KLÂSİK TÜRK EDEBİYATINDA BEKTAŞÎLİK
Hazırlayan: Ahmet UĞUR
Bektaşî
Şairlerin Divanlarında Bektaşîlik
Tez
çalışmasının bu bölümünde, derlenen terimlerin/kavramların tespiti aşamasında
Alevî ve/veya Bektaşî çevrenin kaleme aldığı divanlar, menâkıbnâmeler,
buyruklar, makteller, Kerbelâ mersiyeleri, düvazimamlar ve nefeslerden
yararlanılmıştır. Terimler/kavramlar seçilirken genellikle hem klâsik Türk
edebiyatında hem de Alevî ve Bektaşî edebiyatında kullanılanlar tercih
edilmiştir.
Terimlerin/kavramların
açıklanması noktasında öncelikli olarak terimin/kavramın sözlük anlamı,
tasavvufî manası verilmiş daha sonra ise ilgili terimin/kavramın etrafında
türetilen kelime ve/veya kelime grupları sıralanmıştır. Tezin odak noktası
klâsik Türk edebiyatında Bektaşîliğin açıklanması olduğu için
terimlerin/kavramların her iki sahada da kullanımları karşılaştırmalı olarak
ele alınmış, terimlere/kavramlara yüklenen anlamlar seçilen beyitlerden ve
bentlerden örneklerle desteklenmiştir.
Abdâl
terimiyle/kavramıyla ilgili sayıları yedi, yetmiş ya da kırk olarak gösterilen
bir evliyâ zümresi (Uludağ, 2002: 21), eskiden bazı gezgin dervişlere verilen
ad (Albayrak, 2004: 2), dünyaya değer vermeyip Allah’a yönelen, gönlü temiz
kimse (Uslu, 2007: 7) gibi çeşitli tanımlar yapılmıştır. Tasavvufî manada ise
belli bir mertebeye ulaşmış, tasavvuf bilgisiyle insanlara rehberlik edebilecek
yetkinlikte olan kimselere “abdâl” adı verilir. Klâsik Türk edebiyatında
“âbid”, “zâhid”, “veli”, “sûfî”, “derviş”, “büdelâ” gibi adlarla anılan abdâl
terimi/kavramı, tasavvufî metinlerde “torlak”, “kalender”, “Haydarî”, “Bektaşî”
“ehl-i hak”, “özge abdâl”, “ışık” gibi çeşitli kelime ve terkiplerle ifade
edilmektedir. Ayrıca, Alevî ve Bektaşî kültüründe, “abdâl keyfi” ve “abdâl
sırrı” terimlerine/kavramlarına da rastlanılmaktadır. Abdâl olduğu belirtilen
kimseler eserlerde genellikle, az yiyen, az uyuyan, dünya işlerinden elini
eteğini çekmiş, kanaatkâr, gönlü Allah sevgisiyle dolu, yetimleri sevindiren,
yoksulları doyuran keramet sahibi gibi özellikleri ile anılırlar.
Abdâl
terimi/kavramı, 12-14. yüzyıllar arasında İran’da yazılmış edebî metinlerde
“derviş” kelimesiyle karşılanmış, özellikle de kalenderlere benzeyen serseri
dervişler için kullanılmıştır. 15. yüzyıldan itibaren ise metinlerde derviş
yerine “meczup” ve “divâne” kelimeleri tercih edilmiştir. Yine 15. yüzyıl
metinlerinde abdâl terimi/kavramı için “torlak” ve “ışık” tabirlerine de
rastlanılmaktadır (Karabey, Şığva ve Babür, 2015: 39).
Abdâl
zümresiyle ilgili Vâhidî’nin Hâce-i Cihân ve Netîce-i Cân isimli
eserinde geniş bilgilere yer verilir. Eserde, “ışık” olarak tabir edilen
zümrenin iman sahibi olmadığı, kabiliyetsiz kişilerden oluştuğu belirtildikten
sonra, abdâlların “torlak”lardan farklı oldukları, torlakların Allah’a ve Hz.
Muhammed’e olan isyankâr davranışları anlatılır. Ayrıca, abdâllarla ilgili
bahsin geçtiği bölümde, “abdâl” sözcüğünü oluşturan “elif”, “be”, “dal”, “elif”
ve “lâm” seslerinden hareketle abdâlların özellikleri sıralanır:
Kâfir îmâna gelür gelmez ışık
Ki anda vardur kâbiliyet bunda yok Bu recâdan çıkdı ol havf
içredür Bunun üzre el-hak anun fazlı çok
“Siz
abdâl degülsiz torlaksız Hudâ’ya ve Mustafâ’ya ‘âksız meşhûr-ı âfâksız
ki lâyık-ı ihrâksız. Siz kanden abdâl olmak kanden ve abdâllar içre
ehl-i hâl olmak kanden bârî size abdâllığı beyân ideyin ve harflerinün
esrârından bir mikdar ‘ayân eyleyeyin. Abdâl beş harfdür. Abdâllıgun
ma’nâsına zarfdur. Harf-i evvel elifdür. Allâh’a ülfete işâretdür ve ülfet
muhabbetdür. Ya’nî abdâl olan kimesne muhabbetu’llâh tarîkında elif gibi
râst-rev ve sâbit-kadem ve sâdık-dem ola ki tâ ol minhâcda kat’-ı menâzil idüp
pâye-i mi’râc bula. Harf-i sarf bâdur. Bâ birre işâretdür. Birr eylikdür. Ya’nî
abdâl olan kimesne kendi nefsine olsun gayrılar nefsine olsun eylik
eyleye tâ ki eyliğe yetişe ve dâreynde eyüler gürûhına yetişe. Harf-i sâlis
dâldür. Dâl delâlete işâretdür. Ya’nî abdâl olan kimesne kendü nefsi
olsun gayrılar nefsi olsun hayra delâlet ide ki tâ dünyâdan âhirete sa’âdetle
gide. Harf-i râbi’ yine elifdür. Bu elif ilhâma işâretdür. Ya’nî abdâl olan
kimesne ilhâm-ı İlâhî’ye müterakkıb olup tâ gönline ilhâm-ı İlâhî gelmeyince
bir işe ve bir cünbişe ikdâm eylemeye ve tamâm kılmaya. Harf-i hâmis lâmdur.
Lâm li’llâha işâretdür. Ya’nî abdâl olan kimesne her işi kim işleye
Allâh içün işleye [...]” (Karabey, Şığva ve Babür, 2015: 168-169).
Osmanlı
Devleti’nin kuruluşunda Anadolu’da faaliyet göstermiş sosyal zümrelerden olan
Abdâlân-ı Rûm, İslamiyet’in yayılmasında önemli roller üstlenmişlerdir.
Bektaşîliğin Anadolu’da kuvvetlenmesiyle birlikte özellikle 16. yüzyıldan
itibaren bu zümre “Bektaşî” kelimesiyle aynı anlamda kullanılmaya başlanmıştır
(Albayrak, 2004: 3).
Bektaşî
şairler şiirlerinde abdâlları, ayağı çıplak, başları açık, sırtında abası olan,
vücudunda zülfikâr ya da yılan biçiminde dövmesi bulunan kimseler olarak
zikrederler. Daha çok dış görünüşleriyle tasvir edilen abdâllar, birçok yönden
Kalenderî dervişlere de benzerler:
Pâ-bürehne
keff-zenân abdâllar
Bağa gelsün
beng ü bafrâ vaktidür
(Yetîmî Divanı, G. 39/6).
Sîne pür-dağ baş açık yalun ayak abdâl-veş Geldi
şeyhu’llâha gûyâ lâle-zârı bağçenün (Azbî Divanı, G. 145/4).
Yetîmî (ö. 1552), abdâlların, bazen tac-ı Bektaş’ı bazen de
tac-ı Kalender’i giydiklerini belirtir. Ona göre abdâllar, kimi zaman mescide
kimi zaman da meyhaneye giderler. Farklı tarikatlara intisap etmek onların
huyudur:
Tâc-ı
Bektaşî gehî tâc-ı Kalender urunur
Nice kisve urunursa urunsun abdâl
Reh-i
mescidde gehî gâh reh-i mey-kede
Ne tarîka
sürünürse ko sürünsün abdâl
(Yetîmî Divanı, G. 130/3-4).
Peştelî Hisâlî (ö. 1651-52), Divanı’nda “Gül Baba” redifli
bir gazelinde Abdâlân-ı Rûm’a mensup kişilerin secdegâhının Gül Baba’nın
dergahı olduğunu belirttikten sonra, Gül Baba’nın müridlerinin bu secdegâhı
Kabe olarak gördüklerini dile getirir:
Âsitânın secde-gâh itmişdür Abdâlân-ı Rûm Ka’be-veş
yüz sürse ta’n mı tâlibân-ı Gül Baba (Peşteli Hisâlî Divanı, G. 16/4).
Abdâllar, dünya üzerindeki her yeri dergahları olarak
benimserler. Uğrak yerleri ise kimi zaman “tecerrüd” kimi zaman “gam tekkesi”
kimi zaman ise “aşk tekkesi”dir:
Tecerrüd tekyesin kıldum gönül abdâlına mesken
Libâs-ı dünye-i dûn-ı denîden ictinâb eyledüm (Arşî Divanı, G. 215/3).
Abdâl-veş
dil ü cân bu tekye-gâh-ı gamda Esrâr-ı la’l-i yâra hayrân olur kalur mı
(Arşî Divanı, G. 301/5).
Özellikle Alevî etkilerin görüldüğü Bektaşî şiirinde
abdâllar kendilerini Hacı Bektaş Velî’nin ereni olarak görüp, Hz. Alî’yi
şâhları sayarlar:
Biz ki Rûm abdâlıyuz
her yirde var dergâhumuz Hân-kâh-ı ‘aşk olur her dem ziyâret-gâhumuz Hâcı
Bektaş Velî’nün erleri dirler bize Bende-i makbûlleriz sırr-ı ‘Alî’dür şâhumuz
(Cesârî Divanı, Mur. 78/1).
18. yüzyıl Bektaşî şairlerinden Azbî (ö. 1747), kendisini
Hz. Alî, Zeyne’l-Abidîn ve Şâh Hüseyin’in abdâlı olarak görmektedir:
Kemliğe
eylikden oldı bizlerün irşâdımuz Böyle tembîh böyle ta’lîm eyledi üstâdımuz
Hırka-pûşânız ‘adûnun ta’nınun kalkanıyuz Çün muhibb-i hânedân söylendi bizüm
adımuz Cây-ı râhatdur bekâ geydük nemed ‘âlem-i fenâ Yâ ne var vîrâne görsek
sûret-i âbâdımuz Deşt-i gamdan teşne-gânız şâh ‘Alî abdâlıyuz Cismimüzde
zeyn olan dağlar yeter isbâtımuz Kasd-o âl-i Murtazâ kıldun idüp pejmürde hâl
Büsbütün dünyâyı tutsa vechi var feryâdımuz Gam mıdur dağlar yakup kanlar döküp
âh eylesek Baş açık yalın ayak feryâd idüp de inlesek
(Azbî Divanı, Tc. 53/4)
Hâdî-i râh-ı Hudâ’yam mazhar-ı nûr-ı Celî Bâ-pîrüm şâhı
erenler Hacı Bektaş Velî Gitdügüm râh-ı velîdür tutdugum dâmen-i velî Çagırıram
‘Azbî’yem Allâh Muhammed yâ ‘Alî ‘Âşıkam ser-bürehne Şâh Hüseyn abdâlıyam
(Azbî
Divanı, Muh. 40/6).
Bektaşîliğin
ilk dönemlerinde şeriat kurallarına bağlı olarak zikredilen abdâllar, zamanla
şeriat kurallarını reddeden bir zümre olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunda, daha
sonraki dönemlerde Bektaşîliğin içerisinde yer edinen Hurûfîliğin ve Safevî
tesirlerin doğrudan etkisi bulunmaktadır.
Kaynaklarda
daha çok menkabevî yaşamıyla ele alınan şahsiyetlerden biri olup Bektaşîliğin
Hacı Bektaş’tan sonraki Anadolu’daki temsilcilerindendir (Köprülü, 1988: 64).
Hayatıyla ilgili bazı Bektaşî kaynaklarında; “Finike yakınlarındaki Kâfî Baba
Tekkesi kitabesinde “pîr-i sânî” olarak anılmakta ve kurduğu tekke,
Bektaşîliğin dört dergahından biri sayılmaktadır” (Köprülü, 1988: 64). Balım
Sultân’la birlikte Bektaşîliğe yerleşen ve Bektaşî ayininde on birinci post
olan “Ayakçı Şâh Abdâl Mûsâ Postu” adlandırması bile Bektaşîlerin ona
yükledikleri değeri göstermesi bakımından önemlidir. Alevî ve Bektaşî
kültüründe Abdal Mûsâ postundan başka Abdâl Mûsâ terimi/kavramı etrafında,
“Abdâl Mûsâ ayini”, “Abdâl Mûsâ cemi”, “Abdâl Mûsâ kurbanı” da sıklıkla
kullanılan terimlerdendir/ kavramlardandır.
Bektaşî
şairlerden olan Sâfî Baba (ö. ?), Abdâl Mûsâ’nın menkıbevî kişiliğine divanında
yer vermiş ve Velâyetnâme-i Abdâl Mûsâ"da da yer alan Abdâl
Mûsâ’nın ateş ile olan münâsebetine telmihte bulunmuştur:
Sâhib-i âteş-zebân Abdâl Mûsâ’dur adum Bir güvercin
gelmiş idüm ben bu hâna ibtidâ (Sâfî Baba Divanı, K. 2/136).
Diyâr-ı Rûm’da anun bir adı Abdâl Mûsâ’dur Derûn-ı
şehr-i Elmalı’da olmışdur nihân âteş (Sâfî Baba Divanı, K. 11/42).
Muhtemelen
Abdâl Mûsâ Velâyetnâmesi’nde geçen “ateş” ve “Tur dağı” ile ilgili olan
anlatıların kaynağı, Hz. Mûsâ’nın Firavun’la olan hikâyeleriyle yakından
ilgilidir. Hikâyede, Hz. Mûsâ daha çocukken, Firavun tarafından sevilmek
istenir. Firavun onu kucağına aldığında Hz. Mûsâ Firavun’un sakalından bir
tutam kıl koparır. Bu olay karşısında Firavun, İsrailoğlulları’ndan birinin
kendisini tacından edeceğine inanır ve Hz. Mûsâ’nın öldürülmesini emreder. Hz.
Mûsâ daha çocuk olduğu ve aklı ermediği için önüne bir tabak altın ve bir tabak
da ateş getirirler. Renginden dolayı Hz. Mûsâ’nın ateşi seçeceğini düşünürler.
Hz. Mûsâ ateşe atılıp ve bir kor parçası alarak ağzına atar. Dili yandığı için
de peltek kalır (Gölpınarlı, 1992: 390). Abdâl Mûsâ Velâyetnâmesi’nde
anlatılan olay ise özetle şu şekildedir: Teke Beyi, Abdâl Mûsâ’yı huzuruna
getirmesi için asker gönderir. Giden askerler Abdâl Mûsâ’nın yanında kalıp
Abdâl Mûsâ’nın dervişi olurlar. Teke Beyi bu duruma kızar. Abdâl Mûsâ’yı
sınamak ister. Bu sebeple Teke Beyi köy halkına birer yük odun getirmelerini ve
onlara büyükçe bir ateş yakmalarını emreder. Abdâl Mûsâ da dervişleriyle
birlikte Teke Beyi’ne doğru yola koyulur. Abdâl Mûsâ ile birlikte dağlar ve
taşlar da ardınca gider. Abdâl Mûsâ dağlara “Tur dağım tur” der. Ancak taşlar
durmaz, ardınca gelir. Abdâl Mûsâ elindeki kara çomak (Abdâl Mûsâ’nın asası)
ile yere bir kez vurur ve taşlar yerinde durur. Abdâl Mûsâ tüm dervişleriyle
birlikte yanan ateşin içine girip semâh eder. Ateş kaybolup birden çayıra dönüşür.
Teke Beyi bu sırada ormanda gizlendiği yerden çıkar ve Abdâl Mûsâ’ya doğru
gelip gösterdiği kerametten dolayı elini öpmek ister. Abdâl Mûsâ eşrafına dönüp
“Teke Beyi’ni içinize komayın. O size bey olmaz” der [...] (Güzel, 1999:
142-143). Abdâl Mûsâ Velâyetnâmesinde de görüldüğü gibi Abdâl Mûsâ ile
Hz. Mûsâ arasında “ateşte yanmama”, “Tur dağı”, “asa” gibi çeşitli ortaklıklar
göze çarpmaktadır. Abdâl Mûsâ Velâyetnâmesi’nde görülen bu benzerlik
ilişkisi muhtemelen Bektaşîler arasında saygın bir konumu bulunan Abdâl Mûsâ’ya
kutsiyet atfetmek amacıyladır.
Âb-ı Hayât, Câvidân, Âb-ı
Hızr, Çeşme-i Hayvân
Farsça
“âb” ve Arapça “hayât” kelimelerinin terkibinden oluşan, içene ölümsüzlük
sağlayacağına inanılan hayat suyudur (Albayrak, 2004: 3). Türk kültür ve edebiyatında,
“âb-ı bekâ”, “âb-ı câvid”, “âb-ı câvidân”, “âb-ı câvidânî”, “âb-ı hayvân, “âb-ı
Hızr”, “âbı İskender”, “âb-ı rûh-efzâ”, “âb-ı sermedî”, “âb-ı zindegî”, “âb-ı
zindegânî”, “ayn-ı hayât”, “aynü’l-hayât”, “bekâ şarâbı”, “bengisu”, “çeşme-i
cân”, “çeşme-i hayât”, “çeşme-i hayvân”, “çeşme-i Hızr”, “çeşmesâr-ı Hızr”,
“dirilik suyu”, “hayât âbı”, “hayât çeşmesi”, “hayât kaynağı”, “hayât pınarı”,
“hayât suyu”, “Hızır âbı”, “Hızır suyu”, “katre -i hayât”, “mâ’ü’l-hayât”,
“mâ’ü’l-Hızr”, “nehrü’l-hayât”, “şarâb-ı bekâ”, “şarâb-ı Hızr”, “şerbet-i
Muhyi’l-izâm”, “zülâl-i bekâ”, “âb-ı Kevser”, “âb-ı zülâl”, “cevher-i iksîr-i
hayât”, “çeşme-i hûrşid”, “feyz-i cân”, “iksîr-i bekâ” gibi kelime ve
terkiplerle birlikte kullanılır (TDEKTA, 2001: 3).
Türk
edebiyatında âb-ı hayâtla ilgili çeşitli rivayetler anlatılmaktadır: “Bir gün
İskender-i Zülkarneyn ordusuyla birlikte bir memlekete uğrar. Burada kendisine
ilerde bir memleket olduğunu söylerler. Bu memleketi geçtikten sonra
Karanlıklar Ülkesi denilen bir yere varılacağını, bu ülkede de içene ölümsüzlük
vereceğine inanılan âb-ı hayâtın bulunduğu bilgisini verirler. İskender de
veziri Hızır’la birlikte söylenilen denizi geçerek, Karanlıklar Ülkesi’ne doğru
yola koyulur. Yanlarında İlyâs da gider. İskender, elindeki karanlığı
aydınlatan elmaslardan birisini Hızır ile İlyâs’a verip diğerini de kendisi
alarak, “Kim âbı hayât suyunu bulursa diğerine haber verecek” diye tembih
eder. Hızır ve İlyâs dinlenmek için bir pınar kenarında otururlar. Hızır, elini
yıkamak için pınara yaklaştığında elindeki yemek için getirdikleri balığa bu
pınardan birkaç damla su damlar ve balık o anda canlanır. Hızır, bu olay
karşısında âb-ı hayâtın o pınar olduğunu anlar. Kendilerine bir anda emr-i
İlâhî vâkıf olur ve bu pınardan İskender’e bahsetmezler”. Başka bir rivayette
ise “Hızır ile İlyâs, İskender’e haber vermek için pınarın başından ayrılırlar
ve tekrar bu pınarı bulamazlar. Bu sebeple de kıyamete dek Hızır denizde, İlyâs
ise karada sıkıntıya düşenlere yardım etmesi için ölümsüz bir hayat sürmeye
bırakılmışlardır” (Pala, 2010: 3; Ocak, 2007: 118).
Klâsik
Türk edebiyatı şairleri şiirlerinde, Hızır, İlyâs ve İskender’in âb-ı hayâtı
aramak için çıktıkları bu meşakkatli yolculuklarıyla ilgili birçok telmihte
bulunmuşlardır. Klâsik Türk şiirinde sevgilinin dudağı âb-ı hayâtın kaynağıdır.
Dudakları çevreleyen ayva tüyleri ise âb-ı hayâtı bulmak için katlanılan zorlu
yolculuğun geçtiği Karanlıklar Ülkesi’dir:
Ey Fuzûlî
hâk-i kûy-ı yâre yitdüm kanı Hızr
Kim virüm
kâmın olam âb-ı hayâta reh-nümûn
(Fuzûlî Divanı, G. 224/7).
Bektaşî
şairler, âriflerin tıpkı klâsik Türk şiirindeki âşıklar gibi âb-ı hayâtı
içtiklerini bu sebeple de ölümsüzlüğün sırrına erdiklerini şiirlerinde dile
getirirler:
Ölürsen
ölmedin mûtû hadîsi muktezâsınca
Hayât-ı
câvidân bulup cihânda ölmedün ‘ârif
(Yetîmî Divanı, G. 103/5).
Hurûfî
şairlerden olan Usûlî (ö. 1538) ise âb-ı hayâtı arayan kişinin kendisine
rehberlik edebilecek bir insanı yani Hızır’ı mürşid kılması gerektiğini
belirtir:
Eriş bir
kâmil insâna ki ya’nî Hızr’ı mürşid kıl Bu zulumât-ı tabî’atda ararsan âb-ı
hayvânı
(Usûlî Divanı, G. 127/9).
Yine
Hurûfî etkiyle şiirlerini yazan Misâlî (ö. 1541), âb-ı Rahmet terkibini
kullanır ve ölümsüzlüğün bununla olacağını ve Fazlullâh’ın bağışlayıcılığı ile
insanın yaratıldığı zamanki gibi temiz ve saf olabileceğini söyler:
Misâlî âb-ı
rahmetden hayât-ı lem-yezel bulduk Künhden pâk olup yunduk çü Fazl oldı
bize gâfir
(Misâlî Divanı, G. 191/7).
Âb-ı hayât, Bektaşî şairlerce hem Hz. Alî’nin hem de Hacı
Bektaş Velî’nin yerine de kullanılmıştır:
Şâh takî
ravza-i Rıdvân hûr-ı cinân oldur
Havz-ı Kevser ü ber-hayât-ı câvidân oldur
‘Aliyy-i bâ-Nakî vü server-i sultân oldur
Kâ’im-makâm ser-fâzıl-ı kevn ü mekân
oldur
Yâ şâh-ı Esedu’llâh seyyid-i nesl-i ‘Alî
Yâ hazret-i hünkâr yâ Hacı Bektaş Velî
(Behrî Divanı, Müs. 7/6).
Özellikle
Bektaşîler tarafından kullanılan terim/kavram, peygamber makamı veya peygamber
postu olarak da adlandırılır. Bektaşî tekkelerinde, meydan yerinin sağında
bulunan posttur. Bu makam Bektaşîlikte mürşid-i kâmilin makamı olarak geçer ve
Bektaşî dervişler, inâbe aldıkları zaman bu post onlara bütün ayrıntılarıyla
tanıtılır (TDEKTA, 2001: 73).
Bektaşî
şairler, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in Ahmed-i Muhtâr’ın yani Hz. Muhammed’in iki
gözünün nuru olduğunu, onlara kin duyulursa Hz. Muhammed’in şefâat
eylemeyeceğini dile getirirler.
Hüseyn ile Hasan nûr-ı dü-çeşm-i Ahmed-i
Muhtâr
Biri mehdür, biri hurşîd biri şeppîr biri
şepper
(Caferî Baba Divanı, K. 44/18).
Evlâd-ı ‘Alî’ye buğz idersen dem-be-dem
Yâ nice şefkat umarsun Ahmed-i Muhtâr’dan
(Vîrânî Divanı, G. 18/7).
Ahmed-i
Muhtâr, genellikle cihanın padişahı olarak kabul edilen Hz. Muhammed’le
birlikte Hz. Alî’nin kendisidir:
‘Alî’dür fâzıl-ı Mikdâd ‘Alî’dür
‘Alî’dür
seyyid-i hünkâr ‘Alî’dür
‘Alî’dür
hâdî-i huşyâr ‘Alî’dür
‘Alî’dür
şu’le-i envâr ‘Alî’dür
‘Alî’dür
vâkıf-ı deyyâr ‘Alî’dür
‘Alî’dür
sâkî-i ebrâr ‘Alî’dür
‘Alî’dür
hikmet-i esrâr ‘Alîdür
‘Alî’dür Ahmed-i
Muhtâr ‘Alî’dür
‘Alî’dür
Haydar-ı Kerrâr ‘Alî’dür
(Behrî Divanı, Tc. 5/1).
Ahmed-i Muhtâr mebde’-i deyyâr şâh-ı velâyet
mazhar-ı dîdâr Evvel ü âhir ‘ilm ile mâhir zâhir ü bâtın ‘âleme server (Azbî
Divanı, K. 4/3).
Nidelüm
pâdşâh-ı Rûm ile şâh-ı ‘Acem’i
Pâdşâh Ahmed-i
Muhtâr u ‘Alî şâh yeter
(Vahdetî Divanı, G. 21/2).
Biz
bendegân-ı fazl-ı Hudâvend-i ekberüz
Biz
pey-revân-ı Ahmed-i Muhtâr u Haydar’uz
(Vahdetî Divanı, G. 49/1).
Vîrânî
(ö. ?), âriflerin önce Ahmed-i Muhtâr’a daha sonra ise Hz. Alî’ye meyl
ettiklerini dile getirir. Şair aşağıdaki beyitinde Gadîr-i Hûm’da Şiîlerin Hz.
Alî’nin imametini meşrulaştırması hadisesine telmihte bulunmaktadır. Özellikle
Şiîlerin inancına göre “Hz. Muhammed Vedâ haccı dönüşü önemli bir konuyu
bildirmek üzere Gadîr-i Hûm adı verilen bir yerde konaklar. Burada kafilenin
bütün fertlerinin toplanmasını ister ve kendisine yeni gelen ayeti tebliğ
ederek bir konuşma yapar”. Bu konuşmanın ardından “Sekaleyn hadisi” olarak
bilinen “Size paha biçilmez iki şey bırakıyorum: Allah’ın kitabını ve ehl-i
beytimi. Benden sonra bunlara sarılırsanız asla sapıklığa düşmezsiniz”
sözlerinden sonra Hz. Alî’yi sağ tarafına alır, elini tutup kaldırarak şöyle
der: “Ben kimin mevlâsı isem Alî de onun mevlâsıdır. Allah’ım, onu seveni sev,
ona düşman olana düşman ol!” (Fığlalı, 1996b: 279). İşte Gadîr-i Hûm’da yaşanan
bu olay Şiîler tarafından Hz. Alî’nin Hz. Muhammed’den sonra imamet görevini
üstleneceğine delil kabul edilmekte ve şiirlerde sıklıkla dile getirilmektedir:
‘Ârif evvel
Ahmed-i Muhtâr’a döndürmiş yüzin Ba’de Haydar-ı şeh-i ebrâra döndürmiş
yüzin
(Misâlî Divanı,G. 479/1).
Arap
dilcileri ceberût kelimesinin kahr, zorlama. hâkimiyet anlamındaki cebr
kökünden geldiğini, bu manayı daha kuvvetle ifade etmesi için sonuna bir (t)
harfinin eklendiğini ileri sürerler (Gündüz, 1993: 193; TDEKTA, 2001: 518).
Hadislerde, kibriyâ, azamet, cebbarlık ve zorbalık olarak geçen kelime
tasavvufta varlık mertebelerinin ikincisi olarak kabul edilir. Maddî ve manevî
âlem olan “âlem-i lâhût” ile “âlem-i melekût” arasındadır. İlâhî ilmin ve
sıfatların âlemidir. Tasavvufta, âlemlerin en yücesi âlem-i gayb, en safı
âlem-i lâhût, en latifi âlem-i ceberûttur (Şentürk, 2016: 258). Ceberût
âleminin Allah’ın bulunduğu dünya olduğuna inanılır ve bu yer fânî dünyanın
dışında olan âlemdir. Hz. Alî’den nakledildiğine göre, “Ceberût âlemi, en büyük
âlemdir”. Burada nuranî akıllar, temiz ve melekî nefisler bulunur (Gökbel,
2019: 160).
Klâsik
Türk edebiyatı şairleri âlem-i ceberûta şiirlerinde çok az yer vermişlerdir.
Ahmedî (ö. 1410’dan sonra), Divanı’nda ceberût âleminin sırrına mâyil olanların
melekût âleminin de sırrına ereceklerini belirtir:
Kime kim
irer-ise fazl-ı hazret-i ceberût
Temâm keşf
ola ana ‘acâyib-i melekût
(Ahmedî Divanı, G. 96/1).
Kur’an-ı
Kerîm’de En’âm suresinin 59. ayetinde, “Gaybın anahtarları, Allah’ın
katındadır. Onları ancak Allah bilir” (En’âm, 59) buyurulmaktadır. Allah
bilinmek istediği için ilk olarak “nur-ı Muhammedî”yi yaratmıştır. Nur-ı
Muhammedi’yi önce Hz. Âdem’in alnına ordan da Hz. Muhammed’e kadar olan bütün
peygamberlerin alnına koymuştur. Böylelikle, bu nur Hz. Muhammed’e kadar
gelmiştir (Demirci, 2008: 6). Bektaşî şairler, bu olaya telmihte bulunarak, Hz.
Âdem’in yüzünde ceberût âleminin göründüğünü, Alî ismindeki harflerin de ümm-i
kitabı yani, meleklerin dahi anlayamadığı ezelî ve ebedî olan Allah’ın kelamını
yazdığını dile getirirler:
Vech-i Âdem’de görindi ne ki var
Vahdetiyâ
‘Azamût u melekût u ceberût u
lâhût
(Vahdetî Divanı, G. 6/6).
Oldı bu ümm-i kitâb ile hurûf-ı ‘Alî
Kalem-i ‘ilm ile levh-i ceberûta
imlâ
(Selâmî Divanı, G. 13/2).
Lâhût
teriminin/kavramının sözlük anlamı, Allah’ın zâtına mahsus olan ilk ve en yüce
makamdır (Ayverdi, 2005: 1842). Şiirlerde daha çok âlem-i lâhût olarak
zikredilmektedir. Hallâc-ı Mansûr, insanın beşerî yönünü “nâsût”, ilahî yönünün
ise “lâhût” kelimeleriyle ifade eder (Uludağ, 2006: 431). Lâhût âlemi, Allah’ın
zâtî sıfatlarının ilk tecellî ettiği âlemdir (TDEKTA, 2005: 228). Bektaşî
şairler şiirlerinde ilk tecellînin gerçekleştiği bu âleme sıklıkla işaret
ederler. Kendilerini âlem-i lâhût içerisinde üryân bir halde beklerken “hû”
diyen kimselere benzetirler ve varlığından vazgeçmeleriyle tekrar bu âleme
gideceklerine değinirler:
‘Âlem-i lâhûta yummazduk kanâd yâ
hû diyü
Terk-i nâsût ile açılmasa per ü bâlümüz
(Yetîmî Divanı, G. 67/2).
Cilve-gâhum
‘âlem-i nâsût ile lâhûtdadur
Baş açık
yalın ayak nâlân iderler hû diyü
(Azbî Divanı, G. 212/4).
Ger ‘âlem-i
lâhûta dilersen sefer eyle
Koy varlugı
hep bunda bırak anda ayak bas
(Fennî Divanı, G. 88/3).
Tasavvufî
manada, görünmeyen varlık âlemi olup “âlem-i gayb” ile de ifade edilmektedir
(Hançerlioğlu, 1975: 397). Âlem-i melekût şiirlerde genellikle erişilmesi güç
olan bir sır olarak zikredilir. Hem klâsik Türk edebiyatı şairleri hem de Alevî
ve Bektaşî şairler bu sırra erme arzusundadırlar. Klâsik Türk şiirinde şairler
bu sırra erebilmek için söz içerisinde mananın önemine değinirler. Alevî ve
Bektaşî şairler ise âlem-i melekûtun sırrının “pîr-i mugân” yani tarikatın yol
göstericisi olan şeyhin öğretilerinin izinden gitmekle anlaşılacağını
belirtirler:
Her gönül
kim ola rûşen ana sırr-ı ceberût
Gelmeye
gözine anun ‘âlem-i milk-i melekût
(Ahmedî Divanı, G. 95/1).
Mülk içinde melekûtı göreyüm dirsen eger Lafzda
ma’nâya bak nâfede bûyı seyr it (Nâbî Divanı, G. 28/2).
Gâh ide
seyr-i ‘âlem-i melekût
Gâh ola
mülke mâlik-i ceberût
(Arşî Divanı, Mes. 3/16).
Dâmen-i
pîr-i mugândan elüni çekme sakın
Keşf ola dirsen eger ‘âlem-i milk-i melekût
(Vahdetî
Divanı, G. 6/5).
Âlem-i
Misâl, Âlem-i Eşbâh, Araf
Tasavvufta,
“hazret-i misâl” olarak zikredilmekte olup, eşyanın suretlerinin ve
örneklerinin bulunduğu âlemdir. Hâlis ruhlar âlemiyle madde âlemi arasındaki
mertebedir (Uludağ, 2002: 248). Genellikle sûfîler tarafından kabul edilen bu
mertebe, “âlem-i berzah”, “âlem-i eşbâh” ve “araf’ olarak da bilinir.
Bektaşîlik tarikatında kişinin, insan-ı kâmile gelinceye değin geçirdiği beş
âlemden söz edilir. Bunlar, “âlem-i lâhût”, “âlem-i ceberût”, “âlem-i melekût”,
“âlem-i nâsût” ve “âlem-i misâl’dir (Korkmaz, 1994: 248).
Bektaşî
şairler abdâlların, dervişlerin ve pirlerin yaşadıkları durumları dile
getirebilmek için yukarıdaki âlemlerden bahsederler. Ayrıca, Bektaşî şairler
şiirlerinde genellikle ruhlar âlemi olan âlem-i ervâhla, âlem-i misâli sürekli
kıyas ederler. Şiirlerde, âlem-i misâl teriminden/kavramından ziyade genellikle
cisimler âlemi manasını taşıyan “milket-i eşbâh” terkibine yer verirler:
Âlem-i
ervâhı seyr itsen ‘acâyib fıtratuz
Milket-i
eşbâhı fikr itsen garâ’ib peykerüz
Gerçi böyle
sûretâ dervîş ü ‘uryânuz velî
‘Âlem-i
ma’nîye baksan Zü’l-fikâr-ı Haydar’uz
(Usûlî Divanı, Kt. 4/4).
Arşî
(ö. 1620), aşağıdaki gazelinde âlem-i berzahı, cennet ve cehennem ehlinin
seçildiği, Hz. Mûsâ’nın Nil ırmağını ikiye ayırdığı yer olarak zikreder:
‘Ubûr itdi
sıfâtu’llâha çün kim hatt-ı vüstâdan
Anunçün oldı mahşerde makâm-ı Murtazâ berzah
Bihişt ü
dûzah ehlin görmek istersen gel ey tâlib
Olupdur sûret-i Rahmân’a hatt-ı istivâ berzah
Emîn oldı bulup râh-ı selâmet Hazret-i Mûsâ İki şakk itdi
bahr-ı Nîl’i gösterdi ‘asâ berzah (Arşî Divanı, G. 41/5-6-7).
Hâşim
Baba (ö. 1782-83) ise ruhların kıyameti beklediği âlem olan âlem-i berzahtan
geçebilmenin yolunun hidayete ermiş olan âl-i evlâda tabi olmaktan geçtiğini,
inkar edenlerin hâlinin ise mahşer gününde berzah âleminde perişan olacağını
belirtir:
Âl-i
evlâdun hidâyet râhını itdi ‘ayân
Anlara münkad
olanlar buldı berzahdan necât
(Hâşim Baba Divanı, K. 1/9).
Bir gün
olur münkirâ bu işleri görürsün
Berzah-ı
mahşerde bil hâlün ola pek yaman
(Hâşim Baba Divanı, K. 3/40).
Sözlük
anlamı, insanlık âlemidir. Âlem-i lâhût’un zıddıdır. Âlem-i lâhûtta insanın
ilahî yönü, âlem-i nâsûtta ise beşerî yönü kastedilmektedir (Uludağ, 2006:
431). Âlem-i nâsût, “âlem-i nâs” olarak da bilinir. Alevîlik ve Bektaşîlik
kültüründe beş farklı âlemin varlığından söz edilir. Kesin varlık âlemi
“lâhût”, bütün varlıkların Tanrı bilgisinde toplandığı âlem “ceberût”, Tanrı
bilgisinde toplanan gerçeklerin açılıp ortaya çıktığı âlem “melekût”, bütün
varlıkların gerçek biçimlerinin ve özlerinin, en olgun nitelikte bulundukları
âlem “misâl” ve “Tanrı bilgisinde toplanan varlıkların madde biçimine girerek
görünüş alanına çıktığı âlem “nâsût”tur (Gökbel, 2019: 604).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde şairler kendilerini âlem-i nâsûta gelmiş gökyüzünü seyreden
rind meşrep kişiler olarak zikrederler:
Ehl-i hâlüz ‘ârifüz rindüz harâbâtîlerüz
‘Âlem-i
nâsûtda seyr-i semâvât eylerüz
(Beyânî Divanı, G. 364/3).
Ey Selâmî ‘âlem-i
nâsûta gelmekden garaz
İntisâb-ı
hazret-i Rahmân’a gelmişlerdenüz
(Selâmî Divanı, G. 94/5).
Herkesi bir hâle koymışdur Hudâ-yı lem-yezel ‘Âlem-i nâsun
kamusı başka kâr üstindedür (Cesârî Divanı, G. 197/2).
‘Âlem-i
nâsûta halk ‘uryân gelir ‘uryân gider Gâh olur erhâmdan bî-cân gelir bî-cân
gider
(Hilmî Dedebaba Divanı, G. 69/1).
Dünyanın
yaratılışından beri Kaf Dağı’na çekilmiş, orada çeşitli hükümdarlara ve
kahramanlara akıl hocalığı yapmış, kanaatkâr ve münzevî bir hayat süren
(TDEKTA, 2005: 8), halk arasında ismi olup cismi olmadığına inanılan
(Cebecioğlu, 2009: 59; Kaya, 2007: 57) mitolojik bir kuştur. “Simurg”,
“sireng”, “ankâ-yı Magrib” ve “zümrüdüankâ” adlarıyla da anılır. Tasavvufî
düşüncede ise ismi olup cismi olmayan yalnız zihinde suret bulan bir “heyûla”
olarak nitelendirilir (Cebecioğlu, 2009: 59; TDEKTA, 2001: 167). Anadolu halk
inanışlarında Keloğlan’ın koruyucusu olarak da bilinmektedir (Albayrak, 2004:
16).
Mutasavvıfların
vücutta “taayyün olmayan, yalnız zihinde suret bulan heyula” diye tarif
ettikleri ankâ, klâsik Türk edebiyatında kanaat sahibi kimseler için
kullanılırken Alevî ve Bektaşî şiirinde Tanrı’ya doğru kanatlanan erenlerin,
kırkların simgesidir. Eserlerinde çoğu kez Hz. Alî’yi ön plana çıkaran İranlı
mutasavvıf şair Feridüddîn Muhammed Attar, Kuşların Dili Mantık Al-Tayr
adlı kitabında kuşların “kırklar olarak, erenleri temsilen yaptıkları bir
yolculuk”tan bahseder (Şahin, 2009: 314-315). Ona göre kuşlar Tanrı’nın, ilahî
gücün önüne varırlar. Güneş ışınlarını bunların üzerine saçtığında ruhları da
ışıklar saçar. Kuşlar karşılarındaki ilahî gücün yüzünü görmek için telaşa
kapılırlar. Onu görünce karşılarında kendilerine benzeyen bir kuş bulurlar.
Yazara göre kişi kendi benliğini yok ederse vahdete kavuşur ve Tanrı’yla bir
olur.
Klâsik
Türk edebiyatı şairleri şiirlerinde kanaat sahibi kişileri kastederek
“ankâ-meşreb”, “ankâ-tabîat”, “ankâ-veş”, “ankâ-sıfât” gibi kelimelere yer
verirler. Şairler, genellikle Kaf Dağı’nda yalnız kalması yönüyle kendilerini
ankâ kuşuna benzetirler.
Ger diyârından ırah düşdi ise n’ola Ahmedî ‘Ayb mıdur Kâfa
düşüp olduğu ‘ankâ garîb (Ahmedî Divanı, G. 49/9).
Mâyil olma
gördüğün murdâra gel kerkes-misâl Sâkin-i Kâf-ı kanâ’at ol gönül ‘ankâ gibi
(Hayretî Divanı, G. 484/2).
Künc-i
‘uzletde çü ‘ankâ âşiyân tuttunsa ger Bârî tîğ-i zer birûn kıl beyzâdan
tuğra gibi
(Nedîm Divanı, G. 14/11).
Yolunda ey
perî agyâr-ı dîvi hîçe saymakda
Dilüm ‘ankâ
vücûdum işte bak kûh-ı Kâf olmış
(Edirneli Nazmî Divanı, G. 2809/4).
Alevî
ve Bektaşî öğretisinin temelini oluşturan dört kapı kırk makam anlayışı
içerisinde tarikat kapısının gerekliliklerinden biri de kanaatkâr olmaktır. Bu
nedenle Alevî ve Bektaşî şiirinde ankâ kuşunun kanaatkârlığı sıklıkla dile
getirilir ve benzetme ilgisi kurularak şiirlerde yerini alır. Şairler
genellikle gönüllerine seslenirler ve ondan ankâ gibi olmalarını isterler.
Şair, ancak ankâ gibi olursa kanaat sahibi olabilecek ve gönlüne fena
uğramayacaktır. Ayrıca, Alevî ve Bektaşî şairlerine göre kişinin vücudu Kâf
Dağı, gönlü ise bu dağda yaşamını sürdüren ankâ kuşudur.
Dilâ ‘ankâ-sıfât
ol kim sana bende ola sultân
Kanâ’at
kenzini bul kim fenâ irmez ola ey cân
(Hâşim Baba Divanı, G. 133/1).
Vücûdum
kûh-ı Kâf olmış gönül bir murg-ı ‘ankâdur Kelâmum bî-kavî sûret dehânum
da mücellâdur
(Sâcid Divanı, G. 4/1).
‘Ankâ-tabî’atüz
ne kadar kim gedâ isek
Kâf-ı
kanâ’at içre birer pâdişâhlaruz
(Hisâlî Divanı, G. 190/4).
Arapça
irfan sahibi anlamını taşıyan, ilmini, ilham ve hâl ile elde etmiş kişiler için
kullanılan bir tabirdir (Cebecioğlu, 2004: 60). Ârif, Allah’a güven ve bağlılık
duygusu içerisinde olan kişidir. Ârifler için “ârifân”, “ehl-i yakîn”, “ehl-i
dîn”, “veli”, “kutb” ve “ârif-i billâh”, “ârif-i Rabb”, “ârif-i Yezdân” gibi
kelime ve terkipler kullanılır. Klâsik Türk edebiyatı şairleri ârifleri,
cahillerden uzak duran, dertlerini zevke dönüştürmüş, dünya işlerine
meyletmeyen, sürekli kendi benliğini arayan ve gönlünü arındırma telaşında olan
kişiler olarak zikrederler:
Bûstânda
görinen lâle degül nu’mân ile
Bâgdan kan aldı şimşek neşter-i bârân ile ‘Ârif isen
hoş geçürgil bu demi yârân ile ‘Ayş u nûş it kim geçer kalmaz bu eyyâm-ı bahâr
(Mesîhî Divanı, Mur. 2/4).
Bektaşî
şairler şiirlerinde arifleri örnek alırlar ve tâlibin de arifleri örnek alması
için âriflerin vasıflarını sıralarlar. Ariflerin en önemli vasıfları irfana
sezgi yoluyla sahip olmalarıdır. Âlimlerden bu yönleriyle ayrılırlar.
Bektaşîlikte kişinin kendisini tanıması anlamında “men aref” sırrına
erişmek sıklıkla dile getirilen bir tabirdir. Tâlip, ancak “men aref”
sırrına erdiğinde Bektaşî olabilecektir. Şiirlerde “men aref” sırrının
kaynağı âriflerdir ve en büyük ârif ise Hz. Alî’dir:
Nâsır-ı dîn
mîr-i livâ vü ‘âlem
Şâh-ı cihân
sâhib-i seyf-i kalem
Nûr-ı Hudâ
mîr-i hidâyet-nümâ
Kân-ı ‘atâ
şâh-ı sehâ vü kerem
Mahzen-i
‘ilm ü ‘amel ü ma’delet
Ma’den-i
‘ilm ü hüner ü nûr hem
Âyîne-i
zât-ı İlâh-ı kadîm
Pâdişeh-i taht-ı cihân-ı kıdem
Menba’-ı ‘irfân u meh-i men ‘aref
‘Ârif-i ser-cümle vücûd u ‘adem
Mahrem-i sultân-ı kamu evliyâ
Şâh-ı harîm ü harem ü muhterem
Leyse kemislihi diyüp her zamân
Yeşhedü’l-eşyâ lehü bi’l-kasem
Gayrı ‘Alî kimdür eyâ muttakî
Her kim anı bilsiyse bildi Hakk’ı
(Caferî Baba Divanı, Tc. 15/2).
Sultânıdur ‘âriflerün burhânıdur
‘âşıklarun
Hem ol durur hayrü’l-verâ hem ol durur
hayrü’l-beşer
(Caferî Baba Divanı, K. 57/2).
Kimi
zaman âriflerin görevi ehl-i beyte dua ve senâ etmek, kimi zamansa peygamberin
nuruna mazhar olan Hz. Alî’nin sırrına vâkıf olmaktır:
Murtazâ-yı
âfitâb-ı ‘âlemdür
Mazhar-ı
zât-ı pâk-i hâtemdür
Hem odur
bahr-ı ‘ilm-i hilm ü kemâl
Hem müsemmâ
hem ism-i a’zamdur
İremez
sırrına ‘ulü’l-elbâb
Diller ol
ma’rifetde ebkemdür
Pâdişâh-ı
dûna hezâr cihân
Ol şeh-i
safder ü ‘Îsâ-demdür
Ol vasiyy-i
Nebî ‘Aliyyün velî
Bil ki Hak
hazretinde ekremdür
Nite
hayrü’l-beşer dinledi ana
Anun içün
ki aslı âdemdür
Hem kelâm-ı
Hudâ-yı ‘azze ve celle
Hem habîb-i
İlâh’a hem-demdür
Ne yıkılsun
esâs-ı hubb-ı ‘Alî
Çün binâsı
gönülde muhkemdür
Cân
kulağına Hak’dan irdi nidâ
Didi ‘ârif
bu sırra mahremdür
Ki ‘Alî’dür
cihâna cism ile cân
Nûr-ı
peygamber-i zemîn ü zamân
(Caferî Baba Divanı, Tc. 11/2).
Bektaşîler
genellikle ârifâne sözler söyler, kelimeleri tasavvuf üzerinedir. Bu sebeple de
bilgisiz olan, âlim gibi görünen kişiler onları anlayamaz:
Hep
tasavvuf söyler anlar anı anlamaz nâdân
‘Ârifâne
nutk her ân eyleyen Bektaşîdür
(Cesârî Divanı, G. 192/6).
Kelime
anlamıyla yükseklik, yüksek yer, yüksek şey manasına gelen arş terimi/kavramı,
maddî âlemin ilk katı olarak kabul edilir. Allah’ın ilminin başladığı, Levh-i
Mahfûz’un bulunduğu yer olmasından dolayı İslam literatüründe çok geniş bir
kullanım alanına sahiptir. Edebî metinlerde “arş u âlâ”, “arş-ı Rahmân”, “arş-ı
İlâhî”, “arş-ı Yezdân”, “arş u mu’allâ”, “arş u ferş”, “arş u kürsî”, “arş u
zemîn” gibi terkiplerle birlikte kullanılır. Tasavvufî manada ise arş, insan-ı
kâmilin kalbidir. Yani gönüldür (TDKTA, 2001: 203). Klâsik Türk edebiyatı
şairleri şiirlerinde arş u kürsînin yaratıcısı olarak Allah’ı zikrederler. Arş aynı
zamanda, Cebrâîl’in mekânıdır ve Cebrâîl buradan öteye geçemez. Arştan, miraca
çıkmak için sadece Hz. Muhammed geçmiş, Allah’la görüşmüştür (Pala, 2010:27).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde de arş u kürsînin yaratıcısı Allah olarak zikredilmekte
olup genellikle “on sekiz bin âlem” ile birlikte kullanılır. Bektaşî bir şair
olan Şeyh Hasan Haydar (ö. 1901-02), arş-ı a’lâ olarak tabir edilen yerin
Allah’ın resûlü Hz. Muhammed’in yeri, hükümdarların da onun dilencisi olduğunu
belirtir:
Yaradan ‘arş
u kürsî on sekiz bin ‘âlemi Hak’dur
‘Ayândur
gün gibi sun’ı Hisâlî cümle eşyâda
(Peşteli Hisâlî Divanı, G. 420/6).
Kâ’inâtı
var iden ol ‘izz-i Yezdân u Rabbimüz
Kudretinden
çün kuşatmış ‘arş u semâmuz
(Cesârî Divanı, G. 356/1).
Sen ol sultân-ı ‘âlemsin ki tahtın ‘arş-ı
a’lâda
Kapunda Hüsrevân kemter gedâdur yâ
Resûla’llâh
(Hasan Haydar Divanı, G. 14/2).
Ser-firâz-ı
enbiyâsın pâdişâh-ı mülk-bekâ
Taht-gâhun kıldı Rabbü’l-‘âlemîn ‘arş-ı a’lâ
Zât-ı pâkün nûr-ı Hak’dur zâtına yok
intihâ
Salli ‘alâ nebiyyinâ nûr-ı Hudâ Mustafâ
Yâ şefî’a’l-müznibîn irham lenâ[1]
[2]
rûz-ı cezâ
(Hasan Haydar Divanı, Muh. 97/1).
Hz.
Alî’nin lakaplarından birisi Allah’ın aslanı anlamına gelen Esedu’llâh’tır.
Bektaşî şairlerinden Caferî Baba (ö. ?), arşın ve ferşin yaratılmasını vesile
olanın Hz. Alî olduğunu, arş-ı muallânın ve levh-i mücellânın ise Hz. Alî’ye
nispet edildiğini dile getirir:
Haydar-ı kerrâr Esedu’llâh’dur
Mahzen-i esrâr Esedu’llâh’dur
Oldı yakîn muhyi vü emvât hem
Şâfî-i bîmâr Esedu’llâh’dur
Merhemidür zahmı olan dillerün
Dertlere timâr Esedu’llâh’dur
‘Arş u ferş ü felek-i kün fekân1
Dârına mi’mâr Esedu’llâh’dur
Hûr ile mü’minlere cennet viren
‘Ârife dîdâr Esedu’llâh’dur
Cân gözi ile eger itsen nazar
Ma’nî-i muhtâr Esedu’llâh’dur
Bil ki ‘Alî sırrıdur ol evliyâ
Şek degül ey yâr Esedu’llâh’dur
Dinle bu remzi ki beyân eylerem
Cân kulagın aç ki sana söylerem
‘Ayn-ı ‘Alî ibni Ebî Tâlibest
K’ez heme merdân-ı Hudâ gâlibest
(Caferî Baba Divanı, Tc. 13/2).
‘Arş-ı mu’allâ Esedu’llâh’dur
Levh-i mücellâ Esedu’llâh’dur
Tûr ile Mûsâ Esedu’llâh’dur
Kâf ile ‘Ankâ Esedu’llâh’dur
‘Âlim ü ‘Allâm ü Semî’ ü Basîr
Vâhid-i yektâ Esedu’llâh’dur
Mûsî-i ‘İmrân ü münâcât-ı Tûr
Hem yed-i beyzâ Esedu’llâh’dur
İsme eger buldun ise râh sen
Bil ki müsemmâ Esedu’llâh’dur
Haşr güni Ca’ferî mü’minlere
Melce’ ü me’vâ Esedu’llâh’dur
Dinle bu remzi ki beyân eylerem
Cân kulagın aç ki sana söylerem
‘Ayn-ı ‘Alî ibni Ebî Tâlibest
K’ez heme merdân-ı Hudâ gâlibest
(Caferi Baba Divanı, Tc. 13/7).
‘Alî’dür ‘arş u kürsî levh ü hâme
‘Alî’dür rakk-ı menşûr ile nâme
(Caferî Baba Divanı, Mes. 17/9).
Hurûfî
şairlerden olan Misâlî (ö. 1541) ise yeryüzünün ve gökyüzünün şâhı olarak
Fazlullâh’ı görür. Divan’ında yer verdiği bir murabbasının tekrar eden
dizelerinde “Hazret-i fî dâd u lâm ol pâdşâh-ı her dü-kevn”
ifadelerini kullanır. Burada geçen “fî”, “dâd” ve “lâm” sesleri yan yana
yazıldığında Fazlullâh’ı işaret eden “Fazl” kelimesi ortaya çıkmaktadır:
‘Arş u ferşün berr ü bahrün ins ü
cinnün şâhıdur
On sekiz bin ‘âlemün esrârınun âgâhıdur
Neyyir-i
a‘zam nücûmla semânun mâhıdur
Hazret-i fı
dâd u lâm ol pâdşâh-ı her dü-kevn
Her yana kim nâzır olsam semme vechu’llâhdur Kande
kim ‘azm eylerisem Hakk’a togrı râhdur Zât-ı mutlak hem sıfâtu’llâh u ‘arşu’llâhdur
Hazret-i fı dâd u lâm ol pâdşâh-ı her dü-kevn (Misâlî Divanı, Mur. 11/2-3).
Misâlî
(ö. 1541), şiirlerinde ayrıca Hacı Bektaş’ın yuvasının arş olduğunu,
yeryüzünün, gökyüzünün, insanların ve cinlerin ona boyun eğdiğini de dile
getirilir:
Lâdur vasf
itmede vasfunı halk kün fe-kân Şâh-bâz-ı lâ-mekânsın sana ‘arşdur
âşiyân Gün gibi oldun velâyâtla meşhûr-ı cihân Tapuna münkad olupdur ‘arş u
ferş ü ins ü cin Şem‘-i cem‘-i evliyâ ey Hacı Bektaş Velî
(Misâlî Divanı, Muh. 6/4).
Misâlî’nin
yukarıdaki muhammesinden alınan bölümde Hacı Bektaş Velî Allah’ın vasıflarıyla
anılmıştır. İ. Zeki Eyüboğlu bu durumu Tanrı’da bulunan bütün niteliklerin,
Tanrı adı anılarak insana yani Hacı Bektaş Velî’ye yüklendiği şeklinde açıklar.
Ona göre Tanrı ile insan bir bütündür ve insan da bütünlüğü ile bir Tanrı’dır
(Eyüboğlu, 1968: 70).
Harf
simgeciliği esasına dayanan Hurûfîlik, insanın yüzünde bulunduğu kabul edilen
ve birine “hutût-ı ebiyye” diğerine “hutût-ı ümmiyye” denilen yedişer hatlı iki
görünüşle açıklanır (Aksu, 1998: 409). Hurûfîlikte bütün dinî hükümler yirmi
sekiz ve otuz iki sayısına dayandırılır ve bu hükümlerin insan yüzünde temsil
edildiği inancı hâkimdir. Bu sebeple de Hurûfî şairler şiirlerinde insanın
yüzünü, bedenin ulaşılması güç yeri olarak kabul ederler ve yüzü arşa
benzetirler:
Yüzin Hak Fâtiha’dur sidre boyun
Cemâlüne ‘arş-ı Rahmân didiler
(Muhyiddin Abdâl Divanı, G. 56/6).
Yüzün ‘arş-ı İlâhî’ dür kaşun kavseyni
ev ednâ
Dehânun kürsî-i a’zam kelâmun Hazret-i
Mevlâ
(‘Arşî Divanı, G. 4/1).
Sûret-i
Rahmân yüzün ‘arş-ı Hudâ’dur sûretün Ger uyarsa sûret-i ‘arş-ı Hudâ’ya
sîretün
(Vahdetî Divanı, G. 79/1).
Sözlükte,
kalbin müşahede yoluyla hakiki vahdeti görmesi anlamına gelmektedir (Uludağ,
2002: 58). Tasavvuf! manada Allah’a ulaşmak üç yolla olur. Bunlar:
İlme’l-yakîn, ayne’l- yakîn ve Hakke’l-yakîndir. Sûfî, ilme’l-yakîn ile Allah’ı
bilgisiyle idrâk eder, ayne’l- yakînle gönül gözüyle görür, Hakke’l-yakînle de
fenâfillâh mertebesine ulaşır (Kaya, 2007: 128).
Klâsik
Türk edebiyatı şairleri, ayne’l-yakîni apaçık, birebir, benzer, gerçek ve gözle
görünen gibi yan anlamlarıyla da kullanmışlardır:
Hızr kim dirler sen anun ‘aynısın ‘ayne’l-yakîn
Çeşme-i
hayvân bana lâ’l-i şeker-bârun gelür
(Ahmed Paşa Divanı, G. 97/7).
Bektaşî
şairlerden Caferi Baba (ö. ?), Allah’ı ayne’l-yakîn mertebesiyle görerek
olanların on iki imamdan olan İmam Takî ve İmam Nakî olduklarını, Hz.
Muhammed’in de ayne’l- yakîn’in rehberi olduğunu söyler:
Kimdür
Takî yâhud Nakî bilmez bunı her şakî
‘Ayne’l-yakîn
gören Hakk’ı bunlar durur ey bî-haber (Caferî Baba Divanı, K. 57/13).
Es-selâmü’llâh
eyâ ‘ayne’l-yakîne râh-ber Es-selâmu’llâh eyâ Hakkel’-yakîne reh-nümâ
(Caferî Baba Divanı, K. 70/8).
Usûlî
(ö. 1538) ise ayne’l-yakîn mertebesine ulaşırsa duyduğu şüpheden uzaklaşacağını
belirtir:
Aç Usûlî-veş benüm ayne’l-yakînden
dîdemi
Şekk ü zannı terk idüp vehm ü gümâna
bakmayam
(Usûlî Divanı, G. 79/9).
Arşî (ö. 1620), Hz. Muhammed’in ayne’l-yakîn
mertebesine ulaşmasını Hurûfîlikle
bağlantı
kurarak Hz. Âdem’in yüzündeki istivâ çizgisinin sırrına ermesiyle
ilişkilendirir ve Hz. Âdem’in “nur-ı Muhammedî” olayına telmihte bulunur.
İnanışa göre, Hz. Âdem’in alnına Hz. Muhammed’in nuru konulmuş, diğer
peygamberler aracılığıyla bu nur Hz. Muhammed’e kadar ulaştırılmıştır[3]:
İrmeyince
istivâ-yı hatt-ı vech-i Âdem’e
Olmadı rü’yet müyesser Ahmed’e ‘ayne’l-yakîn
(Arşî Divanı, G. 220/9).
Edîb
Harâbî (ö. 1916), ayne’l-yakîn mertebesine ulaşanların erenler bezmine girenler
olduğunu, Hâmî (ö. 1891-92) ise Hz. Alî’nin cömertliğin sahibi, ihsanın kaynağı
oluşunun ayne’l-yakîn ile anlaşılabileceğini söyler:
Herkesin
matlûbı bir gül olurdun Bu gülşende gonca dermiş olaydun ‘Ayne’l-yakîn görüp
Hakk’ı bulurdun Bezm-i erenlere irmiş olaydun
(Harâbî Divanı, Koş. 506/1).
Menba’-ı
lutf-ı ‘atâ vü ma’den-i cûd u sehâ
Melce’-i erbâb-ı himmetdür ‘Alî ‘ayne’l-yakîn (Hâmî
Divanı, K. 4/9).
Hazret-i
Muhammed’i temsilen bir inanç önderinin yönettiği; ocaklara göre değişmekle
birlikte on iki hizmetin icra edildiği, kurban olarak kesilen bir hayvanın
etinden yapılan lokmanın ve hizmetlilerin yaptıkları yemek ve yiyeceklerin
yenildiği; inanç önderleri ve tâlip kardeşleri huzurunda kul haklarından tövbe
edilerek arınılan, nefes, düvaz miraçlama, tevhid ve ayet gibi kutsal olduğuna
inanılan şiirlerin âşıklar tarafından okunduğu, müzik ve söz eşliğinde
semâhların dönüldüğü ve kadın ile erkek bireylerin bir arada icra ettikleri
Alevî toplulukların ibadetine cem adı verilir (Ersal, 2016: 201). Terim/Kavram,
Hz. Muhammed’in başkanlığında miraçta icra edildiğine inanılan “kırklar
meclisi” ile de yakından ilgilidir.
Genel
olarak, tarikata yeni girenler, dervişlik mertebesine yükselenler, babalık
makamına erişenler, halifeliğe oturanlar, büluğ çağına erişen mücerretler için
(TDEKTA, 2001: 287) ve tarikatın ulu bir kişisinin anılması vesilesiyle
düzenlenir ve töreni “dede” yürütür (Kaya, 2007: 126). “Bezm-i cem”, “aynü’l-cem”,
“ayn-ı cem” ve “meclis-i cem” olarak da bilinir. Ayrıca Alevî ve Bektaşî
kültüründe “âyîn-i ehlullâh”, “âyîn-i sükvârî” terimleri/kavramları da
kullanılmaktadır.
Cem,
hangi amaçla yapılıyor olursa olsun temelde on iki hizmetin yerine getirildiği
meclislerdir. Buyruk metinlerinde on iki hizmetin yerine getirilmediği
toplantıların cem özelliği taşımayacağı ve bu esnada yenilen ve içilenlerin
helal olmayacağı belirtilir. Bu hizmetler yörelere ve dönemlere göre bazı
farklılıklar arzetmekle birlikte genelde dedelik, rehberlik, gözcülük,
çerağcılık, zâkirlik, süpürgecilik, suculuk (saka, ibrikdar), sofracılık
(kurbancılık), semâhcılık (pervâne), okuyuculuk (peyk), iznikçilik ve bekçilik
olarak sıralanabilir (Gökbel, 2019: 162).
Alevîliğin
sırrı olarak kabul edilen cem törenleri kökeni itibarıyla Türklerin İslamiyet’e
girmeden önceki devirlerde belli disiplin kuralları çerçevesinde
gerçekleştirdikleri kımızlı dinî toplantılar olup, İslam’ın kabulünden sonra bu
dinin bazı unsurlarını bünyesine katarak yeniden şekillendirilip geliştirilmiş
biçimidir (Gölbel, 2019: 162).
Cem
ayininde, yukarıdaki tanımda da bahsedildiği gibi Hz. Muhammed’e, on iki imama
ve âl-i ‘abâya selam gönderilir, müzik eşliğinde semâhlar yapılır. Azbî (ö.
1747) bu durumu şiirinde şöyle dile getirir:
Ben erenler
râhına bin cân ile pervâneyüm ‘Ayn-ı cem âl-i ‘abâya âşinâya sad selâm
(Azbî Divanı, K.
8/23).
Çü gördüm ‘ayn-ı cem olmış dânâ vü
rindâne
Bu sahn-ı künc-i gülşenün çalındı defle
tanbûrı
(Azbî Divanı, K. 20/23).
Hâşim
Baba (ö. 1782-83) ise Divan’ında, on iki imama gönderme yaparak cem ayininde
“semâh” ve on iki imam için okunan nefeslerden bahseder:
Nübüvvet gencini açdum velâyet dürlerin
saçdum
Semâ’um ‘ayn-ı
cem zikrüm düvâzdeh rütbedür her bâr
(Hâşim Baba Divanı, G. 63/2).
Tasavvufta,
bazı sûfîler Kur’an’ın Besmele’de, Besmele’nin “b” harfinde, onun da altındaki
noktada özetlendiğine inanılır (TDEKTA, 2001: 408). Bâ noktası, “varlığın
ikinci mertebesi olan mümkün mevcutların ilkine işaret eder. İlk taayyünün
remzi ve varlığın zuhur etmesine vasıta olan hakîkatü’l-hakâ’ik’ın” simgesidir
(Uludağ, 2002: 63). “Allah, ilk önce benim nurumu yarattı. Sonra her şeyi
nurumdan yarattı,” hadisinde söz konusu edilen nurdan maksat da bâ’dır.
“Besmeledeki bâ’nın altında bulunan nokta benim,” diyen Hz. Alî de bu sözüyle
ilk taayyüne, yani ilk akla işaret etmiştir.
Bektaşî
şairler de nokta-i bâ’yı Hz. Alî’ye nispet ederler. Cümle âlemin yaratılışının
altında, tasavvuftakine benzer olarak “nokta” nazariyesine dikkat çekerler ve
âlemin sırrının elif harfinde ve bâ’nın altındaki noktada aranmasını dile
getirirler:
‘Alî’dendür
eyâ mü’min vücûdı cümle mevcûdun Hem oldur nokta-yı bâ hem kitâb-ı Hak
Te’âlâ’dur
(Caferî Baba Divanı, K. 53/10).
Nokta-i
bâ vü elif sırrını bil Vahdetiyâ
Bilmek
istersen eger ‘âlem-i ma’nâ dilini
(Vahdetî Divanı, G. 127/6).
Cümle
‘ilmün asl u fer’i ibtidâ bir noktadur
Menba’-ı
feyz ü hakîkat harf-i bâ bir noktadur
(Sıdkî Baba Divanı, G. 159/1).
Misâlî
(ö. 1541) ise nokta-i bâ’nın sırrını Hz. Alî’nin çözdüğünü, on sekiz bin âlemi,
bâ’nın noktasından keşfettiğini söyler:
Nokta-i
bâyı Misâlî derk iden Haydar gibi
Anladı nakkâş nakş u münşî-i inşâ nedür
(Misâlî
Divanı, G. 105/11).
On sekiz bin ‘âlemi bir noktadan
keşf eyleyen Sâhib-i Düldül-i ‘Alî’dür kim veliyyu’llâhdur
(Misâlî Divanı, G. 128/1).
Bektaşî
şairlerden olan Arşî (ö. 1620), “men aref” sırrını “nokta-i bâ” ile
ilişkilendirip tâlibe seslenmektedir. Men aref sırrına kâbil olmalarının
sebebi ise kendilerini nokta-i bâ olarak görmeleridir:
Çâr ‘unsûrla ger hüveydâyuz
Lîk mecmû’-ı genc-i ma’nâyuz
‘Âdem ü Hâtem olalı üstâd
Yetmiş iki lisâna gûyâyuz
Sî vü dû isme olmışuz mazhar
Başdan ayaga biz müsemmâyuz
‘Ârifân ile bâde-i vahdet
Nûş idüp rind-i bî-ser ü pâyuz
Pâk idüp sînemüz kudûretden
Saykal-ı ‘aşk ile mücellâyuz
‘Âşıkân-ı cemâl-i Fazl-ı Hak’uz
Hâk-i pây-ı ‘Aliyy-i a’lâyuz
Men ‘aref sırrını gel ey tâlib
İste bizden ki nokta-i bâyuz
Bende-i Fazl-ı kibriyâyuz biz
Vâris-i ‘ilm-i enbiyâyuz biz
(Arşî Divanı, Tc. 1/3).
Cesârî
(ö. 1829) de nokta-i bâ’nın sırrını Hz. Alî’ye bağlı olanların bildiğini
söyler:
Rumûz-ı
nokta-i bâyı yüri benden su’âl itme
sırrı bilmeğe var Haydar-ı Kerrâr olandan sor (Cesârî
Divanı, G. 249/2).
Bâde, Bâde-i Kevser, Şarâb,
Tolı/Dolu
Farsça’da
şarap anlamını taşıyan kelime (Cebecioğlu, 2004: 76), Türk halk edebiyatı
metinlerinde, rüyada içildikten sonra insanlara şiir söyleme yeteneği
kazandırdığına inanılan manevî içki (Kaya, 2007: 130), klâsik Türk edebiyatı
metinlerinde ise sevgilinin dudağı, yanağı, aşığın gözyaşları, naz ve gurur
için bir tahayyül maddesi (TDEKTA, 2001: 310) olarak kullanılır. Tasavvufta
bade ile ilgili olarak, bezm-i elest bir “işrethâne-i kudsî” yeridir. Ruhlar bu
mecliste aşk badesini içtikten sonra yeryüzüne inmişlerdir (Albayrak, 2004:
61).
Klâsik
Türk edebiyatı şairleri bade kelimesini, “bâde-i elest”, “bâde-i çûn nâr”,
“bâde- fürûş”, “bâde-nûş”, “bâde-i irfan”, “kevser bâdesi”, “bâde-hâr”, “şürb-i
bâde”, “bâde-i hamrâ”, “bâde-i gülgûn”, “bâde-i nâb”, “bâde-i âl”, “bâde-i
la’l”, “bâde-i ahmer”, “bâde- i gül-fâm”, “câm”, “sâgar”, “ayak”, “kadeh”,
“peymâne” gibi kelime ve terkiplerle kullanmışlardır. Alevî ve Bektaşî
yazınında bunların dışında, “bâde-hor”, “bâde-i çûn- nâr”, “bâde-i gül-reng”,
“bâde-fürûş” terimlerine/kavramlarına da yer verilir.
Bektaşî
şairler, bade terimini/kavramını sadece bir içki olarak görmemişler, gerçek
anlamı itibarıyla da şiirlerinde işlemişlerdir. Bektaşî şairlere göre bade,
pirlerin asasıdır. Pirlerin gönlü o asaya düşer ve onu elinden düşürmek
istemezler:
Bâde çünkim
‘asâ-yı pîrândur
Pîr oldum
‘asâya düşdi gönül
(Yetîmî Divanı, G. 126/3).
Bâdesüz ‘ârif ‘asâsuz pîre benzer yâ begüm Lâm
iderse bu elif kaddüm ‘aceb mi lâ-yı mey (Hayretî Divanı, G. 439/2).
Bektaşîler, Kevser şarabını sunacak olanın Hz. Alî olduğunu
söylerler ve bu sebeple de onu “sâkî-i Kevser” olarak görürler. Caferî Baba (ö.
?) bu durumu şöyle izah eder:
Peyk-câm u bâde sâkî-i Kevser
elindedür Mahmûr-ı câna fikr-i ilâc-ı humâr kıl
(Caferî Baba Divanı, K. 23/5).
Hakkın yolundaki kişi eğer vahdet badesini içmek dilerse
çalışıp çabalayıp rindlerin meclisine ulaşması gerekmektedir:
Bâde-i vahdet içem dirsen eyâ
tâlib-i Hak
Cedd ü cehd eyle hemân meclis-i rindâna
ulaş
(Arşî Divanı, G. 132/3).
17.
yüzyıl Bektaşî şairlerinden Bosnalı Vahdetî (ö. 1598) ise Allah’a mensup Kur’an
ehli olduğunu söyledikten sonra, elest bezmine telmihte bulunarak elest bezmi
badesinin sarhoşu olduğundan bahseder:
Bâde-i bezm-i elestün mest-i
ser-gerdânıyuz
Bir
belâya bin belî dir ‘ahd ü peymân ehliyüz (Vahdetî Divanı, G. 54/2).
Bektaşîlikte
dar, muhibin canını feda etmek üzere ikrar verdiği yerin adıdır. Meydanın tam
ortasında bulunur. Hâşim Baba (ö. 1782-83) da elest meclisine gönderme
yaptıktan sonra, muhabbet badesinden içen kişilerin mest olduklarını, dara
mertçe geldiklerini dile getirir:
Belâ diyen elestde mürşidine
Mahabbetle bu devrâna gelenler
Mahabbet bâdesiyle cümle serhoş
Gelürler dâra merdâne gelenler
(Hâşim Baba Divanı, N. 45/3).
Alevî
ve Bektaşî cemlerinde sefalama bitiminde Dede: “Musâhib olmak için meydana
çıkmış bu canların lokmalarını yiyeceğiz. Bu canlardan ağrınmış, incinmiş var
ise meydan açılmadan söyleyin” diyerek cemdekileri uyarır. Herkes: “Eyvallah”
der. Dede de bunun üzerine hizmetlerin başlaması için destûr verir (Ersal,
2016: 390). 19. yüzyıl Bektaşî şairlerinden Sıdkî Baba (ö. 1928), Divanı’nda âyîn-i
cem ritüelinde destûr alıp ceme katılmaktan bahsederken, “yediler” elinden bade
içtiğini, “men aref” ilmine vâkıf olduğunu belirtir[4]:
Destûr oldı
beşler cem’ine geçdüm Yediler elinden bir bâde içdüm Men ‘aref
ilmini okuyup seçdüm Gaffâr’a seyretdüm Cum’a gicesi
(Sıdkî Baba Divanı, N. 121/2).
Edîb Harâbî (ö. 1916) ise “Kızılbaş” olduklarını, daima
bade içtiklerini, meclislerine bir sâkî bulduklarını bu sebepten ötürü de
sarhoş gezdiklerini dile getirir:
Bîçâre
zâhidâ Kızılbaş olduk
Dâ imâ bâde-i
gulıam süzerüz
Bezmimüze
mahbûb bir sâkî bulduk
Anun içün
böyle serhoş gezerüz
(Harâbî Divanı, N. 493/1).
Bektaşî
şairler, aşk badesini bezm-i elestten beri içtiklerini, Hacı Bektaş Velî’yi
mürşid olarak gördüklerini, dervişlerin yaptıkları gibi dağ ve çölleri geçtiklerini,
kâmil insanı da gözünden seçtiklerini söylerler:
Bâde-i
‘aşkı içeli haylî zemân oldı belî
Mürşidümden
aldum eli pîrüm Hacı Bektaş Velî
(Kadîmî Divanı, N. 16/1).
Bezm-i elestten beri biz bâde-i Kevser içeriz Tag
ile sahrâ aşarız kâmili gözden seçeriz (Kadîmî Divanı, N. 18/1).
19.
yüzyıl Bektaşî şairlerinden Sâcid (ö. 1844) de bezm-i eleste gönderme yaparak,
dünyada var oluş sebebini tıpkı Levlâke Levlâke Lemâ Halaktü’l-Eflâk
(Sen olmasaydın, sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım) hadisinde de belirtildiği
gibi Hz. Muhammed ve Hz. Alî’ye bağlar:
Çün bana
aşk bâdesinden sundu onlar evvelî
Nûş edip ol
ahd-i peymânı dedim kâlû belî
Levhe yazdı
bir kalemden nokta-i zât müncelî
İki demle
var olup geldim cihân içre velî
Bir demim
der yâ Muhammed bir demim der yâ Alî
(Sâcid Divanı, Muh. 4/1).
Sözlük
anlamı iç, öz, sır, gizli olan şey anlamına gelen bâtın, gözle algılanamayan,
zaman ve mekâna nispet edilemeyip her bakımdan yegâne olan, açık olan nesne ve
olayları bildiği gibi gizli olanları da bilen manasında Allah’ın
isimlerindendir (TDEKTA, 2001: 355). Alevî ve Bektaşî kültüründe görünen alan
“zâhir, görünmeyen alan “bâtın” ile ifade edilir. Tasavvufta ise yalnızca
görünen alan olan zâhire aldananların manevî gerçekliğin bilgisine ulaşamayacakları
mutasavvıflar tarafından sıklıkla dile getirilir (Gökbel, 2019: 124). Zâhir ise
varlığı kâninatta tecellîsiyle âşikâr olan, açık olarak görünen demek olup
Allah’ın isimlerindendir (Ayverdi, 2005: 3468).
Alevî Bektaşî şairler, zâhir ve bâtın ile tarikat ehlinden
bahsederler. Sadece zâhiri değil bâtını görmek bu tarikat ehlinin işidir. Bu
sebeple Hz. Alî, Alevî ve Bektaşî yazınında zâhir ve bâtın sıfatlarıyla sıkça
şiirlerde yer alır. Caferî Baba (ö. ?), Hz. Alî’nin zâhir ve bâtın ilminde
mâhir olduğunu işleyen şairlerdendir ve onun görünen ve görünmeyen nur
olduğunu, ‘alleme’l-esmâyı bildiğini belirtir:[5]
‘Alî’dür ‘alleme’l-esmâda
mâhir
‘Alî’dür
nûr-ı bâtın nûr-ı zâhir
(Caferî Baba Divanı, Mes. 17/33).
‘Alî bâtın
‘Alî zâhir ‘Alî hâzır ‘Alî nâzır
‘Alî hâdî
‘Alî mehdî ‘Alî reh-bîn ‘Alî rehber
(Caferî Baba Divanı, K. 44/6).
Evvel âhir
dilimizde harf-i bismi’llâh ‘Alî
Zâhir ü
bâtında gördük küntü kenzu ’llâh ‘Alî
(Vîrânî Divanı, G. 131/1).
16. yüzyıl Bektaşî şairlerinden Misâlî (ö. 1541), evvel ve
âhir olanın Hz. Muhammed, zâhir ve bâtın olanın ise Hz. Alî olduğunu söyler:
Ey dakâyık
gülistânınun hoş-elhân ‘andelîbi İstimâ’ eyle Süleymân mantıkından koş deli
Sana râz ile beyân eyler mutarrâ sünbüli Evvel ü âhir Muhammed zâhir ü bâtın
‘Alî
(Misâlî Divanı, Mur. 14/1).
Bekâ,
Bekâbillâh ve Fenâ, Fenâfillâh
Tasavvufta, dervişlerin nefsini yok ederek fenadan sonra
eriştiği son mertebeye bekâbillâh adı verilir (Ayverdi, 2005:319). Temelinde,
Allah’tan başka varlık olmadığını savunan “vahdet-i vücûd” felsefesi yatmaktadır.
Sûfîlere göre tasavvuf terbiyesini tamamlayarak olgunluğa ulaşmış kişinin
zihnini tamamen Allah düşüncesi kaplar. Bu hâlin bitimiyle de bekâ hâli başlar
(Kara, 1992: 44). Fenâfillâh ise, kişinin beşerî vasıflarından ve arzularından
sıyrılıp ilahî vasıflarla donanmasıdır (Uludağ, 2002: 134).
Bektaşî şairler, kişinin fenadan vazgeçip, kendi
benliğinden uzaklaşmasıyla bekâbillâh mertebesine ulaşabileceğini şiirlerinde
işlerler:
Cân virüp
buldı bekâ birlikde yârün lezzetin
Rehber-i
ehl-i bekâ terk-i fenâya sad selâm
(Azbî Divanı, K. 8/28).
Tecellî zâta irişdüm fenâ-ender-fenâ buldum Bekâ-ender-bekâ
buldum bana feryâd ider herkes (Hâşim Baba Divanı, G. 73/2).
Yolunda cânumuz kılduk fedâ çün kim o sultânun Fenâdan
el çeküp bende-i şâh-ı bekâyız biz (Kadîmî Divanı, G. 62/4).
Bektaşî bir şair olan Behrî (ö. ?) ise on iki imamdan Alî
Rızâ’nın bekâbillâh makamına eriştiğine işaret eder:
‘Alî Rızâ
sultân-ı bekâbi’llâh
Mefhar-ı kevneyn ü şu’ûn-ı İlâh Manzar-ı kevneyn ü şu’ûn-ı
İlâh Şu’le-i hurşîd ü tâb-ı mihr ü mâh
Şâh Takî
feyyâz-ı Hak püşt-penâh
Hep
nazar-gâhından ‘âlî bâr-gâh
Server-i
şeh-bâz cümle kıble-gâh
‘İzzetinden
kâm-yâb hep ‘izz ü câh
Cilve-gâh-ı
Hak Muhammed Mustafâ
Pîş-gâh-ı
Şîr-i Hak Şâh Murtazâ
(Behrî Divanı, Tc. 1/5).
Şiirlerini
Hurûfî etkiyle kaleme alan Arşî (ö. 1620) ise bekâbillâha ulaşabilmenin
yolunun, Fazlullâh’ın dergahında kul olmaktan geçtiğini söyler:
Gulâm-ı
dergeh-i Fazl-ı Hudâ ol
Bulup
‘ömr-i ebed hayy u bekâ ol
(Arşî Divanı, Mes. 2/23).
Bende,
Bende-i Âl-i Abâ, Bende-i Şâh, Abd
Sözlükte
Allah’a kul olmak anlamını taşıyan bende, tasavvufî literatürde mürid, şakird
ve tasavvuf yoluna yeni girmiş çömezlere denir (Uludağ, 2002: 72). Alevî ve
Bektaşî kültüründe ise bir alçakgönüllülük ifadesidir. Muhtemelen
terimin/kavramın aslı bağlanmak manasına gelen “bend” ile ilgilidir. Tasavvufî
zümrelerde de bu anlam doğrultusunda “bende” tabirine rastlanmaktadır.
Klâsik
Türk edebiyatında âşıklar sevgilinin bendesi olarak kabul edilir. Sevgililer
ise bu bendeleri esîrcinin eline düşmüş köle olarak görür. Bâkî (ö. 1600)
kendisini aşkın kölesi olarak düşünür ve köleliği ezelden kabul etmiştir:
Dizin dizin olur ardınca bendeler
her ân
Esîrci sanur ol şûhı seyr iden yârân
(Şeyhî Divanı, Mat. 17).
Ezelden şâh-ı ‘aşkun bende-i fermânıyuz cânâ
Mahabbet mülkinün sultân-ı ‘âlî-şânıyuz cânâ (Bâkî Divanı, G. 13/1).
Alevî ve Bektaşî kültüründe bende olmak bir mürşide
bağlanıp onun yolundan Allah’a ulaşmayı temsil eder. Mürid ancak mürşidinin
sözlerine uyarsa Allah’a ulaşabilir. Alevî ve Bektaşî şairlerden Vâhdetî, kendisini
mürid-mürşid ilişkisi bağlamında on iki imamdan olan Mehdî’nin kulu olarak
görür. Hâşim Baba (ö. 1782-83) da tıpkı Bosnalı Vahdetî (ö. 1598) gibi bir
mürşide bağlanmayı bendelik olarak değerlendirir:
Biz ‘Askerî’nün ‘askeriyüz bende-i Mehdî Fazl’un
kereminden dem-i nutk-ı ebedîyüz (Vahdetî Divanı, G. 40/6).
Selâmet bulmak istersen olagör mürşide bende İrâdet
vir murâdına göresin tâ seni sende Ki âhir öz ki sûretle görinür olma şermende
Hayâl-i zıll yeter ‘ibret görinen hayme-i tende Degildür nutk iden sûret
derûnunda turan söyler (Hâşim Baba, Muh. 49/11).
Sâcid’im ben bendeyim efgendeyim her vech ile Er
olup basdı kadem hâşâ ki dönmez ökçesi (Sâcid Divanı, G. 201/7).
Sözlükte, hâricî, zâhirî (Cebecioğlu, 2004: 97; Uludağ,
2002: 73), okuma yazma bilmeyen, ümmî (Kanar, 2013: 290) anlamlarına gelen
terim/kavram, Bektaşîlikte tarikattan olmayan yabancı kimseler için kullanılır
(Korkmaz, 1994: 60). İncelenen şairlerden yalnızca Edîb Harâbî’nin Divanı’nda
bu tabire yer verilmiştir. Edîb Harâbî (ö. 1916), berrânî olanların
hasletlerini sıralar, onları yoldan çıkmış kimseler olarak görür:
Bir takım berrânîler vardur teberrâlar gibi
Hânedân-ı ehl-i beyte karşu a’dâlar gibi
La’net olsun çünki bunlar toğru Bektaşîlerdür Sokmak
isterler ma’za’llâh sâyyâlar gibi
Kalmamış
bunlarda birlik dirlik âdâb-ı tarîk
Oldılar zîrâ nebîden ayrı tersâlar gibi
Döndiler
râh-ı hakîkatden dalâlet râhına
Bağrışurlar
bir yire geldükde gurbalar gibi
(Harâbî Divanı, G.
112).
Bektaşî
şiirinde, Hz. Muhammed, Hz. Fâtımâ, Hz. Alî, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için
kullanılan bir tabirdir (Kaya, 2007: 158). Tasavvufî olarak kalpleri Cebrâil’in
üzerinde bulunan beş veli için de kullanılmıştır. Bu beş şahsiyetin nefes ve
ilimleriyle gönülleri dirilteceği inancı hâkimdir (Cebecioğlu, 2004: 98).
Diğer
İslamî bütün tarikatlarda olduğu gibi Bektaşîlik içerisinde de ehl-i beyt
sevgisi ön planda tutulmaktadır. Bu sebeple Bektaşî şairler, şiirlerinde ehl-i
beyte olan duygularını sürekli dile getirmişlerdir. Ancak şiirlerinde “beşler”
terimi/kavramı yerine “ehl-i beyt”, “âl-i abâ”, “âl-i evlâd” gibi beşleri
kasteden kelimeleri tercih etmişlerdir. Beşler terimine/kavramına yer veren çok
az Bektaşî şair bulunmaktadır.
Yediler
üçler hakkı
On iki beşler hakkı
On yedi
kemerbeste
Hem on dört
hâslar hakkı
(Muhyiddin Abdâl Divanı, Mn. 165).
Üçler ile beşler
cismimin canı Yedilerde fark eyledim erkânı Nesl-i İmam Bakır keremler kanı
Gönül gitmek ister Sultân Haydar’a
(Sıdkî Baba Divanı, N. 22/2).
Sözlükte kapıcı, kapı bekçisi anlamına gelen terim/kavram,
Osmanlı Devleti’nde hükümdarın sarayının kapılarını bekleyen görevliler için
kullanılmıştır (Özcan, 2001: 345). Bektaşîlik tarikatında on iki hizmetliden
biridir ve Abdülhalîl b. Alî tarafından temsil edilir (Gökbel, 2019: 144).
Klâsik Türk edebiyatı şairleri tarafından, gözetleme,
koruma, kapıcılık ve bekçilik işlerini yapan “harîs”, “emîn”, “pâsbân” gibi
kelimelerle şiirlerde yerini alır. Bu terim/kavram, genel itibarıyla sevgilinin
kapısını bekleyen ve âşığa eziyet eden “rakîb” için de kullanılır (Şentürk,
1996: 35).
Sen sa’âdet
burcına hergiz güneş bulmazdı râh
Yüz sürüp
kapında zer saçmasa bevvâb üstine
(Ahmed Paşa Divanı, G. 16/27).
Biz biri
birümüzi çü dün içre buluruz
Pes fâ’ide
ne bu kamu bevvâb u haresden
(Kadı Burhaneddin Divanı, G. 711/6).
Bektaşîlik
tarikatında, on iki hizmet sıralamasında yer alan kapıcı/bekçi yerine
kullanılan bevvâb, cemin ve ceme gelenlerin güvenliğini sağlamakla meşgul olur.
Ayrıca, Mevlânâ türbesi kapıcılarına (Pakalın, 1971: 212), mahalle
okullarındaki hademelere de bevvâb adı verilmiştir (TDEKTA, 2001: 412).
Görinür kubbesi hadrâ ‘anâsır ferşidür anun Olur lâhûtî bevvâbı
muti’ olur buna bu çarh (Hâşim Baba Divanı, G. 31/3).
Kâşif-i
gayb-i ehad mazhar mîm-i Ahmed
Bevvâb-ı
Hakk Muhammed pîrüm azîzüm yâ hû
(Hâşim Baba Divanı, G. 138/3).
Şâh-bâz-ı
‘âdil ü feyyâz-ı hikmet manzarı
Hâdî-i
kenz-i hidâyet nusret-i heft-i bevvâb
(Behrî Divanı, G. 21/2).
Aldum
himmetümi mürşidüm Zekî’den Kaldum o dergâhda bevvâb idüm
(Kadîmî Divanı, N. 15/2).
Farsça’da
sohbet meclisi anlamına gelen terkip, “ben değil miyim” manasına gelen “elestü”yle
toplantı anlamını taşıyan “bezm” kelimesinin terkibinden oluşur. Allah’ın,
kainatı yaratmadan önce ruhları toplayıp, Elestü bi-Rabbiküm (Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?), diye
sorduğu, ruhların da Belâ (Evet) (A’râf, 172) dedikleri yerin adıdır.
Tasavvufî manada, ruhların Allah’la sözleştiği yer olarak kullanılmıştır.
Bektaşîlikte “tanışıklık ezeldendir” hitabı meşhurdur. Bu sebeple Bektaşîler
“elest” kelimesini sıklıkla kullanırlar (Gökbel, 2019: 266). Terim/kavram,
Alevî ve Bektaşî kültüründe “elest demi”, “elestü bezm”, “elestü mihrâbı” ile
de ifade edilir.
Klâsik
Türk edebiyatında yaygın olan inanışa göre âşıklar, sevgililerine elest
bezminde âşık olurlar. Elest gününde, âşıkların ruhları uyanıktır ve sevgiliyi
görür görmez ona gönülleri düşmüştür. Âşığın, sevgilisine olan aşkı, elest
bezminden beri devam etmektedir ve âşık, muhabbet badesini de elest bezminde
içmiştir (Pala, 1992: 108).
Elest
bezminde, “Belâ” diyenlerin mümin, “Hayır” diyenlerin ise kafir
olduklarına inanılır. Aşk badesi içen âşıklar, mestânlıkları sebebiyle hayır
demiş ve küfre düşmüşlerdir:
Zülfinün sevdâsını terk eyle dirler
Ahmedî
Bozılur mı ol ‘ukde ki anı bağlaya ‘ahd-i
elest
(Ahmedî Divanı, G. 74/7).
Şol sırr ki elestde dilüme sevgüli
oldı
Ol sırr-ı nihânum gibisin sevgüli mahbûb
(Karamanlı Aynî Divanı, G. 55/6).
Bektaşî
şairler, elest bezminde verdikleri söze telmihte bulanarak şiirlerinde yer
verirler. Elest meclisinde olan hitâbı duyduklarından beri, her belâya evet
demişlerdir. Kimi zamansa elest meclisinde verdikleri sözü unutmuşlardır.
Şiirlerde genellikle, Hz. Alî’nin elest meclisinden beri onlarla dost olduğunu,
bu dostluktan da minnet ve şükran duyduklarını işlerler. Ayrıca Bektaşî şairler,
elest bezminde Allah’a karşı verdikleri sözü, Bektaşîlikte tarikata giren
kişinin ikrar vermesine de benzetirler:
Tâ hitâb-ı elesti gûş itdüm
Didüm ol demde her belâya belî
(Yetîmî
Divanı, G. 202/3).
Az belâ mıdur bu gaflet başuna ey Hayretî
Unıdup rûz-ı elesti anmadun
ma’hûdunı
(Hayretî
Divanı, G. 465/5).
Şükr ü minnet devr-i elestden bize
hem-demdür ‘Alî
Şimdi dahı her nefesde bu gelen demdür
‘Alî
(Vîrânî Divanı, G. 130/1).
Mü’miniz ikrâra geldük biz elestün
‘ahdine
Çün elest bezminde oldı bizlere Hak’dan
hitâb
(Azbî Divanı, G. 65/4).
Şarabın
mucidi kabul edilen İran hükümdarı Cemşîd’in yedi çeşit maden karışımından
oluşan yedi köşeli efsanevî kadehinin adı olup (Şentürk, 2017: 379), “câm-ı
Cem”, “câm- ı gîtî-nümâ”, “câm-ı cihân-nümâ”, “âyîne-i câm-ı Cem” ve “sâgar-ı
Cem” gibi adlarla şiirlerde sıkça kullanılır. Rivayete göre Cem’in kadehinin
üzerinde yedi yazı bulunmaktadır. Cem, bunlara bakarak dünyada meydana gelen
olayları önceden görebilmektedir.
Câm-ı
Cem’le ilgili olarak birçok hikâye anlatılır. Hikâyeye göre, “Cem, bir gün kır
gezisindeyken gökte bir kuş görür. Kuşun ayaklarına bir yılan sımsıkı
sarılmıştır. Okçularına, kuşa zarar vermeden o yılandan kurtulmalarını emreder.
Kuş kurtulunca Cem’e gagasından çıkardığı birkaç taneyi verir. Cem, bu taneleri
toprağa eker ve topraktan, üzüm ve asma elde eder. O zamandan beri üzümün
suyunu içmek âdet hâline gelir” (Pala, 2010: 83). Bu su, şaraptır. İçince
insana mestlik verir. Klâsik Türk şiirinde şarabın mestlik vermesi, bu mestliğin
de âşığın gözünü sevgilinin aşkıyla kör etmesi ve âşığı kederden
uzaklaştırdığıyla ilgili birçok beyit yazılmıştır. Kimi zaman bu şarap,
yukarıda bahsedilen elest bezminde içilen “bade” yerine de kullanılmıştır:
Safâ-yı hâlet-i tab’un yiter eğlence ey Bâkî
Bî-hamdi’llâh ne gam yirsin elünde sâgar-ı
Cem var
(Bâkî Divanı, G. 63/5).
Bezm-i
fenâda ‘ârif olanlar ne gam çeker
Gül gibi
elde turmayup ol câm-ı Cem çeker
(Behiştî Divanı, G. 163/1).
Bektaşî
şairler, on sekiz bin âlemin câm-ı Cem’den göründüğünü, abdâlların câm-ı Cem’in
sarhoşluğuyla dünyada hayran hayran gezdiklerini ve câm-ı Cem’i pirlerin
elinden içip aşk meclisine mestâne geldiklerini söylerler:
On sekiz
bin ‘âlemi andan temâşâ eyledüm
Câm-ı
Cem’dür gözüni İskenderî nisbetlidür
(Misâlî Divanı, G. 175/6).
Cür’a-i
Kâzım ‘Alî Mûsâ Rızâ’dan içdiler
Câm-ı
Cem nûş eyleyüp hayrandurur abdâllar
(Vîrânî Divanı, G. 109/6).
Edeb ü
erkâna yollı yolından
Dürr çıkar
kâmilün bahr-i dilinden
Meclis-i
‘aşk içre pîrler elinden
Nûş idüp câm-ı
Cem mestâne geldüm
(Cesârî Divanı, Ş. 150/3).
Can ve
baştan vazgeçmek/geçmek
Klâsik
Türk edebiyatında can ve baştan geçmek gerçek anlamda sevgili, tasavvufî manada
ise Allâh için kullanılır. Âşık, aşkı için canından ve başından vazgeçer. Bu
öyle bir vazgeçiştir ki âşık için boş bir laf değildir. Can ve baş sevgili için
feda edilebilir:
‘Aşkdur bu
geçürür ‘âşıkı başdan cândan
‘Âşıkun
yoluna cân virdügini sanma güzâf
(Bâkî Divanı, G. 231/4).
Senündür baş
u cân yârüm senündür Nedür bu baş u cân varum senündür
(Karamanlı Aynî Divanı, G. 167/1).
Alevîlik
ve Bektaşîlikte özellikle cemde, sakka hizmeti sırasında can ve baştan geçme
deyimine rastlanır. Sakka hizmeti, cem ritüelleri içerisinde icra edilen on iki
hizmetten biri olarak kabul gören bir inanç pratiğidir (Ersal, 2016: 360). Dua
kısmında, “Bismi Şâh, Allâh Allâh. Can u baştan geçmişiz biz Şâh Hüseyin
aşkına. Kerbelâ-yı deşt-i gamda ser verenler aşkına. Dem-be-dem hem can gözüyle
hak görenler aşkına. Ol Yezîd’ler elinde teşne-lebler aşkına. Kerbelâ’da su su
diye can verenler aşkına. Gözüm yaşı sebîl ettim on iki imamlar aşkına.
Ber-cemâl-i Muhammed kemâli imam Hasan imam Hüseyin Alî (ra) bülend salâvât”
söylenir (Engin, 2005: 368).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde can ve baştan vazgeçmek kimi zaman Hz. Hüseyin’in şehit
edildiği Kerbelâ hadisesine telmih yapılarak kimi zaman da Hallâc-ı Mansûr’un
darağacındaki ölümüne gönderme yapılarak şiirlerdeki yerini alır. Özellikle
Bektaşî çevrenin ele aldığı Hallâc-ı Mansûr, Allâh yolunda şehit edilmiş, canı
ile başı için yalvarmamış ve doğru bildiği yolda ilerlemiş bir mücahittir:
Başın
eline almayan râh-ı ‘Alî’de tob gibi
Çevgân-ı Hak’dan oynamaz meydânı yokdur zerrece (Vîrânî
Divanı, G. 339/3).
Elhamdüli’lllâh kim bugün Haydar durur sultânumuz Kurbân
anun ‘aşkına hem başumuz hem cânumuz (Caferî Baba Divanı, K.
60/1).
Baş çeküp
serdâr-ı iklîm-i Ene’l-Hakk olmadı
Baş virüp
meydânda Hallâc olmadın ber-dâr-ı ‘aşk
(Hayretî Divanı, K. 7/9).
Cennet, Firdevs, Adn ve
Cehennem, Dûzah, Cahîm
Cennet,
kelimesi örtmek, gizlemek anlamında “cenn” kökünden türemiş olup bağ, bahçe,
ferah ve havadar yer anlamına gelmektedir. Eski Türkçe’de “uçmak”, Farsça’da
“behişt”, Arapça’da ise “firdevs” kelimeleri cennet için sıklıkla kullanılan
kelimelerdir (TDEKTA, 2001: 539). İslamî terminolojide Allah’a inanan ve iyi
işler yapan kişilerin ölümlerinden sonra ebedî bir yaşam sürecekleri ve manevî
huzuru bulacakları yer olarak tasavvur edilmektedir.
Genellikle
uçsuz bucaksız bir bahçe olarak düşünülen cennet, “firdevs”, “adn”, “me’vâ”,
“na’îm”, “huld”, “hüsnâ”, “dârü’s-selâm”, “cinân”, “behişt”, “berîn” gibi
isimlerle klâsik Türk şiirinde kullanılmıştır. Şairler, sevgilinin güzelliğini
ifade etmek için sevgilinin yaşadığı yeri cennete benzetmişlerdir. Cennet,
sevgilinin yüzü ve yanağı için de kullanılmış, âşığın ulaşması gereken bir yer
olarak düşünülmüştür. Şiirlerde sadece cennet değil, cennette bulunan Kevser
ırmağı, hûrî, gılmân, tûbâ ağacı gibi terimlerle/kavramlarla da sevgiliye
işaret edilmiştir. Bazen, Kevser ırmağının kaynağı sevgilinin dudağına, tûbâ
ağacı da sevgilinin boyuna teşbih edilir. Kimi zaman bu teşbihler öyle
abartılmıştır ki anlatılan yerin cennetten daha güzel olduğu kanısına
varılmıştır. Hatta bazen sevgiliye olan muhabbet, cennetin önüne geçmiştir:
Ne dille vasf idem seni kim hâzin-i
behişt
Virürdi cenneti seni bir görmege
behâ
(Ahmed Paşa Divanı, G. 42/4).
Götürdi zevk-i vaslun hâturumdan ravza
pervâsın
Sözün kevser münevver meclisün huld-ı berînümdür
(Fuzûlî Divanı, G. 76/6).
Ser-i kûyun sanemâ cennet-i a’lâ bilürin
Müntehâ kâmetüni Sidre vü Tûbâ bilürin
(Bâkî Divanı, G. 369/1).
Alevîlik
ve Bektaşîlikte de cennet terimi/kavramı klâsik Türk edebiyatı şairlerinin
kullandıkları gibi şiirlerde yerini alır. Ancak, sekiz cennetin var olduğu
inancından dolayı sekiz sayısıyla ilişkilendirilir. Dedenin, görgü sırasında
sağ eliyle tâlibin sırtına vurduğu “erkan çubuğu” ise, cennetteki Sidre
ağacından yapılmıştır ve Hz. Muhammed’in eli olarak düşünülmüştür. Genel olarak
Bektaşî şairlerin daha bu dünyada yapılması gereken işlerinin olduğu, bundan
dolayı da cenneti arzulamadıkları görülmüştür. Bu nedenle de dünya üzerinde
güzel gördükleri yerleri cennetten üstün tutarlar:
Bâğçe bâğun
seyrine mâ’il olup kendüzine
Kûy-ı yârı cây-ı
cennet eyleyen Bektaşîyüz
(Cesârî Divanı, G. 361/4).
Cennet-âbâd
çemen-zâr-ı cihân çok ammâ
Südlüce
cânibidür bâğ-ı İrem dünyâda
(Yetîmî Divanı, G. 173/5).
Bırakdı tâc
u taht-ı cenneti ‘uryân olup çıkdı İşit bu pendi âbâdân kalender ol
kalender
(Arşî Divanı, G. 181/7).
Cehennem
ise, günah işleyenlerin gideceğine inanılan yerin adıdır. Şiirlerde genellikle
cennet kelimesiyle tezatlık ilişkisi kurularak kullanılır. Eski Türkçe’de
“tamu”, “tamuğ” kelimeleriyle ifade edilen terim/kavram klâsik Türk
edebiyatında, “dûzah”, “cahîm”, “âteş”, “nâr” gibi kelimelerle ifade edilir ve
âşığın çektiği ayrılık acısı ve sevgilinin öfkesiyle ilişkilendirilir (Pala,
2010: 86). Âşığın bu dünyada sevdiğinden gördüğü elem âşığın cehennemidir:
Ravza-i Rıdvân ki dirler ârız-ı cânân
imiş Âteş-i dûzah bi-‘aynihi âteş-i hicrân imiş
(Kavsî Divanı, G. 240/1).
Keşf ider
Şeyhî bize vâ‘iz cehennem sûretin Yanına varanlara dûzah ‘azâbın
gösterür
(Şeyhî Divanı, G. 53/5).
Bektaşî
şairlere göre cehennem azabından kurtulmak için kalender-meşrep olmak gerekir.
Ancak bu şekilde cehennem ateşinden korunulabilir. Hurûfî etkiyle şiirlerini
yazan şairler genellikle, insanda zuhur eden yedi hattın yani “iki kaş, dört
kirpik ve saçtan ibaret olan hutût-ı ümmiyye”den geçmeyenlerin yedi cehennemin
azabına mübtelâ olacaklarını söylerler. Burada hutût-ı ümmiye ile dünya
kastedilmektedir (Korkmaz, 1994: 173). Ayrıca şiirlerde cehennem ateşinde
yanması için Yezîd’e ve onun gibi olanlara da belâ okunur:
Kalender-meşreb
ol ‘Azbî bu terki dahı terk eyle Cezâ-yı dûzahı çekme geçegör kibr ile
kînden
(Azbî Divanı, K. 12/36).
İtmeyenler yedi hattun istivâsından ‘ubûr Oldılar yedi cehennemde
‘azâba mübtelâ (Arşî Divanı, G. 6/12).
Kör olsun
gözlerün Şimr kırılsın ellerün mel’ûn Cehennem âteşi yaksın be hey
hûn-hâr-ı hâm-ervâh
(Kadîmî Divanı, G. 7/2).
Örtmek,
örtünmek anlamındaki Arapça “cenn” kökünden türeyen kelime, gözle görülmeyen,
latif cisimlerden ibaret olan yaratıklar için kullanılır (TDEKTA, 2001: 558).
Cinler, şeytan gibi ateşten yaratılmışlardır ve beş duyu organıyla
algılanamazlar. Allah’ın emirlerine ve yasaklarına uymakla yükümlü varlıklardır.
Halk anlatılarında cinlerin de tıpkı insanlar gibi dişi ve erkek oldukları
belirtilir. Dişi cinler için Farsça’da daha çok “perî” kelimesi tercih edilir
(Albayrak, 2004: 98). Halk arasında perilerin çok güzel ve çekici oldukları,
insanlara musallat olarak onları çeşitli hastalıkları sürüklediklerine
inanılır.
Cin
ya da perî kelimesine klâsik Türk şiirinde daha çok Hz. Süleymân’la ilgili
beyitlerde rastlanır ve şairler, Hz. Süleymân’ın cinlere hükmetmesi olayına
sıkça değinirler. Yaygın bir rivayete göre Hz. Süleymân Mescid-i Aksâ’nın
yapımı sırasında cinleri çalıştırmıştır (Pala, 2010: 411). Kelime genellikle de
“Süleymân-ı ins ü cin”, “Süleymân-ı ins ü cân”, “ins ü cân” gibi tamlamalarla
birlikte kullanılır.
Dehânun
dürcü kim kaydın çekerler hûr-peykerler
Perîler
tâ’atiçün hâtem-i hükm-i Süleymân’dur
(Fuzûlî Divanı, G. 102/4).
Şeh-i
zemâne Süleymân-ı ins ü cin ki anun
Cihân
emrine tâbi’dürür vuhûş u tuyûr
(Hayâlî Bey Divanı, G. 1/21).
Melekler hûr u ins ü cin ruh u zülf ü leb ü gamzen
Görüben oldılar hayrân u zâr u vâlih ü muztar (Ahmedî Divanı, G. 4/3).
Alevî ve Bektaşî şiirinde de cin ve perî kelimelerine sıkça
yer verilir. Klâsik Türk şiirinde genellikle Hz. Süleymân’la birlikte anılan
terim/kavram, bazı Alevî ve Bektaşî şairler tarafından Hz. Alî’nin ins ü cinin
serveri, Hz. Hüseyin’in ise ins ü cinin imamı olduğu üzerinde dururlar. İns ü
cinin hayat bulmasında ise Mûsâ-yı Kâzım’ın rolünden bahsederler.
“Alî’dür pertev-i nûr-ı İlâhî
Alî’dür ins
ü cinnün pâdişâhı
(Caferî Baba Divanı, Mes. 17/6).
Mûsâ-yı Kâzım ile buldı hayâtı ins ü cân Oldurur
derd ehlinün zahmına nutk-ı hoş devâ (Behrî Divanı, K. 3/7).
La’net it
sen de Selâmî melek ü ins ü perî
Hüseyin
ibni ‘Alî kâtiline la’net ider
(Selâmî Divanı, G. 76/7).
Cur’a,
şarabın yudumu anlamına geldiği gibi daha çok şarabın dibinde kalan tortuya
denir. Şarabın içilmeyen bu tortusu, bahçelik alanlarda toprağa kapalı
alanlarda ise cur’adân adı verilen kaplara boşaltılır (Şentürk, 2017: 426).
Cur’adân, Farsça yudumluk demek olup (Gölpınarlı, 2004: 70) Osmanlı Devleti’nin
kuruluşunda büyük hizmetleri olan Anadolu Abdâlları’nın esrar muhafaza etmek
için kemerlerine astıkları üzerinde çifte “Yâ Alî” işlemeli deri kabın da
adıdır (Kurnaz, 2000: 143). Cur’adân terimi/kavramı, beyitlerde genellikle gezginci
derviş anlamına gelen “abdâl” terimiyle/kavramıyla birlikte kullanılır.
Klâsik
Türk şiirinde ilahî aşkı sembolize etmesi hasebiyle şarap üzerine birçok şiir
yazılmıştır. Hatta şarabın içilmeyen tortusunu oluşturan cur’a da kutsal
sayılmış, şiirlerde çeşitli benzetme unsurlarına konu olmuştur. Klâsik Türk
edebiyatı şairleri, sevgilinin dudağının sevdasıyla âşığın toprağa düşmesini
cur’anın toprağa dökülmesi olayıyla ilişkilendirirler:
La’l-i
nâbun hâke saldı cur’a-veş ‘âşıkları
İtdi bir
bezm ehlini bir katre mey mest-i harâb
(Şeyhülislâm Yahyâ Divanı, G. 21/2).
Şarabın
dibinde olan son damlanın yere dökülmesi bir âdettir ve bu âdetin altında da
şarabın mucidi olan Cem’in ruhuna bir hediye olduğu inancı yatmaktadır. Bu
sebeple de şarabın son damlası kutsal kabul edilmiştir (Pala, 2010: 94).
Aşağıdaki beyitte bu kutsîlik, şairin gönlünün bir cur’adân olması, sevgilinin
de bu cur’adânın içerisinde bulunması biçiminde bir ilgi ile ortaya
konulmuştur.
Bana ‘âlem
nice hayrân olmasun kim ‘aşk-ı yâr Cur’adân-ı sînem içre gizlü esrârum
komaz
(Hayâlî Bey Divanı, G. 18/3).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde Hz. Alî’nin Kevser ırmağının sâkîsi oluşu sıklıkla dile
getirilir. Vîrânî (ö. ?)’nin bir şiirinde de şair ezel şarabının cur’asını Hz.
Alî’nin elinden içtiğini bu sebeple de Hz. Alî’den vazgeçmeyeceğini belirtir:
Cur’a-i
câm-ı ezel destinden içdüm yâ ‘Alî
Şol
cihetden sâkî-i ebrâr senden geçmezem
(Vîrânî Divanı, G. 48/2).
Klâsik
Türk şiirinde genelde toprağa dökülen cur’a, Alevî ve Bektaşî şairlerinin
şiirlerinde âşıkların içtikleri ve bu sebeple de kıyamet gününe kadar aşk
mestânesi olarak gezmelerine sebep olan bir şarap olarak zikredilmektedir:
Mahmûr-ı
câm-ı ‘aşkam sâkî getür şarâbı
Kim cur’ası
gönülden ref’ eyler ıztırâbı
(Peşteli Hisâlî Divanı, G. 482/1).
Nûş eylemişem
cur’asını bezm-i elestün
Tâ haşra
dek ol mey ile mestâne-i ‘aşkam
(Cesârî Divânı, G. 573/2).
Kalenderî
ve Şemsî dervişlerin saçlarını, sakallarını, bıyıklarını ve kaşlarını tıraş
etmeleri çehâr-darb olarak adlandırılır. Daha çok Alevî ve Bektaşî geleneğine
mensup şairlerin
şiirlerinde
kullanılmıştır (Kaya, 2007: 193; TDEKTA, 2003: 13). Kalenderî dervişlere göre
insanın yüzü güneş gibidir, saç ve sakal ise bu güneşi kapatan kara
gölgelerdir. Bu sebeple yüz tıraş edilmelidir. Bektaşî şairlerinin şiirlerinde
bu terime/kavrama sıkça rastlanılmasında Bektaşîliğin ilk zamanlarında etkili
olan Kalenderîlik öğretilerinin etkisinden söz edilebilir. Şentürk,
Kalenderîliğin piri Cemâleddîn Sâvî’nin Hint geleneklerini bilmesi dolayısıyla çâr-darbın
Hint kökenli olduğunu söyler. Ona göre çâr- darb, Bâtınî zümreler arasında da
yaygın olan “Hz. Âdem cennetten çıkartıldığında çıplak olup vücudunda hiç kıl
yoktur ve bu hâlinden utandığı için bedenini incir yapraklarıyla örtmüş, daha
sonra Allah onun vücudunu utanmasın diye kıllarla sarmıştır. Dolayısıyla
vücuttaki kıllar insanda aslî değil arızî bir fazlalık olup insanın gerçek hâli
kılsız bulunmasıdır” anlayışından dolayı gerçekleştirilmektedir (Şentürk, 2017: 468).
Şentürk’ün
çâr-darbla ilgili bir diğer görüşü, yüzün Allah’ın insandaki tecellî-gâhı
olması, kıl ve tüylerin ise bu tecellîyi engellemesi hakkındadır (2017: 468).
Vâhidî’nin
Hâce-i Cihân ve Netîce-i Cân isimli eserinde Kalenderîlerin anlatıldığı
bahiste çâr-darba yer verilir. Burada Kalenderîlerin saçlarını, sakallarını,
bıyıklarını ve kaşlarını tıraş ettikleri, ayakları çıplak dolaştıkları,
başlarında ise yünden yapılmış taçlar taşıdıkları zikredilir (Karabey, Şığva ve
Babür, 2015: 119). Kalenderîlerin bu durumunu ifade etmek için “cavlâklar”
terimi/kavramı da kullanılır. Kalenderîlerde çâr-darb yapılmasının nedeni,
“Derviş, Allah’ı zikirle meşgul iken kendisine bir hâl gelir, o sırada dervişin
kalbi dört darb ile zikreder. Bu durumdaki bazı dervişlede neşe zâhir olur, bu
neşenin etkisiyle saç, sakal, bıyık ve kaşını tıraş ederler” (Gökbel, 2019:
181) şeklinde izah edilir.
Klâsik
Türk edebiyatı şairlerinden Hayâlî Bey Divanı’nda da Kalenderîlere gönderme
yapılır. Hayâlî (ö. 1557), kendisini Hak dergahında tıraş olmuş bir abdâl
olarak görür. Behiştî (ö. 1571-72) ise sevgilinin yüzünün tıraş edilmesi
gerektiğini, o zaman yüzünün ışığının âlemi aydınlatacağını söyler. Kimi zaman
sevgili berberlerin başıdır. Kendisini tıraş etmesi için berberlerin başı olan
sevgiliden yardım bekleyenler ise âşıklardır:
İsm ü resminden şol cihânun fârig ü âsûde hâl Tekye-i
Hak’da tırâş olmış bir abdâlam bu gün
(Hayâlî Bey
Divanı, G. 65/2).
‘Ârız-ı
nev-hattun gördüm tırâş itmiş yine Hamdüli’llâh âfitâb-ı ‘âlem olmış
mehveşüm
(Behiştî Divanı, G. 329/2).
Baş açuk abdâlunam lutf it beni gel kıl tırâş Tekye-i
dükkânuna basdum kadem ey ser-tırâş (Enverî Divanı, G. 123/1).
Alevî
ve Bektaşî geleneği içerisinde şiirlerini yazan şairler ise genellikle
Kalenderîleri tanımlamak için bu terime/kavrama yer verirler. Ancak Misâlî (ö.
1541), Kalenderi olmak için taca, hırkaya ve tıraş olmaya ihtiyaç olmadığını,
Kalenderîliğin saf bir gönülde yattığını belirtir. Peştelî Hisâlî (ö. 1651-52)
ise, mürid olmak için, Bektaşîlikte yaygın olan evlenmeme, pirin müridini tıraş
etmesi gibi uygulamalara şiirlerinde yer verir. Vîrânî (ö. ?)’de ise Bektaşîlik
uygulamalarından olan tıraş olma, evlenmeme, eline-beline-diline sahip olma
inancının izleri görülmektedir:
Secdeler
eylen gelin abdâllar kim bunda bir
Tekye-i
Hak’da tırâş olmış Kalender var imiş
(Usûlî Divanı, G. 51/6).
Başdan gel
ey Kalender kîl ü kâli kıl tırâş Yoksa kılca ne bıyık virür zarar sana
ne kaş
(Hayretî Divanı, G. 153/1).
Oldur
Kalenderî k’ola mir’ât-ı sâf gönül
Tâc u tırâş
u hırka degüldür Kalenderî
(Misâlî Divanı, K. 11/13).
Zâhidâ gel bir nazar kıl hâ vü mîm ü dâliyüz
Münkire zehriz velî ‘irfânun yagı balıyuz Terk ü tecrîdüz
muhakkak kal ü kîl halîyüz Tırâş olup ser-pâ-bürehne biz Rûm Abdâlıyuz
(Vîrânî Divanı, Mur. 91/1).
Nukûş-ı
mâsivâyı safha-i dilden tırâş idüp
Mürîd-i pîr-i
‘aşk olmak demi bi’ât zamânıdur
(Peşteli Hisâlî Divanı, G. 139/6).
N’ola tâze tırâş
olsa serîr-i hüsne geçdi yâr Ki muhtâc olur ‘âdetdür berât-ı şâhı tecrîde
(Peşteli Hisâlî Divanı, G. 403/2).
Farsça’da
mum anlamına gelen kelime, toprak ya da madenden yapılmış, içine yağ konularak
yan tarafındaki fitil yardımıyla yakılan bir çeşit aydınlatma aracıdır. Bektaşî
tarikatında ise meydandaki makamlardan birinin adıdır. Meydana girildiğinde, on
iki imamı çağrıştıran on iki çerağ yakılır. Bu işleme çerağ yakmak anlamında
“çerağ uyarmak” adı verilir. Çerağ uyandırıldıktan sonra canlar, önce çerağa
sonra babaya sonra da diğer makamlara niyâz eder. Çerağdan sonra gülbanklar
çekilir ve tören bitirilir. Çerağ, nefesle değil el hareketleriyle söndürülür.
Buna da çerağ söndürmek yerine “çerağ dinlendirmek” adı verilir (TDEKTA, 2003:
29).
Alevî
ve Bektaşî kültüründe çerağ, “Hz. Muhammed’in Tanrı’dan gelen ilk ışık olması
anısına, ruhun aydınlanmasının bir sembolü” olarak algılanır ve cem törenlerinde
uyandırılır. Ayrıca çerağ, insan beyni olarak algılanan akıl kıblesidir. Nasîp
alan yeni tâlip, rehberinin kılavuzluğu ile buraya geldiği zaman, rehber
kendisine şöyle der: “Buna çerağ derler. Bu çerağ, nur-ı Muhammed Alî’dir.
Cümle canların, bunun nuruyla münevverlendiği, onların cemaliyle müşerref
olduğu ve Hakk’a eriştiği makamdır. Hz. Muhammed çerağa benzetildiği için de
Bektaşîlerce kutsaldır” (Gökbel, 2019: 188).
Ayrıca
çerağla, manevî açıdan “peygamberlik nurunun kaynağı” olarak Hz. Muhammed, “velilik
nurunun kaynağı” olarak da Hz. Alî zikredilir (189).
Alevî
ve Bektaşî kültüründe önemli bir yere sahip olan çerağ teriminden/kavramından,
“çerağ akçası”, “çerağ dinlendirmek”, “çerağ gülbangı”, “çerağ hakkı”, “çerağ
kürsüsü”, “çerağ makamı”, “çerağ tahtı”, “çerağ töreni”, “çerağ uyandırma”,
“çerağ uyarma”, “çerağcı”, “çerağ-ı Alî”, “çerağ-ı dâim”, “çerağ-ı dil”, “çerağ
dinlendirme”, “çerağ-ı mürde”, “çerağı sırlama”, “çerağı tekbîrleme” gibi
terimler/kavramlar ortaya çıkmıştır.
Klâsik
Türk edebiyatı şairleri bezm meclisinin aydınlatıcısı olarak çerağı
kullanırlar. Bu sebeple de genellikle meyhâne ve içkiyle alakalı unsurların
bulunduğu beyitlerde yer verilir. Kimi zaman çerağ sevgilidir ve âşığın yol
göstericisidir:
Sâgar u bâdeye dirlerse Hayâlî yiridür
Âbrûy-ı hükemâ çeşm-i çerâg-ı şu’arâ
(Hayâlî Bey Divanı, G. 10/7).
Çeşm ü çerâg-ı merdüm-i sâhib-nazar yiter
Câm-ı şarâb-ı nâb ki Cem yâdigârıdur
(Bâkî Divanı, G. 99/6).
Benüm fürûg-ı kamerden ferâgatüm var kim
Çerâg-ı mihr-i ruhundur delî'l-i
râh bana
(Ahmed Paşa Divanı, G. 4/9).
Rehber-durur belâya gözünün
işâreti
Kânûn-durur şifâya lebünün beşâreti
(Ahmedî Divanı, G. 660/1).
Kurtara nûr-ı hidâyetle dalâletden seni
Bir
tarîkinde mükemmel mürşid ü rehber gözet
(Edirneli
Nazmî Divanı, G. 964/3).
Ne yana ‘azm-i hümâyûn idersen ola şehâ Nesîm-i subh-ı
sa’âdet yolunda ferrâşun Önünce peyk-i hidâyet delîl ü rehber ola
Yanunca Hızr ‘aleyhi’s-selâm yoldaşun (Bâkî Divanı, Kt. 1/4).
Tasavvufta
mürşid, yol gösterici ve rehber anlamlarına gelen (Pala, 2010: 100). çerağ,
Alevî ve Bektaşî inancında da kutsaldır. Bu kutsallık “Biz seni Allah yoluna
ışık saçıcı bir güneş olarak gönderdik” ayetinden kaynaklanmaktadır (Ahzâb,
45-46; Sunar, 1975: 72). Bu ayetten hareketle Bektaşîler, çerağa çeşitli
anlamlar yüklemiş, insanı karanlıktan kurtaracak, gideceği yolu aydınlatacak
bir nur olarak şiirlerinde işlemişlerdir. Çerağ, Hz. Muhammed’in ve Hz. Alî’nin
nurudur. Bütün tarikat ehli bu nurla aydınlanır (Kaya, 2007: 195). Âlemin
yaratılışı da bu nurdan dolayıdır. Bektaşî şairler, çerağı dedenin yaktığını ve
müridlerine yol gösterdiğini belirtirler. Klâsik Türk edebiyatı şairleri
çerağı, daha çok gerçek anlamıyla şiirlerinde kullanırken, Bektaşî şairler
tasavvuftaki manasına çok yakın olarak özellikle kalbi aydınlatan bir araç ya da
yol gösterici bir rehber olarak düşünürler:
Dağlardan
tekye-gâh-ı ‘aşkda yakdun çerâg Gün gibi ‘âşıklar rûşen-i delîl olan
dede
(Yetîmî Divanı, G. 177/2).
Cânun çerâgı
Hayder-i Safder degül midür
Anun
fürû’-ı nûr-ı peyâmber degül midür
(Caferî Baba Divanı, K. 27/1).
Vücûdum âteş-i ‘aşkunla yandur yâ Resûla’llâh Çerâg-ı
kalbi şevkünle uyandur yâ Resûla’llâh (Selâmî Divanı, G. 187/1).
Yakdun çerâg-ı şer’üni kıldun cihânı nûr Oldun
kamuya rehber ü reh-bîn ü reh-nümâ (Hayretî Divanı, K. 2/5).
Özüne rehber
tutun gel ölmeden evvelce öl Bu erenler meclisinde kan akarsa cân biter
(Azbî Divanı, K. 5/2).
Seni rehber çeküp dâra gelürsün ‘ahd-i ikrâra
Bilürsün zât-ı mürşid kim senünle âşinâyız biz (Hâşim Baba Divanı, K. 71/18).
Tâlib olan
Hak yolların gelsün biz İrşâdiyâ
Rehber olup
göstermege tâliblerün matlûbuyuz
(İrşâdî Divanı, G. 32/5).
Tarikatlarda
bir dervişin olgunlaşması ve manevîyâtıyla başbaşa kalmak maksadıyla şeyhinin
izni doğrultusunda dünya nimetlerinden el çekip kendisini ibadete adaması biçiminde
gerçekleşen, genellikle de kırk gün süren zorlu imtihana çile adı verilir
(Soyyer, 2019: 138; Ayverdi, 2005: 583) ve Farsça “çihil” (kırk) kökünden
türemiştir (Ayverdi, 2005: 583). Tasavvufta, dervişin bu kırk günlük
imtihanının onu Allah’a ulaştıracağına inanılır. Alevî ve Bektaşî geleneğinde
mürşid, çileye girecek dervişin elinden tutar ve onu çile evine götürür. Hücre
biçiminde olan bu yerde ibadetle ilgili şeylerin dışında hiçbir şey bulunmaz.
Yemek ve su dahi dışarıdan getirilir.” Çile boyunca derviş Allah’a saygısızlık etmemek için oturduğu
yerde alnını sert bir zemine koyar. Dervişin uyku dışında bütün zamanı ibadetle
geçer. Çile sonunda ise mürşid çile evine giderek dervişin çile sırasında
gördüğü rüyaları dinler. Çilesini tamamlayan derviş yıkanır, üzerini değişir ve
ona kurban eti yedirilir (Gökbel, 2019: 193-194).
Çile
kelimesi etrafında Alevî ve Bektaşî kültüründe “çile çekme”, “çile çıkarma”,
“çile damı”, “çile evi”, “çilehâne”, “çile-i merdân”, “çile-i zenân”,
“çilekeş”, “çile-nîşin”, “çile- şiken”, “çileye girme”, “çile kırmak”, “çilesi
dolmak” ve “çileye soyunmak” gibi kelimeler de kulllanılmaktadır.
Klâsik
Türk şiirinde sevgili çilesizdir. Çile çekmek, âşığın hasletlerinden biridir.
Arpaemînî-zâde Sâmî (ö. 1734), sevgilinin çilesiz olduğunu bu nedenle de onunla
görüşemeyeceğini söyler. Haşmet (ö. 1768), aşağıdaki beytinde sevgili ile
görüşmek istemektedir. Bu yolda çektiği gamdan hâsıl olan çileden murâdı ise o
sevgiliye ulaşmaktır. Nâbî (ö. 1712) ise zâhidden uzlet hayatı yaşamasını, onun
meykedede zevk ve sefayı nerden bileceğini söyler:
Tîr-veş togrılık itsek yine itmez ragbet Çillesüzdür
o kaşı yay ile olmaz ülfet
(Arpaemînî-zâde Sâmî Divanı, Mat. 25).
Bu zikr ü fikr-i cefâdan bu çille-i
gamdan Murâd o şûh ile bir kerre halvet itmekdür
(Haşmet Divanı, G. 78/4).
Zâhid yüri var savma’ada çille-nişîn
ol
Sen meykedenün zevk ü safâsın ne bilürsin
(Nâbî Divanı, G. 566/3).
Alevî
ve Bektaşî kültüründe ise çile genellikle “yedi” ve “kırk” gibi sayılarla ifade
edilir. Çilenin insanı insan-ı kâmil mertebesine eriştireceğine inanılır. Arşî
(ö. 1620) aşağıdaki beytinde çektiği çile neticesinde aklâkını tamamladığını
dile getirir. Peştelî Hisâlî (ö. 1651-52) ise çilenin çekildiği yerin yokluk
köşesi olduğuna değinir. Fennî (ö. 1888) de çile çekmekle yolun
tamamlanacağını, derecesinin artacağını söyler:
Çekdüm
yedi kırk çille ol beyt-i mukaddesde
Tekmîl idüp ahlâkum insân oluban geldüm
(Arşî Divanı, G. 192/6).
Kûşe-i fakr
u felâketde nice çille çeküp ‘Ömr-i hamsîni geçüp bükdi belüm âhir-kâr
(Peşteli Hisâlî Divanı, K. 1/62).
Fennî yedi kırk çillede tekmîl-i
sülûk it
Nâ-kasr koma menzilde merâtibde tamâm ol
(Fennî Divanı, G. 113/8).
Kelime
manası durulacak yer, konak veya darağacı anlamında olup (Soyyer, 2019: 137),
hem klâsik Türk şiirinde hem de Alevî ve Bektaşî edebiyatında Hallâc-ı
Mansûr’un idam edildiği darağacına telmihte bulunularak kullanılmıştır. Ayrıca
Alevîlik ve Bektaşîlikte âyîn-i cem yapılan odanın tam orta yerine de dar adı
verilir. Başka bir ifadeyle muhibin can ve başını feda etmek için meydanda
ikrar verdiği yerdir. Dar meydanında salik, tarikata kabul edilir. Suç içleyen
de yine darda, sağ ayağının baş parmağını sol ayağının baş parmağı üzerine
koyar ve sağ el üstte olmak üzere ellerini çapraz göğsüne koyarak kusurlarını söyler.
Buna “ayak mühürlemek” adı da verilir (Gökbel, 2019: 198-199). Dar sadece
hayatta olan tâlip ve dervişler için yapılmaz, vefat etmiş muhib, derviş, dede,
baba veya dedebaba da dara çekilebilir.
Alevî
ve Bektaşî geleneğinde dar terimi/kavramı etrafında birçok terim/kavram
türemiştir. Bunlar: “dardan indirme erkanı”, “dar cemi”, “dar kurbanı”, “dar
meydanı”, “dar piri”, “dara çekme”, “dara durma”, “dardan indirme”, “dar-ı
Fâtımâ”, “dar-ı Fazl”, “dar-ı Hüseyin”, “dar-ı Mansûr”, “dar-ı Nesîmî”, “darına
durma”, “dava görme darı” şeklinde sıralanabilir.
Klâsik
Türk şiirinde dar ile genellikle Hallâc-ı Mansûr kastedilmiştir. Dar
terimine/kavramına yer verilen hemen hemen bütün şiirlerde Mansûr’a da gönderme
yapılır. Hamdullâh Hamdî (ö. 1503) sevgilinin saçını darağacının ipine
kendisini de Hallâc-ı Mansûr’a benzetmiştir. Necâtî Bey (ö. 1509) ise
sevgilinin zülfüne asılan âşığın ayağı yere mi basar, canını ve başını zevk ve
şevk ile döne döne verir, der. Eşrefoğlu Rûmî (ö. 1469-70) de Mansûr’a ve
söylediği ene’l-Hak sözüne göndermede bulunmaktadır:
İy zülf-i yâr beni penbe gibi dögse gamun
Koman men ol gamı Hallâc gibi dâruna
as
(Hamdullah Hamdî Divanı, G. 75/3).
Ayagı yir mi basar zülfüne ber-dâr olanın
Zevk u şevk ile virür cân ü seri döne
döne
(Necâtî Bey Divanı, G. 472/2).
Çün fenâ dârında benlik Mansûr’ın dâr
eyledi
Dost işiginde ene ’l-Hakk nevbetin
urdı bu ‘ışk
(Eşrefoğlu Rûmî Divanı, G. 49/6).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde de tıpkı klâsik Türk şiirinde olduğu gibi dar ile
genellikle Hallâc- ı Mansûr kastedilir. Misâlî (ö. 1541) sevgilinin gönül çalan
zülfüne gönlünü kaptırdığını, bu sayede de Mansûr’un rütbesine eriştiğini
söyler. Darı da bir eğlence olarak görür. Çünkü Mansûr’un can verdiği darağacı
miraca ulaşmak ve Hakk’ı görmek için bir vasıtadır:
Zülf-i tarrârına dil virdük Misâlî ol
mehün
Devlet-i Mansûr’a irdük dârdur
eglencemüz
(Misâlî Divanı, G. 233/7).
Kimisi bulmış murâdın gayr-ı maksûd
istemez
Kimisi
sırr-ı ene’l-Hakk söyleyüp ber-dâr imiş
(Vîrânî
Divanı, G. 73/11).
Rumûz-ı küntü
kenzi menba’-ı esrâr olandan sor
Ene’l-Hakk sırrını Mansûr-veş ber-dâr olandan
sor (Hâmî Divanı, G. 85/1).
Dergâh,
Âsitân, Hankâh, Tekye, Harâbât, Çilehâne, Zâviye
Tarikat
pirlerinin veya şeyhlerinin ikamet edip irşad faaliyetlerini sürdürdükleri,
genellikle de dervişlerin sohbet ve zikir için toplandıkları yerlere dergah adı
verilir (Ayverdi, 2005: 673). İşlevselliği bakımından aralarında küçük
farklılıklar bulunsa da genellikle “âsitân”, “hankâh”, “tekye”, “tekke”,
“harâbât”, “çilehâne” gibi isimlerle de anılmaktadır.
Klâsik
Türk edebiyatı şairleri kendilerini harâbât ehli olarak görmektedirler. Bu
sebeple de onlar aşk dergahının misafirleridir. Dergah, mest olmuşların,
düşkünlerin uğrak yeridir. Toplumun hangi kesiminden olursa olsun bu dergahta
yeri vardır:
Hânkâh-ı
‘aşkunun mihmânlarıdur cân u dil
Tekyedür
hâlî degül evbâşdan kallâşdan
(Bâkî Divanı, G. 376/4).
Her kaçan
varsan safâ geldün dinür her gûşeden Varacak pîr-i mugân dergâhıdur
minnet mi var
(Şeyhülislâm Yahyâ Divanı, G. 108/4).
Bir sınık
sâgarda seyr-i mümkinâta mâliküz
Biz harâbât
ehliyüz böyle olur irşâdumuz
(Hayâlî Bey Divanı, G. 6/2).
Alevî
ve Bektaşî şairlere göre de dergah tıpkı klâsik Türk şairlerinin şiirlerinde
olduğu gibi kurtuluşa ermenin eşiğidir. Dergaha kul olmakla bir şeyhe bağlanmak
kastedilmektedir. Misâlî (ö. 1541)’nin bir gazelinde Fazlullâh’ın dergahına kul
olunursa iki âlemde de sultân olunacağı dile getirilir. Alevî ve Bektaşî
şairlerde dünya bir dergah olarak ele alınmakta olup bu dergahın müridleri de
insanlardır.
‘Alî dergâhından
özge derde yokdur bil necât
Cem’-i
müncîler hezârân-der-hezârân andadur
(Caferî Baba Divanı, K. 41/5).
Ey Misâlî
‘abd olan dergâh-ı Fazlu’llâh’da
İki ‘âlem
mülkine sultân degüldür bes nedür
(Misâlî Divanı, G. 151/9).
Musavver kıldı Hak bu han-kâhı yed-i kudretle Muhakkak
cilve-gâh ol şâfi’-i hayrü’l-verâ geldi (Behrî Divanı, K. 23/4).
Farsça
bir kelime olan derviş, esas itibarıyla muhtaç, yoksul ve dilenci anlamlarına
gelse de (Yazıcı, 1994: 188) genellikle “tarikata girip bir şeyhe bağlanan, onun
izinden Hak yolunda yürüyüp nefsini ıslâh eden, varlık iddiasından geçip
Allah’ın birliğini bütün kainatta görerek kendini Hakk’a ve onun yarattıklarına
adayan kimse” olarak bilinmektedir (Ayverdi, 2005: 680). Terim/kavram, Allah
dostu anlamında kullanılan “veli” kelimesiyle de karşılanmaktadır.
Kendisini
tarikat yoluna adamış ve derece olarak muhibden sonra gelen makamın adı olan
dervişlik, Alevîlik ve Bektaşîliğin en zor ve uzun süreli olan kademesidir.
Tâlip özel bir erkan ile dervişliğe yükselir ve bu erkana “dervişlik erkanı”
adı verilir. Dervişin terk etmesi gereken şeyler vardır. Bunlar: “dünya”,
“riyâ”, “vesvese”, “bolluk-rahatlık” ve “şüphe”dir (Gökbel, 2019: 217).
Klâsik
Türk edebiyatı şairi Hayâlî (ö. 1557), dervişin kendisini beğenmiş bir biçimde
kibirle toprağa bastığını dile getirir ve onu bu saygısız tavrından dolayı
uyarır. Yine Hayâlî (ö. 1557) bir gazelinde kişinin gönlü kinle doluysa ona
derviş hırkası giymenin bile fayda etmeyeceğini söyler. Bâkî (ö. 1600) de
benzer bir ifadeyle kendisinin abdâl tayifesinden olduğunu, bu sebeple de taç
sevdasında olmadığını belirttikten sonra dervişlerin tacının geçiciliğine
değinir:
Hâke güstâh gibi basma kadem ey dervîş Ayagun altına
bak mûr-ı Süleymân’am ben (Hayâlî Bey Divanı, G. 63/3).
Hırka
netsün sûfîye pür-kîne olsa sînesi Kimseye dervîş kılmaz câme-i
peşmînesi
(Hayâlî Bey Divanı, G. 11/1).
Abdâllaruz
n’eyleyelüm tâc u kabâyı Dervîşlerün tâcı fenâ başı kabâdur
(Bâkî Divanı, G. 105/2).
Klâsik
Türk şiirinde dervişlerin gösteriş peşinde koştukları dile getirilirken, Alevî
ve Bektaşî şiirinde ise genellikle olumlu manada ele alınmışlardır. Şairler
kendilerini dünyada mestâne biçimde gezen dervişler olarak tanımlarlar.
Dervişlerin en temel özelliği tıpkı Kalenderîlerde de olduğu gibi gönlünü
dünyevî şeylere kaptırmamış olmalarıdır. Ancak bu durum bütün dervişler için
geçerli değildir:
Şevk-ı
şem’ine yakup pervâne bigi bâl ü per Öldiler ölmezden ön hoş itdiler dervîşler
(Nesîmî Divanı, G. 158/6).
Hâsıyyet-i dervîşi âzâde-dil
olmakdur
Her şahsa eser itmez hâsıyyet-i
dervîşân
(Arşî
Divanı, G. 231/10).
Maksûdı ‘âriflerün hikmet-i Yezdân olur
Matlabı dervîşlerün meslek-i îmân
olur
(Hâşim
Baba Divanı, G. 40/1).
Murâd-ı dil ise âzâdelük dervîş-meşreb
ol
Çekenler gayret-i akrân halâs olmaz
meşakkatden
(Hâmî
Divanı, G. 233/4).
Sâkî-i bâkî elinden nûş idüp ‘aşk
cur’asın
Kendimüz fark itmeyen mestâne dervîşlerdeniz
(Selâmî
Divanı, G. 79/2).
Dirlik,
bir tedirginliği, üzüntüsü, sıkıntısı olmama durumu, huzur, rahat yaşam ve iyi
geçim anlamlarına gelmektedir (Ayverdi, 2005: 720). Genellikle “dirlik
düzenlik” biçiminde kullanılır. Birlik ise toplumun, inançta, düşüncede,
yaşayışta ve istekte bir olmasıdır. Bektaşî gülbanglarında “Hak erenler,
dirlikten birlikten ayırmaya” sözü sıklıkla söylenir (Gölpınarlı, 2004: 93).
Bektaşîlikteki dirlik ve birlik ile kastedilen şey Bektaşî yolunu seçmiş
kişilerin ulaşmak istedikleri makam olan Hak ile birlik olma makamıdır.
Klâsik
Türk şiirinde dirlik kelimesi genellikle gerçek anlamı kastedilerek düzen,
yaşam biçimi olarak ele alınmış olup şairler dirlik peşinde olmuşlardır.
Dirliği sağlayacak olan ise sevgilidir:
Bu katre katre eşküm her gün yolında
galtân
Kapunda
dirlik ister güyâ sipâh-zâde
(Hayâlî Bey
Divanı, G. 75/3).
Derdümle
ölmesin ben anı öldürem dimiş Bir olmayası dirlik için ol bana yeter
(Ahmed Paşa Divanı, G. 107/3).
Ahbâbı
devletiyle velî ni’met eylerüz A’dâyı ise dirliğine hasret eylerüz
(Şeyhî Divanı, G. 68/1).
Alevî ve Bektaşî şairler bu iki terimi/kavramı genellikle
bir arada kullanırlar ve tıpkı Gölpınarlı’nın da dediği gibi inançta ve
düşüncede bir olmayı kastederler:
Hakk’a
birdür didüm birlikde kaldum
Anun çün tâ
ebed dirlikde kaldum
(Arşî Divanı, Mes. 2/18).
Dil-ârâ
servi-veş ol kâmetin gülşende görsünler Yanagın ‘aksini gülde bilen hem anda
görsünler Benüm mûr-ı za’îf ol tâli’üm her mende görsünler Gören tennûr-ı dilde
âteşüm külhânda görsünler Serîrinde seni sultân beni efgende görsünler O gönlüm
rişte-i zülfünle baglı bende görsünler Demem bu genc-i dilde gizli sırrum
serende görsünler Beni dirlikde birlikde senünle zinde görsünler
Murâdum tal’atı dîdârını bu bende görsünler İkilik mürtefi’ olsun bizi bir
tende görsünler
(Fennî Divanı, Tc. 3/1).
Kuş olup gökde uçarız cân milketine göçeriz Dirlik suyunı
içeriz fenâlarız fenâlarız
(Usûlî
Divanı, G. 47/6).
Dört Halife, Çehâr-yâr-ı
Güzîn, Hulefâ-yı Râşidîn
Hz.
Muhammed’den sonra halifelik makamına gelen Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osmân
ve Hz. Alî ile dört halife kastedilmektedir. Alevîlik ve Bektaşîkle ilgili
yazılmış sözlüklerde Hz. Alî dışında dört halifeye genellikle yer verilmez. Hz.
Muhammed’in mağara dostu olması hasebiyle Hz. Ebû Bekir, adaletiyle Hz. Ömer,
Kur’an’ın çoğaltılmasına olan katkısıyla Hz. Osman ve Kevser ırmağının sâkîsi
sıfatıyla Hz. Alî edebî metinlerde sıklıkla dile getirilir. Terim/kavram,
klâsik Türk şiirinde “çâr-yâr-ı güzîn”, “çâr-yâr”, “çehâr-yâr” ve “hulefâ-yı
Râşidîn” terimleriyle/kavramlarıyla da ifade edilir.
Dahı ey
hâme eyle medh ü senâ
Rûh-ı -pâk-i çehâr-yâra sezâ
Cümlenün
biri yâr-ı gâr-ı sâdık
Efdalü’n-nâs hazret-i Sıddîk
Yâr-ı sânîsi bâg-ı ‘adle semer Serv-i bustân-ı şer’ ya’nî ‘Ömer
Hem
üçüncisi hazret-i ‘Osmân
Sâhibü’l-‘ilm câmi’ü’l-Kur’ân
Çârümîn yârı sâkî-i Kevser Kâmi’ü’l-küfr hazret-i Haydar
(Nâbî Divanı, Mes. 7/59, 60-63).
Alevî
ve Bektaşî kültüründe dört halife metinlerde çokça rastlanan
terimlerden/kavramlardan değildir. Ancak, bazı Alevî ve Bektaşî çevreye mensup
şairlerin şiirlerinde dört halifenin adları zikredilmiştir. Arşî (ö. 1620),
Divan’ında yer verdiği bir müseddesinde dört halifenin isimlerini sıralar ve
onları sevmeyenleri Râfizî olarak görür. Azbî (ö. 1747) de dört halifeye
şiirinde yer verir ve Hz. Alî’nin, Hz. Muhammed’in, Hz. Ebû Bekir’in, Hz.
Ömer’in ve Hz. Osmân’ın tek bir nurdan meydana geldiğini söyler. Bir başka
Alevî ve Bektaşî şair Hâmî (ö. 1891-92) ise dört halifeyi canı olarak görür ve
bu sebepten dolayı da kendisine Râfizî derlerse bunun iftira olduğunu belirtir:
‘Arşiyâ
oldı Ebû Bekr ü ‘Ömer Osmân ‘Alî
Her biri
dîn-i mübîn-i Mustafâ’nun ekmeli
Bunlara
nâ-hak diyenlerdür cihânun mühmili Tîre-bâtındur olar gönlinde yok nûr-ı celî
Râfizîdür sevmeyen dört yârini peygamberün Âlini ashâbını ebrârını peygamberün
(Arşî Divanı, Müs. 1/5).
‘Alî nûrdur
Muhammed nûr Ebû Bekr ü ‘Ömer ‘Osmân
Bular bir
cism-i vâhiddür hakîkat perdesi ihfâ
(Azbî Divanı, K. 1/19).
Cânımızdur
hubb-ı Ebû Bekr ü ‘Ömer ‘Osmân ‘Alî
Râfizî dirlerse
bi’llâhi’l-‘azîm bühtân bize
(Hâmî Divanı, K. 2/24).
Tarikat
yolcusunun Allah’a ulaşmak için yükselmek ve derinleşmek zorunda olduğu şeriat,
tarikat, marifet ve hakikat kapılarını ve her kapıda on makamın bulunduğu ifade
eden terim/kavram, Alevîlik ve Bektaşîliğin temel felsefesini oluşturmaktadır.
Dört kapının temelinde Kur’an’ın dört katman anlamına gönderme vardır. Birinci
katmanı şeriattir ve en dış yüzey olup sıradan insanlar içindir. Son katmanı
ise hakikattir ve insanı kâmillere hitap eder (Soyyer, 2019: 149).
Tarikatlarda
yol ehli olanlar “dört kapıya bağlı kırk makam”dan geçerek Allah’a ulaşır. Yani
yol ehli “Şeriat gemisine biner, tarikat denizine açılır, marifet dalgıcı olur
ve hakikat incisini bulur” (Korkmaz, 2013: 101). Alevîlik ve Bektaşîlikte tâlip
şeriat kapısı, derviş tarikat kapısı, rehber marifet kapısı, halifebaba ve
dedebalar ise hakikat kapısı olarak zikredilir (Kaya, 1993: 321).
Alevî
ve Bektaşî geleneğinin temelini oluşturan dört kapı kırk makam, genellikle
şiirlerde bir arada verilmektedir. Nesîmî (ö. 1404-05), şeriatın makamlarını
mürşid edinip tarikata girmenin faziletinden bahseder. Ona göre marifet kapısı
güzelliklerin bulunduğu hakikat kapısı ise her şeyin bilgisine vâkıf olunan
kapıdır. Vîrânî (ö. ?) ise Hz. Alî’nin öğretilerini dört yol üzre görür ve ona
göre bu yollar şeriat, tarikat, marifet ve hakikattir:
Şerî’at emrini mürşid idin tarîkata gir Kim
ol tarîkat ilen sen içesin âb-ı hayât
Hakîkat ehli
olursan görüne her ne ki var
Deminde ma’rifetinde
buluna bin hasenât
(Nesîmî Divanı, G. 20/2-3).
Hem şerî’at hem tarîkat ma’rifet ey dil-rübâ
Hem hakîkat Murtazâ’dur çâr râhı şübhesiz (Vîrânî Divanı, G. 83/2).
Hz.
Muhammed’e Mısır meliki Mukavkis tarafından hediye edilen beyaz/boz bir katır
olup bu vasıtayla Hz. Alî’ye verilen ve halk arasında efsanevî kabul edilen bir
attır (Şentürk, 2016: 266). Hz. Alî, asıl adı “Ofayr” olan bu atla birçok
savaşa katılmış, Hâricîlerle savaşmış, üstün başarılar göstermiştir (Kaya,
2007: 279). Düldül, hem klâsik Türk şiirinde hem de Alevî ve Bektaşî şiirinde
genellikle Hz. Alî ve kılıcı Zü’l-fikârla birlikte anılmış, üstün vasıfları
dolayısıyla da şairler Düldül’ü diğer efsanevî binek hayvanlarıyla
karşılaştırmışlardır:
Görmeyenler
gamzen ucundan tek ü pûyum benüm
Bilmediler
Zü’l-fikâr-ı Şâh ile Düldül nedür
(Hayâlî Bey Divanı, G. 63/2).
Merdânelik
asâleti meydânda bellidür
Hayber güni
babasını kim sordı Düldül’ün
(Şeyh Gâlib Divanı, G. 180/6).
Tab’-ı Bâkî
ol şeh-i Haydar-şeca’ât şevkine
‘ Arsa-i
kevn ü mekânı geşt ider Düldül gibi
(Bâkî Divanı, G. 532/5).
Evvelâ
bâb-ı şerî’at içre Ahmed âşikâr
Ol
tarîkatda ‘Alî’dür bil anı Düldül-süvâr
Hem vasîsi
Hacı Bektaş oldı pîrüm nâm-dâr
Ey Turâbî
bunları bilmek imiş ‘âlemde kâr
Gel
Muhammed Mustafâ’yı Haydar-ı Kerrâr’ı bil
Yek nazar
kıl Hacı Bektaş Velî hünkârı bil
(Turâbî Divanı, Müs. 6/6).
Düldül-i
‘âlem-revân u Kanber’le Zü’l-fikâr
Lâ-fetâ
illâ ‘Alî lâ-seyfe hem ey nâm-dâr Bu kelâmı şerh ider her dem hakîkat
âşikâr
Evvel ü
âhir ‘Alî’dür zâhir ü bâtın ‘Alî
(Misâlî Divanı, Mur. 15/2).
Bir dem
içre irgürür ‘âşıkları maksûdına
Cünbüş-i bâd-ı sabâ Düldül’dedür Aşkar’da yok
(Cesârî
Divanı, G. 484/3).
Düşkün
terimi/kavramı Alevî ve Bektaşî literatüründe tarikatın gerektirdiği adap ve
erkana uymayan davranışlar sergileyen ve bu sebepten dolayı da cezalandırılan
kimseler için kullanılır (Ayverdi, 2005: 782). Ahlâkî değerlerin korunması
maksadıyla benimsenen yolun ilkeleri dikkate alınmayıp yasaklanan şeylerin
işlenmesi hâlinde cem ayininde dedenin kararı ve toplumun onayıyla kişi
“düşkün” ilan edilir (Yıldız, 2016: 356). Düşkün terimi/kavramı etrafında Alevî
ve Bektaşî kültüründe “düşkün edilme”, “düşkün kaldırma”, “düşkün kaldırma
erkanı”, “düşkün kaldırma kurbanı”, “düşkün ocağı”, “düşkünlük erkanı”,
“düşkünlük meydanı” gibi terimlere/kavramlara da yer verilmiştir.
Alevî
ve Bektaşî kültüründe hırsızlık, kavga, zina, katletme gibi toplum tarafından
desteklenmeyen davranışlar düşkünlüğe sebep olur. Düşkün sayılan kimseler
kendisini affettirmediği müddetçe cem törenlerine katılamaz (Kaya, 2007: 280).
Düşkünlük, Alevî ve Bektaşî geleneğinin yüzyıllar boyunca Anadolu’da yaşatmış
olduğu önemli bir kurumdur. Bu kurumun amacı, öncelikle toplumdaki değerler
sistemi ile normların korunması sağlamak için gerekli olan yaptırımları ortaya
koymak ve bunların uygulanışını düzenlemektir (Gökbel, 2019: 245).
Klâsik
Türk şiirinde âşığın sevgilinin karşısındaki konumu günümüz Alevî ve Bektaşî
kültüründe merdûd olarak da nitelendirilen düşkünlükle benzerlik arzetmektedir.
Âşıklar, sevgiliyi mürşid, kendilerini ise mürid olarak değerlendirirler ve
mürşidine bağlı olmayanları merdûd olarak adlandırırlar:
Yâr durur dünyâda murâdı kamunun
Yâra mürîd olmayan kişi ola merdûd
(Ahmedî Divanı, G. 129/7).
Kapunda hâk-i râh olmak bana va’llâhî rifatdür
Egerçi kim
beni düşkün sanup üftâdedür dirler
(Bâkî Divanı, G. 185/4).
‘Âşık-ı
üftâdeden ‘âr itme kim derd ü gamun Anı bir şekl itdi ki görsen dahı bilmek
muhâl
(Âşık Çelebi Divanı, G. 28/6).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde ise düşkünlük, günümüzdeki anlamından uzaktır. Peştelî
Hisâlî (ö. 1651-52) düşkünlüğü talihin düşüklüğü manasına gelen yıldız
düşüklüğü olarak değerlendirirken, Cesârî (ö. 1829) kendisini vaaz verip
nasîhatlarda bulunan bir üftâde olarak görür. İrşâdî (ö. 1880-81)’nin aşağıdaki
beytinde ise dergahın yüceliği, kapısının herkese açık oluşu ve tüm düşmüşleri
kabul eden bir yer olduğu belirtilir:
Tâli’ ü
bahtum zebûn ı yıldızum düşkün katı
Yâr mihr
itmez felek kec-rev zamâne bî-vefâ
(Peşteli Hisâlî Divanı, G. 2/4).
Mahbûb ile
meyden geçe mi ‘âşık olanlar
Üftâde Cesârî
benem ey vâ’iz ü nâsıh
(Cesârî Divanı, G. 122/6).
Cümle düşmüşler
kapuna geldiler şâhum sensin İrdiler maksûdların bir ben miyim böyle kalan
(İrşâdî Divanı, G. 63/8).
Ehl-i
Beyt, Âl-i Abâ, Âl ü Evlâd
Kelime anlamı itibarıyla ev halkı, ev sahibiyle eşi,
çocukları, torunları ve yakın akrabaları manasını taşıtan ehl-i beyt terkibi
literatürde, İslamiyet’le birlikte -Hz. Muhammed’in kızı Hz. Fâtımâ, damadı Hz. Alî ve onların
evlatlarının dahil olduğu ailesi-
yerine kullanılmaktadır (Ayverdi; 2005: 816).
Alevî ve Bektaşî kültüründe ehl-i beyt terimiyle/kavramıyla ilgili “Meveddet
ayeti” olarak da bilinen Şûrâ suresinin 23. ayeti önemli bir yere sahiptir.
Alevî ve Bektaşîler bu ayetten hareketle ehl-i beyt sevgisini farz olarak kabul
ederler. Ayrıca kaynaklarda ehl-i beytle ilgili Hz. Muhammed’in eşlerinden Ümmü
Seleme’ye dayandırılan bir rivayete de rastlanılmaktadır:
“Hz.
Peygamber Ümmü Seleme’nin evinde iken, “Ey Ehl-i beyt! Allah kusurlarınızı
giderip sizi tertemiz yapmak ister” (Ahzâb, 33) meâlindeki âyet nâzil olmuş,
bunun üzerine Peygamber Hz. Alî’yi, Fâtımâ’yı, Hasan ve Hüseyin’i abasının
altına alarak, “Allah’ım, benim ehl-i beytim işte bunlardır; bunların kusurlarını
gider, kendilerini tertemiz yap!” diye dua etmiştir. Bunu gören Ümmü Seleme “Yâ
Resûlullah! Ben de onlarla beraber miyim?” diye sormuş, Resûlullah da, “Sen
yerinde dur, sen zaten hayırla birliktesin” cevabını vermiştir” (Uludağ, 1989:
306).
Ehl-i
beyt terimi/kavramı Bektaşîlik tarikatı içerisinde dinî ve kültürel bir değer
taşımaktadır. Klâsik Türk Edebiyatı ve Bektaşî metinlerinde; “âl ü evlâd”,
“âl-i nebî”, “âli Resûl”, “âl-i aba”, “evlâd-ı âl”, “âl-i Ahmed”, “âl-i
Muhammed”, “âl-i Mustafâ”, “penc fırka”, “hamse-i âl-i abâ”, “pençe-i âl-i
abâ”, “bende-i âl-i abâ”, “hânedân” gibi kelime ve terkiplerle kullanılmıştır.
Caferî
Baba aşağıdaki beytinde ehl-i beyt için canını feda eylemekten bahseder ve
onlara karşı duyulan sevginin de kişiyi dergaha yaklaştıracağını belirtir:
Ehl-i beyte cânunı eyle fedâ
Düşmeyesin tâ ki dergehden cüdâ
(Caferî
Baba Divanı, Mes. 5/70)
Kelime,
ilk dönem Bektaşî metinlerinde anlam kaybına uğramamış, Alevî ve Hurûfî
etkilerin Bektaşîliğe yerleşmesiyle birlikte “âl-i Alî”, “âl-i evlâd-ı Alî”,
“âl-i Haydar” gibi terkiplerle şiirlerde yer edinmiştir:
Tevellâ
kılmışum âl-i ‘Alî’ye
Hüsn-i
hulk-ı Rızâ’dandur ümîdüm
(Vîrânî Divanı, G. 239/3).
Âl-i
evlâd-ı ‘Alî’nün kulıyam kurbânıyam
Kavm-i
bed-baht Yezîd’ün bir ûlü’l-le’ânıyam
(Hâşim Baba Divanı, G. 115/1).
Ehl-i
beyt terimi/kavramı zamanla Hurûfîliğin etkisiyle birlikte Fazlullâh Hurûfî’nin
ailesi yerine de kullanılır olmuştur. 16. yüzyıl Hurûfî şairlerinden Arşî (ö.
1620), Fazlullâh’ın ehli olmakla insanlığın öğrenileceğini, dünya işlerinden
Fazlullâh’ın ehlinden olunarak kurtulabilineceğini ve yine Fazlullâh’ın
sayesinde sırra mâyil olunabileceğini dile getirir:
Uy ehl-i
Fazl’a insâniyyet ögren
Ne lâzım
ihtilât-ı dîv ü dedden
(Arşî Divanı, G. 248/3)
Biz ‘âşık-ı
sâdıkuz ezelden
İrdi bize
feyz lem-yezelden Âzâde-i i’tibâr-ı nâ-sezâyuz Pâk oldı derûnumuz hiyelden İç
câmımuzı hayât kesb it Kurtar dili ‘illet-i ecelden
Dut dâmen-i
ehl-i Fazl’ı muhkem
Zâhid ko
riyâ-yı zühdi elden
Gel
mülket-i vahdete karâr it
Yık hâne-i
şirketi temelden
‘Aklı olan
Âdem-i sühandan
İdrâk ider
ekseri ekalden
Her rûzumuz
oldı rûz-ı nev-rûz
Gün gibi tulû’ idüp hamelden
Sûretde egerçi âb u hâküz Ma’nîde velîk nutk-ı pâküz (Arşî
Divanı, Tc. 2/4)
Sûfî sanma
ki sûfa mensûbuz
Ehl-i
Fazl’uz Hurûf’a mensûbuz
(Arşî Divanı G. 117/1)
Yine
16. yüzyılda yaşamış, Bektaşî çevre tarafından Gül Baba olarak da bilinen
Misâlî (ö. 1541), harflerin sırrına erenlerin, Fazlullâh’ın ehli olduğunu
belirtir ve Divan’ında “ehl-i Fazl” terkibine sıkça yer verir:
Gel
Misâlî’ye okı harf-i kitâb-ı ‘aşkı kim
Ehl-i
Fazl eyler yine bu ma’nâ sırrın iktibâs
(Misâlî Divanı, G. 50/7).
Ehl-i Fazl’un kıblegâhı Hak cemâlündür senün Ey
kaşun mihrâbına baş egmeyen şeytânmış (Misâlî Divanı, G. 251/6).
Esas
itibarıyla varlığın birliği ilkesine dayanan vahdet-i vücûd felsefesinin
öğretisini barındıran terim/kavram, meşhur mutasavvıflardan Hallâc-ı Mansûr
tarafından söylenmiştir. Kelime anlamı “Ben Hakk’ım” manasına gelmektedir.
Hallâc-ı Mansûr bu sözü söyledikten sonra Abbasî vezirlerinden Ebû Hâmid
tarafından münkir ilan edilmiş ve idamla cezalandırılmıştır. Ene’l-Hak sözü
üzerine hem tasavvuf ehli kimseler hem de İslam hukuku âlimleri arasında
çeşitli tartışmalar söz konusu olmuştur. Bir kısım âlimler bu sözün Allah’a
şirk koşmak, küfre düşmek anlamlarını taşıdığını belirtirken bazıları ise bu
sözü tamamen vahdet-i vücûd nazariyesiyle değerlendirmiştir (TDEKTA, 2003:
365).
Hallâc-ı
Mansûr’un Ene’l-Hak demesi bir tanrılık iddiası değil kendisini Tanrı’dan bir
parça olarak görmesi hakkındadır (Pala, 2010: 139). Vecd hâlinde söylenmiş olan
bu sözün bu yönde değerlendirilmesi gerekmektedir. Klâsik Türk şiirinde şairler
kendilerini Ene’l-Hak iddiasında bulunan Hallâc’a benzetirler:
kim Mansûr
olur bu kâr-zâr-ı ışkda Haşmet
Bülend
itdükce güftâr-ı Ene’l-Hak ile gülbangı
(Haşmet Divanı, G. 252/5).
Anun
içündür ki Ene’l-Hak didügüm
Bilen
Hak’dur iden Hak’dur nidâ
(Vahdetî Divanı, G. 4/5).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde ise kelime, kâmil insan mertebesine erişen kimseler için
kullanılır (Korkmaz, 1994: 116). Ene’l-Hak sözü Alevî ve Bektaşî şiirinde bir
sır olarak düşünülmekte olup bu sırra vâkıf olanlar ise gerçek tasavvuf ehli
olanlardır. Bunun arkasında da yukarıda bahsedildiği gibi sözün âlimler
tarafından farklı yorumlanması yatmaktadır:
Dâra çıkmak
bu fenâ dârda Mansûr’a düşer
Ol Ene’l-Hak
diyenün sırrını da’vâ ne bilür
(Nesîmî Divanı, G. 98/3).
Çün bana
keşf itdi Ca’fer bu Ene’l-Hak sırrını
Mûsâ-yı Kâzım ‘Alî Mûsâ Rızâ’dan dönmezem (Vîrânî Divanı,
G. 88/5).
Ene’l-Hak
sırrına vâkıf olup Mansûr-ı ‘aşk oldum
târ-ı
zülfe sayd olsam n’ola dâr ‘âşıkıyam ben (Cesârî Divanı, G. 664/2).
Sâcidâ
tabl-ı Ene’l-Hak’dan urulsa bir sadâ
Ol benüm meydân-ı ‘aşkda hû diyen Mansûr’uyam (Sâcid
Divanı, G. 147/6).
EneMedînetü’l-‘İlmi
ve ‘Aliyyü Bâbühâ
“Ben
ilmin şehriyim, o şehrin kapısı Alî’dir”, anlamına gelen terim/kavram, Alevî ve
Bektaşî edebiyatında sıklıkla kullanılır. Ancak, sahih hadis kitaplarında böyle
bir söze rastlanılmamaktadır (Yılmaz, 1992: 40). Genellikle bir rivayet olarak
değerlendirilen sözün, Deylemî’nin “Ben ilmin şehriyim Ebû Bekir temeli, Ömer
duvarı, Osmân tavanı, Alî kapısı [...]”, Abdullah b. Sa’îd’in, “Ben ilmin
mîzanıyım, Alî kefesi, Hasan ve Hüseyin ipleri, Fâtımâ kulpu, ümmetimin
imamları direkleri [...] ve “Ben ilmin şehriyim, Alî kapısı, Muâviye ise
halkasıdır” gibi farklı farklı kullanımları görülmektedir (Çiftçi, 2005: 263).
Alevîlik
ve Bektaşîlikte Hz. Muhammed’in nuru ile Hz. Alî’nin nuru aynıdır. Bu sebeple
de Hz. Muhammed’le Hz. Alî özdeş kabul edilir. Alevî inanışına göre İslamiyet’e
giriş ancak ilmin kapısı olan Hz. Alî yolundan gitmekle mümkündür (Zelyut,
1992: 302). Bundan dolayı da Alevî ve Bektaşî geleneğine mensup şairler bu
sözün anlamını çağrıştıracak biçimde şiirlerinde bu konuyu işlerler:
Mustafâ çünki ‘ilme şehr oldı Bil ki ol şehre
Murtazâ derdür (Caferî Baba Divanı, K. 42/5).
Muhammed ‘ilme şehrüm men dimişdür anla ey ‘ârif ‘Ali’dür
şek degül bil kim yakîn ol şehre muhkem der (Caferî Baba Divanı,
K. 44/17).
Hem
buyurdun enâ ke’ş-şemsü ve ‘aliyyü ke ’l-kamer
Hem buyurdun şehri ‘ilmem men ‘alâ bâbühâ
(Misâlî
Divanı, K. 2/14).
‘Alî benven didi Ahmed ki ‘ilmin
şehridir ol şâh
‘Alî bâbıdurur ‘ilmin ‘Alî’den feth
olur Kur’ân (Vîrânî Divanı, G. 111/6).
Erenler, Ricâlü’l-Gayb,
Gayb Erenler
Eren,
Allah’a ulaşan kişi, ermiş ve Allah dostu anlamında kullanılır ve tekke
hayatında dervişler birbirine “erenler” biçiminde hitap ederler (TDEKTA, 2003:
381). Arapça’da “ricâlullah”, Farsça’da “merd-i Hudâ”, “merdân-ı Hudâ” şeklinde
kullanılan terkipler Türkçe’de “er”, “eren”, “erenler”, “Hak erleri”, “Hak
erenler”, “Allah adamı” gibi ifadelerle karşılanmıştır (Uludağ, 1995: 294).
Ayrıca, Alevî ve Bektaşî yazınında “erenler cemi”, “erenler hakkı”, “erenler
meydanı”, “erenler nefesi”, “erenler postu”, “erenler şâhı” gibi
terimlere/kavramlara da rastlanılmaktadır.
Alevlîlik
ve Bektaşîlikte gerçekliğe ulaşan, olgunluk aşamasına erişen ve Allah’ın
dostluğunu kazanan, bazı hastalıkları iyileştirdiğine inanılan ve aynı anda
farklı yerlerde bulunma gibi özelliklere sahip olan kişiler için kullanılan
erenler, Bektaşîlikte üstün bir mevkidir. Bektaşîler kendilerini erenler
yolunun müridi, Hz. Alî’yi ise erenler şâhı olarak tanımlar (Gökbel, 2019:
275).
Klâsik
Türk şiirinde erenler iki dünyadan da vazgeçmiş kişiler olarak zikredilir.
Onlar, dünyayı çamurlu ve kirli bir yer olarak görürler. Genellikle şairler,
erenler gibi olmak isterler:
Dimiş iki cihânı terk eyleyen erenler
Zevk u safâsı dehrün bir seyr-i hâba
benzer
(Hayâlî Bey Divanı, G. 92/4).
Be
Nazmî eylük ile dünyeden geç
Erenler anı
sevmez bir çepeldür
(Edirneli Nazmî Divanı, G. 1714/6).
Erenler gibi
‘âlî himmet ol tâk-ı semâdan geç
İdüp kat’-ı
menâzil gel bu cisreyn-i ‘inâdan geç
(Şeyh Gâlib Divanı, G. 22/1).
Alevî ve Bektaşî şiirinde ise erenler ümit verici, yol
gösterici, dua edici özellikleriyle dile getirilir. Erenler bezmine vasıl
olmakla birlikte kişi varlığından soyunup benliğini bulacaktır:
Dilâ kesme erenlerden
ümîdün
Erenler reh-nümâsıdur
‘âbîdün
Olınca
tâlib-i râh-ı sedîdün
Kemâl-i
zâtıdur rüşd-i resîdün
Sıfâtı
reh-nümâsıdur sa’îdün
(Gurbî Divanı, Muh. 174/1).
Gel erenler
‘aşkına yüz sürüp du’â dile
Du’âya
muhtâc cân isen erenler du’âcıdur
(Muhyiddîn Abdâl Divanı, G. 58/5).
Erenler bezmine
vâsıl olan varı yogu neyler Bu ilhâm-ı İlâhî’dür kıyâs itme ki dil söyler
Resûlu’llâh ile her dem bu hâli meşveret eyler Bize kuş dilini ta’lîm ider
cânânımız vardur
(Azbî Divanı, Mur. 29/2).
Sözlükte
-saklamak, gizlemek,
gizli tutulan, bir şeyin iç yüzü, bir nesnenin özü, her şeyin en iyisi gibi
anlamlarda isim olan sır kelimesi (çoğulu esrâr, serâir) ahlâk terimi/kavramı
olarak genellikle bir kimsenin saklı tuttuğu, başkalarınca öğrenilmesini
istemediği, kendisine veya başkasına ait bilgiler için kullanılır- (Çağrıcı, 2009: 113).
Tasavvuf! manada ise “sadece Allah’ın bildiği ya da az sayıda insan tarafından
bilinen özel bilgi” ve “ruhun bir idrâk mertebesi” olmak üzere iki anlamda
kullanılır (Tosun, 2009: 115).
Alevî
ve Bektaşî inancında Hz. Muhammed’in Hz. Alî’ye verdiği sırla ilgili menkıbeler
anlatılır. Menkıbeye göre Hz. Muhammed bir gün Hz. Alî’ye bazı ilahî sırlar
söyler. Hz. Alî’den de bu sırlardan kimseye bahsetmemesini ister. Hz. Alî
dayanamaz ve bu sırrı gidip bir kuyuya söyler. Kuyunun içerisinden kamışlar
büyür ve bir çoban bu kamışlardan bir kaval yapar. Bu kavaldan çıkan ses ile de
sırlar gönüllere yayılır. Bu sır kuyusu daha sonra “çâh-ı Yûsuf”, “çâh-ı
Bâbil”, “çâh-ı Alî” gibi adlarla da anılır olmuştur (Güler, 2006: 200).
Klâsik
Türk şiirinde sır ile sevgilinin dudağı kastedilmektedir. Bu sırrı âşıktan
başka kimse anlayamaz ve çözemez. Bu sebeple de sevgili ile âşık arasında
kalmalıdır inancı hâkimdir:
Cândan diler idüm ki lebün sırrını
soram
Ben iderem nirede ki şîrîn su’âl ola
(Ahmedî Divanı, G. 33/6).
Hattın evsâfını bir vech ile tahrîr
idemem
Dehenin sırrını bir nev ile takrîr
idemem
(Nef’î Divanı, G. 99/1).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde şairler, kainatı meydana getirdiği kabul edilen 9 felek, 4
unsur, 3 varlık, insan ve insan-ı kâmil olarak bilinen on sekiz bin âlemin
sırrından bahsederler.
Onlara göre hakikatin sırrının bilgisiz olanlara
söylenmemesi gerekmektedir. Çünkü nâdân olanlar bu sırrı saklayamazlar:
Bizden iste
bâb-ı dînde her ne müşkil var ise
K’on sekiz
bin ‘âlemün esrârınun burhânıyuz
(Misâlî Divanı, G. 209/3).
Leyse fi ’d-dârı eğer fehm eyledünse dervîş ol Sâlik-i
esrâra olmaz pîre hizmetden güzel (Azbî Divanı, G. 160/2).
Esrâr-ı
tahkîki sakın nâ-dâna ifşâ eyleme
Zîrâ ki nâ-dânun işi gamz itmedür gammâz olur (Arşî Divanı,
G. 79/2).
İki demle geldim ammâ bir dem oldum yâr ile Lahmike
esrârını gördük bu gün dildâr ile Gülşen-i râzında gonce açmamışdı hâr ile
N’eyleyim ki bülbülüm düşdüm güle âh u zâr ile Bir demim der yâ Muhammed bir
demim der yâ Alî (Sâcid Divanı, Muh. 4/4).
Kelime
anlamı, yoksulluk fakirlik demektir. Tasavvufî manada ise kendisinde varlık görmeyip
her bakımdan Allah’a muhtaç olduğunu bilme, varlığından sıyrılıp dünyaya ait
her şeyden kurtulma ve fenâfillâha erişme hâlidir (Ayverdi, 2005: 916). Kişi
fakr mertebesiyle fenâfillâh makamına ulaşır ve sûfînin de istediği budur.
Sûfîler, fakirlikle gelen yoksulluğun kişinin övüncü olduğunu iddia ederler.
Genelllikle “fakr u fenâ”, “libâs-ı fakr” terkibiyle ya da “el-fakru fahri”
hadisiyle birlikte kullanılır.
Klâsik
Türk edebiyatında, gönlün fakr u fena istemesi, dünya nimetlerinden kurtulması
işlenen konular arasındadır. Âşık Çelebi (ö. 1572) kendi fakrını, altın ve
gümüş kalemin karşısında kamıştan yapılmış neyin itibarına benzetir:
Gönül mâl ü
menâli terk idüp fakr u fenâ ister
Geçüp
ma’mûre-i âfâkdan vîrân serâ ister
(Âşık Çelebi Divanı, G. 86/1).
Fakr ile
görüp beni yeg görme ehli câhı kim
Ney
tururken mu’teber olmadı sîm ü zer kalem
(Âşık Çelebi Divanı, K. 7/39).
Hüsrevâ
kûyun gedâsı tâc-ı Hakan istemez Olmaga taht-ı sa’âdetde Süleymân istemez İns ü
cin emrine cümle bende fermân istemez İhtiyâr-ı fakr iden dergâh u dîvân
istemez Zâd-ı gamdan özge hergiz kendine nân istemez
(Hayâlî Bey Divanı, Tah. 1/1).
Alevî
ve Bektaşî şairler için de fakr bir övünç kaynağı olmuştur. Gurbî (ö. 1769-70),
Allah’tan kendisini fakr u fena padişahı yapmasını ister. Misâlî (ö. 1541),
Kadîmî (ö. 1957) ve Selâmî (ö. 1813) ise fakrın övünç olmasını El-fakru
fahri hadisiyle ele alırlar ve dünya nimetlerinden kurtulmayı dilerler.
Çünkü fakr, Allah’ın varlığı karşısında yokluğu/yoksulluğu benimsemektir:
Eyle yâ
Rabb beni fakr u fenâ pâdişehi
Zâhir ü
bâtın ile ben kulunı koyma tehî
(Gurbî Divanı, G. 18/1).
Okudı çün çâr-deh âyât-ı hattun şâh-ı dîn
‘Ârif-i Rabb ol oldı anunçün didi el-fakru fahr15
(Misâlî Divanı, K. 5/2).
Hırka-pûşam egnüme giydüm ‘abâ-yı şâlı ben Fakru fahram
ragbetüm yok atlas zîbâya hîç (Kadîmi Divanı, G. 34/3).
Sülûk
ehline besdür fahr iderse fakru fahr ile
Melâmet
tâcını bir sırr kılıp bu câm-ı Cem’den geç
(Selâmî Divanı, G. 28/3).
Sözlük anlamı, döşeyen,
seren, yatak, kilim vb. şeyleri yayan kimse demektir (Ayverdi, 2005: 941). Ferrâş terimi/kavramı yerleri süpürüp
temizlemekle görevli kimse,
hizmetçiler
için de kullanılır. Ka’be’yi temizleyip süpürenlere de ferrâş adı verilir
(Pala, 2010: 154).
Ferrâşlar
işlerini sabahın erken saatlerinde gördüklerinden dolayı klâsik Türk şiirinde
de genellikle sabah ve sabah rüzgarıyla birlikte anılmışlardır. Bu sebeple
terim/kavram; sabâ yeli, sevgilinin saçı, âşığın âhı ve gözüne teşbih yapılarak
kullanılır (Pala, 2010: 154). Ahmed Paşa (ö. 1496-97)’nın bir gazelinde ferrâş,
yaptığı süpürme ve temizlik işinden dolayı yer almıştır. Ferrâşın sabahın erken
saatlerinde yapmış olduğu bu iş, sulama işini yapan sakkaya yapması gerekeni
hatırlatmıştır. Nef’î (ö. 1635) ise ferrâş terimini/kavramını Behrâm ile
birlikte kullanmıştır. Behrâm, İran mitolojisinde yolcuları ve misafirleri
karşılamak için görevli meleğin adıdır. Eşiğin temizleyicisi olan ferrâş, aynı
zamanda misafirlerin karşısına çıkan ilk kişidir. Nef’î (ö. 1635) bu duruma
göndermede bulunmuştur:
Bâd eşigin pâk iderken çeşmüme
yaş andırur
15 Yoksulluk benim
övüncümdür.
Her dem
âb-efşânlugı sakkâya ferrâş andırur
(Ahmed Paşa Divanı, G. 82/1).
Âhum ile
eşigin pâk itmege komış beni
Bâd-ı subhı
gülşenin sahnına ferrâş eyleyen
(Necâtî Bey Divanı, G. 393/4).
Benzetirdüm
kasr-ı Behrâm’a eger Bunda Behrâm olmasa ferrâş-ı bâb
(Nef’î Divanı, K. 6/6).
Alevî
ve Bektaşî kültüründe ise ferrâş, on iki hizmetliden birisidir ve “cârcı”
olarak da bilinir. Cârcı eline bir süpürge alarak meydana çıkar. Ayakta darda iken
süpürge koltuğunun altında dededen duasını alır; “Allah Allah, Allah bir
Muhammed Alî, câr-ı Selmân, mülk-i Süleymân, kör ola Yezîd-i Mervân, Şâh gele,
Mehdî çıka gerçeğe hû” sözlerinden sonra meydanı üç kez süpürerek tekrar dara
durup duasını alır; “Bismişâh Allah Allah, cârın temiz, yüzün ak olsun, işlerin
ferah olsun, el-Hak kabul etsin, Seyyid-i Farrâş da şefâatçin olsun, gerçeğe
hû”, der. Dua bitince yerine oturur. Câr hizmeti aynı zamanda manevî temizliği
de simgeler (Ersal, 2016: 215; Ersal, 2015: 364). Yukarıdaki duada, “câr-ı
Selmân” ifadesine yer verilmiştir. Behrî (ö. ?) de benzer bir ifadeyle
Selmân’ın ferrâşlığına değinir:
Gel ol şâhun pâyına cânlar nisâr it dem-be-dem Özüni Selmân
gibi meydâna ferrâş kıl fürûş (Behrî Divanı, G. 10/5).
Sipürüp
sildi reh-i gülşeni ferrâş-ı sabâ
Suladı
gûşe-be-gûşe su sepüp ebr-i bahâr
(Peşteli Hisâlî Divanı, K. 1/13).
Der-i ‘izzet makarı ‘arş-ı berine hem-ser
Rûh-ı
kudsîdür olan eşigi ferrâşları
(Vahdetî Divanı, G. 123/6).
Gerçek
varlık, doğru hüküm anlamındaki “hak” ile gerçeğe uygun kesin bilgi anlamındaki
“yakîn” kelimelerinden oluşan terim/kavram, “iç duyu veya iç tecrübe yoluyla
ulaşılan ve kesinlik bakımından en son merhaleyi teşkil eden doğru bilgi”
demektir (Yavuz, 1997: 203). İç duyu ve iç tecrübe esasına dayanan en kesin
bilgi hakke’l-yakîn derecesidir ve en açık bilgidir. Tasavvufta doğru bilginin
kesinlik derecesi, “ilme’l-yakîn”, “ayne’l-yakîn” ve “hakke’l-yakîn” olarak üç
biçimde derecelendirilmiştir. Sûfîlerin bu üç dereceden de beklentileri
farklıdır. İlme’l-yakîn ile dünyevî ilimleri, ayne’l-yakîn ile dünyadan ayrılma
vaktinde can çekişme hâline dair olan ilimleri, hakke’l-yakîn ile de cennetteki
ilimleri öğrenmeyi amaçlamaktadırlar (Komisyon, 2006: 449).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde yukarıda bahsedilen “ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakke’l-
yakîn” terimleri/kavramları genellikle bir arada kullanılır. İlme’l-yakîn
bilgisi ayne’l- yakînin, ayne’l-yakîn bilgisi de hakke’l-yakînin kapısını
aralar. İnsan-ı kâmil olmak bu üç dereceye vâkıf olmaktan geçer:
Ol hakîkat
manzar-ı cûd u kerem hakke’l-yakîn
Hânedân-ı ehl-i beyt oldur imâmü’l-muttakîn Ol ‘ulûm u
hâde-i envâr-ı Hak ‘ayne’l-yakîn Bâr-gâh-ı zü’l-kerem feyyâzı cümle
şâh-ı dîn Cilve-gâh-ı fazl-ı Hak feyz-i celî mîr-i livâ Şehsüvâr-ı şâh-ı dîn
ser-çeşme-i fahr-ı fenâ (Behrî Divanı, Müs. 41/7).
‘İlme’l-yakîn bildün ise hakke’l-yakîn irmek dile
‘Ayne’l-yakîn gördük ‘ayân ref’ eyledük inkârumuz (İrşâdî Divanı, G. 28/3).
Eger
‘ilme’l-yakînde irem dirsen bu esrârı
Görüp hakke’l-yakîn ol gel çü imân olmak istersen
(İrşâdî Divanı, G. 41/4).
Asıl
adı Ebû’l-Mugîs el-Hüseyin b. Mansûr el-Beyzâvî’dir. Lakabı ise pamuk atan
manasına gelen Hallâc’tır (TDEKTA, 2004: 204). Abbasî halifesi Muktedir
zamanında şeriate uymayan sözleri nedeniyle vezir Ebû Hâmid’in emriyle
cezalandırılmıştır. Özellikle Ene’l-Hak (Bek Hakk’ım) sözünden dolayı
kamçı cezasına çarptırılmış; elleri, ayakları, başı kesilerek gövdesi
darağacına asılmış ve vücudu yakıldıktan sonra Dicle nehrine atılmıştır
(Kurnaz, 2007: 266).
Hallâc-ı Mansûr’a birçok
menkıbede yer verilmiştir. Bunlardan birinde “Hallâc-ı Mansûr idam edileceği
gece 500 rekat namaz kılar. İdama götürülürken minarede ezan okuyan kişiyi
görür ve ona “Utanmaz, yalancı!. İn oradan aşağıya!” der. Çevresindeki herkes
tevbe etmesini isterken, o “Eğer bu müezzin ta yürekten bir kere Allâhuekber
deseydi o minare ayağının altında erirdi” der ve bir kayanın üzerine çıkarak
bir kez “Allâhuekber” dedikten sonra kaya ayağının altında su gibi erir. Bir
diğer menkıbe ise elleri kesilen Hallâc-ı Mansûr’un ellerinden akan kanın yerde
Kelime-i Tevhid’i yazmasıyla ilgilidir. Hallâc idam edildiğinde ellerinden akan
kanlar hiç dinmez, Dicle nehrine kadar akar. Dicle nehrine karıştıktan sonra
ise nehir, Kelime-i Tevhid’i söyleyerek taşar ve etraftaki bitkilere kadar
ulaşır. Bitkiler de Kelime-i Tevhid’i söylemeye başlar. Bunu durduramayan halk
nihayet Mansûr’un bir beytinden hareketle bu duruma bir çözüm düşünüp
yaktıkları cesedini Dicle nehrine savururlar. Böylelikle her şey normale döner
(Pala, 2010: 186). Halk
arasında büyük etkiler bırakan şahsiyetler hakkında çeşitli
rivayetlerin
ortaya atılması gayet doğaldır. Mansûr hakkında ortaya atılan bu hikâyeler her
ne kadar onu münkir olarak nitelendirenler tarafından farklı yorumlara açık
olsa da onun tasavvufî düşüncesini ilahlık olarak değil de her şeyde Allah’tan
bir parçanın olduğu fikrini savunan vahdet-i vücûd felsefesinin savunucusu
olarak görmek gerekmektedir.
Klâsik
Türk edebiyatı şairleri, Hallâc-ı Mansûr’un Allah’a ulaşma çabasını sevgiliye
ulaşma çabası içerisinde olan âşıkla ilişkilendirirler. Hatta bununla ilgili
Hallâc-ı Mansûr’un zikredildiği beyitlerde çeşitli benzetmelere de rastlanılır.
Klâsik Türk şiirinde sevgilinin saçı genellikle Mansûr’un asılı kaldığı
darağacıdır. Âşık da o ağaçta canını veren Mansûr’un kendisidir. Sevgilinin
saçına asılı kalan âşık kimi zaman kendisini miraca yükselmiş olarak kabul
etmekte kimi zaman ise bu yolda şehit düşmüş görmektedir.
Mecnûnı
Leylî görse beşâret olur ana
Mansûr’a
yâr zikriyle dâr hoş gelür
(Ahmedî Divanı, G. 256/3).
Her ki Mansûr
gibi zülfüne ber-dâr oldı
Şühedâ
hayline mahşerde ‘alem-dâr olsun
(Âşık Çelebi Divanı, G. 68/2).
Çekse dâr-ı
zülfine dildâr dil düzdin n’ola
Âhir
asılmak anun Mansûr-veş mi’râcıdur
(Edirneli Nazmî Divanı, G. 1892/4).
Helâk
olmışdurur el uzadanlar mâr-ı zülfine
Niçe Mansûr
asılmışdur sebebsüz dâr-ı zülfine Miyân-beste niçe zühd ehli var zünnâr-ı
zülfine Kayurmaz ey gönül bend oldun ise târ-ı zülfine Sınuk diller hezârân
baglıdur her bir şikenlerde
(Emrî Divanı, Tah. 2/5).
Hallâc-ı
Mansûr, Alevî ve Bektaşî inancında da tıpkı klâsik Türk şiirinde olduğu gibi
Hak yolunda şehit düşmüş bir karakter olarak anılır. Hem klâsik Türk edebiyatı
şairleri hem de Alevî ve Bektaşî geleneği içerisinde yetişmiş şairler Hallâc-ı
Mansûr’u bir münkir olarak görmezler. Aksine onu gâyesi uğrunda canını vermiş
aşk şehidi olarak tasvir ederler.
Mansûr
olmak, aşk meydanında canından vazgeçmekle mümkündür. Alevî ve Bektaşî şairler,
gerçek sûfî olmayanların Mansûr’un söylemek istediklerini anlayamadıklarını,
kendilerinin ise Mansûr gibi çeşitli zorluklara katlandıklarını dile
getirirler:
Meydân-ı ‘aşk içinde kim cân terk ider Mansûr olur
Gönlüm Ene’l-Hak dir ise zülfünde ber-dâr eyleyem (Nesîmî Divanı, G. 285/4).
Dil-i
Mansûr’da Hak’dur ki Ene’l-Hak söyler
Velî idrâk
idemez sûfî-i bî-hûde-kıyâs
(Arşî Divanı, G. 129/4).
‘Âlem-i
münîre gör Mansûr-veş dâr olmışuz Fırka-i Nâcî olup bir nutk ile var
olmışuz Giymişüz fahr-ı fenâ hâlimüze yâr olmışuz Hamdüli’llâh bende-i evlâd-ı
Haydâr olmışuz
(Vîrânî Divanı, Mur. 87/2).
Hâricî
kelimesi, çıkmak, çıkarmak, birini öldürmek için ortaya çıkmak, borcunu ödemek,
ilimde mütehassıs olmak, isyan etmek gibi anlamlarda kullanılmaktadır
(Demircan, 2015: 29). Sıffin savaşı esnasında hakem tayinine karşı çıkarak Hz.
Alî’ye isyan edenlerden her birine de Hâricî adı verilir (Ayverdi, 2005: 1186).
“Hâricîler adıyla anılan bu grubun doğuşunun tamamen hakem olayına bağlanması
isabetli gibi görünürse de, tahkimden çok önce Hz. Osman’ın hilafetinin son
yıllarında meydana gelen sosyal karışıklıklar sebebiyle Müslümanların
zihinlerini meşgul eden bazı fikir ve davranışlar göz önüne alındığı zaman,
Hâricîliğin hakem olayı üzerine birden bire çıkmış bir grup olmadığını ileri
süren görüşler de söz konusudur” (Gökbel, 2019: 369).
Bektaşîlikte tarikata girecek olanlara da hâricî denilir
(Hançerlioğlu, 1984: 41). Ancak hem klâsik Türk şiirinde hem de Alevî ve
Bektaşî şiirinde hâricî terimi/kavramı bu anlamıyla kullanılmamıştır.
Hâricîler, şiirlerde genellikle Hz. Alî ve ailesine karşı olan durumları
dolayısıyla olumsuz sıfatlarla birlikte anılmıştır.
Klâsik Türk edebiyatı şairlerinden Edirneli Nazmî (ö.
1585-86), Hâricîleri Râfizîlerle aynı kefeye koyup, bu iki zümreyi şer zümresi
olarak değerlendirir. Caferi Baba (ö. ?) ise ilahî sırrın lanetlenmiş olan
Hâricîlere bildirilmediğini bu sebeple de Hz. Alî’nin hakikatini Hâricîlerin
anlayamayacağını söyler:
Resûle ümmet olanlar severler çâr-yârı hep Velîkin Râfizî
vü Hâricî’dür zümre-i eşrâr (Edirneli Nazmî Divanı, G. 1550/4).
Her Hâricî
ne bile ‘Alî’nün hakîkatün
Dîv ü la’îne
sırr-ı İlâhî ‘ayân degül
(Caferî Divanı, K. 34/4).
Hâricîler
ehl-i beyti zul ile itdi esîr
Dökse kan her dem revâdur çeşm-i giryânum Hüseyn (Hâmî
Divanı, G. 215/3).
Kâtil-i nefs-i Hüseyn olup Hudâ-cûyam diyen Hâricî cumhûrınun
sa’y ile ikdâmına yuf (Arşî Divanı, G. 150/3).
Sözlükte
“masdar olarak mübah, câiz ve serbest olmak, ruhsat vermek, haremden veya
ihramdan çıkmak anlamlarına gelen “helâl” kelimesi isim olarak haramın
karşıtıdır” (Demirci, 1998: 173). Şairler genellikle helâl ve harâm
terimini/kavramını bir arada kullanırlar.
Klâsik Türk şiirinde sevgilinin güzelliğini âşığından
saklaması harâm oluşu dolayısıyladır. Ahmed Paşa (ö. 1496-97)’nın bir şiirinde
âşığın kanını sevgilinin uğrunda dökmesi helâl terimiyle/kavramıyla ilişkilendirilmiştir:
Âyet-i
hüsnünle sen vaslın harâm itdün bana Ben harâmî çeşmine kanum helâl itmek
neden
(Ahmed Paşa Divanı, G. 233/2).
Getür ey
pîr-i mugân câm-ı safâ-encâmı
Bize ansız
nice gündür ki safâ oldı harâm
(Nev’izâde Atâyî Divanı, G. 144/2).
Alevî ve Bektaşî kültüründe Muharrem ayı Kerbelâ hadisesinin
yaşandığı aydır. Bu ay için “mâtem-i Muharrem” ve “Muharremü’l-Harâm” ifadeleri
de kullanılır. Bu sebeple bu ayda yapılan eğlenceler harâm olarak
nitelendirilir. Azbî (ö. 1747)’nin aşağıdaki terkîb- bendinde ve Fennî (ö. 1888)’nin gazelinden alınan beyitlerde bu
duruma dikkat
çekilmiştir:
Bu eyyâm
özge eyyâm işbu mâtem pür şer ü şûrdur Bu eyyâm içre hürremlik harâm oldı
Muharremdür Bu demde âh ü efgân eyleyüp kan dökmeyen nâdân Ki kurb-ı Hazret-i
Hak’dan nebîden velîden dûrdur Bu dem erbâb-ı tahkîkun yakar bagrın döker kanın
Anınçün miskîn ü mazlûm olanun kalbi meksûrdur Gazâ vaktinde seyrân eyleyen
etfâle ta’n itme Kinâyetden galatdur bu yirün dûzâhda rnestûrdur Güm itdüm
cismini şânına o şâhun bâkîdür rahmet
Bu dem vakt-i ganîmetdür bişer her yirde ‘aşûredür
Vücûdun çâk çâk olsun gözün kan döksün ey abdâl Libâs-ı
‘âriyyetdür câna cismün terki rnezkûrdur Bu mâtemde dögün taşlarla efgân eyle
ey ‘Azbî Bu demde dîde giryân sîne püryân eyle ey 'Azbî (Azbî Divanı, Tb.
55/4).
Geldi ol mâh-ı Muharrem ‘âşıkân aglar bugün Karalar geyer
zemîn ü âsumân aglar bugün
‘Iyş u
‘işret mü’nine gülmek harâm oldı harâm Mülhak-ı âl-i ‘abâ durmaz
hemân aglar bugün
(Fennî Divanı, G. 121/1-2).
Kur’an’da
İnsân suresinde geçmekte olup “Gerçek şu ki, insanın yaratılış tarihinde onun
henüz anılan bir şey olmadığı bir dönem gelmiştir” ayetinin kısaltılmış
biçimidir (İnsân, 1). Alevî ve Bektaşî şairler hel etâ
teriminin/kavramının geçtiği beyitlerde Hz. Alî’nin özelliklerinden de
bahsederler. Bunda muhtemelen İnsân suresinde geçen ahiret hayatı ile ilgili
meseleler ve takvâ sahibi kimselerin cennette kavuşacakları çeşitli nimetler
etkili olmuştur:
Ol
Esedu’llâh-ı gâlib hüsrev-i her dü-cihân
Kim anun
şânında Hak’dan nâzil oldı Hel etâ
(Misâlî Divanı, K. 2/15).
Geldi şâhun
hakkında Hak’dan kelâm-ı Hel etâ
Vâris-i
nûr-ı nebîdür uş Hadîs-i Mustafâ
Ger
dilersen olmayasın andan bir dem cüdâ
Vird idüp
söyle dilinde lâ fetâ illâ ‘Alî
(Vîrânî Divanı, Mur. 85/5).
Tırâz-ı minber-i ‘izz-i hilâfet hâdî-i
millet
‘Ulüvv-i şânı izhâr Hel etâ
Hak’dan bir âyetdür
(Mustafâ Refik Divanı, K. 2/15).
Ol şehinşâh-ı velâyet pîşvâ-yı rûy-ı ‘arz
Şîr-i
Merdân-ı Hudâ’dur lâ-fetâ vü Hel etâ Behrî Divanı, K.
3/3).
Men ne haddim vasfedem Allâh medh edermiş
seni Hel etâ şânunda münzel ey Veliyy-i pür-himem
(Hilmî Dedebaba Divanı, G. 144/2).
Hırka, Aba, Nemed, Abâ-pûş,
Hırka-pûş, Kabâ-pûş
Dervişlerin üzerlerine
giydikleri, “biçimi ve rengi mensup oldukları tarikata göre değişen, kollu,
yakasız, pamuklu” giyecektir (Ayverdi, 2005: 1260).
Merâsimle bir kimse
dervişliğe
kabul edilirken hırka giydirilir. Kişi bu sayede dervişliğe intisap eder. Şeyh
tarafından giydirilen bu hırka, o şeyhe bağlılığın da bir nişanesidir. Hırka
giydirilen derviş artık dünya nimetlerinden elini eteğini çekmiş, aslında
hırka-i tecrîdi giymiştir (Pala, 2010: 204).
Hırkaya
şekillerine göre “abâ”, “kisâ”, “fûta”, “hulle”, “bürde ferecî”, “bürde
tennûre”, “delk-i Haydariyye” gibi isimler verilmiştir. Hırkanın genellikle
mavi olması tercih edilir ve bu rengin çok kullanılması sebebiyle sûfî ve
dervişlere “ezrak-pûş” denildiği gibi tasavvufta da “ezrak-pûşî” tabiri
kullanılmıştır (Uludağ, 1998: 373). Burada hırkanın renginin mavi olarak tercih
edilmesi muhtemelen mavi rengine yüklenen anlamlarla alakalıdır. Mavi renk
“dirilik/diriliş”, “canlılık”, “hareket”, “türeyiş”, “sonsuzluk”,
“ululuk/yücelik”, “erdem”, “yenilenme”, “süreklilik”, “koruyuculuk”, “emniyet”
ve “huzur” gibi kavramları çağrıştırır (Durbilmez, 2017: 72). Dervişlerin mavi
rengi tercih etmesi de bir nevi onların hem ululuk/yücelik hem de müridleri
üzerindeki koruyuculuk vasıflarını göstermesiyle yakından ilgilidir. Alevî ve
Bektaşî yazınında hırka ile ilgili olarak “hırka altında sultân”, “hırka-i
fakr”, “hırka-i Alî”, “hırka-i irâdet”, “hırka-i teberrük” gibi kullanımlar da
görülmektedir.
Hırka,
mürşidle müridi arasındaki manevî bağı simgeler, dünya nimetlerinden ve
nefsinden sıyrılıp kurtulmayı temsil eder. Pir emaneti olarak algılandığı için
kutsaldır ve içi sırlarla doludur. Bu nedenle hırkaya büyük bir saygı ve sevgi
göstermek gerekir. Hırkanın tamamlayıcı parçaları, “tennûre” ve “Haydariyye”dir
(Gökbel, 2019: 384).
Klâsik
Türk şiirinde şairler, sevgilinin saçının hayâlini bile bir müridlik alâmeti
olarak görürler ve kendilerini bu hayâlin peşindeki gönül mürşidi sayarlar.
Ahmed Paşa (ö. 1496- 97)’nın bir şiirinde ise derviş kişinin bir hırka ve bir
lokma yiyecekle bile yetineceği dile getirilir. Şeyhülislâm Yahyâ (ö. 1644) ise
cübbe ve sarığın insana keramet vermeyeceğini, gönül sıkıntısını hırka ve taç
giyip dervişlik yaparak giderileceğini söyler:
Dil
mürşidine hayâl-i zülfün
Hem hırka
vü hem asâdur ey dost
(Ahmed Paşa Divanı, G. 19/4).
Dil zülf-i
siyâhında gam yemege kâni’dür
Dervîşe
hemân besdür bir lokma ve bir hırka
(Ahmed Paşa Divanı, Müf. 4).
Hırka vü tâc ile zâhid kerem it sıkleti ko
Âdeme cübbe vü destâr kerâmet mi virür
(Şeyhülislâm Yahyâ Divanı, G. 107/5).
Ben ol
abdalam ki oldum mahrem-i esrâr-ı 'aşk Tekye-i gamda 'abâ-pûş olmayan
bilmez beni
(Şeyhülislâm Yahyâ Divanı, G. 446/3).
Bu rüyâdan hırka sıklet virmiş ey zâhid sana
Câme tebdîl ile gel terk-i rüyâ it sen
dahı
(Şeyhî Divanı, G. 158/4).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde ise hırka giymenin sorumluluğu genellikle dile getirilen
konulardandır. Hırka giyen herkesin doğru yolda olacağına inanılmamalı, asıl
dervişliğin gönül temizliği ile olacağı bilinmelidir:
Hak hırkaya ey sûfî bakmaz içini
arıt
Gir âlem-i tevhîde çık hırka hicâbından
(Nesîmî Divanı, G. 321/9).
İbtizâli ne belâ mansıb-ı dehr-i dûnun
Egnüme hırka geyüp ‘âleme sultân
olayın
(Peşteli Hisâlî Divanı, G. 325/2).
Gey melâmet hırkasını ‘âr u nâmûs
kalmasın
Mâsivâdan kalbüni pâk eyle turma ‘âcilâ
(Kadîmî Divanı, G. 50/2).
Her ‘abâ hırka geyen dervîş
degildür hâliyâ
Gel harâbât ehline kim nûr-ı ‘irfân
andadur
(Kadîmî Divanı, G. 78/2).
Hz. Alî, Esedu’llâh,
Haydar-ı kerrâr, Şâh-ı Merdân, Murtazâ, Şîr-i Yezdân
Hz.
Muhammed’in damadı ve amcası Ebû Tâlib’in oğludur. Dört halifeden biri olup ilk
iman edenlerdendir. Savaşlarda göstermiş olduğu kahramanlıklardan dolayı
kendisine Allah’ın arslanı manasına gelen “Esedu’llâh” lakabı verilmiştir.
Eserlerde, genellikle Esedu’llâh lakabından başka “Haydar”, “Haydar-ı Kerrâr”,
“şîr-i Yezdân”, “şâh-ı merdân”, şâh-ı velâyet”, “imâm-ı pişvâ”, “fâtih-i
Hayber”, “vasiyy-i nebî” gibi isimlerle zikredilir. Göstermiş olduğu
kahramanlıklar neticesinde halk anlatılarında da bir destan kahramanı gibi
tasvir edilmiş olup çeşitli tarikatlar arasında rehber olarak kabul görmüştür.
Alevî
ve Bektaşî edebiyatının merkezî terimlerinden/kavramlarından olan Hz. Alî, bazı
Şiî kaynaklarca tanrılık ve ulûhiyet kisvesi altında değerlendirilmiştir.
Alevîliğin ve Bektaşîliğin yazılı kaynaklarında açıkça Hz. Alî’ye nispet edilen
bir tanrılıktan bahsedilemez. Sadece Buyruk metinlerinde Hz. Muhammed’in miraca
çıktığı gece orada Hz. Alî ile görüşmesi meselesinde bu durum söz konusudur.
Aslında bu metinlerde de tanrılık iddiasında bulunulmaz. Hz. Alî’ye ulûhiyet
yükleyenler genellikle Alevî ve Bektaşî şairler olmuştur. Özellikle de Hurûfî
etkiyle şiirlerini meydana getiren şairlerde görülen bu durum bir ilahlık
iddiası biçiminde değil vahdet-i vücûd felsefesi ekseninde değerlendirilmelidir
(Gökbel, 2019: 57-58).
Klâsik
Türk edebiyatı şairleri Hz. Alî ve kahramanlıklarına birçok manzumede yer
vermiş, ona methiyeler düzmüşlerdir. Bu manzumelerdeki konular genellikle; Hz.
Alî’nin ilmin kapısı oluşu, Kevser ırmağının sâkîsi oluşu, Allah’ın arslanı
olarak kabul görmesi, Hayber Kalesi kahramanı oluşu, güç ve kuvvetin sembolü
olması gibi birbirinden farklı özellikleri hakkındadır. Hatta kimi manzumelerde
Hz. Alî, ejderhalarla savaşan bir figür olarak zikredilmektedir. Şairler,
genellikle kendilerine cesaret timsali olarak Hz. Alî’yi örnek alırlar ve
kendilerini şiir ikliminin Haydar-ı Kerrâr’ı olarak nitelendirirler:
Nîyâm-ı
bâtınından Zü’l-fikârın âşikâr eyle DoIup hurşîd-veş deycûr-ı küfrü târumâr
eyle Yine Haydarlıgın isbât idüp bir kâr-zâr eyle Bozulmuş çâresiz
‘askerlere lutfun hisâr eyle Bizi pür-zahm iden nefs-i habîsi zahm-dâr eyle
İnâyet vaktidür bir tesliyyet himmet nisâr eyle Yetiş ey seyf-i meslûl-i
tarîkat şîr-i yezdânî Erenler pîşvâsı Hazret-i Sultân Dîvânî
(Şeyh Gâlib Divanı,
Tc. 3/2).
Hayder-i
Kerrâr’ıyam meydân-ı nazmun Bâkıyâ
Nevk-i hâme
Zü’1-fikâr u tab’ Düldül’dür bana
(Bâkî Divanı, G. 12/5).
Alevî
ve Bektaşî şairler şiirlerinde Hz. Alî’nin kahramanlıklarının yanı sıra
özellikle Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in babası olması hasebiyle metinlerde
sıklıkla zikretmişlerdir. Şairler kendilerini Hz. Alî’nin sâdık kölesi
Kamber’in yerine koymuşlar ve Hz. Alî’yi kendilerine bir yol gösterici olarak
seçmişlerdir:
Kamberündür
bu Yetîm üftâde olsun behre-mend
Bâb-ı lutfundan senün ey Haydar-ı Kerrâr-ı fenn
(Yetîmî Divanı, G. 157/5).
Hâce-i
Kamber Esedu’llâh’dur
Hayder ü
safder Esedu’llâh’dur Pîş-rev-i Cennet ü Rıdvân hem
Sâkî-i
Kevser Esedu’llâh’dur
Şâh-ı cihân
hâlik-i her dîv-i der
Kâtil-i
‘Anter Esedu’llâh’dur
Menba’-ı
cûd u kerem ü ma’rifet Nûr-ı peygamber Esedu’llâh’dur
Server-i
dîn kâdî-i rûz-ı cezâ
Müftî-i
mahşer Esedu’llâh’dur ‘İlme çü şehr oldı habîb-i Hudâ
Bil kim ana
der Esedu’llâh’dur
Nûr-ı Hudâ
çeşm-i çerâg-ı cihân Şems-i münevver Esedu’llâh’dur
Dinle bu
remzi ki beyân eylerem Cân kulagın aç ki sana söylerem
‘Ayn-ı ‘Alî
ibni Ebî Tâlibest
K’ez heme merdân-ı Hudâ gâlibest
(Caferî
Baba Divanı, Tc. 13/3).
Hz.
Muhammed’in Vedâ haccı dönüşü Gadîr-i Hûm’da Hz. Alî’yi işaret ederek “Ben
kimin mevlâsı isem Alî de onun mevlâsıdır. Allah’ım, onu seveni sev, ona düşman
olana düşman ol!” (Fığlalı, 1996b: 279) sözleri Şiî inancına mensup kişilerce
farklı yorumlanmış ve Hz. Alî’nin imametinin meşrulaştırılmasına zemin
hazırlanmıştır. Hz. Alî’ye olan bu bağlılık tarihî süreç içerisinde Şiîliğin
Keysâniyye, Zeydiyye, İmâmiyye-İsnâaşeriyye, İsmâiliyye, Sebeiyye ve Gâliyye
gibi çeşitli kollara ayrılmasını sağlamıştır (Öz, 2010: 111-114). Şiîliğin aşırı
kollarından Sebeiyye ve Gâliyye Hz. Alî’yi ilahlaştırma eğiliminde bir düşünce
sistemini benimser (Fığlalı, 1988:133). Bazı Alevî ve Bektaşî şairlerin
şiirlerinde de bu akımların kırıntılarına rastlamak mümkündür:
‘Alî’dür evvel ü âhir ‘Alî’dür
bâtın u zâhir
‘Alî’dür dîn ile îmân ‘Alî’dür
nûr-ı dırahşân
‘Alî’dür hükm iden kevne ‘Alî’dür
Allâhu ekber
‘Alî’dür
vahy-i resûl ‘Alî’dür rahmet-i Rahmân
‘Alî’dür sâhib-i Kevser ‘Alî’dür
fâtih-i Hayber
‘Alî’dür derdlere dermân ‘Alî’dür
cümleye sultân
‘Alî’dür gösteren sûret nice yüz
bin sıfat ile
‘Alî’dür bu Kadîmî’nün gıdâsın
eyledi îmân
(Kadîmî Divanı, N. 25/4).
Ey Misâlî kıblegâh u secdegâhum Şâh’dur
Kim Hakîkat-i Ka’be oldur vechi
vechu’llâhdur
Evliyâdandur şu kim bu nükteden âgâhdur
Evvel ü âhir ‘Alî’dür zâhir ü
bâtın ‘Alî
(Misâlî Divanı, Mur. 15/11).
Hz. Hasan, Şepper, Şibr ve
Hz. Hüseyin, Şübeyr, Şeppîr
Hz.
Hasan, Hz. Muhammed’in torunu, Hz. Alî ile Hz. Fâtımâ’nın en büyük oğludur.
Hicretin 3. Yılında Medîne’de doğmuştur. Hasan adını Hz. Muhammed vermiştir.
Lakabı “Müctebâ”dır. Hz. Muhammed’e benzediği için kaynaklarda Hz. Ebû Bekir’in
onu “Ey nebîye benzeyen, Alî’ye benzemeyen” diye sevdiği ve “Hz. Alî’nin de
buna tebessüm ettiği” belirtilir (Fığlalı, 1997: 282). On iki imamdan İkincisi
olup, Hz. Muhammed tarafından cennet gençlerinin seyyidi unvanı verilmiştir.
Muâviye kendisinden sonra Hz. Hasan’ı halife yapacağını duyurunca, Muâviye’nin
oğlu Yezîd Şam’dan Medîne’ye zehir göndermiş ve Hz. Hasan’ın eşini kandırarak
Hz. Hasan’ı zehirletmiştir (Zavotçu, 2006: 213). Çocuklarına ve soyuna “şerîf”
denilir.
Hz.
Hüseyin ise Hz. Hasan’ın küçük kardeşidir. Hicretin 4. yılında Medîne’de
doğmuştur. Kerbelâ şehidi olması dolayısıyla “şehid” lakabıyla bilinir. Hz.
Hüseyin de ağabeyi Hasan gibi ilk iki halife döneminde cereyan eden önemli
olaylarda fiilen yer almamıştır. Babasının halifeliği sırasında Hz. Hüseyin
Kûfe’ye giderek onun bütün seferlerine katılmış; şehadetinden sonra da yine
onun vasiyetine uyarak ağabeyine itaat etmiştir. Rey valiliğine getirilen Ömer
b. Sa’d b. Ebû Vakkâs ile yaptığı savaşta Sinân b. Enes en-Nehâî tarafından
öldürülmüştür (Fığlalı, 1998: 518; Zavotçu, 2006: 234).
Hz.
Hasan için “Şepper”, “Şibr”, Hz. Hüseyin için ise “Şeppîr” ve “Şübeyr” isimleri
de sıklıkla kullanılır. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e Süryanice olan bu isimleri
Hz. Muhammed vermiştir (Gökbel, 2019: 830). Hz. Mûsâ’nın kardeşi Hz. Hârûn’un
çocuklarından birisinin adı Şibr, diğeri ise Şibbîr’dir (Kaleli, 1996: 238;
Sarı, 2016: 157). Hz. Hârûn’un Hz. Mûsâ’ya yardımcı tayin edildiği Kur’an’da
açıkça belirtilmektedir (Furkân, 35; Tâhâ, 29-32; Kasâs, 34; Şuarâ, 13;
Mü’minûn, 45; Meryem, 53; Yûnus, 75; A’râf, 142; ). Hz. Muhammed’in Gadîr-i
Hûm’da Hz. Alî’yi işaret ettiği ve “Sekaleyn hadisi” olarak da bilinen “Size
paha biçilmez iki şey bırakıyorum: Allah’ın kitabını ve ehl-i beytimi. Benden
sonra bunlara sarılırsanız asla sapıklığa düşmezsiniz” sözlerinden sonra Hz.
Alî’yi sağ tarafına alıp, elini tutup kaldırarak şöyle demiştir: “Ben kimin
mevlâsı isem Alî de onun mevlâsıdır. Allah’ım, onu seveni sev, ona düşman olana
düşman ol!” (Fığlalı, 1996a: 279) ifadesi Hz. Mûsâ ile Hz. Hârûn arasındaki
ilişkiyle benzerlik arz etmektedir. Özellikle de peygambere yardımcı olma
görevini üstlenen Hz. Hârûn’un çocuklarının isimleriyle yine bir başka peygambere
yardımcı olan Hz. Alî’nin çocuklarının isimlerinin ortaklığı dikkat çekicidir.
Anlatılardaki bu benzerlik ya velâyetin meşrulaştırılması ya da Hz. Alî ve
ailesinin yüceltilmesi çabasından dolayıdır.
Hz.
Hasan ve Hz. Hüseyin, klâsik Türk şiirinde daha çok toplumda derin izler
bırakan Kerbelâ hadisesiyle birlikte anılır. Hz. Hasan gülün üzerindeki jâleye,
Hz. Hüseyin ise açılmamış bir güle benzetilir:
Nice âsâr
olur andan hüveydâ
Mu’înidür
anun Şeppîr ü Şepper
(Şeyh Gâlib Divanı, Tar. 38/6).
Göz göre kıydı Hasan birle Hüseyn’e
nâ-hak
Hakk’a pes ne yüz ile varısar âl-i Mervân
(Edirneli Nazmî Divanı, K. 8/93).
Hasan’dur ol güle jâle Hüseyn ana
gonçe
Ki oldı revnak-ı bâg anlarunla efzûn-ter
(Âşık Çelebi Divanı, K. 14/81).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde ise Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in daha çok güneşe ve aya
benzetildiği görülmüştür. Aynı zamanda müridlerin yol göstericisi olarak da
şiirlerde yer verilirler:
Tulû’ itdi
cebînün mâhı tâ gîsû-yı Şepper’den
Ser-â-ser
zerre-i mahfûz-ı ‘âlem dem urdı mihr-i hâverden
(Misâlî Divanı, G. 484/1).
Cân
u dil râh-ı mahabbetde kemer-beste olup
Şepper ü
Şeppîr iki envâra döndürmiş yüzin
(Misâlî Divanı, G. 479/3).
Hüseyn ile Hasan nûr-ı dü-çeşm-i Ahmed-i
Muhtâr Biri mehdür biri hurşîd biri Şeppîr biri Şepper (Caferî
Baba Divanı, K. 44/18).
Kur’an’da
Hz. Mûsâ döneminde yaşadığı, Allah tarafından kendisine ilahî bilgilerin
öğretildiği (Kehf, 59-81), âb-ı hayâtı içip ölümsüzlüğe kavuştuğuna inanılan
kişidir. Halk arasından peygamber ve veli olduğu inancı hâkimdir. Mutasavvıflar
ise onu gizli ilimleri bilen bir veli olarak değerlendirir. Hz. Hızır’ın İlyâs
peygambere verilen bir lakap olduğunu söyleyenler de vardır. Anlatılarda
genellikle Hz. Mûsâ, Hz. Nûh ve İskender-i Zülkarneyn’le birlikte yer alır ve
Hz. Nûh’un Hz. Hızır’ın ömrünün uzun olması yönünde dua ettiği ileri
sürülmektedir (Pala, 2010: 204). Hz. Hızır’la ilgili bir diğer hikâye Hz. İlyâs
ve İskender-i Zülkarneyn’le birlikte âb-ı hayâtı aramaları hakkındadır.
Hikâyeye göre “Hz. Hızır ve Hz. İlyâs İskender’in maiyetinde bulunup ona
kılavuzluk ederler. Üçü birlikte âb-ı hayâtı aramak için zulumât ülkesine doğru
yola koyulurlar. Başlarından geçen çeşitli hadiselerden sonra sonra Hızır ile
İlyâs bir su kenarında oturup yanlarında getirdikleri balıkları yerler.
Hızır’ın elinden bir damla su ölü balığın üzerine damlar ve balık o anda
canlanır. Bu olaydan sonra aradıkları âb-ı hayâtın bu su olduğunu sezerler ve
İlyâs’la birlikte o sudan içerler. Daha sonra İskender-i Zülkarneyn’e haber
vermek için oradan ayrılırlar. Ancak âb-ı hayâtın kaynağını tekrar bulamazlar”.
Ölümsüzlüğe kavuşan Hızır ve İlyâs Allah’ın emriyle dünyada sıkıntıya düşenlere
yardım etme görevini üstlenirler. Hızır ve İlyâs senede bir gün buluşurlar ve
hacca giderler. Onların bu buluşma günü her yıl mayıs ayının altıncı günüdür ve
“Hıdrellez” olarak bilinir.
Alevî
ve Bektaşî kültüründe kutsal bir kişi olarak kabul edilen Hızır,
Ricâlü’l-Gayb’dandır ve hâlâ yaşadığına inanılmaktadır. Alevîlikte “Hızır-İlyâs
Kurbanı” vardır ve mayıs ayının altıncı günü yapılan törenle kurban tığlanır.
Ayrıca, “Hızır orucu” ve “Hızır postu” da Alevî ve Bektaşî kültüründe geçen
terimlerdendir/kavramlardandır (Gökbel, 2019: 386).
Hz.
Hızır, klâsik Türk şiirinde daha çok âb-ı hayât, İskender-i Zülkarneyn, zulumât
ülkesi ve Hz. Mûsâ ile birlikte sıkça anılır. Bazı gazellerde sevgilinin birçok
özelliği Hızır’ı andırırken bazılarında ise âşık âb-ı hayâtı sevgilinin
dudaklarında arayan Hızır’a benzetilir. Sevgilinin bulunduğu yer zulumât ülkesi
iken onun dudakları ise âb-ı hayâtın kaynağıdır. Sevgilinin ayva tüylerinin de
Hızır’a benzetilmesi sıklıkla rastlanılan benzetmelerdendir. Hatta sevgilinin
ayva tüyleri için “Hızır-hat” tabiri de kullanılır:
Kaldı
zulmetde saçun hattun kenâr itdi lîk
Çekdi
İskender emek Hızr’a nasîb oldı yimek
(Âşık Çelebi Divanı, G. 22/7).
Hızr’dur
hattun saçun zulmet lebün âb-ı hayât
Hem-dem
olan sana ol vech ile görür mi memât
(Edirneli Nazmî Divanı, G. 929/1).
Bu ‘aşk
vird-i İlâhî’dür gidenün Hızr emrindedür
Bu ‘aşk
berk yapış zinhâr kalma dünyâya ‘ukbâya
(Eşrefoğlu Rûmî Divanı, G. 119/8).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde de Hz. Hızır’la ilgili tıpkı klâsik Türk şiirinde olduğu
gibi birçok benzetme unsuruna rastlanır. Behrî (ö. ?) bir gazelinde Hz.
Hızır’ın sıkıntıları gidermekle olan yükümlülüğüne dikkat çeker ve Bektaşîleri
Hızır olarak değerlendirir. Vîrânî (ö. ?) ise âb-ı hayâta ulaşmak için Hızır
makamına erişmek istediğini, bu isteğinin sonucunda ise âb-ı hayâtın kaynağının
Hz. Alî olduğunu gördüğünü söyler. Fennî (ö. 1888) ise Fırka- i Nâcî ile
Bektaşîleri kasteder ve onların âb-ı hayâtı Hızır elinden içtiklerini belirtir:
Olardur Hızr’ı
zulmetden necâta irgüren perver
Bular cân zahmına merhem dü-çeşme tûtiyâ oldı
(Behrî
Divanı, K. 1/40).
Hem Hızr’a
irüp istedüm uş âb-ı hayâtı Gördüm o sâ’at çeşme-i hayvân ‘Alî geldi
(Vîrânî Divanı, G. 15/9).
Hızr elinden
‘aşk ile âb-ı hayâtı nûş idüp İçdiler uş çeşme-i hayvânını dervîşler
(Vîrânî Divanı, G. 98/7).
Gözle
kendin hüsnüne âyîne düşdi şeş-cihet
Kalmadı
zevk-i nihân feth oldı cümle müşkilât Yetmiş iki fırkadur kün ‘arsasın kaldı
memât Fırka-i Nâcî’denüz biz bulmuşuz gamdan necât Mest-i ‘aşkız Hızr elinden
işmişiz âb-ı hayât
(Fennî Divanı, Tah. 29/1).
Hz.
İlyâs, Hârûn peygamberin oğlu olup İsrailoğlullarına gönderilmiştir. Kavmi
“Ba’l” adındaki bir puta tapmaktadır. İlyâs peygamberin sözlerine inanmayan
halkı Allah tarafından açlık ve kıtlıkla cezalandırılmıştır (Pala, 2010:
230-231; Zavotçu, 2006: 247). Hz. İlyâs’la ilgili anlatılar genellikle Hz.
Hızır, İskender-i Zülkarneyn ve âb-ı hayât macerası etrafında şekillenmiştir.
Klâsik Türk şiirinde daha çok Hızır’ın denizde İlyâs’ın ise karada sıkıntıya
düşen insanlara yardımcı olma görevleri üzerinde durulur. Edirneli Nazmî (ö.
1585-86), gönül mülküne sefer eyleyenlerin kuruda ve yaşta yardımcılarının
Hızır ve İlyâs olacağını söyler. Şeyhülislâm Yahyâ (ö. 1644) ise denizin ve
karanın gözetleyicisinin Hızır ve İlyâs olduğunu belirtir:
Sefer
eylersen eger dîde vü dil milketine
Kuruda yaşda sana yâr ola Hızr u İlyâs
(Edirneli
Nazmî Divanı, G. 2763/2).
Sirişkümle ten-i hâküme ‘aşkunda zarâr
gelmez Mahabbet Hızr u İlyâs’ı ki dâ’im bahr u ber gözler
(Şeyhülislâm Yahyâ Divanı, G. 121/5).
Alevî
ve Bektaşî şairlerinden Caferî Baba (ö. ?), âb-ı hayâta ulaşmanın yolunun tâlip
olmakla elde edileceğini söyler ve Hızır ve İlyâs’ın bunu başardıklarını dile
getirir. Bosnalı Vahdetî (ö. 1598) ise “Ricâlü’l-gayb” olarak da bilinen Hz.
Hızır ve Hz. İlyâs’ın Allah’ın insanlardan gizlediği evliyâlardan olduğuna
işaret eder:
Hızr u İlyâs buldılar andan
hayât-ı sermedi
Tâlib ol sen ana kim âb-ı hayvân andadur
(Caferî Baba Divanı, K. 41/6).
Kutb-ı âfâk u ricâlu’llâh u Hızr u İlyâs
Ekser ey dil görünürler büdelâ şeklinde
(Vahdetî Divanı, G. 107/6).
Horasan’ın
Belh şehrinde dünyaya gelmiştir. Ailesi Arap kabilelerinden Benî İcl’e veya
Temîm’e mensuptur. Genç yaşta zühd yolunu seçmiş, zâhid, sûfî ve muhaddis olup
tanınmış velilerdendir. Zühd yoluna girmeden önce birçok hizmetçisi bulunan
zengin ve itibarlı bir ailenin çocuğu olduğu belirtilir (Öngören, 2000a: 293).
İbrâhim b. Edhem’in zühd yolunu seçmesiyle ilgili de çeşitli rivayetler ortaya
atılmıştır. “İbrâhîm b. Edhem bir gün ava çıkar. Av sırasında gâibden sesler
duyar. Ses ona bu iş için yaratılmadığı hakkındadır. İbrâhîm b. Edhem benzer
bir sesi atının eyerinden de duyar. Bu sesler sebebiyle avdan vazgeçer. Av
dönüşünde bir çobanla karşılaşır. Elindeki bütün varını yoğunu çobana bırakır
ve çobandan yünden yapılmış hırkasını alır”. Maddî şeylerden kurtulan İbrâhîm
b. Edhem daha sonra bir mağarada inziva hayatı sürer (Zavotçu, 2006: 243).
Klâsik
Türk şiirinde daha çok aşk şarabından içmesi, zenginliği, malını mülkünü
bırakıp zühd yolunu seçmesi, inziva hayatını seçmesi, Hz. Hızır’la arkadaşlık
yapması ve cömertliği gibi konularda örnek bir kişilik olarak ele alınmıştır.
Bâkî (ö. 1600) bir gazelinde âriflerin şarabı Edhem’in tacından içtiğini
belirtirken, Ahmedî (ö. 1410’dan sonra) ise her dergaha giren Edhem’in yani
dervişin, İbrâhîm b. Edhem gibi olamayacağını söyler:
Her kişi bu harem-i ‘aşkda mahrem olmaz
Her Birâhîm bu dergâhda Edhem olmaz
(Ahmedî Divanı, G. 287/1).
Nihânî işrete mâni’ degüldür kisvet ey
zâhid İçerler bunda ‘ârifler toluyı tâc-ı Edhemden
(Bâkî Divanı, G. 360/3).
Şâh-ı ‘aşkam âlem-i ma’nâ müsellemdür
bana Ser-nigûn peymâne-i Cem tâc-ı Edhem’dür bana
(Nef’î Divanı, G. 1/1).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde İbrâhîm b. Edhem’in özellikle tacından ve tahtından
vazgeçişi üzerinde sıklıkla durulur. İbrâhîm b. Edhem’in yaptıkları tasavvuf
yoluna giren müridin yapması gerekenlerle aynıdır. Bu sebeple mürid, kendisine
İbrâhîm b. Edhem’i örnek almalıdır. Cesârî (ö. 1829), kendisini tacından ve
tahtından vazgeçmiş Edhem olarak tanımlarken, İrşâdî (ö. 1880-81), bu durumu “fakrufahri”
hadisine göndermede bulunarak açıklar:
Bir cur’aya satsam n’ola şol tâc u kabâyı
Ey
pîr-i mugân meşreb ile Edhem-i ‘aşkam
(Cesârî
Divanı, G. 598/8).
İbrâhîm Edhem’i gör tahtını terk eyleyüben Dün ü gün
kendi özün eyledi mihmân kepenek (Vahdetî Divanı, G. 72/10).
Soyundı
taht u tâcından o şâh-ı Edhem İbrâhîm Giyindi fakru fahrîden odur
‘âlemde burhânum
(İrşâdî Divanı, G. 53/2).
Sözlükte
gizlemeyip, açıklamak olan terim/kavram, tasavvufta tarikat kurallarını kabul
edip tarikata girmek, bir şeyhe bağlanmak anlamında kullanılan tasavvufî bir
terimdir. Muhib tarikata girmek istediğinde ikrar ayini yapılır (Pala, 2010:
228; Ayverdi, 2005: 1377). Görgü cemi olarak da bilinen ikrar ayini, farklı
bölgelerde “baş okutma”, “hizmet görme” olarak çeşitli biçimlerde
isimlendirilir ve her yıl Alevîler ve Bektaşîler arasında düzenlenir. Görgü
cemindeki amaç, yıl içerisindeki problemlerin çözüme kavuşturulması ve
tâliplerin kendilerini temize çıkarması hakkındadır (Rençber, 2013: 198).
Alevî
ve Bektaşî kültüründe “ikrar vermek”, “ikrar kırma”, “ikrar kurbanı”, “ikrar
tazeleme”, “ikrar cemi”, “ikrardan dönme”, “ikrara çağırma”, “ikrar bozma”,
“ikrar- bend”, “ikrar alma” sıklıkla kullanılan terimlerdendir/kavramlardandır.
İkrar vermek, başka bir ifade ile nasîp almak “mecazî anlamda farklı bir
anne-babadan yeni bir hayata doğuşun başlangıcı” kabul edilir. Mürşid baba;
rehber ise anne hükmündedir (Gökbel, 2019: 418).
Klâsik
Türk şiirinde verilen ve yerine getirilmesi gereken sözler ikrar
terimiyle/kavramıyla ifade edilir. Genellikle de Allah’ın, kainatı yaratmadan
önce ruhları toplayıp, Elestü bi-Rabbiküm (Ben sizin Rabbiniz değil
miyim?)- diye sorduğu,
ruhların da Belâ (Evet) (A’râf, 172) diye cevap verdikleri Elest
bezmindeki söz, ikrar olarak kabul edilir:
Bize geldükde inkâr eyleme ikrârını zâlim Demişsin
yok dimezdüm bâde-i şîrîn-güvâr olsa (Nedîm Divanı, G. 118/3).
‘Âlem-i
vahdetde ey sâkî bizi mest-i Elest
İtdi ikrâr-ı safâ mey-hânesinde şöyle mest (Bâkî
Divanı, G. 24/1).
Yahyâ
alurdı nakd-i dil ü câna vaslını Ol dil-rübânun itdügi ikrârı bozdılar
(Şeyhülislâm Yahyâ Divanı, G. 75/5).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde dervişlerin ikrar ehli olmasıyla muhtemelen verdikleri
sözlerde durmaları istenmektedir. Yetîmî (ö. 1552) dervişliğin ikrar ehli
olmaktan geçtiğini söyler. Cesârî (ö. 1829) ise tıpkı klâsik Türk şiirindeki
gibi Elest bezmindeki ikrara değinir. Yine Cesârî (ö. 1829) başka bir gazelinde
Elest bezminde yaptıkları ikrarın gönül ile yapıldığını belirtir:
Ehl-i ikrâr
ol gözüm dervîşlük itsün zuhûr
Kim gözinden münkirün pinhân imiş dervîşlük (Yetîmî Divanı,
G. 112/3).
Zâhidâ
kendün gibi münkir mi sandun sen bizi
Tâ ezelden
ol Hudâ’ya var durur ikrârumuz
(Cesârî Divanı, G. 345/4).
Dil ile hem
kalb ile ikrâr u tasdîk eyledük
Tâ elestdendür Hudâ’ya ‘ahdümüz peymânumuz
(Cesârî
Divanı, G. 364/5).
Tâ elestden bahş olunmış virdügüm ikrâr bana Vâkıf-ı
esrâr degüldür gerçi kim agyâr bana (Turâbî Divanı, G. 22/1).
Tevbe kıldun turş meyden fârig oldun bir zamân Şimdi döndün
zâhid ikrârın gerekmiz mi sana (Turâbî Divanı, G. 27/7).
İlm-i
Ledün, Ledünnî, Bâtın İlmi
İslam
literatüründe zâhir ve bâtın olmak üzere iki bilginin olduğu görüşü ilk defa
Şiîler tarafından ortaya atılmış olup Hz. Alî’nin bâtın ilminin bilgisine sahip
olduğu ileri sürülmüştür (Uludağ, 1992: 188). Gizli gerçekleri konu alan ve
başka insanların vâkıf olmadığı bâtın ilmi “ilm-i ledün” olarak da bilinmektedir.
İçerisinde ilahî sırları barındırır. Allah tarafından öğretilen bu ilim, Kehf
suresinde Hz. Mûsâ’nın Hz. Hızır’dan talep ettiği ilimdir (Kehf, 60-82).
İlm-i
ledün terimi/kavramı, klâsik Türk şiirinde fazla kullanılmamaktadır. Yahyâ Bey
(ö. 1582) bir şiirinde, hevesli ve istekli olanların ilm-i ledün gibi gizli
olması gerektiğini söyler ve bu âlem denizinde yüzeye çıkan çalı çırpılar gibi
olunmaması öğüdünü verir. Ahmedî (ö. 1410’dan sonra) ise ilm-i ledünün gizli
bir ilim olduğunu ve içerisinde çeşitli sırların bulunduğunu belirtir:
Olagör ‘ilm-i
ledün gibi nihân ey bü’l-heves Yüze gelme bahr-i ‘âlemde misâl-i hâr u has
(Yahyâ Bey Divanı, Mua. 13/4).
İtdi ana
çoh dürlü sırrı âşikâr
Kıldı anı ‘ilm-i ledünnîde süvâr
(Ahmedî
Divanı, Mev. 466).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde ise ilm-i ledün, derviş tabiatlı kişilerin sahip oldukları
bir ilimdir ve dervişler bu ilmin sırlarına vâkıftır. Bektaşî ve Hurûfî bir
şair olan Sâcid (ö. 1844), ismi azamın esrarının ilm-i ledün mektebinde
öğretildiğini, Turâbî (ö. 1868) ise her kişinin bu ilmin sırlarını bilmeye
lâyık olmadığını söyler. Hâşim Baba (ö. 1782-83)’nın bir gazelinde Ledün
ilminin gönül mektebinde öğretildiği ve bu mektebin hocasının sözünün Kur’an
üzere olduğu belirtilir:
Muttali’lerdür kamu ‘ilm-i ledün esrârına
Her rumûza tâlib ü matlûb olur dervîşler
(Cesârî Divanı, G. 199/3).
Mekteb-i ‘ilm-i ledün esrâr-ı
ism-i a’zamım
Hızr u İlyâs hayâtım çeşme-i hayvân benim
(Sâcid Divanı, G. 141/11).
Her kişi lâyık mıdur ‘ilm-i ledün esrârına
Gam degildür her zebân fethinde cânâ olsa
tat
(Turâbî Divanı, G. 192/6).
Ledünnî ‘ilmidür dâ’im okınan
mekteb-i dilde
Alup ders hâce-i dilden sözi Kur’ân olan
gelsin
(Hâşim Baba Divanı, G. 128/4).
Kur’an’da
Hadîd (4), A’râf (54), Ra’d (2), Tâhâ (5), Furkân (59), Secde (4) surelerinde
geçen terim/kavram, “Emri arş üzerine egemendir” anlamına gelmektedir. Alevî ve
Bektaşî yazınında Allah’ın sonsuz kudret ve hâkimiyetiyle arşı kuşattığını ve
arşın gerçek sahibi olduğunu, tüm yarattıklarının da onun denetiminde bulunduğunu
belirtmek için kullanılır (Yılmaz, 1992: 17). İstevâ terimiyle/kavramıyla bazen
de Hz. Alî kastedilir:
Yazılmış
sûretün levhine satr-ı bâ-yı bismi’llâh
Cemâlin istevâsı
hatt-ı kudret zî-kelâmu’llâh
(Behrî Divanı, G. 45/1).
Dü harfin emrine mazhar düşürdün cümle eşyâyı Anınçün
ehline ma’lûm olur hatt-ı istevâ peydâ (Turâbî Divanı, G. 6/2).
Behişt ü dûzah ehlin görmek istersen gel ey tâlib Olupdur
sûret-i Rahmân’a hatt-ı istevâ berzâh (Arşî Divanı, G. 41/4).
Sen meh-i
burc-ı ‘ale’l-‘arş’istevâsun yâ ‘Alî Âftâb-ı ‘âlem-i her
dü serâsun yâ ‘Alî
(Hilmî Dedebaba Divanı, G. 206/1).
Ka’be, Beytu’llâh,
Beytü’l-harâm, Ka’betu’llâh, Kıble, Kıble-gâh, Mihrâb
Mekke’de
harem-i şerîf içerisinde bulunan ve İbrâhîm peygamber ile oğlu İsmâîl peygamber
tarafından bugünkü yerine inşa edilmiş olan kutsal binadır (Pala, 2010: 245).
İslam inanışına göre yeryüzünde yapılan ilk mâbeddir (Ünal, 2001: 14). Ka’be’ye
olan ziyaretler Hz. İbrâhîm zamanından putperestliğin yayılışına kadar tevhid
esasına uygun olarak devam ettirilmiş, Mekke’de putperestliğin yayılmasıyla
birlikte çevresine birçok put dikilmiştir. Ka’be Hz. Muhammed döneminde
putlardan tamamen temizlenmiştir (Ünal, 2001: 19). Ka’be tasavvufta ise ilahî
aşkın başladığı gönüldür. İlahî aşk gönülde tecellî ettiği için gönül de bir
Ka’be’dir (Pala, 2010: 245).
Klâsik
Türk edebiyatında sevgilinin bulunduğu yer Ka’be, yüzü ise âşığın kıblesi
olarak tasavvur edilir. Hatta âşığın sevgilinin bulunduğu yerde dolaşması da
tavafa benzetilir. Sevgilinin kaşı, şekil benzerliği nedeniyle genellikle
mihraptır. Tasavvufî terminolojide sevgilinin yüzü Allah’ın tecellî ettiği
yerdir. Bu sebeple âşığın secde ettiği yer olan kıblesi sevgilinin yüzü, mihrap
ise kaşı ya da kaşlarının arasıdır. Şiirlerde genellikle, aşk, sevgi, kavuşma,
güzellik gibi unsurlara vurgu yapmak için Ka’be terimine/kavramına yer verilir:
Mihrâb itmişem
kaşunı kıble yüzüni
Kim cân u
‘akl Ka’be’si bu âsitânedür
(Ahmedî Divanı, G. 220/3).
İşigün
Mescid-i Aksâ’ya mânend
Yüzün kıble
kaşun mihrâba benzer
(Bâkî Divanı, G. 116/3).
Tâ görelden
iki şehlâ gözlerinün karasın
Kıble-i
mihrâb idindüm kaşlarının arasın
(Necâtî Bey Divanı, G. 391/1).
Ol güzel
kâşun tırâş itse yüzinde vechi var Kıble-i ‘uşşâkdur mihrâb neyler
Ka’be’ye
(Hayâlî Bey Divanı, G. 36/2).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde Hz. Muhammed “kıblegâh”, Hz. Alî ise “secdegâh” makamlarını
temsil eder. Kıble tabiri ile şeytanın Hz. Âdem’in önünde secde etmemesi
hadisesine de sıklıkla telmihte bulunulur. Sıdkî Baba (ö. 1928), Hacı Bektaş’ı
âlemin ser-çeşmesi olarak görür ve onun dergahını da hakikat ehlinin kıblesi
olarak nitelendirir:
Şol İmâm-ı
Mûsâ-yı Kâzım Rızâ’dur ehl-i Hak
Şâh-ı îrân
‘Alî’nün ‘aşkı ile sîne-çâk
Gel Takî ile Nakî’nün sözlerine tut kulak
‘Askerî
sâhi-livâdur ana tergîb ile bak
Men aref
sırrın bilüp ‘ilm-i ledünden al sebak
Kıble-gâhumdur
Muhammed secde-gâhumdur ‘Alî
(Cesârî Divanı, Müs. 219/4).
Dîdâruna
karşu çü melek kılmadı secde
Şeytân-ı
la’în kıble-i yezdânı ne bilsün
(Misâlî Divanı, G. 454/3).
Hacı Bektaş
Velî’dür ‘âlemin ser-çeşmesi
Kıble-i
ehl-i hakîkat ol ‘azîm dergâhı gör
(Sıdkî Baba Divanı, G. 172/6).
Bektaşî
şairler yaşadıkları yer olan âsitanlarını ya da bağlı oldukları pirlerinin
dergahını beytullâh olarak tasavvur ederler ve buralar onlar için Allah’ın
nurunun göründüğü yerlerdir. Kimi zaman Hz. Alî, yüceliğinin göstergesi olarak
beytullâha benzetilir ve şiirlerde, Hz. Alî’nin beytullâhta doğduğu inancına
çağrışımda bulunulur:
Âsitânundur
bizüm ey dost beytu’llâhumuz
K’anda
gösterdi cemâl-i nûrını Allâh’umuz
(Hayretî Divanı, G. 144/1).
İşigün va’llâhi
beytu’llâh-ı ‘ulyâdur bana
Vech-i
pâkün ey sanem nûr-ı tecellâdur senün
(Hayretî Divanı, G. 230/2).
Beyt-i
ma’mûr u melâ’ik hayme-i mi’âd u Kuds Sâcid ü mescûd u beytu’llâh sensin
yâ ‘Alî
(Misâlî Divanı, G. 596/6).
Kelime
anlamı, “iki yay aralığı kadar yahut daha az” demek olan terim/kavram, İsrâ ve
miraç hadisesinin anlatıldığı, Allah’ın Hz. Muhammed’i kendisine iki yay
aralığı kadar hatta ondan da fazla yaklaştırdığı ifadesinin yer aldığı Necm
suresinde geçmektedir (Necm, 9). Burada iki yay aralığı kadar mesafe
tanımlamasının Arap toplumunda yaygın olan bir âdetle yakından ilişkisi vardır.
Anlatılara göre iki dost Arap, yaylaya çıktıklarında dostluklarının bir
göstergesi olarak çadırlarını birbirlerine iki yay aralığı kadar yakın
kurarlar. Bu durum onların samimî dostluklarının nişanıdır (Yılmaz, 1992: 52).
Klâsik Türk
edebiyatında şairlerinden Hayâlî (ö. 1557)
Kâbe Kavseyn rumuzunun
manasını
kendisinin bildiğini, Hz. Muhammed’in ailesini ise Veysel Karânî’den
sorulmasını diler. Şairler, sevgilinin saçını miraca, kaşını ise Kâbe
Kavseyn"e benzetirler. Nev’izâde Atâyî (ö. 1635) ise Kâbe
Kavseyn"in bir makam olduğunu, Hz. Muhammed’in de o makamın sahibi
olduğunu söyler:
Habîbün Kâbe Kavseyni
rumûzun sûfî benden sor
Muhammed âlinün mahiyyetün Veys-i
Karen’den sor
(Hayâlî Bey Divanı, G. 25/1).
Kaşunı sevdi gönül işbu Kâbe
Kavseyne
Meger saçun ola irmege leyletü’l-mi’râc
(Ahmedî Divanı, G. 100/2).
‘İbâretdür o dem ‘ayne’l-yakînün iki
nûnından Makâmı Kâbe Kavseyn oldugı ol hazretün gûyâ
(Nev’izâde Atâyî Divanı, K. 1/73).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde ise sevgilinin saçı leyletü’l-mi’râca, kaşı ise Kâbe
Kavseyn"e benzetilir. Bu benzetmenin temel sebebi, kaşın şekil
itibarıyla yaya benzetilmesi dolayısıyladır:
Leyletü’l-mi’râc
zülfün Kâbe Kavseyndür kaşun Her kişi kim oldı münkir
lâyık-ı kurbân budur
(Nesîmî Divanı, G. 162/4).
Zülfle kaş
hurûfun fehm idenler bildiler
Kâbe
Kavseyn rumûz-ı leyletü’l-İsrâ nedür
(Misâlî Divanı, G. 105/4).
Kâ’inâtun seyrisin hem pâdişâh-ı zü’l-kerem Emr-i
fermânındadur hep cümle eşyâ-yı ‘adem Kâbe Kavseyn makâmun
ravza-i Beytü’l-Harâm Hâk-i pây-ı devletünle kâm-yâb oldı ‘ilm Es-selâm ey
Şîr-i Merdân-ı Hudâ seyr-i ‘Alî Es-selâm ey kutb-ı ‘âlem Hacı Bektaş Velî
(Behrî Divanı, Müs. 8/3).
Kâf u Nûn, Kün, Kün Fe-kân, Kün Fe-kûn,
Emr-i Kün
Allah’ın
bir işin olmasını dilediği zaman verdiği “kün”” (ol) emrini ifade eden
terim/kavram, özellikle Alevî ve Bektaşî edebiyatında “kâf u nûn”, “kün
fe-kân”” ve “kün fe-kûn”” gibi kelimelerle de karşılanmaktadır.
Tasavvuftaki yaratılış nazariyesine göre kainat daha yaratılmamışken Allah
bilinmeyi istedi ve bir nur yaratıp “kün Muhammedâ”” dedi. Nur bu emir
karşısında utanarak “lâ ilâhe illâ’llâh”” cevabını vermiştir. Bu cevaba
karşılık Allah, “Muhammeden Resûlu’llâh”” demiştir. Nurun terinden dokuz
felek, dört unsur, hayvanlar, bitkiler, cansız nesneler yaratılmıştır (Pala,
2002: 553). “Kavs-i nuzûl” olarak da bilinen bu süreç, özellikle Alevî ve
Bektaşî şiirinde sıklıkla konu edinilen on sekiz bin âlemin yaratılışıyla büyük
benzerlik arz eder.
Hurûfîler
“kün” emri hakkında yorumda bulunurken kelimeyi “kâf” ve “nûn”
harflerini oluşturan “kef’, “elif’, “fe”, “nun”, “vav” ve “nun” olmak üzere 6
sese dikkat çekerler.
Bu
altı sayısı mekânı oluşturan altı yönü teşkil eder ve “kün” emriyle
âlemin nasıl yaratıldığını açıklarlar (Aksu, 1998: 409; Usluer, 2009: 237).
Klâsik
Türk edebiyatında, genellikle yaratılıştan bahsedilen yerlerde Allah’ın “kün”
emrine telmihte bulunulmuştur. Nâbî (ö. 1712), aşağıdaki beytinde hem “kâf
u nûn” hem de “emr-i kün” ifadesine birlikte yer verir:
Emr-i künden olmağın
sâdır cemî’-i kâ’inât
Kâf u nûnı eylemiş Hak nefs-i sun’a beyyinât (Nâbî
Divanı, G. 31/1).
Yüzünün nakşında yazmış nakş-ı bendi kâf
u nûn
Inne fi hâzâ ’l-âyâtin li-kavmin
yu’minûn
(Ahmedî Divanı, G. 516/1).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde de “kâf u nûn” ifadesiyle yaratılış hadisesine telmih
vardır. Kâf u nûn şairler için her şeyin başıdır. Allah, kâf u nûnu kudret
kalemiyle yazmıştır:
Kâf u nûnun mebde’i hem kâ’inâtun
menşe’i Lâ-mekânun şemsi vü bedr ü şeb-i deycûruyam
(Nesîmî Divanı, G. 240/2).
Kâf u nûndan açıldı kün
fe-yekûn
Şakku’l-kamer sırr-ı ‘ale ’l-
‘arş’istevâ
(Muhyiddîn Abdâl Divanı, G. 2/5).
Sûretün levhinde hatm itdük kelâmu’llâhı
biz
Kâf u nûn içre temâm oldı bu gün
ma’bûdumuz
(Arşî Divanı, G. 109/5).
Hâme-i
kudretle her yer ki çekilmiş istivâ
Ey
Turâbî kâf u nûn remzin kılar perverdigâr (Turâbî Divanı, G. 86/7).
Arapça,
“kefere” fiil kökünden ism-i fâil olan kafir, sözlükte herhangi bir şeyi örtüp
gizleyen anlamını taşırken, dinî bir terim/kavram olarak Allah’ı tanımayan, Hz.
Muhammed’in tebliğ ettiği İslam dininin Allah’tan olduğu gerçeğini söz,
davranış ve kalple örtüp gizleyen, kısaca o gerçeğe inanmayan kişiler için
kullanılır (TDEKTA, 2005: 9). Kelime ilk olarak Hz. Muhammed’e inanmayan Mekkeliler
ve özellikle Kureyşliler için kullanılmış olup kâfir olanların Allah tarafından
cezalandırılacakları Kur’an’da bildirilmektedir (Hançerlioğlu, 1984: 226;
Müdessir, 10).
Kafir
terimi/kavramı, klâsik Türk şiirinde geniş bir anlam dünyasına sahiptir.
Sevgilinin yüzü imana benzetilir. Sevgilinin yüzünü örttüğü için genellikle
siyah saç, kafire teşbih edilmekte olup âşığı küfre teşvik eder. Şairlerin
yaptıkları benzetmeler sadece sevgilinin saçının kafire benzetilmesi hakkında
değildir. Sevgilinin diğer güzellik unsurlarını meydana getiren, zülüf, hâl,
gamze, çeşm ve müjgân da çeşitli özellikleri dolayısıyla kafir olarak
nitelendirilir. Ahmed Paşa (ö. 1496-97), sevgilinin bakışının fettân olduğunu,
saçının ise imana zarar veren bir kafir olduğunu söyler. Nedîm (ö. 1730),
doğrudan sevgilinin kendisini kafir olarak görür. Hayâlî (ö. 1557) ise klâsik
Türk şiiri tiplerinden biri olan rakîbin davranışlarını kafirlik olarak
değerlendirir:
Ne
fettândur gözün kim cân ugurlar
Ne kâfirdür
saçın k’îmân ugurlar
(Ahmed Paşa Divanı, G. 50/1).
Sana kimisi cânum kimisi cânânum diyü
söyler
Nesin sen doğru söyle cân mısın cânân
mısın kâfir
(Nedîm Divanı, G. 30/5).
Nigâr ile
aramuzda râkib eylerse kâfirlik
Gazâ
meydânınun çâpük-süvârı şâhumuz vardur
(Hayâlî Bey Divanı, G. 53/3).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde ise kafir, şiirlerin birçoğunda dinî bir terim/kavram
olarak yerini almıştır. Özellikle de Allah’ın emirlerine karşı olan davranışlar
sergilemeleri yönünde ele alınan kafir, Misâlî (ö. 1541)’nin bir gazelinde
Fazlullâh’a iman edip onun yolundan gitmezse dinsiz olacaktır. Sâcid (ö. 1844),
kafirin Allah’ın dinini Zülfikâr’la kabul ettiğini belirtir. Vîrânî (ö. ?) ise
on iki imam sevgisini gönlünde barındırmayan kişilerin hangi milletten olursa
olsun kafir olduklarını, şehadete mazhar olamayacaklarını söyler:
Fazl-ı
Hakk’a kılmayan îmân u ikrârun yakîn
Kâfir bî-dîn
olur sermed-i müselmân olmadı
(Misâlî Divanı, G. 589/7).
Zü’l-fikâr’ınla
geçirdin dîn-i Hakk’a kâfiri Çün bu şehlâ ‘âleminden bâtın etdin zâhiri
Pençe-i kudretle düzdün evveline âhiri Merhabâ ey Mehdî-i sâhib-zamân feth-i
livâ
(Sâcid Divanı, Mur. 1/13).
İmâm Kâzım
Rızâ mihrin gönülde itmeyen muhkem Şehâdet ehlidür sanman cemî’ milletde kâfirdür
(Vîrânî Divanı, G. 252/4).
Genel
olarak dünya işlerine sırt çevirip Allah’tan başka hiçbir şeyi umursamayan
gizemcilere (Hançerlioğlu, 1984: 483), Bektaşîlik tarikatında ise mürid
adaylarına kalender adı verilir (Gündüz, 1998: 210). Kalenderlik fikrini
savunan kişilere “Kalenderî” denilmektedir. Kalenderlik, hem klâsik Türk
edebiyatı hem de Alevî ve Bektaşî metinlerinde “kalender-meşreb”,
“kalender-veş”, “rind”, “rind-meşreb”, “rind-veş” gibi kelimelerle de ifade
edilir.
Sade
ve gösterişsiz yaşam biçimini benimseyen kalenderîler, Allah’a ulaşmanın
yolunun maddî varlıklarından soyunmakla mümkün olacağı inancını taşırlar. Bu
sebeple de kalenderîler, dünya malına ve gösterişe önem vermezler. “Abdâl” ve
“Cavlâk” adı da verilen dervişleri her şeyden arınma alâmeti olarak “çâr-darb”
yaparak saç, sakal, bıyık ve kaşlarını keserler. Hasan, Hüseyin, Fâtımâ, Alî,
Muhammed diye zikir çekerler ve geçimlerini dilencilikle sağlarlar (Ayverdi:
2005: 1529). Kalenderler beş temel özellikleri ile dikkat çekerler. Bunlar:
gönül temizliği, nefsin temizliği, dünyevî pisliklerden arınma, zekatlarla
yaşayarak Müslümân âleminde sürekli dolaşma, Tanrı’nın beğenisine ulaşabilmek
için sadeliğe son derece önem vermedir (Gökbel, 2019: 465).
Klâsik
Türk şiirinde şairler kalenderlik yoluna girmekten sıklıkla bahsederler. Bir
çeşit varlığından arınmak olarak değerlendirilen tıraş, Hayâlî (ö. 1557)’nin
aşağıdaki beytinde yer almaktadır. Şair kalenderlik yolunun varlığından
vazgeçme anlamına gelen tıraş olmakla bilinebileceğini söyler. Nâbî (ö. 1712)
ve Nef’î (ö. 1635) de kalenderlikle aynı anlama gelen “rind” kelimesini çokça
kullanırlar ve kişileri kalender-meşrep olmaya davet ederler:
Zühdi ko gel beri yek-reng olalum rindâne
Ber-taraf eyleyelüm havf ü recâyı bu gice
(Nef’î Divanı, G. 127/3).
‘Aşk içinde ser verenler vardır serverlik
yolun Bu tırâşı çekmeyen bilmez Kalenderlik yolun
(Hayâlî Bey Divanı, G. 15/1).
Gerçi biz rind ü Kalenderlikle
şöhret virmişüz
Halka der-gûşuz ‘ubûdiyyetle hüccet
virmişüz
(Nâbî Divanı, G. 294/1).
‘Ârif ol
ehl-i dil ol rind ü Kalender-meşreb ol
Ne
müselmân-ı kavî ne mülhid-i bî-mezheb ol
(Nef’î Divanı, G. 83/1).
Alevî ve Bektaşî şiirinde de kalender, genellikle
varlığından soyunmuş kişiler için kullanılır. Nesîmî (ö. 1404-05) kalenderlerin
varlığından vazgeçmelerini onların meziyeti olarak görür ve ikilik peşinde koşan
hilecilerin kalenderlik yoluna girerek teklik mertebesine erişmeleri ister.
Yetîmî (ö. 1552) ve Arşî (ö. 1620) de üzerlerindeki maddî varlıklarından
vazgeçen bir kalender olmak telaşındadırlar:
Kalenderin
sıfâtıdur fenâ ile tecrîd
Kalender
ol ikilikden mücerred ol kallâş
(Nesîmî Divanı, G. 206/11).
Câme-i
‘âriyyeden bu ten-i hâkîyi soyup
‘Ârdan ‘ârî
olup nengle nâmûsı koyup
Baş açuk
yalın ayak kâfile-i ‘aşka uyup
Gel Kalender
olalum terk-i diyâr eyleyelüm
(Yetîmî Divanı, Mur. 1/3).
Biz ki rind-i
lâ’übâlîyüz Kalender-meşrebüz
Sanma kim
vâbeste-i taklîd ehl-i mezhebüz
(Arşî Divanı, G. 116/1).
El çeküp dünyâ-yı dûn-perverden itdük ictinâb Sâf-meşreb rind-i
bî-pervâ Kalenderlerdenüz (‘Arşî Divanı, G. 112/3).
Kemer-beste, Kemer-bend,
Şed, Miyân-bend, Miyân-beste, Tığ-bend
Alevî
ve Bektaşî kültüründe Hz. Alî, savaşta esmâ-yı hüsnâdan birini zikrederek
savaşan on yedi evlâdından her birine birer kemer kuşatmıştır. Bu sebeple
onlara “kemer-beste” denilmektedir (Ayverdi, 2005: 1640; Cebecioğlu, 2004:
362). Yine Bektaşîlikte tarikata giren ve bağlılık belirtisi olarak beline
kemer kuşatılıp nasîp veren mürid de kemer-beste olarak isimlendirilir.
“Tığ-bend” adı da verilen kemer, özellikle ikrar töreninde mürşid tarafından
erkan-ı dille üç yerinden düğümlenerek müride kuşatılır (Kaya, 2007: 425).
Kemer-bestelikle, Hacı Bektaş Velî’nin eline, beline ve diline sahip olma
düsturuna da gönderme yapılmaktadır (Tuğlacı, 1972: 1498).
Klâsik
Türk edebiyatında kemer sıklıkla kullanılan terimlerdendir/kavramlardandır.
Genelde, altın, gümüş ve değerli taşları üzerinde barındıran kemer, sevgilinin
belini sarması hasebiyle âşığın en büyük rakiplerinden biridir. Şairler kimi
zaman sevgilinin süsü olarak anılan kemeri bir yılan ya da ejderhâ olarak
tasvir etmişlerdir. Ancak, genellikle kötü anlamlar yüklenen kemer, tıpkı
tarikatlarda olduğu gibi bir mürşide bağlanma anlamıyla benzerlik teşkil edecek
biçimde sevgilinin kulu olmak, ona bağlanmak yerine de kullanılmıştır:
Hoş kuşatmışdur miyânın çevresin cânâ kemer Ejdehâdur
kim dolanmış genc-i Kârûn üstine (Necâtî Bey Divanı, G. 548/3).
Her kim kemer
kuşanmadı zülfün hevâsına
‘Ömrini vây
vây ile ney bigi itdi bâd
(Ahmedî Divanı, G. 124/6).
Ney-şeker
vasf-ı lebün yazdugum işitdi meger Ki kemer-beste-i kilk-i
şeker-efşânumdur
(Bâkî Divanı, G. 118/4).
Alevî
ve Bektaşî kültüründe müridin mürşidine olan bağlılığı önem arz etmektedir.
Mürid bağlılığının bir göstergesi olarak canından ve başından vazgeçmelidir.
Kemer-bestenin de görevi canından ve başından vazgeçip mürşidine olan
bağlılığını kemer kuşanarak göstermesidir. Misâlî (ö. 1541)’nin bir gazelinde
müridin gönlünü muhabbet yolunda kemer-beste etmesi ele alınır. Ancak bu
kemer-bestelikle Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e yakınlık gerçekleşecektir. Behrî
(ö. ?) ve İrşâdî (ö. 1880-81) ise dergaha girmenin yolunun kemer-bestelikten
geçtiğini söylerler:
Cân u dil râh-ı mahabbetde kemer-beste
olup
Şepper ü Şeppîr iki envâra döndürmiş
yüzin
(Misâlî Divanı, G. 479/3).
Gürûh-ı fazl-ı dergâh-ı hakîkat içre gel
Behrî Girenler iş bu erkâna kemer-beste miyân oldı
(Behrî Divanı, G. 43/15).
Geydirüp Aksâ’da hil’atler özinde pîr
görüp Tâc u hırka hem kemer-best itdi itminân olup
(İrşâdî Divanı, G. 7/6).
Irak’ta
Bağdat’ın 100 km. güneybatısında bulunan önemli şehirlerden biridir. Hz. Hüseyin
ve aile fertleri 10 Muharrem 61 (10 Ekim 680)’de Emevîler’ce Kerbelâ’da şehit
edilmiştir (Öz, 2002: 271). Arap, Fars ve Türk edebiyatında Hz. Muhammed’in
torunlarından olan Hz. Hüseyin’in şehit edildiği bu yer hakkında manzum ve
mensur birçok eser kaleme alınmıştır.
Klâsik
Türk edebiyatında Kerbelâ, genellikle Hz. Hüseyin ve aile fertlerinin şehit
edildiği ay olan Muharrem ayı ile birlikte anılır. Şairler, Kerbelâ’da yaşanan
olaylara ilgisiz kalmamışlar, Hz. Hüseyin’in susuz bırakılması meselesine de
göndermelerde bulunmuşlardır. Ayrıca, Kerbelâ kimi zaman yaşanan hadiseler
sebebiyle olumsuz anlamlar taşıyan “deşt”, “sahra” ve “çöl” gibi kelimelerle de
ifade edilmiştir:
Gam u dünyâ bizi bilmez velî mâh-ı
Muharrem’de Şehîd-i Kerbelâ içün bir âh u vâhumuz vardur
(Hayâlî Bey Divanı, G. 52/4).
Türk
kültür tarihinde önemli bir yere sahip olan Kerbelâ hadisesi, Alevî ve Bektaşî
çevrelerce de sıklıkla şiirlere konu edinilmiştir. Şairler, Kerbelâ’yı mâtem
ayı olarak kabul ederler ve bu mâtemi anlatmanın onlar için bir tarifi yoktur:
Hisâbı yok helâk olmışlarun dil-teşne bu
yolda
Bu deşt-i Kerbelâ’dur bunda ehl-i
‘aşka âb olmaz
(Beyânî Divanı, G. 302/3).
Meh-i evc-i velâyet mihr-i burc-ı
evliyâyuz biz
Cevâhir ma’deni hâk-i şehîd-i Kerbelâ’yuz
biz
(Vahdetî Divanı, G. 42/1).
Hüseyn-i Kerbelâ vâdîleri ref’
olmaz hâtırdan
Dolaşmış gönül efgendem hemân aglar hemân
aglar
(Sâcid Divanı, G. 64/2).
Kıyâs itme şehîd-i Kerbelâ ahvâlini
gayra
Bu mihnet özge mihnetdür bu mâtem özge
mâtemdür
(Peşteli Hisâlî Divanı, G. 93/3).
A’râf
suresinin 142. ayetinde Hz. Mûsâ’ya Tûr Dağı’nda otuz günlük vâde verildiği ve
bu vâdenin on günde tamamlandığı bildirilerek “kırk” sayısının tamamlanma
sayısı olduğu
beyan edildiğinden ve
Hz. Muhammed’e kırk yaşında vahiy geldiğinden dolayı kırk sayısı kutsal bir
sayı olarak kabul edilmektedir (Gölpınarlı, 2004: 188). Kırk sayısının
kutsallığının
bir diğer sebebi de Hz. Alî’nin kırklar meclisinin başı olarak görülmesidir
(Korkmaz, 2013: 15-19; Bozkurt, 2009: 13-18). Kırklar ise halk arasında kırk
kişilik bir evliyâ topluluğunun oluşturduğu zümrenin adıdır (Albayrak, 2004:
317). Kırklar olarak bilinen bu zümre, sıkıntıya düşen halkın yardımına
koşmakta, onların sıkıntılarını gidermektedir. Alevî ve Bektaşî yazınında
“kırklar cemi”, “kırklar dansı”, “kırklar kardeşi olma”, “kırklar kurbanı”,
“kırklar makamı”, “kırklar meydanı”, “kırklar semâhı”, “kırklar şerbeti” gibi
terimlere/kavramlara da rastlanılır.
Klâsik
Türk şiirinde kırklar, genellikle sıkıntıya düşen halkın yardımına koşan kişiler
olarak değerlendirilir. Edirneli Nazmî (ö. 1585-86) sevgilinin aşağıdaki
beytinde kırkların sevgilinin yoldaşı olmasını diler:
Yola gitse kaçan ol yâr yâ Rab Ana yoldaş
ola kırklar yidiler
(Edirneli
Nazmî Divanı, G. 1783/2).
Alevîlik
ve Bektaşîliğin yazılı kaynaklarından olan buyruk metinlerinde genellikle
“Kırklar Cemi” isimli bir başlığa yer verilir (Korkmaz, 2013: 15-19; Bozkurt,
2009: 1318). Bu başlık altında Hz. Muhammed’in miraca yükselmesi ve orada Hz.
Alî’nin başkanlığını yapmış olduğu kırklar meclisine girmesi hadisesi
anlatılır. Olayda, kırklardan birisi olan Selmân, Hz. Muhammed’e bir miktar
üzüm getirir ve Hz. Muhammed’den bu üzümü kırklar arasında taksim etmesini
ister. Hz. Muhammed üzümü bir tabakta ezer ve kırk kişiye bu üzüm suyundan içirir.
Bu suya “bâde-i engûr” adı verilir. Üzümün suyunu içen kırklar mest olup semâya
başlarlar (Korkmaz, 2013: 17-18; Bozkurt, 2009: 17-18). Bektaşî ve Hurûfî
şairlerden olan Sâcid (ö. 1844), bir gazelinde kırklar ceminde sunulan bâde-i
engûra göndermede bulunur. Usûlî (ö. 1538) ise kırkların gâyip erenler
olduklarını söyledikten sonra onlardan yardım talep etmektedir:
Biz
bâde-i engûrı sıkup kırklar içinde
Biz kırklar
ile bir gül-i handândan uyanduk
(Sâcid Divanı, G. 100/5).
Hey yediler kırklar birler hâzır gâyib olan pîrler
Çagırdugum gerçek erler himmet eylen himmet eylen (Usûlî Divanı, G. 65/6).
Ayrılık
olmaz tarîk-ı evliyâda zerrece
Kırkımız
birdir bizim hem birimizdir kırkımız
(Hilmî Dedebaba Divanı, G. 81/2).
Aslı
İbrânîce olan kelime, Arapça’da gerek maddî ve gerekse manevî olarak Allah’a
yaklaşmak için sunulan şey anlamında kullanılır (TDEKTA, 2005: 202; Güç, 2002:
433; Hançerlioğlu, 1984: 272). Tasavvufta ise kurban, müridin mensubu olduğu
tarikata olan bağlılığını ifade biçiminin bir göstergesidir. Alevîler ve
Bektaşîler arasında en yaygın olarak yerine getirilen ibadetlerin başında
kurban gelir. Anadolu Alevîliğinde kurban; “tercümân", “lokma” ve “rıza
lokması” gibi adlarla, kurban kesmek ise çoğu zaman “tığlamak” kelimesi ile
ifade edilir (Gökbel, 2019: 529). Alevîler ve Bektaşîler arasında yaygın olan
kurban ibadeti ile ilgili “kurban lokması”, “kurban olma”, “kurban tığlama”,
“kurbancı” ve “kurbancı postu”gibi terimler/kavramlar türemiştir.
Klâsik
Türk şiirinde kurban terimiyle/kavramıyla birlikte, “Hz. İbrâhîm”, “Hz.
İsmâîl”, “Hâbil”, “Kurban Bayramı”, “kan”, “sayd” kelimeleri de sıklıkla
kullanılır. Sevgilinin uğruna kendisini adayan âşık, kurbanın kendisidir. Ahmed
Paşa (ö. 1496-97)’nın bir gazelinde sevgilinin gamzeli bakışı karşısında
yaralanan âşık, diğer âşıkların da kendisi gibi o sevgilinin bakışıyla
yaralanıp kurban olacağını söyler. Necâtî Bey (ö. 1509) ve Edirneli Nazmî (ö.
1585-86) de Ahmed Paşa (ö. 1496-97) ile benzer bir kullanımla gamzeli bakışın
kendilerini yaralayıp sevgilinin uğrunda kurban ettiğini belirtirler:
Bir dil mi
kalmışdur bu tîr-i gamzenden kan olmamış
Bir cân mı vardur ol kemân ebrûya kurbân olmamış
(Ahmed Paşa Divanı, G. 128/1).
Şehâ gamzen hadenginden ciger kan olmasın n’olsun Kaşınun
yayına cânum yâ kurbân olmasın n’olsun (Necâtî Bey Divanı, G. 434/1).
Yâ kaşun kurbânı
vaslun ‘ıydına irerse ger
Ana kurbân
olmaga cân virmesün mi Nazmiyâ
(Edirneli Nazmî Divanı, G. 201/5).
Alevî ve Bektaşî kültüründe genellikle kurban olmak
terimiyle/kavramıyla, mürşide ve tarikata bağlılık ifade edilir. Mürid, can ve
başından vazgeçerek tam bir teslimiyet içerisinde şeyhine bağlılığını kurban
olmakla sağlar. Vîrânî (ö. ?), Hz. Alî’yi kendisine mürşid edinmiş, onun
yolunda canından ve başından vazgeçmiştir. Daha sonra ise meydana çıkıp
teslimiyetini kurban olarak göstermiştir. Behrî (ö. ?) ve Racûlî (ö. ?) de
kurban olmak terimini/kavramını şiirlerinde teslimiyet duygusuyla ele
almışlardır:
Men
Vîrânî’yem ‘Alî râhında virdüm cân u baş
Gelmişem kurbân
içün meydâna döndürdüm yüzüm
(Vîrânî Divanı, G. 57/9).
Behrî ol
şâhun visâl-i rûyına kurbân olup
Eşiginde
cân nisâr it özüni eyle ferrâc
(Behrî Divanı, G. 25/10).
Cân u
dilden ‘âşık olup yolına kurbân olur
Hânedân-ı
ehl-i beytün sırrına olan vukûf
(Racûlî Divanı, G. 153/6).
Sözlükte
örtmek, inkar etmek, inanmamak anlamlarına gelen kelime, dinî bir terim/kavram
olarak ise “Allâh’ın varlığını, birliğini kabul etmeme, dinin esaslarına
inanmama” olarak kullanılır (Ayverdi, 2005: 1820). İslamîyet’te, Allah’ın ve
resûlünün koymuş olduğu herhangi bir ilkeyi reddetmek, dışlamak veya hafife
almak ya da inanılması gereken şeylere inanmamak, imanın gereklerine riayet
etmemek ve şirk gibi reddedilmesi gereken şeyleri reddetmemek küfr olarak kabul
edilir (Gündüz, 1998: 229).
Klâsik
Türk şiirinde, Allah’ın tecellîsinin bir göstergesi olarak değerlendirilen
yüzün saç tarafından örtülmesi ve bu sebeple de saçın küfre benzetilmesi
şairlerin sıklıkla kullandıkları benzetmelerdendir. İnsanın yüzü iman iken saçı
ise imanı gölgeleyen küfrdür. Şairler, şiirlerinde küfrü, genellikle iman
terimiyle/kavramıyla tezatlı bir biçimde ele alırlar. Kesreti temsil eden saç,
vahdetin tecellî-gâhı olan yüzü, küfrün imanı örtmesi gibi örtmektedir:
El uzatmasın dir idüm küfr-i
zülfine rakîb
Sakınırdum ben anı şeytândan îmânum gibi
(Ahmed Paşa Divanı, G. 306/3).
Çün sabâ gül yüzine reyhân saçunı tagıdur
‘Aklumı hayrân ider ey küfr ü
îmânum meded
(Ahmedî Divanı, G. 119/4).
Bir sânem ‘aşkına düşdük küfri
îmân itmişüz
Kîş-i cânı şevk ile yolında kurbân
itmişüz
(Beyânî Divanı, G. 391/1).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde küfr, hem klâsik Türk şiirindeki anlamındaki gibi hem de
Hak yolundan sapma anlamına gelecek biçimlerde kullanılmıştır. Misâlî (ö.
1541)’nin bir gazelinde küfr terimi/kavramı, imanı gizleyen saça benzetilirken,
Cesârî (ö. 1829) ve Azbî (ö. 1747)’nin şiirlerinde ise vefasız olması ve
imandan ayırması yönüyle ele alınmıştır:
Zülfüne yol bulmayanlar dîn-i Hakk’a
irmedi
Küfre benzetdiler anı lâkin îmân
gizlidür
(Misâlî Divanı, G. 96/4).
Bi-hamdi’llâh komadı Hak beni küfr ü
dalâletde
Hitâb-ı ‘izzeti gûş eyleyüp îmâna
baglandum
(Cesârî Divanı, G. 591/5).
Benümle
müdde’î gerçi karâr itdi vü and içdi İnanmam ‘ahdine zîrâ vefâsız ehl-i küfrândur
(Azbî Divanı, G. 111/3).
Küntü Kenzen Mahfiyyen
Fe-Halaktü’l-Halka Liya’rifûnî
“Ben
gizli bir hazine idim, görülmek, bilinmek istedim, bu yüzden âlemi yarattım”,
anlamına gelen bu kudsî hadis Alevî ve Bektaşî kültüründe Allah’ın kainatı
yaratma sebebini haber vermektedir şeklinde yorumlanır (Noyan, 1999: 92).
Ayrıca, Alevî ve Bektaşî çevrece sıklıkla kullanılan bu terimle/kavramla
insanda da var olan gizli bir hazineye işaret edilmekte olup onu çıkarmak için
marifet gereklidir. Bu da ancak muhabbet ve aşk ile hâsıl olur (306).
Alevî
ve Bektaşî şairlerden Hâmî (ö. 1891-92) yokluk mülkünde şâh olmasını gönlünde
bulunan aşka bağlar. Bu aşkla '“küntü kenz”in sırrına vâsıl olmuştur.
Mustafâ Refik (ö. 1900) vahdetin yani Allah’ın sırrının "küntü kenz” de
gizli olduğunu söyler. Selâmî (ö. 1813) ise “küntü kenz”in sırrının
gönülle idrâk edilmesini, yaratılışın sebebinin bu sır olduğunu belirtir:
‘Aşk
ile mülk-i bekâda şâh olanlar bizlerüz
Küntü
kenzin sırrına âgâh olanlar bizlerüz
(Hâmî Divanı, G. 125/1).
Hadîs-i küntü
kenzi oku gör bu sırr-ı tevhîdi
Mahabbet
hilkat-ı kevn ü mekâna asl u illetdür
(Mustafâ Refîk Divanı, K. 2/29).
Küntü kenzen sırrın idrâk eyleyüp vicdânla
Bâ’is-i hulkiyyetün fehm eyle insânlık budur (Selâmî Divanı, G. 57/5).
Lâ
Fetâ İllâ Alî Lâ Seyfe İllâ Zü’l-fikâr
Hz. Alî’nin
faziletlerinin ve yiğitliğinin vurgulanması için söylenen söz, “Alî’den başka
yiğit, Zü’l-fikâr’dan keskin kılıç yoktur” anlamına gelir. Zü’l-fikâr, Hz.
Muhammed’in Hz. Alî’ye hediye ettiği ve Hz. Alî’nin kahramanca kullanmasıyla ün
kazandığı, ucu çatallı, meşhur kılıcın adıdır. Rivayete göre Hasan b. Urka ve
Muhammed b. Alî Bâkır, Bedir savaşı esnasında gökten bir meleğin “Lâ fetâ
illâ Alî lâ seyfe illâ Zü’l-fikâr” diye söylediğini duymuştur. Her ne kadar
böyle bir rivayet ortaya atılsa da bu rivayetin aslı bulunmamaktadır (Yılmaz,
1992: 100). Gölpınarlı ise bu sözün
Uhud savaşındaki
yararlılığından
dolayı Cebrâîl tarafından, Hz. Alî hakkında söylendiğini belirtir (Gölpınarlı,
2004: 201).
Alevî
ve Bektaşîlerin manzum ve mensur eserlerinde Hz. Alî’nin kahramanlıkları birçok
defa dile getirilmiştir. Alevî ve Bektaşî şairler, bu sözü genellikle
murabbaların ya da muhammeslerin tekrarlanan mısralarında kullanırlar. Caferî
Baba (ö. ?), “Lâ fetâ” remzinin anlamını bilmeyenlerin mümin olmadığını,
bu sözü dilinden düşürmeyenlerin de başına belâ gelmeyeceğini söyler:
Her ki
bilmez lâ fetâ medhini ol mü’min degül
Bil ki inkâr eyleyen bu medhi ehl-i dîn degül
Bunı tekrâr
idene irmek belâ mümkin degül
Lâ
fetâ illâ ‘Alî lâ seyfe illâ Zü’l-fekâr
(Caferî Baba Divanı, Mur. 64/6).
Gel
dilersen tâlibâ bulmağa ‘ömre necât Görine düşen gözine içesin âb-ı hayât Hayy
olasın haşr olınca görmeyesin memât Vird idüp söyle dilinde lâ fetâ illâ
‘Alî
(Vîrânî Divanı, Mur. 85/3).
Kim bu
virdi söyledi nâr-ı cahîme yanmadı Her demini hoş görüp kendin tesellî kılmadı
Hem Yezîd’ün üstine oldı havâle dönmedi Lâ fetâ illâ ‘Alîlâ seyfe
Zü’l-fekâr
(Azbî Divanı, Mur. 27/3).
Lahmike
Lahmî Demmike Demmî Cismüke Cismî Rûhike Rûhî
“Eti
benim etim, kanı benim kanım, cismi benim cismim, ruhu benim ruhum”, anlamına
gelen söz, bazı Alevîliğe ve Bektaşîliğe mensup şairler/yazarlar tarafından
zikredilmektedir. imâm Cafer-i Sâdık Buyruğu’nda “Peygamber ile Ali’nin
Musâhip Olması” başlığı altında bu sözle ilgili şöyle bir hikâye
anlatılmaktadır: “Hz. Muhammed miraçtan döndüğünde sahabelerine olanları
anlatacağı sırada Cebrâîl gelir ve Hz. Muhammed’e “Ey Muhammed! Tanrı, Alî’yi
vasiyet etmeni buyurdu” der. Hz. Muhammed bu buyruğu üç defa iletmekten
kaçınır. Sonunda ise Hz. Muhammed Hz. Alî’yi işaret eder ve “Ey inananlar!
Hakikat şâh-ı merdân Alî hakkında geldi. Varın Hz. Alî’ye irâdet getirin” der.
Bunları söylerken de Hz. Alî’ni elini tutar. Kuşağını çekip açar ve ikisi bir
gömleğe girer. İki baş bir gövde olduklarında Hz. Muhammed şu hadisi okur:
“Senin kanın benim kanım, senin etin benim etim, senin ruhun benim ruhum, senin
canın benim canımdır”. Sahabeler bu sözleri duyunca olanlara inanamazlar ve Hz.
Muhammed’den gömleğini çıkarmasını isterler. Hz. Muhammed gömleğini çıkarınca
sahabeler Hz. Muhammed’le Hz. Alî’nin cisimlerinin bir olduğunu görürler [...]”
(Bozkurt, 2009: 21-22).
Alevî
ve Bektaşî literatüründe sıkça yer verilen “kesretten vahdete”, “Muhammed-Alî”,
“eti benim etim”, “ruhu benim ruhum” gibi ifadelerin kaynağı Alevîlik ve
Bektaşîliğin yazılı kaynaklarından olan buyruklarda geçen hikâyelerdir. Alevî
ve Bektaşî çevreye mensup şairlerin şiirlerindeki terimler/kavramlar da bu
hikâyelerden esinlenilerek şiirlerde kullanılmıştır:
Kim Muhammed’i Alî’den ayırır la’net ana
Lahmike lahmî degil mi yâ
Alî senden meded
(Nesîmî Divanı, G. 38/3).
Lahmike esrârını ihyâ
edelden Hak resûl
Âlem-i
zulmet o dem tecdîd degil de yâ nedir
(Sâcid Divanı, G. 54/2).
Sen veliyyu’llâh u hâs dâmâd-ı Ahmed’sin
meded
Lahmike lahmî didi zât-ı
Muhammed’sin meded
İtdi şânında Hel etâ sırr-ı
ehadsın meded
Boyn egüp el baglayup dîvâna geldüm yâ
‘Alî
Kılma red bâb-ı luffından ihsâna geldüm
yâ ‘Alî
(Hasan Haydar Divanı, Muh. 216/2).
Kur’an’da,
Hz. Mûsâ’nın Tûr dağında Allah’a, “Rabbim bana görün, sana bakayım” demesi ve
Allah’ın da ona “Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde
durabilirse sen de beni görebilirsin” (A’râf, 143) ayetinde geçen “Len
terânî” ve “erînî” kelimeleri hem klâsik Türk edebiyatı yazınında
hem de Alevî ve Bektaşî edebiyatında sıklıkla kullanılmıştır. Genellikle bu iki
terimle/kavramla şairler Allah’ın Tûr dağında Hz. Mûsâ ile konuşması olayına
telmihte bulunurlar.
Klâsik Türk
şairlerinden Ahmedî (ö. 1410’dan sonra), sevgilinin yüzünü görmek isteği
karşısında sevgiliden Allah’ın Hz. Mûsâ’ya verdiği cevap olan “Len terânî”
karşılığını almıştır. Hamdullâh Hamdî (ö. 1503) "Len terânî”yi bir
perde olarak görür. Yahyâ Bey (ö. 1582)
ise Hz. Mûsâ’nın “Len terânî”nin esrarı karşısındaki hayranlığını dile
getirmiştir:
Niçe kim göreyüm direm yüzini
Cevâbı bu olur kim len terânî
(Ahmedî Divanı, G. 674/2).
Çekerdi çâk idüp len terânî
perdesini
Eger kilîm-i vücûdı oda yakaydı Kelîm
(Hamdullâh Hamdî Divanı, G. 102/5).
Dîdâr-ı Hakk’ı Mûsâ ne görmedi ne gördi
Esrâr-ı len terânî kıldı ziyâde hayrân
(Yahyâ Bey Divanı, G. 322/7).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde ise şairler genellikle “Len terânî” sırrının sahibi
olarak kendilerini Hz. Mûsâ yerine koyarlar. Kadîmî (ö. 1957), Hz. Hızır, Hz.
Mûsâ ve kendisinin Tûr dağına çıktığını, “Len terânî” diyenin ise
kendisi olduğunu söyler. Tasavvufî anlatılarda Hz. Hızır ile Hz. Mûsâ
arasındaki ilişki mürşid ile mürid arasındaki ilişkiye benzetilir ve Hz. Hızır,
mürşid-i kâmil, Hz. Mûsâ ise onun ilminden istifade etmek isteyen bir müriddir
(Güler, 2006: 111). Kadîmî (ö. 1957)’nin aşağıdaki beytinde bu olaya telmih
bulunmaktadır:
Mûsâ-veş bulmak dilersen len terânîden
rehâ
Nâr-ı
ruhsârında nûr-ı şu’le-i müjgânı bul
(Misâlî
Divanı, G. 332/3).
Hikmet-i nûr-ı tecellî Tûr’a etdi tâli’im
Len terânî sırrını fâş
eyleyen Mûsâ idim
(Sâcid Divanı, G. 132/6).
Len terânî dedi Hakk anda
tecellî eyleyüp
Tûr-ı Sînâ vü Kelîm ü Hızr u Mûsâ’dur
gönül
(Hilmî Dedebaba Divanı, G. 124/2).
Hızr ile yoldaş idüm Tûr’a çıkdum Mûsâ
ile
Len terânî diyerek biz idük
eyleyen hitâb
(Kadîmî Divanı, G. 53/4).
Levh, üzerine yazı
yazılabilecek ve resim yapılabilecek yassı düz nesne veya yüzey (Ayverdi, 2005: 1864), kalem ise “ulûhiyet âleminde bütün
nesne ve olayların
kaydedilmesini
sağlayan araç” anlamına gelmektedir. Tasavvufî inanışa göre kainatın
başlangıcından kıyamete kadar meydana gelecek bütün nesne ve olayların bu
kalemle yazılacağına inanılır (Yavuz, 2001: 243).
Klâsik
Türk edebiyatı şairlerinden Bâkî (ö. 1600), sevgilinin güzellik unsurlarını
oluşturan ağzının, iki gözünün ve kaşlarının ilahî kalemle yazıldığını söyler.
Eşrefoğlu Rûmî (ö. 1469-70) ise levh-i kalemle birlikte levh-i kalemin
bulunduğu arş u kürsî terimine/kavramına da yer verir:
Şekl-i dehânun eyledi levh-i kalemde
mîm
Cânâ ol iki ‘aynı yazan iki yâyıla
(Bâkî Divanı, G. 465/6).
‘Arşdan
yüce kurılmış sayvanı dervîşlerün
‘Arş u
Kürsî levh ü kalem hayrânı dervîşlerün
(Eşrefoğlu Rûmî Divanı, G. 55/1)
Bektaşî
ve Hurûfî bir şair olan Sâcid (ö. 1844), “aşk” redifli gazelinde aşkın levh-i
kalemle meydana geldiğini, İrşâdî (ö. 1880-81) ise levh-i kalem daha var olmadan
önce Allah’ın âriflere vuslatın sözünü verdiğini söyler:
‘Aşk
düşürdi noktasın levh-i kalemden şakk olup
Emr ü
ilhâm-ı celîl ‘aşk hatt olan fermân ‘aşk
(Sâcid Divanı, G. 104/5).
İş bu
hadîs-i kudsîye mazhar olan ‘âriflere
Va’d eyledi Hak vuslatın levh ü kalem var olmadan
(İrşâdî Divanı, G. 71/6).
Levh-i
Mahfûz, Ümmü’l-Kitâb, Levh-i Kudret
Sözlükte,
yazı yazmaya uygun yassı ve düzgün yüzey anlamındaki “levh” ile “korunmuş
manasındaki “mahfûz” kelimelerinden oluşan “levh-i mahfûz” üzerine yazı
yazılan, silinmekten ve değişikliğe uğramaktan korunmuş düzgün satıh (Yavuz,
2003: 151), Allah’ın kudretiyle olacak şeyleri üzerine yazdığı levha (Aktaş,
2001: 133) anlamlarında kullanılmaktadır. Kur’an’ın asıl bir metni vardır ve bu
metin öteki kitaplar gibi bozulup değiştirilmesin diye iyice saklanmış ya da
korunmuştur. Hz. Muhammed’e ulusu bunu anlayabilsin diye Arap dilinde söylenmiş
bir kopyası gönderilmiş olup asıl metin Allah katında saklıdır. Kısaca, levh-i
mahfûzla kastedilen bu saklanan nüshadır (Hançerlioğlu, 1984: 285-286).
Levh-i
mahfûz terimi/kavramı hem klâsik Türk edebiyatında hem de Alevî ve Bektaşî
edebiyatında yukarıdaki anlamı kastedilerek kullanılmıştır. Klâsik Türk
edebiyatı şairlerinden Nefî (ö. 1635), sözlerinin levh-i mahfûza ait olduğunu
söyler. Ahmedî (ö. 1410’dan sonra) ise kainatın sırlarının levh-i mahfûzda
yazılı olduğunu belirtir:
Levh-i
mahfûza ne lâzım dûde ile resm ü nakkâş
Anda hod
esrârı kevnin âşikârâdur yine
(Necâtî Bey Divanı, K. 23/27).
Levh-i
mahfûz-ı sühandur dil-i pâk-i Nefî
Tâb-ı yârân
gibi dükkânçe-i sahhâf degil
(Nefî Divanı, G. 81/5).
Levh-i
kudretde yazılalı nükû’-ı kâ’inât
Sûrete
gelmedi gelmez bu sıfatlu hîç zât
(Ahmedî Divanı, G. 89/1).
Alevî
ve Bektaşî şairler, tecellî-gâh olarak insanın yüzünü kastederler ve onu levh-i
mahfûz olarak tasavvur ederler. Levh-i mahfûz bu sebepten dolayı “vech” ile
birlikte sıklıkla kullanılır:
Cümle şey
vechünde ihsâ oldı ey şey-i ‘aceb
Levh-i
mahfûz-ı İlâhî’sin gözün aç olma mât
(Arşî Divanı, G. 26/6).
Levh-i
mahfûz hatt-ı kudret dört kitâbı bi’t-temâm
Vech-i Âdem
üzre Mevlâ eylemişdür hoş-zimâm
(Hâşim Baba Divanı, Müf. 14).
Levh-i
mahfûz yog iken ben bir elifde bâ idüm
Levhe
düşdüm bir kalemden lâ ile illâ idüm
(Sâcid Divanı, G. 132/1).
Levlâke Levlâke Lemâ Halaktü’l-Eflâk
“Sen
olmasaydın, sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” anlamını taşıyan kelime grubu,
hadis bilginleri tarafından uydurma hadisler arasında gösterilmiş ve böyle bir
kudsî hadisin olmadığını savunmuşlardır (Yılmaz, 1992: 113). Kudsî olmayan bu
hadis kimi zaman Hz. Muhammed kimi zamansa Hz. Alî için kullanılmıştır. Bazı
hadis yorumcuları kelime grubu içerisinde geçen birinci Levlâke ile Hz.
Muhammed, ikincisi ile de Hz. Alî’nin kastedildiğini ileri sürmüşlerdir (Noyan,
1999: 306).
Levlâke
levlâke lemâ halaktü’l-eflâk hadisine hem klâsik Türk edebiyatında hem de
Alevî ve Bektaşî edebiyatında, Hz. Muhammed’i ve Hz. Alî’yi övme ifadesi olarak
birçok şiirde yer verilmiştir:
Ezel
nakkâşı nakşunı yazarken
Nazar ol
nakşa idüp didi levlâk
(Ahmedî Divanı, G. 367/2).
Döndürme
yüzün mü’min isen âl-i ‘Alî’den
Fahr ol
yüri çıkma sakın köhne ‘abâdan Evlâd-ı ‘Alî fahr olup geçdi kabâdan Levlâke
levlâk şânına indi Hudâ’dan Hasan Hüseyn Zeyne’l-‘abâ Bâkır u Ca’fer
Kâzım’la Rızâ Takî Nakî Mehdî vü ‘Asker
(Vîrânî Divanı, Müs. 173/9).
Şânına nâzil
olan levlâk ine cânum fedâ
Yolına
abdâl sîne-çâkine cânum fedâ
(Azbî Divanı, G. 62/1).
Alevî
ve Bektaşî şairler Levlâke Levlâk hadisini sadece Hz. Alî için
kullanmamışlar bu hadisle Hz. Muhammed’i de kastetmişlerdir. Kadîmî (ö. 1957)
ve Arşî (ö. 1620), Hz. Muhammed’in yeryüzüne ayak basmasını Levlâke Levlâk
hadisiyle açıklarlar:
Levlâke
levlâk buyurdı şânında hazret-i Hak
Çünkü basmışdı kadem 'âleme ol dem Mustafâ (Kadîmî Divanı,
G. 132/2).
Resûlün
hilkati endâze olmasa semâvâta
Dimezdi
fazl-ı Hak levlâk şânında anun aslâ
(Arşî Divanı, G. 2/10).
Geçici
bir nitelik taşıyan, özü olmayan, zaman ve mekana bağlı kalmayan varlıklar
mâsivâ sayılır (TDEKTA, 2005: 305). Sûfîlere göre ise kalpte Allah’ın
sevgisinin yerine geçebilecek her şey mâsivâdır. Bu sebeple her şeyde Allah’tan
bir parça olduğu fikrini savunan vahdet-i vücûd felsefesini reddeden kişi
mâsivâ ehlidir. Kişi ancak mâsivâyı kalbinden çıkarırsa Hak ehli olacaktır.
Şiirlerde mâsivâ terimi/kavramı yerine “sivâ” ve “gayr-ı Hak” kelimeleri de
sıklıkla kullanılır.
Klâsik
Türk edebiyatı şairlerinden Nâbî (ö. 1712), mâsivâ olan bir yerin temiz bir yer
olmadığını bu sebeple de o yere misafir dahi gelmeyeceğini dile getirir. Âşık
Çelebi (ö. 1572) mâsivâ ehli olan kişinin şirk içerisinde olduğunu bunun da
insanı kafirliğe götüreceğini söyler. Yahyâ Bey (ö. 1582) ise mâsivâ ile dolu
bir gönlün, aşk davasında olduğunu iddia etmesinin bile inandırıcılığının
bulunmadığını vurgular:
Âyîne-i
idrâküni sâf eyle sivâdan
Mihmân mı
gelür hâne-i nâ-pâke hicâb it
(Nâbî Divanı, G. 29/4).
Ko mâsivâyı gönül hep umûrı
Hak’dan bil
Ko şirk-i gayrı ki şirk âdemi ider kâfir
(Âşık Çelebi Divanı, K. 14/240).
Yahyâ kimün
ki gönli ide mâsivâya meyl Da’vâ-yı ‘aşk iderse eger sözi hak degül
(Yahyâ Bey Divanı, G. 204/3).
Alevî
ve Bektaşî şairler de tıpkı klâsik Türk edebiyatı şairleri gibi mâsivâ
hevesinden geçmek niyetindedirler. Mâsivâya düşenlerin nefsinin esiri oldukları
sıklıkla dile getirilir. Arşî (ö. 1620), kalenderlerin mâsivâ ehli
olmadıklarını söyler ve insanı kalender olmaya teşvik eder. İrşâdî (ö. 1880-81)
ise mâsivâdan kurtulmak için yardım talebinde bulunur:
zât ü pâk ü bî-çûna mülâkî olma ey dil
Murâd-ı nefsi terk eyle hevâ-yı mâsivâdan
geç
(Yetîmî Divanı, G. 26/4).
Elin çek mâsivâ-yı kesret-i dünyâdan
ikrâh it
Nasîb almaga ‘ukbâdan Kalender ol
Kalender
(Arşî Divanı, G. 181/4).
Mâsivânun fikrini al gel bu
gönlümden benüm
Fikr-i zâtunla müşerref kıl beni sultân
gibi
(İrşâdî Divanı, G. 85/6).
Men
Arefe Nefsehû Fe-Kad Arefe Rabbehû
“Nefsini
(kendini) bilen Rabbini bilir”, anlamına gelen söz Alevî ve Bektaşî
edebiyatının en sık kullanılan sözlerindendir. Alevî ve Bektaşî kültüründe '“men
aref” bir derstir ve bu dersi mürşid verir.
Selâmî (ö. 1813) aref
dersinin pirden alınmasıyla vahdet ehli yani Allah yolunda olanlar arasında
irfan sahibi olunacağını söyler. İrşâdî (ö. 1880-81) de benzer bir düşünceyle
Allah’ın sırlarına vâkıf olmanın yolunun aref dersinden geçtiğini bu
dersi veren mürşidin de irfan dağıttığını belirtir. Sıdkî Baba (ö. 1928) ise “kendini bilen Allah’ı bilir”
düşüncesinden
hareketle kişinin özünü bilmemesini büyük bir isyan olarak değerlendirir:
Aldın ise pîr-i kâmilden ‘aref
dersin eger
Ehl-i tevhîd arasında işte ‘irfânlık
budur
(Selâmî Divanı, G. 57/4).
İrmek istersin begüm esrâr-ı Hak seyrânına
Men ‘aref dersin viren
üstâda var ‘irfân satar
(İrşâdî Divanı, G. 20/5).
Men ‘aref sırrından âgâh
olagör Sıdkî gedâ
Kişi özün bilmemektir çünki isyân-ı kebîr
(Sıdkî Baba Divanı, G. 169/7).
Aslı
Farsça olan kelime “küpe” anlamına gelmektedir. Bektaşîlikte evlenmemeye ikrar
veren dervişin mücerredlik ayininde sağ kulağı delinir ve bu kulağına küpe
takılır (Gölpınarlı, 2004: 214). Dervişin küpe takması, onun ölünceye kadar
bekâr yaşamı seçtiğinin bir göstergesidir. Ayrıca, Bektaşî dervişlerin takmış
oldukları küpe, şâh-ı velâyet olarak kabul edilen Hz. Alî’ye ve Hacı Bektaş
Velî’ye teslimiyetin birer sembolüdür (Kurnaz, 2007: 177). Balım Sultân
eşiğinde takılan bu küpeyi, sadece Bektaşî dervişler değil, Haydarî, Şemsî,
Câmî, Edhemî ve bazı Kalenderî mücerredler de takmışlardır (178).
Alevî
ve Bektaşî kültüründe müridin mürşidine olan teslimiyetinin göstergesi olan
mengûş, “teslim halkası” ile de ifade edilir. Bir rivayete göre Balım Sultân’ın
dervişlerinden birisini bilmeyerek öldürürler, o da bu olayın kulaklarına küpe
olmasını istediği için bütün dervişlerine birer küpe takar-. Daha sonra bu küpeli
dervişler, “mücerred” adını alırlar ve tarikat içerisinde “târik-i dünyâ”
hayatı yaşarlar (Hançerlioğlu, 1984: 646).
Klâsik
Türk edebiyatında mengûş kelimesi yerine “küpe”, “gûşvâr” ve “halka” gibi
isimler de kullanılmış olup genellikle inci ve la’lden yapılır. Bâkî (ö. 1600)
kulağa takılan mengûşu, gülün üzerindeki çiğ tanesine benzetir. Bu benzerlik
hem şekil itibarıyla hem de jâlenin rengi dolayısıyladır. Aynı şekilde Beyânî
(ö. 1664-65) de çiğ tanelerini inci olarak tasavvur eder ve kulağa takılan
küpeyi kasteder:
Kendüyi zînet içün gûşına dûşîze iken
Dürer-i jâleyi mengûş idinür gül
takınur
(Beyânî Divanı, G. 233/3).
Miyânun rişte-i cân mı gümiş âyîne mi
sînen Bünâgûşunla mengûşun gül ile jâledür gûyâ
(Bâkî Divanı, G. 6/4).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde ise mengûş genellikle yukarıda Balım Sultân’ın
dervişlerinin kulağına küpe olması hasebiyle taktığı küpeyle aynı amacı
taşımaktadır. Bosnalı Vahdetî (ö. 1598), aşağıdaki beytinde mürşid-i kâmil
mertebesine erişenlerin sözlerini kulağına küpe edindiğini söyler. Yine Bektaşî
şairlerden Şeyh Hasan Haydar (ö. 1901-02), hem kendi sözünü hem de Hz. Alî’yi
kastederek onun sözünü kulağına küpe etmekten bahseder:
Mürşid-i kâmil kelâmın gevher-i bâkî
bilüp
Gûş-ı câna Vahdetî-veş anı mengûş itmişüz
(Vahdetî Divanı, G. 53/7).
Mest
olup câm-ı ezelden tar kılduk hûşumuz
Dîdemüz hakkı görüp hakkı işidür gûşumuz Gûşumuzda cümle
‘âlem halka-i mengûşumuz Biz gürûh-ı sultân-ı dehrüz zümre-i Bektaşîyüz
Lâ-mekân iklîmine ‘azm idenün yoldaşıyuz (Selâmî Divanı, Muh. 3/4).
Haydar’un tut pendini gûşına mengûş eyle sen Râh-ı
Hak’da rehberün ola ‘Aliyyü’l-Murtazâ (Hasan Haydar Divanı, G. 129/6).
Arapça,
geniş alan anlamına gelen kelime, tasavvufta kainat için kullanılır
(Cebecioğlu, 2004: 434). Tekkelerde zikir ve ayin yapılan yere de meydan adı
verilir (Ayverdi, 2005: 2053). Bektaşî ıstılahında, “meydan açmak”, “meydan
çerağı”, “meydan eri”, “meydan eşiği”, “meydan görmek”, “meydan ocağı”, “meydan
odası”, “meydan rehberi”, “meydan hayırlısı”, “meydan sırrı”, “meydan taşı”,
“meydan-ı muhabbet”, “meydana çıkmak”, “meydana niyâz etmek”, “meydancı”,
“meydancı baba”, “meydancı postu”, “meydandan geçmek” gibi terimlere/kavramlara
sıklıkla rastlanılır.
Alevîlik
ve Bektaşîlikte meydan, “bir ibadet yeri olarak câminin yerini tutar. Ancak,
câmide şeriat, meydanda marifet; câmide kıble, meydanda karşılıklı kıble oluş;
câmide hoca ve müezzin, meydanda mürşid ve rehber vardır. Câmi, dünya meydanı
ve ibadet yeri iken meydan büyük bir mahşer ve kurban yeridir” (Korkmaz, 1994:
242). Bektaşî meydanı, taht, çerağ taşı, meydan taşı ve çok sayıda post ve
ocaktan oluşur. Tahtın sağ tarafındaki post, Ahmed-i Muhtâr postu, sol
tarafındaki Aliyyü’l-Murtazâ postu, eşiğin yanındaki Horasan postu, ocağın
üzerindeki Aşçı Baba postudur (TDEKTA, 2005: 377).
Klâsik
Türk şiirinde meydan, gerçek anlamı dışında felek, aşk, gam, yanak, yüz ve
güzellik olarak da şiirlerde yerini alır. Ahmed Paşa (ö. 1496-97), sevgilinin
yanağını bir meydana, kâkülünü ise o meydandaki çevgâna benzetir. Bâkî (ö.
1600), işret meclisinde sâkî ile eğlenmek için meydana çıkmak ister. Necâtî Bey
(ö. 1509) ise meydanı bir savaş alanı olarak düşünür ve sevgiliye yakın olan
rakîbi meydana davet eder:
Ey ruhun meydân-ı
hüsn ü kâkülün çevgân-ı ıyd
Aç hilâl
ebrini olsun şüphesiz devrân-ı ıyd
(Ahmed Paşa Divanı, G. 28/1).
Çekemez
kimse ayagum diyü lâf urma inen Sâkıyâ elleşelüm gel berü meydâna biraz
(Bâkî Divanı, G. 205/2).
Şol rakîbünle
beni meydâna çeksen dostum Kulagınca eyler idüm ol itin her pâresin
(Necâtî Bey Divanı, G. 391/2).
Alevî ve Bektaşî
yazınında “aşk meydanı”, “meydana gelmek” ve “meydana can ve baş vermek”
terimlerine/kavramlarına sıklıkla rastlanılır. Yetîmî (ö. 1552), kendisini
varlığından vazgeçmiş
bir âşık olarak görür ve başı açık bir biçimde bu aşk meydanına girmiştir. Azbî
(ö. 1747), tarikata girebilmek için ikrarın verildiği yer olan meydanı, meydana
gelmek terimiyle/kavramıyla ele alır. Vîrânî (ö. ?) ise müridin tarikata
girebilmek
için canından ve başından vazgeçmesine değinir ve bu vazgeçişin meydan için
olduğunu söyler:
Girmişüz meydân-ı
‘aşka ser-bürehne ‘âşıkuz
Zâhidâ
gözle tarîkı çek yüri kisvet yükin
(Yetîmî Divanı, G. 166/3).
Çün tarîkat
ehli oldun şevk ile meydâna gel Yanmada pervâne ol bülbül gibi efgâna
gel
(Azbî Divanı, G. 148/1).
Tekkeye gâh ‘aşk içinde baş açup abdâl olup Ser-fürû itdük
bu dem meydâna virdük cân u baş (Vîrânî Divanı, G. 17/4).
Mi’râc,
Şeb-i Mi’râc, Leyletü’l-Mi’râc, Leyle-i İsrâ
Hz.
Muhammed’in Hicret’ten, yaklaşık bir buçuk yıl önce Mekke’den alınarak Mescid-i
Aksâ’ya götürülmesi ve oradan ilahî âlemlere doğru seyahat ettirilerek
kendisine geçmiş ve geleceğe ilişkin bazı bilgilerin verilmesi hadisesidir.
Miraç olayı tasavvufî manada iki aşamada gerçekleşmiştir. Birinci aşama Hz.
Muhammed’in Mekke’deki Mescid-i Harâm’dan alınarak Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya
götürülmesini kapsayan “İsrâ” yani “gece yürüyüşü”, ikinci aşaması ise Mescid-i
Aksâ’dan başlayarak ilahî âlemlere doğru gerçekleştirilen seyahatinden oluşur
(Gündüz, 1998: 263).
İsrâ
suresinde konu edilen miraca göre, Hz. Muhammed, Mescid-i Harâm’dan Mescid-i
Aksâ’ya götürülmüş, oradan “Burak” ile göğe yükseltilmiş ve melekût âlemine
ulaştırılmıştır. Bu yükseliş sırasında Hz. Muhammed göğün muhtelif katlarında
çeşitli hadiselerle karşılaşmış, önceki peygamberlerin ruhaniyetleriyle
görüşmüş, cenneti ve cehennemi görmüş ve yine bir anda Mekke’ye dönmüştür
(Kaya, 2007: 527).
Klâsik
Türk edebiyatında genellikle miraç hadisesiyle ilgili olarak sevgilinin saçının
leyletü’l-miraca benzetilmesine sıklıkla rastlanılır. Bu benzetmenin altında
sevgilinin saçının ulaşılması güç bir yerde oluşunun etkisi büyüktür. Edirneli
Nazmî (ö. 1585-86), Hallâc-ı Mansûr’un darağacına çekilmesi olayına telmihte
bulunarak “mi’râc-ı Mansûr” ifadesine yer verir. Miraç klâsik Türk edebiyatında
bir vuslattır. Şairler sevgiliye kavuşmayı, onu görmeyi, hatta sevgilinin
güzelliğini hayal etmeyi bile bir miraç olarak düşünürler:
Kaşunı
sevdi gönül işbu kâbe kavseyne
Meger saçun
ola irmege leyletü’l-mi’râc
(Ahmedî Divanı, G. 100/2).
Bir dili
dildâr dâr-ı zülfine kim dâr ide
Gösterür
anunla ol mi’râc-ı Mansûr’ı ana
(Edirneli Nazmî Divanı, G. 217/4).
şâhun işiginde Mansûr-veş Asılmak eyâ Zâtî mi’râc imiş
(Zâtî Divanı, G. 588/5).
Alevî
ve Bektaşî şairler miraç hadisesine yaptıkları telmihlerde Hz. Alî’ye de yer
verirler. Bektaşî meşrep bir şair olan Hâşim Baba (ö. 1782-83) leyle-i İsrâ’da
Allah’ın Hz. Alî’de tecellî ettiğini söyler. Nesîmî (ö. 1404-05) ise tıpkı
klâsik Türk şairlerinin şiirlerinde olduğu gibi saçı leyletü’l-miraca benzetir.
Aslında bu benzetmenin altında insan bedeninin en yüksek yerini oluşturan
organının saç olması etkili olmuştur:
Anınçün leyle-i
İsrâ ‘Alî’den oldı Hakk mücellâ
dem mahbûb
idi ulyâ sıfat mîm ‘aynla bir zât
(Hâşim Baba Divanı, K. 2/3).
Leyletü’l-mi’râc zülfün kâbe kavseyndür kaşun
Her kişi kim oldı münkir lâyık-ı kurbân budur (Nesîmî Divanı, G. 162/4).
Alevîlik
ve Bektaşîliğin yazılı kaynaklarından olan buyruk metinlerinde miraç
hadisesiyle ilgili çeşitli hikâyeler anlatılmaktadır. imâm Ca’fer
Buyruğu'nda “Kırklar Cemi” başlığı altında şöyle bir hikâyeye yer verilir:
“Bir gün Cebrâîl, Hz. Muhammed’e Hakk’ın davetini bildirir ve ona miraç
yolculuğunda rehberlik eder. Semada, yolculuk sırasında, önlerine bir arslan
çıkar ve kükremeye başlar. Hz. Muhammed, ne yapacağını şaşırır. O anda bir ses;
“Ey Muhammed, yüzüğünü arslanın ağzına ver!”, der. Hz. Muhammed, söylenileni
yapar; yüzüğünü, arslanın ağzına verir. Arslan, yüzüğü alınca sakinleşir. Hz. Muhammed,
yoluna devam eder; göğün, en yüksek katına kadar ulaşır. Sonunda Hak tecellî
eder ve Hakk’ın yüzünü görür; dost dosta kavuşur [...] Hz. Muhammed, miraçtan
dönerken kentte bir kubbe ilgisini çeker; yürüyüp kapısına varır; kapıyı çalar.
İçeriden bir ses; “Kimsin, niçin geldin? diye sorar. Hz. Muhammed; “Ben
peygamberim. Açın içeri gireyim. Erenlerin güzel yüzün göreyim!” karşılığını
verir. Bu kez içeriden “Bizim aramıza peygamber sığmaz. Var peygamberliğini
ümmetine yap”, yanıtı gelir. Bunun üzerine Hz. Muhammed, kapıdan ayrılır. Tam
gideceği sırada Tanrı dile gelir ve “Ey Muhammed, o kapıya var!” buyurur. Hz.
Muhammed, Tanrı’nın buyruğu üzerine yeniden o kapıya varır; kapıyı çalar.
İçeriden; “Kim o?” diye bir ses duyulur. Hz. Muhammed, “Ben peygamberim. Açın
içeri gireyim. Mübarek yüzlerinizi göreyim”, der. Bu kez içerideki ses; “Bizim
aramıza peygamber sığmaz. Ayrıca bizim peygambere de gereksinimimiz yok”,
karşılığını verir. Tanrı elçisi umarsız geri döner; makamına varıp sakinleşmeyi
diler. Uzaklaşırken Tanrı yeniden dile gelir; “Ey Muhammed, geri dön. Nereye
gidiyorsun? Var o kapıyı arala, o meclise dahil ol!” buyurur. Hz. Muhammed
Tanrı’nın buyruğuna uyar. Yine o kapıya varır; kapının halkasına el vurur.
İçeriden; “Kimsin?”, diye ses geldiğinde; “Yoktan var olmuş bir yoksul oğluyum.
Sizi görmeye geldim. Girmeme izin var mı?”, diye sorar. O an kapı açılır;
“Merhaba! Hoş geldin, kadem getirdin. Gelişin kutlu olsun, ey kapılar açan!”,
diyerek kendisini karşılarlar [...] Sohbet ve semâh sona erdikten sonra Hz.
Muhammed bunlara pirlerini ve rehberlerini sorar. Kırklar; “Pirimiz Şâh-ı
Merdân Alî’dir ve rehberimiz Cebrâîl aleyhisselamdır”, derler. Bu yanıt üzerine
Hz. Muhammed, Hz. Alî’nin Kırklar Meclisi’nde olduğunu anlar. Alî, Muhammed’e
doğru yürür; Alî’nin yaklaştığını gören Hz. Muhammed, tecellâ ve temennâ ile
ona yer gösterir. Kırklar da Hz. Muhammed’e katılır; saygıyla eğilip ona yol
açarlar. Bu sırada Hz. Muhammed Hz. Alî’nin parmağında, miraca giderken
arslanın ağzına verdiği yüzüğü görür (Korkmaz, 2013: 15-19; Bozkurt, 2009:
13-18). İmam Ca’fer Buyruğunda geçen bu hadise Bektaşî meşrep bir şair
olan Behrî (ö. ?)’nin Divanı’nda eksiksiz bir biçimde ele alınmıştır:
Da’vet
oldukda o şâh Dîdâr’a ‘azm itdi o dem Karşı geldi virdi arslana yüzügin lâ-cerem
Geldi kırklar engûrun ezdi vü nûş oldı bu dem Gördi server Haydar’a arslana
sundugı hâtem Didi ey esrâr-ı hikmet Şîr-i Hak şâh-ı kerem
Barmagından
hâtemin sundı o şâh servere hem Rûh-ı kudsîler semâ’ eyler kamu ‘arş üzre cem
Hep münâdîler nidâ kıldı okurlar dem-be-dem Lâ fetâ illâ ‘Alî lâ Seyfe illâ
Zü’l-fikâr
(Behrî Divanı, Müt. 1/6).
Arapça, “seven”,
“meyleden” anlamına gelen terim/kavram (Ayverdi, 2005: 2125), Bektaşîlikte
tarikata yeni giren can için kullanılır (Soyyer, 2019: 307). Muhib
terimi/kavramı
özellikle Mevlevîler ve Bektaşîler arasında yaygın olup 13. yüzyıldan beri
kullanılmaktadır (Gölpınarlı, 2004: 222). Ayrıca Bektaşîlikte ilk derece
“âşık”, ikinci derece ise “muhib” olarak isimlendirilir (Hançerlioğlu, 1984:
362). Muhibbin niyeti bir mürşide bağlanmaktır.
Klâsik
Türk şiirinde âşığın bağlanmak istediği sevgilidir. Bu sebepten dolayı da
kendilerini sevgilinin muhibi olarak görürler. Ayrıca muhibler sevgilinin en
yakını oldukları için onun derdinin de ortağıdır. Bu durum onların dertli
olmalarına sebep olmuştur. Âşığa göre bu dünyada saadet bulmanın yolu ise
sevgilinin muhibi olup onun dertleriyle dertlenmekten geçer:
Cân revân
idüp olur her dil o dildâra muhib
Yâr-ı cân
idinür anı olur ol yâra muhib
(Edirneli Nazmî Divanı, G. 792/1).
Gerek mîr-i
velâyet ol gerek dünyâya sultân ol
Sa’âdet
bulmak istersen muhibb-i derd-mendân ol
(Hayâlî Bey Divanı, G. 1/1).
Muhib
terimi/kavramı, Alevî ve Bektaşî şiirinde daha çok yukarıda da bahsedildiği
gibi tarikata giren kişiler için kullanılır. Şairler kendilerini Hz.
Muhammed’in muhibi olarak görürler. Bektaşî bir şair olan Azbî (ö. 1747) ise
Bektaşîlikteki mertebelerden “bendelik”, “muhiblik” ve “dervişlik” vasıflarının
kendisinde bulunduğunu söyler:
Safâ-meşreb gedâlardan açıl ey tîre dil-i sûfî Yezîdî
mezhebe yir yok muhibb-i hânedân içre (Yetîmî Divanı, G. 198/4).
Muhibb-i hânedân-ı Mustafâ’yam Du’â-gûy u senâ-hân-ı
‘Alî’yem (Arşî Divanı, G. 205/6).
Leyse
fi’d-dârîvelâgayri diyen ‘âşık gibi
‘Azbî dervîşem muhibbem bende-i Bektaşîyem (Azbî
Divanı, G. 170/5).
Sözlükte
biriyle karşılıklı konuşan, sohbet arkadaşı anlamlarına gelen terim/kavram,
Alevîlikte; Alevîliğe intisap etmiş kardeş sayılan iki kişiden biri için
kullanılır (Ayverdi, 2005: 2148-2149). Alevîlikte şart olan musâhiplik
Bektaşîlikte bir şart değildir. Ancak, Bektaşîlikte beraber Bektaşî olanlar
için de musâhib isimlendirmesi yapılır (Gölpınarlı, 2004: 224; Ersal, 2011:
1089).
Musâhiplik,
Çelebiyân, Ocakzâde ve Tahtacılar’da bulunurken Babagân Bektaşîliğinde
bulunmamaktadır. Her Alevî çift, bir musâhip tutmak zorundadır. Bu dört
kişilik, iki aile, Alevî topluluğunun çekirdeğini teşkil etmekte olup,
birbirlerine kardeş sayılırlar. Buna “ahiret kardeşliği” adı verilir (Soyyer,
2019: 309). Musâhip olan erkekler “kardeş”, kadınlar ise “bacı” diye çağrılır.
Alevî ve Bektaşî kültüründe musâhip terimi/kavramı etrafında “musâhip ayini”,
“musâhip evi”, “musâhip ikrarı”, “musâhip kapısı”, “musâhip kurbanı”, “musâhip
olma”, “musâhip tutma”, “musâhiplik”gibi terimler/kavramlar oluşmuştur.
Alevîlikte
musâhiplerin yerine getirmesi gereken belli kurallar vardır. Birbirlerini
kardeş olarak gören musâhipler, iki aile iken tek aile olmuşlardır. Musâhip
olanların çocukları birbiriyle evlenemez. Hem dünyevî hem de bâtınî işlerde
artık birdirler. Musâhiplerden birinin suçu varsa diğeri de o suçun cezasını
çeker. Biri borçluysa diğeri de o borcu ödemekle yükümlüdür (Ersal, 2011:
1098).
Klâsik Türk şiirinde
musâhiplik genellikle sohbet ehli kişi ve dostluk terimlerini/kavramlarını
karşılayacak biçimde kullanılır. Bâkî (ö. 1600)
aşağıdaki
beytinde
bahar mevsimi ile kış mevsiminin art arda gelmesini birbirlerine musâhip
olmalarına benzetmiştir. Emrî (ö. 1575) ise musâhiple sevgiliyi kasteder:
Mevsim-i
gül ‘îd ile yâr u musâhib düşdiler
Birbirine
iki dil-berdür mahabbet gösterür
(Bâkî Divanı, G. 51/2).
Gamunda
bana sirişküm şarâb-ı âl yiter
Dile derûnî
musâhib dahı hayâl yiter
(Emrî Divanı, G. 189/1).
Alevî
ve Bektaşî şairler ise musâhip terimini/kavramını genellikle “yâr” kelimesiyle
ifade ederler. Bosnalı Vahdetî (ö. 1598) bilgisiz olanlarla musâhiplik
etmeyeceğini söyler. Bir başka Bektaşî şair Cesârî (ö. 1829) ise kendisine
anlaşabileceği bir musâhip aramaktadır. Hâşim Baba (ö. 1782-83), aşağıdaki
beytinde musâhip olmadan tarikata girilemeyeceğine ve musâhibin yabancılara
karşı rezil olmaktan koruyacağına temas etmiştir:
Hem-dem ü
yâr u musâhib olmazuz nâdân ile
Mûnisüz
insâna yokdur işümüz şeytân ile Girmişüz fakr u fenâya terk-i baş u cân ile Çün
müyesser oldı vuslat ol gül-i handân ile Bülbül-i gûyâ gibi efgâna
gelmişlerdenüz
(Vahdetî Divanı, Muh. 2/5).
Musâhib olduk
bir ehl-i dil ile
Sohbeti bal
kılduk yag u bal ile
(Muhyiddîn Abdâl Divanı, G. 8/1).
Bu dem
‘aceb ‘uşşâk-ı cihânun arasında
Yok mı bize
bir ehl-i sühan yâr-i musâhib
(Cesârî Divanı, G. 64/5).
Derûnî âşinâ olmak gerekdür eyleye sohbet Musâhibsiz
sülûk olmaz seni rüsvây ider agyâr (Hâşîm Baba Divanı, G. 63/4).
“Ölmeden
evvel ölünüz” anlamına gelen söz, mutasavvıflarca Allah’ın varlığı içerisinde
yok olma demek olan “fenâfillâh” makamına işaret etmekte olup sahih hadis
kitaplarında geçmemektedir (Yılmaz, 1992: 128). Alevî ve Bektaşî kültüründe
mürşide bağlanmak isteyen mürid ölmeden önce ölmelidir. Yani geçmiş
yaşantısından sıyrılarak yeni bir hayata doğmalıdır. Bu durum Hz. Îsâ’nın “Bir
kimse iki kez doğmadıkça melekûtun sırlarına eremez” fikriyle benzerlik
gösterir. İlk doğum maddî doğumdur, ikinci doğum ise manevîyat dünyasına
doğumdur. İşte burada ikinci doğuşla “ölmeden önce ölünüz” sırrına ulaşılır. Bu
doğum maddeden manaya ermenin de anahtarıdır (Soyyer, 2019: 232). Ayrıca,
tasavvufta ikilikten kurtulup birliğe ulaşmak da bir nevî “ölmeden önce
ölmektir” (344-345).
Ahmet
Gökbel, görgü öncesinde hem rehberin hem de pir huzuruna çıkarılarak görgüsü
yapılacak canların beyaz bezden yapılmış yakasız gömleği giymesinin “ölmeden
evvel ölme” düşüncesinin somut bir biçime dönüştürülmüş hâli olduğunu söyler
(Gökbel, 2019: 320). Ayrıca Gökbel’e göre çile sırasında dervişin çilehâneye
girip nefsini öldürme mücadelesi de “ölmeden önce ölmek” fikrinin bir
göstergesidir (194).
Alevî
ve Bektaşî kültüründe hemen hemen bütün ayet ve hadisler bir sır olarak
düşünülür ve öğrenilmesi gerekmektedir. Mûtû Kable En Temûtû da bu
sırlardan biridir. Çile bahsinde mürşidin müridini çilehâneye kendisinin
götürdüğünden ve yine kendisinin çıkardığından bahsedilmişti. Çilehânedeki
nefis öldürme işlemi de bir nevî ölmeden evvel ölmek anlamına gelir. Sıdkî Baba
(ö. 1928) aşağıdaki beytinde bu duruma değinmiştir. Ayrıca Alevî ve Bektaşî
şairler, mûtû teriminin/kavramının sırrına erenleri fenâfillâha ulaşmış
ölümsüzler olarak görürler:
Mûtû
kable en temûtû sırrına mazhar olan
Mürşid-i
kâmil nidâsın işitip buldu hayât
(Sıdkî Baba Divanı, G. 180/3).
İrişe câna mûtûdan
hitâb-ı irci ’î her dem Fenâ-ender-fenâ ile bekâya bulam istihkâk
(Hâşim Baba Divanı, G. 89/4).
‘Âşık-ı
sâdık biziz cân içre cânân bizdedir
Mûtû
kable en temûtû hayy olan cân bizdedir Bende-i âl-i ‘abâyız merd-i
meydân bizdedir Biz gürûh-ı Nâcî’yiz âdâb-ı erkân bizdedir Zümre-i Bektaşîyiz
biz ‘ilm ü ‘irfân bizdedir
(Hilmî Dedebaba Divanı, Muh. 4/1).
Ölürsen
ölmedin mûtû hadîsi muktezâsınca
Hayât-ı
câvidân bulup cihânda ölmedün ‘ârif
(Yetîmî Divanı, G. 103/5).
Arapça’da
tek, yalnız, salt anlamlarına gelen terim/kavram, Bektaşîlikte tarikat ehli
arasında evlenmemiş kişiler için kullanılır (Gölpınarlı, 2004: 225).
Mücerredlik Balım Sultân’la birlikte Bektaşîliğe giren ritüllerden biridir
(Baha Said, 1927: 328). Mücerred olmak için hiç evlenmemiş olmak gerekir.
Mücerred derviş, Pir evindeki Balım Sultân kapısının eşiğine yatırılır ve
kulağı şimşir kaçığın sapıyla delinerek altın ya da gümüşten yapılmış bir halka
merâsimle dervişin kulağına takılır. Mücerred dervişler, gündelik hayatlarında
mücerredlikleri bilinsin diye özel bir kıyafetle dolaşırlar (Soyyer, 2019:
312). Mücerredlik terimi/kavramı etrafında “mücerredlik ayini”, “mücerredlik
küpesi”, “mücerredlik kolu” gibi terimlere/kavramlara Alevî ve Bektaşî
yazınında rastlanmıştır.
Klâsik
Türk şiirinde mücerredlik, insanı meşgul eden işlerden uzak kalmak için bir
gereklilik olarak görülür. Genellikle şairler mücerred terimiyle/kavramıyla
birlikte “ruh-ı mücerred” olarak bilinen Hz. Îsâ’ya da yer verirler. Ayrıca Hz.
Îsâ, hiç evlenmediğinden dolayı “ehl-i tecrîd” olarak da isimlendirilir (Uzun,
2000: 474):
Halâs olmazsak olmazsun Mesîhâ gibi
rûhânî
Tecerrüdle mücerred gelmeze
dünyâdan istignâ
(Şeyhî Divanı, G. 8/3).
‘Alâ’ikdan mücerred
ol ser-i kûyında mesken bul Mesîhâ-veş mekânı âsmândur ehl-i tecrîdün
(Bâkî Divanı, G. 251/4).
‘Îsâ gibi mücerred ol ey dil ki
bulasın
Bir sâ’atin ferâgatün niçe ‘ömr-i Nûh
(Hamdullah Hamdî Divanı, G. 20/3).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde de en büyük mücerred hasletlerinden dolayı Hz. Îsâ’dır.
Şairler bu sebeple kendilerini onun soyundan gelen mücerredler olarak görürler.
Mücerredliği bilmek isteyenin kalenderliği de bilmesi gerekmektedir. Çünkü
kalenderlikte mücerredliği engelleyen dünyevî işlere rağbet yoktur:
Ceddimüz
rûh-ı mücerreddür biz andan dogmışuz
Nâ-halef
ferzendeyüz unutmışuz âbâmuzı
(Nesîmî Divanı, G. 449/2).
Küntü
kenzin mahzeniyem rûh-ı kudsün nutkıyam
Bir mücerred rûh-ı pâküm mazhar-ı ‘Îsâ’ya men
(Misâlî Divanı, G. 471/6).
Kiber ü
abdâl-ı ‘aşk isen Kalender-meşreb ol
Kanda
bilsin o mücerred hâlün ‘uryân olmayan
(Fennî Divanı, G. 125/4).
İslam
literatüründe iman esaslarını inkar eden, inanmayan kimseler için kullanılır
(Ayverdi, 2005: 2217; Tuğlacı, 1972: 2056). Alevîlik ve Bektaşîlikte ise
ikrardan dönen kimselere de münkir adı verilir (Korkmaz, 1994: 258).
Klâsik
Türk edebiyatı şairlerinden Ahmed Paşa (ö. 1496-97), sürekli sevgilinin yanında
bulunan ve âşığın sevgilisine ulaşmasına engel olan rakîbi münkir olarak
nitelendirmekte ve rakîbi bu sebepten dolayı kafir olarak görmektedir. Beyânî
(ö. 1664-65) ise zâhidi münkirlikle suçlar:
Komaz
rakîb-i münkir dilde safâ-yı hâtır
Virdi halel
bu kâfir câm-ı cihân-nümâya”
(Ahmed Paşa Divanı, G. 263/4).
İlâhî
isterem gözde gönülde eşk ü âh olsun
Hemîşe münkir-i
‘aşka iki sâdık güvâh olsun
(Âşık Çelebi Divanı, G. 69/1).
N’içün zâhid temâşâ-yı cemâl-i yâra münkirsin
Kemâl-i sun’-ı Hak zâhir degül mi rûy-ı zîbâda (Beyânî
Divanı, G. 648/4).
Klâsik Türk şiirinde genellikle inkar edenler için kullanılan münkir
terimi/kavramı, Alevî ve Bektaşî şiirinde daha çok İslamî açıdan inkara
düşenler için kullanılmıştır. Usûlî (ö. 1538), ikrar ehlinin secdesinin ve
namazının sürekli Allah’a olduğunu söyler. Ona göre münkirlerin mescidleri
İslam öncesi Arap toplumundaki putlardan biri olan “Lât”tır. Arşî (ö. 1620) ise münkirlerin şeytana tabi
olduklarını bu sebepten ötürü de yerlerinin
cehennem olacağını belirtir:
Ehl-i
ikrârın sücûdu vü niyâzı Hakk’adur
Münkirin ma’bûdı vü mescûdı dâyim Lât olur (Usûlî
Divanı, G. 18/9).
Şeytâna
tâbi’ münkirler ile itme nizâ’ı teklîfi ref it
Gel sen kabûl it râh-ı Hudâ’yı gelmezse münkir cânı
cahîme (Arşî Divanı, G. 279/3).
Kutlı
başdur ki çeker sikkesini ‘aşk ile kaş
Ana kurbân
olanun yolına bin cân eyle baş Gün yüzin nice görür şa’şa’alardan huffâş Nûr-ı
Hakk’ı göremezmiş nitekim ‘akl-ı ma’âş Münkirün kalbine yazılmadı mühr-i
Bektaş Sikke-i şâhî lâyık mı olur her kara taş
Münkir olma
gözün aç eyleme gaflet ey kardeş
Mazhar-ı
nûr-ı Nebî mahzen-i esrâr-ı ‘Alî
Pîr-i
erkân-ı tarîkat Hacı Bektaş Velî
(Vahdetî Divanı, Tc. 16/4).
Bir
mürşide intisap edip tarikata giren kişilere mürid adı verilir. Mürid
terimi/kavramı iradesini başkasının iradesine bağlayan anlamında da
kullanılmaktadır (Hançerlioğlu, 1984: 387). Müridler, Allah’ın iradesine mutlak
bir biçimde baş eğmekle mükelleflerdir. Allah dostu kabul edilen mürşidler
vasıtasıyla irade teslimiyeti gerçekleşir. Bu teslimiyet genellikle cenazenin,
onu yıkayan kişinin önündeki iradesizliğine benzetilir ve bu duruma da
“fenâfi’ş-şeyh” adı verilir (Uludağ, 2002: 260).
Klâsik
Türk edebiyatında şairler, sevgililerini mürşid; kendilerini ise onların aşk
müridi olarak görürler ve dünya nimetlerine önem vermezler. Hatta sevgiliye
mürid olmayanları da merdûd olarak nitelendirirler:
Mürîd-i ‘aşk oldum ben tecerrüd
ihtiyâr itdüm
Eger meyl eyler isem bir zen-i dünyâya nâ-merdüm (Bâkî
Divanı, G. 344/4).
Yâr-durur dünyâda murâdı kamunun
Yâre mürîd olmayan kişi ola merdûd
(Ahmedî Divanı, G. 129/7).
Alevî
ve Bektaşî şairler, kâmil bir insana mürid olmaktan bahsederler ve müridin
kurtuluşa ermesinin yolunun mürşidlerine gönül bağı ile bağlı olmalarından
geçtiğini söylerler:
Mürîd-i pîr-i ‘aşk olup riyâdan
yüz çevirmişdür
Tutar bir subha-i sad-dâne gülşende çenâr
elde
(Peşteli Hisâlî Divanı, G. 375/4).
Kâmil insâna mürîd olan bulur
lâ-büdd felâh
Cân
u dilden hidmet idenler bulur semt-i salâh
(Hâşim Baba
Divanı, G. 29/1).
Ve ger şeyh ü mürîd olsun sana ne fâ’ide andan Kamu
sûretle ma’nâdan geç ol da’vâyı n’eylersün (Gurbî Divanı, G. 106/3).
Mürşid, Şeyh, Seccâdenişîn,
Postnişîn, Pîr
Mürşid,
Arapça işaret eden, yol gösteren anlamında kullanılır. Tasavvufta ise, tarikata
gelen salikleri ve müridleri irşad eden, onları Hak yoluna yönlendiren kişiye
mürşid denir (Kaya, 2007: 551). Tarikatlarda gerçek mürşid, Hz. Muhammed başta
olmak üzere dört halife ve kutup şahsiyetlerdir. Alevî ve Bektaşî kültüründe “mürşid-i
azâm”, “mürşid hakkı”, “mürşid evi”, “mürşid kapısı”, “mürşidde erime”,
“mürşidden doğma” gibi terimler/kavramlar mürşidle birlikte sıklıkla kullanılan
terimlerdendir/kavramlardandır.
Mürşidin
müridi terbiye etmesi hususunda yapması gereken, onu nefsi için değil, Allah
için kabul etmektir. Bu sebeple müride “din, nasîhattir” hükmüyle davranmalı,
ona şefkat nazarıyla bakmalı ve riyâzata katlanma konusunda aciz kaldığında ona
yumuşak muamelede bulunmalıdır. Müridi bir annenin çocuğunu terbiye ettiği gibi
terbiye etmeli; bilge ve akıllı bir babanın çocuğuna ve hizmetçisine yaklaştığı
gibi yaklaşmalıdır (Komisyon, 2006: 973).
Klâsik
Türk şiirinde mürşid kelimesiyle birlikte genellikle “salik” ve “mürid”
kelimeleri bir arada kullanılır. Nâbî (ö. 1712)’nin bir gazelinde müridin yani
salikin mürşidin elinden kemer-bend kuşanmasına değinilmektedir. Edirneli Nazmî
(ö. 1585-86) aşk mürşidin irşadının başlangıcının, âşığın kendisini ma’şukuna
teslim etmesinden geçtiğini belirtir. Şeyhî (ö. 1431)’nin bir gazelinde ise Hz.
Muhammed’e ilk vahyin geldiği mağaranın bulunduğu Nur Dağı’nın nuranî bir
mürşid olduğu, hayal müridlerinin de o dağa yüz sürdükleri zikredilmektedir:
Kemer-bend-i tarikat olsa sâlik dest-i mürşidden
Berehmen-hâne-i
taklîdde zünnâra yir kalmaz
(Nâbî Divanı, G. 283/4)
‘Âşıka
kendüyi teslîm eylemek ma’şûkına
Mürşid-i
‘aşkun hemân-dem evvel-i irşâdıdur
(Edirneli Nazmî Divanı, G. 1895/3).
Cebel-i Nûr
ise bir mürşid-i nûrânîdür
Yüz sürer
dâmen-i pâkine müridân-ı hayâl
(Şeyhî Divanı, K. 1/23).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde de müridin bir mürşidinin olması gerektiği genellikle dile
getirilen konular arasındadır. Bu durum dört kapı kırk makamdan biri olan
şeriat kapısının emridir. Ancak mürid bu emri yerine getirip kendisine bir
mürşid edindiği zaman âb-ı hayâttan içebilecektir. Müridin yapması
gerekenlerden biri de mürşidi için canından ve başından vazgeçmesidir.
Böylelikle mürid irşadını gerçekleştirecektir:
Şerî’at
emrini mürşid idin tarîkata gir
Kim ol
tarîkat ilen sen içesin âb-ı hayât
(Nesîmî Divanı, G. 20/2).
Varmagıl
bir yire gel olmayınca
Sana bir mürşid-i
kâmil olmayınca
(Muhyiddîn Abdâl Divanı, G. 1/1).
Maksad-ı
vasl-ı habîb olmayan olmaz dâhil
Mürşidün
sâlikine virdügi güftâr bir olur
(Azbî Divanı, G. 108/4).
Sen ki
İrşâdî dilersen menzil-i bâlâ eger
Var huzûr-ı mürşide vir cânunı kim cânân it
(İrşâdî
Divanı, G. 11/5).
Arapça’da
“kendi”, “ruh”, “insanın psişik yapısı” gibi birçok anlamda kullanılan
terim/kavram (TDEKTA, 2005: 501), İslam felsefesinde ve tasavvuf anlayışında,
“insanın bedeni dışında kalan ve tanrısal bir özden yapılmış olan bölümüdür.
Kötülük de, iyilik de ondan gelir” (Hançerlioğlu, 1984: 423) biçiminde ifade
edilir.
Nefs
terimi/kavramı, hem klâsik Türk şiirinde hem de Alevî ve Bektaşî şiirinde
genellikle İslam dışı birtakım kültürlerin etkisiyle halk arasında insanın
dünyaya ve bedene ilişkin kötü istek ve arzularını ifade eden manevî bir unsur
biçiminde algılanmıştır (Gündüz, 1998: 281). Bu sebepten ötürü tasavvuf
kültüründe nefsin dizginlenmesi gerekmektedir anlayışı hâkimdir. Alevî ve
Bektaşî kültüründe “nefis haklama”, “nefis temizleme”, “nefsi emmâre”, “nefsi
kırma”, “nefs-i levvâme”, “nefs-i mardiyye”, “nefs-i mülhime”, “nefsi
Rahmânî”, “nefs-i râziye”, “nefs-i sâfiye” gibi terimler/kavramlar da
kullanılır.
Klâsik
Türk şiirinde nefs, bir düşman olarak görülmekte olup şairler ona uymak
istemezler. Şair, nefsiyle sürekli bir mücadele hâlindedir ve onu yenmek ister.
Gönlün nefsin arzusundan korunması gerekmektedir. Âkil insan, düşmanı olarak
nefsini görür ve ona yenik düşmez:
Nefsine uyanlar aslâ yinemezler nefsini
Nefsüne sen uyma hergiz nefsüni
yen Nazmiyâ
(Edirneli Nazmî Divanı, G. 176/5).
Nefs-i hod-re’yden ey dil bu
tegâfül nice bir ‘Âkil olan kişi hîç düşmene fursat mı virür
(Şeyhülislâm Yahyâ Divanı, G. 107/6).
Alevî
ve Bektaşî şairlerden Yetîmî (ö. 1552) de nefsine uymak niyetinde değildir.
Şair nefsini bir ejderhâya benzetir. Bir başka Bektaşî şair Gurbî (ö. 1769-70)
nefsini şeytanla bir tutmakta, onun aldatıcılığından uzak durmayı dilemektedir.
İrşâdî (ö. 1880-81) ise “Nefsini bilen, Rabbini bilir” anlamında kullanılan Men
Arefe Nefsehû Fe-kad Arefe Rabbehû hadisine telmihte bulunur:
Nefs ejderhâsını
hâkister itdün nûr idüp Ey dem-i sûz-ı derûnı od saçan evren dede
(Yetîmî Divanı, G. 177/3).
Sakın bu ‘ömr ile varun sana bâkî kalur sanma Bu şeytân ile
nefsünün sen igvâsına aldanma Yog ol var olmak istersen fenânun nârına
yanma Gelen ile gidenden geç Hakk’ı an gayrıyı anma Bu mülkün hâsılı iy dil
kamu bâd-ı hevâdur bil Hevâ-yı dostdan gayrı Hudâ hakkı hebâdur bil (Gurbî Divanı,
Muh. 4/2).
Bilmeyen nefsün bu ilde bilmez imiş Rabb’isin Men
‘aref dersin bilen hem bildiren hallâkîyüz (İrşâdî Divanı, G. 30/7).
Tasavvufta
Allah’a yakarma anlamında kullanılan terim/kavram ile Allah dışında kalan her
şeyden arınma kastedilmektedir (Hançerlioğlu, 1984: 432). Bektaşîlerde ibadet
amaçlı selâmlara da niyâz adı verilir (Soyyer, 2019: 333). Ayrıca, dervişlerin,
şeyhlerin birbirlerini ağırlamaları, selamlamaları anlamında da kullanılır
(Gölpınarlı, 2004: 242). Alevî ve Bektaşî yazınında “niyâz akçası”, “niyâz
alma”, “niyâz duruşu”, “niyâz etme”, “niyâz penceresi”, “niyâz perdesi”, “niyâz
taşı”, “niyâz verme” gibi terimlere/kavramlara da rastlanılmaktadır.
Klâsik Türk şiirinde niyâz ile yakarış kastedilir.
Sevgilinin yaptığı naz olarak adlandırılırken, âşığın işi de o naza niyâz
etmektir. Bu niyâz, tıpkı kulun Allah’a karşı olan yakarışı gibidir. Şairlerin
kendilerini niyâz ehli olarak görmeleri de bundandır:
Kahr u
cefâna artururam mihr ile vefa
Gül nâz
itse bülbülün işi niyâzdur
(Ahmedî Divanı, G. 219/3).
Ko ben
aglayayım ey serv-i semen-ber sen gül
Ki sana nâz
verilmiş ezelî bana niyâz
(Necâtî Bey Divanı, G. 235/2).
Gözü
meyhâne-i nâz u kaşı mihrâb-ı niyâz
Yaraşur her
ne kadar itse niyâz ehline nâz
(Nef’î Divanı, G. 65/1).
Alevî ve Bektaşî şiirinde niyâz bir dua biçimi olarak
görülür. Bu dua dergahta gönülden yapılan bir yakarıştan ibarettir:
Uş niyâz
eyler Vîrânî ‘ayn-ı cem ‘âşıklara
Tâ ideler
deminde gülbeng-i du’â abdâllar
(Vîrânî Divanı, G. 110/9).
Gönül
mahbûbın istersen sana yüz göstere dâ’im
Tazarrû’ u niyâz
ile gönülden kıl nidâ Gurbî
(Gurbî Divanı, G. 57/3).
dergâh-ı
mu’allâya niyâz içün varılmışdur
Huşû’-ı
kalb ile idüp tazarru’ yalvarılmışdur
(Cesârî Divanı, G. 315/1).
Ateş yakmaya yarayan,
pişirme, ısıtma, ısınma gibi işleri görmeyi sağlayan her türlü yer olarak
bilinen ocak (Tuğlacı, 1972: 2144), mecâzî anlamda müessese, soy-boy, kök,
dirlik-düzenlik anlamlarında kullanılmaktadır (Gölpınarlı, 2004: 245). Dergahlarda
çoğunlukla
giriş kapısının karşı tarafında bir ocak bulunur. Bu makama “küre makamı” da
denilir (Soyyer, 2019: 482).
Altaylılar
ve Yakutlarda, ocağın “ilk ata” tarafından yakılmış olması sebebiyle ocak, aile
sembolü olarak kabul edilir. Bektaşî kültüründeki ocağa niyâz da bundan
dolayıdır (Ocak, 2012: 249-250). Bektaşîlikte ocak ile, Hz. Muhammed, Hz. Alî
ve Hz. Fâtımâ kastedilir. Alevî kültüründe dedenin seyyid olması yani Hz.
Muhammed’in soyundan gelmesi gerekmektedir. Hz. Muhammed’in soyundan gelen
dervişler “ocakzâde” olarak adlandırılır (Gölpınarlı, 2004: 245).
Bektaşîlikteki ocakla Hz. Muhammed, Hz. Alî ve Hz. Fâtımâ’nın kastedilmesi de
bundan dolayıdır.
Klâsik
Türk şiirinde şairlerin gönlü genellikle sevgilinin aşk ateşiyle kavrulmuş bir
ocağa benzetilir. Gönül tutuşmuş bir ocak, âşığın nefesi de alevle kaplı bir
dumandır. Âşık bu gönül ocağında aşk ateşiyle yanıp kavrulmaktadır:
Şu‘le-i âh
ile ‘Atâyî hemân
Bir
tutuşmış ocagdur gönlüm
(Nev’îzâde Atâyî Divanı, G. 164/5).
Beyhûde bilme ‘aşk ocağında vücûdunı Her âteşe
yanınca biraz hâr u has gerek (Şeyhî Divanı, G. 100/2).
Bu gönlüm odlı ocaklu bir evdür Anunçün dûd-ı âhum
pür-‘alevdür (Edirneli Nazmî Divanı, G. 1722/1).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde ocak terimi/kavramı genellikle Bektaşîlikte “Kahveci
postu”nu temsil eden Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî ile birlikte yer alır. Ocakla ilgili
bir diğer benzetme, aile ve soy ilişkisi bağlamında Şâh Hüseyin’in ocağıyla
alakalıdır. Hayretî (ö. 1534-35) ise ocağı mihnet yerine benzetir. Ona göre
sıkıntı ve kederin ocağında döne döne pişmeyenler aşk ehli içerisinde değersiz
olacaktır:
Bak ocagun
pîr ü erkân-ı tarîkat Şâzelî
Nice meydâna çıkardı zâhir olup ol velî
Kahve
îcâdına ragbet eyledi hep hass u ‘âmm
Anlayan
keyfiyyet esrârına didiler belî
(Cesârî Divanı, G. 837/1-2).
Âh belâ-yı
zencîr-i ‘aşkım derûn-ı âteşim
Şâh
Hüseyn’in ocağında dûd-ı âh u kefenim
(Sâcid Divanı, G. 142/5).
Hora geçmez
bezm-i ehl-i ‘aşk içinde hâmdur Döne döne olmayan mihnet ocagında kebâb
(Hayretî Divanı, G. 18/4).
On Dört Ma’sûm-ı Pâk,
Çâr-deh Ma’sûm-ı Pâk
Bu
terimle/kavramla ilgili farklı görüşler mevcuttur. Araştırmacılar on dört
masûmla ilgili Melâmîlikten kaynaklanan bazı tarikatlarda on iki imama ek
olarak Hz. Muhammed ve Hz. Fâtımâ’nın da dahil olduğu on dört kişiye verilen
isim (Fığlalı, 1996a: 273; Korkmaz, 1994: 274), on iki imamın çocukları (Noyan,
2003: 111; Kolektif, 2004: 41), Hz. Alî soyundan olup şehit edilen 40 günlük
ile 7 yaş arasındaki 14 çocuk (Küçük ve Küçük, 2009: 206) gibi farklı kimseleri
kastetmişlerdir.Genel kabul gören kanı ise on iki imamın çocukları olduğu yönündedir.
İsimleri ise: Muhammed Ekber b. Alî, Abdullah b. Hasan, Abdullah b. Hüseyin,
Kâsım b. Hüseyin, Zeynel b. Hüseyin, Kâsım b. Zeyne’l-Abidîn, Alî Eftâr b.
Muhammed Bâkır, Abdullah b. Cafer-i Sâdık, Yahyâ b. Cafer-i Sâdık, Sâlih b.
Mûsâ Kâzım, Tayyib b. Mûsâ Kâzım, Cafer b. Muhammed Takî, Cafer b. Alî Nakî
(kimilerine göre Cafer b. Hasan Askerî), Kâsım b. Muhammed Takî (kimilerine
göre Kâsım b. Hasan Askerî)’dir (Gökbel, 2019: 704-705).
Alevî
ve Bektaşî yazınında şairler/yazarlar on dört masûm-ı pâki on iki imamın
çocukları olarak zikreder ve kendilerini on dört masûmun bendesi olarak
görürler. Ayrıca on dört masûm hakkındaki inanışlardan biri de on dört masumun
mahşer gününde şefaatçi olacakları yönündedir:
Penc-i
fırka çâr-deh ma’sûm-ı pâk
Bilmeyenler
bunları oldı helâk
(Caferî Baba Divanı, Mes. 83/16).
Terk ü
tecrîd-i fenâ iklîminin sultânıyuz
Çâr-deh
ma’sûm-ı pâk âl-i ‘abâya bendeyüz
(Vîrânî Divanı, G. 133/5).
Rûz-ı mahşer çâr-deh ma’sûm şefi” olsun bize Ben
gedâ şâyeste şâhlardan revâdur istegüm (Turâbî Divanı, G. 302/10).
On iki ma’sûm-ı pâki pîş iden ümmetlere Murtazâ’yı
Haydar-ı Kerrâr iden Perverdigâr (Hatâyî Divanı, G. 164/11).
Hz. Muhammed’in kızı Hz. Fâtımâ ile damadı Hz. Alî’nin
soyundan gelen on iki kutsal kişi için kullanılan terimdir/kavramdır. Alevî ve
Bektaşî yazınında on iki imamdan her birisinin farklı meziyetleri zikredilir.
Genel olarak ise on iki imama bağlılık esastır ve on iki imam mürşiddir. Hz.
Alî, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Hz. Zeyne’l-Abidîn, Hz. Muhammed Bâkır, Hz. Cafer-i
Sâdık, Hz. Mûsâ Kâzım, Hz. Alî Rızâ, Hz. Muhammed Takî, Hz. Alî Nakî, Hz. Hasan
Askerî, Hz. Muhammed Mehdî on iki imam olarak bilinir (Gökbel, 2019: 711).
Alevîlik
ve Bektaşîlikte on iki imam etrafında “on iki imamlar yemeği”, “on iki imamlar
semâhı”, “on iki işlek”, “on iki kapı”, “on iki farz”, “on iki koyun”, “on iki
kurban”, “on ikiler”, “on iki post”, “on iki taam”, “on iki terekli külâh”, “on
iki köşeli pâlheng”, “on iki hizmet”, “on iki kapı”, “on iki dilimli taç”, “on
iki alâmet”, “on iki zincir”, “on iki burç”, “on iki ev” gibi
terimler/kavramlar türemiştir.
Muhyiddîn
Abdâl (ö. 1529 ?), on iki imama muhib olanların Havâric zümresine karşı olan
mücadelesine değinir. Sıdkî Baba (ö. 1928) on iki çerağın on iki imamı temsil
ettiğini, soylarının ise Hz. Muhammed ve Hz. Alî’den geldiğini söyler. Bosnalı
Vahdetî (ö. 1598) ise Divan’ında yer verdiği müsebbasında on iki imamın
hasletlerini sıralar:
Ger muhib
isen on iki imâma Havârice tîg-i teberrâ tavkı
(Muhyiddîn Abdâl Divanı, G. 16/8).
On iki
şem’-i çerâgın menba’ısız menba’ı Cedd-i pâk-i âl-i ‘abâsız yâ Muhammed yâ
Alî
(Sıdkî Baba Divanı, G. 68/7).
Fazl-ı Hak’dur mazhar-ı tâmm-ı Muhammed Mustafâ Mustafâ’nun
bâb-ı ‘ilmidür ‘Aliyyü’l-Murtazâ Murtazâ’nun nûr-ı çeşmidür Hasan hulk-ı
rızâ Cümlenün matlûbıdur şâh-ı Hüseyn-i Kerbelâ Şâh Zeyne’l-‘Âbidîn’dür
vâris-i sırr-ı Hudâ Şeyh Muhammed Bâkır idendür vücûd-ı kimyâ
Fi’l-hakîka zümlesi nûr-ı ‘uyûn-ı mümkinât
Ca’fer-i
Sâdık kim oldur mebde-i sıdk-ı ‘amel Mûsâ-yı Kâzım durur ma’nâ-yı
sırr-ı lem-yezel Şey ‘Alî Mûsâ Rızâ’dur mazhar-ı nûr-ı ezel Şeh Takî vü
bâ-Nakî’dür cedd-i a’lâya bedel ‘Askerî’dür şâhid-i seyf-i ilâha
mâ-hasal Mehdî-i sâhib-zâman fazl-ı Hudâ ‘azze ve cel
Kâşif-i
sırr-ı ma’ânî bâkiyyât u sâlihât
(Vahdetî Divanı, Msb. 11/5,6).
Tasavvufî
inanışa göre akl-ı kül, nefs-i kül, dokuz gök, dört unsur, üç de varlık vardır.
Bunların toplamı, on sekiz eder ve Araplar her birini son sayı kabul ettikleri
binle çarparlar. Böylelikle kozmolojik teoriye göre varlık âlemi on sekiz bin
âlem tanımlamasıyla karşılanır (Gökbel, 2019: 715). On sekiz bin âlem
terimi/kavramı, edebî metinlerde çokluk arz eden her durum için kullanılmıştır.
Evrenin yaratılışı, genişliği, evrende var olan her şey on sekiz bin âlemin
kapsamına girer (Soyyer, 2019: 340).
Klâsik
Türk edebiyatında on sekiz bin âlem mefhumu genellikle çokluk ifade eden
yerlerde kullanılmıştır. Ahmed Paşa (ö. 1496-97), sevgilinin sevdasını gönlüne
düşüren yaratıcının on sekiz bin âlemi olarak adlandırdığı yerde gönlünü hoş
eylediğini söyler. Nef’î (ö. 1635) ise on sekiz bin âlem sevdasında olmadığını,
aldığı her nefeste sevgilinin yani Allah’ın ihsanının kendisine başka bir âlem
olduğunu belirtir:
Ey Hayâlî
biz Kelâmu’llâh-ı nâtık olalı
On sekiz bin ‘âlem olmışdur bizüm tefsîrümüz (Hayâlî
Bey Divanı, G. 4/5).
Dil
cihânında belânı gönlüme tuş eyleyen
On sekiz
bin ‘âleminde gönlümü hoş eylemiş
(Ahmed Paşa Divanı, G. 132/6).
On sekiz bin ‘âlemi seyr eylemek lâzım degil Her
nefesde feyz-i Hak bir özge ‘âlemdür bana (Nef’î Divanı, G. 1/4).
Alevî
ve Bektaşî şairler, on sekiz bin âlemin yaratılmasının “kâf u nûn” mefhumuyla
olan alakasına sıklıkla değinirler. Yukarıda klâsik Türk edebiyatı şairlerinden
Nef’î (ö. 1635) on sekiz bin âlemi seyretme derdinde değildi. Ancak Bektaşî
şairlerden Cesârî (ö. 1829), dervişlerin on sekiz bin âlemin temâşâsının
arzulayıcısı olduklarını belirtir. Tasavvufî inanışa göre on sekiz bin âlemde
ne var ise Hz. Âdem’de de aynısından vardır ve bunlar vahdette birleşmiştir
(Gökbel, 2019: 715). Sâcid (ö. 1844) de buna benzer bir ifadeyle aşağıdaki
beytinde insan vücudunda on sekiz bin âlemi bulmaktan bahseder. Yine Alevî ve
Bektaşî şairlerden olan Turâbî (ö. 1868) “söz” ile “kün” emrine vurgu
yapar. On sekiz bin âlemin yaratılma sebebi bu “kün ” emridir:
Kâf ile nûndan yaratdın on sekiz bin ‘âlemi
Kudretinden erbâ’in günde temâm oldı cesed (Nesîmî Divanı, G. 36/6).
On sekiz
bin ‘âlemün seyr ü temâşâsı ile Gâh râgıb gâh bir mergûb olur dervîşler
(Cesârî Divanı, G. 199/2).
On sekiz
bin ‘âlemin mir’âtıdur bu devvâr
‘Âlem-i
sırr-ı hafî bir yirde çekmiş settâr
(Racûlî Divanı, G. 108/1).
Tasavvuf
magz-ı Kur’ân’dan cemâlin âşinâ etmek Tasavvuf bu vücûdda on sekiz bin âlemin
bulmak
(Sâcid Divanı, G. 107/2).
Söz degil mi on sekiz bin ‘âlemin sermâyesi
Cezb idüpdür ‘arş u ferşi künbed ü mînâyı söz (Turâbî
Divanı, G. 145/6).
Tarikat
yolunda bir aşamayı, bir makamı simgeleyen ve seccade olarak algılanan; pirin,
dedenin ya da babanın oturduğu tabaklanmış tüylü deriye post adı verilir. Alevî
ve Bektaşî kültüründe postun Hz. İbrâhîm tarafından icad edildiğine ve Hz.
İshâk peygambere kesilen kurbanın derisinden yapıldığına inanılır (Gökbel,
2019: 747). Alevî ve Bektaşî kültüründe önemli hizmetlerde bulunan şahsiyetler
için birer post tayin edilmiştir. Bunlar; Hacı Bektaş Velî (Horasan postu), Seyyid
Alî Sultân (Aşçı Baba postu), Balım Sultân (Ekmekçi postu), Kaygusuz Abdal
(Nakîb postu), Kanber Ali Sultân (Atacı postu), Sarı İsmail (Meydancı postu),
Canbaba Sultân (Türbedar postu), Şahkulu Hacım Sultân (Kilerci postu), Şeyh
Hasan Alî Şâzelî (Kahveci postu), Halil İbrâhîm peygamber (Kurbancı postu),
Abdal Mûsâ Sultân (Ayakçı postu), Hz. Hızır (Mihmandar postu)’dur. Bunlara ek
olarak Alevîlerde Hz. Muhammed (Ahmed-i Muhtâr postu) ve Hz. Alî (Alî postu) da
vardır. Ayrıca Alevî ve Bektaşî kültüründe post terimi/kavramı etrafında
çeşitli kelimeler de türemiştir. Bunlar: “post dedesi”, “post ehli”, “post
nakibi”, “posta oturma” ve “postçu”dur.
Alevîlik
ve Bektaşîlikte postun simgelediği makama ulaşmayı baraşaran ve bu makamın
gereklerini yerine getiren kimseler post sahibi olur. Postlar âyîn-i cemlerde
sembolik olarak serilir, üzerlerine kimse oturmaz. Sadece Horasan postuna cemi
yürüten dede ya da baba oturur (Gökbel, 2019: 748). Bektaşîlerde postun başı
teslim olmak, ayağı hizmet, sağı el tutmak, solu uzlettir. Şartı erenler önünde
baş indirmek, ortası muhabbettir. Mihrabı dîdar (Hakk’ın yüzü), canı tekbirdir.
Şeriatı kıllı tarafını içeri giymek, tarikatı kıllı yüzünü dışarı giymek,
marifeti pir korkusu, hakikatı oturdukları yerde oturmaktır. Doğusu sır, batısı
dindir ve dört köşesinde A’zamtü ileyke yâ Alî (seni yüceltirim yâ Alî),
Ekremtü ileyke yâ Alî (seni kerim bilirim yâ Alî), Eslemtü ileyke yâ
Alî (sana teslim olurum yâ Alî), Enamtü ileyke yâ Alî (seni hoşnut
etmek dilerim yâ Alî) yazılıdır (Soyyer, 2019: 353).
Klâsik Türk şiirinde post genellikle gerçek anlamıyla
kullanılır. Çoğu zaman sevgilinin saçı ile postun kılı bir arada şiirlerde yer
almıştır. Bâkî (ö. 1600) sevgilinin saçına karşı olan sevgisini postun kürk
yapılan kısmını oluşturan nâfenin posta sarılışına benzetir. Emrî (ö. 1575) ise
Hoten ahusunun kokusuyla post arasında ilişki kurmuştur:
Bûy-ı ‘aşk
ile sarıldum nâfe gibi posta
Bir kılına
asmadı ol kâkül-i pür-ham beni
(Bâkî Divanı, G. 536/2).
Kâkülün
şöyle let urdı ana ki Sardılar postına misk-i Hoten’i
(Emrî Divanı, G. 564/3).
Alevî ve Bektaşî şiirinde post genellikle yukarıda da
bahsedildiği gibi makamı çağrıştırır. Şairler, post giymek, posta oturmak,
postta olmak gibi terimlere/kavramlara sıklıkla yer verirler. Yetîmî (ö. 1552)
post giyenlerin kendisini dost olarak çağırdıklarını, Kadîmî (ö. 1957) Hızır
postunda oturup nasîb aldığını, Azbî (ö. 1747) ise rızâ postunda olmanın
dervişin arzusu olduğunu söyler:
Dost diyü
çagırur her post-pûş
Buna
şâhiddür hurûş-ı çeng ü def’
(Yetîmî Divanı, G. 101/8).
Hızr postunda oturdum nasîbüm aldugum anda Benüm
pîrüm Hacı Bektaş güşâd itdi bu meydânı (Kadîmî Divanı, Semâî 134/11).
Çün şerîkün
aslı şirkdür gel bu hikmetden oku
Çün rızâ postunda
olmak yahşi işdür dervîşe
(Azbî Divanı, G. 218/3).
Sözlükte,
inançtan dönmek, terk etmek, bırakmak, ayrılmak anlamına gelen kelime “rafz”
kökünden türemiştir. Başlangıçta Zeyd b. Alî’den ayrılan ilk İmâmîlere, daha
sonra ise Şiî fırkaları ile Şiî unsurları taşıyan bir kısım Bâtınî gruplara
Râfizî adı verilmiştir (Gökbel, 2019: 752). Râfızî terimi/kavramı, belli bir
dönem İslamî anlayıştan uzak kabul edilen çeşitli derviş gruplarıyla, Şia’ya
mensup Acemler, kalenderîler ve özellikle de Safevî Devleti’nin kuruluşu
esnasında ve sonraki dönemlerinde Anadolu’da ve İran’da bulunan Kızılbaş
zümreler için de kullanılmıştır (Öz, 2007: 397). Terimin/kavramın anlam
kötüleşmesine uğramasında Osmanlı Devleti zamanında Safevî Devleti’nin izlemiş
olduğu politika etkili olmuştur. Özellikle 15. ve 16. yüzyıllara ait bazı
Osmanlı kaynaklarında, İranlılar hakkında “bozguncular” ve “hayırsızlar”
anlamlarında kullanılmıştır (Gökbel, 2019: 753).
Ahmet
Refik, On Altıncı Asırda Rafızîlik ve Bektaşîlik isimli kitabında,
Râfizîlerin İran etkisinden kendilerini kurtaramadıklarını, Râfizîliğin Osmanlı
Devleti’ni yıkmak için İran şâhlarının elinde bulunan siyasî bir silah olduğunu
belirtir (1994: 22). Yine aynı eserinde Anadolu’da Hz. Alî sevgisini yüreğinde
barındıran iki zümrenin varlığından bahseder. Bu zümrelerden biri, “Türklüğünü
benimseyerek ve dergah ve ocak zihniyetiyle yaşayan ve Türk kültürünü seven
Bektaşîler; diğeri ise Doğu eyâletlerinde ve İran’ın dinsel ve siyasal
telkinlerine bağlı olan ve gerektiğinde Acemleri Türk toprağına “bilgisizlikten
dolayı” sokmayı Allah’a karşı yapacakları en büyük sevap bilen Râfizîler”dir
(22). Osmanlı Devleti, kendisine karşı yapılan bu siyasî hareketi kırmak için
hem Bektaşîleri hem de Râfizîleri sürgün ya da idam cezasıyla cezalandırmıştır.
Klâsik
Türk edebiyatında Râfizî kafirle eş değerde kullanılır. Edirneli Nazmî (ö.
1585-86) aşağıdaki beytinde kendisinin Sünnî olduğunu belirttikten sonra
Râfîzîlerin ve Râfizîler gibi sapkın düşünceler içerisinde olan bir başka zümre
Hâricîlerin kafirden daha şiddetli kafir olduklarını söyler:
Nazmî’yem kim şükr Sünnîyem Hanefî mezhebüm
Râfizî vü
Hâricî yanumda kâfirden eşed
(Edirneli Nazmî Divanı, G. 1325/6).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde ise Râfizî zümresi ile ilgili anlam noktasında farklılıklar
bulunmaktadır. Arşî (ö. 1620), Râfizîleri dört halifeyi sevmeyenlerden oluşan
bir grup olarak görürken Bektaşî bir şair olan Vîrânî (ö. ?), Râfizîliği iyi
anlama gelecek biçimde değerlendirir ve kendisine Râfizî diyen kimseler için
kıyamete değin hakâret görmemelerini diler. Kadîmî (ö. 1957) ise Vîrânî (ö. ?)
ile benzer bir biçimde kendisine Râfizî diyenlerin gerçeği görmediklerini,
gerçeğin rahmet-i Rahmân katında belli olacağını söyler:
Her birisi
bâl ü per oldı ‘ulûm-ı Ahmed’e Oldılar sârih kavânîn-i rüsûm-ı Ahmed’e İz-be-iz
anlar kadem basdı kudûm-i Ahmed’e Benzedi devr-i kamer içre nücûm-ı Ahmed’e Râfizî’dür
sevmeyen dört yârini peygamberün Âlini ashâbını ebrârını peygamberün
(Arşî Divanı, Müs. 1/4).
Cânımızdur
hubb-ı Ebû Bekr ü ‘Ömer ‘Osmân ‘Alî
Râfizî dirlerse
bi’llâhi’l-‘azîm bühtân bize
(Hâmî Divanı, K. 2/24).
Bana kim ki
dir ise Râfizî’dür
Hakâret
görmeye rûz-ı kıyâmet
(Vîrânî Divanı, G. 353/6).
Halk-ı
‘âlem ko disünler küfre talmış Râfizî
Görmez
onlar aç gözün sen rahmet-i Rahmân’ı gör
(Kadîmî Divanı, G. 33/3).
Özellikle
Alevîlik ve Bektaşîlikte kullanılan terim/kavram, Kur’an’da Tûr suresinin 3.
ayetinde fi rakkin menşûrin (yayılmış ince deri sayfalar) olarak
zikredilmektedir (Tûr, 3). Kelime manası saçılmış, üzeri yazılmış deri
demektir. Bektaşî şairler, bilinmeyen, gizli olan şeylerin on iki imamın ve Hz.
Alî’nin yüzünde saklı olduğu düşüncesini sahiptir. Hurûfîlikte ise Allâh, Hz.
Alî’nin ve Fazlullâh’ın yüzündeki nurda gizlidir. Bundan dolayı yüz, hem
Bektaşîlikte hem de Hurûfîlikte mukaddes sayılmıştır.
Meleklerin
dahi anlayamadığı ümmü’l-kitabın rakkin menşûrin ayetinde gizli olduğu, küntü
kenzin sırrının da rakkin menşûrinde yazdığı Bektaşîlerin sıkça dile
getirdikleri konular arasındadır:
‘Alî’dür
‘arş u kürsî levh ü hâme
‘Alî’dür rakkı
menşûr ile nâme
(Caferî Baba Divanı, Mes. 17/9).
Rakkı
menşûr âyetin ümmü’l-kitâbın ma’nîsin
Gözle kim
harf-i kelâmu’llâh Kur’ân’ındadır
(Usûlî Divanı, G. 26/4).
Rakkı
menşûrından izhâr oldı sırr-ı küntü kenz
Tûluhu
sittûn zirâ’en ol kadd-i bâlâdur
(Misâlî Divanı, G. 185/6).
Buyurdı
yüzün hakkında fazl-ı İlâhî
Ve’t-Tûru
kitâb didi fi rakk ile menşûr
(Vîrânî Divanı, G. 279/4).
Okundı rakkı
menşûrun kitâbı rûy-ı vechünden
Temâmet ‘alleme’l-esmâ yüzünden hep ‘ayân oldı
(Behrî
Divanı, G. 43/2).
Rakkı
menşurun kitâbı çün cemâlindür senün
Sûret-i
esmâ okudun sî vü dü hatt-ı Hudâ
(Nesîmî Divanı, G. 3/3).
Seb’ü’l-Mesânî,
Seb’-i Mesânî, Sûre-i Delle, Ümmü’l-Kur’ân
Kur’an’ın
özeti olarak kabul edilen Fâtiha suresi için kullanılmakta olup hem Mekke’de
hem de Medine’de iki defa nazil olduğu ve yedi ayetten oluştuğu için
sebü’l-mesânî isimlendirmesi yapılmıştır. Kur’an’ın başında bulunduğu için
Kur’an’ın anası manasına gelen ümmü’l-Kur’an, ön sözü durumunda olduğu için ise
sure-i delle olarak da bilinir (Gökbel, 2019: 95). Genelde tasavvuf ehline,
özelde Bektaşîlere göre Allah’ın dört kitabın ve yüz suhufun manasını sure-i
Fâtiha’da topladığı belirtilir. Bu sebeple de bu sureyi okuyan dört kitabı ve
yüz suhufu okumuş kabul edilir (Soyyer, 2019: 85).
Klâsik
Türk şiirinde Fâtiha suresine fazlaca yer verilse de müstakil olarak “seb’ü’l-
mesânî” isimlendirmesine sadece Nef’î (ö. 1635)’nin bir beytinde
rastlanılmıştır. Nef’î (ö. 1635), Sultân Murad’ın vasıflarını övdüğü
mesnevîsinde onun kalemiyle seb’-i mesânî yazılırsa seb’-i mesânînin anlamının
yazılan sözleri kıskanacağını söyler:
Bu hatt ile
yazılsa eger seb’-i mesânî
Reşk eyler
idi rütbe-i elfâza ma’ânî
(Nef’î Divanı, Mes. 1/4).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde ise seb’ü’l-mesânînin insanın yüzünde tecellî ettiği inancı
hâkimdir. Bu inanç Hurûfî tesirlerle şiirlerdeki yerini almıştır. Hurûfîlikte
hem Allah hem de Muhammed lafzı 14 harften oluşmaktadır. Bunlar 14 mukattaaat
harfidir. Hz. Âdem’in yüzünde de 14 hat vardır. Bu on dört hat,
seb’ü’l-mesânîye işarettir anlayışı bulunur (Usluer, 2009: 381). Fâtiha suresi
7 ayetten oluşmaktadır. İnsan yüzünde de 7 delik vardır. Bu sebeple de yüz
kutsal kabul edilir. Fâtiha suresi nasıl Kur’an’ın özeti olarak
değerlendiriliyorsa insanın yüzü de insanın özetidir. Bundan dolayı yüz
seb’ü’l-mesânînin yazılı olduğu levhadır (Gökbel, 2019: 783). Alevî ve Bektaşî
şairler seb’ü’l-mesânîyi insan yüzü dışında Kur’an’ın başında bulunmasından
dolayı tuğraya da benzetirler.
Sende zâhir
oldı çün seb ’ü ’l-mesânî sûresi
Her zamân
senden tecellî eyler Allâh cezbesi
Kıble-gâh
oldı bana dostum cemâlün Ka’besi
Secde-gâhum
kaşlarun mihrâbıdur hüsn-i cemâl
(Azbî Divanı, Mur. 37/4).
Çü heft
âyet yazılmışdur cemâl-i Mushafun üzre
Didüm seb’ü’l-mesânîdür
hakîkat resmidür tugrâ
(Hâşim Baba Divanı, G. 6/2).
Vücûd-ı
Âdem ü Havvâ semâvât-ı İlâhîdür
Yüzinde
âyet-i seb’ü’l-mesânînün güvâhıdur
(Vahdetî Divanı, G. 32/1).
Allah’ın
büyüklüğü, yüceliği önünde hiçliğini göstermek ve onu ululamak maksadıyla
vücudu alın, burun, el ayaları, dizler ve ayak parmakları yere değecek duruma
getirme ve bu durumda yere kapanmaya secde etmek denilir (Ayverdi, 2005: 2703).
İbadet yeri ise secdegâh adını alır.
Klâsik
Türk şiirinde genellikle sevgilinin bulunduğu yer âşığın Ka’be’si, eşiği ise
secdegâhı olarak kabul edilir. Âşık sevgilisine olan kulluk görevini ona secde ederek
yerine getirir. Sevgilinin dışında da secde ve secdegâh terimleri/kavramları
Hz. Yûsuf’a ayın ve yıldızların secde etmesi hadisesinde olduğu gibi ya da
meleklerin Hz. Âdem’e secde etmeleri şeytanın ise bunu reddetmesi gibi çeşitli
anlamlarda da kullanılmıştır. Ancak hepsinde amaç kulluk ve teslimiyet
görevinin yerine getirilmesi hakkındadır:
Kaşun
mihrâbına cândan kıluram secde ki olmışdur
Kapun Ka’be
yüzün kıble saçun Meş’ar lebün Zemzem
(Ahmedî Divanı, G. 423/4).
Yine bir
beg güzel sevdüm ki mülk-i hüsne şâh olmış
Kapusı
Ka’be-i ‘uşşâk olup bir secde-gâh olmış
(Edirneli Nazmî Divanı, G. 2817/1).
Dergehün secde-geh-i
ins ü melekdür cânâ
Yüz
sürenler ana hep mâlik-i seccâde olur
(Beyânî Divanı, G. 225/3).
Alevî ve Bektaşî şiirinde Hz. Alî mürşid, pir, delîl,
rehber gibi farklı özellikleriyle dile getirilir. Kimi zaman şairler onu
kendilerine secdegâh olarak seçerler. Bektaşî şairlerden Vîrânî (ö. ?), Hz.
Alî’yi hem secdegâhı hem de kıblegâhı olarak görür. Azbî (ö. 1747) ise Hz.
Âdem’le şeytan arasında olan secde hadisesine telmih yaparak şiirinde secdeye
yer verir. Bosnalı Vahdetî (ö. 1598) de yine Hz. Âdem’e göndermede bulunarak
ona secde edenlerden taraf olduğunu böylelikle de kulluk görevini yerine
getirdiğini söyler:
Bu Vîrân
Abdâl fakîrün bil ‘Alî’dür zâhidâ
Kıble-gâh u
secde-gâhı bi’llâhi şüphesiz
(Vîrânî Divanı, G. 83/7).
İderdün
Âdem’e secde budur Hak kıblemüz dirdün
Ne ma’nîden
sezâ oldı bileydün la’nete Şeytân
(Azbî Divanı, G. 191/2).
Yüz bin
ihlâs ile on iki imâmun kulıyuz
Âdem’e secde iden rükn ü kıyâmun kulıyuz Ehl-i beyt
ile olan sırr-ı selâmun kulıyuz Kemterün kemteriyüz ya’nî gulâmun kulıyuz
Rûm
sâdıkları abdâl makâmun kulıyuz Hasretüz dergehine şâh-ı imâmun kulıyuz Vech-i
hâtemde olan nutk u kelâmun kulıyuz Fukarâ içre dinen kavl ü peymânun kulıyuz
Şey’e li’llâh mevâlî-i ‘izâmun kulıyuz Tâc-ı Bektaş çeküp sanma ‘avâmun kulıyuz
Mazhar-ı nûr-ı nebî mahzen-i esrâr-ı ‘Alî Pîr-i erkân-ı tarîkat Hacı Bektaş
Velî
(Vahdetî Divanı, Tc. 16/6).
Arapça,
yolculuk anlamına gelen “seyr” ile tarikata girmek anlamında kullanılan “sülûk”
kelimesinden meydana gelen seyr ü sülûk terimi/kavramı, Allah’a kavuşmak için
mürşidin rehberliğinde çıkılan manevî yolculuk hâlidir (Ayverdi, 2005: 2763).
Salik olarak da bilinen yolcu, nefsindeki kötü huylardan arındığı ve iyi huylar
edindiği derecede bu yolculukta başarılı olabilecektir. Seyr ü sülûktaki asıl
amaç müridin kişisel arzu ve isteklerinden kurtulup kendisini ilahî iradenin
hâkimiyetine teslim etmesidir. Mutasavvıflar sülûkun biteceğini ancak seyrin
devam ettiğini savunurlar ve insanın ölümle birlikte tarikatla ilişkisinin
kesileceğini ama tanrısal yolculuğunun sonsuza kadar süreceğini söylerler
(Hançerlioğlu, 1984: 530).
Alevî ve Bektaşî
şiirinde bir mürşidin gözetiminde manevî yolculuğunu devam ettiren sülûk
ehlinin ebedî bir dirliğe kavuşacağı dile getirilir. Bu sülûk ehlinin işleri
sevgi ve dostluk üzerinedir. Bektaşî meşrep bir şair olan Fennî (ö. 1888) müridin çilesini
doldurmasıyla
sülûkunu tamamlayacağını söyler. Yetîmî (ö. 1552) ve Hayretî (ö. 153435) ise
sülûku can ve baştan vazgeçmeyle açıklarlar:
Câvidânî
dirlige yetmiş kamu ehl-i sülûk
İşleri
mihr-i mahabbet gönli ‘arşu’llâhdur
(Arşî Divanı, G. 55/3).
Fennî yedi
kırk çillede tekmîl-i sülûk it
Nâ-kasr koma
menzilde merâtibde tamâm ol
(Fennî Divanı, G. 113/8).
Tarîkı
fi’l-i nâ-şâyeste ile eyledün ber-bâd
Erenler yolına
virdün halel ey pîr-i nâ-bâlig
(Yetîmî Divanı, G. 99/3).
Terk-i ser
itmedür bu yolun hâsılı Yetîm
İllâ ne dem
ki başını meydâna kor yok
(Yetîmî Divanı, G. 105/7).
Biz fedâyî
cânlaruz yokdur ölümden bîmümüz
Cân ile
vardur erenler yolına teslîmümüz
Kimümüz
meydânda baş virür baş alur kimümüz
Câna başa
kalmazuz ‘âlemde Yahyâlılaruz
(Hayretî Divanı, Mur. 10/5).
Sapman
tarîk-ı meykededen gayrı bir yola Rehber gerekse dâmen-i pîr-i mugân
tutun
(Peşteli Hisâlî Divanı, G. 245/3).
Sözlükte, tasavvufa
inanan, tasavvufu bir hayat görüşü olarak benimseyen tasavvuf ehli derviş
kimselere sûfî adı verilmektedir (Ayverdi, 2005: 2852). Zâhid ise zühd
kelimesinden
gelmekte olup her türlü zevke karşı koyarak kendisini ibadete vermiş kimselere
denir (Gökbel, 2019: 933). Tasavvuf! manada genellikle olumlu anlamlar yüklenen
bu iki terim/kavram, klâsik Türk şiirinde âşığın “kendisini her fırsatta tenkit
eden, ardı arkası gelmez vaaz ve nasîhatlarla âşığı bunaltan, halkı âşığın
aleyhine
kışkırtarak
onun rahatını kaçıran, ancak fırsatını bulunca kendi de nefsine uymayı ihmal
etmeyen sözde dindarlar” için kullanılır (Şentürk, 1996: 1).
Klâsik
Türk edebiyatında genellikle âşığa öğüt vermesi bağlamında ele alınan zâhid,
âşığın artık görmek istemediği kişidir. Çünkü onun gönlünde cennet hevesi
vardır bu heves onu riyâya sürükleyecektir. Âşıkların gönlünde olan yalnızca
sevgilidir. Zâhidler ise görünüşleri itibarıyla dindar görünürler ama sözleri
irfandan yoksundur:
Zâhidâ dünyâ degil meyl eyler isem cennete
Sevdigümin yüzin Allâh’um bana göstermesin (Necâtî Bey Divanı, G. 390/4).
Sırâtun
köprüsine hak diye turursın ey zâhid
Göresin
nice yanarsın eger geçmezsen ol hakdan
(Mesîhî Divanı, G. 192/3).
Zâhidâ
Kevser’i yarın kim içermiş görelüm
Hele biz
nûş idelüm câm-ı safâyı bu gece
(Nef’î Divanı, G. 127/2).
Alevî ve Bektaşî şairlerinden Peştelî Hisâlî (ö. 1651-52)
gül renkli şarabın kendilerine, şerbetin ise kötü huylu sûfîlere mahsus
olduğunu söyler. Cesârî (ö. 1829) sûfîlerin dervişlik alameti olan hırkaya olan
düşkünlüklerini kendilerinin ise haya ve edep örtüsünü giydiklerini belirtir.
Misâlî (ö. 1541) ise sûfilerin yasaklanmış davranışlarda bulunduğunu ve bu
davranışlarından vazgeçmelerini ister:
Biz bâde-i
gülgûn içelüm yoksa Hisâlî
Şerbet
didügün sûfî-i bed-meşrebe mahsûs
(Peşteli Hisâlî Divanı, G. 229/5).
Hırka peşmîneye sûfî gibi mâ’il degülüz
Biz hayâ vü
edeb erkânı ridâ eylemişüz
(Cesârî Divanı, G. 398/3).
Hakk-şinâs
ol sûfiyâ kıl tevbe menhiyâtdan
Kim çekersin ‘âkıbet renc-i ‘azâb u gayz u harb (Misâlî
Divanı, G. 20/5).
Alevîlik
ve Bektaşîlikte yola ve erkana girmeye hevesli olan kişi ikrar verip nasîb
alırsa “tâlib” olarak adlandırılır. Bektaşîlikte, “âşık”, “tâlib”, “muhib”, “derviş”,
“baba”, “halîfe” ve “dedebaba” olmak üzere çeşitli makamlar bulunur. Bu
makamlardan ilk dördüne “mürid”; baba ve halifeye “mürşid”; dedebabalığa
erişenlere ise “pir” adı verilir (Gökbel, 2019: 210). Babagân Bektaşîlikte
Tokat çevresindeki tâliplere “dervişçiler” de denilir (218). “Tâlip çerağı”,
“tâlip ikrarı ve “tâlip sorgusu” Alevî ve Bektaşî kültüründe tâlip etrafında
kullanılan terimlerdendir/kavramlardandır.
Bektaşîliğin
temeli mürşid-mürid ilişkisine dayanmakta olup yola giren tâlibin uyması gereken
belli kurallar vardır. Tâlip, mürşidini kimseden daha faziletli bilmemelidir.
Anlayışı açık olmalı, şüpheye düşmemelidir. Mürşidine sadık olmalı, onun
sözünden çıkmamalıdır. Yani tüm benliği ile mürşidine bağlı olmalıdır.
Gerekirse canını ve başını mürşidi için verebilmelidir. Ancak bu hasletlere
sahip kişiler tâlip olabilir ve mürşidi vasıtasıyla Allah’a ulaşabilir (Soyyer,
2019: 425).
Klâsik
Türk edebiyatında tâlip genellikle istekli, arzu eden manasında kullanılmıştır.
Ancak bazı şairler Alevî ve Bektaşî geleneğinde bulunan tâlibin çeşitli
özelliklerine değinmişlerdir. Bâkî (ö. 1600) aşağıdaki beytinde kalp aynasının
saf olmasıyla Allah’a ulaşılabileceğini belirtir. Bu durum Bektaşîlikte tâlipte
bulunması gereken bir özelliktir. Eşrefoğlu Rûmî (ö. 1469-70) ise Allah’a
ulaşmak çabasında olanlara bir ulu kişinin elini tutmasını tembih eder. Yine bu
durum da Bektaşîlikte olan tâlibin mürşidi ile olan ilişkisi ile benzerlik
gösterir:
Tâlib-i
dîdâr isen mir’ât-ı kalbün sâf tut
Hâtıra
endîşe-i cennet cehennem gelmesün
(Bâkî Divanı, G. 355/3).
Tâlibiysen
Hak yolunun var elin al bir ulunun
Tut pendini
Eşrefoğlu’nun zinhâr şeyhe iriş şeyhe
(Eşrefoğlu Rûmî Divanı, G. 114/5).
Tâlib ol
ehl-i fenânun ayagı topragına
Var ise
başunda ‘aklun gel metâ’-ı himmet al
(Hayâlî Bey Divanı, G. 18/4).
Alevî ve Bektaşî edebiyatında tâlip yukarıda da
bahsedildiği gibi genellikle mürşid-mürid ilişkisi bağlamında
değerlendirilmiştir. Tâlipte aranan özelliklerden biri de dünyevî her şeyden
kurtulmuş olmasıdır. Bu da kendi varlığından vazgeçmesiyle mümkündür. Yetîmî
(ö. 1552), tâlibin fena meclisine girebilmesi için çekmesi gereken çileden
bahseder. Kadîmî (ö. 1957), tâlibin varlığını feda ederse yola gireceğini
söyler. Vîrânî (ö. ?) ise tâlibin yol göstericisi olan rehberini bırakmaması
gerektiği üzerinde durur. Tâlip, ancak bu sayede Hz. Alî’nin sırrına erecektir:
Fenâ bezmine ey tâlib eger yol varmak istersen Gözün
yaşın şarâb idüp cigercigün kebâb eyle (Yetîmî Divanı, G. 193/4).
Tâlibâ
gel varlıgun terk eyle gir bu ‘âleme
Gâfil olma
kim bu devrân bildigün devrân degül
(Kadîmî Divanı, G. 85/2).
‘Alî’yi kim
bilem dirsen iriş bir ehl-i ‘irfâna
Sakın ey tâlib-i
vahdet yüzün döndürme rehberden
(Vîrânî Divanı, G. 153/2).
Ey Hakk’un tâlibi gezme âvâre Gel boyun sun kulluk
eyle bir ere (Muhyiddîn Abdâl Divanı, G. 12/1).
Sözlükte,
uzaklaşma, uzak durma, çekilme manasına gelen “teberrâ” ile birini dost tutma,
dost edinme anlamına gelen “tevellâ” terimleri/kavramları (TDEKTA, 2006b: 114)
hem klâsik Türk şiirinde hem de Alevî ve Bektaşî yazınında sıklıkla
kullanılmaktadır. Genellikle, Hz. Muhammed’i ve ehl-i beytini sevenleri,
onların yolundan gidenleri sevenler tevellâ, onları sevmeyenleri, onlara
haksızlık edenleri sevmemek teberrâ terimiyle/kavramıyla karşılanır. Alevî ve
Bektaşî kültüründe müridin tarikata girerken şeyhinin dostunu dost, düşmanını
düşman bilmesi de tevellâ ve teberrâ terimiyle/kavramıyla eş değerdir (Gökbel,
2019: 859-860). Bunların dışında tevellâ Hak rızasında olmak, teberrâ ise ideal
olan sevgiliden başka her şeyden hatta canından, nefsinden bile vazgeçmek
anlamında da kullanılmaktadır (Soyyer, 2019: 436).
Klâsik Türk şiirinde
tevellâ sevgi, yakınlaşma anlamında şiirlerde yerini alırken, sevmemek,
uzaklaşmak anlamında teberrâ kullanılır. Ahmedî (ö. 1410’dan sonra)
sevgilinin
aşkını gönlünde bir tevellâ olarak görürken, onun aşkı dışında kalan bütün her
şeyi teberrâ kabul eder. Ahmedî (ö. 1410’dan sonra)’nin kullandığı bu anlam,
tevellâ ve teberrânın hakiki anlamıyla doğrudan ilintilidir. Yahyâ Bey (ö. 1582)
ise teberrâyîleri sevmediğini dile getirir:
Ben ezelde ‘aşkunı cândan tevellâ itmişem Tâ ebed uş
senden artuhdan teberrâ itmişem (Ahmedî Divanı, K. 60/1).
Keselüm
aslı ile şâh-ı vücûdını hemân Uralum cümle teberrâyîye tîg ü teberi
(Yahyâ Bey Divanı, K. 7/3).
Azbî
(ö. 1747), aşağıdaki gazelinde gaza ehli olanların tevellâyı ve teberrâyı
bildiğini, Kadîmî (ö. 1957) ise bu terimlerden/kavramlardan haberdar olduğunu
ve Hacı Bektaş Velî’den feyz aldığını söyler. Vîrânî (ö. ?) ise on iki imamları
sevenlerin tevellâ, bunlara düşman olanların ise teberrâ ehli olduğunu
belirtir:
Hudâ ‘aşkında cân viren ebed bâkîdür ol Haydar Tevellâsın
teberrâsın bilen ehl-i gazâdandur (Azbî Divanı, K. 6/4).
Tevellâ hem teberrâdan haber-dâram bugün
el-hak Bu yolda bâ’is-i feyzüm Hacı Bektaş Velî’dendür (Kadîmî Divanı, G.
140/2).
Kıl tevellâ Şâh ‘Alî Zeyne’l-‘abâ Bâkır’a Bularun
düşmânına sen teberrâîlerden ol (Vîrânî Divanı, G. 102/3).
Sözlükte,
görünme, belirme, ortaya çıkma, zuhur etme manalarına gelen tecellî tasavvuf
dilinde, Tanrı’nın dünyada varlıklaşması ve görünmesi demektir (Hançerlioğlu,
1984: 627-628). Sûfîlere göre tecellî, Allah’ın arayış içerisinde olanlara
verdiği mistik bir hediyedir (Renard, 2005: 152-153). Tecellî-gâh ise Allah’ın
varlığının belirdiği, ilahî gücün göründüğü yer anlamında kullanılır.
Tecellî,
vahdet-i vücûd felsefesinin bir yansımasıdır. Bazı mutasavvıflar, tenasüh ve
hulûl ile tecellîyi birbirinin aynı görmektedirler. Tenasüh inancının devamında
ahiret hayatının inkarı ve öteki dünya ile ilgili cennet, cehennem, hesap,
mîzan gibi inançların reddi vardır. Bu inançların reddi hususu ise Alevî ve
Bektaşî şiirinde söz konusu dahi edilemez. Çünkü Alevî ve Bektaşî
şairler/yazarlar ahiret inancının varlığını ifade eden birçok dinî ve edebî
metin meydana getirmişlerdir (Gökbel, 2019: 867-868).
Klâsik
Türk şiirinde tecellî teriminin/kavramının geçtiği birçok beyite
rastlanılmıştır. Genellikle tecellî, Hz. Mûsâ’nın Allah’ı Tûr dağında görmek
istemesi hadisesiyle, sevgilinin mutlak güzelliğinin âşığı tarafından
görülmesiyle, Hz. Muhammed’in nuru ile ve Allah’ın insanın gönlünde belirmesi
gibi farklı biçimlerde şiirlerde şairler tarafından sıklıkla işlenmiştir.
Âşık
Çelebi (ö. 1572), miraç olayının yaşandığı gün görünen nura telmih yaparak Hz.
Muhammed’in yüzünde gerçekleşen tecellîye değinir. Şeyhî (ö. 1431), Allah’ın
kendi gönlünde tecellî ettiğini belirtir. Beyânî (ö. 1664-65) ise Hz. Mûsâ’nın
Tûr dağında Allah’ın nurunu gördükten sonra buna dayanamayıp kendisinden
geçmesi hadisesine göndermede bulunur:
Yâ
Resûla’llâh ruhun subh-ı tecellî mihridür
Leyle-i
Mi’râc’a zulmetdür sevâd-ı kâkülün
(Âşık Çelebi Divanı, G. 27/3).
Dil-i
Şeyhî’ye cilâ virdi tecellâ-yı cemâl
İtdi hârâyı
güher sun’-ı bedî’-i keremün
(Şeyhî Divanı, G. 105/6).
Tahammül idemezsin zâhidâ tâb-ı tecellâya Olur
bî-tâb çeşmün seyr-i dîdâra heves itme (Beyânî Divanı, G. 726/2).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde ise tecellî Hz. Mûsâ’nın Tûr dağında Allah’la olan
görüşmesi olayı ekseninde ele alınır. Arşî (ö. 1620), Hz. Mûsâ’nın Allah’ın tecellîsi
karşısında heyecanla kendinden geçmesine göndermede bulunur. İrşâdî (ö.
1880-81), her tecellîyi Allah’tan bilip tevekkül kapısında olanların,
nefislerinin yüceliğini bildikleri zaman bu dünyada kul değil sultân
olacaklarını söyler. Hâmî (ö. 1891-92) ise yine Tûr dağında yaşanan tecellî
olayına değinir ve bunu Allah’ın insanın gönlünde olan zuhuruna bağlar. Bu
tecellî sayesinde de gönülde mâsivâdan bir iz kalmaz:
Âfitâb-ı
vech-i Fazl-ı Hakk olalı âşikâr
Oldı
müstagrak tecellâsından anun cümle şey
(Arşî Divanı, G. 294/3).
Her tecellî
Hak bilüp bâb-ı tevekkülde olan Kul iken sultân olur bellerse nefsün âlini
(İrşâdî Divanı, G. 84/6).
Tecellî ideli
Tûr-ı dile mihr-i cemâl-i yâr
Gönül levhinde nakış-ı mâsivâdan kalmadı âsâr (Hâmî Divanı,
G. 81/1).
Teslîm Taşı, Teslîm-i tavk,
Halka-i teslîm, Balım taşı, Pâlheng taşı
1-1,5
cm. kalınlığında, ön yüzü biraz dışa doğru tümsek, kenarlarında on iki muntazam
hilal şeklinde çukurluğu olan, 5-15 cm. çapında bir taş olup içi yuvarlak
delinen ve buradan geçirilen bağ ile boyuna takılan taşın adıdır (Gökbel, 2019:
873). Alevî ve Bektaşî kültüründeki bir söylenceye göre “Hacı Bektaş Velî’ye
zehir içirilir. Zehrin belirtileri görülünce Kutlu Melek, Hacı Bektaş’a yumurta
akından yaptığı bir ilaç verir. Hacı Bektaş, istifra eder ve istifra ettiği
zehir donarak bu taşı oluşturur. Taştaki kırmızı damarlar, zehre karışan hacı
Bektaş’ın kanıdır. Bu sebeple de taşı taşımak pire bağlılığın bir alameti”
olarak görülür (Soyyer, 2019: 435). Taşla ilgili bir diğer söylence ise “Hz. Muhammed
aç yattığı günlerde açlığını gidermek için midesi üzerine açlığını bastırmak
için bir taş bastırır. Bu taş teslim taşıdır. Bundan dolayı da taşı taşımak Hz.
Muhammed’in açlığının anısınadır” (Gökbel, 2019: 729). Teslim taşını takmanın
tasavvuf dilinde kendini Allah’a teslim etmek, tarikatta ise müridin mürşidine
olan bağlılığını göstermek gibi anlamları da vardır.
Klâsik
Türk şiirinde teslim halkası genellikle boyuna geçirilen bir halkadır. Bu
halkanın temsil ettiği anlam teslimiyetin bir göstergesi olması dolayısıyladır.
Nev’îzâde Atâyî (ö. 1635) kim teslim halkasını boynuna hizmet için geçirirse
onun ehl-i beytin dostu olmasını
diler. Halka-i teslim
ile kastedilen aslında kulağa geçirilen mengûştur. Ancak, aşağıdaki beyitte
Bâkî (ö. 1600), güzel söz söyleme
meydanındaki yiğitliğini halka-i teslimi
boynuna
geçirmesine bağlar:
Kim geçirür
gerden-i teslîm-i tavk-ı hidmeti Bâ-husûs ola muhibb-i hânedân-ı
pür-safâ
(Nev’izâde Atâyî Divanı, K. 18/14).
Ben
kemend-endâz-ı meydân-ı belâgat olalı
Halka-i
teslîme geçmişdür ser-i gerden-keşân
(Bâkî Divanı, K. 22/30).
Alevî
ve Bektaşî şiriinde teslim taşı genellikle, dervişlerin ve kalenderlerin
dervişlik alameti olan hırka ve taç ile birlikte geçer. Azbî (ö. 1747) boynuna
geçirdiği teslim halkası ile Horasan şâhının bendesi olduğunu söyler. Sâcid (ö.
1844) ise on iki dilimli taç ile birlikte teslim halkasına şiirinde yer verir
ve kemeri on sekiz bin âlemi koruyan bir kucağa benzetir:
Hırkam
anundur başumda tâcum bir bendesiyem boynumda teslîm Delîl-i bürhân
şâh-ı Horasân her derde dermân vâris-i ekber
(Azbî Divanı, K. 4/14).
Sana mâ’-i
‘azîzdir on iki terg üzre teslîmin
Kemerdir on
sekiz bin âlemi hıfz eyleyen âgûş
(Sâcid Divanı, G. 88/4).
Kötü
ve günah işlerden vazgeçerek Allah’a yönelmek anlamında kullanılan tevbe,
dünyevî tutkulardan, nefsin isteklerinden sıyrılıp tarikata girmek amacıyla
yapılır. Hemen hemen bütün tarikatlarda tarikata girmenin ilk şartı tevbe
etmektir. Bektaşîlikte müridin daha yola giriş töreninde ilk yapacağı şey tevbedir.
İkrar verme töreninin başında rehber, tâlibe abdest aldırırken her organını
yıkattıkça “Ey tâlip, yıkadığın bu organı, bu zamana kadar yaptığın yanlış
işlem ve suçlarından temizlenmek üzere yıkıyorsun” diye özellikle zikreder
(Gökbel, 2019: 884). Söz verme töreninin telkin bölümünde de mürşid tarafından
tâlibe meydanda hazır olanların huzurunda tevbe ettirilir Soyyer, 2019: 440).
Tevbe-i Nasûh ise bozulmamak üzere edilen (Ayverdi, 2005: 3192) ve “sütün
çıktığı memeye dönmesinin mümkün olmadığı gibi”, tevbe edilen günaha bir daha
dönmeme tevbesidir (Cebecioğlu, 2004: 657).
Klâsik
Türk edebiyatında tevbe terimi/kavramı genellikle içki, sâkî ve eğlencenin
geçtiği beyitlerde kullanılmıştır. Ahmed Paşa (ö. 1496-97), verdiği sözü ve
tevbesini bırakmayı ancak içki kadehini bırakmamayı söyler. Onun verdiği söz bu
peymâneyedir. Şeyhî (ö. 1431) ise sâkînin getireceği içkiyle tevbe hırkasını
parçalamak istemektedir:
Tevbe vü peymânı koyam koymayam peymâneyi Böyledir
peymâne ile ahd ü peymânım benüm (Ahmed Paşa Divanı, G. 187/3).
Getür sâkî
ol mâye-i cezbeyi
Çekem çâk
idem hırka-i tevbeyi
(Şeyhî Divanı, 88).
Mahbûb-ı
meye tevbeliyem dirse Necâtî İnanmayasız sözine zîrâ ki delidür
(Necâtî Bey Divanı, G. 102/8).
Klâsik
Türk şiirinde daha çok verilen sözden dönme anlamında kullanılan tevbe, Alevî
ve Bektaşî şiirinde dönülmemesi gereken söz olarak şairler tarafından dile
getirilir. Bu sebeple de tevbe, tevbe-i Nasûh ile ifade edilir:
Eglenür gönlüm dem-â-dem sâz ile hoş söz ile
Ya ne lâzım eylemek andan bana tevbe-i Nasûh (Cesârî
Divanı, G. 120/2).
Kılmadı devr-i felek kimseye mihrün bâkî Dil anun terki
içün eyle bana tevbe-i Nasûh (Turâbî Divanı, G. 66/4).
Nesîmî
kıldıysa bir katle tevbe
Nasûhî
tevbesi tâbu ila ’llâh
(Nesîmî Divanı, G. 374/10).
Kadere
boyun eğme, razı olma anlamında kullanılan kelime Arapça “vekl” kökünden
türemiştir. Kulun yapabileceği her şeyi yaptıktan sonra kendisini koruması için
Allah’ı vekil etmesi, işini Allah’a bırakması bu terimle/kavramla ifade edilir
(Hançerlioğlu, 1984: 651). Tasavvufta tevekkülün üç derecesi vardır. Bunlar:
Allah’a güvenip onun sözüyle huzur bulma (tevekkül), teslim olma (teslim) ve
Allah’ın hükmüne razı olma (tefvîz)’dır (Komisyon, 2006: 1097).
Klâsik
Türk edebiyatında şairler genellikle tevekküllerinin Allah’a olduğunu
belirtirler. Tevekkül terimi/kavramı kanaat ehli kimselerin soysuz kişilere baş
eğmemesi fikrinin belirtildiği beyitlerde ve “dünyâ-yı dûn”, “edânî” gibi
terimlerle/kavramlarla birlikte kullanılır. Bu durum tevekkülün teslimiyet
derecesiyle alakalıdır. Beyânî (ö. 1664-65) kendisini kanaat ehli bir derviş
olarak görür ve tevekkülün kârı olduğunu söyler. Bâkî (ö. 1600) ise yine aynı
fikirle soysuz kimselere baş eğmeyeceğini, tevekkülünün ve itimadının sadece
Allah’a olduğunu belirtir:
Gencîne-i
kanâ’ate mâlik olup hemân Açma ‘Atâyî kimseye bâb-ı tevekküli
(Nev’izâde Atâyî Divanı, G. 268/5).
Nân içün dûnâna biz baş egmeyüz müstagnîyüz Biz kanâ’at
ehli dervîşüz tevekkül kârumuz (Beyânî Divanı, G. 336/3).
Baş egmezüz
edânîye dünyâ-yı dûn içün Allâh’adur tevekkülümüz i’timâdumuz
(Bâkî Divanı, G. 192/2).
Alevî ve Bektaşî şiirinde de tıpkı klâsik Türk şiirinde
olduğu gibi tevekkül Allah’adır. Yalnız bazı şairler Alevî ve Bektaşî
kültüründe önemli gördükleri kişileri de tevekkül kapısı olarak adlandırırlar.
Caferî Baba (ö. ?), Hz. Hüseyin’e tevekkül edilmesinin nedeni olarak onun Hz.
Muhammed’in bağışlayıcılığının taşıyıcısı olduğunu söyler. Arşî (ö. 1620),
tevekkülün gereklerinden biri olan sabır terimine/kavramına değinir. Azbî (ö.
1747) ise dünya üzerinde kiminin bir lokmaya bile göz diktiğini kiminin ise
tevekkül kapısında beklediğini, sabrettiğini vurgular:
Gel cân u
dilden eyle tevekkül Hüseyn’e kim Andan irişdi cümle nevâl-i Muhammed’e
(Caferî Baba Divanı, K. 10/4).
Dâr-ı vahdetde tevekkül kapusın kıldum küşâd Döşedüm
seccâde-i sabrı bulup kalb-i selîm (Arşî Divanı, G. 187/3).
Kimi bâb-ı tevekkülde
kimi lokmaya göz dikmiş Kiminde meymenet vardur kimisi kibr ile şûmdur
(Azbî Divanı, G. 98/4).
Üç,
Üçleme, Teslîs, Allah-Muhammed-Alî
Hak-Muhammed-Alî
üçlemesini simgeleyen terim/kavram Alevî ve Bektaşî kültüründe
“eline-beline-diline” sahip olmak terbiyesinden gelmektedir. Ayrıca
terimle/kavramla tarikatlarda “mürid-rehber-mürşid” üçlemesi, Nusayrîlikte
“ayn-mim-sin” harflerinden hareketle “Muhammed-Alî-Selmân-ı Fârisî”,
Bektaşîlikte “Alî-Hasan-Hüseyin” ya da “Muhammed-Alî-Fâtımâ” kastedilmektedir
(Gökbel, 2019: 893). Bu üçleme “Allah- Rûhullâh-Sırrullâh”,
“Ulûhiyet-Nübüvvet-Velâyet” için de kullanılmaktadır. Ayrıca, Bektaşîlik ve
Hristiyanlık arasında ilişki kurmaya çalışan bazı araştırmacıların belirttiği
gibi “Eb-Ebû-Rûhu’l-Kuds” ile Bektaşîlikteki üçlemenin üç sayısı dışında
herhangi bir benzerliği de bulunmamaktadır (Soyyer, 2019: 447-448).
Alevî
ve Bektaşî literatüründe sıklıkla kullanılan terim/kavram etrafında da çeşitli
kelimeler türemiştir. Bunlar: “üç âlem”, “üç düğüm”, “üç fitilli kanun çerağı”,
“üç ilke”, “üç meydan”, “üç mukaba”, “üç sünnet”, “üç terk”, “üç yasak”, “üç
yemeği”, “üçleme”, “üçler”, “üçlü şehâdet”, “üçüncü ölme”dir.
Çagırıram Allâh Muhammed ‘Alî virdüm
budur
Ne kadar lâyık degilsem tâlibiyem
şefkatün
(Azbî Divanı, K. 7/38).
Muhammed dîn ‘Alî îmân
bulardur nûr-ı Hak vâhid
Gel anla bunlarun remzin didüm işit
beyânu’llâh
(Vîrânî Divanı, G. 99/3).
Ol srrr-ı velâyet ü kerâmet
Sâhib-i hünerdür velâyet
Hakk’ı sevene kılın himâyet
Allâh u Muhammed ü ‘Ali’dür
(Hatâyî Divanı, Mur. 259/3).
Tasavvuf
dilinde insanın Tanrı’yla birleşip tek olması anlamında kullanılan vahdet
terimi/kavramı, özellikle tasavvufta çok önemli bir yere sahiptir. Tasavvuf
yolundaki bütün gelişmeler bu terimle/kavramla açıklandığı gibi tasavvufun
temel felsefesi de bu terimle/kavramla dile getirilir (Hançerlioğlu, 1984:
688). Kesret ise tasavvufta vahdetin zıddı olup çokluk anlamını taşır (TDEKTA,
2005: 113). Bir başka ifadeyle “bir olan yaratıcının isim ve sıfatlarıyla
tecellî edip çokluk hâlinde görünmesi kesret iken bu çokluğun hakiki bir
varlığı olmadığını kavrayıp var olarak sadece Hakk’ı görmeye ise vahdet” adı
verilir (Gökbel, 2019: 492). Alevî ve Bektaşî kültüründe “kesrette vahdet”
ifadesi sıkça karşılan ifadelerdendir. Allah-Muhammed-Alî üçlemesi de kesrette
vahdetin bir örneğidir.
Klâsik
Türk edebiyatında vahdet ve kesret genellikle tezat anlam oluşturması için bir
arada kullanılmıştır. Bâkî (ö. 1600), gönlünü kesret meclisinden çekilen bir
kadehe benzetmekte vahdet tekkesinde bir köşeye çekilip yaşamak niyetindedir.
Nef’î (ö. 1635), rindlerin gafletten uyanıp kesreti burakıp tenhâlık makamına
geçmelerini diler. Yahyâ Bey (ö. 1582) de kesreti bir esirlik olarak görmekte
ondan kurtulmak istemektedir. Şairlerin kesreti bırakıp vahdete meyletmeleri
Alevîlik ve Bektaşîlikteki “kesretten vahdete” tabiriyle de örtüşmektedir:
Bezm-i kesretden çekildi câm-veş Bâkî gönül Tekye-i vahdetde
‘uzlet ihtiyâr itsem gerek (Bâkî Divanı, G. 273/5).
Yoklasan noktada mevcûddur esrâr-ı hurûf Rind isen gafleti
ko kesreti tenhâya degiş (Nef’î Divanı, G. 68/4).
Vahdet istersen elif gibi yüri tenhâda ol Rây-ı kesretden
berî ol sâde ol âzâde ol
(Yahyâ Bey
Divanı, G. 247/1).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde dünya kesret makamıdır. Yani Allah’tan başka her şeyin
olduğu mâsivânın kendisidir. Arşî (ö. 1620)’ye göre nasîp almak kesret
dünyasından uzaklaşıp kalender olmakla mümkündür. Yetîmî (ö. 1552) ise
kesretten vahdete geçişin yolunun ilim yolu olduğunu belirtir. Bosnalı Vahdetî
(ö. 1598)’nin vahdet ve kesret ile ilgili düşüncesi ise yukarıda da
bahsedildiği gibi “kesretten vahdete” anlayışıyla birebir örtüşür:
Elin çek
mâsivâ-yı kesret-i dünyâdan ikrâh it
Nasîb
almaga ‘ukbâdan kalender ol kalender ol
(‘Arşî Divanı, G. 181/4).
Kesrete
düşse gönül kûşe-i vahdet var iken
Eyle
tahsîl-i ma’ârif yüri fursat var iken
(Yetîmî Divanı, G. 153/1).
Vahdetî vahdet meyinden mest ü medhûş ol yüri Ger
dilersen kesret içre dâ’im olsun vahdetün (Vahdetî Divanı, G. 79/5).
Vird,
Alevîlerin ve Bektaşîlerin belli vakitlerde söylemiş oldukları ayet, hadis ya
da ermişlerin sözlerinden oluşan yakarış ve dualarına denir (Gökbel, 2019:
914). Çoğulu evrâd olup müridler tarafından belli sayılarda bireysel ya da
toplu olarak söylenir.
Alevî
ve Bektaşî şiirlerinde evrâdla kastedilen genellikle Lâ-fetâ illâ ‘Alî
lâ-seyfe illâ Zü’l-fekâr lafzıdır. Behrî (ö. ?), Hz. Muhammed’in sohbetinde
bulunan seçkin kişilerin virdlerinin lâ fetâ sözü olduğunu ve bunu gece
ve gündüz söylediklerini belirtir. Arşî (ö. 1620) ve Hâmî (ö. 1891-92) de Hz.
Alî’nin menkıbelerini okumayı vird olarak görürler ve onu okuyanlara Hz.
Muhammed’in şefâatçi olacağını söylerler:
Yek nazarla
sâyebân irdi necâta der-hemîn Nûra müstagrak olup ender kamu rûy-ı zemîn Feyz-i
nûrundan hidâyet kıldı fahr-ı mürselîn Şehsüvâr-ı şâhid-i feyyâz-ı Hak âl-i
nigîn Ol kerem-kânı mürüvvet ma’deni feyyâz-ı dîn Enbiyâ vü evliyâ vü nûr-ı
Rabbi’l-‘âlemîn Yâd idüp bu levhi nâzil kıldı Cibrî’l-emîn
Rûz u şeb evrâd
ider hep cümle ashâb-ı güzîn Lâ-fetâ illâ ‘Alî lâ-seyfe illâ Zü’l-fekâr
(Behrî Divanı, Müt. 44/5).
Vird it
dilünde menkabet-i âl-i Haydar’ı Ahmed şefî’ ola sana tâ rûz-ı mâ-cezâ
(Arşî Divanı, K. 6/23).
Lâ-fetâ
illâ ‘Alî lâ-seyfe illâ Zü’l-fekâr
Didi
peygamber anınçün virddür her ân bize (Hâmî Divanı, K. 2/6).
Tasavvufta
kutsal kabul edilen yedi sayısı mitolojik kökenli bir sayı olup temelinde yedi
kat yer ile yedi kat gök inancı hâkimdir (Durbilmez, 2011: 86). Yedi sayısıyla
genellikle dünyayı merkez tanıyan ve etrafında dönen Ay, Utarid, Merrîh, Güneş,
Zühre, Müşteri ve Zülâl; Hz. Alî’de bulunduğuna inanılan yedi üstün sıfat; Gâip
erenler; yedi tarikat yedî erkan; haftanın günleri; sebü’l-mesânî; insan
boynundaki yedi kemik; yeniçerilerdeki yedi kapı; Hacı Bektaş Dergahı’ndaki
yedi kapı; Ka’beyi yedi kez tavaf; pir, mürşid, rehber, iki musâhip ve iki
eşlerini belirten yedi erkan; yedi ozan kastedilmektedir (Gökbel, 2019:
917-918).
Alevî
ve Bektaşî literatüründe “yedi abdal”, “yedi aşama”, “yedi baba”, “yedi çizgi”,
“yedi erkan”, “yedi farz”, “yedi imam”, “yedi kale”, “yedi mushaf’, “yedi
sıfat”, “yedi taç”, “yedi tamu”, “yedi tutum”, “yedi ulu”, “yedi yemeği” gibi
yedi sayısı ile alakalı çeşitli terimlere/kavramlara rastlanılmaktadır.
Alevî
ve Bektaşî şairlerden Cesârî (ö. 1829), yedilerin Allah’ın dininin yayıcısı
olduğunu söyler. Azbî (ö. 1747) ise Alevî ve Bektaşî kültüründe sıklıkla dile
getirilen insanın kainatın özü olduğu felsefesine değinerek yedi kat yer, yedi
kat gök ve yedi deryanın bu özde bulunduğunu belirtir. Racûlî (ö. ?) ise
Hurûfîlerin yedi hat olarak adlandırdıkları hutût-ı ümmiyyeye işaret eder ve
bunun ledün ilmiyle açıklanabileceğini söyler:
Ma’bede
geldi yediler didiler târîhini
Kıl namâz
eyle du’â makbûl eyler Kird-gâr
(Cesârî Divanı, Tar. 68/8).
‘Âlem-i
kübrâ özündür ‘Azbiyâ hâbdan uyan
Yedi kat
yir yedi kat gök yedi deryâ sendedür
(Azbî Divanı, G. 92/5).
Bu ledün
‘ilmini Racûlî idersen tahsîl
Yüzine bak yedi
âyet nice ma’nâ görinür
(Racûlî Divanı, G. 96/7).
Muâviye’nin
oğlu olup 680-683 yılları arasında Emevîler’e hükmeden halifenin adıdır
(Gündüz, 1998: 397). Hz. Muhammed’in torunu Hz. Hüseyin, Yezîd’in hükümdarlığı
sırasında ve onun emriyle şehit edilmiştir. Bu olaydan dolayı yalnız Alevî ve
Bektaşîler değil, tüm Anadolu halkı, nefret edilen, düzenbaz, hilekâr kimseler
için de “yezîd” sıfatını kullanmıştır (Gökbel, 2019: 926).
Alevî
ve Bektaşî şiirinde Yezîd hep lanet edilen olmuştur. Hatâyî (ö. 1574) Hz.
Alî’ye düşmanlık edenlerin de Yezîd’den farkının olmadığını söyler. Usûlî (ö.
1538) ise tarikata meyletmeyip canından ve başından vazgeçmeyenleri Yezîd
olarak nitelendirir:
Her kim anı
severse Yezîd’den ne farkı var Çün kullarına havf u hatârdan penâhdur
(Hatâyî Divanı, G. 187/5).
Bu hüsn ü bu cemâl ile güzeller şâhısın şâhum Yolunda cân u
baş terkini urmayan Yezîd olsun (Usûlî Divanı, G. 99/2).
Ey Cesârî
biz mahabbet hânedânîlerdenüz Ol Yezîd cânına la’net eyleyen Bektaşîyüz
(Cesârî Divanı, G. 361/7).
Sözlükte
sahip anlamındaki “zû” ile omurga, boğum manasına gelen “fekâr” kelimelerinden
oluşan “zülfikar” Hz. Alî’nin iki tarafı keskin, ortası yivli kılıcının adıdır
ve Hz. Muhammed tarafından Hz. Alî’ye verilmiştir. Kabzasının ucu gümüşten,
bağında bir halkası, ortasında da gümüşten bir süs topuzcuğu bulunan zülfikârın
Merzûk es-Sakîl adlı bir kılıç ustası tarafından yapıldığı rivayet edilir
(Soyyer, 2019: 466). Başka bir rivayet ise bu kılıcın Bedir Savaşı sırasında
gökten indirildiği ile ilgilidir (Gökbel, 2019: 944).
Alevî
ve Bektaşî çevreye mensup şairler/yazarlar Hz. Alî’nin kahramanlıklarını
anlattıkları hemen hemen bütün şiirlerinde zülfikâra da değinirler. Hatta
zülfikârla ilgili olarak Lâ fetâ illâ Alî lâ seyfe illâ Zü’l-fikâr
(Alî’den başka yiğit, Zü’l-fikâr’dan keskin kılıç yoktur) sözü sıklıkla dile
getirilir. Bu söz aynı zamanda Bektaşîlerin zikridir. Ayrıca bu kılıç,
düşkünlük erkanında sembolik bir anlama da sahiptir. Alevî dedelerin elinde
tuttukları değneğe de zülfikâr denilir (Noyan, 2003: 159) ve suçluyu
cezalandıracak olan kişinin elinde bu değnek vardır (577).
Alevî ve Bektaşî şairlerden Bosnalı Vahdetî (ö. 1598)
kendisini Havâric zümresine savaş açıp kanını döken Allah’ın askeri olarak
görür. Bunu da Hz. Alî’nin kılıcı zülfikâr ve atı Düldül ile gerçekleştirir.
Nesîmî (ö. 1404-05) ise sözlerinin doğruluğunu zülfikârın keskinliğine
benzeterek sözlerinin haset kimselerin bağrını deldiğini söyler:
‘Aşkun
atına ol süvâr destine alup zü’l-fekâr
Durmaz ‘adû eyler firâr bak Haydar-ı Kerrâr’a gel (Gurbî
Divanı, G. 102/3).
Şeh-i Düldül-süvârun zü’l-fekârın der-miyân itdük
Havâric kanını yire döken merd-i Hudâ’yuz biz (Vahdetî Divanı, G. 42/5).
Dogrı söz
dograr hasûdun bagrını şol ma’nâdan
Münkire
oldı Nesîmî’nün kelâmı zü’l-fekâr
(Nesîmî Divanı, G. 106/14).
Çalışmanın
birinci bölümünde Bektaşîlik tarikatının oluşumu hakkında ortaya atılan
görüşler değerlendirilmiştir. Bu fikirlerin geneli, Bektaşîliğin Ahmet
Yesevî’nin fikirlerinin Anadolu’daki bir yansıması olduğu noktasında
birleşmekle birlikte içerisinde hem eski Türk inanışlarına ait unsurları hem de
İslamiyet’e ait değerleri barındırdığı yönündedir.
Araştırmacıların
üzerinde durduğu konulardan biri de Bektaşîliğin etkilendiği/etki ettiği dinî
ve sosyal oluşumlar hakkındadır. Genellikle araştırmalar, Bektaşîliğin ortaya
çıkması ve yayılma alanıyla yakından ilgisi bulunan bu dinî ve sosyal
oluşumları birlikte ele almışlardır. Kimi araştırmacıların Bektaşîliği ilk
oluşum aşamasında bir tarikat olarak görmedikleri hatta Bektaşîliğin, etkisinde
kaldığı Hurûfî ve Safevî tesiriyle bir tarikat hüviyeti kazandığını ileri
sürdükleri görülmüştür. Ancak bu çalışmada, Bektaşîliğin daha 15. yüzyılda bir
tarikat olarak faaliyet gösterdiği dervişleri ve müridleri olduğu
belirtilmiştir.
Ahmet
Yesevî’nin öğretilerinin Anadolu’daki yansıması olan Bektaşîliğin özellikle ilk
oluşum aşamasında Yesevîlik öğretilerine sıkı sıkıya bağlı olduğu görülürken
daha sonradan içerisine Hurûfî ve Safevî kültürlerinin karışmasıyla birlikte
farklı bir yapıya büründüğü de bir gerçektir. Bektaşîliğin bu yaşamış olduğu
değişim ve dönüşüm edebî eserlerde de göze çarpmaktadır. Ancak, Bektaşî
kültüründe görülen Hurûfî ve Safevî tesirlerinin hangisinin daha önce
Bektaşîliğe etki ettiği elde bulunan kaynaklardan hareketle henüz tam anlamıyla
ortaya konulamamıştır. Yalnız, konuyla ilgili olarak Alevî ve Bektaşî çevrenin
verdiği eserler vasıtasıyla çeşitli varsayımlarda bulunulabilir.
Çalışmanın
ikinci bölümü Bektaşîliğin inançsal temelleri hakkındadır. Bu bölümde Bektaşî
öğretilerinde görülen eski Türk inanışları, Melâmîlik, Yesevîlik, Kalenderîlik,
Vefâîlik, Haydarîlik, Hurûfîlik, Ahîlik ve Babaîlik gibi dinî oluşumlar
açıklanmaya çalışılmıştır.
Araştırmacıların
birçoğu Bektaşîlerin Kalenderîler, Vefâîler ve Haydarîlerle aynı dinî ve sosyal
yapıya sahip olduklarını ileri sürmüştür. Velâyetnâme-i Hacı Bektaş Velî incelendiğinde
de Bektaşîlerin ilk oluşum aşamasında Vefâî, Kalenderî ve Haydarî dervişler
vasıtasıyla Anadolu’da varlığını sürdürdükleri görülecektir. Her ne kadar
isimleri farklı olsa da Vefâî, Kalenderî, Haydarî ve Bektaşîler gerek dış
görünüşleri ve gerekse yaşam biçimleriyle büyük oranda benzerlik
taşımaktadırlar. Ancak bu durum Bektaşîlerin Kalenderî, Vefâî ya da Haydarî
olduklarını göstermez. Bu sebeple bunları inançları ve esasları birbirine
benzer farklı yapılanmalar olarak değerlendirmek gerekmektedir.
İlk
oluşum aşamasında şeriate bağlı bir tarikat olan Bektaşîliğin şeriatten uzak
bir yapılanma olarak nitelendirilmesi genellikle Bektaşîliğin Hurûfîlikle
karşılaşması ve onun tesirinde kalmasından sonra olmuştur. Bektaşîlikle ilgili
olarak ortaya atılan asılsız iddiaların en temel sebebi de bu durumdur.
Yine
aynı şekilde Bektaşîliğe etki eden Şiî inancı da Bektaşîliğin farklı
algılanmasına yol açmıştır. Özellikle de Şiîliğin aşırılığa kaçan kollarından
olan Sebeiyye ve Gâliyye inancının gereği olan Hz. Alî’nin ilahlaştırılması
meselesinin üzerinde durulması gereken konulardan olduğu görülmüştür.
Hz.
Alî’ye atfedilen ilahlığın bir benzeri Hurûfîliğin kurucusu Fazlullâh Hurûfî
için de söylenmiştir. Şiirlerini Hurûfî etkiyle kaleme alan şairlerin
eserlerinde bu durum açıkça görülmektedir. Bu şairler, Hz. Alî’yi ve
Fazlullâh’ı genellikle Allah’ın sıfatlarıyla anmayı tercih etmişlerdir.
Tezin
üçüncü bölümünde hem klâsik Türk şiirinde hem de Alevî ve Bektaşî yazınında
sıklıkla kullanılan terimler/kavramlar hakkında bilgiler verildikten sonra
ilgili beyitler sıralanmıştır. Her iki sahada ortak kullanım alanına sahip
terimlerin/kavramların kullanıldığı tespit edildiği gibi aynı terimin farklı
anlamlarda kullanıldığı da görülmüştür. Hatta aynı terimlerin/kavramların
yüzyıllara göre anlam farklılaşmasına uğradıkları örnekler de vardır. Ayrıca,
edebî eserlerde kullanılan terimlerin/kavramların büyük bir çoğunluğu dinî
terimlerden/kavramlardan, hadislerden ve ayetlerden oluşmaktadır.
Kavramların
açıklanması noktasında incelenen eserlerde Bektaşîliğin iki farklı biçimde ele
^alındığı tespit edilmiştir. Kimi şairlerin Bektaşîliği Hurûfîlik öğretileriyle
değerlendirdikleri kimilerinin ise eserinde Hurûfîliğe hiç yer vermedikleri
görülmüştür. Hatta aynı yüzyılda yaşamış şairlerde de bu duruma
rastlanılmıştır.
İncelenen
eserlerdeki önemli bulgulardan biri de Bektaşîliğe mensup bazı şairlerin Sünnî
inanışa bağlı terimlere/kavramlara şiirlerinde yer verdikleri hakkındadır. Kimi
Alevî ve Bektaşî şairler Hz. Alî’yi ilahlaştırıp diğer halifelerin isimlerini
eserlerinde zikretmezken kimileri ise halifelerin isimlerini sıralayıp sahip
oldukları özellikleri dile getirmişlerdir. Muhtemelen Hz. Alî dışında Hz. Ömer,
Hz. Ebû Bekir ve Hz. Osman’ın isimlerinin eserlerde zikredilmemesinde bazı
şairlerin Şiîliğin aşırılığa kaçan kollarından olan Sebeiyye ve Gâliyye inancının
tesirinde kalmış olmaları etkili olmuştur.
Yine
terimler/kavramlar hakkında araştırmalar neticesinde Alevî ve Bektaşî
şairlerin/yazarların belli terimleri/kavramları özellikle kullandıkları
görülmüştür. Alevî ve Bektaşî kültüründe Hz. Muhammed’in yardımcısı Hz. Alî
olarak kabul edilir. Aynı şekilde şairler bilinçli olarak bu benzerliği Hz.
Mûsâ’nın Hz. Hârûn’u kendisine yardımcı tayin etmesine benzetmişlerdir. Hz.
Harun’un çocuklarının adının Hz. Alî’nin çocuklarının adıyla olan benzerliği de
bu durumun bir sonucudur.
İncelenen velâyetnâmelerde de yukarıdakine benzer durumlar
görülmüştür. Abdal Mûsâ Velâyetnâmesi’nde Abdal Mûsâ ile Hz. Mûsâ birçok
yönden birbirine benzer. İkisi de ateşte yanmaz, ikisinin de ellerinde asası
çevrelerinde müridleri vardır. İkisi de Tur dağında bulunurlar ve ikisinin de
düşmanı kendilerine inanmayan kimselerdir. Alevî ve Bektaşî yazınındaki bu
benzerlik muhtemelen Alevî ve Bektaşî çevreye mensup din ulularına kutsiyet
atfetmek amacıyladır. Şiirlerde de bu hadiselere sıklıkla telmihler
yapılmıştır.
Sonuç olarak klâsik Türk şiiri ile aynı kültür çevresinden
beslenen Alevî ve Bektaşî şiirinde, ortak kullanım alanına ait birçok
terim/kavram tespit edilmiştir. Kimi zaman gerçek anlamıyla kullanılan bu
terimler/kavramlar kimi zaman ise belirli değişikliklerle şiirlerdeki yerini
almıştır. Yapılacak yeni çalışmalarla birlikte elbette ki bu terimlerin/
kavramların sayısı artırılacaktır.
[1] Ey
günahkarların şefaatçisi! Bize merhamet eyle.
[2] Kün feyekûn ifadesinin kısaltılmış biçimi.
Anlamı: “Ol” der, oluverir.
[3] Divan şiirinde de bu olayla ilgili söylenmiş
çokça beyit bulunmaktadır. Ayrıntılı bilgi için bk. Demirci, Mehmet (2008) Nûr-ı
Muhammedi. İstanbul: Kitabevi Yayınları.
[4] Bektaşilik’te yedilerle, Hz.
Muhammed, Hz. Hatice, Hz. Fâtımâ, Hz. Alî, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Selmân-ı
Fârisî kastedilmektedir. Ayrıntılı bilgi için bk. Gülçiçek, A. Duran (2004/ \ller
Yönüyle Alevilik (Bektaşîlik-Kızılbaşlık) ve Onlara Yakın İnançlar. Köln:
Etnographia Anatolic.; Günşen, Ahmet (2007). “Gizli Dil Açısından
Alevîlik-Bektaşîlik Erkân ve Deyimlerine Bir Bakış”. Turkish Studies Dergisi.
c.2 ss. 328-350.
[5]
‘Alleme’l-esmâ kelimesiyle Bakara suresi 31 ve 32. ayetlerine gönderme
yapılmaktadır. “Allah, Adem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra
onları meleklere göstererek, “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana
bunların isimlerini bildirin” dedi. Melekler, “Seni bütün eksikliklerden uzak
tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur.
Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin” dediler
(Bakara, 31-32).
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar