Print Friendly and PDF

Osmanlı İmparatorluğu’nda Batıl Inançlar, Hurafeler Ve Büyü

Bunlarada Bakarsınız

 


  ELEMTEREFİŞ: SUPERSTITIOUS BELIEFS AND OCCULT IN OTTOMAN EMPIRE  (1839-1923)

Hazırlayan: Nimet Elif Uluğ

Bu doktora tezi, Osmanlı İmparatorluğu’ nda batıl itikatların ve özellikle de büyü ve büyücülüğün sosyal tarihini yazmak amacıyla hazırlanmıştır. Ağırlıklı olarak, ondokuzuncu yüzyılda batıl itikatların ve büyücülüğün Osmanlı toplumunun gündelik hayatım nasıl bir hurafeler dünyasına çevirmiş olduğunu incelemeye çalıştık. Ancak, Osmanlı İmparatorluğu’nun hemen her döneminde yaygın olarak görülen batıl inançların ve büyücülüğün kökenine inebilmek için yaptığımız inceleme ve araştırmalarımızı derinleştirdiğimizde, kendimizi çok daha eskilere gitmek durumunda bulduk. Orta Asya’daki Gök Tanrı inancının yanı sıra, eski Türk dünyasının yaygm dinsel inançları olan Şamanizm, Animizm, Manihaizm, Budizm ve Hinduizm gibi çok tamlı dinlere; üç kıta üzerine yayılmış olan Osmanlı coğrafyasının geçmişinde yatan diğer çeşitli pagan din ve kültürlere; Osmanlılarm gelişinden çok önce Anadolu coğrafyasından gelip geçmiş olan Mezopotamya, Antik Yunan ve Roma gibi kültürlerinin çok tamlı dinsel inanç sistemlerine; ve Musevilik, Zerdüştlük, Hıristiyanlık ve İslamiyet gibi, her biri sonradan Osmanlı ülkesi olacak bu topraklardan doğmuş olan dört büyük semavi dine de bakmak durumda kaldık.

Osmanlı İmparatorluğu’nda batıl inançlar, hurafeler ve büyü konusunu işlerken, özellikle büyü konusuna ağırlık vermeye özen gösterdik. Büyünün nasıl üretildiğinden ziyade, özellikle Müslüman Osmanlı toplumunda nasıl tüketilmiş olduğu da tezimizin odak noktası oldu. Bu nedenle, muskanın içine girmekten de bilerek ve isteyerek, özellikle uzak durduk. Muskanın veya büyünün toplumda nasıl algılandığı, bunlara neden ihtiyaç duyulduğu ve nasıl kullanıldıkları, bizim için içinde ne yazıldığı veya ne bulunduğundan çok daha önemli oldu.

Osmanlı imparatorluğu’nda “profesyonel” büyücüler, ulema sınıfının dini bilgilerini kendi kişisel amaçlan için kullanmaktan çekinmeyen ve aslında kötü yola düşmüş olan bireyleri arasından çıkarken; “amatör” büyücüler ise, ne kim oldukları ve ne de nereden geldikleri belli olmayan ve bizim tezimiz boyunca pseudo-ruhban olarak andığımız, hüddâmlı hocalar grubundan oluşmuştur. Başbakanlık Osmanlı Devlet Arşivleri’nden bulduğumuz vesikalara ancak bir şikâyet sonucu yakalandıkları zaman konu olmuş olan büyülerin ve büyücülerin peşine düştük. Arşiv vesikalarının ve ikincil kaynaklardaki kısıtlı bilgilerin bu tür gizli ilimler (ilm-i nücûm) konusunda yetersiz kaldığı yerlerde, Osmanlı edebiyatı ve özellikle de dönem romanları yardımımıza koşan verimli bir kaynak işlevi görmüş oldu.

Not: Tez İngilizce olduğu için bu kısmı ihtisar ettik. Ek kısım olarak ilave edilmiş  belge destekli hikayeyi buraya ekledik. Osmanlı Toplumunun durumunu tavzih için bir bilgi makamında kullanılabilir. (Site  Editörü)

Hikâye-i Füsûn ile Efsûn

Nimet Elif Uluğ

Prolog

Günümüzde modem tarihçilik, artık Annales School’ım 1970’li yıllarda kendisine kapı açmış olduğu liberal konu seçiminin eşsiz olanakları ile de yetinmez bir hale geldi. 1980Tİ yıllardan itibaren, modem sosyal tarihçiliğin ulaştığı boyutlar, liberal tarih yazımı tekniklerini de beraberinde getirdi. Artık, kokuların, matemlerin, aşkların veya daha önce akla hayale gelmeyecek “önemsiz” şeylerin tarihi yazılabildiği gibi, geleneksel tarih kitaplarında hiçbir zaman kendilerine yer bulamayacak olan küçük insanların hikâyeleri de onları tarih kitaplarının başkahramam haline getirmeye başladı. Tarihteki ehemmiyetsiz (negligible) insanların küçük dünyalarım (micro-cosmos) en înce ayrıntılarıyla birlikte derinlemesine İncelemeye çalışan modem tarihçiler, onların yaşadıkları dönemin bütününün anlaşılmasına ve kavranmasına da ışık tutmaya başladılar.

Örneğin, Robert Damton’un 1985 tarihli The Great Cat Massacre kitabı, beni derinden etkilemiştir.[5] 1730 yılında Paris’te Saint Severin Sokağı’nda bulunan bir matbaada çalışmakta olan işçilerin ve çırakların zalim patronlarına ve ağır çalışma koşullarına karşı içlerinde biriken bütün hınç ve nefretleri bizlere aktaran bu kitap, bu alandaki öncü çalışmalardan yalnızca bir tanesidir. Belki de sahip oldukları “yanlış bilinç” sonucunda, bütün sınıfsal hınçlarını patronun karısının sevgili kedilerinden çıkaran bu küçük insanların bile büyük bir tarihi olabileceği fikrini bizlere göstermiş olan çok önemli bir çalışmadır.

Natalie Zemon Davis’in, yayınlandığı 1983 tarihinden itibaren sosyal tarihçiliğe yeni bir boyut kazandırmış olan The Return of Martin Guerre adlı çalışması, tarihsel metinler ile edebiyat yazının (creative writing) nasıl bir araya getirilebileceği konusunda yeni bir çığır açmıştır.[6] Pirene Dağlan’ndaki bir dağ köyünde savaştan bir türlü dönmeyen kocası Martin Guerre’nin yerine, günün birinde köyüne dönerek herkese kendisini Martin Guerre olarak tanıtan Amaud du Tilh’i bile bile evine ve kocalığına kabul etmiş olan Bertrande de Rols’un hikâyesini bizlere anlatır. Gerçek Martin Guerre günün birinde evine çıkıp gelince, sahtekâr ikilinin maskeleri düşmüş ve suçlarım itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Natalie Zemon Davis, ilk bakışta bu kadar kısa ve önemsizmiş gibi görünen küçük bir hikâyeden hareketle, onaltıncı yüzyıl Fransa’ sının bütün kırsal ve dinsel hayatının İnceliklerini gözler önüne sermeyi başarmıştır.

Carlo Ginzburg’unl980 tarihli The Cheese and the Worms kitabı da keza onaltıncı yüzyıl İtalya’ sında, halk arasında Menocchio adıyla bilinen ve dağ başındaki değirmenini siyasi ve dini tartışmaların ve eleştirilerin merkezi haline getirmiş olan muhalif ve radikal bir değirmencinin gözünden yapılmış geniş bir okumadır.[7] Venedik Cumhuriyeti’nin kırsal kesiminde Montereale adındaki bir dağ köyündeki kendi değirmeni ve bitişiğindeki evinden ibaret küçük evreninde yaşamım sürdüren Domeneco Scandella’nın, Vatikan ve Katolik Kilisesi aleyhindeki fikirleri nedeniyle “sapkınlık” (heresy) suçlamasıyla yargılandığı Engizisyon Mahkemesi’ndeki ifade tutanaklarına dayanmaktadır. Kur’an-ı Kerim'in İtalyanca çevirisi de dâhil olmak üzere, hayatı boyunca toplam onbir kitap bulup okumuş olduğu mahkeme kayıtları tarafından belirlenmiş olan Menocciho’nun kendisini tam iki kez Engizisyon Mahkemesi’ne kadar getirmiş olan radikal görüşleri, Carlo Ginzburg’un kendisine söyletmiş olduğu ünlü “anlamıyor musun, engizisyoncular ne bildiklerini bilmemizi istemiyorlar!” (Can ’tyou understand, the inquisitors don ’t want us to knovv what they know!) cümlesiyle özetlenmiştir.

Bundan yıllar önce, BBC’de tarih dizisi olarak 1976 yılında yayınlanmış olan X Claudius'Vl seyretmiş ve dizinin senaryosunun imparatorun kendi ağzından yazılmış olmasından ve birinci tekil şahıs anlatım tekniğinden çok etkilenmiştim.[8] Daha soma, tarih doktora eğitimim sırasında Jack Pulman’ın kaleminden çıkmış olan bu dizinin senaryosunun, aslmda Robert Graves’in Roma imparatoru Claudius’un dönemini onun ağzından anlattığı I, Cladius adlı kitabına ve Cladîus the God adlı 1934 tarihli tarihi roman denemesine dayandırılmış olduğunu öğrendim.[9]

Modem historiografinin geldiği son nokta, yani tarihsel bilgi ve belgelere dayalı ve geleneksel tarih yazım metoduna ve akademik dip notlama yöntemlerine sadık kalarak, ancak tarihsel bilgilerin kurgu bir hikâye üzerinden anlatımı denemeleri, bizde henüz pek uygulanmaya başlamadı. Bu konuda akla gelen ilk

önemli örnek, Leslie Peirce’in, Türkçeye Ahlak Oyunları*2* adıyla çevrilmiş olan Moral Tales kitabıdır.[10] [11] Leslie Peirce, 1540-1541 tarihli Antep Kadı Sicilleri’ne dayanarak kaleme aldığı bu kitabında, mahkeme kayıtlarından faydalanarak ve bu kayıtlarda yer alan üç kadma ilişkin dava dosyalarından da yola çıkarak, bizlere onaltıncı yüzyıl Osmanlı Antep’inde toplumsal cinsiyetin nasıl algılandığı, ne şekilde kurgulandığı ve en önemlisi de topluma nasıl dayatıldığı hakkında ayrıntılı bir fikir vermeye çalışır. Kitapta anlatılmış olan İne, Haciye Sabah ve Fatma hanımların öyküleri aslmda kurgusal değildir, gerçek ve yaşanmış olaylara ilişkin mahkeme kayıtlarına dayanmaktadır. Ancak, Leslie Peirce kısacık mahkeme kayıtlarında bulduğu sanık ve tanık ifade tutanaklarım o denli geniş varsayımlarla birlikte bizlere aktarır; kendi deyimiyle “kurgulamaya çalışır” ve benim kendi görüşüme göre “boşlukları kendi hayal gücüyle doldurmaya gayret eder” ki, yazarın düşünceleri ve yorumları mahkeme kararlarının tarihsel gerçekliğinin bile önüne geçmeye başlar.

Bu noktada bence çok önemli olduğunu düşündüğüm bir saptama yapmadan da geçemeyeceğim, tarih yazımım bir varsayımlar silsilesinin üzerine kurmak, bir “domino etkisi” tehlikesini de beraberinde getiriyor. Diğer bir deyişle, aşağıda yorumsuz olarak özetleyeceğim hikâyelerden her birinde yazarın başlangıçtaki varsayımlarından herhangi biri çöktüğünde, geride kalan bütün hikâye örgüsü ve yazarın kendisinin uydurmuş (create) ve kurmuş (constracf) olduğu bu hikâyeye dayandırmış olduğu yorumlar silsilesi de artık domino taşlan gibi kaçınılmaz olarak birbiri ardınca yıkılmaya (deconstruction) mahkûm kalıyor.

“İne’nin Öyküsü: Sarpa Sarmış Bir Çocuk Evliliği”nde, 1540 yılında Antep’in Hacer Köyü’nde çocuk yaşta yine kendisi gibi bir çocuk olan Tannvirdi ile evlendirilmiş olan öksüz köylü kızı îne’nin hazin hikâyesini buluruz. İne, önce çocuk yaşta evlendirilmiş olduğu kocasının babası Mehmet’in tecavüzüne uğramış ve bu yüzden kızlığı bozulmuş olduğu için de mahkemeye başvurmuştu. İlk mahkemede sürecinin sonucunda tarafların banştınlarak eve gönderilmelerinin ardından, tam dokuz ay sonra tecavüzün devam ettiği gerekçesiyle yeniden mahkemeye başvuran İne, kocası Tannvirdi’den boşanmıştır.[12]

“Haciye Sabah’m Öyküsü: Yargılanan Bir Öğretmen”de, 1541 yılında Antep şehrinin merkezinde, kendi evinde kızlara ve kadınlara din dersleri verdirmek için İbrahim adında erkek bir hoca tutmuş olan Haciye Sabah hanımın, erkek komşularının şikâyeti üzerine şehirden kovulmasıyla sonuçlanan olaylar anlatılır. Haciye Sabah hanım ve İbrahim hoca, mahkeme tutanaklarına geçen şahit ifadelerinde “Kızılbaş” olarak da damgalanmışlar, ancak mahkeme kararma göre yalnızca “kadın ve erkekleri uygunsuz şekilde bir araya getirdikleri için” şehirden koyulmuşlardı.[13]

“Fatma’nın Öyküsü: Hamile Bir Köylü Kızı’nın Açmazı”nda ise, Antep’in Hiyam köyünde 1541 yılında evli olmadığı halde hamile kalmış olduğu anlaşılan fakir köylü kızı Fatma’nın, çıkarılmış olduğu mahkemede kendisine Ahmet ve Korkut adlı iki kişinin ayn ayrı zamanlarda zorla tecavüz etmiş olduklarım söylemesiyle başlayan yargılama süreci anlatılır. Sorgu sırasında, Fatma kendi rızasıyla Ahmet ile birlikte olmuş olduğunu kabullenir, ancak Ahmet’in annesinin kendisini gelin olarak almak istememesi neticesinde, Korkut’a da iftira atmış olduğunu da itiraf eder ve sonuçta tam seksen değneğe mahkûm edilir.[14]

Kendi hikâyeme geri döneyim. Tez çalışmalarımın başlangıcında, Osmanlı devlet arşivlerinde bulmuş olduğum belgelerin büyü ve büyücülük hakkında hep bölük pörçük bilgiler içermesi, çok farklı zaman dilimlerine yayılmış şekilde bulunması ve neredeyse hepsinin büyücülerin yakalanmaları üzerine yazılmış olmasından yakmıyordum. Doktora Bilim Sınavı sözlü sınavımda değerli jüri üyelerine tezimin konusunu ve büyücülerin gizli dünyasına girmekte çok zorlandığımı anlatırken, Prof. Dr. Selçuk Esenbel’in bana vermiş olduğu dahiyane fikir şu olmuştu: “Elif, sen edebiyat bölümü mezunusun. Eh, bunca yıl edebiyat okuduğuna göre, senin kalemin de vardır. Osmanlı İmparatorluğu’nda büyüler ve büyücülük hakkında tıpkı The Cheese and the Worms veya The Return of Martin Guerre gibi bir chapter yazmayı düşünmez misin?”

Fikir, tek kelimeyle muhteşemdi! Sınav bitince odadan dışarı çıktığımda, artık bu karanlık konunun üstesinden nasıl gelinebileceği hakkında kafamda çok çarpıcı ve yaratıcı (creative') bir çözüm ampulü yanmıştı! Tezimin diğer bölümlerini yazmak için okumalar yapmaya koyulduğumda, İstanbul’un ünlü folklor araştırmacısı Mehmet Halit Bayrı’nın kitabım karıştırırken, pek çok büyü terkibinin metnine, hatta muskaların içlerindeki nüshaların çizimlerine de ulaştım. Mehmet Halit Bayrı, 1972 tarihli İstanbul Folkloru kitabında aktardığı büyü terkiplerinin kaynağı ile ilgili olarak bizlere şöyle bir hikâye anlata:

“İstanbul halkım hem çeken hem de korkutan büyünün aslı neydi? Bunu on beş sene kadar önce tesadüfen tanıdığımız Füsun adında ihtiyar bir kadın vasıtasıyla öğrendik. Bu kadm, aklımızda kaldığı kadarıyla, Samatya taraflarında oturuyordu. O zamanlar altmış yaşında görünen Füsun tam manasıyla cahil, fakat kurnazca bir kadındı. Babası, II. Meşrutiyetin İlanı’ndan önce İstanbul’un en namlı üfürükçülerinden birisiymiş. Birinci Dünya Savaşı yıllarında kocasının ölümünden sonra, babasından öğrendiği şekilde okuyuculuk, üfürükçülük, büyücülük yapar, muska yazar verir, evini o şekilde geçindirilmiş. Füsun, bir yandan söz arasında ilettiklerimizi anlatırken, bir yandan da babasından kalmış birkaç yazma kitap gösterdi. Bunlardan ilgimizi çeken birini satm almak istedik, ihtiyar kadın vermekten çekindi. Bu, büyülerden, tılsımlardan, halk ilaçlarından bahseden, kötü bir nesihle yazılmış, küçük bir dergiydi. İşte bize büyüler hakkında fikir veren, büyülerin aslıyla ilgili olarak bizi az çok aydınlatan ilk eser budur. Bu kitapta değişik ihtiyaçlara yönelik kırk dokuz büyü vardır. Bu kırk dokuz büyünün dışmda, sonradan tespit edebildiğimiz büyülerin sayısı da yüzü geçmemekle beraber, İstanbul’da uygulanan R70 büyülerin hepsini bulduğumuzu sanıyoruz...”

Yukarıda bazılarım andığım çok çeşitli tarih okumalarından öğrenmiş olduğum çok farklı yaklaşımlarla donanmış olarak, işte ben de tezimin bu en son bölümde bu gizli büyü defterinin ve onun gizemli sahibinin hikâyesinin peşine düştüm...

I. Yazmış Bulundum Artık Bir Kere...

Ah, elim kınlaydı da yazmaz, yazamaz olaydım! Ama, yazmış bulundum artık bir kere...

Benim asıl adım Füsun, Füsun Arif. 1911 yılında İtalya ile Trablusgarp Savaşı çıktığında, hayırsız Akif amcamın aklı evvel Jöntürk oğlu Mahir Akif ile zorla evlendirildiğim zaman, benim resmi adım da Füsun Mahir olmuş oldu. Ama bizim aşağı mahalleli, sağ olsunlar, beni koçanım adıyla değil, rahmetli babamın adıyla anmaya devam ettiler hep. Cinci Arif Hikmet Hoca’nm, yani babamın kızıyım ben, adım da Füsun Arif...

Benim bir de ikiz kız kardeşim var; adı Efsun, Efsun Arif. Cinci Hoca lâkabıyla anılan eski Cerrahpaşa Camii imamı Arif Hikmet Efendi’nin ikiz kerimeleriyiz, biz. Bir de bizim bizlerden yedi yaş büyük bir Veli ağabeyimiz vardı, İnce hastalıktan çok çekti ve Büyük Harbin sonunda da göçüp gitti, artık Allah ona gani gani rahmet eylesin. Anamız Meryem, 1894 yılının Kasım aymda biz ikiz kızlarım doğururken, aşırı kanamadan ölmüş. Başlangıçta annemin ikizlere gebe olduğunu anlamadıkları için, Efsun ile ikimizi zorla doğurtacağız diye paramparça etmiş zavallı kadıncağızı zırcahil ebeler... Bizler onu hiç göremedik, ana nedir pek bilemedik. Kısa boylu, mavi gözlü, bembeyaz tenli, ufak tefek, melek gibi bir kadınmış benim annem, nurlar içinde yatsın...

Ebeler anamın karnından bizleri çekip alıncaya kadar çok uğraşmışlar; biz doğar doğmaz da bizlere hemen birer şaplak basıp, dışarıya babama haber yollamışlar: “bu Meryem kadm zaten gidici, çok kan kaybetti; çok zayıf doğdular, uzun yaşamaz sizin bu ikiz kız bebeler. Arif Hoca neredeyse hemen koşup gelsin; kızlarım ilk, karışım da son kez dünya gözüyle bir görsün!” demişler. Babam bu haberi mahalle kahvesinde alıp da hemen koşup eve geldiğinde, zavallı annem de zaten artık son nefesini vermek üzereymiş. Meğer anam ölmeden önce, ebeler “ne de olsa anadır, kızlarım o da son bir kez görüversin” diyerek, ikimizi birden daha doğru dürüst yıkayıp kundaklamadan hemen anamın kucağına iliştirivermişler. Her birimiz anamın birer memesine yapışmış, ilk ve son kez anamızdan süt emmişiz Efsun ile birlikte... Anacığım da, çaresiz, içini çeke çeke ağlayarak, kan ter içerisinde kendisinden meme emmeye çalışan bizleri seyre dalmış, ikimizin maviş gözlerinin içine bakıp gülümsemeye ve “yavrularım, kuzularım” diye kendi kendine söylenerek, kendi açışım bir an için olsun unutmaya çalışmış herhalde zavallıcık. Sonrası? Sonrası malum: zavallı anacığım biz ikiz bebeler memelerinde birer üzüm salkımı gibi sallanırlarken, son nefesini vermiş. Babam odadan içeriye girip de karşısında bu hazin manzarayı görünce, hemen düşüp bayılıvermiş. Füsun ile Efsun bebeler ise feryat figan ağlıyorlarmış, anaları ölünce süt kesildi diye...!

Cinci Arif Hoca’nm ayılıp bayılması geçip de biraz olsun kendine geldiğinde, şöyle bir manzara ile karşılaşmış: evin taş sofasının orta yerinde bir kerevet, tahta kerevetin üzerinde de uzunlamasına yere yatırılmış bir cenaze. Cenazenin üstünde kar gibi bembeyaz bir çarşaf örtülü, kamının üzerinde de ceset şişmesin diye konulmuş kocaman bir kasap bıçağı! Evin içi ise ana baba günü gibiymiş, içeride tamdık, tanımadık bir sürü gözü yaşlı kadm varmış. Artık ağlayanlar mı istersin, içini çeke tespih çekip dua edenler mi, bir kenara çekilip dedikodu yapanlar mı, yoksa mutfaktaki kuzinede yemek ısıtanlar veya bizim büyük pirinç mangalda ortalık yerde helva kavuranlar mı? Yukarı kattaki odalardan da biz bebelerin cıyak cıyak ağlamaları ta alt kata kadar yankılanıyormuş. Sonradan mahallelinin bizlere söylediğine göre, dışarıya kendisini zor atmış, zavallı adamcağız...

Annemin cenaze namazım babam kendi camisinde kendisi kıldırmış, ama Langa Mezarlığı’ndaki defin töreninden sonra bir türlü evine dönememiş, camiye sığınmış. Bir hafta kadar caminin içindeki küçük bir çile odasına kapanıp, yemeden içmeden bile kesilmiş. Eve hiç geri dönmeksizin, bizlerin ölüm haberlerinin gelmesini beklemiş. “Ölür bu yavrucaklar” denilen bizler de hayata tutunup bir türlü ölmeyince, çaresiz, sonunda gerisin geri evin yolunu tutmak zorunda kalmış. Eve döndüğünde, bizleri bu sefer de sütannemiz Müşfika Hatun’un kucağında neşe içinde süt emerken görünce, babam şaşınp kalmış. Kendi kendisine “bu maviş kızlarda bir acayip sihirli hal var, öldürmeyen Allah öldürmüyor işte!” demiş. Birkaç gün sonra, ikimizi birden ilk defa kucağına alıp, bağrına basmış. Kulaklarımıza önce üçer kez ezan okuduktan sonra, “senin adm Füsun, senin adın da Efsun” diye okuyup üflemiş ve bizim sihirli bir şekilde hayatta kalışımıza uygun adlarımızı böylece koymuş.

Sonradan etraftaki konu komşudan öğrendiğimize göre, annem ölür ölmez babam evden çıkıp gidince, meğer bizler ortada kalmışız. Ebeler evden ayrılmadan önce, bizlere süt verip bakacak bir sütnine bulmaya gayret etmişler. Mahalle muhtarının dul kız kardeşi Saliha da o gece bizim eve gelip yerleşmiş ve biz ikizlerin tüm bakımım üstlenmiş. Kendisi hiç doğurmamış olduğu için bizlere bakamayacak ve süt de veremeyecek durumda olduğundan, Küçük Langa’dan Müşfıka Hatun’u bulup getirtmiş ve onun bizim sütannemiz olmasını sağlamış. Annem bizi doğururken öldükten sonra, hem Veli ağabeyimize onlar bakmışlar, hem de Efsun ile ikimizi onlar büyütüp yetiştirmişler, sağ olsunlar. Babam da, belki de bu vefa borcuna karşılık, annemin ve bizlerin kırkı bile çıkmadan annemin eski mahalle ve çocukluk arkadaşı Saliha’yı nikâhına almış...

***

Cerrahpaşa’daki, Kürkçübaşı Külhanı Sokak’ta doğduğumuz ve büyüdüğümüz 9 numaralı ev,[15] aslmda babama da kendi babasından kalmış. Babam kendisinin ve Akif amcanım da doğmuş olduğu, Bağdadili ve cumbalı bu küçük ahşap evi, aslmda dedesinin babamın babası için yaptırmış olduğunu, bizlere hep anlatırdı. Babamın dedesi Veli Hoca Efendi de, babamın babası Hikmet Hoca Efendi de sırasıyla hep Cerrahpaşa Medresesi’nin müderrisleri imişler. Babam da Cerrahpaşa Medresesi’nde eğitim görmüş. Ancak, babasının bütün gayretlerine ve ısrarlı çabalarına rağmen, gençliğinde çok haşan bir çocukluk yaşadığı ve biraz da haylaz bir talebe olduğu için, babamın büyüyünce müderris filan olamayacağı çok çabuk anlaşılmış. Müderris olarak yetiştirilmek istenilen babam, babası Hikmet Hoca Efendi’nin Yıldız Sarayı’ndaki nüfuzlu eski öğrencileri sayesinde önce müezzin, daha sonra da imam olarak Cerrahpaşa Camii’ne atanmış.

Ailesinin tüm fertleri gibi, babamın da bütün ömrü Kasap Ilyas Mahallesi’nde geçmiş.[16] Bizim ömrümüz de aym mahallede geçti. Babam kendi babasının da dedesinin onun için yaptırmış olduğu evde yaşadığım, kendisinin de babasının mektebine gittiğini ve neticede Cerrahpaşa Camii’ne imam olarak atanmasının da yine babasının sayesinde gerçekleşmiş olduğunu bizlere hep anlatırdı. Bizler de babamın doğduğu bizim evde doğup büyüdük, onun çocukken oynamış olduğu boş arsalarda oynadık, onun okuduğu sübyan mektebine gittik, yine onun okuduğu taş mektebe devam ettik; onun yediği bostandan biçtik, onun içtiği sulardan içtik, hatta hayat boyu hep onun yürüdüğü yollardan yürüdük...

Zamanla nesiller sürekli değişse bile, bizim mahalle, eski İstanbul’un yüzyıllar boyunca ayakta kalmayı başarmış küçük bir numunesi gibidir. Arnavut taşı döşeli daracık sokaklarda çocuklar yaz kış bağırış çağırış kendilerince oyunlar oynarlar. Bütün pencereleri tahta kepenklerle sıkı sıkıya kapatılmış ahşap evler, eskilikten sanki birbirine yaslanmasalar yıkılacaklarmış gibi yolun iki tarafında sıra sıra dizilmişlerdir. Evlerin sokağa bakan tarafında bulunan cumbaların kepenkli pencerelerinin ve dantel tül perdelerinin ardından görünen manzara, tüm hayatlarım bu ahşap evlere kapanmış olarak yaşamakta olan kadınlar için neredeyse bütün kâinatın tamamı gibidir. Bütün evreni bu küçük mahalleden ibaret olan kadınlar için, dışarıdan yıkık dökük ve harap görünen bu ahşap evler, yaşamın merkezi ve dünyanın ta kendisidir. Ön yüzleri sokağa bakan bütün evlerin arka tarafında, etrafı yüksek duvarlarla çevrilmiş arka bahçeler bulunmaktadır. Mahalleli kadınların evlerinden özgürce çıkıp dolaşabilecekleri, çamaşır asabilecekleri, sohbet edip birlikte vakit geçirebilecekleri, en önemlisi de güneşi özgürce görebilecekleri bu arka bahçeler, renk renk çiçeklerle ve yemyeşil meyve ağaçlan ve asmalarla bezelidir.

Çoğu fetihten hemen sonra yapılmış olduklan için artık eskilikten birer harabe haline dönüşmüş olan, kubbeleri kurşun kaplı ve duvarlan granit taştan yapılmış camiler; bütün camilerin hemen bitişiğinde, yaz günlerinde iskemleleri sokağa kadar taşan kahvehaneler; kahvehanelerin etrafım saran sıra sıra dükkânlar; mahalleye ismini vermiş olan kasap dükkânlan; ve nihayet deniz tarafında yokuş aşağıya doğru birbiri ardınca dizilmiş rengarenk bostanlar da Kasap îlyas mahallesinin erkeklerinin minik evrenidir. Kasap îlyas mahallesinin içine kapanık ve kendisine yeterli (closed and self-sufficienf) bu evreninin mahremiyetini ihlal eden yegâne kişiler, sabahlan erkenden elinde evrak çantalanyla koşuşturarak BabIali’deki vazifelerine yetişmeye çalışan memurlardır. Ancak, sabah ezanından hemen sonra BabIali’ye gidip, ikindi namazından biraz sonra evlerine geri dönen küçük rütbeli memurlar ve tek tük üniformalı subaylar aslmda birer istisnadır. Onların dışında, Kasap îlyas mahallesi sanki kendi içerisine kapalı bir toplummuş gibi yaşar. Zorunlu haller dışında, ne dışarıdan gelip mahalleye giren, ne de mahalleden çıkıp dışarıya giden pek olmazdı. Bu nedenle, mahalle aralarında kadm ve çocuklar gündelik hayatlarım şehrin diğer bölgelerine oranla çok daha serbest olarak yaşarlardı. Ancak, mahalleli hemen herkes birbirini yakından tanıdığından, dedikodu ve özellikle ahlaki açıdan mahalle baskısı da hiç eksik olmazdı.

Mahalleli erkeklerin çoğu şu meslek gruplarına mensuptur. Langa Bostanlan’ndaki arazilerinde sebze ve meyve yetiştirip dışarıya satan bostancılar; onların bostanlarında yetiştirilen sebze ve meyveleri İstanbul’un dört bir tarafında bağırış çağınş pazarlayan seyyar satıcılar; her türlü al sat işleriyle uğraşan küçük tüccarlar; ve kasaplar, berberler ve bakkallar gibi mahallenin bütün ihtiyaçlarım yerinde karşılayacak şekilde farklı işlerle uğraşan dükkân sahipleri. Memurları saymazsak, çoğunluğu esnaflar ve rençperlerden oluşan mahalle erkeklerinin arasında, üç kişinin yeri çok ayrıdır. Bunların başmda da, tabii ki, Cerrahpaşa Camii imamı Arif Hikmet Efendi, yani bizim babamız gelir idi...

Mahallenin muhtarı Aziz Mahmut Efendi, devletin mahalle bazındaki en küçük memuru olmasına rağmen, mahallelinin gözünde devletin en yüksek memuru, hatta bazı durumlarda da devletin ta kendisidir. Arapkir kökenli çok eski bir aileden geldiği için, mahallenin neredeyse yansından fazlasının Arapkirlilerden oluşmuş olması, onun dedesinin hatta büyük dedelerinin de hep bu mahallenin muhtarlığım yapmış olmalarından kaynaklanır. Arapkirliler dışarıdan kız alıp vermeyi pek sevmedikleri için, mahalledeki Arapkirli ailelerin neredeyse yansından çoğuyla yakından ya da uzaktan bir akrabalığı mutlaka vardır. Herkes onu dinler ve sayar, hatta biraz da çekinir ve korkar, çünkü Kasap İlyas mahallesinde iyi veya kötü ne varsa hep ondan sorulur.

Mahallenin şeriye mahkemesi reisi Oflu Kadı Mehmet Hoca, bu kendi içine kapalı küçük evrenin asayişinden değilse bile en azından huzur ve düzeninden sorumludur. Çok huysuz ve geçimsiz bir ihtiyar olduğu için, onu hiç kimsecikler sevmez, ancak korkusundan yılmış olan bütün mahalleli onu çok sayar gibi görünür.

Akıl fikir danışmak icap ettiğinde, mahalleli danışacakları konuya göre bu üç kişiden birisine giderek onay alırlardı. Örneğin, mahalleden bir genç kıza görücüye gidilmeden evvel, hem mahalle imamına ve hem de mahallenin muhtarına başvurup kızın ailesi hakkında bilgi almak âdettendi. Kızın ailesi de kızlarına görücü gönderen oğlanın asayiş durumunu mahalle muhtarına, ailesinin mazbut olup olmadığı bilgisini de mahallenin imamına danışmadan harekete geçmezlerdi. Bütün mahalleyi doğrudan ilgilendiren herhangi bir ortak konu olduğunda, akşam namazından sonra mahalle kahvesinde sanki bir danışma meclisi kurulur, konu herkesin huzurunda tartışmaya açılırdı. Mahallenin ileri gelenleri olarak kabul edilen imam, muhtar ve kadı efendilerin her birisi, mahallede sırasıyla dini, devleti ve adaleti temsil ederdi. Üçünün birden herhangi bir konuda aynı fikre varmış olmaları da aslmda pek sık görülmezdi. Bununla beraber, onların belirli bir noktada uzlaşması, bu fikrin kısa zamanda bütün mahalleli tarafından benimsenmesi ve mahallenin fikri haline dönüşmesiyle sonuçlanırdı.

***

Bizim doğduğumuz ve büyüdüğümüz 9 numaralı ahşap ev Kürkçübaşı Külhanı Sokak’tadır, demiştim. İsterseniz, hem evimizi, hem de içinde yaşanan mütevazı hayatı biraz daha ayrıntılı tarif edeyim.. .[17]

Sol kanadı neredeyse hiçbir zaman açılmayan iki kanatlı büyük sokak kapısının yüksek eşiğinden atlanarak içeriye girilince, sokağm hizasında kalan küçük taşlık ayakkabılıktan hemen önünüze gelen iki tahta basamak çıkılarak, beyaz mermer taşlarıyla döşeli genişçe bir taş sofaya geçilirdi. Sofanın ortasında, üst kata kıvrılarak çıkan ahşap merdiven tırabzanının hemen sol yanında, kocaman yeşil bir çini soba kuruluydu. Yaz gelince bu soba asla sökülmez, ama bütün kış sobanın önünde serili duran halılar ve yer yastıkları toplanır, kaldırılırdı. Uzun kış akşamlarında ise, zaman zaman kömür, kömür bulunamadığı zamanlarda da odun ateşiyle hani harıl yanan bu çini soba, sanki bütün evin merkezi gibiydi. Küçük bir porselen demlikte babamın tarçınlı ıhlamuru sobanın üzerinde sürekli kaynar, hep hazır dururdu. Bütün gün evde yenmiş olan elma ve portakal gibi kış meyvelerinin kabuklan akşamlan soba borusunun yukan çıktığı yere doğru dizilir, evin içinin hoş kokması sağlanırdı. Üstüne bazen kestane çizilip dizilen, bazen de yazdan kalma mısırlar dizilip közlenen bu büyük sobanın etrafında bir araya toplanılır, sobanın hararetinden mayışmış kediler gibi sürekli esneyip gerinerek, hep birlikte hoşça vakit geçirilirdi.

“Hoşça vakit geçirilirdi” dediğime de aslmda siz pek kanmayın. Çünkü analığımız Saliha’nm, sobanın küçük cam penceresinin içerisinden görünen alevlere gözünü dikmiş olarak kendisini dinleyen biz küçüklere anlattığı bütün masallar hep cinler ve periler, ejderhalar ve canavarlar hakkındaydı. Bizler, onun anlattıklarım hem korkudan altımıza edecek kadar büyük bir ilgi ve merakla dinler, hem de bir türlü sonu gelmeyecekmiş gibi görünen bu ürkünç masalın sonucunda neler olacağım hep birlikte merak ederdik. Korkunç yaratıkların kol gezdiği masal nihayet bitince, sobanın başından hiçbirimiz kalkıp gitmek veya yukan kattaki odalarımıza çıkmak istemezdik. Merdivenin öbür tarafında bulunan kapıdan dışanya çıkıp, bahçedeki helâya yalnız başımıza gitmeye de özellikle çok çekinirdik.

Öyle ki, babam yatsı namazından soma camiden eve dönüp de bizim yatma vaktimiz gelip çatmca, atılan her bir adımda ayn gıcırdayan ahşap merdivenin tahta basmaklarından yukarıdaki odalara çıkmak bile bize çok zor gelirdi. Yukarı kattaki serin odamızda bizleri bekleyen nemli yataklarımızda yorgam kafamıza kadar çekip yalnız başımıza kaldığımızda, korkudan ve soğuktan sabahlara kadar titreşerek uykuya yenik düşmek, bizim çocukluğumuzun en büyük işkencelerinden birisiydi.

Korku içerisinde yatağa yatıp da endişeler içerisinde uyuyakalmak, geceler boyu kâbuslar görmemizle sonuçlanırdı. Bütün gece sıcak sobanın başında dinlemiş olduğumuz masaldaki hortlaklar, umacılar ve türlü türlü korkunç diğer yaratıklar, geceler boyunca rüyalarımızdan çıkıp gitmezler, bizleri bir türlü rahat bırakmazlardı...

Ahşap merdivenin altodaki tahtaboş yüklük, bizler küçükken en büyük korkularımızın başmda gelirdi. Evde ne zaman aşın bir yaramazlık yapsak veya babam odasmda çalışırken ne vakit biraz fazla gürültü etmiş olsak, Efsun ile ikimiz kendimizi merdivenin altodaki garip şekilli bu küçük odacığa hapsedilmiş olarak bulurduk. Tahta kaplamaların arasından sızan gün ışığından başka bir aydınlatması bulunmayan bu karanlık ve soğuk merdiven altı, aslmda bizim çocuk bedenlerimizin içine hapsedildiği rutubetli ve loş bir minik zindan gibiydi. Bütün çocukluk korkularımızın içine hapsedildiğimiz bu karanlık hücremizde tir tir titreşir, “ne olur çıkar bizi, bir daha yapmayacağız, söz” diyerek bir yandan Saliha’ya yalvarır, bu­yandan da babamın camiden eve dönerek cezamızın bir an önce bitmesini sağlaması için sürekli dua ederdik.

Taş zeminli sofanın sol tarafında büyük bir mutfak ve mutfağın içinden geçilen iki küçük oda daha vardır. Sol tarafta kiler olarak kullanılan odacığın yanında yer alan, ancak biraz da rutubetli olduğu için pek kullanılmayan hücre gibi bu küçük odacık da evin sandık odası işlevini görür. Evde ayakaltmda kalan veya artık bir işe yaramayan ne kadar ıvır zıvır eşya varsa, oraya götürülür ve konulur, bir dahaki bahar temizliğine kadar da bütün kış orada kaderine terk edilirdi. Annemden kalma eski giysi ve kişisel eşyaların bulunduğu yüklükte eşinerek annemize dair izler arar, çektiğimiz ana hasretinin dayanılmaz hale geldiği vakitlerde Efsun ile birlikte bu küçük odacığa kapanır, annemin eski elbiselerini, eşarplarım, mendillerini ve başörtülerini bulup koklayarak, ona olan özlemimizin şiddetini biraz olsun dindirmeye çalışırdık. Küçülmüş giysilerimiz, Eyüp işi tahtadan yapılmış eski oyuncaklarımız, eski okul kitap ve defterlerimizin de karma karışık bir şekilde yığılmış olduğu bu küçük odacık, bizler için Efsun ile ikimizin bütün hayatım özetleyen bir müze gibiydi.

Mutfağın arka bahçe tarafında bulunan bu iki odacığm kapılarının arasında, kocaman bir su küpü vardı. Yansından fazlası zemine, hatta içindeki suyu soğuk tutması için toprağa kadar gömülü bir şekilde duran bu dev küpün ağzı, içine bir şeyler kaçmasın diye kar gibi bembeyaz bir tülbentle çevrili olarak örtülür ve küpün üstünü örtmek için tahtadan yapılmış bir kapak da küpün ağzını sıkıca kapatırdı. Tahta kapağın üstüne de kocaman mermer bir havan her zaman ağırlık olarak konulmuş olurdu. Küpün kendisi çok büyük ve ağzı da pek geniş olduğu için, bizler küçükken su küpünün kapağını açmamız ve her zaman yanı başmda asılı duran uzun tahta saplı bakır maşrapayı küpün içine daldırıp su almamız kesinlikle yasaktı.

Mutfağın sokak kapısı tarafındaki duvarına dayalı, dökme demirden yapılmış büyük bir kuzine vardır. Kuzinenin soba borusu, duvardaki camın içinden geçerek, sokağa uzatılmış bir şekilde dururdu. Odun ateşiyle yanan bu altı gözlü kuzinede yemekler pişirilir veya çorba ısıtılır, tahta saplı kocaman bir bakır çaydanlıkta da çay kaynatılırdı. Her zaman kuzinenin büyük gözünün üzerinde duran pirinç saplı dev gibi bir bakır ibrikte de, biz çocukları leğende yıkamak için su kaynatılırdı. Bizler sokakta oynamaya çıktığımız vakit, dönüşümüzde kirimizi pasımızı arındırmak, yüzümüzü gözümüzü yıkamak için bu dev ibrik hemen ateşe sürülürdü. Küçük birer çocukken kuzinenin ateşinin hemen yanı başmda, yerde duran bakır leğenin içinde sırayla güle oynaya yıkanır, ateşin başmda kurulanır ve kir pas içinde girmiş olduğumuz mutfaktan, yıkanmış paklanmış ve tertemiz giysiler giymiş olarak yukarıdaki odalarımıza çıkardık.

Kulpları pirinçten yapılmış kocaman bir bakır kazan da çamaşır yıkanacağı zaman asılı durduğu duvardan indirilir, mutfak tezgâhının üstündeki tulumbadan su çekilip iyice doldurulduktan sonra içine çamaşır sodası veya kül eklenirdi. Çamaşırlar bu büyük bakır kazanda önce iyice bir kaynatılıp ağartıldıktan sonra, merdivenin sağında bulunan banyoya götürülürdü. Leğenin içinde elde çitilenerek, sıcak suyla güzelce yıkandıktan ve beyaz mermerden oyularak yapılmış kocaman kumadan akan soğuk suyla da iyice durulandıktan sonra, çamaşırlar arka bahçedeki meyve ağaçları araşma gerilmiş tellere asılarak güneşte kurumaya bırakılırdı.

Taş sofanın sağ tarafında ise babamın büyük odası bulunuyordu. Bu odanın temizliği bile, ancak onun evde bulunduğu zamanlarda ve yalnızca onun gözetimi ve nezareti altoda yapılabilirdi. Büyük ağabeyimiz Veli de dâhil olmak üzere, evdeki bütün çocukların bu odaya izinsiz girmesi kesinlikle yasaktı. Bizlere kesinlikle yasaklanmış olmasına rağmen, bu odanın bizim bütün çocukluğumuz boyunca evin en gizemli ve en ilgi çekici yeri olduğunu söylemem gerekir. Merakımızı yenemediğimiz birkaç sefer, babam evde yokken Efsun ile birlikte bu odaya birer bahane ile dalmış, odaya ondan izinsiz olarak girilmiş olduğu anlaşıldıktan sonra da babamdan büyük birer azar işitmiştik. Bizlerin babamın odasına ancak bayramda veya seyranda, yalnızca el öpmek vesilesiyle ve sadece onun izni olduğu süreyle girebilmemiz mümkündü.

Veli ağabeyim sübyan mektebini bitirdikten sonra, mahalle mektebinde Topal Osman Hoca tarafından hafız olarak yetiştirilmekteydi. Bu yüzden, babam haftada bir iki sefer onu odasma yanma çağırır, yeni ezberlemiş olduğu Kur’an-ı Kerim ayetlerini kendi huzurunda ezberinden tekrarlamasını dinlerdi. Derse başlamadan önce, babam iyice bir öksürüp genzini temizledikten sonra, o gün çalışılacak olan sureyi kendisi hafızasından o güzelim sesiyle baştan sona okurdu. Sonra, Veli ağabeyim aynı sureyi kusursuz bir telaffuzla ve düzgün ahenkle ezberden söylemeyi başarmcaya kadar, defalarca ona tekrar ettirirdi. Ağabeyimin cılız sesini sürekli keser ve hemen onun yanlışlarını düzeltir, sonra da “haydi bakalım, yeni baştan” diyerek, sureyi ona ta en başından tekrar ettirirdi. Biz kızlar da bu uzun dersler boyunca onları kapıdan dinler, ağabeyimiz odadan çıktıktan sonra da hemen onun etrafım alarak, odada neler olup bittiğini ve orada neler görmüş olduğunu bizlere anlatmasını isterdik. Efsun ile ikimiz mahallenin taş mektebine başladıktan sonra, bizler de çeşitli zamanlarda babam tarafından onun odasma ders görmeye çağırılmaya başladık. Babamın bizleri derslerimizden imtihan etmeye çalıştığı ilk zamanlarda, bizler de her fırsatta maviş gözlerimizi odanın içinde gezdirerek, odanın şeklini ve şemâlini iyice öğrenmeye gayret eder ve bizlere yasaklı olan bu tuhaf kokulu odanın gizemini biraz olsun çözmeye çalışırdık.

Gerçi bizler küçükken, bu oda özellikle Cuma günleri çeşit çeşit adamların, her yaştan gözü yaşlı kadınların ve türlü türlü hastaların adeta bir ziyaretgâhı gibiydi. Cuma günleri, Cerrahpaşa Camii’nde Cuma namazım kıldırdıktan sonra babam hemen eve gelir, her zaman âdeti olduğu üzere sarığım çıkarıp kapının yarımdaki kavukluğa bırakmadan ve yukarıya çıkıp üstünü değiştirmeden, doğruca odasma çekilirdi. Cuma öğleden sonraları, bizlerin de üst kattan aşağıya inmemiz kesinlikle men edilirdi. Babam eve geldikten birkaç dakika sonra kapıda asılı olan bronz zilin ipinin sürekli çekilerek acı acı çaldığım işitir, eve gelip gitmekte olan bir sürü yabancıyı üst kattaki odamızın sıkı sıkıya kapalı kepenklerinin ve dantel tül perdelerinin ardından bakarak izlerdik. Gelenler, anneliğimiz Saliha tarafından kapıda karşılanır, sofaya buyur edilir, fısıltıyla hal hatır sorulduktan sonra da, sırayla babamın odasma alınırlardı. Ziyaretçi kalabalığın ardı arkası kesilmediği ve eve gelip gidenlerin sayısı bir türlü bitmek tükenmek bilmediği için, babam Cuma günleri genellikle ikindi namazım kıldırmak için camiye dönemez, bu iş için önceden özel vekâlet vermiş olduğu Müezzin Abdülkadir Efendi’yi görevlendirirdi. Bazı günler bizim eve gelen giden misafirler o kadar kalabalık olurdu ki, Saliha akşam ezanına doğru gelenlerin bazılarım içeriye bile buyur etmeden kapıdan çevirir, hoca efendinin şimdi meşgul olduğunu söyler ve başka bir vakitte tekrar gelmeleri gerektiğini de kapının aralığından kendilerine sıkı sıkı tembih ederdi.

Bir tek, günlerden Cuma olmadığı halde, hafta içi günlerden bazılarında üstü kapalı şık bir London arabanın bizim sokağm içine yanaştığım ve arabadan tek başına inen son moda şık giyimli bir Frenk kadının parmaklarının ucunda sekerek hızla bizim eve doğru seğirttiğini gördüğümüzü hatırlıyorum. Bizim mahallede dolaşan bir Frenk kokonası görmek pek de alışıldık bir durum olmadığı için, bizlerin çocuk aklımızda yer etmiş herhalde. Bu lavanta kokulu Levanten kadm ne vakit bizim eve gelse ve babamla odasmda yalnız başma görüşse, bizim evin taş sofası birkaç gün boyunca buram buram lavanta esansı kokardı...

Babamın odasının aslmda pek de öyle gizemli bir yer olmadığım, bizler ancak onun ölümünden sonra anladık. Şark işi güzel desenli ve çok değerli halılarla kaplanmış olan bu odada, aslmda eşya namına pek bir şey yoktu. Odanın sokağa bakan iki camının bulunduğu tarafta, boydan boya yapılmış alçak bir kerevet, kapıya kadar uzanan “L” şeklindeki bu kerevetin üzerindeki döşeklerin üstünde de yine çoğu ipekli değerli halılar ve halı yastıklar vardı. Odanın tam ortasında, halıların üzerinde duran tahta takozların üzerine yerleştirilmiş Süleymaniye işi dev bir pirinç tepsi yer alıyordu. İşlemeli bu tepsinin üzerinde de yine Süleymaniye işi, bakır kulplu, aslan ayaklı ve kubbeli kapaklı kocaman pirinç bir mangal bulunuyordu. Tepesindeki tutacak yeri bakırdan bir kuş şeklinde yapılmış olan bu oluklu pirinç kubbe kapak kaldırıldığında, ortaya kocaman bir mangal çıkıveriyordu.

Odanın sofaya açılan kapısının hemen karşısına gelen duvar, boydan boya Edimekâri bir gömme dolapla kapıydı. Tavana kadar yükselen bu Edimekâri dolabm açık duran gözlerinin çoğu cilt cilt yazmalar, basılmış çeşitli dini kitaplar, rulo halinde kâğıtlar ve çeşitli hat ve kırtasiye malzemeleriyle doluydu. Dolabm kapaklı gözlerinin içerisindeki raflarda renk renk cam şişeler ve kavanozlar, teneke kutular, boyalar, mürekkepler ve kâğıtlara sarılmış çok çeşitli nesnelerden oluşan bazı malzemeler durduğunu, bizler küçükken görmüş olduğumuzu anımsıyorum. Odanın bahçe tarafına açılan diğer kapısının her iki yanında duran ve birbirinin eşi olan iki tane buzlu cam kapılı dolabm ise sürekli olarak kilitli tutulduğunu, bunların ancak Cuma günleri gelen gidenler olduğu zaman açılmakta olduğunu da hatırlıyorum. Bu kilitli dolapların içerisinde neler olduğunu, Efsun ile ben hiçbir zaman tam olarak öğrenemedik.

Sofa tarafındaki kapının solunda kalan köşede ise, kahverengi meşin kaplı, demir kabaralı ve perçinli, pirinç köşebendi ve dışarısından kösele kayışlar ve ahşap kirişlerle destekli Avrupa işi büyük bir seyahat sandığı dururdu. Bu koca sandığın ne olduğunu, neden üç farklı asma kilitle kilitlenmiş bulunduğunu ve babamın odasmda ne aradığım ise bizler hiçbir vakit öğrenemedik. Zira bu odadaki bütün kilitlerin anahtarları, babamın hiçbir zaman yanından ayırmadığı baba yadigârı çift kapaklı gümüş cep saatinin gümüş kösteğine bağlanmış olarak hep yelek cebinde dururdu. Babam bütün ömrü hayatı boyunca evinin kapısının anahtarım bir gün bile üstünde taşımamış ve kendi evine alelade yabancı bir misafir gibi hep kapının zilini çalarak girmişti. Kendi odasmda sürekli kilitli duran bu ikiz dolapların ve bir veya iki değil de tam üç farklı asma kilitle sıkıca kilitlenmiş olan bu kocaman seyahat sandığının bütün anahtarlarım neden hep üzerinde taşıma ihtiyacı hissediyordu acaba?

Odanın kapısının sağında ise üzerine Kâbe resmi işlenmiş ipek bir duvar halısı asılıydı. Bembeyaz badanalı duvarların boş kalan yerlerinde yaldızlı ahşap çerçevelerle çerçevelenmiş, çeşitli hat yazılan asılıydı. Bunların çoğunluğu Arapça ve Farsça yazılmış oldukları için, Efsun ile ikimiz ders için odaya geldiğimizde bu yazılan okumaya ve anlamaya çalışır, ama iç içe geçmiş bu zor yazılan bir türlü söktürmeyi beceremezdik. Sokağa bakan pencerelerin araşma asılmış iki güzel levhada ne yazdığım ise uzun uğraşlar sonucunda okumayı başarmıştık. İnce uzun olan yaldızlı yatay çerçevede, ebru zemin üzerine altın yaldızlı sülüs bir yazı ile “bu da geçer yahû” yazılmıştı ki, bu Efsun’un en sevdiği yazıydı. Benim en sevdiğim hat ise yine ebru zemin üzerine siyah mürekkeple çok güzel bir kuş şeklinde yazılmış bir “hiç” yazısıydı. Babamın odasında bulunan hemen her şeyi zamanla yitirmemize veya kaybetmemize rağmen, Efsun ile ikimiz çocukluğumuzdan kalma bir özlemle bu iki hattı kendimize saklamayı ve ömrümüz boyunca gözümüzün önünden hiç ayırmamayı başardık...

Babam odasmda bulunduğu zamanlar, hep kapının tam karşısında, Edimekâri dolabın önünde yere serili büyükçe bir minderin üzerindeki koyun postunun üzerinde otururdu. Önünde sedef kakmalı büyük bir rahlenin üzerinde kendi el yazması bir Mushaf-ı Şerif açık bulunur, sağında ise kapağı açılınca bir yazı rahlesi şekline giriveren irice bir hattat sandığı dururdu. Oturduğu yerin arkasındaki Edimekâri dolabın kulplarından birinde binlik kuka bir zikir tespihi asılıydı. Babamın, hep “eşin dostun ikramı” dediği türlü türlü tespihleri vardı. Ama cebinde her zaman çok iri taneli ve mürdüm eriği moru bir sıkma kehribar tespihi taşırdı. Keyifli olduğu bir gün Saliha’dan gizlice bizlere söylediğine göre, annemin anneannesinin Kapalıçarşı’daki Bedesten’de onun için yaptırmış olduğu Trabzon işi kazaz sallamalı bu değerli tespih, bizleri eğer saymazsak, annemin çeyiz sandığından geriye yadigâr kalmış olan tek şey olduğundan, onun için çok ama çok kıymetliydi. 1913 kışında bir gece babamı odasmda bağdaş kurup oturduğu yerde rahlesinin üzerine devrilmiş olarak ölü bulduğumuzda, elinde yine sımsıkı kavramış olduğu annemin tespihi vardı... ***

Babam, boylu boslu ve koca göbekli, yani çok uzun boylu ve çok iri yan bir adamdı. Belki de bizler annem gibi çok ufak tefek çocuklar olduğumuz için, üzerinde yerlere kadar uzanan siyah cüppesi, kafasında kocaman sanğı ve yüzündeki kıvır kıvır kaba sakalıyla, babam bizlere sanki çok iri bir devmiş gibi gelirdi. Babam Cerrahpaşa Camii’nin imamı olduğu için, bütün gündelik hayatını namaz saatlerine göre yaşardı. Sabah gün doğmadan erkenden kalkıp, sabah namazım kıldırmak üzere camiye gider, öğlen namazım kıldırmadan da eve geri pek gelmezdi. Öğlen namazından sonra eve gelip yemeğini yer ve gider, ikindi namazım kıldırdıktan soma eve geri döner ve genellikle odasma çekilip biraz çalışır veya uyurdu. Akşam ezanından önce yemeğini evde yemiş olur, akşam namazından sonra da yatsı namazı vaktine kadar caminin bahçesinde veya caminin bitişiğindeki mahalle kahvehanesinde vakit geçirirdi. Yatsıdan sonra caminin kapışım kilitleyip evinin yolunu tutar, onun eve geliş saati de biz çocukların uykuya yatış vakti olurdu.

Babanım bizlere çeşitli vesilelerle ve farklı vakitlerde bölük pörçük anlatmış olduğuna göre, babamın babası Hikmet İrfan Efendi’nin soyu, Safranbolu’daki meşhur Cinci Han’ın sahibi Cinci Hoca’ya, yani Topkapı Sarayı’nın ünlü müneccimbaşısı Karabaşzade Hüseyin Efendi’ye kadar dayanmaktadır. Sultan I. İbrahim’in annesi Kösem Sultan tarafından akli dengesi bozuk oğlunun tedavisi için 1642 yılında saraya davet edildikten sonra, Cinci Hoca’nm akıl hastası sultam iyileştirmekle kalmayıp, onu kendisinin etkisi altına almış olduğu da söylenmekteydi. Sultan Deli İbrahim’i başarıyla tedavi ettikten sonra, Cinci Hoca yalnızca büyük bir şöhret ve servet sahibi olmakla yetinmemiş, devlet işlerine de karışmaya ve büyük nüfuz kazanmaya başlamıştı. Halk arasında Cinci Hoca namıyla anılmaya başlanan saray müneccimbaşısı Karabaşzade Hüseyin Efendi’nin de yakın çevresindekilere kendi “ilm ü irfan”ını babasma ve dedesine borçlu olduğunu hep söylediği bilinmektedir. Saliha’nın, ancak babamın ölümünden sonra, onun ailesi hakkında bizlere anlatmış olduğu bölük pörçük bilgilere ilave olarak söylediğine göre, zaten bu gizli ilimler babadan oğula aktarılarak sürer gidermiş. Cinci Hoca öldürülmeden önce bu işlerin sırrım kendi oğullarına da öğretmiş. Hatta kendisinin müneccimlik ve büyücülük konusundaki bilgilerinin kökeninin ta Orta Asya’daki şaman dedelerine kadar geri gittiğine inandığım da onlara söylemiş...

***

Bir gece sabaha karşı, kapımızın telaşla ve gürültüyle çalınmasıyla, hepimiz yataklarımızdan geceliklerimizle fırlamıştık. Kapı sanki ev başımıza yıkılacakmış gibi “güm güm” vuruluyordu. Pencerelerden dışarıya baktığımızda, evimizin etrafının süngüleri ay ışığında parıldayan zaptiye askerleri tarafından kuşatılmış olduğunu gördük. Çatıdaki kiremitlerin üzerinde teklifsizce yürüyen birisinin ayak sesleri duyuluyordu. Arka bahçeden de çeşitli insan sesleri ve köpek havlamaları yükseliyordu. Babam elinde şamdan “hayırdır inşallah, kim ola ki bu saatte?” diye söylenerek merdivenlerden inip kapıyı açtığında karşılaştığımız manzarayı, bütün hayatım boyunca hiç unutamayacağım. O gece yalnızca evimiz değil, sanki bütün küçük dünyamız da başımıza yıkılmıştı...

Babamın “kimdir o” filan demesine aldırmadan, açılan kapıdan içeriye ellerinde fenerlerle ilk dalanlar, Oflu Kadı Mehmet Efendi ile Muhtar Aziz Mahmut Efendi ve sonradan Cerrahpaşa Medresesi’nde müderris olduğunu öğrendiğimiz Abdullah Hoca Efendi oldular.833 Ardından, genç bir zaptiye zabitinin eşliğinde tüfeklerine süngü takmış beş on kadar zaptiye neferi de koşar adım içeriye daldılar. Sivil giyimli birkaç memur da onları izledi. Onların ardından gelen meraklı mahalleli de açık kalan kapıdan içeriye dalıp, bizim taş sofaya hep birden doluşuverdiler. Zaptiye erlerinden ikisinin babamın kollarına girip onu gecelikle kıskıvrak yakalayıp dışarıya sürükledikleri sırada, sivil giyimli memurlar da mahallenin meraklı ahalisini evin dışına çıkarmaya uğraşıyorlardı.

Babam gecelik entarisinin üzerine cüppesini sırtına geçirip de kapıyı yalınayak başıkabak açtığında, Saliha da merdivenin üst başındaki sahanlıkta dizlerinin üzerine çökmüş, bu korkunç manzarayı seyretmekte olan Efsun ile ikimize sıkıca sarılarak, “eyvahlar olsun, basıldık!” diye ağlamaya başlamıştı. Veli ağabeyim de neler olduğunu anlamak amacıyla odasından fırlamış, gördüğü manzara karşısında dehşete kapılarak, hemen düşüp bayılmıştı.

Sonrasında neler olduğunu ve neler yaşandığım, babam ömrü boyunca bizlerle hiç paylaşmadı bile. Kendisi bu konuyu bizlere hiç açmadığı gibi, bizleri de bu gibi konular hakkında asla konuşturmadı. Saliha’nın bizlere sonradan anlattığı kadarıyla öğrenebildiklerimi sizlere aktarmaya devam edeyim. Zaptiye neferleri evin her tarafının altım üstüne getirmişler. Mutfaktaki kilerden tutun, bahçedeki su kuyusunun dibine varıncaya kadar, evin her yerini yeri didik didik aramışlar. Babamın odasındaki büyük sandık ve ikiz dolaplar açılmış, Edimekâri dolabının içinde de ne var ne yoksa hepsini çuvallara doldurmuşlar. Hepsini bir at arabasına yükleyip, babamla birlikte Zaptiye Nezareti’ne götürmüşler...

II. “Başımıza Gelenler...”

O gece başımıza gelenlerden sonra, daha önce de dediğim gibi, içinde yaşamakta olduğumuz evimiz ve hatta bütün dünyamız sanki başımıza yıkılmıştı. Hem bizim mahalle içindeki aile hayatımız, hem de babamın başma gelenlerden sonraki kişisel yaşantısı, bir gecede toptan ve kökten değişivermiş gibiydi. Evimiz 1903 yılının sonlarında soğuk bir kış gecesi zaptiyeler tarafından aniden basıldığında, Efsun ile ikimiz daha henüz yedi sekiz yaşlarında küçük çocuklardık. O gece yaşanan her şey bizlere bir oyun gibi gelmişti, korkunç bir oyun... Ama henüz onbeşinde genç bir hafız olan Veli ağabeyimiz, o zamanlar her şeye aklı erecek yaştaydı. Cerrahpaşa Camii’nin imamı olan babamız Arif Hoca o meşum baskın gecesinde büyücülük ve üfürükçülük yapmak suçundan tutuklanınca, bütün mahallelinin bizim sevgili babamıza neden “Cinci Hoca” lakabım takmış olduğunu birdenbire anlayıvermişti...

Baskından sonra neler olduğuna ve neler yaşandığına dair anlatacaklamnın çoğunluğu, zaman içerisinde aklımız ermeye başladığı dönemde Saliha’nm bize aktardıklarından, babamın ölmeden önce bizlere anlattıklarından ve biraz da sonradan Veli ağabeyimden öğrendiğimiz bölük pörçük bilgilerden oluşuyor.

Bizim eve verilen baskından sonra zaptiyeler babamı alıp, Harbiye Nezareti’nin içerisindeki Bekiraga Bölüğü’ne götürmüşler.[18] Zaptiye subayı ile iki nefer de bizlere bakacak birileri bulununcaya kadar, evde kalıp Saliha’nm başmda beklemiş. Sütannemiz Müşfika Hatun çağrılır çağrılmaz hemen koşup bizim eve geldikten sonra, Saliha’yı da alıp Bekirağa Bölüğü’ne nakletmişler. Neler olup bittiğini bizlere pek fark ettirmemeye çalışan Müşfika Hatun, günlerce bizimle birlikte kalmıştı. Sütannemize yeniden kavuştuğumuz ve Saliha’nm baskısından bir süreliğine kurtulmuş olduğumuz için, Efsun ile ikimizin çok sevinmiş olduğumuzu hatırlıyorum. Müşfika Hatun, anneliğimiz Saliha eve dönünceye kadar bir süre bizlere bakmış, her zaman olduğu gibi bizleri hep hoş tutmuş, yedirmiş içirmiş, yıkamış paklamıştı. “Sonra gidersiniz ayol mektebe, okul kaçmıyor ya” diyerek, okula da göndermemişti. Dışarısının çok soğuk olduğu bahanesiyle bizleri sokağa bile salmadığı gibi, evde oyalayabilmek amacıyla, tıpkı çocukluğumuzda yapmış olduğu üzere, sonu hep mutlu biten çeşitli hikâyeler anlatarak bizlere evin içerisinde vakit geçirtmişti. Saliha’nm anlattığı korkunç hikâyelerin tam aksine; onun bizlere anlattığı bütün hikâyeler her seferinde “gökten üç elma düştü” kısmına gelindiğinde kötülerin mutlaka kaybettiği, iyilerin de daima kazandığı, sonu her zaman mutlu biten masallardandı...

Bir hafta kadar sonra, bir sabah bizim kapının zili -ilk defa olarak- yeniden çalındı. Saliha ansızın çıkmış, eve geri gelmişti. Kapının önünde, ayakta bile zor duruyordu. Son bir gayretle, içeriye doğru bir adım atıp, kendisine kapıyı açmış olan Müşfika Hatun’un üzerine doğru yığıldı. Hali gerçekten perişandı. Kollan, bacakları, yüzü gözü hep yara bere içerisindeydi. Bir gözü tamamen mosmor olmuş ve şişlikler yüzünden tamamen kapanmıştı. Fena dövmüşler...

Müşfika Hatun hemen Saliha’nm koluna girip, onu merdivenlerden sürükleyerek üst kattaki büyük yatak odasma çıkarmış ve sanki biz öksüzlere baktığı yetmezmiş gibi, günlerce onun da yara bereleriyle ilgilenmişti. Birkaç gün içerisinde ayaklanan Saliha ile birlikte birkaç gün daha bizimle kalmış, evin biraz derleyip toparlaması konusunda ona yardımcı olduktan sonra, nihayet kendi evine geri dönmüştü.

Saliha eve geri gelinceye kadar, Müşfika Hatun bizlere gerçek bir anne şefkatiyle bakmış, ama o meşum geceden sonra kendisini odasma kilitlemiş olan Veli ağabeyime yalnızca nezaret etmekle yetinmişti. İşte bizim evdeki kızılca kıyamet de Müşfika Hatun kendi evine döner dönmez kopuverdi. Baskın gecesinden itibaren o vakte kadar kendisini hep odasma kilitlemiş ve yemeden içmeden bile kesilmiş olan Veli ağabeyim, Müşfika Hatun evine döndükten hemen sonra odasından “sen yaktın ulan benim babamı” diye fırlayarak, Saliha’nm üzerine yürümüştü. Veli ağabeyim bir yandan ağlıyor, bir yandan da sürekli olarak “hepsi senin yüzünden, senin paragözlüğün yüzünden, lanet olası büyücü kan!” diye bağırıyordu.

Veli ağabeyim her zaman sessiz sedasız bir çocuktu. Analığımız olmasına rağmen hiçbir vakit ona sevgi ve hürmette bir kusur etmemiş olan ağabeyimin bu ani ve aşın tepkisi üzerine, Saliha çok şaşırmıştı. Önceleri sürekli olarak onu sakinleştirmeye ve “sus deli çocuk, kızlar duyacak” diyerek, ağabeyimizi zapt etmeye çalışmıştı. Ancak bir süre sonra o da çok sinirlenip iyice çileden çıkınca, artık lafım hiç esirgemedi: “Sen ne hakla bana ‘büyücü’ diyorsun be, asıl senin bütün sülalen büyücü! Anladın mı küçük bey, sen Safranbolu’İn meşhur Cinci Hoca’nın torunusun... Senin soyun sopun, deden, baban, hatta bütün sülalen, hepsi birer büyücü!” diye bağırdığım anımsıyorum. Veli ağabeyim bu acı sözler üzerine bir an için şaşırıp, ne yapacağım bilemez bir halde kalıvermişti. Yumruk yemiş gibi, bir an ayaklarının üzerinde sendeledi, yıkılacakmış gibi oldu. Kendisini biraz toparlayınca, yüzünü gözünü elinin tersiyle silmeye çalışarak, kapıya doğru yöneldi. Kapıyı vurup evden çıkmadan önce, “büyücü kan, sen mahvettin zavallı babacığımı, paragöz kan...” diyerek, yeniden Saliha’mn üzerine yürümeye çalıştı. Bizler ağlayarak Saliha’ya sanlmca, bağırıp çağırmaktan vazgeçti; kapıyı hırsla çarpıp, evden çıktı gitti...

Veli ağabeyim o günün gecesi, yatsı ezanından epeyce soma eve döndü. Saliha bizlere pek belli etmemeye çalışıyordu, ama aslmda o da endişe içerisinde ağabeyimizin eve geri dönmesini bekliyordu. Kapı çalımncaya kadar, sobanın başmda Saliha’ya sanlmış olarak hep onun dönüşünü beklemiştik. Saliha koşup kapıyı açtığmda, Veli ağabeyim içeriye girerken bir an sendeledi ve dişlerinin arasından “sen haklıymışsın Saliha... Ne olur beni affet...” kelimeleri dökülüverdi.

Saliha bu işin aslım da bizlere yıllar soma, ancak biz büyüdükten soma anlatmıştı. Veli ağabeyim Saliha’mn bu ağır ithamları karşısında şaşkına dönünce, kendisini sokağa atmış. Bir süre sokaklarda amaçsız ve başıboş yürümüş. Babamın imamlığım yaptığı Cerrahpaşa Camii’ne ikindi namazım kılmak üzere girmek istemiş; caminin avlusunda abdest alırken caminin cemaatini oluşturan ihtiyarlar, “var evine git oğlum, senin artık burada işin yok” deyip, onu nazikçe camiden kovalamışlar. Kendisini hafız olarak yetiştirmiş olan Topal Osman Hoca’ya gidip derdini anlatmak istemiş, ancak her zaman onu hoş tutan adam bu sefer ağabeyimize kapıyı bile açmamış. Veli ağabeyim ısrarla kapıyı çalmaya devam edince, karısı kapının aralığından kafasını dışarıya uzatıp “hoca efendi ‘kapımdan çekilip gitsin, benim artık onlarla hiçbir işim olmaz’ diyor” deyip, kapıyı suratına kapatıvermiş. Ne yapacağım bilmez bir halde mahalle kahvesinin önünden geçerken, kahvede oturanlar hep bir ağızdan “Cinci Arif Hoca’nın cinci oğlu Veli, yine nerelere gidiyor acaba?” diyerek, kendi aralarında arsızca şakalaşıp, arkasından hep birlikte gülüşüp eğlenmişler.

Sonuçta, Veli ağabeyim de bu işin aslım astarını öğrenmek amacıyla benim hayırsız amcam Akif Efendi’ye gitmiş. Amcam babamla ilgili bildiği bütün gerçekleri ona bir bir anlatınca, yeniden düşüp bayılmış. Ayıltmcaya kadar da akla karayı seçmişler. Akif amcam onu biraz sakinleştirdikten soma bizim eve kadar getirmiş, zili çaldıktan soma Veli ağabeyimi kapıda yalnız başına bırakıp, hemen savuşmuş...

Veli ağabeyim ölünceye kadar bir daha bizim evden dışarıya adımım bile atmadı. Neşeli ve ağırbaşlı bir genç olan Veli ağabeyim gitmiş, sanki onun yerine sürekli arpacı kumrusu gibi düşünen, sık sık içini çeken, ikide birde düşüp bayılan, yaşlı başlı bir adam gelivermişti. O geceden soma, Saliha’yı ve babamı asla affetmedi ve onlarla bir daha ömrü boyunca hiç konuşmadı. Bizlerle zorunlu olarak konuşmak durumunda kaldığında, dişlerinin arasından kısık sesle çıkan “evet” ve “hayır” kelimelerinden başka, ölünceye kadar pek bir şey de söylemedi. Kendisini odasma kapattı, yemeğini bile hep kendi odasmda ve tek başına yedi. Kendi odasını bir derviş çilehanesine çevirmiş, artık tüm vaktini sürekli yalnız başma ibadet ederek geçirmeye başlamıştı. Yüksek sesle Kur’an-ı Kerim okumaya ve hafız olabilmek için yıllarca ezberlemiş olduğu bütün Kur’an-ı Kerim surelerinihafızasmdan sırasıyla sürekli tekrarlayarak, ezberinden sayısız hatimler indirmeye girişti. Kim bilir, belki de en azından büyük güçlüklere katlanarak kazanmış olduğu “hafız” sıfatım korumaya çalışıyordu. Ama çilesi bir türlü dolmak bilmedi. Odasma kadar getirdiğimiz gazeteleri okumak dışında, dış dünya ile olan bütün ilişkisini zaman içerisinde koparıp attı. Hayata küsmüştü...

Biz çocuklar, yani Füsun ile Efsun, ailemizde olağandışı günler yaşanmakta olduğunun tabii ki farkına varmıştık. Ancak, küçük birer çocuk olduğumuz için bizler henüz bir şeyin pek farkında değildik: sevgili babamız, Cinci Arif Hoca, aslında bir büyücüydü! Bu acı gerçekle okula yeniden başladığımız ilk gün yüzleşmiş, daha kapıdan çıkar çıkmaz sokakta hemen alaylara ve sataşmalara maruz kalmıştık. Taş Mektep’teki bizden büyük kızlardan bazdan daha biz kapıdan girer girmez Efsun ile ikimizin saçma yapışmışlar, bizleri öldüresiye pataklamışlardı. Yüzümüze “Cinci Arifin kızlan,” “büyücünün piçleri” diye bağırmışlar, her yanımızı çimdiklemişler veya tırmalamışlar, yüzümüzü tokatlamışlar, gözümüzü morartmışlardı. Bereket versin ki muallimler çabuk yetişip bizleri o zalimlerin elinden kurtarmayı başarmışlar, yüzümüzü gözümüzü yıkadıktan sonra bizleri eve geri göndermişlerdi.

Saliha ürkekçe kapıyı aralayıp da bizleri karşısında perişan halde gördüğünde, tıpkı babamı götürdükleri gece olduğu gibi, bembeyaz taş kesilmişti. Sene sonu gelip de okullar yazm tatil edilinceye kadar, bizi bir daha okula göndermeye de kalkışmadı. Ancak, henüz küçük yaşta olduğumuz için bizleri evde zapt etmesi de giderek zorlaşıyordu. Yara berelerimiz biraz olsun düzelmeye başlayınca, Efsun ile ikimiz ürkerek de olsa yeniden sokağa çıkmaya başlamıştık. Veli ağabeyimiz gibi, eve kapanıp kalmak istemiyorduk. Önceleri mahalledeki hiç kimse bırakın bizimle birlikte oynamayı, bizlerle konuşmak bile istemiyordu. Sokakta oynayan bütün çocuklar “Cinci Arifin kızları, sizin cinleriniz nerede?” diyerek, bizimle hep alay ediyorlardı. Çocukluk böyle tuhaf bir şey işte! Tüm saldırılara göğüs gerdik, yapılan tüm eziyetlere dayandık, edilen tüm alaylara da katlandık. Zamanla biz de onlar da mahalle arasındaki bu garip duruma alışmaya başlaymca, bizim “Cinci Arifin kızları” sıfatımız da unutulmaya yüz tuttu gitti...

Böyle şeyler hiç unutulur mu, sanki? Asla unutulmaz, tabii ki...

***

Sonradan öğrendiğimize göre, babam baskın gecesi önce Bekirağa Bölüğü’ne götürülmüş. Günlerce zindanda aç ve susuz bekletildikten sonra, sorgu için odaya alındığında, daha sonra başma gelecek her şeyden sanki önceden haberdarmış gibi, büyü yaptığım ve muska yazdığım önce tamamen inkâr etmiş, sonuçta da “suçunu” itiraf etmek zorunda kalmış. Yine de, sorgu memurları zavallı babamı sorgu sırasında çok hırpalamışlar. Dayak yemiş ve işkence görmüş. Sorgu sırasında, hep aynı sorularla karşı karşıya kalmış: “Madam Margarif i nereden tanıyorsun? Sana onun için büyü yapma emrini kim verdi?” Babam “Madam Margarit de kim?” diye cevap verdikçe veya “ben böyle birini tanımıyorum” diye direttikçe, dayağm ve işkencenin de dozu giderek artmış. Birkaç gün direndikten sonra da babam nihayet çözülmüş... Kendisini sorguya çeken kişilerden birinin bizim eve bizzat baskına gelenlerden birisi olduğunu hatırlamış ve birdenbire onun kim olduğunu tanıyıvermiş: Sultan II. Abdülhamid’in Arnavut asıllı baş jurnalcisi, Serhafiye Fehim Paşa!

Serhafiye Fehim Paşa ve onun Fransız Yahudisi genç eşi Madam Margarit Fehim Paşa’yı o vakitler meğer bütün İstanbul tanır, bilirmiş.. .[19] Serhafiye Fehim Paşa, aslına bakarsanız paşa maşa filan da değilmiş. Yıldız Sarayı’nda Arnavut bir tüfekçi olarak görevliyken, verdiği jurnaller sayesinde sultanın nezdinde büyük rağbet kazanmaya başlamış. Beyoğlu’ndan başlayarak bütün İstanbul halkım korkudan titreten jurnalleri ile tanınan ünlü bir hafiye imiş. Saraya verdiği jurnallerin çoğunluğunun doğru çıkması neticesinde büyük şöhret kazanmış, Yıldız Sarayı’nın baş hafiyeliği makamına kadar hızla yükselmiş. Beyoğlu’nu da haraca kesmeye başlamış. İstanbul’un en ünlü kabadayıları bile ondan çekinirler, hatta yolda yürürken kazara onun karşısına çıkmış olmaktan bile korkarlarmış. Beyoğlu’nda düşüp kalkmadığı ucuz kadın kalmamış. Sonuçta tiyatro oynamak için İstanbul’a turneye gelmiş olan ucuz bir Fransız tiyatro kumpanyasının kadrosunda oyuncu olarak bulunan Margarit isimli genç bir kıza görür görmez abayı yakmış, hatta onu nikâhına bile almış. Bizim eve her geldiğinde, bütün evin lavanta kokusuna bürünmesini sağlayan lavanta kokulu Levanten kokona, meğer işte bu Madam Margarit Fehim Paşa değil miymiş?

Saliha’nın anlattıklarına göre, sorgu sırasında babama ve ona hep aynı sorulan sormuş Serhafiye Fehim Paşa: “Madam Margarit’i nereden tanıyorsun? Sana onun için büyü yapma emrini kim verdi? Sana yaptırmış olduğu büyüleri ve muskaları ne amaçla hazırladın?” Sonuçta babam Madam Margarit Fehim Paşa’nm kocasını kendisine bağlamak amacıyla ona çeşitli büyüler yaptırmış, muskalar yazdırmış olduğunu itiraf etmiş. Zaten babamın yakayı ele vermesi, meğer Serhafiye Fehim Paşa’nm ceketinin astarının altına Madam Margarit tarafından gizlice dikilmiş bir muskayı tesadüfen bulmasının neticesinde gerçekleşmiş. Muskayı bulan Serhafiye Fehim Paşa’nm hemen Yıldız Sarayı’na giderek, Sultan II. Abdülhamid’e kendisine bir büyü yaptırılmış olduğuna dair bir jurnal vermesinden sonra,[20] olaylar da çorap söküğü gibi gelişmiş ve sonuçta işler bizim evin basılmasına kadar gelmiş.

Serhafiye Fehim Paşa ceketinde bulmuş olduğu muskayı önce karısına gösterip, onu bir güzel sorgudan geçirmiş. Kadın durumu inkâr edince, üzerine yürüyüp dayak zoruyla durumu bir güzel itiraf ettirmiş, ona her şeyi bir güzel anlattırmış. Madam Margarit, Fehim Paşa’yı kendisine bağlamak amacıyla babama yaptırmış olduğu bütün büyüleri ve yazdırdığı bütün muskaları birer birer sayıp dökmüş. Babanım bu konulardaki büyük şöhretini Yıldız Sarayı’nda yaşayan bir haremağasından duymuş ve öğrenmiş olduğunu, babamla ilk görüşmeye de yine o haremağasıyla birlikte gitmiş olduğunu söylemiş. Bütün bunların hepsini de kocasını çok sevdiği ve onun aşkmı asla kaybetmemek için yapmış olduğunu ağlayarak

Madam Margarit Fehim Paşa, kocası Serhafîye Fehim Paşa tarafından hemen affedilmiş! Yıldız Sarayı’nm haremağası da sorgudan geçirildikten sonra paçayı kurtarmayı başarmış. Ama zavallı babacığım öyle mi ya? Babam Bekirağa Bölüğü’ndeki uzun sorgu süresinden sonra, Sultanahmet Cezaevi’ne nakledilmiş, bütün yargılama süresi boyunca da orada bir hücrede tutulmuş. Bekirağa Bölüğü’nden serbest bırakılmadan önce, Saliha birkaç dakika kadar babamla konuşabilmiş. Mahkeme süresi boyunca Sultanahmet Cezaevi’nde tutulan babama bir iki kez ziyaretçi giderek, onunla biraz olsun görüşebilmiş. Babam çıkarıldığı mahkemede yalnızca suçunu itiraf etmekle kalmamış, mahkeme heyetinin ve Sultan II. Abdülhamid’in özel emriyle davayı bizzat yakından takip eden Serhafiye Fehim Paşa’nın huzurunda, bir daha büyü yapmaya veya muska yazmaya da tövbe etmiş. Yargılamanm sonucunda, üç yıl süreyle Sinop Cezaevi’ne kalebent olarak gönderilmesine[21] [22] ve ardından da “ıslah-ı nefs” etmesi için Bursa’ya sürülmesine[23] karar verilmiş...

Malum baskın gecesinden sonra, bizler babamı uzun yıllar hiç göremedik. Sanki bizleri doğururken ölmüş olan annemizi hiç görüp bilemediğimiz yetmezmiş gibi, üstüne üstlük artık babasız da kalmıştık. Öksüzlüğümüzün üstüne, bir de zoraki yetindiğin ağırlığı eklenmişti. Ama insanoğlu tuhaf bir mahlûk, her şeye zamanla alışıp, değişime hemen uyum sağlayıveriyor. Bir kez zorda kalmaya görsün, insan her türlü musibete göğüs germeye ve her çeşit güçlüğe katlanmayı başarıyor. Ne olursa olsun, hayat devam ediyor. Özellikle de, etraflarında olup biten hiçbir şeyden haberi olmayan masum çocuklar için...

Babamın Sinop cezaevinde geçirdiği günler, haftalar, aylar, hatta yıllar nasıl geçti, bizler hiç bilemiyorduk. İki üç ayda bir, bizlere birkaç sayfalık kısa bir mektup yazar yollardı. Mahpuslara gelen giden bütün mektuplar bu işle görevli sansür memurları tarafından açılarak okunduğu için, babamın mektupları hemen hemen hep birbirinin aynıydı. Soranlara selam eder, sağlığının iyi olduğunu bizlere bildirir, bizlerin sağlığını ve derslerimizin durumunu sorar, ailesini ve İstanbul’u ne kadar çok özlemiş olduğunu defalarca söylerdi. Evimize mektup geldiği gün eğer bizler henüz okuldaysak, Saliha evde asla sabredemez ve bizi karşılamak için okulun çıkışında beklerdi. Bizler okuldan çıkar çıkmaz, Efsun ile ikimizin elinden tutar ve hızlı adımlarla bizleri sürüklercesine, doğruca eve götürürdü. Kendisinin hiç okuma yazması olmadığı için, bizler eve gelinceye kadar mektubu açıp okuması zaten imkânsızdı. Veli ağabeyime de okutamayacağına göre...

Mektubun zarfım kimin yırtıp açacağı, babamın mektubunu kimin yüksek sesle herkese okuyacağı ve özellikle de babama gönderilecek olan cevap mektubunu kimin yazacağı, Efsun ile aramızda büyük bir rekabet konusu haline dönüşmüştü. Birbirimizin elinden zarfı kapmaya yanşır, hemen her şeyde olduğu gibi bu konuda da birbirimizle hep didişirdik. Sonuçta, Saliha bu soruna da ilginç bir çözüm bulmuştu. Babamdan seyrek de olsa gelmiş olan mektup zarflarım sırayla üst üste koyup, yeşil bir kurdele ile bağlıyordu. Babamdan gelmiş olan her mektup zarfının üzerine o mektubu okumuş olanımızın ismini yazdırmaya başladığından, mektup demetinin en üstünde kalan son zarfta adı yazan, bir sonraki mektubu okuma hakkım da böylelikle kaybetmiş oluyordu. Buna karşılık, Saliha’nm bizlere söylediklerini kelime kelime kâğıda aktararak, babama cevap olarak gönderilecek olan mektubu yazmak da onun görevi haline gelmiş oluyordu.

Babam da bizlerin ona muntazam bir sırayla, dönüşümlü olarak kendi çocuk el yazılarımızla yazmış olduğumuz berbat imlâlı mektupların hepsini tarih sırasına göre numaralayıp özenle saklamış. Babamın ölümünden sonra, odasındaki Edimekâri dolabm bir gözünde duran el oyması tahta bir kutunun içinden çıkmıştı bizim ona yazmış olduğumuz eski mektuplar. Bu mektupları bulup okuduğumuzda, Efsun ile ikimiz artık birer yetişkindik. Hem kargacık burgacık el yazılarımızın okunamaz durumda olmasından, hem de gerçekten berbat haldeki imlâ hatalarımızdan dolayı çok utanmıştık...

Aradan bir iki yıllık bir süre geçtikten sonra, babanım düzgün el yazısıyla yazılmış mektuplarının arası açılmaya, posta memurunun artık seyrek getirdiği mektup zarflarından çıkan sayfaların sayısı da giderek azalmaya başladı. Sinop’tan aldığımız son mektubu Efsun okuduğu için, babama cevap yazma sırası da bende olacaktı. Ama babam mektubunda “bundan sonraki mektubumu Sinop’tan ayrıldıktan sonra sürgüne gönderileceğim Bursa’dan yazacağım, sizler de artık o mektupta vereceğim adrese mektup gönderirsiniz” demişti. Bursa’dan gelen ilk mektubu kimin okuyacağı konusunda Efsun ile yine kapıştığımızı hatırlıyorum. Çünkü hem babamdan gelen mektubu okuma sırası bendeydi, hem de geçen seferki mektubuna cevap yazılamamış olduğu için mektubu yazma sırası da yine bana geçmişti. En azından, ben böyle düşünüyordum...

***

Babam Sinop’taki hapishanede tam üç yıl yatıp cezasını tamamladıktan sonra, mahkemede artık tövbekâr olduğunu söylemiş ve yemin vermiş olmasına rağmen, “ıslâh-ı nefs” etmesi için “Hüdâvendigâr Vilayeti’nde zorunlu ikâmete gönderilmiş,”[24] yani açıkçası Bursa’ya sürülmüştü. 1906 yılının kışında, Yeşil Cami’nin karşısındaki ara sokakta bulunan, iki katlı ahşap bir evin geniş iç avlusunun karşı tarafındaki ahırın hemen bitişiğinde bulunan küçük müştemilatına kiracı olarak yerleşmişti.[25] Babama bu tek göz odalı küçük evi bulan Yeşil Cami’nin imamı Hasip Ahmed Efendi, babamın Cerrahpaşa Medresesi’nden sınıf arkadaşıymış. Bir zamanlar bu medresenin ünlü müderrislerinden birisi olan dedem Hikmet Veli Hoca Efendi’nin de eski bir öğrencisiymiş. Hasip Efendi Bursa’ya sürgün edilmiş olan babama kucak açmış, bununla da yetinmeyerek sürgünde bulunan eski arkadaşım Yeşil Cami’nin yeni vefat etmiş olan müezzinin yerine işe alarak, babama ve dolayısıyla bizlere de namuslu bir geçim kapısı açmayı da başarmıştı.

Babamı ilk kez 1906 yazında yeniden görebildik. Her yaz okullar kapandıktan sonra, Saliha bizleri yanma alır, Bursa’ya babama götürürdü. Veli ağabeyim evde yalnız kalır, bizimle birlikte babamı ziyarete gelmezdi, tabii ki... Mudanya’ya kadar yelkenli bir ahşap tekneyle yapılan uzun deniz seyahati, daha önce bizim mahallenin dışma hiç çıkmamış olan bizler için sanki büyük bir eğlence gibiydi. Mudanya’dan Bursa’ya kadar engebeli toprak yol üzerinde neredeyse tam bir gün süren zahmetli kağnı yolculuğu ise tam bir işkenceydi. Ama yıllar sonra babamızı yeniden görebilmek için her türlü güçlüğe katlanmaya razıydık.

Babamı ilk gördüğümüzde, onun çok değişmiş olduğunu hemen ilk bakışta anlamıştık. Saçları ve sakallan beyazlaşmış, benzi solmuş, üstelik çok da zayıflamıştı. Üzüntüden elleri ve özellikle de sesi sürekli titremeye başlamıştı. Hayatı boyunca imam olarak çalışmış olduğu için, babam zaten hep dindar bir adam olarak yaşamıştı. Bursa’da ise dünyadan elini eteğini iyice çekmiş ve kendisini tamamen ibadete vermiş gibiydi. Anlaşılan aldığı ağır ceza onu yalnızca bedenen değil, ruhen de terbiye etmişti. Günlerini mütevazı tek göz odasmda, yalnızca kitap okumak ve ibadet etmekle geçirmeye başlamıştı. Bizlerle konuştuğu zamanlar, iki cümlesinden biri Allah’a, diğeri de gıyabmda hep “velinimetim” diyerek andığı Hasip Efendi’ye şükretmekle sonuçlanıyordu. Babam mahkeme heyetinin huzurunda vermiş olduğu tövbeye bütün ömrü boyunca sadık kaldı, ömrünün kalan kısmım mütevazı ve çileli bir hayat sürerek tevekkül içinde geçirmeye büyük gayret gösterdi.

Babam üç yıl kadar Bursa Çekirge’de “namuslu” bir hayat sürmüştü. 1908 yılının yazmda Hürriyet ilan edildiğinde, bizler de yine onunla birlikte kalıyorduk. Hürriyet ilan edilmişti edilmesine, ama Jöntürk’lerin ülkenin yönetimine gelmiş olmasına rağmen Sultan II. Abdülhamid -artık her nasıl olduysa- tahtta kalmaya devam ediyordu. Babanım İstanbul’dan gelen gazetelerde çıkmış olan yazılan nasıl takip ettiğini ve özellikle de genel af ilanına ilişkin haberleri nasıl su içer gibi yüksek sesle defalarca okuduğunu unutmak, asla mümkün değil...

Kaderin cilvesine bakın ki, İstanbul’da Hürriyet’in ilan edilmesinden birkaç gün sonra Sultan II. Abdülhamid’in gözde kafiyelerinden Serhafiye Fehim Paşa Beyoğlu’nda yaka paça yakalanıp, yavuklusu Madam Margaret ile birlilcte palas pandıras Bursa’ya sürülmüştü.[26] Meşrutiyet’i ilan eden Jöntürkler ülkedeki bütün siyasi mahkûmlar ve sürgünler için genel bir af çıkarmadan hemen önce, babam ile kendisini sürdürmüş olan Fehim Paşa da Bursa’da kısa bir süreliğine birlikte sürgünlük günleri yaşamış oldular. Babam İstanbul’a dönmeden önce Ulu Cami’nin bahçesinde, Koza Han’m alt katındaki kahvehanenin bahçesinde ve kendisinin müezzinlik yaptığı Yeşil Cami’de Fehim Paşa ile defalarca karşılaşmış olduğunu bizlere defalarca anlatmıştı. Adam, tabii, sefih hayatı boyunca o kadar çok kişinin canım yakmış olmalı ki, babamı hiç tanımamış bile...

Serhafiye Fehim Paşa’nm canım yakan da, kendi yavuklusu Fransız kokonası oldu. “Madam Margarit Fehim Paşa” olarak nam salmış olan Madam Margarit, Bursa’nm kasvetli havasına ve sürgündeki esaret hay atma daha fazla dayanamamış olsa gerek. Bir süre sonra gizlice Mudanya’ya geçip, bulduğu ilk Avrupa bandıralı vapura atlamış ve soluğu Fransa’da almıştı. Babam bu haberi gazetede okuduğunda, katıla katıla gülmüştü. Belki de o baskın gecesinden sonra ilk defa gözlerinden yaşlar gelircesine gülerek, gazetedeki bu haberi bizlere tekrar tekrar okuduğunda, hepimiz yatımdaydık. “Madam Margarit Fehim Paşa,” uğruna kurşunlar döktürdüğü, babama muskalar yazdırdığı ve büyüler yaptırdığı sevgili kocası Fehim Paşa’yı sonuçta yüzüstü bırakıp, ülkesine kaçıvermişti. Serhafiye Fehim Paşa’nm lavanta kokulu Levanten eşi Madam Margarit, tıpkı babam gibi Bursa’ya sürgüne gönderilmiş olan kocasını kaderine terk etmiş, bulabildiği ilk vapurla memleketine çekip gitmişti...

***

Meşrutiyet’in ilanının hemen ardından, ülkenin her tarafında genel af ilan edilmiş olduğu duyurulmuştu. Hapisteki ve sürgündeki Jöntürkler gibi siyasi suçlularla birlikte bütün adi suçlu mahkûmlar da salıverilince, babam da bizlerle birlikte İstanbul’a geri dönmüştü. Ancak babam İstanbul’a döndükten hemen sonra, bizim evde birden bire büyük bir para sıkıntısı baş göstermişti. Babam İstanbul’a döndükten sonra aylarca uğraşmasına rağmen, bir türlü iş bulmayı başaramadı. Bütün kapılar yüzüne kapanmış gibiydi. Sonradan Saliha’dan öğrendiğime göre, babam hapse girdiğinde bile beş parasız kalmış değildik. Yatak odasındaki büyük pirinç karyolanın ayaklarının içine babamın kara günlerde kullanılmak üzere önceden saklamış olduğu beşibiryerde altınlar sayesinde, Saliha evi geçindirebilmeye devam etmişti. Babamın büyücülükten kazanmış ve herkesten gizlemiş olduğu altın paralar ile, Saliha babam geri dönünceye kadar bizlere bakıp büyütmeyi başarmıştı.

Ancak hazıra, tabii ki, dağ dayanmaz! Babam döndükten kısa bir süre sonra, bizim evde ne kadar değerli eşya varsa hepsi birer birer satılmaya başlandı. Bu arada, Saliha da babamı yeniden üfürükçülük ve büyücülük işlerine geri dönmeye zorlamaya başlamıştı. Sık sık babamın odasmda bu konuda yüksek sesle kavga ettiklerini duyuyorduk. Saliha memlekete artık Hürriyet geldiğini, Sultan II. Abdülhamid’in bile tahtından olduğunu, isterse yeniden kolayca para kazanabileceğini babama her fırsatta yineleyip duruyordu.[27] Ama babamın kavga ettikleri zamanlarda onun yüzüne yüksek sesle hep haykırdığı üzere, “Cinci Arif Hoca” onun için artık ölmüştü. Babamın kendi deyimiyle, ondan geriye kalan “Arif Hikmet Efendi” ise, sözünün eriydi. Tövbe etmiş olduğu için, “bir daha bu işlere geri dönmemeye yeminli” idi... Babam bir yandan iş bulamamanın getirdiği maddi sorunlar, diğer yandan da yüzü kızarmadan kimseyle konuşamamanın ve başım yere eğmeden sokakta dolaşamamanın verdiği ruhsal sıkıntıyla, artık iyice bunalmaya başlamıştı.

İşte tam da o zor günlerde, babam Cerrahpaşa Medresesi’nde dedemin yerine müderris olmuş bir başka sınıf arkadaşıyla tesadüfen sokakta karşılaşmıştı. Dedem Hikmet Veli Hoca Efendi’nin de eski bir talebesi olan Kastamonulu Mustafa Ali Hoca’nın sağladığı küçük yardımlarla yetinmeye ve kıt kanaat geçinmeye mecbur kalmıştık. Kastamonulu Mustafa Ali Hoca, uzun uğraşlardan sonra babama Küçük Langa Caddesi’nin üzerinde, Langa Bostanları’nın bitişiğinde metruk bir halde bulunan Cellât Abdullah Camii’nin bekçilik görevini ayarlamayı başarmıştı. Cellât Abdullah Camii, artık tam bir harabeye dönmüş olduğu için cemaati filan da yoktu. Babamın asli görevi ise bu yıkık binayı beklemek, yani maaşlı bekçiliğini yapmaktı.

Ama babam asla yılmadı, harabe halindeki bu camiyi kendi elleriyle temizledi. Yıkık duvarların arasında, her nasılsa sağlam kalmış olan kubbeli bir revak altım da ibadete hazır bir hale getirmeyi başardı. Eskiden olduğu gibi, her sabah erkenden kalkıp, doğru dürüst bir cemaati bile bulunmayan bu camiye namaza gitmeye başladı. Çevredeki diğer camilere yürüyemeyecek kadar yaşlanmış birkaç ihtiyar komşu ile birlikte, iki duvarı yerle bir olmuş ve kalan kısmı da yan yıkılmış halde bulunan bu camide onlarla birlikte namaz kılmaya, hatta onlara namaz kıldırmaya da başladı. Halk arasında “büyü hak, büyü yapan kâfirdir,” derler. Babanım fahri imamlığım kabul etmiş olan bu ihtiyarlar, mahalleli mutaassıpların “siz bu kâfiri kendinize imam mı bellediniz?” yollu sataşmalarına da maruz kalmışlardı. Babam kendisini savunan bilge bir ihtiyarın “tövbe etmiş bir adama dil uzatmak, sizlere de bizlere düşmez” diyerek, mahalleliyi yatıştırmış olduğunu Saliha’ya üzüntü içinde anlatmış...

Bu arada Efsun ile ikimiz de büyümüş ve serpilmiştik. Veli ağabeyim hayattan kopmuş olduğu için babam ondan umudunu tamamen yitirmişti. Kız çocukları olduğumuz halde her ikimizi de okutup birer meslek sahibi yapabilmek için, elinden gelen her şeyi yapmaya çalışmıştı. Bizlere her vesileyle sürekli “ben ölüp gitmeden bari sizler birer altın bilezik sahibi olun” deyip duruyordu. Eski sınıf arkadaşlarım araya koyarak, Efsun’u Çapa’da bulunan “Çapa înâs Darülmuallematı” adlı kız öğretmen okuluna, beni de Kadırga’daki “Kâbile Mektebi”ne, yani ebelik okuluna kaydettirmeyi başarmıştı. Efsun çokbilmiş olduğu için, öğretmen olmayı seçmiş; ben ise ileride annemin durumundaki kadınlara belki bir faydam dokunur umuduyla, ebe olmaya karar vermiştim...

Babamın eline geçen küçük bekçi maaşı ailece geçinmemize bir türlü yetişmediği için, kışın ortasında odunsuz kömürsüz kaldığımız günler de oluyordu. Bazen resmen aç kaldığımız günler ve geceler de yaşadık. Konu komşunun yardımlarına muhtaç hale düştüğümüz günler bile oldu. Ama bütün bu yaşamsal güçlüklere ve ekonomik zorluklara rağmen, babamın da özel teşvik ve gayretleriyle, 1912 yılının yazmda her ikimiz de okullarımızı bitirmeyi başarmış ve birer şahadetname almaya da hak kazanmıştık.

Efsun ile okullarımızı bitirdiğimiz ve eve diplomalarımızı aldığımız günü de asla unutamayacağım... Artık birimiz öğretmen, diğerimiz de ebe olmuştuk. Meslek sahibi birer genç kız olarak eve döndüğümüz günün gecesinde, babam ikimizi birlikte kendi odasma çağırdı. Bizleri hemen evlendirmeye karar vermiş olduğunu, hatta her ikimiz için de söz kesilmiş olduğunu bir solukta yüzümüze söyleyiverdi. Çok şaşırmıştık... Efsun ile birbirimize bakıştık, gözlerimizden yaşlar süzülmeye başlayıvermişti. Damat adaylarının kimler olduğunu öğrendiğimizde, şaşkınlığımız bir anda kızgınlığa, gözyaşlanmız da birdenbire isyana dönüşüverdi. Babam beni kendi hayırsız kardeşi Akif amcamın delifişek Jöntürk oğlu Mahir ile; Efsun’u ise Bursa’da evinde kaldığı eski sınıf arkadaşı Hasip Efendi’nin Bursa’daki Ulu Cami’nin karşısında bulunan Koza Han’da ipek ticaretiyle uğraşan sofu meşrep küçük kardeşi Hüseyin Ahmed Ağa ile evlendirmeye karar vermişti. Günlerce ağladık, sızladık, ama hiç fayda etmedi. Kendisinin Cinci Hoca şöhretinden dolayı bizleri başka hiç kimsenin nikâhına almayacağım düşünen babam, kararım vermişti artık bir kere...

Aradan aylar geçtikçe, babamın bizleri neden alelacele evlendirmek zorunda kalmış olduğunu daha iyi anlamaya başlamıştık. Hastaydı...! Büyük ağabeyimiz Veli, babasının başma gelen baskından sonra zaten konuşmaz bir hale gelmişti. Babasının Cinci Hoca çıkmış olması onu derinden sarsmış, bunalıma sokmuştu. Bizler yazlan Bursa’da babamın yalımdayken kendisine pek de iyi bakamadığı, babam aftan sonra İstanbul’a döndükten sonra da parasızlıktan doğru dürüst beslenemediği için, önceleri müzmin bronşit zannedilen ciğer hastalığı giderek ilerlemişti. 1911 yılının sonunda iyiden iyiye yatağa düştüğünde öksürürken kan tükürmeye de başlaymca, Veli ağabeyimin hastalığının sanıldığı gibi bronşit değil, verem olduğu anlaşılmış, Harb-ı Umumi bitmeden önce de ölmüştü. Başımıza gelenlerden dolayı kendisine kırıldığı için hayata küsmüş olan biricik oğlunun üzüntüsünden înce hastalığa tutulmuş olması, babamı da kahretmişti. Çaresizlikten, bizlerin geleceği için en münasip adaylar olduklarım düşündüğü kocalarımızla bir an evvel baş göz edilmemizi istemişti.

Babamın bizleri kocaya vermek konusunda bu denli aceleci olmasının asıl nedeni olan kendi hastalığım ise, bizler ancak evlendikten hemen sonra anladık. 1912 sonbaharında Balkan Harbi’nin yeni başladığı günlerde, kendisinden ve etrafta oturan birkaç ihtiyardan başka kimselerin pek uğramadığı Cellât Abdullah Camii’ni babam Balkanlar’dan kaçıp İstanbul’a sığman Müslüman Türk mültecilerin kullanımına açmıştı. Sokaklarda kalan zavallı göçmenlerin dertlerine biraz olsun derman olmaya çalışmıştı. Bir sabah erkenden harabe halindeki eski camisine sığınmış olan mültecilere sabah namazım kıldırmaya giderken, babam yolda fenalaşıp düşmüş. Hiç âdeti olmadığı halde öğle namazına da gelmeyince, merak edip onu aramaya çıkan Balkanlı muhacirler Langa Bostanı taraflarında babamı düştüğü yerde saatler sonra bulduğunda, durum nihayet aydınlanmıştı. Eve çağrılan doktorun muayenesi sonucunda, babamın sağ tarafından kısmı felç (nüzul) geçirmiş ve artık yatalak kalmış olduğu anlaşılmıştı...[28]

III. Babamın Gizli Hazine Sandığı

1912 yazında mektepten mezun olup öğretmen olduktan hemen sonra, Efsun Bursa’daki ev sahiplerimizin kardeşi olan Hüseyin Ahmed Ağa ile evlenip Bursa’ya gelin gitmişti. Bursa’da Ulu Cami’nin karşısındaki Koza Han’daki dükkânında ipek ticareti ile uğraşan Hüseyin Ahmed Ağa gayet sofu mizaçlı, muhafazakâr, dindar bir adamdı. Eskiden Cerrahpaşa Camii imamıyken İstanbul’da Cinci Hoca adıyla şöhret bulmuş olmasma rağmen, Bursa’da Yeşil Cami’de görev yapmış babam gibi bir müezzinin kızını nikâhı altına almış olmak onun için çok önemliydi. Hüseyin Ahmed Ağa karım kadar da zengindi, Efsun’u maddi açıdan hep rahat ettirmeye çalıştı. Ama ikisinin bir türlü çocukları olmadı. Hüseyin Ahmed Ağa ancak daha sonra Efsun’un üzerine getirdiği kumadan iki çocuk sahibi olabildi.

Ben ise Akif amcanım oğlu Mahir ile zoraki bir evlilik yapmak durumunda kalmıştım. Mahir, Trablusgarp Savaşı’ndan döndüğünde bizim eve içgüveysi olarak ,girmişti. Katıldığı bitmek tükenmek bilmez savaşlardan arta kalan kısa sürelerde, Mahir de evde bizimle birlikte yaşıyordu. Dışarıya ve özellikle de Efsun’a belli etmemeye çalışıyordum, ama bizimkisi aslmda çok mutsuz bir evlilikti. Mahir kamımdan sıpayı, sırtımdan da sopayı hiç eksik etmedi. Yine de Mahir’in öğretmen olması bizim için bulunmaz bir nimet gibiydi. Çünkü onun düzenli ödenen öğretmen maaşı, imdadımıza yetişmişti. Veli’nin înce hastalığa yakalanmasının ardından, babamın da geçirdiği felç yüzünden eve kapanmak zorunda kalmış olması, bizleri ekonomik açıdan çok daha zor bir durumda bnakmıştı. Zira, bizim evde iki yatalak hasta vardı, bir de kayıp koca...

Efsun ile ikimizin mutsuz evliliklerimiz konusunda Saliha bir keresinde bize aynen şöyle demişti: “Kızım, koca denilen şey cindir cin! Bazı kızlan görür, yemek ister. Hem de parça parça parçalayıp öyle yemek ister. Gelin kızın babasma: ‘Ya kızım bana verirsin, yahut seni veya kızım parçalayıp yerim’ der. Babası dahi kendisini cine yedirmemek için kızım feda eder. İşte kızım bu suretle cinin pençesine teslim vermesine ‘kızım kocaya vermek’ tabir olunur.”[29] ***

Dediğim gibi, Mahir ile Trablusgarp Savaşı’ndan döndüğü günlerde, yani 1912 yazmda evlenmiştik. Mahir, amcası Cinci Arif Hoca’mn evine içgüveyi olarak girmişti, ama başlangıçta çok mutlu bir çift gibi görünüyorduk. 1913’te kızımız Meryem Mahir, 1915’te de oğlumuz Arif Mahir dünyaya gelmişti. Ama Mahir oğlunu hiç göremedi... 1913 sonbaharında Balkan Savaşı başladığında, Mahir hemen orduya gönüllü yazılmış, Çorlu Bozgunu’ndan sonra sığındığı Edirne’de de mahsur kalmıştı. Edime Muhasarası’nda bacağından yaralanmış olduğu için, Edime Bulgar ordusunun eline düştüğünde Hilâl-i Ahmer Hastahanesi’nin bütün personeli ve yaralı hastalarıyla birlikte Mahir de esir düşmüştü. Bulgarlar Türk esirlerin hemen hepsini Sofya’ya nakletmişlerdi. Bize orada tutsak olduğuna dair bir esir mektubu gelince, Mahir’in sağ olduğu anlaşılmıştı, ikinci Balkan Harbi patlak verince, bu sefer Yunan ordusuyla savaşa tutuşmuş olan Bulgarlar, Edirne’nin İstirdadı’ndan hemen sonra diğer bütün Türk esirlerle birlikte Mahir’i de Varna’dan bir vapura koyarak İstanbul’a geri göndermişlerdi.

Ama Mahir Varna’daki sürgünlük günlerinde artık tanınmayacak kadar çok değişmişti. İstanbul’a dönüşünde kocamda içki ve kadm düşkünlüğü baş göstermişti. Aslında Mahir idadi mektebi okumuş iyi bir mahalle mektebi muallimiydi. Başlangıçta kıt gelirine rağmen evine gayet düşkün bir adamdı...

Gümrükte çalışan sınıf arkadaşları vasıtasıyla Avrupa’dan evrâk-ı muzırra getirterek, gençliğinde Jön Türk hareketine gönül vermişti. Bir vakitler Beyoğlu’na sıkça çıktığı, içki sofralarına çok düşkün olduğu, İttihatçılar ile düşüp kalktığı, hatta Madam Arganuş’un evinde çalışan Marika adlı bir kadınla dost hayatı yaşadığı yolunda dedikodular kulağımıza kadar gelmişti. Mahir hep İttihatçılara özenmiş, Balkan Savaşı’nda benden gizlice gönüllü htiyat zabiti olarak orduya yazılmış, Edime Muhasarası sırasında Bulgarlar’a esir düşünce de kendisini Sofya’daki bir esir kampında buluvermişti.

Harb-i Umumi çıkıncaya kadar, bütün Beyoğlu âlemleri Mahir’den sorulur olmuştu. İçki, kadm ve kumar, onun vazgeçilmez tutkuları haline dönüşmüştü. 1914 sonbaharında Birinci Dünya Savaşı patlak verdiği zaman yedek subay sıfatıyla yeniden savaşa gittiğinde, gelecek sekiz aym bütün öğretmen maaşlarım zaten senet karşılığında kumar borçlarına karşılık olarak vermişti. Dedemizden kalmış olan Langa’daki bostanı da kumar masasında yiyip bitirmiş, üstelik Veli’nin imzasını taklit ederek bizlerin payım da kumarda yemişti. Kumar borçlarından dolayı bizim eve alacaklılar üşüşmüş, evde ne var ne yoksa silip süpürmüşlerdi.

Savaş başlayınca, bu sefer de Çanakkale Cephesi’ne gönderilmişti. Çanakkale’de kara savaşı başladığında Anzak cephesinde olduğunu ögrenebilmiştik, bir daha da kendisinden haber alınamadı. Mahir’in şehit olduğu bir türlü kesinleşmediği için, Muinsiz Aile Maaşı da alamadık. Orduda olduğu için, öğretmen maaşı da tamamen kesilmişti. Mahir’den aldığım asker eşi maaşı ise savaş yıllan boyunca yalnızca elli kuruştan ibaretti. Bu kısıtlı para ile savaşın ilk günlerinde ayda iki yüz somun ekmek alabiliyor iken, savaşm son yıllarında ancak iki ekmek satm alabilmekteydik.

***

Babamın ani ölümünden kısa bir süre soma, Cerrahpaşa Camii’nde imamlık yaptığı yıllarda onun müezzinliği görevini üstlenmiş ve babamın yakalanıp önce Sinop’a mahpus soma da Bursa’ya sürgün olarak gönderilmesinden soma onun yerine caminin imamı olarak atanmış olan Abdülkadir Hoca Efendi, bir gün çıkıp bizim eve geldi. Babamın hapse düşmesinin ardından onun mahalledeki Cinci Hoca vazifelerini de kendisinin üstlenmiş olduğunu önceden duymuştuk. Mahallede efsane gibi anlatıldığına göre, “elinden tespih, ağzından dua düşmezdi. Halkın büyük bir kayıtsızlıkla ‘Çiçek’ ismini verdiği Frengi’ye nefes eder, tütsü yapardı. Zelzele gibi, kolera ve savaş gibi felaketleri önceden haber vermek, kışın şiddetini yazdan, yazm kurağım kıştan anlamak gibi ermişlik halleri onu yalnızca mahallede değil, şehirde bile sözü geçen bir mevkie çıkarmıştı. İstanbul zelzelesini aynı gün, aym saate dendiğine göre, sanki anlamış, kahvedeki minderli, pöstekili özel köşesinde yan uykulu yan kendinden geçmiş sessiz dururken.. .”[30] birdenbire yerinden fırlayıp, depremin olacağım yarım saat önceden herkese haber vermiş, nefesi kuvvetli bir hüddamlı hoca olarak nam yapmıştı.

Saliha ile ikimiz Abdülkadir Hoca Efendi’yi babamın eski odasma buyur edip, kahve ikram ettik. Babamın dedelerinden kalma bir büyü defterinin olduğunu bildiğini ve o defteri bulmamızı çok istediğini söyledi. Eğer defteri bulup ona getirirsek, bize çok para vereceğini de ekledi. Saliha ile ikimiz, birbirimize bakakalmıştık... Böyle bir defterin varlığından haberimiz bile yoktu. Babam tövbesine sadık kaldığından olacak, ölmeden önce böyle bir defterin ne varlığından bahsetmiş ve ne de yerini bizlere söylemişti.

Dediğim gibi, babanım sürgüne gidişinden sonra, mahallenin büyücülük işlerine Abdülkadir Hoca Efendi’nin soyunmuş olduğunu bizler de daha önceden de duymuştuk. Örnek olarak tespihi sıkıp suyunu çıkarması, yumurtanın üstünü yazıp akım ya da sarısını yok etmesi gibi şeyler, halk arasında çok meşhurdu. Bütün bunları hep babamdan öğrenmiş olmalıydı. Çünkü babamız Arif Hoca keyfi yerinde olduğu geceler, bizleri soba başında eğlendirmek için yapardı bu gibi şeyleri. Bunların nasıl yaptığım da bizlere öğretmişti aslmda. Tespihi sıkıp su çıkarmanın yolu, önceden ıslatılıp hazırlanmış küçük bir sünger parçasını kimseler görmeden parmaklanmn araşma saklayıp, zamanı gelince biraz sıkıştırmaktan ibaretti. Yumurtanın akım veya sarısını yok etmenin yolu ise İnce bir enjektör iğnesi ile açılmış bir delikten yumurtanın istenilen kısmım çekip, sonra da bu küçült deliği biraz alçı ile kapatıp yok etmekten geçiyordu.

Defter işinin aslım öğrenmek için, Saliha ile birlikte Abdülkadir Hoca Efendi’nin evini ziyaret etmiştik. “Orta halli, büyükçe bir evin bahçe üstünde, genişçe bir odası... Mefruşat eski tertiptir. Odanın sağ ve solunda geniş erkân minderleri vardır. Bu minderlerin üzerlerinde mavi birer post serilidir. Cephedeki duvarın önünde de sağlı sollu iki yer minderi ve bu minderlerin üstüne de birer kırmızı post serilmiştir. Üzerleri kırmızı postla örtülü ot minderlerinin önünde birer rahle ve bu rahlelerin üzerinde içlerinde renkli mumlar yanan birer şamdan, şamdanların dibinde yeşil kaplı açık bir kocaman kitap... Cepheye gelen duvarda birer metre boyunda iri taneli, büyük eski tespih, birer derviş teberi, birkaç levha asılıdır. Levhaların kimi yazılı, kimi resimlidir. Resimli levhalar da şöyledir: Küreklerinde eshab-ı kehfîn adlan yazılı olan kayıkla elinde yılandan bir kamçı olduğu halde pala bıyıklı bir aslanın üstüne binmiş bir denizkızı... Odanın bir kenarında üzerinde birkaç ibrik kaynayan bir mangal... Mangalın yanındaki bir yer iskemlesinin üstünde birkaç buhurdan, gül suyu kabı... Sol ve sağ tarafında içeri öd ağacı, amber, zencefil, karanfil, havlıcan, tarçın filan gibi bir sürü Mısır Çarşısı baharatı ile dolu raflar, hücreler... Bu itibarla bu oda eski bir kökçü dükkânım andırmaktadır. Bir kenarda bir darbuka, bir zilli maşa, bir yelpaze, bir kamış düdük... Rafların birinde ve göze görünecek yerde taştan, tahtadan yahut sahici ölü bir baykuş... Raflar ve hücrelerdeki rengârenk baharat ve ilaç şişeleri ile kutulan, altındaki üçayaklı sehpası olan ve üstü renkli kâğıtlarla gelin askısı gibi süslenmiş bulunan ve etrafında kandiller yahut fenerler yanan bir tabla.”[31]

Biz, “aradık taradık, ama defteri evde bir türlü bulamadık” deyince, Abdülkadir Hoca Efendi şöyle bir düşünüp, sakalım sıvazladı. Sonra, “Arif Hoca bizlere hep Hazreti Muhammed’in kendisine yaptınlmış olan büyüyü bir vahadaki su kuyusunun dibinde hurma yapraklarına sarılmış olarak buldurduğunun hikâyesini anlatırdı, sizin arka bahçedeki hurma ağacının altodaki kuyunun dibine de baktınız mı?” diye sordu. Bakmamıştık tabii ki...

Hemen eve koştuk. Safiha pirinç karyolanın ayağından kalmış olan son bir beşibiryerde çıkarıp, kuyunun suyunu boşalttırdı, kuyunun dibine adam indirilerek kuyunun dibini de arattırdı. Ama sonuç, nafile! Kuyunun dibinden Efsun’un çocukluk terliklerinden birinin teki, Veli ağabeyimin tahta atı, oyuncakları ve saire çıktı, ama ya defter; yok, yok, yok...

Elimizde kalan son parayı da böylece harcadıktan sonra, Safiha ile kafa kafaya verip düşünmeye başladık. Su kuyusundan çıkmadı, ama defter buralarda bir yerlerde olmalı diye düşündük. “Üstelik suyla alakalı bir yerlerde...” diye düşünerek, önce banyoya baktık, sonra da mutfağa doğru yöneldik. Kuzinenin altı, tezgâhın üstü derken, Safiha birden bire yıldırım çarpmış gibi bağırdı: “Su küpünün içinde!” Hemen su küpünün içindeki suyu da boşalttık, yine nafile! Fakat, daha önce boşalan küpü su ile doldururlarken Saliha’nın gözüne defalarca çarpmış olan bir ayrıntı, suyunu tamamen boşalttığımız küpün dibinde birikmiş olan tortuların arasından bize doğru bakmaktaydı...

Su küpünün içine gaz lambasını sarkıtıp İncelediğimizde, küpün içini kaplayan şeffaf sırın hemen altoda siyah ve yeşil mürekkeple çok detaylı olarak çizilmiş bir hurma ağacı figürü gördük. Küpün etrafım kazıp, yarı beline kadar toprağa gömülmüş olduğu yerden dışarıya çıkarmaya çalıştık. Yine yok! Küpü dışarıya çıkardıktan sonra toprağı eşmeye başladık ve sonunda kürek sert bir cisme takılarak tok bir ses çıkardı, kendimi tutamayıp bağırdım: “işte burada!” Babamın gizli hazine sandığım bulmuştuk...! Kazmaya devam ettik, sonunda teneke kaplı, demir kabaralı küçük bir ahşap sandık, muşambalara sarılmış olarak ortaya çıkmıştı. Sandığın kilidini kırıp kapağım açmayı başardığımızda, içinden çıkanlar bizi hayrete düşürmüştü: İmam Cafer’in gizli ilimler kitabı da dâhil olmak üzere birkaç elyazması kitap, çeşitli büyü malzemeleri ve saire... Sandığın dibinden, kapağı su geçirmeyecek şekilde balmumu ile iyice kaplanarak sıkıca mühürlenmiş, büyükçe bir cam kavanoz da çıkmıştı. Balmumunu ateşin üzerine tutarak eritip, kavanozun kapağım açmayı başardığımızda, içinden kırmızı meşin kapakla ciltlenmiş bir okul defteri rulo haline getirilmiş olarak çıkmıştı. Defterin ilk sahifesinde ise güzel bir sülüs yazıyla yazılmış şöyle bir ibare okunmaktaydı: “Fâideli Bilgiler...”

IV. Yazdıkça da Yazıyor İnsan...

işte babama babasından, babasma da dedesinden kalmış olan ata yadigârı büyü defteri nihayet böylece elimize geçmişti... Ben hep defteri Abdülkadir Hoca Efendi’ye satarız, parasızlıktan da kurtulmuş oluruz diye düşünüyordum. Ama Saliha, Veli ağabeyimin de hep demiş olduğu gibi paragöz olduğu için, onun başka bir planı vardı: Babamın defterini kullanarak beni büyü yapmaya ikna etmek...

Defteri bulduktan sonra, günlerce tartışmıştık. Deftere göre büyü yapılacaksa, kim yazacak diye aramızda konuşmaya bile başlamıştık. Saliha sonunda beni bu işe ikna etmeye çalışırken, aramızda şöyle bir konuşma geçmişti:

“Ayol, ben zırcahil bir kadınım. Elif görsem, mertek sanırım. Bütün mahalleli de bunun böyle olduğunu gayet iyi bilir. Bana inanmazlar, ama sen maruf Cinci Arif Hoca’mn kızısın. Bu gizli işler ata yadigârıdır, babadan oğula, anadan kıza geçer. Veli’den bu işte bize bir hayır yok, ama sen her ne yaparsan, sana hemen inanırlar.”

“Sahi inanırlar mı ki?”

“Sizlere mahallede hâlâ ‘Cinci Arifin kızları’ demiyorlar mı? Hâlâ ardınızdan ‘cinleriniz nerede’ deyip, sizleri yoklamıyorlar mı?”

“Bilmem, unuttular bile babamı...”

“Görünüşte unutmuş gibi davranıyor olabilirler, ama mahalle arasında yaşanan böyle şeyler asla unutulmaz, kızım!”

“Bilmem ki...”

“Ben önce sana derdi aslmda büyüyle müyüyle değil, şöyle aklı başında birinin vereceği bir iki telkinle bile kolayca düzelebilecek, derdi kolay bir müşteri bulayım. Sen de babanın defterindeki terkiplere göre yazarsın ona bir muska. Bir de helva kavurur, ‘cinleri çağırıp sana büyülü helva yaptık, git bunu kocana yedir,

hemen senin köpeğin olsun’ dersin.[32] Sonra da bir görelim bakalım... Bak bakalım, bizim bütün mahalleli babanın bu konulardaki haklı şöhretini çoktan unutmuş mu, yoksa hiç unutamamış mı...!”

***

Kâbile mektebinde okumuş olduğum için, önceleri bizim mahallede ebelik yapmaya çalışmıştım. Ama savaşlar birbiri ardına gelince mahalledeki kadınlar gebe kalmadığı gibi, gebe kalmış olanlar da bebelerinden kurtulmaya çalışıyorlardı. Düşük yapmak isteyenlere yardım etmeye başlamış, ıskat-ı cenin işleriyle de uğraşmıştım. Savaş nedeniyle hamilelikler de bıçak gibi kesilince ve ben de ebe olarak aç kalınca, önce kürtaj yapmıştım, şimdi de büyü...

***

Saliha beni bu büyü işlerine sokmak için çok uğraştı. Ben mahallelinin benim yapacağım büyüye inanmayacağım, artık böyle hurafelere filan kimselerin inanmayacağım düşünüyordum. Beni ikna etmek isterken dedi ki: “Füsun kızım, dünyada herkes ahmak, herkes budala da yalnız sen mi akıllısın? Cin, peri, cadı, hortlak yok mu? Kimi ölülerin ruhlarının ailelerini, evlerini ziyarete geldiklerini hiç işitmedin mi? Dünyada soyları kesilmiş ruhların cami, tekke kapılarında dolaştıklarım kürsü şeyhleri bar bar bağırarak cemaatlerine anlatmıyorlar mı? Kesikbaş hikâyeleri büsbütün efsane mi? Kimi mezarlıklarda, şehitliklerde, kale, hisar burçlarında kanlı kefeniyle dolaşan şehit ruhlarına ilişirin menkıbeleri hiç dinlemedin mi? Geçenlerde Laleli taraflarında bir evliya: ‘Ben buralarda duvar altında yatmaktan sıkıldım. Duvarı yıktır. Bana bir türbe yaptır. Kandil yaktır... ’ diye bir paşanın düşüne girmedi mi? Ben pek okumuş bir kadın değilim ama bizim tarihlerimizde bunlarla ilgili yüzlerle rivayetler yok mu? Fetih zamanında Yavedut hazretleri mezarından çıkıp da ‘Gavurcuklarıma dokunmayınız!’ nidasıyla Fatih’in güllelerini eliyle durdurarak, kuşatılmış Hıristiyanları savunmadı mı? Daha geçen ki Yunan Savaşı’nda Emir Buhari Hazretleri’nin yeşil sarık ve cübbesiyle savaşa katıldığım komşumuzun oğlu kurmay subayından dinlemedin mi? Daha ne kadar örnek ve kanıt istersin?”[33]

Sonuçta, Saliha bu işlerden ne kadar çok para kazanılabileceğini bana göstermek için Şefika Molla isimli başka bir büyücü kadının yaptıklarım örnek vermişti. Ballandır ballandıra anlattı: “Şefika Molla için çok zengin deniliyordu. Çünkü bütün Selamsız’ın hastalan ona gelirdi. Yazm bahçesinde dut ağacının altındaki muayenehanesi, kışın kırmızı yün halı döşeli minimini bir mescide benzeyen ocaklı, mihraplı odacığı hiç boşalmazdı. Kısmet için genç kızlar; imtihana yakın zihinleri açılmak için mektepliler; çocuğu olmayan kısır kadınlar;

kazanamayan tüccarlar; bir şeyini kaybetmiş efendiler; kocalarım kıskanan hanımlar; sevgililerine kavuşamayan âşıklar; tezkere alamayan askerler; terfi edemeyen zabitler; vereminden tutunuz da frengisine, belsoğukluğuna kadar her türlü hastalar; kötürümler, körler, dilsizler, sağırlar hep Şefika Molla’ya gelirler. Kendilerini ona okuturlar, muska alırlar, üzerlerine kurşun döktürürler, ondan şifa, ondan ümit beklerlerdi.”[34] [35]

Birlikte Üsküdar’a geçip, Selamsız’da Şefika Molla’yı evinde ziyaret ettik. Şefika Molla’yı gördüğüm zaman, “bu kadın bile bu işleri yapabiliyorsa, babanım defteriyle ben neler yapmam” diye düşünmüştüm. Şefika Molla, etrafındaki diğerleri gibi Saliha’nm da “kendisinden son derece korktuğu, çam yarması denilen çapta, kocaman kafalı, kızıl saçlı, şakakları hacamat izli, kaşsız denilecek kadar kabak, gözleri çiğ mavi, çipil, burnu hürmetli, ağzı hem büyük, hem de alt dudaklarına kenarlarına sonradan et eklenmiş gibi tırtıllı, dişleri iri, seyrek, sarışın, çenesi yassı, boynu katmer katmer, kollan uzun, parmaklan kaim tırnaklı, kamı şiş, baldırları eski konak sedirlerinde bulunan orta yastıkları andırır derecede yusyuvarlak vaktiyle oç 1 pabuç almaz dedikleri kadar battal kalıp, bir kadındı.” ***

Safiha beni ikna etmek için çok uğraşmış, çok didinmişti. Sürekli olarak, “sen bu işlerin içinde doğdun kızım, bu işler senin mayanda var, babandan sana da geçmiş” deyip duruyordu. Safiha aslmda galiba haklıydı. “Küçük iken benim başımda püskülümün araşma dikilmiş mavi boncuğum, yeni robalarımı giyip Safiha annemle beraber sokağa çıktıkça sağ omzuma takılır armut biçiminde Mahmudiyeli, hurma nalınlı, güğümlü, boncukla nazarlığım, boynumda sim, müsellesi bir muhafaza içinde Merkez Efendi Şeyhi’nin yazdığı büyük muska ile, tifo hastalığından kalkar kalkmaz Sofular’da Tatar Hoca’nın verdiği muşamba üstüne siyah bez sarılı küçük muskam, yelek ceplerinde çörekotu, bilmem hangi evliyanın sandukasının önündeki kavuğundan kesilmiş, duası edilmiş tütsülerim var idi.. .”[36] Babam da küçükken bizleri hep Eyüp Sultan’a götürmemiş miydi? Efsun da çok iyi bilir. Çocukken hastalandığımız bir sefer, Eyüp Sultan’daki türbedar bizleri iyi etmek için; “Türbenin serin ve yeşil loşluğunda türbedar bizi üç defa tespihten geçirdi.

Türbenin süpürgesinden parçalar kopararak, yakıp bana tütsü olarak vermelerini de tavsiye etti.”[37]

Saliha da zaten bizleri cinler ve perilerle dolu masallar anlatarak büyütmüştü. “Onlar gündüzleri ağaca benzerler, ama geceleri yeşil sarıklarıyla bahçelerde, süprüntülüklerde dolaşırlar. Servi dipleri tekin yer değildir, oralarda oynanmaz.” diye diye büyütmüştü. Aynı şekilde “Hallim Kadın, bizi korkutmak için evde icat edilen; ‘geliyor’ diye aklımı başımdan alan, hayali bir dişi umacı idi.”[38] [39]

Sonuçta Saliha beni bu işlere girmeye ikna etmeyi başarmıştı. İlk müşterim, Muhtar’ın kızı Ayşe’ydi, Saliha’nın öz be öz yeğeni. Ayşe kocasının sarhoşluğundan ve çapkınlığından Saliha’ya dert yanarken “Cinci Hoca sağ olaydı, yazdırırdın bir muska, benim adam hemen muma dönerdi” demiş. Saliha da fırsat bu fırsat, Ayşe’ye cinlerden perilerden, nüshalardan muskalardan bahsettikten sonra, lafı hemen babamın ölmeden önce bana el vermiş olduğuna getirerek, demiş ki: “Onlarla dalaşmanın din yolunda savaşa gitmek kadar sevabı vardır. .. .Biz önce elimizden geldikçe bu cehennemlikleri düzeltmeye uğraşalım. Ben Füsun Hoca’ya gidip bir hassalı, tesirli muska yazdırayım. Bu muskayı herifin haberi yokken elbisesinin bir tarafına dikiver. Bir de tütsü yaptırayım. Uyurken fiilen kendisini tütsülemeyi beceremezsen, çamaşırlarına bas tütsüyü, bas tütsüyü... Elbette günün birinde akıllanır. Latilokum şekerine de bir güzelce okutayım. Ne bilecek, onu da yedir. Ama dikkat et, şarap içtiği akşama rastlamasın.”

Ben büyüyü yapıp muskayı hazırladıktan sonra, aradan birkaç zaman geçmiş, her nasıl olduysa Ayşe’nin kocası hakikaten nedamet getirerek eve dönmüş ve artık uslanmış olduğunu dünya âleme ilan etmişti. Saliha durur mu, Ayşe’yi de yanma katarak mahallenin bütün kadınlarım dolaşmış, Cinci Arif Hoca’nm ölümünden önce kızı Füsun’a el vermiş olduğunu bütün mahalleye yaymıştı. Yıllarca babamın başma gelmiş olanlardan dolayı mahallede çok çekmiştik. Ama babanım şöhretinin bana geçmiş olduğu duyulduktan çok kısa bir süre sonra, şanım mahallenin dışmda bile duyulmaya başlamıştı.

Ziyaret için Ayşe ile birlikte dolaştığı evlerden birisinde, kadının biri Saliha’ya iktidarsız kocası hakkında demiş ki: “Herifin gözü artık beni görmüyor; büyü yapıp kocamı bağladılar; o sırım gibi adam paçavra kesildi; keskin bir hoca biliyorsanız bana sağlık veriniz büyüyü bozdurtayım; bu genç yaşımızda herifle hemşire birader olduk a dostlar! Zevcimi haftalarca tütsülere yatırdım; yedirmediğim kuvvet macunu, takmadığım nüsha, ıslatıp, içirmediği dua bırakmadım; kunduzlara, köstebeklere, kaplumbağalara, kurbağalara, örümceklere, yengeçlere, şeytanminaresi muhteviyatına, hüd hüd kuşu yumurtalarına varıncaya kadar hep yedirdim.”[40]

Saliha durur mu, hemen benim adımı verip reklamımı yapmaya girişmiş: “Baş ağrısına, sızıya, kulunca, sıtmaya okur. Üfürükçülük etmek isteyenlerin ağızlatma tükürerek izin verir. Konuya komşuya kurşun döker. Bazı sevda illetlerine püf eder, şirinlik muskası verir. Fakat bu cihet biraz gizlidir. Ücreti de kulunç muskası gibi değildir, pahalıcadır. Birbirine girişik iki müselles-i mütesaviyü’l-adla (eşkenar üçgen) çizer, fırıldak gibi bir şekil vücuda gelir. îçine “1, m, s” ve “boru kefleri” yazar, şeklin ortasını birtakım rakamlarla doldurur, kargacık burgacıklar ve çivi yazışma benzer bir şeyler resmi yapar. Bunun adı ‘Mühr-i Süleyman’dır. Her şeye iyidir, fakat yan belden aşağı olan adi hastalıklar için kullanılamaz. Yedi kat muşambaya sanldıktan sonra bu muskanın asılma şekli de tuhaftır. Deniz kenarına gidilecek, kıbleye karşı durulacak, ağnyan yerin üzerine muska asılacak. Arkaya bakmadan dönülecek. Yolda bir bildiğe rast gelip de, ‘nereden geliyorsun?’ diye sorulsa, ‘derya kenarına vardım, derdimi suya attım, muskamı taktım geliyorum’ cevabı verilecek.”[41] “Ya da muhabbet tılsımı yaptırılırsa, hoca hanımın nefesiyle kutsanmış şekerle yapılacak şerbet içilip, akşamla yatsı arası yatılacak, muska baş yastığının altına konup sağ tarafta yatılacak ve gece eğer bir rüya görülürse, sabah hoca hanıma anlatılacak.”[42]

Ertesi gün, Saliha kadım kolundan tuttuğu gibi bana getirdi. Kadım uzun uzun dinledim, ona büyünün tutması için kocasma hep keçiboynuzu, midye, turp ve roka yedirmesi gerektiğini söyledim. İktidarsızlığa iyi geldiğini bildiğim birkaç çeşit yiyecek daha seçip kocasma bunları sürekli yedirmesi gerektiğini anlattım. Bir hafta sonra gelip muskayı benden almaşım söyledim. Bu arada ben de defterden bir muska seçip, yazdım ve geldiğinde kadına verdim. Kadm paraları Saliha’ya bayılıp, sevine sevine evinde dönünce, Saliha merakından bana sordu: “muskaya ne yazdm da böyle birden azıverdi bu herif?” Hazırladığım muskada kısaca şunlar yazılıydı: “Kurt gibi dişlek ol, horoz gibi işlek ol. Havva kızlan, buğday bereketiyle aşkından beslensin. Şeker gibi sevişiniz. Muhabbetiniz ağdalansın. Her kadm, yüzünde çil altın çekiciliği görerek sana sevdalansın. Yansın... Yansın... Yansın... Amin... Amin... Amin... Amin.. .”[43] Saliha ile ikimiz, gülmekten kınlmıştık...

***

Yine Saliha’nın bulup getirdiği kocası çapkın bir kızı kocasına şirin göstermek için bir muska hazırlamam istenmişti. Kızcağızı karşıma alıp nasihat ettikten sonra, bir muska yazıp kocasını ona bağlayabileceğimi ima ettim. Zavallı kız, çaresiz, hemen inandı. Kıza dedim ki:

“Güzellik dağından biraz üzerlik, geyik ovasından biraz kekik, nardıçtan ardıça, kovacıktan kabacık tohumu getirtmeli. Elifbanın üç ve iki noktalı harflerinden nokta çalarak noktasız harflere ilâve etmeli, lâmelifleri ters çevirmeli, diğer harfleri 860 ısırmasın diye.............................. hepsini bir araya toplayarak bu kızı tütsülemeli.”

Bir başka genç kız ise, kaldığı zengin konakta cinlerin saldırısına uğradığından yakmıyordu. Anlattığına göre, akşamlan camdan odasına giren cin, bunun yatağma uzanıyor, üzerine abanıyor, sabahlan da gün dogmadan çıkıp gidiyormuş. Cin çıkarma işlerine girişmeden önce, kızı iyice bir konuşturdum. Anlaşıldı ki evlerinde kalan erkek kuzeni buna bir sürü cadı ve cin hikâyesi anlatıyor, “yatağma bir cin musallat olursa, sakın direnme, ne istiyorsa hemen yap. İşi bitince çeker gider, sana hiçbir zarar vermez” diyerek, bazı telkinlerde bulunuyormuş.

Kızın yatağma kadar gelen cinin erkek kuzeninden başkası olmadığım anlayınca, kıza bir muska yazacağımı söyleyip, muskayı nasıl kullanacağım da anlattım: “Mavili esvap giyme. Uçkurunu kıbleye karşı bağlama. Kapı eşiğine oturma. Kuşağım kördüğüm etme. Yatağım duvar kenarına yapma. Akşamlan saç örgülerini çöz. Gözlerini birbiri üstüne yedi defadan ziyade kırpma. Seni korkuttukları vakit ayak başparmaklarının tırnaklarım birbirine sürt... İki elinle kulaklarının memelerini tut. Bir demir bulabilirsen üzerine bas... ‘Emret ya cin! Hazırım...’ diye bağır. Kalbini ferah, itikadım tam tut... Bir şey olmaz.”[44] [45] Cin gelince gitmesini istersen, ona şu duayı okursun diyerek iyice ezberlettim: “Salli helâleküm.. gaynil’anani.. turetülmebal.. Mafiş selâme filindilharame... Def ilkazaya R6*7

velbelâya..Uhruç ya Samsam..”

İşe yaramış! Yatağma girip çıkan cinin meğer sevgili kuzeni olduğu anlaşılınca, tabii hemen bunları evlendirmişler. Kız gelin olduktan sonra Saliha ile ikimizi ziyarete gelmiş, bu hayırlı işe vesile olduğumuz için bizleri paraya boğmuştu...!

Sonuçta, muskalar muskaları izlemiş, büyü üstüne büyü yapar hale gelmiştim. İşleri daha da geliştirmek için, Nuruosmaniye’deki üfürükçüleri, Büyük Postahane’nin arkasındaki oturakçılan, Uzunçarşı’daki tesbihçileri, evlere gelip nazar için kurşun döken kadınlan hep dolaşmış, onların bu işleri nasıl yaptıklarım iyice öğrenmiştim. Babamın defterinden kocayı eve döndürme, istediği adamı karısından ayırma, istediği kızın gönlünü çelme, gaipten bir şeyler buldurma gibi konulardaki büyü terkiplerini birbiri ardınca yazmaya başlamıştım.

Bu arada ebelik okunda öğrenmiş olduğum bilgiler de çok işe yaramaya başlamıştı. Örneğin, “içine cin girmiş” denilen bir çocuğun aslında sara hastası olduğunu anlamıştım. Sara hastaların hiç yorulmaması gerektiği, temiz havanın sara krizlerine iyi geldiği, kriz sırasında soğan ya da limon koklatmanın onlara tedavi yerine geçeceği, bize okulda hep öğretilmişti. Annesine oğlundan cin çıkarmak için muska yazacağım derken, zavallı çocuğa bunları uygulamalarım da tembih etmekten geri kalmıyordum. Bir keresinde de hamile kaldıkça hep düşük yapan genç bir kadm getirmişlerdi. Hamile kadma çocuğunu düşürmemesi için tılsımlı çarşaf ve gömlek hazırlayacağımı söyledim. Gömleği sırtına giyip, çarşafı yatağma serdikten sonra, doğuruncaya kadar bir daha yataktan kalkmamasını tembih ettim. Bundaki amaç basit bir ebelik kuralıydı, kanaması olan hamileyi sırtüstü yatırıp düşük yapmasını engellemek! Aylarca benim yazdığım gömlekle çarşafın üzerinde kuluçkaya yatmış tavuk gibi istirahat edince, sonuçta nur topu gibi bir oğlan doğuruvermiş, şöhretime şöhret katmıştı.

Muhtar’m çatlak karısı Nevriye ve onların biçare kızı Ayşe’nin mahalle arasında yaydıkları bu tür dedikodular sayesinde, artık adım Hoca Hanım’a çıkmıştı. Saliha’nın sayesinde, şöhretim yalnızca mahalle araşma sıkışıp kalmamış, bütün İstanbul’a yayılmaya başlamıştı.

***

1918 yılında İstanbul’un bütün günlük gazetelerinde, ünlü yazar Hüseyin Rahmi Bey’in Gulyabani adlı romanının bir gazetede tefrika edilmeye başlanacağına dair çeşitli ilanlar çıkmaya başlamıştı. Ben de tam o sıralar artık gemi iyice azıya almıştım. Daha çok para kazanmak için neredeyse gökte uçan kuşa bile büyü yapıp, denizde yüzen balıklara dahi muska yazar bir hale gelmiş olduğum için, dayanamayıp kendisine biraz meydan okumak istedim. Hemen kâğıdı kalemi elime alıp tefrikanın yayınlanacağı söylenen gazetenin idare heyetine hitaben şu sözleri de içeren uzun bir mektup döşendim:

“İşte sizden ümmi hanımların daire-i musahabelerinde okunacak yani tandır küllerini neşelendirecek bir hikâye tahririni rica ediyorum, ilmi, fenni ve içtimai zeminlerden kaçacaksınız. Mevzuunuz esrarengiz cin, peri, garaibi, bir çarşamba karısı, bir dev, bir gulyabani olacak... Vaka o kadar merak verici bir maharetle tertip [46] [47] edilecek ki, biz hep müştakınız kocakarılar hikâyenin alt tarafı acaba ne çıkacak, intizarıyla tandır başmda titreşeceğiz.”

Mektubum eline ulaşmış, belli ki! Ama mektubun kalan kısmında “sen de halkın inandığı hurafeleri anlatarak onlardan para ve şöhret kazanmış olmuyor musun” demeye getirerek, ona meydan okumuş olmam ünlü yazarın pek de hoşuna gitmemiş olmalı. Gulyabani romanının gazete tefrikasına başlandığı ilk gün, okurlarına yeni romanım tanıtan Hüseyin Rahmi Bey, benim imzasız mektubumun yalnızca işine gelen bu küçük bölümünü alıp yayınlamıştı. Bununla da kalmamış, oturup halkın batıl inançlarım bilimsel açıdan eleştiren bir de cevap döşenmişti:

“Hikâyeme ilimle, teknikle, sosyal problemlerle ilgili teoriler karıştırmamamı tavsiye ediyorsunuz. Zaten dev, Gulyabani, Çarşamba Karısı gibi; halkın hayalinden çıkma acayiplikler, bilgi ve teknik sınırları içine alınamaz. îlim konularım yerin dibine inerek; göklere çıkarak, teleskoplarla, mikroskoplarla her yerde, her zerrede arıyor. Bu acayip yaratıkların, bu yabanilerin aslı olsa elbette bunlardan birini çalyaka eder, üzerlerinde mikropla aşılama yaptığı tavşanlar, fareler gibi kafeslere kordu.”[48] [49]

Gazetede kendi mektubumun çarpıtılarak kısaltılmış halini görünce, kızgınlıktan aklım başımdan gider gibi olmuştu. Ancak, aym sayfada ünlü yazarımızın bana cevaben kaleme almış olduğu bu garip açıklamaları okuyunca, birdenbire sinirlerim boşandı. Sanki birisi beni sürekli gıdıklıyormuş gibi, kahkahalarla gülmeye ve gülmekten nefes alamadığım için de yerlerde kıvranmaya ve tepinmeye başladım. Saliha’nın anlattığına göre, bir yandan kahkahalar içinde yerlerde yuvarlanırken, bir yandan da nefes almaya ve soluklanmaya uğraştıkça kesik kesik şu sözleri sürekli tekrarlıyormuşum: “Çokbilmiş herif! Malumatfuruş! Açlık insana neler yaptırır, senin hiç haberin var mı?”

Tam da o sıralarda, bir iki yıl önce dört cilt halinde basılmış olan Kenzü ’l- Havâss adlı ünlü büyü kitabım bir kitapçıda bularak satm almış ve hepsini bir araya ciltlettirmiştim.[50] Bu nasıl bir iştir? Bu Babıâli piyasasının yaptığı nasıl bir ikiyüzlülüktür? Hem tavşana ‘kaç’ diyorlar, hem de tazıya ‘tut’! Hüseyin Rahmi Bey ile sokakta rastlaşmış olsak, kolundan tutup kenara çekerek ona kendi babamın gerçek hikâyesini anlatmak ve suratına şunları haykırmak isterdim: “Din, toplum hayatma hâkimdir. Padişah bütün Müslümanların halifesi olduğundan; İslam ülkelerindeki camilerde hutbe okunurken onun adı anılır. Sarık ve cübbe dini kılıktır.

Medresede müderris, camide kürsü hocasıyla vaiz, imam, müezzin ve kayyum, okulda hoca ile kalfa, bu kılıkta dini ve bilimi temsil eder. Sarıkla cübbe yalnız bunlara özgü değildir. Talebe-i ulum adı verilen medrese öğrencileriyle, cer bocalan ve mollalar da bu kılığı taşırlar. Hatta din ve bilimle uzaktan yakından ilgisi olmayan kişiler bile, isterlerse bu kılığa bürünebilirler. Dinin ve tarikatın temsilcisi oldukları için hocalarla şeyhlerin itiban büyüktür. Mahallede kendi kendine kurulmuş, geleneğe dayanan sıkı bir düzen hüküm sürer. İmam, mahallenin sözü en çok geçen büyüğüdür. Her şey ondan sorulur. Camide beş vakit namazı kıldıran, ölüleri yıkayan, mazbatalara birinci mührü basan, mahallenin resmi ve özel bütün işlerine karışan, baskınlarda kafilenin önüne düşen hep imamdır. Muhtar ile ihtiyar heyeti ondan sonra gelir. Her işte imama danışılır; onun düşüncesiyle hareket edilir. Kadınlar başları sıkışınca gidip imamdan öğüt alırlar. Böylece dertlerine teselli ve şifa ararlar. Şeyhlerin ve dervişlerin kazandığı itibar, birçoklarına şifa yolu olmuştur. Kendilerine şeyh ve derviş süsü veren birtakım açıkgözler, özellikle saf kadınların inançlarım sömürürler.. ,”[51]

IV: Ah, Elim Kınlaydı da Yazmaz Olaydım...!

1921 yılında, İstanbul işgal kuvvetlerinde görevli bir Fransız subaym kansı, İngiliz subayının kansına âşık olan kocasını eve geri döndürebilmek için, kocasma yapılmış olduğunu düşündüğü bir papaz büyüsünü bozdurmaya bana gelmişti. Bir muska hazırlayıp, büyüyü bozabilmek için muskayı İngiliz kadının evine götürüp bırakmasını söyledim. İngiliz kadm sonunda evinde muskayı bulunca, işi doğru tahmin edip, doğruca Fransız’m kansına gitmiş. Kavga etmişler! Fransız işi kocasma anlatmakla onu tehdit edince, İngiliz kadm da korkup kocasma durumu itiraf etmiş. Bu Frenkler’den korkulur! İngiliz ya da Fransız komutanın bizim evi bastınp, beni de babam gibi mahkûm ettireceklerinden çok korkmuştum. Bereket versin ki böyle bir şeye kalkışmayıp işi örtbas etmekle yetinmişlerdi...

Bu arada, zamanla Efsun da babamın büyü defterinin varlığından haberdar olmuştu. Kendisi ve kocası servet içerisinde yüzdükleri halde, benim bu işlerden kazanmakta olduğum paralan kıskanmaya başlamıştı. Efsun’u vazgeçirmek için şöyle söylemiştim: “Kızım senin kocan pek mutaassıp bir herif, benim sümsük rahmetli kocam gibi gevşek bir adam değil! Böyle şeylere izin vermez, ayol! Duysa ikimizi de yatırır, koyun gibi kıtır kıtır keser vallahi billahi...” Efsun beni hiç dinlemedi bile. Efsun öğretmen olduğu için ak büyü taraftanydı. Kötülük olsun diye veya ihtiyaçtan dolayı değil, meraktan bu işlere girmişti. Bursa’da işler duyulunca geri çekilmiş, ama babamın kitaplarından ve benden öğrenmiş olduğu terkipleri eşe dosta büyü diye hazırlayıp dağıtmaktan da eksik kalmamıştı.

Kocası Bursa’nın 1919 yazmda uğradığı Yunan işgali sırasında öldürülünce, beş parasız olarak yalnızca mücevherleriyle İstanbul’a gelip bizim eve sığınmıştı. Efsun savaşm sonunda Bursa’ya geri dönmeden önce, babanım defterini saklamış olduğu yerden Saliha’nın da yardımlarıyla aşırmış. Defterin iki kopyasını çıkarıp birini Saliha’ya vermiş, diğerini de beraberinde Bursa’ya götürmüş. Zaten defteri bu­gün yerinde bulamayınca, Efsun’un niyetinin bozuk olduğunu anlamıştım... Babanım ve benim büyücülük mirasım, böylece Efsun’un ve Saliha’nın ellerinde artık Cumhuriyet’e de intikal etmişti...

Saliha hırslı ve paragöz biridir, ama zırcahildir. Annemiz Meryem bizi doğururken ölmeden önce de babamla aralarında bir şeyler olmuş. Muhtarın karısı Nevriye, bir keresinde bana aynen şunları söylemişti: “Arif Efendi zaten Saliha’yı Meryem’in üzerine kuma getirmeye kalkışmıştı...” Haklı olabilir, ben de hayatım boyunca babanım müsrif kansı Saliha’ya para yetiştirebilmek için büyüler yapmaya ve muskalar yazmaya mecbur olduğunu düşünmüşümdür.

Nihayet, ben 1925 yılında Çapa Viladethanesi’nde bir ebelik işi bulup, büyü işlerini bırakmaya kalkışınca, Saliha ile aramızda büyük bir kavga koptu. Kavga sırasında kendimi tutamayıp, Saliha’nın babamla olan ilişkisini de öğrenmiş olduğunu da onun yüzüne vurdum. Saliha birkaç gün sonra evden ayrılıp, Ortaköy’de, anasından kalma harap eve taşındı. Defterin bir nüshasını da Efsun’a çıkarttırmış olduğu için artık kendi başma büyüler yapmaya başlamıştı. Kendisi de giderek kara kuru, zayıf ve fakir bir kadın haline gelmişti. Bütün mahallesi onun adım bile bilmez, Büyücü Karı olarak tanırlardı. Sonradan, gazetelerde çıkan haberlerden onun evinin basıldığım ve hapse atılmış olduğunu öğrendim. Hatta yakalandıktan sonra Saliha hakkında Büyücü Karı diye bir roman bile yazıp yayınlamışlar.[52] Çok şükür, Saliha evden çekip giderken bana vermiş olduğu sözü tutmuş, bizleri asla ele vermemiş...

Babam Cinci Arif Hoca, ölmeden önce bir keresinde bizlere şöyle demişti: “tövbe edebilmek için önce itiraf etmek, sonra da nedamet getirmek gerekir. Yaptıklarından pişmanlık duymayanın tövbesi nafile olur!” Oturdum, yaptığımı ettiğimi bir güzel yazdım, hepsini anlattım... Bunları yaşarken, “keşki bütün bunlar bir rüya olsa” diyerek, kendimi hep çimdiklemiştim, ama yaşadıklarım rüya filan değildi.

İtiraf ettim, nedamet getirdim, tövbe ettim. Allah günahlarımı affetsin, amin! “Büyü inanmayanı tutmaz” derler. Ama inananların durumu çok farklıdır.

Mümin bir Müslüman olduğum halde; biraz geçim sıkıntısından, biraz da kolay gelmiş olan başarılardan ve cahil halkın etrafımda ördüğü şöhret halkası nedeniyle kendimi kaybettim ve hırsıma yenik düştüm. Şeytan’a uydum yani! Hiç inanmadığım halde sırf para için çeşit çeşit büyüler yazdım, muskalar hazırladım. Ah, elim kınlaydı da, yazmaz olaydım!

“îyi saatte olsunlar”a karışmış gibi davrandım. “Büyü hak, büyü yapan da kâfirdir” derler. Bir süre sonra büyü niyetine kendi yazdığım saçmalıklara gülmek yerine, kendim de inanmaya başladım. Elhamdülillah Müslüman’ım, ama böylece kâfir de olmuş oldum, yani! îşte işler o zaman iyice çığırından çıkmaya başladı. Bu­yandan ben büyü yaparken, bir yandan da büyü yeni beni baştan yaratmaya başladı. İçimdeki şeytani güç açığa çıkmaya yeltendi...

Yazdığım hamaylılar insanların boyunlarında yıllarca dolandı durdu. Şansıma evlilikler kurtardım, yuvalar yıktım, âşıklar ayırdım, sevenleri birleştirdim. Bütün bunları da din kisvesi altında yaparken, bir yandan kendimi bazen tanrıymışım gibi hissettim, bir yandan da karşımdaki biçarelerin cahilliğine bıyık altından gülmeye devam ettim. Hoş, büyü gibi aslı astan olmayan ve dinimizce de yasaklanmış bir malın bunca alıcısı olduktan sonra, büyü yapanların da ardı arkası kesilmez. Ne demiş atalarımız: “fala inanmayın, ama falsız da kalmayın.” Büyü işi de aynen öyle, adım gibi eminim! Büyüye siz asla inanmayın, ama onsuz da kalmayın...

Epilog

Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra, 1925 yılında Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Hakkında Kanun çıkardılar. Memlekette camilerden başka hiçbir dini müessese kalmamıştı. Büyücülük, falcılık ve üfürükçülük de bu yasayla tamamen yasaklanmış olduğu için, artık hiç kimselere göz açtırmıyorlardı. Tıpkı babam gibi, ben de tövbe ettim. Büyü işlerinden elimi eteğimi tamamen çektikten sonra, yaşamımı yalnızca ebelik yaparak sürdürdüm...

Saliha’nın Ortaköy’deki harabe evinde basılıp yakalanmasının üzerinden uzun yıllar geçmişti. 1932 yazmda Mehmet Halit isminde genç bir beyefendi gelip beni evde buldu, kendisini babamın eski odasına buyur ettim. Kendisi, İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi mezunu, otuz beş yaşlarında bir folklor ve halk edebiyatı araştırmacısıymış.[53] İstanbul Mezat Müdürlüğü’nde çalışmakta olduğunu da söylemişti. Büyülere çok meraklıymış, kitabında neşretmek üzere orijinal büyü metinleri ve tılsım çizimleri aramaktaymış. “Meşhur Cinci Arif Hoca” diye andığı babanım büyü defterinin bende olduğunu bir vesileyle öğrenmiş. Defteri benden satm almak istediğini söyledi ve karşılığında çok para vereceğini de hemen ekledi...

“Siz aslmda okumuş bir insansınız; fala, büyüye, cine nasıl inanırsınız?” diye yokladım. “Cumhuriyet’in çürütmeye çalıştığı bu inançlar, dinde kölelik ruhu aşılayan, tevekkül, alın yazısı, kısmet ve rızk gibi, insanları haksızlıklar karşısında boyun bükmeye iten miskinleştirici inançlardır. Halk bunlara inandığı sürece sömürülmekten kurtulamayacaktır.”[54] diyerek, bu soruma gayet muğlak bir cevap verdi. “Madem büyüye inanmıyorsunuz, o halde neden büyülerle ilgili bir kitap yazmak istiyorsunuz?” diye sorarak, onu köşeye sıkıştırmaya çalıştım. “Her bireyi, hatta her toplumu hoşlandığı yem ile avlarlar. İş, böyle oltalara tutulmayacak kadar insanlığımızı eğitebilmektedir.”[55] diyerek, bana bilgiçlik tasladı...

Ben de kızıp, defterin bende olduğunu inkâr ettim: “Babam bir zamanlar ‘Cinci Arif Hoca’ diye nam salmış olabilir, ama yakalanıp tövbe ettikten sonra cezasını fazlasıyla çekti. Sonrasında, çok sade ve mütevazı bir hayat yaşadı. Sonuçta da bekçi Arif Hikmet Efendi olarak öldü. Bizleri de o işlere hiç karıştırmadı. Kendisinin başından geçenleri bizlere anlatmadığı gibi, bizleri de bu konular hakkında hiç konuşturmadı. Bende öyle bir defter filan yok!” deyip, hemen başımdan savdım. Babamın defteri sayesinde ne haltlar karıştırmış olduğumu ise ona hiç anlatmadım, tabii...

Ama adam inatçı çıktı. Birkaç gün sonra, elinde büyük miktarda para dolu bir çantayla yeniden çıktı geldi. Özetle, bana şunları söyledi: “Defterin varlığım da, sizde olduğunu da gayet iyi biliyorum. Bursa’daki ikiz kardeşiniz Efsun, defterin sizde olduğunu bana kendisi anlattı. Hatta, babanızdan kalmış olan kırmızı, meşin kaplı defterin üzerinde ‘Fâideli Bilgiler’ yazdığım bile söyledi...”

Efsun yapmıştı yine bana yapacağım! Sanki Saliha’nın da yardımıyla benden gizlice kendisi ve Saliha için defterin birer kopyasını çıkarmış olduğu yetmezmiş gibi, bir de üstüme bu adamcağızı salmıştı. Çaresiz, “bir düşüneyim bakayım, siz bir hafta sonra yeniden uğrayın!” demek zorunda kaldım. Cumhuriyet’in ilanından sonra büyük bir hızla el değiştiren İstanbul’da, icra ve mezat işlerinde büyük paralar dönüyor herhalde... Adam para dolu çantayı önümde açık bıraktı, sevinerek “çanta sizde kalsın, bu arada siz de biraz düşünün, ben haftaya bu gün yeniden geleceğim” dedi ve çıkıp gitti. Önceleri ‘baba yadigârı’ defteri Efsun ve Saliha dâhil hiç kimselere vermek istemediğim için ne kadar haklı olduğumu düşündüm. Ama, aksi şeytan, her zaman olduğu gibi yine paraya çok ihtiyacım vardı. Çok da çaresizdim...

Babamın defterinde yer alan yüz büyünün bence önemli olan yarışım ayırdım ve onları sakladım. En önemsiz gördüklerimden elli tanesini seçtim. Sahaflar Çarşısı’ndan kırmızı meşin kaplı eski bir defter satm alarak, kızım Meryem’e bunları aynen kopya ettirdim. Mehmet Hafit Bey’e bir çanta dolusu para karşılığında vermiş olduğum defter, işte babamın büyü defterinden benim seçmiş olduğum ehemmiyetsiz kısınılan kızımın kendi okunaksız el yazısıyla kopya etmiş olduğu o defterden başka bir şey değildir...

içinizden, “Cinci Arif Hoca’nm atalar yadigân büyü defterinin aslı acaba nerede” diye geçirdiğinizi işitir gibiyim. Hemen söyleyeyim, bizim evin arka bahçesinde bulunan hurma ağacının altındaki kuyunun dibinde, yani aslmda ait olduğu yerde...!

Son

 

Ek Belgeler

Büyücü Kan Yahut Teehhül-i Cebrî ([56])

Mustafa Nuri

Bir fasıl, iki tablo

Eşhas

Kel Veli : Köyde sofu bir adam

Bayram            : Kel Veli’nin oğlu, sağır

Zevzek Haşan: Kel Veli’nin uşağı, abdal bir herif

Tosun               : Köy ahalisi

Ayşe Kadın : Tosun’un karısı, büyücü bir kadın

Esma                :  Köyde bir öksüz kız

Zehra               :  Köylü bir kadın

Dilber               :  Bu dahi

Hatice              :  Bu dahi

Zükûr ve inâs umum karye ahalisi

Mukaddimesi

Ol hâlik-i dü cihan Cenâb-ı vâhibü’l-mennân hazretlerinin ezeliyet, ebediyet-i ehadiyetlerinin lütf-i inâyet-i ihsâneleriyle ve Resûl-i Kibriyâ, şefî‘-i rûz-i cezâ efendimiz hazretlerinin ruhaniyet-i peygamberîleriyle ve es-Sultanü’l-gâzi Abdülhamid Han bin es-Sultanü’l-gâzi Abdülmecid Han efendimiz hazretlerinin sâye-i şevket-vâye-i cenâb-ı şahanelerinde min-gayr-i liyakatin işbu bir kıt‘a Büyücü Kan ve yahut Teehhül-i Cebrî opera-komik nam risalenin telif ve tanzimine bed’ ve mübaşeret kılınıp, işbu bin üç yüz senesi mâh-ı zilhiccesinin gurresi tarihiyle hitam- pezîr olarak vuku‘ bulan kusur-ı kemterânemin af buyrulmasıyla beraber ism-i çâkerânemin hayır dua ile yâd ve tezkâr kılınması fi’l-cümle Müslim ve gayr-i Müslim vatandaşlarım taraflarından rica ve niyazım olduğunu beyanında işbu mahalle şerh verilip ifade kılındı.

Mustafa

(Perde açıldıkda bir karye ve şimal tarafında cevânib erba‘ası kayalık bir ırmak ve bir kenarında karyenin zükûr ve inâsı keten bezi çırpmak ile meşgul görünür.)

Birinci Meclis

Tosun ve Esma ve sair zükûr ve inâs (umum birbirlerine):

“Şu köyde yaşamak ne güzel olur

Ne gibi güzel olur

Yani bizde olur ise, kanaat her bâr

Kimesneye muhtaç olup kalmazız naçar

Her bir işte kutludur bazulanmız

Nazar değmesin maşallah deyiniz

Tembel olan adama haramdır ekmek

Hiç lâzım değildir o adama ekmek yemek

Manend-i cennet bahçesidir sahralarımız

Misli ab-ı hayattır kuyu sularımız Şehirde yoktur böyle güzel letafet Bahtiyardır şehirliden köylüler elbet Haydi, cümlemiz birden tokmak vuralım îkdâm ve gayretle keten bezlerini ağartalım” (Erkekler cümlesi birden giderler.) (Bu esnada Esma gayetmahzun olduğu halde Ayşe’ye halinden bahsetmek

sevdasıyla işaret ettiğinmüşahede edip ve Esma ile Ayşe’nin beynehümâlarmda cereyan edecek mükâlemelerini anlamak efkârıyla diğer kadınlar cümlesi birden etraflarım ihata ederler.)

Esma:

“Aman, Ayşeciğim, merhamet et benim halime,

Esir olmuşum bir keremsiz zalime

Anın aşkına yandım kül oldum

Etmedi bir veçhile merhamet ya insaf bir dem”

Diğer kadınlar:

“Acaba Esma niçin ah edip feryâd ediyor

Elbet gizli bir ma‘şûku vardır sevda çekiyor”

Ayşe: “Kız sen deli divane mi oldun, bu kadar feryat figan ediyorsun? Senin bu ettiklerin bütün efkârdır, nafilece kendini telef ediyorsun. Ben de kız iken böyle münasebetsiz şeyler düşünür idim, ama kocaya vardım hepsi geçti gitti.”

Esma: “Öyle ama Ayşeciğim, benim öyle değil benim sevgilim var, anın aşkıyla yanıp tutuşuyorum, onun benden haberi yok. Görünce yüzüme bile bakmıyor da, ben anın için kendimi öldüreceğim geliyor. Ah, Ayşe kadıncığım, ah benim halimi bilmiyorsun da bana masal okuyorsun. Ben bu derdi iki senedir çekiyorum, bir kimseye de söylemiyorum. Ma‘şûkumun da hiç vazifesi değil, artık bıçak kemiğe dayandı, çekecek çarem kalmadı. îşte bir sırrımı sana söyledim, nasıl edersen et, bunun bir kolayına bak, iki gözüm Ayşeciğim, sana çok rica ederim, artık sen bilirsin, Ayşeciğim canım.”

Ayşe: “Kız, ‘ne edersen et benim derdime bir çare bul,’ diye söylüyorsun, ama sevdiğin kimdir ve kimin nesidir? Bakalım seni kabul ediyor mu, buralarım hiç söylemiyorsun. Nasıl çaresine bakayım ve hem de böyle işler aceleyle olmaz sabırla olur, Esmacığım kızım.”

Esma: “Ah nasıl söyleyeyim, Ayşeciğim bilmem...”

Ayşe: “Kız, ‘nasıl söyleyeyim’ demek ne oluyor. Derdi olan derdini söylemek ayıp değildir, derdini söyleyen dermanım bulur. Böyle işler çokların başından geçmiştir. Hep dertlerini söylemekle çare buldular. Hazır erkekler burada yok iken, sevdiğin kim olduğunu söyle, elimden geldiği kadar çalışıp çabalarım. Kadm değil miyiz, ancak böyle işlere lâzım oluruz ve icabma gayret ederiz.”

Esma: “Vâkıa akranım olduğunu pekâlâ bilirim, ama ne çare, ne yapayım, elden ne gelir, kör olası gönlüm gitti de ona bend oldu.”

Kadınlar: “Acaba kim olacak, kız?”

Dilber: “Kız, sakın îmam’ın oğlu Nuri olmasın. Zira ben görüyorum, her gün oralara dolaşır.”

Zehra: “Hayır değil, Nuri benim yavuklum olduğunu emmim söyledi.”

Ayşe: “Ha hileydim şunu, Deli Bekir’in oğlu Hakkı olmalıdır.”

Hatice: “Ay, aklım kaçırdın mı Ayşeciğim? Hakkı iki aydır benim kızım ile nişanlıdır hâlâ, çeyizini bile hazır ettim. Senin haberin yok mu? Bilmiyorsun da söylüyorsun değil mi?”

Zehra: “Kız, acaba Burunsuz’un oğlu Edhem olmasın, zira her gün bağdan ve sair mahalden gelirken hep Esma’mn evinin önünden geçer ve hem de gayet dikkatle bakar, ben çok görmüşüm.”

Ayşe: “Kız, sen de amma kaçıksın ha, Esma bütün bütün deli mi öyle çapkına varsın? Geçenlerde kıza tebelleş olmuş idi. Korucu Şükrü’ye bir dayak atdırdım ki, hep köylüler beğendikden soma bir daha kapının önünden bile geçmedi.”

Dilber: “A kız, sen de umur ettin ha, Esmacığım söyleyiver vesselam, elinden kapacak değiliz ya?”

Esma (mahcubâne): “Ah kızlar, beni bu hâle koyan Kel Veli’dir vesselam, îşte söyledim, ne yapacaksınız haydi bakalım?”

Kadınlar: “Nasıl, nasıl? Kel Veli dedin ha!” Esma: “Ha, ha öyle dedim, anlamadınız mı?”

Kadınlar (gülerler): “Kel Veli pek âlimdir, sofiı, ama pek zalimdir. Nefret eder kadınlardan, daim kaçar yanlarından. Kel Veli’ye gönül vermek olmaz, tövbe etmiştir ebedi kan almaz.”

Dilber: “Vallahülazim gülmeden çatlamaz isem, çok şeydir!” (güler).ikinci Meclis

-evvelkiler, Tosun, erkekler-

Tosun: “Ne o kızlar, ne var ki yine gülüyorsunuz? Bana da söyleyin, ben de sizinle berâber güleyim.”

Zehra: “Erkekler kadınların gülmesine, oynamasına karışmaz Tosun. Haydi, çek arabam bakalım.”

Ayşe (Gizlice Esma’ya): “Zararı yok kızım, bunlar istedikleri kadar söylesinler, gülsünler. Ben ne yapar yaparım, Kel Veli’nin aklım bozarım. Lâkin sen de biraz sabır etmeli veöyle mahzun durma, sen de âlem gibi gül oyna, zevkine bak!”

Esma: “Peki, Ayşeciğim. Madem ki sen ‘sabret, ben Kel Veli’nin zihnini bozarım’ diyorsun, ben de senin sözünü tutarım. Her türlü dişimi sıkar, beklerim. Artık sen bilirsin Ayşeciğim, vesselam.” (Ayşe Esma ile söyleşir)

Tosun: “Bacı ketenleri yolda ağaçlara serdik, başka yunacak bir şey kalmadı. Onlar kurumakta olsun, biz yavaş yavaş şu kazanları, tekneleri köye taşıyalım. Haydi çocuklar. Bacı, işitmiyor musun be, amma derin dalmış ha, sağır oldun galiba.”

Ayşe: “Vay koca herif vay, sen daha burada mısın?”

Tosun: “Kör müsün be, işte kazık gibi karşında duruyorum. Amma da çattık ha!”

Ayşe: “Kocacığım, sana bir gizli lafım var ama kimseye söylemeyeceksin ha!”

Tosun: “Amma da şaşkın kan be! Hem gizli diyor, hem de boşboğazlık edip söylüyor. Deli mi oldu ne?”

Ayşe: “Dinle herif, sen de deli oldu meli oldun demek, Esma’ya yazık olur. Git evden bir tencere ile biraz tereyağı, un, pekmez getir.”

Tosun: “Hay anasım be, tereyağı, un, pekmez bunlara fare davet olunduğunu bilirim. Lâkin böyle cin, çen davet olunduğunu bilmezdim. Bu da bizim bacının aklı, hele bakalım iş ne olacak. Acaba pekmez yerine kurt helvası getirsem olmaz mı?”

Ayşe: “Hep burada olan erkekleri beraber al götür, zira bu işte yalnız kadınların kalması lâzım gelir.”

Tosun: “Ne için be?”

Ayşe: “Canım, sanki bilmiyor musun? Periler erkekten haz etmezler. Onun için, anladın mı şimdi.”

Tosun: “Periler, ha sakın iki ayaklı periler olmasın bacı, bunda benim içime vesvese girdi.”

Ayşe: “Budala herifin akima gelen şeytanlığa bak. Biz iki ayaklı peri davet edecek olur isek, dağ başmda mı davet ederiz? Hay kaçık herif hay.”

Tosun: “Öyle ya, başımıza davet edersiniz, halt etdik de yanlış söyledik. Baksanıza hey köylüler, çocuklar, haydi şu ufak tefeği toplayalım da yavaş yavaş yola çıkalım. Varsunlar davet yapsunlar mavet yapsunlar, biz şuradan çıkalım gidelim.”

(Cümle köylü erkekler ve çocuklar ufak tefeği alır giderler)

Üçüncü Meclis

Cümle kadınlar

Ayşe: “Kızlar tamam, erkekler hep çekildi gitti. Şimdi siz beni dinleyin, ben kocamı kandırdım, köye gönderdim. Bir tencere ile biraz tereyağı, un ve pekmez getirecek. Cümlemiz birlikte davet duasıyla helva pişirelim. Sonra bir toprak kap derununa koyup Esma’ya teslim edelim. Hiç arkasına bakmayıp, yüz eli adım uzağa getirip üç defa ‘eliniz, ağzınızın tadım veriniz. Esmanın ağzının tadım’ diyerek, yere bıraksın. Arası bir çeyrek geçer geçmez, Kel Veli oradan geçer o helvadan yediği anda Esma kıza müptelâ olur. Anladınız mı, hep elbirliği ile yapalım.”

Dilber: “Amma tuhaf iş ha! Kel Veli gelinceye kadar köpekler yerse sonra nasıl olur?”

Ayşe: “Kız sus, söyleme günaha giriyorsun. Hiç dualı şeyi köpekler yemeye yanaşabilir mi?”

Zehra: “Kız, eskiden beri biz çobanlar yesinler diye dağda bazı et gibi, kaygana gibi şeyler bıraktığımız vakit, hiç köpekler gelip yedikleri var mı ki, bu dualı helvayı yesinler?”

Esma: “Peki ama ya Kel Veli yemez ise sonra nasıl olur?”

Ayşe: “Onun elinde mi? Sen büyüyü hiç yerine mi koyarsın? Kel Veli Bağdat’ta olsa, iki eli de kanda olsa gelip o helvadan yiyecektir, çare yoktur. Hele sen şu makası al da saçından bir parça kes, bana ver de tütsü edeceğim. Sen Kel Veli ol da gelme!”

Dilber: “Ama Ayşe Kadm, erkekler geliyor. Geçinceye kadar gel, şu kayanın arkasına gizlenelim. Çabuk başınızı örtün, arkam sıra gelin de mangalı da yakalım.” (Kadınlar giderler)

Dördüncü Meclis

Kel Veli, Bayram, Zevzek Haşan, Çobanlar (Hora teperek gelirler)

Umum:

“İlkbahardır turna gördük turna turna tumana

Hamamlarda kuma gördük kuma kuma kumana Davul ile pek yakışır zuma zuma zurnana

îster isen merkep gibi zırla zırla zırlana”

Zevzek Haşan: “Ağacığım, ben pek yoruldum artık bir yere gidecek halim kalmadı.” (oturur)

Kel Veli: “Köye bir adım kaldı be!”

Haşan: “Aman ağacığım, kurbanın olayım gel şu rahatımı bozma. Bırak bu gece buracıkta serin serin esen rüzgârda yatalım rahat bir uyku çekelim. Gidecek olursam sonra hasta olurum, bütün bütün ben yolda kalırım.”

Veli: “Peki, burada yat, ama sabahleyin erken bizi köyde gel bul iyi mi?”

Haşan: “Peki ağacığım, gelir bulurum be, sen de bırak beni.”

Veli: “Na şu çoturayı al da başının altına yastık yap. Hem de su içesin, haydi arkadaşlar hora teperek gideriz.”

Umum:

“Dağ elması meyhoş olur tımana tımana tımana Şarap içen serhoş olur tımana tımana tımanana Gelinlerin saçmda altın olur tımana tımana tımanana Hem de sırma telli serpuş olur tımana tımana tımanana” (giderler)

Beşinci Meclis

Zevzek Haşan (yalnız):

“Tuhaf be şu ağam yok mu, pek gamsız bir herifdir. Sabahtan beri yol yürüdü yürüdü, yorulmadı. Giderken hora tepelim diyor, galiba ayaklan demirden olmalı. Pek iyi oldu ki burada kaldım, oh şu ağacm altında âlâ bir uyku çekerim. Pire, tahtakurusu yok, bâd-ı sabâ eser ağam deli köye gitti de iyi mi etti. Pire tahtakurularmı kendine davet etti. Avanak herif, benim dört akşam konak olduğumuz evde çekdiğimi Mevlâ biliyor. Hele bu akşam hepsi çıktı yine benim aklım yine benim aklım.

Bu dahi

Ben böyle uşak olacak adam değildim, ama babamın parayı çok sevdiği için tu’mundan para kazanayım diye beni mektepten aldı. Üç sene kendi kendime risale okudum ve gitdikçe lisanım değişti. Leylâ ile Mecnun hikâyesine merak ettim, o kadar hoşlandım ki beyitlerini hep ezberledim. Lâkin ah babamı gördün mü onu da çok gördü. Elimden alıp parça parça edip çamaşır kazanının altına attı yaktı, ama bereket versin bir suretini yazmıştım, şimdiye kadar kemerimde saklardım. Böyle dağlarda yalnız kaldıkça âşıklık edeceğim geliyor ama Leylâm yok. Leylâ’sız Mecnun gibi beni dağlara bağlara düşürmeye sebep olan dini imâm para babacığım, şimdi ne söylesem yoğurtsuz tarhanaya benzer bir tadı olmaz ki.”

(içeriden gülmek sesleri gelir)

“Bu sesler ne olacak ve bu gelenler kimler ola? Hay gidi hay, bak bak bir sürü kızlar göründü be. Besbelli bunlar köylülerden olmalı, zira burada erkek olarak benden başka kimse yok. Yalnız bu dağ başlarında ne işin var diye beni vallahi billahi didik didik ederler .Vay burada sabunlu sular da var, hiç şimdiye kadar dikkat etmemiştim. Ha anladım, çamaşır yıkamışlar. Acaba bu gelenler de çamaşır mı yıkayacaklar? Aman aman gelseler de piliç gibi kollarım görerek bir parça eğlenir teselli-i hatır ederdim. Aman Yarabbi, işte geliyorlar yakayı ele vermeye gelmez, şu kayanın arkasına gizlenip seyretmelidir.” (Gider)

Altıncı Meclis

Haşan (saklı) ‘Ayşe, Esma, Zehra, Dilber, Hatice

Ve sair köylü kadınlar ve beraberlerinde gayet alevli ateş yanar meşale olduğu halde yavaş yavaş gelirler.

Ayşe:

“Kızlar güneş batıyor davranmalıyız.

Acele büyü çömleğini kaynatmalıyız.”

Esma:

“Sakın ma‘şukum Veliciğime bir mazarrat olmasın

Cinler periler sakın kendisini çarpmasın”

Haşan (saklanmış olduğu mahalden): “Ödüm patladı, az kaldı öleyazdım a dostlar. Acaba bunlar cadı mı ola, köy kızlan mı? Diye, hele canım yerine geldi.”

Kadınlar: “Nedir niyetin Ayşe kadm, nedir muradın?” (derler, mangalı yere korlar. Ayşe Kadm içine günlük atıp büyü duasma başlar.Hep kadınlar amin demek üzere iken, bu esnada Tosun bir tencere ve bir miktar tereyağı ve un ve pekmez ve bir testi su olduğu halde gelir.)

Tosun: “Dur bakalım.” (Kahkaha ile güler, gider)

Umum:

“Aman kızlar cinler periler davet oluyor, susalım.

Başladı cinler periler geçmeye biraz duralım.”

Esma:

“Hamdolsun duam müstecâb oldu.

Muradıma erdim gönlüm şâd oldu.”

Umum:

“Ayşe Kadm, sen var ol her dem

Kurtardın kızı her meraktan bu dem”

Ayşe: “Kadınlar, siz mangalı alınız. Esma tabakla helvayı alsın.” (der, yavaş yavaş giderler)

Haşan (saklanmış olduğu yerden çıkarak): “Çok şey; bu kadar patırtı gürültü bir helva içinmiş. Ben de deli gibi korktum çıkmadım, keşke çıkıp bir parça helva istese idim. Ne güzel kokusu var, burnumun direğini kırdı.”

“Ya o kız, ya o kız Leylâ olsa da, ben de Mecnûn olsam?” (arkalarından bakarak) “îşte gidiyorlar. Vay, kız geri kaldı durdu oturuyor. Hay pisboğaz, hele çabuk helvayı yemeğe başladı. Öyle yalnız mı yerler bir lokma da bana verse ne olur? Öte tarafa gitti, helva tabağım orada bıraktı. Ay hemşehri bana baksan, a tabağı unuttu gidiyor, aman arkasına bile bakmıyor. Tamam benim de arayıp bulamadığım şey bu idi, helvanın kokusu iştihamı açtı. Gidip şu helvayı buraya alıp geleyim de şuracıkta bir rahatça gövdeye atayım.” (der, gider)

(Aralık perdesi açıldıkta, bir bataklık ve Bayram beline kadar çamur içerisine girmiş ve Kel Veli çıkarmaya uğraşır olduğu halde görünür)

Yedinci Meclis

-Kel Veli, Bayram-

Bayram: “Ya ben aşağı yolda pek yürüyordum, ya o yere batası tabiatının iktizası kadınların yarımdan geçeyim, yüzlerini göreyim diye beni bu yoldan getirip çamura sokmaya sebep oldu. Şu şalvarımın haline bak, bir kere saka kırbasına döndü.” (biraz yürürler) “Canım baba, dayanmasana yine düşüreceksin.” (ayağı kayar düşer) “Gördün mü baba, ben sana söyledim.”

Veli: “Hay babanın boynu altında kalsın senin de, çamur demezsin düşersin, su demezsin düşersin, nasıl yürürsün bilmem, aklım ermedi gitdi be! Allah belâm vermesin, iki oldu düşersin, en sonra beni de düşüreceksin ver elini bana.”

(Veli Bayram’ı çıkarmaya çalışır.)

Sekizinci Meclis

-Evvelkiler, Haşan elinde helva tabağı, yiyerek gelir-

Hasan: “Helvaya kavuştum ama kızı kaçırdım. Her ne ise buna da kanaat etmeli.”

Bayram: “Ama ne babacığım, kolumu tutma. İncittin.”

Haşan: “Bunlar kim?Vay biri ağam ve biri de oğlu. Ben şimdi bunlara kendimi bildirmem ya!” (der, cılız ve eğreti sakal çıkarır, bağlar) “Tamam şimdi ben de ağam gibi ihtiyar oldum, yahu siz kimlersiniz burada ne işiniz var.”

Veli: “Hay Allah razı olsun herif, elindeki tabağı bırak da, gel şu çocuğu sudan çıkaralım.”

Haşan: “Veli, git işine be! Benim kamım aç, bu da bana kurt masalı okuyor.”

Bayram: “Elhamdürillah kurtuldum, ama tütün kesem ile kolum ıslandı.” (şalvarım çıkararak) “Şu halime bakın hele, tüh yazık be!”

Veli: “Al sen de be çabuk tükensin, ama bir lezzetli olmuş ki tarif edemem. Korkma be para ile değil, parasızdır be herif sen de.”

Veli: “Karnım pek aç, ama şu herifi gördüm ki iştihamı kaçırdı.”

Haşan: “Bana bakarak iştihan açıldı galiba, bakalım nazlanma, burada on kişilik helva var.”

Bayram: “Serip kurutmaktan başka çare yoktur.” (şalvarım çıkarır asar)

Veli: “Bunu nereden yakaladın? Güzel helvaya benziyor.”

Haşan: “Şimdi şurada kadınlar pişirdiler, yedikten sonra kalanı bırakıp gittiler.”

Veli: “Anladım, köyümüzün eski âdetidir. Mahsûl bereketli olsun diye ilkbaharda pişirip dağlarda çobanlara bırakırlar.”

Haşan: “Vallaha, fena âdet değil, ama bir kusuru var. Yatımda beraber birkaç tane de köy somunu koymalı idi.”

Veli: “İyi dedin, galiba benim heybede olmalı. Dur bakayım, senin ile tıka basa kamımızı doyururuz.” (gider iken Bayram’m şalvarım görerek) “Bu ne Bayram, niçin soyundun?”

Bayram: “Vallahi yok, eğer sende var ise bir lülecik de bana ver.”

Veli: “Ben ona ‘niçin soyundun’ diyorum, o benden tütün istiyor. Anlaşıldı hep bulduk birbirlerimizi, ne al da tütün bari.” (heybeye gider)

Haşan: “Kendime biraz saklayayım, ne olur ne olmaz. Ben bu herifin helva yemesini beğenmiyorum.”

Veli (heybeyi getirerek): “Islanmış, ama zararı yok kenarından biraz. Na şu payım al.”

Bayram (Hasan’a): “Sen nerelisin bakalım?” (otururlar)

Haşan: “Bizim köyümüzün adı yoktur. Nasıl ise dedemiz koymayı unutmuş, yahut mahsûs koymamış olduğundan biz de koymadık.”

Veli. “Ey, nereye gidiyorsun?”

Haşan: “Gidersem, neresi olduğunu öğreneceğim.”

Veli: “Galiba çobansın.”

Haşan: “Öyle, hayvan toplamaya gidiyorum. Acaba bu köyde hayvan bulunur mu?”

Veli: “Ben iyice anladım, senin efkârın hayvan toplamak değil bu rüzgârlık mahalde uyku uyumak.”

Haşan: “Ha şunu hileydin. Burada yatmanın başka bir şeyi daha var, işte anlarsın ya artık uzatma.”

Veli: “Anlayacak ne var be, o belli bir şey.”

Haşan: “Elbet sen de benim gibi Leylâ ile Mecnun masallarını okumuşsundur.”

Veli: “Ne demek istiyorsun, anlayamadım be herif sen de!”

Haşan: “Sus artık, sen de bana anlatma. Kızlar çamaşır yıkıyorlar diye gülüp geçersin değil mi, seni gidi çöplük horozusunu seni, oturmuş bana keşkeranı söylüyor. Baksana bana, ben öyle loloya gelecek herife benzer miyim?”

Veli (oturduğu yerden fırlayarak): “Ne dedin, vay burada kan mı var?”

Haşan: “Dur gitme, nereye gidiyorsun? Onlar gittiler.”

Veli: “Gittiler ha, isabet oldu. Bir belâya girerlerdi.”

Bayram: “Hiç kurur mu ya, çamur iliğine işlemiş.”

Haşan: “Sizin kanlarınız pek tuhaf helva pişiriyorlar. Yarım saat kadar tencerenin etrafında dolaşarak, bir kadın dua edip küsurlan amin diyorlar helva pişti o ne demek oluyor?”

Veli: “Nasıl nasıl, helva dua ile mi pişti?”

Haşan: “Öyle ya, bir de kocakarı vardı. Elinde bir değnek, havaya doğru sallıyor idi.”

Veli: “Gördün mü ettiğimiz haltı, şimdi ne etmeli? Herif, bunu niçin söylemedin?”

Haşan: “Ne var ki ne oldu? Bir kınlan dökülen bir şey var mı?”

Veli: “Daha ne olacak? Yediğimiz helva büyülüdür, bundan fena bir şey var mı?”

Haşan: “Büyü dediğin ne oluyor herif? Sen de amma vesveseli adam imişsin ha!”

Veli: “Ölünün körü oluyor, hayvan herif sen de. Kız kocaya varmak için mahsus öyle büyülü helva pişirirler, bırakırlar da her hangi erkek yer ise ister istemez kıza müptelâ olur. Gördün mü, ikimiz de yedik, başımızı büyük belâya uğrattık. Gel de artık bulgurun taşım ayıkla.”

Haşan: “Bak şu sofiı herifin eylediği meraka. Onun kolayı var be, helvayı ikimiz yemedik mi? Demek olur ki ikimiz de o kıza müptelâ olacağız. Eğer sen kabul edip ortak olmaz isen, hisseni bana ver.”

Veli: “Helva mıdır nedir? Ortadan kaldır şunu, götür aldığın yere bırak gel. Bayram şunu al kaldır, çabuk ol sana söylüyorum be. Artık buralarda duramam.Ulan Bayram uyur musun? Bayram Bayram, işitmiyor musun?”

Bayram (uyanarak): “Ay benim ne kabahatim var? Her taraf kuruyor, paçasıyla uçkurluk sırılsıklam.”

Veli (hiddetle): “Bayram orada uykuya dalmış, bu herif de laf anlamaz, amma belâya çattık ha!”

Haşan: “İşte geliyor belâlarımız da ve hem mübarek olsun.”

Veli (şaşırarak): “Ay şimdi cevap vereceğiz. Bakalım aym kazana tersledi.”

Haşan: “Cevabı pek kolay, biz helva melva yemedik deriz, olur gider vesselam.”

Veli: “Ya tabağı görmezler mi?”

Haşan: “Göle atarız... İşte” (atar) “Ay, taşa çarptı sesini kadınlar duydular ise ona da bir kolay buluruz.”

Veli: “Aman, sakın boşboğazlık etme ha!”

Dokuzuncu Meclis

Evvelkiler, Esma, Ayşe, Zehra, Dilber, Hatice, tosun, zükûr ve inâs

Köylüler hep

Esma: “Yedin helvayı artık benimsin.”

Veli: “Git işine kız deli inisin?”

Ayşe: “Alır isen, Esma’yı ihya edersin.”

Haşan (Esma’ya): “Hakkım arar iseniz, ortak bizimsin.”

Esma: “Alır isen ben mesut olurum.”

Veli: “Gelmezsen yanıma, memnun olurum.”

Ayşe (Veli’ye): “Al şu kızı, rezil ve rüsvâ olurum.”

Haşan: “Ben hiç naz etmem, mesrûr olurum.”

Umum:

“Yemiş helvayı senin sevgilin

Artık merak etme, muradına erdin.”

Esma (mahzun):

“Ayşe Kadın, Veli beni reddetti

Büyülü müyülü helvan tesir etmedi.”

Umum:

“Belki helvayı Veli yemedi,

Yese idi büyü tesir eder idi.”

Haydi gelin arayalım

Kim yemiş ise anlayalım.”

Hepsi (giderler) Veli ve Haşan (kalır)

Onuncu Meclis

Veli (Hasan’a): “Aman inkâr et, iş duyulmasın.”

Hasan’ı (sancı tutarak): “Sancı zorluyor, nasıl saklarsın?”

Veli: “Aman bana da bir şey oluyor.”

Haşan: “Zehir mi vardı acaba, başım dönüyor.”

Veli (gayet telaşla): “Vay vay vay, cankurtaran yok mudur?”

Haşan (yüzünden sakalı çıkarır): “Ay ay ay, ikramınız bu mudur?”

Veli (Hasan’ı görerek hiddetle): “Oğlan Haşan sen misin? Hani yüzündeki sakalı ne yaptın?”

Haşan (sakalı göstererek): “îşte, lâzımsa al.”

Veli: “Hay yerin dibine geçesin. Beni bu kadar eziyetlere soktun da bir de eğleniyorsun değil mi?” (hiddetle) “Öküz tüh yüzüne, git karşımdan eşek.”

Haşan (gizlice): “Babandır eşek.”

Veli: “Bense acıdığımdan o gece sana eziyet verdim. Bileydim eşek gibi arkana biner de köye kadar götürür idim. Bir de oğlumla eğleniyorsun, git karşımda durma gözüm görmesin.” (mahcubane) “inşallah görmezler” (der, gider.)

On Birinci Meclis

Veli (yalnız):

Şimdi nasıl etmeli de bu heriflerin elinden kurtulmalı? Kaçsam yakalayacaklar, çare yok köyde yine bulacaklar. Hem bu heriflerden her türlü de korkulur. Zira bunlar adamı döverlerve hem telef edecekleri de me’mûl olunur. Bu suretçe söylediklerine çar-u-nâçâr razı olup, bir kız için bir köylüyle düşman olmak, bu da âkil değildir. Cevap verip alıvermeli, lâkin benim yaşım altmış, kızın yaşı on sekiz. Şuraları biraz abes görünüyor, ama kız kendi rızasıyla talip olup ve bir köylü de ittifaken münasip görüyorlar ise de nasıl edeceğimi şaşırıp kaldım. Ve bu kızın da benim gibi miskin adama alâka etmesine taaccüp olunur desem hata etmiş olurum.” “Bunda hikmet-i hüdâ var, el-hâsıl almaktan başka bir çarem yoktur anlaşıldı. Bakalım ileride Cenâb-ı Hak ne gösterir? Dert bir değil, şu bizim Haşan şu kadar senedir emekdâr-ı kadîm olup ve bana ettiği günâ-gûn meşakkatleri bir veçhile hatırdan çıkarmaz derecede ise de nasıl edeceğimi bilmem.”

Haşan: “Aman ağacığım, öteden beri velinimetim bulunduğun halde hakkınızda çok vakit haksız hareketde bulunup ve her bir veçhile kusurda bulunduğumu bilirim ve size de malûmdur.Bu defa her bir günâ kabahatlerimi affetmenizi rica ederim. Her ne ise bilir bilmez cahillik ile ettiğim haksızlıkları behemehâl bağışlamanızırica ve niyaz ederim.”

Veli: “Her ne ise, eski emektarım bulunduğun cihetle cümle kabahatlerini affettim. Gel elimi öp de bir daha böyle uygunsuz işlerde bulunma.”

Haşan (elini öper, gizlice): “Tuh eline.”

Veli (yerinden kalkarak) “İkisi beraberce...”

Veli:

“Vay vay canımı pek zorluyor

Ama ne gönlüm bulanıyor Bu helvada zehir vardır Ciğerlerim doğranıyor”

Haşan:

“Ay ay kamım, pek çok da yedim Hekim gelsin acele, öldüm gittim Bu helvada büyü varsa Kızı bana verin ben beğendim”

On ikinci Meclis

-Evvelkiler, Esma, ‘Ayşe, Zehra, Dilber, Hatice, Tosun, Erkek köylüler-

Umum:

“Veli sana bir sualimiz vardır sakın inkâr etmeyesin

Ayşe’nin helvasından sen çok yemişe benzersin İşte hasta halin her türlü ispat ediyor

Sen bu kızı cümlemiz ittifakıyla çare yok almalısın” Esma:

“Hep gizli işler zahir oldu çıktı meydana Kaçmak fayda etmez, Veli kulak ver bana Çoktan beri hasretliğini çekerim âşıkım ben sana Ezelden kısmet etmiştir Cenab-ı Hak beni sana”

Ayşe (umum ahaliye):

“Veli’ye yaptığım büyü iyice tesir eylemiş Veli onun için efkârını değişmiş

Ziyadesiyle Esma’ya sevdası düşmüş

Veli bizden bu ana kadar saklıyor imiş”

Veli:

“Hep etrafımı aldılar işte sözün doğrusu Beni derde saldılar cebrî kızı aldırdılar”

Umum köylü:

“Veli helvayı pek âlâ bulmuş

Budala herif çokça yemiş

Büyü kendisine pek tesir eylemiş Esma kıza alâkayı candan etmiş Veli tu’mundan çokça yemiş helvayı İster istemez yakalamış sevdayı

Ne kadar tesirli imiş Ayşe kadının büyüsü Aldı Esma kızı karyemizin ihtiyar Veli’si Geçti Veli’nin Tosun’a hep sancısı

Ne iş eyledi ona un helvası”

Esma (Ayşe’ye):

“Benim için çok çabaladın memnun oldum.

Evvelâ Hak sonra sayende bak koca buldum Azdır ama şu keseyi sana hediye ettim

Şu yaptığın iş için gece gündüz dua eyledim” Ayşe:

“Bereket versin Esma Gelin’den bahşişim aldım Bu sanatımın sayesinde pek çok kazandım

Çok meşakkat çok emek çektim ama şimdi unuttum Çok şükür aç kalıp namerde muhtaç olmadım”

Haşan:

“Çala çala davulumun ipi kopdu

Helvayı beraber yedik ama kızı ağam kaptı

Umum karyemiz ahalisini teşekkürâne davet etti

Acele ederek Esma kızı kendisine nikâh etti”

Umum karye ahâlisi:

“Yedik içtik Hak bereketin versin

Hemen Kel Veli’ye Esma’yı Hak mübarek etsin

Ömürleri oldukça Hak onlara dirlik versin

Cümlemize Hak sıhhat-ı vücûd kâr bereketi ihsan etsin”

(Derler, perde iner)

Son

APPENDIX C:

Büyücü Karı f[57])

M.S.

Kantarcılar’da mükellef bir konağın üst katında Kânunusani ayının dördüncü salı günü ortada pirinç büyük bir mangal ateş karşısında köşe minderine oturmuş kırk beş elli yaşmda oyalı hotozu olan hanımefendi, karşısında durmakta olan kâhya kadınına diyordu:

“Bundan bir şey anlayamadım, Azime Hanım! Tütsüleri verdik, gömleği de giydirdik, fakat yine olmadı! Herifin hâlâ gözü dışarıda!”

Azime Hanım, bir tavr-ı bâridâneylecevap veriyordu:

“Aman hanımefendi, bu boyacı küpü değil ya! Böyle şeylerin hassası kırk günden evvel anlaşılamaz ki..

“Ya...? Hoca hanım ‘dakikasında tesir eder,’ dedi, yalan mı söylüyor acaba?”

“Orası itikada bağlı hanım! Hani ya geçen sene Memnune Hanım’m oğluna ne olmuş idibilirsiniz ya? Hoca hanıma sorduk!”

“’ Çil tavuğun yüreğini yutturmalı, şifayı bulur’ dedi. Öyle oldu, kaç tanesini söyleyeyim, sayısı yok ki...”

“Ya bizimkine neden tesir etmedi?”

“Kim bilir hanımım, inşallahtesiri olur!”

“Canım, Azime Hanım, bir ara hoca hanıma kadar gidip, şu müşkülümü halleder misin? Ne olur?”

“Baş üstüne arslanım, ama... şey ...”

“Para mı istiyorsun?”

“Evet! Çünkü kan paragöz bir şey de...”

“Peki, bir mecidiye yetişir mi?”

“Bunu kadma veririm, ya bana bir şey vermez misiniz?

“Ha, seni unutacak idim. Ortaköy’e kadar gideceksin, elbette para lazım, uçulmaz ya?”

Hanımefendi yerinden kalkıp, ortada konsolun orta gözünde bulunan çekmecesini çıkararak açıp iki mecidiye verdi.

“Kuzum Azime, hekime iyi baktır, meraktan patlıyorum,” sözlerini ilâve eyledi.

Paşa’nın vefatıyla biricik terk etmiş olduğu kerimesi Nadide Hanım, orta derece güzellerden idi.

Yirmi beş yaşmda iken pederi tarafından Manisa eşrafından Haşan Efendi’nin onyedi yaşmda olan mahdumu Murtaza Bey’e Allah’m emriyle verilmiş idi. Murtaza Bey fevkalade güzel ve yakışıklı olduğundan, zevcesi kendisini son derece bir muhabbetle sever ve uğruna her şeyi fedayı canına minnet bilir idi.

Murtaza’nın hizmetine konakta birkaç cariye tahsis kılınmış idi. Emsaliyle müsbet olduğu üzere, bu kabil cariyelerden bazıları evin evvel hanımından daha güzel ve daha cilveli çıktığından, adeta odalık ve bilahare hanıma ortak olmak rütbesine kadar nail oluyorlar.

Esaretin men‘i ile bu hâlin tedricen önü alınmakta olduğunu görmek ne kadar şayân-ı memnuniyet ise, bunun yerine başka şeyler çıktığım da itiraf etmek o rütbe sezâvâr-ı takdirdir. Evet, şimdi eski bildiğimiz cariyelerin yerine hizmetçiler ve bohçacı kadınlar ve terzi ve bunlara mümasilleri çıkarak, namussuzca muameleleri ile ahlâk-ı umumiyeyi ifsâd ediyorlar. Hele mürebbiye ve muallimeleri de asla hatırdan çıkarmamalıdır.

Neyse, Murtaza Bey iki sene evvel vefat eden paşa hazretleri kayınpederlerinin zeber cenahında ses çıkarmayarak ve bir itaat-ı kâmileye mağlûp olarak içgüveyliğinin mezahimine göğüs verdi. Bu müddet zarfında cariyelerle eğlenip vakit geçirmeye zaman bulup bulamadığım bilemeyiz. Çünkü konak dahilinde paşa hazretlerinin birçok gözcüler ve habercileri olduğunu Murtaza Bey pek ranâ bildiğinden adeta korkmada ve nereye basacağım bilememekte idi.

‘Murtaza Bey’i tekdir ve tahvîf eden mi var ki bu derece korkuyor?’ denilecek olursa, cevap veririz ki Murtaza Bey servetçe, intisap ettiği aileyle müsavi bir derecede olmadığından, mm-küU’il-vücûh kaympederinin ianesine muhtaç idi. Hatta hiç de istihkakı olmadığı halde, damatlığına hürmeten o zamanın moda icabmca Babıâli’de bir iki bin kuruş maaşla zaman tabiri üzere sandalye memuriyetine oturmuştu.

Serde damatlık ve bir de mükellef at araba elinde var ya, bunları bir kat daha ileri götürebilmek için kaympedere karşı tabasbusun son derecesini icradan geri durmuyordu. Paşa, eski vezirlerden ve kimsenin hesap sormadığı zamanda yetişmiş adamlardan olduğu için fevkalade denecek raddede servet iddihârma muvaffak olmuştu.

Zevcesi kendinden bir kaç sene evvel vefat etmiş ve Nadide’den başka evlat bırakmamıştı. Validesinin vefatmda kırk yaşmda kadar olan Nadide, pederinin irtihâlinde kırk dört yaşlarında kadar vardı.

Murtaza Bey de bu şurada erkeğin borusunu öttüreceği otuz sekiz yaşmdaydı ki, hanenin âmir ve hâkimi olmakla beraber bütün servet de elindeydi.

Kayınpederinin iltimasıyla beş altı bin kuruşluk mühim bir memuriyet de temin etmiş olduğundan, Paşa’nın vefatıyla kocalmağa yüz tutmaya başlayan zevcesinden de gereği gibi usanmış idi.

Yirmi senedir kan koca oldukları halde bir semere-i saadetleri dünyaya gelmemiş olduğuna kadın ne kadar müteessif ise, erkek de bu üzüntülerle kadm öbür dünyaya gidecek olursa bütün servete konacağı neşesiyle memnundu.

Evvelleri büyüklerimiz asil, necîb damad alacaklarına asl-ı neslini sormadan güzel ve yakışıklı olanları kendileri beslemek şartıyla kızlarına koca ederler idi. Böyle fürû-mayelerin ise bilâhare ocak söndürmek hususundaki maharetleri cümlenin müsellemi olduğu veçhile ziyade idi.

Paşanın vefatıyla Murtaza Bey’in hal ve tavrında büsbütün bir başkalık hâsıl olduğu yukarıda anlatmış idi. Artık damat bey harem dairesine gecenin saat üçü, dördünden evvel giremez olmuştu. Nadide Hamm’ın mümkün ise yüzünü bile görmek istememesine mebni, damat bey her akşam bir misafir alarak gelmekte idi.

Hanımın yegâne arkadaşı ve muhibb-i sadıkı Azime Hanım idi. Hâlbuki Azime Hanım para gözlü bir kadm olduğundan, dostluğu paraya müstenit idi. Nadide Hamm’ın bugün para verecek iktidarı kalmadığı anlaşılmasıyla, ilk konaktan savuşacak Azime Hanım idi. Azime, Nadide Hanım’ın gayet şımarık ve güzel kapalı büyümüş olduğunu bildiğinden bundan yani kadının safvet-i kalbinden istifade etmek çaresini bulmuştu.

Şöyle ki: Yukarıda zikri geçtiği üzere, Azime Hanım Ortaköy’de bir büyücü kadm bularak hanımına tanıtmış ve bir takım şirinlik nüshaları bundan ağnnca altın alınarak Nadide Hamm’ın boynuna takılmış idi.

Hakikatte “Hoca Hanım” tesmiye olunan bu kadınla Azime menfaat hususunda ortak idiler, Nadide’yi soymak hususunda Azime pek mahir olduğundan, zavallının nakit mevcudu biterek sıra emlâkine gelmiş idi.

Neyse o gün de Azime Hanım büyücü kadının Ortaköy’deki hanesinde isbât-ı vücûd etmişti. Ortaköy’ün az ilerisinde Kuruçeşme’ye yakın bir mahallin arkası, malûm olduğu üzere, harap ve eski bir takım evlerden mürekkep olup, adeta teneke mahallesi denilecek raddededir. Buranın bir kısmı Yahudi mahallesidir ki, kısım-ı diğerinden biraz farklıdır.

İslam Mahallesi arasında dar bir sokakta kerpice Bağdadi denilen duvarla muhât bir hanecik nazar-ı dikkate çarpar. Burası evden ziyade baykuş yuvasına benzemektedir.

Bu hanede boyalı saçlı, kupkuru yüzlü, gayet esmer bir ihtiyar kadm ikamet etmektedir ki, hikâyemizin mebni-i aleyhi olan büyücü kadm bu olduğunu karilerimiz anlamışlardır. Adeta köy ahırlarına benzemekte olan, avlusu üzerinde karşılıklı iki odası bulunan bu hanenin heyet-i mecmuasma mutasamfe olan bu kadm idi ki, bina inşa olunalıdan beri buraya süpürge ve nezâfet denilen şeyin girmemiş olduğunu ahvâl-i zahiresi gösteriyor.

Kan, kirli kukla tabirine mâ-sadak bir halde olup, sırtında Alipaşa basması denilip vaktiyle mamulât-ı dâhiliyemizin en mühim kısmım teşkil eden iri güllü basmadan bir entari bulunmaktaydı ki bunun ne zaman biçilip dikilmiş olduğunu kari’în-i muhterememiz tabir edemezler. Öyle zannolunur ki bu entari biçilip dikildikten ve kan sırtına geçirdikten sonra bir daha çıkmak veya çıkanlmak mümkün olamamış!

Mahallesinde Hüsna Hanım ismiyle tamlan bu mekruh suretli kadm, geçirmiş olduğu hayat ile Diyojen’in dişisi ıtılakma lâyık bir yoldadır.

Odanın birinin rafında bir iki sahan ve tabağa benzer şeyler olup, bunların içlerinde bulunanlar karının nafaka-i yevmiyesinden ibaret idi ki karilerimizin midelerini bulandırmamak için bunların tavzih ve tarifini zâid görürüz. Ortada Nuh-ı Nebi zamanından kalma tabirine mâ-sadak bir de saç mangal bulunmakta olub, temizlenmemek yüzünden adeta rengi bile uçmuş idi.

Azime hanım telaşla ile içeri girip:

“Selamın aleyküm, analık!” diye büyücü karıya hitap etti.

Kadm Azime’nin vürûdunu görür görmez, her işini bırakıp istikbaline şitâb ederek:

“Hayrola Azime Hanım, yine ne var?” diye sorduğunda, Azime Hanım da: “Bırak, Allah’ı seversen, bu kadından artık usandım yine beni sana gönderdi.

‘Kırk yıllık Yani, olur mu Kâni dedikleri gibi, kocasını biz nasıl ıslah edebiliriz?”

“Bilirsin ya Azime Hanım, bu iş için ne kadar zahmet çektim, neler yaptım neler!”

“Uzun etme, zahmete mukabil de alacağı aldın!”

“Vakıa orası da öyle, şimdi anlayacaksın.”

“Haydi, öbür odaya gidelim de uzun uzadıya konuşalım.”

***

Aksaray’da Şekerci Sokağı’nda Şadan Hanım’ı tanımayan yoktur. Şadan Hanım’m çoktan dul kalmış olduğu söylenmekte ise de kimin zevcesi olduğunu ve kimden dul kaldığım bilen yoktur. İki kızıyla orada sekiz on odalı mükellef bir konak dairesinde imrâr-ı hayat eden Şadan Hanım’m erkek işçileri, hizmetçileri, uşakları yerindeydi. Anlaşılamayan bir nokta var ise kadının varidatı nereden geliyor ve bu dolap neyle dönüyor ciheti idi?

Vakıa bu nokta en ziyade nazar-ı dikkate alınacak şeydi. Ana kız haftada bir iki gün haneden gaybûbet ederler ve nereye gitdiklerini kimseye bildirmezlerdi. Bunlar acaba bu yolda nereye gitmekte idiler?

Şadan Hanım’m büyük kızı Melekrû, yirmi yaşlarında kadar, sarışın güzeli bir şey olup sesi de fevkalade güzeldi. Bunun piyano ve ud çalmaktaki mahareti de bu nispette idi. Hemşiresi Peyker bundan iki yaş daha küçük ve esmer güzeli bir şeydi. Bu da gayet mükemmel keman çalmakta olup, valideleri bazı akşamlar bunlan odasma alarak kendi de def vurmak usulünde mahir bir hanende olduğundan âlemlerinde devam ederler idi. Melekrû her ne kadar kocasız ise de, buna bakire de denilemez idi. Çünkü hiç erkek bilmeyen ve bunlarla ihtilâfta bulunmayan kızların evzâ‘ u etvâr ve harekâtı herkesin malûmu olacağından, bu kızda öyle bir hal görülemiyor idi.

Bunlar Aksaray’a taşınalı henüz üç sene kadar oluyor idi. Mahalle bekçisine mebzûlen aylık verdiklerine ve imam efendiyi haftada hiç olmazsa bir defa olsun hanelerine davet ettiklerine veyahut it‘ame-i nefise ve nadire yaptırarak imam ve muhtarların hanelerine göndermekte olduklarına binaen, bunların fevkalade tevvecühlerine mazhar olmuş idi.

Mahallenin imam ve muhtarları ve bekçisi zahir olunca diğerlerinin ne kadar ehemmiyeti kalacağı muhtaç-ı izah bir keyfiyet değildir.

Murtaza bundan dört sene kadar evvel arkadaşlarından Ömer Bey isminde biriyle Kâğıthane’ye gezmek üzere gitmişti.

Burada Şadan Hanım’la kızlarına -evvelce hazırlanan bir plan vechile- tesadüf ederek Melekrû’ya bin canla âşık oldu. Nadide Hanım’dan çoktan usanmış ve henüz nbka-i esareti üzerinden atmış olan Murtaza, bugün ne yapacağım bilemeyecek hale gelmiştir.

Herşeyin husûlune çare-sâz olan şey para olup, altın anahtarın her kilidi açacağı kaziyesi de Murtaza’ca müsellem olduğundan Ömer’in:

“Nasıl Murtaza Bey, bunlan beğendiniz mi?” Sualine mukabil, Murtaza da:

“Beğenmemek söz mü? Ben bayıldım gitti!” cümlesini ağzından kaçırıvermişti.

îşte vakadan bir hafta mürurunda Aksaray’da Şekerci Sokağı’ndaki konak ve teferruatı Ömer’in delâletiyle Murtaza Bey tarafından bunlara tedarik ettirilmişti.

Mesele anlaşılıyor ya işte bu devam, haneye olan devamı kesmiş ve harem dairesine çokça gitmemekte bulunmuş idi. Nadide Hanım beyinde hâsıl olan tebeddül aniden pek ziyade üzülerek, Azime Hanım’a sarılmış ve yukarı tarafından soyulmaya başlanmış idi ki sonunun neye varacağım hikâyemizin âtisi anlatacaktır.

***

Azime Hanım, büyücü kadınla odada bir şeyler söyleştikten sonra, ortaya çıktılar.

Garip kan, Azime Hanım’a diyordu:

“Anlaşıldı ya! Kalaysız bakır leğen, bir de beneksiz siyah horoz, iki de kara saplı hiç kullanılmamış bıçak, bir de deliksiz at nalı. Fakat bunu siz bulamazsınız, benim mahsus adamım var bunu ısmarlarım!”

“Kaç paraya kadar olur bu?”

“Sen Hanımefendi’ye altmış kuruş dersin. Bir lira alırım, paylaşırız.”

(Sevinerek) “O da olur! Bir de Beyefendi’nin gömleğini isterim, davet yapacağım.”

“Davete de masraf olacak ya?”

“Artık sen ne alırsan, onu kabul ederim. Bir de gömlek tütsülendikten sonra, o gece Beyefendi yatağa girerken, hemen boyundan geçirmeli.”

“Aman bu nasıl olur? Hokkabazlık gibi bir şey; aman hoca hanım, bunun bir çaresini bul.

“Peki, düşüneyim de sonra haber veririm. Sen git de şu paralan ve dediklerimi al, gel!” ***

Şekerci Sokağı müstecirleri halleri yukanda naklettiğimiz veçhile cereyan ediyordu. Mahalleliler arasında bunlar hakkında dedikodu eksik olmuyor idiyse de imam ile muhtarlardan çekindikleri için işin ilerisine gidemiyorlardı. Murtaza Bey, mahbubesi olan Melekrû’ya mülâki olmak üzere geliyor ve bununla görüşüyor ise dene zaman geldiğini ve ne vakit avdet ettiğini gören ve bilen olmuyor idi.

Aradan bir sene kadar mürurunda Melekıû, Murtaza’dan bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Halk nazarında bakire tanındığı halde Hoca Nasreddin Efendi merhumun “kız oğlan kız, altı aylık gebe, eğer çıkmazsa mal benim” diye görücülere söylediği üzere, bunlar suret-i kafiyede bir ebe tedarik ederek, kızı doğurtmuşlar ve derhal Macuncu Semti’nde tedarik ettikleri sütnineye çocuğu tevdieyleyerek, haneden aşırmışlar idi.

Çünkü ev içinde ne kadar ihfasma gayret edilse tıfl-ı nevzâd ağlayıp haykırmasından mütevellit seda dışarı aksedecek veya haneye gelip gidenlerden biri tarafından işitilerek etrafa bu suretle ilân edilecek idi. Sesli mahlûkun vücûdu setr ve sesini ihfâ mümkün olamayacağı kaziyesine binaen, bazı erbâb-ı ihtisası ‘her şey çalınır ama insan aşınlamaz!’ Nazariyesini ortaya sürerler.

Bi’t-tabii Murtaza Bey dünyaya bir oğlunun gelmiş olduğu haberiyle mübeşşir olduğundan, çocuğun nazar takımım daye masrafı vesairesi için kesesinin ağzım fevkalade açmıştı.

Sütnineye verilecek maaş-ı şehrî de beyefendiye mal edilmiş olduğundan, her ay sütnine olan kadının zevci daireye giderek beyefendiden üç lirayı alacak idi. Melekrû’nun lohusalık müddeti pek az günde mündefi olmuş ve yine Murtaza ile eski cümbüşlere koyulmuştu. Fakat bu defa ihtiyatı elden bırakmayarak, gebe kalmamasına gayret olunuyor idi.

Şükür yetiştirene, Şadan Hanım nur topu gibi torununu da gördü! Bundan büyük bahtiyarlık mı olur? Murtaza Bey artık harem dairesine de bazı geceleri girmiyordu. Hanımefendi bunun bu hallerinden bir şey anlayamıyor ve yirmi beş otuz seneye karîb bir kan kocalığı ihlâl etmek de istemiyordu.

Hanım’m her şeyi Beyefendi’nin elinde olduğundan refte refte emlâk mutasamfı olarak tanınan Nadide Hanım, namım Murtaza Bey’e tahavvül ediyor ve bunun ne yolda cereyan ettiği bilinemiyordu. Zavallı Nadide Hanım’m elinde bir oturdukları konak kalkmıştı. Bunun da yakında Murtaza Bey uhdesine geçeceği bekleniyor idi.

Merhum Paşa’nm eski dostlarından olup o civarda oturmakta bulunana Ürgüplü Hüseyin Efendi isminde gümrük kolculuğundan mütekait zatın cereyan-ı hâl gözünden kaçmıyordu. Hüseyin Efendi, Paşa’nm delâlet ve muavenet-i nakdiyesiyle el-yevm mutasarrıf olduğu haneyi edinmiş ve lütuf ve inayeti unutmamış idi.

Bu kadirşinaslık Anadolu ahalisine has olan meziyyât-ı harikulâdeden biridir. Murtaza Bey’deki tebeddül-i nâgehâniyi görünce, bunun sebeb ü illetini anlamaya koyulmuş ve yukarıdan beri naklettiğimiz şeyleri en İnce noktasına kadar öğrenmiş idi. Yalnız Azime Hanım’la Nadide Hanım ve büyücü kan arasındaki muamelâtı bilmiyor idi ki, bunu bilmek de belki kendince zait idi.

Hüseyin Efendi ortaya çıkarak hakikatten Nadide Hanımı haberdar etmeyi düşündü ise de:

“Daha vakit varmış, biçimine getirerek yapmalı!” mütalaasıyla, şimdilik söylemekten sarf-ı nazar eyledi.

Azime Hanım hocanın evinden avdetle, doğru hanıma gelerek vakayı anlattı. Aradan bir saat mürurunda beş lira alarak konaktan çıktı. Büyücü karı, Azime Hanım’a gömlek giydirmek hususunda kolay bir cihet göstermiş idi ki mahallinde izah olunur.

Hanımefendi Kâhya Kadın’m tebşirâtından fevkalade memnun olarak diyordu:

“Allah büyüktür. Derdine deva arayan dermanım bulur. înşaallah vakti gelmiştir, kimseye derdimi söyleyemiyorum, herkesten utanıyorum, beyime ne oldu bilemiyorum, mutlaka birine vurulmuştur.”

***

Şadan Hanım ile küçük kızı,Melekrû’nun melâhati sayesinde, koca konakta debdebe ve dârât içinde evkat-güzâr olmaktaydılar.

Fakat kadın işin bu yolda cereyan etmesini istemiyordu. Çünkü içinde geçirdikleri hayat âlemi muvakkat olup, gerçi arada bir de çocuk da varsa da herkes bunu Murtaza Bey’den hâsıl olma bilmediklerinden, iki üç sene sonra Beyefendi’nin kızından usanması üzerine bu debdebe ve dârâtdan eser kalmayarak, işin eski hamam eski tas olacağım düşünmekte idi.

Bulundukları halin temadisine yegâne çare, Melekrû ile Murtaza Bey’in rabıtalarının meşruiyete munkalib olması idi.

Kaldı ki Murtaza Bey, Paşa’nm damadı ve zevcesi olan Hanımefendi’nin bunun velinimeti mesâbesinde olması şu maksadın husûlüne de mani olmakta idi. Ne yapmalı? Nasıl edip bu işin içinden çıkmalı?

Kızı herkes nazarında resmen kız oğlan kız olup, hâlbuki hakikatte çocuklu bir kadm olduğundan, bunun hayatım da müddet-i medide zehirlemek muvafık değil idi.

Artık Paşa’nm değil ya kimin kızı olsa kendisi için ciğerpare kerimesi kadar makbul ve mergûb olamayacağından, ne yapılacak ise zaman-ı icrası gelip çatmıştı. Buna yegâne çare de Nadide Hanım ortadan vücudunun kalkması olacağından bu tedbire tevessül elzem idi.

Fakat bu nasıl yapılacak?

Kadının öyle bir yolda izale-i vücudunu tasavvur ediyor idi ki, öldüğü halde öldürüldüğü hakkında ortada zerre kadar bir iz kalmış olmasın!

Şadan Hanım’ın en samimi dostlarından ve sırdaşlarından Hürmüz Hanım isminde biri vardır ki, bu kadm Üsküdar’da Kısıklı semtinde oturur.

Sekiz koca eskitmiş, her birinden miras yiyerek şimdi altmış yaşma gelmiş olan bu karı, “Rastıklı” namıyla maruf olan mekrûhedir ki, şimdi otuz beşinde olan kocasıyla yaşamakta, evliliklerinden kazanmış olduğu paralan bu delikanlıya afiyetle vermekteydi.

Şadan Hanım’ın sıkıntısı oldukça hemen Hürmüz Hanım’a koşar ve bunun gösterdiği yolda hareket ederek -zu’munca- fayda da görür idi. Hemen Aksaray’dan kalkıp köprüye inerek Üsküdar vapuruna binip, muhibb-i vefa-şiânnın hanesine kapağı atar.

Hürmüz Hanım muhibbesinin derdini dinledikten sonra, Ortaköy’de bulunan Hüsna Hanım’a müracaat etmesini ve arzusuna muvaffak olmak emrinde bundan başkasının çare bulamayacağım söyler. Kadm bu nimetten memnun olarak, daha bir saat kadar orada oturduktan sonra, geldiği gibi hanesine avdet ve kerimelerine mülâki olur.

Tesâdüfât-ı garibeden olmak üzere avdetinde vapura bineceği sırada kendine birisinin dik dik bakmakta olduğunu görür fakat vapura girilmek mecburiyeti ile kadm ve erkek mahallerinin ayrılığı elli elli beş yaşlarında olan bu adamın garip bakışından Şadan Hanım korkardı. Her nedense Şadan Hanım bu herifi görmekten hoşlanmamış olduğundan mıdır nedir, hanesine pek rengi uçkun ve helecanlı olarak girdi!

***

Maltepe’nin yakınında Başıbüyük namıyla bir köy vardır ki, burada çıkan bal pek meşhurdur. Bu bal evvelleri Saray-ı Hümâyûn’a hediye olarak takdim edilir ve bazı vükelâ ve küberâ âli fiyatla tedarikiyle, hanelerinde bulundurur idi. Kerim Ağa isminde oranın oldukça ileri gelenlerinden birinin haremi evvelce vefat etmiş olduğundan, ana kızdan ibaret bir hane halkı teşkil etmek üzere Kartal’ın ötesinde Yakacık köyüne tebdîl-i hava için gelmiş olan Şadan Hanım her nasılsa Kerim’in gözüne ilişir.

Bunlar kimsesiz, yani erkeksiz olduklarından, terbiye ve ahvâl-i zahireleri de hoşuna gittiğinden ve Maltepe ile civar köylerinin en büyük çarşı ve pazar mahalli Kartal kazası olup Kerim Ağa da öteberi satmak üzere daima buraya inmekte olduğundan ve Yakacık cihetinde de bir iki bağı olduğu için oraya da ara sıra gittiğinden, Şadan’m validesinin muvafakatiyle bunların umur ve hususlarına nezaret etmeye başlar.

Bu münasebetle aralarında Şadan’la muhabbet ve münasebet peyda etmiş olduğundan, ana kız artık sayfiyeyi terke lüzum görmeyerek, Kartal’da Kerim Ağa tarafından icâr edilen bir eve taşındıklarından, Melekıû ismindeki bir kızı dünyaya gelir. Zaten Kerim Ağa, Şadan’dan her suretle memnun olduğu için imam ve muhtarı celb ile bu münasebetlerine bir şekl-i meşruiyet verir.

Aradan iki sene mürurunda ikinci kız yani Peyker doğar. Kerim Ağa, Peyker’in dünyaya gelmesi üzerine zevcesiyle kayınvalidesini ve iki çocuğuyla hizmetçisinden mürekkep olan ailesini köyündeki hanesine kaldırır. Aradan altı ay mürûrunda Şadan’m validesi vefat eder.

Şurası gariptir kiMelekrû’nun pederi kim olduğu, nasıl Aksaray semtinde perde-i zulmette kalmış ise, Şadan’m pederinin kim olduğu da Kerim Ağa’ca bilinememekte idi. Bu yolda bir müddet daha geçince bir gün Kerim Ağa’nm bir iş zımnında iki günde avdet etmek üzere Gebze’ye gitmesi, işinin ve hayatının rengini değiştirmişdir.

Şöyle ki: Kerim Ağa iki gün sonra avdetinde hanesinde kimsenin bulunmadığım görünce aklı başından giderek, her tarafı aramış ve bir emareye destres olamamış idi. İhtiyar çiftçilerin biri Kerim Ağa’nın Gebze’ye gittiği gün, hareminin de iki çocuğunu ve bohçasını alarak Kartal’a inmiş olduğunu gözüyle gördüğünü söylediğinden başka bir ipucu bulunamamış idi.

Kerim Ağa bu yolda bir-iki gün, hatta bir-iki sene daha beklemiş ve bir neticeye destres olamayınca meyûsiyeti artmış idi.

Günün birinde Kerim Ağa’nın evinin penceresinden atılmış bir mektup bulundu. Mektubun üzerinde nereden gelmiş olduğuna dair bir işaret bulunamadı. Her ne kadar üzerinde ağalık unvanı var ise de, Kerim Ağa okuryazar takımından olduğundan, zarfı yırtıp içindekini okumaya başladı. Zavallının okundukça beti benzi atıyor ve dudakları hırsından titriyor idi. Okuyup bitirdikten sonra:

“Bu elimde senet olur, bu kâğıtla ne zaman olsa intikamımı alırım!” dedi.

Mektup, Şadan tarafından yazılmıştı. Fakat nereden gönderildiği belli olmadığı için, tabii bir teşebbüste de bulunamaz idi. Binâberin vakt-i münâsibe intizaren şimdiden telâşa lüzum ve mahal olmadığı kararıyla intizamım zihnine nakş ve icrası için deruhte eyledi.

Şadan okuyup yazan takımından olduğu cihetle bunu kendi yazmıştı. Bu bervech-i zîr muharrer idi:

“Geçirdiğim hayattan usandım. Ben çift öküzü veya tarla ineği değilim ki dağ başlarında ömür geçireyim. Bu hal beni bî-zâr etti. Kızlarımı da alarak gittim, beni beklemeyiniz, çünkü ne benden ne de kızlarımdan size fayda yoktur, vesselâm.”

Kerim Ağa’nın güç ve kuvveti yerinde olup, oldukça yakışıklı idi. Servet ve dârâtı da hatırı sayılır raddede olduğundan, tabii zevcesiz duramaz idi. Binaenaleyh Kartal’dan kendisine münasip birini tedarik ile vech-i şer‘i üzerine nikâh eyledi. Mürûr-ı zamanla Kerim Ağa’nın bundan iki oğlu oldu. Bir vechle yirmi seneye karîb bir müddet Kerim Ağa intikamına intizarda kaldı.

Bu müddet zarfında Şadan’ın ne yolda emrâr-ı hayat etmiş olduğunu anlatmayalım, çünkü bunu anlatmak iki üç cilt vücûda getirecek kadar vukuâtla halidir. Nihâyet kadm yetiştirip büyütmüş, öğrettirmiş olduğu kızlarından büyüğünü yakanda anlattığımız veçhile Murtaza’ya bırakmış ve ondan da bir çocuğu olmuştu. Kadm bir türlü Kerim’i unutamamakta idi. Kerim’in günün birinde kendisinden ahz-ı intikam edeceği endişesi kadım düşündürmekte idi.

Her ne hal ise, aradan şu kadar sene mürurunda ahz ü ita zımnında İstanbul’a inmiş olan Kerim Ağa dolayısıyla muârefe peyda etmiş olduğu Hüseyin Efendi’ye tesadüf eder. Bunlar Beyazıt Meydanı’nda bir kahve dükkânına oturarak konuşmaya başlarlar. Kerim Ağa, başına gelen halleri ve Şadan yüzünden uğradığı felâketleri anlattıktan ve iki kızı olduğunu da hikâye eyledikten sonra Hüseyin Efendi sordu:

“Şimdi kerimeleriniz ale’t-tahmin kaçar yaşlarındadır?”

“Biri yirmi, diğeri on sekiz yaşlarında kadar vardır.”

Biraz düşündükten sonra, bunların renklerim falan da sorar. Zira, Hüseyin Efendi sâika-i merak ile bunları takip ederek, kendilerini de görmüş ve boylarına da dikkat eylemiş idi. Aldığı izahattan Kerim Ağa’nın aradıkları bunlar olduklarım anlayınca:

“Kerim Ağa, o karıyla kızlarının şimdiki halleri şundan ibarettir!” deyip, Murtaza Bey ile Melekrû arasındaki vakayıbir harfi kaçırmaksızm Kerim Ağa’ya hikâye eyledi. Gayet namuslu bir adam olmak itibarıyla, zavallı Kerim’in şu anda hâsıl ettiği teessür derecesini burada şerh ve izah edemeyiz. Bunlar bir müddet daha yavaşça konuştuktan ve yapacakları şeyleri kararlaştırdıktan sonra ayrılırlar.

Şadan, “Rastıklı” hanımın ihtarına tevfik-i hareketle mülâkatınm ferdası günü Ortaköy’deki Büyücü Kadın’m hanesine gitti. Bir tesadüf-i garîb olmak üzere yevm-i mezkûrda, Azime Hanım da orada idi. Şadan derdim anlatmak için Hüsna Hanım’ı yalnız görmek istedi ise deBüyücü Kadm, Azime Hanım kendinin yabancısı olmayub ser-kûyi bir kadm olduğundan, ne söyleyecek ise anlatması ihtarında bulundu.

Şadan nakliyatına devam eyledi. Yalnız Kerim Ağa meselesini söylemeyip, kızının başma gelen felâketten vesaireden bahsediyordu. Büyücü Kadm bu sözleri dinlediği sırada, Azime Hanım da kulak misafiri oluyordu. Cereyan-ı halden Azime Hanım, Murtaza’nın dil-dâdesi bunun kızı olduğunu anladı, kendi kendine:

“Hanımefendiye hizmet edecek sıra budur!” deyip, sonra Şadan Hanım’a dönerek sordu:

“Hanım, semtiniz nerede?”

“Aksaray’da Şekerci Sokağı’nda ... numaralı hanede oturuyorum.”

“Ne zamanlan hanede bulunursunuz?”

“Alelade her gün fakat pek müstesna zamanlarda bulunmam; o zaman da kızlarım evde olur.”

“İnşallah, bir gün rahatsız ederim.”

“Buyurunuz, başımızla beraber, biz de ahbap canlısı adamlarız!”

Hüsna Hanım da Nadide Hanım’m sebeb-i felâketi bunlar olduğunu anlamakta güçlük çekmedi. Kurnaz kan, hem kannın parasım almak ve hem de bunu tuzağa düşürerek Nadide Hanım’ı memnun etmek istiyordu. Dedi ki:

“Hanım, söylediğiniz işin husûlü mutlak yirmi lira vermeye tevakkuf eder. Bu parayı verdikten sonra vereceğim talimat dairesinde iş görecek olursanız, yüzde yüz muvaffak olacağınızı ümit ederim.”

Şadan: “Ben de size bu parayı bir iki gün içinde tedarik ederim.”

“Buraya ne gün gelebilirsiniz?”

“Pazar günü.”

“Saat kaçta?”

Bir az düşündükten sonra:

“Teşrinievvel ayı içindeyiz. Bu ayda günler pek kısadır. Yediden evvel burada bulunamam ki...” Cevabım verdiğinden, Büyücü Karı da:

“Pekâlâ, ben de sizi o gün beklerim, fakat biraz pey vermez misiniz? Çünkü esnaf benim babamın oğlu olamadıklarından, bazı veresiye vermezler.”

“Ne kadar para lâzım?”

“Üç dört lira kadar üzerinizde yok mu?”

“Pekâlâ, vereyim.” (Kesesini çıkararak, üç Ingiliz lirası verir) “Alınız, Hoca Hanım.”

“Hayır, o ayrıcadır. Arzum hâsıl olursa, ne isterseniz veririm!” Şadan Hanım, bu işini bitirdikten sonra oradan çıkıp gitti.

Hüsna Hanım ile Azime Hanım yalnız kalınca, birbirleriyle bir müddet gizli olarak görüştüler.

“Azime Hanım!”

“Tedbirini pek beğendim, böyle yaparız. Artık Bey’e gömlek giydirmeye hacet kalmadı.”

(Gülerek) “Bundan iyi gömlek mi olur?”

“Şimdi beni arayan şu Hüseyin Efendi’nin evine gideceğim.”

“Aman ondan da birkaç lira koparmak mümkün mü?”

“Orasını bilmem, herhalde bu iş senin hakkında hayırlı olacak, çünkü ömrün içinde bir doğru iş görmüş olacaksın.”

Netice

Pazar günü muayyen olan saatte Şadan Hanım yirmi lira üzerinde olduğu halde Büyücü Kadın’ın hanesine isbât-ı vücûd eyledi. Hüsna bunu odaların birine almayıp, hanenin avlusunda kabul eyledi. Bunlar konuşmaya başladılar. Hüsna, Şadan’a evvelki sözlerini tekrar ettirdi. Derken sağ taraftan iki polis ile Kerim Ağa ve Hüseyin Efendi zuhur ettikleri gibi, diğer taraftan Nadide Hanım ve Murtaza Bey ile Azime Hanım göründüler.

işin daha devamına mani olmak üzere Kerim Ağa’nın sabrı tükenerek, hemen çıkarmış olduğu kaması ile Şadan’ı yere serdi. Murtaza Bey de yaptığı işlerden pişman olarak, ne gibi belâya uğramış olduğunu anlayarak, adem-i tekerrürüne tövbeler ettikten sonra, zevcesiyle birlikte oradan çıktılar.

Kerim Ağa da birkaç gün lâzım gelen isticvabm icrasından sonra kendinde bü­cürüm görülmeyerek beraat kazandı. Sonra gidip Hüseyin Efendi delâletiyle ciğerparelerini bularak ve pederlerini ispat ederek, alıp köye götürdü.

Aradan şu suretle üç dört ay müıûr eyledi. Murtaza Bey Nadide Hanım’m gönlünü ederek Melekrû’dan olan oğlunu bir daha asıl validesinin yüzünü göstermemek şartıyla hanesine götürdüğü gibi, birçok fedâkârlıklar ihtiyâr ederek badema namusuyla imrâr-ı hayat edeceğine söz alınarak, Melekrû münasip birine zevce olarak verildi. Şâir a‘zâ-yı vakamız, halleri üzere imrâr-ı hayat ettiler.

Hitâm

Tayyarzade Binbirdirek Batakhanesi neşredilmiştir.

Musavver olarak 1 kuruşa satılmaktadır.

APPENDKD:

DOCUMENT: I (1855)

BOA. A.MKT.MVL. Dosya No: 73,GömlekNo: 92,10.Za.1271.

Belge-1

Bi-mennihî Teâlâ

Hâk-pây-ı sipihr-i’tilâ-yı hazret-i vekâlet-penâhîye mazbata-i ubeydânemizdir 1133

Meclis-i vâlâya fî 15 Ramazân 71 676

Belge-2

Numero 180

Mühür

Meclis-i Kebîrde tedkîk ve mütâla’a buyurulmak

Bundan on bir mâh mukaddem Sayda Eyaleti dahilinde kâin Sur kasabası sakinlerinden Mihail Katan nam kimsenin Susan namında bakire kızının mahall-i mezkûr ahalisinden Ali Tamsah nam şahıs marifetiyle tahnîk kılındığı istihbâr olunduğuna mebni hakikat-i hâl lede’l-isti’lâm bakire-i mezbure bir vakitden berü sara illetine müptelâ olarak merkum Ali Tamsah dahi cincilik iddiasmda bulundığmdan güya mezbure kızın batınında bulunan cinleri ihraç için kız validesi ve taallukatı tarafından celp olunarak merkum dahi kız ile akşamdan bir oda derununda halvet edip sabah oldukda bakire-i mezbure aman beni hank ideyor avazesini etmiş olduğundan validesi derun-ı odaya duhulünde mezburenin üzeri iki yorgan örtülü olduğu halde merkum Ali üzerinden muttasıl boğazım sıkar görmekle merkumu def edip yorganları açtıkda mezbureyi meyyite ve merkum Ali dahi lerze halinde bırakarak hükümet-i mahalliyyeye haber verdiğinde taraf-ı meclisden gelip keşf edenler mezburenin boğazında eziklik ve bazı mertebe kan görünmüş ve lede’l-keşf bekâreti izale olunmadığı tebeyyün olduğundan li-ecli’l-istintâk merkum Ali’nin celbine adam gönderildikde beyhude bulunduğundan validesiyle meyyite-i mezburenin annesi celb ve istintâk olundukda güyâ kız-ı mezburede iki cini olub birini gece batınından çıkarmış ve diğerini dahi çıkarmak üzere uğuraşur iken bî-vakt kapı açıldığından cin-i mevhûman kızdan çıkub oğluna girdiğine ve kızın cam dahi cini ile beraber çıktığına dair bir kelimât söylediği beyan ve inhâ olduğunun üzerine merkum Ali bi’n-nefs ve mezburenin validesi tarafından tayin kılman vekîl-i şer’î celb ile bi’d-defaât istintâk olundukda merkum Ali, kendisinin cini ihracında mahareti olub meyyite-i mezburenin validesi tarafından olunan ibrâmât-ı mütemadiye üzerine kendi validesiyle hanelerine gidip akşamdan halvet etdikleri odada sabaha kadar mezbure üzerine okuyup ale’s-sabah tamam cinlerin hurûc edeceği vakit bir takım nisvân derun-ı odaya duhûl etmeleriyle harâret-i esmâdan nâşi ol halde kendisine bir sersemlik târî olup ne yaptığma ve kıza ne olduğına dahi hanesine ne suretle nakl olundığma dair malûmatı olmadığı takrir ü beyan eylemiş oldığından müvekkili tarafından olunan iddiayı müsbit şühûdu olub olmadığı vekil-i merkumdan lede’s-suâl tâife-i Hristiyan’dan olarak esamilerini beyan olunduğu kimesneler celp ile yegân yegân sual olundukda, vaka-i kaziye günü ale’s-seher hane-i mezkûre civarından mürûr ettikleri vakit derun-ı hanede bazı gürültü işittiklerinden ve Ali Tamsah’m cini ihracıyla meşgul bulunduğunu haber aldıklarından, içeriye duhullerinde merkumu bir tarafta lerze halinde ve mezbureyi iki yorgan altında ayaklarında değnek ile darb yarası ve boğazmda tırnak cerhi oldığı halde meyyite gördüklerini ihbar eylemişler ve andan yirmi iki gün sonra vekîl-i merkum yine Hristiyan’dan bir takım şühûd daha getirip egerçi esâmileri mukaddemce sebt-i defter kılman esmâdan hariç olduğundan evvelemirde adem-i kabulleri sureti beyân olunmuş ise de mukaddemce bazı şahitlerin isimleri tesmiye etdiği vakitde bunlardan başka daha şahitlerim vardır dediğini ve kendisi Surî olmayub esâmi-i nâsm kat’â bilmediği ve müvekkilesi dahi mestûre bir şey olduğundan şühûd-ı merkumeyi bi’l-müşâh edebilir ise de isimlerini lâyıkıyla bilmediğinden hatta vekil olduğu vakitde dahi lâzım gelecek şühûdu defaten haber veremeyerek der-hâtır ettikçe irae ve ihzâr eyleyeceğine dair kelimât söylemiş olduğu beyanıyla şühûd-ı merkumenin istimâ’mı istida etmiş ve fî’l-hakika vekîl-i merkum bu kelâmı söylemiş olduğundan içlerinden Sur mutavattınlarmdan Leyssveled-i Cibran, Hayrullah ve Cibran veled-i Yusuf Hayrullah’ı bi’l-intihâb husûs-ı mezkûra dair olan malûmatları sual olundukda merkumân vukû’-ı kaziyyede Sur’da bulunmayub ancak bir kaç gün sonra memleketlerine vürûd ile Ali Tamsah’m kaziyye-i malûmeden dolayı hasta olduğunu haber aldıklarından li-ecli’z-ziyaret nezdine vararak sual-i hâtır ile beraber istîzâh-ı kaziyye eylediklerinde ber beyân-ı bâlâ kız-ı mezburenin batınında cini olduğundan bahisle mezkûr cinleri çıkarmak içün mezburenin valide ve taallukatı taraflarından davet olunup o gece sabaha karşu zikr olunan cini mezburenin boğazma geldikde mücerred ihracı emeliyle boğazım sıkmasıyla mezburenin vefat itmiş olduğu alâ tarîkü’l-hikâye merkum Ali’nin kendilerine nakl eylediğini merkumân beyân ve ihbar eylemiş olmalarıyla merkum Ali ve validesi celb ile keyfiyet ifade ve tebliğ ve her çend-i sual olunmuş ise de ifâde-i sabıkalarında ısrar eylemiş olduklarından merkum Ali mahbesde tevkif kılınmışdır. Ol-bâbda ve her hâlde emr ü irade hazret-i menlehü’l-emrindir

Belge-3

‘aded

49

Sayda Eyaleti Tahkikat Meclisi tarafından tanzim olunan melfûf mazbata mealinden keyfiyet muhât-ı ilm-i âlî-i hıdîv-âneleri buyrulacağı veçhile Sur kazası sakinelerinden Susan bint-i Mihail nam bakire bir vakitden beri sara ‘illetine müptelâ oldığı hâlde cini şerrine uğramış zu’muyla valide ve taallukatı tarafından güyâ cini ihracına muarefesi olan Ali Tamsah nam kimseye okutturulmak üzere merkum celp olunmuş ve o dahi kız ile akşamdan sabaha kadar tek ve tenha bir odaya kapanmış oldığı halde kız sabah vakti, beni boğuyor diye feryat eylemiş olduğundan validesi bunların kapandığı odaya girip kızı iki yorgan ile örtülü olduğu halde Tamsah, mezburenin boğazım sıkarken görmüş ve yorganları kaldırıp baktıkda kızının canım neyl-i ademe gitmiş bularak ve Tamsah dahi o halinde lerze tutmuş olduğu halde bırakarak der-akab kaza memuruna haber vermiş ve meyyite-i merkume keşif olundukda boğazmda tırnak yarasıyla kan eseri ve ayaklarında değnek yeri müşahede olunarak fakat bekâresi izale olunmadığı keşfedilmiş olduğu beyan olunup merkum Ali muvacehede her ne kadar kızı tahnîk eylediğini ikrar etmemiş ise de mezburenin kanunda iki cini bulunup birini kanımdan ve diğerini boğazından çıkanrken üzerine adam gelmesi fevtini müeddî olduğuna dair merkumun ikran ve boğazındaki yara ve âsâr-ı mevcude keşf ve şühûd ile mertebe-i sübûta-i peyveste ve merkumenin işbu âsâr ile meyyite bulunduğudahi derkâr olduğuna mebni şahs-ı merkumun madde-i katle cüreti meclis-i mezkûr tarafından olunan tahkikat ve tetkikatdan anlaşıldığı misillü merkume Susan’m Ali Tamsah elinde vefat etmiş olduğunu kızın ayaklarında olan değnek darbı ve bu bâbdaki kan ve yara eserleriyle ve sair delâletleriyle ve beyan kılman keşif ve şühûd ikrarı ile merkumdan madde-i katlin hudûsu hususunda Meclis-i Eyaletçe dahi şüphe kalmamış olup şu kadar ki merkume bu şahsın merkumu bir sû-i niyetini icrada icbâr ve tezyîkine mebnî fevt olmuş ise ol-hâlde derece-i töhmeti farklı olacağı misillü şayet madde-i kati sahîhan cin çıkarmak kasdıyla ettiği muameleden ileri geldiği takdirde derece-i töhmet biraz kesb-i hiffet edeceğinden burası dahi istîzâh kılmdıkda meclis tahkik mazbatasından ve meclisimiz azâsından hasbe’l-memûriyet orada bulunan Hace Nasrullah bendelerinin mahallince icra eylediği tahkikat üzerine vuku bulan ifâdesinden istinbâ kılındığına göre meyyitenin bikrinde halel olmadığı ve merkume kerîhetüT-manzara olduğu anlaşılmasına göre sû-i kasd yani ‘ırza tasallut mâddesi me’mûl olmadığından ittihat ile beraber bu makule hazele pek de sabâhate bakmayacağı tahattur olunub hâsıh her nasıl olsa böyle bir maktûlesi meydanda bulunan şahsın saire ibreten tedibi icâb-ı hükümetden olduğu müttehiden beyan ohmdukdan sonra mücâzâtın tayini hususunda mevcut bulunan ceza kanûn-name-i hümâyûnuna müracaat olundukda bu nevi katil için ceza-yı mahsus bulunamamasıyla keyfiyetin yani tahrîr-i râdde-i cezâiyyenin dahi Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’nin hükm-i âlî ve âdiline havalesi icap etmekle mütalaat-ı nâkısa ve râdde-i cezaiyye hakkında her ne vechle emr ü fermân-ı adalet unvan-ı âlî müteallik buyrulur ise ahkâm-ı münîfesi ‘ayn-ı adâlet olacağı muhât-ı ilm-i âlî-i hıdîvâneleri buyruldukda ol-bâbda emr ü ferman hazret-i menlehü’l-emrindir.

Belge-4

a

S ayda Eyaleti dâhilinde kâin Sur Kasabası sâkinelerinden, mahnûkan müteveffa olan Susan nam bakirenin katili Ali Tarnsah ile veresesinin muhâkemelerine dair eyalet-i merkume Meclis-i Kebîri’nin bi’l-vürûd Meclis-i Vâlâ’ya i’ta buyrulan mazbatasıyla beraber olan Meclis-i Tahkik mazbatası meâllerinden müstebân olduğu üzere mezbure sara illetine müptelâ olduğundan efsûn-hanlık suretiyle merkum Tarnsah hanelerine celb olunarak akşamdan ikisi bir odada bırakıldığı halde ale’s-sabah mezbure beni boğuyor diyerek feryat etmesiyle odaya girdiklerinde mezbureyi üzerinde yorgan örtülü meyyit buldukları verese-i merkume tarafından ifade olunmuş ve katil-i merkum bunların odaya duhulü güyâ cin çıkarmak kasdıyla icra eylediği tedbir esnasma tesadüf eylediğinden fevt olduğum söyleyip mezburenin bakire olduğu halde müteveffa olduğu tahakkuk eylemiş olmasıyla merkumun âher güne yani müdahale-i ırza dair sû-i niyeti olmadığı anlaşılmış ise de mezburenin boğazmda ve sair mahallerinde bazı mertebe eser-i hınk ve darb bulunmasına nazaran merkum adeta katil olduğundan ber-mûcib-i kanun-ı ceza hapsi tarihinden itibaren mahallinde beş sene müddetle vaz’-ı pranga olunarak hitam-ı müddetinde fî-mâbad bu makule efâl-i kabîhada bulunmamak üzere kefile raptıyla tahliye-i sebîli bâbmda eyalet-i merkume valisi devletlû paşa hazretlerine emr-name-i sâmî tastîri lâzım geleceği muhât-ı ilm-i âlî-i vekâlet- penâhîleri buyuruldukda ol-bâbda emr ü fermân hazret-i men leh-ül-emrindir fi 8 [Zilkâde] 71 Mühürler

DOCUMENT: II (1862)

BOA. A.MKT.MVL. Dosya No: 788, GömlekNo: 22, 26.Ra. 1279.

Bi-mennihî Teâlâ

Pîş-gâh-ı âli-i cenâb-ı sadaret-penâhîye mazbata-i çâkerânemizdir. 119

Belge-1

Meclis-i Vâlâ’ya fi 14 Zilkade 278 Muhakemata

Vürûdu 19 Zilkade 278 1/646 436

Bâb-ı ‘Âlî

Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye Aded 100

Makâm-ı Vâlâ-yı Hazret-i Seraskerî’ye Marûz-ı Çâker-i Kemîneleridir ki

Neferât-ı askeriyyeden olup Cinci Mehmed Efendi’den nüsha alarak kendi kendini telef eden Tiranlı Hasan’m keyfiyyet-i helâkından dolayı istiTâmı şâmil gönderilan emr-name-i sâmîye cevaben Girit Meclisi’nin vârid olup Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’ye havale buyrulan mazbatası muhâkemât dairesinden lede’l- mütalaa mazbata-i merkumenin bir gûnâ hükmü yoksa da şu vâkıaya efendi-i merkumun sebebiyeti Mirliva Saadetlü Mehmed Paşa tarafından mukaddema taraf-ı vâlâ-yı sipeh-sâlârîlerine inhâ olunması üzerine hükûmet-i mahalliyyeden isti’lâm edilmiş idüğünden bu cevabm manzur-ı sâmî-i sipeh-dârîleri buyurulması lüzumu ifade olunarak leffen takdim kılınmağın emr ü ferman hazret-i menlehü’l-emrindir 29 Zilkâde 278 imza

Devletlû Efendim Hazretleri

Müfâd-ı iş’âr-ı vâlâ-yı riyâset-penâhîleriyle mazbata-i mezkûre mü’eddâsı malûm-ı âcizî olarak dâr-ı Şura-yı Askerî’ye lede’l-havale bu madde hakkında mumaileyh Mehmed Paşa tarafından vârid olan tahrîrât üzerine merkum Tiranlı Hasan’m cinci-i merkum Mehmed Efendi’den nüsha alarak adem-i tesiriyle vermiş olduğu ücreti ahz etmek üzere efendi-i merkum ile vaki olan münâzaa ve mudârebelerinden sonra nefer-i merkum kendisini deryaya ilka ve daha sonra hamamda kendisini zebh ve itlâf eylemiş olması cihetle bu-bâbda cinci-i merkum hakkında şer’an ve kanunen bir güne ceza terettüb edipetmeyeceği Bâb-ı Âlî’ce bilinecek şey bulunduğu beyan olunarak tahirât-ı mezkûre fî 29 Cemâziyyelâhire 78 tarihinde bâ-tezkere Bâb-ı Âlî’ye takdim olunmuş ve zât-ı madde mukaddem ki işar veçhile Bâb-ı Âlî’ce rüyet ve tesviye buyunlacak mevâddan bulunmuş idüğü ifâde ve mezkûr mazbata yine leffen iade kılınmış olmağla ol-bâbda emr ü ferman hazret-i menlehü’ 1-emrindir.

fî 22 Safer 379 ve fî 6 Ağustos 378 imza

Belge-2 Havâle Numero 119

Mühür

Pîş-gâh-ı Âlî-i Cenâb-ı Vekâlet-penâhîye

Rumeli ordu-yı hümâyûnu mensûbânından Girit Ceziresi’nde bulunan piyade ikinci Nizamiye Alayı’nm Hanya mevkiinde olan Üçüncü Taburu’nun Birinci Bölüğü beşinci onbaşının birinci neferi Tiranlı Hasan’ın Cinci Mehmed Efendi’den almış olduğu nüshanın adem-i tesiriyle nefer-i merkum kendisini deryaya ilka ederek muahharen dahi hamama gidip ustura ile kendisini telef etmiş olduğundan Mirliva Saadetlü Mehmed Paşa tarafından makam-ı âlî-i cenâb-ı sipeh-sâlârîye takdîm kılman Meclis-i Askerî mazbatası üzerine fî 18 Receb 278 tarihli ve yüz on dokuzuncu numara ile Daire-i Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’den tastîr buyunlan emimame-i sâmî-i cenâb-ı vekâlet-penâhîlerinde mumaileyh Mehmed Efendi’nin bu bâbda bir fi’l-i cismânîsi olub da şer’an ve kanûnen kâbil-i sübût ise mürafaa-i şer’î ve muhâkeme-i nizamîsinin rü’esâ-yı askeriye hazır oldukları halde Meclis-i Kebîr-i Eyâlet’te muhâkeme-i şer’iyyesinin icrasıyla kararının ve nefer-i merkum illet-i cünûn ve sevdaya müptelâ olub da mumaileyh Mehmed Efendi’den nüshayı bunun için mi almıştır, burasının bâ-mazbata ve i’lâm-ı şer’î arz ve inha olunması emr ü ferman buyurulmuş ve her bir emr ü ferman-ı âlî-i cenâb-ı vekâlet-penâhîlerinin infaz ve icrâsı mütehattim-i zinmıet-refikimiz bulunmuş ise de merkum Arap Mehmet efkar-i fukaradan ve nefs-i Hanya’da siâlet ile taayyüş eder makûleden olup ve hiçbir ilim ve hünerde kat’â malûmatı olmayıp bayağı ceheleden bulunduğu hâlde kâne nüshacılıkda malûmatı olduğu bazı cehele-i nâsa inandırıp şu vesile ile bazan âhâd-ı nâsdan kendüsüne müracaat idenlerin beş on kuruşunu ahz ile güya müessir nüsha vere gelmekde bulundığı misillü nefer-i merkumla dahi buluşarak bir nüsha vermiş ise de bir gûnâ tesiri olmadığının üzerine verdiği nüsha ücretinin istirdâdı hakkında nefer-i merkumla meyanelerinde münâzaa ve mudârebe vuku bulmuş ve merkum Mehmet, zabtiye karakolu tarafından ahz-ı giriftle tevkif olunmuş ise de icra-yı muhâkemesine dair hiçbir taraftan ifade ve şikâyet vuku bulmayub müddet-i hapsi dahi uzamış fakr u hâl mülâbesesiyle mahbusda dûçâr müzâyaka olmuş idüğünden sebili bi’t-tahliye bundan beş buçuk mâh mukaddem bu taraftan müfârekat ederek memleketi olan Deme’ye azimet eylemiş ve bu kere tahkikat-ı lâzıme dahi icrâ olunmuş ise de nefer-i merkum illet-i cünûn ve sevdaya müptelâ olmasından dolayı merkumdan bunun için nüsha aldığına dair bir gûnâ malûmât-ı sahîha dahi istihsal olunamadığı gibi münazaa-i mezkûrun vuku’undan tahminen bir mâh mürurundan sonra nefer-i merkum hamamda kendi kendine kast eylediği anlaşılmış olmadığından vuku’-ı hâlin arz ve hikâyesine ictisâr kılındı ol-bâbda ve her hâlde emr ü ferman hazret-i menlehü’l-emrindir.

fi 27 Şevvâl 1278

imzalar

DOCUMENT: III (1884)

BOA. Y.A.HUS. Dosya No: 176, Gömlek No: 72,12.R.1301.

Belge-1

Aksaray’da bir hanede mütemekkin olup teşbihi sıkıp su akıtmak ve yumurtayı yazıp içinden beyazım ve sarısını kaybetmek gibi şeyler iraesiyle sâde- dilânı iğfal itmekde olduğu vâsıl-ı sem’-i âlî olan Abdülvehhab nam şahsın hareket-i muharreresi sahih ise usulü dairesinde tard ve teb’îdi hakkında şeref-sâdır olup tezkire-i hususiye-i aliyyeleriyle tebliğ olunan irade-i seniyye-i cenâb-ı padişâhî hükm-i cehlinin icrâsı Dâhiliye Nezaret-i Celîlesine bildirilmiş idi. Bu kere vârid olan tezkire-i cevabiyede merkumun o misillü ahvâli vâki olduğu ve ne suretle hile ve desise kullandığı melfuf muhabereli tezkire zeyline Zabtiyye Nezareti’nden yazılan cevapta bi’l-etraf muharrer bulunduğu ve hükm-i irade-i seniyyeye tevfikan merkumun memleketine gönderilmesi Zabtiyye Nezaretine işâr olunduğu gösterilmiş ve mezkûr tezkire-i cevabiye ile melfuf olan muhabereli tezkire leffen arz ve takdim kılınmışdır efendim fi 12 Rebiyyülâhır 301 Fî 29 Kanûnisâni 99 imza

Belge-2 Bâb-ı ‘Âlî

Nezaret-i Umûr-ı Dâhiliye Mektûbî kalemi Aded 1055

Huzûr-ı Âlî-i Hazret-i Sadâret-penâhîye Ma’ruz-ı Çâker-i Kemîneleridir ki

Aksaray’da bir hanede mütemekkin olub teşbihi sıkıp su akıtmak ve yumurtayı yazıp içinden beyazım ve sarısını kaybetmek gibi şeyler irâesiyle sâde- dilânı iğfal eylemekte olduğu vâsıl-ı sem’-i âlî olan Abdülvehhab nam şahsın hareket-i muharreresi sahih ise böyle bir sihirbazın Dersaadet’te ikameti caiz olamayacağından usulü dairesinde tard ve teb’îdi hakkında müteallik ve şeref-sudûr buyrulup tezkire-i sâmiye-i sadâret-penâhîleriyle teblîğ buyrulan irade-i seniyye-i cenâb-ı padişâhî üzerine Zabtiye Nezaret-i behiyyesiyle muhabereyi şâmil tezkire leffen takdim kılınmış vezirine muharrer cevap mealinden müstebân olacağı üzere merkumun o gibi ahvâli vâki olduğu ve ne suretle hiyel ve desâîsi kullandığı Nezaret-i müşarünileyhâca bi’l-etraf tahkik ve izbâr olunub hükm-i irâde-i seniyyeye tevfikan merkumun memleketine gönderilmesi Nezaret-i müşarünileyhâya cevaben iş’âr olunmuş olmağın ol-bâbda emr ü ferman hazret-i menlehü’l-emrindir fîlO Rebiyyülâhır 1301 ve fi 26 Kânunisânî 299 imza

Belge-3 Bâb-ı ‘Âlî

Nezaret-i Umûr-ı Dâhiliyye Mektûbî kalemi Aded 230

ZabtiyyeNezaret-i Behiyyesine Saadetlü Efendim Hazretleri

Aksaray civarında posta şubesi karşısındaki caddenin altodaki sokağm sağ tarafında kâin on sekiz numaralı hanede mütemekkin Bağdadlı Abdülvehhab nam şahıs teşbihi sıkıp su akıtmak ve yumurtayı yazıp içinden beyazım ve sarısını kaybetmek gibi birtakım şeyler irâesiyle sâde-dilânı iğfal etmekte olduğu vâsıl-ı sem’-i âlî olmasına mebni merkumun tahkik-i ahvâliyle rivâyât-ı vakıa tahakkuk eylediği hâlde böyle bir sihirbazın Dersaadet’te ikameti caiz olamayacağından usulü dairesinde tard ve teb’îdi muktezâ-yı emr ü ferman-ı hümâyûn-ı hazret-i padişâhîden olduğu mâbeyn-i hümâyûn başkitâbet-i celîlesinden bâ-tezkire-i husûsiye işâr olunduğu beyân-ı âlîsiyle iktizasının ifası şeref-vârid olan tezkire-i sâmiyede emr ü izbâr buyrulmuş ve Şehremânet-i Celîlesi’ne de malûmât verilmiş olmakla Nezaret-i behiyelerînce de ber-mûcib-i irâde-i seniyye icab-ı hâlin icrâ ve neticesinin inbâsı hususuna himmet buyurulması siyâkmda tezkire-i senâ-verî terkim olundu efendim, fi 2 Rebiyyülâhır 1301vefîl8 Kânunisânî 299 imza

Marûz-ı Çâkerleridir ki

Hükm-i irâde ve ferman cenâb-ı Nezaret-penâhîleri karîn-i ikan-ı âcizânem oldu. Mumâileyh Dizdariye Mahallesi’nde sakin Şeyh Abdurrahman Efendi olup 24 Eylül 99 tarihli hususî jurnal ile arz olunduğu üzere mahalle-i merkume sakinlerinden Asım Efendi okunmak içün zevcesi Nefise Hatun ile berâber merkumun hanesine gidip ve kendisi orada olmadığı halde revolver ile mumaileyh Abdurrahman Efendi’nin zevcesi Ayşe Hatun’u tehlikeli suretde cerh ve Nefise Hatun dahi otuz alto kadar akçelerini ahz edip savuştukları haber verilmesi üzerine ol vakit merkum Asım Efendi derdest ve icabının icrası için iş Polis Meclisi’ne havale olunarak meclis-i mezkûrca da tahkikat-i evveliye bi’l-icrâ müdde’î-i umumîliğe tevdî ve heyet tababetinden verilen rapor mucibince Asım Efendi’nin cinneti tahakkuk ederek bîmâr-haneye i’zâm edilmiş ve mumaileyh bir müddet sonra bîmâr-hanede vefat itmiş idi. İşbu irâde-name-i dâver-i a’zamîlerinin şeref- vürûdundan evvel şeyh-i mumaileyh Birinci Daire-i Belediye tarafından buldurulup şehremanet-i celîlesine ve oradan da Daire-i Zaptiyeye irsâl olunması üzerine merkez polis komiserliğînce lede’l-isticvâb haste-gâna nefes etdiğini ve yarım baş ağrısı içün hastaca okuyub da tesiri olmaz ise bir yumurta alıp deldikden ve içinden beyazıyla sarısını çıkardıkdan sonra koynuna saklayıp ve hasta olan şahsa bir yumurta getirttirip sezdirmeksizin koynuna sakladığı boş yumurta ile tebdil ve üzerine vefk tahrir ederek hastanın başım okur iken habersizce ve birdenbire hastanın başına vurup ağn zail olmasından ve hasta zaten getirdiği yumurtanın boş yumurta ile değiştiğini görmemesinden dolayı yumurtanın sarısı ve beyazı kaybolduğuna ve teşbihten su akıtmak cihetine gelince, halecân-ı kalb illetine müptelâ olanlara vefk ile su içirip şayet ağrısı geçmediği suretde avucu içine müdevver-i eşkâl bir süngeri ıslatıp teşbih ile hastayı okur iken birdenbire teşbihi avucu içinde sıkınca tabii süngerden çıkan suyu hastaya içirdiği ve süngerin avucunda saklı olduğuna hasta muttali olmaması cihetiyle suyun tesbihden çıktığına zâhib olduklarını ve böyle yapması, hastaya okumak içün kendüsüne icâzet viren Magribli müteveffâ Şeyh Muhammed Efendi’nin tenbihine müstenit olup, eğerci bu hali hastaya izhâr etmiş olsa nefesin tesiri kalmayacağına ve mamafih Dersaaadet’e okuyuculuk içün değil fi’l-i şenî maddesinden dolayı mevkuf bulunan oğlunun işine bakmak içün geldiğini ifade ve tesbihden nasıl su çıkardığım fiilen icra ederek teşbih ile avucuna sakladığı süngerin ahz ve hıfz ve kendisinin müsâfiret suretiyle tevkif edildiğinden bahisle bu suretin pîş-gâh-ı sâmî-i cenâb-ı Nezaret-penâhîlerine arz ve iş’ânyla hakkında olunacak muamelâtın istîzâm mezkûr komiserlikden ilâm ve inbâ olunmuş ve tafsilât-ı marazaya nazaran muamele-i mukteziyenin tayin ve emr ü iş’ân müsaade-i aliyye-i dâver-i fahîmlerine menût bulunmuş olmağın ol-bâbda ve her halde emr ü ferman hazret-i menlehü’l-emrmdir.

fi 7 Rebiyyülâhir 301 ve fî 24 Kanûnisânî 299

imza

DOCUMENT: IV (1891)

BOA. Y.PRK.ZB. Dosya No: 6, Gömlek No: 97, 17.R.1308.

Belge-1 a

Samatya’da Kocamustafapaşa mahallesinde sakin gazcı esnafından Yorgi Papasoğlu’nun ifadesidir, fî 18 Teşrinisani 306 Pazar

Üsküdar’da, Selamsız’da bir handerununda bazı Ermenilerin bir takım okumalar ve yazmalar ile şevket-me’âb efendimizi rahatsız etmek kaydmda bulunduklarma dair mâbeyn-i hümâyûn-ı mülûkâne mızıka mülâzım-ı evvellerinden Osman Bey’e bir ihbarname vermişsin bu bâbdaki malûmatım tafsîlen beyan eyle?

Selamsız’da Papasoğlu Hanı’nda Milâdî altmış beş tarihinden beri müsteciren ikamet eden kahveci Haci Serkiz ve Dağ Hamamı’nda sakin ekmekçi Haci Manuk ve mezkûr Han’m karşısında Attar Kukas nam şahıslar Haci Serkiz’in karısı olub büyücülük ile iştigal eden hatunun başına toplanıp büyü yaptırıyorlar kurban bayramında açığa çıkdı fakat kendi üzerlerine düştü.

Büyüyü ne için yapıyorlardı ve kurbân bayrâmında açığa çıkdı kendi üzerlerine düşdü ne demekdir?

Sekiz bin kuruş Fransız altınım dört bin kuruş mecidiye iki bin beş yüz kuruş da metelik paramı büyü yaparak aldılar paramı almasalar ben büyü yapdıklarmı biliyor mu idim.

Bu kadar param ne diye aldılar?

Beni büyü ile bayılttılar paramı aldılar, beni de Han’dan dışarı atdılar.

Sen Han’da mı oturuyor idin?

Altmış beş tarihinde ham ben kira ile tutar idim o tarihde paramı aldılar beni de o vakit dışarı attılar. Haci Serkiz orada kiracı idi kirasını ben alırdım diğerleri dışanlı idi.

Sonra Han’ı bıraktın mı ve bu aldıkları paradan dolayı dava etmedin mi?

Beni dışarı atdılar ben de sonra orada oturamadım. Han’ı bıraktım, o vakit Paşakapısı’nda dava ettim, kayıt vardır. Orada parasım aldık dediler fakat kendilerine bir şey yapmadılar, ben de fukarayım işin arkasını kovalamadım. İstanbul tarafına geçdim ondan sonra o tarafa da gitmedim.

Şimdi tarih kaçdır?

Doksan birdir.

Altmış beş tarihinden doksan bir tarihine kadar yirmi altı sene oluyor, bu müddet zarfında bu adamları hiç gördün mü, büyü yapdıklarmı biliyor musun?

Ondan sonra kendilerini ve büyü yapdıklarmı görmedim. Fakat bana yapdıklan büyü hâlâ benim üzerimde işliyor. Nihayet Kumkapı Vakası’nda yani kurban bayramında kendi üzerlerine düşürtdüm, ben düşürtdüm. Efendimizin üzerine düşecekdi, hamd olsun, onların üzerine düşdü.

Büyünün işlediğini neden bildin ve Efendimizin üzerine neden düşecekdi, sonra onların üzerine nasıl düşürtdün?

Beni o vakitden beri sıktırıyorlar bunalttırıyorlar, ondan bildim. Efendimizin üzerine düşüreceklerini kendim bildim, sonra kendim okudum yazdım. Efendimizin üzerine düşürtmedim, kendi üzerlerine düşürtdüm, kurban bayramında açık verdi.

Sen böyle yapılan büyüleri bozmak ve yahut yapanların üzerine düşürtmek ilmini biliyor musun?

Biliyorum bende nefes vardır, sizi sıkmaya okurum. Onun için onların büyülerini bildim ve kurban bayramında kendi üzerlerine düşürtdüm, el-hamdülillah kurtuldum.

Daha başka verecek malûmatın var mıdır?

Daha başka malûmatım yokdur malûmatım bu kadardır. İfadelerini tasdik ve imza eder misin?

Ederim.

fî 18 Teşrinsani 306

Gazcı esnâfından Papasoğlu Yorgi imza

Belge-2

Zabtiyye Nezareti Mektûbî Kalemi ‘Aded a

Üsküdar’da, Selamsız’da bir handa bazı Ermeniler’in büyü ile şevket-me’âb efendimiz hazretlerini rahatsız etmekde olduklarına dair Samatya’da, Kocamustafapaşa’da sakin gazcı Papasoğlu Yorgi imzasıyla mızıka-i hümâyûn mülâzım-ı evvellerinden Osman Bey’e verilip mumaileyh tarafından çâkerlerine irae ve ita olunan jurnal mütalaa olunarak ve böyle şeyler şâyân-ı itimat olmamakla beraber, bu işte başka bir maksat olmak ihtimaline mebni ihtiyaten merkum Yorgi celp ve isticvâb edilerek ol bâbda zabt olunan ifadelerini havi varaka leffen arz ve takdim kılındı, ifadelerin renksizliğine ve şekil ve kıyafetinin perişanlığına nazaran kendisi bâ-nâkısü’l-akl ve yahut karışık bir adam olmak lâzım geleceğinden hususiyet ve umumiyyet-i ahvâl ve ef âlinin büyücü denilen Ermeniler’in ne makule adamlar olduğunun tahkikiyle istihsal olunacak malûmata göre hakkında terettüb edecek muamelenin icrası Üsküdar Mutasarrıflığı’na suret-i mahremânede iş’âr olunduğu arz olunur. Ol bâbda emr ü ferman hazret-i menlehü’l-emrindir.

fî 18 Teşrinisani 306 Nâzır-ı Umur-ı Zaptiye imza

Belge-3 a

Atufetlü Efendim Hazretleri

Bendenizin hane-i âcizânem Samatya’da Kocamustafapaşa Mahallesi’nde olub dünkü Cuma günü mahallemizde sakin Rum milleti olub ve gazcı esnafından ve kendisi Devlet-i Aliyye tebaasından olup dünkü Cuma günü sabah erken hane-i âciziye gelüb “aman efendim bendenizi saray-ı hümâyûna götür, bazı şeyler ifade ideceğim” deyü ve hem de Ermeniler’den dolayı bendeniz de sual eyledim ne gûnâ havadis cevap olarak versem şevketlü veliyy-i nimet efendimizin rahat olmaması içün Üsküdar’da bir hane derununda her daim büyüler ile yaparlar imiş ve hem de kurban bayramında olan, Kumkapı Kilisesi’nde olan fesadı onlar icra etmişdir. Ben onların cümlesini bilirim deyü hali ifade eyledi. Bendeniz de kendisine “sakın yalan olmasın, sonra seni mahbus ederler” dedim ise sen hiç merak etme beni al Saray-ı Hümâyûn’a götür deyü cevap eyledi. Bendeniz de dünkü Cuma günü alıp Beşiktaş’a kadar götürdüm zat-ı âlîlerinize hiçbir gösterecek vakit bulamadım. Bugün zat-ı âlîlerinize olan hali ifade etmeye mecbur oldum. Ol bâbda ve her halde irade veliyy-i nimet efendim hazretlerinindir.

fî 17 Teşrînisânî 316

Mâbeyn-i Hümâyûn-ı Cenab-ı Mülûkâne Mızıka Mülâzım-ı Evvel Osman Receb

Kulları

Belge-4 a

Bâdî-i jumal-i âcizânemdir efendim

Üsküdar’da, Selamsız’da bir han derununda bir takım kesân veliyy-i nimet efendimiz hazretleri narama bir takım büyüler ile bir takım okumalar yazmalar ile veliyy-i nimet Efendimiz Hazretleri’ni rahatsız etmekte olduklarım ispat eylemekde bulunduğundan ve hem de bu işleri icra edenler Ermeni millet olduğundan taraf-ı âlîlerinize arz ederim efendim. Ol-bâbda irade veliyy-i nimet efendimizindir. fî 16 Teşrinisani 306 Bende Samatya’da KocamustafapaşaMahallesi’nde gazcı esnafından imza

DOCUMENT: V (1894)

BOA. Y.PRK.ZB. Dosya No: 14, GömlekNo: 60, 13.Ca.1312.

a

Mâbeyn-i Hümayun-ı saadet-meşhûn cenâb-ı mülûkâne Başkitabet-i celîlesinden şeref-vârid olup havale buyrulan tezkire-i aliyye-i hususiyede, Beyoğlu’nda müneccimlik etmekle meşhur bir Ermeni’nin, Ermeni fesadından dolayı daire-i zabtiyede taht-ı tevkifte bulunduğu istihbar buyrulmuş olduğundan, merkumun sebeb-i tevkifine dair hâk-pây-ı hümâyûn-ı mülûkâneye malûmat-ı mükemmele arz olunması ve bu bâbda irâde-i seniyye-i mülûkâne şeref-sâdır olmadıkça merkumun bir tarafa firarına meydan verilmemesi muktezâ-yı emr ü fermân-ı hümâyûn-ı cenâb-ı hilâfet-penâhîden bulunduğu iş’âr buyurulmuş ve erbâb- ı mefsedetden olmasından dolayı daire-i zaptiyede Beyoğlu’nda müneccimlik etmekle meşhur bir Ermeni mevkuf olmadığı ve fakat üzerlerine “Arşalt” nam Ermenice gazete ve Ermeni cemaatine vesâyâ-yı muzırrayı havi üç kıta matbu talimat zuhûr edip Beşiktaş Polis Memuriyet-i Aliyyesi’nce icra edilen isticvâblarmda gazeteyi Samatya’da bir meyhanede aşçı îstepan’dan aldığım ve mahall-i mezkûrda sakin Nişan ve biraderi kambur Hırabet’in hanesinde bir takım kesân toplanmakda olduğu, Hindiye’de vefat eden akrabasından kalmış olan on beş milyon İngiliz lirası mirası aldığında, kısm-ı küllisini Ermeni işleri uğuruna sarfedeceğini, merkum Hayrabet’in söylediğini işittiğini beyan etmesinden bu komite bulunarak önayak olanların zahire ihracı hakkında irâde-i seniyye-i isâbet-mutade-i cenâb-ı şehriyârînin şeref-sudûr ve sünûh buyurulduğu kitâbet-i müşâriinileyhâdan vârid olup, havale buyrulan tezkire-i hususiyede izbâr buyunlan ve evraklarıyla beraber memuriyet-i müşarünileyhâdan gönderilen “Tatyos” ve “Sisak” nam eşhastan Tatyos’un okuyuculuk ve remmâllik ettiği ifade-i vâkıasından anlaşılmasına nazaran müneccim denilen Ermeni’nin bu Tatyos olması melhûz idüğü arz olunmuş idi. Merkum Tatyos on altı sene evvel memleketi olan Muş’un Ziyaret Karyesi’nden Dersaadet’e gelmiş, iki sene kadar rençberlik ve demiryolunda çalışmış ise de dûçâr-ı fakr u zaruret olduğu ve Aksaray civarında Cellat Çeşmesi’nde, tarif etdiği bir sokak içinde ikamet eden ve Kürtçe de tekellüm eyleyen zarım Bağdatlı olacak Hacı İbrahim namında bir şeyhe müracaat ve gündüzleri hanesine müdâvemet edip Çarşamba günleri mukabele içtin gelenlare hizmet ettiği ve yevm-i mezkûrda beş altı kimse gelip Şeyh İbrahim Efendi’den sualinde bizim Kürtler şeyhleridir cevabmda bulunur idüğü ve bu suretle üç ay mürûrunda hastaya okumak içün icazet etdiğinden kendisinden bin kuruş talep eylemesine mebni on kaime vermiş ise de icazet vermek istemediğinden parasım iadesini talep eylemesi üzerine evvelen hizmet ve muahharen Incil ve Tevrat’tan muktebes “NarK' naramda Ermenice bir kitabı okumasını beyan ve başka okunacak şey de verir ise de yedi sene seyahat eylemesini ifade etmiş. Bu cihete adem-i muvâfakatta bulunduğundan İslâmiyet’i kabul etmesi teklifinde bulunmasından onu terk itmiş ve on beş seneyi mütecâviz müddetden berü semtine bir daha uğramadığı gibi sokakta tesadüf eylemediği ve hanesinde gördüğü derviş ve şeyhler de kimler olduğunu bilmediğini ve Şeyh İbrahim’in ol vakit Mahmut isminde sagîr bir oğlu olduğunu görmüş ve ikamet eylediği hanenin sahibi müteveffa Efyazarim’e gelip gitmediği cihetle Suyolcu Süleyman isminde Çarşamba’da bir okuyucu ile de muarefe peyda etmiş ve yek diğerinin hanelerine ara sıra gidip gelmiş iseler de merkum da vefat eylediğini ve Şeyh İbrahim’den infikâkinden sonra Üsküdar’da Altunizade akaretlerinde çömlekçilik eden Karabet isminde bir okuyucu Ermeni işitip, gidip görmüş ve iki sene zarfında mezkûr “NarA”ten envai emrâza okumak içtin bazı şeyler götürmüş ve iki yaprakdan ibaret hastalığın nev’ine göre okunacak şeyi gösterir bir de tarife vermiş ve müsaadesi üzerine remil kitabından da bazı şeyler istinsah itmiş olduğu ve merkum Karabet de bundan altı yedi sene akdem memleketine gittiğini işitip bir daha onu da görmediği ve İslâm ve Hıristiyan’dan zükûr ve inâs hastalar hanesine gelerek okuduğunu ve dörderli bir çift zarları atıp işaretlerinden remil kitabına müracaatla hastalığının nev’ini anlayarak okumakta ve istenilen bazı hanelere okumak içün gitmiş ise de gaibe bakmadığı ve zevat-ı maıûfe ve müfide ile muârefesi olmadığı ve böyle zatların hanesine de götürülmeyip çocukluğundan beri hanesine gelip okuduğu Otakçılar’da sâkine Fıtnat Hanım’m kızı bir zabitle teehhül ettikden sonra, iki sene evvel davetleri üzerine okumak için hanesine gitmiş ve onun hanesinin karşusundaki hanede sâkine Saray-ı Hümayun babacılığından mütekait Feshane-i Amire ambar müdürü merhum Hacı Ahmet Efendi’nin metrukesi ve Feshane-i Âmire’de müstahdem asâkir-i şahane efradından Bekir’in zevcesi Nergis Hanım’a da öteden beri okuduğu gibi elân da okumakta olduğu ve bir iki defa hanesine de gittiği ve Vefa’da sakin maliye ketebesinden Fuat Efendi’nin müteveffa pederine ve kendisine okuduğu gibi hanesine de gitmiş ve bir ay evvelde yine gidip Ermeni mefsedeti hakkında olan ihbarım ona söylemiş ise de sonu yalan çıkar diyerek reddetmiş olduğu ve on beş sene akdem bir defa ve beş altı sene akdem de Zaptiye Nazır-ı sabıkı merhum Kâmil Bey’e okuduğu bir kimse tarafından hakkında ikame edilen dolandırıcılık davası üzerine daire-i zaptiyeye celb edilmiş ve hastaya okumaması tembih olunduğunu ve başmda olan saçkıranı okumak ile iyi olmamasından verdiği dört lirasını iade eylediği bir Arnavut dahi altı ay akdem müracaatla gelib gitmek masarifi olduğundan bahisle fazla para vermesini talep eylemesiyle vermediğinden dolandırıcılık davasmda bulunmuş ve Beyoğlu cihetinde bir takım kimseleri de dolandırdığım söylemiş olmasından tekrar zaptiyyeye celp ve taht-ı kefalette olarak icrâ-yı tahkikat olunduğu ve nihayet vâkıa üzerine okunmak için gelen az olduğundan Galata’da Komisyon Ham’nda konsolid oynadığım ifade eylemişdir. Merkumun hanesi taharri ettirildikte okuyuculuğa ait evrak ve mezkûr zarlar zuhur eylemiştir. Merkum Tatyos’un beyan ettiği mahallde Şeyh İbrahim isminde kimse oturmayıp Bitlisli Şeyh Yusuf isminde biri ikamet ettiği ve elan o semtte Akarca’da sakin olup okuyuculuk etmekte olduğu ve bunun oğlu yoksa da merkum Tatyos’un tarifine nazaran Şeyh İbrahim dediği adam bu Yusuf olacağı ve merkum Şeyh Yusuf bundan on sene akdem kuyumcu bir Ermeni’yi Müslüman edip hastalara okumak içün icazet dahi verdiği ve Altunizade akaretinde ikamet iden okuyucu Karabet orada bakkallık ve çömlekçilik eden Hacik’in yarımda misafiret suretiyle bir müddet bulunmuş ve dört sene akdem Rusya’ya gidip elan avdet etmemiş olduğu ve binaenaleyh merkum Tatyos da okuyuculuk ve remmâllik ederek bazılarım dolandırdığı ve son defa kendisinden sekiz lira dolandırdığı ve sairlerini de dolandırmış olduğunu iddia eden eskici Aleks namında biri olup evrakı fî 22 Ağustos 310 tarihinde cânib-i adliyyeye tevdi olunduğu kayden anlaşılmış olmakla maruzdur ol bâbda emr ü ferman hazret-i menlehüT-emrindir.

fî 13 Cemaziyyelevvel 312 ve fî 31 Teşrinievvel 310 Mühür

DOCUMENT: VI (1894)

BOA. Y.PRK.ZB. DosyaNo: 14, GömlekNo: 72, 6.C.1312.

Zaptiye Nezareti

Ermeni işlerinden dolayı taht-ı isticvâba alman Tatyos’a delâlet etmiş olan Selanikli Sadık Efendi’nin iş’âr-ı âhere değin bâb-ı zaptiyede mevkuf kalması ve Tatyos tarafından ihbar edilen ve derdest-i tahkik bulunan maddenin neticelendiği zaman arz-ı atabe-i ulyâ kılınması ve Tatyos’un hanesinde zuhur eden remil kitaplarının dahi daire-i zaptiyede hıfzı irade-i seniye-i cenâb-ı Padişahî iktizâ-yı âlisinden olarak Sadık Efendi ile kütüb-i mezkûrenin gönderildiği resîde-i dest-i tekrîm olan 10 Teşrinisani 31 tarihli tezkere-i atûfîlerinde iş’âr olunmuş ve Sadık Efendi ile kitaplar vürûd ettiği gibi Tatyos ile refiki Sisak hakkında icra kılman tahkikatı havi fezleke leffen takdim kılınmıştır. Mütalaasından muhât-ı ilm-i âli buyrulacağı veçhile merkum Tatyos’un oymacı Sisak ile muarefesi beş-altı ay mukaddem muhtellü’ş-şuur olan hemşiresini okutmak üzere kendisine getirdiği zamandan bed’ edip esnâ-yı musâhabetlerinde merkum Sisak, Samatya’da Karabet isminde birinin Osetyan nam kızma muhabbeti olduğundan ve servetine tam’an Hayrabet isminde birine vermek istediklerinden bahisle mezburenin muhabbetinin tarafına celbini temenni etmesi üzerine maksadının husûlüne çalışacağım vaat ile kendisi de Ermeniler’in efkâr ve muhâberâtım öğrenmek arzusunda bulunduğunu bi’l-beyan bu bâbda malûmat vermesini tembih etmesiyle merkum Sisak, Ermeni mefsedetinden dolayı evvelce tevkif edilmiş ve mazhar-ı afv-ı âli olmuş olan aşçı Etyan’da Ermeni işlerine dair malûmat ve gazete bulunacağım ve fakat tutulur ise mahv olacağından korktuğunu dermiyan ile okuduktan soma iade veya ihrâk edilmesi şartıyla masraf namına kendisinden iki defada almış olduğu üç Mecidî ve bir kara Beç altım mukabilinde “Fransa hükümetinin cumhuriyete tahvili için teşekkül eden komitelerin ne gibi tedâbir ittihaz eylediklerine” ve biri “Rusya imparatoru’nun kışlık sarayının dinamit ile ne suretle imha edildiğine ve Ermeni yiğitlerinin işleri hakkında ihtiyatkârâne davranılıp körü körüne derdest olunmamasına” ve diğer biri de “hafiyyen matbaa tesis etmek ve her tarafça vukuatı vakit ve zamanıyla haber almak lüzumuna” dair Ermenice üç risale göndermiş ve Ermeni askerlerinin resmi geleceğini Etyan söylediğinden, onları da aldığında getireceğine söz vermiş olduğunu ve bu ahvâlden hükûmet-i seniyece haber alınır ise, düşmanı olan ve mezbureyi almak isteyen Hayrabet muhbir olacağım ve merkum muhbirlik eder ise hanesine akrabasından Naşit ve Andon ve Kirkor ve Karabet ve Onnik nam kimesneler bi’l-içtima Ermeni mefsedet ve vukuatından bahsetmekte ve Hayrabet’in Hindistan’da akrabasından ve eshâb-ı servetten biri vefat edip kendisine on beş milyon lira miras kalmış olduğundan, bundan beş milyon lira îngilizlere ve beş milyon Ermeni işleri yoluna terk ve mütebakisini de vârisler beyninde taksim için müzakerede bulunmakta olduklarından, bu ciheti hükûmet-i seniyeye ihbar edeceğini söylediğinden kendisi de bu suretle ihbar ve Sisak’ı birlikte götürüp mezkûr gazete ve resâil-i muzırrayı Sadık Bey vasıtasıyla Mâbeyn-i Hümayun cânib- i mülûkâneye takdim eylediğini hikâye ve merkum Sisak dahi Samatya’da mütevellid ve işlemecilik ile müteayyiş olup Tatyos’un ifadât-ı vâkıasım tasdik ile beraber merkum Tatyos kendisinden Armeniya gazetesi talep etmesi üzerine korktuğu cevabım vermiş ise de kendisi hoca olduğundan okuyup, teşbih çekerek mahbesden bi’z-zat alacağı yolunda teminat vermesiyle kendisi de aşçı Etyan’a müracaat ve temin ederek merkum Etyan, gazetenin üç aylık abone bedeli olmak üzere bir lira talep ve yirmi günde bir gelip gazeteyi almaşım tembih ile '''Durşalc namında bir gazeteyi hanesinden ve talim-i mefsedeti hâvi üç risaleyi de aşçısı olduğu meyhanenin kömürlüğünden çıkarıp verdiğini ve Ermeni askerlerinin resimleri geldiğinde onlardan da vereceğini vaat ile iki ay kadar mezkûr gazeteden ita eylediğini ve Hayrabet’in hanesinde toplandıkları sırada merkumun yeğeni Naşid, Armeniya gazetesinde Van ve Mersin Ermenileri toplanmakta ve vukuat ika etmekte olduklarım okuduğunu ve Hayrabet’in Hindistan cihetinde vefat eden on beş milyon servetli amcasının vârisi olmak mülâbesesiyle meblağ-ı mezburu almaya muvaffak olurlar ise beş milyon lirasını Ermeni mefsedeti yoluna ve dört bin lirasını Dersaadet Ermeni cemaatine ve dört bin lirasını da Eçmiyazin Katogigosluğu’na terk edeceğini ve miras için yazdığı mektupları İngiltere Sefarethanesi’ne vermekte olduklarım ve bunlardan Kambur Hayrabet ve biraderi Nişan ve yeğeni Naşid ve Andon’un hanelerinde evrak-ı muzırra bulunacağım ifade eylemiş ve merkum aşçı Etyan ve Hayrabet ve biraderi Nişan ve yeğeni Naşid ve Andon ve Kirkor ve Karabet ve Haçik ve Onnik nam kimesnelerin evvelce ikametgâhları taharri edilmiş ise de bunlardan Andon’un evrakı meyamnda Armeniyan ibareli İtalyanca bir harita ile Paris’te tab edilmiş ve münderecatında diyanet-i celile-i İslâmiye aleyhinde bazı fıkarât-ı garazkârâne bulunmuş olan Fransızca bir tarih-i umumî ile Ermenice çıkan gazeteler, sahiplerinin resimlerinden maada mefsedetlerine delâlet eder bir şey bulunamamış olduğu ve merkum Hayrabet’in biraderi Nişan ve akrabasından Andon ve Naşid ve Kirkor ve Karabet dahi ara sıra Hayrabet’in hanesine giderler ise de cümlesinin tesadüfen olsun birlikte bulundukları ve Armeniya gazetesinden bahsedilmesi mesbûk olmadığım ve Hindistan’da akrabalarından Hoca Bedros isminde biri vefat edip on beş milyon kadar bir servet bıraktığı rivayet edildiğinden Golma’da bir İngiliz’i tevkil ederek Londra ile muhabere etmekte ise de bunun ellerine geçtiğinde mefsedet yolunda sarf edeceklerine dair bir söz söyledikleri gibi kendilerinde fîkr-i mefsedet ve bu fikirde olanlarla da münasebetleri bulunmadığım ve merkum Hayrabet’in izdivaca talip olduğu mezbure Osetyan’ı Sisak da almak istediğinden muğber olarak bu suretle icrâ-yı garez eylediğini söyledikleri ve Andon’un evrakı meyamnda zuhur eden harita Ermeni mekteplerinde şâkirdâna gösterilen haritalardan olup iki sene evvel mübayaa etmiş ve Fransızca tarihi ile Ermeni gazetecilerinin resimlerini hâvi varakayı kitapçılardan almış olduğunu beyan ettiği ve aşçı Etyan ise evvelâ müşterisi olmak münasebetiyle merkum Sisak’ı tanır ise de öyle gazete ve sair muzırra verdiğini inkâr etmiş olduğu halde muahharen merkum Sisak eshâb-ı servetten biri Hınçak gazetesi istediğinden bahisle, bulur ise büyük ikram edeceğini söylemiş ve kendisi de aramış ise de bulamadığı cevabım vermiş iken merkum tekrar müracaatla gazeteyi Etyan, hoca ve emin bir adam olduğunu beyan etmesine ve evvelce dükkânında Narlıkapı Ermeni Mektebi muallimlerinden Vani Haçik ve Soli Manastır Mektebi muallimlerinden Çekeryan ve Ağapikyan’m taam ettikleri sırada merkum Haçik muzır gazeteden bahsetmiş ve diğerleri gittikten sonra iki kıta da Armeniya gazetesi irâe eylemiş olduğundan merkuma vuku bulan müracaatı üzerine bi’l-muvafakat bir Fransız altım abone mukabilinde “DurşakA namında bir gazete alıp merkum Sisak’a verdiğini ve sonra da mezkûr gazeteden bir nüsha ve resâil-i muzırrayı dahi merkum Haçik’ten alarak ita ettiğini itiraf eylemiş ise de Merkum Haçik, keyfiyeti suret-i musirrânede inkâr eylemesine ve ikametgâhında zuhur eden evrakında dahi dâî-i şüphe bir şey görülemeyip, diğer muallimlerden Ağapikyan, dükkânda taam ettikleri sırada Haçik’in muzır gazeteden bahsettiğini der hatır edemediğini ve muallim Çekeryan dahi gazeteden bahsettiğini işitmeyip merkum Haçik, aşçı Etyan’m kulağına hitaben bir şey söylediğini görüp sadık-ı devlet zannıyla hemen oradan kalkıp gittiğini söylemesine ve merkum Haçik her ne kadar aşçı Etyan’a gazete ve resâil-i muzırra verdiğini münkir ise de Etyan’m ona isnatta bulunması için meydanda bir sebeb-i makûl olmamasına ve muharrik-i fesat olan eşhasm dâm-ı iğfale düşürdükleri kesâmn ekserisi sade-dil adamlar olup merkum aşçı Etyan ve Sisak dahi iğfâlâta kapılmak derecede cahil bir adam bulunmasına ve vaki olan ikrarlarına nazaran merkum aşçı Etyan ile Sisak’m erbâb-ı mefsedetten oldukları tahakkuk ve bunlara önayak olan da muallim merkum Haçik olduğu gibi Tatyos dahi gerçi kendisini bu madde hakkında muhbir göstermiş ise de kendisi remmâllikle hiyel ve desâîsi itiyat edinmiş takımdan olmasına göre, bu işte bu suretle ihbarâtta bulunup kendisini muhbir göstermesi de bir maksad-ı hafîyye mübtenî olması melhûz bulunacağı ve bâlâda arz olunan diğer eşhasm mefsedetlerine dair bir ser-rişte alınamayıp Sisak’m onlar hakkındaki ihbârâtı izdivaç saikasıyla taarruz-ı isnâdâttan ibaret olduğu anlaşıldığı gösterilmiş ve merkumun Tatyos ve Sisak ve aşçı Etyan ve muallim Haçik’in bu suretle tezahür eden mefsedetlerine mebni kendileri taht-ı tevkife alınıp haklarında kanunen terettüb edecek muamelenin icrası zımnında cihet-i adliyeye tevdii emr ü ferman-ı keramet-beyan-ı hazret-i hilâfet-penâhîye mütevakkıf bulunmuş ohnağla ol bâbda emr ü ferman hazret-i menlehü’l-emrindir. fi 23 Teşrinisani 31

Zaptiye Nazın (imza)

DOCUMENT: VII (1902)

BOA. Y.PRK.ZB. Dosya No: 32, Gömlek No: 65,18.Ra.1320.

130

Zabtiyy eN ezareti Mektubî Kalemi Aded 1358

Kudüs-i Şerif ahalisinden olup iki seneden beri Tophane-i Amire Caddesi’nde remmâllik ile iştigal eyleyan Hacı İbrahim nam şahıs bundan on mah mukaddem şehremaneti müfettişlerinden Çerkeş Salih Efendi nezdine gelip altı yüz kuruştan ibaret olan maaşının bin iki yüz kuruşa iblâğı zumunda atebe-i ulyâ-yı cenâb-ı hilâfet-penâhîye istirhâmâtta bulunmuş ise de bir semere göremediğinden bahisle bir çaresini bulmasını beyan ve kendisi de bu bâbda huddâma müracaat için hanesinde birkaç gün yalnızca kalması lüzumunu dermiyan etmesi üzerine mumaileyh Salih Efendi kendisini Cihangir’deki hanesine götürüp ve bir odaya koyup sekiz gün sekiz gece orada kaldıkdan sonra gösterdiği lüzum üzerine Salih Efendi’nin aldığı on iki kaşığa bazı işaretler yaparak bahçenin bir kenarına gömdüklerini ve bu vesile ile Salih Efendi’den bir miktar akçe alarak savuşmuş olduğu halde bu defa yine Tophane’de fala bakmaya mübâderet etmesi üzerine mumaileyh Salih Efendi yanma gelüb işi hâsıl olmadığından bahisle kendisini tahkir ve tehdit etdiğini ve kendisinin okuyup yazması olmadığı ve remil ile fala bakmakdan başka bir şey bilmediği cihetle huddâmdan sormak ve kaşıklara yazmak gibi şeyleri mumaileyh Salih Efendi’yi iğfâl ile birkaç kuruş koparmak için tertip etmiş olduğunu ifade ve ihbar ve mumaileyh Salih Efendi derhal celb ve isticvâb edildikde fî’l-hakika Altıncı Daire-i Belediye’nin o aralık münhal bulunan müfettişliğe tayini hakkında kendisinin malûmatı olmaksızın devletlü ismetlü Şadiye Sultan aleyhü’ş-şan hazretlerine mensubiyeti olan zevcesi bir istida takdim ettiği muahharen kendisine söylemiş olduğundan, olup olmayacağım anlamak içün merkuma müracaat ettiğini ve merkum işinin yolunda olduğunu ve fakat huddâma müracaat lâzım geleceğini söylemesi üzerine işin husûlü için merkumu hanesine götürüp yedi-sekiz gün bir odada oturttuğunu ve tütsü ve sair malzeme almak için bir miktar para verdiğini ve ahiren vuku bulan talebi üzerine kaşıklan aldığım ve sonra da bir kurban parası ve kendisine de iki mecidiye ita eylediğini itiraf ve tezkâr eylemiş olduklan gibi memur-ı mahsusu zammıyla icra edilen taharride, Salih Efendi’nin bahçesinde biri sağlam ve üçü kırık olmak üzere dört kaşık ve İbrahim’in hanesinden remile müteallik bazı evrak zuhur etmiş ve merkumân daire-i zaptiyede taht-ı tevkife alınmıştır. Hacı İbrahim’in remil etmek vesilesiyle halkı dolandırmakta olduğu suret-i ihbar ve itirafıyla müsbet ve Salih Efendi’nin velev ki dediği gibi işinin tervici için olsun böyle bir remilciyi evinde bir hafta kapaması câlib-i nazar bir keyfiyet olmakla merkumân haklarında olunacak muamelenin istizanına mücâseret kılındı. Ol bâbda emr ü ferman hazret-i menlehü’l- emrindir.

fi 12 Haziran 318

Zaptiye Nazın

Ahmet Şefik

DOCUMENT: VIII (1909)

BOA. ZB. Dosya No: 353, GömlekNo: 66, 9.Mart.l325.

Belge-1 a

Atebe-i Ulyâya

Cenâb-ı hallâk-ı kerîm veliyy-i nimet-i bî-mirmetimiz Padişah-ı Âlem-penâb Efendimiz Hazretleri’nin ömr ü âfiyet-i şahanesini müzdâd ve taht-ı âlî baht-ı âlîlerinde daim eylesin Amîn.

Bu hürriyet Cenâb-ı Allah’tan oldu, bu dünyaya bir kere ol dahi geldi geçti. Şimdi Cenâb-ı Allah zalime çevirdi, çünkü Cenâb-ı Allah’ınım izni ve keremiyle hürriyeti bu dünyada ahalimize bendeniz yaptıracak idim. Cenâb-ı Allah benim gezmediğimi ve hürriyet yaptırmadığımı biliyor. Bu dünya-yı ahâlimize bu türlü hürriyet yaptı. Ol-dahi yattı çünkü Cenâb-ı Allah’ınım emri yerini bulmak içün vakt ü zamanda peygamberândan şehîd olan Haşan ve Hüseyin Efendimiz yerine bendelerini yaratmışdır. Anın içün bendenizi resmen süvari zabiti yapmalı. Bendeniz gezmeliyim. Cenâb-ı Allah’ınım emri yerini bulmalı. Şehit bendeniz resmen bir süvari zâbiti olmayıp da gezmeyecek olur isem, Allah daha çok fena zulüm verir. Bi’l-hassa bendenizi çağırıp resmen süvari zabiti yapınız, ben gezeyim ve hür yaşayalım adalet gösterelim efendim. Ferman hazret-i pâdişâhındır.

9 Şubat 324

Kasımpaşa civarında Yeniçeşme Mahallesi Badulla Caddesi’nde 23 numaralı hanede vakt ü zamanda peygamberândan şehit olan Haşan Hüseyin Efendimiz yerine olan Fehmi Bin Mustafa

Belge-2/Arka

Tahkik-i hal ve hüvviyyet zımnında Kasımpaşa Merkez Komiserliği fî 3 Mart 325

Ber-mûcib-i emr ü iş’âr müsted’î hakkında icap eden tahkikat alede’l-ibtidâr, kendisi Tersane’ye amelelik ile bir iki defa kayıt ve devam olunmuş ise de bülehâlığmdan dolayı yol verilmesinden, üç seneden beri iş ile iştigal etmediği ve kendisinden istifsâr-ı madde olundukda bu gibi saçma sapan sözleri yazmasınndaki maksat Nur-ı Osmaniyye’de okuyucu Ahmed Şerkavi tarafından kendisine yapılan “büyü” ve nüshalardan aklı başmda olmayıp ne yazdığından malûmatı olmadığından ve makâm-ı âsafânelerinize müracaatla başkaca izahat vereceğini beyan etmiş ve binaenaleyh kendisi sersem ve bülehâ takımından olduğu anlaşılmış olmakla evrakın iadesine mücâseret kılındı. Ol bâbda.

fî 7 Mart 325

Müsted’î-i merkumun ahvâl ve hüviyeti bâlâdaki der-kenarda tasrîh eylemiş olmakla ol bâbda emr ü ferman hazret-i menlehü’l-emrindir.

7 Mart 325

Beyoğlu Mutasarrıfı imza

Belge-3

Sadarete

Bazı elfaz-ı mecnunâneyi havi atebe-i ulyâya bi’t-takdîm hüviyetin tahkiki zımnmda taraf-ı çâkerâneme emr ü havale buyurulan arzuhalin sahibi Fehmi’nin bir- iki defa Tersane-i Amire’ye amele kaydedilmiş ise de bülehâtından dolayı yol verilerek üç seneden beri bir işle iştigal etmediği ve maksadı ne olduğu kendisinden istifsâr edildikde Nur-ı Osmaniyye’de okuyucu Ahmet Şerkavi tarafından yapılan sihir ve verilen nüshalardan dolayı aklı başında olmayıp ne yazdığından malûmatı olmadığım söylemiş ve kendisinin bülehâdan olduğu anlaşılmış idüğü bi’l-havâle Beyoğlu Mutasarrıflığı’ndan ifade kılınmış olmakla ol bâbda 9 Mart 325

DOCUMENT: IX (1909)

BOA. Y.PRK.ZB. DosyaNo: 38, GömlekNo: 37, 5.R.1326.

Belge-1-2 a

Kullan nefs-i Şam ahalisindenim ismim Muhammed Hayr’dır. El-yevm Nablus ve Salt telgraf çavuşuyum. Bir telgraf başçavuşluğu istihsali zımnında on gün evvel Dersaadet’e geldim, Sirkeci Oteli’nde ikamet etmekteyim. Sekiz gün mukaddem Telgraf Nezareti’ne arzuhal vermek için giderken, Ayasofya taraflarında elyevm küttâbî-i hazret-i şehriyârîden olan Şamlı Haşan Efendi’nin biraderi Firdevs’e tesadüf eyledim. Bunların babası olup elyevm Dersaadet’te bulunan Şeyh Muhammed Efendi hala-zâdem olduğu cihetle mumaileyh Firdevs Efendi’ye Dersaadet’e niçin geldiğini sual ettim. Biraderim Haşan Efendi Şam’dan telgraf çekti İstanbul’a geldi. Sonra bizi de İstanbul’a celp ettirdi. Şimdi Beşiktaş’ta ikamet ediyoruz. Oraya gel babamla görüş dedi. Cuma günü Beşiktaş’a gittim bulamadım. Cumartesi günü Firdevs, dayısı Kâmil ile beraber Telgraf PostaNezareti civarındaki kahvehaneye gelerek beni buldular. Gel seni babam çağırıyor dediler. Yarın gelirim dedim. Sana babamın iyi bir ifadesi vardır dediler. Pazar günü Beşiktaş’ta oturdukları haneye gitdim. Orada Şeyh Muhammed Efendi, Firdevs ve Muhammed ve Kâmil ve bir de merhum Arap Paşa’nm biraderi Ebu Tabir ve oğlu var idi. Oturdum. Şeyh Muhammed Efendi’nin oğlu Muhammed, Arap Mehmet Paşa’nm biraderi Ebu Tahir’e hitaben, biz böyle hep İstanbul’a geldik bir evde oturuyoruz elde avuçtaki akçemizi sarf eyledik ne olacağımız malûm değildir. Zarurette kaldık şaşırdık dedi. Arap Mehmed Paşa’nm kardeşi buna cevaben, ben de oğlumu alarak geldim belki Haşan Efendi’nin himmetiyle bir memuriyet veya iş bulurum zannettim. Ben de ne yapacağım, mütehayyir kaldım dedi. Sonra biraz oturdukdan sonra oradan çıktım. Beşiktaş Çarşısı’nda kamımı doyurmak için dolaşırken Şeyh Muhammed Efendi arkadan geldi bana dedi ki: Yahu biz buraya geldik oğlumu hastahanede buldum şimdi iyileşti, elimdeki akçemi sarf ettim. Burada geçinemeyeceğim çocukları yine Şam’a iade edeceğim fakat Haşan Efendi bir sihir yapacak bu kâğıdı işimizi bozan Ahmet izzet Paşa’nm evine götürüp bırakırsan sana da mükâfat eder ve istediğin başçavuşluğa Haşan Efendi delâlet ider dedi. Ben de baş üstüne dedim. Sonra düşündüm bunlara minnet edeceğime bu fikirlerini gider Ahmed izzet Paşa marifetiyle arz ederim dedim. Müşarünileyhin hanesinegittim, kendisiyle görüşdürmediler. Bu işi Bâb-ı Alî’de bir arzuhalciye anlattım. Fırsatdır, sen de ben de istifade ederiz. Şeyh Muhammed Efendi sihir evrakım sana gönderdiği zaman ben de bulunur bunları hemen ihbar ederiz dedi. Bir kaç gün bekledim getirmediler. Dün akşam saat birde Kâmil bir şeyh ile Sirkeci’de bir kahveye geldiler. Benim ikamet eylediğim otele girdiler yanındaki şeyh yeşil sarıklı Bektaşi bir şeyh imiş. Otelciye bu şahsın kim oldığını sordum, ismini bilmem fakat iki gündür otele geldi, misafirleri çok bir adamdır dedi. Kâmil biraz şeyh ile görüştükten sonra gitti ve benim yüzüme bakmadı. O gece uyudum Bu sabah saat on birde şeyh oteldeki kahveye geldi. Acele ile kalktı Kâmil ile Firdevs’in yanma gitdi. Şeyh, Kâmirin elinden bir kâğıda sanlı bir şeyi verdi. Uzakdan kendilerini takip eyledim. Şeyh dedi ki: “Siz merak etmeyin kırk lira çok değildir. Ben gözüme sürme çekerim kimse beni görmez. Arabın karşısına gider bunu bırakırım yine beni kimse görmez” dediğini işittim. Ben hemen arzuhalcinin yanma gittim meseleyi anlattım. Bana bir telgraf yazdı, çektirdim. Biraz sonra biri geldi Bâb-ı Alî’de polis müdürü seni çağınyor imiş. Gittim, beni dinledikten sonra zaptiyeye gönderdiler. Zaptiye Nezareti’nden adam verdiler, odasını bastık. Eşysını aldılar fakat şeyh orada bulunmadı. Yatağmda buldukları kitap ve saireyi aldılar, zaptiyeye götürdüler. İşte ifadem bundan ibarettir. Bunların maksatları sihri Ahmed İzzet Paşa’nın evine kendisini yahut oğullarım hasta etmek ve sonra Şeyh Haşan nefes tesiriyle iyileştirip İzzet Paşa’ya çatarak akrabasını kayırmak olduğmu anladım. Şeyh Hasan’m sihir gibi havâssa vukûfiı vardır ve o sayede kitapçı olmuştur diye Şam’da mütevâtirdir.

Belge-3 a

Zabtiyy eN ezareti

Mektûbî Kalemi

‘Aded

Boş şişe adet 1

Rakı kadehi adet 1

İspermeçet mumu parçası adet 2

İşbu üç kalem eşya Ali Rıza Efendi’nin hırkası cebinde bulunmuşdur

Matbu ve bir kısmı noksan risale adet 1 Matbudua varakası adet 4

İki tarafı lehimli on beş santimetre tulünde teneke kutu adet 1 Otuz kırk dirhem sıkletinde beyaz bir maden parçası

Bir kâğıda sanlı bir dirhem mikdân adi toprak ve bunun mey ânına konulmuş {efirâz lezellet} kelimesi yazılı kâğıt

İşbu beş kalem eşya Ali Rıza Efendi’nin bugün eşyasının nakl olunduğu odada karyolanın yatağı ile ot minderi arasında zuhur etmişdir.

Belge-4 a

ZaptiyeNezareti Mektubî Kalemi Aded 427

Leffen arz ve takdim kılman jurnalde ismi muharrer Nablus telgraf çavuşluğundan müstafi Muhammed Hayr, derhal nezd-i çâkerîye celp ve istîzâh-ı keyfiyet olundukda, geçende Şarn-ı Şeriften gelip mabeyn-i hümâyûn-ı mülûkânede misafir edilmiş olan Şamlı Şeyh Haşan Efendi ile birlikde gelip Beşiktaş’ta kâin misafirhanede misafir edilmiş, mumaileyh Haşan Efendi’nin biraderleri Kâmil ve Firdevs Salim Efendiler kendisine bi’l-mürâcat, verecekleri sihirli bazı şeyleri kâtib-i sânî-i hazret-i hilâfet-penâhî kurenâ-yı hazret-i şehriyârîden İzzet Paşa Hazretleri’nin konağına koymasını teklif etmeleriyle kendisi de keyfiyeti ihbar etmek niyetiyle teklif-i vâki’i kabul etmiş ise de mumaileyhümâ kendisine bir daha müracaat etmeyip Sirkeci’de Yeni Dünya Oteli’nde misafir Kastamonulu Şeyh Hafız Ali Rıza Efendi’ye yarınki Cuma günü selâmlık resm-i âlîsi esnasmda Gerdûne-i Hümayunun altına vaz’ edilmek üzere sihirli bazı şeyler verdiklerini tahkik ettiğini ifade eylemiş ve Ali Rıza Efendi’nin mezkûr otelde ikamet eylediği oda taharri olundukda leffen arz ve takdim kılman pusulada muharrer bir kaç kıta matbu kâğıt parçalan ve lehimli bir teneke kutu ve boş bir şişe ve kadeh ile bir kâğıda sarılı bir dirhem miktarı adi toprak zuhûr etmesiyle Ali Rıza Efendi bi’t-tevkîf isticvâb olundukda, hasta bulunan hemşiresini li-ecli’t-tedavi Kastamonu’dan Dersaadet tarîkiyle Bursa’ya götürüp bu kere Kastamonu’ya avdet etmek üzere Dersaadef e geldiğini ve mumaileyhümâ Kâmil ve Firdevs Salim Efendileri görmediği ve tanımadığı gibi zuhûr eden şeylerden yalnız iki parça mum kendisine ait olup diğerlerinden asla haber ve malûmatı olmadığım ve bugüne kadar mezkûr otelde üst katda iki yataklı bir odada yalnız olarak ikamet etmekde iken bugün dışarıya çıkub otele avdetinde eşyasının dört yataklı bir odaya nakledildiğini anladığım beyan etmiş ve icra kılman tahkikatta mumaileyh Ali Rıza Efendi’nin ikamet ettiği iki yataklı odanın otelci tarafından maa aile gelen bir Hıristiyan’a verilmesinden dolayı eşyası, Ali Rıza Efendi’nin malûmatı olmaksızın otelin odacısı marifetiyle derununda dört yatak bulunan ve yatakların biri Muhammed Hayr’a ait olan odaya nakl edilmiş ise de Muhammed Hayr’m şikâyeti üzerine dört yataklı diğer boş bir odaya nakl olunduğu anlaşılmış olmasına ve bulunan şeylerden mumlar ile boş şişe ve kadehin Ali Rıza Efendi’nin eşyasının ikinci defa nakl olunduğu odada bulunan hırkasının cebinde ve diğerlerinin Muhammed Hayr’m ikametettiği odadaki karyolanın yatağı ile ot minderi arasında bulunmasına nazaran bunun Muhammed Hayr tarafından tertip ve tasnî’ edilmiş bir şey olduğu anlaşılmakda ise de tahkikata devam edilmekde bulunduğı ve Ali Rıza Efendi’nin tevkif edildiği maruzdur. Ol bâbda emr ü fermân hazret-i menlehü’l- emrindir

fî 24 Nisan 324 Zaptiye Nazın imza

Belge-5 a

‘An-asl Şamlı olup Nablus telgraf çavuşluğundan müstafi Şam’da müteehhil elli beş yaşlarında ve Sirkeci’de on günden beri Yeni Dünya Oteli’nde beytûtet eden Muhammed Hayr bin Selim, iki gün mukaddem Bâb-ı Alî Caddesi’nde arzuhalci Haydar Efendi’ye müracaatla Kâtib-i Sânî Hazret-i Padişâhî İzzet Paşa’nın konağının içerisine sihir yapıp attıracağım ve muvaffak olduğu halde bin kuruş maaşa nail olacağım ifade ettiği gibi, şu denâeti kabuldeki maksadı dahi sihirleriyle birlikde derdest ettireceğini ‘ilâveten ityân ettiğini söylemiş ve mezkûr dükkâna getirip derdestlerini ve hükümlerini iki gün beklemiş ise de gelmediklerinden, dün gece otel- i mezburda irâe ideceğim adamlar mezkûr Yeni Dünya Oteli’nde beytûtet eden diğer bir Şeyh Efendi ile görüştüklerini gördüm ve tarassudâtım neticesinde bu adamlar yarınki selâmlık resm-i âlîsinde veliyy-i nimetimiz Padişahımız Efendimiz Hazretlerinin arabasının altına koymak üzere o iki zat Şeyh Efendi’nin yeddine Şam’dan getirdikleri (katil ölüleri toprağı) ve sair sihirleri verdiklerini gördüm ve bu sihirleri arabanın altına konulmasını kırk Osmanlı lirasına pazarlık ettiklerini işittim ve bu gece otel-i mezkûra gelerek içtimâ’la yarınki Cuma selâmlık resm-i âlîsinde icra edecekleri mel’anete intizâr edeceklerini Haydar Efendi’ye malûmat ve atebe-i seniye-i hazret-i mülûkânede bugün bâ-telgraf iş’âr edilmesi üzerine Bâb-ı Âlî devâ’ir-i resmiye serkomiseri Saadetlü Ahmed ve izzetlü Nazif Beylere ihbâr ettiği ecilden ben de itiraf ve ikrar eylediğimi mübeyyin işbu varakam bâ-temhîrita kılındı, fî 24 Nisan 324

Sirkeci’de Yeni Dünya Oteli’nde sakin Nablus telgraf çavuşluğundan müstafi Mühür

Bâlâdaki ifade ve karar muvacehemizde zaptolunduğu gibi Muhammed hayr’ı mallan dahi kendisinin idüğü tasdik kılındı. Bâb-ı Âlî Caddesi’nde arzuhalci

Mühür

Devâir-i aliyye serkomiserlerinden Mühür

BIBLIOGRAPHY

PRİMARY SOURCES

“Büyü,” Büyük Larousse, (İstanbul, 1986).

“Büyü,” İslam Ansiklopedisi, (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınlan, 2002), Vol. 6, p. 501.

“Havas İlmi,” İslam Ansiklopedisi,(Ankara.: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2002), Vol. 16, p. 516.

“HavassüT-Kur’an,” İslam Ansiklopedisi, Vol. 16, p. 522.

“Muska”, İslam Ansiklopedisi, Vol. 31, p. 265.

“Sihir,” İslam Ansiklopedisi, (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınlan, 2002), Vol. 37, p. 170.

“Vefk,” İslam Ansiklopedisi, (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınlan, 2002), Vol. 42, p. 605.

“Yağmur Duası,” Ana Britannica, Vol. XXXII, (İstanbul: Ana Yayıncılık, 1994), p. 62.

Abdülaziz Bey. Osmanlı Adet Merasim ve Tabirleri, (Hazırlayanlar: Kazım Ansan, Duygu Ansan Güney), (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınlan, 1995).

Abdülaziz Bey. Osmanlı Adet Merasim ve Tabirleri, (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınlan, 2002).

Acıpayamlı, Orhan. “Türkiye’de Yağmur Duası ve Psiko Sosyal Metotla İncelenmesi,” Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, Vol. XXI, No: I-II, Ocak-Haziran 1963.

Adıvar, Halide Edip. Döner Ayna, (İstanbul: Yeni İstanbul Matbaası, 1953).

Adıvar, Halide Edip. Mor Salkımh Ev, (İstanbul: Gerçek Yayınlan, 1996).

Adıvar, Halide Edip. Mor Salkımlı Ev, (İstanbul: Özgür Yayınlan, 1996).

Adıvar, Halide Edip. Mor Salkımlı Ev, (İstanbul: Özgür Yayınlan, 2003).

Adıvar, Halide Edip. Sinekli Bakkal, (İstanbul: Atlas Kitabevi, 1972).

Adıvar, Halide Edip. Sinekli Bakkal, (İstanbul: Muallim Ahmet Halit Kitabevi, 1942).

Ahmed b. Hanbel. El-Müsned, (Beyrut: BeytüT-Efkârü’d-Devliyye, 2004).

Ahmed Cevdet Paşa. Faideli Bilgiler, (İstanbul: Hakikat Kitabevi Yayınlan, 2009). Ahmed Midhat Efendi, 1331/1912. Cinli Han; Taaffüf; Gönüllü. Prepared by Necat Birinci, Ali Şükrü Çoruk and Erol Ülgen. Ankara: Türk Dil Kurumu, 2000.

Ahmed Taşköprülüzade. Mevzû’âtu’l-Ulûm, (Haz.: Mümin Çevik), (İstanbul: Üçdal Neşriyat, 1975).

Ahmed Vasıf Efendi. Tarıh-i Vasıf: Mehasinü’l-Asar ve Hakaikü’l-Ahbar, (Ankara: TTK Yayınlan, 1994), Vol. 2.

Ahmet Mithat Efendi. Cinli Han, Taaffüf, Gönüllü, (Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınlan, 2000).

Ahmet Mithat Efendi. Çengi, (Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 2000).

Akın, Haydar. “Gece Yolculan ve Cadı Avı.” Virgül, 18 (1999, İstanbul): 30-32.

Akın, Haydar. “MalleusMaleficarum: Cadılann Çekici.” Virgül, 10 (1998, İstanbul): 38-40.

Akın, Haydar. Ortaçağ Avrupası ’nda Cadılar ve Cadı Avı, (Ankara: Dost Kitabevi, 2001).

Akın, Haydar. Ortaçağ Sonları ve Yeniçağ Başlarında Avrupa ’da Çocuk Cadılar ve Çocuk Cadı Avı. Ankara: Phoenix Yayınevi, 2010.

Akkuş, Metin. Nef’î Divanı, (Ankara: Akçağ Yayınlan, 1993).

Aksel, Malik. Anadolu Halk Resimleri, (İstanbul: Kapı Yayınlan, 2010).

Aktaş, Recep. İslam Dininin Yasak Ettiği Batıl İnanışlar. (Adana:Gürpınar Yayınevi,1965).

Akyüz, Vecdi. Bütün Yönleriyle Asrı Saadette İslâm, (İstanbul: Beyan Yaymevi, 1995), Vol. V.

Albasan, Mehmet and Metin Albasan. Anadolu Gizemleri. İstanbul: Onbir Yayınları, 2008.

Ali el-Yezdî el-Hairî. Fîİsbâtı İ-Hucceti’l-Gâib, (Beyrut, 1984), Vol. I.

Ali Sami. Periler İçinde, (İstanbul: Nefaset Matbaası, 1914).

Aliş, Şehnaz. “Ahmet Mithat Efendi’de Akıl ve Batıl İnançlar.” Merhaba Ey Muharriri: Ahmet Mithat Üzerine Eleştirel Yazılar. Eds. Nüket Esen and Erol Köroğlu, (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yaymevi, 2006).

Altınay, AhmetRefık. “CinciHoca.” TürkDünyasıTarihDergisi (117) (1996): 28-30.

Altınay, Ahmed Refik. “Sarayda Cinci Hoca.” Samur Devri 1049-1059, (İstanbul: Kitabhane-i Hilmi, 1927). (Yeni Basım = İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2010.)

Altıntaş, Hayrani. Tasavvuf Tarihi, (Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınlan, 1986).

Anadol, Cemal. Halk İnanışları, (İstanbul: Bilge Karınca Yayınları, 2006).

Anadol, Cemal. Tarihten Günümüze Kadar Doğu ve Batı Kültürlerinde Halk İnanışları ve Büyü, (İstanbul: Kamer Yayınlan, 1997).

Anadol, Cemal. Şifalı Bitkiler ve Şifalı Sular Ansiklopedisi: Lokman Hekim ve Ibn-i Sina’dan Günümüze Kadar. İstanbul: Türkmen Kitabevi, 1990.

Anadolu ‘da Kybele Attis Kültü, (Haz: Canan Albayrak) Yüksek Lisans Tezi, (Ankara, 2007).

And, Metin. Geleneksel Türk Tiyatrosu, (Ankara: Bilgi Yayınlan, 1969).

And, Metin. Geleneksel Türk Tiyatrosu: Köylü ve Halk Tiyatrosu Gelenekleri, (İstanbul: inkılap Yayınevi, 1985).

And, Metin. Oyun ve Bügü, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınlan, 2003).

And, Metin. Oyun ve Bügü, (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1974).

And, Metin. Kavuklu Hamdi'den Üç Orta Oyunu: Büyücü Hoca, Fotoğrafçı, Eskici Abdi. Ankara: Forum Yayınlan, 1962.

Andican, A. Ahat. Osmanlı ’dan Günümüze Türkiye ve Orta Asya, (İstanbul: Doğan Kitap, 2009).

Arat, Reşit Rahmeti. Kutadgu Bilig I: Metin, (Ankara: TTK Yayınlan, 1991).

Ank, M. Selim. “HurafeveBatılİnançlarÜzerineBazıDüşünceler.” DiyanetTlmiDergi 42(2) (2006): 125-143.

Ank, Şahmurat “Osmanlı Döneminde Bir Cadı Avı ve Türk Romanında Cadı İnancı,” Dergâh, No: 148, Haziran 2002, p. 20.

Arslan, Arif. Şeytan, Cinler ve Satanizm. İstanbul: Nesil Yayınlan, 2007.

Arslan, Arif. Büyü, Fal ve Kehanet. Ed. İsmail Fatih Ceylan. İstanbul: Nesil Yayınlan, 2002.

Aşık Paşazade. Osmanoğulları ’nın Tarihi, (Haz: Kemal Yavuz; M. A. Yekta Saraç), (İstanbul: K Kitaplığı, 2003).

Aşıkpaşazade. Tevarih-i Al-i Osman, (İstanbul: Matbaa-i Amire, 1332).

Atasoy, Nurhan. Derviş Çeyizi, (İstanbul: Kültür BakanlığıYayınlan, 2000).

Ateş, Süleyman. İnsan ve İnsanüstü: Ruh, Melek, Cin, İnsan. İstanbul: Dergâh Yayınlan, 1985.

Atis, Mediha. “BizanslIların ve Türklerin Aşk Tılsımları.” Tarih Hâzinesi, 7 (İstanbul, 1951): 322-323.

Aycibin, Zeynep. “Osmanlı Devleti’nde Cadılar Üzerine Bir Değerlendirme,” Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Dergisi, No. 24, 2008, pp.55-70.

Ayverdi, İlhan ve Ahmet Topaloğlu. Misalli Büyük Türkçe Sözlük, (İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 2005).

Ayverdi, Samiha. Mülakatlar, (İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 2005).

Babaoğlu, Ali. Okultizm, (İstanbul: Masal Kitabevi, 1997).

Babayan, Katryn. MysticsMonarchs and Messiah: Cultural Landscape of Early Modern Iran, (Boston: Harvard University Press, 2002).

Babaoğlu, Ali Nihat. Okkultizm. İstanbul: BDS Yayınlan, 1997.

Bailey, Michael D. “From Sorcery to Witchcraft: Clerical Conceptions of Magic in the Later Middle Ages,” Speculum, Vol. 76, 2001, p. 989.

Bailey, Michael D. “The Disenchantment of Magis: Spells, Charms, and Superstition in Early European Withchcraft Literatüre,” The American Historical Revievv, Vol. 111, No: 2, 2006, pp. 383-404.

Bailey, Michael D. Historical Dictionary ofWitchcraft, (Maryland: The Scarecrow Press, 2003).

Bailey, Michael D. “The Medieval Concept of the Witches’ Sabbath,” Exemplaria, Vol. VIII, 1996, pp. 438-439.

Bakıllanî, Ebu Bekir. Olağanüstü Olaylar ve Aralarındaki Farklar: (Mucize, Keramet, Sihir). Trans. Adil Bebek. İstanbul: Rağbet Yayınlan, 1998.

Bâkiler, Yavuz Bülent. “Sivas’ta Batıl itikatlar.” Sivas Folkloru, 1~15 (1973-1974, Sivas).

Balcı, Yunus. Türk Romanında Aydın Problemi 1908-1950, (Ankara: Kültür

Bakanlığı

Yayınlan, 2002).

Balcıoğlu, N. R. “Anadolu’da Cinlere, Perilere ve Devlere Dair İnanışlar.” Türk Folklor Araştırmaları, 35 (İstanbul, 1952): 555-556.

Balıkhane Nazın Ali Rıza Bey. Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı, (İstanbul: Kitapevi, 2007).

Balivet, Michel. “Hacı Bektaş ve Yunus Emre ya da Türk Ortaçağı Evrenselleşmesi,” Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, No. 55, pp. 149-160.

Balivet, Michel. Şeyh Bedrettin: Tasavvuf ve İsyan, (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınlan, 2004).

Barkan, Ömer Lütfi. “Kolonizatör Türk Dervişleri,” Vakıflar Dergisi, Vol. II, Ankara, 1942, p. 281.

Barkan, Ömer Lütfi. “Osmanlı İmparatorluğu’nda Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler,” Vakıflar Dergisi, No. 2,1942, pp. 297-387.

Barstow, Anne Llewellyn. “On Studying Witchcraft as Women’s History: A Historiography of the European Witch Persecutions,” Journal of Feminist Studies in Religion, Vol. IV, No: 2,1988, pp. 7-19.

Basiretçi Ali Efendi. İstanbul Mektupları, (İstanbul: Kitapevi, 2001).

Başar, Z. Erzurum’da Tıbbi ve Mistik Folklor Araştırmaları, (Ankara: Sevinç Matbaası, 1972).

Batur, Suat. Türk Halk Edebiyatı, (İstanbul: Altın Kitaplar, 1998).

Bayazoğlu, Ümit. “İstanbul’unTılsımlan.” Fotoğraflar: Murat Türemiş, National Geographic Türkiye (94) (2009): 52-71.

Baykal, İsmail H. Enderun Mektebi Tarihi, Vol. I, (İstanbul: Halk Basımevi, 1953).

Baykurt, A. Cami. “Azazil,” Diyanet İslam Ansiklopedisi, Vol. II, (İstanbul: İSAM, 1993).

Bayram, Sadi. “İstanbul Vakıf Hat Sanatları Müzesi'nde Bulunan Tılsımlı İki Gömlek ve Kültürümüzdeki Yeri.” Vakıflar Dergisi, Ankara, (22), 00.00.1991, 355- 364.

Bayn, Mehmet Halit. İstanbul Folkloru, (İstanbul: Türkiye Yayınlan, 1947).

Bayn, Mehmet Halit. İstanbul Folkloru, (İstanbul: Eser Yayınları 1972).

Bayn, Mehmet Halit. “Büyüler.” Halkbilgisi Haberleri Mecmuası, 64 (1937, Ankara): 89-99.

Bayn, Mehmet Halit. “Büyüler Hakkında.” Halkbilgisi Haberleri Mecmuası, 63 (1937, Ankara): 49-55.

Berk, Süleyman. “Osmanlı Tılsım Mühürleri.” P: [Portakal] Sanat Kültür Antika Dergisi, no. 29 (İstanbul, 2003).

Berkes, Niyazi. The Development of Secularizm in Turkey, (London: Hurst and Co., 1998).

Berktay, Fatmagül. “Salem CadılannınEkonomi-Politiği.” TarihveToplum 33(195) (2000): 139-146.

Beyceoğlu, Ömer Faruk. Halk Kitapları ’nda Hazret-i Ali, (Ankara: Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Lisans Tezi).

Bıçak, Ayhan. “Osmanlı Devleti’nin Kozmogonik Temelleri,” Kutadgu Bilig, No. 7, Mart 2005.

Bıçak, Ayhan. “ToplumsalSorumlulukveBüyücüler.” TürkYurduÖzelSayı, 18 (134) (1998, Ankara): 71-79.

Bilmen, Ömer Nasuhi. Kur’an-ı Kerim 'in Türkçe Meal-i Alisi ve Tefsiri, Vol. IV, (İstanbul: Bilmen Yaymevi, 1996).

Bilmen, Ömer Nasuhi. Muvazzah İlmi Kelam, (İstanbul: Tereke Yaymevi, 2007).

Bitik, Başak Özgür. “Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Cadı, Obur, Büyücü Anlatılan ve Kurgudaki İşlevleri,” Milli Folklor Dergisi, Yıl: 23, No. 92, 201 l,p. 66.

Boratav, Pertev Naili. “İstiska,” İslam Ansiklopedisi, Vol. V, Part: II, (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınlan, 1987), pp. 1221-1224.

Boratav, Pertev Naili. 100 Soruda Türk Halk Edebiyatı, (İstanbul: Gerçek Yaymevi, 1984).

Boratav, Pertev Naili (1984), 100 Soruda Türk Folkloru, İstanbul: Gerçek Yaymevi, 1999).

Boratav, Pertev Naili. Az Gittik Uz Gittik, (İstanbul: Adam Yayınlan, 1969).

Boratav, PertevNaili. Türk Halkbilimi II, 100 Soruda Türk Folkloru (İnanışlar, Töre ve Törenler, Oyunlar), (İstanbul: Gerçek Yaymevi, 1973).

Böyle, J. A. “Ortaçağda Türk ve Moğol Şamanizmi,” (translated by: Orhan Şaik Gökyay), Türkiye Folklor Araştırmaları Dergisi, Sayı: 297, Nisan 1974.

Boyraz, Şeref. Fâl Kitabı: Melhemeler ve Türk Halk Kültürü, (İstanbul: Kitabevi, 2006).

Bozkuş, Metin. “Anadolu Selçuklularında Sosyal, Dini ve Mezhebi Yapı,” Sivas Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Vol. V, No: 2, 2001, pp. 249-257.

Burton, Dan ve David Grandy. Büyü, Gizem ve Bilim: Batı Uygarlığında Okült.

Trans. Yasemin Tokatlı. İstanbul: Varlık Yayınları, 2005.

Brockelmann, Cari. Geschichte der Arabishen Literatür, Vol. I, (Leiden: Zweiter Supplementbant, Lieferung, 1937).

Brown, Peter. “Sorcery, Demons, and the Rise of Christianity: From Late Antiquity into the Middle Ages,” Religion and Society in the Age ofSaintAugustine, (London: 1972), pp. 119-146.

Bulut, Emrullah. “Kâtip Çelebi’nin Düşüncesinde Akıl ve İlimlerinin Yeri ve Önemi,” (İstanbul: Marmara Üniversitesi, İlahiyat Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, 2006).

Câbirî. Arap Aklının Oluşumu, (İstanbul: Akbaba Yayınlan, 2000).

Caferoğlu, Ahmed. “Batıl İtikadlar.” Türklük, 3 (1939, İstanbul): 194-206.

Caferoğlu, Ahmet. “Türklerde Sihirli Taş Telakkisi.” Halkbilgisi Haberleri Mecmuası, Ankara, (13), 00.00.1930,1-3.

Canan, İbrahim. Hadis Ansiklopedisi: Kütübi Sitte, (İstanbul: Akçağ Yayınlan,

1993)    , Vol. 7.

Carullah Mahmud b. ÖmerZemahşeri. el-Keşşaf an Hakai ki ’t-Tenzil, (Beyrut: Darü’l Kütübü’l İlmiye, 2003), Vol. I.

Cebecioğlu, Ethem. Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, (Ankara: Rehber Yayınlan, 1997).

Cengil, Arzu. Kabbalah; Yahudi Gizemi, (İstanbul: Ayna Yayınevi, 2002).

Cenahoğlu, İsmail. “Zamahşeri ve Tefsiri,” Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 26, Sayı: I, 1984, pp. 59-96.

Cilacı, Osman. Dinler ve İnançlar Terminolojisi, (İstanbul: Darnal Yaymevi, 2001).

Clauson, S. G. An Etimological Dictionary of Pre-Thirteenth Century ofTurkey, (Oxford: Oxford University Press, 1972).

Codex Cumanicus, Kuman Lehçesi Sözlüğü, (Ankara: Kültür Bakanlığı, 1992).

Crow, W. B. History ofMagic, Witchcraft and Occultism, (İstanbul: Dharma Yayınlan, 2002).

Czaplica, M. A. Aboriginal Siberia, (Oxford: Clarendon Press, 1914).

Çavuşoğlu, Mehmet ve M. Ali Tanyeri. Zatî Divanı, III. Cilt, (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Yayınlan, 1987).

Çetin, Osman. Selçuklu Müesseseleri ve Anadolu’da İslamiyet’in Yayılışı, (İstanbul: Marifet Yayınları, 1981).

Çiftçi, Faruk. “Arap Geleneğinde Şair ve Cin İlişkisi,” Ekev Akademik Dergisi, Yıl: 6, Sayı: 13, 2002, pp. 315-324.

Çoşkun, Menderes. “Klasik Türk Şairinin Poetikası Üzerine,” Bilig, No. 56, Kış 2011, pp. 57-80.

Dan, Robert. Occident and Orient: A Tribute to the Memory ofAlexander Scheiber, (Leiden: Brill, 1988).

Dankoff, Robert ve Seyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı. Evliya Çelebi, Seyahatnamesi, Yedinci Kitap: Topkapı Sarayı Kütüphanesi Bağdat 308 Numaralı Yazmanın Transkripsiyonu Dizini, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınlan, 2003).

Dara, Ramis. Bursa’da Dünden Bugüne Tasavvuf Kültürü, Vol. II, (Bursa: Bursa Sanat Kültür ve TurizmVakfi Yayınlan, 2002).

Dilçin, Cem. “Türk Kültürü Kaynağı Olarak Divan Şiiri,” Osmanlı Divan Şiiri Üzerine Metinler, (Haz: Mehmet Kalpaklı), (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1999).

Divanü Lügat-it-Türk Tercümesi, Vol. I, (çev. Besim Atalay), (Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınlan, 1992).

Diyanet İslam İlmihali, 2 vols., (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2000).

Doğan, D. Mehmet. Temel Türkçe Sözlük, (Ankara: Rehber Yayınlan, 1990).

Doğan, Muhammet Nur. “Metin Şerhi Üzerine,” Osmanlı Divan Şiiri Üzerine Metinler, (Haz: Mehmet Kalpaklı), (İstanbul: YKY, 1999).

Doğrul, Ömer Rıza. Tanrı Buyruğu, Vol. II, (İstanbul: Ahmet Halit Kitabevi, 1947).

Dole, Christopher. “Mass Media and the Repulsive Allure of Religious Healing: The Cinci Hoca in Turkish Modemity,” International Journal of Middle East Studies, Vol. 38, No. 1, February 2006, pp. 31-54.

Duncan, Hugh Daiziel. “The Development of Durkheim’s Concept of Ritual and the Problem of Social Disrelationships,” in: Essays of Sociology and Philosophy by Emile Durkheim, (ed. Kurt H. Wolff), (New York: Haarper Torchbooks, 1964), pp. 97-117.

Durkheim, Emile. Magic Science and Religion: and Other Essays (introduction by Robert Redfield), (N.Y. Garden City: Doubleday, 1955).

Dursun, Haluk. Tuna Güzellemesi, (İstanbul: Kubbealtı Yayınlan, 2007).

Duvarcı, Ayşe. “Türklerde Tabiat Üstü Varlıklar ve Bunlarla İlgiliKabuller, İnanmalar, Uygulamalar,” Bilig, No. 32, Kış 2005, pp. 125-144.

Duvarcı, Ayşe. Türkiye ’de Falcılık Geleneği ile Bu Konuda İki Eser: “Risale-i Falname Li Cafer-i Sadık” ve “Tefe ’ülname, ” (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınlan, 1993).

Duzzati, Dino. “Büyücü.” Çeviren: İhsan Akay, Varlık, 766 (1971, İstanbul): 10.

Dülger, Elif. “Evliya Çalebi Seyahatnamesi’ndeki Büyü, Sihir ve Falın Halkbilimi Açısından Değerlendirilmesi,” (Konya: Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2006).

Dündar, Hülya. “The effect of the traditional Turkish Theater as it is Observed in ‘Efsuncu Baba’,” Milli Folklor Dergisi, Yıl: 15, Sayı: 59.

Düzdağ, Ertuğrul. Şeyhü ’l-İslam Ebussuud Efendinin Fetvaları, (İstanbul: Enderun Yayınlan, 1972).

Ebû Abdillah Ahmed îbn Hanbel. el Müsned, (İstanbul: Çağrı Yayınevi, 1992).

Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail. el-Camiu ’s-Sahih, (İstanbul: Çağn Yayınlan, 1992).

Ebû Bekir Muhammed b. Tayyib Bakıllanî. Kitabu ’l Beyan, (İstanbul: Rağbet Yayınları, 1998).

Ebu Bekr M. bin Tayyib Bakıllanî.Kz'tabö 7 Beyan ani ’l Fark Beyne ’l Muzizat ve ’l Keramat ve ’l Hiyel ve ’l Kehanâl ve ’s Sihr ve ’n Narencat, (Tercüme: Adil Bebek), (İstanbul: Rağbet Yayınlan, 1998).

Ebu Bekr Muhammed b. Tayyib b. Muhammed Basri Bakıllani. Olağanüstü Olaylar ve Aralarındaki Farklar: Mucize, Keramet, Sihir. Trans. Adil Bebek. İstanbul: Rağbet Yayınlan, 1998.

Ebû Cafer Muhammed b. Cerir Taberi. Camiu ’l-Beyan an Te ’vili ’l-Kur ’an, (Beyrut: Daru’l Fikr, 1999).

Ebû Hamit Muhammed bin Muhammed Gazali. Ihyau Ulumiddin, (Tercüme: Ali Arslan), (İstanbul: Merve Yayınlan, 1993), Vol. I.

Edhem, İbrahim Kemal. “Cinler ve Ruh Çağırma.” Çeviren: Mustafa Tuncer, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Samsun, (9), 00.00.1997, 301-314.

El İmam Fahrüddîn Muhammed b. Ömer bin Hüseyin bin Haşan ibni Ali et- TemîmîT-Kübrâr-Râzî es-Sâfî (H. 544-604); el-Tefsîru ’l-Kebîr ev Mefâtîh ’ul Gayb; (Beyrut: Daru’l-KütübüT ilmiye, 1990), Vol. HI-IV.

El-Buni. Şems ül Maarif ül Kübra, (Tere. Mustafa Varlı), (İstanbul: Esma Yayınlan, 2011), Vol. II.

Elemterefiş: Anadolu’da Büyü ve İnanışlar, (İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, 2006).

Elgin, Necati. “Mürşid-il talibin: H. 1016 / M. 1607 Konya Mevlana Müzesi, İhtisas Kütüphanesi, No. 4005,” Anıt, No. 20/21, Konya, Mart-Nisan 1957, pp. 15- 23.

Eliade, Mircea. “Some Observations on European Witchcraft,” History of Religions, Vol. XIV, No. 3, February 1975, pp. 149-172.

Eliade, Mircea. Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi: Muhammed’den Reform Çağına, (İstanbul: Kabalcı Yaymevi, 2003), Vol. 3.

Eliade, Mircea. Shamanism: Archaic Techniques ofEcstacy, (translated from French by: Willard R.), (New York: Bollingen Foundation; distributed by Pantheon Books, Cİ964)

Elmahlı Hamdi Yazır. Hak Dini Kur’an Dili, Vol. I, (İstanbul: Eser Kitabevi, t.y.).

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır. Hak Dini Kur’an Dili, (İstanbul: Hisar Yayınevi, 2011).

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır. Hak Dini Kur’an Dili, Yusuf Suresi, (İstanbul: Hisar Yaymevi, 2011), Vol. IV.

Emine Vahide. “Havf,” Hanımlara Mahsus Gazete, No. 35,18 Kanumevvel 1311, pp. 3-4; No. 46, 25 Kanununsam 1311, pp. 4-5; (30 December 1895-6 February 1896).

Enginim, İnci. Halide Edip Adıvar ’ın Eserlerinde Doğu Batı Meselesi, (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınlan, 1995).

Envarü'l-Aşıkın, (İstanbul: Çelik Yaymevi, 1991).

Er, Rahmi. Bedi ’ü ’z-Zaman el Hamezanive Makameleri, (İstanbul:Milli Eğitim Bakanlığı Yayınlan, 1994).

Erdil, Kemalettin. Yaşayan Hurafeler, (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınlan, 2009).

Erduran, Zeynep. “Evliya Çelebi Seyahatnamesi’ne Göre İstanbul’da Esnaf, Zanaat ve Ticaret,” (Kırıkkale: Kırıkkale Üniversitesi, Tarih Bölümü, Yüksek Lisans Tezi, 2006).

Ergin, Muharrem. Dede Korkut Kitabı, (İstanbul: Boğaziçi Yayınlan, 1983).

Ergin, Muharrem. Dede Korkut Kitabı, (Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 1989).

Ergin, Muharrem. Orhun Abideleri, (İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 1978).

Ergim, Saadettin Nüzhet Baki: Hayatı ve Şiirleri: I, Divan, (İstanbul: Suhulet Yurdu Yayınlan, 1935).

Ertaylan, İsmail Hakkı. Falname, (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları, 1951).

Ertop, Konur. “Cinlere, Perilere, Büyüye, Fala Karşı Çıkmış, Cin Gibi Bir Yazar: Hüseyin Rahmi Gürpınar,” Kitap-lık, No: 80, Şubat 2005, p. 85.

Erünsal, İsmail ve Ahmet Yaşar Ocak. Menakıbu ’l-Kudsiyye Fi Menasıbi ’l-Ünsiyye: Baba İlyas Horasani ve Sülalesinin Menkabevi Tarihi, Vols. I, II, III, (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınlan, 1984).

Esenbel, Aziz. “Çarlığın Cinci Hocası: RASPUTİN.” Tarih Dünyası, İstanbul, (17), 15.12.1950, 731-733.

Esin, Emel. “İslam ile Karşılaşan İlk Türkler,” İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınlan, 1979), Vol. 7, No: 3-4.

Evliya Çelebi. Evliya Çelebi Seyahatnamesi, (Editörler: Robert Dankoff, Seyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı), (İstanbul: Yapı Kredi Yayınlan, 2003).

Evliya Çelebi. Evliya Çelebi Seyahatnamesi, (Haz: Seyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı), (İstanbul: Yapı Kredi Yayınlan, 2001).

Evliya Çelebi. Evliya Çelebi Seyahatnamesi, (Transl. Zuhuri Danışman), (İstanbul: Zuhuri Danışman Kitabevi, 1969), Vol. I

Eyüboğlu, E. Kemal. Şiirde ve Halk Dilinde Atasözleri ve Deyimler, Vol. I, (İstanbul: Doğan Kardeş Matbaacılık Sanayi, 1973).

Eyüboğlu, İsmet Zeki. Günün Işığında Tasavvuf Tarikatlar Mezhepler Tarihi, (İstanbul: Geçit Kitabevi, 1987).

Eyüboğlu, İsmet Zeki. Anadolu Halk İlaçları: Bitkiler, Hastalıklar, ilaçlar, Yağlar,Macunlar, Büyüler, Yıldızname. İstanbul: Derin Yayınlan, 2007.

Eyüboğlu, İsmet Zeki. Anadolu Büyüleri. İstanbul: Seçme Kitaplar, 1978.

Eyüboğlu, İsmet Zeki. Cinsel Büyüler. İstanbul: Seçme Kitaplar Yaymevi, 1975.

Eyüboğlu, İsmet Zeki. Cinci Büyüleri Yıldızname. İstanbul: Der Yayınlan, 1991.

Fahd, T. “Le Monde du sorcier en İslam,” in: Le Monde du Sorcier, (Paris: 1966), pp. 155-204.

Farooqhi, Suraiya. Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam, (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2008).

Feridü’d-Din Atar. İlahiname, (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınlan, 1996).

Findley, Carter. Osmanlı Devleti’nde Bürokratik Reform, (İstanbul: İz Yayıncılık,

1994)    .

Fluegel, Maurice. Philosophy, Qabbala and Vedanta, (Montana: Kessinger Publishing, 2007).

Frazer, Sir James George. The Golden Bough, (London: Papermac, 1987).

Gamett, Lucy Mary Jane. Osmanlı Toplumunda Dervişler ve Abdallar, (İstanbul: Dergah yayınlan, 2010).

Gamett, Lucy. Mysticism andMagic in Turkey, (London : Sir Isaac Pitrnan & Sons Ltd., 1912).

Gazimihal, Mahmut R. “Büyücülükte Taşkömürü ve Yada Taşı.” Türk Folklor Araştırmaları, 169 (1963, İstanbul): 3136.

Gibb, H. A. R. and Harold Bowen, Islamic Society and The West, Vol. I: Islamic Society in the 18th Century, (London: Oxford University Press, 1950-1957).

Gibb, H.A.R. and Harold Bowen. Islamic Society and The West: A Study of the Impact ofWestern Civilization on Müslim Culture in the Near East, Vol. I: Islamic Society in the Eighteenth Century, Part: 2, (London, New York and Toronto: Oxford University Press, 1957).

Ginzburg, Carlo. Ecstasies: Deciphering the Witches ’ Sabbath, (London: Hutchinson Radius, 1990).

Göçgün, Önder. Hüseyin Rahmi Gürpınar ’ın Romanları ve Romanlarında Şahıslar Kadrosu, (İstanbul: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1987).

Gökman, Muzaffer. İstanbul’u Yaşayan ve Yaşatan Adam: Ahmet Rasim II, (İstanbul: Çelik Gülersoy Vakfı, 1989).

Gökyay, Orhan Şaik. “Tılsımlı Gömlekler,” Gergedan, İstanbul, Nisan 1988, pp. 70- 79.

Gökyay, Orhan Şaik. “Tılsımlı Gömlekler,” P Dergisi, No. 29, Bahar 2003, İstanbul, pp. 62-77.

Gökyay, Orhan Şaik. “Tılsımlı Gömlekler,” Türk Folklorü Araştırmaları Yıllığı, Ankara, 1977, pp. 93-113.

Gökyay, Orhan Şaik. Kâtip Çelebi: Yaşamı, Kişiliği ve Yapıtlarından Seçmeler, (Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlan, 1982).

Göleli, Es-Seyyid Ali. Sihirbaz, Büyücü ve Ruh Çağran Ehl-i Bid’at’a Reddiye. (İstanbul:                  Şüheda Basın-Yayın-Pazarlama, 2000).

Gölpmarlı, Abdülbaki. 100 Soruda Tasavvuf, (İstanbul: Gerçek Yaymevi, 1985).

Gölpmarh, Abdülbaki. Divan Edebiyatı Beyanındadır, (İstanbul: Marmara Kitabevi, 1945).

Gölpmarh, Abdülbaki. Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi, (İstanbul: inkılap Yaymevi, 1999).

Gölpmarh, Abdülbaki. Vilayetname Manakıb-ı Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli, (İstanbul: inkılap Yayınlan, 1995).

Gren, Vivian. A New History of Christianity, (New York: Continuum Publishing, 1996).

Gülen, M. Fethullah. Varhğın Metafizik Boyutu, (İstanbul: Feza Gazetecilik, 1998).

Gündüz, Mustafa. “Mustafa Kemal ve Erken Cumhuriyet Dönemi Eğitim ve Kültür Hayatına Abdullah Cevdet’in Etkileri,"Turkish Studieslnternational Periodical For the Languages, Literatüre and History ofTurkish or Turkic, Vol. 5, No. 1, Winter 2010, pp. 1067-1088.

Gündüz, Osman. “Gelenesel Anlatma Formlarından Çağdaş Romana,” Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literatüre and History ofTurkish or Turkic, Vol. 4, No. 1, Winter 2009, p. 771.

Gündüz, Osman. Meşrutiyet Romanında Yapı ve Tema, (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınlan, 1997).

Gürpınar, Hüseyin Rahmi. Cadı, (İstanbul: Kitaphane-i Askeri, Matbaa-i Hayriye ve Şürekâsı, 1330/1914), Garaib Faturası Külliyatı, 2. Hikâye.

Gürpınar, Hüseyin Rahmi. Cadı, (İstanbul: Özgür Yayınları, 1996).

Gürpınar, Hüseyin Rahmi. Deli Filozof, (İstanbul: Pınar Yayınlan, 1964).

Gürpınar, Hüseyin Rahmi. Efsuncu Baba / Gönül Bir Yeldeğirmenidir, (İstanbul: Özgür Yayınlan, 1995).

Gürpınar, Hüseyin Rahmi. Eti Senin Kemiği Benim, (İstanbul: Özgür Yayınlan,

Gürpınar, Hüseyin Rahmi. Gulyabani, (İstanbul: Matbaa-i Hayriyye ve Şürekâsı, 1912).

Gürpınar, Hüseyin Rahmi. Kaynanam Nasıl Kudurdu? (İstanbul: Atlas Yayınevi, 1984).

Gürpınar, Hüseyin Rahmi. Mezarından Kalkan Şehid, (İstanbul: Özgür Yayınlan, 1995).

Gürpınar, Hüseyin Rahmi. Muhabbet Tılsımı, (İstanbul: Atlas Yaymevi, 1984).

Gürpınar, Hüseyin Rahmi. Mutallâka, (İstanbul: İkdâm Matbaası, 1898).

Gürpınar, Hüseyin Rahmi. Nimetşinas /Hakk’a Sığındık/Meyhanede Kadınlar, (İstanbul: Özgür Yayınlan, 1995).

Gürpınar, Hüseyin Rahmi. Şıpsevdi, (İstanbul: Atlas Kitabhanesi, 1971).

Gürpınar, Hüseyin Rahmi. Şıpsevdi, (İstanbul: Kitabhane-i Askeri, 1911).

Gürpınar, Hüseyin Rahmi. Şıpsevdi, (İstanbul: Özgür Kitabevi, 1999).

Gürpınar, Hüseyin Rahmi. Tesadüf/Şeytan işi, (İstanbul: Özgür Yayınlan, 1997).

Gürpınar, Hüseyin Rahmi. Toraman, (İstanbul: Özgür yaymevi, 1996).

Güzel, Abdurrahman. Kaygusuz Abdal ’ın Mensur Eserleri, (Ankara: Kültür ve Turizm bakanlığı Yayınlan, 1983).

Hançerlioğlu, Orhan. Dünya İnançları Sözlüğü, (İstanbul: Remzi Kitabevi, [2. basım], 1993).

Hanımlara Mahsus Gazete, No. 60-69, 18 Nisan 1312, pp. 3-4; 27 Haziran 1312, pp. 4-5, (30 April 1896-9 July 1896).

Hasluck, F. W.. Bektaşilik Tedkikleri, (Çev: Ragıp Hulusi), (İstanbul: Devlet Matbaası, 1928).

Hasluck, F. W. Christianity and İslam under the Sultans, Vol. I, (New York: Octagon Books, 1973).

Hızır, Celalüddin. Müntahabat-ı Şifa I: Giriş - Metin. Comp. Zafer Önler. Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu, 1990.

Hinçer, İhsan. “Ali Şir Nevai ve Folklor,” Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, Vol. IX, 1964.

Hoodbhoy, Pervez. İslam ve Bilim, (İstanbul: Cep Kitapları, 1992).

Işık, Kemal. Mutezile ’nin Doğuşu ve Kelami Görüşleri, (Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Basımevi, 1967).

Işık, Ramazan. “Türklerde Ağaçla İlgili İnanışlar ve Bunlara Bağlı Kültler,” Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Vol. 9 No. 2,2004, pp. 89-106.

Işm, Ekrem. Elemler efiş: Magic and Superstition inAnatolia, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınlan, 2003).

Işm, Ekrem. İstanbul’da Gündelik Hayat, (İstanbul: İletişim Yayınlan, 1995).

Işm, Ekrem. İstanbul’da Gündelik Hayat, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınlan, 2001).

İbnBibi. elAvamir’ul-Alaiyyefi’l-Umur’il-Alaiyye, (Naşiri: A. SadıkErzi), (Ankara: Tıpkıbasım, 1956).

İbn Esir. en-Nihayetüfi Garibi’l Hadis ve’l Eser, Dârü’l Fikr, (Beyrut: 1979), Vol. IV.

İbn Hacer, Şihabuddin Ahmed b. Ali el Askalani. Fethu ’l Bari bi Şerhi Sahihi Buhari, (Beyrut: 2000), Vol. X.

İbn Kayyım el Cevziyye, Şemsüddin, Muhammed b. Ebi Berk, Zadü iMead fi Hedyi ’l İbat, er- Risale, (Beyrut: 2000), Vol. IV.

îbn Kayyım el Cevziyye. Zadü ’l Mead fi Hedyi ’l İbat, (Beyrut: 2000), Vol. IV.

îbn Kudâme, Ebû Muhammed Abdullah b. Ahmed. el Muğni, (Beyrut: Daru’l Kütübi’l Arabiyye, 1392-93/ 1972-73), Vol. X.

îbn Teymiyye, Takuyyiddin Ebi’l Abbas Ahmet. Mecmu ’lFetevâ, Dâru ’l Kütübi ’l İlmiye, (Beyrut: 2000), Vol. I.

îbn-i Fadlan. İbn-i Fadlan Seyahatnamesi, (translated by: Ramazan Şeşen), (İstanbul: Bedir Yaymevi, 1975).

İbn-i Haldun.M?Aa<7<7zwe, Vol. I, (Çeviren: Zakir Kadiri Ugan), (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınlan, 1997).

İbn-i Haldun. Mukaddime, Vol. III, (Çeviren: Zakir Kadiri Ugan), (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınlan, 1996).

İbn-i Kemal. Tevarih-i Al-i Osman, I. Defter, (Haz: Şerafettin Turan), (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınlan, 1970).

İbnu’l-Hac el-Tilimsani el-Magribi. Nurların Esrarı (Şumusu’l-Envar ve Kunuzu’l- Esrari’l-Kübra), (İstanbul: İdris Çelebi Yayınları, 2009).

İbrahim Peçevi. Peçevi Tarihi, Vol. II, (Haz: Bekir Sıtkı Baykal), (Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınlan, 1992).

İhvan al-Safa. Rasa’il, (Beyrut: Dar Sadir, 1957), Vol. 1.

İmam Ahmed bin Hanbel. el-Müsned, Vol. IV, (İstanbul: Ensar Yayınlan, 2004).

İmam Müslim. Sahih-i Müslim, (Transl. Abdülhamid Siddiqi), (India: Kitab Bahawan, 2000).

İnalcık, Halil. Osmanlı İmparatorluğu: Klasik Çağ (1300-1600), (İstanbul: Yapı Kredi Yayınlan, 2008).

İnan, Abdülkadir. “Müslüman Türkler’de Şamanizm Kalıntılan,” Ankara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Dergisi, Vol. 1, No. 4, 1952, pp. 19-30.

İnan, Abdülkadir. “Müslüman Türklerde Şamanizm Kalıntıları,” Makaleler ve İncelemeler, (Ankara: TDK Yayınlan, 1988).

İnan, Abdülkadir. Eski Türk Dinî Tarihi, (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1976).

İnan, Abdülkadir. Hurafeler ve Menşeleri, (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1962).

İnan, Abdülkadir. Tarihte ve Bugün Şamanizm, (Ankara: TTK Basımevi, 1972).

İnan, Abdülkadir. Tarihte ve Bugün Şamanizm: Materyaller ve Araştırmalar, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, [II. Baskı,] 1972).

İnan, Abdülkadir. Tarihte ve Bugün Şamanizm, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınlan, [4. Ed.]> 1995).

Jalal al-Din Rumi. Maulana, (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1959).

Jarry, Jacques. Heresieet Factions dans l’Empire Byzantin du Vle au VIII e Siecles, (Caire:Institut Français d'archeologie orientale, 1968).

Kafadar, Cemal. Betvveen Two JVorlds: The Construction of the Ottoman State, (Berkeley, Califomia: University of Califomia Press, 1995).

Kalafat, Yaşar. Doğu Anadolu’da Eski Türk İnançlarının izleri, (Ankara: Atatürk Kültür Dil ve Tarih Kurumu, 1987).

Kaplan, Mehmet. “Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Romanlarında Aslî Tipler,” Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 1, (İstanbul: Dergâh Yayınları, 1999), p. 470.

Kara, Mustafa. “Osmanlılar’da Tasavvuf ve Tarikatlar,” Osmanlı Ansiklopedisi: Tarih /Medeniyet /Kültür, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1996).

Kara, Mustafa. Tekkeler ve Zaviyeler, (İstanbul: Dergah Yayınlan, 1999).

Karaçam, İsmail. Sonsuz Mucize Kur'an, (İstanbul: Çağ Yayınlan, 1987).

Karadağ, Metin. Türk Halk Edebiyatı Anlatı Türleri, (Ankara: Ürün Yayınlan, 2004).

Karadeniz, Mustafa. “Gazelleri Işığında Baki’de Tefahür,” Turkish Studies, International Periodical For The Languages, Literatüre and History of Turkish or Turkic, Vol. 7, No. 3, Summer 2012, pp. 1649-1664.

Karagöz,No. 1622, 3 Teşrinievvel 1339 (1923).

Karakışla, Yavuz Selim. “Arşivden Bir Belge: Yağdır Mevlarn Su: Yağmur Duası Üzerine Belgeler,” Toplumsal Tarih, No: 81, Eylül 2000, p. 52.

Karal, Enver Ziya. Osmanlı Tarihi, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1988-

1995)    .

Karatay, Fehmi Ethem. Topkapı Müzesi Kütüphanesi Arapça Yazmalar Katalogu, (İstanbul: MEB, 1962), Vol. 1.

Karay, Refik Halit. Memleket Hikâyeleri, (İstanbul: inkılap Kitabevi, 1997 ve 1990).

Karay, Refik Halit. Üç Nesil, Üç Hayat, (İstanbul: S. Lutfi Kitabevi, 1943).

Kardiner, A. and E. Preble, Introduction âl’ethnologie, (Paris: Gallimard, 1966).

Karpat, Kemal. Ottoman Population 1830-1914: demographic and social characteristics, (Madison, Wis. : University of Wisconsin Press, 1985)

Kaşgarh Mahmud. Divanı Lügat it Türk, (Besim Atalay tercümesi), (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1985).

Kâtip Çelebi. Keşfu ’z-Zünûn an-Esâmi ’l-Kütüb ve ’l-Fünûn, (İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1972), Vol. 1; Vol. 2.

Kâtip Çelebi. Mevzuat’ul-Ulum, (İstanbul: İkdam Matbaası, 1313), Vol. I.

Kaygısız, Osman Cemal. Üfürükçü, (İstanbul: İstanbul Devlet Basımevi, 1935), pp. 4-5.

Kaymaz, Kadriye. Gölgedeki Kalem Emine Semiye: Bir Osmanlı Kadın Yazarının Düşünce Dünyası, (İstanbul: Küre Yayınlan, 2009).

Kazhdan, Alexander. “Holy and Unholy Miracle Workers,” in: Henry Maguire (ed.), Byzantine Magic, (Boston: Harvard University Press, 1995).

Kazhdan, Alexander. The Byzantine Magic, (Washington, D.C.: Dumbarton Oaks Research Library and Collection: Distributed by Harvard University Press, Cİ995).

Kılıç, Mahmut Erol. Sufi ve Şiir, (İstanbul: İnsan Yayınları, 2004).

Kılıçzade Hakkı Bey. “Pek Uyanık Bir Uyku,” İçtihad, No: 56, Mart 1913, p. 1262.

Kıhçzade Hakkı. “Pek Uyanık Bir Uyku,” Modern Türkiye ’de Siyasi Düşünce: Modernleşme ve Batıcılık, Seçme Metinler, Vol. 3, (İstanbul: İletişim Yayınlan, 2002), pp. 593-598.

Kıhçzade Hakkı. “Batıl İtikatlara İlan-ı Harb,” îctihad, 66 (1913, İstanbul): 1434- 1439.

Kırlangıç, Hicabi. “Câmî’nin Şiir Görüşü,” Nüsha, Vol. I, No. 2, 2001, pp. 19-32.

Kieckhefer, Richard. Magic in the Middle Ages, (Cambridge: Cambridge University Press, 2000).

Kieckhefer, Richard. “TheHoly and theUnholy: Sainthood, Witchcraft, and Magic in Late Medieval Europe.” Christendom and ItsDiscontents: Exclusion, Persecution, andRebellion, 1000-1500. Ed. byScott L. Waughand Peter D. Diehl. Cambridge [England]; New York, NY, USA: Cambridge UniversityPress, 1996.

Kitab-ı Mukaddes

Knappert, Jan. Islamic Legends, Histories of the Heroes, Saints and Prophets of İslam, (Leiden: E. J. Brill Archives, 1995).

Koç, Ahmet. Türk Romanında İttihat ve Terakki (1908-2004), (İstanbul: Temel Yayınlan, 2005).

Koçu, Reşat Ekrem/Tımava Cadıları.” Türk Folklor Araştırmaları, 154 (1962, İstanbul): 2727-2728.

Koçyiğit, Talat ve İsmail Cerrahoğlu. Kur’an-ı Kerîm Meal ve Tefsiri, Yol. I, (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlan, 1985).

Konya Merkez’deki Halk İnançlarının Dinler Tarihi ve Din Fenomenolojisi Açısından Değerlendirilmesi, (Konya: Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi DinlerTarihi Anabilim Dalı, 2006).

Koşar, Emel. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Romanlarında Batıl İnançlar. İstanbul: PiyaArt Yayıncılık, 2008.

Kowalewsky, J. E. Dictionnaire Mongol- Russe- Français, (Kazan: Impr. de l'Univeriste, 1844).

Koksal, Asım. İslâm Tarihi, Yol. VII, (İstanbul: Şamil Yaymevi, 1981).

Köprülü, Mehmet Fuat. “İslam Sufi Tarikatlerine Türk Moğol Şamanlığı’nın Tesiri,” Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Vol. No. 18, 1970, pp. 141- 152.

Köprülü, Mehmet Fuat. Anadolu ’da İslâmiyet, (İstanbul: İnsan Yayınlan , 1996).

Köprülü, Mehmet Fuat. Injluence duChamanisme Turco Mongol sur les Ordres Mystiques Musulmans, (İstanbul: İstanbul Darülfünunu Türkiyat Enstitüsü Muhtıralan, 1929).

Köprülü, Mehmet Fuat. Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, (Ankara: Akçağ Yayınları, 1988).

Köprülü, Mehmet Fuat. Türk Edebiyatı ’nda İlk Mutasavvıflar, (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlan, 1976).

Köprülü, Mehmet Fuat. Türk Edebiyatı ’nda İlk Mutasavvıflar, (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlan, 1983).

Köprülü, Mehmet Fuat. Türk Edebiyatı’nda İlk Mutasavvıflar, (İstanbul: Kitapyurdu Yayınlan, 2009).

Köprülü, Mehmet Fuat. Türk Tarih-i Dinisi, (İstanbul: Darülfünün İlahiyat Fakültesi Talebe Cemiyeti Yayım, 1341).

Krisss, R. and H. Kriss Heinrich. Volksglaube im Bereich des İslam, (Wiesbaden: Otto Hanassowitz, 1962).

Kronfeld, Emst Moritz. Der Krieg im Aberglauben und Volksglauben 1915, (München: Kessinger Publishing, 2010).

Kur ’an-ı Kerim

Kurdakul, Şükran. Çağdaş Türk Edebiyatı: Meşrutiyet Dönemi Antolojisi, ( İstanbul: Broy Yayınları, 1986).

Kurtubi, Ebû Abdillah. el-Cami li Ahkâmil Kur ’an, Dâru ’l İhyai ’t Turasil Arabî, (Beyrut: 1985), Vol. II.

Kurtubî. el-Camî’ li-Ahkâmi’l-Kur’an, (Beyrut: 1967), Vol. XIX.

Kuşoğlu, Mehmet Zeki. Dünkü Sanatımız, Kültürümüz, (İstanbul: Ötüken Yayınları, 1994).

Küçük, Sabahattin. Bakî Divanı (Tenkitli Basım), (Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınlan, 1994).

Küleynî. el-Usûlmineî-Kâfl, Vol. I, (İstanbul: Kevser Yayınlan, 2002).

Kürkçüoğlu, Kemal Edip. Seyyid Nesimi Divanı ’ndan Seçmeler, (Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınlan, 1985).

Levend, Agâh Sırrı. Ahmed Rasim, (Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, 1965).

Levend, Agâh Sim. Divan Edebiyatı, Kelimeler ve Remizler Mazmunlar ve Mefhumlar, (İstanbul: Enderun Kitabevi, 1984).

Levend, Agâh Sim. Türk Edebiyatı Tarihi, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1988), Vol. I.

Lewis, Bemard. Emergence of Modern Turkey, (New York: Oxford University Press, 2002).

Lewis, Bemard. Modern Türkiye’nin Doğuşu, (Ankara: TTK, 1970).

Lewis, Bemard. The Müslim Discovery ofEurope, (New York: W. W. Norton, 1982).

M. Reşit Riza. Tefsîru’l-Kur’ani’l-Hakim, (Egypt: Dâru’l Menar, 1954), Vol. I.

Macit, Muhsin. Nedim Divanı, (Ankara: Akçağ Yayınlan, 1997).

Mardin, Şerif. Din ve İdeoloji, Toplu Eserleri: 2, (İstanbul: İletişim Yayınları, 1983).

Mardin, Şerif. Din ve İdeoloji: Türkiye ’de Halk Katındaki Dinsel İnançların Siyasal Eylemi Etkilendirmesine İlişkin Bir Kavramlaştırma Modeli, (İstanbul: İletişim Y ay ınlan, 1983).

Mardin, Şerif. Türkiye ’de Din ve Siyaset, Makaleler: 3, (İstanbul: İletişim Yayınlan, 2007).

McDonald, Duncan. The Religious Attitude and Life in İslam, (Chicago: The University of Chicago Press, 1912).

Mehmed Süreyya. Sidll-i Osmani, (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınlan, 1996).

Melikoff, irene. Abu Muslimde "Porte-hadıe ” du Khorass: dans la tradition epique turco- iranienne, (Paris: Librairie D’Amerique Et D’orient,1962).

Menakıb-ı Gazavat-ı Seyyid Battal Gazi, (İstanbul: tarihsiz taş basması), Yol. I.

Mensching, Gustave. Sociologie Religieuse, (Paris: Payot, 1951).

Mermer, Ahmet. Mezâkî: Hayatı, Edebî Kişiliği ve Dîvânı ’nın Tenkidli Metni, (Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, 1991).

Michelet, Juliet. La Sor dere, (ed. R. Mandrou), (Paris: Librairie Academique Perrin, 1964 [1862, l.ed]).

Minorsky, V. Mamim-, Ibn Bahr’s Joumey to the Uygurs,” Bulletin the School of Orientâl andAfrican Studies, Vol. XII, 1948.

Molla Cami. Nefahatül-Uns Min Hadarati’l Kuds, (İstanbul: Bedir Yayınevi, 1971).

Moran, Berna. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış: A. Mithat’tan A. H Tanpınar’a, (İstanbul: İletişim Yayınlan, 1987).

Muhammed Ahmed Hatib. el-Harekâtu ’l-Batınîyye fi ’l-Âlemi ’l-İslâmî, (Riyad:

1986)     .

Muhammed b. Ali Şevkani. Neylü’l-Evtar, Dâru’l-Fikr, (Beyrut: Darü’l Marife, 1998), Vol. VIII.

Muhammed Hamdi Yazır. Hak Dini Kur’an Dili, (İstanbul: Azim Yayınları, 2011), Vol. I.

Muhammed İbn Cerir et Taberi. Tefsir i Ibn Cerir I, (İstanbul: Hikmet Neşriyatı,

1987)     .

Muhammediye, (Yazıcıoğlu Mehmed. Muhammediye, (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınlan, 1996),

Musahipzade Celal. Eski İstanbul Yaşayışı, (İstanbul: Türkiye Yayınevi, 1946).

Mushegh, Asatrian. “Ibn Khaldun on Magic and the Occult,” Iran and The Caucasus, Vol. VII, No. 1-2 (2003), pp. 73-123.

Musurillo, H. The Ads of the Christian Martyrs, (Oxford: Oxford University Press,

1972)    .

Müneccimbaşı. Camiü’d-Düvel, (Çev: A. Ağırakça), (İstanbul: İnsan Yayınları, 1995).

Müslim, b. El Hacca, el Camin’s-Sahih. Selam, (İstanbul: Çağn Yayınlan, 1992).

Müslim, Müslim b. El-Haccac. el-Câmiu’s-Sahih, (İstanbul: Çağn Yayınlan, 1992).

Ocak, Ahmet Yaşar ve Suraiya Faroqhi. “Zaviye,” İslam Ansiklopedisi.

Ocak, Ahmet Yaşar. “Zaviyeler,” Vakıflar Dergisi, Vol. XII, Ankara, 1978, pp. 35- 56.

Ocak, Ahmet Yaşar. Alevi Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri, (Ankara,

1973)    .

Ocak, Ahmet Yaşar. Alevi Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2009).

Ocak, Ahmet Yaşar. Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri, (İstanbul: İletişim Yayınları, 1983).

Ocak, Ahmet Yaşar. Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri, (İstanbul: İletişim Yaymevi, 2000).

Ocak, Ahmet Yaşar. Bektaşi Menakıpnamelerinde İslam Öncesi İnanç Motifleri, (İstanbul: Enderun Kitabevi, 1983).

Ocak, Ahmet Yaşar. Kalenderiler: Osmanlı İmparatorluğu ’nda Marjinal Sufilik, (İstanbul: TTK Yayınlan, 1999).

Ocak, Ahmet Yaşar. Kültür Tarihi Kaynağı Olarak Menakıbnameler (Metodolojik Bir Yaklaşım), (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınlan, 1992).

Ocak, Ahmet Yaşar. Osmanlı Beyliği Topraklarındaki Sufi Çevreler ve Abdalan-ı Rum Sorunu (1300-1389), (İstanbul, 1997).

Ocak, Ahmet Yaşar. Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler: 15-17. yy., (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınlan, 2013).

Ocak, Ahmet Yaşar. SarıSaltık: Popüler İslamın Balkanlar ’daki Destani Öncüsü XII. Yüzyıl, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları,2002).

Ocak, Ahmet Yaşar. Türk Sufiliğine Bakışlar, (İstanbul: İletişim Yayınlan, 2009).

Ocak, Ahmet Yaşar. Türkler, Türkiye ve İslam, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2009).

Oğuz, Burhan. Türkiye Halkının Kültür Kökenleri: Teknikleri, Müesseseleri, İnanç ve Adetleri, Vol. II, (İstanbul: Doğu Batı Yayıncılık, 1980).

Oğuz, Burhan. Türkiye Halkının Kültür Kökenleri: Teknikleri, Müesseseleri, İnanç ve Adetleri, Vol. 2, Part 1: İnançlar, (İstanbul: Doğu Batı Yayıncılık 1980).

Oldridge, Danen. İnsanlığın Garip Tarihi, (İstanbul: Yerdeniz Yayınları, 2006).

Onay, Ahmet Talat. Eski TürkEdebiyatı ‘nda Mazmunlar ve İzahı, (haz. Cemal Kurnaz) (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 1992).

Onay, Ahmet Talat. Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı, (Hazırlayan: Cemal Kurnaz), (Ankara: Akçağ Yayınlan, 2000).

Ortaylı, İlber. Mekânlar ve Olaylarıyla Topkapı Sarayı, (İstanbul: Kaynak Kitapçılık, 2008).

Ostrogorsky, George. Histoire de lEtat Byzantin, (Paris: Payot, 1969).

Ögel, Bahaddin. Türk Mitolojisi, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1929).

Ömer Seyfettin. “ Perili Köşk,” Bütün Hikâyeleri 1, (İstanbul: Ötüken Yayınlan,

1974)     , pp. 476-482.

Ömer Seyfettin. “Kurbağa Duası,” (İstanbul: inkılap Yaymevi, 1991).

Ömer Seyfettin. “Nasıl Kurtarmış?” (İstanbul: Hikmet Neşriyat, 1998).

Ömer Seyfettin. Kaşağı, Pembe İncili Kaftan, Başını Vermeyen Şehit, Keramet, (İstanbul: Bilgi Yayınlan, 2004).

Ömer Seyfettin. “Türbe,” (İstanbul: Bordo Siyah Yayınlan, 2006).

Ömer Seyfettin. “Üç Öğüt,” (İstanbul: Nehir Yayınlan, 1993).

Öz, Baki. Dünyada ve Türkiye ’de Alevi BektaşiDergahları, (İstanbul: Can Yayınlan, 2001).

Öz, Tahsin. “Osmanlı Padişahlarının Büyüleri.” Tarih Hâzinesi, 7 (1951, İstanbul): 331-333.

Öz, Tahsin. “Yerköy Mükâlemelerinde Murahhaslar İçin Gönderilen Büyüler.” Tarih Vesikaları, 8 (1942, Ankara): 101-103.

Özkan, Ömer. Divan Şiirinin Penceresinden Osmanlı Toplum Hayatı, (İstanbul: Kitabevi, 2006).

Özönder, Haşan. Konya Mevlana Dergâhı, (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1984).

Pakalın, Mehmet Zeki. Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Vol. I, (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınlan, 1983).

Pala, İskender. Ansiklopedik Divân Şiiri Sözlüğü, (İstanbul: Ötüken Yayınlan, 1999).

Paulson, Ivar. Zur Phanomenologie der Schamanismus:Zeitschrift für Religions - und Geistesgeschichte, Vol. XVI, No. 2, (Köln, 1964).

Peuch, Henri Charles. Le Manıheisme, (Paris: Civilisation du Sud, 1949).

Pierce, Leslie P. The Imperial Harem, (Oxford: Oxford University Press, 1993).

Polat, Nâzım H.“Hüseyin Rahmi’nin ‘Cadı’ Romanı Hakkında Münâkaşalar,” Türk Dünyası Araştırmaları, No: 21, Aralık 1982, pp. 187-216.

Radcliffe, Brown A. R. Structure and Function in Primitive Society: Essays and Adresses, (Glencoe: The Free Press, 1952).

Radloff, Wilhelm. Türklük ve Şamanlık, (İstanbul: Örgün Yaymevi, 2009).

Râzî, el-îmam Fahrüddîn Muhammed b. Ömer bin Hüseyin bin Haşan ibni Ali et- TemîmîT-Kübrâr-Râzî es-Sâfî (H. 544-604), el-Tefsîru ’l-Kebîr ev Mefâtîh ’ul Gayb. (Beyrut: Daru’l-Kütübü’l ilmiye, 1990), Vol. 3-4.

Rees, B. R. “Popular Religion in Graeco-Roman Egypt, I: The Pagan Period,” Journal of Egyptian Archaeology, Vol. 34,1948, pp. 82-97.

Rees, B. R. “Popular Religion in Graeco-Roman Egypt II: The Transition to Christianity,”

Journal of Egyptian Archaeology, Vol. 36, 1950, pp. 86-100.

Reiner, E. “La Magie Babylonienne,” Le Monde du Sorcier, Paris, 1966, pp. 67-98.

Ribard. Andre. LaProdigieuse Histoire de l’humanite, (Paris: Editions du Myrte (Impr. duPamasse, 1947).

Rice,Tamara Talbot. The Seldjucks in Asia Minör, (New York: Frederick A. Praeger, 1961).

Runciman,S. Le Manicheisme Medieval, (Paris: Payot, 1949).

Russell, Jeflrey Burton. Witchcraft in the Middle Ages, (New York: Comell University Press, 1972).

Safer Baba. Istılahat-ı Sofiyye fi Vatan-ı Asliye: Tasavvuf Terimleri, (İstanbul: Heten Keten Yaymevi, 1998).

Sahih Buhari.Mev^zza/M ’l-Hadîsü ’s-Serif el-Kütüsü ’s-Sitte, (Sâlih b. Abdülaziz b. Muhammed b. İbrahim hazl.), (İstanbul: Dârü’s-Selâm Yayınlan, 2000).

Sahih Müslim. (Transl. Abd Al Harnid Sıddıki), (Beyrut: Kazi Publications, 1976).

Sahih-i Buhari ve Tercemesi, (mütercimi: Mehmet Sofuoğlu), (İstanbul: Ötüken Yayınlan, 1989).

Say, Yağmur. “Anadolu İnanç Yapılanmaları Temelinde Gazi Veli Kültü,” Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Vol. II, No. 1-2, 2004, pp. 229-234.

Scognamillo, Giovanni. îstanbul Gizemleri, Büyüler, Yatırlar, İnançlar, (İstanbul: Altın Kitaplar, 1993).

Serdaroğlu, Vildan. Sosyal Hayat Işığında Zatî Divanı, (îstanbul: ISAM Yayınlan, 2006).

Seyyid Muhammed Hakkı. Hazinetü ’l-Esrar Celiletü ’l-Ezkar, (İstanbul: Demir Kitabevi, 2005).

Seyyid Süleyman Hüseyni. Kenz’ül-Havass, (îstanbul: Seda Yayınlan, 2003).

Sezen, Yümni. Hümanizm ve Türkiye, (îstanbul: îz Yayınlan, 2005).

Sezer, Sennur ve Adnan Özyalçmer. Bir Zamanların İstanbul ’u: Eski İstanbul Yaşayışı ve Folkloru, (îstanbul: inkılap Yayınları, 2004).

Sezer, Sennur. Osmanlı ’da Fal ve Falnameler, (İstanbul: Milliyet Yayınlan, 1998).

Shah, Idries. Oriental Magic, (St Albans (Frogmore, St Albans, Herts.): Paladin, 1973).

Shah, Sirdar ikbal Ali. Occultism: Its Theory and Practice, (New York: Castle Books, 2003).

Shaw, Stanford ve Ezel Kural Shaw. Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye: Reform, Devrim ve Cumhuriyet, Modern Türkiye ’nin Doğuşu, 1808- 1975, Volüme II, (îstanbul: E Yayınları Tarih Dizisi, 1982).

Shimmel, Annemarie. İslamın Mistik Boyutları, (îstanbul: Kabalcı Yaymevi, 1999).

Sınar, Alev. “Hüseyin Rahmi Gürpmar’m Eserlerinde Adet ve Gelenekler,” Türkiye Günlüğü, No: 63, Kasım-Aralık 2000, p. 93.

Sicill-i Osmani, (îstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınlan, 1996), Vol. I.

Sofuoğlu, Mehmet. Sahih-i Müslim ve Tercemesi, Vol. VII, (îstanbul: İrfan Yaymevi,

1988)    .

St. Augustine, Bishop of Hippo. City of God, (London: J.M. Dent & sons İtd.; New York : E.P. Dutton & co., ine., 1945).

Stadling, J. Through Siberia, (London, 1901).

Subhi es-Salih. Kur’an İlimleri, (Çev.: M. Sait Şimşek), (Konya: Kitap Dünyası, 2008).

Süleyman b. El Eş’as Sicistâni. Sünen, (İstanbul: Çağrı Yayınlan, 1992).

Şapolyo, Enver Behnan. Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, (İstanbul: Elif Yayınevi, 1964).

Şehbenderzade Ahmed Hilmi (Filibeli). A ’mak-ı Hayal: Raci ’nin Hatıraları, 1 ve 2. Kitap, (İstanbul: Necm-i İstikbâl Matbaası, 1341/1925).

Şener, T. Mete. Tılsım ve Büyü Nasıl Bozulur? (İstanbul: Der Yayınlan, 2001).

Şentürk, Ahmet Atilla. Osmanlı Şiir Antolojisi, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınlan, 1999).

Şeyh Bedrettin. Varidat, (Çeviren: C. Yener), (İstanbul: 1970).

Şinasi. Müntehabât-ı Tasvîr-i Efkâr.

Takvim i Vekâyi, No. 68, 21 Cemâziyyelevvel 1249.

Tanpınar, Ahmet Hamdi. Saatleri Ayarlama Enstitüsü, (İstanbul: Dergâh Yayınlan, 2008).

Tanyu, Hikmet. Ankara ve Çevresinde Adak ve Adak Yerleri, (Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, 1967).

Tanyu, Hikmet. “Büyü,” İslam Ansiklopedisi, (İstanbul: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlan, 1992), Vol. 6, p. 501.

Tarlan, Ali Nihad. Necati Beg Divanı, (Ankara: Akçağ Yayınları, 1992).

Tarlan, Ali Nihad. Zatî Divanı, I Cilt, (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Yayınlan, 1967).

Tarlan, Ali.Nihad. Zatî Divanı, II. Cilt, (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1970).

Tarlan, Ali Nihat. Ahmet Paşa Divanı, (Ankara: Akçağ Yayınlan, 1992).

Tekin, Şinasi. Uygurca Metinler II: Maytrısimit, (Ankara: Sevinç Matbaası, 1976).

Tevrat

Tezcan, Hülya ve Turgay Tezcan Türk Sancak Alemleri, (Ankara: TTK Basımevi, 1991).

Tezcan, Hülya. Topkapı Sarayı Müzesi Koleksiyonu’ndan Tılsımlı Gömlekler, (İstanbul: Timaş Yayınlan, 2011).

Tezcan, Hülya. Topkapı Sarayı ’ndaki Şifalı Gömlekler, (İstanbul: 2006).

Tezel, Naki. “Türk Halk Edebiyatında Masal,” Türk Dili, Halk Edebiyatı Özel Sayısı, (Ankara: Türk Dil Kurumu Yayını), No. 207, 1968.

Thompson, Paul. Geçmişin Sesi, (Çev: Şehnaz Layıkel), (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999).

Togan, Zeki Velidi. “İbnü’l Fakih’in Türklere Ait Haberleri,” Belleten, No: 12.

Tuncel, Mebruke. XVII. Yüzyıl Osmanlı Kur ’an-ı Kerim Tezhip Tasarımları, (İstanbul: Mimar Sinan Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2003).

Turan Osman. Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresi Tarihi, Vol. II, (Boğaziçi Yay., İstanbul 1993).

Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, (Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2002), Vol. 26, p. 230.

Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Vol. 24, (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınlan, 1994).

Tylor, E. B. Primittve Culture, Vol. II, (London, 1871).

Uludağ, Süleyman. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, (İstanbul: Kabalcı, 2001).

Ulusoy, Müslüm. Anadolu ve Avrupa ’da Türk Damgası: Koçu Baba, (Ankara: Pozitif Matbaacılık, 2002).

Uyar, Mustafa. “San Saltık: Popüler İslamın Balkanlar’daki Destani Öncüsü,” Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, Vol. 21, No. 33,2003.

Uysal, Mustafa. İslama Sokulan Bid’at ve Hurafeler, (Konya: Uysal Yaymevi, 1971).

Üçok, Bahriye. İslamdan Dönenler ve Yalancı Peygamberler, (İstanbul: Cem Yaymevi, 2000).

Ülken, Hilmi Ziya. Kâtip Çelebi ve Fikir Hayatımız, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1957).

Ülken, Hilmi Ziya. Türkiye ’de Çağdaş Düşünce Tarihi, (İstanbul: Ülken Yayınları, 1992).

Ünal, Ali. Şamil İslam Ansiklopedisi, (İstanbul, 2003), Vol. III.

Von Hammer, Joseph. Büyük Osmanlı Tarihi, Vol. II, (İstanbul: Milliyet Yayınları, 2003).

Vryonis, Speros. The Decline ofMedieval Hellenism in Asia Minör and the Process oflslamizationfrom the EleventhCentury, (Berkeley: University of Califomia Press, 1971).

Vyse, O. Stuart. Believing in Magic: The Psychology of Süperstition, (Oxford University Press, 2000).

Westcott, Matthers. Kabalaya Giriş ve Sefer Yetzirah (Oluşum Kitabı), (İstanbul, 2006).

Widengren, Geo. Die Religionen Irans, (Stuttgart, 1964).

Yalçın, Hüseyin Cahit. Edebî Hatıralar, (İstanbul: Akşam Kitaphanesi Neşriyatı, 1935).

Yazıcıoğlu Mehmed. Muhammediye, (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1996),

Yazıcızâde, AhmedBîcan. Envârü’l-Âşılân, (İstanbul: 1306).

Yazıcızâde, Muhammed Bîcan. Kitâb-ı Muhammediyye fi Kemâlât-ı Ahmediyye, (İstanbul: 1300).

Yazıcızâde, Muhammed Bîcan. Muhammediyye, (İstanbul: MEB, 1996).

Yerasimos, Stefanos. “Türklerin Kafkasları: Egzotizmle Jeopolitik Arasında II,” (Çev: İrvem Keskinoğlu), Toplumsal Tarih, No. 37, 1997, pp. 7-13.

“Yerköy Sulh Müzakerelerinde Rus Murahhasları İçin Gönderilen Büyüler.” Yarım Ay, 1 (1950, İstanbul): 32-33.

Yılmaz, Fatma Büyükkarcı. “Firdevsî-i Tâvil’inDâvetnâme’sinde Ruhlar Âlemi Büyülü Kitap.” P: [Portakal] Sanat Kültür Antika Dergisi, no. 29 (İstanbul, 2003).

Yılmaz, Fatma Büyükkarcı. “Firdevsi-i Tavil ve Davetnamesi,” (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı, Yüksek Lisans Tezi, 1993).

Yurtoğlu, Bilal. Kâtip Çelebi, (Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınlan, 2009).

Yusuf Has Hacib. Kutadgu Bilig Uyarlaması: Günümüz Türkçesi ile, (translated by: Fikri Silahdaroğlu), (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 2000).

Yüksel, Haşan. Osmanlı Sosyal ve Ekonomik Hayatında Vakıfların Rolü (1584- 1683), (Sivas, 1998).

Zati Divanı (Edisyon Kritik ve Transkripsiyon), Gazeller Kısmı, Vol. I, II, III, (Haz: Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan), (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Basımevi, 1968).

Zwemer, Samuel M. “Harems et Musulmanes d’Egypte,” in: Across the World of İslam, (New York, 1929).

Zwemer, Samuel M. Across the World of İslam, (New York, 1929).

Zwemer, Samuel M. The Influence of Animism on İslam, (New York, 1920).

A. SECONDARY SOURCES

Ahmetov, Adil. “Türk Halkının İnançlarının Temelinde Kalıplaşmış Tabu ve Batıl İnançlar.” Çeviren: İsmail Görgün, Türk Lehçeleri ve Edebiyatı Dergisi, 12 (1997, Ankara): 7-16.

Akdeniz, Ufuk. “Kadı lyaz ve Şifaü’ş-Şerif i Hakkında Bir Deneme.” Köprü (75) (2001): 144-148.

Akın, Haydar. “Gece Yolcuları ve Cadı Avı.” Virgül, 18 (1999, İstanbul): 30-32.

Akın, Haydar. “MalleusMaleficarum: Cadıların Çekici.” Virgül, 10 (1998, İstanbul): 38-40.

Ali Haydar. “Batıl İtikatlar.” Halkbilgisi Haberleri Mecmuası, (Ankara, 1928): 69- 73.

Aliş, Şehnaz. “Ahmet Mithat Efendi’de Akıl ve Batıl İnançlar.” Merhaba Ey Muharriri: Ahmet Mithat Üzerine Eleştirel Yazılar. Eds. Nüket Esen and Erol Köroğlu. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yaymevi, 2006.

Altınay, AhmetRefik. “CinciHoca.” TürkDünyasıTarihDergisi (117) (1996): 28-30.

Altınay, Ahmed Refik. “Sarayda Cinci Hoca.” Samur Devri 1049-1059. İstanbul: Kitabhane-i Hilmi, 1927. (Yeni Basım = İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2010.)

Arık, M. Selim. “Hurafe ve Batıl İnançlar Üzerine Bazı Düşünceler.” DiyanetîlmiDergi 42(2) (2006): 125-143.

Arık, Şahmurat. “Osmanlı Döneminde Bir Cadı Avı ve Türk Romanında Cadı Kavramı.” Akademik Araştırmalar Dergisi 8(29) (2006): 139-154.

Arslan Mustafa. “Kişilerin İnanç Düzeylerinin Batıl İtikatlar Açısından İncelenmesi.” Değerler Eğitimi Dergisi 2(6) (2004): 7-34.

Atis, Mediha. “BizanslIların ve Türklerin Aşk Tılsımları.” Tarih Hâzinesi, 7 (İstanbul, 1951): 322-323.

Aycibin, Zeynep. “Osmanlı Devleti’nde Cadılar Üzerine Bir Değerlendirme.” OTAM (24) (2008): 55-69.

Bâkiler, Yavuz Bülent. “Sivas’ta Batıl İtikatlar.” Sivas Folkloru, 1~15 (1973-1974, Sivas).

Balcıoğlu, N. R. “Anadolu’da Cinlere, Perilere ve Devlere Dair İnanışlar.” Türk Folklor Araştırmaları, 35 (İstanbul, 1952): 555-556.

Bayazoğlu, Ümit. “İstanbul’unTılsımlan.” Fotoğraflar: Murat Türemiş, National Geographic Türkiye (94) (2009): 52-71.

Bayram, Sadi. “İstanbul Vakıf Hat Sanatları Müzesi'nde Bulunan Tılsımlı İki Gömlek ve Kültürümüzdeki Yeri.” Vakıflar Dergisi, Ankara, (22), 00.00.1991, 355- 364.

Bayrı, Mehmet Halit. “Büyüler.” Halkbilgisi Haberleri Mecmuası, 64 (1937, Ankara): 89-99.

Bayrı, Mehmet Halit. “Büyüler Hakkında.” Halkbilgisi Haberleri Mecmuası, 63 (1937, Ankara): 49-55.

Bayrı, Mehmet Halit. “Nazar ve Nazarlık.” Türk Folklor Araştırmaları, İstanbul, (70), 00.05.1955, 1107-1108.

Berk, Süleyman. “Osmanlı Tılsım Mühürleri.” P: [Portakal] Sanat Kültür Antika Dergisi, no. 29 (İstanbul, 2003).

Berktay, Fatmagül. “Salem Cadılarının Ekonomi-Politiği.” Tarih ve Toplum 33(195) (2000): 139-146.

Bıçak, Ayhan. “Toplumsal Sorumluluk ve Büyücüler.” Türk Yurdu Özel Sayı, 18 (134) (1998, Ankara): 71-79.

Blumenthal, P.J. “Fal ve Kehanet Nedir?” Çeviren: Haldun Öngel, Bilim ve Teknik, Ankara, (220), 00.03.1986, 30-32.

Bohak, Gideon. “Eskiçağ Tılsım Taşlan ve Muskalarında Sanat ve Güç.”P: [Portakal] Sanat Kültür Antika Dergisi, no. 29 (İstanbul, 2003).

Buharalı, Eşref. “Türklerde Koyun Küreği Falına Bakma Adeti.” Türk Kültürü 33(385) (1995): 19-22.

Büyüktanır, Zeki. “Nazar.” ÇağdaşTürkDili 12 (112) (1997): 24-27.

C. Cahit. “Rüyalar Âleminde.” Resimli Şark, İstanbul, (16), 00.04.1932, 28-32.

Caferoğlu, Ahmed. “Batıl İtikadlar.” Türklük, 3 (1939, İstanbul): 194-206.

Caferoğlu, Ahmet. “Türklerde Sihirli Taş Telakkisi.” Halkbilgisi Haberleri Mecmuası, Ankara, (13), 00.00.1930, 1-3.

Cemrek, Murat. “Tapmak Şövalyeleri ve Cadılar: Bazı Masum Sorular.” Birikim (141) (2001): 24-27.

Çavdar, Naci - Sanoğlu, Veli. “Batıl îtikatlar-înanmalar,” Folklor, 16-18 (1970, İstanbul): 81-85.

Demiray, Mehmet Güner. “Gemerek'te Batıl İtikatlar.” Sivas Folkloru, 11 (1973, Sivas): 13-14.

Demirhan, Ayşegül - Çakmaklı, Kemal. “Sosyal Hizmet Açısından Halkın İlâç Kullanımı ve Yapımı ile İlgili Batıl İnançlara Genel Bir Bakış.” Sosyal Hizmet, 11 (1972, Ankara): 22-27.

Duzzati, Dino. “Büyücü.” Çeviren: İhsan Akay, Varlık, 766 (1971, İstanbul): 10.

Edgü, Ferid. “Büyü ve Sanat.” P: [Portakal] Sanat Kültür Antika Dergisi, no. 29 (İstanbul, 2003).

Edgü, Ferid. “Selma Gürbüz’ün Büyüler, Tılsımlar Ülkesinde Bir Gezinti.” P: [Portakal] Sanat Kültür Antika Dergisi, no. 29 (İstanbul, 2003).

Edhem, İbrahim Kemal. “Cinler ve Ruh Çağırma.” Çeviren: Mustafa Tuncer, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Samsun, (9), 00.00.1997, 301-314.

Eryavuz, Şebnem Akalın. “Osmanlı Dönemi Murassa Kemer ve Kemer Tokalan,” (Üzerinde taşıdığı taşların tılsımına ve olağanüstü güçler yansıttığına inanılan, sultan, hanım sultan ve şehzadelerin bellerini süsleyen murassa kemer ve kemer takalarının Osmanlı Sarayı hayatındaki yeri) Antik Dekor: Geçmiş ile Geleceği Birleştiren Değerler, no. 110 (2009).

Esenbel, Aziz. “Çarlığın Cinci Hocası: RASPUTİN.” Tarih Dünyası, İstanbul, (17),15.12.1950, 731-733.

Eyüboğlu, İsmet Zeki. “Anadolu Büyüleri.” Türk Folklor Araştırmaları, 353 (1978, İstanbul): 8518.

“Falcılara Kimler ve Niçin Müracaat Ederler.” Resimli Ay, c. 1, sayı 5 (İstanbul, 1340): 13-14.

Gazimihal, Mahmut R. “Büyücülükte Taşkömürü ve Yada Taşı.” Türk Folklor Araştırmaları, 169 (1963, İstanbul): 3136.

“Gemerek ve Yöresinden Atasözleri-Deyimler-Yöresel Sözcükler ve Batıl İnançlar.” Derleyen: Mehmet Güner Demiray, Türk Folkloru, 53(1983, İstanbul): 22-23.

Gökalp, Murat. “Şifâ-i Şerif Literatürü.” İSTEMİ^A) (2009): 353-370.

Göknil, Can. “Çağdaş Bir Yorumla: Muskalar...” Sanat Dünyamız, İstanbul, (71), 1999,75-81.

Gökyay, Orhan Şaik. “Tılsımlı Gömlekler.” Türk Folkloru Araştırmaları Yıllığı, Ankara, 00. 01. 1976, 93-112.

Gökyay, Orhan Şaik. “Tılsımlı Gömlekler.” P: [Portakal] Sanat Kültür Antika Dergisi, no. 29 (İstanbul, 2003).

Güngören, Ahmet. ‘"Beyaz’ BüyücününDönüşü.” PopülerTarih, 2(18) (2002): 52- 60.

Hür, Ayşe. “Avrupa’nın Gotik Yüzü Cadı, Kurtadam ve Vampir Öyküleri.” ToplumsalTarih, 20(121) (2004): 34-39.

Ilgın, Burcu. “Camın Esrarengiz Tılsımı Nazar Boncuğu.” PopülerTarih 5 (56) (2005): 74-77.

Işık, Hüseyin. “OsmanlIlarda Batıl İnançlar ve Taassup.” Silahlı Kuvvetler Dergisi, 319 (1989, Ankara): 15-29.

içelli, îlkin. “Sivas Yöresinde Çeşitli Hastalıklardan Korunmak Amacıyla Taşman Muskaların İçerikleri.” İzmir Devlet Hastanesi Tıp, İzmir, (3), 12.01.1987, 256-258.

İnan, Abdülkadir. “Nazarlıklar.” Türk Folklor Araştırmaları, İstanbul, (169), 1963, 3138.

“İnançlar ve Batıl İnançlar.” Şeylerin Tarihi: Ayrıntılar Kılavuzu. Ed. Özcan Sapan. Trans. Hale Alpmen and Münire Yılmazer. İstanbul: Chiviyazılan, 2004.

İşçiler,.Salim Sami. “Tekirdağ’ında İnanışlar: Kurşun Dökme, Nazar Okuma, Yakı.” Türk Folklor Araştırmaları, İstanbul, (154), 00.05.1962, 2718.

Jong, Erica. “Cadılar.” Bilim Dergisi, 5 (1982, Ankara): 33, 68-72.

Karadeniz, Fikret. “Giresun’da Büyüsel İnanç Sistemi İçinde Gül ve Yastık Büyüleri.” Türk Folkloru, 75 (1985, İstanbul): 11-12.

Karadeniz, Fikret. “Giresun Yöresinde Toplumun Cin, Peri, Büyü, Cadı İnancı ve Masallarına Katılımı.” Türk Folkloru, 80-81 (1986, İstanbul): 5-8.

Karagöz, İsmail. “Batıl İnanışlar, Bid’at ve Hurafeler.” Diyanet, no. 186 (2006): 43- 45.

Kılıçzade Hakkı. “Batıl İtikatlara llan-ı Harb,” İctihad, 66 (1913, İstanbul): 1434- 1439.

Kieckhefer, Richard. “TheHoly and the Unholy: Sainthood, Witchcraft, and Magic in LateMedieval Europe.” Christendom and Its Discontents: Exclusion, Persecution, andRebellion, 1000-1500. Ed. byScott L. Waughand Peter D. Diehl. Cambridge [England]; New York, NY, USA: Cambridge UniversityPress, 1996.

Koçu, Reşat Ekrem. “Tımava Cadıları.” Türk Folklor Araştırmaları, 154 (1962, İstanbul): 2727-2728.

Koçu, Reşad Ekrem. “Fal, Falcılar.” İstanbul Ansiklopedisi, c. 10 (İstanbul: Koçu Yayınlan Mehmed Koçu, 1968): 5506-5508.

Koşay, HâmitZübeyr. “Etnografya Müzesindeki Nazarlık, Muska ve Hamailler.” Türk Etnografya Dergisi, Ankara, (1), 00.00.1956, 86-90, XXXVII-XLL

Köroğlu, Gülgün. “Halûk Perk Koleksiyonu’ndan Örneklerle Bizans Uygarlığında Muskalar.” P: [Portakal] Sanat Kültür Antika Dergisi, no. 29 (İstanbul, 2003).

“Kulak Falı.” Resimli Şark, İstanbul, (2), 00.02.1931, 19.

“Kürekkemiği ile Fal Bakmak.” Halk Bilgisi Haberleri Mecmuası, İstanbul, (3), 1930, 67.

M. A. “İtikad Garibelerinden: Tılsımlar ve Nazarlıklar.” Yeni Kitap, İstanbul, (3), 00.07.1927, 8-12.

Melahat Sabri. “Cinler.” Halkbilgisi Haberleri Mecmuası, Ankara, (29), 00.00.1933, 134-151.

Muhâmmâd, Nâsir. “Nevâyî Okuyuculuğu.” Çeviren: Ayhan Çelikbay, Türk Lehçeleri ve Edebiyatı Dergisi, Ankara, (13), 00.06.1997, 89-91.

Naskali, Emine Gürsoy. “Büyüler, Rüya Yorumlarında Saç, Sakal ve Bıyık.” Saç Kitabı. İstanbul: Kitabevi, 2004.

Oktürk, Şerif. Şeytanla İlgili Batıl İnançlar Deyimler-Atasözleri-Şiirler Yeni Defne, 104-105 (1990, İstanbul): 12-15.

Osman Cemal. “Bir Büyücü Büyü Nasıl Yaptıklarım Anlatıyor,” Resimli Ay, c. 2, sayı 1 (İstanbul, 1925): 18-19.

Öz, Tahsin. “Osmanlı Padişahlarının Büyüleri.” Tarih Hâzinesi, 7 (1951, İstanbul): 331-333.

Öz, Tahsin. “Yerköy Mükâlemelerinde Murahhaslar İçin Gönderilen Büyüler.” Tarih Vesikaları, 8 (1942, Ankara): 101-103.

Özbek, Durmuş. “MelekveCinRisalesi [MuhammedKanbur el Antâkî’ninAynıAdlıEseriÜzerine]” SelçukÜniversitesinâhiyatFakültesiDergisi (8) (1998): 87-110.

Özder, M. Adil. “Ardanuç Kalesi ve Nazarla İlgili Bir Efsane.” Türk Folklor Araştırmaları, İstanbul, (235), 00.02.1969, 5200.

Özerdim, SamiNabi. “Tılsım.” Yeni Öğretmen, Ankara, (28-29), 00.03.1956 - 00.04.1956, 27.

Özgür, Bahadır. “GörünmezElinSihirliDeğneği.” EvrenselKültür (134) (2003): 69- 71.

Özseven, Adil. “Büyü, Fal ve Rüya Tabirleri.” Halkbilgisi Haberleri Mecmuası, Ankara, (93), 00.00.1939, 185-190.

Öztürk, Ali Osman. “Eskişehir’deKullamlanBirNazarlık: Çıngıl.” KültürveSanat (33) (1997): 31-34.

Öztürk, İsmail. “Nazar Nazarlık ve İzmir'de Gözboncuğu Üretimi Nazar-Nazarlık.” Anadolu Folkloru, Ankara, (17), 00.01.1993 - 00.03.1993, 644-651.

Rosenthal, F. “HarranlıBâbâ’nınKehanetleri.” İngilizcedençeviren: Ali Akay, FolklorEdebiyatlA (53/Özelsayı: DoğuEdebiyatları) (2008): 243-252.

Rothlein, Brigitte. “Sihirbazlığın Püf Noktalan.” Çeviren: Haldun Öngel, Bilim ve Teknik, Ankara, (212), 00.07.1985,42-45.

Sallman, Jean-Michel. “Cadı.” Çeviren: Türker Armaner, Sanat Dünyamız, 63 (1996, İstanbul): 61-69.

Sena, Cemil. “Büyücülük, Cinler ve Kâhinler.” Türk Mason Dergisi, 80 (1970, İstanbul): 9-21.

Sinninghe, V. R. W. “Büyücü Reçeteleri.” Organorama, 1 (1977, İstanbul): 12-14.

Söğüt, Bilal. “Lagina Antik Kentinde 6. Hekate Şenlikleri Muğla’da Büyücülerin Amsma..T PopülerTarih (73) (2006): 92-93.

Sözen, Gürol. “Tılsımlı Taşlar: Assos Gerçeği.” Sanat Olayı, İstanbul, (3), 00.03.1981, 74-76.

Şanlı, İsmet. “16. Yüzyıl Divan Şâiri Fedâyî ve Fâl-Nâme-i Kur’ân-ı ’Azîm’i.” UludağÜniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi 5 (5) (2003): 161-178.

Şentürk, Lütfi. “Kehanet ve Falcılığın Dinde Yeri Yoktur.” Diyanet (122) (2001): 48-51.

Şerif Necati. “Kürekkemiği ile Fal Bakmak.” Halkbilgisi Haberleri Mecmuası, Ankara, (3), 00.00.1930, 28-39.

Tarbuck, Derya Gürses. “Yeniçağ Avrupasında Cadılık Kavramı - Şeytanın İşbirlikçileri,” Toplumsal Tarih, no. 144 (2005).

Tepeköy, Feridun. “Berzah ve Cinler.” Yeni Ruhsal Evrim Araştırmaları, İstanbul, (8), 00.01.1986 - 00.02.1986, 8-10.

Terguson, Elizabeth A. “Sihirbaz Belki Doktordur.” Specialite, İstanbul, (12), 00.07.1952, 30-34.

“Tılsımlı Kentin Gizemli Taşlan: İstanbul’u Koruyan Tılsımlı Taşların Enteresan Öyküleri,” Şehr-i İstanbul, no. 5 (2004).

Tok, Gökhan. “Ortaçağda Cadılar.” BilimveTeknik 35(414) (2002): 86-89.

Türek, İbrahim. “Yeni Bir Görüşle Rüyalar.” Tıb Dünyası, İstanbul, (12), 00.12.1959, 892-896.

Türkeş, Ömer - Aksu Bora. “Bir Büyücünün Anılan,” Virgül, 32 (2000, İstanbul): 74.

Uyguner, Muzaffer. “Patlıcan Pidelerine Muska [İsmet Kemal Karadayf nın Aym Adlı Eseri Üzerine]” Varlık, İstanbul, (1029), 00.06.1993, 15.

Üçer, Müjgan. “Sivas’ın Düğün Geleneklerinden: Okuyucu Gezme,” Hayat Ağacı: Sivas Şehir Kültürü Dergisi, no. 11 (2008).

Ülkütaşır, Mehmet Şakir. “Cinler ve Periler.” Halkbilgisi Haberleri Mecmuası, Ankara, (28), 00.00.1933, 83-86.

Varol, Marie-Christine. “Recipes of Magic-ReligiousMedicine as

ExpressedLinguistically.” Jews, Turks, Ottomans: A SharedHistory, FifteenththroughtheTvventieth Century. Ed. AvigdorLevy. Syracuse, N.Y.:SyracuseUniversityPress, 2002

Yalgın, Ali Rıza. “Anadolu'da Sihirli Taşlar.” Halkbilgisi Haberleri Mecmuası, Ankara, (28), 1933, 97-98.

Yaman, M. Suphi. “Tokat Folkloru: Nazar (Göz) Değmesi ve Kurşun Dökme.” Türk Folkloru, İstanbul, (8), 00.03.1980,25.

Yaylagül, Özen. “Klâsik Türk Şiirinde Nazar: Göz Değmesi,” Milli Folklor: Uluslararası Halkbilimi Dergisi, no. 68 (2005): 166.

“Yerköy Sulh Müzakerelerinde Rus Murahhasları îçin Gönderilen Büyüler.” Yarım Ay, 1 (1950, İstanbul): 32-33.

Yılmaz, Fatma Büyükkarcı. “Firdevsî-i Tâvil’inDâvetnâme’sinde Ruhlar Âlemi Büyülü Kitap.” P: [Portakal] Sanat Kültür Antika Dergisi, no. 29 (İstanbul, 2003).

A Pictorial History ofMagic and the Supernatural. London: Hamlyn Ltd., 1964.

Agrippa vonNettesheim, Heinrich Comelius. Three Books of Occult Philosophy. Trans. James Freake. Ed. Donald Tyson. St. Paul: Llewellyn, 1993.

Bailey, Frederick George. The Witch-Hunt or the Triumph ofMorality. Ithaca: Comell University Press, 1994.

Bailey, Michael David. Historical Dictionary ofWitchcraft. Lambam, Md.: Scarecrow Press, 2003.

Barstow, Anne Llevrellyn. Wc/ıcraze: A New History of the European Witch Hunts. San Francisco, CA: Pandora, 1994.

Bates, Brian. The Real Middle-Earth: Exploring the Magic and Mystery of the Middle Ages. New York: Palgrave Macmillan, 2003.

Behringer, Wolfgang. Witchcraft Persecutions in Bavaria: Popular Magic, Religious Zealotry and Reason of State in Early Modern Europe. Cambridge: Cambridge University Press, 2002.

Broedel, Hans Peter. The Malleus Maleficarum and the Construction offflitchcraft: Theology and Popular Belief. Manchester; New York: Manchester University Press; New York: Palgrave, 2003.

Budge, E. A. Wallis (Emest Alfred Wallis), Sir, 1857-193 A.Herb-Doctors and Physicians in the Ancient World: The Divine Origin of the Craft of the Herbalist. Chicago: Ares, 1978.

Bumett, Charles. Magic and Divination in the Middle Ages: Texts and Techniques in the Islamic and Christian Worlds. Aldershot, Great Britain; Brookfield, Vt., USA:

Variorum, 1996.

Bums, William E. Witch Hunts in Europe and America: an Encyclopedia. Westport, Conn.: Greenwood Press, 2003.

Cavendish, Richard. A History ofMagic. London: Arkana, 1990.

Cavendish, Richard. Encyclopedia of the Unexplained: Magic, Occultism and Parapsychology. London: Routledge & K. Paul, 1974.

Chekhov, Anton Pavlovich.77ze Witch and Other Stories. Champaign, 111. : Project Gutenberg; Boulder, Colo. :NetLibrary, [199-?].

Clark, Stuart. Thinking with Demons: The Idea ofWitchcraft in Early Modern Europe. Oxford: Clarendon Press; New York: Oxford University Press, 1997.

Clifton, Chas S. Shamanism and Witchcraft. St. Paul: Llewellyn Publications, 1994.

Davies, Owen and Willem de Blecourt. Beyond the Wıtch Trials: Wıtchcraft and Magic in Enlightenment Europe. Manchester; New York: Manchester University Press; New York: Distributed in the USA by Palgrave, 2004.

Davies, Owen. Witchcraft, Magic and Culture 1736-1951. Manchester: Manchester University Press, 1999.

Dickie, Matthew. Magic and Magicians in the Greko-Roman World. London, New York: Routledge, 2003.

Durrant, Jonathan B. Witchcraft, Gender and Society in Early Modern Germany. Leiden, Boston: Brill, 2007.

Early Modern European Witchcraft: Centres and Peripheries. Eds. Bengt Ankarloo and Gustav Henningsen. Oxford [England] : Clarendon Press, 1990.

Eliade, Mircea. Occultism, Witchcra.fi and Cultural Fashions: Essays in Comparative Religions. Chicago: The University of Chicago, 1976.

Ellis, PFA.Lucifer Ascending: the Occult in Folklore and Popular Culture. Lexington: University Press of Kentucky, 2004.

Encyclopedia ofWitchcraft & Demonology: An Illustrated Encyclopedia ofWitches, Demons, Sorcerers and Their Present Day Counterparts. London: Octopus Books, 1974.

Frazer, James George. The Golden Bough: A Study in Magic and Religion.

Hertfordshire: Wordsworth Editions, 1993.

Frazer, James George. The Golden Bough: A Study in Comparative Religion. 2 Vols. London: Macmillan, 1994.

Frazer, James George. Magic and Religion. Foreward G. M. Trevelyan. London: Watts & Co., 1945.

Frazer, James George. The New Golden Bough: A New Abridgement of the Classic Work. Ed. Theodor H. Gaster. New York: New American Library/Mentor Book, 1959.

Frazer, James George. The Magic Art. London: Macmillan, 1955.

Garber, Marjorie. Cannibals, Witches and Divorce: Estranging the Renaissance. Baltimore: John Hopkins University Press, 1987.

Gardner, Gerald B. Witchcraft Today. Introduction by Margareth Murray. London: ArrowBooks, 1966.

Ginzburg, Carlo. The Nıght Battles: Witchcraft & Agrarian Cults in the Sixteenth & Seventeenth Centuries. Trans. John & Anne Tedeschi. Baltimore, Md: John Hopkins University Press, 1992.

Ginzburg, Carlo. The Night Battles: Witchcraft & Agrarian Cults in the Sixteenth & Seventeenth Centuries. Baltimore: Johns Hopkins University Press, 1992.

Ginzburg, Carlo. Ecstasies: Deciphering the Witches ’ Sabbath. Trans. Raymond Rosenthal. Ed. Gregory Elliot. London: Hutchinson Radius, 1990.

Givry, Grillot de. Ulustrated Anthology ofSorcery, Magic andAlchemy. London: Zachary Kwintner Books, 1991.

Graf, Fritz. Magic in the Ancient World. Trans. Franklin Philip. Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1997.

Greer, John Michael. Earth Divination Earth Magic: A Practical Guide to Geomancy. Minnesota: Llewellyn Publications, 1999.

Greenwood, Susan. Magic, Witchcraft and the Otherworld: An Anthropology. Oxford: Berg, 2000.

Hoffer, Peter Charles. The Salem Witchcraft Trials: A Legal History. Lawrence, Kan: University Press ofKansas, 1997.

Hole, Christina. Witchcraft in England. London: Fitzhouse, 1990.

Hughes, Pennethorne. Witchcraft. Middlesex: Penguin Books, 1975.

Idries Shah. Oriental Magic. Foreword By Louis Marnı St Albans (Frogmore, St Albans, Herts.): Paladin, 1973.

Idries Shah. The Secret Lore of Magic: Books of the Sorcerers. London: F. Muller, 1965.

İn Darkness and Secrecy: the Anthropology of Assault Sorcery and Witchcraft in Amazonia. Edited by Neil L. Whitehead and Robin Wright. Durham, NC: Duke University Press, 2004.

Institoris, Heinrich. Malleus Maleficarum: The Hammer ofWitchcraft. By Jacobus Sprenger and Heinrich Kramer. Trans Montague Summers. Ed. Pennethome Hughes. London: Folio Society, 1969.

Israel, Regardie. The Art & Meaning of Magic. Cheltenham [England]: Helios Book Service, 1971.

Kee, Howard Clark. Medicine, Miracle and Magic in Ne w Testament Times. Cambridge; New York: Cambridge University Press, 2005.

Kieckhefer, Richard. Magic in the Middle Ages. Cambridge, UK; New York: Cambridge University Press, 2000.

King, Francis.TAe Encyclopedia ofMind, Magic andMysteries. London: Dorling Kindersley, 1991.

Klaniczay, Gabor. The Uses of Supernatural Power: The Transformation of Popular Religion in Medieval and Early-Modern Europe. Trans. Susan Singerman. Ed. Karen Margolis. Prİnceton, N.J.: Prînceton University Press, 1990.

Kors, Alan C. and Edward Peters. Witchcraft in Europe 1100-1700: A Documentary History. Philadelphia: University of Pennsylvania Press, 1972.

Lea, Henry Charles. Materials toward a History ofWitchcraft. Ed. Arthur C. Howland. 3 Vols. New York: T. Yoseloff, 1957.

Lehmann, Arthur C. ve James E. Myers. Magic, Witchcraft and Religion: an Anthropological Study of the Supernatural. Mountain View: Mayfield Publishing Company, 1993.

Lethbridge, T. C. Witches. New Jersey: Citadel Press, 1974.

Lethbridge, Thomas Charles, fflitches: Investigating an Ancient Religion. London: Routledge and Paul, 1962.

Luck, Georg. Arcana Mundi: Magic and the Occult in the Greek and Roman Worlds: A Collection ofAncient Texts. Baltimore: Johns Hopkins University Press, 2006.

Magic, Ritual and Witchcraft. Philadelphia, PA: University of Pennyslvania Press.

Magical Arts. Amsterdam: Time-Life Books, 1989.

Maguire, Gregory. Wicked: The Life and Times of the Wicked Witch of the West: A Novel. New York: Regan Books, 2000.

Maguire, Henry. Byzantine Magic. Washington, D.C.: Dumbarton Oaks Research Library and Collection; Distributed by Harvard University Press, 1995.

Mair, Lucy Philip. Witchcraft. London: Weinfeld & Nicolson, 1969.

Malinowski, Bronislaw. Magic, Science and Religion and Other Essays. London: Souvenir Press, 1974.

Marlowe, Christopher. Dr. Faustus. New York: Dover, 1994.

Marwick, Max. Witchcraft and Sorcery. Middlesex: Penguin Books, 1975.

Mauss, Marcel. A General Theory of Magic. Trans. Robert Bain. Foreword by D. F. Pocock. London: Routledge, 2007.

Meyer, Birgit and Peter Pels. Magic and Modernity: Interfaces ofRevelation and Concealment. Stanford, Calif.: Stanford University Press, 2003.

Mitchell, Linda E. Women in Medieval Western European Culture. New York: GarlandPub., 1999.

Mulholland, John. The Art oflllusion: Magic for Men to Do. New York: C. Scribner’s Sons, 1945.

Murray, Margaret Alice. The Witch-Cult in Western Europe: A Study in Anthropology. Oxford: Clarendon Press, 1921.

Nadis, Fred. Wonder Shows: Performing Science, Magic and Religion in America. New Brunswick, N.J.: Rutgers University Press, 2005.

Norton, Mary Beth./« the Devil’s Snare: The Salem Witchcraft Crisis of1692. New York: Vintage Books, 2003.

Ogden, Daniel. Magic, Witchcraft and Ghosts in the Greek and Roman Worlds: A Sourcebook. Oxford; New York: Oxford University Press, 2002.

O’Keefe, Daniel Lawrence. Stolen Lightning: The Social Theory of Magic. New York: Vintage Books, 1983.

Oldridge, Darren. The Witchcraft Reader. London, New York: Routledge, 2002.

Parsons, Coleman O. Witchcraft and Demonology in Scott’s Fiction: with Chapters on the Supernatural in Scottish Literatüre. Edinburgh: Oliver & Boyd, 1964.

Peters, Edward. The Magician, the Witch and the Law. Philadelphia: University of Pennsylvania Press, 1978.

Pickering, David. Dictionary ofWitchcraft. London: Cassell and Company, 1996.

Pinch, Geraldine. Magic inAncientEgypt. Austin: University of Texas Press, 1995.

Purkiss, Diane. The Witch in History: Early Modern and Twentieth-Century Representations. London, New York: Routledge, 1996.

Redgrove, H. Stanley. Magic and Mysticism: Studies in Bygone Beliefs. Champaign, 111. : Project Gutenberg; Boulder, Colo.: NetLibrary.

Regardie, Israel. The Tree of Life: A Study in Magic. York Beach, Me.: S. Weiser, 1972.

Rider, Catherine. Magic and Impotence in the Middle Ages. New York: Oxford University Press, 2006.

Rollo, David. Glamorous Sorcery: Magic and Literacy in the High Middle Ages. Minneapolis: University of Minnesota Press, 2000.

Rosen, Barbara. Witchcraft. New York: Taplinger, 1972.

Rowlands, Alison. Witchcraft Narratives in Germany: Rothenburg 1561-1652.

Manchester, UK; New York: Manchester University Press; New York: Palgrave, 2003.

Rowlands, Alison. Witchcraft and Masculinities in Early Modern Europe. New York: Palgrave Macmillan, 2009.

Russell, Jeffrey Burton. A History ofWitchcraft, Sorcerers, Heretics and Pagans. London: Thames andHudson, 1982, 1980.

Sachs, Maurice. Witches ’ Sabbath. Trans. Richard Howard. London: Jonathan Cape, 1965.

Scarre, Geoffrey and John Callow. Witchcraft and Magic in sixteenth- and seventeenth-century Europe. Basingstoke: Palgrave, 2001.

Scot, Reginald. The Discoverie ofWitchcraft. New York: Dover Publications, 1972.

Scott, Walter. Letters on Demonology and Witchcraft. New York: J. & J. Harper, 1831.

Seligmann, Kurt. The History of Magic. New York: Pantheon Books, 1948.

Shaked, Shaul. Officina Magica:Essays on the Practice of Magic in Antiquity. Leiden; Boston: Brill, 2005.

Sharpe, J. A. The Bewitching of Anne Gunter: A Horrible and True Story of Deception, Witchcraft, Murder and the King ofEngland. New York: Routledge, 2001.

Sharpe, J. A. Instruments ofDarkness: Witchcraft in England 1550-1750. London: Hamish Hamilton; New York: Penguin, 1996.

Simenon, Georges. The Magician. New York: Berkley Publishing, 1956.

Singer, Charles Joseph. From Magic to Science: Essays on the Scientific Fvilight. New York: Dover Publications, 1958.

Smith, Emilie Savage. Magic and Divination in Early İslam. Aldershot: Ashgate Variorum, 2004.

Smith, Jennifer. Anne Rice: A Critical Companion. Westport, Conn.: Greemvood Press, 1996.

Spee, Friedrich von. Cautio Criminalis: A Book on Witch Trials. Trans. Marcus Hellyer. Charlottesville: University of Virginia Press, 2003.

Stark, Rodney. For the Glory of God: How Monotheism led to Reformations, Science, Witch-hunts and the End of Slavery. Prînceton: Prînceton University Press, 2003.

Starkey, Marion Lena. The Devil in Massachusetts: A Modern Inquiry into Salem Witch Trials. New York: A. A. Knopf, 1949.

Styers, Randall G. Making Magic: Religion, Magic and Science in the Modern World. New York: Oxford University Press, 2004.

Summers, Montague. The History ofWitchcraft and Demonology. New York: Dorset Press, 1987.

Summers, Montague. The Geography ofWitchcraft. Evanston, 111.: University Books, 1958.

Thomas, Keith. Religion and the Decline of Magic: Studies in Popular Beliefs in Sixteenth and Seventeenth Century England. London: Weidenfeld and Nicolson, 1971.

Thompson, Roger. The Witch.es of Salem: A Documentary Narrative. London: Folio Society, 1982.

Thomdike, Lynn. A History of Magic and Experimental Science. 8 Vols. New York: Columbia University Press, el923-1958.

Trachtenberg, Joshua. Je-wish Magic and Superstition: A Study in Folk Religion. New York: A Temple Book, 1979.

Trask, Richard B. The Devil Hath Been Raised: A Documentary History of the Salem Village Witchcraft Outbreak ofMarch 1692. West Kennebunk, Me.: Danvers Historical Society, 1992.

Trevor-Roper, Hugh Redwald. The European Witch-Craze of the 16th and 17th Centuries. Harmondsworth: Penguin, 1990.

Updike, John. The Witch.es ofEastwick. Harmondsworth: Penguin, 1985.

Valiente, Doreen. Natural Magic. London: Guild Publishing, 1985.

Van Gent, Jacqueline. Magic, Body and the Şelfin Eighteenth-Century Svveden. Leiden; Boston: Brill, 2009.

Vyse, Stuart A. Believing in Magic: The Psychology of Superstition. New York: Oxford University Press, 1997.

Westermarck, Edward. Pagan Survivals in Mohammedan Civilization. London: Macmillan and Co., 1933.

Williams, Nigel. Witchcraft. London: Faber and Faber, 1988.

Witchcraft and Hysteria in Elizabethan London: Edward Jorden and the Mary Glovercase. Ed. Michael MacDonald. London; New York: Tavistock/Routledge, 1991.

Willis, Deborah. Malevolent Nurture: Witch-Hunting and Maternal Power in Early Modern England. Ithaca: Comell University Press, 1995.

Worobec, Christine. Possessed: Women, Witches and Demons in Imperial Russia.

DeKalb, 111.: Northern Illinois University Press, 2001.

Zambelli, Paola. White Magic, Black Magic in the European Renaissance. Leiden, Boston: Brill, 2007.

Zika, Charles. The Appearance ofWitchcraft: Print and Visual Culture in Sixteent Century Europe. London, New York: Routledge, 2007.

 



[5]    Robert Damton. The Great Cat Massacre and Other Episodes in French Cultural History, (New York: Random House Vintage Books, 1985).

[6]   Natalie Zemon Davis. The Return of Martin Guerre, (Cambridge MA: Harvard University Press, 1983).

[7]    Carlo Ginzburg. The Cheese and the Worms: the Cosmos of a 16th Century Miller, (Baltimore: Routledge, 1980).

[8]    “I, Claudius,” BBC Historical Series, Six Episodes, 1976.

[9]    Robert Graves. I, Claudius, (London: Arthur Baker Publishers, 1934).

[10]  Leslie Peirce. Ahlak Oyunları: 1540-1541 Osmanlı ’daAyntab Mahkemesi ve Toplumsal Cinsiyet, (İstanbul: Tarih Vakfi Yurt Yayınlan, 2005).

[11]  Leslie Peirce. Moral Tales (1540-1541): Law and Gender in the Ottoman Court ofAintab, (Califomia: University of Califomia Press, 2003).

[12]zW., pp. 171-188.

mibid., pp. 329-360.

t2iibid., pp. 461-494.

[15]  Jacques Pervititch. Sigorta Haritalarında İstanbul /İstanbul in the Insurence Maps of Jacgues Pervititch, (İstanbul: Tarih Vakfı Yayınlan ve Axa Oyak, t.y.), p. 198.

[16]  Cem Behar. A Neighborhood in Ottoman İstanbul: Fruit Vendors and Civil Servant in the Kasap Ilyas Mahalle, (New York: State University of New York Press, 2003).

[17]  Alan Duben and Cem Behar. İstanbul Households: Marriage, Family and Fertility, 1880-1940, (Cambridge: Cambridge University Press, 1991); Alan Duben ve Cem Behar. İstanbul Haneleri: Evlilik, Aile ve Doğurganlık, (İstanbul: İletişim Yayınlan, 1996).

[18]  BOA. Y.PRK.ZB. Dosya No: 38, Gömlek No: 37, 5.R.1326.

Bekirağa Bölüğü, askeri bir tutukevi olmasına rağmen, Sultan II. Abdülhamid döneminde azılı katillerin, Jöntürkler gibi siyasi suçluların ve halkı sultana karşı isyana kışkırttığı düşünülenlerin sorgudan ve işkenceden geçirildiği bir yer olarak kullanılmaktaydı.

[19]  Ahmed Naci. Fehim Paşa ile Margirit, (İstanbul: Venüs Matbaası, 1330), 38 p.

[20]  BOA. Y.PRK.ZB. Dosya No: 6, Gömlek No: 97, 17.R.1308.

Sultan H. Abdülhamid döneminde İstanbul’da büyücülük ve üfürükçülük suçlarından yakalananların dosyalan Yddız Sarayı’na da bildirilmekteydi. Belgeden Sultan II. Abdülhamid’in kendisine verilmiş büyü ile alakalı jurnaller ile şahsen ilgilenmiş olduğu da anlaşılmaktadır.

[21]  BOA, A.MKT.UM. Dosya No: 533, Gömlek No: 89, 18.B.1278.

Mahkeme huzurunda büyücülük ve üfürükçülük yapmaya tövbe ettirmek alışıldık bir yaklaşımdır.

[22]  BOA, A.MKT.MVL. Dosya No: 73, Gömlek No: 92, 10.Za.1271.

Belgede Susan isimli saralı kızı “cin çıkaracağım” diyerek öldüren Ali Tamsah adındaki cinci ve üfürükçü, “beş sene müddetle pranga” cezasma çarptırılmıştır. Oysa normalde büyücülük suçuna verilmiş olan hapis cezalan altı ayı pek geçmez. Sinop Cezaevi ise aslmda cinayet gibi çok ağır suçlar işlemiş olan mahkûmların gönderildiği bir cezaevidir.

[23]  BOA, A. MKT.MVL. Dosya No: 133, Gömlek No: 69, 7.R.1278.

Büyücülük ve üfürükçülük suçuyla yargılananlara hapis cezasından daha çok, “ıslâh-ı nefs” amacıyla sürgün cezası verilmiştir. Örneğin, belgede adı geçen Bulgar büyücü Angel, Rodos Adası’na sürülmüştür. Müslüman büyücülerin ise Müslüman nüfusun çok yoğun olarak yaşadığı Bursa’ya sürülmesi, bu suça ilişkin olarak çok yaygın olarak verilmiş olduğu görülen bir cezadır.

[24]  BOA, BEO. Dosya No: 2302, Gömlek No: 172593, 10.M.1322.

Belgede büyücülük ve dolandırıcılıktan hüküm giymiş olan Zübeyde ve Huriye’nin Rodos ve Midilli’de kalebent olarak üç yıl kaldıktan sonra, tahliye edilmiş oldukları anlaşılmaktadır.

[25]  Bu ev, günümüzde Türkiye’nin ilk özel müzesi olan Özdoğanlar Müze Evi olarak kullanılmaktadır.

[26]  Ahmed Naci. Fehim Paşa ileMargirit, (İstanbul: Venüs Matbaası, 1330), 38 s.

[27]  BOA. ZB. Dosya No: 353, Gömlek No: 66, 9.M.1325.

Bu belgeden anlaşıldığına göre, Sultan II. Abdülhamid II. Meşrutiyet’in ilanından sonra bile çeşitli hurafelerle ilgili jurnaller almakta olduğu gibi, bunları tetkik de ettiriyordu.

[28]  Mehmet Halit Bayrı. İstanbul Folkloru, pp. 194-200.

Osmanlı halkı nüzul, yani felç geçirmiş olan insanların, cin çarpmış olduğuna inanırdı.

[29]  Ahmet Mithat Efendi. Çengi, (Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınlan, 2000), p. 66.

[30]  Refik Hafit Karay. Memleket Hikâyeleri, (İstanbul: 1999), p. 107.

Metinde geçen “köyde” kelimesi “mahallede”, “kazada” kelimesi de “şehirde” olarak değiştirilmiştir.

[31]  Osman Cemal Kaygısız. Üfürükçü, (İstanbul: Basm Yaym Direktörlüğü Yayınından, Devlet Basımevi, 1935), p. 7.

[32]  Mustafa Nuri. Büyücü Karı, yahûd Teehhül-i Cebrî, (İstanbul: Mihrân Matbaası, 1301), pp. 19-22. Cin çağırarak helva yapmak ve sevdiği kişiye yedirmek, geleneksel Anadolu büyülerindendir.

[33]  Hüseyin Rahmi Gürpınar. Cadı, (İstanbul: Özgür Yayınlan, 1996), p. 42.

“Garâib Faturası Külliyâtı II” olarak yayınlanmış olan bu romanda geçen “Hanım Yenge” hitabı, “Füsun kızım” olarak değiştirilmiştir.

[34]   Ömer Seyfettin. “Türbe,” Bütün Hikayeleri I,(İstanbul: Ötüken Yayınlan, 1974), pp. 476-482. Metinde “Selanik” olarak geçen yer adı, “Selamsız” olarak değiştirilmiştir.

[35]  Muzaffer Gökman. İstanbul’u Yaşayan ve Yaşatan Adam: Ahmet Rasim II, (İstanbul: 1989), p. 564. Metinde “Kabartay” olan kadının adı “Şefika Molla” olarak değiştirilmiştir.

[36]  Muzaffer Gökman. İstanbul’u Yaşayan ve Yaşatan Adam: Ahmet Rasim II, (İstanbul: 1989), p. 754.

[37]  Halide Edip Adıvar. Mor Sallamlı Ev, (İstanbul: 2003), p. 76.

[38]  Halide Edip Adıvar. Sinekti Bakkal, (İstanbul: Atlas Kitabevi, 1972), p. 156.

[39]  Hüseyin Rahmi Gürpınar. Şıpsevdi, (İstanbul: Atlas Kitabhanesi, 1971), p. 308.

85GHüseyin Rahmi Gürpınar. Toraman, pp. 242-243.

[41]  Hüseyin Rahmi Gürpmar. Tesadüf/ Şeytan İşi, p. 45.

[42]  Hüseyin Rahmi Gürpınar. Tesadüf/ Şeytan İşi, p. 45.

[43]  Hüseyin Rahmi Gürpınar. Muhabbet Tılsımı, (İstanbul: Atlas Yayınevi, 1984), p. 364.

[44]  Hüseyin Rahmi Gürpınar. Chılyabani, pp. 216-217.

[45]Hüseyin Rahmi Gürpınar. Gulyabani, p. 53.

86zHüseyin Rahmi Gürpınar. Gulyabani, p. 115.

863 Hüseyin Rahmi. Gulyabani, (İstanbul: Matbaa-i Hayriye ve Şürekâsı, 1330 [1914]), 267 p. “Garâib Faturası Külliyâtı I” olarak yayınlanmış olan bu romanın ilk baskı tarihi 1918 değil,

1914’dür.

[48] Hüseyin Rahmi Gürpınar. Gulyabani, p. 36.

i65ibid., p. 37.

[50]   Seyyid Süleyman el-Hüseyni. Kenzü ’l-Havâss: Keyfiyet-i Celb ve Teshir, (Dersaadet: Cemiyet Kütüphânesi, Kader Matbaası, 1332 [1916]), 4 Vols. 231,237,238,240 p.

[51]  Agâh Sim Levend. Ahmed Rasim, (Ankara: 1965), pp. 13-17.

[52]  M. S. Büyücü Karı, (İstanbul: İtimâd Kütüphanesi, t.y.), 32 p.

Kitap tarihsiz olarak basılmış olduğu için, burada 1925 yılında yayınlanmış olduğu kabul edilmiştir.

[53]  Mehmet Halit Bayrı. İstanbul Folkloru, p. 178.

Elimizdeki nüsha, bu kitabın 1972 tarihli ikinci baskısıdır. Kitabın ilk baskısı 1947 yılında yine İstanbul’da basılmıştır. Mehmet Halit Bayrı, Füsun için “on beş sene kadar önce tesadüfün yardımıyla tanıdığımız Füsun adında ihtiyar bir kadın...” dediğine göre, bu ‘tanışma’ 1932 yılında gerçekleşmiş olmalıdır.

[54]  Berna Moran. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, (İstanbul: İletişim Yayınlan, 1987), p. 108.

[55]  Hüseyin Rahmi Gürpınar. Efsuncu Baba / Gönül Bir Yeldeğirmenidir, (İstanbul: Özgür Yayınlan, 1995), p. 102.

[56]  Mustafa Nuri. Büyücü Karı yahut Teehhül-i Cebrî, (Dersaadet: Maarif Nezaret-i celilesinin 782 numaralı ruhsatnamesiyle tab‘ olunmuştur. Mihran Matbaası, Bâb-ı ‘Âli Caddesi’nde numara 7, 1301).

[57] M. S. Büyücü Karı, (Dersaadet: İtimat Kütübhanesi, Hürriyet Matbaası, 1330).

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar