METAFİZİK VARLIKLARDAN CİNLERE İNANCIN PSİKO-SOSYAL BOYUTLARI
Hazırlayan: TURGAY ŞİRİN
Ondokuzuncu yüzyılın
sonlarında bağımsız bir bilim dalı olarak ortaya çıkan ve pozitif bilimlerden
biri olan psikoloji, insanı ve insanla ilgili her türlü problemi ele almakta,
bir alt dalı olan din psikolojisi ise, insanın dinî ve mistik hayatının çeşitli
yönlerini, bir başka deyişle dinin insan üzerindeki etkilerini ve davranışlara
yansımalarını ve bunların sebeplerini incelemektedir. Dolayısıyla din
psikolojisi dindar insanı psikolojik bakımdan bir anlama girişimidir[1].
Dinin ve mistik
unsurların, sonlu olana bir tür anlam kazandırma ile ilgili bir yanının olduğu
halde, psikolojik ve sosyal analize sadece sonlu olan açıktır. Bu sebeple
bilim, tabiatı gereği, dinî hayatın bütün sırlarını keşfedemez. Ancak dinin
veya metafizik unsurların insan üzerindeki etkileri veya genel anlamda dinsel
veya metafizik hususların sonuçları, bilimsel ve rasyonel bir yaklaşımla
incelenebilir[2].
Cinlerle alakalı olarak
dinî ve mistik mahiyetli kaynakların dışında fazla bir malumat bulunmamaktadır.
Bu sebeple metafizik varlıklar ve özellikle de cinlerle alâkalı farklı yorumlar
yapılmaktadır. Ancak özellikle cinlere inancın kültürel ve altkültürel
boyutları hâli hazırda insanların psiko-sosyal yapılarında oldukça etkili
olmakta ve bu konu üzerinde de özenle durulması gerekmektedir.
Naslarda mevcut olan
cinlerle alakalı hususlar toplumun kültürel bilinçaltını etkilemiş, yaşanan
bazı tecrübelerin de eklenmesiyle kendine has bir hâl alıvermiştir. Bu bakımdan
toplumda mevcut cin telakkisinin kökenlerini daha iyi anlamak ve bu sayede bu inançların
insanlar üzerinde ne tür psiko-sosyal etkilerde bulunduğunu daha iyi idrak
edebilmek için cinlerin dinî kaynaklarda ve kültürel kaynaklarda ne şekilde ele
alındığını bilmek gerekmektedir. Bu bakımdan çalışma üç bölüm altında
incelenmiş ve birinci bölüm teorik çerçevenin irdelendiği kısım olarak tayin
edilmiştir. Bu bölümde, cin kavramı, değişik din ve kültürlerde cin telakkisi,
Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâmiyette cin anlayışı, büyü-sihir ve cin
ilişkisi, cincilik- büyücülük, psikolojinin cinlere bakışı gibi hususlar
incelenmiştir.
Türkçe “inan-mak” tan
gelen inanç, farklı anlamlarda kullanılmaktadır. İnanç kelimesi, özellikle
günlük dilde birbirinden tamamen farklı durumları ifade etmek için kullanılan
bir kavramdır. Bu, onun anlamının geniş bir alana yayılmasından 8
kaynaklanmaktadır. İnanmak, iman yerine kullanıldığı gibi, sanmak, kabul etmek
güvenmek, itimat etmek, doğru diye bakmak, kanaati olmak, kanmak ve aldanmak
manalarına gelmektedir[3] [4]. Mesela,
“Artık kimseye inanmaz oldum” cümlesinde inanmak güvenmek manasında; “ fallara
inanmak” cümlesinde, falların etkisi olduğuna inanmak ve fal doğrudur diye
bakmak; “cinlere inanmak” cümlesinde ise bir şeyin varlığını kabul etmek olarak
kullanılmıştır. “Yarın havanın güzel olacağına inanıyorum” cümlesinde inanç,
kesin olmayan bir inancı göstermekte ve zan manasına gelmektedir. “Onun
sözlerine inandı” cümlesinde ise inanç, “kanmak” manasına gelmektedir.
Arapça kökenli olan
iman, İngilizce “faith”, Fransızca “foi” kelimeleriyle eşanlamlı kullanılmakta
iken, inanç kelimesi İngilizcede “belief”, Arapça’da da “itikad”ın karşılığı
olarak kullanılmaktadır.[5]
Farklı anlamları ihtiva
etmesi sebebiyle inancı bir tanım içine almak kolay değildir. Bununla birlikte
sosyal psikolojide inanç, güven kelimesinden hareketle şöyle tanımlanır: İnanç,
bir şeyi güvenle doğru sayma tutumudur[6].
Bu doğru sayma hâlinin kesinliği ve gücü yukarıda da örneklerde görüldüğü gibi
inancın kullanıldığı yere ve kullanım şekline göre farklılık gösterir. Bu
durumda inanç kendi içinde derecelere ayrılmaktadır. Kaynaklarda inancın
dikkate değer dört aşaması üzerinde durulmuştur[7].
Bu aşamalardan ilki
dürtü-tepki aşamasıdır. Burada inanç belli ezberlenmiş veya öğrenilmiş bazı
inanç listelerini ezbere söylemekle sınırlıdır. Bu dönem çocuklukta başlamakla
birlikte, çocuklukla birlikte sona ermeyip yetişkinlikte de devam edebilir. Pek
çok yetişkinin inançları bu seviyededir. Dürtü-tepki durumu başka herhangi bir
sonuç doğurmayan, kişi üzerinde bir etki meydana getirmeyen bir hâldir. Buna
göre kişi herhangi bir şeyin olacağına inanıyor ve bunu sadece ifade etmekle
yetiniyorsa, bu inanç kişide herhangi bir etki meydana getirmiyorsa, bu inanç
dürtü-tepki seviyesindedir.
İnancın ikinci aşaması
olan “zihnî kapsayıcılık” (intellectual comprehension) da aslında birincisine
benzer. Kişi üzerinde inancın pratik sonuçları gözlemlenemez. Ancak zihin,
inanç konusuyla biraz daha meşgul olmuştur.
Üçüncü aşama davranışsal
görünüm (behavioral demonstration) aşamasıdır. Burada inanç kişinin davranışlarına
yansımakta, davranışı etkilemekte ve yönlendirmektedir.
Dördüncü aşama ise
kapsamlı bütünleşme (comprehensive integration) aşamasıdır. Bu aşama, inancın
kemale erdiği aşamadır. Kişi inancından dolayı en temel güdülere dahi muhalefet
edebilir. Yine kişi inancı uğruna ölüme giderken dahi mutlu olabilir. Houston
Clark, inancın üçüncü ve dördüncü aşamasında imandan söz edilebileceğini, ancak
bu aşamalarda inanç değil iman kavramını kullanmanın daha uygun olduğunu
belirtir.[8]
İman ve inanç terimleri
birbirine yakın olmakla beraber, aslında farklı olan terimlerdir.
İman ve inanç arasındaki
temel farklardan ilki kaplam meselesidir. İman, inançla kıyaslandığında daha
husûsî bir kavram olup dînî sıfatını almaya daha yatkındır. Bu sebeple iman
daha ziyade bir dinle irtibatlı kullanılır. İnanç (belief) ise, dînî bir
kategoride değerlendirilmemekte ve temelde gerek Hristiyanlıkta gerekse
İslâm’da dindar bir insanın inanma durumu iman kelimesiyle karşılanmaktadır[9].
Genel olarak her imanın
inanç ihtiva ettiğini ama tersinin doğru olmadığını söyleyebiliriz. Nitekim
inanç, iman gibi sadece dini alanla sınırlanamaz. İnanç her konuda olabilir.
Mesela bir işi başarabileceğimize inanmaktan söz edebiliriz. Ancak bu ve bunun
gibi verebileceğimiz birçok örneğin hiçbiri için iman tabiri kullanılmaz. Bu
manada hayatın her anında inançların varlığından söz edilebilir.
İman, yapısı itibariyle,
hissî bir bilgi gibi, duyu organlarının verilerine dayanmamaktadır. Dolayısıyla
iman yanlışlanamaz ve kesin bir teslimiyet ister. İman edilen bir husus
yanlışlanamaz ve doğrulanamaz. O olduğu gibi kabul edilmelidir. İmanî hususlar
bu bakımdan tartışma alanının mevzuları değildir. İnançlar ise duyu
organlarının verilerine dayanmamak noktasında imana benzemekle birlikte
doğrulanabilir ve yanlışlanabilir olma özelliklerine sahiptirler. İnancın
yanlışlığının veya doğruluğunun ortaya çıkması ise aslında onun inanç hâlinden
kesin bilgi hâline dönüşmesi demektir.[10]
Bütün bunlara rağmen,
özellikle bir inanç kesinlikle ispatlanamayacak ve duyu organlarıyla algılanamayacak
bir durumdaysa iman boyutuna yükselme durumu söz konusu olabilir. Buna iman
boyutuna ulaşmış inanç diyebiliriz. Özellikle konumuz olan cin gibi metafizik
bir varlığa inanmak hususu iman-inanç farkı ekseninde değerlendirilebilir.
Burada bu hususun inanç mı yoksa bir iman meselesi mi olduğu konusunda sağlıklı
karar verebilmenin yegâne yolu inancın kaynağına bakmak olacaktır. Buna göre
eğer cine inanan bir insan bu inancını dînî bir kaynağa dayandırıyorsa, artık
bu konu dînî bir boyut kazanmakta ve imânî bir hâle dönüşmektedir. Eğer cine
inandığını söyleyen bir kimse bunu dînî bir kaynağa dayandırmıyor da halk
hikayelerine, çeşitli kaynaklardan elde ettiği duyumlara veya kendi şahsî
kanaatine dayandırıyorsa buna inanç diyebiliriz. Ayrıca cinlere olan inancın ne
kadar davranış üzerinde etkide bulunduğu hususu da inancın derecesini ve
şeklini anlayabilmemiz açısından önemlidir.
Günümüz Türk toplumunda
cinlere inancın iman boyutunda mı inanç boyutunda mı olduğu ise oldukça
karmaşık ve cevabı zor bir sorudur. Ancak bazı gözlemler ve veriler
toplumumuzda cinlere inancın oldukça yüksek düzeyde olduğunu göstermektedir.
CİN KAVRAMI
ETİMOLOJİK
TAHLİL
Cin kelimesi arapçada,
“örtmek, örtünmek, gizli kalmak” anlamındaki cenne kökünden türetilmiş olan ve
duyu organlarıyla algılanamayan, çeşitli şekillere girebilen, gizli ve ruhânî
varlıklar için kullanılan bir cins ismidir[11].
“Cin” isminin tekili cinnî “örtülü gizli şey” anlamına gelir. Çoğulu “Cân”dır[12]. Cân
kelimesi yılan için de kullanılmaktadır[13].
Cin topluluğuna da “cinne” denilmektedir.[14]
Cân kelimesi de cinin atası veya cin manasına kullanılmıştır. Terim olarak cin
kelimesinin iki anlamı bulunmaktadır. Birincisi geniş anlamı itibariyle, “ins”
kelimesinin zıddı ve herhangi bir kayıtla sınırlandırılmamış ise duyu
organlarından gizlenmiş bütün manevi varlıkları ifade etmektedir[15]. Kur’an-ı
Kerim’de Şeytan’ın melekler arasında zikredilmesi[16]
ve şeytanın da cinlerden olduğunun [17]
bildirilmesi bu anlamın çıkarılmasına kaynaklık etmektedir. Buna göre melekler
ve şeytanlar da cin sözünün kapsamına girerler. Nitekim bu hususta bazı âlimler
cahiliyye döneminde Arapların meleklere de gözden uzak oldukları için cin
dediklerini ifade etmişlerdir.[18] Fakat
melek ve cin kavramları arasında içlem ve kaplam ilişkisi bakımından bir fark
vardır. Buna göre her melek bir cindir ancak her cin bir melek değildir.
Cin kelimesinin terim
itibariyle ikinci anlamı husûsî olarak; “duyularla idrak edilemeyen, insanlar
gibi şuur ve iradeye sahip bulunan, ilâhî emirlere uymakla yükümlü tutulan ve
mümin, kâfir gibi gruplardan oluşan varlık türü”[19]
anlamına gelir.
Gûl ve ifrit gibi
çeşitli türlerden oluştuğu kabul edilen cinler, eski Araplar’da bazen “hin”
kelimesiyle ifade edilmiştir. Farsça’da “Perî” ve “Dîv” isimleri kullanılır[20].
Bazı batılı bilim
adamları cinin Latince kökenli “genie” veya “genius” kelimelerinden Arapça’ya
geçtiğini öne sürmüşlerse de İslâm âlimleri bu kelimenin Arapça kökenli olduğu
konusunda hemfikirdirler[21]. Nitekim
bazı batılı âlimler de bu görüşe katılmaktadırlar[22].
Duyu organlarıyla
algılanamayan cinler hakkındaki bilgi kaynağımız vahiydir. Kur’an-ı Kerim ve
sahih hadisler cinlerin var olduğunu haber vermişlerdir. Akıl da bunu imkânsız
görmez. Nitekim insanların cinleri görememeleri onların olmadığı anlamına
gelmemektedir. Bir şeyin görülmemesi onun yokluğunu göstermez. Vahyin dışında,
tecrübe de cinler hakkındaki bir diğer bilgi kaynağıdır. Dünyanın değişik
coğrafyalarında, farkı kültürlerde farklı şekillerde cin inancına
rastlanmaktadır[23]. Bu husus
dikkat çekicidir.
DEĞİŞİK
DİN VE KÜLTÜRLERDE CİN İNANCI
Tarihe baktığımızda
insanların tarih boyunca Tanrı dışında birtakım görünmeyen, sıradışı başka
varlıklara da inandıklarını görürüz. Hatta insanların değişik devirlerde ve
coğrafî bölgelerde bu varlıkların iyilerine ve kötülerine farklı isimler
verdiklerini görmekteyiz[24].
İlkel dinlerde ve
Hristiyanlık, Musevilik gibi dinlerde cin inancına rastlanmaktadır. Ancak
bunlar bazen cinleri tanrısal varlıklar olarak görmüş, bazen de insanî
özellikler içinde düşünmüşlerdir. Ancak İslâm Allah, melek, cin, şeytan gibi
kavramların içini net olarak doldurduğundan ve bunların görev ve niteliklerini
belirlediğinden, karışıklığa bir meydan verilmemiştir.
Cinlerin özellikleri,
kılık değiştirmeleri, yaşayış tarzları, barındıkları yerler, insanlarla
ilişkileri, isimleri vb. birçok husus değişik toplumların dînî ve din dışı
literatürlerinde genişçe bir yer tutmaktadır.
Eski Asurlular ve
Babilliler arasında toplumun her kesiminde kötü ruh ve cinlere inanılırdı.
Babillilerin bu hususta kullandıkları kelimelerin Sümerce olması, bu inançları
Sümerler’den aldıklarını göstermektedir[25].
Asurluların “edimmu” dedikleri kötü ruhlar, öldükten sonra kendileri için ayin
yapılmaması ve yeterli takdime sunulmaması yüzünden dünyaya geri döndüğüne
inanılan ölü ruhlarıydı. Bunların insanlara musallat olduklarına inanılmış ve
insandan uzak tutulmaları için çeşitli yöntemler kullanılmıştı[26]. Buna
örnek olarak, bir kötü ruhları kovma duası örneğini şu şekilde vermek mümkün:
Varın gidin, uzaklaşın,
bırakın gidin,
utanın, utanın da kaçıp
gidin,
varın gidin, savuşun,
uzaklaşıp gidin,
büyünüz duman gibi
çıksın göklere:
varın gidin gövdemden,
uzaklaşıp gidin gövdemden,
utanın gövdemden,
savuşup gidin gövdemden,
varın gidin gövdemden.
Gidin de bir daha
yaklaşmayın gövdeme, dolaşmayın gövdeme,
İlişmeyin gövdeme,
yerleşmeyin gövdeme.[27]
Asurlular ve
Babillilerin şüphesiz en meşhur Tanrısı “Marduk”tu. Ancak bunun yanı sıra
oldukça fazla ve antropomorfik tanrı anlayışına sahiptiler. Bu tanrılardan biri
de doğanın öfkeleri, öbür dünya, ateş ve cehennemler tanrısı olan Nergal’dir.
Nergal’in adı Sümerce dilinde “Büyük Şehrin Beyi” anlamına gelmektedir. Eski
bir veba ya da salgın hastalıklar tanrısı olan İrra ile
özdeşleştirildiği sanılır. Nergal, krallığının nüfuzunu arttırmak isteyen korkunç
bir tanrıdır. Özellikle yeraltı ülkesinde yaşar; hem oranın hükümdarı, hem de
dev, cin vb. gibi varlıkların ilahıdır[28].
Eski Asur, Babil, Sümer kalıntılarında ve resimlerde cinler kartal başlı
insanlar şeklinde tasvir edilmektedir. Özellikle kutsal ağaçtan su alan kartal
başlı Asur cini gibi resimler bu konuda ilgi çekici örneklerdendir[29].
YAHUDİLİKTE
CİN İNANCI
Yahudilik’te, Tevrat’ta
yer alan bazı ifadelerden anlaşıldığı üzere, cin inancının mevcut olduğu
anlaşılmaktadır. Ancak Eski Ahid, ruhlarla ve cinlerle ilgili malzeme yönünden
çok zengin sayılmaz. Buna rağmen, Yahudi kültürü cin ve büyü açısından oldukça
zengin bir birikime sahip olabilmiştir. Hatta bu zenginlik, özellikle
Yahudilerin çoğunlukta yaşadığı bölgelerdeki Müslüman toplumun cin anlayışlarını
da etkilemiştir[30].
Eski Ahid’de, Yahve
cinlere atfedilen bütün işleri kabul etmekte ve üzerine almaktadır. Bilhassa
Tevrat, Yaratılış 32, 23 vd. ve Çıkış 4, 24-26’daki hikâyelerde bu net olarak
görülmektedir. I. Samuel 5’de Yahve, bir toprak cini gibi kabul edilmekte ve
hikâyenin ilerisinde salgın hastalık ve fare cini uzantıları benimsenmektedir.
Eski Ahid’de teke
sureti, tarlaların cini olarak çokça zikredilmektedir[31].
Babil’in vampir cini de Lîlit ismiyle meşhurdur[32].
İnsanların cinlerle ilişkileri Yaratılış 6/4’te kabul edilir. Yine Eyyub
kitabında Yunan Erinnyen’leri yönündeki intikam ruhlarından söz edilir[33]. Onlara
korkutucular da denmektedir ki bu korkutucuların kralının “cin kralı”[34] olduğu
bazı Yahudi tefsircilerle dile getirilmektedir[35].
Eski Ahid’in bazı
yerlerinde hastalık ve salgın cinlerinden bahsedilmektedir. Hastalıkların
cinlerin eseri olduğu anlayışı Eyyub kitabının pek çok yerinde görünmektedir[36].
Tesniye bölümünden, Hz.
Musa döneminde bir kısım Yahudilerin cinlere kurban kesmek suretiyle
tapındıkları anlaşılmaktadır. Tesniye’de Hz. Musa’dan nakledilen bir ilahide bu
husus şöyle anlatılmaktadır:
Yabancı ilahlarla onu
kıskandırdılar,
Mekrûh şeylerle onu
öfkelendirdiler,
Allah olmayan cinlere,
Bilmedikleri ilâhlara
Atalarınızın
korkmadıkları,
Son zamanlarda çıkan
yeni ilâhlara kurban ettiler[37]
Tevrat’ta diğer semavî
dinlerde de olduğu gibi, inananların cinlere ve diğer ilahlara tapmaları kesin
olarak yasaklanmıştır (Ve artık kurbanlarını ardlarınca zina ettikleri
ergeçlere (taptıkları ilahlara) kurban etmeyecekler. Bu onlar için nesillerinde
ebedî kanun olacak)[38].
Kitab-ı Mukaddes’te yer
alan bilgilerden, Yahudilerin Hz. Musa’dan sonra tekrar tevhid inancından
saptıkları ve yeniden cinlere tapmaya döndükleri anlaşılmaktadır. Mezmurlar
bölümünde yer alan satırlardan bu dönemde onların, çocuklarını kurban etmek
suretiyle cinlere tapındıkları ortaya çıkmaktadır. Hâlbuki Hz. Musa insan
kurban edilmesini yasaklamış ve yine Tevrat’ta Allah’tan başkasına kurban
kesmek Yahudilere ebediyen yasaklanmıştı.
“Fakat milletler ile
karıştılar ve onların işlerini öğrendiler ve putlarına kulluk ettiler, onlar da
kendilerine tuzak oldular ve oğulları ile kızlarını cinlere kurban ettiler.[39]”
Eski Ahit’te anlatılan
bu bozulmaların İsrailoğulları’na dışarıdan bir tesirle oluştuğunu anlamak
mümkün. Nitekim bahsi geçen ayetlerde de İsrailoğulları’nın diğer milletlerle
karıştıkları ve Allah’tan başka şeylere ibadet etmeye başladıkları
vurgulanıyor. Yahudilik’te özellikle İran düalist sisteminin tesiriyle iyi ve
kötü varlıklar arasında ayırım başlamış, kötü varlıklar arasında kötü cin ve
ruh anlayışı ortaya çıkmıştır[40].
Yahudi kutsal
metinlerinde iyi ve kötü tüm varlıklar Tanrı’nın kontrolünde kabul edilir.[41] Bununla
beraber halk inanışlarının kutsal kitabı etkilemesine örnek olarak
görülebilecek “şedim”[42] (kötü
ruhlar) veya “lilit”[43] gibi
deyimler de Yahudi kutsal metinlerinde yer almaktadır. Aslında bunlar değişik
putperest milletlerde tapınılan ilahlardı. Bunlardan şedim putperestlerin
tanrıları “Seirim” [44] , lilit
ise Mezopotamyalıların “Lilitus”u ile bir tutulmaktadır. Bu putperest tanrıları
satir (yarı insan, yarı keçi) ve tüylü olarak tasvir edilmekteydi.[45]
Putperestlerin bu tanrıları Yahudilerce harabelerde mevcut olduğuna inanılan
cinler hâline dönüştürülmüştür. Yahudilik’te önemli olan iki cinnî şahsiyet de
kippur denilen kefaret günü günah keçisinin salıverildiği çöplük yerlerde
yaşayan ve Levililer’de[46] [47] adı geçen
“Azazel” ile kutsal kitap sonrası Yahudi menkıbelerinde geçen, çocuklara
saldırması ve Âdem’in ilk karısı olmasıyla bilinen dişi cin “Lilith”tir52
(Lilit’in müennesi). Bununla beraber Eski Ahid ve Yahudi kutsal metinlerinde
ağrı ve felaket veren[48], kan
emici[49] cinlerden
de bahsedilmektedir.
Yahudi geleneğinde
cinlerin menşei hususunda farklı teoriler ortaya atılmıştır. Buna göre onlar
ilk sebt gününün akşamının alaca karanlığında Allah tarafından yaratılmış veya
Âdem’in Lilith’ten olan zürriyetidir ya da kadınlarla cinsi yakınlığa giren
kovulmuş meleklerin zürrüyyetidir[50]. Başka
bir anlayışa göre de şeytanın başkanlığı altında Tanrı’ya isyan eden kovulmuş
meleklerdir.[51]
Klasik Yahudi
anlayışında yer alan Leviathan telakkisi, Yahudilerin cin anlayışını güzel izah
edebilecek örneklerdendir. Leviathan, Habeşlilerin yedi başlı dişi deniz
canavarı, daha eski kökeniyle Bâbilliler’in Tiamat’ı ya da Kenânîler’in Lotan’ı
ile eş tutulabilen bir tür kötülük kaynağıdır[52].
Yine Cinî bir çöl varlığı olan Behemoth[53]
ve Rahab[54] ile
Leviathan yakından alakalıdır. Hz. İsa dönemi Yahudilerinin kabul ettiği diğer
bir cin daha vardır ki onun adı da Beeizebul’dur. O cinlerin prensi kabul
edilirdi.[55]
Yahudilik’te şeytanın
cennetten kovulması[56] cinlerin
başına geçmesi ve sonunda Mihael ve semavî ordu tarafından mağlub edilmesi[57]
önemlidir. Nitekim bu anlayış daha sonraki dönemlerde de yaygın kabul görecek
bir anlayıştır. Öyle ki İslâm dünyasında vaaz ve mev’iza kitapları ve çeşitli
tefsirlerde şeytan ve cinlerle alakalı izahlarda buna benzer hikâyelere oldukça
sık rastlanmaktadır[58] . Bu da
İslâm kaynaklarında yer alan bu tip haberlerin israiliyyat olduğunu ortaya
koymaktadır.
Yahudilerde, cinlerin
varlığının kabulünün yanı sıra, cinlerin insan ve hayvanların içine girerek
onları delirttiğine inanıldığını gerek Yahudi ve Hristiyan kutsal metinlerinden
gerekse de Kur’an-ı Kerimde geçen ayet-i kerimelerden anlamaktayız. Kur’an,
Firavun ve adamlarının Hz. Musa’nın tebliğine karşı çıkarak, ona “Sihirbaz” ve
“Cinlenmiş” dediklerini aktarmaktadır[59]
. Bu durum Hz. İsa’nın peygamberliğini ilan ettiği sırada da Yahudi toplumunda
tekrarlanmıştı. Yuhanna İncili’nde yer alan ifadelerden, Hz. İsa’nın
tebliğlerine karşı çıkan o devir Yahudilerinin kendisine “Cinli” ya da “Deli”
diyerek onu halk nazarında etkisiz kılmak istedikleri anlaşılmaktadır. Yuhanna
İncili’nde yer alan ifadelere göre Hz. İsa’ya şöyle iftira atılmıştı:
“Yahudiler cevap verip
ona dediler: Sen Samiriyelisin ve Sende cin var, dediğimiz doğru değil mi? Hz.
İsa: “ Bende cin yoktur, fakat Babama hürmet ederim ve siz beni tahkir
ediyorsunuz”[60] “Size
Şeriatı Musa vermedi mi? Ve sizden kimse Şeriatı yapmıyor. Neden beni öldürmeye
çalışıyorsunuz? Halk cevap verip dedi: Sende cin var, kim seni öldürmeye
çalışıyor?”[61]
Yuhanna İncili’ne göre
Yahudilerden birçoğu, Hz. İsa’da cin var delidir, onu dinlemeyin diye halkı
menetmeye uğraşmaktaydı. Fakat Hz. İsa’nın mucizesini gören bir kısım Yahudiler
de tereddüt içindeydiler ve “Bunlar cine tutulmuş bir adamın sözleri değil.
Körlerin gözlerini cinler açabilir mi? diye soruyorlardı. [62]
Buradan da anlaşıldığına göre Yahudilerin cinleri, cinlerin insanların içine
girebileceğini kabul etmekle beraber, cinlerin gücünün kör bir adamın gözlerini
açmaya yetmeyeceğinin idrakinde oldukları anlaşılmaktadır. Bu durum o dönemde
Yahudi toplumunun cinlerle uğraşan kimselerin de âmâ kimselerin gözlerini
açamayacaklarına inandığını göstermektedir.
HRİSTİYANLIKTA
CİN İNANCI
Hristiyanlık’taki cin
anlayışı adeta, Yahudilik, Maniheizm, Greko-Romen, Gnostisizm, Yahudi
geleneklerinin bir karışımıdır. Fakat hristiyanlıktaki cin telakkisi daha çok
M.Ö II. ve I. yüzyıllardaki Yahudi apokrif ve apokaliptik literatüründen
etkilenmiştir. Buna göre cin anlayışı, meleklerle birlikte yaşayan insan
kızlarından yasak ilişki sonucu oluşan dev sınıfının[63]
zamanla kötü ruhlar zümresine dönüşmesi bahsinin Yeni Ahid yazarlarında şeytan
ve emrindeki cinî topluluk hâline getirilmesi neticesinde şekillenmeye
başlamıştır.
Cinlerin varlığına
Hristiyanlar da inanmaktadır. Gerek İnciller’de gerekse Pavlus’un Mektupları
gibi Hristiyanlarca kutsal sayılan metinlerde cinlere oldukça çok yer verildiği
görülmektedir. Tabi burada, Hz. İsa’nın mucizeleri arasında deli veya cin
çarpmış kimseleri iyileştirmesinin de yer alması önemli rol oynamıştır.
Yakub’un mektubunda
cinlerin Allah’ın varlığını ve birliğini kabul ettikleri kaydedilmektedir.
Burada şöyle geçmektedir: “Sen Allah bir olduğuna inanıyorsun, iyi ediyorsun,
cinler de inanıyorlar ve titriyorlar. Fakat ey boş adam, imanın ameller
olmayınca faidesiz olduğunu bilmek ister misin?[64]”
Buradan o dönem hristiyanlarının cinlerin de mükellef olduklarına ve Allah’ın
buyruklarına itaat etmekle yükümlü olduklarına inandıkları anlaşılmaktadır.
Hristiyanlık cinleri
kabul etmekle beraber, cinlere tapınmayı yasaklamıştır. Pavlus, “...
Milletler kurban ettikleri şeyleri Allah’a değil, cinlere kurban ediyorlar ve
cinlerle iştirak etmeni istemem. Rabbin kâsesinden ve cinlerin sofrasından
içemezsiniz. Rabbin sofrasından ve cinlerin sofrasından hissedar olamazsınız”[65]
demektedir. Aynı şekilde Yuhanna’nın Vahyi’nde de cinlere secde etmek
yasaklanmıştır.[66]
Hristiyanlara göre Hz.
İsa’nın deli (mecnun) olan kimselerden cinleri kovup çıkararak onları
iyileştirmesi peygamberliğinin bir alâmeti ve onun bir mucizesi olarak kabul
edilmiştir. İnciller’de yer alan ifadelerden Hz. İsa’nın birçok defa, birçok
yerde deli olan kimselerden cinleri kovarak onları iyileştirdiği
nakledilmektedir. Örneğin Matta İncili’nde bu hususta şöyle denmektedir: “Ve
onun haberi bütün Suriye’ye yayıldı ve ona çeşit çeşit hastalıklara ve dertlere
tutulmuş bütün hastaları, cinlere tutulanları, saralı ve inmeli olanları
getirdiler ve onları iyi etti. ”[67]
Yine Luka ve Markos İncili’nde bildirildiğine göre Hz. İsa, Mecdelli Meryem
adlı kadından yedi tane cin çıkararak, onu iyileştirmiştir.[68]
Markos İncili’ne göre cinler, Hz. İsa’ya itaat etmek zorundaydılar, çünkü onu
tanıyor ve kendisinden korkuyorlardı.[69]
Luka İncili’ne göre de cinler, Hz.
İsa’nın Allah’ın oğlu
olduğunu itiraf ediyorlardı: “Birçoklarından da cinler: Sen Allah’ın oğlusun
diye bağırarak çıkarlardı. Onları azarlayarak söylemeye bırakmazdı, çünkü
kendisinin Mesih olduğunu biliyorlardı”[70]
dönem halkından bir
kısmı Hz. İsa’ya inanmakta bir kısmı da onun cinli (deli) olduğunu iddia
etmekteydiler.[71] Yine
İncil’lerden anladığımıza göre onun, bu cin çıkarma mucizelerini cinlerin
başkanı Beezbul vasıtasıyla yaptığını ileri sürenler de bulunmaktaydı.[72] Bu da
halkın, cinlerin bir hükümdarı olduğuna ve isminin Beezbul olduğuna
inandıklarını göstermektedir. Bu nedenle Hz. İsa’ya inanmayanlar onun cinleri
Beezbul vasıtasıyla çıkarıp kovduğunu iddia etmişlerdi. Ancak İncil’lere göre
Hz. İsa, cinleri Allah’ın ruhu ile çıkarıp kovduğunu söylemiştir[73].
Luka İncili’nde yer alan
ifadelerden, Hz. İsa’nın yaşadığı dönemde halkın cinlerin murdar olduklarına
inandıklarını anlıyoruz.[74] Yine
İnciller’den, halkın, cinlerin sara hastalığına, deliliğe ve dilsizliğe sebep
olduklarına inandıkları anlaşılmaktadır. Nitekim Hz. İsa, saralı bir çocuğu onu
hastalandıran bir cini kovarak iyileştirmiş[75];
cine tutulmuş dilsiz bir adamı, cinini kovarak iyileştirmiş ve konuşmasını
sağlamıştır[76].
İnciller’de cinlerle
alakalı anlatılanlardan oldukça meşhur olan bir rivayet de, Matta ve Luka
İncil’lerinde kaydedilen, Hz. İsa’nın Gadarinîlerin veya Gerasinîlerin
memleketinde cinler tarafından delirtilmiş, kabirlerde yatıp kalkan, çıplak
dolaşan bir veya iki kimseyi, cinleri onlardan kovarak iyileştirmesi, ancak
adamdan çıkan cinlerin kendilerini cehenneme göndermemesi için Hz. İsa’ya
yalvarmaları, Hz. İsa’nın da onların bir domuz sürüsüne girmesine izin vermesi;
cinlerin musallat olduğu domuz sürüsünün ise uçurumdan aşağı göle atılarak
boğulması[77]
hadisesidir. Bu olay, Matta ve Luka İncil’lerinde farklı şekilde
nakledilmiştir. Luka İncil’inde hadise, Galile karşısında olan Gerasinîler’in
memleketinde cereyan etmişken, Matta İncili’ne göre olay, Gadarinîler’in
memleketinde meydana gelmiştir. Luka İncili’ne göre bu olayda Hz. İsa’nın
cinlerini kovarak iyileştirdiği kimse bir kişi ve adı Lejiyon iken, Matta
İncili’ne göre aynı olayda Hz. İsa’nın iyileştirdiği iki kişi söz konusudur[78]. Tabi
Hristiyanlığın muteber kabul ettiği ve vahiy mahsulü saydığı iki kutsal metin
olan her iki İncil’de yer alan bu açık farklılık dikkat çekicidir. Buna benzer
bir durum Matta ve Markos İncil’lerinde nakledilen diğer bir cin çıkarma
hadisesinde de görülür. Matta ve Markos İncil’lerinde nakledildiğine göre,
cinli kızının iyileştirilmesini isteyen İsrailoğulları’na mensup olmayan bir
kadına Hz. İsa “Ben, İsrail evinin kaybolmuş koyanlarından başkasına
gönderilmedim" [79] diye
cevap vermiş ve onun isteğini ilk önce reddetmiştir. Daha sonra Hz. İsa kadına
şöyle demiştir: “Çocukların ekmeğini alıp, onu köpeklere atmak iyilik
değildir"[80] sonuç
olarak kadının ısrarı ve “Ya Rab, zira köpekler de efendilerinin sofrasından
düşen kırıntılardan yerler"[81]
demesi üzerine İsa, kadının çocuğunu iyileştirmiştir. Matta ve Markos
İncilleri’nde anlatılan bu olayda da geride bahsedilenlere benzer farklılıklar
bulunmaktadır. Markos, Hz. İsa’dan yardım isteyen kadının Yunanlı olup,
Suriye’li Fenike ırkına mensup olduğunu söylerken[82],
Matta İncili, kadının Kenanlı olduğunu kaydetmiştir[83].
İnciller’e göre Hz. İsa,
cinleri çıkarma yetkisini Havârîlerine de vermiştir. “Ve Cinleri çıkarmaya
kudretleri olsun diye on iki kişi tayin etti”. Havariler de Hz. İsa’dan
aldıkları bu imtiyazla murdar ruhlar üzerine hâkim olmuşlar ve cinleri
çıkararak, hastaları iyileştirmişlerdir.[84]
Yine Luka İncili’ne göre Hz. İsa Havarîlerden başka yetmiş kişi daha tayin
ederek, onlara cinleri çıkarma yetkisi vermiştir. “Ve yetmişler: ‘Ya Rab,
cinler bile senin isminle bize itaat ediyorlar’ diyerek sevinçle döndüler”[85]
İncil’lerde yer alan ve
Hz. İsa’nın cin çıkarma yetkisini başkalarına da verme durumu, daha sonraki
yıllarda hristiyanlar arasında artan ve bugün de hâlâ hristiyan din görevlileri
tarafından devam ettirilen cin çıkarma hadisesinin kaynaklarını ve zeminini
göstermesi açısından önemlidir. Markos İncili’ne göre cin çıkarmak Hz. İsa’ya
iman eden kimselerin bir alameti olmuştur. Hz. İsa, çarmıha gerilip
öldürüldükten sonra tekrar dirilmiş ve sofrada oturan Havarîlerine görünmüş ve
onlara şöyle demiştir: “Şu alâmetler imân edenlerle beraber gidecektir:
Benim ismimle cin çıkaracaklar, yeni dillerle söyleyecekler, yılanlar tutup
kaldıracaklar, ödürücü bir şey içseler onlara hiç zarar vermeyecek, hastalar
üzerine ellerini koyacaklar ve onlar iyi olacaklar”[86]
Yeni Ahid cinlerin
putperestlerin tanrıları olduğunu bildirmekteyse de[87]
onların bedenî ve ruhî hastalıkların kaynağı olduğunu da açıklamaktadır.[88] Yeni
Ahid’e göre cinler insanın içine girip hasalık yapmakta ve onlar ancak
Tanrı’nın adı anılarak bedenden çıkartabilmektedir[89].
XII. Yüzyıldan itibaren
cinler hristiyan sanatında her çeşit talihsizlik, felaket, sel, zelzele, ölüm
ve ferdî ıstırapların kaynağı olarak tasvir edilmeye başlanmıştır. Yine
Yuhanna’nın Vahyi’nde kaydedildiğine göre sapıklık ve küfre destek olan
alametleri yapanlar murdar cinlerdir.[90]
Cinlerin aldatıcı olduğu her fırsatta dile getirilmektedir. Pavlus’un
Timoteos’a yazdığı mektubunda, Ruh’un kendisine, daha sonraları imandan irtidad
edenlerin aldatıcı ruhları ve cinlerin öğretişlerini dinleyeceklerini, bunların
evlenmeyi menedeceklerini haber verdiğini söylemektedir[91].
IV. Lataron Konsili’nde cinler ve kâfirlerin şeytanla birlikte ebedî cezaya
çarptırılacağı açıklanmış, XV ve XVI yüzyıllarda cinnî inançlar zirveye çıkmış,
ayrıca önce Avrupa’da daha sonra da Amerika’da cadı ve büyücülük büyük bir ilgi
görmüştür.[92]
Hristiyanlıkta cinlerle
alakalı anlayış, özellikle de İncil’lerde cinlerle alakalı anlatılanlardan da
beslenerek büyümüş ve kendine has bir yön izlemiştir. Bu izlenen yön, özellikle
Hz. İsa’nın cinli hastaları iyileştirmesi[93],
cin çıkarma yetkisini başkalarına da vermesi[94]
ve nihayet iman edenlerin alameti olarak kendi ismiyle cin çıkarmalarını
göstermesi[95] asırlar
geçtikçe büyü yapma ve cinleri kullanma uygulamalarının artış göstermesine
neden olmuştur. Tüm Orta Çağ boyunca cin çıkarma adı altında, deliler çok kötü
şartlarda, çok ilkel metotlarla tedaviye çalışılmıştır. Hatta çok eski değil,
daha 16. Yüzyılda John Weyer isimli ruh hekimi Kâinatta yedi milyon şeytanın
bulunduğunu (!) hesaplamış ve bunları vücutlarında taşıyan delilere tatbik
edilecek işkence metotları hakkında bir de kitap yazmıştı.[96]
Cin çıkarma
uygulamalarının Protestanlığın bir kolu olan Reforme Hristiyan Kilisesi ile
Doğu Kiliseleri’nde hâlâ uygulandığı kaydedilmektedir[97].
İSLÂMİYET’TE
CİN İNANCI
İslâm’a göre cinler,
akıl sahibi varlıklardır ve bu özellikleriyle Peygamberlerin tebliğine muhatap
olmuş, mükellefiyet sahibi varlıklardır. Bu hususta Kur’an’da En’am Suresi 130.
ayette şu şekilde buyrulmaktadır:
“(Allah) Ey cin ve insan
topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bugününüze kavuşacağınız hususunda
sizi uyaran peygamberler gelmedi mi? deyince onlar: ‘Kendi aleyhimize şahidiz’
derler. Dünya hayatı onları aldattı ve kendilerinin kâfir olduklarına şahitlik
ettiler”.
Kur’an-ı Kerim’de
cinlerin zikredildiği pek çok ayet bulunmaktadır. Hatta “elCin” adıyla
müstakil bir sure bulunmaktadır. Bu sure Hz. Muhammed’in Mekke devrinde
risaletin 5. veya 6. yıllarında nazil olmuştur
Kur’an-ı Kerim’de
“cinne, cenne, ecinne, cân ve cin” kelimeleri yer almaktadır. Bunlardan
“delilik” anlamındaki “cinne” kelimesi üç yerde, “cin topluluğu”
anlamındaki “cân” kelimesi de iki yerde “yılan” beş yerde de “cin”
anlamına gelmektedir. Yirmi iki yerde geçen cin kelimesi de melek ve insan
dışındaki üçüncü varlık türü anlamında kullanılmıştır.[98]
Kur’an’da cin kelimesine
özellikle Mekke’de nazil olan surelerde rastlanmaktadır. Bazı ayetlerde cin
yerine “cân” kelimesiyle çoğul olarak kullanılmaktadır.
İslâmdaki cin anlayışını
doğru şekilde anlayabilmek için İslâm öncesi “cahiliye dönemi” olarak
isimlendirilen döneme ve dinin iki temel kaynağı olan Kur’an ve Sünnet’e bakmak
gereklidir. Kur’an’da ve hadislerde cinlerle ilgili oldukça bol bilgi bulmak
mümkündür. Bunun yanı sıra geleneksel aktarımlar ve farklı kültürlerin etkileri
de müslüman toplumların cin telâkkisini etkilemiştir.
Cinler hakkındaki
tasavvur Kur’an’da değişik şekillerde yer almaktadır. Birinci olarak eski Arap
putperestliğinde de yer alan yılan şeklindeki görünümüyle insanları korkutan ve
insanlara zarar verdiği düşünülen cin inancı ki buna Hz. Musa’nın asa
mucizesinde de rastlamaktayız. Buna göre Hz. Musa’nın asası yılana dönüşmekte
ve tüm sihir aletlerini yutuvermektedir[99].
Burada âsânın yılana dönüşmesini, o dönemde yaygın olan yılan şeklindeki cinler
anlayışıyla açıklayabiliriz.
Kur’an’da yer alan
ikinci cin tasavvuru, gökleri dinleyen ve semavi bilgileri elde etmeye çalışan,
yerle gök arasında dolaşan varlıklardır. Kur’an’a göre cinlerin bazıları haber
çalmak, kulak hırsızlığı yapmak için göklere yükselmeye çalışırken üzerlerine
yakıcı ışıklar fırlatılarak uzaklaştırılırlar.[100]
Kur’an’da yer alan
üçüncü tasavvur ise mahiyet olarak farklı olmakla birlikte cinlerin de haşir
günü hesaba çekilecekleri ve onların da inanç ve davranışlarından sorumlu
oldukları düşüncesidir. Bu üçüncü tasavvur tamamen Kur’an’a has özel bir görüştür.
Binaenaleyh, cinler de Allah’a kulluk etmek için yaratılmışlardır[101] ve
Allah, söz dinlemeyen isyankar toplulukları yok ettiği gibi, cin topluluklarını
da söz dinlememelerinden dolayı cezalandırmıştır.[102]
Yine Kur’ an, cinlere de insanlara da elçiler gönderdiğini bildirerek, ahirette
yaptıklarının kendilerine sorulacağı belirtilmiştir.[103]
Cinlerin sorumlulukları
yalnız dünyada kalmayıp yaptıklarının karşılığını tıpkı insanlar gibi ahirette
göreceklerdir. Onlar da cennete ve cehenneme gideceklerdir[104].
Rahman Suresi 56. ayeti, cinlerin cennet kızlarıyla ilişkiye dahi
girebileceklerine, dolayısıyla da cennette cinlerin de yer alacaklarına delil
olarak gösterilebilir. Ayet şöyledir; “Oralarda gözlerini yalnız eşlerine
çevirmiş dilberler var ki, bunlardan önce onlara ne insan ne de cin
dokunmuştur”[105].
Kur’an’da cinlerin
tabiatüstü güçleri olduğu ve değişik işler yapabildikleri anlatılmaktadır.
Özellikle Hz. Süleyman’ın anlatıldığı bölümlerde onun cinleri çeşitli işlerde
çalıştırdığı, hatta bu cinlerden bazılarının dalgıç olanların olduğu ifade
edilmektedir. Kur’an-ı Kerim’de bu cinlerin ona mihrablar, timsaller
(heykeller) ve havuzlar gibi çanaklar ve sâbit kazanlardan her ne isterse
yaptıkları ve Hz Süleyman’ın cinleri kontrol edişinin Allah’ın izniyle olduğu
yer almaktadır[106].
İslâm’a göre cinler
gaybı bilmez. Gaybı bilen yalnız Allah ve onun bildirdikleridir. Nitekim
Kur’an’da bu hususta şöyle denilmektedir:
“Ne zaman ki Süleyman'a
ölümü hükmettik, cinlere onun ölümünü sezdiren olmadı. Yalnız bir güve böceği
yere dayandığı asâsını yiyordu. Bu sebeple Süleyman yere yıkılınca ortaya çıktı
ki, cinler eğer gaybı bilir olsalar o zilletti azab içinde bekleyip durmazlardı
”112.
Kur’an-ı Kerim, eski
Araplar arasında, cinlerin insanları delirttiği ve şairane ilhamlar verdiği
şeklinde inanışlar olduğunu da belirtmektedir. Mecnun (cinlenmiş) kelimesi bu
inanışı ifade etmektedir. Nitekim Hz. Muhammed’e muhalif olanların onu
“mecnunlukla” “cin tutukluğu” ile nitelemeleri Kur’an’da anlatılmaktadır.[107] [108]
Yine Kur’an’da İslâm
öncesi dönemlerde insanların cinlere sığındıkları ve onları şımarttıkları[109]
anlatılmakta, bazı insanların cinlere taptıkları belirtilmekte[110] ve
Allah’a ortak koştukları[111]
bildirilmektedir. Hatta bazılarının cinlerle Allah arasında bir neseb
(akrabalık bağı) olduğunu iddia ettikleri Kur’an’da bildirilmektedir.[112]
Kur’an’a göre cinler
görünmez varlıklardır ve onlar sadece hissedilir.[113]
Cinler de kuşlar hayvanlar gibi yaratılmışlar sınıfındandır[114].
Kehf Suresi 50. ayette
şeytanın cinlerden olduğu söylenmektedir. Bu da halk inancında ifrit
kelimesinin kötü cinler için kullanılmasını açıklamaktadır[115].
Buna mukabil, Kur’an’ın insan ve cin şeytanlardan[116]
bahsettiği düşünüldüğünde, kötü cinlere şeytan denildiği yorumu da yapılabilir.
Cinlerle ilgili bir
diğer önemli İslâm kaynağı hadislerdir. Hadislerde cinlerle alâkalı Kur’an
paralelinde bilgiler bulunmaktadır. Hadislerin tamamına yakını Kur’an’ın temel
fikirlerine bağlı olarak cinlerin ateşten yaratıldıklarını söyler.[117]
Hadis kaynaklarında
cinlerle alakalı oldukça bol malumat bulunmaktadır. Bunlardan dikkat çekenleri,
Hz. Muhammed’in ashabına ihtiyaç gidermede cinlerin yiyeceği olarak takdim
ettiği kemik ve tezek kullanılmasını yasaklaması[118]
; ev yılanlarını öldürmeyi yasaklaması, buna karşı iki çizgili ve kuyruksuz her
sürüngeni ve gece timsahlarının öldürmelerini istemesi[119]
gibi rivayetlerdir. Burada ev yılanlarıyla ilgili rivayet, cinlerin insanlarla
aynı evde yaşadıkları ve zaman zaman onlara yılan şeklinde göründükleri
inancından ileri gelmektedir.
Her insanın yanında bir
cin bulunduğu, cinlerin mü’minlere vesvese vermeye çalıştıkları, ancak Kur’an
okunan yerlerde etkilerini kaybettikleri yine hadislerde yer alan
ifadelerdendir. Burada bahsedilen cinler muhtemelen Kur’anda “cin şeytanları”[120] olarak
kendilerinden sözü edilen kötü cinler olmalıdır.
Hadis rivayetlerinde Hz.
Muhammed’in cinlerle konuşmuş olduğu[121],
hatta rivayete göre namazını bozmaya çalışan bir cini yakaladığı ve onu ashaba
göstermek için bir yere bağlamak istemişse de daha sonra bundan vazgeçip
serbest bıraktığı[122], başka
bir hadis rivayetinde de Hz. Muhammed geceleyin bir grup cinle bir arada
bulunmuş, onlara Kur’an okumuş, sabah olunca da durumu ashabına anlatıp
yaktıkları ateşin kalıntılarını kendilerine göstermiştir.[123]
Yine çeşitli rivayetlerde cinlerin yiyip içtiği [124]
; Hz. Muhammed’in cinlere de peygamber olduğu [125]
, cinlerin Kur’an dinledikleri ve müslüman oldukları[126];
cinlerden Allah’a sığınılması gerektiği[127]
çeşitli deliklerin cinlerin meskenleri olduğu ve buralarda hacet gidermenin
yasaklandığı[128];
şeytanın ezan okunurken kaçtığı[129],
cinlerin kahinlerin kulaklarına haber taşıdığı[130];
cinlerin ve şeytanların Ramazan ayında bağlandıkları[131]
gibi daha pek çok bilgi bulmak mümkündür.
Cinlerle ilgili olarak
İslâm toplumlarında oluşan kültürün ardında, bu konudavarid olan hadislerin etkisi
oldukça büyüktür. Bunların yanında toplumların tarihten getirdikleri malumatlar
ve israiliyyat da İslâm toplumlarında mevcut olan cin anlayışını oldukça
etkilemiştir. Binaenaleyh, bu gün bile yaygın olan bazı cin tasavvurlarından en
dikkat çekici ve yaygın olarak görülen, cinlerin insan bedenine girebilmesi ve
insanlara zarar verebilmeleri meselesi konusunda da bazı dinî kaynaklar
bulumaktadır. Nitekim Mu’tezileden bir grup hariç olmak üzere, Ebu’l-Hasan el-
Eş’arî’ye göre ve Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat, cinin sar’alatmak için insan
bedenine girebileceğini ileri sürmüşlerdir. Buna göre cinlerin insan bedenine
girebileceğine delalet eden Kur’ânî delil Bakara Suresinin 275. ayetidir.
Meâlen “Faiz yiyen kimseler, kendisine şeytan çarpmış olan nasıl kalkarsa,
mezarlarından öylece kalkarlar” buyrulan ayette şeytanın insan ruhuna,
düşüncelerine hatta bedenine tesir edebileceğine delil olarak düşünülmektedir.
Yine şeytanın insana tasallut olması anlamına gelen vesvesenin varlığı da
Kur’an’da Nâs suresinde anlatılmaktadır. Ayrıca cinlerin insan bedenine
girebileceği yönündeki bir hadis [132]
“Şüphesiz şeytan, kanın aktığı yerde akak’ anlamındaki hadis de cinlerin insan
bedenine girebileceğinin hadisten delili olarak sunulmaktadır.
Bütün bunların haricinde
cinlerin musallat olduğu kimselere (mecnun) ilişkin tedavi usullerinin başında
olan cin kovma tedavilerine dair de hadislerde, Hz. Muhammed’in kendisine cin
musallat olduğunu iddia eden insanları tedavi ettiği yönünde rivayetler
bulunmaktadır. İbn Abbas’tan rivayet edilen bir habere göre, bir kadın, yanında
bir çocukla birlikte Rasûlullah’a gelerek, “Ey Allah’ın Rasûlü! Benim bu
oğlumda delilik (cünûn) var. Sabah akşam hastalığın krizi tutuyor” dedi. Bunun
üzerine Peygamber, çocuğun göğsünü meshederek ona duada bulundu. Çocuk kustu;
karnından siyah bir hayvan yavrusu çıkıp gitti[133].
Yine Ahmed bin Hanbel ve
Taberânî Ümmü Ebân Binti’l-Vâzi’den, rivayet edilen bir haberde; torunu
üzerinde delilik olan bir dede torununu Allah Rasûlü’ne götürdü. Allah’ın
Rasûlü, “onu bana yaklaştır” dedikten sonra çocuğun arkasını çevirerek
elbisesini yukarı doğru sıvadı ve sırtına vurarak “çık ey Allah’ın düşmanı!”
dedi. Çocuğun bundan sonra gözü açıldı ve kendine geldi.
Başka bir rivayette,
uzun bir kıssa için de şu ibareler yer almıştır: “...kadının biri, kendisinde
hafif bir delilik bulunan çocuğunu Allah Rasûlü’nün huzuruna götürdü. Allah’ın
Rasûlü de “Çık ey Allah’ın düşmanı! Ben Allah’ın Rasûlüyüm” diye çocuğu okudu.
Çocuk iyileşince kadın, Rasûlullah’a iki koç, biraz para ve biraz da tereyağı
verdi. Rasûlullah ta Ya’lâ’ya, “Ey Ya’lâ bu para ile yağı al! İki koçtan birini
al, diğerini ise geri ver!” buyurdu[134].
Bu rivayetler haricinde,
Hz. Muhammed’in, üzerinde delilik şikâyetiyle gelen bir kimseye, Kur’an’dan
bazı ayetler okuyarak ve kendisinin Allah’ın Rasûlü olduğunu söyleyip
gitmelerini isteyerek itedavi ettiği[135];
kendisine cin musallat olan birine Allah’a sığınması ve tükürmesini tavsiye
ettiği[136],
cinlerle ilgili bir sıkıntı hissettiğinde Felak ve Nas Surelerini okuduğu[137] gibi
çeşitli rivayetler bulunmaktadır.
Hz. Muhammed’in cinlerle
ilgili hadislerinde bahsedilen, tedavi yöntemleri, İslâm dünyasında din adamı
sıfatıyle bu tip tedavilerle iştigal ettiğini iddia eden kimselerce işlerinin
dinî delili olarak öne sürülmüştür. Hatta hastayı döverek (darb) cin çıkarma
usulü, elini hastanın sırtına veya başına koyarak şeytana “çık” diye seslenerek
kovma usulü ve tedaviler sonrasında hastaların hediyeler getirmesi ve bu
hediyelerin yarısının alınması, gibi adet ve uygulamalar, hadislerde Hz. Peygamberin
tedavi şekilleri olarak aktarılanlardan esinlendiği bu uygulamları yapanların
yazdıkları kitaplarda belirtilmektedir[138].
Cinlerin varlığı bilim
açısından oldukça tartışmalı bir mevzu olmasına karşın, kelâm âlimleri,
cinlerin varlığının sadece vahiy yoluyla bilinip ispat edilebileceğini (dînî
anlamda), ancak aklın da bu varlıkların varlığını muhâl görmediğini söylerler.
Yukarıdaki bilgilerden de anlaşıldığı gibi İslâm dinince cinin varlığı Kur'an
ve sünnet ile sabittir. Mevcudiyeti tartışma götürmeyecek şekilde Kur’an’la
sabit olduğundan cinleri inkâr edenlerin küfrüne hükmeden kelâm âlimleri,
cinlerin mahiyeti konusunda farklı görüşler benimsemişlerdir[139].
İslâm âlimlerine göre
cinler de insanlar gibi mükellef olup onlara da peygamberler gönderilmiştir:
"Ey cin ve insan topluluğu; size, içinizden, ayetlerimi anlatan ve şu
(korkunç haşr) gününüzün geleceğini haber verip sizi korkutan peygamberler
gelmedi mi?" (el-En'âm, 6/130) ayeti buna delil olarak gösterilmektedir.
Ayrıca; “Ben cinleri ve insanları ancak ibadet etsinler diye yarattım. "
(ez-Zariyat, 51/56) ayeti de buna delil olarak gösterilmektedir. Ancak bu
konuda, cinlere gelen peygamberler cin miydi yoksa “insanlara gönderilen
peygamberler aynı zamanda cinlere de mi gönderilmişti” konusunda tartışma
bulunmaktadır.
İnsanların cinleri görüp
göremeyecekleri konusu islâm âlimlerince tartışılan bir mevzudur. İbn Abbas’a
atfedilen bir rivayeti delil kabul edenlere göre Hz. Peygamber bile cinleri
görmemiş, İbn Mes’ud’a dayandırılan bir rivayette ise Hz. Muhammed cinleri
görmüş ve onlarla beraber bulunmuştur[140].
Müfessir İmam Kurtubî,
bu iki rivayeti şu şekilde yorumlar:
İbn Abbas'ın rivayetine
göre, Hz. Peygamber o olayda, cinni görmemiş; onların Kur'an dinleyip müslüman
olduklarını, Cenâb-ı Hakk daha sonra haber vermiştir. Fakat bu olayla İbn
Mes'ud'un rivayet ettiği olay farklıdır. Nitekim İbn Mes'ud (r.a.) şöyle
demiştir: "Bir gece Hz. Peygamber (s.a.s.) ile beraberdik. Derken
aramızdan kayboldu. Vadilerde, dağlarda aradık bulamadık. O geceyi hep endişe
içinde geçirdik. Nihayet sabah olunca bir baktık ki Hîra tarafından geliyor.
"Ya Rasûlallah dedik, sizi kaybettik. Aradık bulamadık. Bu yüzden bütün
gecemiz endişe içinde geçti." şöyle buyurdu: "Bana cin(ler)den bir
davetçi geldi. Onunla beraber gittim. Onlara Kur'an okudum"[141].
Kaynaklarda, İmam
Şafiî’nin, cin gördüğünü söyleyen birine ta’zir cezası verdiği, hatta
şahitliğini kabul etmediği, yine bazı hadisçilerin de böyle bir iddiada bulunan
kimsenin adalet (dürüstlük) vasfını kaybettiğine, bu kimseden hadis rivayet
edilemeyeceğine hükmettikleri nakledilmektedir.[142]
Cinlerin görüldüğüne
ilişkin örnekleri incelediğimizde, cinleri gören kişilerin rivayetlerde hep
peygamber olmaları veya onun delâlet ettiği kişiler olduğu göze çarpmaktadır.
Bundan hareketle cinleri hakiki şekliyle sadece görevli peygamberlerin
görebileceğini, diğer insanların ise cinleri başka varlıkların şekline bürünmüş
olarak görebileceklerini, ancak gördüklerinin gerçekten cin olup olmadığını
söylemek için yine peygamberlerin haberlerine ihtiyaç duyulduğunu
söyleyebiliriz.[143]
Günümüzde ise Kur’an’da
cinlerin mahiyetlerinin “dumansız ateşten, nüfuz edici ateşten” (mâric)
varlıklar[144] olarak
betimlenmesinden hareketle, onların karbon asidinden, dumansız ateşten
yaratıldıkları göz önüne alındığında canlılığını ruhtan alan ve ezelde var
edilen ışınlardan, buna ek olarak nüfuz edici ateşten ibaresinin onların
radyoaktif ışınlardan yaratıldığını gösterdiği, ufoların ve uzaylıların aslında
cinler olduğu yönünde bazı iddialar bulunmaktadır[145].
Yine bazı hadislerde hastalıkların sebebi olarak gösterilmeleri ve
yiyeceklerinin tezek, atılmış kemik vb. olması, helâ, banyo, pis yerler, kuyu,
mağara ve delikler gibi yerlerde yaşadıklarının anlatılması onların aslında
mikroplar olduğunu söyleyenler de bulunmaktadır.[146]
Ancak bu iddialar henüz ilmî bakımdan üzerinde ittifak edilecek düzeyde
temellendirilememiştir.
Cinlerle alâkalı olarak
naslarda yer alanların dışında fazla bir malumatımız olmadığı için farklı
yorumlar yapılması normaldir. Ancak özellikle cinlere inancın kültürel ve
altkültürel boyutları hâlihazırda insanların psiko-sosyal yapılarında oldukça
etkili olmakta ve bu konu üzerinde de özenle durulması gerekmektedir. Kur’an ve
sünnette ve bu temel kaynaklar paralelinde oluşturulmuş eserlerde mevcut olan
cinlerle alakalı hususlar, toplumun kültürel bilinçaltını etkilemiş, yaşanan
bazı tecrübelerin de eklenmesiyle kendine has bir hâl almıştır. Bu bakımdan
toplumda mevcut cin telakkisinin kökenlerini daha iyi anlamak ve bu sayede bu
inançların insanlar üzerinde ne tür psiko-sosyal etkilerde bulunduğunu daha iyi
idrak edebilmek için cinlerin temel İslâm kaynaklarında ve kültürel düzeyde ne
şekilde ele alındığını bilmek gerekmektedir.
Şüphesiz cinlerle
alâkalı kültürün oluşturduğu en önemli sosyolojik etki, cinlere inancın
sosyolojik boyutunu oluşturan cincilik-büyücülük vb. faaliyetlerdir. Bu gibi
hususlarda İslâm dininin görüşü nettir. Buna göre İslâm, Allah’tan başkasından
yardım istemeyi ve şeriat hudutları dışında bulunan her türlü uygulamayı kesin
bir dille reddetmiştir [147] .
İnsanlara model olarak Hz. Muhammed’i göstermiş ve onun yaptıklarının ölçü
olduğunu bildirmiştir[148]. Aynı
şekilde ne müslümanlara örnek gösterilen Hz. Muhammed ne de onun ashabı kâhine,
arrâfa, cinciye gitmiş ne de gidilmesini tavsiye etmişlerdir.
BÜYÜ-SİHİR VE CİNLER
SİHRİN
TANIMI VE TÜRLERİ
Sihir “… ” lügatte;
sebebi gizlenmiş ve hakikatinin dışında gösterilmiş olan her iş ve hileleyle
bir şeyin mecrasını, aslını değiştirmek, çıkış yeri ve kaynağı latif (ince)
olan bir şeyi hakikatinden farklı ve gerçek gibi göstermek, aldatmak, olmayan
bir şeyi varmış gibi göstermek gibi anlamlara gelmektedir[149].
Kurtubî el-Câmî’ isimli
tefsirinde[150] şöyle
demektedir:
Sihrin aslı, hile ve
tahyîller ile bir şeyi gerçek gibi göstermektir. Sâhirin, uyguladığı şeyler
yoluyla, sihir yaptığı kişiye, olanı başka türlü hayal ettirmesi gibi. Ve nasıl
ki uzaktan serap gören kişi, kendisini su görmüş zanneder yahut hareket hâlindeki
bir gemide duran kişi, sahildeki ağaç ve tepeleri kendisiyle beraber hareket
ediyormuş gibi görür (işte sihir de böyledir). Denildiğine göre sihir kelimesi
“ Ajcjî. |j| ^j^İI üjiw ” (Çocuğu kandırdığımda aklını çeldim)
manasından türemiştir”.
Elmalılı Hamdi Yazır da
Hak Dini Kur’an Dili isimli meşhur tefsirinde sihirle ilgili uzun malumat
verdikten sonra şöyle demektedir:
Bütün bu aksam esaslı
iki kısma racî olur: birisi sırf yalan ve mahzı tezvir-ü iğfâl olan kavil veya
fiil ile ircaı tesir eden sihir eiğeri az çok bir hakikati suistimal ederek ika
edilen sihirdir. Sihrin bütün mahiyeti, hayali hakikat zannettirecek bir
veçhile ruı beşer üzerinde aldatıcı bir te’sir ika etmekten ibaret olduğu halde
bunun bir kısmı tahyili mahız, diğer bir kısmı da bazı hakikat ile memzucdur.
Binaanelayh her sihrin hakikî te’sirden büsbütün ârî olduğunu iddia
etmemelidir.[151]
Teshir “… ” kelimesi de
yine aynı, yani “aldatma, göz boyama” manasına gelmektedir[152].
Sihrin bir diğer
karşılığı Türkçe’de kullanılan “büyü” kelimesidir. Eski Türk dilinde büyü
“bügi, bügü” şeklinde yazılmakta ve “sihirbaz, din adamı” anlamına gelmektedir.
Daha sonra “akıllı” anlamını kazanan kelime “bilge” kelimesiyle anlamdaş olmuş
gözükmektedir.[153] Büyü
anlamına gelen Almanca ve Fransızca “magie”, İngilizce “magi, magic”
kelimelerinin aslının Yunanca “magos” kelimesinden geldiği bilinmektedir.
Pehlevî dilinde (Eski Farsça) büyü “magu” kelimesiyle karşılanmakta, eski
İran’da tabiatüstü güçleri kullanabildiğine inanılan Med kabilesi mensubu
rahipler sınıfına da “maguş” denilmekteydi.[154]
Tüm bunlardan sonra
büyü; “tabiatüstü gizli güçlerle ilişki kurularak yahut kutsiyet atfedilen ve
kendilerinde gizli güçler bulunduğuna inanılan bazı tabii nesnelerin
kullanılmasıyla birine zarar vermek, fayda hâsıl etmek veya korunmak maksadıyla
bazı sonuçlar elde etmek için yapılan işler” şeklinde tarif edilebilir.
Kur’an-ı Kerim’de geçen
“sihir” kelimesi ile “büyü” kelimesi arasında bazı farklar bulunmaktadır.
Sihrin; büyü anlamını taşımakla beraber büyüden daha kapsamlı olduğu
belirtilmelidir. Öte yandan Türkçe’de “büyücü” kelimesiyle “sihirbaz” aynı
anlama gelmemektedir. Buna göre sihirbazlık; gözü yanıltan ve görüşü aldatan el
çabukluğu, hokkabazlık gibi hilelere dayanan bir eylemdir. Büyücü ise iyi veya
kötü metafizik varlıkların yardımını sağlayan, kendine has büyü tekniğini,
usullerini, tılsımlı sözleri, çeşitli iksirleri, muskaları kısacası uygun
malzemeleri kullanan kimsedir. Kâhinlik de büyücülükten ayrı olmakla birlikte
büyücülerin yaptığı işlere benzer şekilde, bir takım usullerle, irtibata
geçtikleri iyi-kötü varlıklar vasıtasıyla kayıp eşyadan ve gelecekten haber
verdiklerini iddia etttikleri belirtilmelidir. Ancak halk arasında bu üç kelime
birbiri yerine kullanılmaktadır.
Sihir konusunda birçok
İslâm âlimi görüş beyan etmiş, farklı sihir tarifleri ve tasnifleri
yapmışlardır. Bunlardan en meşhurları, Fahreddîn Râzî ve İbn Haldun’dur. Bu iki
âlimin sihirle ilgili tasnifleri ve tanımlamaları en fazla kabul görenler
arasındadır.
İbn Haldun’un meşhur
“Mukaddime” isimli eseri, sihrin o dönemde nasıl yapıldığını, ne şekilde
yayıldığını ve sihir literatürünü görmemizi sağlamaktadır.
İbn Haldun, kitabında,
başlangıçta halk arasında sihir ve tılsım hakkında yazılan eserlerin çok az
olduğunu, bunun sebebinin ise bu bilgilerin dinlerin nazarında zararlı olarak
sayılması olduğunu belirtmektedir.[155]
İbn Haldun, sihrin
nefislerde saklı kuvvelerle yapıldığını, nefislerin bazı mertebelere
ayrıldıklarını, peygamberler ve velilerden sonra bazı insanlarda farklı
kabiliyetler olduğunu söyler. O, peygamberlerin fıtrî olarak yaratılıştan gelen
bir özellik taşıdıklarını, bu sayede Allah’ı bilmeye ve meleklerle konuşmaya
fıtraten müsait olduklarını söylemektedir. Buna mukabil peygamberlerden sonra,
nefsin kuvveti yahut şeytânî güçlerin yardımı ile varlıklara tesir ve
kevkeblerin rûhâniyetlerini celb, bunların vasıtasıyla varlıklarda tasarruf
edenler sınıfı gelmektedir. Böylece her sınıf diğerinde olmayan bir özellikle
diğerinden ayrılmaktadır. Kâhinlerin nefislerinin gayblara muttali’ olma hususiyetleri
ise şeytânı kuvvetlerin yardımıyla olmaktadır.[156]
İbn Haldun, sihirbazları
üç sınıfta değerlendirmektedir[157]. Birinci
sınıfta olanlar, sadece himmetleri vasıtasıyla varlıklara tesir ederler ve
herhangi bir âlet ve yardımcı olmaksızın etkide bulunurlar ki, ona göre
bunların yaptığı şeye filozoflar, “sihir” ismini vermişlerdir. İkinci
sınıftakiler, feleklerin mizâçları yahut unsurlar yâhut sayıların havâssı
yardımıyla müessir olanlardır ki bunların yaptıklarına da ona göre tılsım
denmektedir. Bu mertebe İbn Haldun’a göre birincisinden daha aşağıda olan bir
mertebedir. Üçüncü sınıfta ise, kişilerin hayal güçlerine etki eden sâhirler
bulunmaktadır. Bunlar kişilerin hayal güçlerine teveccüh ederek, o kuvvelere
bir çeşit etkide bulunurlar. Bunlar, kişilerde diledikleri her türlü hayal ve
vehimler oluşturduktan sonra, bu hayalleri nefislerindeki kuvvet ve kabiliyetle
seyircilerin gözleriyle görebilecekleri bir hâle getirirler. Öyle ki seyirciler
karşılarında bağlar, bostanlar, saraylar gibi şeyler görürler. İbn Haldun buna
filozofların “şa’veze” adını verdiklerini belirtmektedir.
İbn Haldun, sâhirlerin
nefislerinde var olan sihir kabiliyetinin, diğer tüm beşerî kuvvetlerde olduğu
gibi, ancak bilkuvve var olup, sadece riyâzet yoluyla fiilen mevcut olacağını
söylemektedir. Bu riyâzetinse, birtakım ta’zîm ve ibâdetlerle, huzû (alçaklık)
ve zillet göstermek suretiyle felek, yıldız ve ulvî olan âlemlerin
ruhâniyetlerine yönelip, başvurmak şeklinde olduğunu bildirmektedir[158].
Meşhur kelamcı ve
müfessir Fahreddin Râzî’nin sihir yaklaşımı, özellikle sihrin çeşitlerini
anlattığı tefsiri Mefâtihu’l-Gayb’ındaki ilgili bölüm ilgi çekici
noktalar olup daha sonraki pek çok esere bu konuda kaynaklık etmiştir.
Fahreddîn Râzîye atfedilen bir diğer kitabı olan Sırru’l-Mektûm fî Muhâtabâti’ş-Şems
ve’n-nucûm adlı kitap da bu alanda oldukça meşhur olmuş ve sihir konusunda
bilgi veren temel bir eser kabul edilmiştir. İbn Haldun da sihirle ilgili
izahlarında bu esere değinmiştir.[159]
Râzî sihri kendi
arasında türlere ayırarak izah etme yoluna gitmiştir. O, sihir türlerini
haramdan mübaha doğru uzanan sekiz kategoride ele almıştır. Buna göre sihir;
“(1) Eski kavimlerden olan Keldân ve Kesdûnilerin sihri, (2) vehimler ve güçlü
nefs sahiplerinin sihri, (3) yer ruhlarından yardım istemek sûretiyle olan
sihir, (4) tahyiller (hayâl göstermeler) ve gözboyacılığı olan sihir, (5)
geometrik oranların birleşmesinden oluşan âletlerle ve acâib (fiziksel)
amellerle yapılan sihir, (6) birtakım devâların (ilaçların) özelliklerinin
yardımıyla yapılan sihir, (7) kalpleri bağlamak (telkin vb) yolluyla yapılan
sihir ve (8) koğuculuk yapmak ve karışıklık çıkarmak” şeklinde sekiz kategoride
sınıflandırılmaktadır.[160]
Sihrin çeşitleri
incelendiğinde, karşımıza oldukça fazla ve farklı şekillerde sihir tasnifleri
çıkmaktadır. Şüphesiz bunda sihri tanımlamada kullanılan bakış açısı önemlidir.
Bu bakış açıları incelendiğinde sihrin genel olarak, kullanılan yöntemlere
göre, amacına göre ve uygulama alanlarına göre tasnif edildiği görülmektedir.
Buna göre sihri, bu sınıflandırma bakış açılarından ilki, yani kullanılan
yöntemlere göre beş kategoride değerlendirebiliriz[161].
Aldatma
(huda’) ve temvîh (gerçeği başka türlü gösterme) yoluyla vaki olanlar. Bunlar,
hakikati olmayan hayaller meydana getirirler. Bu, hokkabazların, el çabukluğu,
maharet, sürat ve hileli yollarla başardığı bir tarz olup, insanların gözlerini
yanıltmak üzerine bina edilmiştir. Kuran’da bu hususa Â’râf Suresi 116 ve Tâhâ
Suresi 66. ayetlerde işaret edilmektedir.
Rukyeler,
düğümlere üflemek, meshûrun sûret ve heykellerini yapmak suretiyle yapılanlar.
Bu çeşit sihir, tilâvet, kıraat ve yazı gibi şekiller vasıtasıyla
gerçekleştirilir. Kur’ân-ı Kerîm’de Nâs Suresinde, “Neffâsât” tâbiriyle,
düğümlere üfleyenlerin şerrinden Alah’a sığınılması istenilmektedir. Buradaki
“Neffâsât” sâhirlerdir. Rukyeler ve azimetler, esmâ-i ilâhiye ile melâike-i
kirâmın isimlerini de içinde barındırabilmektedir[162].
Tılsımlar
ve hatemler (mühürler) yoluyla olanlar. Bunlar özellikle Arapça kelimelerin
azılışlarına aykırı olarak yâhut ayrı olarak harfler birleştirilmeden yazılır.
Bu türün hakikatı, feleklere ilgisi olan özel esmâların nefsidir. Ayrıca
belirli vakitlerde ve belirli şekillerle hazırlanır.
Gezegenler
ve yıldızlar vasıtasıyla yapılan sihir. Bu anlayışa göre Allah her gezegeni ve
yıldızı bir kuvvet ve hâssa ile techîz etmiştir. Bu nedenle her birinden özel
bazı tesirler zâhir olabilir. “Bunun üzerine İbrahim yıldızlara şöyle bir
baktı ve ben hastayım dedi”161 ayeti buna işaret etmektedir.
Tabi tefsirlerde bu ayetle ilgili oldukça farklı yorumlar bulmak mümkündür.
Şeytanların
istihdâmı yoluyla yapılan sihir. Bu sihir, süflî varlıklara yaklaşıp bağlantı
kurmak, istihdâm etmek, çeşitli işlerinde kullanmak için teshîr etmek, halk
içinde zarar îkâ etme, bağlantı kurarak geçmiş ve geleceğe yönelik haberler
vermek şeklinde icrâ edilmektedir. Bu kategorideki sihir en şiddetli olanı
olarak kabul edilmektedir. Bu sihir türünde sihir yapanla şeytan arasında bir
anlaşma yapılmaktadır. Bu anlaşma ekseriyatle sihir yapanın cine bir takım
ibadetler yapması, kurban ve adak adaması veya ibadet etmesi gibi uygulamalarla
sonuçlanmaktadır. Bu hususa Kur’an-ı Kerim’de Sebe’ Suresi 41. ve Hacc Suresi
13. ayetlerde değinilmektedir. Yine Kur’an-ı Kerim’de Cin suresi 6. ayette bu
husus şöyle belirtilmektedir: “Doğrusu insanlardan bazı erkekler, cinlerden
bazı erkeklere sığınırlardı da onların şımarıklıklarını artırırlardı ”.
Büyü çeşitleri kullanım
alanına göre de oldukça farklılaşmaktadır. Buna göre sihri uygulama alanlarına
göre şöyle sınıflandırabiliriz[163]:
Sosyal
Büyü: Evlilik
(kısmet açma ve kapama, evlilik problemlerini çözme, evlileri ayırma, kötü
komşuları yerinden etme (komşuluk), zâlimin zulmünden kurtulma, hakkını alma,
zâlimden intikam alma, kötü kişilerin arasına kin sokmak ve büyü (muhabbet,
ülfet sağlama),
Tıbbî
Büyü: Hastalık
teşhisi, genel sağlık, temizlik, farklı şifâ operasyonları, ağrıların
giderilmesi, yılan, akrep vb. haşerât sokmalarına karşı çeşitli efsunlar, çocuk
hastalıkları, psişik ve manik psikolojik hastalıklar, obsesyon (cin musallat
olma) hastalıklarının tedavileri gibi çeşitli büyüler.
Ceza
Büyüsü:
Hastalık gönderme, saraya tutturma, irsâl-i hâtif (evham gönderme gibi), düşman
ve şer evlerinin taşlanması ve tahribi, düşmanın helâkı gibi büyüler.
Kriminal
Büyü:
Hırsızın tespit edilmesi ve cezalandırılması, kayıp insan veya malın bulunması
ve kaybolduğu yere getirilmesi, kayıp hakkında haber alınması gibi büyüler,
Adlî
Büyü: Hâkim
veya savcıyı sakinleştirme, mahkemeyi kazanma, mahpusu hapisten kurtarma
operasyonları.
Hıfz
(korunma) Büyüsü: Kaza,
belâ ve musibetlere karşı genel olarak korunma, yolcuyu çeşitli tehlikelerden
koruma, işyeri tarla ve depodaki mal ve ürünlerin korunmasına yönelik büyler.
Arkeomaji:
Define
aramakla ilgili konular,
Veteriner
Büyüsü: Koyun,
sığır gibi süt hayvanlarının süt ve yağlarının arttırılması, at ve koyun
hastalıklarının tedavisi, hayvanların yırtıcılara karşı korunması türünden
büyüler.
Parasal
Büyü: Mal
ve kazançta bereketin arttırılması, kağıt, deri ve yaprak gibi maddelerin
kıymetli kağıt ve materyale dönüştürülmesi, cinlerden para celbi, müşteri celbi
şeklinde büyüler.
Demonolojik
Büyü: Cin
davetleri ve bir şeyler danışma türünden büyüler.
Haber
Alma Büyüsü: Su
vasıtasıyla haber alma (mendel), istihâre, rüyada haber alma ve cinlerden
direkt bilgi edinme büyüleri.
Zirâî
Büyü: Mahsulün
bol olması, ot, tahıl ve meyve ağaçlarının kolay ve bol ürün vermesini temin
için yapılan büyüler.
Haşerâtlarla
mücadele: Pire
toplama, fare, akrep ve benzeri haşerâtın kovulması büyüleri.
Şekil
1: Kuzuları Kurtlardan Koruma Büyüsü169
Medyumsal
Büyü: Her
türlü konuşturma ameliyeleri, hipnoz hâline sokarak konuşturma ve soruşturma
büyüleri
Büyü
bağlama ve açma faaliyetleri, idrar, dil, cinsel bağlar vb. gruptan olan
büyüler.
Bu tasnifte de görüldüğü
gibi hemen her alanda büyü uygulanmaktadır. Özellikle alışılmış metotların
yetersiz kaldığı durumlarda büyüye başvurulmaktadır. Doğal olarak bu başvuru
toplumun refah seviyesiyle ters orantılı bir durum arzetmektedir. Öyle ki refah
seviyesi düşük toplumlarda büyü uygulamaları gelişmiş toplumlara göre çok daha
yaygındır[164] [165].
Büyü çeşitleri açısından
bir farklı tasnif de şu şekilde yapılabilmektedir. Bu sınıflandırmayı da üçüncü
kategori olan gayelerine göre tasnif sınıfında değerlendirebiliriz. Buna göre
büyü 6 sınıfa ayrılır. Bunlar; ak büyü, kara büyü, aktif büyü, pasif büyü,
temas büyüsü ve taklit büyüsü[167].
Ak
Büyü: Genel
olarak ferdin veya toplumun iyiliği için yapılan büyüdür. Kuraklık, hastalık,
yaralanma, loğusa kadınlara ve çocuklara zarar veren şeylere karşı çare bulmak
gibi hususlarda yapılan büyüdür[168].
Kara
Büyü: Ak
Büyü’nün tersine, kötülük yapmak, zarar vermek gayesiyle yapılan büyüdür. Evli
çiftleri birbirinden ayırmak, cinsel kuvveti öldürmek, hasta etmek, sakat
bırakmak ve hatta öldürmek gibi kötü faaliyetler kara büyünün gayeleri
içerisindedir[169].
Aktif
Büyü: Tabiat
olaylarım denetim altına almak ve onları dilediği gibi kullanabilmek veya
tabiatın zararlarından kendilerini korumak gayesiyle yapılan büyüdür. Örneğin
sel felaketi ve fırtınayı önlemek üzere yapılan büyü gibi.
Pasif
Büyü: Genellikle
savunma ve korunma için yapılan büyü çeşididir. Kişin muska nazarlık gibi bazı
okunmuş veya kutsanmış malzemeleri üzerlerinde taşımalarını gerektirir.
Temas
Büyüsü: En
çok yapılan büyü çeşitleri arasındadır. Bu büyüde temas esas olduğundan
parçanın veya temas edilmiş bir eşyanın temas edenle ilgili bazı bilgiler
barındıracağına inanılmaktadır. Bu inançla kişinin saçından alınan bir kıl,
elbisesinden koparılan bir parça, bir tırnak parçası gibi şeylerle büyü
yapılmaktadır.
Taklit
Büyüsü: Bir
şeyin suretini veya taklidini yapmakla o şeyin esasını etkileme, taklit yoluyla
istenilen sonucu elde etme esasına dayanan bir büyüdür. Aynı zamanda Analoji
büyüsü veya homeopatik büyü de denilen bu büyüye hem iyi hem de kötü gayeler
için başvurulabilir[170].
Bütün bunları
değerlendirdiğimizde büyü tasniflerinin amaçlar, yöntemler ve kullanım alanları
açısından birbirinden ayrıldığını görmekteyiz. Bununla birlikte önümüze daha
pek çok farklı sihir sınıflandırmaları çıkmaktadır. Örneğin yine İbnu’l Hâcc,
Şumûsu’l-Envdr isimli eserinde sihrin 30 farklı sihir grubu saymıştır[171].
CİN-SİHİR
(BÜYÜ) İLİŞKİSİ
Cin ve sihir kavramları
genelde birlikte anılan iki kavramdır. Bazı büyü türlerinin doğrudan cinlerle
yapıldığı da bu alandaki en önemnli iddialardandır. Ayrıca konumuz cinler
olduğundan burada özellikle cinlerle alakalı büyü türlerine değineceğiz
Fahreddîn Râzî’nin,
yaptığı sihir tasniflerinde üçüncü grupta sayılan “yer ruhlarından yardım
istemek suretiyle olan sihir” türünde, cinlerle ilişki içerisinde yapılan
büyüye işaret edilmektedir[172].
Buradaki yer ruhları cinleri işaret etmektedir. Nitekim felsefecilerin bir
kısmı cinleri yer ruhları olarak isimlendirmişlerdir. Yer ruhları kendi
aralarında çeşitli sınıflara ayrılmaktadır. Buna göre onların hayırlıları,
şerlileri mevcut olup, şerlileri kâfir cinler ve şeytanlar, hayırlı olanları da
Müslüman cinlerdir. İnsanların bunlarla bağlantı kurmaları, semavî ruhlarla
bağlantı kurmaktan daha az enerji gerektirmektedir. Bu sebeple insanların
yeryüzü ruhlarıyla bağlantı kurmaları daha kolaydır [173]8.
Cinlerle ilgili ayet ve
hadislerin yorumu İslâm literatüründe kendine has bir şekil almış, ayrıca
cinlere ve şeytanlara tesir edip onları itaat altına alma yollarını konu edinen
ve “ilmü’l-azâim” adı verilen bir ilim dalı da teşekkül etmiştir. Bu işlerle
meşgul olanlara da Türkçe’de “cinci” adı verilmiştir.
Büyü ve büyücülük,
cinciliğe göre daha geniş bir kavramdır. Cincilik büyücülük içinde bir cüzdür
denebilir. Ya da daha doğru bir ifadeyle cinlerden yardım isteyerek veya cinleri
kullanarak yapılan büyüler genel anlamda büyücülüğün içinde bir türdür.
Cinciler günümüzde
cinler vasıtasıyla çeşitli büyüler yapmakla beraber, diğer büyü türlerini de
yaygın şekilde kullanmaktadırlar. Bunlar arasında, astrolojik büyüler, kara
büyü, ak büyü, ceza büyüsü, büyü bağlama ve açma, kriminal büyü dediğimiz
hırsızın yerini bulma vb. büyüler, define arama, muska ve tılsım yazma, okuma
gibi çeşitli uygulamalar bulunmaktadır[174].
Bu bakımdan günümüzde realitede cincilikle büyücülük örtüşür görünmektedir.
İslâm literatürüne
baktığımızda, cinlerin insanlarla ilişkileri ve cinlerin insanları veya
insanların cinleri etkileyebilecekleri konusunda görüş birliği yoktur. Buna
karşın, her iki tarafın da (cinlerin ve insanların) zayıf veya kuvvetli, şu
veya bu şekilde birbirlerine etkileri olabileceği kabul edilmiştir. Ehl-i
sünnet âlimlerine göre insanlarla cinlerin birbirlerine tesir etmeleri
mümkündür. Zira Kur’an-ı Kerim’de, faiz yiyenlerin kıyamet günü şeytanın
çarptığı kimselerin kalkışı gibi kalkacakları belirtilmiş (el-Bakara 2/275),
bir hadiste de şeytanın insan bedeninde kanın dolaştığı gibi dolaştığı
bildirilmiştir.[175] Ayette
geçen “mess” kelimesi esasen dokunmak demektir. Arap dilinde
"delirmek" anlamına da gelir, mecnûna ve saralıya "memsûs"
yani dokunulmuş, çarpılmış denilir. Bunlar anlaşılmaz gizli sebeplerden ileri
gelen fena hastalıklar olduğu için cinlere ve şeytana nisbet edilerek "cin
tutmuş", "şeytan çarpmış" denilegelmektedir. Bunların böylece
şeytana nisbet edilmesi hakikat mı, mecaz mı olduğu meselesi ayrıca tartışma
konusu yapılmıştır. Bu anlamda (yani dokunmak, çarpmak) anlamında şeytan
çarpmasıyla cin çarpması eşdeğer anlamda kullanıldığından, bu ayette bahsi
geçen çarpma, cinlere de atfedilebilir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Kehf Suresi’nin
50. ayetinde şeytanın cinlerden olduğu ifadesi bulunmaktadır. Bu tür dînî
deliller, olduğu gibi kabul edildiğinde, cinlerin veya yine cinler gibi ateşten
yaratılmış kabul edilen şeytanların, insanlara etki edebilecekleri, hatta
onları hasta edebilecekleri, örneğin sara hastası yapabilecekleri yorumu
rahatlıkla ortaya çıkmaktadır. Cinlerin insanlara sadece vesvese vermek
suretiyle etkili olabileceğini söyleyen sünnî âlimler de bulunmaktadır[176].
Cinlerin insanlar
üzerinde etkisinin olabileceğini kabul edenlerin bir kısmı bunun daha çok sihir
ve büyü gibi faaliyetlerle ortaya çıktığını söyleyerek cinlerin bu tür işlerde
kullanılabileceğini ileri sürerler. Manaları anlaşılmayan “havâs” ve “azâim”
türünden bazı metinlerin okunması yoluyla cinlerden faydalanma teşebbüsüne
huddamcılık, bu işte kullanıldığına inanılan cinlere de “huddâm” denmektedir.
Hatta halk arasında bu gizli ilme de “huddâm ilmi” denilmiştir[177].
Cinlerle ilişkili
yapılan büyülerde onlarla bağlantı kurmak ve istenilen ameliyeye yönlendirmek
esastır. Bunun da yolları rukye, tütsü ve halktan tecrid olmak gibi yöntemleri
uygulamaktır. Bu türe “azîmetler ve cin teshiri ameliyeleri” de denilmektedir.
Büyü yapmak isteyen büyücülerin, Allah’ın yasakladığı bir takım fiilleri
işleyerek şeytâna, cinlere veya felsefecilerin taibiriyle yer ruhlarına
yaklaşmak istedikleri görülmektedir. Tarih boyunca bu tür kimseler yıldızlara
taparak, Allah’a şirk koşarak, şeytanı överek hatta ona taparak, cinlere
çeşitli adaklar adayarak, cinlerin ve şeytanların yardımını celbetmeye
çalışmışlardır[178]. Nitekim
bu husus Kuran’da da çeşitli ayetlerde belirtilmiştir[179].
Buna mukabil Kur’an’da şeytan ve yandaşlarının Allah ve Rasûlü’nün yolundan
gidenlere ve Kur’an’a sımsıkı sarılanlara hiçbir şekilde zarar veremeyecekleri
bildirilmektedir[180].
Cinlerle irtibatlı büyü
yapmanın temel mantığı, cinlerin kullanılabileceğidir. Kur’an’da da bunu
destekleyen ifadeler bulunmaktadır. Nitekim Süleyman peygamberin cinleri
kullandığı[181], cinleri
istihdam ettiği Kur’an’da anlatılmaktadır. Buna göre Enbiya Suresi 82. ayette;
“Kendisi için dalgıçlık ve daha başka birtakım işler yapan bazı cinleri
(şeytanları) da onun emrine verdik. Biz onları gözetim altında tutardık.” buyrulmaktadır.
Ayrıca Süleyman peygamberin bu cinleri bir işçi gibi çalıştırdığı, kaleler,
heykeller ve havuzlar gibi değişik yapılar yaptırdığı da Kur’an’da
anlatılmaktadır: “O cinler ona kaleler, heykeller, havuz büyüklüğünde çanak
ve leğenler, sabit kazanlar gibi istediği şeyleri yaparlardı. Ey Davud
hanedanı, şükür gayreti içinde olun. Kullarımdan gereği gibi şükredenler çok
azdır.” (Sebe Suresi, 34/13) Bu ve benzeri ayetler insanlar tarafından
cinlerin kullanılabileceğine delil olarak kabul edilmiştir.
Bazı müfessirler, geride
geçen ayetlerin özellikle Süleyman peygamberle alakalı bir mucizeyi
anlattığını, mucizelerin de peygamberlere has olduğunu söylemişlerdir. Buna
göre Kur’an’da geçen bu ayetlerden normal insanların da cinleri kullanabileceği
sonucu çıkmamaktadır. Bazı kimselerse söz konusu ayetlerin insanların bir gün
bunları yapabileceğine delil olduğunu savunmaktadırlar[182].
Cinlerin kullanılmasıyla
alakalı yukarıda da bahsedildiği gibi bir illimden sözedilmektedir. Bu ilimin
adı da “Hüddam İlmi”dir. Bilhassa eskilerin bilgileri arasında olan ve Anadolu
halkı arasında yaygın olarak bilinen konuya göre, bazı tesbih veya duaların
birer hadimi (hizmetçisi) vardır. Eğer bu kişi oturup o kelimeyi veya duayı
gerekli sayıda okur, sonra da karşısına dikilen cinden o an için korkmadan bir
şey isteyebilirse, o şey derhâl olur. Bir şey istemez de o cinin kendi emrine
girmesini isterse o cin artık onun hizmetkârı durumuna girer. Bunun için de
birçok formül vardır. Bu anlayışa göre cini kontrol eden biri bir insanı bile
bu yolla o cine öldürtebilir. Halk 188 arasında bunu savunan kitaplar
bulunmaktadır
Hüddam ilmine göre
büyünün özü cinlere dayanmaktadır. Buna göre bütün mukaddes kitapların, önceki
“sahifeler” de dâhil olmak üzere Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an’ın her bir
ayetinin, her bir kelimesinin 8 hizmetlisi yani “hâdimi” vardır. Bunların dördü
ulvi yani melek cinsinden dördü de süflî yani cin cinsindendir. Bu kelimelerin
“ebced ilmi” denilen bir ilmin verdiği hesaplara göre çeşitli rakamlarda
tekrarlanışı veya o ayetlerin tersinden okunuşu, o kelimelerin vazifeli
“cin”ini harekete geçirecek ve sevkedildiği kişiler üzerinde tesirlerini
celbedecektir. İşte büyü denilen olay, bir kelime veya cümlenin belirli sayıda
ve bazı yan işlemlerle desteklenerek okunmasıyla meydana gelen tesirlerdir[183] [184]. Büyüden
korunma yolu da cinleri korkutan dualar veya Kur’an’dan bazı ayetler okumak
veya cinlerle konuşarak onları ikna etmektir. Hatta ortaya bir kap içine su
konarak bu suya bazı dualar okunması ve sonrasında peyderpey içilmesi, ayrıca
büyü yapılmış kişide veya evde bulunan muskanın bir aside, limona veya sirkeye
batırılarak eritilmesi gibi yöntemler de popüler büyü kitaplarında yer alan
tavsiyeler arasındadır[185].
İnsanların cinleri nasıl
teshir ettiklerini bilimsel yöntemlerle açıklaıklarını iddia edenler olmuştur.
Buna göre insanlar bir kelime veya kelime grubunu devamlı olarak okudukları
takdirde, beyin birtakım elektromanyetik dalgaları sanki bir şifre şeklinde
yaymaktadır. Bununla da o şifre ile en yakın yapıdaki cinle iletişim
kurulmaktadır. İşte bu iletişim neticesinde o şifre durumundaki elektromanyetik
dalgalar, kendisine en yakın yapıdaki cine etki etmekte ve iyi düzenlenebildiği
zaman, onu istenilen şeyi yapmaya mecbur etmektedir. Hatta kişi bu sözleri,
duaları, tılsımları okumaya devam eder de, buna rağmen cin o emri yerine
getirmezse yanmaktadır.[186]
Günümüzde halk arasında
bu başlık altında bahsettiğimiz, örneklerini verdiğimiz hususlara ilişkin
detaylı bilgiler ihtiva eden, büyü ve bunlardan korunma yollarından bahseden,
çoğu zaman da bunları dinî bir kisveyle sunan oldukça fazla sayıda kitap
bulunmaktadır. Bu kitaplar özellikle eğitim seviyesi vasatın altında olan
insanlar üzerinde, zaman zaman da eğitim seviyesi yüksek olmakla birlikte dinî
konularda eğitimsiz olan ve halk arasında “sosyete” tabir edilen gruplar
üzerinde etkili olmakta ve bu sayede hem alt hem de üst kültürde cin telakkisi
yaygın bir şekilde varlığını sürdürmektedir. Bu sebeple günümüzde hâlâ
cincilere, büyücü ve medyumlara rağbet devam etmekte belki de artmaktadır.
CİNLERE İNANCIN SOSYOLOJİK YANSIMASI CİNCİLİK,
BÜYÜCÜLÜK, MEDYUMLUK
TARİHTE BÜYÜ VE BÜYÜCÜLÜK
MUHTELİF
KÜLTÜRLERDE CİNCİLİK, BÜYÜCÜLÜK VE BÜYÜ
Büyü çok eski
devirlerden itibaren bulunan oldukça eski bir uygulamadır. Nitekim “benzetme”
veya “benzer benzeri meydana getirir” şeklindeki büyüsel anlayışla çizilmiş,
kargı saplı hayvan resimleri çok eski tarihli mağara duvarlarında tespit
edilmiştir. Ayrıca o dönemlerden kalma mumya gibi günümüze dek korunabilmiş
cesetlerin kırmızı boya ile kaplandığı görülmüş, “benzer benzeri doğurur”
inanışına uygun olarak kana benzeyen kırmızı rengin, ölü için bir hayat özü
şeklinde düşünüldüğü, böylece kırmızıya boyanarak büyülenmiş cesedin yeniden
dirileceğine inanıldığı tahmin edilmektedir[187].
Antropologlar ve dinler
tarihi üzerine çalışan bir çok bilim adamına göre dinin ve sanatın kaynağı
büyüdür ya da bunlar bir arada oluşup gelişmişlerdir. Doğa olaylarının ardında
birtakım ruhların ve doğaüstü güçlerin bulunduğu, bunların da bir şekilde
büyüyle denetlenebileceği anlayışı çok eski devirlerden itibaren var
olagelmiştir. Bu denetlemeyi ancak bu konuda uzmanlaşan insanların
yapabileceğine, andcak onların dost ruhları yardıma çağırıp, kötü ruhları
uzaklaştırabileceğine inanılırdı. Hedef ise, sağlık, savaş, barış, av, vb.
konularda başarıya ulaşmak ve bereketi sağlamaktı[188].
Eski Mezopotamya ve
Mısır’dan kalma tılsımlı sözler ve büyü formülleri içeren çok sayıda metin
günümüze kadar gelmiştir. Bu tarihi belgelerden, eski dinlerde çok sayıda dînî
içerikli büyüsel tören olduğu anlaşılmaktadır. Kısacası, din adamları aynı
zamanda büyü yapan insanlardı ve dînî olarak kabul edilen bir çok büyüsel âyin
ve ritüel bulunmaktaydı. Akadlar, Bâbilliler ve Aruslular’da kötü cinlerden
korunmak için muskalar kullanılmaktaydı. Özellikle Bâbilliler’de toplum hayatı
büyü üzerine kurulmuştu. Toplumsal hayatın her kademesi (av, sanat, ticaret,
savaş vb.) büyü üzerine bina edilmişti. Hatta eski Mısırlılar büyü yoluyla
hayat ve ölümü etkileyebileceklerine, tabiat güçlerini kontrol altına
alabileceklerine inanıyorlardı[189].
Hinduizmde büyücülük
oldukça geniş yer tutmaktadır. Veda’larda büyüyle alakalı olanla olmayanı
ayırmak dahi zordur. Sonraki devrelerde büyüye ilgi artmış ve tıp uygulamaları
büyüyle yakından ilgili hâle gelmiştir. Zengin-fakir herkes problemini çözmek
için tanrılara adak adamanın yanında, tütsü gibi çeşitli malzemeler de
kullanarak, büyüsel-yarı büyüsel ayinlerle isteklerde bulunurlardı. Bu hâkim
telakki bugün de devam etmektedir[190].
Bir diğer doğu dini olan
Budizmde de hinduizme benzer şekilde büyüsel temalar oldukça fazladır. VI.
yy.da Mahayana’nın* yayıldığı Hindistan’da, o sıralarda geçerli olan hukuk ve
iş kuralları derlenmiş (Tantralar), Yoga’nın gün geçtikçe etkisini
artırmasıyla, bazı uygulamaların (nefes alıp verme düzeni gibi) tanımları
yapılmış, bazı büyülü hecelerin (mantralar) belirli bir biçimde yinelenmesiyle
insanın ‘Mutlak’a erişeceğine inanılmıştır. İlk olarak Tibet’te VII. yy.da
uygulanan bu gizli ve büyülü formüller, Hindistan’da hızla geliştirilerek,
tanrılar, cinler, şeytanlar eklenmiş, Evrensel Ruh’un parçalarının birer
görüntüsü sayılmıştır. Daha sonraki dönemlerde (XI. Yy) büyüler ve mucizelere
inanma, halk arasında iyice yaygınlaşmıştır. Öyle ki toplumda, havaya
yükselmek, şiddetli soğuğa-sıcağa dayanabilmek, maddeye egemen olabilmek,
telapati gibi işlerin büyü vasıtasıyla başarılabileceğine inanılmıştır[191].
Daha doğuda eski
Japonlar’da çeşitli büyü uygulamaları görülmekle beraber, Şinto dini
ayinlerinde büyüsel dualara, efsunlara ve formüllere pek rastlanmaz. Ancak
mistik hayat yaşayanlarda büyü, cincilik ve gizli ilimlerle uğraşmak yaygındı.
Budizmin Japonya’ya girmesinden sonra eski uygulamalar gelişmiş ve Budist
ökültik ilimleriyle karıştırılmıştır. Daha sonraki dönemlerde Konfüçyüsçülük
Japonya’da büyücülüğü bir ölçüde engellediyse de şimdiki Şinto mezhepleri
hastalıkların tedavisinde büyü, kehanet ve cinciliğe hâlâ büyük önem
vermektedir[192].
Büyü Grek dünyasında
oldukça köklü bir geçmişe sahiptir. Hatta büyü ile ilgili uygulamalar, Yunan
dünyasının ilk yazılı metinleri olan Homeros’un eserlerinde karşımıza çıkar.[193] Eski
Yunan geleneğine göre baş büyücüler Kirke, Pasihae ve Medeia, güneş tanrısı
Helios’un soyundan gelmektedir. Bu anlayışa göre büyücülük aile içerisinde soy
boyunca miras yoluyla aktarılmaktadır. Büyücü tanrıça Kirke, güneş tanrısı
Helios’la Okeanos’un kızı Perseis’ten doğmadır. Kimi yazıtlarda da Hekate’nin
kızıdır ve büyüyü ondan öğrenmiştir[194].
Eski Yunanlılarda tanrı,
yarı tanrı ve insan üçlemesi temelinde şekillenen mitolojik tasavvurlarda,
çeşitli rûhâni varlıklardan ve bunların büyüsel özelliklerinden
bahsedilmektedir. Örneğin Erinyenler* hades ülkesinde**
oturan ve öçlerini almak için büyü yoluyla yeryüzüne çıkan varlıklar olarak
telakki edilmekteydiler. Bunun yanı sıra bazı tanrıların da büyü yaptığı ve
büyü vasıtasıyla işlerini gördükleri anlatılmaktadır. Örneğin tanrı Orpheos’un,
şarkılarıyla taşları bile büyüleyebildiğine inanılmaktaydı. Yine Hekata bir
büyü ilâhesi olarak benimsenmişti. Bunlara paralel olarak, bütün eski Yunan
filozoflarının büyüye inandıklarını belirtmek gerekir. Hatta içlerinden
Porphyrius gibi kendini tümüyle büyüye hasredenler de olmuştur. Eski Yunan’da
büyücüler Pisagor’un rakamlarından faydalanarak sayıları büyülü daireler içinde
kullandılar[195].
Eski Yunanlıların aksine
Romalılar büyüyü boş ve anlamsız görmüş, büyücüleri hilekâr ve yalancı
saymıştır. Ancak Roma’da büyücülüğün yayılmasına engel olamamışlardır. Hatta
Mısır ve Kalderî büyülerinden etkilenmiş olan eski Roma, büyücülerin merkezi
hâline gelmişti[196].
Eski İran’da dinle, büyü
son derece kuvvetli şekilde birbirine karışmış hâldedir. Gathalardan, Avesta ve
Vendidadlardan anlaşıldığına göre, Zerdüşt sadece tevhid telakkisini değil,
aynı zamanda başta büyü olmak üzere bâtıl inançlarla mücadele etme anlayışını
da getirmişti. Kutsal yazıtlarda büyücüler ve cadılar lânetlenmişse de zamanla
oluşan yapıda Zerdüşt’ün telkinleriyle halkın sürdürdüğü ve içinde büyünün
yoğun olarak yer aldığı inançlar iç içe girmiştir. Ki bu dînî sentez
Müslümanlarca “Mecûsîlik” olarak isimlendirilmiştir. Bu telakkide, Zerdüştlüğün
temel kavramlarından olan iyi- kötü mücadelesi paralelinde, iyiliğin kötülüğe
galip gelmesi temel savına da uygun olarak iyi cin ve ruhların yardımıyla kötü
cin ve ruhların zararlarından kurtulmak temel alınmıştır. Yine burada, Zerdüşt
dininin melekleri ateşe, yer cinlerine kurban ayinini büyü ayinine, dualar da
afsunlara dönüştü. Bu gün İran’da Mecusîlerden geriye kalan çok az bir grup
(ceberler) hâlâ büyüsel ayinler icra etmektedirler[197].
TÜRKLER’DE
CİNCİLİK, BÜYÜCÜLÜK VE BÜYÜ
Türkler’de de büyü,
kehanet, falcılık, cincilik vardı. Eski Türklerde özellikle şamanizmle birlikte
büyüsel-dinsel ayinler ve uygulamalar yaygın olarak kullanılmıştır. Şaman,
Türklerde “kam” kelimesiyle ifade edilirdi. Şamanın, bu göreve Gök-Tanrı
tarafından getirildiğine, tanrı ile insanlar arasında bir aracı olduğuna, bazı
tanrısal nitelikler ve gizli bilgiler taşıdığına inanılırdı. Bütün Şamanların
derin sezgileri ve geniş hayal güçleri vardı. Derin bir coşkunluğa kapılarak
kendinden geçen bir “kam”ın, bütün gökleri, yeraltı ülkelerini gezdiğine,
ruhların yaşayışlarını gördüğüne, bütün gizil dünyaları dolaştığına inanılırdı.
Şamanın okuduğu hayır dualara “alış” denilirdi. Kamdan alkış alan bir kimse,
dileklerinin yerine geleceğine, umduğunu bulacağına inanır. Türklerde
Şamanların ak ve kara gibi, iyi ve kötü şaman gibi iki gruba ayrıldığı da
görülmektedir. Davulunu çalarak, cinleri perileri toplayan şamanın elindeki ip
ya da asa, evrenin söz konusu bölgelerinden birini, öbürüne bağlayan “yol”dur.
Kısacası eski Türklerde şaman (kam) ruhlar, tanrılar ve cinlerle ilişki
kurabildiğine inanılan, afsun ve büyü yapan, kâhinlik yapan, gaipten haber
veren, cin çarpmasını ve hastalıkları tedavi eden, anlaşılmayan afsunlu sözler
söyleyen, çeşitli hayvan taklitleri yaparak ve seslerini çıkararak ayinler
yapan, davul döven, kendinden geçerek görünmeyen varlıklarla ilişkiye geçen
biriydi. Kam ve üfürükçüye “ürüng” denilen bir ücret de verilirdi.[198]
Şamanlık, bir dinden
çok, temel ilkesi ruhlara, cinlere, perilere buyruklar vermek, gelecekten haber
almak düşüncesiyle yapılan çeşitli büyüsel ayinler bütünüdür. Yalnız, Eskiçağ
ve Ortaçağ’da çok yaygın olan sihirlerden farklı olarak, onların kişisel
olmasına karşılık, Şamanlığın Orta Asya ve Kuzey Asya toplulukları arasında ve
dünyanın başka birçok yerinde az ya da çok kalabalık cemaatleri bulunmaktadır.
Bazı araştırmacılar Şamanlığın bir sihir sistemi olduğunu söylemişlerdir. Öte
yandan birçok Asya halkında görülen Şamanlık, eldeki tarihî belgelere göre,
Moğol istilasından sonra Türkler arasında yayılmıştır[199].
Türklerin şaman
olmasının konumuzla alakalı kısmı; “yel”lerle (cinlerle) irtibat kurarak
yapılan uygulamaların şamanizmin başlıca unsurlarından biri olmasıdır.
Özellikle büyü, fal gibi faaliyetler bu grupta değerlendirilebilir. Fal eski
Türkçe’de “ırk” kelimesiyle ifade edilmiştir. Kaşgarlı Mahmud “ırk” kelimesini
“falcılık, kâhinlik ve bir kimsenin gönlündekini bilmek” diye açıklamaktadır.[200] Besim
Atalay’ın Divân-ı Lügat- it-Türk tercümesinde bu kelimeye ilâve ettiği nota
göre “bu kelime Türkiye’nin bir çok yerlerinde kader, tâlih, fal anlamında
kullanılmaktadır. Irkım açıldı-tâlihim açıldı temektir” ; “kam ırkladı”
cümlesinin izahını yaparken de şu notu ilâve ediyor; “Batı Anadolu’da ve hele
Kütahya vilâyetinin bazı yerlerinde “ırk bakmak” fal bakmak anlamındadır[201]. Kıpçak
lehçelerinde kullanılan “ırım” kelimesi de “teşe’um” ve “tefe’ul” anlamlarında
kullanılmaktadır. Bu kelimenin de “ırk” kelimesiyle bağlantılı olduğu
anlaşılmaktadır[202]. Buradan
da Türk destanlarında yer alan özellikle de Oğuz destanında bilge ve filozof
olarak zikredilen Irkıl Hoca’nın adının anlamının da kâhin ve falcı anlamını
ifade ettiği yorumu yapılabilir. Yine Yakut Türkleri’ne göre ilk şamanın adı da
“Argıl”dı. Bu isim de Irkıl veya Arkıl Hoca’yı anımsatmaktadır[203].
Türkler’de falcılar fal
açmak için kullandıkları nesneye göre muhtelif isimler almaktaydılar.
Hayvanların kürek kemiğine bakıp geleceği keşfedenlere -ki Türkler arasında en
yaygın fal bakma şekli budur- “yağrıncı”, koyun tezekleriyle fal açanlara
“kumalakçı”, muhtelif şeylerden mânalar çıkaran falcılara da “ırımçı” denirdi[204].
Şamanist Türkler’de,
Müslüman olmuş Türklerden Kırgız ve Kazak Türklerinde ve Nogaylar’da en meşhur
fal “kürek kemiği” falıdır. Bu çeşit falın farklı kültürlerde de var olduğu
tarihi belgelerden anlaşılmaktadır. Örneğin kürek kemiğiyle fal bakmak eski Yunanlılarda
ve Romalılarda da vardı. Buna Yunanca “omoplatoskopie” Lâtince “skapulimantia”
denmektedir. Anadolu’nun bazı yerlerinde de kürek kemiği falı 1940’lara kadar
bilinmekteydi[205]. Araplar
bu falı eski Yunan ilimlerinden bir ilim sayarak “kürek kemiği bilgisi” ( …)
adıyla tedvin etmişlerdir[206].
Eski Türkler kürek
kemiğine büyük saygı gösterirler, kırmadan köpeklere atmazlardı. Günümüzde dahi
İstanbul’da ve Anadolu’unun birçok yerinde kasaplar kürek kemiğini kırmadan
atmazlar. Hâlâ daha bu görenek yaşamaktadır.
Türklerde özellikle
Kırgız-Kazaklarda ve Özbeklerde yaygın fallardan biri de “kumalak” denilen
faldır. Bu fal için kırk bir taş yahut kırk tane nohut, fasulye, yahut kırk bir
tane koyun tezeği kullanılır. Kırgızlar daha çok koyun tezeğini tercih
etmektedirler. Bu taşlar kendine has şekillerde dizilerek, karıştırılarak,
tasnif edilerek fal ameliyesi icra edilir. Bu faaliyetlerin sonunda kalan
taşlar hiçbir şey ifade etmezler. Falcılar taş sayılarına bakıp fal sahibine
geleceğini anlatırlar[207]. Bu fal
daha ziyade Müslüman Türklerde yaygındır. Bu fal hâlâ İstanbul’da ve
Türkiye’nin değişik bölgelerinde yaygın olarak bilinmektedir.
Eski Türklerde çocuklar
cinlere ve göz değmesine karşı afsunlanırdı. Yine göz değmesine karşı bağ,
bostan ve bahçelerde korkuluk (abakı) ve nazarlık (kögük) dikilirdi. Cin çarpan
kimsenin yüzüne soğuk su serpilir, sonra “kovuç kovuç” * (kaç kaç)
denilerek üzerlik ve öd ağacıyla tütsülenirdi. Oğuzlarda büyücüye “yelviçin”
cine de “yelvi” denmekteydi. Orta Asya lehçelerinde “arbağ” da “büyü” anlamında
kullanılmaktadır. Yine eski Türklerde dudaklardaki uçuklama kötü ruhlardan
bilinir, özel bir törenle afsunlanarak tedavi yoluna gidilirdi. Buna
“uçuklama”, tedavi edene de “uçukçu” denirdi[208].
Türk kavimlerinde çok
eski devirlerden beri yaygın bir inanca göre, büyük Türk tanrısı Türkler’in
atalarına “yada” (yahut cada, yat) denilen bir sihirli taş armağan etmiştir ki
bununla istediği zaman yağmur, kar, dolu yağdırır, fırtına çıkarırdı. Bu taş
her devirde Türk kamlarının ve büyük Türk komutanlarının ellerinde bulunmuştu.[209] Kaşgarlı
Mahmud yat’ı “taşlarla yağmur ve rüzgâr getirmek için yapılan büyücülük”
şeklinde tarif eder.[210] İbn
Hâldun da Mukaddime’sinde bundan “..Ayrıca Sûdan ve Türk topraklarında
bulutları teshîr ederek belirli topraklara yağmur yağdıran sâhirler olduğunu
işittik... ” diyerek bahseder[211].
Eski Türkler atın
boynuna “moncuk” denen bir taş ve bir çeşit muska takarlardı. Bu gelenek bugün
de benzer şekillerde Anadolu’nun değişik yerlerinde devam etmektedir. Yine eski
Türkler hastalığı tedavi etmek için kurşun eriterek hastanın başına bulunan kap
içindeki suya döker ve bu sudan hastaya içirirlerdi. Kurşun döken, kurşunun
suda aldığı şekle bakarak hastalığın sebebini söylerdi. Bu sudan alınan kurşun
hastanın elbisesinin göğsüne muska olarak dikilirdi. Kısacası İslâm’dan önceki
Türk boylarında her türlü belâ ve musibetlere karşı koruyucu etkisine inanılan
muska-tılsım âdeti yaygındı[212].
Türkler’de sihir-büyü
geleneği İslâm’ın kabulünden sonra da devam etmiştir. İslâm’ın şiddetle reddetmesine
rağmen sihir-büyü geleneğinin sadece Türkler’de değil müslüman Araplarda da
devam ettiğini İbn Haldun’un “Mukaddime”sinden anlamaktayız. İbn Haldun, sihre
ayırdığı bölümde, sihrin o dönemde nasıl algılandığını ve daha önceki tarihsel
süreci çok güzel aktarmaktadır. Ona göre, Hz. Musa’dan önce Nabat ve
Keldânîlerin yazmış oldukları kitaplarda bu ilimlere ait bilgilere çokça
rastlanmaktadır. Çünkü Musa’dan önceki peygamberler bir şeriat ortaya koymamış,
kutsal ise şer’î hükümler yerine sadece vaazlar ve Allah’ın tevhidine çağıran
ve iyilerin cennetlik, kötülerin ise cehennemlik olacaklarına dair hükümleri
içermiştir[213].
Yine İbn Haldun’un
anlattıklarından, Bâbil’de yaşayan Süryânî ve Keldânîler, Mısır’da yaşayan
Kıptîler ve diğer bazı toplumların, sihir ve tılsım bilgileriyle iştigâl
ettiklerini, bunlara dâir kitap ve eserler vücuda getirdiklerini anlamaktayız.
Buna paralel olarak İbn Haldun, İbn Vahşiye isimli bir zatın, Bâbil kaynaklı
sihir bilgilerini Felâhatu’n-Nabatiyye isimli kitabında tercüme yoluyla
toplamış olduğunu, bu kitabın da sahada çalışan ulemaya kaynaklık etmiş mühim
bir eser olduğunu aktarmaktadır. Aynı
şekilde, sahaya
kaynaklık eden diğer bir kitap da yine Felâhatu’n-Nabatiyye gibi tercüme
yoluyla oluşturulmuş olan “Mesâhif kevâkibi’s-seb’a”dır. Bunun dışında
ulemadan bazılarının Tumtum el-Hindî’nin felekleri, dereceleri ve kevkeblerin
sûretleri üzerine yazmış olduğu bir kitabını Arapça’ya çevirdiklerini İbn
Haldun’dan öğrenmekteyiz[214].
Büyü tarihi açısından
bir diğer önemli husus hicrî ikinci asırda zuhur eden Câbir bin Hayyân’ın
kendinden önce yazılan eserleri inceleyerek, sihir ve tılsımın dallarından olan
simya bilgisiyle meşgul olması, bu öğreti hakkında fikirler öne sürüp sözler
sarfetmesidir. Simya bir maddenin suretini değiştirerek başka bir şekle
sokmaktan ibaret olduğu için, sihrin bir çeşidi kabul edilmektedir.
İbn Haldun Câbir bin
Hayyân’dan sonra Endülüs’te Mesleme bin Ahmed el- Macrîtî isimli bir zatın
zuhur ettiğini, sihir ve tılsıma dair (daha çok Helenistik karakterli) olan bir
çok eseri inceleyerek bu bilgilerin kanunları niteliğini taşıyan “Gâyetü’l-Hakîm”
isimli bir kitap kaleme aldığını söylemektedir[215].
İbn Haldun, Kıptî
sihirlerine dair eserlerin kendi döneminde hâlâ Kuzey Mısır’da Berârî denilen
yerde görülebildiğini bunun da sihrin Mısır’da eskiden beri yaygın olduğunu
gösterdiğini söylemektedir. İbn Haldun, kitabında kendi gözleriyle gördüğü bazı
sihirlerden ve bunların nasıl yapıldığından bahsetmektedir. Örneğin taklit
yöntemiyle yapılan bir büyüyle ilgili gözlemlerini şöyle aktarır[216]:
“Gözlerimizle gördük ki,
sâhirlerden bazıları meshûrun yani sihir yapılmış kimsenin suretini kastederek,
onun niyetine göre birtakım maddelerin özellikleriyle tasvir ederler. S3uret
hazırlanırken kullanılan isimler ve sıfatlardan ibaret olan bu manaların
benzerleri te’lîf (birleştirme) ve tefrik (ayırma) bakımından sihir yapılmış
kimsede bulunur. Bilahare sihri çözmek isteyen sâhir, aynen veya manen sihir
yapılmış olan kimsenin benzeri olarak hazırlamış olduğu surete hitâb ederek
sözler söyler. Kullandığı o kötü sözlerin harfleri sâhirin boğazından
çıktığında, o harfleri tekrarlarken ağzında toplanmış olan tükürükleri suretin
üzerine üfler. Ayrıca bu maksatla hazırlamış olduğu ipi de düğümler. Sâhir, bu
tükürükler üflenerek meshûrun niyetine hazırlanmış olan düğümlerin çözülmesi ve
bunun lüzumu için tefe’ülde bulunur. Bu fiilindeki üfürüşüne ortaklık eden
cinden ahid alır, bunun için azîmet okur. Üfürdüğü zaman tükrüğü ile birlikte
ağzından çıkan bu bünye ve kötü isimlerin çok kötü ruhları vardır. Üfleme
sonucu çıkan bu kötü ruhlar sâhirin kastettiği meshûrun bedeninde vâkî
olurlar.” ... “Sihri meslek edinmiş olan bazı sâhirlerin, giysi yâhut deriye
işâret ederek, gizlice bir kelâm söylediklerinde, o giysi ve derinin
parçalandığını gözlerimizle gördük. Ayrıca çayırlarda otlayan koyunların
karınlarının yarılmasına niyet edip, işaret ettiklerinde koyunun karnının
yarılarak bağırsaklarının yere düştüğünü de müşâhade ettik. İşittiğimize göre
Hint topraklarında sâhir, bir insana işaret ettiğinde o insanın kalbi yerinden
çıkıyor, insan ölüyor ve göğsü açılıp da bakıldığında iç organlarının arasında
kalbine rastlanmıyormuş. Yine sâhir nar meyvesine işaret ettiğinde, içi açılıp
bakıldığında hiçbir tanesinin içinde olmadığı görülüyormuş. Ayrıca Sûdan ve
Türk topraklarında bulutları teshîr ederek belirli topraklara yağmur yağdıran
sâhirler olduğunu işittik..”
İbn Haldun, koyunların
karınlarını işaret ederek yaran, giysi ve derilere işaret ettiklerinde
yarılmasını sağlayan bu insanlara be’âc adı verildiğini söyleyerek şöyle devam
eder:
“Ben bu cemaati ve
yaptıkları işleri bizzat gördüm. Bu cemaatin bana haber verdiklerine göre,
onların küfürden ibaret olan davetleri cin ve kevkeblerin ruhâniyetlerini
işlerine ortak etmek üzere, kendilerine mahsus riyâzet ve teveccühleri
mevcuttur. Bunların bu bilgileri “el-hızriyye” adını verdikleri müstakil
sayfalarda toplanmıştır ve elden ele dolaştırarak bu kitabı okurlar.
Dediklerine göre bu sihirler tesiriyle yapmak istediklerine riyâzet ve
kevkeblere yönelmek yoluyla ulaşırlarmış. Bununla birlikte onların sihirleri
sadece eşya, hayvan ve kölelere tesir etmektedir. Buna karşılık hür olan
insanlara tesir edememektedir. Birçoğunu öğrendiğimiz ve şüphemiz kalmayacak
kadar bunların birçok türünü de gözlerimizle gördüğümüz sihir ve tılsımlar,
işte bu anlatılanlardan ibaret olup, etkileri ve sonuçları her yerde
görülmektedir.[217]”
İbn Hâldun’un bu
anlattıkları Müslüman Araplarla Türkler arasında sihir-büyü konusunda ne tür
etkileşimler olduğunu görmemiz açısından önemlidir.
X. yüzyılda Türk
boylarının büyük kitleler hâlinde Müslümanlığı kabul etmelerinden sonra,
İslâm’ın kesin bir şekilde yasaklamasına rağmen büyü-sihir, geçmişteki
âdetlerle, ayrıca eski İran, Mezopotamya, Mısır ve nihayet Anadolu
kültürlerindeki katkılarla günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Öyle ki bunun
temelinde; yeni bir dinin yayılmasını önleyemeyen Budist, Maniheist ve Şaman
rahiplerin eski geleneklerini yaşatmak ve meslekî çıkarlarını korumak için
kendi hurafelerini başka milletlerden öğrendikleriyle birleştirip bunlara çokça
da dînî bir görüntü vererek, cincilik, üfürükçülük, muskacılık ve afsunculuğa
yeni şekil kazandırmalarının oldukça fazla etkisi olmuştur. Ayrıca İslâm’dan
önce de din adamı karizmasıyla iş gören bu insanlar aynı taktiği İslâm’dan
sonra da kullanmışlar ve kendilerine “hoca” veya “din adamı” demişler veya
yaptıklarının “dua, ibadet, yardım isteme” gibi dînî ritüeller olduğunu kabul
ettirmeye çalışmışlar ve başarılı da olmuşlardır. Aynı zamanlarda hastalıklara
çare bulma iddiaları ve yanlarında bulundurdukları çeşitli ilaçları da
insanlara sunmaları bu geleneğin zamanın yıpratıcı etkisine direnmesinde etkili
olmuştur. Yusuf Has Hâcib tarafından XI. yüzyılın ikinci yarısında yazılmış
olan Kutadgu Bilig’de kamlar otacı denen hekimlerle birlikte anılmış, her
derdin bir dermanı ve iyi edecek bir kamı bulunduğu belirtilmiştir. Aynı
zamanda o, “muazzim”leri (üfürükçü ve muskacılar) okuyup üfleyen, muska yazan
kimseler olarak yel (cin) ve şeytan hastalıklarını tedavi ettilerinden,
“afsuncular” ve “emçiler”in oluşturduğu sınıfın toplumdaki ruhî, cinnî
hastalıkların iyileştirilmesinde gerekli görüldüğünden bahseder[218] .
Buradan da İslâm öncesi dönemde kam ismini alan rahiplerin artık “muazzim”
ismini aldıklarını, eski afsun ve büyü geleneğine dinî bir çehre vermek için
Kâbe, arş, levh-i mahfûz, kürsî, zemzem vb. terimleri, Kur’an’dan bazı ayet ve
sûreleri büyü unsuru veya malzemesi olarak kullandıkları anlaşılmaktadır. Bu
anlayış bugün de devam etmektedir.
Günümüz Türkiye
toplumunun metafizik varlıklara özelikle de cinlere inancının şekillenmesini
kültürel geçmişten ve geleneklerden ayrı düşünmek mümkün değildir. Binaenaleyh,
özellikle Osmanlı döneminde yaygın olarak okunan ve halkın cinlere bakışını
şekillendiren, günümüzde de hâlâ yer yer popülerliğini koruyan kitaplar, bugün
de halkın metafizik varlıklara ilişkin görüşlerini etkilemektedir. Bu kitaplar
vaazlarda sıkça kullanılmakta, hemen herkesin evinde bulunmakta olan yaygın
kitaplardı. Bu kitaplara örnek olarak Yazıcıoğlu Mehmed Bîcan (ö.857/1453)
tarafından kaleme alınan Muhammediyye22 , Yazıcıoğlu Ahmed
Bîcan[219] [220] (ö.
840/1466) tarafından yazılan Envârü’l-Âşıkîn[221],
Karadâvudzâde Mehmed b. Ahmed’in[222]
[223] (ö.
1170/1757) tarafından yazılan Kara Dâvûd, Ebu’l-Leys es-Semerkandî (ö.
373, 375/978) tarafından kaleme alınan Tenbîhü’l-Gâfilîn, Abdurrahman b.
Yusuf Aksarâyî tarafından kaleme alınan İmâdü’l-İslâm^ve Erzurumlu
İbrahim Hakkı (ö. 1194/1780) tarafından yazılan meşhur Mârifetnâme gibi
kitapları verebiliriz[224].
Bu kitaplar, yer yer,
ruhanî varlıklarla alakalı değişik bilgiler aktarmaktaydılar. Örneğin;
kaynaklarda Vehb. B. Münebbihten gelen habere göre Allah nâr-ı semûmdan can
kavmini yaratmış, ateşin yalabından önce “Mâric” isminde bir erkek, sonra da
“Mârice” isminde bir kadın meydana getirmiştir. Bunlardan cin adında bir oğlan
doğmuş ve bütün cinler ondan meydana gelmiştir. İblis de onlardandır. İblis can
kavminden “Lehyâ” isminde bir hanımla evlenmiş ve bütün cihan onların
çocuklarıyla dolmuştur. Allah can kavmini yere ve göğe yerleşmiştir. Bunlar uzun
zaman ibadetle meşgul oldukları halde bir süre sonra Allah’a isyan etmeye
başlamışlardır. Yeryüzü de kendisinin itaat eden kulları barındırmak üzere
yaratıldığını söyleyerek şikâyette bulunmuştur. Bunun üzerine Allah onlara
kendi cinslerinden sekiz yüz peygamber göndermiş, fakat onlar hepsini de şehit
etmişlerdir. Bu durum dolayısıyla Allah İblis ve çocuklarını savaşmak üzere
yeryüzüne indirmiş, daha sonra gökten ateş göndermiş, ‘cân’ ve ‘cin’in hepsi
yanmış, Azâzîl ordusuyla birlikte yerde kalmıştır[225].
Başka rivayetlerde, cinler yeryüzünde bir zaman sonra fesad çıkarıp
birbirlerini öldürmeye başlamışlar, Allah da onların üzerine cennetin bekçileri
olan bir grup meleği göndermiştir. Reislerinin ismi de Azâzîl’dir. Bunlar
yeryüzüne inince cinleri dağlara ve adalara sürmüşlerdir.[226]
Yine cinlerle ilgili
başka bir rivayette, Ebu’d-Derdâ Allah’ın cinleri yılan ve köpek şeklinde
yeryüzünde yürüyenler, havada uçanlar, itaat etmediklerinde azaba uğrayanlar,
ibadet ettiklerinde sevap alanlar şeklinde üç grup olarak yarattığını
bildirmiştir.[227]
Yukarıda, söz konusu
kitaplarda cin, şeytan ve melek gibi metafizik varlıklarla ilgili geçen
rivayetleri anlatan örnekler, bize özellikle halkın yoğun ilgi gösterdiği ve
insanlara yapılan vaaz ve nasihatlerde sıkça kullanılan bu kitapların, halk
arasında dolaşan cin telakkilerinin nasıl oluştuğunu göstermesi açısından güzel
bir örnektir. Bu kitaplarda yer alan rivayetlerde, cinlerin kılık değiştirmesi,
şeytanın padişah gibi suyun üstünde kurduğu kürsüde oturduğu ve insanları azdırmak
için buradan birtakım ordular göndermesi, cinlerin yaratılışı gibi pek çok
hususla alakalı oldukça fazla örnek göstermek mümkündür [228]
. Ancak bu kaynaklardaki bilgilerin Kur’an-ı Kerim üslubundan oldukça uzak
olduğu fark edilmektedir. Örneğin Vehb. B. Münebbih’ten gelen haberin ilmî
gerçeklere ters düştüğü ve kaynağı bulunamadığı için uydurma kabul edildiği,
râvisinden dolayı da İsrâiliyat’tan olma ihtimalinin bulunduğu tespit
edilmektedir.[229] Yine söz
konusu kaynaklarda geçen ve şeytanın gök yüzünden inmesi ve harbetmesiyle
alakalı anlatılanların da Kur’an’ın nâzil olduğu dönem Arapları tarafından
bilinen bir kıssa olduğu, kıssanın Yahudilerden Araplara geçtiği veya daha eski
bir kaynaktan her iki kavme intikal etmiş olabileceği haber verilmektedir[230].
GÜNÜMÜZDE
CİNCİLERİN UYGULAMALARI
Günümüz Türkiyesinde
cincilerin kullandığı yöntemleri belirleyebilmek oldukça kapsamlı bir çalışmayı
gerektirmektedir. Gerek bu uygulamaların “gizli” addedilmesi, gerekse kanunen
sakıncaları olması sebebiyle bu alanla alakalı doğrudan bir araştırma
yapılamamaktadır. Ancak, önceki bölümlerde de değindiğimiz gibi, halkın cin
telakkisinin şekillenmesinde güçlü etkileri olan bazı kaynaklara ulaşarak ve bu
kaynakların muhtevasını inceleyerek günümüz cincilerinin kullandıkları yöntemleri
ve bu yöntemlerin dayanaklarını anlayabiliriz. Nitekim yaptığımız gözlemler,
cincilerin genelde bu kitapları kullandıklarını göstermiştir. Zaten bu alanda
klasik hâline gelen temel eserler, bu ilimlerle uğraşan kişiler için bir başucu
kitabıdır.
Günümüz Türkiyesinde
hâlihazırda devam eden büyü-cincilik-büyücülük geleneğini anlamamıza yardım
eden bu kaynakları incelediğimizde, Türklerin İslâmı kabulünden sonra, eski
dinin din adamlarının, faaliyetlerine dînî kisve giydirmeleri sonucunda oluşan
yazılı ve sözlü literatürün etkisini açıkça görmekteyiz. Nitekim Doğu Türkistan
muskacıları, mesleklerinin Hz. Fâtıma’ya dayandığını ispatlamak için Risale-i
Perihan’ı yazmışlardır. Yine bu tür eselerden en meşhuru Şemsü’l-Maârifi’l-Kübrâ
idi. Yazarı XIV. yy.da yaşamış Ahmed b. Ali el-Bûnî olan Arapça eserde 400’e
yakın tılsım şekilleri ve binlerce afsun çeşidi bulunmaktadır. Yine Hicri
737’de İbnu’l Hâc et- Tilimsânî el-Magribî taradından yazılan Şumûsu’l-Envâr
ve Künûzu’l-Esrâri’l-Kübrâ isimli eserde sihrin 30 farklı türü sayılmış ve
çeşitli sihir-büyü uygulamaları anlatılmıştır. Tabi burada tüm islâmî büyü
literatürünü saymak mümkün değildir. Ancak özellikle günümüz Türkiyesine
oldukça fazla etkisi bulunmuş olan ve çokça kullanılan bazı eserlere değinmek
konumuzun amacına hizmet edecektir. Bunların en meşhurlarından biri de şüphesiz
Süleyman el-Hüseynî’nin yazdığı Kenzü’l-Havâs Keyfiyet-i Celb ve Teshir
adlı Osmanlıca kitaptır. Ahmed el-Bûnî’nin Şemsü’l- Maârifi’l-Kübrâ’sının
Türkçe’ye çevirisi olan bu kitap, içerisine katılan dualar ve diğer ilâvelerle
aslının iki misline çıkarılmıştır. Eserin özellikle bu eklemelerle dua kitabı
ve dînî bir kitap olarak hemen hemen bir çok din adamının ve Müslüman ailenin
evine girdiğini belirtmek gerekir. Eserde, hırsızı bulmak, kısmeti bağlı
kızların kısmetini açmak, uyku bağlamak vb. gayeler için tılsımlardan, afsun ve
mühürlerden, bahsedilmekte, ayetlerden, safran, misk ve koyun bağırsağına kadar
çeşitli malzemelerin büyü maksadıyla nasıl kullanılabileceği anlatılmaktadır.
Bütün bunların daha önce de değindiğimiz gibi, aslında, geçmişten gelen
otoritelerinin sarsılmaması, saygınlıklarının kaybolmaması için geçmiş
geleneklerle, karşılaşılan yeni geleneklerden alınan büyü-sihir türü uygulamaların
karıştırılarak İslâmî bir kisveye büründürülmesinden başka bir şey olmadığı
görülecektir. Nitekim ne Kur’an’da ne de hadislerde bu eserlerde tavsiye edilen
uygulamalar bulunmaktadır. Aslında İran, Mezopotamya ve Mısır büyü
geleneklerinin karışımı olan bu telakki, Anadolu’da eski putperest dinlerin ve
Hıristiyanlığın da dâhil olduğu bir kültür kazanında pişmiş ve çeşitlenmiştir.
Öyle ki bütün bu gelişmeler sonucunda oluşan kitap ve risalelerde, düşmanın
servetini ele geçirmek, öldürmek, birinin gönlünü çalmak, karı-kocanın arasını
ayırmak, cinsel gücü artırmak, dili bağlamak, uykuyu bağlamak, ağır
hastalıklara düşürmek gibi kara büyülerden, çocuk sahibi olabilmek, kaçanın
geri gelmesini sağlamak, hırsızı yakalamak, kayıp eşyayı bulmak, bol ürün almak
gibi maksatlarla yapılan ak büyüye; çeşitli temas ve taklit büyülerine, nazar
ve tabii afetlerden korunmak için yapılan muska, tılsım, afsunlara kadar çok
çeşitli bilgiler bulunmaktadır.
Büyü geleneği hâlen
Türkiye’nin çeşitli yerlerinde değişik şekillerde daha çok da kötü amaçlarla
veya korunma amacıyla devam etmektedir. Tıpkı gelenekte olduğu gibi, karı-koca
arasını ayırmak, birini kendine aşık etmek veya birini birinden soğutmak; kayıp
eşyayı bulmak veya geri gelmesini sağlamak; cinlerin etkisinden korunmak,
vücuduna giren cini çıkartmak, üzerindeki büyüyü bozdurmak, nazardan kurtulmak
gibi çok çeşitli hususlarda büyü veya büyüsel uygulamalar yapılmaktadır. Yine
içinde tılsımlı yazılar, şekiller, âyetler, dualar bulunan muskalar, yüzükler,
ev eşyaları veya elbiseler, şifa maksadıyla, düşmanlık, cin ve benzerlerinden
korunmak için muskacılara yazdırılmakta ve taşınmaktadır[231].
Büyünün amacına ve yörelere göre değişen büyü maddelerinden en çok
kullanılanları başta muska olmak üzere, saç, elbise parçası, tırnak, iğne,
resim, sabun, ip, tesbih, çakı, tahta kaşık, kilit, çakı, düğme, at nalı,
kazık, demirci örsü, kurşun, demir, bakır, toprak, yumurta (içi boş), koyun
veya inek işkembesi, koyun bağırsağı, horoz kanı, sıpa dili ve bal mumudur. Bu
nesnelerin saklandığı, taşındığı yerler veya büyü için konulduğu yerlerse daha
çok, kapı eşiği, mezar (yeni mezar), boyun, koltuk altı, cep, yatak altı,
yastık altı, ocak arkası, merdiven, çatı, kör kuyu gibi yerlerdir[232].
Günümüzde antropoloji ve
sosyolojide “halk hekimliği” adı altında yapılan çalışmalarda İslâm öncesi
geleneklerle İslâm sonrası geleneklerin ve farklı kültürlerin büyü
geleneklerinin nasıl harmanlanarak Anadolu’nun değişik yörelerinde kullanıldığı
gözler önüne serilmektedir. Bu araştırmalarda ortaya çıkan sonuçlar açısından
konumuz itibariyle “cincilik” konusunda özellikle şaman kültünün etkileri
hissedilmektedir. Nitekim Şamanizm'de devlerin, cinlerin, kötü ruhların
hastanın ruhunu alıp götürdüğü inancı vardır. Öyle ki bazı cinler insanların
içine girerek onları hasta etmektedir. Bu devrede olağanüstü güçlere sahip olan
Şaman, ruhlar ve gizli güçlerle ilişkiye geçerek insanları hastalıklardan
kurtarır. Şamanist düşünceye göre gerek yerde, gerek gökte meydana gelen
çeşitli tabiat olaylarının nedeni birtakım ruhlar ve tanrılardır. İnanca göre
insanları yaratan ve kötü ruhlardan koruyan yer ve su tanrılarıdır[233]. Bunun
Anadolu’dan örneklerini veren bir araştırmada şu uygulamalar örnek olarak
gösterilmektedir[234]:
Baş ağrısında ocaklı
kadın* eline tükürüp, hastanın başını bir süre tuttuktan sonra,
"Elim keçe gibi oldu. Ağrı çok. Allah şifalar versin" der (Uşak).
Korkan, dili tutulan çocuklar için, akşam namazından sonraya kalmamak şartıyla,
kurşun dökülür. Yürümesi geciken çocuk için, Cuma namazından sonra evin yaşlı kadını
tarafından merdiven başında, "Yürüyemiyorsun, kösteğini kesiyorum."
Sözleri söylenip, bir bıçakla kesme hareketi yapılır. Bu işlem üç kere
tekrarlandıktan sonra, "Kösteğini kestim" denilerek, bıçak merdiven
başına saplanır ve çocuktan bıçağı alıp vermesi istenir... Hastanın karnına
doğru okuyan hoca, daha sonra siyah saplı bir bıçakla dalağı kesiyormuş gibi
hareketler yapar. Albasmasını** engellemek için, yastığın altına bıçak, iğne,
çuvaldız sokulur (Erzurum, Tokat, Sivas, Ordu). Albasmasını engellemek için,
loğusaya ocaklı gömleği veya erkek külahı giydirilir (Gaziantep, Erzurum).
Albasan loğusanın yanında silah atılır, demirle gürültü yapılır (Erzurum,
Manisa)...Kabakulak ocaklı biri tarafından siyah mürekkepli kalemle yazılır,
yazının etrafı daireye alınır. (Konya) Kırkbasmaması için, loğusa ve çocuğun
üzerinde makas, bıçak bulundurulur (Artvin, Eskişehir, Kastamonu).
Kırkbasmaması için iki loğusa iğne, para değiştirir. Kekeme çocuğa cami kapısı
açtırılır (Ankara). Sahibi Mehmet olan kırk evden toplanan parayla alınan bal,
Cuma namazından önce kekeme çocuğa yedirilir (K.Maraş). Caminin kilidi kekeme
çocuğun diline dokundurulur (İzmir). Yürüyemeyen çocuğun iki başparmağı
bağlanıp, camiden ilk çıkana kestirilir. Sürekli ağlayan çocuğun kafası, caminin
dört duvarına değdirilir (Ankara). Çocuk olması için cami kuyusundan su içilir
(Çanakkale). Kısır kadın, üç kere devenin altından geçip deveden aldığı tüyü
koynunda saklar (Sivas). Düşüğü önlemek için, Cuma günü kadının beline camiden
ilk çıkan adama anahtar kilitletilir. Düşüğü engellemek için, kadına muska
yazdırılır. “Albasması”nı engellemek için, yatağın etrafı ayetel kürsi duası
okunarak bir urganla çevrilir (Eskişehir). Albasan kadının etrafında hoca bir
bıçakla dua okuyarak daire çizer (Ankara, Eskişehir, Sinop, Mersin, Tokat).
Günümüzde kullanılan
sihir, cin çarpması teşhis ve tedavi usullerine göz attığımızda genel olarak 3
ana başlık altında uygulamalar olduğunu görmekteyiz. Bunlar “yıldızlarla
tedavi, cinlerle tedavi ve rukye (okuma ve muska anlamında kullanılmaktadır)
türü şeylerle tedavi”[235]
yöntemleridir. Burada konumuz itibariyle bir cin çıkarma uygulaması örneği ve
cinler vasıtasıyla yapılan birkaç büyü örneğine değinmek yerinde olacaktır.
Kaynaklarda cinler
vasıtasıyla büyülenmiş olan bir kişide, normalde aniden ortaya çıkan belirli
bir şeyden yakınma (mesela eşini seviyorken aniden hoşlanmama gibi), belli bir
ağrıdan yakınma gibi belirtiler görülür[236].
Uykuda dişlerini gıcırdatma, uykusuzluk, kâbuslar, korkunç rüyalar, yine
uyurkuda kedi, köpek, deve, yılan, aslan, tilki ve fare gibi hayvanlar görmek;
uyurken gülmek, ağlamak, çığlık atmak; uyurken inlemek; uyurken kalkıp şuursuz
olarak yürümek; uyurken kendisinin yüksek bir yerden düştüğünü zannetmek de
sayılan belirtiler arasındadır.[237] Burada
kullanılan cinler en tehlikeli ve güçlü cinlerdir. Yine bu kaynaklara göre
vücuduna cin girmiş olan kişi, ya aniden suç işlemeye ve kötülük yapmaya yatkın
hâle gelir veya teninin siyah renk aldığı görülür. Bu durum yüzün sadece bir
bölümünde de görülebilir. Kişi birtakım halüsinasyonlar görür. Örneğin yüksek
bir yerden düştüğünü görür ve aynı anda şiddetli bir korku ve acı hisseder veya
uykusunda garip ve anlaşılmaz sözler söyler. Ancak yine de hastada cin olup
olmadığını anlamak için hastanın avucuna, sırasıyla okuyanın ağzı, nefesi veya
tükürüğü avuç içine değecek şekilde Kur’an’dan İbrahim suresi 42-52, Mü’minûn
Suresi 97-118, Felâk Suresi 1-5, Nâs Suresi 1-6 ayetleri okunur. Daha sonra
Hastanın avucuna bakması istenir. Eğer hasta avucuna bakamıyorsa avucunun çok
kırmızı olduğunu veya avuç içinde haçlar olduğunu görüyorsa, başının ateşi
yükselmiş veya başında ani bir şey meydana gelmişse, bu kişi kuşkuya yer
bırakmayacak şekilde büyülenmiştir, bedenine cin girmiştir veya her ikisi
birden vuku bulmuştur[238].
Yapılan tespitin
ardından eğer hastada cin varsa çıkarılması için bazı yöntemler uygulanır.
Bunlardan en makbul olanı Kur’an’dan ayetler okumak suretiyle yapılandır ki
dînî kaynaklarda cevaz verilen budur. Bu tür bir uygulamada[239]
, cini bedenden uzaklaştıracak kişinin takva sahibi olması ve Allah’a güveninin
tam olması, O’nun emirlerini yerine getirmesi gereklidir. Söz konusu kişi
hastanın bedeninde bulunan cin veya şeytanı uzaklaştırmak istediğinde önce
abdest alır. Sonra, tedavinin yapılacağı yerde bulunabilecek olan her çeşit
resim, heykel vb. şeyler çıkarılır. Eğer hasta kadınsa abdest almalı ve
örtünmelidir. Açıkta kalan ayakları da örtülür. Önlem amacıyla hastanın başı
üzerine, gözlerinin önüne gelecek şekilde, cinin hastanın gözlerinden çıkarak
onu kör etmemesi için bir Mushaf konulur. Hastanın göbeği ve avret yeri üzerine
de bir Mushaf konulur. Hastaya, birden fazla cini varsa veya söz konusu cin,
Müslüman ve sûfî olduğunu söylüyorsa, sağ ve sol ayaklarını tutması söylenir.
Kendisinin Müslüman ve sûfî oluğunu söyleyen cinler, en tehlikeli ve kötü huylu
olanlarıdır. Bu türden işlemlerin en kolay olanı, bedende bulunan cinin İslâm’a
ilgi duyması ve Allah’a boyun eğerek kendi isteğiyle bedenden çıkmasıdır.
Tedavi aşamasında sağ el hastanın alnına konur ve hastanın sağ kulağına; Fâtiha
Suresi 1-7, Bakara Suresi 1-5, 254-257, 284-286, Âl-i İmran Suresi 1-6, 18-19,
Nİsa Suresi 115121, A’raf Suresi 54-55, Mü’minûn Suresi 115-118, Yasin Suresi
1-12, Sâffât Suresi 110, Mü’min Suresi 1-3, Rahman Suresi 33-44, Haşr Suesi
21-24, Hadîd Suresi 1-6, Cin Suresi 1-3, Zelzele Suresi 1-8, Kâria Suresi 1-10,
Hümeze Suresi 1-9, Fil Suresi 1-5, Kureyş Suresi 1-4, Kâfirûn Suresi 1-6, Nasr
Suresi 1-3, Mesed Suresi 1-5, İhlâs Suresi 1-4, Felak Suresi 1-5 ve Nâs Suresi
1-6. ayetlerinin tümü okunur. Okuma esnasında cini konuşmaya davet etmek
mümkündür. Eğer cin kuvvetliyse konuşur. Zayıfsa konuşmaz. Cin konuşmayı kabul
ederse İslâm’a davet edilir. Cin çıkmak isterse “sol ayağın baş parmağından
çık” denir. Daha sonra okuyucu eline bir iğne alır ve onu söz konusu parmağa üç
veya dört kez batırır. Cinden hastaya yapmış olduğu zulümden dolayı tövbe
edeceğine ilişkin söz alındıktan sonra cinin parmakta iğneyle açılmış olan
yaralardan çıkması için izin verilir. [240]
Şekil
3: Cinlerden Korunma Büyüsü245
Günümüzde cincilerin
kullandığı yöntemleri anlamanın ikinci bir yolu da internet üzerinden müşteri
arayan, bir internet sitesi açarak kendilerine “medyum” diyen, ama aslında
cincilik yapan bazı “cincilerin” internet sitelerinin incelenmesidir[241]. Bu
şahısların, ücret tarifesine koydukları başlıklar incelendiğinde, toplumda bu
insanların ne gibi faaliyetler icra ettikleri, buralara ne kadar insanın
gittiği ve buralara niçin gidildiği gibi veriler elde edilebilir.
Bu internet sitelerini
incelediğimizde medyum adı altında faaliyet gösteren cincilerin “cin çarpması,
aile içi huzur ve muhabbet konuları; eşler arasındaki huzursuzluklar
geçimsizlik konuları, kısmeti bağlı olan bayan ve erkekler; büyü, muska, göz,
nazar, cin musallatına maruz kalan kişiler, her tür korkusu olanlar, ruhsal ve
manevî yönden bunalımda olanlar, irade dışı davranışlarda bulunan kişiler, iş
konusunda başarılı olamayanlar, topluma uyum sağlayamayanlar, altını ıslatan
gece korkan ya da uyuyamayanlar, eşinden, nişanlısından, sözlüsünden,
sevgilisinden, ayrılanlar ya da sorunlu olan kişiler; şansı, rızkı, kısmeti
bağlı olan yada işleri yolunda gitmeyen kişiler; bir takım konuları kendi
üzerinde saplantı hâline getirenler, sebepsiz yere sıkıntı bunalımm ve
rahatsızlık duyanlar, kekeme olanlar veya konuşma bozukluğu olanlar,
ikditarsızlık sorunu yaşayanlar ve hâlisinasyon” [242]
gibi konularla ilgilendiklerini görebiliriz. Hatta bu cincilerin bir kısmı
resmî olarak vergi dairelerine ve ticaret odalarına kayıtlı olarak bu işlerini
yürütmektedirler[243].
Konuyla alakalı yapılan
araştırmalarda falcılar, medyumlar ve cinciler konusunda devlet kurumları
arasında bir uyumsuzluk olduğu ortaya çıkmıştır. Örneğin; Maliye Bakanlığı ile
İçişleri Bakanlığı arasında böyle bir durum söz konusudur. İçişleri Bakanlığı,
falcılığın, üfürükçülüğün yürürlükteki 677 sayılı “Tekke ve Zaviyeler
Hakkındaki Kanun” [244] hükmünce
yasak olduğunu belirterek bu işlerle uğraşanlar hakkında işlem yaparken, Maliye
Bakanlığı onların vergi verip vermediğiyle ilgilenmektedir. Kanunen yasak
olmasına rağmen fal bakmak isteyen kişilere defterdarlıklar tarafından vergi
levhaları verimekte, fatura basma yetkisi tanımaktadır. Emniyet kaynakları ise,
fal bakan kişilerin duvarlarında vergi levhasının olmasının, fatura kesme
işleminin yapılmasının müşteriye ‘güven’ verdiğini, bu durumun da vatandaşta
“bu iş yasal” izlenimi uyandırdığını söylemektedir. Defterdarlık ise fal bakan
kişilere vergi levhası düzenlemediklerini, kendilerine başvuran kişilerin
“danışma hizmetleri” adı altında beyanda bulunduklarını öne sürüyor. İş yeri
açma girişiminde bulunan kişilerin ne iş yaptıklarına çok dikkat etmediklerini
ifade eden defterdarlık yetkilileri, bir suç unsuru varsa bunun savcılıklar
tarafından takip edilmesi gerektiğini belirtmektedir[245]
[246].
İnternette sitesi olan
cincilerin, mail yoluyla büyü bozdukları, telefonla kendilerine başvuranların
şikâyetlerine çözüm aradıkları da görülmektedir. İnternette adresi olan hemen
her medyumun, e-mail, telefon, faks gibi araçlardan yararlandığı görülmektedir
Bu yollarla tedavi edilebilmek için, başvuran kişinin “anne adını, kendi adını,
doğum tarihini (gün, ay, yıl) ve vesikalık veya boy fotoğrafını” göndermesi
istenmektedir 251.
Madde
1 - Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde gerek vakıf suretiyle gerek mülk olarak
şeyhının tahtı tasarrufunda gerek suveri aharla tesis edilmiş bulunan bilümum
tekkeler ve zaviyeler sahiplerinin diğer şekilde hakkı temellük ve tasarrufları
baki kalmak üzere kâmilen seddedilmiştir. Bunlardan usulü mevzuası dairesinde
filhal cami veya mescit olarak istimal edilenler ipka edilir. Alelümum
tarikatlerle şehlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik,
babalık, emirlik, nakiplik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve
gayıptan haber vermek ve murada kavuşturmak maksadiyle nüshacılık gibi unvan ve
sıfatların istimaliyle bu unvan ve sıfatlara ait hizmet ifa ve kisve iktisası
memnudur. Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde salatine ait veya bir tarika veyahut
cerri menfaate müstenit olanlarla bilümum sair türbeler mesdut ve
türbedarlıklar mülgadır. Seddedilmiş olan tekke veya zaviyeleri veya türbeleri
açanlar veyahut bunları yeniden ihdas edenler veya ayını tarikat icrasına
mahsus olarak velev muvakkaten olsa bile yer verenler ve yukarıdaki unvanları
taşıyanlar veya bunlara mahsus hidematı ifa veya kıyafet iktisa eyleyen
kimseler üç aydan eksik olmamak üzere hapis ve elli liradan aşağı olmamak üzere
cezayı nakdiile cezalandırılır.
Madde
2 - İşbu kanun neşri tarihinden muteberdir.
Madde 3 - İşbu
kanunun icrasına İcra
Vekilleri Heyeti memurdur.
(kaynak:
http://www.hukuki.net/kanun/677.13.text.asp)
Haftalık
bir haber dergisinde bu konuyla alakalı yapılan bir haber[247],
cinciliğin günümüz Türkiyesindeki boyutlarını gözler önüne sermektedir:
Falcılık ve medyumluk
dev bir sektör hâlini aldı. İstanbul’a Anadolu’dan falcı transferleri
yapılıyor. Gizli kapaklı çalışanlar artık kurumsallaştı. Hatta “cinci hocalar”
bile internete taşındı. Bazı web sayfaları reyting rekorları kırıyor.
Gelişmeleri endişeyle izleyen uzmanlar uyarıyor: “Ümit tacirliği yapan bu
kişiler toplumun ruh sağlığını tehdit ediyor”.
“Siz bir periyle
evlisiniz, 3 çocuğunuz da bu periden; perilerden kurtulmak için bir beyaz, bir
siyah tavuğun kanını alıp bunlarla banyo yapacaksınız; martın 20’sinden sonra
şirketiniz büyük ciro yapacak, çok para kazanacaksınız; üç vakte kadar eşinle sorunların
çıkacak, kötü günler yaşayacaksın; size kaynananız tarafından muska yapılmış,
üç katlı bir evin bahçesindeki ağacın altına gömülmüş. Onu bul, bana getir;
sorunların çözülecek.”
Bu ve benzeri
diyaloglar, müşteri rolündeki polislerle, kendilerini astrolog, medyum ya da
danışman olarak tanıtan kişiler arasında yaşandı, geçtiğimiz günlerde. İstanbul
Emniyeti’ne bağlı Güvenlik Şube Müdürlüğü’nden sivil ekipler, “çare arayan
vatandaş” rolünde ‘umut tacirleri’nin kapısını çaldı, kendilerine sunulan ‘reçete’leri
aldı. İlginçtir her şeyi bileceklerini söyleyenler, müşterilerinin polis
olduğunu bilemedi ve yakayı ele verdi. Ancak, haklarında kamu davası açılan bu
kişiler serbest kaldıkları gün aynı işi yapmaya devam etti. Zira, davanın
sonunda alacakları maksimum ceza 100 YTL bile değil. Yani, bir seans parası.
Dünyada yıllık 200
milyar dolar ciroya sahip “kehânet endüstrisi” bize hiç de yabancı değil. İslâm
öncesi inanışların da etkisiyle falcılara, büyücülere inanma eğilimindeki
Türkler için “cinci hocalar” her zaman cazip oldu. Kahve falı bakan, muska
yazan insanlar hayatımızda yer etti. Ancak, bugün “gelecekten haber vermek”
Türkiye’de bir sektöre dönüşmüş durumda. Yasadışı çalıştıklarından net
rakamları bilinmiyor; ama kendini Türkiye’nin resmi ilk medyumu olarak tanıtan
Recep Kaplan’a göre sadece Ankara’da para karşılığı fal bakan, büyü yapan ya da
muska yazan, astrolog olarak kendini tanıtan bine yakın kişi var.
Recep Kaplan’ın bu
tespitini emniyet yetkilileri farklı bir yaklaşımla doğruluyor. Operasyonları
yürüten üst düzey bir emniyet yetkilisi, son bir yılda İstanbul’un birçok
yerinde “cafe” adı altında fal bakılan yerlerin açıldığını söylüyor. Artan
talebi gören bazı kesimlerin Ağrı, Tunceli, Elazığ, Giresun gibi yerlerden
falcı transfer ettiğini, hatta birçok kişinin evinde fal baktığını
vurgulayarak, “Hayal tacirliği yapıyorlar. İsimleri farklı olabilir. Ama
yaptıkları iş ortak. Kanunlarda bu işin caydırıcı bir cezasının olmaması onlara
cesaret veriyor; çünkü bugün 150 Euro’ya ‘danışmanlık hizmeti’ verenler bile
var” diyor.
İstanbul’da
Taksim’de, sadece Ayhan Işık Sokak’ta 9 adet “fal cafe” var. Su ya da çay
falına bakandan tutun da tarot yöntemiyle gelecek okuyanlara kadar herkesi
bulmak mümkün. Emniyetin operasyonuna kadar büyük afişler asan cafeler (en
popülerleri Kadınlar Kahvesi, Melekler Kahvesi, Ritüel Cafe, Niş Cafe) son
günlerde bunları kaldırdı; fakat yine de “hizmet” vermeye devam ediyorlar. Sıra
bulmak, falcılardan tahminlerini almak için bir bardak çaya 5, bir fincan
kahveye 6 YTL vermek gerekiyor. İşletmeciler “promosyon” amacıyla bu işe
girdiklerini, bir nevi “terapi” yaptıklarını söylüyor
... Elbette, talep
olunca girişimci işletmeciler olayı geliştirip web üzerinden de hizmet veriyor.
“Web kamerası” ile kahve falınıza bakılıyor, yorum “online” yapılıyor. Nergis
Sultan, Bayrampaşa’daki evinden cep telefonuyla fal bakıyor. Tabii, hesabına 40
YTL yatırıldıktan sonra... Hâlıcıoğlu’nda kiraladığı evde tarot falı bakan
Nazik Gökyayla da “home office” çalışanlardan.
“Siz kimsiniz?” sorusuna
“İnsanlara yardımcı olmaya çalışan bir Cinci Hoca’yım” cevabı veren Zeynel
Eroğlu da bunlardan biri. İstanbul Avcılar’da Astro Center adlı bir iş yeri
bulunan Eroğlu, “babasının kendisine el vermesi” ile bu yola girmiş. Havas
ilmini, Arapça bilgisini ve fal bakma metotlarını öğrendiğini, hazır
programları kullandığını söylüyor. Astroloji ve tarot konusunda kendisini
geliştirmiş, ama akademik bir kariyeri yok.
“Ben bu işe devam etmek
istemiyorum; fakat insanlar rahat bırakmıyor.” diyor. Şu ana kadar 5 bine yakın
kişiye yardım ettiğini, cinleri aracılığı ile sorunları çözdüğünü iddia ediyor.
Zeynel Eroğlu’nun açtığı web sayfası şu ana kadar 24 milyon kez ziyaret
edilmiş. “Bilinmeyeni ortaya çıkartmak için geliyorlar, biz de yardımcı
oluyoruz.” diyor. Kur’an-ı Kerim’in yasakladığı bir işle uğraşmasına rağmen
kendisini ‘hoca’ olarak tanımlamasının çelişki olup olmadığı konusunda ise
“Bilimin varlığını kabul etmediği varlıklar var, onlarla ilgileniyorum.
Kur’an’da falın yasak olduğu kesin değil. Geleceği ancak Allah bilir; fakat biz
yakın geleceği bilebiliriz.”diyor.
Dâimî müşterileri
arasında futbolculardan iş adamlarına kadar her kesimden insanın olduğunu, ama
daha çok ilgiyi bayanların gösterdiğini anlatan Eroğlu, verdiği hizmetin
şekline göre 50 ile 500 YTL arasında değişen miktarlarda para alıyor,
“yorumlama hizmeti” adı altında fatura kesiyor. Yakın bir zamanda Türkiye’deki
medyumları ve astrologları bir dernek çatısı altında toplayacaklarını, tüm
dünyada kabul gören saygın bir mesleği icra ettiklerini ve bunun da hak ettiği
yeri alması için elinden geleni yapacağını söylüyor.
.
Falcılık yasak, astrolog olalım.
Falcılığın kanunla yasak
olması sebebiyle şu anda falcı olan herkes kendisine farklı isimler bulmuş.
Tarot kartlarıyla yorumlar yapan, müşteri kitlesini “yaşamdan darbe yiyen
herkes” olarak tanımlayan “Okşan Abla”, yaptığı işi “insanlara pozitif enerji
vermek” olarak tanımlıyor. “Ölüm hariç her şeyi gördüğünü” söylenen “Ümit Abla”
ise Ortaköy Kehanet Cafe’de hizmet veriyor.
Fenerbahçe futbol
takımının büyüsünü bozduğunu iddia eden Ayten Gülışık ise okunmuş sulara
bakarak bilgiler veriyor. En büyük müşterileri ise eşiyle sorunları olan
bayanlar. Daimi müşterileri arasında mankenler de var. Fakat emniyetin
operasyonundan sonra falcılar kendilerini astrolog olarak tanımlamaya başladı.
Eğer astroloji ile ilgili sorun çıkarsa iş yeri açılırken ya da fiş kesilirken
“danışma hizmeti” verdiklerini söylüyorlar.
... Taşrada “Cinci Hoca”
olan kişiler, büyük şehirlerde “medyum” ya da “astrolog” olarak insanların
karşısına çıkıyor. Mevcut kanunlara göre fal bakmanın, büyü yapmanın cezası
uzun süren mahkemeniz sonuçlanıp suçlu bulunsanız bile 100 YTL’yi geçmiyor.
Dolayısıyla, yasal caydırıcılık yok. Ancak önümüzdeki nisanda yürürlüğe girecek
5237 sayılı kanunun 157-158. maddeleri falcılığa 7 yıla kadar hapis cezası
getiriyor. Kanunun soruna ne oranda çözüm bulacağı da tartışmalı; çünkü
falcılık yapanlar değişik isimlerde çalışmaya devam ediyor”
PSİKOLOJİNİN CİNLERE BAKIŞI
PSİKOLOJİDE
NORMAL VE ANORMAL KAVRAMI
Psikolojide psikolojik
davranışlar ve reaksiyonlar bakımından normal olanın ne olduğunun incelenmeye
başlaması çok eski değildir. Önceleri daha ziyade şu veya bu psikoz veya nevroz
tanısı konulmakta ve tedaviye gidilmekteydi. Ancak Psikolojide son 40-50 yılda
özellikle ruh hekimliğinde önemli evrimler olmuş; özellikle tam normal hâl ile
anormal hâl anlayışı çok değişmiştir. Önceleri hekimler genel olarak hemen
yalnız açık organik ve ruhsal bozukluklar gösterenlerle uğraşırken normal pek
dikkate alınmamaktaydı. Sağlık büyük ölçüde anormal bozukulukları olmamak;
hastalık ise gözle görünür derecede tabiî olmayan belirtilerin bulunması
hâliydi[248].
Tıptaki ve özellikle
nöroloji ilmindeki ilerlemeler, klinik psikolojide de normal ve anormal
kavramını etkilemiştir. Bu zamana kadar, psikolojide normal ve anormal
kavramını etkileyen en önemli etkenlerin başında tıptaki ilerlemeler gelmekle
beraber, bu alanda yazılan kitaplardan çoğunun normallik hâline yer vermemeleri
ve her hangi bir tarifte bulunmamalarıdır. 1990’lara kadar pek az psikiyatri
kitabının indeksinde normallik hâli yer almaktadır. Son zamanlarda klinik
psikolojide bu konudaki değişiklikler yalnız genel hekimliğin ilerlemelerine
değil, kendi alanında psikanaliz- psikosomatik, hekimlik-sosyal psikiyatri gibi
dalların yeniliklerine de bağlıdır.
Karen Horney normal ve
patolojik olanın ayrımının tamamıyla tahmini olduğunu söylemektedir. Zira
medeniyetin veya kültürün bazı gereklerine göre nörotik sayılan bir davranış
diğer bir toplumda tabii sayılabilir. Örneğin bazı ilkel kabilelerde ölmüş
ataların ruhlarıyla zaman zaman konuşmalar yapmak normal kabul edilebilirken,
bizim toplumumuzda bu anormal kabul edilmektedir. Veya puta tapan bir topluluk
için görmediği bir şey huzurunda secde eden Müslüman anormal kabul edilebilir.
O hâlde her tarihî dönem ve toplum için geçerli olan bir normal ve anormal
standardı yoktur[249].
Psikanalistlerden
bazılarına göre ruh fonksiyonu bakımından gerçek sağlık hayalî bir şeydir.
Nitekim biyoloji ve fizyolojik olaylarda olduğu gibi objektif bir kriter
yoktur. M. Klein’e göre “Ruhu itibariyle sağlam insan, psikolojik eylemler
bakımından bütünlüğüne birleşimler yapan bir kişiliğe sahip olan insandır”
demekte ve bunun içinde şu ölçüleri vermektedir[250].
Çatışmalarını
yenebilmek yeteneği.
İçsel
hayatın gerçekliğe uyumu.
Çeşitli
kişilik kısımlarının bir bütüne amaçlı olarak yönelmesi.
Normali, düzene ve norma
uyan olarak tanımlayabiliriz. Ancak norm, bütün toplumlarda aynı anlamı
taşımamaktadır. O hâlde normu, kabul edilen değerlerin bileşkesi
oluşturmaktadır.
Her hareketin, her
düşüncenin, her duygunun normal ve normal olmayan sınırları vardır. Bu
normalliği de şüphesiz ortak kabuller ve topluluk belirlemektedir. Toplumların
normallik ve anormallik üzerindeki etkilerini bir kenara bırakmak mümkün
değildir. İnsanın günlük yaşantısında ortaya çıkan doğal durumlar, aşırı bir
hâl alır, sürer ve içinde yaşanılan topluluk ölçülerine aykırı gelirse anormal
sınıra girilmiş demektir. Bu bakımdan ruhi sıkıntıların normalliğini
belirlemede işlevsellik ve sosyalleşme oldukça önemli bir ölçü kabul
edilmektedir.[251]
İstatisikî bakımdan,
ortalamadan çok sapmış bulunan herkes anormaldir. Sosyal açıdan normal insan
hayattan zevk alabilecek derecede çevresine uyum sağlamış olan, anormal ise
uyumsuz olan insandır.[252] Bu
bakımdan psikolojik olarak normal ve anormal değerlendirmesinde insanın hayat
reaksiyonlarına bakılır. Bireyin ailesine, çocuklarına, dostlarına karşı
tutumu, konuşma tarzı, fikirleri, heyecanları, düşünceleri gibi hususlar
psikolojik açıdan kişiyi normal veya anormal sınıfına koymak için gerekli
ölçütlerdir.[253]
Tüm bunlara ek olarak
psikiyatri alanında bir kişinin normal olup olmadığı konusunda en önemli
ölçülerden birinin hezeyanları olduğunu belirtmek gerek. Hezeyan, genel olarak
kişinin gerçeğe uygun olmayan fikirleridir. Kişi bunları kesin doğrular olarak
kabullenir ve aksini kesinlikle kabul etmemektedir.
Psikiyatride hâkim
kanaat, cinlerin var olmadığı ve cin gördüğünü veya kendisine cinlerin musallat
olduğunu iddia eden insanların anormal olduğu şeklindedir. Buna göre cin
gördüğünü veya cinlerin çeşitli kılıklarda göründüğünü söyleyenler “vizüel
halüsinasyon” (Görsel halüsinasyon) yaşamaktadır [254]
. Yine basit ışıklar, parıltılar, fosforlu çakmaklar, renkler, sesler,
uğuldamalar söz konusuysa “elementler halüsinasyonu” bulunmaktadır. Hayvan,
insan, sözler, fısıltılar, müzikli parçalar söz konusuysa bunlar da genellikle
“kompleks halüsinasyonlar” olarak değerlendirilmektedir”. Bedenlerinde şeytan
dolaştığı iddiası, elektriklenme, organların yerlerinin değişmesi, görünmeyen
bir şeyin kendilerine tecavüz ettiği gibi iddialar da klinik psikiyatride
“Senestezik Halüsinasyonlar” olarak değerlendirilmektedir[255].
Klinik psikolojide
cinlerle ilişkilendirilen birçok hususun (ses duyma, dokunma, çarpılma, garip
varlıklar duyma vb.) fizyolojik temellerle açıklanması ve anormal olarak
değerlendirilmesi elbette basit bir tercih değildir. Yapılan araştırmaların
çoğunda ateşli hastalıkların, LSD, alkol, afyon gibi uyuşturucu maddelerin,
aşırı stresin veya kafa çarpması sonucu oluşan travma gibi fizyolojik sonuçları
olan durumların başta wernicke halüsinozu (işitme halüsinasyonları ile birlikte
giden taşkınlık, saldırganlık) olmak üzere, paranoya, sara, korsakof psikozu
(çevre sinirlerine ilişkin bozukluklar ile birlikte gelen bellek bozuklukları,
bunama, bilinç bulanıklığı) ve başka türlü bazı halüsinasyonlara ve psikolojik
rahatsızlıklara sebep olduğu bilinmektedir[256].
RUH HASTALIKLARININ CİNLERLE İLİŞKİSİ
TARİHİ
SÜREÇTE CİN-RUH SAĞLIĞI İLİŞKİSİ
Tıp tarihini, özellikle
de psikiyatri tarihini incelediğimizde, insanların tarih boyunca, herhangi bir
rahatsızlık için ilk önce mistik birtakım çareler aradıkları ve çözüm
bulamadıkları hastalıkları kötü ruhlarla (cinlerle) ilişkilendirdikleri
görülmektedir. Bu, hemen her kültürde aynı şekilde tezahür edegelmiştir[257].
Şamanist Türklerde,
şaman hekimler, tedavi sırasında kendisine yardımcı olacak cinleri bir takım
şiirsel ifadelerle çağırır, içinde bulunan koruyucu cinle, iyi ruhla bağlantı
kurar, bu iyi cin vasıtasıyla hastalığın sebebini öğrenir, hastanın bedenini
bırakıp giden asıl ruhun nerede ve ne durumda olduğunu araştırırmış. Yine şaman
kendi buyruğu altında bulunan çeşitli cinler yardımıyla hastalık yapan kötü
cinleri kovar ve hastanın bedenini bırakıp giden asıl ruhu bularak yeniden
hastanın bedenine dönmesini sağlardı. Şaman son olarak yardımları için cinlere
teşekkür ederek tedavisini bitirirdi.[258]
Yine Yusuf Has Hacip tarafından 1068 yılında yazımı tamamlanan “Kutadgu
Bilig” adlı manzum eserde, bedenî ve ruhsal hastalıklara, bunların tedavisine
de yer verilmiş, hastalıkları ilaçla tedavi eden hekimlerin yanında, eski Türk
toplumlarında yeralan ve büyü yapan, kötü cinleri, ruhları, şeytanları kovan,
Gök Tanrı ile bağlantı kuran büyücülerin bulunduğu ve bunların “efsuncu” adıyla
tanındıkları belirtilmiştir[259].
Akıl hastalıklarının
cinlerle ilişkilendirilmesi tarih boyunca oldukça yaygın olarak benimsenmiş bir
durumdur. Nitekim deli olarak nitelendirilen veya akıl ve ruh sağlığını
kaybetmiş olan kimselere “mecnun” yani cinlenmiş denmesi de bunun en güzel
örneğidir. Burada “cinlenmiş” ifadesi, cinlerle ilgili sık kullanılan bir
ifadeyi “içine cin girme”, “cinlerin musallat olması” veya “obsesyon”
deyimlerine karşılık gelmektedir ki, yaptığımız kaynak araştırmalarında
cinlerin en sık belirtilen vasfının insanın vücuduna girebilmesi olduğu görülmektedir.
Buradaki obsesyon kelimesi, psikiyatrideki takıntıları ifade eden obsesyon
teriminden farklı anlama sahiptir. Nitekim burada obsesyon, Arapça tabiriyle
tasallut anlamına gelmektedir. Yani cin gibi ruhsal varlıkların insan bedenine
uzaktan veya yakından, hatta içine girerek çeşitli derecelerde insana
hükmetmesi, ona etkide bulunması anlamındadır.[260]
Cinlerin insan bedenine
girerek hastalıklara sebep olması anlayışı eski Türklerden başka neredeyse her
kavimde karşılaşılan bir anlayıştır. Kuzey Afrika ve Orta Doğu, Avrupa ve
Amerika, Çin, Japonya ve Asya gibi pek çok coğrafyada bir şekilde cin ve cinlerin
sebep oldukları hastalıklar anlayışı bulunmaktadır. Mesela Kuzey Fas’ta
cinlerin sebep olduğu hastalıklar “tütsü büyüsü” de denilen yazılı bir büyü ile
tedavi edilmekteydi [261] . Eski
Mısısrlılar da hayatlarının her alanına cin korkusunu yaymışlardır. Örneğin
mısırda yaşayan biri sıvı bir şeyi yere dökecekse hemen “destûr” (müsaade) veya
“destûr yâ mubârekîn” (müsaade ey azizler) diyerek cinleri uyarır, zira ansızın
yapılan bu işten cinlere zarar gelirse yerdeki ifritlerin intikam
alabileceklerinden korkulurdu[262]. Yine
Güney Arabistan tasavvurlarına göre cinler, ahırlardaki atları huzursuz
ederler, köpekler sebepsiz yere sokaklarda kavgayı teşvik ederler, ineklerin
kuyruklarına diken batırırlar yumurtlayan tavukların altlarındaki yumurtaları
kırarlar. Öfkelendirilen cinler düşmanlarını ekseriya hasta eder veya mecnun
yaparlar. Hatta cinler, bebekleri kaçırıp kendi göğüslerinde emzirirler. Bu
çocuklar da genelde çirkin ve yaramaz olurlar.[263]
İlkel dönemlerde
insanların ruhlara inandıkları ve birçok ilkel kültürde, “çalılık ruhu” (bush
spirit) kavramı olduğu görülür. Bu kavrama göre kişiler kendileriyle bir
olduklarını düşündükleri bir ruhun diğer konağı olan canlıya yapılan bir
girişimi aynen kendi bedenlerinde hissedebilirler. Vodoo inancında olan budur.
Burada ruhun sembolik bir cisme tutsak edilmesi ve o cisme kişi için murad
edilen kötülüğün yapılarak, hedeflenen bireylere, hatta aynı ruha bağlı olan
bütün canlılara ulaştırılması mümkündür[264].
İlkel kabilelerin
birtakım kimselerin kendi iradeleri dışında uygun olmayan hareketlerde
bulunmaları ve bir kısmının da yaptıkları hareketleri hatırlamamaları ruhun o
sırada olmayışı ya da başka bir ruhun bedene girmiş olmasıyla açıklanmaktaydı.
Nitekim bu sırada kişi kendi durum ve tutumuna aykırı davranışlar gösterdiğine göre,
ya ruhu tarafından terk edilmiş olan beden kendi başına kalıp bağımsız hareket
etmekte ya da içine giren ruhla bedeni ve kendi ruhu arasında bir çatışma
ortaya çıkmaktadır[265].
Cin gibi ruhsal
varlıkların insan bedeninde yaşaması anlamına da gelen tasalluta olan inanç,
antik döneme kadar uzanmaktadır. Bu konunun kapsamı içine sokulan patolojik
fenomenler, çağımızda sara, epilepsi, nevroz, histeri ve psikoz gibi
hastalıklara tekabül etmektedir[266]. Yine
Kongo ırmağı aşağı kıyılarında yaşayan Mayonbe kabilesine göre epilepsi,
Mukuani ve Makumi adlı ruhların verdiği bir cezadır. Bu ruhlar, suçlu
buldukları kişiye Ndoki adlı ruhu gönderirler. O kişinin gözleri önünde bir sis
belirir; o zaman kişi ağacın tepesinden veya yüksek bir yerden düşer. Çare
ruhların dışarı çıkarılmasıdır. Diğer bir yöntem ise doğada bağımsız olarak
dolaşan dost ve iyi ruhların yardıma çağrılmasıdır[267].
Batı literatüründe
özellikle de Hristiyan teolojisinde cinlerin insan bedenine girmesi konusu
üzerinde ehemmiyetle durulmuştur. Bu hususta batı dillerinde “obsesyon” veya
“exorsizm” isimlerini taşıyan başlıklar altında ayrıntılı şekilde inceleyen çok
önemli kitaplar olduğu bilinmektedir.[268]
İncil’de cin girme
olaylarından sıkça bahsedilmektedir.[269]
Cinlerin insan bedenine girdiklerine olan inanç, Doğu ve Batı’da eskilere
dayanmaktadır. Batı kaynaklarındaki genel kanıya göre hekimlik karşısında
tanımlanamayan hastalıklar, genellikle hiçbir ilaç ve tedaviye cevap vermez. Bu
durum içine cin girdiği şüphesini artırmaktadır. Bu durumdaki hastalara hiçbir
doktor faydalı olamaz. Bu hastanın iyileşmesi için bir “eksorsist”e (cin
çıkarıcı) götürülmelidir. Eksorsizm ise Tanrı’ya yakarış yoluyla cin yahut
şeytanların kovulması ameliyesidir.[270]
Ortaçağ Avrupası’nda
ruhsal rahatsızlıklar bedene girmiş olan şeytânî (satanik) veya cinnî (demonik)
güçlerin eseri ve cadılık olarak telakki ediliyordu. Bunun en güzel örneği
1487’de dominiken rahibi Henrich Institoris ve gene dominiken olan Jacob Sprenger’in
Salzburg’da “Cadı Çekici” (malleus Malleficarum) adıyla yazdıkları kitaptır. Bu
kitap, Papa VIII. Innosent’in 1484’te yayımladığı, cadıların cezalandırılması
zorunluluğuna ilişkin tavrı destekliyordu. Bu kitabın üçüncü bölümü, 17.
yüzyılın sonuna kadar bütün Avrupa’da bir ceza yasası gibi etkin olmuştu. Bu
kitap, bugün bilinen her türlü psikiyatrik bozukluğa ilişkin belirtileri,
bedene girmiş şeytan veya cinlerin eseri olarak değerlendiriyor, şeytanla
kişinin kurmuş oldukları anlaşmanın ortaya çıkarılması için her türlü işkence
yöntemini kabul ediyor, sonunda ceza olarak da ateşte yakılma hükmünü
içeriyordu[271].
İslâm kültüründe de
cinlerin insan bedenine girebileceği ve birtakım ruhsal ve bedenî hastalıklara
sebep olabilecekleri anlayışı bulunmaktadır. Nitekim Mu’tezileden bir grup
hariç olmak üzere, Ebu’l-Hasan el-Eş’arî’ye göre ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat,
cinlerin insan bedenine girerek sara hastalığına sebep olabileceğini ileri
sürmüşlerdir. Buna göre cinlerin bedene girmesine ve insana etkide bulunabilmesinin
varlığına delalet eden Kur’ânî delil Bakara Suresinin 275. ayetidir. Mealen
“Faiz yiyen kimseler, kendisine şeytan çarpmış olan nasıl kalkarsa,
mezarlarından öylece kalkarlar” buyrulan ayette şeytanın insan ruhuna,
düşüncelerine hatta bedenine tesir edebileceğine delil olarak düşünülmektedir.
Yine şeytanın insana tasallut olması anlamına gelen vesvesenin varlığı da
Kur’an’da Nâs suresinde anlatılmaktadır. Yine cinlerin insan bedenine
girebileceği yönündeki bir hadis[272]
hadis de cinlerin insan bedenine girebileceğinin hadisten delili olarak öne
sürülmektedir.
Toplumlarda akıl ve ruh
hastalıklarının görünmeyen varlıklar tarafından meydana getirildiği anlayışı,
yakın zamana kadar etkisini sürdürmüştür. Hatta bugün dahi bu anlayışa sahip
kimseler bulunmaktadır. Bu telakki tarihsel süreçte korunsa da önceleri cin
çıkarma törenleri ağırlıklı tedavi yöntemleri, yerini gittikçe farklılaşan
tedavi yöntemlerine bırakmıştır. Nitekim özellikle Türkler için konuşmak
gerekirse M.S. 840-1244 yılları arasında Karahanlılar döneminde hastanelerde
ruh hastaları için müstakil mekânlar yapılmaya başlanmış bu hastaneler
Selçuklular ve Osmanlılar dönemlerine kadar yapılmaya devam etmiştir. Bu
şifahanelerin içinde de mutlaka mecnunlar (cinlenmişler) için yerler ayrılmış,
hatta darül-mecanin adı verilen müstakil binalar da yapılmıştır[273].
Selçuklu ve Osmanlı
İmparatorluğu döneminde Anadolu’da ve İstanbul’da ruh ve sinir hastaları
darüşşifaların kapsamı içinde bulunan Bimarhanelerde bakılıp tedavi edildikleri
gibi, çeşitli mezheplere, tarikatlara bağlı tekkelerde, şeyhler tarafından da
tedavi edilirdi. Bu mekânların en önemlilerinden biri de Karacaahmet’tir[274].
Söylentilere göre, hekim olan ve halk arasında ermiş olarak kabul edilen
Karacaahmet’in kurduğu tedavi ocaklarında ruh ve sinir hastalarına da tedaviler
uygulanırmış. Buna göre, ocaklara getirilen hasta, bağırıp çağırır, taşkınlık
belirtileri gösterirse ocağa kabul edilir, donuk, durgun, ilgisiz ve sessizse
geri çevrilirmiş. Ocağa kabul edilen hasta önce bağlanır, geceyi kapalı,
karanlık bir hücrede kendi başına geçirir, sabah ocak şeyhi veya yardımcısı
tarafından durumu değerlendirilirmiş. Hastaya da tedavi boyunca cüher adı
verilen toz haline getirilerek suda eritilip süzülen bir ilaç içirilir, ağır
yemek ve et verilmez, sebze, tuzsuz ekmek, çorba ve su ile beslenirmiş[275].
Sonuç olarak örneklerde
de görüleceği gibi mecnunların, bugünkü tabirle ileri derecedeki ruh ve sinir
hastalarının tedavileri, giderek gelişmiş ve günümüze kadar gelmiştir. Ayrıca
geçmişe doğru gidildikçe ruh ve sinir hastalıklarının cinlerle ve metafizik
varlıklarla ilişkilendirilmesi artmakta, günümüze yaklaştıkça azalmakta hatta
modern tedavi usulleri içerisinde bu tip bir düşünce sıfırlanmaktadır.
MODERN
SÜREÇTE RUH SAĞLIĞI VE CİN KAVRAMI
Psikiyatride hâkim
kanaat, cinlerin var olmadığı ve cin gördüğünü veya kendisine cinlerin musallat
olduğunu iddia eden insanların anormal olduğu şeklindedir. Buna göre cin
gördüğünü veya cinlerin çeşitli kılıklarda göründüğünü söyleyenler psikolojik
bir problem yaşamaktadır[276]. Ancak
bu anormalliğin psikolojik ölçütleri, semptomları nelerdir, sınırları ne
olmalıdır? sorusu bu husustaki en önemli soru olarak karşımıza çıkmaktadır.
Psikiyatri alanında bir
kişinin normal olup olmadığına genellikle hezeyanıyla hükmedilmektedir. Kişide
görülen hezeyan veya saçma fikir (delire, delusion) önemli bir ruhsal bozukluğu
ortaya koymaktadır[277].
Konumuz açısından mistik
hezeyanlar, cinlere inançla yakından alâkalı bir husus olmakla beraber, cinlere
inancın psikopatlojisini tümüyle kapsamamaktadır. Ancak mistik hezeyanlar
cinler ve psikopatolojik semptomlar mevzu bahis olduğunda oldukça önemli ve
muhakkak değinilmesi gereken bir konu olmaktadır. Nitekim birçok mistik
hezeyanda, görünmeyen varlıkların tasallutu, vücudunda dolaşmaları, kendilerini
kontrol ettiği, kulağına bir takım seslerin geldiği gibi şikâyetler yer
almaktadır ki bunların birçoğu hastalar tarafından metafizik varlıklarla
ilişkilendirilmektedir[278].
Hezeyan klinik
tanımlamaya göre “gerçeğe uygun olmayan fikirleri kişinin doğru zannetmesi
hâli” olarak tanımlanmaktadır[279]. Ayrıca
“dikkatin kolayca dağılması ve yeni dışsal uyarıcılara yönlendirilememesi,
zihin bulanıklığı, şaşkınlık, zaman ve mekân bağlamında yönelim kaybı, bellek
sorunları, düzensiz-tutarsız düşünme ve konuşma, algısal bozukluklar
(yanılsamalar ve sanrılar), kuruntu, heyecan, belirgin hiperaktivite, özerk
sinir sisteminde aşırı etkinlik, huzursuzluk, uyku bozukluğu gibi semptomlarla
kendini gösteren ruhsal bozukluk”[280]
olarak da tarif edilmektedir. Tam bu noktada karşımıza fikirlerin garipliği ve
hakikate uymaması gibi hususların belirlenmesinde neyin ölçü olduğu problemi
çıkmaktadır. Bu husus bu işin biraz felsefî tarafını teşkil ediyorsa da mistik
hezeyanlar gibi karmaşık bir konuda kendini daha da hissettirmektedir. Hezeyanların
zenginliği ve çeşitliliği karşısında, primitif inançların mantıkî tutarlılığı
bir yana, büyük dinlerin çok dağınık mezhep ve tarikatlarının değişik inanç
yorumları, anlayışları ve uygulamaları içerisinde bazılarına velî bazılarına
deli denmesi gerçekten anlam kazanmaktadır. Burada temel olan norm deli ile
veli arasındaki ayrımı belirlemektedir. Nitekim günümüzde biri gelse ve
Cebrailin kendisiyle konuştuğunu söylese, Allah’tan haber aldığını söylese ve
insanları kendisine inanmaya davet etse psikiyatrik olarak teşhisi hemen
koymakta zorlanmayız. Ancak bu iki bin yıl önce olduğunda yani İsa diye biri
çıkıp bunları söylediğinde durum değişecektir. Tam bu noktada psikiyatri
açısından temel ayrım ve problem noktaları devreye girmektedir. Nitekim belki
bugün peygamberlik iddialarının teşhisi konusunda sıkıntı duyulmuyor olsa da
özellikle metafizik varlıklar açısından teşhis koyma ve psikopatolojik
sınıflandırmalar açısından problemler devam etmektedir. Öyle ki cin, melek,
şeytan gibi metafizik varlıklar konusunda İslâm’ın kabulleri kesindir*.
Aynı şekilde bu anlayış Musevilik ve İsevîlikte de (Hıristiyanlık) vardır.
Demek istenen mistik hezeyanlar konusunda psikopatolojinin semptomları
belirlerken nelere dikkat edeceği, alt kültür ve inançları ne derece kuşatacağı
hâlâ daha devam eden bir problemdir. Ancak burada özellikle mistik hezeyan
belirtilerini normal dînî inançtan ayırabilmek için söz konusu ifadelerin
bahsedilen din içerisinde ne kadar doğru ve tutarlı olup olmadığı, hastanın
eğitim seviyesiyle örtüşüp örtüşmediği, hastanın içgörüsü, yaşam kalitesini
etkileyip etkilemediği, fizyolojik herhangi bir bozukluk olup olmadığı gibi
farklı cephelerden alacağımız verilere bakılmalı ve bu veriler bir bütünlük
içerisinde değerlendirilmelidir. Zaten günümüzde yapılmaya çalışılan da
genellikle budur.
İnsanların inanç ve
düşünce zenginlikleri dikkate alındığında hezeyanlar son derece zengin ve
çeşitli olmaktadır. Öyle ki bu hezeyanlar, kişinin ruh hâline, önceki
yaşantılarına, eğilimlerine, kültür ve terbiye seviyesine, sosyal çevreye,
devrin ideolojilerine, dini cereyanlara, bilimsel bulgulara, fikrî gelişmelere,
günlük uğraşılara vb. hususlara göre değişecektir. Her durumda bir düşünce
hezeyan hâline dönebilir. Bu hususta bir sınır yoktur. Zira her fikir olağan
seyrinden sapabilir.
Hezeyanların farklı
çeşitleri bulunmaktadır. Hezeyanların patojenileri için bir dereceye kadar
uygun bir zemin düşünülse de özellikle kronik hezeyanları ve özellikle bunların
en çok toplandıkları paranoya için bir paranoid yapı (konstitüsyon) bahis
konusudur. Ayrıca hezeyanları; kendini büyük görme, perseküsyon hezeyanları,
aşk hezeyanı (erotomania), mistik hezeyan (religious delusion), icat ve keşif
hezeyanı (delusion of invention), küçüklük hezeyanı (delusion of micromania),
kendini suçlama- itham hezeyanı (delusion of self accusation), hipokondriyak
hezeyanlar (hypochondriacal delusion), büyük suçluluk hezeyanı (delusion of
guilt), ölmezlik hezeyanı (delusion of eternity), metabolik hezeyanlar,
kıskançlık hezeyanı, dava-hak iddiası hezeyanı, etki hezeyanı (delusion of
control), rüya hâli hezeyanları (delusion of dream), sanrı hezeyanları ve
imgelem hezeyanları (delusion of imagination) olarak da sayabiliriz[281].
Hezeyanlar genel olarak,
güvensiz veya özgüveni düşük kimselerde görülmektedir. Ayrıca sikloid, emotif
yapıları bulunanlarda, bazı enfeksiyonlar, alkol ve toksik maddeler, kafa
travmaları, bazı organik biyolojik ve hümoral veya hormonal sebepler hezeyana
etken olabilmektedir. Yne ölçüsüz ve taşkın muhayyile, her şeyi yorumlama ve
durmadan sebepler arama eğilimi, çeşitli tutkular, tatminsizlikler, çeşitli
işlerde veya mesleğinde haksızlığa uğramış olma, sevdiği bir yakınını kaybetme,
erken yaşlardaki refulman ve kompleksler, aşağılık ve günahkârlık duyguları,
çeşitli ruhsal sarsıntılar kişiye ve zamana göre hezeyanların şekillenmesinde
son derece rol oynamaktadır[282].
Dînî (mistik)
hezeyanların etyolojisinin ve patojenisinin iyi anlaşılabilmesi için dînî
obsesyonların iyi bilinmesi gerekmektedir. Nitekim dinî obsesyonla dinî hezeyan
birbirinden farklı hususlardır. Obsesyonlarda hasta, aklından atamadığı ve onu
mütemadiyen işgâl eden fikir, duygu ve korkuların saçmalığının ve
mânâsızlığının farkındadır. Bu sebeple obsesyon hezeyandan ayrılmaktadır.
Nitekim hezeyanda hasta durumunun bilincinde değildir. Kesin bir kanaat
mevcuttur. Yani içgörü sıfırdır. Yine obsesyonda muhakeme kusuru yoktur. Buna
karşılık hezeyan hâli bir muhakeme kusuru, yani bir düşünce bozukluğudur[283].
Mistik obsesyonlar
oldukça geniş ve farklı bir konu olduğundan, konumuzu da sınırlamak
mecburiyetimizden dolayı bu konuya girilmeyecektir. Ancak mistik obsesyonlarla
mistik hezeyanlar arasındaki ilişkiyi ve farkı anlayabilmek için mistik
obsesyonlarla ilgili bir iki şey söylemek icab etmektedir.
Mistik obsesyonlarda
hastanın beynine dînî içerikli düşünceler hücum etmektedir. Ölümün ötesinde ne
var? Niçin insanlar ıstırap çekerler? İnsanın bir ruhu var mıdır? Ruhun
mahiyeti nedir? Hayat Nedir? Allah nedir? Kader nedir? Gibi çok farklı dini
içerikli sorular bunlara örnek verilebilir. Bu sorular hastanın olağan
düşüncelerine ve kültür seviyesine göre değişebilir. Dini vesvese de denilen bu
hâller, metafizik obsesyonlara, musallat fikirlere yakındır. Burada hasta fena
itiraflarda bulunmak, kutsal mekanları ve kişileri kötülemek gibi durumlardan
çekinir ve korkar. Özellikle ergenlik döneminde bu hâller çok görülmektedir.
Aynı şekilde bir adak adayıp adağı olduğu hâlde adağını yerine getirmediği
taktirde cezalandırılacağı korkusu da bir grup obsesyonlara sebep
olabilmektedir. Yine dini obsesyon çeşitleri arasında bazı mistik tabiatlı
olanlarla bazı persekütelerde koruyucu teçhizat (muska, tılsım gibi) bulundurma
hâllerinin görülebileceğini belirtmek gerekmektedir. [284]
. Burada şunu belirtmek gerekir ki bu tip obsesyonlar ilerlediği takdirde dînî
hezeyanlara dönüşme ihtimali bulunmaktadır.
Dînî içerikli anormal
davranışlar arasında dînî içerikli histeriyi de saymak gerek. Mesela mevlid
okunurken kadınlardan birinin baygınlık geçirmesi, onu taklitle birbiri
arkasından beş on tanesinin bağırması, ağlaması, çırpınarak yerlerde
yuvarlanması, dönen dervişlerin (donma) dedikleri (catalepsie hysterique)
hâline geçişleri buna örnek verilebilir. Burada bazı histeriklerin hezeyan
benzeri belirtiler ve davranışlar gösterdiğini belirtmek gerek. Bu gibilerde
bilinç dışı bayılmalar hakiki vecd hâli değildir. Daha ziyade çevreye ait ve
deruni bir telkinin etkisiyle yarı hipnotik bir hâldir. Dini histerikler
çeşitli manzaralar arasında çok defa şehvânî hisler de duyarlar[285].
Hezeyanların bir kısmı
doğrudan doğruya benliği ve şahsiyeti, bazıları çeşitli duyguları veya tümüyle
zekâyı, bir kısmı da benliğin sosyal çevreyle olan ilişkilerini
ilgilendirmektedir.[286] Hastanın
hezeyana karşı gösterdiği sebat, açıklama ve iddia derecesi göz önünde
bulundurularak, söz konusu hezeyanlar, sistematik ve sistematik olmayan
şeklinde sınıflandırılır. Bu hezeyanlar zaman zaman geçmişle alakalı, bazen
şimdi veya gelecekle yahut hepsiyle birlikte ortaya çıkabilmektedir.[287]
Hezeyanlarla alakalı
olarak sayılan tüm bunlara ek olarak ve belki de sonuç olarak şuraya varmak
gerkir ki mistik hezeyanlar hezeyanların kuvvetli ve yaygın bir türüdür ve
mistik hezeyanlara diğer hezeyanlar içerisinde de rastlamak mümkün
olabilmektedir. Örneğin melankolik delirlerde dinî suçluluk, mukaddesata karşı
söz veya fiille küfür, Allah tarafından lânetlenmiş ve cennetten kovulmuş olmak
gibi hezeyanlara rastlanabilmektedir. Aynı şekilde hipokondriyak ve matabolik
hezeyanlarda, vücuduna şeytanın sahip olması, deccal hâline gelme; perseküsyon
hezeyanlarında, cehenneme ait kuvvetlerin hücum etmesi, semavî kuvvetlerin
savunması; büyüklük hezeyanlarında, peygamber, papa, İsa Mesih, din kurucusu ve
Allah olduğu hezeyanları görülebilmektedir.[288]
Netice itibariyle dinî
veya mistik hezeyanlar cinlerle alakalı anormal durumlar incelendiğinde oldukça
yaygın bir hezeyan türü olarak karşımıza çıkmaktadır. Müstakil bir hezeyan
çeşidi olan dînî (mistik) hezeyanları iki kısma ayırabiliriz[289]. Bunlar;
mistik perseküsyon hezeyanı ve mistik gurur ve büyüklük hezeyanıdır. Mistik (dinî)
perseküsyon hezeyanında hasta, kötü ruhlar ve şeytan tarafından takip
edildiğini, içten ve dıştan bunların tesiri altında olduğunu sanmaktadır. Dînî
büyüklük hezeyanında ise hasta, kendisini dînî bakımdan büyük ve önemli bir
şahsiyet olarak görmektedir. Bu sayılan hezeyanlar tipik perseküte ve büyüklük
hezeyanlarıdır. Bunların haricinde, sayıklama olmadan, hak iddiasında bulunan,
sabit ve kısıtlı hezeyanlı, muhakemeli ve dejenere megalomanlar ve mağdur
olduğu fikrine kapılanlar vardır. Bunlar muhakemeli ve dejenere mistiklerdir.
Bunlar arasında Allah adına bir kilise veya devlet büyüğünü, yahut bir kralı
öldüren politik veya dînî mistikler bulunmaktadır[290].
Bazı mistik hezeyanlar,
idrak bozuklukları sonucu yannılsamalar ve daha fazla psikosansoriyel hâllusinasyonlarla
birlikte görülebilmektedir. Mesela mistik paranoyaklarda görme sanrıları ve
bazı kronik işitme sanrıları olmaktadır. Bunlar vahiy aldıklarını, miraca
çıkarak Allah’la görüştüklerini veya cinlerin kendileriyle konuştuklarını
söyleyebilmektedirler. [291] Bazı
mistik hezeyanlarda, psikomatris ve bilhassa tenasül organına ilişkin
hezeyanlar görülmektedir. Bu gibi hastalarda kendilerini sakat etmek, bilhassa
günahlara sebep olarak gördükleri cinsel organını kesme veya zarar verme,
intihara yeltenme gibi durumlar görülebilmektedir.[292]
Hezeyanların bu kadar
çeşitli olması şüphesiz mistik hezeyanları da etkilemektedir. Öyleyse burada,
dînî olanla olmayanı birbirinden neyin ayırdığı? sorusu sorulabilir. Burada bir
tecrübeye veya hezeyana dînî nitelik kazandıran şeyin yaşanan tecrübenin
taşıdığı temel unsurla alakalı olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü belli ruh hâli,
ancak dînî bir niyet ve yöneliş içerisinde oluşmuş ise “dînî” olarak değer
kazanır. Ya da daha özel anlamda söyleyecek olursak, hezeyanlarda dînî bir unsur
varsa buna dînî hezeyan veya mistik hezeyan denmektedir.
Patolojik anlamda mistik
kişi, her düşündüğünü, duyduğunu, yaptığını rûhânî, dînî bir mükâfat veya ceza
olarak gören yahut şeytanın telkini anlamında kabul eden kişidir.[293] Burada
hezeyanlar açısından baktığımızda, gerçeklik algısı kopmuş olan ve benliği
çeşitli yönde (asalet, kudret, güzellik vb.) kabarmaları gösteren, dînî
duygunun ifadesinde aşırılık, hayatı her bakımdan ruhânî bir ilişkiye
dayandırma, ilginç ve gerçek dışı kalma gibi durumlar dînî hezeyanları
doğurmaktadır diyebiliriz.
Dînî hezeyanların
konumuzla en alâkalı olanlarından biri “büyü ve sihir hezeyanları”dır. Halkımız
arasında büyü ve sihir yapılarak onun tesiri altında kalmış olma düşüncesi
oldukça yaygındır. Mistik hezeyanın diğer bir çeşidi de budur. Bir
hipokondriyak, sihirle vücuduna şeytanın girdiğini, bazıları ise şeytan
tarafından vücutlarının kaplandığını, büyü tesiriyle fikirlerinin
değiştirildiğini söyler. Aynı şekilde cehennem zebanilerinin zulmüne uğradığı
fakat meleklerin kendisini koruduğu iddiaları da yaygındır. Büyü yapmak ve büyü
tutmak gibi inançlar bazı çevrelerde, bazı kimselerde öylesine yerleşmiştir ki
her kötülüğü artık, büyüden bilmektedirler[294].
Sonuç olarak, cinlerle
ilişkilendirilen bir problemin klinik psikoloji ve psikiyatride net bir
sınıflaması yoktur. Nitekim cinlerle ilgili belirtilen semptomların hemen hepsi
DSM IV ve diğer tanı sistemlerinde ayrı hastalık tanımları içerisinde yer
alabilmektedir. Öyle ki, bir kimsenin bir varlık gördüğünü iddia etmesi, visual
halüsinasyon kanısı uyandırırken, bu varlığın kendisiyle konuştuğunu veya
tecavüz ettiğini, kendisini kontrol ettiğini, içine girdiğini, birtakım emirler
verdiğini vb. iddia etmesi işi değiştirmekte ve hezeyan fikrini
uyandırmaktadır. Hezeyanlar ise psikotik rahatsızlıkların temel semptomlarından
biridir. Ancak bu çalışmada konuyla alakalı yapılan kaynak taramalarından
tespit edildiği kadarıyla, problemini cinlerle ilişkilendiren ileri vakalara
yaygın olarak, kişilik bölünmesi veya şizofreni teşhisi koyulduğu
anlaşılmaktadır[295].
SONUÇ
İnsanoğlunun bilinmeyene
merakı her zaman devam edecektir. Bilinmeyeni açıklama konusu ise bilimle
metafizik unsurlar içeren din arasındaki tatlı münakaşayı da hep sürdürecek
gibi gözüküyor. Ama gerçek olan bir şey var ki o da insan psikolojisinin
bilinmeyenden etkilendiği, metafizik varlıklara inancın insan davranışı
üzerinde bir takım etkilere sahip olduğudur. Metafizik varlıklardan, özellikle
cinlere ilişkin bilgiler, kaygılar yani genel anlamda cinlerle ilgili kanaatler,
insanların bu konuda bir takım tutum ve davranışlar sergilemesine sebep
olmaktadır. Hatta bu etki, bireysel boyutu aşarak, toplumsal boyutta kendini
göstermekte, cinlerle ilgili tutum ve davranışlar, bir takım sosyolojik
müesseseler meydana getirmektedir. Cincilik, medyumluk, muska ve büyü yazılan
mekânlar gibi bazı sosyolojik oluşumlar buna başlıca örnektir. Cinlere inancın
psiko-sosyal boyutları bu sebeple bu araştırmanın başlıca konusu olmuştur. Bu
sebeple, insanların cinlerle ilgili tutumları, muska ve büyüyle ilgili
tutumları ve son olarak cincilere ilişkin kanaatleri, ayrıca cinlerle ilgili
bilgi kaynakları, cinlerle ilişkilendirdikleri bir problem karşısında nasıl
davranacakları ve cinlere ilişkin kanaatlerin oluşmasında etkili olan faktörler
bu araştırmada incelenmeye çalışılmıştır. Bu hususların, cinsiyet, yaş, eğitim
seviyesi, gelir durumu, din eğitimi alıp almama, medenî durum, dinî inanç
seviyesi, İstanbul’da yaşama süresi, doğum yerleri (yetişme mekânları) gibi
özelliklerle ilişkisi de bu araştırmada incelenmiştir. Neticede elde edilen
bulguların sonucunda ulaşılanlar aşağıda sıralanmaya çalışılacaktır. Ayrıca bu
bölümde başta belirlemiş olduğumuz hipotezlerin doğrulanıp doğrulanmadığı
belirtilecektir.
Araştırmanın temel
konusunun cinler olması ilk önce acaba araştırmaya katılanların ne kadarı
cinlere inanıyor? sorusuna cevap vermemizi gerektiriyor. Elde edilen bulgular
araştırmaya katılan deneklerin oldukça büyük bir çoğunlukta (% 88) cinlerin
varlığına inandığını göstermiştir. Buna göre “araştırmaya katılan deneklerin
cinlere inancı yüksek seviyededir” yönündeki hipotezimiz doğrulanmış
olmaktadır.
Deneklerin büyük
çoğunluğu cinlere inanmakla birlikte bir diğer önemli soru akla gelmektedir,
acaba örneklemin cinlerle ilgili en önemli 3 bilgi kaynağı nedir? Araştırma
bulguları neticesinde araştırmaya katılan deneklerin cinlerle ilgili bilgi
kaynakları arasında ilk 3 sırada dini kaynakların olduğu anlaşılmaktadır.
Ayrıca deneklerin cinlerle ilgili önemlil bilgi kaynaklarından birinin de çevre
olduğu anlaşılmıştır (Cinlerle ilgili bilgi kaynakları arasında ikinci sırada
“çevremdeki insanlar” (%20,3) seçeneği gösterilmiştir.) Nitekim metafizik bir
kavram söz konusu olduğunda etraftaki insanlar her zaman çok önemli bir bilgi
kaynağı olmaktadır. Buna göre “cinlerle ilgili bilgi kaynakları arasında dinî
kaynaklar ilk sırada yer almaktadır” yönündeki hipotezimiz doğrulanmış
olmaktadır.
Araştırmaya katılanların
% 53,1’i (111 kişi) cinlerle ilişkilendirdikleri bir problem olduğunda
insanların Kur'an'dan bazı ayetler okuyarak kendini tedavi edebileceğini
düşünürken, % 28,2’si (59 kişi) böyle bir durumda bir hekime gidilmesi
gerektiğini, örneklemin % 14,8’i de (31 kişi) böyle bir durumda bir cinciye
(cinciye) gidilmesi gerektiğini düşünmektedir. Buna göre “araştırmaya katılan
denekler cinlerle ilişkilendirdikleri bir durumda ilk sırada medyuma gitmek
gerektiğini düşünmektedir” yönündeki hipotezimiz doğrulanmamıştır.
Araştırmaya katılan
deneklerin cinlerle ilgili kanaatleri açısından en yüksek ortalama cin-dinî
inanç faktöründe (Ort.=4,03) ve cinlere olumsuz özellik atfetme faktöründe
(Ort.=3,66) görülmüştür. Buna mukabil diğer faktörlerde ortalamanın ölçek orta
noktasının altında olduğu bulunmuştur. Buna göre örneklemin genel olarak
cinlere inançlarıyla dinî inançlarını ilişkilendirdikleri anlaşılmaktadır.
Ayrıca cinlerin insanlara zarar verebileceği gibi, cinlere ilişkin olumsuz
özelliklerin yüksek olduğu da bulgular neticesinde anlaşılmıştır. Bu durum da
örneklemin cinlere ilişkin korkularının yüksek olduğunu dolayısyla da genel
anlamda cinlere dair olumsuz bir kanaate sahip olduklarını göstermektedir. Bu
bulgulara göre Hipotez 1d ve Hipotez 1e doğrulanmış olmaktadır.
Örneklemin medyumların
kullandıkları yöntemin İslâm’a uygun olmadığı kanaati (Ort.=3,45) ortalamasının
ölçek orta noktası olan 3,00’dan yüksek olması buna mukabil, cinci hocalar
birer din adamı oldukları kanaati (Ort.=2,24), medyumlar (cinciler)
hastalıkları iyileştirebileceği (Ort.=2,20) kanaati ve cinciye gitmenin faydalı
olduğu kanaati (Ort.=2,14)ortalamalarının ölçek ortalamasının altında çıkması,
araştırmaya katılanların cincilere ilişkin olumsuz bir kanaate sahip
olduklarını göstermektedir. Buna göre araştırmaya katılanların cincilere
ilişkin olumlu kanaate sahip oldukları yönündeki hipotezimiz (hipotez 2a)
doğrulanmamıştır.
Yine araştırmaya
katılanların cincilerin birer din adamı oldukları kanaatini yansıtan ölçek
ortalamasının (Ort.=2,24) düşük çıkması, araştırmaya katılanların cincileri
birer din adamı olarak görmediklerini göstermektedir. Buna göre araştırmaya
katılanların cincileri birer din adamı olarak gördükleri yönündeki hipotezimiz
(hipotez 2b) doğrulanmamıştır.
Örneklemin medyumların
kullandıkları yöntemin İslâm’a uygun olmadığı kanaati (Ort.=3,45) ortalamasının
ölçek orta noktası olan 3,00’dan yüksek olması, araştırmaya katılanların
cincilerin kullandıkları yöntemin dine uygun oluğunu düşündükleri yönündeki
hipotezimizi (Hipotez 2c) doğrulamamaktadır.
Örneklemin cinciye
gitmenin faydalı olduğu kanaati ortalamasının (Ort.=2,14) ölçek ortalamasının
altında çıkması, araştırmaya katılanlar arasında cinciye gitmenin faydalı
olduğu kanaatinin yüksek olduğunu ifade eden hipotezimizi (hipotez 2d)
çürütmektedir.
Örneklemin %21,2’si
(N=46) cinciye gittiğini, %78,8’i ise (N=171) cinciye gitmediğini ifade
etmiştir (bkz. Tablo 19). Buna göre örneklemin cinciye gitme oranı düşüktür. Bu
bulgu araştırmaya katılan deneklerin cinciye gitme oranlarının düşük olduğu
yönündeki hipotezimizi (hipotez 2e) doğrulamaktadır.
Yine araştırmaya
katılanlar arasında cinciye gidenlerin %41,3’ü cinciye gittiğini ancak
faydasını görmediğini belirtmiştir. %32,6’sı ise cinciye gitmenin faydasını
gördüğünü ifade ederken % 26,1 gibi önemli bir kısım da kararsız olduğunu ifade
etmiştir. Buna göre araştırmaya katılanlar arasında cinciye gitmiş olanların
önemli bir kısmı cinciye gitmenin faydasını görmediğini ifade etmiştir.
Araştırmaya katılanlar
arasında cinciye gitmiş olanların % 16,2’si hastalıktan kurtulmak için cinciye
gitmeyi birinci sebep olarak gösterirken, % 15,4’ü psikolojik olarak rahatlamak
için seçeneğini ikincisırada, %12,3’ü de cinlerden kurtulmak için seçeneğini
üçüncü sırada göstermiştir. Buna göre tıbbî bir rahatsızlıktan dolayı cinci
hocalara gitme oranı araştırmaya katılan denekler arasında birinci sırada gelmektedir.
İkinci sırada psikolojik gerekçeler yer alırken, üçüncü sırada da cinlerle
ilişkilendirilen problemlerden dolayı gitme gerekçesi yer almaktadır. Burada
hastalıktan kurtulmayı birinci sebep gösterenlerin sayısının 21, psikolojik
olarak rahatlamak için gitmeyi sebep olarak gösterenlerin sayısının da 21
olması, bu iki gerekçe arasında çok önemli bir fark olmadığını göstermektedir.
Bu bulgular, cinciye gitme sebepleri arasında psikolojik sebeplerin önde olduğu
yönündeki hipotezimizi (hipotez 2f) doğruluyor gözükmektedir.
Araştırma bulguları
medyuma gitmenin faydalı olduğu kanaatiyle medyumların hastalıkları
iyileştirebileceği düşüncesi arasında pozitif yönde anlamlı bir ilişki
(r=0,596;p<0,01) bulunduğunu göstermiştir (bkz. Tablo 22). Bu bulgu bize medyumların
hastalıkları iyileştirebileceği kanaati güçlendikçe medyuma gitmenin faydalı
olduğu düşüncesinin de arttığını göstermektedir. Aynı şekilde medyumların
(cincilerin) hastalıkları iyileştirebileceği düşüncesiyle cinci hocaların birer
din adamı oldukları kanaati arasında da pozitif yönde anlamlı bir ilişki
(r=0,598, p<0,01) bulunmaktadır (bkz. Tablo 22).. Bu da bize örneklemin
cincilerin birer din adamı oldukları kanaati ile medyumların hastalıkları
iyileştirebileceği kanaati arasında ilişki kurduğunu göstermektedir. Buna göre
cincileri birer din adamı olarak görme arttıkça kişide medyumların hastalıkları
iyileştirebileceği kanaati de artmaktadır. Bu bulgular hipotez 2ı ve hipotez
2j’yi doğrulamaktadır.
Araştırma bulgularına
göre örneklemin %18,4’ü büyünün gerçekliğine ilişkin olumsuz kanaat
belirtirken, % 68,2’si büyünün var olduğunu, gerçek olduğunu ve etkisi
bulunduğunu ifade etmiştir. Örneklemin %13,4’ü ise bu konuda çekimser
kalmıştır. Bu bulguya göre örneklemin büyük çoğunluğunun büyünün varlığına inandığı
görülmektedir. Bu durum araştırmaya katılanlar arasında büyüye olan inancın
yüksek olduğunu ifade eden hipotezimizi (hipotez 3a) doğruluyor gözükmektedir.
Araştırma bulgularına
göre örneklemin %76,9’u muska yaptırmadığını, %23,1’i ise muska yaptırdığını
ifade ederken, örneklemin %92,6’sı büyü yaptırmadığını, buna mukabil %7,4’ünün
ise büyü yaptırdığını ifade ettiği görülmektedir. Buna göre araştırmaya
katılanlar arasında muska ve büyü yaptırma oranları düşüktür. Bu bulguların,
deneklerin muska ve büyü yaptırma oranlarının düşük olacağını öngören
hipotezimizi (hipotez 3b) doğruladığı görülmektedir.
Araştırma bulgularına
göre örneklemin büyük çoğunluğunun % 31,8 oranla büyü ile muskanın aynı şey
olduğu hususunda kararsız kaldığı görülmektedir. Bununla beraber muskayla
büyünün aynı şey olmadığını söyleyenlerin toplam yüzdelik oranı % 42,4’tür.
Muska ile büyünün aynı şey olduğunu söyleyenlerin toplam oranı ise % 25,8’dir.
Bu bulguya göre muskayla büyünün aynı şey olup olmadığı hususunda örneklemin
genel ortalamasının (2,74) ölçek orta noktasının (3,00) altında olması ve
örneklemin büyük çoğunluğunun (%31,8) kararsız ve olumsuz (%42,4) bir tutum
sergilemesi, araştırmaya katılanların büyüyle muskayı ayırt ettiklerini
göstermektedir. Buna paralel olarak muska ve büyü yaptırma oranlarına
baktığımızda araştırmaya katılanlardan muska yaptırdığını söyleyenler büyü
yaptırmadığını ifade ederken, tersi şekilde büyü yaptırdığını ancak muska
yaptırmadığını ifade edenlere rastlanmıştır. Sonuç olarak örneklemin muskayla
büyüyü aynı kategoride değerlendirmediği anlaşılmaktadır. Bu da deneklerin
muska ile büyüyü aynı şey gördükleri hususundaki hipotezimizi (hipotez 3c)
çürütmektedir.
Araştırma bulguları
araştırmaya katılanlardan büyü ve muska yaptırmış olanların, büyü yaptırma
sebepleri arasında % 27 ile “cinlerden kurtulmak için” seçeneğini ilk sırada
ifade ettiklerini ortaya koymaktadır. Bu gerekçeyi % 18,9 ile “hastalıktan
kurtulmak için” gerekçesi takip ederken, üçüncü sırada “ailevi problemlerimi
çözmek için” seçeneği (%13,5) gelmektedir. Bu bulguya göre araştırmaya
katılanlardan büyü yaptırdığını ifade edenlerin büyü yaptırma gerekçeleri
arasında ilk sırada cinlerle ilişkilendirdikleri bir problemi çözmek gerekçesi
gelmektedir. Bu durum büyüyle cinlerin ilişkilendirildiğini de göstermektedir.
Bu sonuçlar muska ve büyü yaptırma sebepleri arasında ilk sırada psikolojik
gerekçelerin yer alacağı yönündeki hipotezimizi (hipotez 3d) yanlışlamaktadır.
Araştırma sonuçlarına
göre örneklemin genel olarak büyü-din ayrıştırması noktasında yüksek bir kanaat
ortalamasına (X=3,84) sahip oldukları görülmektedir. Aynı şekilde büyü
yaptırmanın islâm’a göre yasak olduğu kanaati ortalaması (4,18) ile büyü
yaptırmanın dinî inanca zarar vereceği kanaati ortalamasının (4,14) yüksek
çıktığı araştırma neticesinde ortaya konulmuştur. Bu bulgular araştırmaya
katılanların büyü ile dini birbirinden ayırdıklarını ve büyünün dine uygun
olmadığını düşündüklerini göstermektedir. Dolayısyla araştırmaya katılanların
büyü ile dini birbirinden ayırdıklarını ve büyünün dine uygun olmadığını
düşündüklerini ifade eden hipotezimiz (hipotez 3c) doğrulanmış olmaktadır.
Demografik özellikler,
deneklerin cinlerle ilgili, büyü ve muskayla ilgili ve cincilikle ilgili
kanaatleri üzerinde fark yaratmaktadır. Buna göre:
Araştırma bulgularına
göre kadınların cinlerle ilgili kanaatleri üzerindeki dış etkilerin erkeklere
oranla daha fazla olduğu anlaşılmaktadır. Yine araştırma bulguları erkeklerin
cinlere inançlarıyla dinî inançları arasında kadınlara oranla daha kuvvetli bir
ilişki kurduklarını göstermiştir (bkz, Tablo 28).
Cincilerle ilgili
araştırma bulguları, kadınların erkeklere nazaran daha fazla cinciye
gittiklerini göstermiştir. (bkz; Tablo 29)
Deneklerin
cinsiyetleriyle cincilere ilişkin kanaatleri arasındaki ilişkiye baktığımızda
ise bu hususla ilgili analiz deneklerin cinsiyetleriyle cincilere ilişkin
kanaatleri arasında genel olarak anlamlı bir ilişkinin varlığını göstermektedir
(P<,05). Buna göre araştırma bulguları, kadınların cincilerin hastalıkları
iyileştirebileceği, cinciye gitmenin faydalı olduğu ve cinci hocaların birer
din adamı oldukları yönünde erkeklere göre daha olumlu kanaat bildirmişlerdir.
(bkz, Tablo 30).
Deneklerin
cinsiyetleriyle büyü yaptırma oranları arasındaki ilişkiyi incelemek için
yapılan analiz deneklerin cinsiyetleriyle büyü yaptırma arasında anlamlı bir
ilişkinin varlığını göstermektedir (Chi-Square: 15,152 P= ,000 < 0,01).
Bulgular büyü yaptırma açısından bayanların erkeklerden önde olduğunu
göstermektedir. (Tablo 31). Buna mukabil araştırmaya katılanlar arasında muska
yaptırıp yaptırmamanın cinsiyete göre dağılımına baktığımızda, bu hususla
ilgili yapılan analiz, deneklerin cinsiyetleriyle muska yaptırma arasında
anlamlı bir ilişkinin varlığını göstermemektedir (Chi-Square: 0,201; P= ,654>
0,05). Ancak muska yaptıran 50 kişi arasında kadın ve erkek grupları 25’er
kişiyle birbirine eşit bir orana sahip oldukları görülmüştür.
Araştırma bulguları
örneklemin genel anlamda muska ve büyü ile ilgili kanaatleri açısından, muska
ve büyüye ilişkin iki faktör grubundan birinde (büyü-din ayrıştırması) cinsiyet
grupları arasında istatistik bakımından anlamlı bir fark olduğu göstermiştir.
(bkz; Tablo 32). Buna göre erkeklerin kadınlara kıyasla daha fazla oranda büyü
ile dini ayırdıkları ve büyünün dine uygun olmadığı şeklindeki kanaatleri
destekledikleri anlaşılmaktadır.
Araştırma bulguları
cinlere inançla yaş arasında p=0,3<0,05 düzeyinde negatif doğrusal ilişki
(r= -,141) olduğunu göstermiştir (bkz; Tablo 33). Buna göre yaş azaldıkça
cinlere inanç artarken, yaş attıkça cinlere inancın azaldığı anlaşılmaktadır.
Yine araştırma sonucunda
yaş seviyeleriyle cinlerle ilgili kanaatlerin oluşmasında dış etkileri ifade
eden çevresel faktörlerin cinlere inanca etkisi arasında pozitif yönde
anlamlı bir ilişki bulunmaktadır (bkz; Tablo 34). Buna göre, araştırmaya
katılan deneklerin yaş seviyeleri arttıkça cinlere ilişkin kanaatleri
üzerindeki dış etkiler (çevreden duydukları yüzünden cinlere inanmak gibi) de
artmaktadır. Aynı şekilde yaş azalırken cinlere ilişkin kanaatler üzerindeki
dış tesirler azalmaktadır.
Deneklerin yaş
gruplarıyla cinciye gidip gitmeme arasındaki dağılım ve ilişkiye ilişkin
bulgular, deneklerin yaşlarıyla cinciye gidip gitmeme arasında anlamlı bir
ilişkinin varlığını göstermiştir (Tablo 35). Buna göre cinciye gitme açısından
genç yetişkinlik ve yetişkinlik çağındaki bireylerin diğerlerine göre daha
fazla olduğu gözlenmiştir.
Yine deneklerin yaş
seviyeleriyle cinlerin hastalıkları iyileştirebileceği kanaati arasında
(r=0,199; p<0,01) ve cinciye gitmenin faydalı olduğu kanaati arasında
(r=0,172;p<0,05) pozitif yönde anlamlı bir ilişki tespit edilmiştir (Tablo
36). Buna göre, yaş arttıkça cincilerin hastalıkları iyileştirebileceğine olan
inanç da artarken yaş azaldıkça bu kanaat düşmektedir. Aynı şekilde araştırmaya
katılanların yaşı arttıkça cinciye gitmenin faydalı olduğuna ilişkin inançları
da artarken yaş azaldıkça cinciye gitmenin faydalı olduğu düşüncesi
azalmaktadır.
Araştırmaya katılanlar
arasında büyü yaptırıp yaptırmamanın yaşa göre dağılımına ilişkin analiz
deneklerin yaşlarıyla büyü yaptırıp yaptırmama arasında anlamlı bir ilişkinin
olmadığını gösterirken; araştırma bulguları deneklerin deneklerin yaş
seviyeleriyle muska yaptırıp yaptırmama arasında anlamlı bir ilişkinin olduğunu
göstermiştir. Buna göre muska yaptırma oranları açısından 21-30 yaş grubu ilk
sırada gelirken, ikinci sırada 17-20 yaş grubu gelmektedir. En düşük grubu ise
31-40 yaş aralığı oluşturmaktadır. Bu bulgular muska yaptıranlar arasında
gençlik ve genç yetişkinlik çağındaki bireylerin çoğunlukta olduğunu
göstermektedir.
Araştırma bulguları yaş
küçüldükçe, insanların büyü vb. şeylerle ilgilenmemesi kanaati yükselirken, yaş
yükseldikçe insanların büyüyle ilgilenmemesi gerektiği yönündeki kanaati
azaldığını göstermektedir. Aynı şekilde yaş yükseldikçe “iyi amaçlar için büyü
yaptırılabileceği” kanaatinin de yükseldiği gözlenmiştir. Yine araştırma
bulgularına göre yaş azaldıkça muska ve büyünün aynı şey olduğu kanaati de
azalmakta, yaş arttıkça da muska ile büyüyü aynı görmenin arttığı
anlaşılmıştır. (bkz, Tablo 38)
Elde edilen bulgular,
araştırmaya katılan deneklerden hayatlarının büyük çoğunluğunu şehirde
geçirenlerin cinlere inancı, hayatlarının büyük çoğunluğunu büyük şehirde
geçirenlere göre daha fazla olduğunu göstermiştir (Tablo 39). Yine şehirde
yetişenlerin büyük şehirlerde yetişenlere göre cinlere daha olumlu baktıkları
ve araştırmaya katılanlar arasında hayatının çoğunluğunu şehirlerde
geçirenlerin diğerlerine oranla cinlere inançlarıyla dini inançlarını daha
fazla ilişkilendikleri anlaşılmıştır. (Tablo 40)
Elde edilen bulgular,
cinciye gitme oranları açısından ilk sırada hayatının çoğunluğunu köyde
geçirenlerin olduğunu, cinciye gitmeme oranları açısından ilk sırada hayatının
çoğunluğunu şehirde geçirenlerin olduğunu göstermiştir (Tablo 41) Buna mukabil
cincilere ilişkin kanaat ortalamalarının yetişme mekânlarına göre anlamlı bir
fark oluşturup oluşturmadığına ilişkin yapılan ANOVA analizi sonucunda
cincilere ilişkin kanaat ortalamalarının yetişme mekânlarına göre istatistik
bakımından anlamlı bir farklılık göstermediği (p>0,05) görülmüştür.
Araştırma bulguları
deneklerin muska ve büyü yaptırıp yaptırmamalarıyla yetişme mekânları arasında
anlamlı bir ilişki olmadığını göstermiştir. Yine örneklem grubunun büyü ve
muskaya ilişkin kanaatlerinin hayatlarının çoğunu geçirdikleri yerler
bakımından anlamlı bir farklılık oluşturup oluşturmadığını test etmek için
yapılan ANOVA testi sonucunda gruplar arasında istatistik bakımından anlamlı
bir fark bulunmamıştır.
Araştırmaya katılanların
cinlerin varlığına ilişkin kanaatleri medenî durumları açısından anlamlı
şekilde farklılık göstermekte midir? Sorusuna ilişkin elde edilen bulgular
gruplar arasında anlamlı bir fark göstermemiştir. Buna mukabil dulların
evlilere ve bekârlara göre cinlere daha olumlu özellikler atfettikleri
anlaşılmıştır (bkz; Tablo 42). Yine araştırma bulguları dulların ve evlilerin
bekârlara göre cinlere daha olumsuz özellikler atfettiklerini gösterirken, evli
olanların cinlere olumlu özellik atfetme eğilimlerinin dul ve bekâr
kategorisinde yer alanlara göre daha düşük olduğunu göstermiştir. Aynı şekilde
dul ve evlilerin cinlerle ilgili kanaatleri üzerindeki dış tesirlerin bekârlara
göre daha fazla olduğu görülmüştür. (bkz, Tablo 42)
Elde edilen bulgular
medeni durum bakımından, genel anlamda evlilerin cinciye gitme açısından
diğerlerine göre daha yüksek orana sahip oldukları, bekârların ise cinciye
gitmeme hususunda diğerlerine göre daha yüksek orana sahip olduklarını
göstermiştir (bkz; Tablo 43). Yine cincilerle ilgili kanaatler açısından
dulların medyumların hastalıkları iyileştirebileceğine ilişkin kanaatlerinin
diğer gruplara göre daha olumlu olduğu; bekârların evli ve dullara göre cinciye
gitmenin faydalı olduğu konusunda en düşük kanaate sahip olduğu; Cinci hocaların
birer din adamı olduğu yönünde dulların evli ve bekârlara göre daha güçlü
bir kanaate sahip olduğu araştırma bulguları neticesinde anlaşılmıştır. Sonuç
olarak bekârların, evlilere ve dullara nazaran, cincilerin hastalıkları
iyileştirebileceği, buralara gitmenin faydalı olduğu ve cincilerin birer din
adamı oldukları yönünde en olumsuz tutuma sahip grup olduğunu göstermektedir.
Medenî durum açısından örneklemin genelinde ortalamaların 2,5’in ve 3,00’ın
altında olması, araştırmaya katılanların genel olarak cincilere ilişkin olumsuz
bir kanaate sahip oldukları ve cinci hocaları birer din adamı olarak
görmedikleri anlamına da gelmektedir. (krş. Tablo 17)
Araştırma bulguları büyü
yaptırma oranları açısından en yükseksayının 7 kişiyle bekârlarda olduğunu, bu grubu
6 kişiyle evlilerin takip ettiğini göstermiştir. Buna göre büyü yaptırma
açısından evli ve bekârlar arasında çok ciddi bir ayrım gözükmemektedir (Tablo
45). Buna mukabil deneklerin medenî durumlarıyla muska yaptırıp yaptırmama
arasındaki dağılım ve ilişkiye baktığımızda, bu hususla ilgili yapılan analiz,
deneklerin medenî durumlarıyla büyü ve muska yaptırıp yaptırmama arasında
anlamlı bir ilişkinin olmadığını göstermektedir.
Muska ve büyüye ilişkin
kanaatlerin medeni durumlar açısından farklılaşmasına baktığımızda araştırma
bulguları, bekârların, dul ve evlilere göre dinle büyüyü daha çok birbirinden
ayırdığını göstermiştir. Yani büyü bekârlarca daha fazla oranda dinî açıdan
zararlı ve dinî inançla ilişkisiz görülmektedir. Yine bulgular, dulların evlilere
ve bekârlara göre daha fazla büyü karşıtı tutum sergilediklerini göstermiştir.
(Tablo 46)
Araştırma bulguları
muska ve büyüyle ilgili kanaatlerin, cinlerle ilgili kanaatlerin ve cincilerle
ilgili kanaatlerin meslek gruplarında anlamlı şekilde fark yaratmadığını
göstermiştir.
Elde edilen bulgular cinlere
olumlu özellik atfetme açısından ilköğretim seviyesinde eğitim alanların,
ortaöğretim seviyesinde eğitim alanlara göre daha düşük bir ortalamaya sahip
olduğunu göstermiştir. Buna göre eğitim seviyesi düştükçe cinlere olumlu
özellik atfetmenin de düştüğü söylenebilir. Buna mukabil cinlerle ilgili
kanaatler üzerindeki dış etkiyi yansıtan çevresel faktörlerin cinlere inanca
etkisi faktöründe okuryazar seviyesinde eğitim düzeyine sahip olanların
ilköğretim ve ortaöğretim seviyesinde eğitim alanlardan daha yüksek ortalamaya
sahip oldukları anlaşılmıştır. Bu bulgu eğitim seviyesi düştükçe cinlerle
ilgili kanaatler üzerindeki çevresel etkilerin arttığını göstermektedir. Cinlere
inançla dinî inancı ilişkilendirme açısından bakıldığında ise lise
seviyesinde eğitim alan bireylerin cinlere inançla dini inancı diğer
seviyerlerde eğitim alan bireylerden daha çok ilişkilendirdikleri görülmüştür.
(bkz; Tablo 47)
Araştırma bulguları
eğitim seviyesi yükseldikçe cinciye gitme oranları düşerken, cinciye gitmeme
oranlarının arttığını göstermiştir. Bununla beraber cincilere ilişkin
kanaatlerin eğitim seviyeleri açısından oluşturduğu farklara baktığımızda cincilerin
hastalıkları iyileştirebileceği kanaatinde okur-yazar grubunun en yüksek
ortalamaya sahip olduğu görülmüştür. Bu grubu yükseköğretim ve ilköğretim
grupları takip etmektedir. En düşük ortalama ise lise seviyesinde eğitim almış
bireylerde gözükmektedir. Buna göre lise seviyesinde eğitim almış bireyler
diğer eğitim seviyelerinde olan bireylere göre cindilerin hastalıkları
iyileştirebileceği kanaatine en az katılan gruptur.
Deneklerin eğitim
durumlarıyla büyü yaptırıp yaptırmama arasında araştırma bulguları neticesinde
sağlıklı bir ilişki bulunamamıştır. Yine araştırmaya katılanlar arasında muska
yaptırıp yaptırmamanın eğitim seviyelerine göre dağılımına baktığımızda, bu
hususla ilgili yapılan analiz, deneklerin eitim seviyeleriyle muska yaptırıp
yaptırmama arasında anlamlı bir ilişkinin olmadığını göstermektedir. Buna mukabil
muska ve büyüye ilişkin kanaatlerin eğitim seviyeleri açısından anlamlı fark
oluşturup oluşturmadığını belirten bulgular, araştırmaya katılanların eğitim
seviyesi arttıkça büyü ile dini ayrıştırdıklarnı göstermektedir. Yani örneklem
grubunun eğitim seviyesi azaldıkça, muska ve büyü yaptırmanın dine uygun
olmadığı, dinî inanca zarar vereceği gibi kanaatleri taşıma oranınn paralel
olarak azaldığı anlaşılmaktadır. Yine okur-yazar seviyesinde bir eğitime sahip
olan deneklerin, büyü ile dini ayrıştırma noktasında diğer eğitim
seviyelerinden daha düşük bir ortalamaya sahipken, büyü karşıtı tutum
sergileme, yani her ne için olursa olsun büyü yaptırmanın uygun olmadığı gibi
hususlarda diğer eğitim seviyesinde olan deneklerden daha fazla bir ortalama
puana sahip oldukları görülmüştür. (bkz; Tablo 50)
Araştırma bulguları orta
gelir düzeyinde olanların diğerlerine oranla cinlere daha fazla olumsuz özellik
atfetmekte olduğunu göstermektedir. Yine orta gelir grubunda olan bireylerin
cinlerle ilgili kanaatler üzerinde dış faktörlerin etkisinin iyi ve düşük gelir
grubunda olanlara göre daha fazla olduğu anlaşılmıştır. (Tablo 51)
Bulgulara göre gelir
seviyesi yükselirken cinciye gitme oranları düşmektedir. Elde edilen bulgulara
göre düşük gelir seviyesindekiler önceden tahmin edilenin aksine cinciye
gidenler arasında en düşük grubu oluşturmaktadır (Tablo 52)
Araştırmaya katılanların
gelir seviyeleri açısından genel anlamda cincilerin hastalıkları
iyileştirebileceği kanaatine katılma oranları düşüktür. Bu durum cincilerle ilgili
diğer kanaatler açısından da geçerlidir. (bkz, Tablo 53; krş. Tablo 17)
Deneklerin muska ve büyü
yaptırıp yaptırmama oranlarının gelir seviyelerine göre dağılımlarına
baktığımızda bu hususla ilgili elde edilen bulgular, deneklerin gelir
seviyeleriyle muska ve büyü yaptırıp yaptırmamaları arasında anlamlı bir
ilişkinin olmadığı görülmektedir.
Yine araştırma bulguları
gelir durumu yükseldikçe büyü ile din ayrıştırmasının azaldığını, gelir
seviyesi düştükçe de büyünün dine göre yasak olduğu gibi kanaatlerin arttığını
göstermiştir. (Tablo 54)
Bulgulara göre
İstanbul’da yaşama süresi arttıkça cinlere olumsuz özellik atfetme oranı da
artmaktadır. Yine 1-5 yıldır İstanbul’da yaşayanlar 6-10 yıldır İstanbul’da
yaşayanlara göre cinlere daha olumlu özellik atfettikleri gözlenmiştir. Ancak
örneklemin genelinin ortalamalarının dağılımına baktığımızda İstanbul’da yaşama
süreleri arttıkça cinlere olumlu özellik atfetmenin arttığı söylenebilir. Sonuç
olarak genelde 11 yıl ve üzerinde yaşama süresine sahip grupların cinlerle
ilgili kanaatlerde yüksek ortalamaya sahip oldukları anlaşılmaktadır. Özellikle
25 yıl ve üzeri bir zaman İstanbul’da yaşama süresine sahip bireylerin
ortalamaları tüm faktör gruplarında en yüksek çıkmıştır. Bu bulgular,
araştırmaya katılan deneklerin istanbul’da yaşam süreleriyle cinlere ilişkin
tutumları arasında bir ilişki olduğunu göstermektedir. Buna göre 25 yıl ve
üzeri İstanbul’da yaşama süresine sahip kimseler diğerlerine nazaran cinlere
olumlu-olumsuz özellik atfetme, çevresel faktörlerin cinlere inanca etkisi
ve cin-dinî inanç bağdaştırması hususlarında diğerlerine göre daha
yüksek kanaatlere sahip olduğu anlaşılmaktadır. (Tablo 55)
Bulgulara göre cinciye
gitme ve gitmeme oranlarının en yüksek görüldüğü grup, İstanbul’a yeni gelenler
olduğu anlaşılmaktadır. (Tablo 56). Yine bulgulara göre 1-5 yıldır İstanbul’da
yaşayanlar cinciye gitmenin faydalı olduğu ve cinci hocaların birer din adamı
olduğu kanaatlerine istanbul’da 5 yıl ve üzerinde yaşayanlara oranla daha az
katılmaktadır. Örneklemin genelinin bu kanaatlerden aldığı ortalamalar
açısından ölçek ortalamasının altında (2,14 ve 2,84) olduğu da görülmektedir.
Deneklerin İstanbul’da
yaşama süreleriyle muska yaptırıp yaptırmama arasındaki dağılım ve ilişkiye
baktığımızda, bu hususla ilgili yapılan analiz, anlamlı bir ilişkinin var olmadığını
göstermiştir.
Yine örneklemin muska ve
büyüye ilişkin kanaat ortalamalarının İstanbul’da yaşama sürelerine göre
dağılımı açısından anlamlı bir fark oluşturmadığı da elde edilen bulgular
neticesinde ortaya konmuştur.
Araştırma bulguları, araştırmaya
katılan deneklerden din eğitimi alanların almayanlara oranla cinlerin varlığı
noktasında daha yüksek kanaate sahip olduklarını göstermektedir. (Tablo 59)
Acaba örneklemin cinlere
ilişkin tutumlarıyla din eğitimi alıp almama arasında anlamlı bir ilişki var
mıdır? Bu soruyu cevaplamak için din eğitimiyle cinlere ilişkin tutum
faktörleri arasında t-testi yapılmış ve test sonucunda din eğitimi alanların
cinlere inançla dinî inanç arasında daha çok bağ kurduklarını göstermiştir.
(Tablo 60)
Yine araştırma
bulgularına göre, araştırmaya katılan deneklerden din eğitimi alanlar, cinlerle
ilişkilendirilen bir problem karşısında dinî bir çözümü birinci sırada tercih
ederken, bir hekime gitmeyi ikinci sırada, cinciye gitmeyi de üçüncü sırada
tercih etmiştir. Ancak din eğitimi almayanlar birinci sırada hekime gitmeyi,
ikinci sırada da dinî bir tedaviyi tercih etmişlerdir. Her iki grup da üçüncü
sırada cinciye gitmeyi tercih etmiştir.
Bulgular deneklerin din
eğitimi alıp almamalarıyla cinciye gidip gitmeme arasındaki dağılım ve ilişkiye
baktığımızda, bu hususla ilgili yapılan analiz, deneklerin din eğitimi alıp
almamalarıyla cinciye gidip gitmeme arasında anlamlı bir ilişki olmadığını
göstermiştir.
Örneklem grubunun
cincilere ilişkin kanaatlerinin din eğitimi alıp almama bakımından anlamlı bir
farklılık oluşturup oluşturmadığını test etmek için yapılan ANOVA testi
sonucunda din eğitimi almayanların din eğitimi alanlara göre cincilerin
kullandıkları yöntemin İslâm’a uygun olmadığı hususunda daha yüksek kanaate sahip
oldukları anlaşılmıştır. (Tablo 61)
Araştırma sonuçlarına
göre din eğitimi alanların %64,4’ü muska yaptırmadığını ifade ederken, %22,2’si
muska yaptırdığını belirtmektedir. Din eğitimi almayanların %12,5’i muska
yaptırmadığını ifade ederken %0,9’u muska yaptırdığını ifade etmiştir. Buna
göre din eğitimi alma oranı arttıkça muska yaptırma oranının düştüğü
söylenebilir. Ancak muska yaptıranların %96’sının din eğitimi almış olması bu
konuda din eğitimi alanların daha fazla oranda muska yaptırdıklarını ortaya
koymaktadır. (Tablo 64) Yine büyü yaptıranlar arasında en fazla oran din
eğitimi alanlarda gözlenirken, bu durum büyü yaptırmayanlar için de geçerlidir.
Büyü yaptıranların sayısının örneklemin %7,4’ü olması ve 20’nin altında olması
oranların sağlıksız çıkmasına sebep olmuş olabilir. Ancak büyü yaptıran 16
kişiden 11’inin din eğitimi almış olması, bize büyü yaptırma açısından din
eğitimi almış olanların oranının fazla olduğunu göstermektedir. (Tablo 62-63)
Örneklemin muska ve
büyüye ilişkin tutum faktörlerinin din eğitimi alıp almama açısından anlamlı
bir fark oluşturup oluşturmadığını test etmek üzere yapılan analiz sonucu, din
eğitimi alanların almayanlara göre daha az büyü karşıtı tutum sergiledikleri
gözlenmiştir.(Tablo 64)
Araştırmaya katılan
deneklerin tümünün cinlere ilişkin tutumlarının dinî inanç açısından bir
farklılık göstermediği yapılan analiz sonucunda anlaşılmıştır. Buna göre dinî
inanç bakımından cinlere ilişkin tutum ölçeği faktörlerinin ve alt
faktörlerinin genel ortalamaları anlamlı bir farklılık göstermemiştir
(P>0,05). Cinlere ilişkin tutumlarının dinî yaşantı açısından bir farklılık
gösterip göstermediğini test etmek için yapılan ANOVA testi sonucunda da aynı
şekilde anlamlı bir fark bulunamamıştır (P>0,05).
Deneklerin kendilerini
dinî inanç bakımından nasıl görüdkleriyle cinciye gidip gitmeme arasındaki
dağılım ve ilişkiye baktığımızda, bu hususla ilgili yapılan analiz, deneklerin
cinsiyetleriyle cinciye gidip gitmeme arasında anlamlı bir ilişki olmadığını
göstermiştir (Chi-Square: 3,918; P= ,141 > 0,05).
Araştırma sonuçlarına
göre cinciye gidenlerin büyük çoğunluğu (cinciye giden 46 kişiden 25’i) kendini
dindar olarak tanıttıkları anlaşılmaktadır Ancak inancının tam ama ibadetlerini
tam anlamıyla yapamadığını ifade edenlerin cinciye giden 46 kişiden 20’sini
oluşturması oranların iki grup arasında birbirine yakın olduğunu
göstermektedir. (Tablo 65)
Araştırma bulguları,
örneklemin cincilere ilişkin kanaatleri açısından dinî inanç ve dinî yaşantı
bakımından kendilerini nasıl gördükleri arasında istatistik bakımından anlamlı
bir fark olmadığını göstermiştir (P>0,05) .
Deneklerin kendilerini
dinî inanç bakımından nasıl görüdükleriyle muska yaptırıp yaptırmama arasındaki
dağılım ve ilişkiye baktığımızda ise gruplar arsında anlamlı bir ilişki olmadığı
görülmüştür (Chi-Square: 1,050 P= ,591 > 0,05).
Yine deneklerin
kendilerini dinî yaşantı bakımından nasıl görüdükleriyle muska yaptırıp
yaptırmama oranları arasındaki dağılım ve ilişkiye baktığımızda, bu hususla
ilgili yapılan analiz, anlamlı bir ilişki olmadığını göstermektedir
(Chi-Square: 5,048 P= ,08 > 0,05). Buna mukabil dinî yaşantı ile büyü
yaptırıp yaptırmama arasındaki dağılım ve ilişkiye baktığımızda, bu hususla
ilgili yapılan analiz, anlamlı bir ilişki (Chi-Square: 12,464 P= 0,00<0,01)
olduğunu göstermekle birlikte, beklenen değeri 5’in altında olan hücre sayısı
örneklemin genelinin %25’ini geçtiğinden ki-kare analizi yorumlanamamaktadır.
Örneklemin dini inanç
ifadeleriyle muska-büyü ile ilgili kanaat faktör grupları arasındaki ilişkiyi
test etmek için ANOVA analizi yapılmış ancak 3 gruptan ikisindeki kişi sayısı
20’nin altında olduğundan analiz sonuçları yorumlanamamaktadır. Buna mukabil
inancını tam olarak ifade edenler ve inancını zayıf olarak ifade edenlerle
muska ve büyüye ilişkin kanaatler arasında t-testi yapılmış ancak anlamlı bir
fark (p>0,05) bulunmamıştır.
Yine örneklemin dinî
yaşantı bakımından kendilerini nitelemeleriyle muska ve büyüye ilişkin kanaat
faktörleri arasındaki ilişkiyi sınamak için yapılan analiz sonucunda gruplar
arasında anlamlı bir ilişki bulunmamıştır. (Büyü-Din Ayrıştırması
P=0,689>0,05; Büyü Karşıtı TutumP=0,257>0,05)
Özetle bu araştırmada,
deneklerin demografik özellikleri ile cinlere ilişkin tutum ve davranışlar
arasında varolan ilişki, ölçme araçlarının ve örneklem grubunun temsil
sınırlılığı içerisinde tespit edilmiştir. Deneklerin cinlerle ilgili tutum ve
bilgilerinin cincilikle ve muska-büyü ile arasındaki etkileşim de
belirlenmiştir.
Tüm bunlara rağmen,
elbette tek başına bu araştırma bu hususta yeterli değildir. Bu konuda başka
araştırmaların yapılması, din psikolojisinin ve din sosyolojisinin bu tür alan
araştırmalarını arttırması gereklidir. Her şeyden önce, bu araştırmanın kapsam
dışında bıraktığı ancak, oldukça önemli bir husus olan diğer bir konu üzerinde
çalışılmalıdır. Demek istedğim, sadece cinciler üzerinde ve sadece cincilere
gidenler üzerinde müstakil bir araştırma yapılmalıdır. Böyle bir çalışma bu
araştırmayı destekleyecek ve bütünleyecektir.
Kitaplar
Kitabı
Mukaddes Eski ve Yeni Ahit,
(trc.), İstanbul: Kitabı Mukaddes Şirketi, 2001.
Abdulbâki, M. Fuat. Kur’an
Kelimelerinin Anahtarı (Mu’cem’ül Müfehres li- Elfâzi’l-Kur’âni’l-Kerîm).
Mahmud Çanga (çev.), İstanbul: Timaş Yay., 1986.
Adasal, Rasim. Medikal
Psikoloji; İstanbul: Minnetoğlu Yay., 3. Baskı, 1977.
Ahmed b. Hanbel. El-Müsned.
Beyrut: Beytü’l-Efkârü’d-Devliyye, 2004.
Alper, Hülya. Bir
Kelâm Problemi Olarak İmanın Psikolojik Yapısı. İstanbul:
Rağbet
Yay, 2002.
Altan, Bayram, Nazar
ve Büyü Etkileri, Korunma Yolları. İstanbul: Sahaflar Kitap Sarayı, 1995.
Arık,
İ. Alev. Psikolojide Bilimsel Yöntem. İstanbul, 1992.
Arıkdal,
Ergün. Tüm Yönleriyle Medyomluk. İstanbul: Ruh ve Madde Yy., Mart 1998.
Armaner,
Neda. Psikopatolojide Dînî Belirtiler. Ankara: Demirbaş Yay., 1973.
Arpaguş,
Hatice Kelpetin. Osmanlı Halkının Geleneksel İslam Anlayışı ve Kaynakları. İstanbul:
Çamlıca Yayınları, Kasım 2001.
Arslan,
Arif. Din ve İnançlara Göre Şeytan ve Cinler. 3. Baskı, İstanbul: Nesil
Yay., Şubat 2004.
Arslantürk,
Zeki. Sosyal Bilimciler İçin Araştırma Metod ve Teknikleri. 3.Baskı,
İstanbul: M.Ü.İ.F.V.Yay., 1997.
Asımgil,
Adil. Gizemli Dünya. İstanbul: Karizma Yy., 1999.
Ateş, Ali Osman. Kur’an
ve Hadislere Göre Cinler-Büyü. 2. Baskı, İstanbul: Beyan Yay, Nisan 1995.
Ateş, Süleyman. İnsan
ve İnsanüstü Ruh, Melek, Cin, İnsan. İstanbul: Dergah Yy., 1985.
Babaoğlu,
Ali. Psikiyatri Tarihi. İstanbul: Okuyan Us Yayınları, Mayıs 2002.
Bâlî,
Vahid Abdusselâm. Cin, Şeytan ve Büyüden Korunma. Taceddin Uzun (çev.),
2. Baskı, Konya: Uysal Kitabevi, 1995.
Baymur,
Feriha. Genel Psikoloji. İstanbul, 1985.
Budak,
Selçuk. Psikoloji Sözlüğü. Ankara: Bilim ve Sanat Yay., 2000.
Buhârî.
Sahih, Mevsûatü’l-Hadîsü’ş-Şerif el-Kütüsü’s-Sitte, Sâlih b. Abdülaziz
b.
Muhammed
b. İbrahim (hazl.), Dârü’s-Selâm Yay., 2000.
Cebeci,
Lütfullah. Kur’an’a Göre Cin-Şeytan. Konya, 1989.
Coşkun,
Arif. İslâm’a Göre Sihir Cin Çarpması Teşhis ve Tedavi Usulleri. 3.
Baskı, İstanbul: Enes Kitabevi, 1993.
Çelebi,
İlyas. İslâm İnancında Gayb Problemi. İstanbul: M.Ü.İ.F.V.Y., 1996.
Çelebi,
Hacı Hâlife Mustafa b. Abdullah Kâtip. Keşf-üz-Zunun. İstanbul, 1311.
Davud, M. İsa. Bir
Cinin İtirafları Kendi Dillerinden Cinlerin Dünyası. İstanbul: Sır Yay,
Mart 2005.
Davis, Stephan F. ve
Joseph S. Palladino. Psychology. 2. baskı, NewJersey: Prentice- Hall
Publisher, 1997.
Ebu Davud, Mevsûatü’l-Hadîsü’ş-Şerif
el-Kütüsü’s-Sitte, Sâlih b. Abdülaziz b.
Muhammed
b. İbrahim (hazl.), Dârü’s-Selâm Yay., 2000.
Ertuğrul,
Mustafa. Yıldızname ve Burçlar. Sağlam Yayınevi, ts.
Elmalılı
Hamdi Yazır. Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul: Eser Kitabevi, ts.
El-Eşkâr
Ömer Süleyman. el-Akidetü fî Dav’il-Kitâbi ve’s-Sünne Alemül-Cin veş-
Şeyâtîn. Kuveyt, 1984.
,
Âlemü’s-Sihr ve’ş-Şa’veze. II. Baskı, Ürdün: Dârun-Nefâis, 1997.
Eyüboğlu,
İstmet Zeki. Cinci Büyüleri Yıldızname. İstanbul: Der Yy., 2001.
,
Anadolu Halk İlaçları. İstanbul: Hür Yayın ve Ticaret Aş, Mayıs 1977.
Gökay,
F. K. Ruh Hastalıkları. 3. Baskı, İstanbul, 1935.
Guenon,
Rene. Ruhçu Yanılgı. Lütfi Fevzi Topaçoğlu (çev.), İstanbul: İz Yy.,
1996.
Güleç,
Cengiz ve Ertuğrul Köroğlu (editörler). Psikiyatri Temel Kitabı. Ankara:
Hekimler Yayın Birliği, 1997.
Gülen, M. Fethullah. Varlığın
Metafizik Boyutu. İstanbul: Feza Gazetecilik A.ş, 1998
Günay, Ünver ve Harun
Güngör. Başlangıçtan Günümüze Türklerin Dînî Tarihi.
İstanbul:
Rağbet Yy, Mart 2003.
Hacı
Halife Mustafa b. Abdullah Katip Çelebi. Keşf-üz-Zunun. İstanbul, 1311,
C I.
Hasan,
Sâmiha. es-Sihru ve’l-Müctema’. Beyrut: 3. Baskı, 1983.
Horney,
Karen. Çağımızın Nevrotik Kişiliği. Selma Koçak (çev.), İstanbul: Doruk
Yay. 2003.
Hovardaoğlu,
Selim. Davranış Bilimleri İçin Araştırma Teknikleri. Ankara: Ve-ga
Yayınları, 2000.
Hökelekli,
Hayati. Din Psikolojisi. Ankara: DİBY., 1993.
Hulûsî,
Ahmed. Din Bilim ışığında Ruh
İnsan Cin. 2.
Baskı, 1976.
,
Ruh İnsan Cin. 11. Baskı, Kitsan, 1994.
İbnu’l
Hâcc. Şumûsu’l-Envâr. H. 1329.
İbni
Haldun. Mukaddime. Çev. Zakir Kadiri Ugan, İstanbul:M.E.B.Y., 1997, C
I-III.
İbni
Mâce. Sünen,
Mevsûatü’l-Hadîsü’ş-Şerif el-Kütüsü’s-Sitte, Sâlih b. Abdülaziz b.
Muhammed b. İbrahim
(hazl.), Dârü’s-Selâm Yay., 2000.
İbni
Sina. Mecmuatü İbni
Siyna’l-Kübra Fi’l-Ulûmu’r-Rûhâniyye. ys. ts.
İbnul
Kelbî. Putlar Kitabı. trc. Beyzâ Düşüngen, Ankara: An.Ü.İ.F Yy., LXXXIV,
1969.
İnan,
Abdulkadir. Tarihte ve Bugün Şamanizm Materyaller ve Araştırmalar. II.
Baskı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1972
, Eski
Türk Dini Tarihi. İstanbul,
1976
,
Rapor. İstanbul, 1930
İsfehâni, Ebu’l-Kâsım
el-Hüseyin bin Muhammed el-Ma’rûf bir-Râgıb el-İsfehânî. El- Müfredât fî
Garîbi’l-Kur’ân. Tahkîk, Muhammed Hâlil İytânî, Daru’l- Mâ’rife, Beyrut,
Lübnan, 1998
Kaşgarlı Mahmud. Divân-ı
Lügat-it-Türk. trc. Besim Atalay, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, ts.,
C I-IV.
Köknel,
Özcan. Günlük Hayatta Ruh Sağlığı. İstanbul: Alfa Yay., 1999.
, Kötü
Ruhtan Ruh Sağlığına (Türkiye’de Psikiyatri Tarihi). 1. Baskı, İstanbul: Alfa yay., Eylül 1998
Mehmedoğlu,
Ali Ulvi. Kişilik ve Din. İstanbul: Dem Yay., 2004.
Mirzalıoğlu, Doğan. Gözle
Görülmeyen Metafizik Alem ve Işınsal Varlık Cinler. Zafer Yayın Dağıtım.
Nesâî. Sünen,
Mevsûatü’l-Hadîsü’ş-Şerif el-Kütüsü’s-Sitte, Sâlih b. Abdülaziz b. Muhammed
b. İbrahim (hazl.), Dârü’s-Selâm Yay., 2000.
Ornstein, Robert E. Yeni
Bir Psikoloji. çev. Erol Göka, Feray Işık, İstanbul: İnsan Yy.,
2001.
Özbek, Yusuf ve Manfred
Ullman. İslam Açısından Sihir & İslâm Kültür Tarihinde Maji. İstanbul:
İz Yayınları, 1994.
Peker, Hüseyin. Din
Psikolojisi. İstanbul: Çamlıca Yay., 2003.
Râzî, el-İmam Fahrüddîn
Muhammed b. Ömer bin Hüseyin bin Hasan ibni Ali et- Temîmî’l-Kübrâr-Râzî
eş-Sâfî (H. 544-604). el-Tefsîru’l-Kebîr ev Mefâtîh’ul Gayb. Beyrut:
Daru’l-Kütübü’l İlmiye, Birinci Baskı, 1990.
Riyaz Abdullah. el-Cin
ve’ş-Şeyâtîn. Dımaşk, 1986.
Es-Sâbûnî, Nûreddîn
Es-Sâbûnî (ölm. 580/1184). el-Bidâye fî Usûli’d-Din’ den trc. Maturidiyye
Akaidi. Çev. Bekir Topaloğlu, Ankara: D.İ.B.Y, 2000.
Smith, W. Cantwell. Religion
and Reason Method and Theory in the Study and Interpretation of Religion on
Understanding Islam. The Hague: Mouton Publishers, 1981
Suyûtî, Ahkâmu’l
Cenân. Beyrut 1986.
Eş-Şiblî, Bedreddin Ebî
Abdullah Ömer b. Abdillah eş-Şiblî el-Hanefî. Garâib ve Acâibül Cin. Kahire
1983.
, Ahkâmü’l-Mercân fî
Ahkâmi’l Cân. Beyrut-Lübnan, Daru’l-Gurfe, ts.
Taş, İsmail. Türk
Düşüncesinde Kozmogoni-Kozmoloji. Konya: Kömen yy, Ekim
2002.
Tehânevî.
Keşşâf fî Istılâhâti’l-Fünûn. Beyrut: Dersaadet, 1861, C I.
Et-Tilimsânî, İbnü’l-Hac
et-Tilimsânî el-Magribî. Şumûsu’l-Envâr ve Künûzu’l- Esrâri’l-Kübrâ. CI-II,
Beyrut, H. 727.
Taşköprülüzâde, Ahmed
Efendi. Mezûâtül-Ulûm. İstanbul, 1213.
Tirmizî, Câmî’,
Sünen, Mevsûatü’l-Hadîsü’ş-Şerif el-Kütüsü’s-Sitte, Sâlih b.
Abdülaziz b. Muhammed b.
İbrahim (hazl.), Dârü’s-Selâm Yay., 2000.
Thompson, J.S. The
Mysteries and Secrets of Magic. 1971.
Topaloğlu, Bekir, Yusuf
Şevki Yavuz ve İlyas Çelebi. İslâm’da İnanç Esasları. İstanbul:
M.Ü.İ.F.V.Y., 1999.
Uzman, M.O. Tababet-i
Ruhiye. 2.Baskı, İstanbul, 1928, C I.
Watt, W. Montgomary. Modern
Dünyada İslam Vahyi. Mehmet Aydın (çev.), Ankara, 1982.
Vergote, Antoine. Din,
İnanç ve İnançsızlık. Veysel Uysal (çev.), İstanbul, 1999.
Yazıcızâde, Ahmed Bîcan.
Envârü’l-Âşıkîn. İstanbul, 1306.
Yazıcızâde, Muhammed
Bîcan. Kitâb-ı Muhammediyye fi Kemâlât-ı Ahmediyye. İstanbul, 1300.
(Muhammediyye)
Yazır,
Elmalılı Hamdi. Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul: Eser Kitabevi, ts.
Yusuf Has Hacip. Günümüz
Türkçesiyle Kutadgu Bilig Uyarlaması. Fikri Silahdaroğlu (uyr.), Ankara:
Kültür Bakanlığı, ts.
Yusuf Muhammed
El-Afgânistânî (eş-şehîr bi’l-Hindî). Kitabu’l-İnâyetü’r- rabbâniyye fî
müşâhedeti’l-Ervâhi’r-rûhâniyye. ys., Matbaatü Muhammed Ali Sabih, ts.
Zbinden. Ernst. İslâm’da
ve Eski Ortadoğu’da Cin ve Ruh İnançları. Ekrem Sarıkçıoğlu (çev.), ys,
Yeni ufuklar Neşriyat, ts.
Makaleler
Arslan, Adem Yavuz.
“Kehanet Endüstrisi Örgütleniyor”, Aksiyon Dergisi. Sayı: 533,
21.02.2005.
Clark, W. Houston. “İman
Problemi”, Birey ve Din. Ali Rıza Aydın (çev. ve drl.), İstanbul: İnsan
Yayınları, Şubat 2004.
Özdalga, Elisabeth. “Din
Din Midir Yoksa Başka Bir Şey Midir? Dinsel Fenomenleri İndirgeyici
Yaklaşımların Bir Ön Eleştirisi”, İslâmî Araştırmalar Dergisi. C III,
sayı 2 (Nisan 1989).
Santur Alparslan ve
Meltem Cingöz Santur. “Anadolu İnançlarının Halk Hekimliğine Etkileri”, Türk
Folkloru. Sayı:71, İstanbul: Gümüş Basımevi, 1985.
Sözlük
ve Ansiklopediler
Akarsu,
Bedia. Felsefe Terimleri Sözlüğü.
İstanbul,
ts
Doğan,
Mehmet. Büyük Türkçe Sözlük. 9. Baskı Ankara: Rehber Yay., Şubat 1992.
Dinler Tarihi
Ansiklopedisi İslâmiyet, Hristiyanlık, Musevilik ve İlkel Dinler. trc.
Zeynep
Akbay ve arkadaşları, İstanbul: Gelişim Yayınları.
Diyânet İslâm Ansiklopedisi
(DİA).
İstanbul, İSAM, 1993.
Erhat
A., Mitoloji Sözlüğü. 1989.
Hançerlioğlu,
Orhan. Felsefe Ansiklopedisi. C. III, İstanbul, 1976-1980.
Mustafa,
İbrahim ve diğerleri. El-mu’cemü’l-Vasît. İstanbul: Çağrı Yay., 1996.
Mutçalı,
Serdar. Arapça-Türkçe Sözlük. İstanbul: Dağarcık Yay., Aralık 1995
İnternet
Arslan,
Adem Yavuz. “Kehanet Endüstrisi Örgütleniyor”, http://www.aksi-
yon.com.tr/detay.php?id=19759
(18.10.2005, 10:45)
http://www.medyumalidegermenci.com (14.04.2005)
http://www.mustafahoca.com (14.04.2005)
http://www.memishoca.com (15.04.2005)
http://www.medyumkarakaplan.com (15.04.2005)
http://www.medyummuzaffer.net/index/calismalarim.asp (15.04.2005)
http://www.medyumniyazi.com/calismalar.htm (15.04.2005)
http://www.astroilimler.net/calismalarim.asp (15.04.2005)
677
Sayılı Tekke ve Zaviyeler Kanunu, http://www.hukuki.net/kanun/677.13.text.asp (17.04.2005)
[1] Antoine
Vergote, Din, İnanç ve İnançsızlık, Veysel Uysal (çev.), İstanbul, 1999,
s.22-28.
[2] Elisabeth Özdalga, “Din
Din Midir Yoksa Başka Bir Şey Midir? Dinsel Fenomenleri İndirgeyici
Yaklaşımların Bir Ön Eleştirisi”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, C III,
sayı 2 (Nisan 1989), s.38.
[3] Orhan
Hançerlioğlu, “inanç” , Felsefe Ansiklopedisi. C. III, İstanbul,
1976-1980, s.82.
[4] Mehmet
Doğan (hzl.), “inanç” ve “inanmak”, Büyük Türkçe Sözlük, 9. Baskı
Ankara: Rehber Yay.,
Şubat 1992,
s.526.
[5] Bedia
Akarsu, “İnan” , “İnanç”, Felsefe Terimleri Sözlüğü. İstanbul, ts.
[6] Akarsu,
“İnanç” a.y.
[7] W. Houston Clark, “İman
Problemi”, Birey ve Din, Ali Rıza Aydın (çev. ve drl.), İstanbul: İnsan
Yayınları, Şubat 2004, s.61-66.
[8] Clark, s.66.
[9] Clark,
s.67.
[10] Hülya Alper, Bir Kelâm
Problemi Olarak İmanın Psikolojik Yapısı. İstanbul: Rağbet Yay, 2002,
s.34-35.
[11] Îsfehânî, “Cin”, el-Müfredât
fî Garîbi’l-Kur’ân, Beyrut: Darul Marife, 1998.
[12] Serdar
Mutçalı, Arapça-Türkçe Sözlük. İstanbul: Dağarcık Yay., Aralık 1995,
s.131.
[13] İbrahim
Mustafa ve diğerleri, , “el-Cân”, el-Mu’cemu’l-Vasît, İstanbul: Çağrı
Yay., 1996, s.141.
[14] Nâs
Suresi, 114/6.
[15] el-Mu’cemu’l-Vasît,
“Cin”, s.141.
[16] el-Bakara
Suresi 2/34.
[17] Kehf
Suresi,18/50.
[18] Bedreddin
Şiblî, Ahkâmi’l-Mercân fî Ahkâmi’l Cân, Beyrut-Lübnan, ts.
(Daru’l-Gurfe), s.6.
[19] M. Süreyya Şahin, “Cin”, D.İ.A.,
C 8, s.5.
[20] Tehânevî,
“Cin”, Keşşâf fî Istılâhâti’l-Fünûn. Beyrut: Dersaadet, 1861, C I, s
261.
[21] Şahin, C
8, s 5.
[22]W. M. Watt, Modern
Dünyada İslam Vahyi, trc. Mehmet Aydın, Ankara, 1982, s 62.
[23] Şahin, C
8, s 5.
[24] Şahin,
a.y.
[25] Dinler Tarihi
Ansiklopedisi İslâmiyet, Hristiyanlık, Musevilik ve İlkel Dinler, trc.
Zeynep Akbay ve arkadaşları, İstanbul: Gelişim Yayınları, C I, s.76-79.
[26] Şahin, s
5.
[27] Dinler
Tarihi Ansiklopedisi İslâmiyet, C III, s 548.
[28] Dinler
Tarihi Ansiklopedisi, C III, s.558.
[29] a.e, C
III, s.559.
[30] Ernst Zbinden. İslâm’da
ve Eski Ortadoğuda Cin ve Ruh İnançları, trc. Ekrem Sarıkçıoğlu, Yeni
Ufuklar Neşriyat, ts., s.148.
[31] Meselâ,
Yeşaya 13, 21 ve 34, 14; Levililer, 17, 7.
[32] Eyyub
18,15; Yeşaya. 34, 14.
[33] Eyyub,
18/11; 15/20, 21/9 ve 20/25.
[34] Eyyub,
18/14
[35] Zbinden.
s.142.
[36] Eyyub, 30/12, 18/13, 3/25,
6/4, 16/12
[37] Tesniye
32/16-17
[38] Levililer
17/7
[39] Mezmurlar
106/37, Levililer 17/7
[40] M. Süreyya Şahin, a.g.m, C
8, s 7.
[41] II.
Samuel, 24/16-17
[42] Tesniye
32/17
[43] İşaya
34/14
[44] Levililer
17/7
[45] İşaya
13/21
[46] Levililer
16/8
[47] M. Süreyya
Şahin, a.g.m, C 8, s 7.
[48] II. Samuel
1/9
[49] Süleymanın
Meseleleri, 30/15
[50] Tekvin 6/1-4
[51] Şahin,
s.7.
[52] Şahin, a.y
[53] Eyub 40/15
[54] İşaya
51/9; Eyub 9/13; 89/10
[55] Matta,
10/25
[56] Eyub 1/2
[57] Vahiy,
12/7 vd
[58] Örnek
olarak; Muhammediyye, s 33-34; Envârü’l-Âşikîn, s.24,27 ve 464.
[59] Zâriyât,
51/38-39
[60] Yuhanna 8/48-49
[61] Yuhanna
17/19-20
[62] Yuhanna
17/19-21
[63] Tekvin
6/2-4
[64] Yakub’un Mektubu, 2/19-20
[65] I.
Korintoslular’a, 10:20-21
[66] Yuhanna’nın
Vahyi, 16:13-14
[67] Matta.
4:24
[68] Markos,
16:9
[69] Markos,
1:32-34
[70] Luka, 4:41
[71] Yuhanna
8:48-49; 10:19-21; 17:19-20
[72] Matta,
12:22-29; Luka 11:14-22; Markos 3:22-27
[73] Matta,
12:28
[74] Luka,
4:33; 8:29
[75] Matta
17:14-20; Luka 9:37-42
[76] Matta
9:32-34; Matta 12:22-29; Markos 3:20-27; Luka 11:14-22
[77] Luka
8:26-36; Matta 8:28-33
[78] Geniş bilgi için bkz; Luka
ve Matta İncilleri (Luka 8:26-36; Matta 8:28-33)
[79] Matta,
15:24
[80] Matta
15:26; Markos 7:27
[81] Matta
15:27; Markos 7:28
[82] Markos,
7:26
[83] Matta
15:22
[84] Markos
6:13; Luka 9:1-2
[85] Luka,
10:17
[86] Markos, 16:17-18
[87] Resullerin
İşleri 17:18; I. Korintoslular’a Mektup, 10:20; Yuhanna’nın Vahyi 9:20
[88] Matta
12:28; Lıka 11:20
[89] Matta 7:22
[90] Yuhanna’nın
Vahyi, 9:20
[91] I.
Timoteos’a, 4:1-3; Pavlus’un daha sonraları kendisinin, rahip ve rahibelerin
evlenmesini yasaklaması,
guslü ve sünneti
kaldırması da bu mektuba göre bir hayli ilginçtir.
[92] Şahin, s
8.
[93] Matta 9:32-34; 12:22-29;
17:14-20; Markos 3:20-27; Luka 9:37-42; 11:14-22.
[94] Luka,
9:1-2; 10:17; Markos 6:13; 16:17-18
[95] Markos,
16:17-18
[96]Ali Babaoğlu, Psikiyatri
Tarihi, İstanbul: Okuyan Us Yayınları, Mayıs 2002, s.80-81.
[97] Şahin, s 8.
[98] M. Fuat Abdulbâki, “Cân”,
“Cin”, “Cinne”, Kur’an Kelimelerinin Anahtarı (Mu’cem’ül Müfehres
li-Elfâzi’l-Kur’âni’l-Kerîm), Mahmud Çanga (çev.), İstanbul: Timaş Yay.,
1986, s.128-129
[99] Taha
Suresi 20/62-72; Şuara Suresi 26/34-51
[100] Cin
Suresi 72/8-9; Saffat Suresi, 37/10 ve Hicr Suresi 15/18
[101] Zâriyat
Suresi, 51
[102] Ahkaf
Suresi, 18.
[103] En’am
Suresi 6/130
[104] En’am Suresi 6/128; “
(Allah), onların hepsini topladığı gün, cinlere: "Ey cin topluluğu!
İnsanların çoğunu yoldan çıkardınız" der. İnsanlardan cinlerin dostu
olanlar da şöyle derler: "Rabbimiz! Biz birbirimizden faydalandık. Nihayet
bize tayin ettiğin vademize ulaştık". Allah da: "Sizin durağınız
cehennemdir. Orada, Allah'ın dilemesi müstesna, ebedi olarak kalacaksınız"
der. Şüphesiz Rabbin hikmet sahibidir, her şeyi bilendir”.
[105] Rahman
Suresi 55/56
[106] Sebe
Suresi 34/12-14
[107] Sebe
Suresi 34/14
[108] Saffat
Suresi, 37/36; Kalem Suresi 68/2; Tekvir Suresi 81/22
[109] Cin
Suresi 72/6
[110] Sebe
Suresi 34/40-41
[111] En’am
Suresi 6/100
[112] Saffat
Suresi 6/158
[113] Araf
Suresi 7/27
[114] Neml
Suresi 27/17
[115] Zbinden,
s.102.
[116] En’am Suresi 6/112 “Biz
böylece, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar
birbirini aldatmak için süslü sözlerle vesvese verirler. Rabbin dileseydi onu
yapamazlardı. Artık onları iftiraları ile başbaşa bırak”
[117] Müslim
53,40; Ahmed b. Hanbel VI, 153 ve 168.
[118] Tirmizi, Tahâret 14, (18);
Nesâi, Tahâret 35 (1, 37) Ebu Dâvud, Tahâret 20, (39); Müslim, Salât 50, (450).
[119] Buhari
59,15; Mâlik, 54, 31, 32
[120] el-En’âm
Suresi 6/112
[121] Müslim,
Salat 150 (450); Tirmizî, Tefsir, Ahkâf, (3254); Ebu Dâvud, Tah ret 42, (85).
[122] Müslim,
es-Sahih, 541-542.
[123] Müsned, VI, 153, 168;
Buhârî, “Menâkibü’l-Ensâr” 132, “Sâlât”, 75, “Ezan”, 105, “Tefsir”, 72 /1-2,
“Tevhîd, 7; Müslim, “Zühd”, 60, “Salat”, 149, 150, 260, “Zikir” 67, “Mesâcid”
39; Tirmizî, “Tefsir”, 47.
[124] Tirmizi, Tahâret 14, (18);
Nesâi, Tahâret 35 (1, 37) Ebu Dâvud, Tahâret 20, (39); Müslim, Salât 50, (450).
[125] EL-Cin
Suresi 23/72
[126] Buharî,
Tefsir, Cinn 1, Ezan 105; Müslim, Salat 149, (449); Tirmizi, Tefsir, Cinn,
(3320).
[127] Buhâri, Vudü 9, Da'avât
15; Müslim, Hayz 122, (375); Tirmizi, Tahâret 4, (5); Ebü Dâvud Tahâret 3,
(4,5); Nesâi, Tahâret 18, (1, 20).
[128] Ebu Dâvud,
Tahâret, 16, (29); Nesâi, Tahâret 30; (1, 33, 34).
[129] Buhârî, Ezân 5,
Bed'ü'l-Halk 112, (Menâkîb 25; Nesâî, Ezân 14, (2,13); Muvatta, Nidâ 5, (1,
69).
[130] Buhari,
Menakıbu'l-Ensar 35.
[131] Tirmizi,
“Savm”
[132] Buhari,
Ahkâm, 21.
[133] Ahmed bin Hanbel, Müsned,
I, 239, 254, 268; Dârimî, Sünen, Mukaddime, 4.
[134] Ahmed
bin Hanbel, Müsned, IV, 170-172.
[135] Dârimî,
Sünen, I, 10; Beyhâkî, Delâil, VI, 18.
[136] İbn
Mâce, Sünen, 3548; el-Hâkim, Müstedrek, IV, 219.
[137] Tirmizi,
Sünen, Tıbb, 16.
[138] Ayrıntılı bilgi için bkz.
Vahid Abdusselâm Bâlî, Cin, Şeytan ve Büyüden Korunma, Taceddin Uzun
(çev.), 2. Baskı, Konya: uysal Kitabevi, 1995, s.86-105.
[139] Bekir Topaloğlu, Yusuf
Şevki Yavuz ve İlyas Çelebi, İslâm’da İnanç Esasları, İstanbul:
M.Ü.İ.F.Y., 1999, s.255-260.
[140] Müsned, VI, 153, 168;
Buhârî, “Menâkibü’l-Ensâr” 132, “Sâlât”, 75, “Ezan”, 105, “Tefsir”, 72 /1-2,
“Tevhîd, 7; Müslim, “Zühd”, 60, “Salat”, 149, 150, 260, “Zikir” 67, “Mesâcid”
39; Tirmizî, “Tefsir”, 47. Hz. Peygamber’in cinleri nasıl gördüğü konusunda bir
bilgi kaynaklarda bulunmamaktadır. Ancak genel kanaat cinleri aslî suretinde
değil seslerini duymak suretiyle veya kılık değiştirmiş bir şekilde görmüş
olabileceğidir.
[141] Kurtubî,
el-Camî' li-Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut 1967, C XIX, s.2.
[142] Aymet
Saim Kılavuz, “Cin”, D.İ.A., C VIII, s.9.
[143] Topaloğlu,
Yavuz ve Çelebi, s.257.
[144] Er-Rahman
Suresi 55/15.
[145] Bkz, Ahmed Hulûsî, Din
Bilim ışığında Ruh İnsan Cin, 2. Baskı, 1976.; Süleyman Ateş, İnsan ve
İnsanüstü Ruh, Melek, Cin, İnsan, Dergâh Yay. Mayıs 1985, s.35-50.
[146] Ali Osman Ateş, Kur’an
ve Hadislere Göre Cinler-Büyü, 2. Baskı, İstanbul: Beyan Yay, Nisan 1995,
s.104.
[147] Ra’d
Suresi 13/36; Lokman Suresi, 31/13; Zümer Suresi 39/65, Cin Suresi 72/6.
[148] Ahzab
Suresi 33/21, Al-i İmran 3/32, 132, Necm Suresi 53/1-4
[149] El-Mu’cemu’l-Vasît,
“sihr”, s.419; Keşşâf, “sihr”, C II, s 648-653; El-Müfredât, “Sihr”, s.231-232.
[150] Kurtubî, C
I, s.43-44.
[151] Elmalılı
Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul: Eser Kitabevi, ts. C 1,
s.445.
[152] El-Mu’cemu’l-Vasît,
s.419.
[153] Kaşgarlı Mahmud, Divân-ı
Lügat-it-Türk, Besim Atalay (çev.), Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi,
ts.C I, s 428, C III, s.228.
[154] Hikmet Tanyu, “Büyü”, DİA.,
C VI, s.501.
[155] İbn
Haldun, Mukaddime, Zakir Kadiri Ugan (Çev.), İstanbul:M.E.B.Y., 1997, C
III, s.12.
[156] İbn Haldun, C I,
s.244-250.
[157] İbn
Haldun, C I, s.236-250.
[158] İbn
Haldun, C I, s.264-284; C III, s.12.
[159] İbn
Haldun, C III, s.11.
[160] el-İmam Fahrüddîn Muhammed
b. Ömer bin Hüseyin bin Hasan ibni Ali et-Temîmî’l-Kübrâr-Râzî eş- Sâfî (H.
544-604); el-Tefsîru’l-Kebîr ev Mefâtîh’ul Gayb; Beyrut: Daru’l-Kütübü’l
İlmiye, Birinci Baskı, 1990., C III-IV, s.187-193.
[161] Yusuf Özbek ve Manfred
Ullman, İslam Açısından Sihir & İslâm Kültür Tarihinde Maji,
İstanbul: İz Yayınları, 1994, s.47-48.
[162] Azîmetler,
ruhları boyun eğdirerek ondan talep edilen şeyleri yapmalarını temin eden büyük
kasemlerden oluşmuştur. Sihirbazların okudukları rukyeler, anlaşılabilir
olabildiği gibi mânâları anlaşılmayabilir. Bazı rukyeler Süryânî isimlerinden,
cin isimlerinden, çeşitli put ve şeytan isimlerinden oluşabilmektedir. (Bkz.
Özbek&Ullman, a.g.e, s 47)
167 Sâffât Suresi, 88-89
[163] Özbek ve Ullman, s.48-53.
[164] îbnu’l Hâcc, Şumûsu’l-Envâr,
H. 1329, s.102.
[165] Özbek ve
Ullman, s.50.
[166] Eyüboğlu, s.312.
[167] Tanyu,
“Büyü”, C VI, s.502.
[168] Sâmiha
Hasan, es-Sihru ve’l-Müctema’, Beyrut: 3. Baskı, 1983, s.50.
[169] Sâmiha
Hasan, a.y.
[170] Tanyu, “Büyü”, C VI,
s.502.
[171] İbnu’l
Hâcc, Şumûsu’l-Envâr, H. 1329
[172] Râzî, C III-IV, s.187-193.
[173] Özbek
ve Ullman, s.41.
[174] Bkz.
İsmet Zeki Eyüboğlu, Cinci Büyüleri, Yıldızname, Der Yy, 2001
[175] Buhârî, “Ahkâm”, 21,
“Bed’ü’l-Halk”, 11
[176] Şahin,
“Cin”, C VIII, s.9.
[177] Ahmed
Hulûsi, Ruh İnsan Cin, 11. Baskı, Kitsan, 1994, s.148-149.
[178] Lütfullah
Cebeci, Kur’an’a Göre Cin-Şeytan, Konya, 1989, s.67.
[179] Örneğin Cin Suresi ayet
6’da “Doğrusu insanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınırlardı
da onların şımarıklıklarını artırırlardı” buyrulmaktadır.
[180] İbrahim,
14/22; Hicr, 15/42; Nahl, 16/99; İsra, 17/65
[181] Bkz.
NEml Suresi 27/17, 39; Sebe Suresi 34/13, Enbiya Suresi 82 vd.
[182] M.
Fethullah Gülen, Varlığın Metafizik Boyutu, İstanbul: Feza Gazetecilik
A.ş, 1998, s.356-360.
[183] bkz.
Hulûsî, s.148-149.
[184] Hulûsî,
s.152-153.
[185] Detaylı bilgi için bkz;
Eyüboğlu, Cinci Büyüleri, Der yy, 2001; Coşkun, İslâm’a Göre Sihir,
Cin Çarpması Teşhis ve Tedavi Yöntemleri, İstanbul 1993.
[186] Detaylı bilgi için bkz.
Hulûsi, s.153-155.
[187] Tanyu,
“Büyü”, C VI, s.503.
[188] Yapı Kredi. Elemtere
Fiş Anadolu’da Büyü ve İnanışlar, İstanbul: Yapı Kredi Yy., Haziran 2003,
s.6.
[189] Ayrıntılı
bilgi için bkz, Dinler Tarihi Ansiklopedisi, C I, s.61-93.
[190] Dinler
Tarihi Ansiklopedisi, C I, s.175-203
‘Mahayana’ bir
Budist tarikatıdır. Büyük Taşıt anlamına gelen mahayana ismini kullanan
tarikata göre, ideal insan, yalnızca kendi yasası için kutsal olmayı başarmış
bir ermiş değildir. Nirvana’nın eşiğine kadar ulaşan, ama Nirvana’ya geçmeyen,
“hayalde kalanları” kurtarmak için arkasında dönen kişidir. (Dinler Tarihi
Ansiklopedisi, C I, s.223-224.)
[191] Dinler Tarihi
Ansiklopedisi, C I, s 223-224.
[192] Dinler
Tarihi Ansiklopedisi, C I, s.155-164.
[193] J.S.
Thompson, The Mysteries and Secrets of Magic, 1971, s 74.
[194] Elemtere
Fiş s 36’dan A. Erhat, “Kirke”, Mitoloji Sözlüğü, 1989, s 192-193.
Kanatlı köpekler
şeklindeki öç tanrıçaları.
Hades ülkesi
yunan mitolojisinde bahsi geçen, cehennemde bir yer adıdır.
[195] Dinler Tarihi
Ansiklopedisi, C I, s.104-120
[196] Tanyu,
“Büyü”, C VI, s.503.
[197] Dinler
Tarihi Ansiklopedisi, C I, s.145-154
[198] Abdulkadir İnan, Tarihte
ve Bugün Şamanizm Materyaller ve Araştırmalar, II. Baskı, Ankara:
Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1972,
s.27-41, Dinler Tarihi Ansiklopedisi, C I, s.21-40
[199] Elemtere
Fiş, s.46-49; Dinler Tarihi Ansiklopedisi, C I, s 39.
[200] Kaşgarlı Mahmud, C I,
s.45.
[201] Kaşgarlı
Mahmud, C III, s.443.
[202] İnan,
s.151.
[203] İnan,
s.151.
[204] İnan,
s.152.
[205] Abdulkadir
İnan, Rapor, İstanbul, 1930, s.58-59.
[206] Hacı Halife Mustafa b.
Abdullah Katip Çelebi, Keşf-üz-Zunun, İstanbul, 1311, C I, s.133;
Taşköprülüzâde
Ahmed Efendi, Mevzûâtül-Ulûm, İstanbul, 1213, s.378.
uygulama
bulunmaktadır ki burada da aynen kovuç’ta olduğu gibi “uhruç uhruç” (çık, çık
veya kaç kaç) denilerek hasta üzerine çeşitli dualar okunmaktadır.
[208] Tanyu,
“büyü”, C VI, s.504.
[209] İnan,
s.160.
[210] Kaşgarlı Mahmud, C
I, s.159.
[211] İbn
Haldun, C III, s.11-12.
[212] Ayrıntılı
bilgi için bkz, Abdulkadir İnan, Eski Türk Dînî Tarihi, İstanbul:1976.
[213] İbn Haldun,
C III, s. 1-5.
[214] İbn Haldun, C I, s
244-301; C III, s.1-64.
[215] İbn Haldun,
C III, s. 100.
[216] İbn Haldun,
C III, s.11-12.
[217] İbn Haldun, C 3,
s.11-12.
[218] Ayrıntılı bilgi için bkz, Yusuf Has Hacib, Kutadgu
Bilig Uyarlaması: Günümüz Türkçesi ile, trc. Fikri Silahdaroğlu, Ankara:
Kültür Bakanlığı, ts.
[219] Asıl ismi Kitab-ı
Muhammediyye fî Kemâlâtı Ahmediyye olan eser, en az beş yüz yıl Türkçe
konuşulan bütün İslam ülkelerinde okunmuş, bu gün de bir çok din adamı ve vaiz
tarafından kullanılmaktadır. Bu özelliği nedeniyle bu eser, halkın İslam
anlayışı hakkında fikir veren eserlerin başında gelmektedir.
[220] Mehmed Bican’ın küçük
kardeşidir. Ağabeyinin Megâribü’z-Zaman isimli Arapça eserini Türkçe’ye
çevirmiştir.
[221] Bir Sîret kitabı olan
Envârü’l-Âşıkîn, dört bölümden oluşmaktadır. Bunlar âlemin yaratılışı ve
sırları, peygamberler ve hususiyetleri, Hz. Muhammed’in hayatı ve ahlakı,
üçüncü bölüm, melekler, ibadetler, mübarek gün ve geceler, zikir ve tövbe gibi
mevzuları, dördüncü bölüm de ölüm, kıyamet, ahiret halleri ve durakları,
cennet-cehennem gibi konuları içermektedir. Bu kitap da Muhammediyye
gibi halk arasında çok okunmuş ve etkili olmuş bir eserdir.
[222] Kara Davud b. Kemal (ö.
948/1541) soyundan geldiği söylenen Karadâvudzâde Mehmed b. Ahmed’in hayatı
hakkında detaylı bir bilgi yoktur.
[223] İmâdü’l-İslâm, Mevlâna
Abdülaziz Farisî’nin Umdetü’l-İslâm fî erkâni’l-hams adlı Farsça
eserinden Abdurrahman b. Yusuf Aksarâyî tarafından bazı ilaveler yapılarak
Türkçe’ye çevrilen bir kitaptır. Bir tür ilmihal kitabıdır.
[224] Hatice Kelpetin Arpaguş, Osmanlı
Halkının Geleneksel İslam Anlayışı ve Kaynakları, İstanbul: Çamlıca
Yayınları, Kasım 2001, s.24-45.
[225] Muhammediyye,
s.33-34; Envârü’l-Âşikîn, s.24;
[226] Envârü’l-Âşikîn, s.27.
[227] Envârü’l-Âşikîn,
s.464.
[228] Arpaguş,
s.289-297.
[229] Arpaguş,
s.294
[230] A. Câmî
Baykurt, “Azâzîl”, DİA, C II, s.90.
[231] Ayrıntılı bilgi ve resimler için bkz; Elemtere Fiş
Anadolu’da Büyü ve İnanışlar.
[232] Eyüboğlu,
s. 110
[233] Alparslan Santur ve Meltem
Cingöz Santur, Anadolu İnançlarının Halk Hekimliğine Etkileri, Türk
Folkloru, Sayı:71, İstanbul: Gümüş Basımevi, 1985, s.18,19,32 (http://www.folklor.org.tr/-
icerik/haber detay.asp?id=58 / 14.04.2005)
[234] Santur ve
Santur, a.y.
Ocaklı tabiri halk
hekimliğinde hastalıkları iyileştirme kabiliyetine sahip olduğunua inanılan
kimseler için kullanılan bir tabirdir. (Santur ve Santur, a.g.m)
**
Albasması, daha kırk
gününü doldurmamış bebekleri boğarak öldürdüğüne ve ciğerini yediğine inanılan
bir tür metafizik varlığın (muhtemelen cin) çocuk üzerine çullanarak
öldürmesine denmektedir.
Kırkbasması,
albasmasıyla eş anlamlı bir anlama sahiptir. Kırk gününü doldurmamış (kırkını
doldurmamış) bebekleri boğarak öldürdüğüne ve ciğerini yediğine inanılan bir
tür metafizik varlığın (muhtemelen cin) çocuk üzerine çullanarak öldürmesine
denmektedir.
[235] Ayrıntılı
bilgi için bkz; Arif Coşkun, s. 75-82
[236] M. İsa Davud, Bir Cinin
İtirafları Kendi Dillerinden Cinlerin Dünyası, İstanbul: Sır Yay, Mart
2005, s.171.
[237] Vâhid Abdüsselâm Bâlî,
s.83.
[238] M.
İsa Davud, s.171-175.
[239] Uygulama
için bkz. M. İsa Davud, s.182-199.
[241] örnek
olarak bkz: http://www.medyumalidegermenci.com
; http://www.mustafahoca.com/
;
[242] İnternette oldukça fazla
miktarda site bulmak mümkün, bunlardan bazılarına örnek olarak bkz: http://www.medyumalidegermenci.com/calismalarim.asphttp://www.memishoca.com/;http://www.medyumkarakaplan.com/;http://www.medyummuzaffer.net/index/calismalarim.asp;http://www.medyu
mniyazi.com/calismalar.htm ; http://www.astroilimler.net/calismalarim.asp
[243]örnek olarak bkz: http://www.medyumniyazi.com; http://www.astroilimler.net/calismalarim.asp
[244]
Tekke Ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine Ve Türbedarlıklar İle Bir Takım
Unvanların Men Ve İlgasına Dair 677 Sayılı, 30/11/1925 Kabul Tarihli Kanun:
[245] Adem Yavuz
Arslan, “Kehanet Endüstrisi Örgütleniyor”, Aksiyon Dergisi, Sayı: 533,
21.02.2005.
[247] Adem Yavuz Arslan, “Kehanet Endüstrisi
Örgütleniyor”, http://www.aksiyon.com.tr/de-
tay.php?id=19759 (18.10.2005, 10:45)
[248] Rasim Adasal; Medikal
Psikoloji; İstanbul: Minnetoğlu Yay., 3. Baskı, 1977, s.551.
[249] Karen
Horney, Çağımızın Nevrotik Kişiliği, Selma Koçak (çev.), İstanbul:Doruk
Yay. 2003, s.10-12.
[250] Adasal,
s.555.
[251] Stephan F. Davis ve Joseph
S. Palladino, Psychology, 2. baskı, NewJersey: Prentice-Hall Publisher,
1997, s.548-550.
[252]Peker, Din
Psikolojisi, s.227.
[253] Davis ve Palladino,
s.548-549.
[254] Adasal, s.734.
[255] Özcan
Köknel, Günlük Hayatta Ruh Sağlığı, İstanbul: Alfa Yay., 1999, s.29-39.
[256] Köknel,
s.272-2283.
[257] Babaoğlu,
s.60-80.
[258] Köknel, Kötü Ruhtan Ruh
Sağlığına (Türkiye’de Psikiyatri Tarihi), 1. Baskı, İstanbul: Alfa yay.,
Eylül 1998, s.30-32.
[259] Ayrıntılı bilgi için bkz,
Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig Uyarlaması: Günümüz Türkçesi ile, trc.
Fikri Silahdaroğlu, Ankara: Kültür Bakanlığı, ts.
[260] Özbek ve Ullman, s.183.
[261] Zbinden,
s.31.
[262] Zbinden,
s.7.
[263] Zbinden,
s.66-67.
[264] Babaoğlu, s.14.
[265] Babaoğlu,
s.16.
[266] Özbek ve
Ullman, s.187.
[267] Babaoğlu,
s.17.
[268] Babaoğlu,
s.80.
[269] Matta
4:24; Markus 1:32-34, 5:7, 16:9; Luka, 4:14.
[270] Özbek ve Ullman, s.188.
[271] Babaoğlu,
s.80-81.
[272] Buhari, Ahkâm, 21.
[273] Köknel,
Kötü Ruhtan Ruh Sağlığına, s.143-145.
[274] Köknel,
s.145.
[275] Köknel,
s.146.
[276] Adasal,
s.734.
[277] Köknel,
Günlük Hayatta Ruh Sağlığı s.44.
[278] Köknel,
s.47-48
[279] Cengiz
Güleç ve Ertuğrul Köroğlu (editörler), Psikiyatri Temel Kitabı, Ankara:
Hekimler Yayın Birliği, 1997, C 1, s.45.
[280] Selçuk Budak, Psikoloji
Sözlüğü, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 2000, s 363. Geride ilgili
bölümlerde bu konulara ayrıntılı şekilde değinilmiştir.
[281] Güleç ve Köroğlu, s.45-50.
[282] Adasal,
C II, s.138-140.
[283] Neda Armaner, Psikopatolojide
Dînî Belirtiler, Ankara: Demirbaş Yay., 1973, s.113.
[284] Armaner,
s.114-115.
[285] Adasal, C II, s.173.
[286] Adasal, C
II, s.137
[287] Armaner,
.s.117—118.
[288] Armaner,
s.118—119.
[289] Armaner, s.119.
[290] F. K.
Gökay, Ruh Hastalıkları, 3. Baskı, İstanbul, 1935, s.86.
[291] F. K.
Gökay, a.e, a.y.
[292] M.O.
Uzman, Tababet-i Ruhiye, 2.Baskı, İstanbul, 1928, C I, s.506.
[293] Armaner, s.122.
[294] Armaner,
s.134.
[295] Ayrıntılı
bilgi için bkz; Güleç ve Köroğlu, Psikiyatri Temel Kitabı, s.17-23; 355-361;
367-381.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar