların sentezini insanların istifadesine sunmuştur.
Neo-Spiritüalizm, adıyla tanımlanan bilgi yolu, insanlığın ilâhî bilgiye
yaklaşmasına yardımcı olacak, kendini bilme ve kâinatı tanıma yoludur. İnsana
ve kâinata ait her soruyu, bu bilgi yolunun geniş kapsamı içinde cevaplamak
mümkündür. Neo-Spiritüalizm, ‘Birleşik İnsanlık Realitesi’ne giden yolda,
zihnimizi ve görüşümüzü açan bir bilgi kaynağıdır.
Tezimi,
Bedri Ruhselman’ın başka bir duasıyla[305]
bitirmek istiyorum; “Ulu Tanrı, hepimize mukadder kıldığı bu büyük günlere
(yüksek âlemlere geçeceğimiz günlere) bir an evvel kavuşmamız için, lüzumlu
kudretlerin başında bulunan imanı, sevgiyi, fedakârlık hissini ve ruhumuzda
süratle inkişaf ettirici sebepleri lütfen halk buyursun. Bizleri ilâhî yolun
sadık, hakiki ve bütün menfaat duygularından azade temiz kalpli, iyi niyetli
yolcularından eylesin. İnsanlığı, bu saadet verici yüksek ve temiz yoldan her
an biraz daha uzaklaşmaya sevk eden bütün nefsanî, hodkâmca ve düşmanca
ihtirasların zebunu olmaktan korusun.” Âmin.
|
KAYNAKÇA |
Ağaoğlu, Samet: |
İlk
Köşe, İstanbul, Ağaoğlu Yay., 1978. |
Altıntaş, Hayrani: |
İbn
Sina Metafiziği, 2.bs, Ankara, Kültür
Bakanlığı Yay., 2002. |
Arıkdal, Ergün: |
Ansiklopedik:
Metapsişik Terimler Sözlüğü, 4.bs,
İstanbul, Ruh ve Madde Yay.,1998. |
Arıkdal, Ergün: |
Büyük
Sentez: Tekâmül, Ruh ve Madde Yay., 1999. |
Arıkdal, Ergün: |
Ruhun
Evrensel Yolculuğu: Tekâmül, İstanbul,
Enstitü Yay., 2018. |
Arıkdal, Ergün (Düz.): |
Sadıklar
Planı: Ruhsal Tebliğler, İstanbul, Ruh ve Madde
Yay., 1988. |
Ateş, Süleyman: |
Yüce
Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 12 c., y.y., Yeni
Ufuklar Neş., t.y. |
Ayvazoğlu, Beşir: |
“Dostlarım
Ruhları Rahat Bırakın: Türk Edebiyatının Medyumları”, Türk Edebiyatı
Dergisi, 2008, Sayı: 419, s. 2026. |
Ayvazoğlu, Beşir: |
Peyami:
Hayatı, Sanatı, Felsefesi, Dramı, İstanbul,
Ötüken Yay., 1998. |
Ayverdi, Samiha: |
Mülâkatlar,
2.bs, İstanbul, Kubbealtı Yay.,2015. |
Ayverdi, Samiha: |
Rahmet
Kapısı, İstanbul, Hülbe Yay.,1985. |
Bayer, Reşat: |
Para-psikoloji Yönünden Reenkarnasyon Etüdleri, İstanbul,
Özgü Yay., 1965. |
BİLYAY (Haz.): |
Evrensel
Yasa: Tekrardoğuş, 3 c., İstanbul, Ruh ve
Madde Yay.,
1997. |
BİLYAY (Haz.): |
Vazife
Adamı: Dr. Bedri Ruhselman, İstanbul,
BİLYAY Yay.,
1997. |
BİLYAY-MTİAD (Haz.): |
“Hayatının
Detaylarıyla Dr. Bedri Ruhselman”, Ed. Levent Kosova, Ruh ve Madde Dergisi,
C: LIX, 2019, Sayı: 709, s. 10-19. |
BİLYAY-MTİAD (Haz.): |
“Türkiye’de
Ruhçuluğun 50 Yılı”, Ed. Levent Kosova, Ruh ve Madde Dergisi, C: XLI,
2000, Sayı: 480, s. 2-47. |
Cebesoy, Ali Fuat: |
Siyasi
Hatıralar, 2 c.,İstanbul, Vatan Yay.,
1957. |
Çağrıcı, Mustafa: |
“İbn
Sayyâd”, Türkiye Diyanet Vakfı: İslam Ansiklopedisi, C: XX, s.
305-306. |
Demirdöven, Necla Yasdıman: |
Kur’an
Ufku, 3 c., İzmir, Cemre Yay., 2013. |
Doğan, Ahmet: |
Büyük
Türkçe Sözlük, 2.bs, Ankara, Akçağ Yay.,
2013. |
Doksat, Recep: |
“Parapsikoloji
ve Paranormal Fenomenlerin Şuur Anlayışı Bakımından Önemi”, Sinir Sistemi
Fizyolojisi, Haz. Ayhan Songar, 3 c., İstanbul, Kader Matbaası Yay.,
1960, s. 708-871. |
Ertuğrul, İsmail Fennî: |
Lügatçe-i
Felsefe, Konya, Çizgi Kitabevi Yay., 2015. |
Hacımüftüoğlu, Halil: |
Kuran
Tercümelerinde Yöntem Sorunu, İstanbul,
İz Yay., 2008. |
Hürmen, Fatma Rezzan (Haz.): |
Ressam
Naciye Neyyal’in Mutlakiyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet Hatıraları,
İstanbul, Pınar Yay., 2000. |
İbn Arabi, Muhyiddin: |
Tefsir-i
Kebir: Te’vilât, 2 c., İstanbul, Kitsan
Kitap Yay., t.y. |
Irwin, J. Harvey, Caroline A. Watt: |
An
Introduction to Parapsychology, 5. Edition, North Carolina,
McFarland & Company, 2007. |
el-İsfahani, Ragıb: |
Müfredât:
Kur’an Kavramları Sözlüğü, İstanbul, Pınar Yay.,
2007. |
İslamoğlu, Mustafa: |
Hayat
Kitabı Kur’an, 12.bs, İstanbul, Düşün
Yay., 2011. |
İz, Mahir: |
Yılların
İzi, İstanbul, İrfan Yay., 1975. |
İzutsu, Toshihiko: |
İbn
Arabi’nin Fusûs’ndaki Anahtar Kavramlar, 4.bs, İstanbul,
Kaknüs Yay., 2005. |
Koryürek, Enis Behiç: |
Vâridât-ı
Süleyman: Çedikçi Süleyman Çelebi, İstanbul,
Pulhan Yay., 1949. |
Köse, Ali: |
“Parapsikoloji”, Türkiye Diyanet Vakfı: İslam Ansiklopedisi,
C: XVI, s. 185-188. |
Kuntay, Mithat Cemal: |
Mehmet
Akif: Hayatı, Seciyesi, Sanatı, Eserleri,
İstanbul, Semih Lütfi Kitabevi Yay., 1939. |
Kuzudişli, Ali: |
“İbn
Sayyâd İle İlgili Rivayetler Üzerine Bir Yöntem Uygulaması”, Hadis
Tetkikleri Dergisi, C: VII, 2009, Sayı: 2, s. 85-128. |
Madrigal, Carlos: |
Üç
Tanrı mı? Tek Tanrı mı?, İstanbul, Bütün Dünya
Yay., 2002. |
Mardin, Ömer Fevzi: |
Vâridât-ı
Süleyman Şerhi, 3 c., İstanbul, İlâhiyat
Kültür Telifleri Yay., 1951. |
Mills, Antonia, Jim B. Tucker: |
“Reincarnation”,
Parapsychology: A Handbook For The 21st Century, Ed. by Etzel Cardena,
John Palmer, David Marcusson-Clavertz, North Carolina, McFarland &
Company, 2015, s. 905-942. |
Ozansoy, Halit Fahri: |
Edebiyatçılar
Geçiyor, İstanbul, Türkiye Yay., 1967. |
Özdemir, Gazi: |
Oku:
Konularına Göre Kur’an Ayetleri, İstanbul,
Nergiz Yay.,
2016. |
Özdemir, Gazi: |
Son
Davet: Kur’an, 3.bs, İstanbul, Şira Yay.,
2018. |
Özmen, Yavuz: |
Kurantum
Fizik, İstanbul, Çatı Kitapları Yay., 2012. |
Özön, Mustafa Nihat: |
Büyük
Osmanlıca-Türkçe Sözlük, 4.bs, İstanbul,
İnkılap ve Aka Yay., 1965. |
Ruhselman, Bedri: |
Allah,
İstanbul, Gayret Kitabevi Yay., 1951. |
Ruhselman, Bedri: |
“Bir
Tekinsiz Ev Vakası Hakkında”, Ruh ve Kâinat Dergisi, 1952, Sayı: 2, s.
5-6; Sayı: 3, s. 3-5. |
Ruhselman, Bedri: |
Büyük
Tabiat Hadiseleri ve Manaları, İstanbul,
Dizerkonca Matbaası
Yay., 1958. |
Ruhselman, Bedri (Düz.): |
İlâhî
Nizam ve Kâinat, İstanbul, MTİAD1950 Yay.,
2013. |
Ruhselman, Bedri: |
Medyomluk,
İzmir, Bilgi Matbaası Yay., 1952. |
Ruhselman, Bedri: |
“Milli
Eğitim Bakanlığı’na Sunulan Spiritüalizma Hakkında Rapor”, Ruh ve Madde
Dergisi, C: XII, 1971, Sayı: 133, s. 23, 25; Sayı: 134, s. 14-16; Sayı:
135, s. 14-16; Sayı: 136, s. 1416. |
Ruhselman, Bedri: |
Mukadderat
ve İcabat, İstanbul, Gayret Kitabevi
Yay., 1953. |
Ruhselman, Bedri: |
Ruh
ve Kâinat, 3 c., İstanbul, Gayret
Kitabevi Yay., 1946. |
Ruhselman, Bedri: |
“Ruh
ve Kâinat”, Ruh ve Madde Dergisi, C: XXXIV, 1993, Sayı: 407, s. 17-19. |
Ruhselman, Bedri: |
“Ruh
ve Kâinat”, Ruh ve Madde Dergisi, C: XXXV, 1994, Sayı: 408, s. 6-8;
Sayı: 409, s. 7-9; Sayı: 410, s. 5-7; Sayı: 411, s. 6-8; Sayı: 412, s. 6-8;
Sayı: 413, s. 9-11; Sayı: 414, s. 9-11; Sayı: 415, s. 9-11; Sayı: 416, s.
9-11; Sayı: 417, s. 9-11; Sayı: 418, s. 9-11; Sayı: 419, s. 9-11. |
Ruhselman, Bedri: |
“Ruh
ve Kâinat”, Ruh ve Madde Dergisi, C: XXXVI, 1995, Sayı: 420, s. 9-11;
Sayı: 421, s. 9-11; Sayı: 422, s. 9-11; Sayı: 423, s. 9-11; Sayı: 424, s.
9-11; Sayı: 425, s. 9-11; Sayı: 426, s. 8-10; Sayı: 427, s. 16-18; Sayı: 428,
s. 17-19; Sayı: 429, s. 1719; Sayı: 430, s. 17-19; Sayı: 431, s. 17-19. |
Ruhselman, Bedri: |
“Ruh
ve Kâinat”, Ruh ve Madde Dergisi, C: XXXVII, 1996, Sayı: 432, s.
18-20; Sayı: 433, s. 18-20; Sayı: 434, s. 9-11; Sayı: 435, s. 9-11. |
Ruhselman, Bedri: |
Ruhlar
Arasında, İstanbul, Gayret Kitabevi Yay., 1949. |
Ruhselman, Bedri: |
“Vazife
Bilgisinin Sezgisi”, Ruh ve Madde Dergisi, C: XXX, Sayı: 349, s. 9-11. |
Ruhselman, Bedri: |
Yüksek
İdare Mekanizması ve İlliyet Prensibi, İstanbul,
Dizerkonca Matbaası Yay., 1959. |
Salt, Alparslan, Cem Çobanlı: |
İlâhî
Nizam ve Kâinat Terimleri Sözlüğü, İstanbul,
Ruh ve Madde Yay., 2014. |
Sami, Şemseddin: |
Kâmûs-ı
Türkî, 2.bs, İstanbul, İdeal Kültür Yay.,
2012. |
Sarıkaya, Haluk Egemen (Haz.): |
Bedri
Ruhselman: Bilgi Çağı Önderi, İstanbul,
Bilim Araştırma
Merkezi Yay., 1981. |
Sarıkaya, Haluk Egemen (Haz.): |
Neo
Spiritizm: Dr. Bedri Ruhselman/Modern Spiritizm: Allan
Kardec, İstanbul, Bilim Araştırma Merkezi Yay.,
1978. |
Sarıoğlu, Hüseyin: |
İbn
Rüşd Felsefesi, 3.bs, İstanbul, Klasik
Yay., 2012. |
Schwartz, Gary E., William L. Simon: |
Öteâlem
Deneyleri, İstanbul, Ruh ve Madde
Yay., 2005. |
Targan, A. Davut, Güner Ünal: |
Evren-Evrim
ve İspirtüalizm, Ankara, Çağ Matbaası Yay.,
t.y. |
Temizel, Sertaç Mehmet, Sultan Tarlacı: |
Dr.
Bedri Ruhselman’dan Medyumluk, İstanbul,
Arıtan Yay., 2015. |
Tendam, Hans: |
Tekrar
Doğuşu Keşfetmek, İstanbul, Ruh ve Madde
Yay., 2012. |
Toku, Neşet: |
Türkiye’de
Spiritüalist Felsefe, İstanbul, Kum Saati
Yay., 2012. |
Uludağ, Zekeriya: |
Şehbenderzâde
Filibeli Ahmet Hilmi ve Spiritüalizm, Ankara,
Akçağ Yay., 1996. |
Yazıcı, Yüksel: |
Herkes
Cennete Gidecek, İstanbul, Enki Yay., 2012. |
Yeğin, Abdullah: |
Yeni
Lûgat, İstanbul, Hizmet Vakfı Yay., 1997. |
Yılmaz, Burhan: |
Bilinmeyen
Mevlana, 4.bs, Konya, NKM Yay., 2010. |
[1] Parapsikoloji/Parapsişik/Metapsişik:
Bazı insanlarda gözlenen, beden dışı bir ruhsal güce ve yeteneğe dayanan
olayları inceleyen bilim dalıdır. bkz. Ergün Arıkdal, Ansiklopedik:
Metapsişik Terimler sözlüğü, 4.bs, İstanbul, Ruh ve Madde Yay., 1998, s.
156-157, 133-134.
[2] Parapsikoloji
alanında lisans, lisansüstü ve doktora düzeyinde eğitim veren üniversiteler
listesi için bkz. EK 7.
[3] Okültizm:
Gizlicilik, gizli şeyler bilgisi, gizli ilimler ile meşgul olma, bkz. Arıkdal,
Ansiklopedik: Metapsişik Terimler Sözlüğü, s. 146-147 ve bkz. İsmail
Fenni Ertuğrul, Lûgatçe-i Felsefe, Konya, Çizgi Kitabevi Yay., 2015, s.
291.
[4] Manyetizma:
İnsanlardan yayılan ve insanları fizyolojik ve biyolojik etkileyen görünmez
ve gizemli kuvvet, bkz. Arıkdal, Ansiklopedik: Metapsişik Terimler
Sözlüğü, s. 127-129 ve bkz. Ertuğrul, Lûgatçe- i Felsefe, s.
250.
[5] Spiritizm:
İspritizma, spiritizma veya ruhçuluk; ruh (veya can) ve bedenin (veya
maddenin) birbirinden ayrı cevher tarzında hakikatler olduğunu kabul eden
görüş; Spiritizm kelimesini Allan Kardec özellikle kullanarak,
parapsikoloji ve spiritüalizmden ayırmak ve bir fark ortaya koymak istemiştir.
Buna göre Spiritizm, hayatta olmayan, yani bir vücuda sahip olmayan,
ölmüş kişilerin ruh varlıklarıyla iletişimin var olduğu gerçeğini deneysel
olarak gösteren ve ruh varlıklarının bildirdiği hakikatler üzerine bilgi veren
ve açıklamada bulunan bir tekâmül yoludur, bkz. Arıkdal, Ansiklopedik:
Metapsişik Terimler Sözlüğü, s. 179-181 ve bkz. Ertuğrul, Lûgatçe-i
Felsefe, s. 391.
[6] Parapsikolojinin
konusu; telepati (zihinler arası düşünce iletişimi, bkz.
Arıkdal, Ansiklopedik: Metapsişik Terimler Sözlüğü, s. 215-216), durugörü
(beş duyunun dışında eşyaları ve fikirleri algılama, bkz. a.g.e.,
s. 66-67), psikokinezi (veya telekinezi, uzaktan hareket ettirme, bkz.
a.g.e., s. 164, 214-215; levitasyon, yerden yükselme, bkz. a.g.e.,
s. 123; apor, birden ortaya çıkma, bkz. a.g.e., s. 18; eşyaların
yer değiştirmesi; tekinsiz ev, bkz. a.g.e., s. 213-214; darbeler,
bkz. a.g.e., s. 46-47; bilokasyon, iki yerde görünüm, bkz.
a.g.e., s. 30-31; ektoplazmik olaylar, bkz. a.g.e., s.
77-78; manyetik olaylar, bkz. a.g.e., s. 127-129), prekognisyon
(geleceği bilme, bkz. a.g.e., s. 162-163) vb. gibi
fenomenlerdir.
[7] Recep
Doksat, “Parapsikoloji ve Paranormal Fenomenlerin Şuur Anlayışı Bakımından
Önemi”, Sinir Sistemi Fizyolojisi, Haz. Ayhan Songar, 3 c, İstanbul,
Kader Matbaası Yay., 1960, C: III, s. 709-710.
[8] Ali
Köse, “Parapsikoloji”, Türkiye Diyanet Vakfı: İslam Ansiklopedisi, C:
XVI, s. 185.
[9] Uludağ
Zekeriya, Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi ve Spiritüalizm, Ankara,
Akçağ Yay., 1996, s. 194-195.
[10] Riyazet
ve nefis terbiyesi ile meşgul olan, insan aklının mantık ve akıl yürütme yolu
ile erişemediği ilâhî ve doğaüstü hakikatleri derin bir sezi ile bulmaya
çalışan kimseler; Örneğin, Hallac-ı Mansur (858922), Feridüddin Attar
(1136-1221), Muhyiddin İbnu'l Arabi (1165-1240), Hacı Bektaş-ı Veli (12091271),
M. Celâleddîn-i Rumi (1207-1273), Yunus Emre (1241-1320) gibi.
[11] Bir
nevi hipnoz gibi uyurgezerlik halidir. Uyurgezerliğin bu halinde o kimse ile
konuşulabilir ve onun uyurgezer hali fark edilmeyebilir, bkz. Ertuğrul, Lûgatçe-i
Felsefe, s. 387.
[12] Doksat,
“Parapsikoloji ve Paranormal Fenomenlerin Şuur Anlayışı Bakımından Önemi”, Sinir
Sistemi Fizyolojisi, Haz. Ayhan Songar, C: III, s. 711.
[13] a.g.e.,
s. 711-712.
[14] A.
Davut Targan, Güner Ünal, Evren-Evrim ve İspirtüalizm, Ankara, Çağ
Matbaası Yay., t.y., s. 144.
[15] Doksat,
“Parapsikoloji ve Paranormal Fenomenlerin Şuur Anlayışı Bakımından Önemi”, Sinir
Sistemi Fizyolojisi, Haz. Ayhan Songar, C: III, s. 712.
[16] *)
Böyle yıldız işaretli isimlerin çalışmaları hakkında bkz. Ruhselman'ın
MEB raporu, EK 3.
[17] a.g.e.,
s. 712.
[18] a.g.e., s. 712-713.
[19] Köse,
“Parapsikoloji”, Türkiye Diyanet Vakfı: İslam Ansiklopedisi, C: XVI, s.
186.
[20] Doksat,
“Parapsikoloji ve Paranormal Fenomenlerin Şuur Anlayışı Bakımından Önemi",
Sinir Sistemi Fizyolojisi, Haz. Ayhan Songar, C: III, s. 713-714.
[21] Bu
müstear isim, Mösyö Rivail'in daha evvelki hayatındaki ismidir. Bedensiz bir
varlık, bir ruhsal irtibat celsesinde medyum vasıtasıyla, onun Galya'da
(Fransa'da bir bölge) yaşamış bir Druid (Kelt çoktanrıcılığında tabiat
unsurlarını kutsal kabul eden bir inanış mensubu) olduğunu, kendisinin de onun
arkadaşı olduğunu ve evvelki hayatındaki isminin de Allan Kardec olduğunu
söyler, bkz. Haluk Egemen Sarıkaya, Neo Spiritizm: Dr. Bedri
Ruhselman/Modern Spiritizm: Allan Kardec, İstanbul, Bilim Araştırma Merkezi
Yay., 1978, s. 20.
[22] Doksat,
“Para psikoloji ve Paranormal Fenomenlerin Şuur Anlayışı Bakımından Önemi”, Sinir
Sistemi Fizyolojisi, Haz. Ayhan Songar, C: III, s. 714.
[23] Yüksel
Yazıcı, Herkes Cennete Gidecek, İstanbul, Enki Yayınları, 2012, s.
113-116.
[24] Sarıkaya,
Neo Spiritizm: Dr. Bedri Ruhselman/Modern Spiritizm: Allan Kardec, s.
23.
[25] Bu kitap
2010'da Ruh ve Madde Yayınları'ndan yayınlanmıştır. Aynı yayınevinden Kardec’in
Ruhçuluğun ve Ruhsal Tebliğlerin Özelikleri (1986) ve Obsesyon (1985)
adlı kitapları da yayınlanmıştır.
[26] a.g.e.,
s. 22-23.
[27] Beşir
Ayvazoğlu, "Dostlarım Ruhları Rahat Bırakın: Türk Edebiyatının
Medyumları”, Türk Edebiyatı Dergisi, 2008, Sayı: 419, s. 20.
[28] Spiritüalizm,
ruh-beden ilişkisini daha çok felsefî yönden ele alır ve varlık kategorilerini
genelde Tanrı, ruh ve âlem olarak inceler ve görüşler, fikirler ortaya koyar. Spiritizm
ise, ilaveten ruhsal varlıklarla temas kurma ve onlardan bilgi almak gibi, daha
çok deneysel çalışmalar yapar ve paranormal fenomenleri açıklamaya çalışır.
Bazen bu iki kelime birbirinin yerine kullanılsa da, mana bakımından ince bir
ayırım vardır.
[29] Neşet
Toku, Türkiye'de Spiritüalist Felsefe, İstanbul, Kum Saati Yay., 2012,
s. 53-205.
[30] Ayvazoğlu,
“Dostlarım Ruhları Rahat Bırakın: Türk Edebiyatının Medyumları”, Türk
Edebiyatı Dergisi, Sayı: 419, s. 20.
[31] Mithat
Cemal Kuntay, Mehmet Akif: Hayatı, Seciyesi, Sanatı, Eserleri, İstanbul,
Semih Lütfi Kitabevi Yay., 1939, s. 42-43; aktaran: Ayvazoğlu, a.g.e.,
s. 21.
[32] Fatma
Rezzan Hürmen (Haz.), Ressam Naciye Neyyal'in Mutlakiyet, Meşrutiyet ve
Cumhuriyet Hatıraları, İstanbul, Pınar Yay., 2000, s. 229-230; aktaran:
Ayvazoğlu, a.g.e., s. 21.
[33] Mahir
İz, Yılların İzi, İstanbul, İrfan Yay., 1975, s. 65-67; aktaran:
Ayvazoğlu, a.g.e., s. 21.
[34] Ali
Fuat Cebesoy, Siyasi Hatıralar, 2c., İstanbul, Vatan Yay., 1957, C: II,
s. 67-68; aktaran: Ayvazoğlu, a.g.e., s. 22.
[35] Samiha
Ayverdi, Rahmet Kapısı, İstanbul, Hülbe Yay., 1985, s. 97.
[36] Samiha
Ayverdi, Mülâkatlar, 2.bs, İstanbul, Kubbealtı Yay., 2015, s. 181-188
(Bedri Ruhselman’ın katıldığı sohbet).
[37] a.g.e.,
s. 207-211 ve 223-238 (Suat Plevne’nin katıldığı sohbetler).
[38] Samet
Ağaoğlu, İlk Köşe, İstanbul, Ağaoğlu Yay., 1978, s. 119.
[39] Bedri
Ruhselman, Ruh ve Kâinat, 3 c.,İstanbul, Gayret Kitabevi Yay., 1946.
[40] Ayvazoğlu,
“Dostlarım Ruhları Rahat Bırakın: Türk Edebiyatının Medyumları”, Türk
Edebiyatı Dergisi, Sayı: 419, s. 22-23. Ayrıca bkz. Beşir Ayvazoğlu,
Peyami: Hayatı, Sanatı, Felsefesi, Dramı, İstanbul, Ötüken Yay., 1998,
s. 401-423, (18. Bölüm: Ruhlar Arasında).
[41] Enis
Behiç Koryürek, Vâridât-ı Süleyman: Çedikçi Süleyman Çelebi, İstanbul,
Pulhan Yay., 1949.
[42] Ömer
Fevzi Mardin, Vâridât-ı Süleyman Şerhi, 3c., İstanbul, İlâhiyat Kültür
Telifleri Yay., 1951.
[43] Halit
Fahri Ozansoy, Edebiyatçılar Geçiyor, İstanbul, Türkiye Yay., 1967, s.
311.
[44] Arıkdal,
Ansiklopedik: Metapsişik Terimler Sözlüğü, s. 181-182.
[45] a.g.e.,
s. 179-181.
[46] Fatalizma;
bütün hadiselerin, hiçbir kimse tarafından değiştirilemez surette, evvelden
tabiatüstü bir illet-i ûlâ (ilk sebep) tarafından tespit edilmiş olduğuna
inanan bir felsefî görüştür, bkz. Ruhselman, Ruh ve Kâinat, C:
II, s. 400 ve bkz. Ertuğrul, Lûgatçe-i Felsefe, s. 172-173.
[47] Determinizm;
her hadiseyi maddî veya manevî bir takım sebeplerin zarurî neticesi olarak
kabul eden bir felsefî görüştür, bkz. Ruhselman, Ruh ve Kâinat,
C: II, s.401 ve bkz. Ertuğrul, Lûgatçe-i Felsefe, s. 121-122.
[48] Arıkdal,
Ansiklopedik: Metapsişik Terimler Sözlüğü, s. 178-179.
[49] a.g.e.,
s. 175-177.
[50] a.g.e.,
s. 212-213.
[51] a.g.e.,
s. 210-211.
[52] Bkz.,
“Türkiye’de Ruhçuluğun 50 Yılı”, Ed. Levent Kosova, Ruh ve Madde Dergisi,
C: XLI, 2000, Sayı: 480, s. 2-47 (50. Yıl Özel Sayısı) ve bkz. “Hayatının
Detaylarıyla Dr. Bedri Ruhselman”, Ed. Levent Kosova, Ruh ve Madde Dergisi,
C: LIX, 2019, Sayı: 709, s. 10-19.
[53] Feridun
Tepeköy, Bedri Ruhselman’ın yakın arkadaşı olmasının yanı sıra onun bazı
kitaplarının özetlerini de hazırlayıp yayınlamıştır. Ayrıca 29.11.1964’de MTİAD
başkanlığına (4. Başkan) seçilmiş ve 19.11.1967’ye kadar bu görevi
sürdürmüştür.
[54] ‘Bedri
Ruhselman’ isimli bu dokümanı, M. Haluk Akçam (1952-2009), Bedri Ruhselman’ın
yakın arkadaşı Feridun Tepeköy’ün (1920-1989) ‘Büyük Vazifeli Dr. Bedri
Ruhselman’ isimli yayınlanmamış 608 (611) sayfalık eserinin müsveddeleri
arasından hazırlayarak, 18.01.1980 de sitesinde yayınlamıştır. Bedri
Ruhselman’ın hayatı ile ilgili Ruh ve Madde dergilerinde yayınlanan bölümlerde
de bu doküman esas alınmıştır. Bkz.
http://www.halukakcam.com/B6/Notes/BedriRuhselman1980.htm
[55] Vazife Adamı: Dr. Bedri Ruhselman,
İstanbul, Bilyay Vakfı Yay., 1997, s. 6.
[56] Ruhselman,
Ruh ve Kâinat, C: III, s. 944-945.
[57] a.g.e.,
s. 943. Ruhselman, Ruh ve Kâinat kitabının bu “Geçmiş Hayatlara Ait Mutat
Yollardaki Hatırlamalar” bölümünde başka geçmiş yaşam hatırlama olaylarına da
yer vermiştir. Bu olaylar reenkarnasyon fikrini doğrular mahiyettedir, bkz.
a.g.e., s. 945-958.
[58] Vazife
Adamı: Dr. Bedri Ruhselman, s. 7.
[59] Bu
kitap; Hasan Mezruk’un (Hasan Bedreddin) yazdığı, 1912 (1328) de Gayret
Kütüphanesi sahibi Fikri Garbis tarafından yayınlanmış, 2 ciltlik (C: I, s.
239; C: 2, s. 256), Osmanlıca, Cinlerle Muhabere: Yahud İspiritizm,
Fakirizm, Manyetizm adlı kitaptır.
[60] a.g.e.,
s. 7-8.
[61] a.g.e.,
s. 8.
[62] a.g.e.,
s. 8.
[63] Ruh
ve Madde Dergisi, Sayı: 480, s. 7.
[64] a.g.e.,
s. 7.
[65] Vazife
Adamı: Dr. Bedri Ruhselman, s. 9. Ayrıca bkz. EK 8: Sayfa 19.
[66] Mustafa
Kemal Atatürk o zamanlar albay rütbesindeymiş. Sonraları bu karşılaşma Bedri
Ruhselman için unutulmaz bir anı olmuş. Bkz. EK 8: Sayfa 19.
Ruhselman’ın bu askere yazılma olayı Feridun Tepeköy’ün Notları’nda dördüncü
bölüm s. 567-570’de teferruatlı bir şekilde anlatılmaktadır.
[67] a.g.e.,
s. 9.
[68] Bu
Mısırlı Prensesin kimliği hakkında bir bilgiye ulaşılamadı. Ancak Prensesin
himayesine alması ve sonrasında vefat etmesi ile ilgili bkz. EK 8: Sayfa
19-20.
[69] a.g.e.,
s. 9-10.
[70] Ruh
ve Madde Dergisi, Sayı: 480, s. 8.
[71] Bkz.
Feridun Tepeköy’ün Notları, EK 8: Sayfa 20.
[72] Bkz.
Feridun Tepeköy’ün Notları, EK 8: Sayfa 20.
[73] Ruhselman,
Ruh ve Kâinat, C: II, s. 511-512.
[74] Bedri
Ruhselman, “Bir Tekinsiz Ev Vakası Hakkında”, Ruh ve Kâinat Dergisi,
1952, Sayı: 2, s. 5-6; Sayı:3, s. 3-5.
[75] Vazife
Adamı: Dr. Bedri Ruhselman, s. 10. Ayrıca bkz. Feridun Tepeköy’ün
Notları, EK 8: Sayfa 22.
[76] Bkz.
Feridun Tepeköy’ün Notları, EK 8: Sayfa 22.
[77] Bkz.
EK 10: Resim 1.20, Ruhselman’ın doktorluk ihtisas diploması.
[78] a.g.e.,
s. 10-11. Ayrıca bkz. Ruh ve Madde Dergisi, Sayı: 480, s. 9.
[79] Burada
‘yüksek bilgiler'den kasıt; tebliğin alındığı ruhsal planın yani ruhsal
varlığın, ruhsal kademe olarak üst seviyelerde olduğu ve verdiği bilgilerin
önemli olduğudur.
[80] a.g.e.,
s. 10-11.
[81] a.g.e.,
s. 11. Ayrıca bkz. Ruh ve Madde Dergisi, Sayı: 480, s. 8-9.
[82] a.g.e.,
s. 11.
[83] Ruh
ve Madde Dergisi, C: LIX, 2019, Sayı: 709, s. 14.
[84] Vazife
Adamı: Dr. Bedri Ruhselman, s. 12.
[85] a.g.e.,
s. 12-13.
[86] a.g.e.,
s. 13. Ayrıca bkz. Feridun Tepeköy’ün Notları, EK 8: Sayfa 24.
[87] a.g.e.,
s. 13. Ayrıca bkz. Ruh ve Madde Dergisi, Sayı: 480, s. 11.
[88] Ruh
ve Madde Dergisi, C: XLI, Sayı: 480, 2000, s. 13. 30 Mart 1950 tarihinde
kurulan MTİAD’ın kurucular toplantısının (20 den fazla üye) 1 Nisan 1950
tarihli ilk kararı ile yönetim kurulu şöyle oluşturulmuştur; Bşk. Dr. Bedri
Ruhselman, Bşk. Yrd. Suat Plevne, Gn. Sekr. Dr. A. Sevil Akay, Sayman Muammer
Bayurgil, Üye Haydar Seber, Üye Turgut Kocagüney, Üye Mazhar Uğur. Yönetim
kuruluna ek olarak diğer yardımcı görevlere seçilenler; Perihan Plevne, Nezihe
Bayurgil, Recep Doksat, Mualla Tuncer, İhsan Yener, Muhtar Barlas, Nurettin
Özmen, Dr. Hasan Yusuf İzmir, Sabri Bötev, Fikret Kocagüney ve Dr. Ertuğrul
Saltuk. Ruhselman’ın dernek hüviyeti resmi EK 10: Resim 1.18’de.
Ruhselman’ın
vefatından sonraki MTİAD başkanları ve dönemleri, sırasıyla: Dr. Refet
Kayserilioğlu (1960-1962), Dr. Ata Atalay (1962-1964), Feridun Tepeköy
(1964-1967), Ergün Arıkdal (1967-1997) ve diğerleri. Bkz. a.g.e., s.
31-32.
[89] Ruh
ve Madde Dergisi, Sayı: 480, s. 12-13.
[90] Kısaca
madde olmak ve maddelikten çıkmadır. Ruhsal irtibatta (celse esnasında),
materyalizasyon ve demateryalizasyon hadiselerinde herhangi bir eşyanın veya
maddenin ortadan kaybolması (görünmez olması) veya hiç yoktan ortaya çıkmasıdır
(tezahür etmesi). Çeşitli örnekler için bkz. Ruhselman, Ruh ve Kâinat,
C: II, s 608-643.
[91] Vazife
Adamı: Dr. Bedri Ruhselman, s. 13.
[92] a.g.e.,
s. 13. Raporun orijinal ismi “Study and Exposition the Mediumship and the
Relation and Communication Between the Incarnate and Disincarnate Beings,
According to the Idea of Neo- Spiritualism”dir.
[93] a.g.e.,
s. 13-14.
[94] Bkz.
Feridun Tepeköy’ün Notları, EK 8: Sayfa 25.
[95] Bedri
Ruhselman, Mukadderat ve İcabat, İstanbul, Gayret Kitabevi Yay., 1953,
s. 6-8. Ruhselman, bu kitabında hem bu varlıkları tanıtmış hem de bunların
medyumları hakkında bilgiler vermiştir. Esasında Ruhselman’ın bütün yayınlanmış
ve yayınlanmamış eserlerinde, celselerle irtibat kurulmuş daha başka
varlıkların isimleri de zikredilir. Ruhselman’ın tüm bu celse kayıtları,
‘Tebliğler 1-2’ adı altında, iki ciltlik bir doküman halinde toplanmış ama ne
yazık ki henüz yayınlanmamıştır.
[96] Vazife
Adamı: Dr. Bedri Ruhselman, s. 14.
[97] a.g.e.,
s. 14-15.
[98] Ruh
ve Madde Dergisi, C. LIX, 2019, Sayı: 709, s.17-18.
[99] Yukarısı
tabiri, üst kademelerdeki yönetici ruhsal varlıklar için kullanılmaktadır.
[100] a.g.e.,
s. 18.
[101] a.g.e.,
s. 18.
[102] Vazife
Adamı Dr. Bedri Ruhselman, s. 16.
[103] Bkz. Program Linki: https://www.youtube.com/watch?v=t7mb15SQzJw
[104] Bu
konferans dizisi için bkz. Bedri Ruhselman, “Ruh ve Kâinat”, Ruh ve
Madde Dergisi, C: XXXIV, 1993; Sayı: 407, s.17-19; C: XXXV, 1994, Sayı:
408, s. 6-8; Sayı: 409, s. 7-9; Sayı: 410, s. 5-7; Sayı: 411, s. 6-8; Sayı:
412, s. 6-8; Sayı: 413, s. 9-11; Sayı: 414, s. 9-11; Sayı: 415, s. 9-11; Sayı:
416, s. 9-11; Sayı: 417, s. 9-11; Sayı: 418, s. 9-11; Sayı: 419, s. 9-11; C:
XXXVI, 1995, Sayı: 420, s. 9-11; Sayı: 421, s. 9-11; Sayı: 422, s. 9-11; Sayı:
423, s. 9-11; Sayı: 424, s. 9-11; Sayı: 425, s. 9-11; Sayı: 426, s. 8-10; Sayı:
427, s. 1618; Sayı: 428, s. 17-19; Sayı: 429, s. 17-19; Sayı: 430, s. 17-19;
Sayı: 431, s. 17-19; C: XXXVII, 1996, Sayı: 432, s. 18-20; Sayı: 433, s. 18-20;
Sayı: 434, s. 9-11; Sayı: 435, s. 9-11.
[105] Bedri
Ruhselman, "Milli Eğitim Bakanlığı'na Sunulan Spiritüalizma Hakkında
Rapor”, Ruh ve Madde Dergisi, C: XII, 1971; Sayı: 133, s. 2-3, 25; Sayı:
134, s. 14-16; Sayı: 135, s. 14-16; Sayı: 136, s. 14-16.
[106] Bedri
Ruhselman, Ruh ve Kâinat, 3 c., İstanbul, Gayret Kitabevi Yay., 1946.
[107] Deney;
spiritizmde ruhsal irtibat celselerini ve bu celseler sırasında elde edilen
bilgileri ve gözlemleri ifade etmektedir.
[108] a.g.e.,
s. 521.
[109] a.g.e.,
s. 567.
[110] a.g.e.,
s. 521.
[111] a.g.e.,
s. 539.
[112] a.g.e.,
s. 568; Ayrıca bkz. Arıkdal, Ansiklopedik: Metapsişik Terimler
Sözlüğü, 4. bs., İstanbul, Ruh ve Madde Yay., 1998, s. 48.
[113] a.g.e.,
s. 608.
[114] a.g.e.,
s. 659-1021.
[115] a.g.e.,
s. 1022-1048. Bkz. EK 2.
[116] Bedri
Ruhselman, Ruhlar Arasında, İstanbul, Gayret Kitabevi Yay., 1949.
[117] a.g.e.,
s. 22.
[118] a.g.e.,
s. 179-192.
[119] a.g.e.,
s. 23-35.
[120] Bedri
Ruhselman, Allah, İstanbul, Gayret Kitabevi Yay., 1951.
[121] a.g.e.,
s. 23.
[122] a.g.e.,
s. 39-44.
[123] a.g.e.,
s. 98.
[124] a.g.e.,
s. 53.
[125] a.g.e.,
s. 117-118.
[126] Bedri
Ruhselman, Medyomluk, İzmir, Bilgi Matbaası Yay., 1952.
[127] a.g.e.,
s. 1.
[128] a.g.e.,
s. 3.
[129] a.g.e.,
s. 4.
[130] a.g.e.,
s. 4.
[131] a.g.e.,
s. 4-13.
[132] Bedri
Ruhselman (Düz.), İlâhî Nizam ve Kâinat, İstanbul, MTİAD1950 Yay., 2013,
s. 11.
[133] a.g.e.,
s. 48.
[134] Ruhselman,
Medyomluk, s. 13-17.
[135] a.g.e.,
s. 16.
[136] a.g.e.,
s. 17.
[137] a.g.e.,
s. 17-30.
[138] a.g.e., s. 17-19.
[139] a.g.e.,
s. 22-30.
[140] a.g.e.,
s. 30-32.
[141] a.g.e.,
s. 32.
[142] a.g.e.,
s. 34.
[143] a.g.e., s. 34-43.
[144] a.g.e.,
s.39
[145] a.g.e.,
s. 40
[146] a.g.e.,
s. 41.
[147] Teşevvüş;
Ruhsal olarak bir varlığın bir bilgi ve olay karşısında gösterdiği şaşkınlık
hali, bir realiteden diğerine geçerken içine düşülen şaşkınlık, şuur
bulanıklığı, intibaksızlık vs. gibi haller. Detaylı bilgi için: Bkz. Arıkdal,
Ansiklopedik Metapsişik Terimler Sözlüğü, s. 223-225.
[148] Obsesyon;
ruhçulukta maddesel düşünce, hırs, arzu, tahakküm (tasallut), nefsanî
tatminsizlik, kin, nefret, gücenme, intikam gibi haller. Detaylı bilgi için: Bkz.
a.g.e., s. 143-146.
[149] Ruhselman,
Medyomluk, s. 42.
[150] a.g.e.,
s. 43-46.
[151] Ruhselman,
Medyomluk, s. 46.
[152] a.g.e.,
s. 46-54.
[153] Ruhselman,
Ruh ve Kâinat, C: II, s. 439-440.
[154] Ruhselman,
Medyomluk, s. 52.
[155] Kussmaul;
bir çeşit asidotik solunum hareketleridir. Nadir görülen bir durum olsa da, bu
asidoz hali önemli bir tıbbî acilin işaretidir. Bazı hastalık komalarında görülen
bu solunum biçiminde hasta, çok derin nefes alır verir. Kısa bir aradan sonra
bunu tekrarlar. Bkz.
https://saglik.li/kussmaul-solunumu- nedir/.
[156] Ruhselman, Medyomluk, s. 57.
[157] a.g.e., s. 59-60.
[158] a.g.e.,
s. 66.
[159] Bedri
Ruhselman, Mukadderat ve İcabat, İstanbul, Gayret Kitabevi Yay., 1953.
[160] a.g.e.,
s. 5-8.
[161] Bkz.
İsmail Fenni Ertuğrul, Lûgatçe-i Felsefe, Konya, Çizgi Kitabevi Yay.,
2015, s. 121.
[162] Bkz.
a.g.e., s.172.
[163] Ruhselman,
Mukadderat ve İcabat, s. 14-16.
[164] a.g.e.,
s. 17.
[165] a.g.e.,
s. 15-34.
[166] a.g.e.,
s. 31.
[167] a.g.e.,
s. 34.
[168] a.g.e.,
s. 36-37.
[169] a.g.e.,
s. 37.
[170] a.g.e.,
s. 38.
[171] a.g.e.,
s. 51.
[172] a.g.e.,
s. 51-52.
[173] Burada
kastedilen tekrar doğuş (reenkarnasyon) konusuna 3. Bölümde yer vereceğim.
Zaten tekrar tekrar doğmak, tekâmül için bir zorunluluktur, neo spiritüalizmin
ve dolayısıyla Ruhselman’ın önemli bir kavramıdır.
[174] a.g.e.,
s. 59.
[175] a.g.e.,
s. 60.
[176] a.g.e.,
s. 80-116.
[177] a.g.e.,
s. 120.
[178] a.g.e.,
s. 124-132.
[179] a.g.e.,
s. 132-136.
[180] a.g.e.,
s. 137-140.
[181] a.g.e.,
s. 143.
[182] a.g.e.,
s. 141-146.
[183] a.g.e., s. 147-149.
[184] a.g.e.,
s. 156-157.
[185] a.g.e.,
s. 157.
[186] a.g.e.,
s. 150-162.
[187] a.g.e.,
s. 163.
[188] a.g.e.,
s. 163-168.
[189] a.g.e.,
s. 177-180 (çok uzun bir tebliğ).
[190] a.g.e.,
s. 168-181.
[191] a.g.e.,
s. 181-183 (uzun bir tebliğ).
[192] a.g.e.,
s. 185-186.
[193] a.g.e.,
s. 181-190.
[194] a.g.e., s. 199-202 (uzun bir tebliğ).
[195] a.g.e.,
s. 190-207.
[196] a.g.e.,
s. 208-227.
[197] a.g.e.,
s. 227-250.
[198] a.g.e.,
s. 250-263.
[199] a.g.e.,
s. 263-287.
[200] a.g.e.,
s. 287-343.
[201] a.g.e.,
s. 343-347.
[202] Ruhselman,
Ruh ve Kâinat, C: I, s. 105-125.
[203] Bedri Ruhselman, Büyük
Tabiat Hadiseleri ve Manaları, İstanbul, Dizerkonca Matbaası Yay., 1958, s.
2.
[204] a.g.e.,
s. 6.
[205] a.g.e.,
s. 6-7.
[206] Bedri Ruhselman, Yüksek
İdare Mekanizması ve İlliyet Prensibi, İstanbul, Dizerkonca Matbaası Yay.,
1959, s. 2.
[207] a.g.e., s. 7-8.
[208]Bu
bölümde, M. Haluk Akçam'ın (1952-2009), Dr. Bedri Ruhselman’ın yakın arkadaşı
Feridun Tepeköy’ün (1920-1989) 'Büyük Vazifeli Dr. Bedri Ruhselman' isimli
yayınlanmamış 608 (611) sayfalık eserinin müsveddeleri arasından hazırlayıp,
18.01.1980 de sitesinde yayınladığı Bedri Ruhselman isimli dokümandan
faydalanıldı. Bkz.
http://www.halukakcam.com/B6/Notes/BedriRuhselman1980.htm
[209] Bedri
Ruhselman (Düz.), İlâhî Nizam ve Kâinat, İstanbul, MTİAD1950 Yay., 2013,
s. 19.
[210] Süptil
ve yarı süptil kelimeleri ruhçulukta kullanılan terimlerdir. Maddenin bilinen
üç haline oranla daha ince, titreşimi yüksek, yoğunluğu daha az hallerdeki
maddeleri niteleyen bir terimdir. Subtil: Bkz. İsmail Fennî Ertuğrul, Lûgatçe-i
Felsefe, Konya, Çizgi Kitabevi Yay., 2015, s. 402.
[211] a.g.e.,
s. 16, 19, 20, 190, 218, 230, 233, 234. Kader ve Zaman Prensipleri Bölüm
3.2.8'de anlatılacak.
[212] a.g.e.,
s. 19.
[213] a.g.e.,
s. 31.
[214] a.g.e.,
s. 29-30.
[215] a.g.e.,
s. 31.
[216] a.g.e.,
s. 19-20.
[217] Bkz.
Carlos Madrigal, Üç Tanrı mı? Tek Tanrı mı?, İstanbul, Bütün Dünya
Yay., 2002, s. 131-135.
[218] Bedri
Ruhselman (Düz.), İlâhî Nizam ve Kâinat, s. 7-8.
[219] Bkz. Hüseyin
Sarıoğlu, İbn Rüşd Felsefesi, 3 bs, İstanbul, Klasik Yay., 2012, s. 52,
57, 62, 90, 158, 168, 188-189.
[220] Bedri
Ruhselman (Düz.), İlâhî Nizam ve Kâinat, s. 7.
[221] a.g.e.,
s. 20.
[222] a.g.e.,
s. 10.
[223] Yavuz
Özmen, Kurantum Fizik, İstanbul, Çatı Kitapları Yay., 2012, s. 143-169
(VI. Bölüm).
[224] Proton
ismi 1920 yılında Ernest Rutherford tarafından (şimdiki) hidrojen çekirdeğine
verilmişti. Bkz. https://www.kuark.orR/2014/09/proton-nedir-proton-nasil-kesfedilmistir/
Tüm elementlerin atom çekirdeklerinde protonlar vardır. Yani tüm elementler
hidrojenden meydana gelmiştir.
[225] Ruhselman
(Düz.), İlâhî Nizam ve Kâinat, s. 10-11.
[226] a.g.e.,
s. 11.
[227] a.g.e.,
s. 15.
[228] Ergün
Arıkdal, Ansiklopedik: Metapsişik Terimler Sözlüğü, 4.bs., İstanbul, Ruh
ve Madde Yay., 1998, s. 212.
[229] a.g.e.,
s. 212.
[230] Bedri
Ruhselman, Ruh ve Kâinat, 3 c., İstanbul, Gayret Kitabevi, 1946, C: II,
s. 478.
[231] Burada,
ruhsal irtibat sırasında, kendisini 'Üstat' olarak adlandıran bedensiz
varlıktan (plandan) bahsediliyor. Devamında da tebligatı veriliyor.
[232] Ruhselman,
a.g.e., s. 479.
[233] Bedri
Ruhselman (Düz.), İlâhî Nizam ve Kâinat, s. 31-32, 39, 46, 48, 64, 70,
74, 79, 146, 168, 173175, 195, 229-230, 238, 240, 245-246.
[234] Ergün
Arıkdal, Büyük Sentez: Tekâmül, İstanbul, Ruh ve Madde Yay., 1999, s.
15.
[235] a.g.e.,
s. 17.
[236] Arıkdal, Ansiklopedik:
Metapsişik Terimler Sözlüğü, s. 181-182.
[237] a.g.e.,
s. 178.
[238] a.g.e.,
s. 178-179.
[239] Sadıklar
Planı: Ruhsal Tebliğler, İstanbul, Ruh ve Madde Yay., 1988, s. 557-558.
Celse No: 124.
[240] a.g.e.,
s. 552. Celse No: 123
[241] a.g.e., s. 552.
[242] a.g.e.,
s. 619. Celse No: 137
[243] a.g.e.,
s. 619.
[244] a.g.e.,
s. 619.
[245] a.g.e.,
s. 632-633.
[246] Ruhselman
(Düz.), İlâhî Nizam ve Kâinat, s. 16, 18, 19, 246.
[247] a.g.e.,
s. 17-18.
[248] Arıkdal, Ansiklopedik
Metapsişik Terimler Sözlüğü, s. 131.
[249] a.g.e.,
s. 46, Darbeci: İrtibat, çeşitli tonlarda tıklama-darbeleme şeklinde
olur; s. 214, Telekinetik: Celse esnasında çeşitli eşyaların uzaktan
hareket ettirmek; Işık: İrtibat ışık şeklinde olur; s. 59, Doğrudan
ses: Bedensiz varlığın medyumun ağzından kendi sesi ile konuşması; s. 18, Apor:
Deney yapılan yerde var olmayan bir eşyanın peyda olmasıdır; s. 77, Ektoplazmik
materyalizasyon: Celse esnasında medyumun ağzından buharımsı macunumsu
değişik renklerde seyyal madde çıkması; s. 181, Ruhsal fotoğrafçılık:
Bedensiz varlığın görünümünün fotoğraf filmi üzerinde kendiliğinden veya
deneysel belirmesi; s. 123, Levitasyon: Celse esnasında ortamda bulunan
eşya veya cisimlerin havaya yükselmesi; s. 138-139, Mulajcılık:
Ektoplazmik olaylarda bedensiz varlıkların el, ayak şekillerinin alçı, is, un
gibi maddeler üstüne çıkması; s. 213, Tekinsiz ev: Bedensiz varlığın bir
mekâna bağlı olarak etki vermesi, ses görüntü vs. gibi; s. 48, Dedublüman:
Ruh ve beden ilişkisinin gevşemesi sonucu, bazı uzuvların veya bedenin
demateryalize olup başka bir yerde ortaya çıkması.
[250] a.g.e.,
s. 66-67, Durugörür: Beş duyu dışında eşyaları ve fikirleri algılama ve
görme; s. 67-68, Duruişitir: Bedensiz varlıkların, vasıtasız olarak, ses
ve konuşmalarını duyma; s. 191-192, Sezgisel: Ruhta hazır bulunan bir
düşünce hakkında vasıtasız bilgi edinme; Yazıcı-Çizici: İrtibat
sırasında medyumun bağlantıyı yazarak veya çizerek aktarması; s. 165-166, Psikometri:
Uzak veya yakın geçmişte eşyalar üzerinde bırakılmış izlerin, etkilerin tekrar
zihinde ortaya çıkarılması; s. 98, İçsel/İçtepi: Medyumun iradesi
dışında, irtibat esnasında, karşı koyamadığı yazı yazma isteği, bir şeyler söyleme
isteği vs. gibi hallere girmesi; s. 215-216, Telepat: Telepati, yani
düşünceler arası bağlantı kurma yeteneği olma; Öndenbilici: Gelecekten
haber verme yeteneği olma, kâhinlik, keramet sahibi olma; s. 173-174, Radyestezist:
Maddesel ışınımlar (radyasyonlar) vasıtasıyla (bazen Sarkaç, çubuk gibi
vasıtalarla da yapılır) duyumlar almak, belirlemek yeteneği olan.
[251] Ruhselman
(Düz.), İlâhî Nizam ve Kâinat, s. 137,147.
[252] a.g.e.,
s. 138.
[253] Bu
inceleme yazısına
https://www.karar.com/fast-pages/google/hayat-haberleri/medyumluk- yetenegi-bilimsel-olarak-ispatlandi-45149
linkinden ulaşılabilir.
[254] Gary E.
Schwartz, William L. Simon, Öteâlem Deneyleri, İstanbul, Ruh ve Madde
Yay., 2005.
[255] Sertaç
Mehmet Temizel, Sultan Tarlacı, Dr. Bedri Ruhselman’dan Medyumluk,
İstanbul, Arıtan Yay., 2015, s. 177-187 medyumluk; s. 189-224 parapsikoloji, s.
29-149 günümüz Türkçesi ile Ruhselman’ın Medyomluk kitabı, s. 153-173
günümüz Türkçesi ile Ruhselman’ın Neo-Spiritüalizm hakkında MEB’e yazdığı
rapor.
[256] Ruhselman
(Düz.), İlâhi Nizam ve Kâinat, s. 32.
[257] a.g.e.,
s. 32.
[258] a.g.e.,
s. 32.
[259] a.g.e.,
s. 33.
[260] a.g.e.,
s. 65-66.
[261] a.g.e.,
s. 49.
[262] a.g.e.,
s. 48.
[263] a.g.e.,
s. 68.
[264] a.g.e.,
s. 19, 20, 25, 190, 218, 230, 233, 234.
[265] a.g.e.,
s. 21-23, 25, 40, 44, 121-122.
[266] a.g.e.,
s. 236.
[267] a.g.e.,
s. 241.
[268] a.g.e., s. 80-82.
[269] a.g.e.,
s. 19-23, 25, 218, 233-236, 238-241.
[270] a.g.e.,
s. 31,32,39, 46, 48, 64, 70, 74, 79, 146,168, 175, 192, 194-195, 229-230, 238,
240, 245-246.
[271] a.g.e.,
s. 246.
[272] a.g.e.,
s. 135, 172, 220, 225-226, 237-238, 244, 308.
[273] a.g.e.,
s. 39.
[274] a.g.e.,
s. 74.
[275] a.g.e.,
s. 54, 208, 306, 308-310, 312, 318, 316.
[276] a.g.e.,
s. 131.
[277] a.g.e.,
s. 129.
[278] a.g.e.,
s. 312.
[279] a.g.e.,
s. 317.
[280] a.g.e.,
s. 85-88, 139-142, 155.
[281] a.g.e.,
s. 57-58, 93, 187, 203.
[282] a.g.e.,
s. 187.
[283] a.g.e.,
s. 93.
[284] a.g.e., s. 230-231,
233-234, 236, 255, 294, 306.
[285] a.g.e.,
s. 90.
[286] a.g.e.,
s. 89-90, 202, 204-205, 315.
[287] a.g.e.,
s. 85-87.
[288] Reşat
Bayer, Para-psikoloji Yönünden Reenkarnasyon Etüdleri, İstanbul, Özgü
Yay., 1965, s. 11-28, 56-137, 138-218.
[289] Antonia
Mills, Jim B. Tucker, “Reincarnation”, Parapsychology:A Handbook For the
21st Century, Ed. by Etzel Cardena, John Palmer, David Marcusson-Clavertz,
North Carolina, Mc.Farland & Company, 2015, p. 905-942.
[290] Harvey
J. Irwin, Caroline A. Watt, An Introduction to Parapsychology,
5.Edition, North Carolina, McFarland & Company, 2007, p. 157-172, 208-221.
[291] BİLYAY
(Haz.),Evrensel Yasa: Tekrardoğuş, 3 c., İstanbul, Ruh ve Madde Yay.,
1997.
[292] Hans
Tendam, Tekrar Doğuşu Keşfetmek, İstanbul, Ruh ve Madde Yay., 2012, s.
93-117, 119-135.
[293] Bkz. Bedri
Ruhselman, “Vazife Bilgisinin Sezgisi”, Ruh ve Madde Dergisi, C: XXX,
Sayı: 349, 1989, s. 9-11.
[294] Ruhselman
(Düz.) İlâhî Nizam ve Kâinat, s. 28, 72, 160-164, 166, 243, 258-261,
293. Dini semboller ve dinler hakkındaki bölümler.
[295] a.g.e.,
s. 236.
[296] a.g.e.,
s. 280-281.
[297] a.g.e.,
s. 163, 257-259, 290-294, 304-306.
[298] a.g.e.,
s. 261-262.
[299] a.g.e.,
s. 10, 12, 41-42, 44-45, 54, 315.
[300] a.g.e.,
s.296-305.
[301] a.g.e.,
s. 249, 257-259.
[302] a.g.e.,
s. 249-258, 282, 384.
[303] a.g.e.,
s. 241.
[305] Bedri Ruhselman, Allah, İstanbul, Gayret
Kitabevi Yay., 1951, s. 116.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder