İbn Teymiyye Düşüncesinde Ehl-İ Beyt
Hazırlayan: Tarık AKYOL
Hz.
Peygamber salla'llâhü aleyhi ve sellem’in vefatından sonra halifelik hakkının
Hz. Ali kerrem'allahü veche radiyallâhü anh’de olduğunu savunan, Hz. Ali’den
önceki üç halife ile onlara biat eden sahabileri sert bir şekilde eleştiren,
hatta bir ifrat göstergesi olacak şekilde onları tekfir etmeye başlayan
Şiîlerin görüşlerini esaslı olarak çürütmeye çalışan İbn Teymiyye’dir. Onun
İmâmiyye Şia’sına yönelik eleştiriler ile çağdaşı ve Şiî düşüncenin önemli
isimlerinden biri olan Allame Hilli’nin “Minhâcü’l-Kerame fi Ma‘rifeti’l-İmame”
adlı risalesine tam sekiz cilt halinde cevap verdiği “Minhacü’s-Sünne” adlı
eseri öne çıkmaktadır.
Biz bu
çalışmada İbn Teymiyye’nin Ehl-i Beyt ile ilgili görüşlerini, onun
buradan hareketle Şii İmamilere yönelik eleştirini inceleyeceğiz. İbn Teymiyye’nin Ehli Beyt
kavramına yüklediği anlam Şiîler tarafından eleştirilmiş, görüşleri nedeniyle
İbn Teymiyye “Ehl-i Beyt düşmanı” olarak nitelendirilmiştir.
Ehl-i Beyt
kavramının kapsamı konusunda düşünce tarihinde herkesin ortak olacağı bir
noktayı tespit etmek oldukça zor görünmektedir. Zira bu kavram, tanımı
yapanların bakış açılarına göre farklılık göstermektedir. Kavramın kapsam alanı
bazen daraltılırken bazen de genişletilmiştir. Konu ile ilgili çok sayıda
çalışma yapılmasına rağmen ortak bir tanıma ulaşılamamıştır.
İslam
tarihi boyunca Hz. Peygamber’in ailesi için “Ehl-i Beyt”, “Âl-i Beyt”,
“Âl-i Muhammed” gibi farklı kavramlar kullanılmıştır. Bazıları Ehl-i Beyt
kavramının içine Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ile oldukça
dar bir çerçeveyi kast etmek için kullanırken, bazıları da kavramın çerçevesini
oldukça genişletmiştir. Tezimizde önce kavram ile ilgili genel görüşler
verilecek, akabinde tezimizin odak noktasını oluşturan İbn Teymiyye’nin konu
ile ilgili görüşleri üzerinde durulacaktır.
…
Hz. Peygamber’in vefatından sonra yerine kimseyi bırakmaması,
yönetim şekli ile ilgili herhangi bir vasiyetinin olmaması, Müslümanlar
arasında çeşitli tartışmalara yol açmıştır. Hz. Ebu Bekir’e biat ile geçici de
olsa sona eren tartışmalar, sonraki zamanlarda yerini ciddi siyasi ve toplumsal
sonuçları olan süreçlere bırakacaktır. İlk başlarda muhalefet-iktidar
mücadelesi şeklinde sade bir tartışmayla yürüyen mücadele, zamanla savaşa
dönüşecektir. Savaşlar ciddi gruplaşmalara, gruplaşmalar da fırkalaşmalara
sebep olacaktır. Bu fırkalardan biri olan Şiîler, Ehl-i Beyti merkeze
alarak sahabeyi tenkid etmişlerdir. Hatta daha ileri giderek az sayıda sahabe
dışındaki sahabilerin Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’e biat ettikleri için irtidat
ettiklerini ifade etmişlerdir. Şiîlerin bir diğer iddiası da Sahabilerin Ehl-i
Beyt mensuplarına zulmettikleri şeklinde olmuştur.[1]
Hz.
Peygamber’in Ehl-i Beyt ile ilgili övücü sözlerinin olması[2], Ehl-i Beytin Müslümanlar
nezdinde hemen her konuda ayrıcalıklı muamele görmelerine sebep olmuştur.
Emevîler döneminde Hz. Hüseyin’in Kerbela’da (61/680) şehit edilmesiyle birlikte
Müslümanlarda Ehl-i Beyte acıma ve sevgiyle karışık duyguların
oluşmasına katkı sağlamıştır. İlk zamanlarda çok fazla dile getirilmeyen Ehl-i
Beyt kavramı, Kerbela olayından sonraki dönemlerde daha sık kullanılmaya
başlanmıştır. Bu olay Müslümanlar arasında Ehl-i Beyt ile ilgili
rivayetlerin daha fazla dillendirilmesine yol açmış, rivayetler delil olarak
muhaliflere karşı kullanılmıştır. Hâlbuki Ehl-i Beyt ile ilgili
tartışmalarda dinî sebepler kadar, sosyal ve kültürel bir takım etkenlerin de
varlığına işaret edilmelidir.[3]
Müslümanlar
arasında birden fazla Ehl-i Beyt tasavvuru söz konusudur.[4] Tarih boyunca kavramın
kapsamına ilişkin birbirine yakın tanımlar ortaya çıktığı gibi, birbirlerinden
tamamen zıt Ehl-i Beyt tasavvurları da ortaya çıkmıştır. Kimileri Hz.
Peygamber’in yakın akrabalarını görmezden gelirken, kimileri
ise kapsamı olabildiğince genişletmiştir.[5]
Ehl-i Beyt kavramının anlamını tespit edebilmek için
kavramın sözlük ve terim anlamlarının net bir şekilde bilinmesi gerekir. Bunun
tespiti için Arapça sözlükler ile Cahiliyye dönemi kullanımından faydalanmak
yararlı olacaktır.
Kur’an-ı
Kerim’de konu ile alakalı olarak sadece “Ehlu’l Beyt” ve “Zi’l- Kurba”
kelimeleri geçmektedir. Hadislerde ise “Âl-i Resûl”, “Âl-i Beyt”,
“Itretu’r-Resûl”, “Âl-i Âba”, “Ashâbu’l -Kisa” gibi kavramları
kullanılmaktadır.
Sözlükte “hane
halkı, ev halkı” manasına gelen “Ehl-i Beyt” Arap dilinde “ehl” kelimesinin
“beyt” kelimesine izafe edilmesiyle meydana gelen bir terkiptir. Bu terkip ev
sahibiyle, onun eşini, çocuklarını, torunlarını ve yakın akrabalarını kapsar.[6] “Ehl” kelimesinin çoğulu ise
“ehlûn, âhâl, ehâl, ehlât ve ehâlât” şeklindedir.[7]
“Ehl” kelimesi
ile aynı anlamda kullanılan “Âl” kelimesinin anlamı ile ilgili üç farklı
yaklaşım bulunmaktadır. “Firavun hanedanını da uyaran peygamberler geldi”[8]
[9]
[10]
[11]
[12]
“Firavun ailesinden, imanını gizlemekte olan mü’min bir adam şöyle dedi”0
ve “Firavun ailesini azabın en şiddetlisine sokun'”00
ayetlerinden yola çıkan ilk yoruma göre kavram, kavimleri ifade etmek amacıyla
kullanılmaktadır.
“...Yalnız
Lût’un ailesi başka”02 ile “...Lût’un ailesi başka (Onlar
suçlu değillerdir). Lût’un karısı dışında onların hepsini kurtaracağız.”03
ayetlerinden hareketle ikinci yoruma göre “Âl” kelimesi Ehl-i Beyt
kelimesiyle ev halkı anlamında aynı manaya sahiptir.
“Şüphesiz
Allah, Âdem’i, Nûh’u, İbrahim ailesini ve Imran ailesini...”[13]
ayetlerini delil olarak gösteren üçüncü yoruma göre ise “Âl” kelimesi
soyu ifade etmek amacıyla kullanılmaktadır.
“Ehl”
ve “Âl” sözcüklerinin en fazla bilinen şekilleri, “Âl-i Muhammed ve Ehl-i
Beyt’tir”. “Âl-i Muhammed” tabiri Hz. Peygamberin ailesi anlamında
kullanılmaktadır.[14]
“Âl” ve Âl-i Muhammed ifadeleri salavatlarda ve namazların son tahiyyatında
okunan salli-barik dualarında bulunmaktadır. Ahzâb 56. ayeti[15]
inince, sahabilerin salavatı nasıl getireceklerine dair soru sormaları üzerine,
Hz. Peygamber bu şekilde tavsiye etmiştir.[16]
Fakat şunu
ifade etmek gerekir ki, “Âl” ve “Ehl” kelimeleri her ne kadar aynı anlama
gelseler de kullanım olarak farklılık gösterebilmektedirler. “Ehl” kelimesi
“Âl” kelimesine göre daha geniş kapsamlıdır. “Âl” sözcüğü kişinin özel bir
şahsa bağlılığını ifade ederken, “Ehl” sözcüğü kişinin torunlarını ve
zürriyetlerini de içine almaktadır.[17]
Ele alınması gereken bir diğer kavramımız Ashâb-ı Kisâ’dır.
Bu ifade Hz. Peygamber, Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i içine
almaktadır.[18] Ashâb- ı Kisa‘ tabiri ilk dönemlerde pek
kullanılmamakla beraber kelimenin işaret ettiği olay belirgin olduğu için, Hz.
Ali ve Hz. Fatıma’nın çocuklarına delaleti kesindir.[19]
Ehl-i Beyt
kavramının tarihteki izini sürmek için mümkün olan en eski lügatlerden
faydalanmaya çalıştık. Bu bağlamda Ragıp el-İsfehanî (ö.502/1108)[20] ve İbn Manzûr (ö.711/1311)[21] istifade ettiğimiz kaynaklar
oldu. Kavramın geçtiği ayet ve hadisleri yorumlamak için Sünnî ve Şiî tefsir ve
hadis külliyatından seçme kaynaklara başvurduk.
Çalışmamızda
faydalandığımız eserlerden bazıları aşağıda verilmiştir:
Mukâtil. b.
Süleyman (Ö.150/767),[22] Taberî (Ö.310/923),[23] Zemahşerî (Ö.538/ 1143),[24] Fahruddin er-Razî
(Ö.606/1209),[25] Kurtûbî (Ö.671/1273),[26] İbn Kesîr (Ö.774/1372)[27] ve Elmalılı Muhammed Hamdi
Yazır (Ö.1942),[28] gibi Sünni; Kufî (Ö.310/922),[29] Kummî (Ö.329/941),[30] Tabersi (ö. 54 8/1154)[31] ve Tabâtabâî (Ö.1981),[32] gibi Şiî müellifler
sayılabilir.
Buharî
(Ö.256/870),[33] Müslim (Ö.261/875),[34] İbn Mâce (Ö.275/888),[35] Ebû Davûd (Ö.275/8 8 8),[36] Tirmizî (Ö.279/892),[37] Nesaî (Ö.303/915),[38] Malik b. Enes (Ö.179/795)[39] ve Ahmed b. Hanbel
(Ö.241/855);[40] gibi Sünnü muhaddisler ile
Küleyni (ö. 329/941)[41] ve Tabersî (ö. 548/1154)[42]’gibi Şiî muhaddisler esas
alınmıştır.
Çalışmamızın
tarih ile ilgili kısmalarında Taberî[43],
İbn Esir[44] ve İbn Kesîr[45] gibi tarihçilerin eserlerine
müracaat ettik.
Çalışmamız
şahıs merkezli bir çalışma olduğundan, İbn Teymiyye’nin eserlerinden çokça
istifade ettik. Özellikle İbn Teymiyye’nin Şiî İmâmîlere reddiye niteliğinde
yazdığı “Minhâcü’s-sünne”[46]
ile yine İbn Teymiyye’nin fetvalarından oluşan ‘Mecmûu‘l-fetâvâ ’[47] isimli eserlerine sıklıkla
atıf yaptık.
Bu kaynakların
dışında ülkemizden Namık Kemal Karabiber,[48]
Gülgün Uyar,[49] Adem Apak[50] ve Sönmez Kutlu[51] gibi yazarların yanı sıra
‘Marife Dergisi’ Ehl-i Beyt özel sayısında olduğu gibi konu ile alakalı
olarak yazılan çeşitli kitap ve makalelerden de istifade etmeye çalıştık.
“İbn Teymiyye
Düşüncesinde Ehl-i Beyt” ile ilgili bu çalışmamız tespit edebildiğimiz
kadarıyla ülkemizde yapılan ilk çalışma özelliğini taşımaktadır. Yurtdışında
ise ulaşabildiğimiz kadarıyla Ömer b. Salih el-Karmuşi tarafından yazılan Ehl-i
Beyt ‘inde Şeyhu’l-İslam ibn Teymiyye[52] isimli bir çalışma
mevcuttur. Çalışmamızda bu kitabın kaynaklarından faydalanmaya çalıştık.
İBN
TEYMİYYE’NİN HAYATI
Şeyhu’l-islâm
ve Takiyyuddîn lakapları ve Ebu’l-Abbas künyesi ile meşhur olan İbn
Teymiyye’nin asıl adı Takiyyuddîn Ebu’l -Abbas b. Şihâbüddîn Ebu’l-Mehâsin
Abdülhalîm b. Mecdüddîn Ebü’l-Berakât Abdüsselâm b. Ebû Muhammed Abdullâh b.
Ebü’l-Kâsım b. Muhammed b. el-Hıdr b. Ali b. Abdullah el-Harrânî’dir. İbn
Teymiyye günümüzde Şanlıurfa sınırları içerisinde yer alan Harran’da[53] 10 Rebîuievvel 661’de (22 Ocak
1263) tarihinde doğmuştur.[54] İbn Teymiyye’nin mensubu
olduğu Teymiyye ailesi ve özellikle dedesi Mecdüddîn b. Teymiyye (ö.652/1254)
ile amcası Fahreddîn b. Teymiyye (Ö.622/1225) bölgede Hanbelî mezhebinin gelişimine
katkıda bulunmuşlardır. Babası Abdülhalîm (ö. 682/1283)’de aynı şekilde Hanbelî
mezhebinin gelişiminde önemli rol oynayan bir âlimdir.[55]
İbn
Teymiyye’nin “Teymiyye” lakabının kökeni ile ilgili farklı rivayetler
mevcuttur. Bunlardan biri şöyledir: İbn Teymiyye’nin beşinci dedesi Muhammed b.
Hıdr, Teyma yolunu kullanarak hacca gitmiştir. Orada küçük bir kız çocuğu
görmüş, geri döndüğünde hanımının bir kız çocuğu doğurduğunu görmüş, doğan
çocuk yolda karşılaştığı kız çocuğuna çok benzediği ve Tebük yakınlarındaki bir
belde olan Teyma beldesine nispetle “Ey Teymiyye! Ey Teymiyye!” diye seslenmiş
ve ona bu lakap verilmiştir. Bir başka rivayette ise İbn Teymiyye’nin
dedelerinden olan Muhammed’in annesi oğlunu “Teymiyye” diye çağırmış, daha
sonra bu isim ona nispet edilmiş ve bu isimle şöhret bulmuştur.[56]
İlimle
ilgilenen bir ailede dünyaya gelmiş olan İbn Teymiyye[57]
ilk eğitimini hadis, tefsir, fıkıh, kırâat, akaid ve dil âlimi olan babasından
almıştır.[58] On yaşında Kur’an-ı Kerim’i
ezberleyerek hafız olmuştur.[59]
Moğol
saldırıları sonucu bölgede yaşayan diğer aileler gibi İbn Teymiyye’nin ailesi
de (667/1268) Dımaşk’a göç etmek zorunda kalmıştır. Göç ile birlikte İbn
Teymiyye de 7 yaşından itibaren ailesi ile birlikte Şam’da yaşamaya
başlamıştır.[60]
İlk eğitimine
babasının hocalık yaptığı Sükkeriyye Daru’l-Hadis’inde başlayan İbn Teymiyye,
Moğol istilası nedeniyle çevre yerlerden göç etmek zorunda kalan birçok âlimle
görüşme fırsatı bulmuş ve bunların birçoğundan ders almıştır.[61]
Babasının
vefatına kadar (682) eğitimini kesintisiz bir şekilde sürdüren İbn Teymiyye,
babasından boşalan yere hoca olarak geçmiş ve aynı yıl içerisinde tefsir
derslerine girmeye başlamıştır. 692 yılında hacca gitmiştir. 695 yılında
Dımaşk’ta yer alan Hanbelîyye Medresesinde ders vermeye başlamıştır.[62] Bundan sonraki hayatında
birçok konuda farklı gruplarla tartışmalara girecek olan İbn Teymiyye, ilk
tartışmasını âmeli alanda yaşamıştır. 692 yılında hacca giden İbn Teymiyye
Assaf adında bir Hristiyanın Hz. Peygamber’e sövdüğünü duyunca Daru’l-Hadis
hocası Zeynüddîn el- Farûkî’yi yanına alarak saltanat naibine gitmiştir. Bu
Hristiyanın sığındığı alevî şahıs ile halk arasında kavga çıkmış, İbn Teymiyye
kavganın sebebi olarak suçlanmış, taşlanmış ve daha sonra da tutuklanmıştır. Bu
olay İbn Teymiyye’nin es-Sârimü’l-Meslûl alâ Şâtim’r-Resûl adlı eserini
yazmasına vesile olmuştur.[63]
İbn
Teymiyye’nin itikadi alanda ilk ilmi tartışması 698/1298 yılında
gerçekleşmiştir. Hama halkının itikad ile ilgili sordukları sorulara cevap
vermek için kaleme aldığı er-Risaletü ’l-Hameviyye adlı eserinde verdiği
cevaplardan dolayı Hanefî, Şafiî ve Malikî âlimleri tarafından sert bir şekilde
eleştirilmiştir.[64]
699/1300
yılında cereyan eden Moğol istilası sonucu halkın ve âlimlerin birçoğunun
Dımaşk’ı terk etmesine rağmen Dımaşk’ı terk etmeyen İbn Teymiyye, bir grup
âlimle beraber Moğol hükümdarı Gazan Han’ın yanına gidip onun Dımaşk halkına
eman vermesine vesile olmuştur.[65]
704/1305
yılında İbn Arabi (ö.638/1240)’nin felsefi görüşlerini benimseyen İttihâdiyye
fırkasına karşı tavır alarak Baybars el-Caşnigîr (ö.709/1310)’in şeyhi
Nasreddin el-Menbicî’ye bir mektup göndermiş ve İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûd
felsefesini tenkid etmiştir. Aynı yılın sonuna doğru Kisrüvan Şiîleri üzerine
düzenlenen ikinci sefere katılmıştır. Bid’at ve hurafeler üzerine ele aldığı
risalesi, el-Vâsitiyye" den dolayı defalarca muhakeme edilmiş,
suçsuz bulunmasına rağmen, Şafiî kadısı İbn Sasrâ tarafından dövdürülüp 7 Şaban
705’te hapse attırılmıştır.[66] Yaklaşık on sekiz aylık hapis
hayatının ardından Mısır hükümdarı Mühennâ b. Îsa (ö.736/1237) tarafından
hapisten çıkarılmış ve Şam’a dönmesine izin verilmiştir. Ancak o, Mısır’da
kalmayı tercih etmiştir.[67] Yaklaşık bir yıl bid’at ve
hurafelerle mücadele eden İbn Teymiyye bu sefer karşısında Mısır’ın en meşhur
mutasavvuflarından Ebü’l-Abbas b. Atâullah (ö. 709/1309) ve Kerîmüddin
el-Âmülî’yi bulmuştur. Bu ikisi İbn Teymiyye’ye karşı halkı kışkırtmaya
başlamıştır. Bu tartışmaların sonrasında İbn Teymiyye’nin Suriye’ye dönmesine
izin verilmiş ancak daha sonra bundan vazgeçilip hapse attırılmıştır.
Hapishanede bir buçuk yıl kaldıktan sonra 709/1309 yılında serbest
bırakılmıştır. Hapisten çıktıktan birkaç gün sonra sultanın sarayına götürülüp
bir kulede göz hapsinde tutulmuştur. 1 Şevval 709’da Mısır’da yeniden tahta
geçen el-Melikü’n-Nâsır Muhammed b. Kalâvun (ö. 741/1341 ) tarafından serbest
bırakılmıştır.[68]
712 yılında
Moğolların tekrar saldırıya geçeceği ile ilgili haber üzerine Sultan Nâsır
tarafından oluşturulan orduya savaş niyeti ile katılan İbn Teymiyye, Askalan’da
savaşın gerçekleşmeyeceğini anlayınca Mescid-i Aksa’yı ziyaret ettikten sonra 7
yıllık aranın ardından kardeşleri ile birlikte Şam’a dönmüştür.[69] Şam’da tekrar müderrislik
yapmaya başlamıştır.[70]
718 yılında
Talâk ile ilgili verdiği fetvalardan dolayı ulema tarafından sert bir şekilde
eleştirilen İbn Teymiyye, sultan tarafından fetva vermekten men edilmiştir.[71] Sultanın bu
yasağını çiğnemekle suçlanan İbn Teymiyye, Dımaşk Kalesine hapsedilmiştir.[72] Yaklaşık beş buçuk ay
kaldıktan sonra (791/1321) tarihinde sultan Nâsır’ın emriyle serbest
bırakılmıştır.[73]
İbn Teymiyye
726/1326 yılında Hz. Peygamber’in mezarı ve mukaddes yerlerin ziyaretleri
konusunda 17 yıl önce getirdiği eleştiriler ve verdiği fetvalar sebebiyle
tekrar tutuklanmış ve sultanın emriyle fetva vermesi tekrar yasaklanmıştır.[74]
Sultan
Nâsır’ın emriyle toplanan mecliste İbn Teymiyye’nin yeniden sürgün edilmesi,
dilinin kesilmesi, hapsedilmesi veya ta‘zir edilmesi yönünde tekliflerde
bulunulmuşsa da sonuç olarak Şam kalesinde hapsedilmesine karar verilmiştir.[75]
Hapiste yazma faaliyetlerine devam etmekte olan İbn Teymiyye
muhaliflerine de reddiyeler yazmaya devam etmiştir. Kendisini ilk defa hapse
atan Malikî Kadı İbn Mahlûfa kabir ziyareti ile ilgili yazdığı reddiyede onu
cehaletle itham etmiştir. Kadı’nın bu durumu sultana taşıması sonucu İbn
Teymiyye’nin kalem ve kâğıtları elinden alınmış, yazı yazması yasaklanmıştır.[76] Bütün olumsuzluklar içerisinde davasını savunan İbn Teymiyye,
yakalandığı hastalık nedeniyle 728/1328 yılında hapiste 67 yaşında vefat
etmiştir.[77]
İBN TEYMİYYE’NİN YAŞADIĞI DÖNEM
İbn
Teymiyye’nin yaşadığı döneme bakıldığında, siyasi, dini ve sosyal düzen
üzerinde Moğol istilası, Haçlı Seferleri ve iç karışıklıkların etkili olduğu
görülmektedir. İbn Teymiyye’nin; batıdan Haçlı Seferleri, doğudan Moğol
İstilası, içerden ise Mısır ve Suriye’de hâkim olan Eyyûbîler devletinin
yıkılmasıyla (650/1250) siyasi boşluğun olduğu bir dönemde yaşadığı
görülmektedir. Bu dönemde İslam coğrafyası birlik ve beraberliğini
kaybetmiş, coğrafya küçük devletlere bölünmüş, dıştan gelecek olan tehlikelere
karşılık veremeyecek hale gelmiştir.[78]
İbn
Teymiyye’nin yaşadığı dönemde Mısır ve Suriye’yi göz önünde tutarak ilk olarak
Memlüklerden başlanılması gerekmektedir. Çünkü bölgeye hâkim olan Eyyubî
devletinin yıkılmasından sonra yerini Memlükler almıştı. Bu da İbn Teymiyye’nin
hayatını Memlüklerin hâkimiyeti altında geçirdiğini göstermektedir. Memlükler,
İslam topluluğu içerisinde en güçlü otorite olmuş, Halifelik ise yaptırım gücü
olmayan sade bir dini otorite haline gelmişti.[79]
İslam
coğrafyasının diğer bölgelerinde Anadolu Selçuklu Devleti küçük beyliklere
bölünmüş, içten isyanlarla uğraşırken dışardan Moğol saldırılarına cevap
veremeyecek hale gelmişti.[80]
Bu dönemde
Memlükler İslam koruyuculuğunu üstlenmiş, Mısır İslam kanunlarına göre
yönetilmeye başlanmıştı. Bu ortamda yaşayan İbn Teymiyye de Memlükleri İslam’ın
koruyucusu olarak görmekteydi. Memlük kralı Sultan Nâsır ile arası oldukça iyi
olan İbn Teymiyye, Moğolların Mısır’a girişini Moğol Kralı ile görüşerek
engellemiştir.[81]
Çin’den yola
çıkarak önüne çıkan şehirleri yağmalayıp hâkimiyeti altına alan Moğollar, ilk
olarak 654/1256 yılında Alamut’u ele geçirmiş ve buradaki İsmâilî hâkimiyetine
son vermiş, orada bulunan halkı etkisiz hale getirmiştir.[82]
Daha sonra da Irak’a gelerek Irak’ı istila etmiş, Halife el-Mutasım’ı öldürerek
Abbasî hilafetine son vermiştir.[83] Moğollar, Bağdat’tan sonra
Halep’i, ondan sonra da Şam’ı (657/1259) yerle bir edip buradaki Hristiyanlar
ile işbirliği yapmışlardır. Daha sonra Mısır’a doğru hareket eden Moğollar
Ayn-ı Calut savaşında (658/1260) Memlüklere yenilmişlerdir.[84]
Moğollar bu savaşın intikamını almak için hazırlık yapmışlar ancak İbn
Teymiyye’nin Moğollarla görüşmeleri sonucu bundan vazgeçmişlerdir.[85] Şam halkına eman veren
Moğollar, sözlerinde durmamış ve 702/1302 yılında Şam’a yeniden
saldırmışlardır. Moğollara karşı birleşen Suriye ve Mısır orduları zafer
kazanmışlardır. Bu yenilgi Moğolların Şam’a son saldırısı olmuştur.[86]
Bu dönemde
Memlüklerin uğraştığı bir diğer sorun ise Haçlı seferleri olmuştur. Dini ve
siyasi gayelerle bir araya gelen haçlılar bu dönemde İslam topraklarını
yağmalamışlardır. Haçlılara karşı önce Selçuklular, sonra Eyyûbîler daha
sonraları ise Mısır orduları İslam topraklarını savunmuşlardır. Asıl amaçları
Kudüs’ü ele geçirmek olan Haçlılar Hıttin savaşında (583/1187) Selahattin
Eyyûbî (589/1193) tarafından yenilgiye uğrayıncaya kadar pek çok toprak ele
geçirmişlerdir.[87] Haçlı seferlerinin meydana
gelmesine yakın bir dönemde dünyaya gelen İbn Teymiyye, haçlı savaşlarını
değil, savaşın bıraktığı izleri görebilmiştir.[88]
Dışarıdan
Haçlı orduları ve Moğol istilasının yanında içten de Müslümanlar tarafın can ve
mal güvenliği sağlanmış olan zımmîler, İslam devletine düşmanlık besleyen hemen
hemen bütün gruplarla işbirliği yapmıştır. Başta Şiîler olmak üzere farklı
mezhep mensupları da iç karışıklıklardan faydalanarak iç isyanlara sebep
olmuştur. Şiî-Batınî grupların saldırılarına maruz kalan İslam devletleri
parçalanmış, emniyetinin sağlanması zor hale gelmiştir.[89]
İbn
Teymiyye’nin yaşadığı dönemde halk çoğunlukla umera ve ulemanın hâkimiyeti
altında yaşıyorlardı. Hükümdarlar maddi güç ve kuvvetle hükmetme otoritesine
sahip iken, âlimler ise dini otorite ile yol gösterici olarak manevi bir güce
sahipti. Halkın çoğunluğu ise karşılığını tam olarak alamadan çalışan tımarlı
askerleri topraklarında çalıştıran çiftçilerden oluşuyordu. Ayrıca çiftçiler,
kanunlar karşısında eşit yargılanma hakkına da sahip değillerdi. Bu durumdan
rahatsız olan İbn Teymiyye, yöneticilerin niteliklerini fert ve toplum
arasındaki ilişkiyi konu edine es-Siyasetü’ş- Şeriyye adlı eserini
kaleme almıştır. Halkın içerisinde yer alan diğer zümrelerden insanlar ise
zanaatkârlar ve tüccarlardan oluşuyordu.[90]
İbn
Teymiyye’nin hayatının genelini geçirdiği, hapse atıldığı ve orada öldüğü Şam,
İlhanlılar ve Memlükler tarafından idare edilip istikrara kavuşmuştur.
Böylelikle silah, kâğıt, cam gibi sanayi ürünleri ile şeker, fıstık gibi
ürünlerin üretiminde de artış görülmüştür. Bundan dolayı doğu-batı ticaretinde
canlılık yaşanmıştır.[91]
Bu dönemde
Moğol istilası ve Haçlı Seferlerinin etkisiyle bölgeler arası göçler olmuş,
doğudan ve batıdan farklı kültürlerle karşılaşılmış, bunun sonucunda kültürel
olarak değişimler yaşanmıştır.[92] Kültürel yapının bozulması,
halkların göç etmesine sebep olmuştur. Moğollardan alınan Tatar esirler, bir
takım hukuki düzenlemelere sebep olmuştur.[93]
Bu dönemde tasavvuf hareketleri her birisi birer mürid olan
sultanların da etkisiyle gelişerek döneme damga vurmuştur. Sultanın tayin
ettiği şeyhuşşüyûh tarafından yönetilen tekke ve zaviyelerin sayısı artmıştır.
Bu dönemde ülkede Rifâiyye, Desûkiyye, Bedeviyye ve Şâzeliyye tarikatları
yaygındı.[94]
İbn
Teymiyye’nin yaşadığı Memlükler döneminde Haçlı savaşları ve Moğol istilası
sebebiyle Mısır ve Şam’a göç eden ilim adamlarının katkısıyla İslâmî ilimler en
parlak dönemlerinden birini yaşamıştır.[95]
Bu dönemde Tefsir, Hadis, Fıkıh, Akaid ve Nahiv alanlarında büyük çalışmalar
yapılmıştır.[96]
Memlükler
döneminde dini faaliyetlerin yürütüldüğü yerler camilerin yanı sıra genel
olarak medreseler olmuştur. Memlükler, Zengîler ve Eyyûbîler döneminden kalma
medrese sayılarını daha da artırmışlardır.[97]
Haçlı
savaşları ve Moğol istilası sonucu ülkenin yağmalanması ve tahrip edilmesi
ülkede ilmi ve fikri hayatın gerilemesine sebep olmuştur. Korku ve tedirginlik
içerisinde olan halk manevi huzuru bulabilmek için sığınacak yerler aramaya
başlamışlar, bu amaçla halk şeyhlerin meclislerine ve tekkelere koşmaya
başlamışlardı. Bu sebepten dolayı belli başlı şehirlerde en fazla rastlanılan
eserler türbe, yatır ve tekke olmaya başlanmıştı. İbn-i Arabî’nin savunduğu
Vahdet-i Vücud[98] düşüncesi ulemanın savunduğu
bir düşünce haline gelmişti. Bu dönemde akli ilimlere ve felsefeye düşmanlıklar
oluşmaya başlamıştı. Felsefî batınî inançlar farklı şekillere bürünerek sufî
düşünce içerisinde kendisine yer bulabilmişti. Mezhepler arasında bölünmeler
meydana gelmiş hatta halk arasında mezhepler arasında cami ve cemaatlerini
ayırma durumuna gelmişti. Kısacası bu dönemde siyasi birliğin yanı sura manevi
bir birliğinde kalmadığı görülmeye başlanmıştı.[99]
Bu dönemde
fikri hayat çeşitli şubelere ayrılmıştı. Hatta düşünce yapısının prensipleri
birbirine zıt olmaya başlamıştı. Çünkü bu tarihler fikirlerin çatıştığı,
çeşitli programların uygulandığı tarihlerdi. Söz konusu dönemde tefsir, fıkıh,
hadis, nahiv ve akaid gibi İslâmî ilimlerde derinleşen âlimler ortaya çıkmıştı.
Yanı sıra araştırma yapan, başkalarının görüşlerine iltifat etmeyen filozoflar
da ortaya çıkmıştı.[100] Âlimlerin bir konu hakkında
konuşurken asıl amaçları kendi fikirlerini kabul ettirmek ve karşı tarafı
yenmek şeklinde tezahür etmiştir. Bu durum zamanla fikirsel kavgalara ve
toplumun dağılmasına sebep olmuştu. Sonuç olarak Müslümanlar çeşitli gruplara
ayrılarak birlik ve beraberliklerini kaybetmişlerdi.[101]
İBN TEYMİYYE’NİN SİYASİ FAALİYETLERİ
İbn Teymiyye
hayatı boyunca ilmi çalışmaların yanında siyasi olarak da birtakım
faaliyetlerde bulunmuştur. Ayn-i Câlut Savaşında Mısır ordusu karşısında
yenilgiye uğrayan Moğol ordusu intikam almak amacıyla Dımaşk üzerine saldırıya
geçmişti (699/1301). Bunun üzerine halk güvenli yerlere doğru göç etmeye
başlamıştı. İbn Teymiyye ise kenti terk etmeyip, Moğol kralı Gâzan Han’ın
karargâhına giderek, kente saldırmaması hususunda kendisiyle görüşmüş ve onu
ikna etmiştir.[102]
Moğollar
702/1303 yılında tekrar Şam topraklarına doğru yürümüş ve Dımaşk’ı kuşatmıştır.
Halk Moğolların Müslüman olduğunu dolayısıyla kendileriyle savaşmanın caiz olup
olmadığını sormuş ve İbn Teymiyye, Moğollarla savaşmanın vacip olduğunu
söyleyerek halkı bu yönde cesaretlendirmiş ve yönlendirmiştir.[103] Bunlarla cihad konusunda
İslam ümmetinin icmasının olduğunu kaydeden İbn Teymiyye, tıpkı sahabe devrinde
zekât vermeyenlerle savaşıldığı gibi, Moğollara karşı da savaşılması
gerektiğini belirtmiştir. Ona göre, başta Hz. Ebu Bekir olmak üzere şayet
sahabiler, Moğollarla karşılaşmış olsa idi kesinlikle onlarla savaşırlardı. “O
halde onlara karşı cihada çıkmak, hacdan, oruçtan ve diğer nafile ibadetlerden
daha efdâldir.” demiştir.[104] Verdiği fetvanın
gerekçeleri olarak Moğolların Müslümanları esir alıyor olması, kadınlara kötü
muamelede bulunmaları ve camileri yıkmaları olarak göstermiştir.[105]
Moğollara
karşı savunmak için gelmesi beklenen Mısır ordusunun vazgeçtiğine dair
söylentiler çıkınca İbn Teymiyye, sultan ve ileri gelenlerle bir araya gelerek
onlara hitaben: “Eğer siz Şam’ı ve Şam halkını korumaktan, düşmanı defetmekten
vazgeçerseniz, Allah onlara yardım edecek insanlar var edecek ve sizin yerinizi
başkalarıyla değiştirecektir.” İbn Teymiyye bu sözleriyle sultanı ikna
etmiştir.[106] Bu savaşa kendisi de bir
asker olarak aktif bir şekilde katılmıştır.[107]
Ona göre bu savaşa katılma, Hz. Peygamber tarafından emredilip, Şam halkının
uyması gereken dini bir vazifedir.[108]
Moğollarla
birlikte hareket ettikleri için İlhanlıları İslam’a ihanet ile suçlayan İbn
Teymiyye, İlhanlıların Irak’a Şam’a ve Horasan’a girmelerinin tek sebebi olarak
Şiîleri göstermiştir. Müslümanların öldürülmesinden, vatanlarının harap
edilmesinden tek sorumlu grubun Şiîler olduğunu ifade eden
İbn Teymiyye,[109] onları kıble ehli içindeki en şerli grup olarak nitelendirmiştir.[110]
Sözlükte “önce
gelmek, geçmek, geçmişte kalmak” anlamındaki selef kelimesinden gelen Selefiye
“geçmiş insanlar, soy, fazilet ve ilim bağlamında önceden gelip geçenler”
anlamına gelmektedir.[111] Terim olarak ise ilim ve
üstünlük bakımından Müslümanların önderleri kabul edilen Sahabîler ve Tabîin
için kullanılır. Selefiler, Selefin üstünlüğünü “ümmetin en
hayırlısının Hz. Peygamber döneminde yaşayanlar, sonra onların ardından
gelenler”[112]
rivayetine dayandırırlar. Bu mezhebin mensupları kendilerini “Ehlü’s-Sünne,
Ehlü’l-Hadis ve’s-Sünne, Ehlü’l-Hak” gibi isimlerle de anarken, karşıtları ise
onları Eseriyye, Haşviyye diye isimlendirirler.[113]
Ashâbu’l-Hadis
olarak ta tanımlanan Selefilik, ilk iki asrın tuttukları yoldan ziyade,
sonradan gelenlerin onlara nispet ettikleri tavır, rivayete dayanan bir din
anlayışı olduğu için kendilerine Selefiye kavramı nispet edilir. Fakat
bu kavram ilk dönemlerde kullanılmamıştır.[114]
Selef
fikri, Emevî halifesi Ömer b. Abdülaziz (ö. 101/720) döneminde dinsel bir
içerik kazanmaya başlamıştır. O, “değişik yollar”ın çıktığını görünce
“müminlerin yolu”nu tespitinin gerekli olduğunu düşünmüştür. Sünnete uyulması
gerektiğini dile getiren Ömer b. Abdülaziz, bunun selefe uyma ile mümkün
olacağının kanaatindedir. Ahmed b. Hanbel’in rivayetine göre Ömer b. Abdülaziz
valilerine şöyle demiştir: “Rasulullah’ın sünnetine uyun. O’nun sünnetinin
cari olduğu yerde “yeni şeyler” icat edenlerin bu icatlarını terk edin. O’nun
bıraktığı bakiye yeterlidir. insanların ihdas ettiği hiçbir bidat yoktur ki
sünnette ona muhalif bir şey bulunmasın. Sünnet koyan, ayak sürçmelerini ve
yolun dışına taşan adımları da bilir. Eskiler, bir yolda sabit dururlar, fakat
etrafı, kontrolcü bir gözle tetkik ederlerdi. Onlar, derinliğine araştırma
yapmayı uygun görmezlerdi.”[115]
Ahmet b. Hanbel, Selefiliğin
öncüsü olarak kabul edilmektedir. O, Mu‘tezilefie karşı verdiği
mücadele ve Mihne [116]olaylarındaki duruşu sebebiyle
Ashâbu’l-Hadis ekolünün sembolü olarak kabul edilmektedir.[117] Abbasîler döneminde yayılma
imkânı bulan Mu‘tezilenin “Halku’l-Kur’an” şeklindeki görüşlerine halkın
meyletmesi bazı grupların galeyana gelmesine sebep olmuştur. Bu grupların
başını Ahmet b. Hanbel çekmiştir.[118]
Selefiye
kavramına ilk olarak İbn Teymiyye’nin eserlerinde rastlanmaktadır. Bundan
dolayı kavramın ilk kullanımının İbn Teymiyye ile başlandığı söylenebilir.[119] İbn Teymiyye’nin
ilk kullanımına bakıldığında, Selefiyenin oluşmuş bir yapıdan ziyade, İslâmî
düşünceye dışarıdan dâhil olmuş unsurları temizlemek ve İslâmî toplumun ilk
yıllarına geri dönüş çabasının var olduğu fark edilebilir. İbn Teymiyye,
Selefiye’yi dinin asıllarında aklın kullanımına karşı, Kur’an ve sünnete
yöneliş olarak tanımlamıştır. Ona göre selefiye, Yunan mantığını,
kelamı, felsefeyi bırakıp, ilme yönelmektir.[120]
Selefiye,
haberi sıfatlarda Kur’an ve Sünnet’e zahiren bakmaktadır. Sahabîlerin ve
Tabiilerin yapmadığı tevilden uzak durmuşlardır. Örnek olarak “Allah,
göklerin ve yerin nurudur.” [121]
ayette geçen “nur” kelimesini tevil etmemişlerdir. Bir başka örnekte “Allah
dünya semasına iner.”[122] Hadis’indeki “inme”nin mecaz
olmadığını savunmuşlardır.[123]
Selefiye
“rivayet dayalı din anlayışı” tavrının bir yansımasıdır. Selefiye, dinin
“delil”e dayandığını, bundan dolayı rivayetlerle gelen bilgilerin tartışılmadan
kabulünün gerektiğini savunur.[124]
Selefilere
göre İslam’da tek delil Kur’an ve sünnettir. Bundan dolayı görüş belirtme, akla
dayalı konuşma, akla göre hüküm verme batıldır. Yeni bir şeyin icadı din
koymadır.[125]
İbn Teymiyye’ye göre esas olan
nakildir. Akıl sadece idrak ve tasdik eder. Akıllar çeşitlilik arz eder.
Bugünün aklı ile yarının aklı farklı düşünebilir. Nakil ise değişmez ve her
zaman birleştiricidir.[126]
İbn Teymiyye,
kelamcıları dinin asli kaynağı olan Kur’an’ı göz ardı etmekle suçlamış, İslam
akidesinin Kur’an ve onun açıklaması olan sünnete dayanması gerektiğini ileri
sürmüştür.[127] Kelam ve tasavvuf karşıtı
olan İbn Teymiyye, hakikatın Kur’an ve sünnette mevcut olduğunu, onun
dışındakilerin kabul edilemez olduğunu savunmaktadır.[128]
İbn Teymiyye’nin bu görüşleri günümüz selefilerinin, siyasal sistem hakkındaki
görüşlerinin ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Onun Moğollara olan bakışı
İslam dünyasının yabancı güçlerin hâkimiyetine bakışını beslemiştir.[129]
İşcan’a göre
İbn Teymiyye’nin bidatleri reddetmesi, belli bir yaşam tarzını koruma
çabasındandır. Onu tasavvufu İslam dışı olarak görmesinin sebebi ise felsefi-
dini anlayışa bakış açısından kaynaklanmaktadır. İbn Teymiyye’nin görüşleri
Selefiler ve siyasal İslamcılar için bir ilham kaynağı olmuştur.[130] Ona göre Selef fikri
çöl-Arap tutuculuğunun bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İslam Arap zümresi
içerisinde hâkimiyeti sağlayınca bu “gerilemeci zihniyet” ortaya çıkmıştır.
Herhangi bir eksiklikleri bulunmayan eskilerin yolunu takip etme, Selefilerin
sosyal-tarih perspektifini oluşturmaktadır.”[131]
İşcan,
Sahabîlere özellikle de halifelere bağlı kalınmasının altında yatan temel
sebebin, yerel kültürü muhafaza etmek olduğunu ifade etmektedir. Bununla ilgili
rivayetlerde önce ittiba emredilmekte sonra, bidatlerden
kaçınmadan söz konusu rivayetlerde zamanın gittikçe kötüye gideceği haberi
verilmektedir.[132] Bu rivayetlerin birinde Hz. Peygamberin şöyle dediği
belirtilmektedir: “Size Allah’tan korkmayı, Habeşli bir köle de olsa
dinleyip itaat etmeyi tavsiye ederim. Durum şu ki, sizden, benden sonra
yaşayacak kimseler, yakında çok ihtilaf görecekler. Binaenaleyh benim
sünnetime, halifelerin sünnetine sarılın. Bunlara azı dişlerinizle sarılın.
Sonradan çıkan şeylerden sakının. Çünkü her bid‘at sapıklıktır.”[133]
Selefilik’te Allah Tasavvuru
Ehlu’l-Hadis,
“Rabbimin vechi baki kalacaktır.”[134]
ayeti ile “ Kul namaza başladığında Allah, kerim yüzünü ona doğru döndürür.
Kul namazı bitirinceye veya namazı bozacak kabih bir şey olana kadar Allah,
yüzünü kulundan çevirmez.’”[135]
[136]
“Birine vurmak zorunda kalırsanız, yüzüne vurmayın. Çünkü Allah, Âdem ’i kendi
suretinde yaratmıştır.”131 Ehlu’l-Hadis, bu hadislere dayanarak
Allah’ın bir yüzünün olduğunu savunmuşlardır.[137]
Ehlu’l-Hadis,
Allah’ın gözünün ve kulağının olduğunu savunmaktadırlar. “... Allah görür ve
işitir ”[138] ayetini delil olarak
göstererek, Allah’ın göz ve kulağa sahip olduğunu belirtirler. Onlara göre bir
varlık görüyor ve işitiyorsa, göz ve kulağa sahiptir. demektir.[139] “.Ey Müsâ, sevilesin ve
gözetimimizde yetiştirilesin... ”[140]
[141], “...olarak
gözetimimiz
altında yüzüyordu.”141 ve “Gözetimimiz altında ve vahyimize
göre gemiyi yap.”[142]
ayetlerinde geçen göz ifadeleri Allah’ın gerçek göze sahip olan varlık olduğuna
delildir.[143] Darimî, “Babasına şöyle
demişti: "Babacığım! işitmeyen, görmeyen ve sana bir faydası olmayan
şeylere niçin tapıyorsun?"[144]
ayetini delil olarak göstererek, Allah’ın gözünün ve kulağının var olduğunu
kabul etmediğimiz takdirde Allah Hz. İbrahim’in reddettiği varlığa
benzeyeceğini ifade etmektedir.[145] [146]
[147] Ehlu’l-Hadis, “Allah ’ın
eli bağlıdır”141, “Allah, “Ey İblis! Ellerimle yarattığıma...”14,
“...Yeryüzü kıyamet gününde bütünüyle O’nun elindedir...”[148] ve “.Allah’ın eli
onların ellerinin üzerindedir...’”[149] ayetlerine dayanarak
Allah’ın ellerinin ve parmaklarının olduğunu, bunun tevilinin mümkün olmadığını
belirtmektedirler.[150] “Ahirette cehennemlikler,
cehenneme atılacaklar, cehennem, daha ziyade var mı? Diyecek. Ta ki Allah
cehennemin üzerine ayağını basacak. Bu defa cehennem, yetişir, yetişir
diyecek?”[151]
Bu ve benzeri hadislerden yola çıkan Ehlu’l-Hadis, Allah’ın ayaklarının
da olduğunun kanaatindedir.[152]
“Allah’ı
kıyamet gününde bedir gecesinde pürüzsüz gördüğünüz ay gibi göreceksiniz.”[153]
hadisine dayanan Ehlu’l-Hadis, Allahı’ın görüleceğini savunmuştur.
Darimî, bunun bir inanç olduğunu belirtmiştir. O, mademki Allah. “Allah,
Musa ile konuştu?”[154]
demektedir. Hz. Peygamber, “Kıyamet gününde, nasıl güneş ve ayı berrak bir
şekilde görüyorsanız, Allah’ı da öyle göreceksiniz?” rivayetinin Allah’ın
duyu organlarıyla görüneceğini gösteriyor.[155]
Allah’ın
göklerde olduğunu savunan Ehlu’l-Hadis, “Allah her yerdedir” görüşünü
reddetmektedirler. Onlara göre Allah’ın her yerde olduğu kabul edilirse,
Allah’a pis mekânlar da layık görülmüş olur. Allah’ın temiz yerlerde olması
gerektiğini, dolayısıyla Allah’ın cinlerin, hayvanların ve otların olmadığı
yerlerde olması gerektiğinin savunmaktadırlar.[156]
[157] Darimî, Allah’ın gökte
olduğunu, O’nun bir sınırının olduğunu ve bunu kabul etmeyenlerin cahiliye
müşriklerine benzediğini ifade etmektedir.15'
“...O’nun
kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır... ”[158] ayetini delil olarak
gösteren Ehlu’l-Hadis’e göre, Allah gökte Arş ve Kürsü üzerindedir.
Allah’ın kürsüsünün büyüklüğünü “Çölde ufacık bir yer kaplayacak bir yüzük”
rivayetini vererek tasvir etmişlerdir.[159]
Ahmed b. Hanbel’e göre iki boynuzu arası mesafe beş yüz senelik olan melekler
tarafından bu büyük arş taşınmaktadır.[160]
Ehlu’l-Hadis, “Yüce Allah her gece, gecenin son yarısında veya son üçte
birlik bölümünde dünya semasına iner ve tan yeri ağarıncaya yahut ibadet eden
kimse namazı bitirip kalkıncaya kadar şöyle buyurur: “Bana dua eden kimdir, ona
icabet edeyim? Benden bir şey isteyen kimdir, ona vereyim? Benden bağışlanma
dileyen kimdir, onu bağışlayayım?”[161] rivayetini delil
olarak göstererek Arş’ta olan Allah müminleri dinlemek ve onların yakarışlarına
cevap vermek için, gecenin beli vakitlerinde dünya semasına nüzul ettiğini
belirtmektedirler.[162] Buradaki inmenin bir kralın
inmesine benzetildiği, bunun maddeci bir zihniyetin tezahürü olduğu ileri
sürülebilir.[163]
Görüldüğü üzere Ehlu’l-Hadis düşüncede “Tanrı nesnel
bir varlık haline getirilmiş, beşer dünyasının içinde yer alan bir sosyal
muhayyilenin hengâmesi içine çekilmiştir. “Buraya” ait olmayan yüksek
karakterine karşın Tanrı, “günlükleştirilmiş,” somutlaştırılarak var oluş
süreçlerine bitiştirilmiştir.”[164]
Selefilik’te Kulun İradesi
Ehlu’l-Hadis’e
göre insanın bütün filleri Allah’ın kontrolü altındadır. Yanı sıra kulun kalbi
Allah’ın iki parmağının arasındadır. Ehlu’l-Hadis, bu iki parmak
kullanımını mecazî olarak değil, fiili bir durum olarak görmüşlerdir.[165] Onlar, bu görüşlerini çok
sayıda rivayete dayandırmaktadırlar. Bu rivayetlerden bir tanesi şu şekildedir:
“Sizden bir kişi hayatı boyunca o kadar iyi işler yapar ki, cennetle arasında
yalnızca bir kulaç mesafe kalır. işte tam bu sırada meleğin ana karnında
yazdığı yazı gelir, o kişiyi önler. Bu defa kişi, cehennemliklerin amelini
işlemeye başlar. Sonunda cehenneme atılır. Sizden diğer bir kişi de, fena işler
yapar, öyle ki cehennemle arasında bir kulaç mesafe kalır. Bu sırada meleğin
yazdığı kitap devreye girer ve o mani olur. Böylelikle kişicennetliklerin hayır
işlerini yapmaya başlar ve böylelikle cennete sokulur”[166]
Ehlu’l-Hadis’in bu görüşlerin kabul edilmesi halinde
insan ölü hükmündedir. İnsan adeta iradesi olmayan bir taş, bir heykele
dönüştürülmekte, insan ve amelinin bir değerinden bahsetmenin imkanı ortadan
kalkmaktadır. [167]
Selefilik’te
Bid‘at, Kelam ve Rey Karşıtlığı
Bid‘at, Ehlu’l-Hadis
tarafından selefin geride bıraktıklarıyla yetinmeyip, onların söylediklerinin
üzerine ilave yapmaktır. Onlar, bid‘at’i önceden denenmiş yoldan ayrılmak ve
değişik yollara dalmak anlamlarında da kullanmışlardır.[168]
Ehlu’l-Hadis,
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi
olmayın... ”[169] [170]
ve “işte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın.”111
ayetlerini delil olarak göstererek dinin tamamlandığını, ona yeni şeyler
eklemenin parçalanıp dağılmaya sebep olacağı için yasak olduğunu belirtmişlerdir.[171] Ayet’in yanı sıra konu ile
ilgili çok sayıda rivayeti de delil olarak almışlardır. Örnek olarak, “Her yeni
şey bid‘at ve her bid‘at de dalalettir.”[172]
rivayetini verebiliriz.
Ehlu’l-Hadis,
kelam, rey ve görüş bildirmeye de karşı çıkmışlardır. Bunun temel sebebi ise
görüşlerinde haberî esas almalarıdır. Haberî kaynak kullanma
durumunda kaynak Allah’a kadar uzanırken, rey veya görüş bildirme de insan
düşüncesi merkezde yer almaktadır. Ehlu’l-Hadis, mevcut durumu korumak
istediği için rey ve görüş bildirmeye karşı çıkmtır.[173]
İBN TEYMİYYE’NİN İLMİ KİŞİLİĞİ
Küçük
yaşlardan itibaren aile içerisinde eğitim almaya başlayan İbn Teymiyye, ilme
olan merakı ve güçlü zekâsı sayesinde İslâmî ilimlerin birçoğunda kendisini
yetiştirmiştir. İbn Teymiyye’nin ilmî seviyesini verdiği eserlerde görmek
mümkündür. 175
Küçük yaştan
itibaren ilim tahsil etmeye başlayan İbn Teymiyye, ilk olarak Kur’an-ı Kerim’i
ezberlemiş, daha sonraları hadis ezberleyerek fıkhi konuları öğrenmeye
başlamıştır.[174] [175]
20’li yaşlara geldiğinde ise eğitimini tamamlamıştır.[176]
Dönemin önemli âlimlerinden ders alan İbn Teymiyye, bununla yetinmemiş
düşünce yapısını, fikirlerini okuduğu kitaplarla da geliştirmiştir.[177]
İbn
Teymiyye’nin ilmi gelişimini etkileyen en büyük faktör Moğol istilasıdır.
İstila sonrası Harran’dan Şam’a doğru göç etmek zorunda kalan İbn Teymiyye,
çevre bölgelerden göç etmiş olan âlimlerle tanışma ve ders alma imkânı
bulmuştur.[178] İlmi yönünün gelişimini
etkileyen bir diğer faktör, Eyyûbîler ve Zengîler döneminden kalma medreseler
ve İslam beldelerinde var olan kütüphanelerdir. Bu medreseler ve kütüphanelerde
İbn Teymiyye, bilgiye ulaşmada ve bilgiden faydalanmada zorlanmamıştır.[179] İlmi gelişimini olumlu yönde
etkileyen bir diğer faktör ise ansiklopedik eserler olmuştur. Ayrıca onun
döneminden önce hadis kitapları derlenmişti. İbn Teymiyye işte bu hadis
kaynakalrından çokça istifade etmiştir.[180]
İbn Teymiyye,
kendisinde önce tedvin edilmiş olan bütün islâmî eserleri incelemiş, İslâmî
ilimlerin yanında başka dinlerle ilgili araştırmalar da yapmıştır.[181] İbn Teymiyye; aritmetik
cebir, felsefe alanlarında da şöhret bulmuştur.[182]
Kelam ile
ilgili çalışmalar da yapan İbn Teymiyye, Eşari ve Gazali’nin eserlerini
incelemiştir. Bunun yanında Halku’l-Kur’an gibi kelamî konularda da görüş bildirmiştir.[183] İbn Teymiyye, İbn Sina, Farabi, İbn Rüşd gibi müslüman
filozofları okumuş ve incelemiştir.[184]
İbn Teymiyye çok sayıda hocadan eğitim almıştır. Anvccak o,
hocalarının görüşlerine kökrü körüne bağlı olmamıştır. Bu durumda ilmi
birikiminin daha çok okuduğu kitaplardan elde ettiği ifade edilebilir. 200’den
fazla hocadan ders aldığı söylenen[185] İbn Teymiyye’nin hocalarından bazılarının isimleri şöyledir:
Dedesi Mecdüddîn b. Teymiyye (ö.652/1253), Babası Şihabüddîn Abdulhâlim b.
Abdüsselâm (ö.682/1283), İbnü’s-Sayrafî (ö.678/1279), İbn Ebü’l-Yüsr et-Tenuhî,
Kasım el- İrbilî, Ebu’l Ferec b. Kudame, el-Makdisî (ö.682/1283), Şemseddîn b.
Atâ, Fahruddîn b. Buharî (ö.690/1291), Zeynüddîn İbnü’l-Münecca (ö.695/1295),
İbn Abduddaim, Zeynep bint Mekkî, Kemal b. Abd, Necib el-Mikdad.[186]
İbn Teymiyye’nin çeşitli ülkelere yaptığı yolculuklar, hapse
girmesi, bu esnalarda derslerine katılan kişi sayısı fazla olduğundan öğrenci
sayısı da fazla olmuştur.[187] Çok sayıda öğrenci yetiştirmiş olan İbn Teymiyye’nin öğrencileri
arasından en meşhur olanların isimlerinin vermekle yetineceğiz. Bunlar;
İbnü’l-Kayyım el- Cevziyye (ö.751/13 5 0),[188] Ebu’l-Fida İbn Kesir (ö.774/1372), Zehebî (ö.748/1323),[189] Muhammed b. Ahmed b. Abdülhâdî (ö.744/1343).[190]
Hayatı
mücadele ile geçen İbn Teymiyye, eser telif etme hususunda hemen hemen bütün
İslâmî ilim alanlarında kitap yazmış ansiklopedik bir âlimdir. İbn Teymiyye’nin
öğrencilerinden İbn Kayyım el-Cevziyye, İbn Teymiyye’nin eserlerini konu alan Esma’ü
Müellefati Şeyhi’l-Islam İbn Teymiyye adlı kitabı telif etmiştir.[191] Birçok alanda eser
yazan İbn Teymiyye’nin eserlerinden bir kısmını aktarmaya çalışacağız.
Akaid İle
İlgili Eserler:
El-Akîdetü’l-Vasıtiyye,
el-Akîdetü’l-Hameviyye, Minhacü’s-Sünne, el-
Akîdetü’d-Tedmûriyye,
el-İman, es-Sârimü’l-Meslûl alâ Şâtimi’r-Rasûl, el-İstiğâse, Beyânü
Telbîsi’l-Cehmiyye, et-Tuhfetü Irâkiyye, Kitabu’l -Esma ve’s-Sıfat.[192]
Tefsir ve
Kıraat ile İlgili Eserler:
Kâide
fi’i-İstiâze, Mukaddime fî Usûlü’-Tefsir, Tefsîru Âyâtin Eşkelet alâ Kesîrin
Mine’l-Ulemâ, el-İklîl fî Müteşâbihi’t-Te’vîl, et-Tefsîrü’l-Kebîr, et-Tibyân
fî- Nüzûli’l-Kur’an.
Hadis ile
İlgili Eserler:
Risale
fi’s-Sünne, el-Ehâdîsü’z-Zaîfe ve’l-Bâtıle, el-Ehâdîsü’l-Mevzûa, İlmü’l- Hadîs,
Erbeûne Hâdisen, Ehâdîsü’l-Kussâs.
Fıkıh ile
İlgili Eserler:
El-Mecmû‘atu’l-Fetâva,es-Siyâsetü’ş-Şer’iyye
fî Islâhi’r-Râi ve’r-Raiyye, Risâle fî Menâsik’l-Hac, el-Hisbe Fî’l-İslam,
Şerhu’l-Umde fî’l-Fıkh, el-Ubûdiyye fî’l-İslam, el-İstihsân ve’l-Kıyas.
Felsefe ve
Mantık ile İlgili Eserler:
Nakzü’l-Mantık,
er-Red alâ Felsefeti İbn Rüşd, er-Red ale’l-Mantıkıyyîn, Buğyetü’l-Mürtad
fi’r-Red ale’l-Mütefelsife.[193]
TARİHİ SÜREÇTE EHL-İ BEYT KAVRAMI
Türkçe
anlamıyla “hane halkı, ev halkı” manasına gelen “Ehl-i Beyt” Arap dilinde “ehl”
kelimesinin “beyt” kelimesine izafe edilmesiyle meydana gelen Arapça bir
terkiptir. Bu terkip ev sahibiyle, onun eşini, çocuklarını, torunlarını ve
yakın akrabalarını kapsamına alır.[194]
‘Ehl’ kelimesinin çoğulu ise “ehlun, âhâl, ehâl, ehlât ve ehâlât” şeklindedir.[195] “Ehl” kelimesinin fiil
kalıbındaki çeşitli müştakları, cana yakın olmak, bir yerde iskân etmek, hoş
karşılamak, evlilik gibi anlamlar içerir. Müzekker bir kelime olan “ehl” ise,
aile, yakın akraba, eş, zevce, ahâlî, taraftar, bir yerde yaşayan, bir şeye
layık olan gibi anlamlara gelmektedir.[196]
Bunun yanında “ehl” kelimesi nesep bağı bulunan kimseleri, aynı dine mensup
kişileri, bir yerde birlikte yaşayan kimseleri ifade etmek için kullanılır.[197]
Ehl
kelimesi i nispet edildiği kelimeye göre farklı anlamlar kazanmaktadır.
Örneğin; “ehlü’r-racul”, kişinin eşini ve aynı evde birlikte yaşadığı kimseleri
ifade eder. “Ehlü’l-mezhep”, bir mezhebe mensup olanları, “ehlü’l-islam”,
İslam’a mensup olanları, “ehlü’l-emr”, yöneticileri ifade etmek için
kullanılır.[198] Bunların yanında evcil
hayvanlara “ehl-i hayvan” denildiği gibi, kolay ünsiyet kurabilen, çabuk
kaynaşan insanlara da “ehliyyun” denilmektedir.[199]
Dil âlimleri
tarafından “ehl” kelimesinin murâdîfi olarak kabul edilen “Âl” kelimesi sözlük
anlamıyla, serap, dağ, dağın çevresi ve çadır direği anlamlarına geldiği gibi,
kişinin kendisi, ailesi ve akrabaları anlamlarına da gelmektedir. Dil
bilimcilerine göre “âl” kelimesi, “ehl” kelimesinden türetilmiştir.[200] İki kelime her ne kadar aynı
anlamda kullanılmış olsa da “âl” kelimesinin genel anlamıyla şerefli ve üstün
nitelikli kişiler için kullanıldığı belirtilmektedir.[201]
Ehl-i Beyt
terkibinin ikinci kelimesi olan “beyt” kelimesi ise sözlükte, ev, mesken,
çadır, kabuk, kılıf, onur, Şiir dizesi, barınak, sığınak, dinlenme ve konaklama
yeri, saray anlamlarına gelir. Bu kelimenin çoğulu ise “Ebyât, ebâyît, buyût,
buyûtât” şeklindedir.[202]
“Ev sahibi” anlamına gelen Ehl-i Beyt terkibi ise ev
sahibiyle onun eşini, çocuklarını, torunlarını ve yakın akrabalarını ifade
etmek için kullanılır.[203]
EHL-İ BEYT KAVRAMININ TARİHSEL SÜREÇ
İÇERİSİNDE KAZANDIĞI ANLAMLAR
Ehl-i Sünnet ve Şiîler arasında ihtilafın en fazla olduğu
konuların başında gelen Ehl-i Beyt kavramının kimleri kapsadığı ile
ilgili farklı görüşler bulunmaktadır. Bazılarına göre Hz. Peygamber’in
hanımlarını kapsarken, bazılarına göre Hz. Peygamber, hanımları, kızı Fatıma,
Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Selman-ı Farısî’yi kapsamaktadır. Başka bir
kesime göre Hz. Peygamber, kızı Fatıma ve on iki imamı kapsarken; bir diğer
kesime göre ise Hz. Peygamber’e akraba olan bütün Hâşimoğullarını
kapsamaktadır. Bu görüşlerin yanında Ehl-i Beyt kavramının Hz.
Peygamber’in bütün ümmetini kapsadığını savunan görüşler de vardır.[204]
İslam Öncesi Arap Kültüründe Ehl-i Beyt
Ehl-i Beyt
kavramının kullanımı, İslam’dan önceki dönemlere kadar uzanabilmektedir. O
dönemlerde belirli bazı kabile kolları ‘İlahlar Evi’ (Beytü’l- Âlihe)’den
sorumlu oldukları için, bazı dini ve kutsal sıfatlara sahip oldukları
belirtilmektedir. Bu kutsal görev nesilden nesle aktarılan kutsal bir vazife
haline gelmekteydi. Yine bu kutsal görevlerden dolayı bu kişiler kabileler ve
aşiretler arasında yüksek bir makama sahip olabiliyorlardı. Zaman içerisinde bu
mâbed (beyt) sorumluluğu, Araplar arasında farklı kavramlarla
ilişkilendirilmeye başlanmıştır.[205]
İslam
öncesinde Ehl-i Beyt kavramı, Ehlu’l Beyt, Ehlu’l-Buyutâtü’l-Arab,
Beytu’ş-Şeref Beytu’r-Racul, Beytu’l-Kavm gibi anlamlarda kullanılmıştır.
Bu tür kavramlar kişinin hanımına, çocuklarına, kabilenin yetkili kişilerine
veya kabilelere işaret etmekteydi.[206]
Arap toplumunda el-buyûtât ve eş-şeref kelimeleri beraber kullanılmıştır. Ev
koruyuculuğu anlamına gelen “Sedenetü’l-Beyt” çoğu zaman siyasi ve askeri
alanda ön planda olan kabilenin ileri gelenleri için kullanılmıştır. Diğer bir
ifadeyle şeref sahibi olan kimseleri ifade etmek için kullanılmıştır.[207]
Bu kullanım
İslam öncesi Arap toplumunda, her kabilenin misafirperverlik, binicilik, savaş
tekniği, kahramanlık ve sayı bakımından çokluk gibi konularda üstün olduğunu
göstermek için ortaya çıkmıştır.[208]
Cahiliyye
döneminde buyutâtü’l-arab olarak bilinen etkili üç büyük ev vardı: Beytü’l-Kays
(Kureyş), Beytü’r-Râb ‘a ve Beytü ’t-Temim. Bu üç kabile içerisinde
en etkili olan, pek çok görevi yürüten Kureyş kabilesidir. Bu kabile diğer
kabilelere karşı siyasi mücadeleyi kazanmış ve Kâbe’nin önemli vazifelerini
elinde tutmuştur. Kureyş kabilesinin atası olarak kabul edilen Kusay b. Kilâb
(ö.480), Kâbe’nin bütün görev ve yetkilerini kendi elinde tutmuştur.[209]
Siyasi
mücadele sonunda Kâbe’nin görevlerini ele geçiren Kusay b. Kilâb’tan sonra bu
görevler Kusay’ın çocukları tarafından devam ettirilmiştir. Bu görevlerin
yerine getirilmesi hususunda kendilerine görev düşen Benî Abdiddâr ve Benî
Abdimenâf arasında anlaşmazlıklar ortaya çıkmış ve bu anlaşmazlıklar görevlerin
paylaşılmasıyla çözüme kavuşmuştur. Benî Abdimenâf, sikâye ve rifâde, Benî
Abdiddâr ise hicâbe, livâ ve nedve görevlerini üstlenmişlerdir. Bundan sonraki
zamanlarda Abdimenâf için “onda beyt ve şeref vardır” denildiği rivayet
edilmektedir.[210]
Haşim’den
sonra sikâye ve rifâde görevleri kardeşleri Muttalib’e, ondan sonra da
kardeşinin oğlu Abdülmuttalib’e intikal etmiştir. Fil olayından (570) sonra
çevrede “Allah’ın Dostları” olarak anılmaya başlayan[211]
Abdülmuttalib ve oğulları, Kâbe’ye ve hacılara yaptıkları hizmetlerden dolayı
Kureyşliler kendilerini “Ehlu’l-Harem ve Ehlullah” olarak tanıyorlardı.
Bunların dışında Kureyşlilerin verdiği bir diğer isim ise “Ehlu’-Hums”
olmuştur.[212]
Abdulmuttalib’in ölümünden sonra Mekke’de dini işleri yürütme
görevini oğlu Ebu Talib üstlenmiştir. Bütün bu görevler ağır gelince sikâye
görevini kardeşi Abbas’a vermiştir. Hz. Muhammed’in peygamberliğini ilan ettiği
dönemde Mekke’de dini işleri Hâşimoğulları; siyasi işleri ise Ümeyyeoğulları
ellerinde bulunduruyordu. Bu siyasi otorite Müslümanların Mekke’yi fethetmesine
kadar sürmüştür (8/630). Mekke’nin Müslümanların eline geçmesiyle Kâbe
“Beytu’-Âlihe” olmaktan çıkmıştır.[213]
Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellem Döneminde
Ehl-i Beyt
Hz. Muhammed döneminde Ehl-i Beyte yüklenen anlamları
net olarak görebilmek için Kur’an-ı Kerim ve hadislerde konu ile ilgili geçen
kavramlara bakmak gerekecektir.[214]
Kur’an-ı Kerim
bazı kelime ve kavramları Arapçadaki sözlük manasını dikkate alarak, daha önce
oluşmuş sosyal gerçekliklere uygun şekilde, bazen de kelime ve kavramlara yeni
anlamlar yükleyerek kullandığı İslam düşünce ekolleri tarafından kabul görmüş
bir husustur.[215]
Kur’an’da Ehl-i
Beyt kavram ve eş anlamlıları olarak kullanılan kelimelere bakıldığında bu
kavramların kapsamına kimlerin girdiği ile ilgili bir açıklama yapılmamıştır.
konu ile ilgili farklılıklar içeren yorumlar yapılmıştır.[216]
Ehl-i Beyt
kavramı Kur’an’da üç yerde geçmektedir. Tathir ayetinde Hz. Peygamber’in ailesi
ile alakalı geçmektedir. “Evlerinizde oturun. Önceki cahiliye dönemi
kadınlarının açılıp saçıldığı gibi siz de açılıp saçılmayın. Namazı kılın,
zekâtı verin. Allah ’a ve Resûlüne itaat edin. Ey Peygamberin ev halkı! Allah,
sizden ancak günah kirini gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor”21
Bu ayetin sibak ve siyak’ı Hz. Peygamber’in hanımlarından bahsettiği için, bu
ayette kastedilen kişilerin Hz. Peygamber’in hanımlarının olduğu görülmektedir.[217] [218]
Bir diğer
ayette ise Ehl-i Beyt kavramı, Hz. İbrâhim ve onun ev halkı anlamında
geçmektedir. “Melekler, “Allah ’ın emrine mi şaşıyorsun? Allah ’ın rahmeti
ve bereketi size olsun ey (peygamber ocağının) ev halkı! Şüphesiz O, övülmeye
lâyıktır, şanı yücedir.” dediler.”[219] Diğer bir ayette ise
Hz. Musa’nın ailesi (annesi) için kullanılmıştır. “Biz, daha önce onun, süt
analarının sütünü emmemesini sağladık. Kız kardeşi, “Size onun bakımını, sizin
adınıza üstlenecek ve ona içtenlik ve şefkatle davranacak bir aile göstereyim
mi?” dedi. [220] Bu ayette kastedilen Hz.
Musa’nın annesidir. Çünkü daha önceden ona bebeğinin kendisine döndürüleceğinin
müjdesi verilmiştir.[221] [222]
[223] Bu nedenle takip eden ayette
şöyle denilmiştir: ”Böylece biz, anasının gözü aydın olsun ve üzülmesin,
Allah ’ın va’dinin hak olduğunu bilsin diye onu anasına geri döndürdük. Fakat
onların pek çoğu bunu bilmezler.”222
Ehl-i Beyt
kavramı ile ilgili delil olarak kullanılan Ahzâb 33. ayette geçen “Ey Ehl-i
Beyt! Allah ricsi sizden uzak tutmak ve sizi tertemiz yapmak ister.”22
Ayet lafzındaki açık anlamına karşın, aykırı bir şekilde, siyasi bir istismar
aracı olarak kullanılmış ve günümüzde de kullanılmaya devam edilmektedir.[224]
Biz burada bu
ayet üzerinde durulması gerektiğini düşünerek bununla ilgili bazı bilgiler
vermeye çalışacağız.
Ahzâb Suresi
hicretin 5. ve 6. yıllarında parçalar halinde indirilip tamamlanmış bir
suredir. 28-34. ayetler tamamıyla Rasûlullah’ın hanımlarıyla ilgilidir.[225] Çünkü ayetin öncesine
bakıldığında muhatabın Hz. Peygamber’in hanımları olduğu görülmektedir. Nitekim
Zemahşerî (ö. 538/1144) konuyla ilgili: “Allah, özel statüleri gereği Peygamber
hanımlarını hem te‘dip hem de tehdîd maksadıyla onlara özgü bir takım şart ve
hükümleri de birlikte tebliğ etti.” demiş ve devamında Ahzâb suresinden bazı
ayetleri aktarmıştır:[226] “içinizden kim Allah ’a ve
Resûlüne itaat eder ve salih bir amel işlerse, ona mükâfatını iki kat veririz.
Biz, ona bereketli bir rızık hazırlamışızdır. Ey Peygamber’in hanımları! Siz,
kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer Allah ’a karşı gelmekten
sakınıyorsanız (erkeklerle konuşurken) sözü yumuşak bir eda ile söylemeyin ki
kalbinde hastalık (kötü niyet) olan kimse ümide kapılmasın. Güzel (ve doğru)
söz söyleyin. Evlerinizde oturun. Önceki Cahiliye dönemi kadınlarının açılıp
saçıldığı gibi siz de açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin. Allah ’a
ve Resûlüne itaat edin. Ey Peygamber’in ev halkı! Allah, sizden ancak günah
kirini gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. Siz evlerinizde okunan Allah
’ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah en gizli şeyi bilendir,
hakkıyla haberdardır.”[227]
Allah Teâlâ bu
ayetlerde önce Hz. Peygamber’in hanımlarını uyarıyor ve diyor ki, siz
Peygamber’in hanımları olarak hayatınızda ayrıcalıklı bir konumdasınız. Buna
karşılık sizden kim bir mümine yakışmayan bir suç işlerse iki katı ceza alır.
Sahip olduğunuz statü ve şeref sizin için en büyük nimettir.[228]
Kur’an’da
“Ehl” kavramının yanı sıra Şiîlerin görüşlerini savunmak için kullandıkları
Mübahele ayetini de aşağıda aktaracağız.
Aile Fertlerinin Kastedildiği ayetler
“Biz, daha
önce onun, sütanalarının sütünü emmemesini sağladık. Kız kardeşi, “Size onun
bakımını, sizin adınıza üstlenecek ve ona içtenlik ve şefkatle davranacak bir
aile göstereyim mi?” dedi.”[229]
“Bana
ailemden birini yardımcı yap, Kardeşim Hârûn’u. Onunla gücümü artır. Onu işime
ortak et.”[230]
“Melekler,
“Allah’ın emrine mi şaşıyorsun? Allah’ın rahmeti ve bereketi size olsun ey
(peygamber ocağının) ev halkı! Şüphesiz O, övülmeye lâyıktır, şanı yücedir.”
dediler.”[231]
“Ey
Peygamber! Hanımlarına de ki: “Eğer dünya hayatını ve onun süsünü istiyorsanız,
gelin size mut’a vereyim ve sizi güzelce bırakayım. Eğer Allah ’ı, Resûlünü ve
ahiret yurdunu istiyorsanız, bilin ki Allah içinizden iyilik yapanlara büyük
bir mükâfat hazırlamıştır. Ey Peygamber’in hanımları! içinizden kim apaçık bir
çirkinlik yaparsa, onun cezası iki kat verilir. Bu, Allah ’a göre kolaydır.
içinizden kim Allah ’a ve Resûlüne itaat eder ve salih bir amel işlerse, ona
mükâfatını iki kat veririz. Biz, ona bereketli bir rızık hazırlamışızdır. Ey
Peygamber’in hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer
Allah ’a karşı gelmekten sakınıyorsanız (erkeklerle konuşurken) sözü yumuşak
bir eda ile söylemeyin ki kalbinde hastalık (kötü niyet) olan kimse ümide
kapılmasın. Güzel (ve doğru) söz söyleyin. Evlerinizde oturun. Önceki cahiliye
dönemi kadınlarının açılıp saçıldığı gibi siz de açılıp saçılmayın. Namazı
kılın, zekâtı verin. Allah’a ve Resûlüne itaat edin. Ey Peygamberin ev halkı!
Allah, sizden ancak günah kirini gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. Siz
evlerinizde okunan Allah ’ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah
en gizli şeyi bilendir, hakkıyla haberdardır.”[232]
. Müminlerin Kastedildiği Ayetler
“Nûh,
Rabbine seslenip şöyle dedi: “Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin
va’din elbette gerçektir. Sen de hükmedenlerin en iyi hükmedenisin. Allah, “Ey
Nûh! O, asla senin ailenden değildir. Onun yaptığı, iyi olmayan bir iştir. O
hâlde, hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi benden isteme. Ben, sana cahillerden
olmamanı öğütlerim” dedi.”[233]
Bu ayette Hz. Nûh’un oğlu iman etmediği için Hz. Nûh’un ev halkı olarak kabul
edilmemiştir.
“Elçilerimiz
Lût’a geldiklerinde, Lût, onlar yüzünden tasalandı, onlar hakkında çaresizlik
içine düştü. Elçiler ona, “Korkma, üzülme. Biz, seni ve aileni kurtaracağız.
Ancak karın başka. O, geride kalıp helâk edilenlerden olacaktır.”[234]
Bu ayette Hz. Lût’un karısı iman etmediği için Hz. Lût’un ev halkından
sayılmamıştır.
“Şüphesiz
Allah, Âdem’i, Nûh’u, İbrahim ailesini (soyunu) ve îmran ailesini (soyunu)
birbirinden gelmiş birer nesil olarak seçip âlemlere üstün kıldı. Allah, her
şeyi hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”[235]
“Sana
(gerekli) bilgi geldikten sonra artık kim bu konuda seninle tartışacak olursa,
de ki: “Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı
çağıralım. Biz de siz de toplanalım. Sonra gönülden dua Allah’ın lanet
etmesinin bütün kalbiyle istemek edelim de, Allah’ın lânetini (aramızdan)
yalan söyleyenlerin üstüne atalım.”[236]
Mübahele,
hangi taraf yalancı ya da zâlim ise ve lanetlemek anlamına gelir.[237] Hicri 9. yılda Necran
Hristiyanlarını temsil eden 70 kişilik heyet başlarında liderleri ile birlikte
Medine’ye gelerek Hz. Peygamber ile tartıştılar. Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu
delilleri kabul etmemek için ısrar edince, Hz. Peygamber mübahele teklifinde
bulunur. Fakat Necranlı Hristiyanlar düşünmek için süre isterler. Mübaheleyi
kendileri için tehlikeli bulup kabul etmediklerini bildirmek üzere Hz.
Peygamber’in yanına geldiklerinde baktılar ki, O Hüseyin’i
kucağına almış, Hasan’ın elinden tutmuş, Fatıma ile Ali’yi arkasına almış “Ben
dua edince sizde âmin dersiniz” Diyor'” Heyet başkanı mübaheleyi kabul
etmeyip, cizye vererek İslam hâkimiyeti altında yaşamayı kabul ettiklerini
bildirirler. Hz. Peygamber onlara, kendilerine verilen hakları ve
yükümlülükleri bildiren bir barış antlaşması yapar.[238] Şiîler Hz. Peygamberin Mübahele için Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz.
Hasan ve Hz. Hüseyin’i yanına almasını delil olarak göstererek, Ehl-i Beyt
tabirinin Hz. Ali ve ailesini kapsadığını savunmaktadırlar.[239]
Ehl-i Beyt
tabiri çok sayıda hadiste de geçmektedir. Bazı rivayetlerde sahabenin ev
halkından bahsederken, çoğunlukla Hz. Peygamber’in ailesinden söz etmektedir.[240] Hz. Peygamber’in
ailesi ile ilgili hadislerin bir kısmında sahabeye Kur’an ve Ehl-i Beyt olmak
üzere iki değerli kaynak bıraktığını, onlara karşı dikkatli olmalarını
istemiştir.[241] Burada Ehl-i
Beyt ile ilgili geçen hadislerden bazılarını aktarmaya çalışacağız.
Hem Ehl-i
Sünnet hem de Şiîler için önemli bir yer tutan Sekaleyn hadisinin birçok
versiyonu vardır.[242]
Müslim- Züheyr
b. Harb (ö.234/848)8 ve Şüca‘ b. Mahled (ö.235/849) ile birlikte İbn Uleyye
(ö.193/809)'den nakledilmektedir. Züheyr şöyle der: Bize İsmail b. İbrahim
nakletti. (İbrahim de) bana Ebu Hayyan (ö.145/762) nakletti. (Ebu Hayyan da)
bana Yezid b. Hayyan nakletti. Yezid şöyle dedi: Ben ve Husayn b. Sebre ve Ömer
b. Müslim, Zeyd b. Erkam (ö.68/687)'a gittik. Onun yanına oturduğumuzda Husayn
ona “Ey Zeyd! Çok hayra nail oldun; Resûlullah ile görüştün, Onun hadisini
dinledin, Onunla birlikte savaşa katıldın, Onun arkasında namaz kıldın, böylece
birçok hayra nail oldun. “Ey Zeyd! Resûlullah’tan işittiklerinden bize hadis
rivayet et. “Bunun üzerine Zeyd “Ey kardeşimin oğlu! Vallahi, yaşlandım,
zamanım da geldi, Resûlullah'tan ezberlemiş olduğum şeylerin bazısını unuttum.
Bu sebeple size söylediğim şeyleri kabul edin, rivayet edemediğim şeylerden
dolayı da beni mükellef tutmayın” dedi. Ve sonra sözüne şöyle devam etti: “Bir
gün, Mekke ile Medine arasında Hum denilen yerdeki suyun yanında Rasûlullah
aramızda hitap etmek üzere kalktı ve Allah’a hamd ve senada bulundu, nasihat
etti ve hatırlatmada bulundu, sonra da şöyle buyurdu: “Bundan sonra: - Ey
insanlar! Dikkat edin! Ben de bir beşerim, Rabbimin elçisinin gelmesi ve benim
de icabet edeceğim vakit yaklaşıyor. Ve ben size sekâleyni bırakıyorum.
Onlardan ilki Allah'ın kitabı Kur'an’dır ki, onda hidayet ve nur vardır.
Allah'ın kitabını alın ve ona sımsıkı sarılın.. Böylece Hz. Peygamber
Allah’ın kitabına teşvik etti ve gönülleri ona rağbetlendirdi. Sonra da şöyle
buyurdu: “Ve Ehl-i Beytim; Ehl-i Beytim konusunda size Allah ’ı
hatırlatıyorum, Ehl-i Beytim konusunda size Allah ’ı hatırlatıyorum, Ehl-i
Beytim konusunda size Allah'ı hatırlatıyorum. ” Bunun üzerine Husayn,
Zeyd’e “Peygamber’in Ehl-i Beyt’i kimdir? Ey Zeyd! O’nun hanımları da Ehl-i
Beyt'ten değil mi?' diye sordu. Zeyd de: “Peygamber’in hanımları da Ehl-i
Beyt’indendir, fakat onun asıl Ehl-i Beyt’'i, kendisinden sonra sadaka
kendilerine haram kılınan kimselerdir.” dedi. Husayn da “Onlar kimlerdir?” diye
sordu. Zeyd de: “Onlar; Ali’nin âli, Akilin âli, Ca’fer’in âli ve Abbas’ın
âlidir.” dedi. Husayn: “Bunların hepsi kendilerine sadaka haram kılınmış olanlar
mı?” diye sordu. Zeyd de: “Evet” dedi.[243]
Bazı
hadislerde “Kur’an ve Ehl-i Beyt’im” ifadeleri geçerken, bazı hadislerde
ise “Kur’an ve Sünnet” olarak geçmektedir. Sekaleyn hadisinin Gadir-i Hum’da
zikredildiğine dair rivayetler olduğu gibi, veda haccı esnasında söylendiği
yönünde de rivayetlerde vardır.[244]
Enes b.
Malik’ten nakledilen bir rivayete göre Ahzab 33. ayeti indiği zaman Rasûlullah,
sabah namazına giderken altı aya yakın bir süre, Fatıma’nın kapısına giderek
“Namaz’a ey Ehl-i BeytV “Allah günahlarınızı giderip, sizi tertemiz yapmak
istiyor. ” şeklinde hitap ediyordu.[245]
[246]
Hz. Aişe: “Resûlullah,
üzerinde siyah (yünden) nakışlı bir kumaş olduğu halde sabahleyin (evden)
çıktı. O sırada Hasan geldi, onu örtünün altına aldı. Sonra Hüseyin geldi onu
da aldı. Sonra Fâtıma geldi, onu da aldı. Sonra Ali geldi onu da örtünün altına
soktu. Sonra da: “Ey Ehl-i Beyt Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz
yapmak istiyor ”247
buyurdu.”[247]
Ümmü Seleme
aktarıyor: “Ben, Resûlullah’ın evinin kapısında iken şu ayet nazil oldu:
“... Ey Peygamber ailesi! Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak
istiyor (Ahzâb, 33/33). Evde “Resûlullah, Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin vardı.
Onlara bir örtü bürüdü ve: “Allahım, işte bunlar benim Ehl-i Beytimdir,
bunlardan günahı gider ve bunları kirlerden tertemiz kıl! ” buyurdu. Ben
atılıp: “Ey Allah ’ın Resûlu! Ben Ehl-i Beyt’ten değil miyim?” dedim. Bana:
“Sen (yerinde dur, sen zaten) hayırdasın” diye cevap verdi.””248 [248]
[249]
[250]
“Ümmü
Seleme şöyle dedi: Hz. Peygamber evde olduğu bir sıradaFatımayemek dolu bir kap
ile geldi ve Peygamberin yanına girdi. Hz. Peygamber, “Bana kocanı ve
çocuklarını çağır” dedi. Fatıma, Ali, Hasan ve Hüseyin birlikte içeri girdiler
ve oturdular. Bu yemekten yediler. Hz. Peygamber onlarla birlikte altlarında kisa-i
hayberi olan yatağında bulunmaktaydılar. Ümmü Seleme şöyle dedi: Ben de
oradaydım. Allah “Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz
yapmak istiyor” ayetini indirdi. Resûlullah onları abasının altına aldı ve
ellerini çıkarıp semaya çevirdi ve şöyle dedi: “Bunlar benim Ehl-i Beytimdir ve
seçkinlerimdir. Allah ’ım, onlardan kiri gider ve onları tertemiz kıl. ” Hz.
Peygamber bunu tekrar etti. Ümmü Seleme şöyle dedi: “Başımı kaldırıp “ben de
sizinle beraber miyim ey Allah'ın Resulü dedim. O, “sen hayır üzerindesin”
buyurdu.”259
“Allah
Resûlu (salla'llâhü aleyhi ve sellem) eliyle Kâbe'nin kapısını tuttuğu
hâlde şöyle
buyurdu: Bilin ki! Benim Ehl-i Beyt’imin misali,
Nûh’un gemisi misalidir. Kim ona
binerse, kurtuluşa erer ve kim ondan uzaklaşırsa, helak olur.”25'1
Biz burada Ehl-i
Beyt kavramı ve Ehl-i Beyte mensup kişilerle ile ilgili hadislerden
bir kısmını aktarmaya çalışacağız:
“Şüphesiz
Allah ve melekleri Peygamber Muhammed’e salât ederler. Ey inananlar! Siz de
O’nu övün, O’na salât ve selam getirin?”[251] Bu ayet nazil olunca,
Ashâb, Hz. Peygamber’e gelerek: ”Ya Resûlullah, sana nasıl salât edelim?” diye
sorarlar. Peygamber ’de: “Ey Allah ’ım, İbrahim ’e ve Al-i İbrahim ’e salât
ettiğin gibi, Muhammed’e ve Al-i Muhammed’e salât et. Sen Hamid’sin, Mecid’sin
deyin.” buyurmuştur .[252]
“Sizi
nimetleriyle rızıklandırdığından dolayı Allah ’ı seviniz. Allah ’ı
sevdiğinizden
dolayı beni, beni sevdiğinizden dolayı da Ehl-i Beyt ’imi seviniz.”[253]
“Yemen
seferi dönüşü Hz. Ali’yi Resûlullah’a şikâyet etmişlerdi. Hz. Peygamber: “Bana
eziyet ettiniz” dedi. Onlar: “sana eziyet etmekten Allah’a sığınırız” deyince,
“kim Ali ’ye eziyet ederse, bana eziyet etmiş olur” buyurdu.[254]
“Nefsim
kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, biz Ehl-i Beyt’e, ancak cehenneme
girecek olanlar buğzeder.”[255]
“Kıyamet
Günü’nde ilk olarak Ehl-i Beytim’e şefaat edeceğim. Ondan sonra yakınlarıma ve
Kureyş ’e, sonra Ensar’a sonra Yemen ehlinden iman edenlere, sonra diğer
Araplara, sonra da Arap olmayanlara. Kime önce şefaat etmişsem o daha
faziletlidir. ”[256]
“Kim beni, Hasan
ve Hüseyin’i, onların annesini ve babasını severse kıyamet gününde ben onunla
birlikte olurum.”[257]
“...Benden
sonra nice ihtilaflar olacak. Öyle ise size sünnetimi ve hidayet üzere olan
Hülefa-i Raşidin'in sünnetini hatırlatırım, bunlara uyun ve dört elle sarılın.
Sonradan çıkarılan şeylere karşı da son derece dikkatli ve uyanık olun. Zira
(sünnette bulunana zıt olarak) her yeni çıkarılan şey bir bid'attır, her bid'at
de dalalettir, sapıklıktır. "[258]
Hz.
Peygamber’in Hz. Hasan için şöyle dediği rivayet edilir: “Benim bu oğlum
seyyiddir ve Allah kendisi sebebiyle Müslümanlardan büyük iki topluluğu
barıştıracaktır.”26
Emeviler
Döneminde Ehl-i Beyt
Emevîler,
Halifelik kendilerine geçtikten sonra veliahtlık kurumunu ortaya koymaları
birçok kesim tarafından eleştirilmelerine sebep olmuştur. Bu eleştirilere
karşılık Emevîler iktidarlarını meşrulaştırmak için büyük çabalar sarf
etmişlerdir. Emevîler Hz. Osman’ın kanını talep etmeyi hilafeti elde etme
konusunda bir araç olarak kullanmışlardır. Hilafetin kendi hakları olduğunu
iddia eden Emevîler, hilafetin kendi akrabaları olan Ehl-i Beyt”e mensup
Hz. Osman’dan geçtiğini söylemişlerdir. Hz. Osman’ın şura ile halife olduğunu
ve mazlum bir şekilde katledildiğini ifade etmişlerdir.[259]
[260] [261]
Hz.
Peygamberin vefatından sonra tartışmalara sebep olan halifelik meselesi,
Muaviye’nin kendisinden sonra oğlu Yezid’i halife ilan etmesinden sonra yeni
bir boyut kazanmıştır. Bu dönemde Hz. Peygambere yakınlık halifelik için en
önemli kıstas olarak kabul görmüştür. Bu nedenle Hz. Peygamberin akrabalarının
kimlerden oluştuğu ile ilgili muhataplar yeni arayışlara başlamıştır. Bu
doğrultuda Ehl-i Beyt’in kimlerden oluştuğu sorusu ile karşı karşıya
kalınmıştır.[262] Emevîler, bütün Kureyş’i Ehl-i
Beyt”e dahil ederek, kendilerinin de Ehl-i Beyt”ten olduğunu iddia
etmişlerdir.[263]
Emevîler, şam
halkına kendilerini Ehl-i Beyt’e mensup olarak tanıtmışlardır. Bu
mirasın kendilerine ait olduğunu dolayısıyla buna kimsenin sahip olma hakkının
olmadığını savunmuşlardır. Nitekim Abbâsîler başa geldiğinde Şam halkı Ebû’l-
Abbas’a, Abbâsîler başa gelinceye kadar Emevîler dışında Hz. Peygamber’in
varisinin olduğundan haberlerinin olmadığını söylemişlerdir.[264]
Muaviye
döneminde Haşimî Ehl-i Beyti ile herhangi bir sorun yaşanmamıştı.[265] Ancak Muaviye’nin
oğlu Yezid (ö. 64/683)’i veliaht ilan etmesi ile Emevîlere karşı ilk
başkaldırı, Hz. Hüseyin’in önderliğinde gerçekleşmiştir.[266]
Yezid, devletin başına geçince, Hz. Ali taraftarları Kufe’de toplanarak, Hz.
Hüseyin’e mektup yazmış ve onu Kufe’ye davet etmişlerdir. Şayet o gelirse
kendisine biat edeceklerini ve Yezid’e karşı kendisini destekleyeceklerinin
sözünü vermişlerdi.[267] Hz. Hüseyin Yezid’e biat
etmemiş ve Hz. Ali’nin çocukları arasında Yezid’e isyan eden ilk kişi olmuştur.
O, Yezid’in halifeliğe ehil olmadığı kanantini taşımıştır.[268]
Hz. Hüseyin
Yezid’e biat konusundaki baskılardan dolayı ehl-i Beytini de yanına
alarak Medine’den Mekke’ye gitmiştir.[269]
Hz. Hüseyin Mekke’ye hareket etmeden önce kardeşi Muhammed b. el-Hanefiyye’ye,
Yezid’e biat etmemesinin sebebini şöyle açıklamıştır: “... Ben şımarıklığımdan,
bozguncu ve zâlim olarak ortaya çıkmış değilim. Dedem Muhammed’in ümmetinin
felahını ve iyiliğini talep maksadıyla ortaya atıldım. İyiliği emretmek ve
kötülükten nehy etmek istiyorum. Dedem, babam ve Hulefa-i Raşid’in yolunda
yürüyorum.”[270]
Gelen davet
mektupları üzerine Müslim b. Akil’i Kufe’ye gönderen Hz. Hüseyin, olumlu
haberler gelmesi üzerine kendisi de Kufe’ye gitmeye karar vermiştir.[271] Abdullah b. Abbas Hz.
Hüseyin’in Kufe’ye gitmesine engel olmak istemişse de başarılı olamamıştır.[272]
Hz. Hüseyin’in
Müslim b. Akil’i Kufe’ye gönderdiğini öğrenen Yezid,[273]
Haşimî Ehl-i Beytine sert davranışlarıyla bilinen Ubeydullah b.
Ziyad’ı Kufe’ye vali olarak atamıştır.[274]
Ubeydullah b. Ziyad, atandıktan sonra yaptığı araştırmalar sonucu Müslim b.
Akil’i bulmuş ve onu öldürmüştür.[275]
Ubeydullah
b. Ziyad Hz. Hüseyin’e doğru Hurr komutasında öncü bir birlik göndermiştir.
Hurr, Ubeydullah b. Ziyad’ın emrine uyarak, Hz. Hüseyin’in susuz bir yer olan
Kerbela’da karargâh kurmasına izin vermiştir.[276]
Ubeydullah
b. Ziyad daha sonra Ömer b. Sa‘d komutasındaki orduyu bölgeye göndermiştir.
Ömer b. Sa‘d, Hz. Hüseyin’den Yezid’e biat etmesini istemiş, teklif kabul
edilmeyince Ubeydullah b. Ziyad’ın emri gereği Hz. Hüseyin ve taraftarlarının
su ile bağlantısını kesmiştir. Ubeydullah b. ziyad, Şemir b. Zü’l-Cevşen ve
Ömer b. Sa‘d’a gönderdiği mektupta teslim olmamaları durumunda Hz. Hüseyin
ve taraftarlarının öldürülmesini emretmiştir.[277]
İnsanların zihninde derin etki
bırakan Kerbela olayının sonucunda Hz. Hüseyin ve taraftarlarında yaklaşık 70
kişi öldürülmüştür.[278]
Rivayetlerde Hz. Hüseyin öldürüldükten sonra başının kesilerek Yezid’e
götürüldüğü bilgisi yer almaktadır.[279] Hz.
Hüseyin’in cesedinin atlarla çiğnendiği, eşyalarının yağmalandığı ve
hanımlarının parmaklarındaki yüzüklerin dahi alındığı rivayet edilmiştir.[280]
Hz. Hüseyin’i
biat etmek için davet eden kufeliler, Hz. Hüseyin öldürüldüğünde herhangi bir
müdahelede bulunmamışlardı. Olay gerçekleştikten sonra büyük bir pişmanlık
duyan bir grup kufeli intikam yemini içmişlerdi. Süleyman b. Surad’ın
başkanlığında Irak’ta gizlice harekete geçen bu grup Kufe dışındaki Hz. Ali
taraftarlarına da mektuplar göndererek onları yanlarına çağırmışlardı.[281] Tevvabûn olarak
adlandırılan bu ordu ile Kufe valisi Ubeydullah b. Ziyad’ın gönderdiği Husayn
b. Numeyr komutasında ordu arasında meydana gelen savaş, Tevvabûn mensubu
birçok kişinin ölümüyle sonuçlanmıştır.[282]
Tevvabun
hareketinden sonra Ehl-i Beytin haklarını savunmak ve Hz. Hüseyin’in
intikamını almak amacıyla gerçekleşen ikinci isyan Muhtar es-Sekafî
önderliğinde gerçekleşmiştir. Hz. Ali taraftarları arasında ilgi gören Muhtar
el-Sekafî[283] ordusuyla Kufe’nin
üzerine yürümüş, çıkan çatışmalar sonucun şehrin kontrolünü ele geçirmiştir.[284] Muhtar es-Sekafî, Kufe’yi
tamamen ele geçirdikten sonra Hz. Hüseyin’i öldüren ordunun komutanları olan
Ömer b. Sa‘d ve Şemir b. Zü’l-Cevşen’i öldürmüştür. Muhtar es-Sekafî’nin daha
sonra Şam’a doğru gönderdiği ordular, Şam ordusunu yenilgiye uğratmış
Ubeydullah b. Ziyad başta olmak üzere birçok komutanı öldürmüşlerdir (686).[285]
Muhtar
es-Sekafî bu başarıları sonrasında, Mekke’de kendini halife ilan eden Abdullah
b. Zübeyr, Muhtar es-Sekafî’yi kendisi için tehlike olarak görmeye başlamış ve Kufe’ye
ordu göndermiştir. Abdullah b. Zübeyr’in gönderdiği ordular Muhtar es-
Sekafî’yi zor durumda bırakmıştır. Uzun süren muhasaranın ardından Muhtar
es-Sekafî ve adamları öldürülmüştür (67/687).[286]
Emevî soyundan
Ömer b. Abdülaziz, kısa süreli halifelik döneminde toplumsal barışı sağlamaya
çalışmıştır. O kendisinden önceki Emevî halifelerinin aksine Ehl-i Beyte
iyi muamele de bulunmuştur. O, hutbelerde Hz. Ali’ye hakaret edilmesini ve ona
lanet okunmasını yasaklamıştır. Halife, Mervan’ın çocukları tarafından işlenen Fedek
arazilerini Hz. Ali’nin çocuklarına vermiştir. Halifenin Ehl-i Beyte
karşı bu tutumu, Ehl-i Beyt mensubu kişilerin devlete karşı
kırgınlıklarını bir nebze olsun azaltmıştır.[287]
Emevî halifesi Velid b. Yezid (126-744) döneminde, Ehl-i
Beytten olan Yahya b. Zeyd b. Ali, önce isyan etmeye zorlanmış daha sonra
da öldürülmüştür. Bu olay Ehl-i Beyt mensuplarının devlete karşı tekrar
düşmanlık beslemelerine sebep olmuştur.[288]
Abbasîler
Döneminde Ehl-i Beyt
Emevîler
devletinin yıkılmasından sonra yerine geçen Abbâsîler devletinin kurulduğu, 750
yılı hem İslam tarihi hem de dünya tarihi açısından önemli bir dönüm noktası
olmuştur. Abbâsî hareketi Hz. Peygamber’in amcası Abbâs’ın torunlarından
Muhammed b. Ali liderliğinde yaklaşık 32 yıl sürmüş ve Abbâsîlerin iktidarı ele
geçirmesiyle sonuçlanmıştır.[289] “Resulullah’ın Ehl-i Beyi)
etrafında toplanmak” sloganı ile faatliyette bulunan[290]
Abbâsîler iktidarı ele geçirdiklerinde “Ehl-i Beyt” kavramının temel düşüncesi,
Alioğullarını ifade eden bir özelliğe sahip olmuştur. Ancak Emevîlere karşı
verilen mücadeleden dolayı Ali taraftarları arasında Hz. Fatıma’nın ve
torunlarının konumu henüz netlik kazanmamıştı.[291]
Abbâsîler
kendilerini hem İslam’dan önce hem de İslam’dan sonra “Hakku’l- Hürme” ve
“Beyt” olarak isimlendirilen Kâbe’deki dini vazifeleri (Sikâye-Rifâde)
nedeniyle kendilerini Ehl-i Beyt olarak görmüşlerdir. Buna ek olarak
Abbâs, Hz. Muhammed’in amcasıydı ve Hz. Muhammed’in vefatı esnasında yanında
bulunmaktaydı. Ancak Ali evlâdı onları Talibiyyîn olarak adlandırmış, Ehl-i
Beyt olabilmek için Hz. Fatıma’nın soyundan gelmenin şart olduğunu
savunmuşlardır.[292]
Abbâsîler
iktidara gelince Hz. Ali’nin Hz. Fatıma’dan olmayan oğlu Muhammed el-Hanefiyye
ve çocuklarının da Hasan ve Hüseyin kadar aileyi temsil için hak sahibi idi.
Bundan sonraki süreçte Ehl-i
Beyt kavramı değişime uğradı. Şia’nın “kutsal beş” düşüncesine karşı
Abbâsîler, Hz. Peygamber’in amcası Abbâs’ı da içine alarak Ehl- Beyt
kavramının çerçevesini genişletmişlerdir. Şia Hz. Fatıma’yı ön plana çıkararak
Hz. Ali’nin oğlu Muhammed el-Hanefiyye’yi devre dışı bırakıp Abbâsîlerin
meşruiyet iddialarını çürütmeye çalışırken, Abbâsîler ise bir kadının soyu
nereden gelirse gelsin, kadınların nesebin kaynağı olamayacağını, babanın
olmadığı durumlarda amcanın onun yerini tutacağını savunmuşlardır.[293] Abbâsîler, Ehl-i Beytin
Abbâs ve torunlarından başka kimse olmadığını savunmaya başlamışlardır. Bunu
savunurken bazen Şiî rivayetlerde yer alan bazı kelimeleri değiştirerek Abbâsî
şeklinde sunmaya başlamışlardır. Örnek olarak şu rivayeti verebiliriz; “
Peygamber Abbâs ve oğullarına gelerek şöyle dedi: ‘Bana yaklaşın’. Onlar
birbiriyle itişip kalkıştılar. Sonra Hz. Peygamber onları cübbesinin içine
alarak şöyle buyurdu: “Ey Allah’ım! Bu benim amcam ve babamın kardeşidir.
Bunlar benim ailemdir (Ehl-i Beyt). Benim onları cübbemle (örtüp) koruduğum
gibi sende onları cehennemde koru.”[294]
Ebu’l-Abbâs
(ö. 136/754)’tan Abbâsî devletinin ikinci halifesi olan Mansûr (ö. 158/775),
iktidara gelince Hz. Ali evlâdı taraftarlarından çekiniyordu. Ali evlâdı ve
taraftarlarının ihtilalde büyük payı olmasına rağmen bu çekincelerden dolayı
yönetimden uzak tutuluyorlardı.[295] Halife Mansûr, Hz. Hasan’ın
soyundan olan Muhammed b. Abdullah’ın yönetim için bir tehlike olduğunu
düşünüyordu. Bunun için Hz. Ali evlâdına baskı kuruyor, Halife Mansûr’un emri
ile Ali evlâdı tutuklanıyordu. Baskılar ve tutuklanmalar sebebiyle Muhammed b.
Abdullah Medine’yi terk etmek zorunda kalmıştır.[296]
Muhammed b. Abdullah, ülkenin her tarafında aranmaya başlanınca Ali evlâdı isyan
etmek zorunda kalmıştır (145/762). İsyan sonucu Muhammed b. Abdullah kısa bir
süre içerisinde Medine’de biat almaya başlamıştır.[297]
Halife Mansûr
Muhammed b. Abdullah ve taraftarlarının üzerine İsa b. Musa komutanlığındaki
orduyu göndermişti. Muhammed b. Abdullah Medine’nin etrafına hendek kazıp gelen
orduyu durdurmaya çalışmış, ancak başarılı olamamıştı. Hendeklerin aşılmasından
sonra meydana gelen savaşta Muhammed b. Abdullah öldürülmüştür (145/762).[298]
Halife Me‘mûn
(ö. 218/833) döneminde Ehl-i Beyte mensup Ca‘fer-i Sadık’ın oğlu
Muhammed b. İbrahim, Mekke’de isyan etmiş ve halktan kendisi adına biat almaya
başlamıştır. Halife Me‘mûn Mekke’ye bir ordu göndermiş, çıkan çarpışmalar
sonucunda Muhammed b. İbrahim taraftarları yenilgiye uğratılmıştır. Muhammed b.
İbrahim ise tutuklanarak Halife Me‘mûn’un Huzuruna götürülmüş, Muhammed b.
İbrahim Halife Me‘mun’ tarafından bağışlanmıştır.[299]
Abbâsî halifelerinden
el-Muntâsır-Billah, Ali evlâdına iyi davranmış, Hz. Ali, Hz. Hüseyin ve Hz.
Hasan’ın kabirlerini ziyarete açmıştır. Fedek arazisini Hz. Hasan ve Hz.
Hüseyin’in evlâdına geri vermiştir.[300]
Halife
el-Muntâsır-Billah döneminde, Hz. Hüseyin’in torunlarından Yahya b. Ömer, maddi
sıkıntılarını öne sürerek Kufe’de isyan etti (250/864). Yahya b. Zeyd,
Kufe’deki Beytulmal’de bulunan malların tamamını el geçirdi. O, Kufe’de
hapishanelerdeki bütün mahkûmları serbest bıraktı.[301]
Yahya b. Zeyd’in ordusu ile Abdurrahman b. Hattâb’ın komutasındaki halife
ordusu arasındaki savaşta Yahya b. Zeyd’in ordusu galip geldi.[302] Bu yenilgiden sonra Hüseyin
b. İsmail komutasındaki halife ordusu Yahya b. Ömer’in üzerine yürüdü, çıkan
savaşta Yahya b. Ömer komutasındaki ordu yenilgiye uğradı ve Yahya b. Zeyd
öldürüldü (250/864).[303]
Yahya b. Ömer
isyanından sonra Hz. Hasan’ın torunlarından Hasan b. Zeyd İsyan etti (250/864).
İsyan sebebi olarak Halifenin Taberistan topraklarının bir bölümünü Muhammed b.
Abdullah’a verilmesi olarak gösterilmiştir.[304]
Bölgesel yönetimde hoşnut olmayan Taberistanlılar, o dönemde Taberistan’da
oturan Tâlibîlerden Muhammed b. İbrahim’e biat etmek istemiş, ancak o, bu
teklife sıcak bakmamış, bu işe Hasan b. Zeyd’in daha layık olduğunu
belirtmiştir. Yapılan teklifi Hasan b. Zeyd kabul etmiş ve bölge halkı
kendisine biat etmiştir.[305] Biatten sonra Hasan b. Zeyd
Taberistan şehirlerinde Âmül’e girmiş, haraç toplamış ve karşısına çıkan
kuvvetleri dağıtmıştır. Taberistan’ın kontrolünü tamamen ele geçiren Hasan b.
Zeyd daha sonra Rey şehrine yönelmiş ve orayı da ele geçirmiştir. O, Rey’de
kendisine vekil olarak Ehl-i Beyt ten Muhammed b. Ca‘fer’i bırakmıştır.[306]
Rey üzerine
gönderilen Abbâsî kuvvetleri Rey’i ele geçirip, Muhammed b. Ca‘fer’i esir aldı.
Bunun üzerine Hasan b. Zeyd Rey üzerine büyük bir kuvvet gönderdi, çıkan
savaşta galip geldi.[307] 251/865 senesinde Hasan b.
Zeyd üzerine gönderilen Abbâsî kuvvetleri, Hasan b. Zeyd’in adamlarından
300’den fazla kişiyi öldürerek, Hasan b. Zeyd’i mağlup etti.[308]
Halife
el-Mu‘temid (ö. 279/892) döneminde Ali b. Zeyd el-Alevî et-Tâlibî 256/ 870
senesinde Kufe’yi ele geçirerek isyan ettti, üzerine gönderilen güçlü halife ordularını yenilgiye uğrattı. Bunun üzerine Halife
el-Mu‘temid, Keycûr et-Türkî komutasındaki orduyu isyancıların üzerine gönderen
et-Türkî, Ali b. Zey’in teslim olmasını istedi. Ancak Ali b. Zeyd şartlar ileri
sürünce anlaşma sağlanamadı. Şehri terkeden Ali b. Zeyd Kadisiyye’de karargâh
kurdu. Bunun haberini alan et-Türkî, Ali b. Zeyd’in üzerine yürüyerek onu
mağlup edip, isyana son verdi.[309]
MÜFESSİRLERİN EHL-İ BEYT İLE İLGİLİ AYETLER
HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
İslam tarihi
boyunca İmâmiyye Şiîlerinin de aralarında yer aldığı birçok mezhep mensubu Ehl-i
Beyt kavramına kendi ideolojilerine göre anlam yüklemişlerdir.[310] Ancak bu kavrama anlam
verilirken Kur’an ışığından hareket edilmesi önemlidir. Nitekim Kur’an-ı Kerim
bu kavrama soy ile değil, iman özelliğini esas alarak anlam yüklemektedir.
Bunun en açık örneği Hz. Nûh ile Allah arasındaki diyalogda görebilmekteyiz. "Nfıh,
Rabbine seslenip şöyle dedi: “Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin va
’din elbette gerçektir. Sen de hükmedenlerin en iyi hükmedenisin. Allah, “Ey
Nfh! O, asla senin ailenden değildir. Onun yaptığı, iyi olmayan bir iştir. O
hâlde, hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi benden isteme. Ben, sana cahillerden
olmamanı öğütlerim” dedi.”[311]
Müfessirlerin
yorumlarına geçmeden önce söz konusu ayetleri burada bir kez daha vermenin
faydalı olacağını düşünüyoruz.
“ Ey
Peygamber! Hanımlarına de ki: “Eğer dünya hayatını ve onun süsünü istiyorsanız,
gelin size mut’a vereyim ve sizi güzelce bırakayım. Eğer Allah’ı, Resflünü ve
ahiret yurdunu istiyorsanız, bilin ki Allah içinizden iyilik yapanlara büyük
bir mükâfat hazırlamıştır. Ey Peygamber’in hanımları! içinizden kim apaçık bir
çirkinlik yaparsa, onun cezası iki kat verilir. Bu, Allah ’a göre kolaydır.
içinizden kim Allah ’a ve Resflune itaat eder ve salih bir amel işlerse, ona
mükâfatını iki kat veririz. Biz, ona bereketli bir rızık hazırlamışızdır. Ey
Peygamber’in hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer
Allah ’a karşı gelmekten sakınıyorsanız (erkeklerle konuşurken) sözü yumuşak
bir eda ile söylemeyin ki kalbinde hastalık (kötü niyet) olan kimse ümide
kapılmasın. Güzel (ve doğru) söz söyleyin. Evlerinizde oturun. Önceki cahiliye
dönemi kadınlarının açılıp saçıldığı gibi siz de açılıp saçılmayın. Namazı kılın,
zekâtı verin. Allah ’a ve Resûlune itaat edin. Ey Peygamberin ev halkı! Allah,
sizden ancak günah kirini gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. Siz
evlerinizde okunan Allah ’ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah
en gizli şeyi bilendir, hakkıyla haberdardır.”[312]
“işte bu, Allah ’ın, inanıp salih ameller işleyen kullarına
müjdelediği şeydir. De ki: “Ben buna (yaptığım tebliğ görevine) karşılık
sizden, akrabalıktan doğan sevgiden başka bir ücret istemiyorum.” Kim güzel bir
iş yaparsa, onun iyiliğini artırırız. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, şükrün
karşılığını verendir.”[313]
Ehl-i
Sünnet Müfessirlerinin Görüşleri
Ahzab 33. ayet
rivayetlere göre hicretin 6. yılında inmiştir. Hz. Fatıma, Hz. Ali ile
hicretten iki yıl sonra evlenmiştir. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ise bu ayet
inmeden üç yıl önce doğmuştur. Hz. Ali evlendikten sonra ayrı Hz. Peygamber’den
ayrı bir evde yaşamıştır. Bu durumda Hz. Peygamber’in damadı Hz. Ali ve Hz.
Fatıma’yla, onların çocukları ev halkından sayılamaz. Hz. Ali ve Hz. Fatıma
ayrı evde yaşamalarına rağmen Ehl-i Beyt olarak kabul edilirse, Hz.
Peygamber’in iki kızı ile evlenmiş olan Hz. Osman’ın da Ehl-i Beyt
kapsamına girmesi gerekecektir. Ayrıca Hz. Peygamber’in kim sayılırsa sayılsın
onların diğer müminlerden farklı bir durumları söz konusu olmayacaktır. Çünkü
böyle bir ayrımcılığa sahip olmak İslam’ın takva anlayışı, suç, ceza ve mükâfat
kişiselliği ilkesine aykırıdır. Ahzab 33. ayette kastedilen şey Hz.
Peygamber’in hanımlarının şahsında bütün Müslüman kadınlara görev ve sorumluluklar
verilmiş olmasıdır. Hz. Peygamber’in hanımlarına ekstradan bir yükümlülük
getirmemiştir.
Kutlu’ya göre
eğer ev halkına dini bir misyon yüklenecekse o halde bütün müminlerin mecazi
olarak ev halkından olması gerekecektir. “Peygamber, mü’minlere kendi
canlarından daha önce gelir. Onun eşleri de mü’minlerin analarıdır. Aralarında
akrabalık bağı olanlar, Allah’ın Kitab’ına göre, (miras konusunda) birbirleri
için (diğer) mü’minlerden ve muhacirlerden daha önceliklidirler. Ancak
dostlarınıza bir iyilik yapmanız başka. Bu (hüküm) Kitap’ta yazılıdır.”[314]
Kutlu, bu ayetten hareketle inanan herkesin Hz. Peygamber’in hanımlarının
manevi evlâdı olması gerektiğini ileri sürmektedir.[315]
Ehl- Sünnet
âlimlerine göre ismet sıfatı sadece peygamberlere özgü bir durumdur. Ehl-i
Beytin manen temizlenmesi ile ilgili ayet onların masum olduğunu değil,
ilahi emirlere riayet ettikleri zaman temizleneceklerini göstermektedir.[316]
Ehl-i sünnet
âlimleri arasında Ehl-i Beyt kavramının kimleri kapsadığı ile ilgili
görüş birliğinin olmadığı görülmektedir. Ulemanın Ehl-i Beyt kapsamına
kimlerin gireceği ile ilgili iki farklı görüş vardır. Birinci görüş Ehl-i Beyte
sadece Hz. Peygamber’in hanımları dâhildir. Ahzab suresinde geçen tathir
ayetinin sibak ve siyak ile olan uyuma bakılarak bu görüş savunulmuştur. İkinci görüşe ise Hz.
Peygamber’in hanımları yanı sıra Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz.
Hüseyin’i de kapsamaktadır.[317]
Bu ikinci görüşün en güçlü delili Hz. Aişe’den rivayet edilen Kisa Hadisi’dir.
Hz. Aişe’nin naklettiğine göre “Rasûl-i Ekrem, bir gün üzerindeki siyah
yünden dokunmuş bir örtü ile sabah erkenden evden çıktı. Yanına Hz. Hasan geldi
ve Rasûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem.) onu örtünün altına aldı. Ardından
Hz. Hüseyin, Hz. Fatıma ve Hz. Ali geldi. Hz. Peygamber her birini örtünün altına
aldı ve ‘Ey Ehl-i Beyt Allah sizden ancak kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak
ister. ”[318]
ayetini okudu.”[319]
Bu iki görüşün
dışında takva sahibi olan herkesin Ehl- Beyt’ten olduğunu savunan görüş vardır.
Ancak bu görüşün çok güçlü bir delili yoktur. Bu yüzden çok kişi tarafından
tenkid edilmiştir.[320] Biz burada Ehl-i Sünnet
müfessirlerinden bir kısmının ayetler ayetlerle ilgili görüşlerini aktarmaya
çalışacağız.
Ehl-i
Beyt’ten Kasıt Hz. Peygamber’in Eşleridir:
İbn Abbâs’a
göre bu ayette müzekker zamirinin kullanılmasının sebebi Hz. Peygamber’in
ailenin reisi olmasındandır. “Melekler, “Allah ’ın emrine mi şaşıyorsun?
Allah ’ın rahmeti ve bereketi size olsun ey (peygamber ocağının) ev halkı!
Şüphesiz O, övülmeye lâyıktır, şanı yücedir.” dediler.”[321]
Bu ayette Hz. Nûh’un hanımına hitap edilirken müzekker siga kullanılmıştır.[322] Ayrıca İbn Abbas’a göre Şura
23. ayette geçen ‘akrabalık sevgisi’ ibaresinden maksat şöyledir: “Mademki
peygamberlik konusunda bana tabi olmuyorsunuz, hiç olmazsa akrabalık hususunda
bana tabi olun.” Anlamında kullanılmıştır.[323]
Erken dönem müfessirlerinden
Mukatil b. Süleyman (ö.150/767) “Tathir Ayeti” olarak bilinen Ahzab 33.
ayetinde kast edilen kişilerin Hz. Peygamber’in eşleri olduğunu, buradaki
“rics”in günah olarak kullanıldığını ve muhataplar içinde erkeğin bulunmadığını
belirtir.[324]
Taberî,
(ö.310/922) konu ile ilgili ya sadece peygamber hanımlarını kapsadığı ya da
bütün Âl-i Abâ’yı kapsadığı ile ilgili iki görüş olduğunu belirterek görüşler
arasında tercih yapmamıştır.[325]
İmam Maturidî,
(ö.333/944) Ehl-i Beyt kavramının sadece beş kişiye hasredilemeyeceğini
belirterek, ayetin sibak ve siyakının göz önünde tutulup doğru bir şekilde
yorumlanması gerektiğini söyler. O’na göre burada Ehl-i Beytten kasıt
sadece Hz. Peygamber’in hanımlarıdır.[326]
el-Begavî
(ö.516/1122) de Taberî gibi Ehl-i Beytin kapsamı hakkında, var olan
farklı görüşleri aktarmakla yetinerek tercih yapmamıştır.[327]
Kurtûbî (ö.
627/1230) ’ye göre Ahzab 33. ayet sibak ve siyak ile beraber tam bir uyum
içerisindedir. Bu ayette müzekker siganın kullanılmasının sebebi, “ehl”
kelimesinin müzekker olmasından dolayıdır. Ayette muhatap genel değil, Hz.
Peygamber’in hanımlarıdır. [328]
İbn Teymiyye (ö.728/1328)’ye
göre Ahzab 33. ayette Ehl-i Beyt olarak kastedilen kişiler açık bir
şekilde Hz. Peygamber’in hanımlarıdır.[329]
İbn Kesir,
(ö.774/1372) Ahzab 33. ayetinin sibak ve siyakıyla tam bir konu bütünlüğü
içerisinde olduğunu, Ehl-i Beyt kavramından maksadın Hz. Peygamber’in
hanımlarının olduğunu söylemektedir.[330]
Çağdaş bir
yorum olarak M. Sait Hatipoğlu ise konu ile ilgili şunları söylemiştir: “Bu
ayette Hz. Peygamber’in ailesinin teşkil eden kimseler olarak sadece hanımları
zikredilmekte, kızları, damatları ve diğer akrabalarıyla ilgili hiçbir hususi
hükme yer verilmemektedir. Hz. Peygamber ve zevcelerinden ibaret aile halkına
Kur’an-ı Kerim, Ehlu’l-Beyt demekte ve bu tabir içerisine başka akrabanın
alınmasına da imkân bulunmamaktadır.”[331]
Ehl-i
Beyt’ten Kasıt Hz. Peygamber’in Bütün Ailesi’dir:
Sa‘lebî
(ö.426/1035)’ye göre ayetin kapsamına Hz. Peygamber’in hanımları, kızı, kızının
oğulları ve kızının kocası Ehl-i Beyt tabirinin çerçevesine dâhildir.[332]
Zemahşerî
(ö.538/1144)’ye göre Ahzab 33. ayette kastedilen kişilerin Hz. Peygamber’in
hanımlarının yanı jsıra Hz. Ali, Hz. Fatıma Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’dir.[333]
Fahreddin Razî
(ö.606/1209) Ahzab 33. ayetteki müzekker kullanımının Ehl-i Beyt’in
içerisine hem erkek hem de kadınlarını girdiğinin belirtir. Hz. Peygamber’in
çocukları, hanımları ve doğal olarak kızı ile evlendiği için Hz. Ali’nin de
girdiğini söyler.[334]
Çağımız
müfessiri Elmalılı, (ö.1364/1942) tathir ayetinin muhatabının açık bir
şekilde Hz. Peygamber’in hanımlarının olduğunu, müzekker siga kullanılma
sebebinin ise muhatapların içine sadece kadınlar değil, erkeklerin de
girmesinden kaynaklı olduğunu söylemiştir. O, Hz. Peygamber’in hanımlarının
yanı sıra Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in de bu kapsama girmesi gerektiği
kanaatindedir.[335]
Mevdûdî (ö.1399/1979)’ye göre Ehl-i Beyt kavramı sadece
Hz. Peygamber’in hanımlarını değil, çoluk-çocuk bütün ailesini kapsamaktadır.
Ayrıca Hz. Peygamber’in kendisinin de girdiğini belirterek, kapsama sadece
hanımlarının girmediğini ifade eder.[336]
Şiî Müfessirlerin Görüşleri
Şiî İmamî
âlimlere göre Ehl-i Beyt tabiri Hz. Peygamber, Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz.
Hasan, Hz. Hüseyin ve imam olarak kabul edilen diğer dokuz imamı kapsamaktadır.
Ayrıca Şiîler Ehl-i Beyt tabiri yerine “Itre” kavramını da
kullanmaktadırlar.[337] Şiîler Ehl-i Beyt ile
ilgili iddialarını bir kademe daha ilerleterek “tathir” ayetini delil olarak
göstererek imamların masum olduklarını iddia ederler.[338]
Şiî
âlimlerinin tamamına göre “tathir ayeti” Âl-i Abâ ve Âl-i Kisâ olarak
adlandırılan beş kişi ile ilgili nazil olmuştur.[339]
İsnââşerî âlimlere göre Hz. Peygamber’in hanımları ve Fatıma dışındaki
kızlarından olan torunları Ehl-i Beyte dâhil değildir.[340]
Kummî
(ö.307/919), Ehl-i Beyti Nûh’un gemisine benzetmekte, onların ulu’l emr
olduğunu, onları sevmenin Allah’ı sevmek, onlardan nefret etmenin ise küfür
olduğunu belirtmiştir. Onların emri Allah’ın emri, onların nehyi, Allah’ın
nehyidir. Onların dostu, Allah’ın dostu, onların düşmanı, Allah’ın düşmanıdır.[341]
Kufî
(ö.310/922)’ye göre ise Ümmüseleme hadisinde Hz. Peygamber’in hanımlarının
dâhil edilmemesinde bir incelik vardır. Hz. Peygamber bilerek “ sen benim Ehl-i
Betimdensin dememiştir.” Ve bu Hz. Peygamber’in hanımlarının Ehl-i Beyt kapsamına
girmediğini göstermektedir.[342]
Tabersî
(ö.548/1153) de kendinden önceki Şiî âlimlerin çizgisini takip etmiştir.
Tabersî, Tathir ayetinin tefsirine dilsel bir anlam da katarak “rics” kelimesinin
Ehl-i Beyt için bir övgü ve ta‘zim olduğunu belirtmektedir. Daha öncede
değindiğimiz gibi ona göre tathir ayeti Âl-i Kisa olarak bilinen beş kişinin
masumluğuna da delildir.[343] Ayrıca Tabersî, Ehl-i
Beyt ile ilgili yeni bir boyut getirmiştir. Ona göre Hz. Âdem cennetten
kovulduktan sonra Âl-i Kisa olarak bilinen dört kişinin hatırı için
affedilmiştir.[344]
Tabatabî
(ö1401/1981), Tathir ayetinin sibak ve siyak’ının ayet ile ilgili bir sorun
teşkil etmediğini, tathir ayetinin açıklaması ile ilgili çok sayıda rivayetin
bulunduğunu, bundan dolayı hanımlarının da Ehl-i Beyte dâhil olduğunu
söylemek için bir delilin bulunmadığını söylemektedir.[345]
Tûsî (ö.
672/1274)’ye göre Hz. Peygamber’in Ümmü Seleme’yi dışarıda tutup diğer dört
kişiyi âbâsının altına almasını bu dört kişinin masumiyetlerine delil olarak
göstermiştir.[346]
Küleyni, “Ey
iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin, sizden olan ülü’l-emre
de. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve âhirete gerçekten
inanıyorsanız- onu, Allah ’a ve peygambere götürün. Bu, elde edilecek sonuç
bakımından hem hayırlıdır hem de en güzelidir ”[347]
ayette yer alan ulu’l-emr ifadesi Hz. Ali, Hz. Hüseyin ve Hz. Hasan’ı
kastetmektedir. Küleyni, Hz. Peygamber’in Hz. Ali’yi imam tayin ettiğini “ben
kimim mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır. Size Allah’ın kitabını ve Ehl-i
Beytimi tavsiye ediyorum.”[348] rivayetinin de buna delil
olduğunu belirtmektedir.[349]
Kur’an-ı
Kerim’de yer alan çok sayıda ayetin imamlar ile ilgili olduğunu ifade eden
Küleynî, “...âyetler ve uyarılar...”35'1 ve “Bütün
âyetlerimizi yalanladılar... ”[350]
[351] ayetlerinde yer alan “âyât”
kelimesi ile “Daha nice alâmetler.”[352] ayetindeki“alâmât”
kelimesinin imamlara işaret ettiğini belirtmektedir.[353]
Şiî âlimlerden
bazılarına göre tathir ayetinin sibak ve siyakından dolayı Kur’an
ayetlerinden bazılarının yazım esnasında düşürüldüğünü ya da Kur’an’a eklemeler
yapılmış olabileceğini iddia etmektedirler.[354]
Bu iddia “Şüphesiz o Zikr’i (Kur’an’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da
elbette biziz.”[355]
ayetine aykırıdır.
“işte bu,
Allah ’ın, inanıp salih ameller işleyen kullarına müjdelediği şeydir. De ki:
“Ben buna (yaptığım tebliğ görevine) karşılık sizden, akrabalıktan doğan
sevgiden başka bir ücret istemiyorum.” Kim güzel bir iş yaparsa, onun iyiliğini
artırırız. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir.”[356]
Şia bu ayette geçen (^>1' ^j) Zil-Kurba ibaresinin Ehl-i Beyte
delalet ettiğini iddia etmektedir.[357]
Ancak bu ayet Mekki’dir. Bu ayet nazil olduğunda Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın
henüz evlenmedikleri bilinmektedir.[358]
İbn
Teymiyye’nin çağdaşı Şiî âlimlerden Allame Hillî (ö. 726/1325), tathir ayetinden
yola çıkarak imamete Hz. Ali’nin daha layık olduğunu söylemiştir. Konuyu
imamların masumluğuna kadar götüren Hillî, “Ehl-i Beytten olmayı
günahlardan arınmış olmayı, günahlardan arınmış olmayı ise imamete layık olmayı
gerektirir.” demiştir.[359]
Şiîlerin Ehl-i
Beyt ile ilgili önemli argüman olarak kullandıkları delillerden biri de
Mübahele ayetidir. “Sana (gerekli) bilgi geldikten sonra artık kim bu konuda
seninle tartışacak olursa, de ki: “Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı,
kadınlarımızı ve kadınlarınızı çağıralım. Biz de siz de toplanalım. Sonra
gönülden dua edelim de,
Allah ’ın
lanetini (aramızdan) yalan söyleyenlerin üstüne atalım.”[360] Şiî âlimler bu ayetin
nüzul sebebi ile ilgili rivayeti delil olarak kullanmışlardır. Söz konusu
rivayete göre Hz. Peygamber Necranlı Hristiyan heyetiyle yaptığı münazara
sonucunda kimin yalancı ve haksız olduğu üzerine beddua etmeyi teklif etmiştir.
Bu öneri uyarınca Hz. Peygamber Necranlılarla lanetleşme üzerine randevulaşmış
ve bu randevuya Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ile beraber
gitmiştir.[361]
İBN TEYMİYYE’YE GÖRE EHL-İ BEYT
İbn Teymiyye, Şiîliği Hz.
Ali’nin halifeliğini Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in önüne koyan, Hz. Osman
konusunda ise ihtilaflı davranan grup olarak tanımlar. Şiîleri,
Rafızîler, İmamiyye ve Zeydiyye diye üç gruba ayıran İbn Teymiyye[362], Hz. Ali’yi aşırı derecede
kutsayan, ilah ya da peygamber olarak görenler için ise Ğaliyye adını
kullanmaktadır.[363]
Şiîleri Rafızî
ismi ile de tanıtan İbn Teymiyye, Rafızî isminin Zeyd b. Ali b. Hüseyin
(ö.122/740) ile taraftarları arasında gerçekleşen olaya bağlar.[364]
İbn
Teymiyye’ye göre Rafızîler, Hz. Ali’nin kendilerini cezalandırdığı, bir kısmını
ise yaktığı aşırı grupların ortaya çıkardığı bir gruptur. İbn Teymiyye, bu
grubun haricîlerden daha kötü olduğunu söylemektedir.[365]
Ona göre bu grubun başı, fitnelerin başı olarak gördüğü İbn Sebe’dir.[366] Rafızîleri temelsiz bir ekol
olarak gören İbn Teymiyye, bu grubun inkârcılar tarafından dini ifsat etmek
için ortaya çıkarıldığını savunmakta[367]
ve Rafızîleri İslam’ın en azılı grubu olarak görmektedir.[368]
Rafızîlerin en
büyük suçlarının “Hz. Peygamberden sonra gelen halifelere ve ashâb’a dil
uzatmalarıdır” diyen İbn Teymiyye,[369]
bunların Kur’an’a ve sünnet’e hâkim olmayan bir grup olduğunu belirtmektedir.
Onların isnaddan bir şey anlamadıklarını, neyin aklî, neyin şerrî olduğunu
bilmediklerini,[370] bunların bilgilerinin toplama
olduğunu ifade etmektedir.[371] Rafızîlerin dini bilgilerinin
aklî olanını Mûtezîle’den, diğer kısmını ise Allame Hilli’den (ö.726/1305)
aldığını belirten İbn Teymiyye, Ebû Muhammed el-Bakır (ö.117/733) ve Cafer-i
Sadık (ö.148/766)’ın ise ümmetin âlimlerinden olduğunu, kendilerine isnad
edilen rivayetlerin yalandan ibaret olduğunu belirtmektedir.[372]
Hz.
Peygamber’e en fazla yalan haber isnadında bulunan fırkanın Rafızîler olduğunu
dile getiren İbn Teymiyye, bunların yaptıklarının İslâm’ı ifsat anlamına
geldiğini belirtmektedir.[373]
Rafızîlerin
sapık görüşlere sahip olduğunu dile getiren İbn Teymiyye, bu iddiasına Hz.
Hasan ve Hz. Hüseyin’in Selman-ı Farısî’nin oğulları olduğu, Hz. Osman’ın
hanımları olan Rukiye ve Ümmügülsüm’ün Hz. Peygamber’in kızları olmayıp, Hz.
Hatice’nin başka bir erkekten çocukları olduğu ve Hz. Ali’nin ölmediği
şeklindeki iddiaları örnek olarak vermektedir.[374]
Rafızîlerin amellerinin de sıkıntılı olduğunu ifade eden İbn Teymiyye, cuma
namazlarını terk etmelerini, camiye ilgisiz olmalarını ve namazları cem etme gibi
durumları örnek olarak göstermektedir.[375]
Rafızîleri,
zındık, mülhid ve münafıklarla aynı zeminde tutan İbn Teymiyye,[376] onların cahil ve
akıldan noksan olduklarını ifade etmekte[377]
ve bid‘atçi zümreler içinde Kur’an ve Sünnet’e en uzak olanların yine bunlar olduğunu
söylemektedir.[378]
Rafızîlerin
şer ve fitne bayraklarını her zaman taşıdıklarını belirten İbn Teymiyye,
özellikle güçlü oldukları dönemde Ehl-i Sünnet’i büyük bir baskı altında
tutmaya çalıştıklarını belirterek,[379]
onların, Müslüman kanının akıtılmasında, Moğolların ve Hristiyanların en büyük
destekçileri olduğunu ifade etmektedir.[380]
İbn Teymiyye,
Şiâ’nın Kur’an’ı tahrif ettiğini ve sebeb-i nüzulları çarpıttığını, Şiâ’nın
ayetleri, Ehl-i Beyt ekseni etrafında yorumlamaya çalıştıklarını ifade
ederek bununla ilgili şu örnekleri vermiştir:[381]
“(Suları acı ve tatlı olan) iki denizi salıvermiştir; birbirine kavuşuyorlar.”[382] İki denizin birleşmesinde
maksat, Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın evlenmesi, “O
denizlerin her ikisinden de inci ve mercan çıkar.”[383] Bu ayette geçen inci ve mercandan maksadın Hz. Hasan ve Hz.
Hüseyin’in olması, “ Şüphesiz biz, ölüleri mutlaka diriltiriz. Onların
yaptıklarını ve bıraktıkları eserlerini yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir
kitapta (Levh-i Mahfuz’da) bir bir kaydetmişizdir.” [384] Bu ayette geçen İmam’dan maksadın Hz. Ali olduğu, “Şüphesiz
Allah, Âdem’i, Nûh’u, İbrahim ailesini (soyunu) ve Imran ailesini (soyunu)
birbirinden gelmiş birer nesil olarak seçip âlemlere üstün kıldı. Allah, her
şeyi hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”[385] Bu ayette geçen Al-i İmran kelimesinden kastın Talip oğulları
olduğunu, “Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozup dininize dil
uzatırlarsa, küfrün elebaşlarıyla savaşın. Çünkü onlar yeminlerine riayet
etmeyen kimselerdir. Umulur ki, vazgeçerler.”[386] Ayette geçen ‘Küfrün Elebaşları’ şeklinde tabirin Hz. Talha ve
Hz. Zübeyr olduğu, “Hani sana, “Muhakkak Rabbin, insanları çepeçevre
kuşatmıştır” demiştik. Sana gösterdiğimiz o rüyayı da, Kur’an’da lânetlenmiş
bulunan o ağacı da sırf insanları sınamak için vesile yaptık. Biz onları
korkutuyoruz. Fakat bu, sadece onların büyük azgınlıklarını (daha da) artırdı.”[387] Bu ayette geçen ‘lanetli ağaçtan maksadın Emevîler olduğu
şeklinde örnekler vermiştir.[388]
İBN
TEYMİYYE DÜŞÜNCESİNDE EHL-İ BEYT’İN KAPSAMI
İbn Teymiyye, Ehl-i
Beytin, Hâşimoğullarından Hz. Peygamber’in ailesini kapsadığını, Abbas
oğulları, Haris oğulları ve Hz. Ali ile Hz. Fatma’dan çocuklarının Hz.
Peygamber’in ailesinden olduğunu ifade etmiştir.[389]
Peygamber
hanımlarının Ehl-i Beyt’e dâhil olup olmadığı ile ilgili iki rivayetin
olduğunu belirten İbn Teymiyye, bunlardan birisinin Zeyd b. Erkam’a ait
olduğunu ve bu rivayete göre Peygamber hanımlarının Ehl-i Beyt’e dâhil
olmadığını belirtir. Ancak O, sahih rivayetlere göre peygamber hanımlarının Ehl-i
Beyte dâhil olduğu kanaatindedir. Delil olarak bu ayeti kullanmaktadır: “ İbrahim’in
karısı ayakta idi. (Bu sözleri duyunca) güldü. Ona da İshak ’ı müjdeledik;
İshak ’ın arkasından da Yakûb’u.
Karısı,
“Vay başıma gelenler! Ben bir koca karı ve bu kocam da bir ihtiyar iken çocuk
mu doğuracağım? Gerçekten bu, çok şaşılacak bir şey! ” dedi.”[390]
İbn Teymiyye,
Kur’an’dan geçtiği üzere Hz. İbrahim’in hanımlarının Ehl-i Beytten
olmasını örnek göstererek Hz. Peygamber’in hanımlarının da Ehl-i Beytten
olduğunu ifade etmektedir.[391] Bunun yanında o, Kur’an’da
Hz. Peygamber’in hanımları ile ilgili ayetleri de delil olarak göstermektedir: “Ey
Peygamber’in hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer
Allah ’a karşı gelmekten sakınıyorsanız (erkeklerle konuşurken) sözü yumuşak bir
eda ile söylemeyin ki kalbinde hastalık (kötü niyet) olan kimse ümide
kapılmasın. Güzel (ve doğru) söz söyleyin. Evlerinizde oturun. Önceki cahiliye
dönemi kadınlarının açılıp saçıldığı gibi siz de açılıp saçılmayın. Namazı
kılın, zekâtı verin. Allah ’a ve Resûlune itaat edin. Ey Peygamberin ev halkı!
Allah, sizden ancak günah kirini gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor?”[392]
İbn Teymiyye’nin salavat ile ilgili görüşü Ehl-i Beytin
kapsamı konusundaki görüşünü açıklamaktadır. İbn Teymiyye, salavatın kapsamına
Abbâsoğulları, Harisoğulları, Hz. Osman’ın hanımları, Hz. Fatıma ve Hz.
Peygamber’in hanımlarını da kapsadığını belirtmektedir.[393]
EHL-İ
BEYT’İ SEVMEK
Ehl-i
Beyti sevmenin vacip olduğunu belirten İbn Teymiyye,[394]
Ehl-i Sünnet’in genelinin Hz. Peygamber’in vasiyetine uyup Ehl-i Beyti
sevdiğini ifade ederek şu hadis örneğini verir: “Ehl-i Beyt’im; Ehl-i
Beyt’im konusunda size Allah'ı
hatırlatıyorum...”[395]
Yine Ehl-i Sünnet’in Hz. Peygamber’in hanımlarını müminlerin anneleri olarak
gördüklerini, dünyada da ahirette de Nebi’nin eşleri olacaklarına inanırlar.[396]
Ehl-i Beyt’in
hukuklarına riayet edilmesi gerektiği düşüncesinde olan İbn Teymiyye, Peygamber
ehlinin sevilmesinin Allah tarafından istenildiğini belirterek şu ayeti örnek
verir:[397] “İşte bu, Allah’ın, inanıp
salih ameller işleyen kullarınamüjdelediği şeydir. De ki:
“Ben buna (yaptığım tebliğ görevine) karşılık sizden, akrabalıktan doğan
sevgiden başka bir ücret istemiyorum.” Kim güzel bir iş yaparsa, onun iyiliğini
artırırız. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir.”[398]"
EHL-İ
BEYT’İN FAZİLETİ
Ehl-i Beyti oluşturan isimlerin en
faziletlisinin Hz. Peygamber olduğunu söyleyen İbn Teymiyye’ye göre ondan sonra
en faziletli olan Hz.
Ali’dir. İbn
Teymiyye’ye Hz. Ali’nin Ehl-i Beytten oluşuyla ilgili hiçbir ihtilafın
olmadığını söylemiş, Kisa rivayetini delil olarak göstermiştir:[399]
“Ben “Resûlullah'ın evinin kapısında iken şu ayet nazil oldu: “... Ey
Peygamber ailesi! Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor.”[400].
Evde “Resûlullah, Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin vardı. Onlara bir örtü bürüdü
ve: “Allahım, işte bunlar benim Ehl-i Beyt’imdir, bunlardan günahı gider ve
bunları kirlerden tertemiz kıl!” buyurdu. Ben atılıp: “Ey Allah ’ın Resûlu! Ben
Ehl-i Beyt ’ten değil miyim? ” dedim. Bana: “Sen (yerinde dur, sen zaten)
hayırdasın” diye
cevap verdi."[401]
“Evlerinizde
oturun. Önceki Cahiliye dönemi kadınlarının açılıp saçıldığı gibi siz de açılıp
saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin. Allah ’a ve Resûlune itaat edin. Ey
Peygamber’in ev halkı! Allah, sizden ancak günah kirini gidermek ve sizi
tertemiz yapmak istiyor?”[402]
Bu ayet ile ilgili İbn Teymiyye, ricsten maksadın bazı yiyecek ve
içecekler olduğunu, yanı sıra bazı kötü inanç ve hoş olmayan davranışların
kastedildiğini belirtir. O, delil olarak ise bazı ayetleri vermiştir: [403]
“Bu böyle.
Kim Allah’ın hükümlerine saygı gösterirse, bu, Rabbi katında kendisi için bir
hayırdır. Haramlığı size okunanların (bildirilenlerin) dışında bütün hayvanlar
size helâl kılındı. Artık putlara tapma pisliğinden kaçının, yalan sözden
kaçının.”[404]
“De ki:
“Bana vahyolunan Kur’an’da bir kimsenin yiyecekleri arasında leş, akıtılmış
kan, domuz eti -ki o şüphesiz necistir- ya da Allah ’tan başkası adına kesilmiş
bir (murdar) hayvandan başka, haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Fakat
istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın kim bunlardan yeme zorunda
kalırsa yiyebilir.” Şüphesiz Rabb’in çok bağışlayandır, çok merhametlidir
.”[405] [406]
Tathir
ayeti olarak bilinen “Evlerinizde oturun. Önceki Cahiliye dönemi
kadınlarının açılıp saçıldığı gibi siz de açılıp saçılmayın. Namazı kılın,
zekâtı verin. Allah ’a ve Resûlune itaat edin. Ey Peygamber’in ev halkı! Allah,
sizden ancak günah kirini gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor”401
ayeti ile ilgili İbn Teymiyye, bundaki temizlikten maksat, ismet değil, kötü
inanç ve davranışlardan uzak tutmak olduğunu söylemiştir.[407]
Mübahele
ayeti olarak bilinen Al-i İmran suresinin 61. ayeti hakkında İbn Teymiyye, Hz.
Peygamber’in Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i mübahele için yanına
çağırdığını belirterek, bunun sebebi olarak da mübahelenin neseb olarak en
yakın olan kişilerle yani akrabalarla yapılacağını, Hz. Peygambere neseb olarak
bunlardan daha yakınının olmadığını belirtmiştir. İbn Teymiyye’ye göre bu
ayet, hicretin 10. yılında nazil olmuştur, Hz. Peygamber’e yakınlık konusunda
akrabalardan hiç kimse Hz. Ali ile aynı konumda değildir, Ali’nin kardeşi Cafer
ise bu olaydan önce vefat etmiştir.[408]
[409]
İslam’da neseb
üstünlüğünün olmadığını belirten İbn Teymiyye, “Ey insanlar! Şüphe yok ki,
biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi
boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı
gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla
haberdar olandır'”4110 ayetinden yola çıkarak peygamber çocuğu
bile olsa ehl-i beyt kapsamına girmenin tek yolunun iman ve takvanın önemli
olduğunu söylemiştir.[410] O, Kur’an’da Allah’ın kimseyi
babası veya oğluyla övmediğini, sahabilerin imanları ile övüldüğünü belirterek
aşağıdaki ayetleri delil olarak kullanmıştır:[411]
“Islâm'ı
ilk önce kabul eden muhacirler ve ensar ile iyilikle onlara uyanlar var ya,
Allah onlardan razı olmuş; onlar da O'ndan razı olmuşlardır. Allah, onlara
içinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. Işte
bu büyük başarıdır'”[412]
“Size ne
oluyor da, Allah yolunda harcama yapmıyorsunuz? Hâlbuki göklerin ve yerin
mirası Allah'ındır. içinizden, fetihten (Mekke fethinden) önce harcayanlar ve
savaşanlar, (diğerleri ile) bir değildir. Onların derecesi, sonradan harcayan
ve savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah, hepsine de en güzel
olanı (cenneti) va'detmiştir. Allah, bütün yaptıklarınızdan hakkıyla
haberdardır .”[413]
“O,
inananların imanlarını kat kat artırmaları için kalplerine huzur ve güven
indirendir. Göklerin ve yerin orduları Allah 'ındır. Allah, hakkıyla bilendir,
hüküm ve hikmet sahibidir.”[414]
“Şüphesiz
Allah, ağaç altında sana bîat ederlerken inananlardan hoşnut olmuştur.
Gönüllerinde olanı bilmiş, onlara huzur, güven duygusu vermiş ve onlara yakın
bir fetih ve elde edecekleri birçok ganimetler nasip etmiştir. Allah mutlak güç
sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir ”[415]
“Bu mallar
özellikle, Allah'tan bir lütuf ve hoşnutluk ararken ve Allah'ın dinine ve
peygamberine yardım ederken yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılan fakir
muhacirlerindir. Işte onlar doğru kimselerin ta kendileridir. Onlardan
(muhacirlerden) önce o yurda (Medine'ye) yerleşmiş ve imanı da gönüllerine
yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı
içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde
bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden,
hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” [416]
EHL-İ BEYT’İN HAKLARI
İbn Teymiyye, Ehl-i
Beyt mensuplarının ümmetin içinde kimsenin ortak olmayacağı haklara sahip
olduğunu, Kureyş’ten de hiç kimsenin hak edemeyeceği sevgiyi ve dostluğu hak
ettiklerini söylemektedir.[417]
O, Hz. Ebu
Bekir ve Hz. Ömer’in hilafetleri boyunca Hâşimoğullarına iyi davrandıklarını,
Hz. Ebu Bekir’in Hz. Ali’nin evine gittiğini onların faziletinden bahsettiğini
dile getirerek, Hz. Ali ve Hâşimoğullarının Hz. Ebu Bekir’e altı ay boyunca
biat etmediğini iddia edenlere cevap vermiştir. Ayrıca ilk iki halifenin Hz.
Ali ve Hâşimoğulları ile ilgili olumsuz bir şey söylemediklerini belirtir.[418]
Ehl-i Beyt
ile ilgili olan bazı hak ve hususlar hakkında İbn Teymiyye’nin görüşleri şu
şekildedir:
Ehl-i
Beyt’e Salavat:
Allah’ın
ümmete Hz. Muhammed ve ailesine salavatı emrettiğini dile getiren İbn Teymiyye,
“Onların mallarından, onları kendisiyle arındıracağın ve temizleyeceğin bir
sadaka (zekât) al ve onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir
(Onların kalplerini yatıştırır.) Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”[419] ayetine dayanarak Hz.
Peygamber’in ailesine salavat getirmenin bir hak olduğunu, bunun
Hâşimoğullarının tamamına getirilmesi gerektiğini savunur.[420]
Bununla ilgili
mezhep imamlarının görüşlerini aktaran İbn Teymiyye, Ebu Hanife’nin namazda Hz.
Peygamber ve ehline salat getirmenin farz olmadığı görüşünde olduğunu, Şafiîler
ve Hanbelîlerin ise namazda bunun farz olduğu görüşünde olduklarını aktarır.[421]
Hz. Peygamber
dışında Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer dâhil herhangi birisine özel olarak salat
tahsis etmenin bi’dat olduğunu söyleyen İbn Teymiyye, ya hepsine salavat
getirilecek ya da hiçbirisine salavat getirilmeyecek şeklinde iki görüş
bildirmiştir. Asıl doğru olanın “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli
Muhammed. Kemâ salleyte alâ İbrahime ve alâ âli İbrahim. Inneke hamidün mecîd.
Allâhümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Kemâ bârekte alâ İbrahime
ve alâ âli İbrahim. Inneke hamidün mecîd. “ şeklinde salat getirilmesi
olduğunu söylemiştir.[422]
Şafiî ve Malikîlerin Hz.
Peygamber dışında münferid olarak kimseye salavat getirilmeyeceği görüşüne
karşı İbn Teymiyye, Hz. Ali’nin Hz. Ömer’e dediği ‘Sallalahu aleyke’ rivayetini
delil olarak kullanarak bunda bir sakıncanın olmayacağını belirtmiştir.[423]
“Evlerinizde
oturun. Önceki Cahiliye dönemi kadınlarının açılıp saçıldığı gibi siz de açılıp
saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin. Allah ’a ve Resûlune itaat edin. Ey
Peygamberin ev halkı! Allah, sizden ancak günah kirini gidermek ve sizi
tertemiz yapmak istiyor.”[424] ayetini delil olarak getiren
İbn Teymiyye, Şafiîlerin ve Hanbelîlerin zekât’ın Ehl-i Beyte haram
olduğu hakkındaki görüşü ile Hanefîlerin haram olmadığı yönündeki görüşlerin
aktardıktan sonra,[425] insanların mallarının kiri
olan zekâtın Ehl-i Beyte haram kılındığı kanaatindedir.[426]
Ehl-i
Beytin sahip olduğu bazı hakların olduğunu aktaran İbn Teymiyye, Allah’ın
onlara Fey ve Humus’tan pay verdiğini söylemiştir.[427]
Savaşlardan sonra elde edilen ganimetlerin taksiminin Allah tarafından
belirlendiğini, “Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte
biri mutlaka Allah ’a, Peygamber’e, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve
yolculara aittir. Eğer Allah’a; hak ile batılın birbirinden ayrıldığı gün,
(yani) iki ordunun (Bedir’de) karşılaştığı gün kulumuza indirdiklerimize
inandıysanız (bunu böyle bilin). Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir .”[428] ayetini delil olarak
göstererek ganimetlerin beşte birinin Ehl-i Beyte verildiğini belirtir.[429]
Humus’un
geçerliliği ile ilgili iki görüşün olduğunu belirten İbn Teymiyye, birinci
görüşün Hanefî'lere ait olduğunu, Humus’un Hz. Peygamber’in vefatı ile sona
erdiğini ve Hâşimoğullarından hiç kimseye verilmeyeceğini belirtir. İkinci
görüşün ise Humus’un hala geçerli olduğunu savunan Şafiî ve Hanbelilere ait
olduğunu ifade eden İbn Teymiyye, kendi duruşunu da ikinci grupla
özdeşleştirir.[430]
Hz.
Fâtıma’nın Varisliği:
Hz.
Peygamber’in vefatından sonra halife seçilen Hz. Hz. Ebu Bekir ile Hz. Fatıma
arasında herhangi bir sorun yaşanmıştır. Çünkü babasının mirasını isteyen Hz. Fatıma,
Hz. Ebu Bekir’den olumsuz yanıt almıştır. Hz. Ebu Bekir, bu konuda “ Peygamberler
miras bırakmaz, onların bıraktığı sadakadır.”[431] rivayetini delil
olarak kullanmıştır. Hz. Fatıma’nın ölünceye kadar Hz. Ebu Bekir’e kırgın
kaldığı rivayet edilir. Ancak Halife’nin kendi kızına da mirastan pay vermediği
bilinmektedir.[432]
Konu ile
ilgili olarak İbn Teymiyye, Hz. Ebu Bekir’in kullandığı “ Peygamberler miras
bırakmaz, onların bıraktığı sadakadır.” rivayetinden hareketle Hz.
Peygamber’in miras bırakamayacağını ifade etmiştir. O, bu rivayetin Hz. Ebu
Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Talha, Zübeyr, Sad, Abdurrahman b. Avf, Abbas, Hz.
Peygamber’in hanımları ve Ebû Hureyre tarafından rivayet edildiğini ve bu
rivayetin sahih kitaplar ile müsnedlerde mevcut olduğunu belirtmiştir. İbn
Teymiyye, Hz. Ebu Bekir’in Hz. Peygamber’den kalan bu malı kendisine ya da
ailesine almadığını, sadaka olarak hak sahiplerine verdiğini belirtmiştir.[433]
Ehl-i
Sünnet’in de Peygamber’e varis olunamayacağı konusunda hemfikir olduğuna
değinen İbn Teymiyye, Allah Teâlâ’nın da bu durumdan dolayı Ehl-i Beyte Humus’tan
pay verdiğini belirterek bazı ayetleri aktarmıştır: [434]
“(Ey
Muhammedi) Sana ganimetler hakkında soruyorlar. De ki: “Ganimetler, Allah’a ve
Resûlune aittir. O hâlde, eğer mü’minler iseniz Allah’a karşı gelmekten
sakının, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlune itaat edin.”[435]
“Bilin ki,
ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri mutlaka Allah’a,
Peygamber ’e, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir. Eğer
Allah ’a; hak ile batılın birbirinden ayrıldığı gün, (yani) iki ordunun
(Bedir’de) karşılaştığı gün kulumuza indirdiklerimize inandıysanız (bunu böyle
bilin). Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.”[436]
“Allah ’ın,
(fethedilen) memleketlerin ahalisinden savaşılmaksızın peygamberine
kazandırdığı mallar; Allah ’a, peygambere, onun yakınlarına, yetimlere,
yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. O mallar, içinizden yalnız zenginler
arasında dolaşan bir servet (ve güç) hâline gelmesin diye (Allah böyle
hükmetmiştir). Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse
ondan vazgeçin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah’ın azabı
çetindir.”[437]
İbn Teymiyye,
Hz. Peygamber’in hanımlarından ve amcalarından kimsenin miras talebinde
bulunmadığını da belirtmiştir.[438]
“Süleyman, Dâvûd’a varis oldu...”[439] ayetini kullanarak Peygamberlere varis olunacağı iddia eden
Şiîlere cevap veren İbn Teymiyye, Hz. Dâvûd’un Hz. Süleyman dışında çok sayıda
çocuğunun olduğunu, dolayısıyla buradaki varislikten maksadın mal varisliği
değil, ilim ve nübüvvet varisliği olduğunu özellikle ifade etmiştir.[440]
EHL-İ
BEYT VE ÖZEL BİLGİLER
Rafızîler ve
bilgilerini Rafızîlerden aldıklarını söyleyen kimseler hakkında konuşan İbn
Teymiyye, bunların dini ve tabiî ilimlerle ilgili Ehl-i Beytten
aldıklarını iddia ettikleri ve inanılması gerektiği yönündeki söylemlerin
uydurma olduğu kanaatindedir. O, Rafızîlerin bu gruplar arasında en fazla yalan
uyduran grup olduğunu belirtmektedir. İlk Rafızî grubun Hz. Ali döneminde
ortaya çıktığını belirten İbn Teymiyye, İbn Sebe önderliğindeki bu grubun Hz.
Ali’ye özel bilgiler verildiğini iddia etmiş, ancak bunların Hz. Ali tarafından
reddedildiğini belirtmiştir. Ehl-i Beyte özel bilgilerin verilmediğini
söyleyen İbn Teymiyye şu rivayetleri de delil olarak göstermiştir.[441]
Ebû Cühayfe
der ki: Hz. Ali’ye: “Sizin yanınızda Kur’an’dan başka bir şey var mıdır?
diye sordum. Şu cevabı verdi: ‘Hayır daneyi yaran, canlıyı yaratan Allah ’a
yemin olsun ki bizim yanımızda Kur’an ayetleri dışında bir şey bilmiyorum.
Ancak Allah ’ın Kur ’an hakkında kişiye verdiği anlama gücü müstesna...”[442]
Hz. Ali şöyle
demiştir: “Bizim yanımızda Allah’ın kitabından başka bir şey yok. Bir de Hz.
Peygamberden menkul şu sahife var ki, orada şunlar yazılıdır: Medine, Ayr ile
Sevr dağları arasında kalan kısmıyla harem bölgesidir'”[443]
“Hz. Ali b.
Ebî Talib bize bir konuşma yaptı ve şunları söyledi: Kim bizim yanımızda Allah
’ın kitabı ve bir de şu sahife dışında - ki bu sahife o sırada kılıcının
kınında asılı idi - okuduğumuz bir kitabın olduğunu iddia ederse, o yalan
söylemektedir. Bu sahifede de diyette verilecek develerin yaşları,
yaralamalarla ilgili bazı hususlar yazılı idi ve Hz. Peygamber’in: ‘ Medine,
Ayr ile Sevr arasında kalan kısmıyla harem bölgesidir’ sözü vardı.”[444]
Cafer-i Sadık ile ilgili şiî kaynaklarda nakledilen
rivayetlerin uydurma olduğunu belirten İbn Teymiyye, kendisine atfen en fazla
yalanın uydurulduğu kişinin Cafer-i Sadık olduğunu söylemiştir. İmam Cafer’e
dayandırılan, içinde sırların olduğu iddia edilen ‘Kitabu’l Cefr’ adlı kitabın
İmam Cafer’e ait olmadığını belirtip bunun uydurma olduğunu söylemiştir.[445]
HZ.
ALİ, HZ. EBU BEKİR VE HZ. ÖMER KARŞILAŞTIRMASI
İbn Teymiyye, Hz. Ali’nin daha
faziletli olduğunu ve dolayısıyla halifelik hakkının kendisinin olduğunu, Hz.
Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in bu hakkı gasp ettiğini iddia eden Şiîlere naslardan
yola çıkarak cevap vermiştir. Şiîlerin Hz. Ali ile ilgili sözlerini
eleştiren İbn Teymiyye’ye göre, Ali’nin masumluğu ve nass ile tayini söz konusu
değildir. Bu, onların uydurmalarıdır. Onlara göre Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer
zâlim ve kâfirdir. İbn Teymiyye’ye göre ne Hz. Ebu Bekir ne Hz. Ömer ne de Hz.
Ali nass ile tayin edilmiştir. Onlar masum da değillerdir. İbn Teymiyye
Şiîlerin Hz. Ali’ye olan sevgisini Yahudilerin Hz. Musa ve Hz. Harun’a olan
sevgisine benzetmiştir.[446]
İbn
Teymiyye’ye göre Müslümanlar arasında sözü makbul olan âlimlerden hiç kimse
Hz. Ali’nin Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’den daha fakîh ve daha âlim olduğunu
söylememiştir. İbn Teymiyye, bunu iddia edenlerin cahil ve yalancı kimseler
olduğunu söylemiştir. Ayrıca Hz. Ebu Bekir’in Hz. Peygamber’in genel olarak
yanında olması, fetva vermesi, insanlara hitap etmesi, halkı dine davet etmesi,
Hz. Peygamber ile birlikte Mekke’den Medine’ye hicret etmesi, bu yerlerde Hz.
Ebu Bekir’in konuşması, Hz. Peygamber’in de onaylaması gibi durumlar onun
faziletini göstermesi bakımından yeterlidir. Hz. Peygamber önemli konuları
danıştığında önceliği Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’e verirdi. O, Hz. Peygamber’in
Bedir esirleri konusunda ikisine danışmasını buna örnek olarak vermiştir.[447]
“Benden
sonra Ebu Bekir ve Ömer’e uyunuz .”[448]
“...Benden
sonra nice ihtilaflar görecek. Öyle ise size sünnetimi ve hidayet üzere olan
Hülefa-i Raşidin 'in sünnetini hatırlatırım, bunlara uyun ve dört elle sarılın.
Sonradan çıkarılan şeylere karşı da son derece dikkatli ve uyanık olun. Zira
(sünnette bulunana zıt olarak) her yeni çıkarılan şey bir bid'attır, her bid'at
de dalalettir, sapıklıktır. "[449] İbn Teymiyye bu iki
hadisin raşid halifelerin sünnetine uyulmasını emrettiğini belirterek, özellikle
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’e uyulmasının istenildiğini ifade etmiştir.[450]
İbn Teymiyye,
İbn Abbas’ın fetva verme yöntemini Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in faziletine
delil olarak kullanmış ve şu açıklamayı yapmıştır: İbn Abbas fetva verdiği
zaman Allah’ın kitabıyla, sonra sünnetle sonra da Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in
görüşlerine başvurmuştur. Hz. Osman ve Hz. Ali’ye başvurduğuna dair elimizde
bir delil yoktur. Ayrıca Hz. Ömer’in üzerinde tevafuk ettiği durumların,
Hz. Ali’nin üzerinde tevafuk ettiği durumlardan daha fazladır. İbn Teymiyye,
Hz. Ömer ile ilgili şu hadisleri aktarmıştır. “Sizden önceki milletlerde
muhaddisler vardı. Ümmetimden böyle biri varsa, o, Ömer’dir.”[451]
“ Ben size
peygamber gönderilmeseydim, Ömer gönderilirdi.”[452]
Hz. Ebu
Bekir’in faziletlerini açıklayan İbn Teymiyye, Hz. Peygamber’in namazı
kıldırmak için kendi yerine Hz. Ebu Bekir’i tayin etmesini, Hac görevini ifa
konusunda aynı şekilde Hz. Ebu Bekir’i görevlendirmiş olmasını delil olarak
kullanmıştır. Ashâbın
ihtilaf ettikleri konularda Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin verdikleri
fetvalarda ihtilaf etmişler. İbn Teymiyye Hz. Ebu Bekir’in verdiği fetvalarda
herhangi bir ihtilaf yaşanmamış olmasını Hz. Ebu Bekir’in faziletini gösteren
bir delil olarak kullanmıştır.[453]
İbn
Teymiyye’ye göre Hz. Ali sünneti Hz. Ebu Bekir’den öğrenmiş, ancak Hz. Ebu
Bekir Hz. Ali’den herhangi bir sünneti öğrenmemiştir. Kûfe âlimleri Hz. Ömer
ile Hz. Ali’nin görüşleri arasında kaldıklarında Hz. Ömer’in görüşünü tercih
etmişlerdir.[454] İbn Teymiyye’ye
göre hicretin 9. yılında Hz. Peygamber’in Hz. Ebu Bekir’i Hz. Ali’ye emir tayin
etmesi önemli bir meziyettir.[455]
İbn Teymiyye, Hz. Ali’nin kendisinin
de Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in üstünlüğünü kabul ettiğini şu rivayetlerle dile
getirmiştir: “ Birinizin beni Ebu Bekir ve Ömer’den üstün tuttuğunu
duyarsam, onu müfteri cezası ile cezalandırırım.”
Yine Hz. Ali’den şu rivayeti delil
olarak kullanmıştır: “Peygamber’den sonra bu ümmetin en hayırlısı Ebu Bekir
ve Ömer’dir.”[456]
İbn Teymiyye’ye göre “Ben ilmin
şehriyim...” şeklinde başlayan hadis zayıftır, hiçbir dayanağı yoktur.
Tirmizî’nin kitabında geçiyor olsa bile bu, uydurma bir sözdür. “Bunu uydursa
uydursa cahil ve zındık birisi uydurmuştur.” şeklinde ifadede bulunan İbn
Teymiyye, İbnu’l-Cevzi’nin, bunu mevzu hadisler arasında değerlendirdiğini
ifade etmiştir.[457]
İbn
Teymiyye’ye göre bir kişinin üstün tutulabilmesi için belli başlı bazı
meziyetlere sahip olması gerekir. Hz. Ali’nin Hz. Ebu Bekir’e karşı böyle bir
meziyeti yoktur. Hz. Ebu Bekir’in Hz. Ali’ye karşı üstün meziyetlerinin
olduğunu savunan İbn Teymiyye şu hadisleri aktarmıştır:
“Şayet yeryüzü
halkından bir dost edinseydim EbuBekir ’i dost edinirdim’”45
“Ebu
Bekir ’in kapısı hariç mescide açılan her kapı kapatılsın.”[458] [459]
“ Hz.
Peygamber, kızı Hz. Aişe’ye: “ Babanı ve kardeşini çağır ki Ebu Bekir için bir
vasiyet yazayım.”[460]
demiştir.
Hz. Peygamber’in Hz. Ali’ye “sen
bendensin, ben de sendenim...” rivayetini değerlendiren İbn Teymiyye, bu hadisi
bir özellik olarak görmediğini, çünkü Hz. Peygamber’in aynı sözü Selman’a da
söylediğini hatırlatmıştır.[461]
İbn Teymiyye,
“Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır.” Hadisinin sadece Tirmizî’de
geçtiğini belirtmektedir. Tirmizî dışındaki diğer temel kaynaklarda böyle bir rivayetin olmadığını
belirten İbn Teymiyye, “Allahım ona dost olana dost ol’ ibaresini Ahmed
b. Hanbel’e dayandırarak Kufeliler tarafından metne eklendiğini savunan İbn
Teymiyye, Gadîr-i Hûm günü “Ehl-i Beyt’im konusunda size Allah’ı
hatırlatırım” hadisinin sadece Ali için değil, bütün Ehl-i Beyt için
söylendiği kanaatindedir. Aynı şekilde mübahele ayetinin de bütün Ehl-i
Beyt "i kapsadığını ifade etmiştir. Bütün bunları ifade eden İbn
Teymiyye, Ehl-i Beyt ve Hâşimoğulları arasındaki en hayırlı kişinin Hz.
Peygamber’den sonra Hz. Ali olduğunu da ifade etmiştir.[462]
HZ. ALİ
Hz. Ali, ilk
Müslümanlardan olup Hz. Peygamber’in amcası Ebû Talib’in oğlu ve Hz.
Peygamber’in damadıdır. İbn Teymiyye’ye göre ümmetin en faziletlileri Bedir
ehli, Rıdvan Biatı’na katılanlar, Aşere-i Mübeşşere ve dört raşid halifedir.
İbn Teymiyye bu durumun kitap ve sünnet ile sabit olduğuna işaret etmektedir.[463] Bu bilgiler ışığında
bakıldığında Hz. Ali’nin bu grupların tamamında yer aldığını görebilmekteyiz.
İbn Teymiyye,
Rıdvan Biat’ında Hz. Peygamber’e biat edenlerin hepsinin faziletli olduğunu
ifade etmektedir. Bununla birlikte Aşare-i Mübeşşere olarak bilinen, Hz. Ebu
Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Talha, Zübeyr, Sad b. Ebi Vakkas,
Abdurrahman b. Avf, Ebû Ubeyde b. Cerrah ve Said b. Zeyd’in, diğerlerine göre
daha faziletli olduğunu belirtmektedir.[464]
İbn Teymiyye’ye göre Ehl-i Sünnet âlimlerinin tamamı da bu görüştedir.[465] İbn Teymiyye, Rıdvan
Biat’ına katılanların faziletlerini şu ayet ve hadislerle delillendirmektedir:
“Size ne
oluyor da, Allah yolunda harcama yapmıyorsunuz? Hâlbuki göklerin ve yerin
mirası Allah’ındır. içinizden, fetihten (Mekke fethinden) önce harcayanlar ve
savaşanlar, (diğerleri ile) bir değildir. Onların derecesi, sonradan harcayan
ve savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah, hepsine de en güzel
olanı (cenneti) va’detmiştir. Allah, bütün yaptıklarınızdan hakkıyla
haberdardır .”[466]
“İslâm’ı
ilk önce kabul eden muhâcirler ve ensar ile, iyilikle onlara uyanlar var ya,
Allah onlardan razı olmuş; onlar da O’ndan razı olmuşlardır. Allah, onlara
içinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte
bu büyük başarıdır ”[467]
“Şüphesiz
Allah, ağaç altında sana bîat ederlerken inananlardan hoşnut olmuştur.
Gönüllerinde olanı bilmiş, onlara huzur, güven duygusu vermiş ve onlara yakın
bir fetih ve elde edecekleri birçok ganimetler nasip etmiştir. Allah mutlak güç
sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir ”[468]
“Ağacın
altında biat edenlerden hiçbiri cehenneme girmeyecektir” .[469]
İbn Teymiyye ağacın altında biat
edenlerin hepsinin Mekke’nin fethinden sonra müslüman olanlardan daha faziletli
olduğunu, dolayısıyla buradakilerin hepsinin Muaviye’den daha hayırlı olduğunu
söylemektedir. Ayrıca Hz. Ali biat edenlerden, üç kişinin (Hz. Ebu
Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman) dışındakilerin hepsinden daha hayırlıdır. Hz. Ali,
Muaviye’den daha layık, Allah ve Resulünün yanında da daha hayırlıdır.[470]
İbn Teymiyye,
Ehl-i Sünnet’in Hz. Ali’yi sevdiğini, onu dost olarak gördüğünü, onu Raşid
halifelerden biri olarak kabul ettiğini belirtir. Haricilerin onu tekfir
ettiğini belirten İbn Teymiyye, Hz. Osman taraftarlarının ise kendisine Hz.
Osman’a zulmeden biri olarak baktıklarını belirtir.[471]
Hz. Ali’nin Müslüman olmasıyla İslam
dininin ayağa kalkmadığını dile getiren İbn Teymiyye, Hz. Ali’nin İlk
Müslümanlardan olduğunu, İslam’ın o zamanlarda zayıf olduğunu kabul etmekte,
İslam’ın güçlenmesinin sebebinin Hz. Ali’nin değil, “Allah’ın Müslümanlara
yardımı ile olduğunu ifade etmiştir.[472]
Sahabilerin
ilklerinden ve sonrakilerinden herhangi birisinin Hz. Ali’nin eliyle İslam’a
geçtiklerine dair elimizde bir bilginin olmadığını söyleyen İbn Teymiyye, Hz.
Ali’nin Hz. Peygamber tarafından Yemen’e gönderildikten sonra çok sayıda
kişinin Müslüman olmasına vesile olduğunu dile getirmektedir. Ancak İbn
Teymiyye, bunlardan hiçbirisinin sahabe olmadığının da altını çizmektedir.[473]
Hz. Osman’da
olduğu gibi Hz. Ali’nin de Hz. Peygamber’in kızıyla evlenmesinin kendisi için
bir fazilet olduğunu ifade eden İbn Teymiyye, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in
kızlarının Hz. Peygamberle evli olması da kendileri için birer fazilet olduğu
kanaatindedir.[474]
İbn Teymiyye,
Hz. Ali’nin keramet sahibi evliyadan daha faziletli olduğunu ancak Hz. Ebu
Bekir ve Hz. Ömer’in Hz. Ali’den daha faziletli olduğunu da belirtmektedir.[475]
Hz. Ali’nin
şura ehlinden olduğunu ifade eden İbn Teymiyye, Hz. Ömer’in şura gibi önemli
konuları yanı sıra, dinin asıl ve füru konularında da şura ehli ve Hz. Ali’ye
danıştığını dile getirmektedir.[476]
Hz. Ömer’in
halifeliği döneminde akrabalarından kimseyi yanına almadığını dile getiren İbn
Teymiyye, Hz. Osman’ın yaptığı gibi Hz. Ali’nin de akrabalarını yanına
aldığından hareketle, Hz. Ömer’in Hz. Ali’den daha adil ve daha faziletli
olduğunu söylemiştir.[477]
Hz. Ali ile
ilgili rivayet edilen hadis sayısına da değinen İbn Teymiyye, Hz. Ali ile
ilgili rivayet edilen yaklaşık 10 kadar hadisin Hz. Ali için bir fazilet
anlamına gelmediğini, çünkü Hz. Ebu Bekir için de yaklaşık 20 civarında hadis
rivayetinin olduğunu belirtmiştir. Hz. Ali’nin faziletini savunmak amacıyla
rivayetler aktarıp, Ali de var olan faziletler başka kimse de yoktur diyenlerin
yalan söylediğini, bu tür bilgilerin ne hadis kitaplarında ne de Ahmed b.
Hanbel’de geçmediğini ifade etmektedir.[478]
İbn
Teymiyye’ye göre Hz. Peygamber’in sözlerinden yola çıkarak Hz. Ali, Muaviye’den
halifeliğe daha layık, Hz. Ali’nin taraftarları da Muaviye’nin taraftarlarından
daha hayırlıdır, diyebiliriz.[479]
Hz. Ali ile savaşmayanların Hz. Ali
ile savaşanlardan daha hayırlı olduğunu ve Ehl-i Sünnet’in de bu görüşte
olduğunu dile getiren İbn Teymiyye, Hz. Ali’yi sevmenin onunla savaşmaktan ve
buğz etmekten daha hayırlı olduğunu ifade etmektedir. Hz. “Ali’yi sevmek ve onu
dost edinmek Ehl-i Sünnet’e göre daha hayırlıdır”,[480]
ifadesini kullanan İbn Teymiyye, bununla birlikte Hz. Ali ile savaşanların
dinden çıkmadığını da belirtir.[481]
İbn Teymiyye’ye göre Hz. Ali, Abdurrahman b. Mülcem tarafından
mazlum bir şekilde şehit edilmiştir. O Allah’ın rızasını ve ikramına mazhar
olarak şehit olmuştur.[482]
SAHABİLER ARASINDAKİ ANLAŞMAZLIKLAR
Hz.
Peygamber’in vefatından sonra halife seçimi ile başlayan tartışmalar, Hz. Osman’ın
şehit edilmesinden sonra yerini daha şiddetli tartışmalara ve sonrasında
Müslümanlar arasında savaşların meydana gelmesiyle büyümüştür. Bu tartışma ve
savaşların sonucunda meydana gelen ihtilaflar sonucu bazı gruplar Hz. Ebu
Bekir, Hz. Ömer ve bazı sahabileri tekfir etmiş; bazı gruplar ise karşı tarafı
suçlayıp bazı hak taleplerinde bulunmuşlardır.
Çeşitli
gruplar tarafından fitne olaylarında parmağı olmakla suçlanan Hz. Osman, Hz.
Ali, Hz. Zübeyr, Hz. Talha ve Hz. Aişe hakkında konuşan İbn Teymiyye, bu
sahabilerin tamamının cennet ehlinden olduğunu ifade etmiştir. Onlara
yöneltilen suçlamaların çoğunu iftira olarak görmüştür. Delil olarak da “Ağacın
altında biat edenlerden kimsenin cehenneme girmeyeceği”48
şeklindeki rivayeti göstermiştir. Aynı şekilde Ebu Musâ el-Eş‘ari, Amr b. el-As
ve Muaviye b. Süfyan’ın da sahabilerden olduğunu, hataları olsa da
faziletlerinin de göz ardı edilemeyeceğini, kendileri hakkında söylenen
şeylerin çoğunun yalan ve iftiradan ibaret sözler olarak belirtmiştir.[483] [484]
İbn Teymiyye’ye
göre Hz. Ali zamanında gerçekleşen savaşlardan hiçbirisi imamet kaynaklı
değildir. Karşı taraftan da hiçbir grup veya kişi Hz. Ali’nin hilafetine karşı
çıkmamıştır. Ne Talha ne Zübeyr ne de Muaviye “ben imamım, ben halifeyim”
şeklinde bir itirazda bulunmamıştır. Bunun yanında sahabilerden hiç kimse “Hz.
Ali’nin hilafeti nass ile sabittir ve ilk üç halifenin hilafeti batıldır”
şeklinde bir iddia da bulunmamıştır. Bundan dolayı sahabiler arasında çıkan
tartışmaları hilafete bağlayanlar apaçık iftirada bulunmuşlardır.[485]
İbn
Teymiyye’ye göre Hz. Ali de savaştığı zaman imamet niyeti ile savaşmamıştır.
Karşı taraftan da hiç kimse onun imameti ile ilgili olumsuz bir şey söylememiş
ve ona karşı çıkmamıştır. Aksine bütün Müslümanlar onun faziletini biliyor ve
kabul ediyorlardı. Çünkü halifeliği döneminde Hz. Osman’da da olduğu gibi, Hz.
Ali’nin dengi denilebilecek kimse yoktu.[486]
Hz. Ali, Hz.
Aişe, Zübeyr ve Talha arasında meydana gelen savaşın oluşumuna değinen İbn
Teymiyye, her iki grubun da birbirleri ile savaşma gibi bir niyetlerinin
olmadığı kanaatindedir. O, Hz. Ali’nin karşısındaki grubun tek isteğinin Hz.
Osman’ın kanı olduğunu, ancak fitne ehlinin savaşı başlatmasıyla her iki grubun
da istemlerinin dışında savaşın başladığını savunmaktadır.[487]
İbn Teymiyye’ye
göre ulemanın çoğunluğu bu savaşlara fitne nazarıyla bakmışlar, bu savaşların
ne dine hizmet ne de hilafete dayalı bir savaş olmadığı kanaatini
savunmuşlardır. Aynı şekilde Hz. Ali ve Hz. Osman’ın öldürülmelerinin sebebi de
dini gerekçelerle olmamıştır. Ona göre dini gerekçelerle Müslümanlar arasındaki
ilk kılıç kullanımı Haricilere karşı yapılmıştır.[488]
Cemel
savaşında (36/656) her iki tarafın savaşma gibi bir niyetlerinin olmadığını
savunan İbn Teymiyye, Sıffin savaşı öncesi Muaviye ve arkadaşlarının da savaşma
gibi bir amaçlarının olmadığını savunmuştur.[489]
Ayrıca Muaviye’nin imamet gibi bir beklentisinin olmadığını savunan İbn
Teymiyye, Hz. Ali ile savaşmadan önce de, Hz. Osman öldürüldüğünde de kimsenin
Muaviye’ye biat etmediğini, kimsenin ona Emiru’l Müminin diye
seslenmediğini de söylemiştir. Ayrıca İbn Teymiyye Hakem olayına (37/657) kadar
Muaviye’nin böyle bir iddiasının da olmadığını ifade etmiştir.[490] Muaviye’nin
istediği şeyin Hz. Osman’ın katili olduğunu söyleyen İbn Teymiyye, Hakem
olayından sonra gerçekleşmeye başlayan lanetleşmenin ise karşılıklı
gerçekleştiğini söylemiştir.[491]
Hz. Ali ile
savaşan Muaviye ve taraftarları kendilerini savunmak için bazı rivayetler
kullanmışlardır. Bu rivayetler aynı zamanda tarafların kendi duruşlarını
meşrulaştırmak için bir anlamda meşruiyet noktası arama çabası olarak
gösterilebilir. Biz bu rivayetlerden bir kısmına burada yer vereceğiz.
“Ümmetimden
her zaman için Allah’ın emrini ayakta tutacak bir tâife bulunacaktır. Kıyamet
kopuncaya kadar da ona muhalefet edenin ve onların yardımına koşmayanın bu
taifeye bir zararı olmayacaktır.”[492] Bu rivayet söz konusu
edildiğinde Mâlik b. Yuhâmir ayağa kalkmış ve : “Bu taifenin Şam’da
olacağını Muâz b. Cebel’den duydum” demiştir. Bunun üzerine Muaviye: İşte
Mâlik b. Yuhâmir, Muâz’dan bizzat işitmiş, demiştir.[493]
“Allahın
emri gelip kıyamet kopuncaya kadar ümmetimden bir taife hak üzere
olacaklardır.”[494]
“Garp ehli daima galip gelecektir”[495]
İbn Teymiyye,
Muaviye ve taraftarlarının kullandığı bu ve benzeri rivayetlere şöyle cevap
vermiştir:
Söz konusu
rivayetler, “Ammâr’ı bağy grup öldürecektir.” rivayeti ile çelişiyor
diyen İbn Teymiyye’ye göre, bu nassların cemedilip birleştirilmesi gerekir. O
şöyle der:
Resûlullah’ın: “Garb ehli galip gelmeye devam
edecekler”” ve benzeri Şam ehlinin galip geleceğine dair sözlerine gelince
vuku bulan budur. Onlar galip olmaya devam ettiler.
“Ümmetimden her zaman için Allah’ın emrini ayakta
tutacak bir tâife bulunacaktır” sözü ile bu grubun galip gelen grup
olduğunu bildiren sözlerine gelince, bu, aralarında bağy olanın bulunmayacağı
ve hakkın başkalarının yanında da olunamayacağı gerektirmez. Aksine aralarında
böylesi de, öylesi de vardır.
“Daha haklı olanı onları öldürecektir”” sözüne
gelince Hz. Ali ve taraftarlarının daha haklı olduğuna delildir. Çünkü
öldürülen karşı taraftandı.[496]
Muaviye ile
yapılan Sıffin Savaşı’ndan sonra meydana gelen Hakem Olayı ile birlikte
Hariciler diye asi bir grup ortaya çıkmış ve bu grup ile savaş meydana
gelmiştir. İbn Teymiyye bu savaşla ilgili kısa bir bilgi verdikten sonra
çeşitli açıklamalar yapmıştır. Rivayetlere göre Hariciler, Abdullah b. Habbab’ı
(37/657-58) öldürmüşlerdir. Hz. Ali kendilerinden katili teslim etmelerini
istemiş ancak onlar ‘hepimiz öldürdük’ diyerek reddetmişlerdir. Bu cevaptan
dolayı İbn Teymiyye’ye göre savaşı Hariciler başlatmışlardır. Hz. Ali de bu
savaştan sonra Allah’a şükür secdesi etmiştir. Daha sonraki zamanlarda Hz. Ali
Haricilerle savaşı nass’a dayanarak gerçekleştirdiğini söylemiştir.[497]
İbn
Teymiyye’ye göre hakem olayından sonra Haricilerle gerçekleşen savaşlarda
Müslümanların Hz. Ali’nin yanında savaşmaları gerekiyordu.[498]
İbn
Teymiyye’ye göre Müslümanlar arasında meydana gelen bu büyük savaşlara
sahabilerin büyükleri, fitne döneminde geri durmanın daha hayırlı olduğunu
düşündükleri için o savaşlara katılmaktan kaçınmışlardır.[499]
İbn Teymiyye’nin görüşlerini temellendirdiği konuyla ilgili rivayetler
şöyledir.
“O fitne
esnasında oturan ayaktakinden, ayakta duran yürüyenden ve yürüyen savaşı
alevlendirenden daha hayırlıdır.”[500]
“Pek
yakında müslümanın en hayırlı malı, dinini fitnelerden korumak için yanına alıp
dağ başlarına ve otlak yerlere gideceği koyun olacaktır. ”[501]
“îki
Müslüman kılıçlarıyla karşı karşıya geldiklerinde öldüren de, öldürülen de
cehennemdedir.”[502]
“Benden
sonra bir kısmınız, bir kısmının boynunu vuran kâfirler gibi olmayın”[503]
İbn Teymiyye,
Hz. Ali için de “bu dönemde savaşa dâhil olmasaydı daha iyi olurdu” şeklinde
bir ifade de bulunmuştur.[504]
Sonuç olarak İbn Teymiyye, Hz. Ali zamanında ortaya çıkan
olaylarda Ehl-i Sünnet âlimlerinden Hz. Ali’yi haksız olarak gören kimsenin
olmadığını,[505] kendisinin de Hz. Ali için hakka daha yakın olduğu kanaatini
benimsemiştir. Yine o, Hz. Ali ve Muaviye hakkında ise Hz. Ali’nin raşid
halifelerden olduğunu, Muaviye’nin ise meliklerin ilki olduğunu ifade etmiştir.[506]
Cemel
Savaşı
Müslümanların
Hz. Osman’ın katli konusunda icma’ ettikleri ile ilgili görüşler konusunda İbn
Teymiyye, bu iddianın apaçık bir iftira olduğunu ifade etmektedir. Ona göre
Müslümanların çoğunluğu bu olaya iştirak etmemişler, rıza göstermemişlerdir,
aksine Müslümanlar Hz. Osman’ın halifeliği konusunda icma etmişlerdir. İbn
Teymiyye, Müslümanların çoğunluğunun, Mekke, Yemen, Şam, Kufe, Mısır ve
Horasan’da yaşadığını belirterek, Medine’de genele göre az sayıda Müslümanın
yaşadığını, Müslümanların çoğunluğunun bu işe rıza göstermesinin
düşünülemeyeceği görüşündedir. Hz. Osman’ın katli konusunda Müslümanların icma
ettiği hakkındaki görüşü reddeden İbn Teymiyye, Hz. Ali’nin de bu olayı
emretmesinin ya da rıza göstermesinin söz konusu olmadığını, Hz. Ali’den şu rivayetleri aktararak
savunmuştur: “Ben ne Osman ’ı öldürdüm, ne de öldürülmesine yardım ettim”.
“Allah Osman’ın katiline karada, denizde, dağda, ovada lanet etsin” .[507]
Hz. Ali
taraftarları ile Hz. Ayşe, Talha ve Zübeyr taraftarları arasında cereyan eden
Cemel Savaşı hakkında konuşan İbn Teymiyye, Hz. Ali, Hz. Ayşe,. Talha ve
Zübeyr’in savaşma gibi bir niyetlerinin olmadığını belirtmiştir. Ayrıca o, Hz.
Ayşe, Talha ve Zübeyr’in halifelik gibi bir amaçlarının da olmadığını
söylemiştir.[508] [509]
İbn Teymiyye,
Hz. Ayşe, Talha ve Zübeyr’in savaşma gibi bir kasıtlarının olmadığını söylese
de, Hz. Ali’nin Talha ve Zübeyr’e söylediği şu sözler onların savaş niyetinde
olduğunu bizlere göstermektedir: “Sizi savaşa hazırlanmış olarak görüyorum.
Pekî bu hareketinizde sizi Allah’ın huzurunda mazur gösterecek bir durum var
mı? »510
Hz. Osman hayatta iken kendisini en
sert şekilde eleştirmiş olup Medine’yi terk eden Hz. Ayşe, Talha ve Zübeyr’in,
Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra onun kanını talep etmeleri aslında ilginç
bir durumdur.[510]
Ayrıca Hz. Ayşe, Talha ve
Zübeyr’in halifelik gibi bir düşüncelerinin olduğu bazı rivayetlerde ortaya
çıkmaktadır. Belazûrî (ö. 279/892-93), Hz. Ayşe’nin, Hz. Osman’ın ölüm haberini
alınca, “sanki insanları Talha’ya biat ederken görüyorum.” dediğini
rivayet eder. [511]
Bunun yanında Emevîlerden Said b. el-As, Talha ve Zübeyr’e zafere ulaştığınızda
kim halife olacak diye sormuş, onlar “Bu işe Müslümanlar karar verecektir.”
şeklinde cevaplandırmışlardır.[512]
Müslümanlar
arasında savaş olabileceğini, bu savaşlarda yapılması gerekenin ne olacağı
Kur’an tarafından şu ayetlerle ortaya konulmuştur:[513]
“Eğer inananlardan iki grup birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin.
Eğer biri ötekine karşı haddi aşarsa, Allah ’ın buyruğuna dönünceye kadar haddi
aşan tarafa karşı savaşın. Eğer (Allah ’ın emrine) dönerse, artık aralarını
adaletle düzeltin ve (onlara) adaletli davranın. Çünkü Allah, adaletli
davrananları sever. Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin
arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.”[514]'15
Sıffin Savaşı
Hz. Osman’ın
öldürülmesinden sonra Hz. Ali halife olmuştu. Hz. Osman’ın taraftarlarının
“Osman’ın kanına Ali’nin de eli bulaşmıştır” iddilarına değinen İbn Teymiyye,
bunun yalan olduğunu, Hz. Ali’nin bu işe yardım etmediğini, rıza da
göstermediğini belirtmektedir. Hz. Ali’nin bizzat kendisi de bu konuda herhangi
bir dahlinin olmadığın belirterek, Hz. Ali’nin doğru sözlü olduğunu, “yapmadım
dediyse” kesin olarak yapmamıştır görüşündedir.[515]
Hz. Osman’ın
şehit edildiği esnada Medine’de fitne ehlinin (Hz. Osman’ı şehit edenler)
kalabalık olduğunu söyleyen İbn Teymiyye, Müslümanların; Hz. Ali’nin yanında
savaşanlar, Hz. Ali’ye karşı savaşanlar ve her iki tarafı da desteklemeyenler
şeklinde üç kısma ayrıldığını belirtmekte, Müslümanların çoğunluğu ise Hz.
Ali’ye biat ettiğinin altını özellikle çizmektedir.[516]
Sıffin
Savaşı’nda Hz. Ali’ye karşı savaşan Muaviye ile ilgili İbn Teymiyye, Hz. Ali
ölünceye kadar kendisinin halifelik ile ilgili bir talebinin olmadığını ve Hz.
Ali ile halife olmak için de savaşmadığı görüşündedir. Ancak tarihi
kaynaklar Muaviye’nin Hz. Ali’ye elçi gönderdiğini, Hz. Osman’ın katillerinin
kendilerine teslim edilmesini talep ettiklerini ve halifenin şura ile seçilmesi
talebinde bulunduğunu aktarır.[517] Bu istek aslında Muaviye’nin
Hz. Ali’nin halifeliğini kabul etmediğinin ve amacının ne olduğunu açık bir
şekilde bizlere göstermektedir. Katiller teslim edilse bile Muaviye’nin biat
etmeyeceği de ortaya çıkmıştır. Bunun yanında gerekçe ne olursa olsun bir
valinin halifeye karşı itaatsizce davranmasının bir gerekçesi olamaz. Zaten
Muaviye’nin şura isteği, kendisinden sonra oğlu Yezid’i veliaht tayin etmesi
ile samimiyetsizliğinin adeta bir göstergesi olmuştur.
İbn Teymiyye
Hz. Ali’nin savaşı başlattığını iddia edenlere karşı çıkmış, Ali’nin karşısında
yer alanların ona itaati ve biatı reddettmek suretiyle bu savaşı kaçınılmaz
kıldıklarını ifade etmiştir.[518] İbn teymiyye devamla Hz.
Ali’ye biat edilmesi gerektiğini, çünkü aynı anda iki halifenin olmayacağı
kanaatini de paylaşmıştır.[519]
Muaviye’nin
Hz. Ali den Hz. Osman’ın katilini istediğini belirten İbn Teymiyye, bu talebin
gerekçesi olarak Muaviye’nin Hz. Osman’ın hem amcasının oğlu hem de dostu
olduğunu ileri sürmüştür. İbn teymiyye Osman’ın diğer akrabalarının da Hz.
Ali’den Osman’ın katilini istediklerini ifade etmektedir.[520]
İbn Teymiyye,
Hz. Ali ile ilgili suçlamaların üç türlü olduğunu ve bunlardan bir kısmının,
Hz. Ali’nin Hz. Osman’ın kanına dâhil olduğunu; diğer bir kısmın Hz. Ali’nin bu
olayın gerçekleşmesi için emir vermiş olduğunu; son suçlamanın ise Hz. Ali’nin
onun ölümüne razı olduğunu ve sevindiği yönündeki iddilardır. Bu iddialara
cevap veren İbn Teymiyye, bütün bunların yalan ve iftiradan ibaret iddialar
olduğunu, “Hz. Ali için bu kana ne bulaşmıştır ne bu olayın gerçekleşmesi için
bir emir vermiştir ne de rıza göstermiştir” ifadeleriyle Hz. Ali’yi savunmuş,
Hz. Ali den rivayetler naklederek bu görüşünü desteklemiştir. Bu rivayetlerden
birinde Hz. Ali şöyle demiştir: “Vallahi ben Osman’ı ne öldürdüm ne de buna
yardım ettim”. “Allahım Osman’ın katiline karada, denizde, dağda, ovada lanet
etsin.”[521]
Son olarak İbn
Teymiyye, Hz. Ali taraftarlarının çoğunluğunun Hz Osman’a sövdüklerini, Hz.
Osman taraftarlarının çoğunun da Hz. Ali’ye sövdüğünü, Ehl-i Sünnet’in Hz.
Osman ile Hz. Ali’yi bir tuttuğunu belirterek, Ehl-i Sünnete göre ikisinin de
cennet ile müjdelendiğini söylemiştir.[522]
Hakem olayı ile ilgili İbn Teymiyye: “Şayet onlar birer
müçtehid olarak bu davranışlarında bir içtihattan hareket etmişlerse; müçtehid
ictihatında isabet ederse iki ecre nail olur; yanılırsa bir ecir alır ve
yanılgısı Allah tarafından bağışlanır.”[523] demiştir. Apak, İbn Teymiyye’nin bu konuya fıkhî bir bakış
açısıyla yaklaştığını belirterek, bu tür olayların sevap-günah boyutundan
çıkarılması gerektiği görüşünü ileri sürmektedir.[524]
Hz.
Hasan’ın Zehirlenmesi
Hz. Hasan’ın
hicri 40. yılında hilafeti devrederek Müslümanlar arasında birliğin oluşmasına
vesile olduğunu belirten İbn Teymiyye, Hz. Hasan’ın bu davranışının hem Müslümanlar
tarafından hem de peygamber tarafından övüldüğünü belirtir ve şu hadisi
aktarır:[525] '“Benim bu oğlum seyyiddir
ve Allah kendisi sebebiyle Müslümanlardan büyük iki topluluğu barıştıracaktır”
.[526]
Hz.
Hasan’ın ölümü ile ilgili konuşan İbn Teymiyye, Hz. Hasan’ın apaçık bir şekilde
zehirlenerek öldürüldüğünü, söylentilerin göre bu zehirleme eyleminin Hasan’ın
hanımı tarafından gerçekleştirildiğini ifade etmiştir.
Muaviye’nin Hz. Hasan’ı
zehirlediğine dair iddialarla ilgili olarak da İbn Teymiyye, bu sözlerin bir
delile dayanmadığını, bu iddiayı destekleyecek bir rivayetin bulunmadığını
belirtir. İbn Teymiyye, Hz. Hasan’ın Medine’de Muaviye’nin ise Şam’da
olduğunu ileri sürerek Muaviye’nin böyle bir şeyi yapmasının imkân dahilinde
olmadığı kanaatindedir. Muaviye ile ilgili insanların söylediklerinin ise
zandan ibaret olduğunu ifade eden İbn Teymiyye, insanların şu iddiaları ileri
sürdüğünü aktarır:
Muaviye, Hz. Hasan’ın hanımına onu zehirlemesi için
emretti, o da bunu yerine getirdi.
Başka bir görüşe göre hanımı başka sebeplerden ötürü onu
zehirledi.
Bir diğer görüşe göre ise, Hz. Hasan’ın kayınpederi Eşas
b. Kays bunu emretti ve kızı da bu emri yerine getirdi.
İbn Teymiyye
tüm bunların apaçık bir zandan ibaret olduğunu, zannın da günah olduğunu şu
hadisi delil göstererek eleştiride bulunur: “ Zandan sakınınız. Şüphesiz ki
zan sözlerin en yalanıdır” .[527]
Eşas b. Kays’ın böyle bir emri vermesinin mümkün olmadığını
belirten İbn Teymiyye, gerekçe olarak da Eşas b. Kays’ın Hz. Hasan’dan 10 yıl
önce ölmüş olduğunu hatırlatır. İbn Teymiyye’ye göre net bir gerçek vardır; o
da Hz. Hasan’ın zehirlenme sonucu öldüğünün açık ve net olduğu gerçeğidir.[528]
Hz.
Hüseyin’in Şehit Edilmesi
Irak halkının
Hz. Hüseyin’e sürekli olarak mektuplar yazıp kendisini destekleyeceklerinin
sözünü vererek onu Irak’a davet ettiğini belirten İbn Teymiyye, Abdullah b.
Ömer, İbn Abbas gibi şahsiyetlerin kendisini bundan vazgeçirmeye çalıştığını,
ancak başarılı olamadıklarını ifade eder.[529]
Hz. Hüseyin’in savaşmak gibi bir niyetinin olmadığının altına çizen İbn
Teymiyye, Irak ehlinin kendisine itaat edeceğini sandığı için oraya gittiğini
belirtir. Hz. Hüseyin’in insanların kendisini terk ettiğini görünce Medine’ye
geri dönmek istediğini, ancak zâlimlerin buna izin vermediğini söyleyen İbn
Teymiyye, onu esir alma istekleri üzerine çıkan savaşta mazlum bir şekilde
hicri 61. yılında Kerbela’da şehit edildiğini ifade etmektedir. İbn Teymiyye
onu öldüren ve buna rıza gösterenlere lanet etmiştir.[530]
Yezid’in Hz. Hüseyin’in öldürülmesi
ile ilgili bir emrinin olmadığını savunan İbn Teymiyye, Yezid, Hz. Hüseyin’in
Şam’a getirilmesini istemiştir. O’nun öldürülmesini isteyen Şimr’dir.
Hz. Hüseyin şehit edildikten sonra Hz. Hüseyin’nin yakınlarının ve eşyalarının
Yezid’e götürüldüğünü ifade eden İbn Teymiyye, Yezid’in bunu yapanları
kınadığını ve Ubeydullah b. Ziyad’a lanet okuduğunu belirtmiştir.[531]
Görüşlerinin
rivayetlere dayandığını belirten İbn Teymiyye, Yezid’in Hz. Hüseyin’in yakınlarına iyi davrandığını,
onları Medine’ye dönüp dönmeme konusunda muhayyer kıldığını, onların da
Medine’ye dönmeyi tercih ettiğini söylemiştir. Bunun devamında Yezid b.
Muaviye’nin bu fiilleri işleyenleri cezalandırmadığını, tam tersine saltanatını
korumak için Hz. Hüseyin’in taraftarlarını öldürttüğünü belirtmiştir. Yezid’in
Hz. Hüseyin’in öldürülmesi üzerine bazı beyitler söylediği de rivayet
edilmiştir. İbn Teymiyye bu durumu, rivayetlerin doğru olması halinde, küfür
olarak görmektedir.
“O yüklü
develer göründüğünde ve o başlar cirun tepelerinde yükseldiğinde Karga öttü
ister öt ister ötme dedim. Peygamber ’den alacağımı aldım:“''
Hz. Hüseyin’iin kafasının nereye
götürüldüğü ile ilgili rivayetlere değinen İbn Teymiyye, onun Şam’a
götürüldüğüne dair sağlam bir rivayetin olmadığını, Ubeydullah b. Ziyad’a
gönderildiği ile ilgili rivayetlerin gerçeğe daha yakın olduğunu belirtir.
Hz. Hüseyin’in başının
Mısır’da gömüldüğü ile ilgili rivayetlerin yanlış olduğunu belirten İbn
Teymiyye, Zübeyr b. Bekkar’ın rivayetinin daha güvenilir olduğunu ve Hz.
Hüseyin’in başının Medine’de gömülü olduğunu ifade eder.[532] [533]
Hz. Hüseyin’in
şehit edilmesi ile Allah tarafından yüceltildiğini ve Allah’ın Onun ve onun
birlikte şehit olanların derecelerini yükselttiğini, onu öldüren ve
öldürülmesine göz yumanların alçaltıldığını belirten İbn Teymiyye, bu olayın
büyük bir musibet olduğunu, musibetlere karşı nasıl davranılması gerektiği ile
ilgili bazı ayet ve hadisleri aktarmıştır:[534]
“Andolsun
ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek
deneriz. Sabredenleri müjdele. Onlar; başlarına bir musibet gelince, “Biz
şüphesiz (her şeyimizle) Allah ’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” derler.
işte Rableri katından rahmet ve merhamet onlaradır. Doğru yola ulaştırılmış
olanlar da işte bunlardır .”[535]
“Başına bir
musibet geldiğinde: ‘biz Allah içiniz ve yine O’na dönücüyüz.’ Allah ’ım bu
musibet sebebiyle beni mükâfatlandır, onun yerine bana daha iyisini ver diyen
hiçbir Müslüman yoktur ki Allah onu mükafâtlandırmasın ve musibetini hayırlı
bir işe çevirmesin”.[536]
“Başına bir
musibet gelmiş bir Müslümanın musibeti söz konusu edildiğinde - ‘ Biz Allah
için varız ve biz ona dönücüyüz.’ Diyen hiçbir Müslüman yoktur ki Allah ona, o
musibeti vukû bulduğu günkü mükâfatı vermesin”53
“Üstünü,
başını yolan ve cahiliyye çağrısıyla çağıran bizden değildir”.53
Hz. Hüseyin’in
bu hurûcunun ne dini ne de dünyevi bir maslahat için olmadığını ifade eden İbn
Teymiyye, hurûcun peygamber torununun bir zâlim tarafından öldürülmesine sebep
olduğunu söylemiştir. “Eğer kendi şehrinden çıkmasaydı bu musibetler
yaşanmayacaktı” diyerek onun bu kararını isabetsiz bulmuştur. Onun hurûcunun
şerri daha da artırdığını dile getiren İbn Teymiyye, “Hz. Osman’ın katli nasıl
Müslümanlar arasında fitneye sebep olmuşsa, Hz. Hüseyin’in öldürülüşü de
Müslümanlar arasında aynı şekilde fitneye sebep olmuştur.” şeklinde ifade de
bulunmuştur. Hz. Hüseyin’in çıkmamasın daha iyi olacağını ifade eden İbn
Teymiyye, Hz. Peygamber’in imamların zulmüne karşı sabırlı olunmasını
istediğini belirtmiştir.[537] [538]
[539] İbn Teymiyye, Hz. Hüseyin’in yakınlarının Mısır’a götürüldükten
sonra öldürüldüğüne dair rivayetlerin yalan ve iftiradan ibaret olduğu
kanaatindedir.[540]
İbn Teymiyye,
Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi ile insanların üç gruba ayrıldığını söyler.
“Birinci grubun onun cemaati bölmeye çalıştığını bundan dolayı ölümüne hak gözüyle
baktığını; ikinci grubun onu imam olarak gördüğünü ve ona itaati iman esası
olarak gördüklerini; üçüncü grup ise Ehl-i Sünnet olup onlar bu konuda çok
konuşmazlar. Sadece şunu derler: o mazlum bir şekilde şehit edildi.”[541]
Bu görüşlere
cevap veren İbn Teymiyye, onları çütütmeye çalışır. Buna göre birinci grubun
görüşü tutarsızıdır, zira Ehl-i Sünnet ittifakıyla hurûç Hz. Hüseyin’e farz
değildi. Onun niyeti cemaati de bölmek değildi ve dolayısyla o, zâlimler
tarafından haksız yere öldürülmüştür. İkinci grubun iddiasına değinen İbn
Teymiyye, bunların görüşlerini birçok yönden geçersiz olduğunu, Hz. Ali
örneğinden hareketle cevaplandırır. Zira Hz. Ali kendisi
ile savaşan kimseyi tekfir etmemiştir. Kendisiyle savaşanlara Müslüman hükmüyle
hükmetmiştir.[542]
YEZİD
İbn Teymiyye,
ilim ehlinin Yezid b. Muaviye’nin ölüm emrini vermediği konusunda ittifak
içinde olduklarını belirtir. O, Hz. Hüseyin’in Irak’a girişini engellemek
amacıyla Ubeydullah b. Ziyad’ı görevlendirmiştir. Yezid, Hz. Hüseyin’in Şam’a
getirilmesini istemiştir. O’nun öldürülmesini isteyen Şimr’dir. Hz. Hüseyin’in
olaylar başlamadan önce Medine’ye dönmek istediğini belirten İbn Teymiyye,
ancak karşı tarafın kendisini esir almak istediklerini belirtmeleri üzerine
savaş başlamış ve Hz. Hüseyin ve akrabalarından bir grup şehit edilmiştir. Daha
sonra Hz. Hüseyin’nin yakınlarının ve eşyalarının Yezid’e götürüldüğünü ifade
eden İbn Teymiyye, Yezid’in
bunu yapanları kınadığını ve Ubeydullah b. Ziyad’a lanet okuduğunu
belirtmiştir.[543]
Yezid’in bu olaylardan dolayı ağladığına dair rivayetlerin varlığına
işaret eden İbn Teymiyye, bu olaya karışanlara kısas yapılmadığını da ifade
etmiştir.[544]
Yezid’in
Ubeydullah b. Ziyad’ı eleştirip lanet ettiği rivayet edilir. Ancak Apak’a göre
onun Ubeydullah b. Ziyad’a herhangi bir yaptırımda bulunmamış olması, onun
gerçekten üzüldüğünü aktaran rivayetlere gölge düşürmektedir. Bu konuda
devletin başında yer alan Yezid’in baş sorumlu olarak kabul edilmesi gerekirdi.
Bunun yanında Hz. Hüseyin’in de herhangi bir önlem almadan az sayıda kişi ile
yola çıkmasının da hata olarak kabul edilmesi gerekir.[545]
İbn
Teymiyye, Hz Hüseyin’in öldürülmesinin büyük bir musibet olduğunu, bunu
yapanların misliyle cezalandırılması gerektiğini belirtmiştir. Onlardan birine
lanet okumak salih kimselerin yapabileceği bir hareket değildir. Onlardan
herhangi birinin daha sonra tevbe etme ihtimalinin göz önünde bulundurulması
gerekir.[546]
İbn Teymiyye, bu konuda dikkatli olmamız gerektiğini belirtir ve hadis örneğini
verir: “Kostantiniyye ’ye sefer giden ilk ordunun günahları bağışlanmıştır.[547] Bu ordunun komutanı Yezid b.
Muaviye’dir. Ebû Eyyub el-Ensarî bu savaşta vefat etmiştir.[548]
İbn Teymiyye,
Müslümanlar arasında Yezid’in dini konumu ile ilgili üç farklı görüşün olduğunu
İfade eder:
Rafızîler, Yezidi tekfir ederler. İbn Teymiyye, Hz. Ebu
Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ı bile tekfir edenlerin Yezid’i tekfir etmelerinin
çok daha kolay olduğunu belirtir.
Yezidiler
ki, Yezid’i iyi bir imam ve salih bir insan sanarlar.
Ehl-i Sünnettir ki, o Müslümanların sultanlarından olup
iyilikleri olduğu gibi, kötülükleri de vardır. Hz. Osman zamanında doğmuştur.
Kendisine kâfirdir diyemeyiz. Hz. Hüseyin’in şehit edilmesinde sorumludur.
AŞURE GÜNÜ
İbn Teymiyye,
Hz. Hüseyin’in şehit edilmesiyle şeytanın insanların arasına iki bid‘at koyduğunu
söyleyerek, bunların hüzün bid‘at’ı ve Hz. Nuh’un Aşure günüdür. Onlar, Aşure
günü insanların kendilerini tokatlama, çığlık atma, susuzluk, mersiye söyleme,
selefe sövme, kendi vücutlarına ve hayvanlara işkence yapmaya başlamışlardır.
Aşure günü ile ilgili aslı olmayan hadisler uydurmuşlardır.[549]
İbn Teymiyye,
Ehl-i Sünnet ehlinden bazı kişilerin de bugün ile ilgili bazı mevzû haberleri
rivayet ettiklerini söylemiştir. Örnek olarak “Kim Aşure günü yıkanırsa o
yıl hastalanmaz ve kim gözlerine sürme çekerse o yıl gözünden rahatsız olmaz”
gibi hadislerin mevzu olduklarına dair ilim ehlinin icma ettiğini belirtir. O,
Hz. Peygamber ve dört Raşid halifelerden böyle bir uygulamanın bize
ulaşmadığını belirtmektedir.[550]
İbn
Teymiyye’ye göre, Aşure gününü kutlayan gruplardan bir kısmı, hüzün ve yas
niyetiyle cehalet ehlinin yapabileceği bazı uygulamalarda bulunmuşlardır. Hatta
bayram niyetine elbiselerini ve yiyeceklerini dağıtanlar dahi olmuştur.[551]
Hz. Hüseyin’in
katledildiği günü bayram ilan etmek için bazı yalanlar uydurulduğunu ifade eden
İbn Teymiyye, bununla yetinmeyip bu grupların mevzu rivayetler uydurmaya
başladıklarını söyler. Bazı olayların o gün meydana geldiğine dair rivayetler:
Hz. Yusuf’un gömleğinin Hz. Yakub’a ulaşması, Hz. Eyyub’un iyileşmesi, Hz. İsmail’in
kurbanı vb. bu hadisin mevzu olduğunu İbn Cezviye’ye dayanarak söylemiştir.[552]
Ayrıca
muhaddislere göre Aşure orucu ile ilgili rivayetlerin mevzû olduğunu belirten
İbn Teymiyye, Aşure ile ilgili bütün rivayetlerin aynı durumda olduğu
kanaatindedir.[553]
SONUÇ
İbn Teymiyye
(ö. 728/1328), Abbasî devletinin Moğollar tarafından ortadan kaldırıldığı,
İslam coğrafyasının siyasi olarak otoriteden yoksun olduğu, iç savaşların
cereyan ettiği, Moğollar ve Haçlı seferlerinin yaşandığı, mezhepler arasında
çatışmaların görüldüğü bir dönemde yaşamıştır. O, ilmî ve fikri alanlarda
mücadeleci bir kişiliğe sahiptir. Verdiği fetvalardan ötürü hapis cezaları ile
cezalandırılan İbn Teymiyye, hayatını da hapiste yitirmiştir.
Babası ve
dedesi âlim olan İbn Teymiyye bu sayede küçük yaşlardan itibaren ilim öğrenmeye
başlamış, birçok görüş hakkında reddiyeler yazmıştır. Kendisi ile ilgili lehte
ve aleyhte çok sayıda yazı yazılmıştır. Ahmed b. Hanbel’den sonra selefi
düşüncenin en önemli siması olarak kabul edilen İbn Teymiyye, Kur’an ve
Sünnet’e aykırı olan herşeyi bid‘at olarak kabul etmiştir. Bu doğrultuda birçok
kesim tarafından eleştirilmiştir. İbn Teymiyye Şiîlerin Ehl-i Beyt
tasavvurunu da sert bir şekilde eleştirmiştir. Çalışmamızda konu olarak ele
aldığımız Ehl-i Beyt kavramı da İbn Teymiyye’nin Şiîlerin kavram
hakkındaki tasavvuruna yönelik yaptığı eleştiri başlıklarından bir tanesidir.
Ehl-i Beyt
kavramı köken olarak Cahiliyye dönemine kadar uzanan bir geçmişe sahiptir.
Kâbe’nin hizmetkârlığını yapanlar için kullanılan bu kavram, ‘Ehlu’-Beyt’ veya
‘Ehlu’l-Buyutat’ olarak kullanılmıştır. Kavram İslamî dönem ile birlikte yeni
anlam yüklemesi sonucu Hz. Peygamber’in ailesi için kullanılmaya başlanmıştır.
Nitekim Kur’an ve Hadislerde konu ile alakalı kullanımlar söz konusu olmuştur.
Ehl-i Beyt
kavramının ne anlama geldiği, kapsamı İslam düşünce tarihinde her zaman
tartışma konularından biri olmuştur. Bazı gruplar kavramın içine bütün İslam
ümmetini, bazıları bütün Kureyşi, kimileri Hâşimoğullarını, kimileri Hz.
Peygamber’in bütün ailesini, diğer bir kısım ise sadece Hz. Ali, Hz. Fatıma,
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i dâhil etmiştir. Kavram çerçevesi bazen
daraltılmış, bazen olabildiğince genişletilmiştir. Kavramın anlamlandırılması
toplumun içinde bulunduğu sosyo-politik duruma göre değişiklik göstermiştir.
Konu çoğu zaman Müslümanlar arasında temel ihtilaf sebebi olmuştur.
Hz.
Peygamber’in vefatından sonra cereyan eden siyasi olaylar daha sonraki dönemde
Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilmesi ile birlikte farklı bir boyuta taşınan
Ehl-i Beyt kavramı, özellikle intikam almak isteyenlerin “Ehl-i Beyt’in
kanını talep” gibi sloganlara dönüştürülmüştür. Burada dikkat edilmesi gereken
husus, bu olaydan sonra Ehl-i Beyt kavramının Hz. Ali ve evlâdı
etrafında anlamlandırılmaya başladığıdır.
Kavramın ayet
ve hadislerde yer alması bazıları trafından bir fazilet olarak görülmekte iken,
bazıları ise bunun bir dua ve temenniden ibaret olduğunu, özel bir anlama
gelmediğini ifade etmiştir. İbn Teymiyye de bunun bir ayrıcalık ifade etmediği
kanaatindedir. Bize göre de ayet ve hadislerdeki kullanımlar bir özellikten
ziyade birer dua ve temmenniden ibarettir. Hz. Peygamber döneminde kavramın
muhtevası ile ilgili herhangi bir tartışmanın olmaması, kavramın sadece sözlük
anlamıyla ilgili bir kabule mazhar olduğunu destekler niteliktedir. Nitekim
kabilecilik ile uğraşmış, asıl üstünlüğün takvaya dayalı olduğunu savunan bir
peygamberin, kendi neslinden bile olsa, bazı insanlara ayrıcalık ve konum
tanıması düşünülemez.
Biz bu
çalışmamızda Ehl-i Beyt kavramı üzerinde genel görüşleri verdikten sonra
özel de İbn Teymiyye’nin Ehl-i Beyte bakışını ele almaya çalıştık.
Tespitimize göre İbn Teymiyye, Ehl-i Beyt kavramının Şiîlerce manuple
edildiği kanaatindedir. Bu nedenle eleştirilerinde oldukça sert bir tavır
takınmıştır.
İbn Teymiyye, Ehl-i
Beyt kavramını sözlükten hareketle tanımlamak yerine, defacto bir durum
olarak görerek onun toplumdaki karşılığını, önemine dikkat çekmeye çalışmıştır.
Bu bağlamda O, Şia’nın kavram üzerinden kendine özel meşruiyet alanı açmasını
kabul etmemiş, Ehl-i Sünnet perspektifinde olduğu gibi kavramın bir ayrıcalık
değil, Hz. Peygamber’in merkezde olduğu bir durum tespiti olarak
değerlendirmiştir. Bu nedenle Şia’nın kavramı dar bir çerçeveye indirgemesi,
kavramın sözlük ve kültür parametrelerinden hareketle yapılan tanımlarla
çelişiklik arz etmesi kaçınılmazdır. Zira bu çabada merkez nokta Hz. Peygamber
değil, Hz. Ali ve evlâdıdır.
Görebildiğimiz
kadarıyla İbn Teymiyye, Şia’nın bu kavramı sahiplenip kendine mal etmesine
engel olabilmek için meseleyi, Hz. Peygamber ve Sahabîlerin Hz. Peygamber ile
ilişkisi üzerinden okumaktadır. En temelde İbn Teymiyye’nin, kavramın meşruiyet
alanını oluşturarak Müslüman cemaatinden ayrı ve özerk bir yapı kurma
çabalarına karşı çıktığını söyleyebiliriz.
Akoğlu, Muharrem, Mihne sürecindeMu’tezile, İz
Yayıncılık, İstanbul 2006.
Apak, Adem, Anahatlarıyla İslam Tarihi, Ensar Kitap,
İstanbul 2012, I-IV.
Apak, Adem, Asabiyet ve Erken Dönem İslam Tarihindeki
Etkileri, İstanbul 2004.
Begavî, Hüseyn
bin Mes’ûd bin Muhammed (436/1044), Meâlimu’t-tenzîl, Daru’l- Marife,
Beyrut 1992.
Belâzûrî,
Ahmed b. Yahyâ b. Câbir (279/892), Ensâbu’l-Eşraf, (Nşr.: Durî), Jarusalem,
1936.
Buharî, Ebû
Abdullah İbn Muhammed Ebi’l-Hasan İsmail b. İbrahim (256/870), Câmiu’s-Sahih,
(Nşr.: Ş. Kurt), İstanbul 1981.
Câbirî,
Muhammed Âbid (2010), İslam’da Siyasal Akıl, (Çev.: Vecdi Akyüz),
Kitapevi, İstanbul 1997.
Darimî, Ebu
Muhammed Abdullah b. Abdirrahaman, Reddu’l-İmam, Daru’Kütübi’l- İlmiyye,
Beyrut 1358.
Darimî, Ebu
Muhammed Abdullah b. Abdirrahaman, Sünen-i Darimî, (Tercüme ve Tahkik:
Abdullah, Aydınlı), Madve yayınları, İstanbul 1994.
Demircan,
Adnan, “Arap Siyasi Geleneğinin Ehl-i Beyt tamlamasının Kavramlaşma Sürecine
Etkisi”, Marife, 4 (3). Konya 2004, s.7-36.
Dölek,
Adem, “Sekaleyn Hadisi Değerlendirmesi”, Marife, 4 (3). Konya 2004,
s.149-
173
Duman, M.
Zeki, “Kur’an-ı Kerim’de Ehl-i Beyt”, Marife, 4 (3). Konya 2004, s.7-36.
Duman, M.
Zeki, “Tefsir’in Temel ilkeleri Çerçevesinde Kur'ân-ı Kerim’de Ehl-i
Beyt."
Marife,
4 (3). Konya 2004, s.7-36.
Ebû Dâvûd, Süleyman b. el-Eş‘as (275/888), es-Sünen,
İstanbul 1981.
Ebû Ya‘lâ, Kadı Ebü’l-Hüseyn Muhammed, Tabakâtu’l-Henâbile,
Riyad 1990.
Ebu Zehra,
Muhammed (1974), imam İbn Teymiyye, (Çev.: Nusreddin Bolelli, Vecdi
Akyüz, Adil Bebek, Mehmet Erdoğan, Veli Kayhan), İslamoğlu Yay., İstanbul 1988.
Fevzi, Ömer
Faruk, “Ehl-i Beyt Kavramı Üzerine’’, (çev. M. Bahaüddin Varol), SÜİFD, 9(1999),
Hatipoğlu, M.
Said, “Hilafetin Kureyşiliği”, AÜİFD, XXIII, 1978.
Hillî,
Cemaluddin Hasan b. Yusuf b. Ali İbnü’l Mutahhar, Minhâcu’l-Kerâme Fî
Marifeti’l-İmame, Kahire 1989.
İbn Abdülhâdî,
Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed, el-Ukûdü’d-dürriyye fî menâkıbi Şeyhi’l-İslâm
Ahmed b. Teymiyye, (Thk.: Muhammed Hamid el-Fıkî, Dâru’l-
kütübi’l-ilmiyye), Beyrut.
İbn Enes,
Mâlik (179/795), Mavalla'. İstanbul 1981.
İbn Esir,
İzzeddin Eb’u-Hasen Ali b. Muhammed (630/1233), el- Kâmil fi’t-Tarih, Beyrut
1997.
İbn Hanbel, Abdullah
b. Muhammed (241/855), el-Müsned, İstanbul 1981.
İbn Hanbel,
Abdullah b. Muhammed (241/855), Kitabu’z-Zühd, Dâru’l-Kütübi’l- İlmiyye, Beyrut
1983.
İbn Kesîr,
İmadettin İsmail bin Ömer (774/1372), Tefsiru’l- Kur’ani’l Azim, Daru’l
Kahraman, İstanbul 1985.
İbn Kesir,
İmadettin İsmail bin Ömer (774/1372), el-Bidaye ve’n-Nihaye, (Thk.:
Abdullah İbn Abdülmuhsin et-Türkî), Hicr yay., Beyrut.
İbn Mâce, Ebû
Abdillâh b. Muhammed b. Yezîd el- Kazvinî (275/888), es-Sünen, İstanbul
1981.
İbn Manzur,
Ebû’l-Fazl Muhammed b. Mukerrem (771/1311), Lisanu’l- Arab,
Darul Kutubil
İlmiyye, Beyrut 1990.
İbn Teymiyye,
Ebu’l-Abbas Takiyyüddün Ahmed b. Abdülhâlim (728/1328), Kalp Amelleri.
(Çev.: İbrahim SARMIŞ), Guraba Yayınları, İstanbul 2004.
İbn Teymiyye,
Ebu’l-Abbas Takiyyüddün Ahmed b. Abdülhâlim (728/1328), Mecmuanı fetâvâ li
İbn Teymiyye I-XXXVIII, (thk., Âmir el-Cezzâz , enver el- Bâz),
Dâru’l-vefâ - Dâru İbn Hazm, Beyrut 2011.
İbn Teymiyye,
Ebu’l-Abbâs Taküyiddin aAhmed b. Abdülhâlim (728/1328), Minhâcü’s
-sünneti’n-nebeviyye fî nakdi kelami’ş-Şiya‘i ve’l-Kaderiyye I-VIII,
Müessesetü Kurtuba, Kahire 1989.
İbn Teymiyye,
Ebu’l-Abbâs Taküyiddin aAhmed b. Abdülhâlim (728/1328), es-
Siyasetü''ş-Şeriyye, (Çev.: Vecdi AKYÜZ), Dergâh Yay. İstanbul 1985.
İğde,
Muhyettin, “Siyasi-itikadi bir mezhep olarak Hanbeliliğin teşekkül süreci”, M.Ü'
İlahiyat Fakültesi Vakfı (İFAV), İstanbul 2016.
İsfehânî, Râgıb (502/1108), Müfredât, İstanbul 1984.
İslam Ansiklopedisi, “Ehlülbeyt”, Milli Eğitim
Basımevi, İstanbul 1977, X, 498.
İşcan, M.
Zeki, Selfilik (İslâmî köktenciliğin Tarihi Temelleri), Kitap Yayınevi,
İstanbul 2006.
Karabiber,
Namık Kemal, Ehl-i Beyt Tasavvuru ve Erken Dönemdeki Yansımaları (Hicri I.
ve II. Asır, () Ankara 2007.
Karmuşi Ömer
b. Salih, Ehl-i Beyt ‘İnde Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye, Merkez-i Dirâsâti
ve’l Buhûs, 2013 Cidde.
Kılıç, Rüya,
“XIX. Yüzyılda İbnü’l-Arabî ve Vahdet-i Vücud Tartışmaları: Geleneğin Devamı mı
Yeni Bir Başlangıç mı?”, Türk Kültürü, 2009.
Koca, Ferhat,
“İbn Teymiyye, Takıyyüddin", DİA İstanbul 1999.
Kufî, Furat b.
İbrahim (310/922), Tefsir’i Furat el-Kufî, Kum 1410.
Kummî,
Muhammed b. Hasan (329/941), Şiî İmamiyyenin İnanç Esasları, (Çev.: E.R.
Fığlalı), Ankara 1978.
Kummî,
Muhammed b. Hasan (329/941), Tefsiru ’l-Kummî, Kum 2005.
Kurtûbî, Ebû
Abdillah Muhammed b. Ahmed b. Ebî Bekr b. Ferh (671/1273), el-
Camiu’lLiAhkami’lKur’an, Buruc Yayınları, Kahire 1967.
Kutlu, Sönmez,
“Ehl-i Beyt Sembolik Kapitalinin Tarihi Süreç içerisindeSemerelendirilmesi”, Islâmiyât,
3 (3), Ankara 2000, s. 99-120.
Küleynî, Ebû
Cafer Muhammed b. Ya‘kub b. İshâk er-Râzî (329/941), el- Usûl mine ’ l-
Kâfî, Beyrut 1401.
Mevdûdî,
Seyyid Ebu'l Âlâ (1979), Tefhimu’lKur’an, (Çev.: Dr. Ahmed Asrar), Temel
Matbaacılık, İstanbul 1997.
Müslim,
Ebû’l-Huseyn Muslim ibn Haccâc el-Kuşeyri (261/875), el-Câmiu’s-Sahîh, İstanbul
1981.
Mukatil b.
Süleyman (150/767), Tefsiru Mukatil b. Süleyman, (Thk.: Ahmed Ferid),
Daru’l Kütübi’l İlmiyye, Beyrut 2003.
Nesaî, Ebû Abdurrâhman Ahmed ibn Ahmed (303/915), es-Sünen,
İstanbul 1981.
Nîsâbûrî, Ebû
Abdullah Muhammed b. Abdullah Hâkim (ö. 405/1014), el-Müstedrek
ale''s-Sahîhaynfi”l-hadîs, Dâru"l-Kütübi"l-İlmiyye, Haydarâbâd
1915.
Okumuş, Mesut,
"Şiî ve Sünnî Müfessirlerin Ehl-i Beyt’le ilgili Bazı Ayetlere
Yaklaşımları Üzerine", Marife, Ehl-i Beyt Özel Sayısı, 4 (3), Konya
2004.
Onat, Hasan, “Şiîliğin Doğuşu Meselesi”, AÜIFD,
XXXVI, 1997.
Öz, Mustafa, “Ehl-i Beyt”, DlA, İstanbul 1994.
Özdeş, Talip, Maturidînin Tefsir Anlayışı, İnsan
Yayınları, İstanbul 2003.
Özgüdenli, Osman Gazi “Moğollar”, DlA, İstanbul 2010.
Öztürk, Mustafa, “Şiî ve Sünnî Müfessirlere Göre Ehl-i
Beyt”, Marife, Ehl-i Beyt Özel Sayısı, 4 (3), Konya 2004, s.7-36.
Özvarlı, M. Sait, “Selefilik” DİA, İstanbul 2010.
Razî, Fahruddîn Muhammed İbn Ömer el-Hatîb (606/1209),
Mefatihu’l Gayb, Daru’l Fikr, Beyrut 1994.
Sa‘lebî, Ebû İshâk Ahmed b. Muhammed b. İbrâhîm (427/1035),
el-Cevâhiru’l- Hisân Fî Tefsîrî’l-Kur’an, Beyrut.
Sharon, Moshe, “Ehl-i Beyt -Ev Halkı-“, (Çev.:
Cem Zorlu), Marife, Ehl-i Beyt Özel Sayısı, 4 (3), 2004 Konya 2004.
Söylemez, M.
Mahfuz, Mihne Süreci ve İslâmî İlimlere Etkisi,
Ankara Okulu Yayınları,
Ankara 2012.
Süleym, Ebû
Sâdık Süleym b. Kays el-Hilâlî el-Kûfî, Kitâbu Süleym, I-III, Thk. Muhammed
Bâkır elEnsârî ez-Zencânî, Dalîle Mâ, Kum.
Şahin, Hanifi,
“İbn Teymiyye Düşüncesinde Siyasi Kavramlar” The Journal of Academic Social
Science Studies, 2013.
Şahin, Hanifi, İbn Teymiyye ’nin Siyaset Anlayışı, 2013, s.
615-638.
Şahin, Hanifi, İlhanlılar Dönemimde Şiîlik, Ötüken
yay., İstanbul 2010.
Şeşen, Ramazan, “Harran”, DİA, c. XVI, İstanbul
1997.
Tabâtabâî, Seyyid Muhammed Hüseyn, el-M’izanfi
Tefsiri’l-Kur’an, Beyrut 1973.
Taberânî
Ebü’l-Kâsım Müsnidü’d-dünyâ Süleymân b. Ahmed b. Eyyûb, (ö. 360/971) el-Mu'cemu's-Sağir,
Beyrut 1983.
Taberî, Muhammed
b. Cerir (310/922), el-Cami‘u’l-Beyan an Te’vili Ayi’l- Kur’an, Dâru"l-Meârif,
Mısır 1969.
Taberî, Ebû
Cafer Muhammed b. Cerir (310/922), Tarihu’Ümem ve’l-Mülûk, Daru’s-
Süveydân, Kahire 1939.
Tabersî, Şeyh
Ebu Ali el-Fadl b. Hasen (548/1154), Cevamiu’l-Camî, Müessesetun Neşr’l
İslâmî, Kum 2000.
Tabersî, Şeyh
Ebu Ali el-Fadl b. Hasen (548/1154), el-İhticâc, Necef 1966.
Tabressî,
Şeyh Ebu Ali el-Fadl b. Hasen (548/1154), Mecmau’l-Beyan Fî Tefsiri’l-
Kur’an,
Beyrut 1986.
Tirmizî, Ebû
Îsâ Muhammed ibn Îsâ (279/892), es-Sunen, İstanbul 1981.
Tomar. Cengiz
“Şam”, DİA, İstanbul 2010.
Tunçbilek, H.
Hüseyin, “Muhyiddin İbn Arabî’de Vahdet-i Vücûd Telâkkisi”, Harran
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2008.
Tusî, Ebû
Cafer Nasîrüddîn Muhammed b. Muhammed b. el-Hasen (672/1274) et-
Tıbyanu’l-Câmî li Ulumi’l Kur’an, (thk. Ahmed Habib el-Amilî), Daru İhyau’t
Turasil Arabî, Beyrut.
Uludağ, Süleyman, İbn Teymiyye Külliyatı, (Trc.:
Komisyon), Tevhid Yayınları, İstanbul 1986.
Uludağ, Süleyman, “Âl-i Abâ”, DİA, İstanbul 1989.
Uyar, Gülgün, Siyasî ve İçtimaî Hayatta Ali-Fâtıma Evlâdı
(260/873’e Kadar) (Yayınlanmış Doktora Tezi), İstanbul 2003.
Varol, Bahaüddin, “Ehl-i Beyt-Kavramsal Boyut, Marife, Ehl-i
Beyt Özel Sayısı”, 4 (3) Konya 2004, s.7-36.
Yazır, Elmaılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili,
Eser Neşriyat, İstanbul 1971.
Yiğit, “Memlükler”, DİA, İstanbul 2010.
Zemahşerî, Ebü’l-Kâsım Mahmûd b. Ömer b. Muhammed el-Hârizmî, el-Keşşaf,
Daru’l-Kitabi’l-Arabî, Kahire 1977.
ÖZGEÇMİŞ
Adı Soyadı |
Tarık AKYOL |
Doğum Yeri ve Tarihi |
Muş / 07.02.1991 |
Eğitim Durumu |
|
Lisans Öğrenimi |
Muş Alparslan Üniversitesi / İlahiyat Fakültesi |
Y. Lisans Öğrenimi |
- |
Bildiği Yabancı Diller |
- |
Bilimsel Faaliyetleri |
- |
İş Deneyimi |
|
Stajlar |
- |
Projeler |
- |
Çalıştığı Kurumlar |
Diyanet İşleri Başkanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı |
İletişim |
|
E-Posta Adresi |
|
Tarih |
20.05.2019 |
[1] Süleym,
Ebû Sâdık Süleym b. Kays el-Hilâlî el-Kûfî, Kitâbu Süleym I-III, (Thk:
Muhammed Bâkır el- Ensârî ez-Zencânî, Dalîle Mâ), Kum, II, 564, 598.
[2] Örnek
için Bkz. Müslim, Fezâilü’s-Sahabe: 36; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 133; Tirmizî,
Menakıb: 31; İbn Hanbel, Müsned: 3, 483; İbn Hanbel, Müsnedü Ehli’l-Beyt: 7;
Tirmizi, Menakıb: 21; Buharî, Sulh: 9; Ebû Davud, Sünnet: 12; Tirmizî, Menakıb:
30.
[3] Bkz. Namık Kemal Karabiber, Ehl-i Beyt
Tasavvuru ve Erken Dönemdeki Yansımaları (Hicri I. ve II. Asır), Ankara
2007, s.2.
[4] Karabiber, 4.
[5] Sönmez Kutlu, “Ehl-i Beyt Sembolik Kapitalinin
Tarihi Süreç içerisinde Semerelendirilmesi”, İslâmiyât, Ankara 2000,
3(3), s. 100.
[6] Mustafa Öz, “Ehl-i Beyt”, DİA, Türkiye
Diyanet Vakfı yayınları, İstanbul, 1994, X, 498.
[7] İbn Manzur, Ebû’l-Fazl Muhammed b. Mukerrem,
(770/0300), Lisanu’l-Arab,
Darul Kutubil İlmiyye, Beyrut 0990, XI, 28.
[8] Kamer: 54/40.
[13] Âl-i İmran: 3/33-34.
[14] Belâzûrî, Ahmed b. Yahyâ b. Câbir (279/892), Ensâbu
’l-Eşraf, Nşr.Durî, Jarusalem 1936, II, 383.
[15] “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamberi
överler: Ey inananlar! Siz de onu övün, ona salat ve selam getirin.”
[16] Buharî, ed-Da‘vet: 33, 33.
[17] Karabiber, 8.
[18] Müslim, Fezail’s-Sahabe: 61.
[19] Gülgün Uyar, Siyasî ve İçtimaî Hayatta
Ali-Fâtıma Evlâdı (260/873 ’e Kadar), İstanbul 2003, s. 21.
[20] İsfehânî, Râgıb (502/1108), Müfredât,
İstanbul, 1984.
[21] İbn Manzur, Lisanu ’l- Arab.
[22] Mukatil b. Süleyman (150/767), Tefsiru
Mukatil b. Süleyman, (Thk.: Ahmed Ferid), Daru’l Kütübi’l İlmiyye, Beyrut,
2003
[23] Taberî, Muhammed b. Cerir (310/922), el-Cami‘u’l-Beyan
an Te’vili Ayi’l- Kur’an, Dâru"l-Meârif, Mısır, 1969.
[24] Zemahşerî, Ebü’l-Kâsım Mahmûd b. Ömer b.
Muhammed el-Hârizmî (ö. 538/1144), el-Keşşaf Daru’l- Kitabi’l-Arabî,
Kahire, 1977.
[25] Razî, Fahruddîn Muhammed İbn Ömer el-Hatîb
(606/1209), Mefatihu ’l Gayb, Daru’l Fikr, Beyrut, 1994.
[26] Kurtûbî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed b. Ebî Bekr b. Ferh
(671/1273), el-Camiu ’l Li Ahkami’l Kur’an, Buruc Yayınları,
Kahire, 1967
[27] İbn Kesîr, İmadettin İsmail bin Ömer
(774/1372), Tefsiru’l- Kur’ani’l Azim, Daru’l Kahraman, İstanbul, 1985
[28] Elmaılı Muhammed Hamdi Yazır (1942), Hak
Dini Kur’an Dili, Eser Neşriyat, İstanbul, 1971
[29] Kufî, Furat b. İbrahim (310/922), Tefsir ’i
Furat el-Kufî, Kum, 1410
[30] Kummî, Muhammed b. Hasan (329/941), Tefsiru ’l-Kummî, Kum,
2005.
[31] Tabressî, Şeyh Ebu Ali el-Fadl b. Hasen
(548/1154), Mecmau’l-Beyan Fî Tefsiri’l-Kur’an, Beyrut, 1986
[32] Tabâtabâî, Seyyid Muhammed Hüseyn (1981), el-M’izanfı
Tefsiri’l-Kur’an, Beyrut, 1973.
[33] Buharî Ebû Abdullah İbn Muhammed Ebi’l-Hasan
İsmail b. İbrahim (256/870), Câmiu ’s-Sahih, Nşr.: Ş. Kurt,
İstanbul,1981
[34] Müslim, Ebû’l-Huseyn Muslim ibn Haccâc
el-Kuşeyri (261/875), el-Câmiu ’s-Sahîh, İstanbul, 1981.
[35] İbn Mâce, Ebû Abdillâh b. Muhammed b. Yezîd el-
Kazvinî (275/888), es-Sünen, İstanbul, 1981.
[36] Ebû Dâvûd, Süleyman b. el-Eş‘as (275/888), es-Sünen,
İstanbul, 1981.
[37] Tirmizî, Ebû Îsâ Muhammed ibn Îsâ (279/892), es-Sunen,
İstanbul, 1981
[38] Nesaî, Ebû Abdurrâhman Ahmed ibn Ahmed (303/915),
es-Sünen, İstanbul, 1981.
[39] el-Yemenî, Ebû Abdillâh Mâlik b. Enes b. Mâlik
b. Ebî Âmir el-Asbahî (179/795), Muvatta", İstanbul, 1981.
[40] İbn Hanbel, Abdullah b. Muhammed (241/855), el-Müsned,
İstanbul, 1981.
[41] el-Küleynî, Ebû Ca‘fer Muhammed b. Ya‘kub b.
İshâk (329/941), el- Usûl mine’ l-Kâfî, Dar Sa‘b, Beyrut 1401.
[42] Tabersî, Şeyh Ebu Ali el-Fadl b. Hasen
(548/1154), el-İhticâc, Necef 1966.
[43] Taberî, Ebû Ca‘fer Muhammed b. Cerir
(310/922), Tarihu’Ümem ve’l-Mülûk, Daru’s-Süveydân, Kahire,1939.
[44] İbn Esir, İzzeddin Eb’u-Hasen Ali b. Muhammed
(630/1233), el-Kâmilfi’t-Tarih, Beyrut 1997.
[45] İbn Kesir, İmadettin İsmail bin Ömer (774/1372), el-Bidaye
ve’n-Nihaye, (Thk. Abdullah İbn Abdülmuhsin et-Türkî), Hicr yay., Beyrut.
[46] İbn Teymiyye, Ebu’l-Abbâs Taküyiddin aAhmed b. Abdülhâlim
(728/1328), Minhâcü’s -sünneti’n- nebeviyye fî nakdi kelami’ş-Şiya ‘i
ve’l-Kaderiyye I-VIII, Kahire, 1989
[47] İbn Teymiyye, (728/1328), Mecmûatü fetâvâ li
İbn Teymiyye I-XXXVIII, (thk., Âmir el-Cezzâz , enver el-Bâz),
Dâru’l-vefâ - Dâru İbn Hazm ,Beyrut, 2011.
[48] Namık Kemal Karabiber, Ehl-i Beyt Tasavvuru ve Erken Dönemdeki
Yansımaları (Hicri I. ve II. Asır (Yayınlanmamış Doktora Tezi)), Ankara
2007.
[49] Gülgün Uyar, Siyasî ve İctimaî Hayatta
Ali-Fâtıma Evlâdı (260/873’e Kadar) (Yayınlanmış Doktora Tezi), İstanbul
2003.
[50] Adem Apak, Anahatlarıyla İslam Tarihi I-IV,
Ensar Kitap, İstanbul 2012.
[51] Sönmez Kutlu, agm.
[52] Ömer b. Salih el-Karmuşi, Ehl-i Beyt ‘İnde
Şeyhu ’l-İslam İbn Teymiyye, Merkez-i Dirâsâti ve’l Buhûs, 2013 Cidde.
[53] Harran, İslam tarihçilerinin el-Cezîre adını verdikleri Yukarı
Mezopotamya'nın Diyârımudar denilen kısmında, Şanlıurfa"nın 45 km. kadar
güneydoğusunda bulunmaktadır. Ramazan Şeşen, “Harran”, DİA, İstanbul
1997, XVI, 237.
[54] İbn Kesir, el-Bidaye, XIII, 241.
[55] Ferhat Koca, “İbn Teymiyye, Takiyyuddîn”, DİA,
İstanbul 1999, XX, 391.
[56] İbn Teymiyye, Kalp Amelleri. Çev.
İbrahim Sarmış, Guraba Yayınları, İstanbul, 2004, s. 5-6.
[57] Koca, 391.
[58] Süleyman Uludağ, İbn Teymiyye Külliyatı,
(Çev.: Komisyon), Tevhid Yayınları, İstanbul 1986, I, 19.
[59] Koca, 391.
[60] Koca, 391.
[61] Koca, 391.
[62] Koca, 391.
[63] Uludağ, Külliyat, I, 22.
[64] Koca, 392.
[65] Hanifi Şahin, İlhanlılar Dönemimde Şiîlik,
Ötüken yay., İstanbul 2010, s. 143-144.
[66] Koca, 392.
[67] Uludağ, Külliyat, I, 25.
[68] Uludağ, Külliyat, I, 26; Koca, 392.
[69] Uludağ, Külliyat, I, 27.
[70] Koca, 392.
[71] Uludağ, Külliyat, I, 28.
[72] Koca, 393.
[73] Uludağ, Külliyat, I, 28.
[74] Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn Teymiyye, (Çev.: Nusreddin
Bolelli, Vecdi Akyüz, Adil Bebek, Mehmet Erdoğan, Veli Kayhan), İslamoğlu Yay.,
İstanbul, 1988. s. 83-84; Uludağ, Külliyat, I, 28-29.; Koca, 393.
[75] Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed İbn Abdülhâdî, el-Ukûdü’d-dürriyye
fî menâkıbi Şeyhi’l-İslâm Ahmedb. Teymiyye, (Thk.: Muhammed Hamid el-Fıkî),
Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, s. 328-330.
[76] Uludağ, Külliyat, I, 30.
[77] İbn Abdülhâdî, 361; Uludağ, Külliyat, I,
30.
[78] Uludağ, Külliyat, I, 17-18.
[79] Ebû Zehra, 142-143.
[80] Uludağ, Külliyat, I, 18.
[81] Cengiz Tomar,“Şam”, DİA, İstanbul 2010,
XXXVIII, 314.
[82] Detay için Bkz. Şahin, İlhanlılar Dönemimde Şiîlik, s. 58.
[83] Osman Gazi Özgüdenli, “Moğollar”, DİA,
İstanbul, 2010, XXX, 5.
[84] Ebû Zehra, 138.
[85] Ebû Zehra, 42.
[86] İbn Abdülhâdî, 177-178.
[87] İbn Kesir, el- Bidaye, XVI, 581-582.
[88] Ebû Zehra, 138.
[89] Uludağ, Külliyat, I, 18.
[90] Ebû Zehra, 152. Konuya ilişkin detay için
bkz.: Hanifi Şahin, “İbn Teymiyye Düşüncesinde Siyasi Kavramlar” The Journal
of Academic Social Science Studies, 2013, 4 (3), s. 615-638.
[91] Tomar. 314.
[92] Ebû Zehra, 148.
[93] İbn Kesir, el- Bidaye, XVII, 162; Ebû
Zehra, 152.
[94] Yiğit, “Memlükler”, DİA, İstanbul
2010, XXIX, 95.
[95] Yiğit, agmd, 94.
[96] Ebû Zehra, 152-153.
[97] Yiğit, agmd, 94.
[98] H. Hüseyin Tunçbilek, “Muhyiddin İbn Arabî’de Vahdet-i Vücûd
Telâkkisi”, Harran Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi, 2008, XII,
7-23; Rüya Kılıç, “XIX. Yüzyılda İbnü’l-Arabî ve Vahdeti Vücud
Tartışmaları: Geleneğin Devamı mı Yeni Bir Başlangıç mı?”, Türk Kültürü,
2009, cilt: II, 81-96.
[99] Uludağ, Külliyat, I, 18-19.
[100] Ebû Zehra, 153.
[101] Ebû Zehra, 152-153.
[102] Ebû Zehra, 42.
[103] İbn Teymiyye, Mecmû, XXVIII, 278; Ayrıca Bak.
Şahin, İlhanlılar Dönemimde Şiîlik, s. 143.
[104] İbn Teymiyye, Mecmû, XXVIII, 228,
297-298; Detay için Bkz. Hanifi Şahin, İbn Teymiyye ’nin Siyaset Anlayışı,
2013, s. 615-638.
[105] İbn Teymiyye, Mecmû, XXVIII, 283.
[106] Ebû Zehra, 45.
[107] İbn Abdülhâdî, 178.
[108] İbn Teymiyye, Mecmû, III, 556.
[109] İbn Teymiyye, Mecmû, XXVIII, 346.
[110] İbn Teymiyye, Mecmû, XXVIII, 347.
[111] İbn Manzur, Lisanu’l- Arab, “slf”, md.
[112] Müslim, Fezâilü’s-Sahabe, 210-214; İbn
Hanbel, el-Müsned, IV. 76,77; Buharî, Şehâdât, 9.
[113] M. Sait Özvarlı, “Selefilik” DİA, s.399.
[114] M. Zeki İşcan, Selfilik (İslâmî
köktenciliğin Tarihi Temelleri), Kitap Yayınevi, İstanbul 2006, 30.
[115] İbn. Hanbel, Abdullah b. Muhammed,
Kitabu’z-Zühd, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1983, s.360. Detay için bkz.
İşcan, 56.
[116] Mihne hakkında detay için bkz. Muharrem Akoğlu, Mihne Sürecinde
Mu ’tezile, İz Yayıncılık, İstanbul 2006; M. Mahfuz Söylemez, Mihne Süreci
ve İslâmî İlimlere Etkisi,
Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2012; Muhyettin İğde, Siyasi-İtikadi
Bir Mezhep OlarakHanbeliliğin Teşekkül Süreci, M.Ü İlahiyat Fakültesi Vakfı
(İFAV), İstanbul 2016.
[117] İşcan, 23.
[118] Ebû Ya‘lâ, Kadı Ebü’l-Hüseyn Muhammed, Tabakâtu
’l-Henâbile, Riyad 1990, I, 92.
[119] İşcan, 30.
[120] Mecmû, XII, 349-350; XVI,
471-476.
[121] Nûr: 24/35.
[122] Müslim, Salatul Müsafirin: 168; İbn Hanbel,
el-Müsned: II, 487.
[123] İbn Teymiyye, Mecmû, V, 28; VI, 51-56.
[124] İbn Teymiyye, Mecmû, VI, 51.
[125] İşcan, 41.
[126] Detay için bkz. İşcan, 29-30.
[127] İbn Teymiyye, Mecmû, V, 31-35.
[128] İbn Teymiyye, Minhac, II, 62; III,
98-102.
[129] İşcan, 33.
[130] İşcan, 34.
[131] İşcan, 54.
[132] İşcan, 72.
[133] İbn Hanbel, el-Müsned: IV, 126.
[134] Rahman: 55/27.
[135] Darimî, Ebu Muhammed Abdullah b. Abdirrahaman, Sünen-i Darimî,
Tercüme ve Tahkik: Abdullah, Aydınlı, Madve yay.: İstanbul 1994, s. 158-160.
[136] Buhari, İstizan: 1; Müslim, Birr: 115.
[137] İşcan, 169.
[138] Bakara: 2/244; Nisa: 4/58; Maide: 5/76; En‘am:
6/102-103; Kehf: 18/26; Enbiya: 21/4.
[139] İşcan, 171.
[140] Taha: 20/39.
[141] Kamer: 54/14.
[142] Hud: 11/37
[143] İşcan, 172.
[144] Meryem: 19/42.
[145] Darimî, Ebu Muhammed Abdullah b. Abdirrahaman, Reddu
’l-İmam, Daru’Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1358, s. 190-198.
[146] Maide: 5/64.
[147] Sâd: 38/75.
[148] Zümer: 39/67.
[149] Fetih: 48/10.
[150] Darimî, Reddu’l-İmam, s. 157.
[151] Buhari, Tefsir: 50; İbn Hanbel, el-Müsned: II,
276.
[152] İşcan, 176-177.
[153] Tirmizi, Cennet: 17.
[154] Nisa: 4/164.
[155] Darimî, Reddu’l-İmam, s. 6.
[156] Darimî, Reddu ’l-İmam, s. 96.
[157] Darimî, Reddu ’l-İmam, s. 23-25.
[158] Bakara: 2/255.
[159] Darimî, Reddu ’l-İmam, s. 74.
[160] İbn Hanbel, Kitabu’z-Zühd, s. 391.
[161] Buharı, Teheccüd: 14.
[162] İşcan, 199.
[163] İşcan, 200.
[164] İşcan, 189.
[165] Darimî, Reddu ’l-İmam, s. 62.
[166] Buharı, Kitabu’l-Kader: I.
[167] İşcan, 209, 213.
[168] İşcan, 223-224.
[169] Âl-i İmran: 3/105.
[170] En‘am: 6/153.
[171] İşcan, 224.
[172] Buharî, İ‘tisam: I; İbn Hanbel, el-Müsned: IV, 126.
[173] İşcan, 229-230.
[174] Ebû Zehra, 24.
[175] Ebû Zehra, 23.
[176] MEB, İslam Ansiklopedisi, V,825.
[177] Ebû Zehra, 13.
[178] Ebû Zehra, 27.
[179] Ebû Zehra, 28.
[180] Ebû Zehra, 158.
[181] Koca, 398.
[182] Ebû Zehra, 25-26.
[183] Ebû Zehra, 8.
[184] Ebû Zehra, 13.
[185] İbn Abdülhâdî, 321-324.
[186] İbn Kesir, el-Bidaye, xıv, 136.
[187] Ebû Zehra, 494.
[188] Ebû Zehra, 496.
[189] Koca, 393.
[190] İbn Kesir, el-Bidaye, xıv, 466.
[191] Koca, 394.
[192] Koca, 394-395.
[193] Koca, 395-399.
[194] Mustafa Öz, “Ehl-i Beyt”, DİA, İstanbul
1994, X, 498.
[195] Cemâluddîn İbn Manzûr, Lisânü ’l-Arab,
Beyrut 1994, XI, 28.
[196] İbn Manzûr, XI, 28-32.
[197] el-İsfehânî, 96.
[198] el-İsfehânî, 36.
[199] İbn Manzûr, XI, 29.
[200] İbn Manzûr, XI, 30.
[201] M. Bahaüddin Varol, Ehl-i Beyt -Kavramsal
Boyut-, Yediveren Yayınları, İstanbul 2004, s. 36.
[202] İbn Manzûr, II, 14-15; el-İsfehânî, 64.
[203] Öz, 498.
[204] Sönmez Kutlu, 99-100.
[205] Farûk Ömer Fevzi, “Ehl-i Beyt Kavramı Üzerine”,
çev. M. Bahaüddin Varol, SÜİFD, 1999, IX, 397.
[206] İbn Manzûr, II, 14-15; Kutlu, 100.
[207] Fevzi, 397.
[208] Varol, 100-101.; Kutlu, 100-101.
[209] Kutlu, 101-102.
[210] Fevzi, 398.
[211] Kutlu, 102.
[212] Fevzi, 399.
[213] M. Zeki Duman, “Kur’an-ı Kerim’de Ehl-i Beyt”,
Marife 4(3), 2004, , s. 41.
[214] Fevzi, 399-400.
[215] Kutlu, 99.
[216] Mesut Okumuş, “Şiî ve Sünni Müfessirlerin Ehl-i
Beyt ile İlgili Bazı Ayetlere Yaklaşımları Üzerine” Marife 4 (3) (2004),
s. 211.
[217] Ahzâb: 33/33.
[218] Adnan Demircan, “Arap Siyasi Geleneğinin Ehl-i
Beyt Tamlamasının Kavramlaşma Sürecine Etkisi”, Marife 4 (3). 2004, s.
99.
[219] Hud: 11/73.
[220] Kasas: 28/12.
[221] Duman, Kur ’an-ı Kerim’de Ehl-i Beyt, s.
42.
[222] Kasas: 28/13.
[223] Ahzâb: 33/33.
[224] Kutlu, 99-120.
[225] Duman, Kur ’an-ı Kerim’de Ehl-i Beyt, s.
44.
[226] Zemahşerî, Keşşaf, III, 258.
[227] Ahzâb: 33/31-34.
[228] Duman, Kur ’an-ı Kerim’de Ehl-i Beyt, s. 46-47.
[229] Kasas: 28/12.
[230] Ta-ha: 20/29-32.
[231] Hud: 11/73.
[232] Ahzâb: 33/28-34.
[233] Hud: 11/45-46.
[234] Ankebût: 29/33.
[235] Âl-i İmran: 3/33-34.
[236] Âl-i İmran: 3/61.
[237] İbn Manzûr, XI, 72.
[238] İbn Kesir, el-Bidaye, XI, 148.
[239] Tabersî, Mecmau ’l-Beyan, II, 99-100.
[240] Örnek için Bkz., Buharı, Savm: 30.; Tirmizî,
Edahî: 10.; İbn Mace, Mukaddime: 11,16.
[241] Müslim, Fezâilü’s-Sahabe: 36.; İbn Hanbel,
el-Müsned: V.181.; Tirmizî, Menâkıb: 31.
[242] Adem Dölek, “Sekaleyn Hadisi Değerlendirmesi”,
Marife 4 (3) 2004, s. 149-173.
[243] Müslim, Fezâilü’s-Sahabe: 36.
[244] Bkz.: Tirmizî, Menâkıb: 31.
[245] Tirmizî, Tefsir Sureti’l-Ahzab: (8) 3206.
[246] Ahzab: 33/33.
[247] Müslim, Fedâilu's-Sahâbe: 61, 2424.
[248] Tirmizi, Menakıb: 54, (3870).
[249] Ahmed b. Hanbel, Müsned: I, 133; Tirmizî, Menakıb: 31.
[250] Taberânî Ebü’l-Kâsım Müsnidü’d-dünyâ Süleymân
b. Ahmed b. Eyyûb, (ö. 360/971) el-Mu'cemu's- Sağir, Beyrut 1983, I,
139.
[251] Ahzab: 33/56.
[252] Müslim, Salât: 65, 66.
[253] Nîsâbûrî, Ebû Abdullah Muhammed b. Abdullah
Hâkim (ö. 405/1014), el-Müstedrek ale"s-Sahîhayn
fi"l-hadîs, Dâru"l-Kütübi"l-İlmiyyc
Haydarâbâd 1915, III, 150.
[254] İbn Hanbcl, Müsncd: 3, 483.
[255] Hâkim, Müstcdrck: 4, 252.
[256] İbn Hanbcl, Müsncdü Ehli’l-Beyt: 7.
[257] Tirmizi, Mcnakıb: 21
[258] Ebû Davûd, Sünnct: 5; Tirmizî, İlim: 16; İbn
Mâcc, Mukaddimc: 6.
[259] Buharî, Sulh: 9; Ebû Davud, Sünnet: 12;
Tirmizî, Menakıb: 30.
[260] Tabersî, el- İhticac, I, 118.
[261] Muhammed Âbid el-Câbirî, İslam’da Siyasal
Akıl, (Çev.: Vecdi Akyüz), Kitapevi, İstanbul 1997, s.
589-595.
[262] Karabiber, 98.
[263] Taberî, Tarih, II, 319.
[264] Belâzûrî, II, 180.
[265] Karabiber, 105.
[266] Karabiber, 101.
[267] İbn Kesir, el-Bidaye, VIII, 151-152.
[268] Karabiber, 106.
[269] Taberî, Tarih, V, 341.
[270] Taberî, Tarih, V, 345.
[271] Belâzûrî, II, 463.
[272] Taberî, Tarih, V, 387.
[273] Taberî, Tarih, V, 356.
[274] Belâzûrî, II, 77; Taberî, Tarih, V, 357.
[275] Taberî, Tarih, V, 378-379.
[276] Taberî, Tarih, V, 403.
[277] Taberî, Tarih, V, 389.
[278] Taberî, Tarih, V, 468.
[279] Taberî, Tarih, V, 568.
[280] Taberî, Tarih, V, 455.
[281] Adem Apak, Anahatlarıyla İslam Tarihi
(Emeviler Dönemi), Ensar Kitap, İstanbul 2012, III, 107-109.
[282] İbn Kesir, el-Bidaye, VIII, 251.
[283] Apak, III, 112.
[284] Taberî, Tarih, VI, 25-34; İbn Kesir,
el-Bidaye, VIII, 265-268.
[285] Taberî, Tarih, VI, 81-93; İbn Kesir,
el-Bidaye, VIII, 281-283.
[286] Taberî, Tarih, VI, 93; İbn Kesir,
el-Bidaye, VIII, 287-289.
[287] İbn Esir, İzzeddin Eb’u-Hasen Ali b. Muhammed
(630/1233), el- Kâmilfi’t-Tarih, Beyrut 1997, IV, 154, 164.
[288] Taberî, Tarih, VII, 228-231; İbn Kesir,
el-Bidaye, X, 8-11.
[289] Apak, Anahatlarıyla İslam Tarihi (Abbâsîler
Dönemi), Ensar Kitap, İstanbul 2012, IV, 17.
[290] Apak, IV, 82.
[291] Moshe Sharon, “Ehl-i Beyt -Ev Halkı-“, (Çev.: Cem Zorlu), Marife
4 (3), 2004, s. 344.
[292] Fevzi, 400-401.
[293] Sharon, 344-345.
[294] Belâzûrî, III, 5.
[295] Apak, IV, 82.
[296] İbn Esir, IV, 370-372.
[297] İbn Esir, IV, 373-376; İbn Kesir, el-Bidaye,
X, 80-82.
[298] Taberî, Tarih, VII, 83; İbn Kesir,
el-Bidaye, X, 86.
[299] İbn Esir, IV, 177-178.
[300] İbn Esir, VII, 116.
[301] Taberî, Tarih, IX, 226; İbn Kesir, el-Bidaye, XI, 5; İbn Esir, VII, 126.
[302] Taberî, Tarih, IX, 268; İbn Kesir, el-Bidaye, XI, 5; İbn Esir, VII, 127.
[303] Taberî, Tarih, IX, 268-269.
[304] Taberî, Tarih, IX, 271.
[305] Taberî, Tarih, IX, 273.
[306] Taberî, Tarih, IX, 275.
[307] Taberî, Tarih, IX, 275.
[308] Taberî, Tarih, IX, 367; İbn Esir, VII, 163.
[309] Taberî, Tarih, IX, 474; İbn Kesir,
el-Bidaye, XI, 24; İbn Esir, VII, 239-240.
[310] Kutlu, 103.
[311] Hud: 11/45-46.
[312] Ahzâb: 33/28-34.
[313] Şura: 42/23.
[314] Ahzâb: 33/6.
[315] Kutlu, 106-108.
[316] Öz, 500.
[317] Öz, 499,; Varol, 68.
[318] Ahzâb: 33/33.
[319] Müslim, Fedâilu's-Sahâbe: 96.
[320] Varol, 128.
[321] Hud: 11/73.
[322] Öz, 499.; Varol, 68.
[323] Kurtûbî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed b. Ebî
Bekr b. Ferh, el-Camiu’l Li Ahkami’l Kur’an, Kahire, 1967, c. 14, s. 15.
[324] Mukatil b. Süleyman, Tefsiru Mukatil b.
Süleyman, thk. Ahmed Ferid, Daru’l Kütübi’l İlmiyye, Beyrut, 2003, c. 3, s.
45.
[325] Taberî, Muhammed b. Cerir, el-Cami‘u
’l-Beyan, c. 22, s. 6-8.
[326] Talip Özdeş, Maturidînin Tefsir Anlayışı,
İnsan Yayınları, İstanbul, 2003, s. 121-122.
[327] El-Begavî, Hüseyn bin Mes’ûd bin Muhammed
(436/1044) , Meâlimu ’t-tenzîl, Daru’l-Marife, Beyrut, 1992, III,
528-529.
[328] Kurtûbî, XIV, 183.
[329] İbn Teymiyye, Ebu’l-Abbâs Taküyiddin Ahmed b. Abdülhâlim, Minhâcü
’s-S-sünneti’n-nebeviyye fî nakdi kelami’ş-Şiya ‘i ve’l-Kaderiyye, Kahire,
1989, VII, 74.
[330] Ebü’l fida İbn Kesîr, Tefsiru ’l- Kur ’ani’l
Azim, Daru’ Kahraman, İstanbul 1985, VI, 411-412.
[331] M. Said Hatipoğlu, Hilafetin Kureyşiliği,
AÜİFD, XXIII, 1978, s. 140.
[332] Sa‘lebî, Ebû İshâk Ahmed b. Muhammed b.
İbrâhîm, el-Cevâhiru ’l- Hisân Fî Tefsîrî’l-Kur ’an, Beyrut, III, 228.
[333] Zemahşerî, II, s. 38.
[334] Fahreddin Razî, Mefatihu ’l Gayb, Daru’l
Fikr, Beyrut, 1994, c. 13, s. 210-211.
[335] Elmaılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini
Kur’an Dili, Eser Neşriyat, İstanbul, 1971, c. 6, s. 3892.
[336] Seyyid Ebu'l Âlâ Mevdûdî, Tefhimu’l Kur’an,
(Çev.: Dr. Ahmed Asrar), temel matbaacılık, İstanbul 1997, IV, 512.
[337] Kutlu, 498-499.; Moshe, 341.; Hasan Onat,
“Şiîliğin Doğuşu Meselesi”, AÜİFD, XXXVI, 1997, s. 79.
[338] Tabersî, Şeyh Ebu Ali el-Fadl b. Hasen, Mecmau
’l-Beyan Fî Tefsiri’l-Kur’an, Beyrut, 1986, VII, 560.;
Tabâtabâî, Seyyid Muhammed Hüseyn, el-M’izanfi
Tefsiri’l-Kur’an, Beyrut 1973, XVI, 311.; Öz, 499.
[339] Süleyman Uludağ, “Âl-i Abâ”, DİA,
İstanbul, 1989, II, 306-307.
[340] Kutlu, 499.
[341] Kummî, Şiîİmamiyyenin İnanç Esasları,
çev. E.R. Fığlalı, Ankara, 1978, s. 109-110.
[342] Kufî, Furat b. İbrahim, Tefsir’i Furat
el-Kufî, Kum,1410, I, 335-337.
[343] Tabersî, VIII, s. 341.
[344] Tabersî, Cevamiu’l-Camî, Müessesetun Neşr’l
İslâmî, Kum, 2000, c. I, s. 97.
[345] Duman, Kur ’an-ı Kerim’de Ehl-i Beyt, s.
55.
[346] Tûsî, Ebû Ca‘fer Nasîrüddîn Muhammed b.
Muhammed b. el-Hasen (672/1274), et-Tıbyanu ’l-Câmî li Ulumi’l Kur ’an,
thk. Ahmed Habib el-Amilî, Daru İhyau’t Turasil Arabî, Beyrut, VIII, 339-340.
[347] Nisa: 4/59.
[348] Tirmizi, Menakıb:19; İbn Mace,
Mukaddime: 11; İbn Hanbel, Müsned: 1/84,118, 119.
[349] Küleyni, I, 286.
[350] Yunus: 10/101.
[351] Kamer: 54/42.
[352] Nahl: 16/16.
[353] Küleyni, I, 206-207,210.
[354] et-Tabatabaî, Allame Muhammed Hüseyin, el- Mizan
Fi Tefsir ’ı Kur ’an, XVI, 311-312.
[355] Hicr: 15/9.
[356] Şura: 42/23.
[357] Kummî, Muhammed b. Hasan, Tefsiru ’l-Kummî,
275.; et-Tabatabaî, XVIII, 51-52.
[358] Öz, 500.
[359] Hillî, Cemaluddin Hasan b. Yusuf b. Ali İbnü’l
Mutahhar, Minhâcu ’l-Kerâme Fî Marifeti’l-İmame, Kahire 1989, s. 151.
[360] Ali İmran: 3/61.
[361] Tabersî, Cevamiu’l-Camî, II, 99-100;
Tabatabaî, III, 264-281.
[362] İbn Teymiyye, Minhac, II, 96
[363] İbn Teymiyye, Minhac, III, 470.
[364] İbn Teymiyye, Minhac, II, 96.
[365] İbn Teymiyye, Minhac, I, 11.
[366] İbn Teymiyye, Minhac, I, 23.
[367] İbn Teymiyye, Minhac, VII, 9-10.
[368] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 131.
[369] İbn Teymiyye, Minhac, VII, 137-138.
[370] İbn Teymiyye, Minhac, VII, 37.
[371] İbn Teymiyye, Minhac, VII, 10.
[372] İbn Teymiyye, Minhac, V, 162.
[373] İbn Teymiyye, Minhac, VII, 411.
[374] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 368.
[375] İbn Teymiyye, Minhac, I, 37.
[376] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 133-134.
[377] İbn Teymiyye, Minhac, I, 89-90.
[378] İbn Teymiyye, Minhac, III, 433.
[379] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 165.
[380] İbn Teymiyye, Minhac, III, 377-378.
[381] İbn Teymiyye, Minhac, II, 401.
[382] Rahman: 55/19.
[383] Rahman: 55/22.
[384] Yasin: 36/12.
[385] Al-i İmran: 3/33-34.
[386] Tevbe: 9/12.
[387] İsra: 17/60.
[388] İbn Teymiyye, Minhac, III, 404-405.
[389] İbn Teymiyye, Mecmû, III, 407; XXII,
461; İbn Teymiyye, Minhac, I, 594.
[390] Hud: 11/71-72.
[391] İbn Teymiyye, Minhac, VII, 76.
[392] Ahzâb: 33/32-33.
[393] İbn Teymiyye, Minhac, VII, 239.
[394] İbn Teymiyye, Minhac, V, 72; İbn
Teymiyye, Mecmû, IV, 487.
[395] Müslim, Fezâilü’s-Sahabe: 36.
[396] İbn Teymiyye, Mecmû, III, 154.
[397] İbn Teymiyye, Minhac, VII, 101-103.
[398] Şura: 42/23.
[399] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 496; VII, 242.
[400] Ahzâb: 33/33
[401] Tirmizi, Menakıb: 54, 3870.
[402] Ahzâb: 33/33.
[403] İbn Teymiyye, Minhac, VII, 81.
[404] Hac: 22/30.
[405] En’am: 6/145.
[407] İbn Teymiyye, Minhac, V, 45.
[408] İbn Teymiyye, Minhac, VII, 12/126; IV,
28.
[409] Hucurat: 49/13.
[410] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 603, 608; İbn
Teymiyye, Mecmû, XXXV, 230, XXVIII, 543.
[411] İbn Teymiyye, Minhac, VIII, 219.
[412] Tevbe: 3/100.
[413] Hadid: 57/10.
[414] Fetih: 48/4.
[415] Fetih: 48/18-19.
[416] Haşr: 59/8-9.
[417] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 599.
[418] İbn Teymiyye, Minhac, VI, 176-178.
[419] Tevbe: 9/103.
[420] İbn Teymiyye, Mecmû, XXVIII, 492.
[421] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 597-598.
[422] Uludağ, Külliyat, IV, 341.
[423] İbn Teymiyye, Mecmû, IV, 497.
[424] Ahzâb: 33/33.
[425] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 595.
[426] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 260; İbn
Teymiyye, Mecmû, XXII, 461.
[427] İbn Teymiyye, Mecmû, III, 407.
[428] Enfal: 8/41.
[429] İbn Teymiyye, Mecmû, XXVIII, 270.
[430] İbn Teymiyye, Minhac, VI, 104.
[431] Buhârî, Fedailü’s-Sahabe: 12; Müslim, Cihad: 13.
[432] Adem Apak, Asabiyet ve Erken Dönem İslam
Tarihindeki Etkileri, İstanbul, 2004, s. 135-137.
[433] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 195-196.
[434] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 207/208.
[435] Enfal: 8/1.
[436] Enfal: 8/41.
[437] Haşr: 59/7.
[438] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 220.
[439] Neml: 27/16.
[440] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 224.
[441] Uludağ, Külliyat, IV, 81.
[442] Buharı, Cihad: 171; Müslim, İman: 131.
[443] Buharî, Cizye: 17, Fedailü’l- Medine: 4;
Müslim, Hacc: 464.
[444] Müslim, Itk: 20.
[445] Uludağ, Külliyat, IV, 81.
[446] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 295-297.
[447] Uludağ, Külliyat, IV, 324.
[448] Tirmizî, Menakıb: 16; İbn Mâce, Mukaddime: 11.
[449] Ebû Davûd, Sünnet: 5; Tirmizî, İlim: 16; İbn
Mâce, Mukaddime: 6.
[450] Uludağ, Külliyat, IV, 327-330
[451] Buharı, Fedâilu’s-Sahâbe: 6.
[452] Tirmizî, Menâkıb: 49.
[453] İbn Teymiyye, Minhac, VI, 328-329.
[454] Uludağ, Külliyat, IV, 327-330.
[455] Uludağ, Külliyat, IV, 338.
[456] İbn Teymiyye, Minhac, VI, 137; Uludağ, Külliyat,
IV, 330.
[457] Uludağ, Külliyat, IV, 332-333.
[458] İbn Hanbel, Müsned: I/377; Tirmizî, Menâkıb:
14; İbn Mâce, Mukaddime: 11.
[459] Buharî, Menâkibu’l-Ensar: 45; Müslim, Fedailu’s-Sahabe: 2.
[460] Müslim, Fedailu’s-Sahabe: 11.
[461] Uludağ, Külliyat, IV, 336.
[462] Uludağ, Külliyat, IV, 338-339.
[463] İbn Teymiyye, Mecmû, XI, 129.
[464] İbn Teymiyye, Minhac, I, 39.
[465] İbn Teymiyye, Minhac, III, 502; İbn
Teymiyye, Mecmû, XI, 164.
[466] Hadid: 57/10.
[467] Tevbe: 9/100.
[468] Fetih: 48/18-19.
[469] İbn Hanbel, Müsned: 3/350.
[470] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 396; İbn
Teymiyye, Mecmû, VII, 481.
[471] İbn Teymiyye, Minhac, VI, 18.
[472] İbn Teymiyye, Minhac, VII, 197.
[473] İbn Teymiyye, Minhac, VII, 197.
[474] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 36.
[475] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 36.
[476] İbn Teymiyye, Mecmû, IV, 313.
[477] İbn Teymiyye, Minhac, VI, 18.
[478] İbn Teymiyye, Minhac, VIII, 421.
[479] İbn Teymiyye, Mecmû, XXVIII, 306.
[480] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 395.
[481] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 394.
[482] İbn Teymiyye, Mecmû, XXVIII, 306.
[483] İbn Hanbel, Müsned: 3/350.
[484] Uludağ, Külliyat, IV, 351.
[485] Uludağ, Külliyat, IV, 628.
[486] Uludağ, Külliyat, IV, 627-629.
[487] İbn Teymiyye, Minhac, VI, 339, 363.
[488] İbn Teymiyye, Minhac, VI, 363.
[489] İbn Teymiyye, Minhac, VI, 363.
[490] İbn Teymiyye, Minhac, VI, 330.
[491] Uludağ, Külliyat, IV, 355.
[492] Buharı, İ‘tisam: 10; Müslim, İman: 247.
[493] Uludağ, Külliyat, IV, 355.
[494] Buharî, İ‘tisam: 10, Menakıb: 28; Müslim,
İmâre: 171, 174.
[495] Müslim, İmâre: 171.
[496] Uludağ, Külliyat, IV, 363-364.
[497] İbn Teymiyye, Minhac, VI, 332.
[498] Uludağ, Külliyat, IV, 361.
[499] İbn Teymiyye, Minhac, VI, 333.
[500] Buharı, Fiten: 9, Menâkıb: 25; Müslim, Fiten:
10; Ebû Davud, Fiten: 2; Tirmizî, Fiten: 33; İbn Mâce, Fiten: 10.
[501] Buhârî, İman: 12, Bed’ü’l-halk: 15, Menâkıb:
25, Rikak: 34, Fiten: 14. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Fiten:
4, Nesâî, İman: 30, İbni Mâce, Fiten: 13
[502] Buharî, İman: 22, Fiten: 10; Müslim, Fiten:14.
[503] Buharî, İlim: 43, Fiten: 8; Ebû Davud, Sünnet:
15.
[504] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 359.
[505] Uludağ, Külliyat, IV, 357.
[506] İbn Teymiyye, IV, 361-362.
[507] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 321-323.
[508] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 321.
[509] Taberî, Ebû Ca‘fer Muhammed b. Cerir
(310/922), Tarihu’Ümem ve’l-Mülûk, Daru’s-Süveydân, Beyrut, IV, 501-502.
[510] Apak, II, 296; Taberî, Tarihu ’Ümem ve ’l-Mülûk, IV, 379.
[511] Belazûrî, V, 91-92.
[512] Taberi, Tarih, IV, 454-455.
[513] İbn Teymiyye, Minhac, VI, 321-323.
[514] Hucurat: 49/9-10.
[515] İbn Teymiyye, Minhac, VII, 452; İbn
Teymiyye, Mecmû, XXVII, 477, XXXV, 73.
[516] İbn Teymiyye, Minhac, I, 535.
[517] Taberî, Tarih, IV, 6.
[518] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 410.
[519] İbn Teymiyye, Mecmû, XXXV, 72.
[520] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 405, 408.
[521] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 321 -323.
[522] İbn Teymiyye, Minhac, VI, 202.
[523] İbn Teymiyye, Mecmû, IV, 431.
[524] Apak, Anahatlarıyla İslam Tarihi, II,
345.
[525] Uludağ, Külliyat, IV, 378.
[526] Buharî, Sulh: 9; Ebû Davud, Sünnet: 12;
Tirmizî, Menakıb: 30.
[527] Buharı, Kitabu’l Edeb: 8.
[528] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 470;
[529] İbn Teymiyye, Mecmû, XXVII, 570; İbn
Teymiyye, Minhac, IV, 530, VIII, 147.
[530] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 42; Uludağ, Külliyat,
IV, 403-405.
[531] Uludağ, Külliyat, IV, 404.
[532] Uludağ, Külliyat, IV, 404-405.
[533] Uludağ, Külliyat, IV, 404-408.
[534] Uludağ, Külliyat, IV, 405.
[535] Bakara: 2/155-157.
[536] Buharı, Marda:1; Müslim, Cenaiz: 3-4.
[537] İbn Hanbel, Müsned: III/321; İbn Mâce, Cenaiz:
55.
[538] Buharî, Cenaiz: 35,38-39; Müslim, İman: 165;
Tirmizî, Cenâiz: 22; Nesai, Cenaiz: 17; İbn Mâce, Cenâiz: 51.
[539] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 530-531, VIII,
145; Uludağ, Külliyat, IV, 407.
[540] Uludağ, Külliyat, IV, 403-405; İbn
Teymiyye, Minhac, IV, 42.
[541] İbn Teymiyye, Minhac, IV, 553, VIII,
146-147.
[542] İbn Teymiyye, Minhac, VIII, 147.
[543] Uludağ, Külliyat, IV, 404; İbn Teymiyye,
Minhac, IV, 42, 472, 559.
[544] İbn Teymiyye, Mecmû, IV, 506.
[545] Apak, III, 97-99.
[546] Uludağ, Külliyat, IV, 383.
[547] Buhari, Cihad: 93.
[548] Uludağ, Külliyat, IV, 384.
[549] Uludağ, Külliyat, IV, 408; İbn Teymiyye,
Minhac, IV, 554-455.
[550] Uludağ, Külliyat, IV, 410.
[551] İbn Teymiyye, Minhac, VIII, 148.
[552] İbn Teymiyye, Minhac, VIII, 149; İbn
Teymiyye, Mecmû, XXV, 300.
[553] İbn Teymiyye, Minhac, VII, 39.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar