Osmanlı İmparatorluğu’nda Batıl Inançlar, Hurafeler Ve Büyü
ELEMTEREFİŞ: SUPERSTITIOUS BELIEFS AND OCCULT IN OTTOMAN EMPIRE (1839-1923)
Hazırlayan: Nimet Elif Uluğ
Bu
doktora tezi, Osmanlı İmparatorluğu’ nda batıl itikatların ve özellikle de büyü
ve büyücülüğün sosyal tarihini yazmak amacıyla hazırlanmıştır. Ağırlıklı
olarak, ondokuzuncu yüzyılda batıl itikatların ve büyücülüğün Osmanlı
toplumunun gündelik hayatım nasıl bir hurafeler dünyasına çevirmiş olduğunu
incelemeye çalıştık. Ancak, Osmanlı İmparatorluğu’nun hemen her döneminde
yaygın olarak görülen batıl inançların ve büyücülüğün kökenine inebilmek için
yaptığımız inceleme ve araştırmalarımızı derinleştirdiğimizde, kendimizi çok
daha eskilere gitmek durumunda bulduk. Orta Asya’daki Gök Tanrı inancının yanı
sıra, eski Türk dünyasının yaygm dinsel inançları olan Şamanizm, Animizm,
Manihaizm, Budizm ve Hinduizm gibi çok tamlı dinlere; üç kıta üzerine yayılmış
olan Osmanlı coğrafyasının geçmişinde yatan diğer çeşitli pagan din ve
kültürlere; Osmanlılarm gelişinden çok önce Anadolu coğrafyasından gelip geçmiş
olan Mezopotamya, Antik Yunan ve Roma gibi kültürlerinin çok tamlı dinsel inanç
sistemlerine; ve Musevilik, Zerdüştlük, Hıristiyanlık ve İslamiyet gibi, her
biri sonradan Osmanlı ülkesi olacak bu topraklardan doğmuş olan dört büyük
semavi dine de bakmak durumda kaldık.
Osmanlı
İmparatorluğu’nda batıl inançlar, hurafeler ve büyü konusunu işlerken,
özellikle büyü konusuna ağırlık vermeye özen gösterdik. Büyünün nasıl
üretildiğinden ziyade, özellikle Müslüman Osmanlı toplumunda nasıl tüketilmiş
olduğu da tezimizin odak noktası oldu. Bu nedenle, muskanın içine girmekten de
bilerek ve isteyerek, özellikle uzak durduk. Muskanın veya büyünün toplumda
nasıl algılandığı, bunlara neden ihtiyaç duyulduğu ve nasıl kullanıldıkları,
bizim için içinde ne yazıldığı veya ne bulunduğundan çok daha önemli oldu.
Osmanlı
imparatorluğu’nda “profesyonel” büyücüler, ulema sınıfının dini bilgilerini
kendi kişisel amaçlan için kullanmaktan çekinmeyen ve aslında kötü yola düşmüş
olan bireyleri arasından çıkarken; “amatör” büyücüler ise, ne kim oldukları ve
ne de nereden geldikleri belli olmayan ve bizim tezimiz boyunca pseudo-ruhban
olarak andığımız, hüddâmlı hocalar grubundan oluşmuştur. Başbakanlık Osmanlı
Devlet Arşivleri’nden bulduğumuz vesikalara ancak bir şikâyet sonucu
yakalandıkları zaman konu olmuş olan büyülerin ve büyücülerin peşine düştük.
Arşiv vesikalarının ve ikincil kaynaklardaki kısıtlı bilgilerin bu tür gizli
ilimler (ilm-i nücûm) konusunda yetersiz kaldığı yerlerde, Osmanlı edebiyatı ve
özellikle de dönem romanları yardımımıza koşan verimli bir kaynak işlevi görmüş
oldu.
Not: Tez İngilizce olduğu için bu
kısmı ihtisar ettik. Ek kısım olarak ilave edilmiş belge destekli hikayeyi buraya ekledik.
Osmanlı Toplumunun durumunu tavzih için bir bilgi makamında kullanılabilir.
(Site Editörü)
Hikâye-i Füsûn ile Efsûn
Nimet
Elif Uluğ
Prolog
Günümüzde
modem tarihçilik, artık Annales School’ım 1970’li yıllarda kendisine kapı açmış
olduğu liberal konu seçiminin eşsiz olanakları ile de yetinmez bir hale geldi.
1980Tİ yıllardan itibaren, modem sosyal tarihçiliğin ulaştığı boyutlar, liberal
tarih yazımı tekniklerini de beraberinde getirdi. Artık, kokuların, matemlerin,
aşkların veya daha önce akla hayale gelmeyecek “önemsiz” şeylerin tarihi
yazılabildiği gibi, geleneksel tarih kitaplarında hiçbir zaman kendilerine yer
bulamayacak olan küçük insanların hikâyeleri de onları tarih kitaplarının
başkahramam haline getirmeye başladı. Tarihteki ehemmiyetsiz (negligible) insanların
küçük dünyalarım (micro-cosmos) en înce ayrıntılarıyla birlikte
derinlemesine İncelemeye çalışan modem tarihçiler, onların yaşadıkları dönemin
bütününün anlaşılmasına ve kavranmasına da ışık tutmaya başladılar.
Örneğin,
Robert Damton’un 1985 tarihli The Great Cat Massacre kitabı, beni
derinden etkilemiştir.[5]
1730 yılında Paris’te Saint Severin Sokağı’nda bulunan bir matbaada çalışmakta
olan işçilerin ve çırakların zalim patronlarına ve ağır çalışma koşullarına
karşı içlerinde biriken bütün hınç ve nefretleri bizlere aktaran bu kitap, bu
alandaki öncü çalışmalardan yalnızca bir tanesidir. Belki de sahip oldukları
“yanlış bilinç” sonucunda, bütün sınıfsal hınçlarını patronun karısının sevgili
kedilerinden çıkaran bu küçük insanların bile büyük bir tarihi olabileceği fikrini
bizlere göstermiş olan çok önemli bir çalışmadır.
Natalie
Zemon Davis’in, yayınlandığı 1983 tarihinden itibaren sosyal tarihçiliğe yeni
bir boyut kazandırmış olan The Return of Martin Guerre adlı çalışması,
tarihsel metinler ile edebiyat yazının (creative writing) nasıl bir
araya getirilebileceği konusunda yeni bir çığır açmıştır.[6] Pirene
Dağlan’ndaki bir dağ köyünde savaştan bir türlü dönmeyen kocası Martin
Guerre’nin yerine, günün birinde köyüne dönerek herkese kendisini Martin Guerre
olarak tanıtan Amaud du Tilh’i bile bile evine ve kocalığına kabul etmiş olan
Bertrande de Rols’un hikâyesini bizlere anlatır. Gerçek Martin Guerre günün
birinde evine çıkıp gelince, sahtekâr ikilinin maskeleri düşmüş ve suçlarım
itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Natalie Zemon Davis, ilk bakışta bu kadar
kısa ve önemsizmiş gibi görünen küçük bir hikâyeden hareketle, onaltıncı yüzyıl
Fransa’ sının bütün kırsal ve dinsel hayatının İnceliklerini gözler önüne
sermeyi başarmıştır.
Carlo
Ginzburg’unl980 tarihli The Cheese and the Worms kitabı da keza
onaltıncı yüzyıl İtalya’ sında, halk arasında Menocchio adıyla bilinen ve dağ
başındaki değirmenini siyasi ve dini tartışmaların ve eleştirilerin merkezi
haline getirmiş olan muhalif ve radikal bir değirmencinin gözünden yapılmış
geniş bir okumadır.[7]
Venedik Cumhuriyeti’nin kırsal kesiminde Montereale adındaki bir dağ köyündeki
kendi değirmeni ve bitişiğindeki evinden ibaret küçük evreninde yaşamım
sürdüren Domeneco Scandella’nın, Vatikan ve Katolik Kilisesi aleyhindeki
fikirleri nedeniyle “sapkınlık” (heresy) suçlamasıyla yargılandığı
Engizisyon Mahkemesi’ndeki ifade tutanaklarına dayanmaktadır. Kur’an-ı
Kerim'in İtalyanca çevirisi de dâhil olmak üzere, hayatı boyunca toplam
onbir kitap bulup okumuş olduğu mahkeme kayıtları tarafından belirlenmiş olan
Menocciho’nun kendisini tam iki kez Engizisyon Mahkemesi’ne kadar getirmiş olan
radikal görüşleri, Carlo Ginzburg’un kendisine söyletmiş olduğu ünlü “anlamıyor
musun, engizisyoncular ne bildiklerini bilmemizi istemiyorlar!” (Can ’tyou
understand, the inquisitors don ’t want us to knovv what they know!)
cümlesiyle özetlenmiştir.
Bundan
yıllar önce, BBC’de tarih dizisi olarak 1976 yılında yayınlanmış olan X Claudius'Vl seyretmiş ve dizinin senaryosunun imparatorun kendi
ağzından yazılmış olmasından ve birinci tekil şahıs anlatım tekniğinden çok
etkilenmiştim.[8]
Daha soma, tarih doktora eğitimim sırasında Jack Pulman’ın kaleminden
çıkmış olan bu dizinin senaryosunun, aslmda Robert Graves’in Roma imparatoru
Claudius’un dönemini onun ağzından anlattığı I, Cladius adlı kitabına ve
Cladîus the God adlı 1934 tarihli tarihi roman denemesine dayandırılmış
olduğunu öğrendim.[9]
Modem
historiografinin geldiği son nokta, yani tarihsel bilgi ve belgelere dayalı ve
geleneksel tarih yazım metoduna ve akademik dip notlama yöntemlerine sadık
kalarak, ancak tarihsel bilgilerin kurgu bir hikâye üzerinden anlatımı
denemeleri, bizde henüz pek uygulanmaya başlamadı. Bu konuda akla gelen ilk
önemli
örnek, Leslie Peirce’in, Türkçeye Ahlak Oyunları*2* adıyla
çevrilmiş olan Moral Tales kitabıdır.[10] [11]
Leslie Peirce, 1540-1541 tarihli Antep Kadı Sicilleri’ne dayanarak kaleme
aldığı bu kitabında, mahkeme kayıtlarından faydalanarak ve bu kayıtlarda yer
alan üç kadma ilişkin dava dosyalarından da yola çıkarak, bizlere onaltıncı
yüzyıl Osmanlı Antep’inde toplumsal cinsiyetin nasıl algılandığı, ne şekilde
kurgulandığı ve en önemlisi de topluma nasıl dayatıldığı hakkında ayrıntılı bir
fikir vermeye çalışır. Kitapta anlatılmış olan İne, Haciye Sabah ve Fatma
hanımların öyküleri aslmda kurgusal değildir, gerçek ve yaşanmış olaylara
ilişkin mahkeme kayıtlarına dayanmaktadır. Ancak, Leslie Peirce kısacık mahkeme
kayıtlarında bulduğu sanık ve tanık ifade tutanaklarım o denli geniş
varsayımlarla birlikte bizlere aktarır; kendi deyimiyle “kurgulamaya çalışır”
ve benim kendi görüşüme göre “boşlukları kendi hayal gücüyle doldurmaya gayret
eder” ki, yazarın düşünceleri ve yorumları mahkeme kararlarının tarihsel
gerçekliğinin bile önüne geçmeye başlar.
Bu
noktada bence çok önemli olduğunu düşündüğüm bir saptama yapmadan da
geçemeyeceğim, tarih yazımım bir varsayımlar silsilesinin üzerine kurmak, bir
“domino etkisi” tehlikesini de beraberinde getiriyor. Diğer bir deyişle,
aşağıda yorumsuz olarak özetleyeceğim hikâyelerden her birinde yazarın başlangıçtaki
varsayımlarından herhangi biri çöktüğünde, geride kalan bütün hikâye örgüsü ve
yazarın kendisinin uydurmuş (create) ve kurmuş (constracf) olduğu
bu hikâyeye dayandırmış olduğu yorumlar silsilesi de artık domino taşlan gibi
kaçınılmaz olarak birbiri ardınca yıkılmaya (deconstruction) mahkûm
kalıyor.
“İne’nin
Öyküsü: Sarpa Sarmış Bir Çocuk Evliliği”nde, 1540 yılında Antep’in Hacer
Köyü’nde çocuk yaşta yine kendisi gibi bir çocuk olan Tannvirdi ile
evlendirilmiş olan öksüz köylü kızı îne’nin hazin hikâyesini buluruz. İne, önce
çocuk yaşta evlendirilmiş olduğu kocasının babası Mehmet’in tecavüzüne uğramış
ve bu yüzden kızlığı bozulmuş olduğu için de mahkemeye başvurmuştu. İlk
mahkemede sürecinin sonucunda tarafların banştınlarak eve gönderilmelerinin
ardından, tam dokuz ay sonra tecavüzün devam ettiği gerekçesiyle yeniden
mahkemeye başvuran İne, kocası Tannvirdi’den boşanmıştır.[12]
“Haciye
Sabah’m Öyküsü: Yargılanan Bir Öğretmen”de, 1541 yılında Antep şehrinin
merkezinde, kendi evinde kızlara ve kadınlara din dersleri verdirmek için
İbrahim adında erkek bir hoca tutmuş olan Haciye Sabah hanımın, erkek
komşularının şikâyeti üzerine şehirden kovulmasıyla sonuçlanan olaylar
anlatılır. Haciye Sabah hanım ve İbrahim hoca, mahkeme tutanaklarına geçen
şahit ifadelerinde “Kızılbaş” olarak da damgalanmışlar, ancak mahkeme kararma
göre yalnızca “kadın ve erkekleri uygunsuz şekilde bir araya getirdikleri için”
şehirden koyulmuşlardı.[13]
“Fatma’nın
Öyküsü: Hamile Bir Köylü Kızı’nın Açmazı”nda ise, Antep’in Hiyam köyünde 1541
yılında evli olmadığı halde hamile kalmış olduğu anlaşılan fakir köylü kızı
Fatma’nın, çıkarılmış olduğu mahkemede kendisine Ahmet ve Korkut adlı iki
kişinin ayn ayrı zamanlarda zorla tecavüz etmiş olduklarım söylemesiyle
başlayan yargılama süreci anlatılır. Sorgu sırasında, Fatma kendi rızasıyla
Ahmet ile birlikte olmuş olduğunu kabullenir, ancak Ahmet’in annesinin
kendisini gelin olarak almak istememesi neticesinde, Korkut’a da iftira atmış
olduğunu da itiraf eder ve sonuçta tam seksen değneğe mahkûm edilir.[14]
Kendi
hikâyeme geri döneyim. Tez çalışmalarımın başlangıcında, Osmanlı devlet
arşivlerinde bulmuş olduğum belgelerin büyü ve büyücülük hakkında hep bölük
pörçük bilgiler içermesi, çok farklı zaman dilimlerine yayılmış şekilde
bulunması ve neredeyse hepsinin büyücülerin yakalanmaları üzerine yazılmış
olmasından yakmıyordum. Doktora Bilim Sınavı sözlü sınavımda değerli jüri
üyelerine tezimin konusunu ve büyücülerin gizli dünyasına girmekte çok
zorlandığımı anlatırken, Prof. Dr. Selçuk Esenbel’in bana vermiş olduğu
dahiyane fikir şu olmuştu: “Elif, sen edebiyat bölümü mezunusun. Eh, bunca yıl
edebiyat okuduğuna göre, senin kalemin de vardır. Osmanlı İmparatorluğu’nda
büyüler ve büyücülük hakkında tıpkı The Cheese and the Worms veya The
Return of Martin Guerre gibi bir chapter yazmayı düşünmez misin?”
Fikir,
tek kelimeyle muhteşemdi! Sınav bitince odadan dışarı çıktığımda, artık bu
karanlık konunun üstesinden nasıl gelinebileceği hakkında kafamda çok çarpıcı
ve yaratıcı (creative') bir çözüm ampulü yanmıştı! Tezimin diğer
bölümlerini yazmak için okumalar yapmaya koyulduğumda, İstanbul’un ünlü folklor
araştırmacısı Mehmet Halit Bayrı’nın kitabım karıştırırken, pek çok büyü
terkibinin metnine, hatta muskaların içlerindeki nüshaların çizimlerine de ulaştım.
Mehmet Halit Bayrı, 1972 tarihli İstanbul Folkloru kitabında aktardığı
büyü terkiplerinin kaynağı ile ilgili olarak bizlere şöyle bir hikâye anlata:
“İstanbul
halkım hem çeken hem de korkutan büyünün aslı neydi? Bunu on beş sene kadar
önce tesadüfen tanıdığımız Füsun adında ihtiyar bir kadın vasıtasıyla öğrendik.
Bu kadm, aklımızda kaldığı kadarıyla, Samatya taraflarında oturuyordu. O
zamanlar altmış yaşında görünen Füsun tam manasıyla cahil, fakat kurnazca bir
kadındı. Babası, II. Meşrutiyetin İlanı’ndan önce İstanbul’un en namlı
üfürükçülerinden birisiymiş. Birinci Dünya Savaşı yıllarında kocasının
ölümünden sonra, babasından öğrendiği şekilde okuyuculuk, üfürükçülük,
büyücülük yapar, muska yazar verir, evini o şekilde geçindirilmiş. Füsun, bir
yandan söz arasında ilettiklerimizi anlatırken, bir yandan da babasından kalmış
birkaç yazma kitap gösterdi. Bunlardan ilgimizi çeken birini satm almak
istedik, ihtiyar kadın vermekten çekindi. Bu, büyülerden, tılsımlardan, halk
ilaçlarından bahseden, kötü bir nesihle yazılmış, küçük bir dergiydi. İşte bize
büyüler hakkında fikir veren, büyülerin aslıyla ilgili olarak bizi az çok
aydınlatan ilk eser budur. Bu kitapta değişik ihtiyaçlara yönelik kırk dokuz
büyü vardır. Bu kırk dokuz büyünün dışmda, sonradan tespit edebildiğimiz
büyülerin sayısı da yüzü geçmemekle beraber, İstanbul’da uygulanan R70
büyülerin hepsini bulduğumuzu sanıyoruz...”
Yukarıda bazılarım
andığım çok çeşitli tarih okumalarından öğrenmiş olduğum çok farklı
yaklaşımlarla donanmış olarak, işte ben de tezimin bu en son bölümde bu gizli
büyü defterinin ve onun gizemli sahibinin hikâyesinin peşine düştüm...
I. Yazmış Bulundum Artık Bir Kere...
Ah,
elim kınlaydı da yazmaz, yazamaz olaydım! Ama, yazmış bulundum artık bir
kere...
Benim
asıl adım Füsun, Füsun Arif. 1911 yılında İtalya ile Trablusgarp Savaşı
çıktığında, hayırsız Akif amcamın aklı evvel Jöntürk oğlu Mahir Akif ile zorla
evlendirildiğim zaman, benim resmi adım da Füsun Mahir olmuş oldu. Ama bizim
aşağı mahalleli, sağ olsunlar, beni koçanım adıyla değil, rahmetli babamın
adıyla anmaya devam ettiler hep. Cinci Arif Hikmet Hoca’nm, yani babamın
kızıyım ben, adım da Füsun Arif...
Benim bir de ikiz kız
kardeşim var; adı Efsun, Efsun Arif. Cinci Hoca lâkabıyla anılan eski
Cerrahpaşa Camii imamı Arif Hikmet Efendi’nin ikiz kerimeleriyiz, biz. Bir de
bizim bizlerden yedi yaş büyük bir Veli ağabeyimiz vardı, İnce hastalıktan çok
çekti ve Büyük Harbin sonunda da göçüp gitti, artık Allah ona gani gani rahmet
eylesin. Anamız Meryem, 1894 yılının Kasım aymda biz ikiz kızlarım doğururken,
aşırı kanamadan ölmüş. Başlangıçta annemin ikizlere gebe olduğunu anlamadıkları
için, Efsun ile ikimizi zorla doğurtacağız diye paramparça etmiş zavallı
kadıncağızı zırcahil ebeler... Bizler onu hiç göremedik, ana nedir pek bilemedik.
Kısa boylu, mavi gözlü, bembeyaz tenli, ufak tefek, melek gibi bir kadınmış
benim annem, nurlar içinde yatsın...
Ebeler anamın
karnından bizleri çekip alıncaya kadar çok uğraşmışlar; biz doğar doğmaz da
bizlere hemen birer şaplak basıp, dışarıya babama haber yollamışlar: “bu Meryem
kadm zaten gidici, çok kan kaybetti; çok zayıf doğdular, uzun yaşamaz sizin bu
ikiz kız bebeler. Arif Hoca neredeyse hemen koşup gelsin; kızlarım ilk, karışım
da son kez dünya gözüyle bir görsün!” demişler. Babam bu haberi mahalle
kahvesinde alıp da hemen koşup eve geldiğinde, zavallı annem de zaten artık son
nefesini vermek üzereymiş. Meğer anam ölmeden önce, ebeler “ne de olsa anadır,
kızlarım o da son bir kez görüversin” diyerek, ikimizi birden daha doğru dürüst
yıkayıp kundaklamadan hemen anamın kucağına iliştirivermişler. Her birimiz
anamın birer memesine yapışmış, ilk ve son kez anamızdan süt emmişiz Efsun ile
birlikte... Anacığım da, çaresiz, içini çeke çeke ağlayarak, kan ter içerisinde
kendisinden meme emmeye çalışan bizleri seyre dalmış, ikimizin maviş gözlerinin
içine bakıp gülümsemeye ve “yavrularım, kuzularım” diye kendi kendine
söylenerek, kendi açışım bir an için olsun unutmaya çalışmış herhalde
zavallıcık. Sonrası? Sonrası malum: zavallı anacığım biz ikiz bebeler
memelerinde birer üzüm salkımı gibi sallanırlarken, son nefesini vermiş. Babam
odadan içeriye girip de karşısında bu hazin manzarayı görünce, hemen düşüp
bayılıvermiş. Füsun ile Efsun bebeler ise feryat figan ağlıyorlarmış, anaları
ölünce süt kesildi diye...!
Cinci Arif Hoca’nm
ayılıp bayılması geçip de biraz olsun kendine geldiğinde, şöyle bir manzara ile
karşılaşmış: evin taş sofasının orta yerinde bir kerevet, tahta kerevetin
üzerinde de uzunlamasına yere yatırılmış bir cenaze. Cenazenin üstünde kar gibi
bembeyaz bir çarşaf örtülü, kamının üzerinde de ceset şişmesin diye konulmuş
kocaman bir kasap bıçağı! Evin içi ise ana baba günü gibiymiş, içeride tamdık,
tanımadık bir sürü gözü yaşlı kadm varmış. Artık ağlayanlar mı istersin, içini
çeke tespih çekip dua edenler mi, bir kenara çekilip dedikodu yapanlar mı,
yoksa mutfaktaki kuzinede yemek ısıtanlar veya bizim büyük pirinç mangalda
ortalık yerde helva kavuranlar mı? Yukarı kattaki odalardan da biz bebelerin
cıyak cıyak ağlamaları ta alt kata kadar yankılanıyormuş. Sonradan mahallelinin
bizlere söylediğine göre, dışarıya kendisini zor atmış, zavallı adamcağız...
Annemin
cenaze namazım babam kendi camisinde kendisi kıldırmış, ama Langa
Mezarlığı’ndaki defin töreninden sonra bir türlü evine dönememiş, camiye
sığınmış. Bir hafta kadar caminin içindeki küçük bir çile odasına kapanıp,
yemeden içmeden bile kesilmiş. Eve hiç geri dönmeksizin, bizlerin ölüm
haberlerinin gelmesini beklemiş. “Ölür bu yavrucaklar” denilen bizler de hayata
tutunup bir türlü ölmeyince, çaresiz, sonunda gerisin geri evin yolunu tutmak
zorunda kalmış. Eve döndüğünde, bizleri bu sefer de sütannemiz Müşfika Hatun’un
kucağında neşe içinde süt emerken görünce, babam şaşınp kalmış. Kendi kendisine
“bu maviş kızlarda bir acayip sihirli hal var, öldürmeyen Allah öldürmüyor
işte!” demiş. Birkaç gün sonra, ikimizi birden ilk defa kucağına alıp, bağrına
basmış. Kulaklarımıza önce üçer kez ezan okuduktan sonra, “senin adm Füsun,
senin adın da Efsun” diye okuyup üflemiş ve bizim sihirli bir şekilde hayatta
kalışımıza uygun adlarımızı böylece koymuş.
Sonradan
etraftaki konu komşudan öğrendiğimize göre, annem ölür ölmez babam evden çıkıp
gidince, meğer bizler ortada kalmışız. Ebeler evden ayrılmadan önce, bizlere
süt verip bakacak bir sütnine bulmaya gayret etmişler. Mahalle muhtarının dul
kız kardeşi Saliha da o gece bizim eve gelip yerleşmiş ve biz ikizlerin tüm
bakımım üstlenmiş. Kendisi hiç doğurmamış olduğu için bizlere bakamayacak ve
süt de veremeyecek durumda olduğundan, Küçük Langa’dan Müşfıka Hatun’u bulup
getirtmiş ve onun bizim sütannemiz olmasını sağlamış. Annem bizi doğururken
öldükten sonra, hem Veli ağabeyimize onlar bakmışlar, hem de Efsun ile ikimizi
onlar büyütüp yetiştirmişler, sağ olsunlar. Babam da, belki de bu vefa borcuna
karşılık, annemin ve bizlerin kırkı bile çıkmadan annemin eski mahalle ve
çocukluk arkadaşı Saliha’yı nikâhına almış...
***
Cerrahpaşa’daki,
Kürkçübaşı Külhanı Sokak’ta doğduğumuz ve büyüdüğümüz 9 numaralı ev,[15]
aslmda babama da kendi babasından kalmış. Babam kendisinin ve Akif amcanım da
doğmuş olduğu, Bağdadili ve cumbalı bu küçük ahşap evi, aslmda dedesinin
babamın babası için yaptırmış olduğunu, bizlere hep anlatırdı. Babamın dedesi
Veli Hoca Efendi de, babamın babası Hikmet Hoca Efendi de sırasıyla hep Cerrahpaşa
Medresesi’nin müderrisleri imişler. Babam da Cerrahpaşa Medresesi’nde eğitim
görmüş. Ancak, babasının bütün gayretlerine ve ısrarlı çabalarına rağmen,
gençliğinde çok haşan bir çocukluk yaşadığı ve biraz da haylaz bir talebe
olduğu için, babamın büyüyünce müderris filan olamayacağı çok çabuk anlaşılmış.
Müderris olarak yetiştirilmek istenilen babam, babası Hikmet Hoca Efendi’nin
Yıldız Sarayı’ndaki nüfuzlu eski öğrencileri sayesinde önce müezzin, daha sonra
da imam olarak Cerrahpaşa Camii’ne atanmış.
Ailesinin
tüm fertleri gibi, babamın da bütün ömrü Kasap Ilyas Mahallesi’nde geçmiş.[16]
Bizim ömrümüz de aym mahallede geçti. Babam kendi babasının da dedesinin onun
için yaptırmış olduğu evde yaşadığım, kendisinin de babasının mektebine
gittiğini ve neticede Cerrahpaşa Camii’ne imam olarak atanmasının da yine
babasının sayesinde gerçekleşmiş olduğunu bizlere hep anlatırdı. Bizler de
babamın doğduğu bizim evde doğup büyüdük, onun çocukken oynamış olduğu boş
arsalarda oynadık, onun okuduğu sübyan mektebine gittik, yine onun okuduğu taş
mektebe devam ettik; onun yediği bostandan biçtik, onun içtiği sulardan içtik,
hatta hayat boyu hep onun yürüdüğü yollardan yürüdük...
Zamanla
nesiller sürekli değişse bile, bizim mahalle, eski İstanbul’un yüzyıllar
boyunca ayakta kalmayı başarmış küçük bir numunesi gibidir. Arnavut taşı döşeli
daracık sokaklarda çocuklar yaz kış bağırış çağırış kendilerince oyunlar
oynarlar. Bütün pencereleri tahta kepenklerle sıkı sıkıya kapatılmış ahşap
evler, eskilikten sanki birbirine yaslanmasalar yıkılacaklarmış gibi yolun iki
tarafında sıra sıra dizilmişlerdir. Evlerin sokağa bakan tarafında bulunan
cumbaların kepenkli pencerelerinin ve dantel tül perdelerinin ardından görünen
manzara, tüm hayatlarım bu ahşap evlere kapanmış olarak yaşamakta olan kadınlar
için neredeyse bütün kâinatın tamamı gibidir. Bütün evreni bu küçük mahalleden
ibaret olan kadınlar için, dışarıdan yıkık dökük ve harap görünen bu ahşap
evler, yaşamın merkezi ve dünyanın ta kendisidir. Ön yüzleri sokağa bakan bütün
evlerin arka tarafında, etrafı yüksek duvarlarla çevrilmiş arka bahçeler
bulunmaktadır. Mahalleli kadınların evlerinden özgürce çıkıp dolaşabilecekleri,
çamaşır asabilecekleri, sohbet edip birlikte vakit geçirebilecekleri, en
önemlisi de güneşi özgürce görebilecekleri bu arka bahçeler, renk renk
çiçeklerle ve yemyeşil meyve ağaçlan ve asmalarla bezelidir.
Çoğu
fetihten hemen sonra yapılmış olduklan için artık eskilikten birer harabe
haline dönüşmüş olan, kubbeleri kurşun kaplı ve duvarlan granit taştan yapılmış
camiler; bütün camilerin hemen bitişiğinde, yaz günlerinde iskemleleri sokağa
kadar taşan kahvehaneler; kahvehanelerin etrafım saran sıra sıra dükkânlar;
mahalleye ismini vermiş olan kasap dükkânlan; ve nihayet deniz tarafında yokuş
aşağıya doğru birbiri ardınca dizilmiş rengarenk bostanlar da Kasap îlyas
mahallesinin erkeklerinin minik evrenidir. Kasap îlyas mahallesinin içine
kapanık ve kendisine yeterli (closed and self-sufficienf) bu evreninin
mahremiyetini ihlal eden yegâne kişiler, sabahlan erkenden elinde evrak
çantalanyla koşuşturarak BabIali’deki vazifelerine yetişmeye çalışan
memurlardır. Ancak, sabah ezanından hemen sonra BabIali’ye gidip, ikindi
namazından biraz sonra evlerine geri dönen küçük rütbeli memurlar ve tek tük
üniformalı subaylar aslmda birer istisnadır. Onların dışında, Kasap îlyas
mahallesi sanki kendi içerisine kapalı bir toplummuş gibi yaşar. Zorunlu haller
dışında, ne dışarıdan gelip mahalleye giren, ne de mahalleden çıkıp dışarıya
giden pek olmazdı. Bu nedenle, mahalle aralarında kadm ve çocuklar gündelik
hayatlarım şehrin diğer bölgelerine oranla çok daha serbest olarak yaşarlardı.
Ancak, mahalleli hemen herkes birbirini yakından tanıdığından, dedikodu ve
özellikle ahlaki açıdan mahalle baskısı da hiç eksik olmazdı.
Mahalleli
erkeklerin çoğu şu meslek gruplarına mensuptur. Langa Bostanlan’ndaki
arazilerinde sebze ve meyve yetiştirip dışarıya satan bostancılar; onların
bostanlarında yetiştirilen sebze ve meyveleri İstanbul’un dört bir tarafında
bağırış çağınş pazarlayan seyyar satıcılar; her türlü al sat işleriyle uğraşan
küçük tüccarlar; ve kasaplar, berberler ve bakkallar gibi mahallenin bütün
ihtiyaçlarım yerinde karşılayacak şekilde farklı işlerle uğraşan dükkân
sahipleri. Memurları saymazsak, çoğunluğu esnaflar ve rençperlerden oluşan
mahalle erkeklerinin arasında, üç kişinin yeri çok ayrıdır. Bunların başmda da,
tabii ki, Cerrahpaşa Camii imamı Arif Hikmet Efendi, yani bizim babamız gelir
idi...
Mahallenin
muhtarı Aziz Mahmut Efendi, devletin mahalle bazındaki en küçük memuru olmasına
rağmen, mahallelinin gözünde devletin en yüksek memuru, hatta bazı durumlarda
da devletin ta kendisidir. Arapkir kökenli çok eski bir aileden geldiği için,
mahallenin neredeyse yansından fazlasının Arapkirlilerden oluşmuş olması, onun
dedesinin hatta büyük dedelerinin de hep bu mahallenin muhtarlığım yapmış
olmalarından kaynaklanır. Arapkirliler dışarıdan kız alıp vermeyi pek
sevmedikleri için, mahalledeki Arapkirli ailelerin neredeyse yansından çoğuyla
yakından ya da uzaktan bir akrabalığı mutlaka vardır. Herkes onu dinler ve
sayar, hatta biraz da çekinir ve korkar, çünkü Kasap İlyas mahallesinde iyi
veya kötü ne varsa hep ondan sorulur.
Mahallenin
şeriye mahkemesi reisi Oflu Kadı Mehmet Hoca, bu kendi içine kapalı küçük
evrenin asayişinden değilse bile en azından huzur ve düzeninden sorumludur. Çok
huysuz ve geçimsiz bir ihtiyar olduğu için, onu hiç kimsecikler sevmez, ancak
korkusundan yılmış olan bütün mahalleli onu çok sayar gibi görünür.
Akıl
fikir danışmak icap ettiğinde, mahalleli danışacakları konuya göre bu üç
kişiden birisine giderek onay alırlardı. Örneğin, mahalleden bir genç kıza
görücüye gidilmeden evvel, hem mahalle imamına ve hem de mahallenin muhtarına
başvurup kızın ailesi hakkında bilgi almak âdettendi. Kızın ailesi de kızlarına
görücü gönderen oğlanın asayiş durumunu mahalle muhtarına, ailesinin
mazbut olup olmadığı bilgisini de mahallenin imamına danışmadan harekete
geçmezlerdi. Bütün mahalleyi doğrudan ilgilendiren herhangi bir ortak konu
olduğunda, akşam namazından sonra mahalle kahvesinde sanki bir danışma meclisi
kurulur, konu herkesin huzurunda tartışmaya açılırdı. Mahallenin ileri
gelenleri olarak kabul edilen imam, muhtar ve kadı efendilerin her birisi,
mahallede sırasıyla dini, devleti ve adaleti temsil ederdi. Üçünün birden herhangi
bir konuda aynı fikre varmış olmaları da aslmda pek sık görülmezdi. Bununla
beraber, onların belirli bir noktada uzlaşması, bu fikrin kısa zamanda bütün
mahalleli tarafından benimsenmesi ve mahallenin fikri haline dönüşmesiyle
sonuçlanırdı.
***
Bizim
doğduğumuz ve büyüdüğümüz 9 numaralı ahşap ev Kürkçübaşı Külhanı Sokak’tadır,
demiştim. İsterseniz, hem evimizi, hem de içinde yaşanan mütevazı hayatı biraz
daha ayrıntılı tarif edeyim.. .[17]
Sol
kanadı neredeyse hiçbir zaman açılmayan iki kanatlı büyük sokak kapısının
yüksek eşiğinden atlanarak içeriye girilince, sokağm hizasında kalan küçük
taşlık ayakkabılıktan hemen önünüze gelen iki tahta basamak çıkılarak, beyaz
mermer taşlarıyla döşeli genişçe bir taş sofaya geçilirdi. Sofanın ortasında,
üst kata kıvrılarak çıkan ahşap merdiven tırabzanının hemen sol yanında,
kocaman yeşil bir çini soba kuruluydu. Yaz gelince bu soba asla sökülmez, ama
bütün kış sobanın önünde serili duran halılar ve yer yastıkları toplanır,
kaldırılırdı. Uzun kış akşamlarında ise, zaman zaman kömür, kömür bulunamadığı
zamanlarda da odun ateşiyle hani harıl yanan bu çini soba, sanki bütün evin
merkezi gibiydi. Küçük bir porselen demlikte babamın tarçınlı ıhlamuru sobanın
üzerinde sürekli kaynar, hep hazır dururdu. Bütün gün evde yenmiş olan elma ve
portakal gibi kış meyvelerinin kabuklan akşamlan soba borusunun yukan çıktığı
yere doğru dizilir, evin içinin hoş kokması sağlanırdı. Üstüne bazen kestane
çizilip dizilen, bazen de yazdan kalma mısırlar dizilip közlenen bu büyük
sobanın etrafında bir araya toplanılır, sobanın hararetinden mayışmış kediler
gibi sürekli esneyip gerinerek, hep birlikte hoşça vakit geçirilirdi.
“Hoşça
vakit geçirilirdi” dediğime de aslmda siz pek kanmayın. Çünkü analığımız
Saliha’nm, sobanın küçük cam penceresinin içerisinden görünen alevlere gözünü
dikmiş olarak kendisini dinleyen biz küçüklere anlattığı bütün masallar hep
cinler ve periler, ejderhalar ve canavarlar hakkındaydı. Bizler, onun
anlattıklarım hem korkudan altımıza edecek kadar büyük bir ilgi ve merakla
dinler, hem de bir türlü sonu gelmeyecekmiş gibi görünen bu ürkünç masalın
sonucunda neler olacağım hep birlikte merak ederdik. Korkunç yaratıkların kol
gezdiği masal nihayet bitince, sobanın başından hiçbirimiz kalkıp gitmek veya
yukan kattaki odalarımıza çıkmak istemezdik. Merdivenin öbür tarafında bulunan
kapıdan dışanya çıkıp, bahçedeki helâya yalnız başımıza gitmeye de özellikle
çok çekinirdik.
Öyle
ki, babam yatsı namazından soma camiden eve dönüp de bizim yatma vaktimiz gelip
çatmca, atılan her bir adımda ayn gıcırdayan ahşap merdivenin tahta
basmaklarından yukarıdaki odalara çıkmak bile bize çok zor gelirdi. Yukarı
kattaki serin odamızda bizleri bekleyen nemli yataklarımızda yorgam kafamıza
kadar çekip yalnız başımıza kaldığımızda, korkudan ve soğuktan sabahlara kadar
titreşerek uykuya yenik düşmek, bizim çocukluğumuzun en büyük işkencelerinden
birisiydi.
Korku
içerisinde yatağa yatıp da endişeler içerisinde uyuyakalmak, geceler boyu
kâbuslar görmemizle sonuçlanırdı. Bütün gece sıcak sobanın başında dinlemiş
olduğumuz masaldaki hortlaklar, umacılar ve türlü türlü korkunç diğer
yaratıklar, geceler boyunca rüyalarımızdan çıkıp gitmezler, bizleri bir türlü
rahat bırakmazlardı...
Ahşap
merdivenin altodaki tahtaboş yüklük, bizler küçükken en büyük korkularımızın
başmda gelirdi. Evde ne zaman aşın bir yaramazlık yapsak veya babam odasmda
çalışırken ne vakit biraz fazla gürültü etmiş olsak, Efsun ile ikimiz kendimizi
merdivenin altodaki garip şekilli bu küçük odacığa hapsedilmiş olarak bulurduk.
Tahta kaplamaların arasından sızan gün ışığından başka bir aydınlatması
bulunmayan bu karanlık ve soğuk merdiven altı, aslmda bizim çocuk
bedenlerimizin içine hapsedildiği rutubetli ve loş bir minik zindan gibiydi.
Bütün çocukluk korkularımızın içine hapsedildiğimiz bu karanlık hücremizde tir
tir titreşir, “ne olur çıkar bizi, bir daha yapmayacağız, söz” diyerek bir
yandan Saliha’ya yalvarır, buyandan da babamın camiden eve dönerek cezamızın
bir an önce bitmesini sağlaması için sürekli dua ederdik.
Taş
zeminli sofanın sol tarafında büyük bir mutfak ve mutfağın içinden geçilen iki
küçük oda daha vardır. Sol tarafta kiler olarak kullanılan odacığın yanında yer
alan, ancak biraz da rutubetli olduğu için pek kullanılmayan hücre gibi bu
küçük odacık da evin sandık odası işlevini görür. Evde ayakaltmda kalan veya
artık bir işe yaramayan ne kadar ıvır zıvır eşya varsa, oraya götürülür ve
konulur, bir dahaki bahar temizliğine kadar da bütün kış orada kaderine terk
edilirdi. Annemden kalma eski giysi ve kişisel eşyaların bulunduğu yüklükte
eşinerek annemize dair izler arar, çektiğimiz ana hasretinin dayanılmaz hale
geldiği vakitlerde Efsun ile birlikte bu küçük odacığa kapanır, annemin eski
elbiselerini, eşarplarım, mendillerini ve başörtülerini bulup koklayarak, ona
olan özlemimizin şiddetini biraz olsun dindirmeye çalışırdık. Küçülmüş
giysilerimiz, Eyüp işi tahtadan yapılmış eski oyuncaklarımız, eski okul kitap
ve defterlerimizin de karma karışık bir şekilde yığılmış olduğu bu küçük
odacık, bizler için Efsun ile ikimizin bütün hayatım özetleyen bir müze
gibiydi.
Mutfağın
arka bahçe tarafında bulunan bu iki odacığm kapılarının arasında, kocaman bir
su küpü vardı. Yansından fazlası zemine, hatta içindeki suyu soğuk tutması için
toprağa kadar gömülü bir şekilde duran bu dev küpün ağzı, içine bir şeyler
kaçmasın diye kar gibi bembeyaz bir tülbentle çevrili olarak örtülür ve küpün
üstünü örtmek için tahtadan yapılmış bir kapak da küpün ağzını sıkıca
kapatırdı. Tahta kapağın üstüne de kocaman mermer bir havan her zaman ağırlık
olarak konulmuş olurdu. Küpün kendisi çok büyük ve ağzı da pek geniş olduğu
için, bizler küçükken su küpünün kapağını açmamız ve her zaman yanı başmda
asılı duran uzun tahta saplı bakır maşrapayı küpün içine daldırıp su almamız
kesinlikle yasaktı.
Mutfağın
sokak kapısı tarafındaki duvarına dayalı, dökme demirden yapılmış büyük bir
kuzine vardır. Kuzinenin soba borusu, duvardaki camın içinden geçerek, sokağa
uzatılmış bir şekilde dururdu. Odun ateşiyle yanan bu altı gözlü kuzinede
yemekler pişirilir veya çorba ısıtılır, tahta saplı kocaman bir bakır
çaydanlıkta da çay kaynatılırdı. Her zaman kuzinenin büyük gözünün üzerinde
duran pirinç saplı dev gibi bir bakır ibrikte de, biz çocukları leğende yıkamak
için su kaynatılırdı. Bizler sokakta oynamaya çıktığımız vakit, dönüşümüzde
kirimizi pasımızı arındırmak, yüzümüzü gözümüzü yıkamak için bu dev ibrik hemen
ateşe sürülürdü. Küçük birer çocukken kuzinenin ateşinin hemen yanı başmda,
yerde duran bakır leğenin içinde sırayla güle oynaya yıkanır, ateşin başmda
kurulanır ve kir pas içinde girmiş olduğumuz mutfaktan, yıkanmış paklanmış ve
tertemiz giysiler giymiş olarak yukarıdaki odalarımıza çıkardık.
Kulpları
pirinçten yapılmış kocaman bir bakır kazan da çamaşır yıkanacağı zaman asılı
durduğu duvardan indirilir, mutfak tezgâhının üstündeki tulumbadan su çekilip
iyice doldurulduktan sonra içine çamaşır sodası veya kül eklenirdi. Çamaşırlar
bu büyük bakır kazanda önce iyice bir kaynatılıp ağartıldıktan sonra,
merdivenin sağında bulunan banyoya götürülürdü. Leğenin içinde elde çitilenerek,
sıcak suyla güzelce yıkandıktan ve beyaz mermerden oyularak yapılmış kocaman
kumadan akan soğuk suyla da iyice durulandıktan sonra, çamaşırlar arka
bahçedeki meyve ağaçları araşma gerilmiş tellere asılarak güneşte kurumaya
bırakılırdı.
Taş
sofanın sağ tarafında ise babamın büyük odası bulunuyordu. Bu odanın temizliği
bile, ancak onun evde bulunduğu zamanlarda ve yalnızca onun gözetimi ve
nezareti altoda yapılabilirdi. Büyük ağabeyimiz Veli de dâhil olmak üzere,
evdeki bütün çocukların bu odaya izinsiz girmesi kesinlikle yasaktı. Bizlere
kesinlikle yasaklanmış olmasına rağmen, bu odanın bizim bütün çocukluğumuz
boyunca evin en gizemli ve en ilgi çekici yeri olduğunu söylemem gerekir.
Merakımızı yenemediğimiz birkaç sefer, babam evde yokken Efsun ile birlikte bu
odaya birer bahane ile dalmış, odaya ondan izinsiz olarak girilmiş olduğu
anlaşıldıktan sonra da babamdan büyük birer azar işitmiştik. Bizlerin babamın
odasına ancak bayramda veya seyranda, yalnızca el öpmek vesilesiyle ve sadece
onun izni olduğu süreyle girebilmemiz mümkündü.
Veli
ağabeyim sübyan mektebini bitirdikten sonra, mahalle mektebinde Topal Osman
Hoca tarafından hafız olarak yetiştirilmekteydi. Bu yüzden, babam haftada bir
iki sefer onu odasma yanma çağırır, yeni ezberlemiş olduğu Kur’an-ı Kerim
ayetlerini kendi huzurunda ezberinden tekrarlamasını dinlerdi. Derse başlamadan
önce, babam iyice bir öksürüp genzini temizledikten sonra, o gün çalışılacak
olan sureyi kendisi hafızasından o güzelim sesiyle baştan sona okurdu. Sonra,
Veli ağabeyim aynı sureyi kusursuz bir telaffuzla ve düzgün ahenkle ezberden
söylemeyi başarmcaya kadar, defalarca ona tekrar ettirirdi. Ağabeyimin cılız
sesini sürekli keser ve hemen onun yanlışlarını düzeltir, sonra da “haydi
bakalım, yeni baştan” diyerek, sureyi ona ta en başından tekrar ettirirdi. Biz
kızlar da bu uzun dersler boyunca onları kapıdan dinler, ağabeyimiz odadan
çıktıktan sonra da hemen onun etrafım alarak, odada neler olup bittiğini ve
orada neler görmüş olduğunu bizlere anlatmasını isterdik. Efsun ile ikimiz
mahallenin taş mektebine başladıktan sonra, bizler de çeşitli zamanlarda babam
tarafından onun odasma ders görmeye çağırılmaya başladık. Babamın bizleri
derslerimizden imtihan etmeye çalıştığı ilk zamanlarda, bizler de her fırsatta
maviş gözlerimizi odanın içinde gezdirerek, odanın şeklini ve şemâlini iyice
öğrenmeye gayret eder ve bizlere yasaklı olan bu tuhaf kokulu odanın gizemini
biraz olsun çözmeye çalışırdık.
Gerçi
bizler küçükken, bu oda özellikle Cuma günleri çeşit çeşit adamların, her yaştan
gözü yaşlı kadınların ve türlü türlü hastaların adeta bir ziyaretgâhı gibiydi.
Cuma günleri, Cerrahpaşa Camii’nde Cuma namazım kıldırdıktan sonra babam hemen
eve gelir, her zaman âdeti olduğu üzere sarığım çıkarıp kapının yarımdaki
kavukluğa bırakmadan ve yukarıya çıkıp üstünü değiştirmeden, doğruca odasma
çekilirdi. Cuma öğleden sonraları, bizlerin de üst kattan aşağıya inmemiz
kesinlikle men edilirdi. Babam eve geldikten birkaç dakika sonra kapıda asılı
olan bronz zilin ipinin sürekli çekilerek acı acı çaldığım işitir, eve gelip
gitmekte olan bir sürü yabancıyı üst kattaki odamızın sıkı sıkıya kapalı
kepenklerinin ve dantel tül perdelerinin ardından bakarak izlerdik. Gelenler,
anneliğimiz Saliha tarafından kapıda karşılanır, sofaya buyur edilir, fısıltıyla
hal hatır sorulduktan sonra da, sırayla babamın odasma alınırlardı. Ziyaretçi
kalabalığın ardı arkası kesilmediği ve eve gelip gidenlerin sayısı bir türlü
bitmek tükenmek bilmediği için, babam Cuma günleri genellikle ikindi namazım
kıldırmak için camiye dönemez, bu iş için önceden özel vekâlet vermiş olduğu
Müezzin Abdülkadir Efendi’yi görevlendirirdi. Bazı günler bizim eve gelen giden
misafirler o kadar kalabalık olurdu ki, Saliha akşam ezanına doğru gelenlerin
bazılarım içeriye bile buyur etmeden kapıdan çevirir, hoca efendinin şimdi
meşgul olduğunu söyler ve başka bir vakitte tekrar gelmeleri gerektiğini de
kapının aralığından kendilerine sıkı sıkı tembih ederdi.
Bir
tek, günlerden Cuma olmadığı halde, hafta içi günlerden bazılarında üstü kapalı
şık bir London arabanın bizim sokağm içine yanaştığım ve arabadan tek başına
inen son moda şık giyimli bir Frenk kadının parmaklarının ucunda sekerek hızla
bizim eve doğru seğirttiğini gördüğümüzü hatırlıyorum. Bizim mahallede dolaşan
bir Frenk kokonası görmek pek de alışıldık bir durum olmadığı için, bizlerin
çocuk aklımızda yer etmiş herhalde. Bu lavanta kokulu Levanten kadm ne vakit
bizim eve gelse ve babamla odasmda yalnız başma görüşse, bizim evin taş sofası
birkaç gün boyunca buram buram lavanta esansı kokardı...
Babamın
odasının aslmda pek de öyle gizemli bir yer olmadığım, bizler ancak onun
ölümünden sonra anladık. Şark işi güzel desenli ve çok değerli halılarla
kaplanmış olan bu odada, aslmda eşya namına pek bir şey yoktu. Odanın sokağa
bakan iki camının bulunduğu tarafta, boydan boya yapılmış alçak bir kerevet,
kapıya kadar uzanan “L” şeklindeki bu kerevetin üzerindeki döşeklerin üstünde
de yine çoğu ipekli değerli halılar ve halı yastıklar vardı. Odanın tam
ortasında, halıların üzerinde duran tahta takozların üzerine yerleştirilmiş
Süleymaniye işi dev bir pirinç tepsi yer alıyordu. İşlemeli bu tepsinin
üzerinde de yine Süleymaniye işi, bakır kulplu, aslan ayaklı ve kubbeli kapaklı
kocaman pirinç bir mangal bulunuyordu. Tepesindeki tutacak yeri bakırdan bir
kuş şeklinde yapılmış olan bu oluklu pirinç kubbe kapak kaldırıldığında, ortaya
kocaman bir mangal çıkıveriyordu.
Odanın
sofaya açılan kapısının hemen karşısına gelen duvar, boydan boya Edimekâri bir
gömme dolapla kapıydı. Tavana kadar yükselen bu Edimekâri dolabm açık duran
gözlerinin çoğu cilt cilt yazmalar, basılmış çeşitli dini kitaplar, rulo
halinde kâğıtlar ve çeşitli hat ve kırtasiye malzemeleriyle doluydu. Dolabm
kapaklı gözlerinin içerisindeki raflarda renk renk cam şişeler ve kavanozlar, teneke
kutular, boyalar, mürekkepler ve kâğıtlara sarılmış çok çeşitli nesnelerden
oluşan bazı malzemeler durduğunu, bizler küçükken görmüş olduğumuzu
anımsıyorum. Odanın bahçe tarafına açılan diğer kapısının her iki yanında duran
ve birbirinin eşi olan iki tane buzlu cam kapılı dolabm ise sürekli olarak
kilitli tutulduğunu, bunların ancak Cuma günleri gelen gidenler olduğu zaman
açılmakta olduğunu da hatırlıyorum. Bu kilitli dolapların içerisinde neler
olduğunu, Efsun ile ben hiçbir zaman tam olarak öğrenemedik.
Sofa
tarafındaki kapının solunda kalan köşede ise, kahverengi meşin kaplı, demir
kabaralı ve perçinli, pirinç köşebendi ve dışarısından kösele kayışlar ve ahşap
kirişlerle destekli Avrupa işi büyük bir seyahat sandığı dururdu. Bu koca
sandığın ne olduğunu, neden üç farklı asma kilitle kilitlenmiş bulunduğunu ve
babamın odasmda ne aradığım ise bizler hiçbir vakit öğrenemedik. Zira bu
odadaki bütün kilitlerin anahtarları, babamın hiçbir zaman yanından ayırmadığı
baba yadigârı çift kapaklı gümüş cep saatinin gümüş kösteğine bağlanmış olarak
hep yelek cebinde dururdu. Babam bütün ömrü hayatı boyunca evinin kapısının
anahtarım bir gün bile üstünde taşımamış ve kendi evine alelade yabancı bir
misafir gibi hep kapının zilini çalarak girmişti. Kendi odasmda sürekli kilitli
duran bu ikiz dolapların ve bir veya iki değil de tam üç farklı asma kilitle
sıkıca kilitlenmiş olan bu kocaman seyahat sandığının bütün anahtarlarım neden
hep üzerinde taşıma ihtiyacı hissediyordu acaba?
Odanın
kapısının sağında ise üzerine Kâbe resmi işlenmiş ipek bir duvar halısı
asılıydı. Bembeyaz badanalı duvarların boş kalan yerlerinde yaldızlı ahşap
çerçevelerle çerçevelenmiş, çeşitli hat yazılan asılıydı. Bunların çoğunluğu
Arapça ve Farsça yazılmış oldukları için, Efsun ile ikimiz ders için odaya
geldiğimizde bu yazılan okumaya ve anlamaya çalışır, ama iç içe geçmiş bu zor
yazılan bir türlü söktürmeyi beceremezdik. Sokağa bakan pencerelerin araşma
asılmış iki güzel levhada ne yazdığım ise uzun uğraşlar sonucunda okumayı
başarmıştık. İnce uzun olan yaldızlı yatay çerçevede, ebru zemin üzerine altın
yaldızlı sülüs bir yazı ile “bu da geçer yahû” yazılmıştı ki, bu Efsun’un en
sevdiği yazıydı. Benim en sevdiğim hat ise yine ebru zemin üzerine siyah
mürekkeple çok güzel bir kuş şeklinde yazılmış bir “hiç” yazısıydı. Babamın
odasında bulunan hemen her şeyi zamanla yitirmemize veya kaybetmemize rağmen,
Efsun ile ikimiz çocukluğumuzdan kalma bir özlemle bu iki hattı kendimize
saklamayı ve ömrümüz boyunca gözümüzün önünden hiç ayırmamayı başardık...
Babam odasmda
bulunduğu zamanlar, hep kapının tam karşısında, Edimekâri dolabın önünde yere
serili büyükçe bir minderin üzerindeki koyun postunun üzerinde otururdu. Önünde
sedef kakmalı büyük bir rahlenin üzerinde kendi el yazması bir Mushaf-ı Şerif
açık bulunur, sağında ise kapağı açılınca bir yazı rahlesi şekline giriveren
irice bir hattat sandığı dururdu. Oturduğu yerin arkasındaki Edimekâri dolabın
kulplarından birinde binlik kuka bir zikir tespihi asılıydı. Babamın, hep “eşin
dostun ikramı” dediği türlü türlü tespihleri vardı. Ama cebinde her zaman çok
iri taneli ve mürdüm eriği moru bir sıkma kehribar tespihi taşırdı. Keyifli
olduğu bir gün Saliha’dan gizlice bizlere söylediğine göre, annemin
anneannesinin Kapalıçarşı’daki Bedesten’de onun için yaptırmış olduğu Trabzon
işi kazaz sallamalı bu değerli tespih, bizleri eğer saymazsak, annemin çeyiz
sandığından geriye yadigâr kalmış olan tek şey olduğundan, onun için çok ama
çok kıymetliydi. 1913 kışında bir gece babamı odasmda bağdaş kurup oturduğu
yerde rahlesinin üzerine devrilmiş olarak ölü bulduğumuzda, elinde yine sımsıkı
kavramış olduğu annemin tespihi vardı... ***
Babam,
boylu boslu ve koca göbekli, yani çok uzun boylu ve çok iri yan bir adamdı.
Belki de bizler annem gibi çok ufak tefek çocuklar olduğumuz için, üzerinde
yerlere kadar uzanan siyah cüppesi, kafasında kocaman sanğı ve yüzündeki kıvır
kıvır kaba sakalıyla, babam bizlere sanki çok iri bir devmiş gibi gelirdi.
Babam Cerrahpaşa Camii’nin imamı olduğu için, bütün gündelik hayatını namaz saatlerine
göre yaşardı. Sabah gün doğmadan erkenden kalkıp, sabah namazım kıldırmak üzere
camiye gider, öğlen namazım kıldırmadan da eve geri pek gelmezdi. Öğlen
namazından sonra eve gelip yemeğini yer ve gider, ikindi namazım kıldırdıktan
soma eve geri döner ve genellikle odasma çekilip biraz çalışır veya uyurdu.
Akşam ezanından önce yemeğini evde yemiş olur, akşam namazından sonra da yatsı
namazı vaktine kadar caminin bahçesinde veya caminin bitişiğindeki mahalle
kahvehanesinde vakit geçirirdi. Yatsıdan sonra caminin kapışım kilitleyip
evinin yolunu tutar, onun eve geliş saati de biz çocukların uykuya yatış vakti
olurdu.
Babanım
bizlere çeşitli vesilelerle ve farklı vakitlerde bölük pörçük anlatmış olduğuna
göre, babamın babası Hikmet İrfan Efendi’nin soyu, Safranbolu’daki meşhur Cinci
Han’ın sahibi Cinci Hoca’ya, yani Topkapı Sarayı’nın ünlü müneccimbaşısı
Karabaşzade Hüseyin Efendi’ye kadar dayanmaktadır. Sultan I. İbrahim’in annesi
Kösem Sultan tarafından akli dengesi bozuk oğlunun tedavisi için 1642 yılında
saraya davet edildikten sonra, Cinci Hoca’nm akıl hastası sultam iyileştirmekle
kalmayıp, onu kendisinin etkisi altına almış olduğu da söylenmekteydi. Sultan
Deli İbrahim’i başarıyla tedavi ettikten sonra, Cinci Hoca yalnızca büyük bir
şöhret ve servet sahibi olmakla yetinmemiş, devlet işlerine de karışmaya ve
büyük nüfuz kazanmaya başlamıştı. Halk arasında Cinci Hoca namıyla anılmaya
başlanan saray müneccimbaşısı Karabaşzade Hüseyin Efendi’nin de yakın
çevresindekilere kendi “ilm ü irfan”ını babasma ve dedesine borçlu olduğunu hep
söylediği bilinmektedir. Saliha’nın, ancak babamın ölümünden sonra, onun ailesi
hakkında bizlere anlatmış olduğu bölük pörçük bilgilere ilave olarak
söylediğine göre, zaten bu gizli ilimler babadan oğula aktarılarak sürer gidermiş.
Cinci Hoca öldürülmeden önce bu işlerin sırrım kendi oğullarına da öğretmiş.
Hatta kendisinin müneccimlik ve büyücülük konusundaki bilgilerinin kökeninin ta
Orta Asya’daki şaman dedelerine kadar geri gittiğine inandığım da onlara
söylemiş...
***
Bir
gece sabaha karşı, kapımızın telaşla ve gürültüyle çalınmasıyla, hepimiz
yataklarımızdan geceliklerimizle fırlamıştık. Kapı sanki ev başımıza
yıkılacakmış gibi “güm güm” vuruluyordu. Pencerelerden dışarıya baktığımızda,
evimizin etrafının süngüleri ay ışığında parıldayan zaptiye askerleri
tarafından kuşatılmış olduğunu gördük. Çatıdaki kiremitlerin üzerinde
teklifsizce yürüyen birisinin ayak sesleri duyuluyordu. Arka bahçeden de
çeşitli insan sesleri ve köpek havlamaları yükseliyordu. Babam elinde şamdan “hayırdır
inşallah, kim ola ki bu saatte?” diye söylenerek merdivenlerden inip kapıyı
açtığında karşılaştığımız manzarayı, bütün hayatım boyunca hiç unutamayacağım.
O gece yalnızca evimiz değil, sanki bütün küçük dünyamız da başımıza
yıkılmıştı...
Babamın
“kimdir o” filan demesine aldırmadan, açılan kapıdan içeriye ellerinde
fenerlerle ilk dalanlar, Oflu Kadı Mehmet Efendi ile Muhtar Aziz Mahmut Efendi
ve sonradan Cerrahpaşa Medresesi’nde müderris olduğunu öğrendiğimiz Abdullah
Hoca Efendi oldular.833 Ardından, genç bir zaptiye zabitinin
eşliğinde tüfeklerine süngü takmış beş on kadar zaptiye neferi de koşar adım
içeriye daldılar. Sivil giyimli birkaç memur da onları izledi. Onların ardından
gelen meraklı mahalleli de açık kalan kapıdan içeriye dalıp, bizim taş sofaya
hep birden doluşuverdiler. Zaptiye erlerinden ikisinin babamın kollarına girip
onu gecelikle kıskıvrak yakalayıp dışarıya sürükledikleri sırada, sivil giyimli
memurlar da mahallenin meraklı ahalisini evin dışına çıkarmaya uğraşıyorlardı.
Babam
gecelik entarisinin üzerine cüppesini sırtına geçirip de kapıyı yalınayak
başıkabak açtığında, Saliha da merdivenin üst başındaki sahanlıkta dizlerinin
üzerine çökmüş, bu korkunç manzarayı seyretmekte olan Efsun ile ikimize sıkıca
sarılarak, “eyvahlar olsun, basıldık!” diye ağlamaya başlamıştı. Veli ağabeyim
de neler olduğunu anlamak amacıyla odasından fırlamış, gördüğü manzara
karşısında dehşete kapılarak, hemen düşüp bayılmıştı.
Sonrasında neler
olduğunu ve neler yaşandığım, babam ömrü boyunca bizlerle hiç paylaşmadı bile.
Kendisi bu konuyu bizlere hiç açmadığı gibi, bizleri de bu gibi konular
hakkında asla konuşturmadı. Saliha’nın bizlere sonradan anlattığı kadarıyla
öğrenebildiklerimi sizlere aktarmaya devam edeyim. Zaptiye neferleri evin her
tarafının altım üstüne getirmişler. Mutfaktaki kilerden tutun, bahçedeki su
kuyusunun dibine varıncaya kadar, evin her yerini yeri didik didik aramışlar.
Babamın odasındaki büyük sandık ve ikiz dolaplar açılmış, Edimekâri
dolabının içinde de ne var ne yoksa hepsini çuvallara doldurmuşlar. Hepsini bir
at arabasına yükleyip, babamla birlikte Zaptiye Nezareti’ne götürmüşler...
II. “Başımıza Gelenler...”
O gece başımıza
gelenlerden sonra, daha önce de dediğim gibi, içinde yaşamakta olduğumuz evimiz
ve hatta bütün dünyamız sanki başımıza yıkılmıştı. Hem bizim mahalle içindeki
aile hayatımız, hem de babamın başma gelenlerden sonraki kişisel yaşantısı, bir
gecede toptan ve kökten değişivermiş gibiydi. Evimiz 1903 yılının sonlarında
soğuk bir kış gecesi zaptiyeler tarafından aniden basıldığında, Efsun ile
ikimiz daha henüz yedi sekiz yaşlarında küçük çocuklardık. O gece yaşanan her
şey bizlere bir oyun gibi gelmişti, korkunç bir oyun... Ama henüz onbeşinde
genç bir hafız olan Veli ağabeyimiz, o zamanlar her şeye aklı erecek yaştaydı.
Cerrahpaşa Camii’nin imamı olan babamız Arif Hoca o meşum baskın gecesinde
büyücülük ve üfürükçülük yapmak suçundan tutuklanınca, bütün mahallelinin bizim
sevgili babamıza neden “Cinci Hoca” lakabım takmış olduğunu birdenbire
anlayıvermişti...
Baskından
sonra neler olduğuna ve neler yaşandığına dair anlatacaklamnın çoğunluğu, zaman
içerisinde aklımız ermeye başladığı dönemde Saliha’nm bize aktardıklarından,
babamın ölmeden önce bizlere anlattıklarından ve biraz da sonradan Veli
ağabeyimden öğrendiğimiz bölük pörçük bilgilerden oluşuyor.
Bizim
eve verilen baskından sonra zaptiyeler babamı alıp, Harbiye Nezareti’nin
içerisindeki Bekiraga Bölüğü’ne götürmüşler.[18] Zaptiye
subayı ile iki nefer de bizlere bakacak birileri bulununcaya kadar, evde kalıp
Saliha’nm başmda beklemiş. Sütannemiz Müşfika Hatun çağrılır çağrılmaz hemen
koşup bizim eve geldikten sonra, Saliha’yı da alıp Bekirağa Bölüğü’ne
nakletmişler. Neler olup bittiğini bizlere pek fark ettirmemeye çalışan Müşfika
Hatun, günlerce bizimle birlikte kalmıştı. Sütannemize yeniden kavuştuğumuz ve
Saliha’nm baskısından bir süreliğine kurtulmuş olduğumuz için, Efsun ile
ikimizin çok sevinmiş olduğumuzu hatırlıyorum. Müşfika Hatun, anneliğimiz
Saliha eve dönünceye kadar bir süre bizlere bakmış, her zaman olduğu gibi
bizleri hep hoş tutmuş, yedirmiş içirmiş, yıkamış paklamıştı. “Sonra gidersiniz
ayol mektebe, okul kaçmıyor ya” diyerek, okula da göndermemişti. Dışarısının
çok soğuk olduğu bahanesiyle bizleri sokağa bile salmadığı gibi, evde
oyalayabilmek amacıyla, tıpkı çocukluğumuzda yapmış olduğu üzere, sonu hep
mutlu biten çeşitli hikâyeler anlatarak bizlere evin içerisinde vakit
geçirtmişti. Saliha’nm anlattığı korkunç hikâyelerin tam aksine; onun bizlere
anlattığı bütün hikâyeler her seferinde “gökten üç elma düştü” kısmına
gelindiğinde kötülerin mutlaka kaybettiği, iyilerin de daima kazandığı, sonu
her zaman mutlu biten masallardandı...
Bir
hafta kadar sonra, bir sabah bizim kapının zili -ilk defa olarak- yeniden
çalındı. Saliha ansızın çıkmış, eve geri gelmişti. Kapının önünde, ayakta bile
zor duruyordu. Son bir gayretle, içeriye doğru bir adım atıp, kendisine kapıyı
açmış olan Müşfika Hatun’un üzerine doğru yığıldı. Hali gerçekten perişandı.
Kollan, bacakları, yüzü gözü hep yara bere içerisindeydi. Bir gözü tamamen
mosmor olmuş ve şişlikler yüzünden tamamen kapanmıştı. Fena dövmüşler...
Müşfika
Hatun hemen Saliha’nm koluna girip, onu merdivenlerden sürükleyerek üst kattaki
büyük yatak odasma çıkarmış ve sanki biz öksüzlere baktığı yetmezmiş gibi,
günlerce onun da yara bereleriyle ilgilenmişti. Birkaç gün içerisinde ayaklanan
Saliha ile birlikte birkaç gün daha bizimle kalmış, evin biraz derleyip
toparlaması konusunda ona yardımcı olduktan sonra, nihayet kendi evine geri
dönmüştü.
Saliha
eve geri gelinceye kadar, Müşfika Hatun bizlere gerçek bir anne şefkatiyle
bakmış, ama o meşum geceden sonra kendisini odasma kilitlemiş olan Veli
ağabeyime yalnızca nezaret etmekle yetinmişti. İşte bizim evdeki kızılca
kıyamet de Müşfika Hatun kendi evine döner dönmez kopuverdi. Baskın gecesinden
itibaren o vakte kadar kendisini hep odasma kilitlemiş ve yemeden içmeden bile
kesilmiş olan Veli ağabeyim, Müşfika Hatun evine döndükten hemen sonra
odasından “sen yaktın ulan benim babamı” diye fırlayarak, Saliha’nm üzerine
yürümüştü. Veli ağabeyim bir yandan ağlıyor, bir yandan da sürekli olarak
“hepsi senin yüzünden, senin paragözlüğün yüzünden, lanet olası büyücü kan!”
diye bağırıyordu.
Veli
ağabeyim her zaman sessiz sedasız bir çocuktu. Analığımız olmasına rağmen
hiçbir vakit ona sevgi ve hürmette bir kusur etmemiş olan ağabeyimin bu ani ve
aşın tepkisi üzerine, Saliha çok şaşırmıştı. Önceleri sürekli olarak onu
sakinleştirmeye ve “sus deli çocuk, kızlar duyacak” diyerek, ağabeyimizi zapt
etmeye çalışmıştı. Ancak bir süre sonra o da çok sinirlenip iyice çileden çıkınca,
artık lafım hiç esirgemedi: “Sen ne hakla bana ‘büyücü’ diyorsun be, asıl senin
bütün sülalen büyücü! Anladın mı küçük bey, sen Safranbolu’İn meşhur Cinci
Hoca’nın torunusun... Senin soyun sopun, deden, baban, hatta bütün sülalen,
hepsi birer büyücü!” diye bağırdığım anımsıyorum. Veli ağabeyim bu acı sözler
üzerine bir an için şaşırıp, ne yapacağım bilemez bir halde kalıvermişti.
Yumruk yemiş gibi, bir an ayaklarının üzerinde sendeledi, yıkılacakmış gibi
oldu. Kendisini biraz toparlayınca, yüzünü gözünü elinin tersiyle silmeye
çalışarak, kapıya doğru yöneldi. Kapıyı vurup evden çıkmadan önce, “büyücü kan,
sen mahvettin zavallı babacığımı, paragöz kan...” diyerek, yeniden Saliha’mn
üzerine yürümeye çalıştı. Bizler ağlayarak Saliha’ya sanlmca, bağırıp çağırmaktan
vazgeçti; kapıyı hırsla çarpıp, evden çıktı gitti...
Veli
ağabeyim o günün gecesi, yatsı ezanından epeyce soma eve döndü. Saliha bizlere
pek belli etmemeye çalışıyordu, ama aslmda o da endişe içerisinde ağabeyimizin
eve geri dönmesini bekliyordu. Kapı çalımncaya kadar, sobanın başmda Saliha’ya
sanlmış olarak hep onun dönüşünü beklemiştik. Saliha koşup kapıyı açtığmda,
Veli ağabeyim içeriye girerken bir an sendeledi ve dişlerinin arasından “sen
haklıymışsın Saliha... Ne olur beni affet...” kelimeleri dökülüverdi.
Saliha
bu işin aslım da bizlere yıllar soma, ancak biz büyüdükten soma anlatmıştı.
Veli ağabeyim Saliha’mn bu ağır ithamları karşısında şaşkına dönünce, kendisini
sokağa atmış. Bir süre sokaklarda amaçsız ve başıboş yürümüş. Babamın imamlığım
yaptığı Cerrahpaşa Camii’ne ikindi namazım kılmak üzere girmek istemiş; caminin
avlusunda abdest alırken caminin cemaatini oluşturan ihtiyarlar, “var evine git
oğlum, senin artık burada işin yok” deyip, onu nazikçe camiden kovalamışlar.
Kendisini hafız olarak yetiştirmiş olan Topal Osman Hoca’ya gidip derdini
anlatmak istemiş, ancak her zaman onu hoş tutan adam bu sefer ağabeyimize
kapıyı bile açmamış. Veli ağabeyim ısrarla kapıyı çalmaya devam edince, karısı
kapının aralığından kafasını dışarıya uzatıp “hoca efendi ‘kapımdan çekilip
gitsin, benim artık onlarla hiçbir işim olmaz’ diyor” deyip, kapıyı suratına
kapatıvermiş. Ne yapacağım bilmez bir halde mahalle kahvesinin önünden
geçerken, kahvede oturanlar hep bir ağızdan “Cinci Arif Hoca’nın cinci oğlu Veli,
yine nerelere gidiyor acaba?” diyerek, kendi aralarında arsızca şakalaşıp,
arkasından hep birlikte gülüşüp eğlenmişler.
Sonuçta,
Veli ağabeyim de bu işin aslım astarını öğrenmek amacıyla benim hayırsız amcam
Akif Efendi’ye gitmiş. Amcam babamla ilgili bildiği bütün gerçekleri ona bir
bir anlatınca, yeniden düşüp bayılmış. Ayıltmcaya kadar da akla karayı
seçmişler. Akif amcam onu biraz sakinleştirdikten soma bizim eve kadar
getirmiş, zili çaldıktan soma Veli ağabeyimi kapıda yalnız başına bırakıp, hemen
savuşmuş...
Veli
ağabeyim ölünceye kadar bir daha bizim evden dışarıya adımım bile atmadı.
Neşeli ve ağırbaşlı bir genç olan Veli ağabeyim gitmiş, sanki onun yerine
sürekli arpacı kumrusu gibi düşünen, sık sık içini çeken, ikide birde düşüp
bayılan, yaşlı başlı bir adam gelivermişti. O geceden soma, Saliha’yı ve babamı
asla affetmedi ve onlarla bir daha ömrü boyunca hiç konuşmadı. Bizlerle zorunlu
olarak konuşmak durumunda kaldığında, dişlerinin arasından kısık sesle çıkan
“evet” ve “hayır” kelimelerinden başka, ölünceye kadar pek bir şey de
söylemedi. Kendisini odasma kapattı, yemeğini bile hep kendi odasmda ve tek
başına yedi. Kendi odasını bir derviş çilehanesine çevirmiş, artık tüm vaktini
sürekli yalnız başma ibadet ederek geçirmeye başlamıştı. Yüksek sesle Kur’an-ı
Kerim okumaya ve hafız olabilmek için yıllarca ezberlemiş olduğu bütün Kur’an-ı
Kerim surelerinihafızasmdan sırasıyla sürekli tekrarlayarak, ezberinden sayısız
hatimler indirmeye girişti. Kim bilir, belki de en azından büyük güçlüklere katlanarak
kazanmış olduğu “hafız” sıfatım korumaya çalışıyordu. Ama çilesi bir türlü
dolmak bilmedi. Odasma kadar getirdiğimiz gazeteleri okumak dışında, dış dünya
ile olan bütün ilişkisini zaman içerisinde koparıp attı. Hayata küsmüştü...
Biz
çocuklar, yani Füsun ile Efsun, ailemizde olağandışı günler yaşanmakta
olduğunun tabii ki farkına varmıştık. Ancak, küçük birer çocuk olduğumuz için
bizler henüz bir şeyin pek farkında değildik: sevgili babamız, Cinci Arif Hoca,
aslında bir büyücüydü! Bu acı gerçekle okula yeniden başladığımız ilk gün
yüzleşmiş, daha kapıdan çıkar çıkmaz sokakta hemen alaylara ve sataşmalara
maruz kalmıştık. Taş Mektep’teki bizden büyük kızlardan bazdan daha biz kapıdan
girer girmez Efsun ile ikimizin saçma yapışmışlar, bizleri öldüresiye pataklamışlardı.
Yüzümüze “Cinci Arifin kızlan,” “büyücünün piçleri” diye bağırmışlar, her
yanımızı çimdiklemişler veya tırmalamışlar, yüzümüzü tokatlamışlar, gözümüzü
morartmışlardı. Bereket versin ki muallimler çabuk yetişip bizleri o zalimlerin
elinden kurtarmayı başarmışlar, yüzümüzü gözümüzü yıkadıktan sonra bizleri eve
geri göndermişlerdi.
Saliha
ürkekçe kapıyı aralayıp da bizleri karşısında perişan halde gördüğünde, tıpkı
babamı götürdükleri gece olduğu gibi, bembeyaz taş kesilmişti. Sene sonu gelip
de okullar yazm tatil edilinceye kadar, bizi bir daha okula göndermeye de
kalkışmadı. Ancak, henüz küçük yaşta olduğumuz için bizleri evde zapt etmesi de
giderek zorlaşıyordu. Yara berelerimiz biraz olsun düzelmeye başlayınca, Efsun
ile ikimiz ürkerek de olsa yeniden sokağa çıkmaya başlamıştık. Veli ağabeyimiz
gibi, eve kapanıp kalmak istemiyorduk. Önceleri mahalledeki hiç kimse bırakın
bizimle birlikte oynamayı, bizlerle konuşmak bile istemiyordu. Sokakta oynayan
bütün çocuklar “Cinci Arifin kızları, sizin cinleriniz nerede?” diyerek,
bizimle hep alay ediyorlardı. Çocukluk böyle tuhaf bir şey işte! Tüm
saldırılara göğüs gerdik, yapılan tüm eziyetlere dayandık, edilen tüm alaylara
da katlandık. Zamanla biz de onlar da mahalle arasındaki bu garip duruma alışmaya
başlaymca, bizim “Cinci Arifin kızları” sıfatımız da unutulmaya yüz tuttu
gitti...
Böyle
şeyler hiç unutulur mu, sanki? Asla unutulmaz, tabii ki...
***
Sonradan
öğrendiğimize göre, babam baskın gecesi önce Bekirağa Bölüğü’ne götürülmüş.
Günlerce zindanda aç ve susuz bekletildikten sonra, sorgu için odaya
alındığında, daha sonra başma gelecek her şeyden sanki önceden haberdarmış
gibi, büyü yaptığım ve muska yazdığım önce tamamen inkâr etmiş, sonuçta da
“suçunu” itiraf etmek zorunda kalmış. Yine de, sorgu memurları zavallı babamı
sorgu sırasında çok hırpalamışlar. Dayak yemiş ve işkence görmüş. Sorgu
sırasında, hep aynı sorularla karşı karşıya kalmış: “Madam Margarif i nereden
tanıyorsun? Sana onun için büyü yapma emrini kim verdi?” Babam “Madam Margarit de
kim?” diye cevap verdikçe veya “ben böyle birini tanımıyorum” diye direttikçe,
dayağm ve işkencenin de dozu giderek artmış. Birkaç gün direndikten sonra da
babam nihayet çözülmüş... Kendisini sorguya çeken kişilerden birinin bizim eve
bizzat baskına gelenlerden birisi olduğunu hatırlamış ve birdenbire onun kim
olduğunu tanıyıvermiş: Sultan II. Abdülhamid’in Arnavut asıllı baş jurnalcisi,
Serhafiye Fehim Paşa!
Serhafiye
Fehim Paşa ve onun Fransız Yahudisi genç eşi Madam Margarit Fehim Paşa’yı o
vakitler meğer bütün İstanbul tanır, bilirmiş.. .[19] Serhafiye
Fehim Paşa, aslına bakarsanız paşa maşa filan da değilmiş. Yıldız Sarayı’nda
Arnavut bir tüfekçi olarak görevliyken, verdiği jurnaller sayesinde sultanın
nezdinde büyük rağbet kazanmaya başlamış. Beyoğlu’ndan başlayarak bütün
İstanbul halkım korkudan titreten jurnalleri ile tanınan ünlü bir hafiye imiş.
Saraya verdiği jurnallerin çoğunluğunun doğru çıkması neticesinde büyük şöhret
kazanmış, Yıldız Sarayı’nın baş hafiyeliği makamına kadar hızla yükselmiş.
Beyoğlu’nu da haraca kesmeye başlamış. İstanbul’un en ünlü kabadayıları bile
ondan çekinirler, hatta yolda yürürken kazara onun karşısına çıkmış olmaktan
bile korkarlarmış. Beyoğlu’nda düşüp kalkmadığı ucuz kadın kalmamış. Sonuçta
tiyatro oynamak için İstanbul’a turneye gelmiş olan ucuz bir Fransız tiyatro
kumpanyasının kadrosunda oyuncu olarak bulunan Margarit isimli genç bir kıza
görür görmez abayı yakmış, hatta onu nikâhına bile almış. Bizim eve her
geldiğinde, bütün evin lavanta kokusuna bürünmesini sağlayan lavanta kokulu
Levanten kokona, meğer işte bu Madam Margarit Fehim Paşa değil miymiş?
Saliha’nın
anlattıklarına göre, sorgu sırasında babama ve ona hep aynı sorulan sormuş
Serhafiye Fehim Paşa: “Madam Margarit’i nereden tanıyorsun? Sana onun için büyü
yapma emrini kim verdi? Sana yaptırmış olduğu büyüleri ve muskaları ne amaçla
hazırladın?” Sonuçta babam Madam Margarit Fehim Paşa’nm kocasını kendisine
bağlamak amacıyla ona çeşitli büyüler yaptırmış, muskalar yazdırmış olduğunu
itiraf etmiş. Zaten babamın yakayı ele vermesi, meğer Serhafiye Fehim Paşa’nm
ceketinin astarının altına Madam Margarit tarafından gizlice dikilmiş bir
muskayı tesadüfen bulmasının neticesinde gerçekleşmiş. Muskayı bulan Serhafiye
Fehim Paşa’nm hemen Yıldız Sarayı’na giderek, Sultan II. Abdülhamid’e kendisine
bir büyü yaptırılmış olduğuna dair bir jurnal vermesinden sonra,[20]
olaylar da çorap söküğü gibi gelişmiş ve sonuçta işler bizim evin basılmasına
kadar gelmiş.
Serhafiye
Fehim Paşa ceketinde bulmuş olduğu muskayı önce karısına gösterip, onu bir
güzel sorgudan geçirmiş. Kadın durumu inkâr edince, üzerine yürüyüp dayak
zoruyla durumu bir güzel itiraf ettirmiş, ona her şeyi bir güzel anlattırmış.
Madam Margarit, Fehim Paşa’yı kendisine bağlamak amacıyla babama yaptırmış
olduğu bütün büyüleri ve yazdırdığı bütün muskaları birer birer sayıp dökmüş.
Babanım bu konulardaki büyük şöhretini Yıldız Sarayı’nda yaşayan bir
haremağasından duymuş ve öğrenmiş olduğunu, babamla ilk görüşmeye de yine o
haremağasıyla birlikte gitmiş olduğunu söylemiş. Bütün bunların hepsini de
kocasını çok sevdiği ve onun aşkmı asla kaybetmemek için yapmış olduğunu
ağlayarak
Madam Margarit Fehim
Paşa, kocası Serhafîye Fehim Paşa tarafından hemen affedilmiş! Yıldız Sarayı’nm
haremağası da sorgudan geçirildikten sonra paçayı kurtarmayı başarmış. Ama
zavallı babacığım öyle mi ya? Babam Bekirağa Bölüğü’ndeki uzun sorgu süresinden
sonra, Sultanahmet Cezaevi’ne nakledilmiş, bütün yargılama süresi boyunca da
orada bir hücrede tutulmuş. Bekirağa Bölüğü’nden serbest bırakılmadan önce,
Saliha birkaç dakika kadar babamla konuşabilmiş. Mahkeme süresi boyunca
Sultanahmet Cezaevi’nde tutulan babama bir iki kez ziyaretçi giderek, onunla
biraz olsun görüşebilmiş. Babam çıkarıldığı mahkemede yalnızca suçunu itiraf
etmekle kalmamış, mahkeme heyetinin ve Sultan II. Abdülhamid’in özel emriyle
davayı bizzat yakından takip eden Serhafiye Fehim Paşa’nın huzurunda, bir daha
büyü yapmaya veya muska yazmaya da tövbe etmiş. Yargılamanm sonucunda, üç yıl
süreyle Sinop Cezaevi’ne kalebent olarak gönderilmesine[21] [22]
ve ardından da “ıslah-ı nefs” etmesi için Bursa’ya sürülmesine[23]
karar verilmiş...
Malum
baskın gecesinden sonra, bizler babamı uzun yıllar hiç göremedik. Sanki bizleri
doğururken ölmüş olan annemizi hiç görüp bilemediğimiz yetmezmiş gibi, üstüne
üstlük artık babasız da kalmıştık. Öksüzlüğümüzün üstüne, bir de zoraki
yetindiğin ağırlığı eklenmişti. Ama insanoğlu tuhaf bir mahlûk, her şeye
zamanla alışıp, değişime hemen uyum sağlayıveriyor. Bir kez zorda kalmaya
görsün, insan her türlü musibete göğüs germeye ve her çeşit güçlüğe katlanmayı
başarıyor. Ne olursa olsun, hayat devam ediyor. Özellikle de, etraflarında olup
biten hiçbir şeyden haberi olmayan masum çocuklar için...
Babamın
Sinop cezaevinde geçirdiği günler, haftalar, aylar, hatta yıllar nasıl geçti,
bizler hiç bilemiyorduk. İki üç ayda bir, bizlere birkaç sayfalık kısa bir
mektup yazar yollardı. Mahpuslara gelen giden bütün mektuplar bu işle görevli
sansür memurları tarafından açılarak okunduğu için, babamın mektupları hemen
hemen hep birbirinin aynıydı. Soranlara selam eder, sağlığının iyi olduğunu
bizlere bildirir, bizlerin sağlığını ve derslerimizin durumunu sorar, ailesini
ve İstanbul’u ne kadar çok özlemiş olduğunu defalarca söylerdi. Evimize mektup
geldiği gün eğer bizler henüz okuldaysak, Saliha evde asla sabredemez ve bizi
karşılamak için okulun çıkışında beklerdi. Bizler okuldan çıkar çıkmaz, Efsun
ile ikimizin elinden tutar ve hızlı adımlarla bizleri sürüklercesine, doğruca
eve götürürdü. Kendisinin hiç okuma yazması olmadığı için, bizler eve gelinceye
kadar mektubu açıp okuması zaten imkânsızdı. Veli ağabeyime de okutamayacağına
göre...
Mektubun
zarfım kimin yırtıp açacağı, babamın mektubunu kimin yüksek sesle herkese
okuyacağı ve özellikle de babama gönderilecek olan cevap mektubunu kimin
yazacağı, Efsun ile aramızda büyük bir rekabet konusu haline dönüşmüştü.
Birbirimizin elinden zarfı kapmaya yanşır, hemen her şeyde olduğu gibi bu
konuda da birbirimizle hep didişirdik. Sonuçta, Saliha bu soruna da ilginç bir
çözüm bulmuştu. Babamdan seyrek de olsa gelmiş olan mektup zarflarım sırayla
üst üste koyup, yeşil bir kurdele ile bağlıyordu. Babamdan gelmiş olan her
mektup zarfının üzerine o mektubu okumuş olanımızın ismini yazdırmaya
başladığından, mektup demetinin en üstünde kalan son zarfta adı yazan, bir
sonraki mektubu okuma hakkım da böylelikle kaybetmiş oluyordu. Buna karşılık,
Saliha’nm bizlere söylediklerini kelime kelime kâğıda aktararak, babama cevap
olarak gönderilecek olan mektubu yazmak da onun görevi haline gelmiş oluyordu.
Babam
da bizlerin ona muntazam bir sırayla, dönüşümlü olarak kendi çocuk el
yazılarımızla yazmış olduğumuz berbat imlâlı mektupların hepsini tarih sırasına
göre numaralayıp özenle saklamış. Babamın ölümünden sonra, odasındaki Edimekâri
dolabm bir gözünde duran el oyması tahta bir kutunun içinden çıkmıştı bizim ona
yazmış olduğumuz eski mektuplar. Bu mektupları bulup okuduğumuzda, Efsun ile
ikimiz artık birer yetişkindik. Hem kargacık burgacık el yazılarımızın okunamaz
durumda olmasından, hem de gerçekten berbat haldeki imlâ hatalarımızdan dolayı
çok utanmıştık...
Aradan
bir iki yıllık bir süre geçtikten sonra, babanım düzgün el yazısıyla yazılmış
mektuplarının arası açılmaya, posta memurunun artık seyrek getirdiği mektup
zarflarından çıkan sayfaların sayısı da giderek azalmaya başladı. Sinop’tan
aldığımız son mektubu Efsun okuduğu için, babama cevap yazma sırası da bende
olacaktı. Ama babam mektubunda “bundan sonraki mektubumu Sinop’tan ayrıldıktan
sonra sürgüne gönderileceğim Bursa’dan yazacağım, sizler de artık o mektupta
vereceğim adrese mektup gönderirsiniz” demişti. Bursa’dan gelen ilk mektubu
kimin okuyacağı konusunda Efsun ile yine kapıştığımızı hatırlıyorum. Çünkü hem
babamdan gelen mektubu okuma sırası bendeydi, hem de geçen seferki mektubuna
cevap yazılamamış olduğu için mektubu yazma sırası da yine bana geçmişti. En
azından, ben böyle düşünüyordum...
***
Babam
Sinop’taki hapishanede tam üç yıl yatıp cezasını tamamladıktan sonra, mahkemede
artık tövbekâr olduğunu söylemiş ve yemin vermiş olmasına rağmen, “ıslâh-ı
nefs” etmesi için “Hüdâvendigâr Vilayeti’nde zorunlu ikâmete gönderilmiş,”[24]
yani açıkçası Bursa’ya sürülmüştü. 1906 yılının kışında, Yeşil Cami’nin
karşısındaki ara sokakta bulunan, iki katlı ahşap bir evin geniş iç avlusunun
karşı tarafındaki ahırın hemen bitişiğinde bulunan küçük müştemilatına kiracı
olarak yerleşmişti.[25]
Babama bu tek göz odalı küçük evi bulan Yeşil Cami’nin imamı Hasip Ahmed
Efendi, babamın Cerrahpaşa Medresesi’nden sınıf arkadaşıymış. Bir zamanlar bu
medresenin ünlü müderrislerinden birisi olan dedem Hikmet Veli Hoca Efendi’nin
de eski bir öğrencisiymiş. Hasip Efendi Bursa’ya sürgün edilmiş olan babama
kucak açmış, bununla da yetinmeyerek sürgünde bulunan eski arkadaşım Yeşil
Cami’nin yeni vefat etmiş olan müezzinin yerine işe alarak, babama ve
dolayısıyla bizlere de namuslu bir geçim kapısı açmayı da başarmıştı.
Babamı
ilk kez 1906 yazında yeniden görebildik. Her yaz okullar kapandıktan sonra,
Saliha bizleri yanma alır, Bursa’ya babama götürürdü. Veli ağabeyim evde yalnız
kalır, bizimle birlikte babamı ziyarete gelmezdi, tabii ki... Mudanya’ya kadar
yelkenli bir ahşap tekneyle yapılan uzun deniz seyahati, daha önce bizim
mahallenin dışma hiç çıkmamış olan bizler için sanki büyük bir eğlence gibiydi.
Mudanya’dan Bursa’ya kadar engebeli toprak yol üzerinde neredeyse tam bir gün
süren zahmetli kağnı yolculuğu ise tam bir işkenceydi. Ama yıllar sonra
babamızı yeniden görebilmek için her türlü güçlüğe katlanmaya razıydık.
Babamı
ilk gördüğümüzde, onun çok değişmiş olduğunu hemen ilk bakışta anlamıştık.
Saçları ve sakallan beyazlaşmış, benzi solmuş, üstelik çok da zayıflamıştı.
Üzüntüden elleri ve özellikle de sesi sürekli titremeye başlamıştı. Hayatı
boyunca imam olarak çalışmış olduğu için, babam zaten hep dindar bir adam
olarak yaşamıştı. Bursa’da ise dünyadan elini eteğini iyice çekmiş ve kendisini
tamamen ibadete vermiş gibiydi. Anlaşılan aldığı ağır ceza onu yalnızca bedenen
değil, ruhen de terbiye etmişti. Günlerini mütevazı tek göz odasmda, yalnızca
kitap okumak ve ibadet etmekle geçirmeye başlamıştı. Bizlerle konuştuğu
zamanlar, iki cümlesinden biri Allah’a, diğeri de gıyabmda hep “velinimetim”
diyerek andığı Hasip Efendi’ye şükretmekle sonuçlanıyordu. Babam mahkeme
heyetinin huzurunda vermiş olduğu tövbeye bütün ömrü boyunca sadık kaldı,
ömrünün kalan kısmım mütevazı ve çileli bir hayat sürerek tevekkül içinde
geçirmeye büyük gayret gösterdi.
Babam
üç yıl kadar Bursa Çekirge’de “namuslu” bir hayat sürmüştü. 1908 yılının yazmda
Hürriyet ilan edildiğinde, bizler de yine onunla birlikte kalıyorduk. Hürriyet
ilan edilmişti edilmesine, ama Jöntürk’lerin ülkenin yönetimine gelmiş olmasına
rağmen Sultan II. Abdülhamid -artık her nasıl olduysa- tahtta kalmaya devam
ediyordu. Babanım İstanbul’dan gelen gazetelerde çıkmış olan yazılan nasıl
takip ettiğini ve özellikle de genel af ilanına ilişkin haberleri nasıl su içer
gibi yüksek sesle defalarca okuduğunu unutmak, asla mümkün değil...
Kaderin
cilvesine bakın ki, İstanbul’da Hürriyet’in ilan edilmesinden birkaç gün sonra
Sultan II. Abdülhamid’in gözde kafiyelerinden Serhafiye Fehim Paşa Beyoğlu’nda
yaka paça yakalanıp, yavuklusu Madam Margaret ile birlilcte palas pandıras
Bursa’ya sürülmüştü.[26]
Meşrutiyet’i ilan eden Jöntürkler ülkedeki bütün siyasi mahkûmlar ve sürgünler
için genel bir af çıkarmadan hemen önce, babam ile kendisini sürdürmüş olan
Fehim Paşa da Bursa’da kısa bir süreliğine birlikte sürgünlük günleri yaşamış
oldular. Babam İstanbul’a dönmeden önce Ulu Cami’nin bahçesinde, Koza Han’m alt
katındaki kahvehanenin bahçesinde ve kendisinin müezzinlik yaptığı Yeşil
Cami’de Fehim Paşa ile defalarca karşılaşmış olduğunu bizlere defalarca
anlatmıştı. Adam, tabii, sefih hayatı boyunca o kadar çok kişinin canım yakmış
olmalı ki, babamı hiç tanımamış bile...
Serhafiye
Fehim Paşa’nm canım yakan da, kendi yavuklusu Fransız kokonası oldu. “Madam
Margarit Fehim Paşa” olarak nam salmış olan Madam Margarit, Bursa’nm kasvetli
havasına ve sürgündeki esaret hay atma daha fazla dayanamamış olsa gerek. Bir
süre sonra gizlice Mudanya’ya geçip, bulduğu ilk Avrupa bandıralı vapura
atlamış ve soluğu Fransa’da almıştı. Babam bu haberi gazetede okuduğunda,
katıla katıla gülmüştü. Belki de o baskın gecesinden sonra ilk defa gözlerinden
yaşlar gelircesine gülerek, gazetedeki bu haberi bizlere tekrar tekrar okuduğunda,
hepimiz yatımdaydık. “Madam Margarit Fehim Paşa,” uğruna kurşunlar döktürdüğü,
babama muskalar yazdırdığı ve büyüler yaptırdığı sevgili kocası Fehim Paşa’yı
sonuçta yüzüstü bırakıp, ülkesine kaçıvermişti. Serhafiye Fehim Paşa’nm lavanta
kokulu Levanten eşi Madam Margarit, tıpkı babam gibi Bursa’ya sürgüne
gönderilmiş olan kocasını kaderine terk etmiş, bulabildiği ilk vapurla
memleketine çekip gitmişti...
***
Meşrutiyet’in
ilanının hemen ardından, ülkenin her tarafında genel af ilan edilmiş olduğu duyurulmuştu.
Hapisteki ve sürgündeki Jöntürkler gibi siyasi suçlularla birlikte bütün adi
suçlu mahkûmlar da salıverilince, babam da bizlerle birlikte İstanbul’a geri
dönmüştü. Ancak babam İstanbul’a döndükten hemen sonra, bizim evde birden bire
büyük bir para sıkıntısı baş göstermişti. Babam İstanbul’a döndükten sonra
aylarca uğraşmasına rağmen, bir türlü iş bulmayı başaramadı. Bütün kapılar
yüzüne kapanmış gibiydi. Sonradan Saliha’dan öğrendiğime göre, babam hapse
girdiğinde bile beş parasız kalmış değildik. Yatak odasındaki büyük pirinç
karyolanın ayaklarının içine babamın kara günlerde kullanılmak üzere önceden
saklamış olduğu beşibiryerde altınlar sayesinde, Saliha evi geçindirebilmeye
devam etmişti. Babamın büyücülükten kazanmış ve herkesten gizlemiş olduğu altın
paralar ile, Saliha babam geri dönünceye kadar bizlere bakıp büyütmeyi
başarmıştı.
Ancak
hazıra, tabii ki, dağ dayanmaz! Babam döndükten kısa bir süre sonra, bizim evde
ne kadar değerli eşya varsa hepsi birer birer satılmaya başlandı. Bu arada, Saliha
da babamı yeniden üfürükçülük ve büyücülük işlerine geri dönmeye zorlamaya
başlamıştı. Sık sık babamın odasmda bu konuda yüksek sesle kavga ettiklerini
duyuyorduk. Saliha memlekete artık Hürriyet geldiğini, Sultan II. Abdülhamid’in
bile tahtından olduğunu, isterse yeniden kolayca para kazanabileceğini babama
her fırsatta yineleyip duruyordu.[27]
Ama babamın kavga ettikleri zamanlarda onun yüzüne yüksek sesle hep haykırdığı
üzere, “Cinci Arif Hoca” onun için artık ölmüştü. Babamın kendi deyimiyle,
ondan geriye kalan “Arif Hikmet Efendi” ise, sözünün eriydi. Tövbe etmiş olduğu
için, “bir daha bu işlere geri dönmemeye yeminli” idi... Babam bir yandan iş
bulamamanın getirdiği maddi sorunlar, diğer yandan da yüzü kızarmadan kimseyle
konuşamamanın ve başım yere eğmeden sokakta dolaşamamanın verdiği ruhsal
sıkıntıyla, artık iyice bunalmaya başlamıştı.
İşte
tam da o zor günlerde, babam Cerrahpaşa Medresesi’nde dedemin yerine müderris
olmuş bir başka sınıf arkadaşıyla tesadüfen sokakta karşılaşmıştı. Dedem Hikmet
Veli Hoca Efendi’nin de eski bir talebesi olan Kastamonulu Mustafa Ali Hoca’nın
sağladığı küçük yardımlarla yetinmeye ve kıt kanaat geçinmeye mecbur kalmıştık.
Kastamonulu Mustafa Ali Hoca, uzun uğraşlardan sonra babama Küçük Langa
Caddesi’nin üzerinde, Langa Bostanları’nın bitişiğinde metruk bir halde bulunan
Cellât Abdullah Camii’nin bekçilik görevini ayarlamayı başarmıştı. Cellât
Abdullah Camii, artık tam bir harabeye dönmüş olduğu için cemaati filan da
yoktu. Babamın asli görevi ise bu yıkık binayı beklemek, yani maaşlı
bekçiliğini yapmaktı.
Ama
babam asla yılmadı, harabe halindeki bu camiyi kendi elleriyle temizledi. Yıkık
duvarların arasında, her nasılsa sağlam kalmış olan kubbeli bir revak altım da
ibadete hazır bir hale getirmeyi başardı. Eskiden olduğu gibi, her sabah
erkenden kalkıp, doğru dürüst bir cemaati bile bulunmayan bu camiye namaza
gitmeye başladı. Çevredeki diğer camilere yürüyemeyecek kadar yaşlanmış birkaç
ihtiyar komşu ile birlikte, iki duvarı yerle bir olmuş ve kalan kısmı da yan
yıkılmış halde bulunan bu camide onlarla birlikte namaz kılmaya, hatta onlara
namaz kıldırmaya da başladı. Halk arasında “büyü hak, büyü yapan kâfirdir,”
derler. Babanım fahri imamlığım kabul etmiş olan bu ihtiyarlar, mahalleli
mutaassıpların “siz bu kâfiri kendinize imam mı bellediniz?” yollu
sataşmalarına da maruz kalmışlardı. Babam kendisini savunan bilge bir ihtiyarın
“tövbe etmiş bir adama dil uzatmak, sizlere de bizlere düşmez” diyerek,
mahalleliyi yatıştırmış olduğunu Saliha’ya üzüntü içinde anlatmış...
Bu
arada Efsun ile ikimiz de büyümüş ve serpilmiştik. Veli ağabeyim hayattan
kopmuş olduğu için babam ondan umudunu tamamen yitirmişti. Kız çocukları
olduğumuz halde her ikimizi de okutup birer meslek sahibi yapabilmek için,
elinden gelen her şeyi yapmaya çalışmıştı. Bizlere her vesileyle sürekli “ben
ölüp gitmeden bari sizler birer altın bilezik sahibi olun” deyip duruyordu.
Eski sınıf arkadaşlarım araya koyarak, Efsun’u Çapa’da bulunan “Çapa înâs
Darülmuallematı” adlı kız öğretmen okuluna, beni de Kadırga’daki “Kâbile
Mektebi”ne, yani ebelik okuluna kaydettirmeyi başarmıştı. Efsun çokbilmiş
olduğu için, öğretmen olmayı seçmiş; ben ise ileride annemin durumundaki
kadınlara belki bir faydam dokunur umuduyla, ebe olmaya karar vermiştim...
Babamın
eline geçen küçük bekçi maaşı ailece geçinmemize bir türlü yetişmediği için,
kışın ortasında odunsuz kömürsüz kaldığımız günler de oluyordu. Bazen resmen aç
kaldığımız günler ve geceler de yaşadık. Konu komşunun yardımlarına muhtaç hale
düştüğümüz günler bile oldu. Ama bütün bu yaşamsal güçlüklere ve ekonomik
zorluklara rağmen, babamın da özel teşvik ve gayretleriyle, 1912 yılının yazmda
her ikimiz de okullarımızı bitirmeyi başarmış ve birer şahadetname almaya da
hak kazanmıştık.
Efsun
ile okullarımızı bitirdiğimiz ve eve diplomalarımızı aldığımız günü de asla
unutamayacağım... Artık birimiz öğretmen, diğerimiz de ebe olmuştuk. Meslek
sahibi birer genç kız olarak eve döndüğümüz günün gecesinde, babam ikimizi
birlikte kendi odasma çağırdı. Bizleri hemen evlendirmeye karar vermiş
olduğunu, hatta her ikimiz için de söz kesilmiş olduğunu bir solukta yüzümüze
söyleyiverdi. Çok şaşırmıştık... Efsun ile birbirimize bakıştık, gözlerimizden
yaşlar süzülmeye başlayıvermişti. Damat adaylarının kimler olduğunu
öğrendiğimizde, şaşkınlığımız bir anda kızgınlığa, gözyaşlanmız da birdenbire
isyana dönüşüverdi. Babam beni kendi hayırsız kardeşi Akif amcamın delifişek
Jöntürk oğlu Mahir ile; Efsun’u ise Bursa’da evinde kaldığı eski sınıf arkadaşı
Hasip Efendi’nin Bursa’daki Ulu Cami’nin karşısında bulunan Koza Han’da ipek
ticaretiyle uğraşan sofu meşrep küçük kardeşi Hüseyin Ahmed Ağa ile
evlendirmeye karar vermişti. Günlerce ağladık, sızladık, ama hiç fayda etmedi.
Kendisinin Cinci Hoca şöhretinden dolayı bizleri başka hiç kimsenin nikâhına
almayacağım düşünen babam, kararım vermişti artık bir kere...
Aradan
aylar geçtikçe, babamın bizleri neden alelacele evlendirmek zorunda kalmış
olduğunu daha iyi anlamaya başlamıştık. Hastaydı...! Büyük ağabeyimiz Veli,
babasının başma gelen baskından sonra zaten konuşmaz bir hale gelmişti.
Babasının Cinci Hoca çıkmış olması onu derinden sarsmış, bunalıma sokmuştu.
Bizler yazlan Bursa’da babamın yalımdayken kendisine pek de iyi bakamadığı,
babam aftan sonra İstanbul’a döndükten sonra da parasızlıktan doğru dürüst
beslenemediği için, önceleri müzmin bronşit zannedilen ciğer hastalığı giderek
ilerlemişti. 1911 yılının sonunda iyiden iyiye yatağa düştüğünde öksürürken kan
tükürmeye de başlaymca, Veli ağabeyimin hastalığının sanıldığı gibi bronşit
değil, verem olduğu anlaşılmış, Harb-ı Umumi bitmeden önce de ölmüştü. Başımıza
gelenlerden dolayı kendisine kırıldığı için hayata küsmüş olan biricik oğlunun
üzüntüsünden înce hastalığa tutulmuş olması, babamı da kahretmişti.
Çaresizlikten, bizlerin geleceği için en münasip adaylar olduklarım düşündüğü
kocalarımızla bir an evvel baş göz edilmemizi istemişti.
Babamın bizleri
kocaya vermek konusunda bu denli aceleci olmasının asıl nedeni olan kendi
hastalığım ise, bizler ancak evlendikten hemen sonra anladık. 1912 sonbaharında
Balkan Harbi’nin yeni başladığı günlerde, kendisinden ve etrafta oturan birkaç
ihtiyardan başka kimselerin pek uğramadığı Cellât Abdullah Camii’ni babam
Balkanlar’dan kaçıp İstanbul’a sığman Müslüman Türk mültecilerin kullanımına
açmıştı. Sokaklarda kalan zavallı göçmenlerin dertlerine biraz olsun derman
olmaya çalışmıştı. Bir sabah erkenden harabe halindeki eski camisine sığınmış
olan mültecilere sabah namazım kıldırmaya giderken, babam yolda fenalaşıp
düşmüş. Hiç âdeti olmadığı halde öğle namazına da gelmeyince, merak edip onu
aramaya çıkan Balkanlı muhacirler Langa Bostanı taraflarında babamı düştüğü
yerde saatler sonra bulduğunda, durum nihayet aydınlanmıştı. Eve çağrılan
doktorun muayenesi sonucunda, babamın sağ tarafından kısmı felç (nüzul)
geçirmiş ve artık yatalak kalmış olduğu anlaşılmıştı...[28]
III. Babamın Gizli Hazine Sandığı
1912
yazında mektepten mezun olup öğretmen olduktan hemen sonra, Efsun Bursa’daki ev
sahiplerimizin kardeşi olan Hüseyin Ahmed Ağa ile evlenip Bursa’ya gelin
gitmişti. Bursa’da Ulu Cami’nin karşısındaki Koza Han’daki dükkânında ipek
ticareti ile uğraşan Hüseyin Ahmed Ağa gayet sofu mizaçlı, muhafazakâr, dindar
bir adamdı. Eskiden Cerrahpaşa Camii imamıyken İstanbul’da Cinci Hoca adıyla
şöhret bulmuş olmasma rağmen, Bursa’da Yeşil Cami’de görev yapmış babam gibi
bir müezzinin kızını nikâhı altına almış olmak onun için çok önemliydi. Hüseyin
Ahmed Ağa karım kadar da zengindi, Efsun’u maddi açıdan hep rahat ettirmeye
çalıştı. Ama ikisinin bir türlü çocukları olmadı. Hüseyin Ahmed Ağa
ancak daha sonra Efsun’un üzerine getirdiği kumadan iki çocuk sahibi olabildi.
Ben
ise Akif amcanım oğlu Mahir ile zoraki bir evlilik yapmak durumunda kalmıştım.
Mahir, Trablusgarp Savaşı’ndan döndüğünde bizim eve içgüveysi olarak ,girmişti.
Katıldığı bitmek tükenmek bilmez savaşlardan arta kalan kısa sürelerde, Mahir
de evde bizimle birlikte yaşıyordu. Dışarıya ve özellikle de Efsun’a belli
etmemeye çalışıyordum, ama bizimkisi aslmda çok mutsuz bir evlilikti. Mahir
kamımdan sıpayı, sırtımdan da sopayı hiç eksik etmedi. Yine de Mahir’in
öğretmen olması bizim için bulunmaz bir nimet gibiydi. Çünkü onun düzenli
ödenen öğretmen maaşı, imdadımıza yetişmişti. Veli’nin înce hastalığa
yakalanmasının ardından, babamın da geçirdiği felç yüzünden eve kapanmak
zorunda kalmış olması, bizleri ekonomik açıdan çok daha zor bir durumda
bnakmıştı. Zira, bizim evde iki yatalak hasta vardı, bir de kayıp koca...
Efsun ile ikimizin
mutsuz evliliklerimiz konusunda Saliha bir keresinde bize aynen şöyle demişti:
“Kızım, koca denilen şey cindir cin! Bazı kızlan görür, yemek ister. Hem de
parça parça parçalayıp öyle yemek ister. Gelin kızın babasma: ‘Ya kızım bana
verirsin, yahut seni veya kızım parçalayıp yerim’ der. Babası dahi kendisini
cine yedirmemek için kızım feda eder. İşte kızım bu suretle cinin pençesine
teslim vermesine ‘kızım kocaya vermek’ tabir olunur.”[29] ***
Dediğim
gibi, Mahir ile Trablusgarp Savaşı’ndan döndüğü günlerde, yani 1912 yazmda
evlenmiştik. Mahir, amcası Cinci Arif Hoca’mn evine içgüveyi olarak girmişti,
ama başlangıçta çok mutlu bir çift gibi görünüyorduk. 1913’te kızımız Meryem
Mahir, 1915’te de oğlumuz Arif Mahir dünyaya gelmişti. Ama Mahir oğlunu hiç
göremedi... 1913 sonbaharında Balkan Savaşı başladığında, Mahir hemen orduya
gönüllü yazılmış, Çorlu Bozgunu’ndan sonra sığındığı Edirne’de de mahsur
kalmıştı. Edime Muhasarası’nda bacağından yaralanmış olduğu için, Edime Bulgar
ordusunun eline düştüğünde Hilâl-i Ahmer Hastahanesi’nin bütün personeli ve
yaralı hastalarıyla birlikte Mahir de esir düşmüştü. Bulgarlar Türk esirlerin
hemen hepsini Sofya’ya nakletmişlerdi. Bize orada tutsak olduğuna dair bir esir
mektubu gelince, Mahir’in sağ olduğu anlaşılmıştı, ikinci Balkan Harbi patlak
verince, bu sefer Yunan ordusuyla savaşa tutuşmuş olan Bulgarlar, Edirne’nin
İstirdadı’ndan hemen sonra diğer bütün Türk esirlerle birlikte Mahir’i de
Varna’dan bir vapura koyarak İstanbul’a geri göndermişlerdi.
Ama
Mahir Varna’daki sürgünlük günlerinde artık tanınmayacak kadar çok değişmişti.
İstanbul’a dönüşünde kocamda içki ve kadm düşkünlüğü baş göstermişti. Aslında
Mahir idadi mektebi okumuş iyi bir mahalle mektebi muallimiydi. Başlangıçta kıt
gelirine rağmen evine gayet düşkün bir adamdı...
Gümrükte
çalışan sınıf arkadaşları vasıtasıyla Avrupa’dan evrâk-ı muzırra getirterek,
gençliğinde Jön Türk hareketine gönül vermişti. Bir vakitler Beyoğlu’na sıkça
çıktığı, içki sofralarına çok düşkün olduğu, İttihatçılar ile düşüp kalktığı,
hatta Madam Arganuş’un evinde çalışan Marika adlı bir kadınla dost hayatı
yaşadığı yolunda dedikodular kulağımıza kadar gelmişti. Mahir hep İttihatçılara
özenmiş, Balkan Savaşı’nda benden gizlice gönüllü htiyat zabiti olarak orduya
yazılmış, Edime Muhasarası sırasında Bulgarlar’a esir düşünce de kendisini
Sofya’daki bir esir kampında buluvermişti.
Harb-i
Umumi çıkıncaya kadar, bütün Beyoğlu âlemleri Mahir’den sorulur olmuştu. İçki,
kadm ve kumar, onun vazgeçilmez tutkuları haline dönüşmüştü. 1914 sonbaharında
Birinci Dünya Savaşı patlak verdiği zaman yedek subay sıfatıyla yeniden savaşa
gittiğinde, gelecek sekiz aym bütün öğretmen maaşlarım zaten senet karşılığında
kumar borçlarına karşılık olarak vermişti. Dedemizden kalmış olan Langa’daki
bostanı da kumar masasında yiyip bitirmiş, üstelik Veli’nin imzasını taklit
ederek bizlerin payım da kumarda yemişti. Kumar borçlarından dolayı bizim eve
alacaklılar üşüşmüş, evde ne var ne yoksa silip süpürmüşlerdi.
Savaş
başlayınca, bu sefer de Çanakkale Cephesi’ne gönderilmişti. Çanakkale’de kara
savaşı başladığında Anzak cephesinde olduğunu ögrenebilmiştik, bir daha da
kendisinden haber alınamadı. Mahir’in şehit olduğu bir türlü kesinleşmediği
için, Muinsiz Aile Maaşı da alamadık. Orduda olduğu için, öğretmen maaşı da
tamamen kesilmişti. Mahir’den aldığım asker eşi maaşı ise savaş yıllan boyunca
yalnızca elli kuruştan ibaretti. Bu kısıtlı para ile savaşın ilk günlerinde
ayda iki yüz somun ekmek alabiliyor iken, savaşm son yıllarında ancak iki ekmek
satm alabilmekteydik.
***
Babamın
ani ölümünden kısa bir süre soma, Cerrahpaşa Camii’nde imamlık yaptığı yıllarda
onun müezzinliği görevini üstlenmiş ve babamın yakalanıp önce Sinop’a mahpus
soma da Bursa’ya sürgün olarak gönderilmesinden soma onun yerine caminin imamı
olarak atanmış olan Abdülkadir Hoca Efendi, bir gün çıkıp bizim eve geldi.
Babamın hapse düşmesinin ardından onun mahalledeki Cinci Hoca vazifelerini de
kendisinin üstlenmiş olduğunu önceden duymuştuk. Mahallede efsane gibi
anlatıldığına göre, “elinden tespih, ağzından dua düşmezdi. Halkın büyük bir
kayıtsızlıkla ‘Çiçek’ ismini verdiği Frengi’ye nefes eder, tütsü yapardı.
Zelzele gibi, kolera ve savaş gibi felaketleri önceden haber vermek, kışın
şiddetini yazdan, yazm kurağım kıştan anlamak gibi ermişlik halleri onu
yalnızca mahallede değil, şehirde bile sözü geçen bir mevkie çıkarmıştı.
İstanbul zelzelesini aynı gün, aym saate dendiğine göre, sanki anlamış,
kahvedeki minderli, pöstekili özel köşesinde yan uykulu yan kendinden geçmiş
sessiz dururken.. .”[30]
birdenbire yerinden fırlayıp, depremin olacağım yarım saat önceden herkese
haber vermiş, nefesi kuvvetli bir hüddamlı hoca olarak nam yapmıştı.
Saliha
ile ikimiz Abdülkadir Hoca Efendi’yi babamın eski odasma buyur edip, kahve
ikram ettik. Babamın dedelerinden kalma bir büyü defterinin olduğunu bildiğini
ve o defteri bulmamızı çok istediğini söyledi. Eğer defteri bulup ona
getirirsek, bize çok para vereceğini de ekledi. Saliha ile ikimiz, birbirimize
bakakalmıştık... Böyle bir defterin varlığından haberimiz bile yoktu. Babam
tövbesine sadık kaldığından olacak, ölmeden önce böyle bir defterin ne
varlığından bahsetmiş ve ne de yerini bizlere söylemişti.
Dediğim
gibi, babanım sürgüne gidişinden sonra, mahallenin büyücülük işlerine
Abdülkadir Hoca Efendi’nin soyunmuş olduğunu bizler de daha önceden de
duymuştuk. Örnek olarak tespihi sıkıp suyunu çıkarması, yumurtanın üstünü yazıp
akım ya da sarısını yok etmesi gibi şeyler, halk arasında çok meşhurdu. Bütün
bunları hep babamdan öğrenmiş olmalıydı. Çünkü babamız Arif Hoca keyfi yerinde
olduğu geceler, bizleri soba başında eğlendirmek için yapardı bu gibi şeyleri.
Bunların nasıl yaptığım da bizlere öğretmişti aslmda. Tespihi sıkıp su
çıkarmanın yolu, önceden ıslatılıp hazırlanmış küçük bir sünger parçasını
kimseler görmeden parmaklanmn araşma saklayıp, zamanı gelince biraz
sıkıştırmaktan ibaretti. Yumurtanın akım veya sarısını yok etmenin yolu ise
İnce bir enjektör iğnesi ile açılmış bir delikten yumurtanın istenilen kısmım
çekip, sonra da bu küçült deliği biraz alçı ile kapatıp yok etmekten geçiyordu.
Defter
işinin aslım öğrenmek için, Saliha ile birlikte Abdülkadir Hoca Efendi’nin
evini ziyaret etmiştik. “Orta halli, büyükçe bir evin bahçe üstünde, genişçe
bir odası... Mefruşat eski tertiptir. Odanın sağ ve solunda geniş erkân
minderleri vardır. Bu minderlerin üzerlerinde mavi birer post serilidir.
Cephedeki duvarın önünde de sağlı sollu iki yer minderi ve bu minderlerin
üstüne de birer kırmızı post serilmiştir. Üzerleri kırmızı postla örtülü ot
minderlerinin önünde birer rahle ve bu rahlelerin üzerinde içlerinde renkli
mumlar yanan birer şamdan, şamdanların dibinde yeşil kaplı açık bir kocaman
kitap... Cepheye gelen duvarda birer metre boyunda iri taneli, büyük eski
tespih, birer derviş teberi, birkaç levha asılıdır. Levhaların kimi yazılı,
kimi resimlidir. Resimli levhalar da şöyledir: Küreklerinde eshab-ı kehfîn
adlan yazılı olan kayıkla elinde yılandan bir kamçı olduğu halde pala bıyıklı
bir aslanın üstüne binmiş bir denizkızı... Odanın bir kenarında üzerinde birkaç
ibrik kaynayan bir mangal... Mangalın yanındaki bir yer iskemlesinin üstünde
birkaç buhurdan, gül suyu kabı... Sol ve sağ tarafında içeri öd ağacı, amber,
zencefil, karanfil, havlıcan, tarçın filan gibi bir sürü Mısır Çarşısı baharatı
ile dolu raflar, hücreler... Bu itibarla bu oda eski bir kökçü dükkânım
andırmaktadır. Bir kenarda bir darbuka, bir zilli maşa, bir yelpaze, bir kamış
düdük... Rafların birinde ve göze görünecek yerde taştan, tahtadan yahut sahici
ölü bir baykuş... Raflar ve hücrelerdeki rengârenk baharat ve ilaç şişeleri ile
kutulan, altındaki üçayaklı sehpası olan ve üstü renkli kâğıtlarla gelin askısı
gibi süslenmiş bulunan ve etrafında kandiller yahut fenerler yanan bir tabla.”[31]
Biz,
“aradık taradık, ama defteri evde bir türlü bulamadık” deyince, Abdülkadir Hoca
Efendi şöyle bir düşünüp, sakalım sıvazladı. Sonra, “Arif Hoca bizlere hep
Hazreti Muhammed’in kendisine yaptınlmış olan büyüyü bir vahadaki su kuyusunun
dibinde hurma yapraklarına sarılmış olarak buldurduğunun hikâyesini anlatırdı,
sizin arka bahçedeki hurma ağacının altodaki kuyunun dibine de baktınız mı?”
diye sordu. Bakmamıştık tabii ki...
Hemen
eve koştuk. Safiha pirinç karyolanın ayağından kalmış olan son bir beşibiryerde
çıkarıp, kuyunun suyunu boşalttırdı, kuyunun dibine adam indirilerek kuyunun
dibini de arattırdı. Ama sonuç, nafile! Kuyunun dibinden Efsun’un çocukluk
terliklerinden birinin teki, Veli ağabeyimin tahta atı, oyuncakları ve saire
çıktı, ama ya defter; yok, yok, yok...
Elimizde
kalan son parayı da böylece harcadıktan sonra, Safiha ile kafa kafaya verip
düşünmeye başladık. Su kuyusundan çıkmadı, ama defter buralarda bir yerlerde
olmalı diye düşündük. “Üstelik suyla alakalı bir yerlerde...” diye düşünerek,
önce banyoya baktık, sonra da mutfağa doğru yöneldik. Kuzinenin altı, tezgâhın
üstü derken, Safiha birden bire yıldırım çarpmış gibi bağırdı: “Su küpünün
içinde!” Hemen su küpünün içindeki suyu da boşalttık, yine nafile! Fakat, daha
önce boşalan küpü su ile doldururlarken Saliha’nın gözüne defalarca çarpmış
olan bir ayrıntı, suyunu tamamen boşalttığımız küpün dibinde birikmiş olan
tortuların arasından bize doğru bakmaktaydı...
Su küpünün içine gaz
lambasını sarkıtıp İncelediğimizde, küpün içini kaplayan şeffaf sırın hemen
altoda siyah ve yeşil mürekkeple çok detaylı olarak çizilmiş bir hurma ağacı
figürü gördük. Küpün etrafım kazıp, yarı beline kadar toprağa gömülmüş olduğu
yerden dışarıya çıkarmaya çalıştık. Yine yok! Küpü dışarıya çıkardıktan sonra
toprağı eşmeye başladık ve sonunda kürek sert bir cisme takılarak tok bir ses
çıkardı, kendimi tutamayıp bağırdım: “işte burada!” Babamın gizli hazine
sandığım bulmuştuk...! Kazmaya devam ettik, sonunda teneke kaplı, demir
kabaralı küçük bir ahşap sandık, muşambalara sarılmış olarak ortaya çıkmıştı.
Sandığın kilidini kırıp kapağım açmayı başardığımızda, içinden çıkanlar bizi
hayrete düşürmüştü: İmam Cafer’in gizli ilimler kitabı da dâhil olmak üzere
birkaç elyazması kitap, çeşitli büyü malzemeleri ve saire... Sandığın dibinden,
kapağı su geçirmeyecek şekilde balmumu ile iyice kaplanarak sıkıca mühürlenmiş,
büyükçe bir cam kavanoz da çıkmıştı. Balmumunu ateşin üzerine tutarak eritip,
kavanozun kapağım açmayı başardığımızda, içinden kırmızı meşin kapakla
ciltlenmiş bir okul defteri rulo haline getirilmiş olarak çıkmıştı. Defterin
ilk sahifesinde ise güzel bir sülüs yazıyla yazılmış şöyle bir ibare
okunmaktaydı: “Fâideli Bilgiler...”
IV. Yazdıkça da Yazıyor İnsan...
işte
babama babasından, babasma da dedesinden kalmış olan ata yadigârı büyü defteri
nihayet böylece elimize geçmişti... Ben hep defteri Abdülkadir Hoca Efendi’ye
satarız, parasızlıktan da kurtulmuş oluruz diye düşünüyordum. Ama Saliha, Veli
ağabeyimin de hep demiş olduğu gibi paragöz olduğu için, onun başka bir planı
vardı: Babamın defterini kullanarak beni büyü yapmaya ikna etmek...
Defteri
bulduktan sonra, günlerce tartışmıştık. Deftere göre büyü yapılacaksa, kim
yazacak diye aramızda konuşmaya bile başlamıştık. Saliha sonunda beni bu işe
ikna etmeye çalışırken, aramızda şöyle bir konuşma geçmişti:
“Ayol,
ben zırcahil bir kadınım. Elif görsem, mertek sanırım. Bütün mahalleli de bunun
böyle olduğunu gayet iyi bilir. Bana inanmazlar, ama sen maruf Cinci Arif
Hoca’mn kızısın. Bu gizli işler ata yadigârıdır, babadan oğula, anadan kıza
geçer. Veli’den bu işte bize bir hayır yok, ama sen her ne yaparsan, sana hemen
inanırlar.”
“Sahi
inanırlar mı ki?”
“Sizlere
mahallede hâlâ ‘Cinci Arifin kızları’ demiyorlar mı? Hâlâ ardınızdan
‘cinleriniz nerede’ deyip, sizleri yoklamıyorlar mı?”
“Bilmem,
unuttular bile babamı...”
“Görünüşte
unutmuş gibi davranıyor olabilirler, ama mahalle arasında yaşanan böyle şeyler
asla unutulmaz, kızım!”
“Bilmem
ki...”
“Ben
önce sana derdi aslmda büyüyle müyüyle değil, şöyle aklı başında birinin
vereceği bir iki telkinle bile kolayca düzelebilecek, derdi kolay bir müşteri
bulayım. Sen de babanın defterindeki terkiplere göre yazarsın ona bir muska.
Bir de helva kavurur, ‘cinleri çağırıp sana büyülü helva yaptık, git bunu
kocana yedir,
hemen
senin köpeğin olsun’ dersin.[32]
Sonra da bir görelim bakalım... Bak bakalım, bizim bütün mahalleli babanın bu
konulardaki haklı şöhretini çoktan unutmuş mu, yoksa hiç unutamamış mı...!”
***
Kâbile
mektebinde okumuş olduğum için, önceleri bizim mahallede ebelik yapmaya
çalışmıştım. Ama savaşlar birbiri ardına gelince mahalledeki kadınlar gebe
kalmadığı gibi, gebe kalmış olanlar da bebelerinden kurtulmaya çalışıyorlardı.
Düşük yapmak isteyenlere yardım etmeye başlamış, ıskat-ı cenin işleriyle de
uğraşmıştım. Savaş nedeniyle hamilelikler de bıçak gibi kesilince ve ben de ebe
olarak aç kalınca, önce kürtaj yapmıştım, şimdi de büyü...
***
Saliha
beni bu büyü işlerine sokmak için çok uğraştı. Ben mahallelinin benim yapacağım
büyüye inanmayacağım, artık böyle hurafelere filan kimselerin inanmayacağım
düşünüyordum. Beni ikna etmek isterken dedi ki: “Füsun kızım, dünyada herkes
ahmak, herkes budala da yalnız sen mi akıllısın? Cin, peri, cadı, hortlak yok
mu? Kimi ölülerin ruhlarının ailelerini, evlerini ziyarete geldiklerini hiç
işitmedin mi? Dünyada soyları kesilmiş ruhların cami, tekke kapılarında
dolaştıklarım kürsü şeyhleri bar bar bağırarak cemaatlerine anlatmıyorlar mı?
Kesikbaş hikâyeleri büsbütün efsane mi? Kimi mezarlıklarda, şehitliklerde,
kale, hisar burçlarında kanlı kefeniyle dolaşan şehit ruhlarına ilişirin
menkıbeleri hiç dinlemedin mi? Geçenlerde Laleli taraflarında bir evliya: ‘Ben
buralarda duvar altında yatmaktan sıkıldım. Duvarı yıktır. Bana bir türbe
yaptır. Kandil yaktır... ’ diye bir paşanın düşüne girmedi mi? Ben pek okumuş
bir kadın değilim ama bizim tarihlerimizde bunlarla ilgili yüzlerle rivayetler
yok mu? Fetih zamanında Yavedut hazretleri mezarından çıkıp da ‘Gavurcuklarıma
dokunmayınız!’ nidasıyla Fatih’in güllelerini eliyle durdurarak, kuşatılmış
Hıristiyanları savunmadı mı? Daha geçen ki Yunan Savaşı’nda Emir Buhari
Hazretleri’nin yeşil sarık ve cübbesiyle savaşa katıldığım komşumuzun oğlu
kurmay subayından dinlemedin mi? Daha ne kadar örnek ve kanıt istersin?”[33]
Sonuçta,
Saliha bu işlerden ne kadar çok para kazanılabileceğini bana göstermek için
Şefika Molla isimli başka bir büyücü kadının yaptıklarım örnek vermişti.
Ballandır ballandıra anlattı: “Şefika Molla için çok zengin deniliyordu. Çünkü
bütün Selamsız’ın hastalan ona gelirdi. Yazm bahçesinde dut ağacının altındaki
muayenehanesi, kışın kırmızı yün halı döşeli minimini bir mescide benzeyen
ocaklı, mihraplı odacığı hiç boşalmazdı. Kısmet için genç kızlar; imtihana
yakın zihinleri açılmak için mektepliler; çocuğu olmayan kısır kadınlar;
kazanamayan
tüccarlar; bir şeyini kaybetmiş efendiler; kocalarım kıskanan hanımlar;
sevgililerine kavuşamayan âşıklar; tezkere alamayan askerler; terfi edemeyen
zabitler; vereminden tutunuz da frengisine, belsoğukluğuna kadar her türlü
hastalar; kötürümler, körler, dilsizler, sağırlar hep Şefika Molla’ya gelirler.
Kendilerini ona okuturlar, muska alırlar, üzerlerine kurşun döktürürler, ondan
şifa, ondan ümit beklerlerdi.”[34]
[35]
Birlikte Üsküdar’a geçip, Selamsız’da Şefika Molla’yı
evinde ziyaret ettik. Şefika Molla’yı gördüğüm zaman, “bu kadın bile bu işleri
yapabiliyorsa, babanım defteriyle ben neler yapmam” diye düşünmüştüm. Şefika
Molla, etrafındaki diğerleri gibi Saliha’nm da “kendisinden son derece
korktuğu, çam yarması denilen çapta, kocaman kafalı, kızıl saçlı, şakakları
hacamat izli, kaşsız denilecek kadar kabak, gözleri çiğ mavi, çipil, burnu
hürmetli, ağzı hem büyük, hem de alt dudaklarına kenarlarına sonradan et
eklenmiş gibi tırtıllı, dişleri iri, seyrek, sarışın, çenesi yassı, boynu
katmer katmer, kollan uzun, parmaklan kaim tırnaklı, kamı şiş, baldırları eski
konak sedirlerinde bulunan orta yastıkları andırır derecede yusyuvarlak
vaktiyle oç 1 pabuç almaz dedikleri kadar battal kalıp, bir kadındı.” ***
Safiha
beni ikna etmek için çok uğraşmış, çok didinmişti. Sürekli olarak, “sen bu
işlerin içinde doğdun kızım, bu işler senin mayanda var, babandan sana da
geçmiş” deyip duruyordu. Safiha aslmda galiba haklıydı. “Küçük iken benim
başımda püskülümün araşma dikilmiş mavi boncuğum, yeni robalarımı giyip Safiha
annemle beraber sokağa çıktıkça sağ omzuma takılır armut biçiminde Mahmudiyeli,
hurma nalınlı, güğümlü, boncukla nazarlığım, boynumda sim, müsellesi bir
muhafaza içinde Merkez Efendi Şeyhi’nin yazdığı büyük muska ile, tifo
hastalığından kalkar kalkmaz Sofular’da Tatar Hoca’nın verdiği muşamba üstüne
siyah bez sarılı küçük muskam, yelek ceplerinde çörekotu, bilmem hangi
evliyanın sandukasının önündeki kavuğundan kesilmiş, duası edilmiş tütsülerim
var idi.. .”[36]
Babam da küçükken bizleri hep Eyüp Sultan’a götürmemiş miydi? Efsun da
çok iyi bilir. Çocukken hastalandığımız bir sefer, Eyüp Sultan’daki türbedar
bizleri iyi etmek için; “Türbenin serin ve yeşil loşluğunda türbedar bizi üç
defa tespihten geçirdi.
Türbenin
süpürgesinden parçalar kopararak, yakıp bana tütsü olarak vermelerini de
tavsiye etti.”[37]
Saliha
da zaten bizleri cinler ve perilerle dolu masallar anlatarak büyütmüştü. “Onlar
gündüzleri ağaca benzerler, ama geceleri yeşil sarıklarıyla bahçelerde,
süprüntülüklerde dolaşırlar. Servi dipleri tekin yer değildir, oralarda
oynanmaz.” diye diye büyütmüştü. Aynı şekilde “Hallim Kadın, bizi korkutmak
için evde icat edilen; ‘geliyor’ diye aklımı başımdan alan, hayali bir dişi umacı
idi.”[38]
[39]
Sonuçta
Saliha beni bu işlere girmeye ikna etmeyi başarmıştı. İlk müşterim, Muhtar’ın
kızı Ayşe’ydi, Saliha’nın öz be öz yeğeni. Ayşe kocasının sarhoşluğundan ve
çapkınlığından Saliha’ya dert yanarken “Cinci Hoca sağ olaydı, yazdırırdın bir
muska, benim adam hemen muma dönerdi” demiş. Saliha da fırsat bu fırsat,
Ayşe’ye cinlerden perilerden, nüshalardan muskalardan bahsettikten sonra, lafı
hemen babamın ölmeden önce bana el vermiş olduğuna getirerek, demiş ki:
“Onlarla dalaşmanın din yolunda savaşa gitmek kadar sevabı vardır. .. .Biz önce
elimizden geldikçe bu cehennemlikleri düzeltmeye uğraşalım. Ben Füsun Hoca’ya
gidip bir hassalı, tesirli muska yazdırayım. Bu muskayı herifin haberi yokken
elbisesinin bir tarafına dikiver. Bir de tütsü yaptırayım. Uyurken fiilen
kendisini tütsülemeyi beceremezsen, çamaşırlarına bas tütsüyü, bas tütsüyü...
Elbette günün birinde akıllanır. Latilokum şekerine de bir güzelce okutayım. Ne
bilecek, onu da yedir. Ama dikkat et, şarap içtiği akşama rastlamasın.”
Ben
büyüyü yapıp muskayı hazırladıktan sonra, aradan birkaç zaman geçmiş, her nasıl
olduysa Ayşe’nin kocası hakikaten nedamet getirerek eve dönmüş ve artık
uslanmış olduğunu dünya âleme ilan etmişti. Saliha durur mu, Ayşe’yi de yanma
katarak mahallenin bütün kadınlarım dolaşmış, Cinci Arif Hoca’nm ölümünden önce
kızı Füsun’a el vermiş olduğunu bütün mahalleye yaymıştı. Yıllarca babamın
başma gelmiş olanlardan dolayı mahallede çok çekmiştik. Ama babanım şöhretinin
bana geçmiş olduğu duyulduktan çok kısa bir süre sonra, şanım mahallenin dışmda
bile duyulmaya başlamıştı.
Ziyaret
için Ayşe ile birlikte dolaştığı evlerden birisinde, kadının biri Saliha’ya
iktidarsız kocası hakkında demiş ki: “Herifin gözü artık beni görmüyor; büyü
yapıp kocamı bağladılar; o sırım gibi adam paçavra kesildi; keskin bir hoca
biliyorsanız bana sağlık veriniz büyüyü bozdurtayım; bu genç yaşımızda herifle
hemşire birader olduk a dostlar! Zevcimi haftalarca tütsülere yatırdım;
yedirmediğim kuvvet macunu, takmadığım nüsha, ıslatıp, içirmediği dua
bırakmadım; kunduzlara, köstebeklere, kaplumbağalara, kurbağalara, örümceklere,
yengeçlere, şeytanminaresi muhteviyatına, hüd hüd kuşu yumurtalarına varıncaya
kadar hep yedirdim.”[40]
Saliha
durur mu, hemen benim adımı verip reklamımı yapmaya girişmiş: “Baş ağrısına,
sızıya, kulunca, sıtmaya okur. Üfürükçülük etmek isteyenlerin ağızlatma
tükürerek izin verir. Konuya komşuya kurşun döker. Bazı sevda illetlerine püf
eder, şirinlik muskası verir. Fakat bu cihet biraz gizlidir. Ücreti de kulunç
muskası gibi değildir, pahalıcadır. Birbirine girişik iki müselles-i
mütesaviyü’l-adla (eşkenar üçgen) çizer, fırıldak gibi bir şekil vücuda gelir.
îçine “1, m, s” ve “boru kefleri” yazar, şeklin ortasını birtakım rakamlarla
doldurur, kargacık burgacıklar ve çivi yazışma benzer bir şeyler resmi yapar.
Bunun adı ‘Mühr-i Süleyman’dır. Her şeye iyidir, fakat yan belden aşağı olan
adi hastalıklar için kullanılamaz. Yedi kat muşambaya sanldıktan sonra bu
muskanın asılma şekli de tuhaftır. Deniz kenarına gidilecek, kıbleye karşı
durulacak, ağnyan yerin üzerine muska asılacak. Arkaya bakmadan dönülecek.
Yolda bir bildiğe rast gelip de, ‘nereden geliyorsun?’ diye sorulsa, ‘derya
kenarına vardım, derdimi suya attım, muskamı taktım geliyorum’ cevabı
verilecek.”[41]
“Ya da muhabbet tılsımı yaptırılırsa, hoca hanımın nefesiyle kutsanmış şekerle
yapılacak şerbet içilip, akşamla yatsı arası yatılacak, muska baş yastığının
altına konup sağ tarafta yatılacak ve gece eğer bir rüya görülürse, sabah hoca
hanıma anlatılacak.”[42]
Ertesi
gün, Saliha kadım kolundan tuttuğu gibi bana getirdi. Kadım uzun uzun dinledim,
ona büyünün tutması için kocasma hep keçiboynuzu, midye, turp ve roka yedirmesi
gerektiğini söyledim. İktidarsızlığa iyi geldiğini bildiğim birkaç çeşit
yiyecek daha seçip kocasma bunları sürekli yedirmesi gerektiğini anlattım. Bir
hafta sonra gelip muskayı benden almaşım söyledim. Bu arada ben de defterden
bir muska seçip, yazdım ve geldiğinde kadına verdim. Kadm paraları Saliha’ya
bayılıp, sevine sevine evinde dönünce, Saliha merakından bana sordu: “muskaya
ne yazdm da böyle birden azıverdi bu herif?” Hazırladığım muskada kısaca şunlar
yazılıydı: “Kurt gibi dişlek ol, horoz gibi işlek ol. Havva kızlan, buğday
bereketiyle aşkından beslensin. Şeker gibi sevişiniz. Muhabbetiniz ağdalansın. Her
kadm, yüzünde çil altın çekiciliği görerek sana sevdalansın. Yansın...
Yansın... Yansın... Amin... Amin... Amin... Amin.. .”[43] Saliha ile
ikimiz, gülmekten kınlmıştık...
***
Yine
Saliha’nın bulup getirdiği kocası çapkın bir kızı kocasına şirin göstermek için
bir muska hazırlamam istenmişti. Kızcağızı karşıma alıp nasihat ettikten sonra,
bir muska yazıp kocasını ona bağlayabileceğimi ima ettim. Zavallı kız, çaresiz,
hemen inandı. Kıza dedim ki:
“Güzellik dağından
biraz üzerlik, geyik ovasından biraz kekik, nardıçtan ardıça, kovacıktan
kabacık tohumu getirtmeli. Elifbanın üç ve iki noktalı harflerinden nokta
çalarak noktasız harflere ilâve etmeli, lâmelifleri ters çevirmeli, diğer
harfleri 860 ısırmasın diye.............................. hepsini
bir araya toplayarak bu kızı tütsülemeli.”
Bir
başka genç kız ise, kaldığı zengin konakta cinlerin saldırısına uğradığından
yakmıyordu. Anlattığına göre, akşamlan camdan odasına giren cin, bunun yatağma
uzanıyor, üzerine abanıyor, sabahlan da gün dogmadan çıkıp gidiyormuş. Cin
çıkarma işlerine girişmeden önce, kızı iyice bir konuşturdum. Anlaşıldı ki
evlerinde kalan erkek kuzeni buna bir sürü cadı ve cin hikâyesi anlatıyor,
“yatağma bir cin musallat olursa, sakın direnme, ne istiyorsa hemen yap. İşi
bitince çeker gider, sana hiçbir zarar vermez” diyerek, bazı telkinlerde
bulunuyormuş.
Kızın
yatağma kadar gelen cinin erkek kuzeninden başkası olmadığım anlayınca, kıza
bir muska yazacağımı söyleyip, muskayı nasıl kullanacağım da anlattım: “Mavili
esvap giyme. Uçkurunu kıbleye karşı bağlama. Kapı eşiğine oturma. Kuşağım
kördüğüm etme. Yatağım duvar kenarına yapma. Akşamlan saç örgülerini çöz.
Gözlerini birbiri üstüne yedi defadan ziyade kırpma. Seni korkuttukları vakit
ayak başparmaklarının tırnaklarım birbirine sürt... İki elinle kulaklarının
memelerini tut. Bir demir bulabilirsen üzerine bas... ‘Emret ya cin!
Hazırım...’ diye bağır. Kalbini ferah, itikadım tam tut... Bir şey olmaz.”[44]
[45]
Cin gelince gitmesini istersen, ona şu duayı okursun diyerek iyice ezberlettim:
“Salli helâleküm.. gaynil’anani.. turetülmebal.. Mafiş selâme filindilharame...
Def ilkazaya R6*7
velbelâya..Uhruç
ya Samsam..”
İşe
yaramış! Yatağma girip çıkan cinin meğer sevgili kuzeni olduğu anlaşılınca,
tabii hemen bunları evlendirmişler. Kız gelin olduktan sonra Saliha ile ikimizi
ziyarete gelmiş, bu hayırlı işe vesile olduğumuz için bizleri paraya
boğmuştu...!
Sonuçta,
muskalar muskaları izlemiş, büyü üstüne büyü yapar hale gelmiştim. İşleri daha
da geliştirmek için, Nuruosmaniye’deki üfürükçüleri, Büyük Postahane’nin
arkasındaki oturakçılan, Uzunçarşı’daki tesbihçileri, evlere gelip nazar için
kurşun döken kadınlan hep dolaşmış, onların bu işleri nasıl yaptıklarım iyice
öğrenmiştim. Babamın defterinden kocayı eve döndürme, istediği adamı karısından
ayırma, istediği kızın gönlünü çelme, gaipten bir şeyler buldurma gibi
konulardaki büyü terkiplerini birbiri ardınca yazmaya başlamıştım.
Bu
arada ebelik okunda öğrenmiş olduğum bilgiler de çok işe yaramaya başlamıştı.
Örneğin, “içine cin girmiş” denilen bir çocuğun aslında sara hastası olduğunu anlamıştım.
Sara hastaların hiç yorulmaması gerektiği, temiz havanın sara krizlerine iyi
geldiği, kriz sırasında soğan ya da limon koklatmanın onlara tedavi yerine
geçeceği, bize okulda hep öğretilmişti. Annesine oğlundan cin çıkarmak için
muska yazacağım derken, zavallı çocuğa bunları uygulamalarım da tembih etmekten
geri kalmıyordum. Bir keresinde de hamile kaldıkça hep düşük yapan genç bir
kadm getirmişlerdi. Hamile kadma çocuğunu düşürmemesi için tılsımlı çarşaf ve
gömlek hazırlayacağımı söyledim. Gömleği sırtına giyip, çarşafı yatağma
serdikten sonra, doğuruncaya kadar bir daha yataktan kalkmamasını tembih ettim.
Bundaki amaç basit bir ebelik kuralıydı, kanaması olan hamileyi sırtüstü
yatırıp düşük yapmasını engellemek! Aylarca benim yazdığım gömlekle çarşafın
üzerinde kuluçkaya yatmış tavuk gibi istirahat edince, sonuçta nur topu gibi
bir oğlan doğuruvermiş, şöhretime şöhret katmıştı.
Muhtar’m
çatlak karısı Nevriye ve onların biçare kızı Ayşe’nin mahalle arasında
yaydıkları bu tür dedikodular sayesinde, artık adım Hoca Hanım’a çıkmıştı.
Saliha’nın sayesinde, şöhretim yalnızca mahalle araşma sıkışıp kalmamış, bütün
İstanbul’a yayılmaya başlamıştı.
***
1918
yılında İstanbul’un bütün günlük gazetelerinde, ünlü yazar Hüseyin Rahmi
Bey’in Gulyabani adlı romanının bir gazetede tefrika edilmeye
başlanacağına dair çeşitli ilanlar çıkmaya başlamıştı. Ben de tam o sıralar
artık gemi iyice azıya almıştım. Daha çok para kazanmak için neredeyse gökte
uçan kuşa bile büyü yapıp, denizde yüzen balıklara dahi muska yazar bir hale
gelmiş olduğum için, dayanamayıp kendisine biraz meydan okumak istedim. Hemen
kâğıdı kalemi elime alıp tefrikanın yayınlanacağı söylenen gazetenin idare
heyetine hitaben şu sözleri de içeren uzun bir mektup döşendim:
“İşte
sizden ümmi hanımların daire-i musahabelerinde okunacak yani tandır küllerini
neşelendirecek bir hikâye tahririni rica ediyorum, ilmi, fenni ve içtimai
zeminlerden kaçacaksınız. Mevzuunuz esrarengiz cin, peri, garaibi, bir çarşamba
karısı, bir dev, bir gulyabani olacak... Vaka o kadar merak verici bir
maharetle tertip [46]
[47]
edilecek ki, biz hep müştakınız kocakarılar hikâyenin alt tarafı acaba ne
çıkacak, intizarıyla tandır başmda titreşeceğiz.”
Mektubum
eline ulaşmış, belli ki! Ama mektubun kalan kısmında “sen de halkın inandığı hurafeleri
anlatarak onlardan para ve şöhret kazanmış olmuyor musun” demeye getirerek, ona
meydan okumuş olmam ünlü yazarın pek de hoşuna gitmemiş olmalı. Gulyabani
romanının gazete tefrikasına başlandığı ilk gün, okurlarına yeni romanım
tanıtan Hüseyin Rahmi Bey, benim imzasız mektubumun yalnızca işine gelen bu
küçük bölümünü alıp yayınlamıştı. Bununla da kalmamış, oturup halkın batıl
inançlarım bilimsel açıdan eleştiren bir de cevap döşenmişti:
“Hikâyeme
ilimle, teknikle, sosyal problemlerle ilgili teoriler karıştırmamamı tavsiye
ediyorsunuz. Zaten dev, Gulyabani, Çarşamba Karısı gibi; halkın hayalinden
çıkma acayiplikler, bilgi ve teknik sınırları içine alınamaz. îlim konularım
yerin dibine inerek; göklere çıkarak, teleskoplarla, mikroskoplarla her yerde,
her zerrede arıyor. Bu acayip yaratıkların, bu yabanilerin aslı olsa elbette
bunlardan birini çalyaka eder, üzerlerinde mikropla aşılama yaptığı tavşanlar,
fareler gibi kafeslere kordu.”[48]
[49]
Gazetede
kendi mektubumun çarpıtılarak kısaltılmış halini görünce, kızgınlıktan aklım
başımdan gider gibi olmuştu. Ancak, aym sayfada ünlü yazarımızın bana cevaben
kaleme almış olduğu bu garip açıklamaları okuyunca, birdenbire sinirlerim
boşandı. Sanki birisi beni sürekli gıdıklıyormuş gibi, kahkahalarla gülmeye ve
gülmekten nefes alamadığım için de yerlerde kıvranmaya ve tepinmeye başladım.
Saliha’nın anlattığına göre, bir yandan kahkahalar içinde yerlerde
yuvarlanırken, bir yandan da nefes almaya ve soluklanmaya uğraştıkça kesik
kesik şu sözleri sürekli tekrarlıyormuşum: “Çokbilmiş herif! Malumatfuruş!
Açlık insana neler yaptırır, senin hiç haberin var mı?”
Tam
da o sıralarda, bir iki yıl önce dört cilt halinde basılmış olan Kenzü ’l-
Havâss adlı ünlü büyü kitabım bir kitapçıda bularak satm almış ve hepsini
bir araya ciltlettirmiştim.[50]
Bu nasıl bir iştir? Bu Babıâli piyasasının yaptığı nasıl bir ikiyüzlülüktür?
Hem tavşana ‘kaç’ diyorlar, hem de tazıya ‘tut’! Hüseyin Rahmi Bey ile sokakta
rastlaşmış olsak, kolundan tutup kenara çekerek ona kendi babamın gerçek
hikâyesini anlatmak ve suratına şunları haykırmak isterdim: “Din, toplum
hayatma hâkimdir. Padişah bütün Müslümanların halifesi olduğundan; İslam
ülkelerindeki camilerde hutbe okunurken onun adı anılır. Sarık ve cübbe dini
kılıktır.
Medresede
müderris, camide kürsü hocasıyla vaiz, imam, müezzin ve kayyum, okulda hoca ile
kalfa, bu kılıkta dini ve bilimi temsil eder. Sarıkla cübbe yalnız bunlara özgü
değildir. Talebe-i ulum adı verilen medrese öğrencileriyle, cer bocalan ve
mollalar da bu kılığı taşırlar. Hatta din ve bilimle uzaktan yakından ilgisi
olmayan kişiler bile, isterlerse bu kılığa bürünebilirler. Dinin ve tarikatın
temsilcisi oldukları için hocalarla şeyhlerin itiban büyüktür. Mahallede kendi
kendine kurulmuş, geleneğe dayanan sıkı bir düzen hüküm sürer. İmam, mahallenin
sözü en çok geçen büyüğüdür. Her şey ondan sorulur. Camide beş vakit namazı
kıldıran, ölüleri yıkayan, mazbatalara birinci mührü basan, mahallenin resmi ve
özel bütün işlerine karışan, baskınlarda kafilenin önüne düşen hep imamdır.
Muhtar ile ihtiyar heyeti ondan sonra gelir. Her işte imama danışılır; onun
düşüncesiyle hareket edilir. Kadınlar başları sıkışınca gidip imamdan öğüt
alırlar. Böylece dertlerine teselli ve şifa ararlar. Şeyhlerin ve dervişlerin
kazandığı itibar, birçoklarına şifa yolu olmuştur. Kendilerine şeyh ve derviş
süsü veren birtakım açıkgözler, özellikle saf kadınların inançlarım
sömürürler.. ,”[51]
IV:
Ah, Elim Kınlaydı da Yazmaz Olaydım...!
1921
yılında, İstanbul işgal kuvvetlerinde görevli bir Fransız subaym kansı, İngiliz
subayının kansına âşık olan kocasını eve geri döndürebilmek için, kocasma
yapılmış olduğunu düşündüğü bir papaz büyüsünü bozdurmaya bana gelmişti. Bir
muska hazırlayıp, büyüyü bozabilmek için muskayı İngiliz kadının evine götürüp
bırakmasını söyledim. İngiliz kadm sonunda evinde muskayı bulunca, işi doğru tahmin
edip, doğruca Fransız’m kansına gitmiş. Kavga etmişler! Fransız işi kocasma
anlatmakla onu tehdit edince, İngiliz kadm da korkup kocasma durumu itiraf
etmiş. Bu Frenkler’den korkulur! İngiliz ya da Fransız komutanın bizim evi
bastınp, beni de babam gibi mahkûm ettireceklerinden çok korkmuştum. Bereket
versin ki böyle bir şeye kalkışmayıp işi örtbas etmekle yetinmişlerdi...
Bu
arada, zamanla Efsun da babamın büyü defterinin varlığından haberdar olmuştu. Kendisi
ve kocası servet içerisinde yüzdükleri halde, benim bu işlerden kazanmakta
olduğum paralan kıskanmaya başlamıştı. Efsun’u vazgeçirmek için şöyle
söylemiştim: “Kızım senin kocan pek mutaassıp bir herif, benim sümsük rahmetli
kocam gibi gevşek bir adam değil! Böyle şeylere izin vermez, ayol! Duysa
ikimizi de yatırır, koyun gibi kıtır kıtır keser vallahi billahi...” Efsun beni
hiç dinlemedi bile. Efsun öğretmen olduğu için ak büyü taraftanydı. Kötülük
olsun diye veya ihtiyaçtan dolayı değil, meraktan bu işlere girmişti. Bursa’da
işler duyulunca geri çekilmiş, ama babamın kitaplarından ve benden öğrenmiş
olduğu terkipleri eşe dosta büyü diye hazırlayıp dağıtmaktan da eksik
kalmamıştı.
Kocası
Bursa’nın 1919 yazmda uğradığı Yunan işgali sırasında öldürülünce, beş parasız
olarak yalnızca mücevherleriyle İstanbul’a gelip bizim eve sığınmıştı. Efsun
savaşm sonunda Bursa’ya geri dönmeden önce, babanım defterini saklamış olduğu
yerden Saliha’nın da yardımlarıyla aşırmış. Defterin iki kopyasını çıkarıp
birini Saliha’ya vermiş, diğerini de beraberinde Bursa’ya götürmüş. Zaten
defteri bugün yerinde bulamayınca, Efsun’un niyetinin bozuk olduğunu
anlamıştım... Babanım ve benim büyücülük mirasım, böylece Efsun’un ve
Saliha’nın ellerinde artık Cumhuriyet’e de intikal etmişti...
Saliha
hırslı ve paragöz biridir, ama zırcahildir. Annemiz Meryem bizi doğururken
ölmeden önce de babamla aralarında bir şeyler olmuş. Muhtarın karısı Nevriye,
bir keresinde bana aynen şunları söylemişti: “Arif Efendi zaten Saliha’yı
Meryem’in üzerine kuma getirmeye kalkışmıştı...” Haklı olabilir, ben de hayatım
boyunca babanım müsrif kansı Saliha’ya para yetiştirebilmek için büyüler
yapmaya ve muskalar yazmaya mecbur olduğunu düşünmüşümdür.
Nihayet, ben 1925
yılında Çapa Viladethanesi’nde bir ebelik işi bulup, büyü işlerini bırakmaya
kalkışınca, Saliha ile aramızda büyük bir kavga koptu. Kavga sırasında kendimi
tutamayıp, Saliha’nın babamla olan ilişkisini de öğrenmiş olduğunu da onun
yüzüne vurdum. Saliha birkaç gün sonra evden ayrılıp, Ortaköy’de, anasından
kalma harap eve taşındı. Defterin bir nüshasını da Efsun’a çıkarttırmış olduğu
için artık kendi başma büyüler yapmaya başlamıştı. Kendisi de giderek kara
kuru, zayıf ve fakir bir kadın haline gelmişti. Bütün mahallesi onun adım bile
bilmez, Büyücü Karı olarak tanırlardı. Sonradan, gazetelerde çıkan haberlerden
onun evinin basıldığım ve hapse atılmış olduğunu öğrendim. Hatta yakalandıktan
sonra Saliha hakkında Büyücü Karı diye bir roman bile yazıp
yayınlamışlar.[52]
Çok şükür, Saliha evden çekip giderken bana vermiş olduğu sözü tutmuş, bizleri
asla ele vermemiş...
Babam
Cinci Arif Hoca, ölmeden önce bir keresinde bizlere şöyle demişti: “tövbe
edebilmek için önce itiraf etmek, sonra da nedamet getirmek gerekir.
Yaptıklarından pişmanlık duymayanın tövbesi nafile olur!” Oturdum, yaptığımı
ettiğimi bir güzel yazdım, hepsini anlattım... Bunları yaşarken, “keşki bütün
bunlar bir rüya olsa” diyerek, kendimi hep çimdiklemiştim, ama yaşadıklarım
rüya filan değildi.
İtiraf
ettim, nedamet getirdim, tövbe ettim. Allah günahlarımı affetsin, amin! “Büyü
inanmayanı tutmaz” derler. Ama inananların durumu çok farklıdır.
Mümin
bir Müslüman olduğum halde; biraz geçim sıkıntısından, biraz da kolay gelmiş
olan başarılardan ve cahil halkın etrafımda ördüğü şöhret halkası nedeniyle
kendimi kaybettim ve hırsıma yenik düştüm. Şeytan’a uydum yani! Hiç inanmadığım
halde sırf para için çeşit çeşit büyüler yazdım, muskalar hazırladım. Ah, elim
kınlaydı da, yazmaz olaydım!
“îyi
saatte olsunlar”a karışmış gibi davrandım. “Büyü hak, büyü yapan da kâfirdir”
derler. Bir süre sonra büyü niyetine kendi yazdığım saçmalıklara gülmek yerine,
kendim de inanmaya başladım. Elhamdülillah Müslüman’ım, ama böylece kâfir de
olmuş oldum, yani! îşte işler o zaman iyice çığırından çıkmaya başladı. Buyandan
ben büyü yaparken, bir yandan da büyü yeni beni baştan yaratmaya başladı.
İçimdeki şeytani güç açığa çıkmaya yeltendi...
Yazdığım hamaylılar
insanların boyunlarında yıllarca dolandı durdu. Şansıma evlilikler kurtardım,
yuvalar yıktım, âşıklar ayırdım, sevenleri birleştirdim. Bütün bunları da din
kisvesi altında yaparken, bir yandan kendimi bazen tanrıymışım gibi hissettim,
bir yandan da karşımdaki biçarelerin cahilliğine bıyık altından gülmeye devam
ettim. Hoş, büyü gibi aslı astan olmayan ve dinimizce de yasaklanmış bir malın
bunca alıcısı olduktan sonra, büyü yapanların da ardı arkası kesilmez. Ne demiş
atalarımız: “fala inanmayın, ama falsız da kalmayın.” Büyü işi de aynen öyle,
adım gibi eminim! Büyüye siz asla inanmayın, ama onsuz da kalmayın...
Epilog
Cumhuriyet’in
ilanından hemen sonra, 1925 yılında Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Hakkında
Kanun çıkardılar. Memlekette camilerden başka hiçbir dini müessese kalmamıştı.
Büyücülük, falcılık ve üfürükçülük de bu yasayla tamamen yasaklanmış olduğu için,
artık hiç kimselere göz açtırmıyorlardı. Tıpkı babam gibi, ben de tövbe ettim.
Büyü işlerinden elimi eteğimi tamamen çektikten sonra, yaşamımı yalnızca ebelik
yaparak sürdürdüm...
Saliha’nın
Ortaköy’deki harabe evinde basılıp yakalanmasının üzerinden uzun yıllar
geçmişti. 1932 yazmda Mehmet Halit isminde genç bir beyefendi gelip beni evde
buldu, kendisini babamın eski odasına buyur ettim. Kendisi, İstanbul
Darülfünunu Edebiyat Fakültesi mezunu, otuz beş yaşlarında bir folklor ve halk
edebiyatı araştırmacısıymış.[53]
İstanbul Mezat Müdürlüğü’nde çalışmakta olduğunu da söylemişti. Büyülere çok
meraklıymış, kitabında neşretmek üzere orijinal büyü metinleri ve tılsım
çizimleri aramaktaymış. “Meşhur Cinci Arif Hoca” diye andığı babanım büyü
defterinin bende olduğunu bir vesileyle öğrenmiş. Defteri benden satm almak
istediğini söyledi ve karşılığında çok para vereceğini de hemen ekledi...
“Siz
aslmda okumuş bir insansınız; fala, büyüye, cine nasıl inanırsınız?” diye
yokladım. “Cumhuriyet’in çürütmeye çalıştığı bu inançlar, dinde kölelik ruhu
aşılayan, tevekkül, alın yazısı, kısmet ve rızk gibi, insanları haksızlıklar
karşısında boyun bükmeye iten miskinleştirici inançlardır. Halk bunlara
inandığı sürece sömürülmekten kurtulamayacaktır.”[54] diyerek, bu
soruma gayet muğlak bir cevap verdi. “Madem büyüye inanmıyorsunuz, o halde
neden büyülerle ilgili bir kitap yazmak istiyorsunuz?” diye sorarak, onu köşeye
sıkıştırmaya çalıştım. “Her bireyi, hatta her toplumu hoşlandığı yem ile
avlarlar. İş, böyle oltalara tutulmayacak kadar insanlığımızı
eğitebilmektedir.”[55]
diyerek, bana bilgiçlik tasladı...
Ben
de kızıp, defterin bende olduğunu inkâr ettim: “Babam bir zamanlar ‘Cinci Arif
Hoca’ diye nam salmış olabilir, ama yakalanıp tövbe ettikten sonra cezasını
fazlasıyla çekti. Sonrasında, çok sade ve mütevazı bir hayat yaşadı. Sonuçta da
bekçi Arif Hikmet Efendi olarak öldü. Bizleri de o işlere hiç karıştırmadı.
Kendisinin başından geçenleri bizlere anlatmadığı gibi, bizleri de bu konular
hakkında hiç konuşturmadı. Bende öyle bir defter filan yok!” deyip, hemen
başımdan savdım. Babamın defteri sayesinde ne haltlar karıştırmış olduğumu ise
ona hiç anlatmadım, tabii...
Ama
adam inatçı çıktı. Birkaç gün sonra, elinde büyük miktarda para dolu bir
çantayla yeniden çıktı geldi. Özetle, bana şunları söyledi: “Defterin varlığım
da, sizde olduğunu da gayet iyi biliyorum. Bursa’daki ikiz kardeşiniz Efsun,
defterin sizde olduğunu bana kendisi anlattı. Hatta, babanızdan kalmış olan
kırmızı, meşin kaplı defterin üzerinde ‘Fâideli Bilgiler’ yazdığım bile
söyledi...”
Efsun
yapmıştı yine bana yapacağım! Sanki Saliha’nın da yardımıyla benden gizlice
kendisi ve Saliha için defterin birer kopyasını çıkarmış olduğu yetmezmiş gibi,
bir de üstüme bu adamcağızı salmıştı. Çaresiz, “bir düşüneyim bakayım, siz bir
hafta sonra yeniden uğrayın!” demek zorunda kaldım. Cumhuriyet’in ilanından
sonra büyük bir hızla el değiştiren İstanbul’da, icra ve mezat işlerinde büyük
paralar dönüyor herhalde... Adam para dolu çantayı önümde açık bıraktı,
sevinerek “çanta sizde kalsın, bu arada siz de biraz düşünün, ben haftaya bu
gün yeniden geleceğim” dedi ve çıkıp gitti. Önceleri ‘baba yadigârı’ defteri
Efsun ve Saliha dâhil hiç kimselere vermek istemediğim için ne kadar haklı
olduğumu düşündüm. Ama, aksi şeytan, her zaman olduğu gibi yine paraya çok
ihtiyacım vardı. Çok da çaresizdim...
Babamın
defterinde yer alan yüz büyünün bence önemli olan yarışım ayırdım ve onları
sakladım. En önemsiz gördüklerimden elli tanesini seçtim. Sahaflar Çarşısı’ndan
kırmızı meşin kaplı eski bir defter satm alarak, kızım Meryem’e bunları aynen
kopya ettirdim. Mehmet Hafit Bey’e bir çanta dolusu para karşılığında vermiş
olduğum defter, işte babamın büyü defterinden benim seçmiş olduğum ehemmiyetsiz
kısınılan kızımın kendi okunaksız el yazısıyla kopya etmiş olduğu o defterden
başka bir şey değildir...
içinizden, “Cinci
Arif Hoca’nm atalar yadigân büyü defterinin aslı acaba nerede” diye
geçirdiğinizi işitir gibiyim. Hemen söyleyeyim, bizim evin arka bahçesinde
bulunan hurma ağacının altındaki kuyunun dibinde, yani aslmda ait olduğu
yerde...!
Son
Ek Belgeler
Büyücü Kan Yahut Teehhül-i Cebrî ([56])
Mustafa Nuri
Bir fasıl, iki tablo
Eşhas
Kel Veli : Köyde sofu bir adam
Bayram : Kel Veli’nin oğlu,
sağır
Zevzek Haşan: Kel Veli’nin uşağı,
abdal bir herif
Tosun :
Köy ahalisi
Ayşe Kadın : Tosun’un karısı,
büyücü bir kadın
Esma : Köyde bir öksüz kız
Zehra : Köylü bir kadın
Dilber : Bu dahi
Hatice : Bu dahi
Zükûr ve inâs umum karye ahalisi
Mukaddimesi
Ol
hâlik-i dü cihan Cenâb-ı vâhibü’l-mennân hazretlerinin ezeliyet, ebediyet-i
ehadiyetlerinin lütf-i inâyet-i ihsâneleriyle ve Resûl-i Kibriyâ, şefî‘-i rûz-i
cezâ efendimiz hazretlerinin ruhaniyet-i peygamberîleriyle ve es-Sultanü’l-gâzi
Abdülhamid Han bin es-Sultanü’l-gâzi Abdülmecid Han efendimiz hazretlerinin
sâye-i şevket-vâye-i cenâb-ı şahanelerinde min-gayr-i liyakatin işbu bir kıt‘a
Büyücü Kan ve yahut Teehhül-i Cebrî opera-komik nam risalenin telif ve
tanzimine bed’ ve mübaşeret kılınıp, işbu bin üç yüz senesi mâh-ı zilhiccesinin
gurresi tarihiyle hitam- pezîr olarak vuku‘ bulan kusur-ı kemterânemin af
buyrulmasıyla beraber ism-i çâkerânemin hayır dua ile yâd ve tezkâr kılınması
fi’l-cümle Müslim ve gayr-i Müslim vatandaşlarım taraflarından rica ve niyazım
olduğunu beyanında işbu mahalle şerh verilip ifade kılındı.
Mustafa
(Perde açıldıkda bir
karye ve şimal tarafında cevânib erba‘ası kayalık bir ırmak ve bir kenarında
karyenin zükûr ve inâsı keten bezi çırpmak ile meşgul görünür.)
Birinci
Meclis
Tosun
ve Esma ve sair zükûr ve inâs (umum birbirlerine):
“Şu
köyde yaşamak ne güzel olur
Ne
gibi güzel olur
Yani
bizde olur ise, kanaat her bâr
Kimesneye
muhtaç olup kalmazız naçar
Her
bir işte kutludur bazulanmız
Nazar
değmesin maşallah deyiniz
Tembel
olan adama haramdır ekmek
Hiç
lâzım değildir o adama ekmek yemek
Manend-i
cennet bahçesidir sahralarımız
Misli
ab-ı hayattır kuyu sularımız Şehirde yoktur böyle güzel letafet Bahtiyardır
şehirliden köylüler elbet Haydi, cümlemiz birden tokmak vuralım îkdâm ve
gayretle keten bezlerini ağartalım” (Erkekler cümlesi birden giderler.) (Bu
esnada Esma gayetmahzun olduğu halde Ayşe’ye halinden bahsetmek
sevdasıyla
işaret ettiğinmüşahede edip ve Esma ile Ayşe’nin beynehümâlarmda cereyan edecek
mükâlemelerini anlamak efkârıyla diğer kadınlar cümlesi birden etraflarım ihata
ederler.)
Esma:
“Aman,
Ayşeciğim, merhamet et benim halime,
Esir
olmuşum bir keremsiz zalime
Anın
aşkına yandım kül oldum
Etmedi
bir veçhile merhamet ya insaf bir dem”
Diğer
kadınlar:
“Acaba
Esma niçin ah edip feryâd ediyor
Elbet
gizli bir ma‘şûku vardır sevda çekiyor”
Ayşe:
“Kız sen deli divane mi oldun, bu kadar feryat figan ediyorsun? Senin bu
ettiklerin bütün efkârdır, nafilece kendini telef ediyorsun. Ben de kız iken
böyle münasebetsiz şeyler düşünür idim, ama kocaya vardım hepsi geçti gitti.”
Esma:
“Öyle ama Ayşeciğim, benim öyle değil benim sevgilim var, anın aşkıyla yanıp
tutuşuyorum, onun benden haberi yok. Görünce yüzüme bile bakmıyor da, ben anın
için kendimi öldüreceğim geliyor. Ah, Ayşe kadıncığım, ah benim halimi
bilmiyorsun da bana masal okuyorsun. Ben bu derdi iki senedir çekiyorum, bir
kimseye de söylemiyorum. Ma‘şûkumun da hiç vazifesi değil, artık bıçak kemiğe
dayandı, çekecek çarem kalmadı. îşte bir sırrımı sana söyledim, nasıl edersen
et, bunun bir kolayına bak, iki gözüm Ayşeciğim, sana çok rica ederim, artık
sen bilirsin, Ayşeciğim canım.”
Ayşe:
“Kız, ‘ne edersen et benim derdime bir çare bul,’ diye söylüyorsun, ama
sevdiğin kimdir ve kimin nesidir? Bakalım seni kabul ediyor mu, buralarım hiç
söylemiyorsun. Nasıl çaresine bakayım ve hem de böyle işler aceleyle olmaz
sabırla olur, Esmacığım kızım.”
Esma:
“Ah nasıl söyleyeyim, Ayşeciğim bilmem...”
Ayşe:
“Kız, ‘nasıl söyleyeyim’ demek ne oluyor. Derdi olan derdini söylemek ayıp
değildir, derdini söyleyen dermanım bulur. Böyle işler çokların başından
geçmiştir. Hep dertlerini söylemekle çare buldular. Hazır erkekler burada yok
iken, sevdiğin kim olduğunu söyle, elimden geldiği kadar çalışıp çabalarım.
Kadm değil miyiz, ancak böyle işlere lâzım oluruz ve icabma gayret ederiz.”
Esma:
“Vâkıa akranım olduğunu pekâlâ bilirim, ama ne çare, ne yapayım, elden ne
gelir, kör olası gönlüm gitti de ona bend oldu.”
Kadınlar:
“Acaba kim olacak, kız?”
Dilber:
“Kız, sakın îmam’ın oğlu Nuri olmasın. Zira ben görüyorum, her gün oralara
dolaşır.”
Zehra:
“Hayır değil, Nuri benim yavuklum olduğunu emmim söyledi.”
Ayşe:
“Ha hileydim şunu, Deli Bekir’in oğlu Hakkı olmalıdır.”
Hatice:
“Ay, aklım kaçırdın mı Ayşeciğim? Hakkı iki aydır benim kızım ile nişanlıdır
hâlâ, çeyizini bile hazır ettim. Senin haberin yok mu? Bilmiyorsun da söylüyorsun
değil mi?”
Zehra:
“Kız, acaba Burunsuz’un oğlu Edhem olmasın, zira her gün bağdan ve sair
mahalden gelirken hep Esma’mn evinin önünden geçer ve hem de gayet dikkatle
bakar, ben çok görmüşüm.”
Ayşe:
“Kız, sen de amma kaçıksın ha, Esma bütün bütün deli mi öyle çapkına varsın?
Geçenlerde kıza tebelleş olmuş idi. Korucu Şükrü’ye bir dayak atdırdım ki, hep
köylüler beğendikden soma bir daha kapının önünden bile geçmedi.”
Dilber:
“A kız, sen de umur ettin ha, Esmacığım söyleyiver vesselam, elinden kapacak değiliz
ya?”
Esma
(mahcubâne): “Ah kızlar, beni bu hâle koyan Kel Veli’dir vesselam, îşte
söyledim, ne yapacaksınız haydi bakalım?”
Kadınlar:
“Nasıl, nasıl? Kel Veli dedin ha!” Esma: “Ha, ha öyle dedim, anlamadınız mı?”
Kadınlar
(gülerler): “Kel Veli pek âlimdir, sofiı, ama pek zalimdir. Nefret eder
kadınlardan, daim kaçar yanlarından. Kel Veli’ye gönül vermek olmaz, tövbe
etmiştir ebedi kan almaz.”
Dilber:
“Vallahülazim gülmeden çatlamaz isem, çok şeydir!” (güler).ikinci Meclis
-evvelkiler,
Tosun, erkekler-
Tosun:
“Ne o kızlar, ne var ki yine gülüyorsunuz? Bana da söyleyin, ben de sizinle
berâber güleyim.”
Zehra:
“Erkekler kadınların gülmesine, oynamasına karışmaz Tosun. Haydi, çek arabam
bakalım.”
Ayşe
(Gizlice Esma’ya): “Zararı yok kızım, bunlar istedikleri kadar söylesinler,
gülsünler. Ben ne yapar yaparım, Kel Veli’nin aklım bozarım. Lâkin sen de biraz
sabır etmeli veöyle mahzun durma, sen de âlem gibi gül oyna, zevkine bak!”
Esma:
“Peki, Ayşeciğim. Madem ki sen ‘sabret, ben Kel Veli’nin zihnini bozarım’
diyorsun, ben de senin sözünü tutarım. Her türlü dişimi sıkar, beklerim. Artık
sen bilirsin Ayşeciğim, vesselam.” (Ayşe Esma ile söyleşir)
Tosun:
“Bacı ketenleri yolda ağaçlara serdik, başka yunacak bir şey kalmadı. Onlar
kurumakta olsun, biz yavaş yavaş şu kazanları, tekneleri köye taşıyalım. Haydi
çocuklar. Bacı, işitmiyor musun be, amma derin dalmış ha, sağır oldun galiba.”
Ayşe:
“Vay koca herif vay, sen daha burada mısın?”
Tosun:
“Kör müsün be, işte kazık gibi karşında duruyorum. Amma da çattık ha!”
Ayşe:
“Kocacığım, sana bir gizli lafım var ama kimseye söylemeyeceksin ha!”
Tosun:
“Amma da şaşkın kan be! Hem gizli diyor, hem de boşboğazlık edip söylüyor. Deli
mi oldu ne?”
Ayşe:
“Dinle herif, sen de deli oldu meli oldun demek, Esma’ya yazık olur. Git evden
bir tencere ile biraz tereyağı, un, pekmez getir.”
Tosun:
“Hay anasım be, tereyağı, un, pekmez bunlara fare davet olunduğunu bilirim.
Lâkin böyle cin, çen davet olunduğunu bilmezdim. Bu da bizim bacının aklı, hele
bakalım iş ne olacak. Acaba pekmez yerine kurt helvası getirsem olmaz mı?”
Ayşe:
“Hep burada olan erkekleri beraber al götür, zira bu işte yalnız kadınların
kalması lâzım gelir.”
Tosun:
“Ne için be?”
Ayşe:
“Canım, sanki bilmiyor musun? Periler erkekten haz etmezler. Onun için, anladın
mı şimdi.”
Tosun:
“Periler, ha sakın iki ayaklı periler olmasın bacı, bunda benim içime vesvese
girdi.”
Ayşe:
“Budala herifin akima gelen şeytanlığa bak. Biz iki ayaklı peri davet edecek
olur isek, dağ başmda mı davet ederiz? Hay kaçık herif hay.”
Tosun:
“Öyle ya, başımıza davet edersiniz, halt etdik de yanlış söyledik. Baksanıza
hey köylüler, çocuklar, haydi şu ufak tefeği toplayalım da yavaş yavaş yola
çıkalım. Varsunlar davet yapsunlar mavet yapsunlar, biz şuradan çıkalım
gidelim.”
(Cümle köylü erkekler
ve çocuklar ufak tefeği alır giderler)
Üçüncü
Meclis
Cümle
kadınlar
Ayşe:
“Kızlar tamam, erkekler hep çekildi gitti. Şimdi siz beni dinleyin, ben kocamı
kandırdım, köye gönderdim. Bir tencere ile biraz tereyağı, un ve pekmez
getirecek. Cümlemiz birlikte davet duasıyla helva pişirelim. Sonra bir toprak
kap derununa koyup Esma’ya teslim edelim. Hiç arkasına bakmayıp, yüz eli adım
uzağa getirip üç defa ‘eliniz, ağzınızın tadım veriniz. Esmanın ağzının tadım’
diyerek, yere bıraksın. Arası bir çeyrek geçer geçmez, Kel Veli oradan geçer o
helvadan yediği anda Esma kıza müptelâ olur. Anladınız mı, hep elbirliği ile
yapalım.”
Dilber:
“Amma tuhaf iş ha! Kel Veli gelinceye kadar köpekler yerse sonra nasıl olur?”
Ayşe:
“Kız sus, söyleme günaha giriyorsun. Hiç dualı şeyi köpekler yemeye yanaşabilir
mi?”
Zehra:
“Kız, eskiden beri biz çobanlar yesinler diye dağda bazı et gibi, kaygana gibi
şeyler bıraktığımız vakit, hiç köpekler gelip yedikleri var mı ki, bu dualı
helvayı yesinler?”
Esma:
“Peki ama ya Kel Veli yemez ise sonra nasıl olur?”
Ayşe:
“Onun elinde mi? Sen büyüyü hiç yerine mi koyarsın? Kel Veli Bağdat’ta olsa,
iki eli de kanda olsa gelip o helvadan yiyecektir, çare yoktur. Hele sen şu
makası al da saçından bir parça kes, bana ver de tütsü edeceğim. Sen Kel Veli
ol da gelme!”
Dilber: “Ama Ayşe
Kadm, erkekler geliyor. Geçinceye kadar gel, şu kayanın arkasına gizlenelim.
Çabuk başınızı örtün, arkam sıra gelin de mangalı da yakalım.” (Kadınlar
giderler)
Dördüncü
Meclis
Kel
Veli, Bayram, Zevzek Haşan, Çobanlar (Hora teperek gelirler)
Umum:
“İlkbahardır
turna gördük turna turna tumana
Hamamlarda kuma
gördük kuma kuma kumana Davul ile pek yakışır zuma zuma zurnana
îster
isen merkep gibi zırla zırla zırlana”
Zevzek
Haşan: “Ağacığım, ben pek yoruldum artık bir yere gidecek halim kalmadı.”
(oturur)
Kel
Veli: “Köye bir adım kaldı be!”
Haşan:
“Aman ağacığım, kurbanın olayım gel şu rahatımı bozma. Bırak bu gece buracıkta
serin serin esen rüzgârda yatalım rahat bir uyku çekelim. Gidecek olursam sonra
hasta olurum, bütün bütün ben yolda kalırım.”
Veli:
“Peki, burada yat, ama sabahleyin erken bizi köyde gel bul iyi mi?”
Haşan:
“Peki ağacığım, gelir bulurum be, sen de bırak beni.”
Veli:
“Na şu çoturayı al da başının altına yastık yap. Hem de su içesin, haydi
arkadaşlar hora teperek gideriz.”
Umum:
“Dağ elması meyhoş
olur tımana tımana tımana Şarap içen serhoş olur tımana tımana tımanana
Gelinlerin saçmda altın olur tımana tımana tımanana Hem de sırma telli serpuş
olur tımana tımana tımanana” (giderler)
Beşinci
Meclis
Zevzek
Haşan (yalnız):
“Tuhaf
be şu ağam yok mu, pek gamsız bir herifdir. Sabahtan beri yol yürüdü yürüdü,
yorulmadı. Giderken hora tepelim diyor, galiba ayaklan demirden olmalı. Pek iyi
oldu ki burada kaldım, oh şu ağacm altında âlâ bir uyku çekerim. Pire,
tahtakurusu yok, bâd-ı sabâ eser ağam deli köye gitti de iyi mi etti. Pire
tahtakurularmı kendine davet etti. Avanak herif, benim dört akşam konak
olduğumuz evde çekdiğimi Mevlâ biliyor. Hele bu akşam hepsi çıktı yine benim
aklım yine benim aklım.
Bu
dahi
Ben
böyle uşak olacak adam değildim, ama babamın parayı çok sevdiği için tu’mundan
para kazanayım diye beni mektepten aldı. Üç sene kendi kendime risale okudum ve
gitdikçe lisanım değişti. Leylâ ile Mecnun hikâyesine merak ettim, o kadar
hoşlandım ki beyitlerini hep ezberledim. Lâkin ah babamı gördün mü onu da çok
gördü. Elimden alıp parça parça edip çamaşır kazanının altına attı yaktı, ama
bereket versin bir suretini yazmıştım, şimdiye kadar kemerimde saklardım. Böyle
dağlarda yalnız kaldıkça âşıklık edeceğim geliyor ama Leylâm yok. Leylâ’sız
Mecnun gibi beni dağlara bağlara düşürmeye sebep olan dini imâm para babacığım,
şimdi ne söylesem yoğurtsuz tarhanaya benzer bir tadı olmaz ki.”
(içeriden gülmek
sesleri gelir)
“Bu
sesler ne olacak ve bu gelenler kimler ola? Hay gidi hay, bak bak bir sürü
kızlar göründü be. Besbelli bunlar köylülerden olmalı, zira burada erkek olarak
benden başka kimse yok. Yalnız bu dağ başlarında ne işin var diye beni vallahi
billahi didik didik ederler .Vay burada sabunlu sular da var, hiç şimdiye kadar
dikkat etmemiştim. Ha anladım, çamaşır yıkamışlar. Acaba bu gelenler de çamaşır
mı yıkayacaklar? Aman aman gelseler de piliç gibi kollarım görerek bir parça
eğlenir teselli-i hatır ederdim. Aman Yarabbi, işte geliyorlar yakayı ele
vermeye gelmez, şu kayanın arkasına gizlenip seyretmelidir.” (Gider)
Altıncı
Meclis
Haşan
(saklı) ‘Ayşe, Esma, Zehra, Dilber, Hatice
Ve
sair köylü kadınlar ve beraberlerinde gayet alevli ateş yanar meşale olduğu
halde yavaş yavaş gelirler.
Ayşe:
“Kızlar
güneş batıyor davranmalıyız.
Acele
büyü çömleğini kaynatmalıyız.”
Esma:
“Sakın
ma‘şukum Veliciğime bir mazarrat olmasın
Cinler
periler sakın kendisini çarpmasın”
Haşan
(saklanmış olduğu mahalden): “Ödüm patladı, az kaldı öleyazdım a dostlar. Acaba
bunlar cadı mı ola, köy kızlan mı? Diye, hele canım yerine geldi.”
Kadınlar:
“Nedir niyetin Ayşe kadm, nedir muradın?” (derler, mangalı yere korlar. Ayşe
Kadm içine günlük atıp büyü duasma başlar.Hep kadınlar amin demek üzere iken,
bu esnada Tosun bir tencere ve bir miktar tereyağı ve un ve pekmez ve bir testi
su olduğu halde gelir.)
Tosun:
“Dur bakalım.” (Kahkaha ile güler, gider)
Umum:
“Aman
kızlar cinler periler davet oluyor, susalım.
Başladı
cinler periler geçmeye biraz duralım.”
Esma:
“Hamdolsun
duam müstecâb oldu.
Muradıma
erdim gönlüm şâd oldu.”
Umum:
“Ayşe
Kadm, sen var ol her dem
Kurtardın
kızı her meraktan bu dem”
Ayşe:
“Kadınlar, siz mangalı alınız. Esma tabakla helvayı alsın.” (der, yavaş yavaş
giderler)
Haşan
(saklanmış olduğu yerden çıkarak): “Çok şey; bu kadar patırtı gürültü bir helva
içinmiş. Ben de deli gibi korktum çıkmadım, keşke çıkıp bir parça helva istese
idim. Ne güzel kokusu var, burnumun direğini kırdı.”
“Ya
o kız, ya o kız Leylâ olsa da, ben de Mecnûn olsam?” (arkalarından bakarak)
“îşte gidiyorlar. Vay, kız geri kaldı durdu oturuyor. Hay pisboğaz, hele çabuk
helvayı yemeğe başladı. Öyle yalnız mı yerler bir lokma da bana verse ne olur?
Öte tarafa gitti, helva tabağım orada bıraktı. Ay hemşehri bana baksan, a
tabağı unuttu gidiyor, aman arkasına bile bakmıyor. Tamam benim de arayıp
bulamadığım şey bu idi, helvanın kokusu iştihamı açtı. Gidip şu helvayı buraya
alıp geleyim de şuracıkta bir rahatça gövdeye atayım.” (der, gider)
(Aralık perdesi
açıldıkta, bir bataklık ve Bayram beline kadar çamur içerisine girmiş ve Kel
Veli çıkarmaya uğraşır olduğu halde görünür)
Yedinci
Meclis
-Kel
Veli, Bayram-
Bayram:
“Ya ben aşağı yolda pek yürüyordum, ya o yere batası tabiatının iktizası
kadınların yarımdan geçeyim, yüzlerini göreyim diye beni bu yoldan getirip
çamura sokmaya sebep oldu. Şu şalvarımın haline bak, bir kere saka kırbasına
döndü.” (biraz yürürler) “Canım baba, dayanmasana yine düşüreceksin.” (ayağı
kayar düşer) “Gördün mü baba, ben sana söyledim.”
Veli:
“Hay babanın boynu altında kalsın senin de, çamur demezsin düşersin, su demezsin
düşersin, nasıl yürürsün bilmem, aklım ermedi gitdi be! Allah belâm vermesin,
iki oldu düşersin, en sonra beni de düşüreceksin ver elini bana.”
(Veli Bayram’ı
çıkarmaya çalışır.)
Sekizinci
Meclis
-Evvelkiler,
Haşan elinde helva tabağı, yiyerek gelir-
Hasan:
“Helvaya kavuştum ama kızı kaçırdım. Her ne ise buna da kanaat etmeli.”
Bayram:
“Ama ne babacığım, kolumu tutma. İncittin.”
Haşan:
“Bunlar kim?Vay biri ağam ve biri de oğlu. Ben şimdi bunlara kendimi bildirmem
ya!” (der, cılız ve eğreti sakal çıkarır, bağlar) “Tamam şimdi ben de ağam gibi
ihtiyar oldum, yahu siz kimlersiniz burada ne işiniz var.”
Veli:
“Hay Allah razı olsun herif, elindeki tabağı bırak da, gel şu çocuğu sudan
çıkaralım.”
Haşan:
“Veli, git işine be! Benim kamım aç, bu da bana kurt masalı okuyor.”
Bayram:
“Elhamdürillah kurtuldum, ama tütün kesem ile kolum ıslandı.” (şalvarım
çıkararak) “Şu halime bakın hele, tüh yazık be!”
Veli:
“Al sen de be çabuk tükensin, ama bir lezzetli olmuş ki tarif edemem. Korkma be
para ile değil, parasızdır be herif sen de.”
Veli:
“Karnım pek aç, ama şu herifi gördüm ki iştihamı kaçırdı.”
Haşan:
“Bana bakarak iştihan açıldı galiba, bakalım nazlanma, burada on kişilik helva
var.”
Bayram:
“Serip kurutmaktan başka çare yoktur.” (şalvarım çıkarır asar)
Veli:
“Bunu nereden yakaladın? Güzel helvaya benziyor.”
Haşan: “Şimdi şurada
kadınlar pişirdiler, yedikten sonra kalanı bırakıp gittiler.”
Veli:
“Anladım, köyümüzün eski âdetidir. Mahsûl bereketli olsun diye ilkbaharda
pişirip dağlarda çobanlara bırakırlar.”
Haşan:
“Vallaha, fena âdet değil, ama bir kusuru var. Yatımda beraber birkaç tane de
köy somunu koymalı idi.”
Veli:
“İyi dedin, galiba benim heybede olmalı. Dur bakayım, senin ile tıka basa
kamımızı doyururuz.” (gider iken Bayram’m şalvarım görerek) “Bu ne Bayram,
niçin soyundun?”
Bayram:
“Vallahi yok, eğer sende var ise bir lülecik de bana ver.”
Veli:
“Ben ona ‘niçin soyundun’ diyorum, o benden tütün istiyor. Anlaşıldı hep bulduk
birbirlerimizi, ne al da tütün bari.” (heybeye gider)
Haşan:
“Kendime biraz saklayayım, ne olur ne olmaz. Ben bu herifin helva yemesini
beğenmiyorum.”
Veli
(heybeyi getirerek): “Islanmış, ama zararı yok kenarından biraz. Na şu payım
al.”
Bayram
(Hasan’a): “Sen nerelisin bakalım?” (otururlar)
Haşan:
“Bizim köyümüzün adı yoktur. Nasıl ise dedemiz koymayı unutmuş, yahut mahsûs
koymamış olduğundan biz de koymadık.”
Veli.
“Ey, nereye gidiyorsun?”
Haşan:
“Gidersem, neresi olduğunu öğreneceğim.”
Veli:
“Galiba çobansın.”
Haşan:
“Öyle, hayvan toplamaya gidiyorum. Acaba bu köyde hayvan bulunur mu?”
Veli:
“Ben iyice anladım, senin efkârın hayvan toplamak değil bu rüzgârlık mahalde
uyku uyumak.”
Haşan:
“Ha şunu hileydin. Burada yatmanın başka bir şeyi daha var, işte anlarsın ya
artık uzatma.”
Veli:
“Anlayacak ne var be, o belli bir şey.”
Haşan:
“Elbet sen de benim gibi Leylâ ile Mecnun masallarını okumuşsundur.”
Veli:
“Ne demek istiyorsun, anlayamadım be herif sen de!”
Haşan:
“Sus artık, sen de bana anlatma. Kızlar çamaşır yıkıyorlar diye gülüp geçersin
değil mi, seni gidi çöplük horozusunu seni, oturmuş bana keşkeranı söylüyor.
Baksana bana, ben öyle loloya gelecek herife benzer miyim?”
Veli
(oturduğu yerden fırlayarak): “Ne dedin, vay burada kan mı var?”
Haşan:
“Dur gitme, nereye gidiyorsun? Onlar gittiler.”
Veli:
“Gittiler ha, isabet oldu. Bir belâya girerlerdi.”
Bayram:
“Hiç kurur mu ya, çamur iliğine işlemiş.”
Haşan:
“Sizin kanlarınız pek tuhaf helva pişiriyorlar. Yarım saat kadar tencerenin
etrafında dolaşarak, bir kadın dua edip küsurlan amin diyorlar helva pişti o ne
demek oluyor?”
Veli:
“Nasıl nasıl, helva dua ile mi pişti?”
Haşan:
“Öyle ya, bir de kocakarı vardı. Elinde bir değnek, havaya doğru sallıyor idi.”
Veli:
“Gördün mü ettiğimiz haltı, şimdi ne etmeli? Herif, bunu niçin söylemedin?”
Haşan:
“Ne var ki ne oldu? Bir kınlan dökülen bir şey var mı?”
Veli:
“Daha ne olacak? Yediğimiz helva büyülüdür, bundan fena bir şey var mı?”
Haşan:
“Büyü dediğin ne oluyor herif? Sen de amma vesveseli adam imişsin ha!”
Veli:
“Ölünün körü oluyor, hayvan herif sen de. Kız kocaya varmak için mahsus öyle
büyülü helva pişirirler, bırakırlar da her hangi erkek yer ise ister istemez
kıza müptelâ olur. Gördün mü, ikimiz de yedik, başımızı büyük belâya uğrattık.
Gel de artık bulgurun taşım ayıkla.”
Haşan:
“Bak şu sofiı herifin eylediği meraka. Onun kolayı var be, helvayı ikimiz
yemedik mi? Demek olur ki ikimiz de o kıza müptelâ olacağız. Eğer sen kabul
edip ortak olmaz isen, hisseni bana ver.”
Veli:
“Helva mıdır nedir? Ortadan kaldır şunu, götür aldığın yere bırak gel. Bayram
şunu al kaldır, çabuk ol sana söylüyorum be. Artık buralarda duramam.Ulan
Bayram uyur musun? Bayram Bayram, işitmiyor musun?”
Bayram
(uyanarak): “Ay benim ne kabahatim var? Her taraf kuruyor, paçasıyla uçkurluk
sırılsıklam.”
Veli
(hiddetle): “Bayram orada uykuya dalmış, bu herif de laf anlamaz, amma belâya
çattık ha!”
Haşan:
“İşte geliyor belâlarımız da ve hem mübarek olsun.”
Veli
(şaşırarak): “Ay şimdi cevap vereceğiz. Bakalım aym kazana tersledi.”
Haşan:
“Cevabı pek kolay, biz helva melva yemedik deriz, olur gider vesselam.”
Veli:
“Ya tabağı görmezler mi?”
Haşan:
“Göle atarız... İşte” (atar) “Ay, taşa çarptı sesini kadınlar duydular ise ona
da bir kolay buluruz.”
Veli: “Aman, sakın
boşboğazlık etme ha!”
Dokuzuncu
Meclis
Evvelkiler,
Esma, Ayşe, Zehra, Dilber, Hatice, tosun, zükûr ve inâs
Köylüler
hep
Esma:
“Yedin helvayı artık benimsin.”
Veli:
“Git işine kız deli inisin?”
Ayşe:
“Alır isen, Esma’yı ihya edersin.”
Haşan
(Esma’ya): “Hakkım arar iseniz, ortak bizimsin.”
Esma:
“Alır isen ben mesut olurum.”
Veli:
“Gelmezsen yanıma, memnun olurum.”
Ayşe
(Veli’ye): “Al şu kızı, rezil ve rüsvâ olurum.”
Haşan:
“Ben hiç naz etmem, mesrûr olurum.”
Umum:
“Yemiş
helvayı senin sevgilin
Artık
merak etme, muradına erdin.”
Esma
(mahzun):
“Ayşe
Kadın, Veli beni reddetti
Büyülü
müyülü helvan tesir etmedi.”
Umum:
“Belki
helvayı Veli yemedi,
Yese
idi büyü tesir eder idi.”
Haydi
gelin arayalım
Kim
yemiş ise anlayalım.”
Hepsi (giderler) Veli
ve Haşan (kalır)
Onuncu
Meclis
Veli
(Hasan’a): “Aman inkâr et, iş duyulmasın.”
Hasan’ı
(sancı tutarak): “Sancı zorluyor, nasıl saklarsın?”
Veli:
“Aman bana da bir şey oluyor.”
Haşan:
“Zehir mi vardı acaba, başım dönüyor.”
Veli
(gayet telaşla): “Vay vay vay, cankurtaran yok mudur?”
Haşan
(yüzünden sakalı çıkarır): “Ay ay ay, ikramınız bu mudur?”
Veli
(Hasan’ı görerek hiddetle): “Oğlan Haşan sen misin? Hani yüzündeki sakalı ne
yaptın?”
Haşan
(sakalı göstererek): “îşte, lâzımsa al.”
Veli:
“Hay yerin dibine geçesin. Beni bu kadar eziyetlere soktun da bir de
eğleniyorsun değil mi?” (hiddetle) “Öküz tüh yüzüne, git karşımdan eşek.”
Haşan
(gizlice): “Babandır eşek.”
Veli:
“Bense acıdığımdan o gece sana eziyet verdim. Bileydim eşek gibi arkana biner
de köye kadar götürür idim. Bir de oğlumla eğleniyorsun, git karşımda durma
gözüm görmesin.” (mahcubane) “inşallah görmezler” (der, gider.)
On
Birinci Meclis
Veli
(yalnız):
Şimdi
nasıl etmeli de bu heriflerin elinden kurtulmalı? Kaçsam yakalayacaklar, çare
yok köyde yine bulacaklar. Hem bu heriflerden her türlü de korkulur. Zira
bunlar adamı döverlerve hem telef edecekleri de me’mûl olunur. Bu suretçe söylediklerine
çar-u-nâçâr razı olup, bir kız için bir köylüyle düşman olmak, bu da âkil
değildir. Cevap verip alıvermeli, lâkin benim yaşım altmış, kızın yaşı on
sekiz. Şuraları biraz abes görünüyor, ama kız kendi rızasıyla talip olup ve bir
köylü de ittifaken münasip görüyorlar ise de nasıl edeceğimi şaşırıp kaldım. Ve
bu kızın da benim gibi miskin adama alâka etmesine taaccüp olunur desem
hata etmiş olurum.” “Bunda hikmet-i hüdâ var, el-hâsıl almaktan başka bir çarem
yoktur anlaşıldı. Bakalım ileride Cenâb-ı Hak ne gösterir? Dert bir değil, şu
bizim Haşan şu kadar senedir emekdâr-ı kadîm olup ve bana ettiği günâ-gûn
meşakkatleri bir veçhile hatırdan çıkarmaz derecede ise de nasıl edeceğimi
bilmem.”
Haşan:
“Aman ağacığım, öteden beri velinimetim bulunduğun halde hakkınızda çok vakit
haksız hareketde bulunup ve her bir veçhile kusurda bulunduğumu bilirim ve size
de malûmdur.Bu defa her bir günâ kabahatlerimi affetmenizi rica ederim. Her ne
ise bilir bilmez cahillik ile ettiğim haksızlıkları behemehâl bağışlamanızırica
ve niyaz ederim.”
Veli:
“Her ne ise, eski emektarım bulunduğun cihetle cümle kabahatlerini affettim.
Gel elimi öp de bir daha böyle uygunsuz işlerde bulunma.”
Haşan
(elini öper, gizlice): “Tuh eline.”
Veli
(yerinden kalkarak) “İkisi beraberce...”
Veli:
“Vay
vay canımı pek zorluyor
Ama
ne gönlüm bulanıyor Bu helvada zehir vardır Ciğerlerim doğranıyor”
Haşan:
“Ay ay kamım, pek çok
da yedim Hekim gelsin acele, öldüm gittim Bu helvada büyü varsa Kızı bana verin
ben beğendim”
On
ikinci Meclis
-Evvelkiler,
Esma, ‘Ayşe, Zehra, Dilber, Hatice, Tosun, Erkek köylüler-
Umum:
“Veli sana bir
sualimiz vardır sakın inkâr etmeyesin
Ayşe’nin
helvasından sen çok yemişe benzersin İşte hasta halin her türlü ispat ediyor
Sen
bu kızı cümlemiz ittifakıyla çare yok almalısın” Esma:
“Hep
gizli işler zahir oldu çıktı meydana Kaçmak fayda etmez, Veli kulak ver bana
Çoktan beri hasretliğini çekerim âşıkım ben sana Ezelden kısmet etmiştir
Cenab-ı Hak beni sana”
Ayşe
(umum ahaliye):
“Veli’ye
yaptığım büyü iyice tesir eylemiş Veli onun için efkârını değişmiş
Ziyadesiyle
Esma’ya sevdası düşmüş
Veli
bizden bu ana kadar saklıyor imiş”
Veli:
“Hep
etrafımı aldılar işte sözün doğrusu Beni derde saldılar cebrî kızı aldırdılar”
Umum
köylü:
“Veli
helvayı pek âlâ bulmuş
Budala
herif çokça yemiş
Büyü
kendisine pek tesir eylemiş Esma kıza alâkayı candan etmiş Veli tu’mundan çokça
yemiş helvayı İster istemez yakalamış sevdayı
Ne
kadar tesirli imiş Ayşe kadının büyüsü Aldı Esma kızı karyemizin ihtiyar
Veli’si Geçti Veli’nin Tosun’a hep sancısı
Ne iş
eyledi ona un helvası”
Esma
(Ayşe’ye):
“Benim
için çok çabaladın memnun oldum.
Evvelâ
Hak sonra sayende bak koca buldum Azdır ama şu keseyi sana hediye ettim
Şu
yaptığın iş için gece gündüz dua eyledim” Ayşe:
“Bereket
versin Esma Gelin’den bahşişim aldım Bu sanatımın sayesinde pek çok kazandım
Çok
meşakkat çok emek çektim ama şimdi unuttum Çok şükür aç kalıp namerde muhtaç
olmadım”
Haşan:
“Çala çala davulumun ipi kopdu
Helvayı beraber yedik ama kızı ağam kaptı
Umum karyemiz ahalisini teşekkürâne davet etti
Acele ederek Esma kızı kendisine nikâh etti”
Umum karye ahâlisi:
“Yedik içtik Hak bereketin versin
Hemen Kel Veli’ye Esma’yı Hak mübarek etsin
Ömürleri oldukça Hak onlara dirlik versin
Cümlemize Hak sıhhat-ı vücûd kâr bereketi ihsan etsin”
(Derler, perde iner)
Son
APPENDIX C:
Büyücü Karı f[57])
M.S.
Kantarcılar’da
mükellef bir konağın üst katında Kânunusani ayının dördüncü salı günü ortada
pirinç büyük bir mangal ateş karşısında köşe minderine oturmuş kırk beş elli
yaşmda oyalı hotozu olan hanımefendi, karşısında durmakta olan kâhya kadınına
diyordu:
“Bundan
bir şey anlayamadım, Azime Hanım! Tütsüleri verdik, gömleği de giydirdik, fakat
yine olmadı! Herifin hâlâ gözü dışarıda!”
Azime
Hanım, bir tavr-ı bâridâneylecevap veriyordu:
“Aman
hanımefendi, bu boyacı küpü değil ya! Böyle şeylerin hassası kırk günden evvel
anlaşılamaz ki..
“Ya...?
Hoca hanım ‘dakikasında tesir eder,’ dedi, yalan mı söylüyor acaba?”
“Orası
itikada bağlı hanım! Hani ya geçen sene Memnune Hanım’m oğluna ne olmuş
idibilirsiniz ya? Hoca hanıma sorduk!”
“’
Çil tavuğun yüreğini yutturmalı, şifayı bulur’ dedi. Öyle oldu, kaç tanesini
söyleyeyim, sayısı yok ki...”
“Ya
bizimkine neden tesir etmedi?”
“Kim
bilir hanımım, inşallahtesiri olur!”
“Canım,
Azime Hanım, bir ara hoca hanıma kadar gidip, şu müşkülümü halleder misin? Ne
olur?”
“Baş
üstüne arslanım, ama... şey ...”
“Para
mı istiyorsun?”
“Evet!
Çünkü kan paragöz bir şey de...”
“Peki,
bir mecidiye yetişir mi?”
“Bunu
kadma veririm, ya bana bir şey vermez misiniz?
“Ha,
seni unutacak idim. Ortaköy’e kadar gideceksin, elbette para lazım, uçulmaz
ya?”
Hanımefendi
yerinden kalkıp, ortada konsolun orta gözünde bulunan çekmecesini çıkararak
açıp iki mecidiye verdi.
“Kuzum Azime, hekime
iyi baktır, meraktan patlıyorum,” sözlerini ilâve eyledi.
Paşa’nın
vefatıyla biricik terk etmiş olduğu kerimesi Nadide Hanım, orta derece
güzellerden idi.
Yirmi
beş yaşmda iken pederi tarafından Manisa eşrafından Haşan Efendi’nin onyedi
yaşmda olan mahdumu Murtaza Bey’e Allah’m emriyle verilmiş idi. Murtaza Bey
fevkalade güzel ve yakışıklı olduğundan, zevcesi kendisini son derece bir
muhabbetle sever ve uğruna her şeyi fedayı canına minnet bilir idi.
Murtaza’nın
hizmetine konakta birkaç cariye tahsis kılınmış idi. Emsaliyle müsbet olduğu
üzere, bu kabil cariyelerden bazıları evin evvel hanımından daha güzel ve daha
cilveli çıktığından, adeta odalık ve bilahare hanıma ortak olmak rütbesine
kadar nail oluyorlar.
Esaretin
men‘i ile bu hâlin tedricen önü alınmakta olduğunu görmek ne kadar şayân-ı
memnuniyet ise, bunun yerine başka şeyler çıktığım da itiraf etmek o rütbe
sezâvâr-ı takdirdir. Evet, şimdi eski bildiğimiz cariyelerin yerine hizmetçiler
ve bohçacı kadınlar ve terzi ve bunlara mümasilleri çıkarak, namussuzca
muameleleri ile ahlâk-ı umumiyeyi ifsâd ediyorlar. Hele mürebbiye ve
muallimeleri de asla hatırdan çıkarmamalıdır.
Neyse,
Murtaza Bey iki sene evvel vefat eden paşa hazretleri kayınpederlerinin zeber
cenahında ses çıkarmayarak ve bir itaat-ı kâmileye mağlûp olarak içgüveyliğinin
mezahimine göğüs verdi. Bu müddet zarfında cariyelerle eğlenip vakit geçirmeye
zaman bulup bulamadığım bilemeyiz. Çünkü konak dahilinde paşa hazretlerinin
birçok gözcüler ve habercileri olduğunu Murtaza Bey pek ranâ bildiğinden adeta
korkmada ve nereye basacağım bilememekte idi.
‘Murtaza
Bey’i tekdir ve tahvîf eden mi var ki bu derece korkuyor?’ denilecek olursa,
cevap veririz ki Murtaza Bey servetçe, intisap ettiği aileyle müsavi bir
derecede olmadığından, mm-küU’il-vücûh kaympederinin ianesine muhtaç idi. Hatta
hiç de istihkakı olmadığı halde, damatlığına hürmeten o zamanın moda icabmca
Babıâli’de bir iki bin kuruş maaşla zaman tabiri üzere sandalye memuriyetine
oturmuştu.
Serde
damatlık ve bir de mükellef at araba elinde var ya, bunları bir kat daha ileri
götürebilmek için kaympedere karşı tabasbusun son derecesini icradan geri
durmuyordu. Paşa, eski vezirlerden ve kimsenin hesap sormadığı zamanda yetişmiş
adamlardan olduğu için fevkalade denecek raddede servet iddihârma muvaffak
olmuştu.
Zevcesi
kendinden bir kaç sene evvel vefat etmiş ve Nadide’den başka evlat
bırakmamıştı. Validesinin vefatmda kırk yaşmda kadar olan Nadide, pederinin
irtihâlinde kırk dört yaşlarında kadar vardı.
Murtaza
Bey de bu şurada erkeğin borusunu öttüreceği otuz sekiz yaşmdaydı ki, hanenin
âmir ve hâkimi olmakla beraber bütün servet de elindeydi.
Kayınpederinin
iltimasıyla beş altı bin kuruşluk mühim bir memuriyet de temin etmiş
olduğundan, Paşa’nın vefatıyla kocalmağa yüz tutmaya başlayan zevcesinden de
gereği gibi usanmış idi.
Yirmi
senedir kan koca oldukları halde bir semere-i saadetleri dünyaya gelmemiş
olduğuna kadın ne kadar müteessif ise, erkek de bu üzüntülerle kadm öbür
dünyaya gidecek olursa bütün servete konacağı neşesiyle memnundu.
Evvelleri
büyüklerimiz asil, necîb damad alacaklarına asl-ı neslini sormadan güzel ve
yakışıklı olanları kendileri beslemek şartıyla kızlarına koca ederler idi.
Böyle fürû-mayelerin ise bilâhare ocak söndürmek hususundaki maharetleri
cümlenin müsellemi olduğu veçhile ziyade idi.
Paşanın
vefatıyla Murtaza Bey’in hal ve tavrında büsbütün bir başkalık hâsıl olduğu
yukarıda anlatmış idi. Artık damat bey harem dairesine gecenin saat üçü,
dördünden evvel giremez olmuştu. Nadide Hamm’ın mümkün ise yüzünü bile görmek
istememesine mebni, damat bey her akşam bir misafir alarak gelmekte idi.
Hanımın
yegâne arkadaşı ve muhibb-i sadıkı Azime Hanım idi. Hâlbuki Azime Hanım para
gözlü bir kadm olduğundan, dostluğu paraya müstenit idi. Nadide Hamm’ın bugün
para verecek iktidarı kalmadığı anlaşılmasıyla, ilk konaktan savuşacak Azime
Hanım idi. Azime, Nadide Hanım’ın gayet şımarık ve güzel kapalı büyümüş
olduğunu bildiğinden bundan yani kadının safvet-i kalbinden istifade etmek
çaresini bulmuştu.
Şöyle
ki: Yukarıda zikri geçtiği üzere, Azime Hanım Ortaköy’de bir büyücü kadm
bularak hanımına tanıtmış ve bir takım şirinlik nüshaları bundan ağnnca altın
alınarak Nadide Hamm’ın boynuna takılmış idi.
Hakikatte
“Hoca Hanım” tesmiye olunan bu kadınla Azime menfaat hususunda ortak idiler,
Nadide’yi soymak hususunda Azime pek mahir olduğundan, zavallının nakit mevcudu
biterek sıra emlâkine gelmiş idi.
Neyse
o gün de Azime Hanım büyücü kadının Ortaköy’deki hanesinde isbât-ı vücûd
etmişti. Ortaköy’ün az ilerisinde Kuruçeşme’ye yakın bir mahallin arkası, malûm
olduğu üzere, harap ve eski bir takım evlerden mürekkep olup, adeta teneke
mahallesi denilecek raddededir. Buranın bir kısmı Yahudi mahallesidir ki,
kısım-ı diğerinden biraz farklıdır.
İslam
Mahallesi arasında dar bir sokakta kerpice Bağdadi denilen duvarla muhât bir
hanecik nazar-ı dikkate çarpar. Burası evden ziyade baykuş yuvasına
benzemektedir.
Bu
hanede boyalı saçlı, kupkuru yüzlü, gayet esmer bir ihtiyar kadm ikamet
etmektedir ki, hikâyemizin mebni-i aleyhi olan büyücü kadm bu olduğunu
karilerimiz anlamışlardır. Adeta köy ahırlarına benzemekte olan, avlusu üzerinde
karşılıklı iki odası bulunan bu hanenin heyet-i mecmuasma mutasamfe olan bu
kadm idi ki, bina inşa olunalıdan beri buraya süpürge ve nezâfet denilen şeyin
girmemiş olduğunu ahvâl-i zahiresi gösteriyor.
Kan,
kirli kukla tabirine mâ-sadak bir halde olup, sırtında Alipaşa basması denilip
vaktiyle mamulât-ı dâhiliyemizin en mühim kısmım teşkil eden iri güllü basmadan
bir entari bulunmaktaydı ki bunun ne zaman biçilip dikilmiş olduğunu kari’în-i
muhterememiz tabir edemezler. Öyle zannolunur ki bu entari biçilip dikildikten
ve kan sırtına geçirdikten sonra bir daha çıkmak veya çıkanlmak mümkün
olamamış!
Mahallesinde
Hüsna Hanım ismiyle tamlan bu mekruh suretli kadm, geçirmiş olduğu hayat ile
Diyojen’in dişisi ıtılakma lâyık bir yoldadır.
Odanın
birinin rafında bir iki sahan ve tabağa benzer şeyler olup, bunların içlerinde
bulunanlar karının nafaka-i yevmiyesinden ibaret idi ki karilerimizin
midelerini bulandırmamak için bunların tavzih ve tarifini zâid görürüz. Ortada
Nuh-ı Nebi zamanından kalma tabirine mâ-sadak bir de saç mangal bulunmakta
olub, temizlenmemek yüzünden adeta rengi bile uçmuş idi.
Azime
hanım telaşla ile içeri girip:
“Selamın
aleyküm, analık!” diye büyücü karıya hitap etti.
Kadm
Azime’nin vürûdunu görür görmez, her işini bırakıp istikbaline şitâb ederek:
“Hayrola
Azime Hanım, yine ne var?” diye sorduğunda, Azime Hanım da: “Bırak, Allah’ı
seversen, bu kadından artık usandım yine beni sana gönderdi.
‘Kırk
yıllık Yani, olur mu Kâni dedikleri gibi, kocasını biz nasıl ıslah edebiliriz?”
“Bilirsin
ya Azime Hanım, bu iş için ne kadar zahmet çektim, neler yaptım neler!”
“Uzun
etme, zahmete mukabil de alacağı aldın!”
“Vakıa
orası da öyle, şimdi anlayacaksın.”
“Haydi,
öbür odaya gidelim de uzun uzadıya konuşalım.”
***
Aksaray’da
Şekerci Sokağı’nda Şadan Hanım’ı tanımayan yoktur. Şadan Hanım’m çoktan dul
kalmış olduğu söylenmekte ise de kimin zevcesi olduğunu ve kimden dul kaldığım
bilen yoktur. İki kızıyla orada sekiz on odalı mükellef bir konak dairesinde
imrâr-ı hayat eden Şadan Hanım’m erkek işçileri, hizmetçileri, uşakları
yerindeydi. Anlaşılamayan bir nokta var ise kadının varidatı nereden geliyor ve
bu dolap neyle dönüyor ciheti idi?
Vakıa
bu nokta en ziyade nazar-ı dikkate alınacak şeydi. Ana kız haftada bir iki gün
haneden gaybûbet ederler ve nereye gitdiklerini kimseye bildirmezlerdi. Bunlar
acaba bu yolda nereye gitmekte idiler?
Şadan
Hanım’m büyük kızı Melekrû, yirmi yaşlarında kadar, sarışın güzeli bir şey olup
sesi de fevkalade güzeldi. Bunun piyano ve ud çalmaktaki mahareti de bu
nispette idi. Hemşiresi Peyker bundan iki yaş daha küçük ve esmer güzeli bir
şeydi. Bu da gayet mükemmel keman çalmakta olup, valideleri bazı akşamlar
bunlan odasma alarak kendi de def vurmak usulünde mahir bir hanende olduğundan
âlemlerinde devam ederler idi. Melekrû her ne kadar kocasız ise de, buna bakire
de denilemez idi. Çünkü hiç erkek bilmeyen ve bunlarla ihtilâfta bulunmayan
kızların evzâ‘ u etvâr ve harekâtı herkesin malûmu olacağından, bu kızda öyle
bir hal görülemiyor idi.
Bunlar
Aksaray’a taşınalı henüz üç sene kadar oluyor idi. Mahalle bekçisine mebzûlen
aylık verdiklerine ve imam efendiyi haftada hiç olmazsa bir defa olsun
hanelerine davet ettiklerine veyahut it‘ame-i nefise ve nadire yaptırarak imam
ve muhtarların hanelerine göndermekte olduklarına binaen, bunların fevkalade
tevvecühlerine mazhar olmuş idi.
Mahallenin
imam ve muhtarları ve bekçisi zahir olunca diğerlerinin ne kadar ehemmiyeti
kalacağı muhtaç-ı izah bir keyfiyet değildir.
Murtaza bundan dört
sene kadar evvel arkadaşlarından Ömer Bey isminde biriyle Kâğıthane’ye gezmek
üzere gitmişti.
Burada
Şadan Hanım’la kızlarına -evvelce hazırlanan bir plan vechile- tesadüf ederek
Melekrû’ya bin canla âşık oldu. Nadide Hanım’dan çoktan usanmış ve henüz nbka-i
esareti üzerinden atmış olan Murtaza, bugün ne yapacağım bilemeyecek hale
gelmiştir.
Herşeyin
husûlune çare-sâz olan şey para olup, altın anahtarın her kilidi açacağı
kaziyesi de Murtaza’ca müsellem olduğundan Ömer’in:
“Nasıl
Murtaza Bey, bunlan beğendiniz mi?” Sualine mukabil, Murtaza da:
“Beğenmemek
söz mü? Ben bayıldım gitti!” cümlesini ağzından kaçırıvermişti.
îşte
vakadan bir hafta mürurunda Aksaray’da Şekerci Sokağı’ndaki konak ve teferruatı
Ömer’in delâletiyle Murtaza Bey tarafından bunlara tedarik ettirilmişti.
Mesele
anlaşılıyor ya işte bu devam, haneye olan devamı kesmiş ve harem dairesine
çokça gitmemekte bulunmuş idi. Nadide Hanım beyinde hâsıl olan tebeddül aniden
pek ziyade üzülerek, Azime Hanım’a sarılmış ve yukarı tarafından soyulmaya
başlanmış idi ki sonunun neye varacağım hikâyemizin âtisi anlatacaktır.
***
Azime
Hanım, büyücü kadınla odada bir şeyler söyleştikten sonra, ortaya çıktılar.
Garip kan, Azime
Hanım’a diyordu:
“Anlaşıldı
ya! Kalaysız bakır leğen, bir de beneksiz siyah horoz, iki de kara saplı hiç
kullanılmamış bıçak, bir de deliksiz at nalı. Fakat bunu siz bulamazsınız,
benim mahsus adamım var bunu ısmarlarım!”
“Kaç
paraya kadar olur bu?”
“Sen
Hanımefendi’ye altmış kuruş dersin. Bir lira alırım, paylaşırız.”
(Sevinerek)
“O da olur! Bir de Beyefendi’nin gömleğini isterim, davet yapacağım.”
“Davete
de masraf olacak ya?”
“Artık
sen ne alırsan, onu kabul ederim. Bir de gömlek tütsülendikten sonra, o gece
Beyefendi yatağa girerken, hemen boyundan geçirmeli.”
“Aman
bu nasıl olur? Hokkabazlık gibi bir şey; aman hoca hanım, bunun bir çaresini
bul.
“Peki, düşüneyim de sonra haber veririm. Sen git de şu
paralan ve dediklerimi al, gel!” ***
Şekerci
Sokağı müstecirleri halleri yukanda naklettiğimiz veçhile cereyan ediyordu.
Mahalleliler arasında bunlar hakkında dedikodu eksik olmuyor idiyse de imam ile
muhtarlardan çekindikleri için işin ilerisine gidemiyorlardı. Murtaza Bey,
mahbubesi olan Melekrû’ya mülâki olmak üzere geliyor ve bununla görüşüyor ise
dene zaman geldiğini ve ne vakit avdet ettiğini gören ve bilen olmuyor idi.
Aradan
bir sene kadar mürurunda Melekıû, Murtaza’dan bir erkek çocuk dünyaya getirdi.
Halk nazarında bakire tanındığı halde Hoca Nasreddin Efendi merhumun “kız oğlan
kız, altı aylık gebe, eğer çıkmazsa mal benim” diye görücülere söylediği üzere,
bunlar suret-i kafiyede bir ebe tedarik ederek, kızı doğurtmuşlar ve derhal
Macuncu Semti’nde tedarik ettikleri sütnineye çocuğu tevdieyleyerek, haneden
aşırmışlar idi.
Çünkü
ev içinde ne kadar ihfasma gayret edilse tıfl-ı nevzâd ağlayıp haykırmasından
mütevellit seda dışarı aksedecek veya haneye gelip gidenlerden biri tarafından
işitilerek etrafa bu suretle ilân edilecek idi. Sesli mahlûkun vücûdu setr ve
sesini ihfâ mümkün olamayacağı kaziyesine binaen, bazı erbâb-ı ihtisası ‘her
şey çalınır ama insan aşınlamaz!’ Nazariyesini ortaya sürerler.
Bi’t-tabii
Murtaza Bey dünyaya bir oğlunun gelmiş olduğu haberiyle mübeşşir olduğundan,
çocuğun nazar takımım daye masrafı vesairesi için kesesinin ağzım fevkalade
açmıştı.
Sütnineye
verilecek maaş-ı şehrî de beyefendiye mal edilmiş olduğundan, her ay sütnine
olan kadının zevci daireye giderek beyefendiden üç lirayı alacak idi.
Melekrû’nun lohusalık müddeti pek az günde mündefi olmuş ve yine Murtaza ile
eski cümbüşlere koyulmuştu. Fakat bu defa ihtiyatı elden bırakmayarak, gebe
kalmamasına gayret olunuyor idi.
Şükür
yetiştirene, Şadan Hanım nur topu gibi torununu da gördü! Bundan büyük
bahtiyarlık mı olur? Murtaza Bey artık harem dairesine de bazı geceleri
girmiyordu. Hanımefendi bunun bu hallerinden bir şey anlayamıyor ve yirmi beş
otuz seneye karîb bir kan kocalığı ihlâl etmek de istemiyordu.
Hanım’m
her şeyi Beyefendi’nin elinde olduğundan refte refte emlâk mutasamfı olarak
tanınan Nadide Hanım, namım Murtaza Bey’e tahavvül ediyor ve bunun ne yolda
cereyan ettiği bilinemiyordu. Zavallı Nadide Hanım’m elinde bir oturdukları
konak kalkmıştı. Bunun da yakında Murtaza Bey uhdesine geçeceği bekleniyor idi.
Merhum
Paşa’nm eski dostlarından olup o civarda oturmakta bulunana Ürgüplü Hüseyin
Efendi isminde gümrük kolculuğundan mütekait zatın cereyan-ı hâl gözünden
kaçmıyordu. Hüseyin Efendi, Paşa’nm delâlet ve muavenet-i nakdiyesiyle el-yevm
mutasarrıf olduğu haneyi edinmiş ve lütuf ve inayeti unutmamış idi.
Bu
kadirşinaslık Anadolu ahalisine has olan meziyyât-ı harikulâdeden biridir.
Murtaza Bey’deki tebeddül-i nâgehâniyi görünce, bunun sebeb ü illetini anlamaya
koyulmuş ve yukarıdan beri naklettiğimiz şeyleri en İnce noktasına kadar
öğrenmiş idi. Yalnız Azime Hanım’la Nadide Hanım ve büyücü kan arasındaki
muamelâtı bilmiyor idi ki, bunu bilmek de belki kendince zait idi.
Hüseyin
Efendi ortaya çıkarak hakikatten Nadide Hanımı haberdar etmeyi düşündü ise de:
“Daha vakit varmış,
biçimine getirerek yapmalı!” mütalaasıyla, şimdilik söylemekten sarf-ı nazar
eyledi.
Azime
Hanım hocanın evinden avdetle, doğru hanıma gelerek vakayı anlattı. Aradan bir
saat mürurunda beş lira alarak konaktan çıktı. Büyücü karı, Azime Hanım’a
gömlek giydirmek hususunda kolay bir cihet göstermiş idi ki mahallinde izah
olunur.
Hanımefendi
Kâhya Kadın’m tebşirâtından fevkalade memnun olarak diyordu:
“Allah
büyüktür. Derdine deva arayan dermanım bulur. înşaallah vakti gelmiştir,
kimseye derdimi söyleyemiyorum, herkesten utanıyorum, beyime ne oldu
bilemiyorum, mutlaka birine vurulmuştur.”
***
Şadan Hanım ile küçük
kızı,Melekrû’nun melâhati sayesinde, koca konakta debdebe ve dârât içinde
evkat-güzâr olmaktaydılar.
Fakat
kadın işin bu yolda cereyan etmesini istemiyordu. Çünkü içinde geçirdikleri
hayat âlemi muvakkat olup, gerçi arada bir de çocuk da varsa da herkes bunu
Murtaza Bey’den hâsıl olma bilmediklerinden, iki üç sene sonra Beyefendi’nin
kızından usanması üzerine bu debdebe ve dârâtdan eser kalmayarak, işin eski
hamam eski tas olacağım düşünmekte idi.
Bulundukları
halin temadisine yegâne çare, Melekrû ile Murtaza Bey’in rabıtalarının
meşruiyete munkalib olması idi.
Kaldı
ki Murtaza Bey, Paşa’nm damadı ve zevcesi olan Hanımefendi’nin bunun velinimeti
mesâbesinde olması şu maksadın husûlüne de mani olmakta idi. Ne yapmalı? Nasıl
edip bu işin içinden çıkmalı?
Kızı
herkes nazarında resmen kız oğlan kız olup, hâlbuki hakikatte çocuklu bir kadm
olduğundan, bunun hayatım da müddet-i medide zehirlemek muvafık değil idi.
Artık
Paşa’nm değil ya kimin kızı olsa kendisi için ciğerpare kerimesi kadar makbul
ve mergûb olamayacağından, ne yapılacak ise zaman-ı icrası gelip çatmıştı. Buna
yegâne çare de Nadide Hanım ortadan vücudunun kalkması olacağından bu tedbire
tevessül elzem idi.
Fakat
bu nasıl yapılacak?
Kadının
öyle bir yolda izale-i vücudunu tasavvur ediyor idi ki, öldüğü halde
öldürüldüğü hakkında ortada zerre kadar bir iz kalmış olmasın!
Şadan
Hanım’ın en samimi dostlarından ve sırdaşlarından Hürmüz Hanım isminde biri
vardır ki, bu kadm Üsküdar’da Kısıklı semtinde oturur.
Sekiz
koca eskitmiş, her birinden miras yiyerek şimdi altmış yaşma gelmiş olan bu
karı, “Rastıklı” namıyla maruf olan mekrûhedir ki, şimdi otuz beşinde olan
kocasıyla yaşamakta, evliliklerinden kazanmış olduğu paralan bu delikanlıya
afiyetle vermekteydi.
Şadan
Hanım’ın sıkıntısı oldukça hemen Hürmüz Hanım’a koşar ve bunun gösterdiği yolda
hareket ederek -zu’munca- fayda da görür idi. Hemen Aksaray’dan kalkıp köprüye
inerek Üsküdar vapuruna binip, muhibb-i vefa-şiânnın hanesine kapağı atar.
Hürmüz
Hanım muhibbesinin derdini dinledikten sonra, Ortaköy’de bulunan Hüsna Hanım’a
müracaat etmesini ve arzusuna muvaffak olmak emrinde bundan başkasının çare
bulamayacağım söyler. Kadm bu nimetten memnun olarak, daha bir saat kadar orada
oturduktan sonra, geldiği gibi hanesine avdet ve kerimelerine mülâki olur.
Tesâdüfât-ı
garibeden olmak üzere avdetinde vapura bineceği sırada kendine birisinin dik
dik bakmakta olduğunu görür fakat vapura girilmek mecburiyeti ile kadm ve erkek
mahallerinin ayrılığı elli elli beş yaşlarında olan bu adamın garip bakışından
Şadan Hanım korkardı. Her nedense Şadan Hanım bu herifi görmekten hoşlanmamış
olduğundan mıdır nedir, hanesine pek rengi uçkun ve helecanlı olarak girdi!
***
Maltepe’nin
yakınında Başıbüyük namıyla bir köy vardır ki, burada çıkan bal pek meşhurdur.
Bu bal evvelleri Saray-ı Hümâyûn’a hediye olarak takdim edilir ve bazı vükelâ
ve küberâ âli fiyatla tedarikiyle, hanelerinde bulundurur idi. Kerim Ağa
isminde oranın oldukça ileri gelenlerinden birinin haremi evvelce vefat etmiş olduğundan,
ana kızdan ibaret bir hane halkı teşkil etmek üzere Kartal’ın ötesinde Yakacık
köyüne tebdîl-i hava için gelmiş olan Şadan Hanım her nasılsa Kerim’in gözüne
ilişir.
Bunlar
kimsesiz, yani erkeksiz olduklarından, terbiye ve ahvâl-i zahireleri de hoşuna
gittiğinden ve Maltepe ile civar köylerinin en büyük çarşı ve pazar mahalli
Kartal kazası olup Kerim Ağa da öteberi satmak üzere daima buraya inmekte
olduğundan ve Yakacık cihetinde de bir iki bağı olduğu için oraya da ara sıra
gittiğinden, Şadan’m validesinin muvafakatiyle bunların umur ve hususlarına
nezaret etmeye başlar.
Bu
münasebetle aralarında Şadan’la muhabbet ve münasebet peyda etmiş olduğundan,
ana kız artık sayfiyeyi terke lüzum görmeyerek, Kartal’da Kerim Ağa tarafından
icâr edilen bir eve taşındıklarından, Melekıû ismindeki bir kızı dünyaya gelir.
Zaten Kerim Ağa, Şadan’dan her suretle memnun olduğu için imam ve muhtarı celb
ile bu münasebetlerine bir şekl-i meşruiyet verir.
Aradan
iki sene mürurunda ikinci kız yani Peyker doğar. Kerim Ağa, Peyker’in dünyaya
gelmesi üzerine zevcesiyle kayınvalidesini ve iki çocuğuyla hizmetçisinden
mürekkep olan ailesini köyündeki hanesine kaldırır. Aradan altı ay mürûrunda
Şadan’m validesi vefat eder.
Şurası
gariptir kiMelekrû’nun pederi kim olduğu, nasıl Aksaray semtinde perde-i
zulmette kalmış ise, Şadan’m pederinin kim olduğu da Kerim Ağa’ca bilinememekte
idi. Bu yolda bir müddet daha geçince bir gün Kerim Ağa’nm bir iş zımnında iki
günde avdet etmek üzere Gebze’ye gitmesi, işinin ve hayatının rengini değiştirmişdir.
Şöyle
ki: Kerim Ağa iki gün sonra avdetinde hanesinde kimsenin bulunmadığım görünce
aklı başından giderek, her tarafı aramış ve bir emareye destres olamamış idi.
İhtiyar çiftçilerin biri Kerim Ağa’nın Gebze’ye gittiği gün, hareminin de iki çocuğunu
ve bohçasını alarak Kartal’a inmiş olduğunu gözüyle gördüğünü söylediğinden
başka bir ipucu bulunamamış idi.
Kerim
Ağa bu yolda bir-iki gün, hatta bir-iki sene daha beklemiş ve bir neticeye
destres olamayınca meyûsiyeti artmış idi.
Günün
birinde Kerim Ağa’nın evinin penceresinden atılmış bir mektup bulundu. Mektubun
üzerinde nereden gelmiş olduğuna dair bir işaret bulunamadı. Her ne kadar
üzerinde ağalık unvanı var ise de, Kerim Ağa okuryazar takımından olduğundan,
zarfı yırtıp içindekini okumaya başladı. Zavallının okundukça beti benzi atıyor
ve dudakları hırsından titriyor idi. Okuyup bitirdikten sonra:
“Bu
elimde senet olur, bu kâğıtla ne zaman olsa intikamımı alırım!” dedi.
Mektup,
Şadan tarafından yazılmıştı. Fakat nereden gönderildiği belli olmadığı için,
tabii bir teşebbüste de bulunamaz idi. Binâberin vakt-i münâsibe intizaren
şimdiden telâşa lüzum ve mahal olmadığı kararıyla intizamım zihnine nakş ve
icrası için deruhte eyledi.
Şadan
okuyup yazan takımından olduğu cihetle bunu kendi yazmıştı. Bu bervech-i zîr
muharrer idi:
“Geçirdiğim
hayattan usandım. Ben çift öküzü veya tarla ineği değilim ki dağ başlarında
ömür geçireyim. Bu hal beni bî-zâr etti. Kızlarımı da alarak gittim, beni
beklemeyiniz, çünkü ne benden ne de kızlarımdan size fayda yoktur, vesselâm.”
Kerim
Ağa’nın güç ve kuvveti yerinde olup, oldukça yakışıklı idi. Servet ve dârâtı da
hatırı sayılır raddede olduğundan, tabii zevcesiz duramaz idi. Binaenaleyh
Kartal’dan kendisine münasip birini tedarik ile vech-i şer‘i üzerine nikâh eyledi.
Mürûr-ı zamanla Kerim Ağa’nın bundan iki oğlu oldu. Bir vechle yirmi seneye
karîb bir müddet Kerim Ağa intikamına intizarda kaldı.
Bu
müddet zarfında Şadan’ın ne yolda emrâr-ı hayat etmiş olduğunu anlatmayalım,
çünkü bunu anlatmak iki üç cilt vücûda getirecek kadar vukuâtla halidir.
Nihâyet kadm yetiştirip büyütmüş, öğrettirmiş olduğu kızlarından büyüğünü
yakanda anlattığımız veçhile Murtaza’ya bırakmış ve ondan da bir çocuğu
olmuştu. Kadm bir türlü Kerim’i unutamamakta idi. Kerim’in günün birinde kendisinden
ahz-ı intikam edeceği endişesi kadım düşündürmekte idi.
Her
ne hal ise, aradan şu kadar sene mürurunda ahz ü ita zımnında İstanbul’a inmiş
olan Kerim Ağa dolayısıyla muârefe peyda etmiş olduğu Hüseyin Efendi’ye tesadüf
eder. Bunlar Beyazıt Meydanı’nda bir kahve dükkânına oturarak konuşmaya
başlarlar. Kerim Ağa, başına gelen halleri ve Şadan yüzünden uğradığı
felâketleri anlattıktan ve iki kızı olduğunu da hikâye eyledikten sonra Hüseyin
Efendi sordu:
“Şimdi
kerimeleriniz ale’t-tahmin kaçar yaşlarındadır?”
“Biri
yirmi, diğeri on sekiz yaşlarında kadar vardır.”
Biraz
düşündükten sonra, bunların renklerim falan da sorar. Zira, Hüseyin Efendi
sâika-i merak ile bunları takip ederek, kendilerini de görmüş ve boylarına da
dikkat eylemiş idi. Aldığı izahattan Kerim Ağa’nın aradıkları bunlar olduklarım
anlayınca:
“Kerim
Ağa, o karıyla kızlarının şimdiki halleri şundan ibarettir!” deyip, Murtaza Bey
ile Melekrû arasındaki vakayıbir harfi kaçırmaksızm Kerim Ağa’ya hikâye eyledi.
Gayet namuslu bir adam olmak itibarıyla, zavallı Kerim’in şu anda hâsıl ettiği
teessür derecesini burada şerh ve izah edemeyiz. Bunlar bir müddet daha yavaşça
konuştuktan ve yapacakları şeyleri kararlaştırdıktan sonra ayrılırlar.
Şadan,
“Rastıklı” hanımın ihtarına tevfik-i hareketle mülâkatınm ferdası günü
Ortaköy’deki Büyücü Kadın’m hanesine gitti. Bir tesadüf-i garîb olmak üzere
yevm-i mezkûrda, Azime Hanım da orada idi. Şadan derdim anlatmak için Hüsna
Hanım’ı yalnız görmek istedi ise deBüyücü Kadm, Azime Hanım kendinin yabancısı
olmayub ser-kûyi bir kadm olduğundan, ne söyleyecek ise anlatması ihtarında
bulundu.
Şadan
nakliyatına devam eyledi. Yalnız Kerim Ağa meselesini söylemeyip, kızının başma
gelen felâketten vesaireden bahsediyordu. Büyücü Kadm bu sözleri dinlediği
sırada, Azime Hanım da kulak misafiri oluyordu. Cereyan-ı halden Azime Hanım,
Murtaza’nın dil-dâdesi bunun kızı olduğunu anladı, kendi kendine:
“Hanımefendiye
hizmet edecek sıra budur!” deyip, sonra Şadan Hanım’a dönerek sordu:
“Hanım,
semtiniz nerede?”
“Aksaray’da
Şekerci Sokağı’nda ... numaralı hanede oturuyorum.”
“Ne
zamanlan hanede bulunursunuz?”
“Alelade
her gün fakat pek müstesna zamanlarda bulunmam; o zaman da kızlarım evde olur.”
“İnşallah,
bir gün rahatsız ederim.”
“Buyurunuz,
başımızla beraber, biz de ahbap canlısı adamlarız!”
Hüsna
Hanım da Nadide Hanım’m sebeb-i felâketi bunlar olduğunu anlamakta güçlük
çekmedi. Kurnaz kan, hem kannın parasım almak ve hem de bunu tuzağa düşürerek
Nadide Hanım’ı memnun etmek istiyordu. Dedi ki:
“Hanım,
söylediğiniz işin husûlü mutlak yirmi lira vermeye tevakkuf eder. Bu parayı
verdikten sonra vereceğim talimat dairesinde iş görecek olursanız, yüzde yüz
muvaffak olacağınızı ümit ederim.”
Şadan:
“Ben de size bu parayı bir iki gün içinde tedarik ederim.”
“Buraya
ne gün gelebilirsiniz?”
“Pazar
günü.”
“Saat
kaçta?”
Bir
az düşündükten sonra:
“Teşrinievvel
ayı içindeyiz. Bu ayda günler pek kısadır. Yediden evvel burada bulunamam
ki...” Cevabım verdiğinden, Büyücü Karı da:
“Pekâlâ,
ben de sizi o gün beklerim, fakat biraz pey vermez misiniz? Çünkü esnaf benim
babamın oğlu olamadıklarından, bazı veresiye vermezler.”
“Ne
kadar para lâzım?”
“Üç
dört lira kadar üzerinizde yok mu?”
“Pekâlâ,
vereyim.” (Kesesini çıkararak, üç Ingiliz lirası verir) “Alınız, Hoca Hanım.”
“Hayır,
o ayrıcadır. Arzum hâsıl olursa, ne isterseniz veririm!” Şadan Hanım, bu işini
bitirdikten sonra oradan çıkıp gitti.
Hüsna
Hanım ile Azime Hanım yalnız kalınca, birbirleriyle bir müddet gizli olarak
görüştüler.
“Azime
Hanım!”
“Tedbirini
pek beğendim, böyle yaparız. Artık Bey’e gömlek giydirmeye hacet kalmadı.”
(Gülerek)
“Bundan iyi gömlek mi olur?”
“Şimdi
beni arayan şu Hüseyin Efendi’nin evine gideceğim.”
“Aman
ondan da birkaç lira koparmak mümkün mü?”
“Orasını bilmem,
herhalde bu iş senin hakkında hayırlı olacak, çünkü ömrün içinde bir doğru iş
görmüş olacaksın.”
Netice
Pazar
günü muayyen olan saatte Şadan Hanım yirmi lira üzerinde olduğu halde Büyücü
Kadın’ın hanesine isbât-ı vücûd eyledi. Hüsna bunu odaların birine almayıp,
hanenin avlusunda kabul eyledi. Bunlar konuşmaya başladılar. Hüsna, Şadan’a
evvelki sözlerini tekrar ettirdi. Derken sağ taraftan iki polis ile Kerim Ağa
ve Hüseyin Efendi zuhur ettikleri gibi, diğer taraftan Nadide Hanım ve Murtaza
Bey ile Azime Hanım göründüler.
işin
daha devamına mani olmak üzere Kerim Ağa’nın sabrı tükenerek, hemen çıkarmış
olduğu kaması ile Şadan’ı yere serdi. Murtaza Bey de yaptığı işlerden pişman
olarak, ne gibi belâya uğramış olduğunu anlayarak, adem-i tekerrürüne tövbeler
ettikten sonra, zevcesiyle birlikte oradan çıktılar.
Kerim
Ağa da birkaç gün lâzım gelen isticvabm icrasından sonra kendinde bücürüm
görülmeyerek beraat kazandı. Sonra gidip Hüseyin Efendi delâletiyle
ciğerparelerini bularak ve pederlerini ispat ederek, alıp köye götürdü.
Aradan
şu suretle üç dört ay müıûr eyledi. Murtaza Bey Nadide Hanım’m gönlünü ederek
Melekrû’dan olan oğlunu bir daha asıl validesinin yüzünü göstermemek şartıyla
hanesine götürdüğü gibi, birçok fedâkârlıklar ihtiyâr ederek badema namusuyla
imrâr-ı hayat edeceğine söz alınarak, Melekrû münasip birine zevce olarak
verildi. Şâir a‘zâ-yı vakamız, halleri üzere imrâr-ı hayat ettiler.
Hitâm
Tayyarzade
Binbirdirek Batakhanesi neşredilmiştir.
Musavver
olarak 1 kuruşa satılmaktadır.
APPENDKD:
DOCUMENT: I (1855)
BOA. A.MKT.MVL. Dosya No: 73,GömlekNo: 92,10.Za.1271.
Belge-1
Bi-mennihî
Teâlâ
Hâk-pây-ı
sipihr-i’tilâ-yı hazret-i vekâlet-penâhîye mazbata-i ubeydânemizdir 1133
Meclis-i vâlâya fî 15
Ramazân 71 676
Belge-2
Numero
180
Mühür
Meclis-i
Kebîrde tedkîk ve mütâla’a buyurulmak
Bundan
on bir mâh mukaddem Sayda Eyaleti dahilinde kâin Sur kasabası sakinlerinden
Mihail Katan nam kimsenin Susan namında bakire kızının mahall-i mezkûr
ahalisinden Ali Tamsah nam şahıs marifetiyle tahnîk kılındığı istihbâr
olunduğuna mebni hakikat-i hâl lede’l-isti’lâm bakire-i mezbure bir vakitden
berü sara illetine müptelâ olarak merkum Ali Tamsah dahi cincilik iddiasmda
bulundığmdan güya mezbure kızın batınında bulunan cinleri ihraç için kız
validesi ve taallukatı tarafından celp olunarak merkum dahi kız ile akşamdan
bir oda derununda halvet edip sabah oldukda bakire-i mezbure aman beni hank
ideyor avazesini etmiş olduğundan validesi derun-ı odaya duhulünde mezburenin
üzeri iki yorgan örtülü olduğu halde merkum Ali üzerinden muttasıl boğazım
sıkar görmekle merkumu def edip yorganları açtıkda mezbureyi meyyite ve merkum
Ali dahi lerze halinde bırakarak hükümet-i mahalliyyeye haber verdiğinde
taraf-ı meclisden gelip keşf edenler mezburenin boğazında eziklik ve bazı
mertebe kan görünmüş ve lede’l-keşf bekâreti izale olunmadığı tebeyyün olduğundan
li-ecli’l-istintâk merkum Ali’nin celbine adam gönderildikde beyhude
bulunduğundan validesiyle meyyite-i mezburenin annesi celb ve istintâk
olundukda güyâ kız-ı mezburede iki cini olub birini gece batınından çıkarmış ve
diğerini dahi çıkarmak üzere uğuraşur iken bî-vakt kapı açıldığından cin-i
mevhûman kızdan çıkub oğluna girdiğine ve kızın cam dahi cini ile beraber
çıktığına dair bir kelimât söylediği beyan ve inhâ olduğunun üzerine merkum Ali
bi’n-nefs ve mezburenin validesi tarafından tayin kılman vekîl-i şer’î celb ile
bi’d-defaât istintâk olundukda merkum Ali, kendisinin cini ihracında mahareti
olub meyyite-i mezburenin validesi tarafından olunan ibrâmât-ı mütemadiye
üzerine kendi validesiyle hanelerine gidip akşamdan halvet etdikleri odada sabaha
kadar mezbure üzerine okuyup ale’s-sabah tamam cinlerin hurûc edeceği vakit bir
takım nisvân derun-ı odaya duhûl etmeleriyle harâret-i esmâdan nâşi ol halde
kendisine bir sersemlik târî olup ne yaptığma ve kıza ne olduğına dahi hanesine
ne suretle nakl olundığma dair malûmatı olmadığı takrir ü beyan eylemiş
oldığından müvekkili tarafından olunan iddiayı müsbit şühûdu olub olmadığı
vekil-i merkumdan lede’s-suâl tâife-i Hristiyan’dan olarak esamilerini beyan
olunduğu kimesneler celp ile yegân yegân sual olundukda, vaka-i kaziye günü
ale’s-seher hane-i mezkûre civarından mürûr ettikleri vakit derun-ı hanede bazı
gürültü işittiklerinden ve Ali Tamsah’m cini ihracıyla meşgul bulunduğunu haber
aldıklarından, içeriye duhullerinde merkumu bir tarafta lerze halinde ve
mezbureyi iki yorgan altında ayaklarında değnek ile darb yarası ve boğazmda
tırnak cerhi oldığı halde meyyite gördüklerini ihbar eylemişler ve andan yirmi
iki gün sonra vekîl-i merkum yine Hristiyan’dan bir takım şühûd daha getirip
egerçi esâmileri mukaddemce sebt-i defter kılman esmâdan hariç olduğundan
evvelemirde adem-i kabulleri sureti beyân olunmuş ise de mukaddemce bazı
şahitlerin isimleri tesmiye etdiği vakitde bunlardan başka daha şahitlerim
vardır dediğini ve kendisi Surî olmayub esâmi-i nâsm kat’â bilmediği ve
müvekkilesi dahi mestûre bir şey olduğundan şühûd-ı merkumeyi bi’l-müşâh
edebilir ise de isimlerini lâyıkıyla bilmediğinden hatta vekil olduğu vakitde
dahi lâzım gelecek şühûdu defaten haber veremeyerek der-hâtır ettikçe irae ve
ihzâr eyleyeceğine dair kelimât söylemiş olduğu beyanıyla şühûd-ı merkumenin
istimâ’mı istida etmiş ve fî’l-hakika vekîl-i merkum bu kelâmı söylemiş
olduğundan içlerinden Sur mutavattınlarmdan Leyssveled-i Cibran, Hayrullah ve
Cibran veled-i Yusuf Hayrullah’ı bi’l-intihâb husûs-ı mezkûra dair olan
malûmatları sual olundukda merkumân vukû’-ı kaziyyede Sur’da bulunmayub ancak
bir kaç gün sonra memleketlerine vürûd ile Ali Tamsah’m kaziyye-i malûmeden
dolayı hasta olduğunu haber aldıklarından li-ecli’z-ziyaret nezdine vararak
sual-i hâtır ile beraber istîzâh-ı kaziyye eylediklerinde ber beyân-ı bâlâ
kız-ı mezburenin batınında cini olduğundan bahisle mezkûr cinleri çıkarmak içün
mezburenin valide ve taallukatı taraflarından davet olunup o gece sabaha karşu
zikr olunan cini mezburenin boğazma geldikde mücerred ihracı emeliyle boğazım
sıkmasıyla mezburenin vefat itmiş olduğu alâ tarîkü’l-hikâye merkum Ali’nin
kendilerine nakl eylediğini merkumân beyân ve ihbar eylemiş olmalarıyla merkum
Ali ve validesi celb ile keyfiyet ifade ve tebliğ ve her çend-i sual olunmuş
ise de ifâde-i sabıkalarında ısrar eylemiş olduklarından merkum Ali mahbesde
tevkif kılınmışdır. Ol-bâbda ve her hâlde emr ü irade hazret-i
menlehü’l-emrindir
Belge-3
‘aded
49
Sayda Eyaleti
Tahkikat Meclisi tarafından tanzim olunan melfûf mazbata mealinden keyfiyet
muhât-ı ilm-i âlî-i hıdîv-âneleri buyrulacağı veçhile Sur kazası sakinelerinden
Susan bint-i Mihail nam bakire bir vakitden beri sara ‘illetine müptelâ oldığı
hâlde cini şerrine uğramış zu’muyla valide ve taallukatı tarafından güyâ cini
ihracına muarefesi olan Ali Tamsah nam kimseye okutturulmak üzere merkum celp
olunmuş ve o dahi kız ile akşamdan sabaha kadar tek ve tenha bir odaya kapanmış
oldığı halde kız sabah vakti, beni boğuyor diye feryat eylemiş olduğundan
validesi bunların kapandığı odaya girip kızı iki yorgan ile örtülü olduğu halde
Tamsah, mezburenin boğazım sıkarken görmüş ve yorganları kaldırıp baktıkda
kızının canım neyl-i ademe gitmiş bularak ve Tamsah dahi o halinde lerze tutmuş
olduğu halde bırakarak der-akab kaza memuruna haber vermiş ve meyyite-i merkume
keşif olundukda boğazmda tırnak yarasıyla kan eseri ve ayaklarında değnek yeri
müşahede olunarak fakat bekâresi izale olunmadığı keşfedilmiş olduğu beyan
olunup merkum Ali muvacehede her ne kadar kızı tahnîk eylediğini ikrar etmemiş
ise de mezburenin kanunda iki cini bulunup birini kanımdan ve diğerini
boğazından çıkanrken üzerine adam gelmesi fevtini müeddî olduğuna dair merkumun
ikran ve boğazındaki yara ve âsâr-ı mevcude keşf ve şühûd ile mertebe-i
sübûta-i peyveste ve merkumenin işbu âsâr ile meyyite bulunduğudahi derkâr
olduğuna mebni şahs-ı merkumun madde-i katle cüreti meclis-i mezkûr tarafından
olunan tahkikat ve tetkikatdan anlaşıldığı misillü merkume Susan’m Ali Tamsah
elinde vefat etmiş olduğunu kızın ayaklarında olan değnek darbı ve bu bâbdaki
kan ve yara eserleriyle ve sair delâletleriyle ve beyan kılman keşif ve şühûd
ikrarı ile merkumdan madde-i katlin hudûsu hususunda Meclis-i Eyaletçe dahi
şüphe kalmamış olup şu kadar ki merkume bu şahsın merkumu bir sû-i niyetini
icrada icbâr ve tezyîkine mebnî fevt olmuş ise ol-hâlde derece-i töhmeti farklı
olacağı misillü şayet madde-i kati sahîhan cin çıkarmak kasdıyla ettiği
muameleden ileri geldiği takdirde derece-i töhmet biraz kesb-i hiffet
edeceğinden burası dahi istîzâh kılmdıkda meclis tahkik mazbatasından ve
meclisimiz azâsından hasbe’l-memûriyet orada bulunan Hace Nasrullah
bendelerinin mahallince icra eylediği tahkikat üzerine vuku bulan ifâdesinden
istinbâ kılındığına göre meyyitenin bikrinde halel olmadığı ve merkume
kerîhetüT-manzara olduğu anlaşılmasına göre sû-i kasd yani ‘ırza tasallut
mâddesi me’mûl olmadığından ittihat ile beraber bu makule hazele pek de
sabâhate bakmayacağı tahattur olunub hâsıh her nasıl olsa böyle bir maktûlesi
meydanda bulunan şahsın saire ibreten tedibi icâb-ı hükümetden olduğu
müttehiden beyan ohmdukdan sonra mücâzâtın tayini hususunda mevcut bulunan ceza
kanûn-name-i hümâyûnuna müracaat olundukda bu nevi katil için ceza-yı mahsus
bulunamamasıyla keyfiyetin yani tahrîr-i râdde-i cezâiyyenin dahi Meclis-i
Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’nin hükm-i âlî ve âdiline havalesi icap etmekle
mütalaat-ı nâkısa ve râdde-i cezaiyye hakkında her ne vechle emr ü fermân-ı
adalet unvan-ı âlî müteallik buyrulur ise ahkâm-ı münîfesi ‘ayn-ı adâlet
olacağı muhât-ı ilm-i âlî-i hıdîvâneleri buyruldukda ol-bâbda emr ü ferman
hazret-i menlehü’l-emrindir.
Belge-4
a
S ayda Eyaleti dâhilinde kâin Sur Kasabası
sâkinelerinden, mahnûkan müteveffa olan Susan nam bakirenin katili Ali Tarnsah
ile veresesinin muhâkemelerine dair eyalet-i merkume Meclis-i Kebîri’nin
bi’l-vürûd Meclis-i Vâlâ’ya i’ta buyrulan mazbatasıyla beraber olan Meclis-i
Tahkik mazbatası meâllerinden müstebân olduğu üzere mezbure sara illetine
müptelâ olduğundan efsûn-hanlık suretiyle merkum Tarnsah hanelerine celb
olunarak akşamdan ikisi bir odada bırakıldığı halde ale’s-sabah mezbure beni
boğuyor diyerek feryat etmesiyle odaya girdiklerinde mezbureyi üzerinde yorgan
örtülü meyyit buldukları verese-i merkume tarafından ifade olunmuş ve katil-i
merkum bunların odaya duhulü güyâ cin çıkarmak kasdıyla icra eylediği tedbir
esnasma tesadüf eylediğinden fevt olduğum söyleyip mezburenin bakire olduğu
halde müteveffa olduğu tahakkuk eylemiş olmasıyla merkumun âher güne yani
müdahale-i ırza dair sû-i niyeti olmadığı anlaşılmış ise de mezburenin boğazmda
ve sair mahallerinde bazı mertebe eser-i hınk ve darb bulunmasına nazaran
merkum adeta katil olduğundan ber-mûcib-i kanun-ı ceza hapsi tarihinden
itibaren mahallinde beş sene müddetle vaz’-ı pranga olunarak hitam-ı müddetinde
fî-mâbad bu makule efâl-i kabîhada bulunmamak üzere kefile raptıyla tahliye-i
sebîli bâbmda eyalet-i merkume valisi devletlû paşa hazretlerine emr-name-i
sâmî tastîri lâzım geleceği muhât-ı ilm-i âlî-i vekâlet- penâhîleri
buyuruldukda ol-bâbda emr ü fermân hazret-i men leh-ül-emrindir fi 8 [Zilkâde]
71 Mühürler
DOCUMENT: II (1862)
BOA. A.MKT.MVL. Dosya No: 788, GömlekNo: 22, 26.Ra.
1279.
Bi-mennihî
Teâlâ
Pîş-gâh-ı âli-i
cenâb-ı sadaret-penâhîye mazbata-i çâkerânemizdir. 119
Belge-1
Meclis-i
Vâlâ’ya fi 14 Zilkade 278 Muhakemata
Vürûdu 19 Zilkade 278
1/646 436
Bâb-ı
‘Âlî
Meclis-i
Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye Aded 100
Makâm-ı
Vâlâ-yı Hazret-i Seraskerî’ye Marûz-ı Çâker-i Kemîneleridir ki
Neferât-ı
askeriyyeden olup Cinci Mehmed Efendi’den nüsha alarak kendi kendini telef eden
Tiranlı Hasan’m keyfiyyet-i helâkından dolayı istiTâmı şâmil gönderilan
emr-name-i sâmîye cevaben Girit Meclisi’nin vârid olup Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı
Adliye’ye havale buyrulan mazbatası muhâkemât dairesinden lede’l- mütalaa
mazbata-i merkumenin bir gûnâ hükmü yoksa da şu vâkıaya efendi-i merkumun
sebebiyeti Mirliva Saadetlü Mehmed Paşa tarafından mukaddema taraf-ı vâlâ-yı
sipeh-sâlârîlerine inhâ olunması üzerine hükûmet-i mahalliyyeden isti’lâm
edilmiş idüğünden bu cevabm manzur-ı sâmî-i sipeh-dârîleri buyurulması lüzumu
ifade olunarak leffen takdim kılınmağın emr ü ferman hazret-i
menlehü’l-emrindir 29 Zilkâde 278 imza
Devletlû
Efendim Hazretleri
Müfâd-ı
iş’âr-ı vâlâ-yı riyâset-penâhîleriyle mazbata-i mezkûre mü’eddâsı malûm-ı âcizî
olarak dâr-ı Şura-yı Askerî’ye lede’l-havale bu madde hakkında mumaileyh Mehmed
Paşa tarafından vârid olan tahrîrât üzerine merkum Tiranlı Hasan’m cinci-i
merkum Mehmed Efendi’den nüsha alarak adem-i tesiriyle vermiş olduğu ücreti ahz
etmek üzere efendi-i merkum ile vaki olan münâzaa ve mudârebelerinden sonra
nefer-i merkum kendisini deryaya ilka ve daha sonra hamamda kendisini zebh ve
itlâf eylemiş olması cihetle bu-bâbda cinci-i merkum hakkında şer’an ve kanunen
bir güne ceza terettüb edipetmeyeceği Bâb-ı Âlî’ce bilinecek şey bulunduğu
beyan olunarak tahirât-ı mezkûre fî 29 Cemâziyyelâhire 78 tarihinde bâ-tezkere
Bâb-ı Âlî’ye takdim olunmuş ve zât-ı madde mukaddem ki işar veçhile Bâb-ı
Âlî’ce rüyet ve tesviye buyunlacak mevâddan bulunmuş idüğü ifâde ve mezkûr
mazbata yine leffen iade kılınmış olmağla ol-bâbda emr ü ferman hazret-i
menlehü’ 1-emrindir.
fî 22 Safer 379 ve fî
6 Ağustos 378 imza
Belge-2
Havâle Numero 119
Mühür
Pîş-gâh-ı
Âlî-i Cenâb-ı Vekâlet-penâhîye
Rumeli
ordu-yı hümâyûnu mensûbânından Girit Ceziresi’nde bulunan piyade ikinci
Nizamiye Alayı’nm Hanya mevkiinde olan Üçüncü Taburu’nun Birinci Bölüğü beşinci
onbaşının birinci neferi Tiranlı Hasan’ın Cinci Mehmed Efendi’den almış olduğu
nüshanın adem-i tesiriyle nefer-i merkum kendisini deryaya ilka ederek
muahharen dahi hamama gidip ustura ile kendisini telef etmiş olduğundan Mirliva
Saadetlü Mehmed Paşa tarafından makam-ı âlî-i cenâb-ı sipeh-sâlârîye takdîm
kılman Meclis-i Askerî mazbatası üzerine fî 18 Receb 278 tarihli ve yüz on
dokuzuncu numara ile Daire-i Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’den tastîr
buyunlan emimame-i sâmî-i cenâb-ı vekâlet-penâhîlerinde mumaileyh Mehmed
Efendi’nin bu bâbda bir fi’l-i cismânîsi olub da şer’an ve kanûnen kâbil-i
sübût ise mürafaa-i şer’î ve muhâkeme-i nizamîsinin rü’esâ-yı askeriye hazır
oldukları halde Meclis-i Kebîr-i Eyâlet’te muhâkeme-i şer’iyyesinin icrasıyla
kararının ve nefer-i merkum illet-i cünûn ve sevdaya müptelâ olub da mumaileyh
Mehmed Efendi’den nüshayı bunun için mi almıştır, burasının bâ-mazbata ve
i’lâm-ı şer’î arz ve inha olunması emr ü ferman buyurulmuş ve her bir emr ü
ferman-ı âlî-i cenâb-ı vekâlet-penâhîlerinin infaz ve icrâsı mütehattim-i
zinmıet-refikimiz bulunmuş ise de merkum Arap Mehmet efkar-i fukaradan ve nefs-i
Hanya’da siâlet ile taayyüş eder makûleden olup ve hiçbir ilim ve hünerde kat’â
malûmatı olmayıp bayağı ceheleden bulunduğu hâlde kâne nüshacılıkda malûmatı
olduğu bazı cehele-i nâsa inandırıp şu vesile ile bazan âhâd-ı nâsdan kendüsüne
müracaat idenlerin beş on kuruşunu ahz ile güya müessir nüsha vere gelmekde
bulundığı misillü nefer-i merkumla dahi buluşarak bir nüsha vermiş ise de bir
gûnâ tesiri olmadığının üzerine verdiği nüsha ücretinin istirdâdı hakkında
nefer-i merkumla meyanelerinde münâzaa ve mudârebe vuku bulmuş ve merkum
Mehmet, zabtiye karakolu tarafından ahz-ı giriftle tevkif olunmuş ise de
icra-yı muhâkemesine dair hiçbir taraftan ifade ve şikâyet vuku bulmayub
müddet-i hapsi dahi uzamış fakr u hâl mülâbesesiyle mahbusda dûçâr müzâyaka olmuş
idüğünden sebili bi’t-tahliye bundan beş buçuk mâh mukaddem bu taraftan
müfârekat ederek memleketi olan Deme’ye azimet eylemiş ve bu kere tahkikat-ı
lâzıme dahi icrâ olunmuş ise de nefer-i merkum illet-i cünûn ve sevdaya müptelâ
olmasından dolayı merkumdan bunun için nüsha aldığına dair bir gûnâ malûmât-ı
sahîha dahi istihsal olunamadığı gibi münazaa-i mezkûrun vuku’undan tahminen
bir mâh mürurundan sonra nefer-i merkum hamamda kendi kendine kast eylediği
anlaşılmış olmadığından vuku’-ı hâlin arz ve hikâyesine ictisâr kılındı
ol-bâbda ve her hâlde emr ü ferman hazret-i menlehü’l-emrindir.
fi
27 Şevvâl 1278
imzalar
DOCUMENT: III (1884)
BOA. Y.A.HUS. Dosya No: 176, Gömlek No: 72,12.R.1301.
Belge-1
Aksaray’da bir hanede
mütemekkin olup teşbihi sıkıp su akıtmak ve yumurtayı yazıp içinden beyazım ve
sarısını kaybetmek gibi şeyler iraesiyle sâde- dilânı iğfal itmekde olduğu
vâsıl-ı sem’-i âlî olan Abdülvehhab nam şahsın hareket-i muharreresi sahih ise
usulü dairesinde tard ve teb’îdi hakkında şeref-sâdır olup tezkire-i hususiye-i
aliyyeleriyle tebliğ olunan irade-i seniyye-i cenâb-ı padişâhî hükm-i cehlinin
icrâsı Dâhiliye Nezaret-i Celîlesine bildirilmiş idi. Bu kere vârid olan
tezkire-i cevabiyede merkumun o misillü ahvâli vâki olduğu ve ne suretle hile
ve desise kullandığı melfuf muhabereli tezkire zeyline Zabtiyye Nezareti’nden
yazılan cevapta bi’l-etraf muharrer bulunduğu ve hükm-i irade-i seniyyeye
tevfikan merkumun memleketine gönderilmesi Zabtiyye Nezaretine işâr olunduğu
gösterilmiş ve mezkûr tezkire-i cevabiye ile melfuf olan muhabereli tezkire
leffen arz ve takdim kılınmışdır efendim fi 12 Rebiyyülâhır 301 Fî 29
Kanûnisâni 99 imza
Belge-2
Bâb-ı ‘Âlî
Nezaret-i
Umûr-ı Dâhiliye Mektûbî kalemi Aded 1055
Huzûr-ı
Âlî-i Hazret-i Sadâret-penâhîye Ma’ruz-ı Çâker-i Kemîneleridir ki
Aksaray’da bir hanede
mütemekkin olub teşbihi sıkıp su akıtmak ve yumurtayı yazıp içinden beyazım ve
sarısını kaybetmek gibi şeyler irâesiyle sâde- dilânı iğfal eylemekte olduğu
vâsıl-ı sem’-i âlî olan Abdülvehhab nam şahsın hareket-i muharreresi sahih ise
böyle bir sihirbazın Dersaadet’te ikameti caiz olamayacağından usulü dairesinde
tard ve teb’îdi hakkında müteallik ve şeref-sudûr buyrulup tezkire-i sâmiye-i
sadâret-penâhîleriyle teblîğ buyrulan irade-i seniyye-i cenâb-ı padişâhî üzerine
Zabtiye Nezaret-i behiyyesiyle muhabereyi şâmil tezkire leffen takdim kılınmış
vezirine muharrer cevap mealinden müstebân olacağı üzere merkumun o gibi ahvâli
vâki olduğu ve ne suretle hiyel ve desâîsi kullandığı Nezaret-i müşarünileyhâca
bi’l-etraf tahkik ve izbâr olunub hükm-i irâde-i seniyyeye tevfikan merkumun
memleketine gönderilmesi Nezaret-i müşarünileyhâya cevaben iş’âr olunmuş
olmağın ol-bâbda emr ü ferman hazret-i menlehü’l-emrindir fîlO Rebiyyülâhır
1301 ve fi 26 Kânunisânî 299 imza
Belge-3
Bâb-ı ‘Âlî
Nezaret-i
Umûr-ı Dâhiliyye Mektûbî kalemi Aded 230
ZabtiyyeNezaret-i
Behiyyesine Saadetlü Efendim Hazretleri
Aksaray civarında
posta şubesi karşısındaki caddenin altodaki sokağm sağ tarafında kâin on sekiz
numaralı hanede mütemekkin Bağdadlı Abdülvehhab nam şahıs teşbihi sıkıp su
akıtmak ve yumurtayı yazıp içinden beyazım ve sarısını kaybetmek gibi birtakım
şeyler irâesiyle sâde-dilânı iğfal etmekte olduğu vâsıl-ı sem’-i âlî olmasına
mebni merkumun tahkik-i ahvâliyle rivâyât-ı vakıa tahakkuk eylediği hâlde böyle
bir sihirbazın Dersaadet’te ikameti caiz olamayacağından usulü dairesinde tard
ve teb’îdi muktezâ-yı emr ü ferman-ı hümâyûn-ı hazret-i padişâhîden olduğu
mâbeyn-i hümâyûn başkitâbet-i celîlesinden bâ-tezkire-i husûsiye işâr olunduğu
beyân-ı âlîsiyle iktizasının ifası şeref-vârid olan tezkire-i sâmiyede emr ü
izbâr buyrulmuş ve Şehremânet-i Celîlesi’ne de malûmât verilmiş olmakla
Nezaret-i behiyelerînce de ber-mûcib-i irâde-i seniyye icab-ı hâlin icrâ ve
neticesinin inbâsı hususuna himmet buyurulması siyâkmda tezkire-i senâ-verî
terkim olundu efendim, fi 2 Rebiyyülâhır 1301vefîl8 Kânunisânî 299 imza
Marûz-ı
Çâkerleridir ki
Hükm-i
irâde ve ferman cenâb-ı Nezaret-penâhîleri karîn-i ikan-ı âcizânem oldu.
Mumâileyh Dizdariye Mahallesi’nde sakin Şeyh Abdurrahman Efendi olup 24 Eylül
99 tarihli hususî jurnal ile arz olunduğu üzere mahalle-i merkume sakinlerinden
Asım Efendi okunmak içün zevcesi Nefise Hatun ile berâber merkumun hanesine
gidip ve kendisi orada olmadığı halde revolver ile mumaileyh Abdurrahman
Efendi’nin zevcesi Ayşe Hatun’u tehlikeli suretde cerh ve Nefise Hatun dahi
otuz alto kadar akçelerini ahz edip savuştukları haber verilmesi üzerine ol
vakit merkum Asım Efendi derdest ve icabının icrası için iş Polis Meclisi’ne
havale olunarak meclis-i mezkûrca da tahkikat-i evveliye bi’l-icrâ müdde’î-i
umumîliğe tevdî ve heyet tababetinden verilen rapor mucibince Asım Efendi’nin
cinneti tahakkuk ederek bîmâr-haneye i’zâm edilmiş ve mumaileyh bir müddet
sonra bîmâr-hanede vefat itmiş idi. İşbu irâde-name-i dâver-i a’zamîlerinin
şeref- vürûdundan evvel şeyh-i mumaileyh Birinci Daire-i Belediye tarafından
buldurulup şehremanet-i celîlesine ve oradan da Daire-i Zaptiyeye irsâl
olunması üzerine merkez polis komiserliğînce lede’l-isticvâb haste-gâna nefes etdiğini
ve yarım baş ağrısı içün hastaca okuyub da tesiri olmaz ise bir yumurta alıp
deldikden ve içinden beyazıyla sarısını çıkardıkdan sonra koynuna saklayıp ve
hasta olan şahsa bir yumurta getirttirip sezdirmeksizin koynuna sakladığı boş
yumurta ile tebdil ve üzerine vefk tahrir ederek hastanın başım okur iken
habersizce ve birdenbire hastanın başına vurup ağn zail olmasından ve hasta
zaten getirdiği yumurtanın boş yumurta ile değiştiğini görmemesinden dolayı
yumurtanın sarısı ve beyazı kaybolduğuna ve teşbihten su akıtmak cihetine
gelince, halecân-ı kalb illetine müptelâ olanlara vefk ile su içirip şayet
ağrısı geçmediği suretde avucu içine müdevver-i eşkâl bir süngeri ıslatıp
teşbih ile hastayı okur iken birdenbire teşbihi avucu içinde sıkınca tabii süngerden
çıkan suyu hastaya içirdiği ve süngerin avucunda saklı olduğuna hasta muttali
olmaması cihetiyle suyun tesbihden çıktığına zâhib olduklarını ve böyle
yapması, hastaya okumak içün kendüsüne icâzet viren Magribli müteveffâ Şeyh
Muhammed Efendi’nin tenbihine müstenit olup, eğerci bu hali hastaya izhâr etmiş
olsa nefesin tesiri kalmayacağına ve mamafih Dersaaadet’e okuyuculuk içün değil
fi’l-i şenî maddesinden dolayı mevkuf bulunan oğlunun işine bakmak içün
geldiğini ifade ve tesbihden nasıl su çıkardığım fiilen icra ederek teşbih ile
avucuna sakladığı süngerin ahz ve hıfz ve kendisinin müsâfiret suretiyle tevkif
edildiğinden bahisle bu suretin pîş-gâh-ı sâmî-i cenâb-ı Nezaret-penâhîlerine
arz ve iş’ânyla hakkında olunacak muamelâtın istîzâm mezkûr komiserlikden ilâm
ve inbâ olunmuş ve tafsilât-ı marazaya nazaran muamele-i mukteziyenin tayin ve
emr ü iş’ân müsaade-i aliyye-i dâver-i fahîmlerine menût bulunmuş olmağın
ol-bâbda ve her halde emr ü ferman hazret-i menlehü’l-emrmdir.
fi
7 Rebiyyülâhir 301 ve fî 24 Kanûnisânî 299
imza
DOCUMENT: IV (1891)
BOA. Y.PRK.ZB. Dosya No: 6, Gömlek No: 97, 17.R.1308.
Belge-1
a
Samatya’da
Kocamustafapaşa mahallesinde sakin gazcı esnafından Yorgi Papasoğlu’nun
ifadesidir, fî 18 Teşrinisani 306 Pazar
Üsküdar’da,
Selamsız’da bir handerununda bazı Ermenilerin bir takım okumalar ve yazmalar
ile şevket-me’âb efendimizi rahatsız etmek kaydmda bulunduklarma dair mâbeyn-i
hümâyûn-ı mülûkâne mızıka mülâzım-ı evvellerinden Osman Bey’e bir ihbarname
vermişsin bu bâbdaki malûmatım tafsîlen beyan eyle?
Selamsız’da
Papasoğlu Hanı’nda Milâdî altmış beş tarihinden beri müsteciren ikamet eden
kahveci Haci Serkiz ve Dağ Hamamı’nda sakin ekmekçi Haci Manuk ve mezkûr Han’m
karşısında Attar Kukas nam şahıslar Haci Serkiz’in karısı olub büyücülük ile
iştigal eden hatunun başına toplanıp büyü yaptırıyorlar kurban bayramında açığa
çıkdı fakat kendi üzerlerine düştü.
Büyüyü
ne için yapıyorlardı ve kurbân bayrâmında açığa çıkdı kendi üzerlerine düşdü ne
demekdir?
Sekiz
bin kuruş Fransız altınım dört bin kuruş mecidiye iki bin beş yüz kuruş da
metelik paramı büyü yaparak aldılar paramı almasalar ben büyü yapdıklarmı
biliyor mu idim.
Bu
kadar param ne diye aldılar?
Beni
büyü ile bayılttılar paramı aldılar, beni de Han’dan dışarı atdılar.
Sen
Han’da mı oturuyor idin?
Altmış
beş tarihinde ham ben kira ile tutar idim o tarihde paramı aldılar beni de o
vakit dışarı attılar. Haci Serkiz orada kiracı idi kirasını ben alırdım
diğerleri dışanlı idi.
Sonra
Han’ı bıraktın mı ve bu aldıkları paradan dolayı dava etmedin mi?
Beni
dışarı atdılar ben de sonra orada oturamadım. Han’ı bıraktım, o vakit
Paşakapısı’nda dava ettim, kayıt vardır. Orada parasım aldık dediler fakat
kendilerine bir şey yapmadılar, ben de fukarayım işin arkasını kovalamadım.
İstanbul tarafına geçdim ondan sonra o tarafa da gitmedim.
Şimdi
tarih kaçdır?
Doksan
birdir.
Altmış
beş tarihinden doksan bir tarihine kadar yirmi altı sene oluyor, bu müddet
zarfında bu adamları hiç gördün mü, büyü yapdıklarmı biliyor musun?
Ondan
sonra kendilerini ve büyü yapdıklarmı görmedim. Fakat bana yapdıklan büyü hâlâ
benim üzerimde işliyor. Nihayet Kumkapı Vakası’nda yani kurban bayramında kendi
üzerlerine düşürtdüm, ben düşürtdüm. Efendimizin üzerine düşecekdi, hamd olsun,
onların üzerine düşdü.
Büyünün
işlediğini neden bildin ve Efendimizin üzerine neden düşecekdi, sonra onların
üzerine nasıl düşürtdün?
Beni
o vakitden beri sıktırıyorlar bunalttırıyorlar, ondan bildim. Efendimizin
üzerine düşüreceklerini kendim bildim, sonra kendim okudum yazdım. Efendimizin
üzerine düşürtmedim, kendi üzerlerine düşürtdüm, kurban bayramında açık verdi.
Sen
böyle yapılan büyüleri bozmak ve yahut yapanların üzerine düşürtmek ilmini
biliyor musun?
Biliyorum
bende nefes vardır, sizi sıkmaya okurum. Onun için onların büyülerini bildim ve
kurban bayramında kendi üzerlerine düşürtdüm, el-hamdülillah kurtuldum.
Daha
başka verecek malûmatın var mıdır?
Daha
başka malûmatım yokdur malûmatım bu kadardır. İfadelerini tasdik ve imza eder
misin?
Ederim.
fî
18 Teşrinsani 306
Gazcı esnâfından
Papasoğlu Yorgi imza
Belge-2
Zabtiyye
Nezareti Mektûbî Kalemi ‘Aded a
Üsküdar’da,
Selamsız’da bir handa bazı Ermeniler’in büyü ile şevket-me’âb efendimiz
hazretlerini rahatsız etmekde olduklarına dair Samatya’da, Kocamustafapaşa’da
sakin gazcı Papasoğlu Yorgi imzasıyla mızıka-i hümâyûn mülâzım-ı evvellerinden
Osman Bey’e verilip mumaileyh tarafından çâkerlerine irae ve ita olunan jurnal
mütalaa olunarak ve böyle şeyler şâyân-ı itimat olmamakla beraber, bu işte
başka bir maksat olmak ihtimaline mebni ihtiyaten merkum Yorgi celp ve isticvâb
edilerek ol bâbda zabt olunan ifadelerini havi varaka leffen arz ve takdim
kılındı, ifadelerin renksizliğine ve şekil ve kıyafetinin perişanlığına nazaran
kendisi bâ-nâkısü’l-akl ve yahut karışık bir adam olmak lâzım geleceğinden hususiyet
ve umumiyyet-i ahvâl ve ef âlinin büyücü denilen Ermeniler’in ne makule adamlar
olduğunun tahkikiyle istihsal olunacak malûmata göre hakkında terettüb edecek
muamelenin icrası Üsküdar Mutasarrıflığı’na suret-i mahremânede iş’âr olunduğu
arz olunur. Ol bâbda emr ü ferman hazret-i menlehü’l-emrindir.
fî 18 Teşrinisani 306
Nâzır-ı Umur-ı Zaptiye imza
Belge-3
a
Atufetlü
Efendim Hazretleri
Bendenizin
hane-i âcizânem Samatya’da Kocamustafapaşa Mahallesi’nde olub dünkü Cuma günü
mahallemizde sakin Rum milleti olub ve gazcı esnafından ve kendisi Devlet-i
Aliyye tebaasından olup dünkü Cuma günü sabah erken hane-i âciziye gelüb “aman
efendim bendenizi saray-ı hümâyûna götür, bazı şeyler ifade ideceğim” deyü ve
hem de Ermeniler’den dolayı bendeniz de sual eyledim ne gûnâ havadis cevap
olarak versem şevketlü veliyy-i nimet efendimizin rahat olmaması içün
Üsküdar’da bir hane derununda her daim büyüler ile yaparlar imiş ve hem de
kurban bayramında olan, Kumkapı Kilisesi’nde olan fesadı onlar icra etmişdir.
Ben onların cümlesini bilirim deyü hali ifade eyledi. Bendeniz de kendisine
“sakın yalan olmasın, sonra seni mahbus ederler” dedim ise sen hiç merak etme
beni al Saray-ı Hümâyûn’a götür deyü cevap eyledi. Bendeniz de dünkü Cuma günü
alıp Beşiktaş’a kadar götürdüm zat-ı âlîlerinize hiçbir gösterecek vakit
bulamadım. Bugün zat-ı âlîlerinize olan hali ifade etmeye mecbur oldum. Ol
bâbda ve her halde irade veliyy-i nimet efendim hazretlerinindir.
fî
17 Teşrînisânî 316
Mâbeyn-i
Hümâyûn-ı Cenab-ı Mülûkâne Mızıka Mülâzım-ı Evvel Osman Receb
Kulları
Belge-4
a
Bâdî-i
jumal-i âcizânemdir efendim
Üsküdar’da,
Selamsız’da bir han derununda bir takım kesân veliyy-i nimet efendimiz
hazretleri narama bir takım büyüler ile bir takım okumalar yazmalar ile
veliyy-i nimet Efendimiz Hazretleri’ni rahatsız etmekte olduklarım ispat
eylemekde bulunduğundan ve hem de bu işleri icra edenler Ermeni millet
olduğundan taraf-ı âlîlerinize arz ederim efendim. Ol-bâbda irade veliyy-i
nimet efendimizindir. fî 16 Teşrinisani 306 Bende Samatya’da KocamustafapaşaMahallesi’nde
gazcı esnafından imza
DOCUMENT: V (1894)
BOA. Y.PRK.ZB. Dosya No: 14, GömlekNo: 60, 13.Ca.1312.
a
Mâbeyn-i
Hümayun-ı saadet-meşhûn cenâb-ı mülûkâne Başkitabet-i celîlesinden şeref-vârid
olup havale buyrulan tezkire-i aliyye-i hususiyede, Beyoğlu’nda müneccimlik
etmekle meşhur bir Ermeni’nin, Ermeni fesadından dolayı daire-i zabtiyede
taht-ı tevkifte bulunduğu istihbar buyrulmuş olduğundan, merkumun sebeb-i
tevkifine dair hâk-pây-ı hümâyûn-ı mülûkâneye malûmat-ı mükemmele arz olunması ve
bu bâbda irâde-i seniyye-i mülûkâne şeref-sâdır olmadıkça merkumun bir tarafa
firarına meydan verilmemesi muktezâ-yı emr ü fermân-ı hümâyûn-ı cenâb-ı
hilâfet-penâhîden bulunduğu iş’âr buyurulmuş ve erbâb- ı mefsedetden olmasından
dolayı daire-i zaptiyede Beyoğlu’nda müneccimlik etmekle meşhur bir Ermeni
mevkuf olmadığı ve fakat üzerlerine “Arşalt” nam Ermenice gazete ve
Ermeni cemaatine vesâyâ-yı muzırrayı havi üç kıta matbu talimat zuhûr edip
Beşiktaş Polis Memuriyet-i Aliyyesi’nce icra edilen isticvâblarmda gazeteyi
Samatya’da bir meyhanede aşçı îstepan’dan aldığım ve mahall-i mezkûrda sakin
Nişan ve biraderi kambur Hırabet’in hanesinde bir takım kesân toplanmakda
olduğu, Hindiye’de vefat eden akrabasından kalmış olan on beş milyon İngiliz
lirası mirası aldığında, kısm-ı küllisini Ermeni işleri uğuruna sarfedeceğini,
merkum Hayrabet’in söylediğini işittiğini beyan etmesinden bu komite bulunarak
önayak olanların zahire ihracı hakkında irâde-i seniyye-i isâbet-mutade-i
cenâb-ı şehriyârînin şeref-sudûr ve sünûh buyurulduğu kitâbet-i
müşâriinileyhâdan vârid olup, havale buyrulan tezkire-i hususiyede izbâr
buyunlan ve evraklarıyla beraber memuriyet-i müşarünileyhâdan gönderilen
“Tatyos” ve “Sisak” nam eşhastan Tatyos’un okuyuculuk ve remmâllik ettiği
ifade-i vâkıasından anlaşılmasına nazaran müneccim denilen Ermeni’nin bu Tatyos
olması melhûz idüğü arz olunmuş idi. Merkum Tatyos on altı sene evvel memleketi
olan Muş’un Ziyaret Karyesi’nden Dersaadet’e gelmiş, iki sene kadar rençberlik
ve demiryolunda çalışmış ise de dûçâr-ı fakr u zaruret olduğu ve Aksaray
civarında Cellat Çeşmesi’nde, tarif etdiği bir sokak içinde ikamet eden ve
Kürtçe de tekellüm eyleyen zarım Bağdatlı olacak Hacı İbrahim namında bir şeyhe
müracaat ve gündüzleri hanesine müdâvemet edip Çarşamba günleri mukabele içtin
gelenlare hizmet ettiği ve yevm-i mezkûrda beş altı kimse gelip Şeyh İbrahim
Efendi’den sualinde bizim Kürtler şeyhleridir cevabmda bulunur idüğü ve bu
suretle üç ay mürûrunda hastaya okumak içün icazet etdiğinden kendisinden bin kuruş
talep eylemesine mebni on kaime vermiş ise de icazet vermek istemediğinden
parasım iadesini talep eylemesi üzerine evvelen hizmet ve muahharen Incil ve
Tevrat’tan muktebes “NarK' naramda Ermenice bir kitabı okumasını beyan
ve başka okunacak şey de verir ise de yedi sene seyahat eylemesini ifade etmiş.
Bu cihete adem-i muvâfakatta bulunduğundan İslâmiyet’i kabul etmesi teklifinde
bulunmasından onu terk itmiş ve on beş seneyi mütecâviz müddetden berü semtine
bir daha uğramadığı gibi sokakta tesadüf eylemediği ve hanesinde gördüğü derviş
ve şeyhler de kimler olduğunu bilmediğini ve Şeyh İbrahim’in ol vakit Mahmut
isminde sagîr bir oğlu olduğunu görmüş ve ikamet eylediği hanenin sahibi
müteveffa Efyazarim’e gelip gitmediği cihetle Suyolcu Süleyman isminde Çarşamba’da
bir okuyucu ile de muarefe peyda etmiş ve yek diğerinin hanelerine ara sıra
gidip gelmiş iseler de merkum da vefat eylediğini ve Şeyh İbrahim’den
infikâkinden sonra Üsküdar’da Altunizade akaretlerinde çömlekçilik eden Karabet
isminde bir okuyucu Ermeni işitip, gidip görmüş ve iki sene zarfında mezkûr
“NarA”ten envai emrâza okumak içtin bazı şeyler götürmüş ve iki yaprakdan
ibaret hastalığın nev’ine göre okunacak şeyi gösterir bir de tarife vermiş ve
müsaadesi üzerine remil kitabından da bazı şeyler istinsah itmiş olduğu ve
merkum Karabet de bundan altı yedi sene akdem memleketine gittiğini işitip bir
daha onu da görmediği ve İslâm ve Hıristiyan’dan zükûr ve inâs hastalar
hanesine gelerek okuduğunu ve dörderli bir çift zarları atıp işaretlerinden remil
kitabına müracaatla hastalığının nev’ini anlayarak okumakta ve istenilen bazı
hanelere okumak içün gitmiş ise de gaibe bakmadığı ve zevat-ı maıûfe ve müfide
ile muârefesi olmadığı ve böyle zatların hanesine de götürülmeyip çocukluğundan
beri hanesine gelip okuduğu Otakçılar’da sâkine Fıtnat Hanım’m kızı bir zabitle
teehhül ettikden sonra, iki sene evvel davetleri üzerine okumak için hanesine
gitmiş ve onun hanesinin karşusundaki hanede sâkine Saray-ı Hümayun
babacılığından mütekait Feshane-i Amire ambar müdürü merhum Hacı Ahmet
Efendi’nin metrukesi ve Feshane-i Âmire’de müstahdem asâkir-i şahane efradından
Bekir’in zevcesi Nergis Hanım’a da öteden beri okuduğu gibi elân da okumakta
olduğu ve bir iki defa hanesine de gittiği ve Vefa’da sakin maliye ketebesinden
Fuat Efendi’nin müteveffa pederine ve kendisine okuduğu gibi hanesine de gitmiş
ve bir ay evvelde yine gidip Ermeni mefsedeti hakkında olan ihbarım ona
söylemiş ise de sonu yalan çıkar diyerek reddetmiş olduğu ve on beş sene akdem
bir defa ve beş altı sene akdem de Zaptiye Nazır-ı sabıkı merhum Kâmil Bey’e
okuduğu bir kimse tarafından hakkında ikame edilen dolandırıcılık davası
üzerine daire-i zaptiyeye celb edilmiş ve hastaya okumaması tembih olunduğunu
ve başmda olan saçkıranı okumak ile iyi olmamasından verdiği dört lirasını iade
eylediği bir Arnavut dahi altı ay akdem müracaatla gelib gitmek masarifi
olduğundan bahisle fazla para vermesini talep eylemesiyle vermediğinden
dolandırıcılık davasmda bulunmuş ve Beyoğlu cihetinde bir takım kimseleri de
dolandırdığım söylemiş olmasından tekrar zaptiyyeye celp ve taht-ı kefalette
olarak icrâ-yı tahkikat olunduğu ve nihayet vâkıa üzerine okunmak için gelen az
olduğundan Galata’da Komisyon Ham’nda konsolid oynadığım ifade eylemişdir.
Merkumun hanesi taharri ettirildikte okuyuculuğa ait evrak ve mezkûr zarlar
zuhur eylemiştir. Merkum Tatyos’un beyan ettiği mahallde Şeyh İbrahim isminde
kimse oturmayıp Bitlisli Şeyh Yusuf isminde biri ikamet ettiği ve elan o semtte
Akarca’da sakin olup okuyuculuk etmekte olduğu ve bunun oğlu yoksa da merkum
Tatyos’un tarifine nazaran Şeyh İbrahim dediği adam bu Yusuf olacağı ve merkum
Şeyh Yusuf bundan on sene akdem kuyumcu bir Ermeni’yi Müslüman edip hastalara
okumak içün icazet dahi verdiği ve Altunizade akaretinde ikamet iden okuyucu
Karabet orada bakkallık ve çömlekçilik eden Hacik’in yarımda misafiret
suretiyle bir müddet bulunmuş ve dört sene akdem Rusya’ya gidip elan avdet
etmemiş olduğu ve binaenaleyh merkum Tatyos da okuyuculuk ve remmâllik ederek
bazılarım dolandırdığı ve son defa kendisinden sekiz lira dolandırdığı ve
sairlerini de dolandırmış olduğunu iddia eden eskici Aleks namında biri olup
evrakı fî 22 Ağustos 310 tarihinde cânib-i adliyyeye tevdi olunduğu kayden
anlaşılmış olmakla maruzdur ol bâbda emr ü ferman hazret-i menlehüT-emrindir.
fî
13 Cemaziyyelevvel 312 ve fî 31 Teşrinievvel 310 Mühür
DOCUMENT: VI (1894)
BOA. Y.PRK.ZB. DosyaNo: 14, GömlekNo: 72, 6.C.1312.
Zaptiye
Nezareti
Ermeni
işlerinden dolayı taht-ı isticvâba alman Tatyos’a delâlet etmiş olan Selanikli
Sadık Efendi’nin iş’âr-ı âhere değin bâb-ı zaptiyede mevkuf kalması ve Tatyos
tarafından ihbar edilen ve derdest-i tahkik bulunan maddenin neticelendiği
zaman arz-ı atabe-i ulyâ kılınması ve Tatyos’un hanesinde zuhur eden remil
kitaplarının dahi daire-i zaptiyede hıfzı irade-i seniye-i cenâb-ı Padişahî
iktizâ-yı âlisinden olarak Sadık Efendi ile kütüb-i mezkûrenin gönderildiği
resîde-i dest-i tekrîm olan 10 Teşrinisani 31 tarihli tezkere-i atûfîlerinde
iş’âr olunmuş ve Sadık Efendi ile kitaplar vürûd ettiği gibi Tatyos ile refiki
Sisak hakkında icra kılman tahkikatı havi fezleke leffen takdim kılınmıştır.
Mütalaasından muhât-ı ilm-i âli buyrulacağı veçhile merkum Tatyos’un oymacı
Sisak ile muarefesi beş-altı ay mukaddem muhtellü’ş-şuur olan hemşiresini okutmak
üzere kendisine getirdiği zamandan bed’ edip esnâ-yı musâhabetlerinde merkum
Sisak, Samatya’da Karabet isminde birinin Osetyan nam kızma muhabbeti
olduğundan ve servetine tam’an Hayrabet isminde birine vermek istediklerinden
bahisle mezburenin muhabbetinin tarafına celbini temenni etmesi üzerine
maksadının husûlüne çalışacağım vaat ile kendisi de Ermeniler’in efkâr ve
muhâberâtım öğrenmek arzusunda bulunduğunu bi’l-beyan bu bâbda malûmat
vermesini tembih etmesiyle merkum Sisak, Ermeni mefsedetinden dolayı evvelce
tevkif edilmiş ve mazhar-ı afv-ı âli olmuş olan aşçı Etyan’da Ermeni işlerine
dair malûmat ve gazete bulunacağım ve fakat tutulur ise mahv olacağından
korktuğunu dermiyan ile okuduktan soma iade veya ihrâk edilmesi şartıyla masraf
namına kendisinden iki defada almış olduğu üç Mecidî ve bir kara Beç altım
mukabilinde “Fransa hükümetinin cumhuriyete tahvili için teşekkül eden
komitelerin ne gibi tedâbir ittihaz eylediklerine” ve biri “Rusya
imparatoru’nun kışlık sarayının dinamit ile ne suretle imha edildiğine ve
Ermeni yiğitlerinin işleri hakkında ihtiyatkârâne davranılıp körü körüne
derdest olunmamasına” ve diğer biri de “hafiyyen matbaa tesis etmek ve her
tarafça vukuatı vakit ve zamanıyla haber almak lüzumuna” dair Ermenice üç
risale göndermiş ve Ermeni askerlerinin resmi geleceğini Etyan söylediğinden,
onları da aldığında getireceğine söz vermiş olduğunu ve bu ahvâlden hükûmet-i
seniyece haber alınır ise, düşmanı olan ve mezbureyi almak isteyen Hayrabet
muhbir olacağım ve merkum muhbirlik eder ise hanesine akrabasından Naşit ve
Andon ve Kirkor ve Karabet ve Onnik nam kimesneler bi’l-içtima Ermeni mefsedet
ve vukuatından bahsetmekte ve Hayrabet’in Hindistan’da akrabasından ve eshâb-ı
servetten biri vefat edip kendisine on beş milyon lira miras kalmış olduğundan,
bundan beş milyon lira îngilizlere ve beş milyon Ermeni işleri yoluna terk ve
mütebakisini de vârisler beyninde taksim için müzakerede bulunmakta
olduklarından, bu ciheti hükûmet-i seniyeye ihbar edeceğini söylediğinden
kendisi de bu suretle ihbar ve Sisak’ı birlikte götürüp mezkûr gazete ve
resâil-i muzırrayı Sadık Bey vasıtasıyla Mâbeyn-i Hümayun cânib- i mülûkâneye
takdim eylediğini hikâye ve merkum Sisak dahi Samatya’da mütevellid ve
işlemecilik ile müteayyiş olup Tatyos’un ifadât-ı vâkıasım tasdik ile beraber
merkum Tatyos kendisinden Armeniya gazetesi talep etmesi üzerine
korktuğu cevabım vermiş ise de kendisi hoca olduğundan okuyup, teşbih çekerek
mahbesden bi’z-zat alacağı yolunda teminat vermesiyle kendisi de aşçı Etyan’a
müracaat ve temin ederek merkum Etyan, gazetenin üç aylık abone bedeli olmak
üzere bir lira talep ve yirmi günde bir gelip gazeteyi almaşım tembih ile '''Durşalc
namında bir gazeteyi hanesinden ve talim-i mefsedeti hâvi üç risaleyi de
aşçısı olduğu meyhanenin kömürlüğünden çıkarıp verdiğini ve Ermeni askerlerinin
resimleri geldiğinde onlardan da vereceğini vaat ile iki ay kadar mezkûr
gazeteden ita eylediğini ve Hayrabet’in hanesinde toplandıkları sırada merkumun
yeğeni Naşid, Armeniya gazetesinde Van ve Mersin Ermenileri toplanmakta
ve vukuat ika etmekte olduklarım okuduğunu ve Hayrabet’in Hindistan cihetinde
vefat eden on beş milyon servetli amcasının vârisi olmak mülâbesesiyle meblağ-ı
mezburu almaya muvaffak olurlar ise beş milyon lirasını Ermeni mefsedeti yoluna
ve dört bin lirasını Dersaadet Ermeni cemaatine ve dört bin lirasını da
Eçmiyazin Katogigosluğu’na terk edeceğini ve miras için yazdığı mektupları
İngiltere Sefarethanesi’ne vermekte olduklarım ve bunlardan Kambur Hayrabet ve
biraderi Nişan ve yeğeni Naşid ve Andon’un hanelerinde evrak-ı muzırra
bulunacağım ifade eylemiş ve merkum aşçı Etyan ve Hayrabet ve biraderi Nişan ve
yeğeni Naşid ve Andon ve Kirkor ve Karabet ve Haçik ve Onnik nam kimesnelerin
evvelce ikametgâhları taharri edilmiş ise de bunlardan Andon’un evrakı meyamnda
Armeniyan ibareli İtalyanca bir harita ile Paris’te tab edilmiş ve
münderecatında diyanet-i celile-i İslâmiye aleyhinde bazı fıkarât-ı garazkârâne
bulunmuş olan Fransızca bir tarih-i umumî ile Ermenice çıkan gazeteler,
sahiplerinin resimlerinden maada mefsedetlerine delâlet eder bir şey
bulunamamış olduğu ve merkum Hayrabet’in biraderi Nişan ve akrabasından Andon
ve Naşid ve Kirkor ve Karabet dahi ara sıra Hayrabet’in hanesine giderler ise
de cümlesinin tesadüfen olsun birlikte bulundukları ve Armeniya
gazetesinden bahsedilmesi mesbûk olmadığım ve Hindistan’da akrabalarından Hoca
Bedros isminde biri vefat edip on beş milyon kadar bir servet bıraktığı rivayet
edildiğinden Golma’da bir İngiliz’i tevkil ederek Londra ile muhabere etmekte
ise de bunun ellerine geçtiğinde mefsedet yolunda sarf edeceklerine dair bir
söz söyledikleri gibi kendilerinde fîkr-i mefsedet ve bu fikirde olanlarla da
münasebetleri bulunmadığım ve merkum Hayrabet’in izdivaca talip olduğu mezbure
Osetyan’ı Sisak da almak istediğinden muğber olarak bu suretle icrâ-yı garez
eylediğini söyledikleri ve Andon’un evrakı meyamnda zuhur eden harita Ermeni
mekteplerinde şâkirdâna gösterilen haritalardan olup iki sene evvel mübayaa
etmiş ve Fransızca tarihi ile Ermeni gazetecilerinin resimlerini hâvi varakayı
kitapçılardan almış olduğunu beyan ettiği ve aşçı Etyan ise evvelâ müşterisi
olmak münasebetiyle merkum Sisak’ı tanır ise de öyle gazete ve sair muzırra
verdiğini inkâr etmiş olduğu halde muahharen merkum Sisak eshâb-ı servetten
biri Hınçak gazetesi istediğinden bahisle, bulur ise büyük ikram
edeceğini söylemiş ve kendisi de aramış ise de bulamadığı cevabım vermiş iken
merkum tekrar müracaatla gazeteyi Etyan, hoca ve emin bir adam olduğunu beyan
etmesine ve evvelce dükkânında Narlıkapı Ermeni Mektebi muallimlerinden Vani
Haçik ve Soli Manastır Mektebi muallimlerinden Çekeryan ve Ağapikyan’m taam
ettikleri sırada merkum Haçik muzır gazeteden bahsetmiş ve diğerleri gittikten
sonra iki kıta da Armeniya gazetesi irâe eylemiş olduğundan merkuma vuku
bulan müracaatı üzerine bi’l-muvafakat bir Fransız altım abone mukabilinde “DurşakA
namında bir gazete alıp merkum Sisak’a verdiğini ve sonra da mezkûr gazeteden
bir nüsha ve resâil-i muzırrayı dahi merkum Haçik’ten alarak ita ettiğini itiraf
eylemiş ise de Merkum Haçik, keyfiyeti suret-i musirrânede inkâr eylemesine ve
ikametgâhında zuhur eden evrakında dahi dâî-i şüphe bir şey görülemeyip, diğer
muallimlerden Ağapikyan, dükkânda taam ettikleri sırada Haçik’in muzır
gazeteden bahsettiğini der hatır edemediğini ve muallim Çekeryan dahi gazeteden
bahsettiğini işitmeyip merkum Haçik, aşçı Etyan’m kulağına hitaben bir şey
söylediğini görüp sadık-ı devlet zannıyla hemen oradan kalkıp gittiğini
söylemesine ve merkum Haçik her ne kadar aşçı Etyan’a gazete ve resâil-i
muzırra verdiğini münkir ise de Etyan’m ona isnatta bulunması için meydanda bir
sebeb-i makûl olmamasına ve muharrik-i fesat olan eşhasm dâm-ı iğfale
düşürdükleri kesâmn ekserisi sade-dil adamlar olup merkum aşçı Etyan ve Sisak
dahi iğfâlâta kapılmak derecede cahil bir adam bulunmasına ve vaki olan
ikrarlarına nazaran merkum aşçı Etyan ile Sisak’m erbâb-ı mefsedetten oldukları
tahakkuk ve bunlara önayak olan da muallim merkum Haçik olduğu gibi Tatyos dahi
gerçi kendisini bu madde hakkında muhbir göstermiş ise de kendisi remmâllikle
hiyel ve desâîsi itiyat edinmiş takımdan olmasına göre, bu işte bu suretle
ihbarâtta bulunup kendisini muhbir göstermesi de bir maksad-ı hafîyye mübtenî
olması melhûz bulunacağı ve bâlâda arz olunan diğer eşhasm mefsedetlerine dair
bir ser-rişte alınamayıp Sisak’m onlar hakkındaki ihbârâtı izdivaç saikasıyla
taarruz-ı isnâdâttan ibaret olduğu anlaşıldığı gösterilmiş ve merkumun Tatyos
ve Sisak ve aşçı Etyan ve muallim Haçik’in bu suretle tezahür eden mefsedetlerine
mebni kendileri taht-ı tevkife alınıp haklarında kanunen terettüb edecek
muamelenin icrası zımnında cihet-i adliyeye tevdii emr ü ferman-ı
keramet-beyan-ı hazret-i hilâfet-penâhîye mütevakkıf bulunmuş ohnağla ol bâbda
emr ü ferman hazret-i menlehü’l-emrindir. fi 23 Teşrinisani 31
Zaptiye
Nazın (imza)
DOCUMENT: VII (1902)
BOA. Y.PRK.ZB. Dosya No: 32, Gömlek No: 65,18.Ra.1320.
130
Zabtiyy
eN ezareti Mektubî Kalemi Aded 1358
Kudüs-i
Şerif ahalisinden olup iki seneden beri Tophane-i Amire Caddesi’nde remmâllik
ile iştigal eyleyan Hacı İbrahim nam şahıs bundan on mah mukaddem şehremaneti
müfettişlerinden Çerkeş Salih Efendi nezdine gelip altı yüz kuruştan ibaret
olan maaşının bin iki yüz kuruşa iblâğı zumunda atebe-i ulyâ-yı cenâb-ı
hilâfet-penâhîye istirhâmâtta bulunmuş ise de bir semere göremediğinden bahisle
bir çaresini bulmasını beyan ve kendisi de bu bâbda huddâma müracaat için
hanesinde birkaç gün yalnızca kalması lüzumunu dermiyan etmesi üzerine
mumaileyh Salih Efendi kendisini Cihangir’deki hanesine götürüp ve bir odaya
koyup sekiz gün sekiz gece orada kaldıkdan sonra gösterdiği lüzum üzerine Salih
Efendi’nin aldığı on iki kaşığa bazı işaretler yaparak bahçenin bir kenarına
gömdüklerini ve bu vesile ile Salih Efendi’den bir miktar akçe alarak savuşmuş
olduğu halde bu defa yine Tophane’de fala bakmaya mübâderet etmesi üzerine
mumaileyh Salih Efendi yanma gelüb işi hâsıl olmadığından bahisle kendisini
tahkir ve tehdit etdiğini ve kendisinin okuyup yazması olmadığı ve remil ile
fala bakmakdan başka bir şey bilmediği cihetle huddâmdan sormak ve kaşıklara
yazmak gibi şeyleri mumaileyh Salih Efendi’yi iğfâl ile birkaç kuruş koparmak
için tertip etmiş olduğunu ifade ve ihbar ve mumaileyh Salih Efendi derhal celb
ve isticvâb edildikde fî’l-hakika Altıncı Daire-i Belediye’nin o aralık münhal
bulunan müfettişliğe tayini hakkında kendisinin malûmatı olmaksızın devletlü
ismetlü Şadiye Sultan aleyhü’ş-şan hazretlerine mensubiyeti olan zevcesi bir
istida takdim ettiği muahharen kendisine söylemiş olduğundan, olup olmayacağım
anlamak içün merkuma müracaat ettiğini ve merkum işinin yolunda olduğunu ve
fakat huddâma müracaat lâzım geleceğini söylemesi üzerine işin husûlü için
merkumu hanesine götürüp yedi-sekiz gün bir odada oturttuğunu ve tütsü ve sair
malzeme almak için bir miktar para verdiğini ve ahiren vuku bulan talebi
üzerine kaşıklan aldığım ve sonra da bir kurban parası ve kendisine de iki
mecidiye ita eylediğini itiraf ve tezkâr eylemiş olduklan gibi memur-ı mahsusu
zammıyla icra edilen taharride, Salih Efendi’nin bahçesinde biri sağlam ve üçü
kırık olmak üzere dört kaşık ve İbrahim’in hanesinden remile müteallik bazı
evrak zuhur etmiş ve merkumân daire-i zaptiyede taht-ı tevkife alınmıştır. Hacı
İbrahim’in remil etmek vesilesiyle halkı dolandırmakta olduğu suret-i ihbar ve
itirafıyla müsbet ve Salih Efendi’nin velev ki dediği gibi işinin tervici için
olsun böyle bir remilciyi evinde bir hafta kapaması câlib-i nazar bir keyfiyet
olmakla merkumân haklarında olunacak muamelenin istizanına mücâseret kılındı.
Ol bâbda emr ü ferman hazret-i menlehü’l- emrindir.
fi
12 Haziran 318
Zaptiye
Nazın
Ahmet
Şefik
DOCUMENT: VIII (1909)
BOA. ZB. Dosya No: 353, GömlekNo: 66, 9.Mart.l325.
Belge-1
a
Atebe-i
Ulyâya
Cenâb-ı
hallâk-ı kerîm veliyy-i nimet-i bî-mirmetimiz Padişah-ı Âlem-penâb Efendimiz
Hazretleri’nin ömr ü âfiyet-i şahanesini müzdâd ve taht-ı âlî baht-ı âlîlerinde
daim eylesin Amîn.
Bu
hürriyet Cenâb-ı Allah’tan oldu, bu dünyaya bir kere ol dahi geldi geçti. Şimdi
Cenâb-ı Allah zalime çevirdi, çünkü Cenâb-ı Allah’ınım izni ve keremiyle
hürriyeti bu dünyada ahalimize bendeniz yaptıracak idim. Cenâb-ı Allah benim
gezmediğimi ve hürriyet yaptırmadığımı biliyor. Bu dünya-yı ahâlimize bu türlü
hürriyet yaptı. Ol-dahi yattı çünkü Cenâb-ı Allah’ınım emri yerini bulmak içün
vakt ü zamanda peygamberândan şehîd olan Haşan ve Hüseyin Efendimiz yerine
bendelerini yaratmışdır. Anın içün bendenizi resmen süvari zabiti yapmalı.
Bendeniz gezmeliyim. Cenâb-ı Allah’ınım emri yerini bulmalı. Şehit bendeniz
resmen bir süvari zâbiti olmayıp da gezmeyecek olur isem, Allah daha çok fena
zulüm verir. Bi’l-hassa bendenizi çağırıp resmen süvari zabiti yapınız, ben
gezeyim ve hür yaşayalım adalet gösterelim efendim. Ferman hazret-i
pâdişâhındır.
9
Şubat 324
Kasımpaşa civarında
Yeniçeşme Mahallesi Badulla Caddesi’nde 23 numaralı hanede vakt ü zamanda
peygamberândan şehit olan Haşan Hüseyin Efendimiz yerine olan Fehmi Bin Mustafa
Belge-2/Arka
Tahkik-i
hal ve hüvviyyet zımnında Kasımpaşa Merkez Komiserliği fî 3 Mart 325
Ber-mûcib-i
emr ü iş’âr müsted’î hakkında icap eden tahkikat alede’l-ibtidâr, kendisi
Tersane’ye amelelik ile bir iki defa kayıt ve devam olunmuş ise de
bülehâlığmdan dolayı yol verilmesinden, üç seneden beri iş ile iştigal etmediği
ve kendisinden istifsâr-ı madde olundukda bu gibi saçma sapan sözleri
yazmasınndaki maksat Nur-ı Osmaniyye’de okuyucu Ahmed Şerkavi tarafından
kendisine yapılan “büyü” ve nüshalardan aklı başmda olmayıp ne yazdığından
malûmatı olmadığından ve makâm-ı âsafânelerinize müracaatla başkaca izahat
vereceğini beyan etmiş ve binaenaleyh kendisi sersem ve bülehâ takımından
olduğu anlaşılmış olmakla evrakın iadesine mücâseret kılındı. Ol bâbda.
fî 7 Mart 325
Müsted’î-i
merkumun ahvâl ve hüviyeti bâlâdaki der-kenarda tasrîh eylemiş olmakla ol bâbda
emr ü ferman hazret-i menlehü’l-emrindir.
7
Mart 325
Beyoğlu Mutasarrıfı
imza
Belge-3
Sadarete
Bazı
elfaz-ı mecnunâneyi havi atebe-i ulyâya bi’t-takdîm hüviyetin tahkiki zımnmda
taraf-ı çâkerâneme emr ü havale buyurulan arzuhalin sahibi Fehmi’nin bir- iki
defa Tersane-i Amire’ye amele kaydedilmiş ise de bülehâtından dolayı yol
verilerek üç seneden beri bir işle iştigal etmediği ve maksadı ne olduğu
kendisinden istifsâr edildikde Nur-ı Osmaniyye’de okuyucu Ahmet Şerkavi
tarafından yapılan sihir ve verilen nüshalardan dolayı aklı başında olmayıp ne
yazdığından malûmatı olmadığım söylemiş ve kendisinin bülehâdan olduğu
anlaşılmış idüğü bi’l-havâle Beyoğlu Mutasarrıflığı’ndan ifade kılınmış olmakla
ol bâbda 9 Mart 325
DOCUMENT: IX (1909)
BOA. Y.PRK.ZB. DosyaNo: 38, GömlekNo: 37, 5.R.1326.
Belge-1-2
a
Kullan nefs-i Şam
ahalisindenim ismim Muhammed Hayr’dır. El-yevm Nablus ve Salt telgraf
çavuşuyum. Bir telgraf başçavuşluğu istihsali zımnında on gün evvel Dersaadet’e
geldim, Sirkeci Oteli’nde ikamet etmekteyim. Sekiz gün mukaddem Telgraf Nezareti’ne
arzuhal vermek için giderken, Ayasofya taraflarında elyevm küttâbî-i hazret-i
şehriyârîden olan Şamlı Haşan Efendi’nin biraderi Firdevs’e tesadüf eyledim.
Bunların babası olup elyevm Dersaadet’te bulunan Şeyh Muhammed Efendi
hala-zâdem olduğu cihetle mumaileyh Firdevs Efendi’ye Dersaadet’e niçin
geldiğini sual ettim. Biraderim Haşan Efendi Şam’dan telgraf çekti İstanbul’a
geldi. Sonra bizi de İstanbul’a celp ettirdi. Şimdi Beşiktaş’ta ikamet
ediyoruz. Oraya gel babamla görüş dedi. Cuma günü Beşiktaş’a gittim bulamadım.
Cumartesi günü Firdevs, dayısı Kâmil ile beraber Telgraf PostaNezareti
civarındaki kahvehaneye gelerek beni buldular. Gel seni babam çağırıyor
dediler. Yarın gelirim dedim. Sana babamın iyi bir ifadesi vardır dediler.
Pazar günü Beşiktaş’ta oturdukları haneye gitdim. Orada Şeyh Muhammed Efendi,
Firdevs ve Muhammed ve Kâmil ve bir de merhum Arap Paşa’nm biraderi Ebu Tabir
ve oğlu var idi. Oturdum. Şeyh Muhammed Efendi’nin oğlu Muhammed, Arap Mehmet
Paşa’nm biraderi Ebu Tahir’e hitaben, biz böyle hep İstanbul’a geldik bir evde
oturuyoruz elde avuçtaki akçemizi sarf eyledik ne olacağımız malûm değildir.
Zarurette kaldık şaşırdık dedi. Arap Mehmed Paşa’nm kardeşi buna cevaben, ben
de oğlumu alarak geldim belki Haşan Efendi’nin himmetiyle bir memuriyet veya iş
bulurum zannettim. Ben de ne yapacağım, mütehayyir kaldım dedi. Sonra biraz
oturdukdan sonra oradan çıktım. Beşiktaş Çarşısı’nda kamımı doyurmak için
dolaşırken Şeyh Muhammed Efendi arkadan geldi bana dedi ki: Yahu biz buraya
geldik oğlumu hastahanede buldum şimdi iyileşti, elimdeki akçemi sarf ettim.
Burada geçinemeyeceğim çocukları yine Şam’a iade edeceğim fakat Haşan Efendi
bir sihir yapacak bu kâğıdı işimizi bozan Ahmet izzet Paşa’nm evine götürüp
bırakırsan sana da mükâfat eder ve istediğin başçavuşluğa Haşan Efendi delâlet
ider dedi. Ben de baş üstüne dedim. Sonra düşündüm bunlara minnet edeceğime bu
fikirlerini gider Ahmed izzet Paşa marifetiyle arz ederim dedim. Müşarünileyhin
hanesinegittim, kendisiyle görüşdürmediler. Bu işi Bâb-ı Alî’de bir arzuhalciye
anlattım. Fırsatdır, sen de ben de istifade ederiz. Şeyh Muhammed Efendi sihir
evrakım sana gönderdiği zaman ben de bulunur bunları hemen ihbar ederiz dedi.
Bir kaç gün bekledim getirmediler. Dün akşam saat birde Kâmil bir şeyh ile
Sirkeci’de bir kahveye geldiler. Benim ikamet eylediğim otele girdiler
yanındaki şeyh yeşil sarıklı Bektaşi bir şeyh imiş. Otelciye bu şahsın kim
oldığını sordum, ismini bilmem fakat iki gündür otele geldi, misafirleri çok
bir adamdır dedi. Kâmil biraz şeyh ile görüştükten sonra gitti ve benim yüzüme
bakmadı. O gece uyudum Bu sabah saat on birde şeyh oteldeki kahveye geldi.
Acele ile kalktı Kâmil ile Firdevs’in yanma gitdi. Şeyh, Kâmirin elinden bir
kâğıda sanlı bir şeyi verdi. Uzakdan kendilerini takip eyledim. Şeyh dedi ki:
“Siz merak etmeyin kırk lira çok değildir. Ben gözüme sürme çekerim kimse beni
görmez. Arabın karşısına gider bunu bırakırım yine beni kimse görmez” dediğini
işittim. Ben hemen arzuhalcinin yanma gittim meseleyi anlattım. Bana bir telgraf
yazdı, çektirdim. Biraz sonra biri geldi Bâb-ı Alî’de polis müdürü seni
çağınyor imiş. Gittim, beni dinledikten sonra zaptiyeye gönderdiler. Zaptiye
Nezareti’nden adam verdiler, odasını bastık. Eşysını aldılar fakat şeyh orada
bulunmadı. Yatağmda buldukları kitap ve saireyi aldılar, zaptiyeye götürdüler.
İşte ifadem bundan ibarettir. Bunların maksatları sihri Ahmed İzzet Paşa’nın
evine kendisini yahut oğullarım hasta etmek ve sonra Şeyh Haşan nefes tesiriyle
iyileştirip İzzet Paşa’ya çatarak akrabasını kayırmak olduğmu anladım. Şeyh
Hasan’m sihir gibi havâssa vukûfiı vardır ve o sayede kitapçı olmuştur diye
Şam’da mütevâtirdir.
Belge-3
a
Zabtiyy
eN ezareti
Mektûbî
Kalemi
‘Aded
Boş
şişe adet 1
Rakı
kadehi adet 1
İspermeçet
mumu parçası adet 2
İşbu üç kalem eşya
Ali Rıza Efendi’nin hırkası cebinde bulunmuşdur
Matbu
ve bir kısmı noksan risale adet 1 Matbudua varakası adet 4
İki
tarafı lehimli on beş santimetre tulünde teneke kutu adet 1 Otuz kırk dirhem
sıkletinde beyaz bir maden parçası
Bir
kâğıda sanlı bir dirhem mikdân adi toprak ve bunun mey ânına konulmuş {efirâz
lezellet} kelimesi yazılı kâğıt
İşbu beş kalem eşya
Ali Rıza Efendi’nin bugün eşyasının nakl olunduğu odada karyolanın yatağı ile
ot minderi arasında zuhur etmişdir.
Belge-4
a
ZaptiyeNezareti
Mektubî Kalemi Aded 427
Leffen
arz ve takdim kılman jurnalde ismi muharrer Nablus telgraf çavuşluğundan
müstafi Muhammed Hayr, derhal nezd-i çâkerîye celp ve istîzâh-ı keyfiyet
olundukda, geçende Şarn-ı Şeriften gelip mabeyn-i hümâyûn-ı mülûkânede misafir edilmiş
olan Şamlı Şeyh Haşan Efendi ile birlikde gelip Beşiktaş’ta kâin misafirhanede
misafir edilmiş, mumaileyh Haşan Efendi’nin biraderleri Kâmil ve Firdevs Salim
Efendiler kendisine bi’l-mürâcat, verecekleri sihirli bazı şeyleri kâtib-i
sânî-i hazret-i hilâfet-penâhî kurenâ-yı hazret-i şehriyârîden İzzet Paşa
Hazretleri’nin konağına koymasını teklif etmeleriyle kendisi de keyfiyeti ihbar
etmek niyetiyle teklif-i vâki’i kabul etmiş ise de mumaileyhümâ kendisine bir
daha müracaat etmeyip Sirkeci’de Yeni Dünya Oteli’nde misafir Kastamonulu Şeyh
Hafız Ali Rıza Efendi’ye yarınki Cuma günü selâmlık resm-i âlîsi esnasmda
Gerdûne-i Hümayunun altına vaz’ edilmek üzere sihirli bazı şeyler verdiklerini
tahkik ettiğini ifade eylemiş ve Ali Rıza Efendi’nin mezkûr otelde ikamet
eylediği oda taharri olundukda leffen arz ve takdim kılman pusulada muharrer
bir kaç kıta matbu kâğıt parçalan ve lehimli bir teneke kutu ve boş bir şişe ve
kadeh ile bir kâğıda sarılı bir dirhem miktarı adi toprak zuhûr etmesiyle Ali
Rıza Efendi bi’t-tevkîf isticvâb olundukda, hasta bulunan hemşiresini
li-ecli’t-tedavi Kastamonu’dan Dersaadet tarîkiyle Bursa’ya götürüp bu kere
Kastamonu’ya avdet etmek üzere Dersaadef e geldiğini ve mumaileyhümâ Kâmil ve
Firdevs Salim Efendileri görmediği ve tanımadığı gibi zuhûr eden şeylerden
yalnız iki parça mum kendisine ait olup diğerlerinden asla haber ve malûmatı
olmadığım ve bugüne kadar mezkûr otelde üst katda iki yataklı bir odada yalnız
olarak ikamet etmekde iken bugün dışarıya çıkub otele avdetinde eşyasının dört
yataklı bir odaya nakledildiğini anladığım beyan etmiş ve icra kılman
tahkikatta mumaileyh Ali Rıza Efendi’nin ikamet ettiği iki yataklı odanın
otelci tarafından maa aile gelen bir Hıristiyan’a verilmesinden dolayı eşyası,
Ali Rıza Efendi’nin malûmatı olmaksızın otelin odacısı marifetiyle derununda
dört yatak bulunan ve yatakların biri Muhammed Hayr’a ait olan odaya nakl
edilmiş ise de Muhammed Hayr’m şikâyeti üzerine dört yataklı diğer boş bir
odaya nakl olunduğu anlaşılmış olmasına ve bulunan şeylerden mumlar ile boş
şişe ve kadehin Ali Rıza Efendi’nin eşyasının ikinci defa nakl olunduğu odada
bulunan hırkasının cebinde ve diğerlerinin Muhammed Hayr’m ikametettiği odadaki
karyolanın yatağı ile ot minderi arasında bulunmasına nazaran bunun Muhammed
Hayr tarafından tertip ve tasnî’ edilmiş bir şey olduğu anlaşılmakda ise de
tahkikata devam edilmekde bulunduğı ve Ali Rıza Efendi’nin tevkif edildiği
maruzdur. Ol bâbda emr ü fermân hazret-i menlehü’l- emrindir
fî 24 Nisan 324
Zaptiye Nazın imza
Belge-5
a
‘An-asl
Şamlı olup Nablus telgraf çavuşluğundan müstafi Şam’da müteehhil elli beş
yaşlarında ve Sirkeci’de on günden beri Yeni Dünya Oteli’nde beytûtet eden
Muhammed Hayr bin Selim, iki gün mukaddem Bâb-ı Alî Caddesi’nde arzuhalci
Haydar Efendi’ye müracaatla Kâtib-i Sânî Hazret-i Padişâhî İzzet Paşa’nın
konağının içerisine sihir yapıp attıracağım ve muvaffak olduğu halde bin kuruş
maaşa nail olacağım ifade ettiği gibi, şu denâeti kabuldeki maksadı dahi
sihirleriyle birlikde derdest ettireceğini ‘ilâveten ityân ettiğini söylemiş ve
mezkûr dükkâna getirip derdestlerini ve hükümlerini iki gün beklemiş ise de
gelmediklerinden, dün gece otel- i mezburda irâe ideceğim adamlar mezkûr Yeni
Dünya Oteli’nde beytûtet eden diğer bir Şeyh Efendi ile görüştüklerini gördüm
ve tarassudâtım neticesinde bu adamlar yarınki selâmlık resm-i âlîsinde
veliyy-i nimetimiz Padişahımız Efendimiz Hazretlerinin arabasının altına koymak
üzere o iki zat Şeyh Efendi’nin yeddine Şam’dan getirdikleri (katil ölüleri
toprağı) ve sair sihirleri verdiklerini gördüm ve bu sihirleri arabanın altına
konulmasını kırk Osmanlı lirasına pazarlık ettiklerini işittim ve bu gece
otel-i mezkûra gelerek içtimâ’la yarınki Cuma selâmlık resm-i âlîsinde icra
edecekleri mel’anete intizâr edeceklerini Haydar Efendi’ye malûmat ve atebe-i
seniye-i hazret-i mülûkânede bugün bâ-telgraf iş’âr edilmesi üzerine Bâb-ı Âlî
devâ’ir-i resmiye serkomiseri Saadetlü Ahmed ve izzetlü Nazif Beylere ihbâr
ettiği ecilden ben de itiraf ve ikrar eylediğimi mübeyyin işbu varakam bâ-temhîrita
kılındı, fî 24 Nisan 324
Sirkeci’de Yeni Dünya
Oteli’nde sakin Nablus telgraf çavuşluğundan müstafi Mühür
Bâlâdaki
ifade ve karar muvacehemizde zaptolunduğu gibi Muhammed hayr’ı mallan dahi
kendisinin idüğü tasdik kılındı. Bâb-ı Âlî Caddesi’nde arzuhalci
Mühür
Devâir-i aliyye
serkomiserlerinden Mühür
BIBLIOGRAPHY
PRİMARY SOURCES
“Büyü,”
Büyük Larousse, (İstanbul, 1986).
“Büyü,”
İslam Ansiklopedisi, (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınlan, 2002),
Vol. 6, p. 501.
“Havas
İlmi,” İslam Ansiklopedisi,(Ankara.: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
2002), Vol. 16, p. 516.
“HavassüT-Kur’an,”
İslam Ansiklopedisi, Vol. 16, p. 522.
“Muska”,
İslam Ansiklopedisi, Vol. 31, p. 265.
“Sihir,”
İslam Ansiklopedisi, (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınlan, 2002),
Vol. 37, p. 170.
“Vefk,”
İslam Ansiklopedisi, (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınlan, 2002),
Vol. 42, p. 605.
“Yağmur
Duası,” Ana Britannica, Vol. XXXII, (İstanbul: Ana Yayıncılık, 1994), p.
62.
Abdülaziz
Bey. Osmanlı Adet Merasim ve Tabirleri, (Hazırlayanlar: Kazım Ansan,
Duygu Ansan Güney), (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınlan, 1995).
Abdülaziz
Bey. Osmanlı Adet Merasim ve Tabirleri, (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt
Yayınlan, 2002).
Acıpayamlı,
Orhan. “Türkiye’de Yağmur Duası ve Psiko Sosyal Metotla İncelenmesi,” Ankara
Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, Vol. XXI, No: I-II,
Ocak-Haziran 1963.
Adıvar,
Halide Edip. Döner Ayna, (İstanbul: Yeni İstanbul Matbaası, 1953).
Adıvar,
Halide Edip. Mor Salkımh Ev, (İstanbul: Gerçek Yayınlan, 1996).
Adıvar,
Halide Edip. Mor Salkımlı Ev, (İstanbul: Özgür Yayınlan, 1996).
Adıvar,
Halide Edip. Mor Salkımlı Ev, (İstanbul: Özgür Yayınlan, 2003).
Adıvar,
Halide Edip. Sinekli Bakkal, (İstanbul: Atlas Kitabevi, 1972).
Adıvar,
Halide Edip. Sinekli Bakkal, (İstanbul: Muallim Ahmet Halit Kitabevi,
1942).
Ahmed
b. Hanbel. El-Müsned, (Beyrut: BeytüT-Efkârü’d-Devliyye, 2004).
Ahmed
Cevdet Paşa. Faideli Bilgiler, (İstanbul: Hakikat Kitabevi Yayınlan,
2009). Ahmed Midhat Efendi, 1331/1912. Cinli Han; Taaffüf; Gönüllü.
Prepared by Necat Birinci, Ali Şükrü Çoruk and Erol Ülgen. Ankara: Türk Dil
Kurumu, 2000.
Ahmed
Taşköprülüzade. Mevzû’âtu’l-Ulûm, (Haz.: Mümin Çevik), (İstanbul: Üçdal
Neşriyat, 1975).
Ahmed
Vasıf Efendi. Tarıh-i Vasıf: Mehasinü’l-Asar ve Hakaikü’l-Ahbar,
(Ankara: TTK Yayınlan, 1994), Vol. 2.
Ahmet
Mithat Efendi. Cinli Han, Taaffüf, Gönüllü, (Ankara: Türk Dil Kurumu
Yayınlan, 2000).
Ahmet
Mithat Efendi. Çengi, (Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 2000).
Akın,
Haydar. “Gece Yolculan ve Cadı Avı.” Virgül, 18 (1999, İstanbul): 30-32.
Akın,
Haydar. “MalleusMaleficarum: Cadılann Çekici.” Virgül, 10 (1998,
İstanbul): 38-40.
Akın,
Haydar. Ortaçağ Avrupası ’nda Cadılar ve Cadı Avı, (Ankara: Dost
Kitabevi, 2001).
Akın,
Haydar. Ortaçağ Sonları ve Yeniçağ Başlarında Avrupa ’da Çocuk Cadılar ve
Çocuk Cadı Avı. Ankara: Phoenix Yayınevi, 2010.
Akkuş,
Metin. Nef’î Divanı, (Ankara: Akçağ Yayınlan, 1993).
Aksel,
Malik. Anadolu Halk Resimleri, (İstanbul: Kapı Yayınlan, 2010).
Aktaş,
Recep. İslam Dininin Yasak Ettiği Batıl İnanışlar. (Adana:Gürpınar
Yayınevi,1965).
Akyüz,
Vecdi. Bütün Yönleriyle Asrı Saadette İslâm, (İstanbul: Beyan Yaymevi,
1995), Vol. V.
Albasan,
Mehmet and Metin Albasan. Anadolu Gizemleri. İstanbul: Onbir Yayınları,
2008.
Ali
el-Yezdî el-Hairî. Fîİsbâtı İ-Hucceti’l-Gâib, (Beyrut, 1984), Vol. I.
Ali
Sami. Periler İçinde, (İstanbul: Nefaset Matbaası, 1914).
Aliş,
Şehnaz. “Ahmet Mithat Efendi’de Akıl ve Batıl İnançlar.” Merhaba Ey
Muharriri: Ahmet Mithat Üzerine Eleştirel Yazılar. Eds. Nüket Esen and Erol
Köroğlu, (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yaymevi, 2006).
Altınay,
AhmetRefık. “CinciHoca.” TürkDünyasıTarihDergisi (117) (1996): 28-30.
Altınay,
Ahmed Refik. “Sarayda Cinci Hoca.” Samur Devri 1049-1059, (İstanbul:
Kitabhane-i Hilmi, 1927). (Yeni Basım = İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları,
2010.)
Altıntaş,
Hayrani. Tasavvuf Tarihi, (Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yayınlan, 1986).
Anadol,
Cemal. Halk İnanışları, (İstanbul: Bilge Karınca Yayınları, 2006).
Anadol,
Cemal. Tarihten Günümüze Kadar Doğu ve Batı Kültürlerinde Halk İnanışları ve
Büyü, (İstanbul: Kamer Yayınlan, 1997).
Anadol,
Cemal. Şifalı Bitkiler ve Şifalı Sular Ansiklopedisi: Lokman Hekim ve Ibn-i
Sina’dan Günümüze Kadar. İstanbul: Türkmen Kitabevi, 1990.
Anadolu
‘da Kybele Attis Kültü, (Haz: Canan Albayrak) Yüksek
Lisans Tezi, (Ankara, 2007).
And,
Metin. Geleneksel Türk Tiyatrosu, (Ankara: Bilgi Yayınlan, 1969).
And,
Metin. Geleneksel Türk Tiyatrosu: Köylü ve Halk Tiyatrosu Gelenekleri, (İstanbul:
inkılap Yayınevi, 1985).
And,
Metin. Oyun ve Bügü, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınlan, 2003).
And,
Metin. Oyun ve Bügü, (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
1974).
And,
Metin. Kavuklu Hamdi'den Üç Orta Oyunu: Büyücü Hoca, Fotoğrafçı, Eskici
Abdi. Ankara: Forum Yayınlan, 1962.
Andican,
A. Ahat. Osmanlı ’dan Günümüze Türkiye ve Orta Asya, (İstanbul: Doğan
Kitap, 2009).
Arat,
Reşit Rahmeti. Kutadgu Bilig I: Metin, (Ankara: TTK Yayınlan, 1991).
Ank,
M. Selim. “HurafeveBatılİnançlarÜzerineBazıDüşünceler.” DiyanetTlmiDergi 42(2)
(2006): 125-143.
Ank,
Şahmurat “Osmanlı Döneminde Bir Cadı Avı ve Türk Romanında Cadı İnancı,” Dergâh,
No: 148, Haziran 2002, p. 20.
Arslan,
Arif. Şeytan, Cinler ve Satanizm. İstanbul: Nesil Yayınlan, 2007.
Arslan,
Arif. Büyü, Fal ve Kehanet. Ed. İsmail Fatih Ceylan. İstanbul: Nesil Yayınlan,
2002.
Aşık
Paşazade. Osmanoğulları ’nın Tarihi, (Haz: Kemal Yavuz; M. A. Yekta
Saraç), (İstanbul: K Kitaplığı, 2003).
Aşıkpaşazade.
Tevarih-i Al-i Osman, (İstanbul: Matbaa-i Amire, 1332).
Atasoy,
Nurhan. Derviş Çeyizi, (İstanbul: Kültür BakanlığıYayınlan, 2000).
Ateş,
Süleyman. İnsan ve İnsanüstü: Ruh, Melek, Cin, İnsan. İstanbul: Dergâh
Yayınlan, 1985.
Atis,
Mediha. “BizanslIların ve Türklerin Aşk Tılsımları.” Tarih Hâzinesi, 7
(İstanbul, 1951): 322-323.
Aycibin,
Zeynep. “Osmanlı Devleti’nde Cadılar Üzerine Bir Değerlendirme,” Ankara
Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Dergisi, No. 24, 2008,
pp.55-70.
Ayverdi,
İlhan ve Ahmet Topaloğlu. Misalli Büyük Türkçe Sözlük, (İstanbul:
Kubbealtı Neşriyatı, 2005).
Ayverdi,
Samiha. Mülakatlar, (İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 2005).
Babaoğlu,
Ali. Okultizm, (İstanbul: Masal Kitabevi, 1997).
Babayan,
Katryn. MysticsMonarchs and Messiah: Cultural Landscape of Early Modern
Iran, (Boston: Harvard University Press, 2002).
Babaoğlu,
Ali Nihat. Okkultizm. İstanbul: BDS Yayınlan, 1997.
Bailey,
Michael D. “From Sorcery to Witchcraft: Clerical Conceptions of Magic in the
Later Middle Ages,” Speculum, Vol. 76, 2001, p. 989.
Bailey,
Michael D. “The Disenchantment of Magis: Spells, Charms, and Superstition in
Early European Withchcraft Literatüre,” The American Historical Revievv, Vol.
111, No: 2, 2006, pp. 383-404.
Bailey,
Michael D. Historical Dictionary ofWitchcraft, (Maryland: The Scarecrow
Press, 2003).
Bailey,
Michael D. “The Medieval Concept of the Witches’ Sabbath,” Exemplaria, Vol.
VIII, 1996, pp. 438-439.
Bakıllanî,
Ebu Bekir. Olağanüstü Olaylar ve Aralarındaki Farklar: (Mucize, Keramet,
Sihir). Trans. Adil Bebek. İstanbul: Rağbet Yayınlan, 1998.
Bâkiler,
Yavuz Bülent. “Sivas’ta Batıl itikatlar.” Sivas Folkloru, 1~15
(1973-1974, Sivas).
Balcı,
Yunus. Türk Romanında Aydın Problemi 1908-1950, (Ankara: Kültür
Bakanlığı
Yayınlan,
2002).
Balcıoğlu,
N. R. “Anadolu’da Cinlere, Perilere ve Devlere Dair İnanışlar.” Türk Folklor
Araştırmaları, 35 (İstanbul, 1952): 555-556.
Balıkhane
Nazın Ali Rıza Bey. Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı, (İstanbul:
Kitapevi, 2007).
Balivet,
Michel. “Hacı Bektaş ve Yunus Emre ya da Türk Ortaçağı Evrenselleşmesi,” Gazi
Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, No. 55,
pp. 149-160.
Balivet,
Michel. Şeyh Bedrettin: Tasavvuf ve İsyan, (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt
Yayınlan, 2004).
Barkan,
Ömer Lütfi. “Kolonizatör Türk Dervişleri,” Vakıflar Dergisi, Vol. II,
Ankara, 1942, p. 281.
Barkan,
Ömer Lütfi. “Osmanlı İmparatorluğu’nda Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak
Vakıflar ve Temlikler,” Vakıflar Dergisi, No. 2,1942, pp. 297-387.
Barstow,
Anne Llewellyn. “On Studying Witchcraft as Women’s History: A Historiography of
the European Witch Persecutions,” Journal of Feminist Studies in Religion,
Vol. IV, No: 2,1988, pp. 7-19.
Basiretçi
Ali Efendi. İstanbul Mektupları, (İstanbul: Kitapevi, 2001).
Başar,
Z. Erzurum’da Tıbbi ve Mistik Folklor Araştırmaları, (Ankara: Sevinç
Matbaası, 1972).
Batur,
Suat. Türk Halk Edebiyatı, (İstanbul: Altın Kitaplar, 1998).
Bayazoğlu,
Ümit. “İstanbul’unTılsımlan.” Fotoğraflar: Murat Türemiş, National
Geographic Türkiye (94) (2009): 52-71.
Baykal,
İsmail H. Enderun Mektebi Tarihi, Vol. I, (İstanbul: Halk Basımevi,
1953).
Baykurt,
A. Cami. “Azazil,” Diyanet İslam Ansiklopedisi, Vol. II, (İstanbul:
İSAM, 1993).
Bayram,
Sadi. “İstanbul Vakıf Hat Sanatları Müzesi'nde Bulunan Tılsımlı İki Gömlek ve
Kültürümüzdeki Yeri.” Vakıflar Dergisi, Ankara, (22), 00.00.1991, 355-
364.
Bayn,
Mehmet Halit. İstanbul Folkloru, (İstanbul: Türkiye Yayınlan, 1947).
Bayn,
Mehmet Halit. İstanbul Folkloru, (İstanbul: Eser Yayınları 1972).
Bayn,
Mehmet Halit. “Büyüler.” Halkbilgisi Haberleri Mecmuası, 64 (1937,
Ankara): 89-99.
Bayn,
Mehmet Halit. “Büyüler Hakkında.” Halkbilgisi Haberleri Mecmuası, 63
(1937, Ankara): 49-55.
Berk,
Süleyman. “Osmanlı Tılsım Mühürleri.” P: [Portakal] Sanat Kültür Antika
Dergisi, no. 29 (İstanbul, 2003).
Berkes,
Niyazi. The Development of Secularizm in Turkey, (London: Hurst and Co.,
1998).
Berktay,
Fatmagül. “Salem CadılannınEkonomi-Politiği.” TarihveToplum 33(195)
(2000): 139-146.
Beyceoğlu,
Ömer Faruk. Halk Kitapları ’nda Hazret-i Ali, (Ankara: Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim
Dalı Lisans Tezi).
Bıçak,
Ayhan. “Osmanlı Devleti’nin Kozmogonik Temelleri,” Kutadgu Bilig, No. 7,
Mart 2005.
Bıçak,
Ayhan. “ToplumsalSorumlulukveBüyücüler.” TürkYurduÖzelSayı, 18 (134)
(1998, Ankara): 71-79.
Bilmen,
Ömer Nasuhi. Kur’an-ı Kerim 'in Türkçe Meal-i Alisi ve Tefsiri, Vol. IV,
(İstanbul: Bilmen Yaymevi, 1996).
Bilmen,
Ömer Nasuhi. Muvazzah İlmi Kelam, (İstanbul: Tereke Yaymevi, 2007).
Bitik,
Başak Özgür. “Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Cadı, Obur, Büyücü Anlatılan ve
Kurgudaki İşlevleri,” Milli Folklor Dergisi, Yıl: 23, No. 92, 201 l,p.
66.
Boratav,
Pertev Naili. “İstiska,” İslam Ansiklopedisi, Vol. V, Part: II,
(İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınlan, 1987), pp. 1221-1224.
Boratav,
Pertev Naili. 100 Soruda Türk Halk Edebiyatı, (İstanbul: Gerçek Yaymevi,
1984).
Boratav,
Pertev Naili (1984), 100 Soruda Türk Folkloru, İstanbul: Gerçek Yaymevi,
1999).
Boratav,
Pertev Naili. Az Gittik Uz Gittik, (İstanbul: Adam Yayınlan, 1969).
Boratav,
PertevNaili. Türk Halkbilimi II, 100 Soruda Türk Folkloru (İnanışlar, Töre
ve Törenler, Oyunlar), (İstanbul: Gerçek Yaymevi, 1973).
Böyle,
J. A. “Ortaçağda Türk ve Moğol Şamanizmi,” (translated by: Orhan Şaik Gökyay), Türkiye
Folklor Araştırmaları Dergisi, Sayı: 297, Nisan 1974.
Boyraz,
Şeref. Fâl Kitabı: Melhemeler ve Türk Halk Kültürü, (İstanbul: Kitabevi,
2006).
Bozkuş,
Metin. “Anadolu Selçuklularında Sosyal, Dini ve Mezhebi Yapı,” Sivas
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Vol. V, No: 2, 2001,
pp. 249-257.
Burton,
Dan ve David Grandy. Büyü, Gizem ve Bilim: Batı Uygarlığında Okült.
Trans.
Yasemin Tokatlı. İstanbul: Varlık Yayınları, 2005.
Brockelmann,
Cari. Geschichte der Arabishen Literatür, Vol. I, (Leiden: Zweiter
Supplementbant, Lieferung, 1937).
Brown,
Peter. “Sorcery, Demons, and the Rise of Christianity: From Late Antiquity into
the Middle Ages,” Religion and Society in the Age ofSaintAugustine, (London:
1972), pp. 119-146.
Bulut,
Emrullah. “Kâtip Çelebi’nin Düşüncesinde Akıl ve İlimlerinin Yeri ve Önemi,”
(İstanbul: Marmara Üniversitesi, İlahiyat Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi,
2006).
Câbirî.
Arap Aklının Oluşumu, (İstanbul: Akbaba Yayınlan, 2000).
Caferoğlu,
Ahmed. “Batıl İtikadlar.” Türklük, 3 (1939, İstanbul): 194-206.
Caferoğlu,
Ahmet. “Türklerde Sihirli Taş Telakkisi.” Halkbilgisi Haberleri Mecmuası,
Ankara, (13), 00.00.1930,1-3.
Canan, İbrahim. Hadis Ansiklopedisi: Kütübi Sitte,
(İstanbul: Akçağ Yayınlan,
Carullah
Mahmud b. ÖmerZemahşeri. el-Keşşaf an Hakai ki ’t-Tenzil, (Beyrut:
Darü’l Kütübü’l İlmiye, 2003), Vol. I.
Cebecioğlu,
Ethem. Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, (Ankara: Rehber
Yayınlan, 1997).
Cengil,
Arzu. Kabbalah; Yahudi Gizemi, (İstanbul: Ayna Yayınevi, 2002).
Cenahoğlu,
İsmail. “Zamahşeri ve Tefsiri,” Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, Cilt: 26, Sayı: I, 1984, pp. 59-96.
Cilacı,
Osman. Dinler ve İnançlar Terminolojisi, (İstanbul: Darnal Yaymevi,
2001).
Clauson,
S. G. An Etimological Dictionary of Pre-Thirteenth Century ofTurkey, (Oxford:
Oxford University Press, 1972).
Codex
Cumanicus, Kuman Lehçesi Sözlüğü, (Ankara: Kültür Bakanlığı,
1992).
Crow,
W. B. History ofMagic, Witchcraft and Occultism, (İstanbul: Dharma
Yayınlan, 2002).
Czaplica,
M. A. Aboriginal Siberia, (Oxford: Clarendon Press, 1914).
Çavuşoğlu,
Mehmet ve M. Ali Tanyeri. Zatî Divanı, III. Cilt, (İstanbul: İstanbul
Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Yayınlan, 1987).
Çetin,
Osman. Selçuklu Müesseseleri ve Anadolu’da İslamiyet’in Yayılışı,
(İstanbul: Marifet Yayınları, 1981).
Çiftçi,
Faruk. “Arap Geleneğinde Şair ve Cin İlişkisi,” Ekev Akademik Dergisi,
Yıl: 6, Sayı: 13, 2002, pp. 315-324.
Çoşkun,
Menderes. “Klasik Türk Şairinin Poetikası Üzerine,” Bilig, No. 56, Kış
2011, pp. 57-80.
Dan,
Robert. Occident and Orient: A Tribute to the Memory ofAlexander Scheiber, (Leiden:
Brill, 1988).
Dankoff,
Robert ve Seyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı. Evliya Çelebi, Seyahatnamesi,
Yedinci Kitap: Topkapı Sarayı Kütüphanesi Bağdat 308 Numaralı Yazmanın
Transkripsiyonu Dizini, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınlan, 2003).
Dara,
Ramis. Bursa’da Dünden Bugüne Tasavvuf Kültürü, Vol. II, (Bursa: Bursa
Sanat Kültür ve TurizmVakfi Yayınlan, 2002).
Dilçin,
Cem. “Türk Kültürü Kaynağı Olarak Divan Şiiri,” Osmanlı Divan Şiiri Üzerine
Metinler, (Haz: Mehmet Kalpaklı), (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1999).
Divanü
Lügat-it-Türk Tercümesi, Vol. I, (çev. Besim Atalay),
(Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınlan, 1992).
Diyanet
İslam İlmihali, 2 vols., (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları, 2000).
Doğan,
D. Mehmet. Temel Türkçe Sözlük, (Ankara: Rehber Yayınlan, 1990).
Doğan,
Muhammet Nur. “Metin Şerhi Üzerine,” Osmanlı Divan Şiiri Üzerine Metinler,
(Haz: Mehmet Kalpaklı), (İstanbul: YKY, 1999).
Doğrul,
Ömer Rıza. Tanrı Buyruğu, Vol. II, (İstanbul: Ahmet Halit Kitabevi,
1947).
Dole,
Christopher. “Mass Media and the Repulsive Allure of Religious Healing: The
Cinci Hoca in Turkish Modemity,” International Journal of Middle East
Studies, Vol. 38, No. 1, February 2006, pp. 31-54.
Duncan,
Hugh Daiziel. “The Development of Durkheim’s Concept of Ritual and the Problem
of Social Disrelationships,” in: Essays of Sociology and Philosophy by Emile
Durkheim, (ed. Kurt H. Wolff), (New York: Haarper Torchbooks, 1964), pp.
97-117.
Durkheim,
Emile. Magic Science and Religion: and Other Essays (introduction by
Robert Redfield), (N.Y. Garden City: Doubleday, 1955).
Dursun,
Haluk. Tuna Güzellemesi, (İstanbul: Kubbealtı Yayınlan, 2007).
Duvarcı,
Ayşe. “Türklerde Tabiat Üstü Varlıklar ve Bunlarla İlgiliKabuller, İnanmalar,
Uygulamalar,” Bilig, No. 32, Kış 2005, pp. 125-144.
Duvarcı,
Ayşe. Türkiye ’de Falcılık Geleneği ile Bu Konuda İki Eser: “Risale-i
Falname Li Cafer-i Sadık” ve “Tefe ’ülname, ” (Ankara: Kültür Bakanlığı
Yayınlan, 1993).
Duzzati,
Dino. “Büyücü.” Çeviren: İhsan Akay, Varlık, 766 (1971, İstanbul): 10.
Dülger,
Elif. “Evliya Çalebi Seyahatnamesi’ndeki Büyü, Sihir ve Falın Halkbilimi
Açısından Değerlendirilmesi,” (Konya: Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2006).
Dündar,
Hülya. “The effect of the traditional Turkish Theater as it is Observed in
‘Efsuncu Baba’,” Milli Folklor Dergisi, Yıl: 15, Sayı: 59.
Düzdağ,
Ertuğrul. Şeyhü ’l-İslam Ebussuud Efendinin Fetvaları, (İstanbul:
Enderun Yayınlan, 1972).
Ebû
Abdillah Ahmed îbn Hanbel. el Müsned, (İstanbul: Çağrı Yayınevi, 1992).
Ebû
Abdillah Muhammed b. İsmail. el-Camiu ’s-Sahih, (İstanbul: Çağn
Yayınlan, 1992).
Ebû
Bekir Muhammed b. Tayyib Bakıllanî. Kitabu ’l Beyan, (İstanbul: Rağbet
Yayınları, 1998).
Ebu
Bekr M. bin Tayyib Bakıllanî.Kz'tabö 7 Beyan ani ’l Fark Beyne ’l Muzizat ve
’l Keramat ve ’l Hiyel ve ’l Kehanâl ve ’s Sihr ve ’n Narencat, (Tercüme:
Adil Bebek), (İstanbul: Rağbet Yayınlan, 1998).
Ebu
Bekr Muhammed b. Tayyib b. Muhammed Basri Bakıllani. Olağanüstü Olaylar ve
Aralarındaki Farklar: Mucize, Keramet, Sihir. Trans. Adil Bebek. İstanbul:
Rağbet Yayınlan, 1998.
Ebû
Cafer Muhammed b. Cerir Taberi. Camiu ’l-Beyan an Te ’vili ’l-Kur ’an,
(Beyrut: Daru’l Fikr, 1999).
Ebû
Hamit Muhammed bin Muhammed Gazali. Ihyau Ulumiddin, (Tercüme: Ali
Arslan), (İstanbul: Merve Yayınlan, 1993), Vol. I.
Edhem,
İbrahim Kemal. “Cinler ve Ruh Çağırma.” Çeviren: Mustafa Tuncer, Ondokuz
Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Samsun, (9), 00.00.1997,
301-314.
El
İmam Fahrüddîn Muhammed b. Ömer bin Hüseyin bin Haşan ibni Ali et-
TemîmîT-Kübrâr-Râzî es-Sâfî (H. 544-604); el-Tefsîru ’l-Kebîr ev Mefâtîh ’ul
Gayb; (Beyrut: Daru’l-KütübüT ilmiye, 1990), Vol. HI-IV.
El-Buni.
Şems ül Maarif ül Kübra, (Tere. Mustafa Varlı), (İstanbul: Esma
Yayınlan, 2011), Vol. II.
Elemterefiş:
Anadolu’da Büyü ve İnanışlar, (İstanbul: Yapı
Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, 2006).
Elgin,
Necati. “Mürşid-il talibin: H. 1016 / M. 1607 Konya Mevlana Müzesi, İhtisas
Kütüphanesi, No. 4005,” Anıt, No. 20/21, Konya, Mart-Nisan 1957, pp. 15-
23.
Eliade,
Mircea. “Some Observations on European Witchcraft,” History of Religions, Vol.
XIV, No. 3, February 1975, pp. 149-172.
Eliade,
Mircea. Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi: Muhammed’den Reform Çağına,
(İstanbul: Kabalcı Yaymevi, 2003), Vol. 3.
Eliade,
Mircea. Shamanism: Archaic Techniques ofEcstacy, (translated from French
by: Willard R.), (New York: Bollingen Foundation; distributed by Pantheon
Books, Cİ964)
Elmahlı
Hamdi Yazır. Hak Dini Kur’an Dili, Vol. I, (İstanbul: Eser Kitabevi,
t.y.).
Elmalılı
Muhammed Hamdi Yazır. Hak Dini Kur’an Dili, (İstanbul: Hisar Yayınevi,
2011).
Elmalılı
Muhammed Hamdi Yazır. Hak Dini Kur’an Dili, Yusuf Suresi, (İstanbul:
Hisar Yaymevi, 2011), Vol. IV.
Emine
Vahide. “Havf,” Hanımlara Mahsus Gazete, No. 35,18 Kanumevvel 1311, pp.
3-4; No. 46, 25 Kanununsam 1311, pp. 4-5; (30 December 1895-6 February 1896).
Enginim,
İnci. Halide Edip Adıvar ’ın Eserlerinde Doğu Batı Meselesi, (İstanbul:
Milli Eğitim Bakanlığı Yayınlan, 1995).
Envarü'l-Aşıkın,
(İstanbul: Çelik Yaymevi, 1991).
Er,
Rahmi. Bedi ’ü ’z-Zaman el Hamezanive Makameleri, (İstanbul:Milli Eğitim
Bakanlığı Yayınlan, 1994).
Erdil,
Kemalettin. Yaşayan Hurafeler, (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınlan,
2009).
Erduran,
Zeynep. “Evliya Çelebi Seyahatnamesi’ne Göre İstanbul’da Esnaf, Zanaat ve
Ticaret,” (Kırıkkale: Kırıkkale Üniversitesi, Tarih Bölümü, Yüksek Lisans Tezi,
2006).
Ergin,
Muharrem. Dede Korkut Kitabı, (İstanbul: Boğaziçi Yayınlan, 1983).
Ergin,
Muharrem. Dede Korkut Kitabı, (Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 1989).
Ergin,
Muharrem. Orhun Abideleri, (İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 1978).
Ergim,
Saadettin Nüzhet Baki: Hayatı ve Şiirleri: I, Divan, (İstanbul: Suhulet
Yurdu Yayınlan, 1935).
Ertaylan,
İsmail Hakkı. Falname, (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları,
1951).
Ertop,
Konur. “Cinlere, Perilere, Büyüye, Fala Karşı Çıkmış, Cin Gibi Bir Yazar:
Hüseyin Rahmi Gürpınar,” Kitap-lık, No: 80, Şubat 2005, p. 85.
Erünsal,
İsmail ve Ahmet Yaşar Ocak. Menakıbu ’l-Kudsiyye Fi Menasıbi ’l-Ünsiyye:
Baba İlyas Horasani ve Sülalesinin Menkabevi Tarihi, Vols. I, II, III,
(İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınlan, 1984).
Esenbel,
Aziz. “Çarlığın Cinci Hocası: RASPUTİN.” Tarih Dünyası, İstanbul, (17),
15.12.1950, 731-733.
Esin,
Emel. “İslam ile Karşılaşan İlk Türkler,” İslam Tetkikleri Enstitüsü
Dergisi, (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınlan,
1979), Vol. 7, No: 3-4.
Evliya
Çelebi. Evliya Çelebi Seyahatnamesi, (Editörler: Robert Dankoff, Seyit
Ali Kahraman, Yücel Dağlı), (İstanbul: Yapı Kredi Yayınlan, 2003).
Evliya
Çelebi. Evliya Çelebi Seyahatnamesi, (Haz: Seyit Ali Kahraman, Yücel
Dağlı), (İstanbul: Yapı Kredi Yayınlan, 2001).
Evliya
Çelebi. Evliya Çelebi Seyahatnamesi, (Transl. Zuhuri Danışman),
(İstanbul: Zuhuri Danışman Kitabevi, 1969), Vol. I
Eyüboğlu,
E. Kemal. Şiirde ve Halk Dilinde Atasözleri ve Deyimler, Vol. I,
(İstanbul: Doğan Kardeş Matbaacılık Sanayi, 1973).
Eyüboğlu,
İsmet Zeki. Günün Işığında Tasavvuf Tarikatlar Mezhepler Tarihi, (İstanbul:
Geçit Kitabevi, 1987).
Eyüboğlu,
İsmet Zeki. Anadolu Halk İlaçları: Bitkiler, Hastalıklar, ilaçlar,
Yağlar,Macunlar, Büyüler, Yıldızname. İstanbul: Derin Yayınlan, 2007.
Eyüboğlu,
İsmet Zeki. Anadolu Büyüleri. İstanbul: Seçme Kitaplar, 1978.
Eyüboğlu,
İsmet Zeki. Cinsel Büyüler. İstanbul: Seçme Kitaplar Yaymevi, 1975.
Eyüboğlu,
İsmet Zeki. Cinci Büyüleri Yıldızname. İstanbul: Der Yayınlan, 1991.
Fahd,
T. “Le Monde du sorcier en İslam,” in: Le Monde du Sorcier, (Paris:
1966), pp. 155-204.
Farooqhi,
Suraiya. Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam, (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, 2008).
Feridü’d-Din
Atar. İlahiname, (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınlan, 1996).
Findley, Carter. Osmanlı Devleti’nde Bürokratik
Reform, (İstanbul: İz Yayıncılık,
Fluegel,
Maurice. Philosophy, Qabbala and Vedanta, (Montana: Kessinger
Publishing, 2007).
Frazer,
Sir James George. The Golden Bough, (London: Papermac, 1987).
Gamett,
Lucy Mary Jane. Osmanlı Toplumunda Dervişler ve Abdallar, (İstanbul:
Dergah yayınlan, 2010).
Gamett,
Lucy. Mysticism andMagic in Turkey, (London : Sir Isaac Pitrnan &
Sons Ltd., 1912).
Gazimihal,
Mahmut R. “Büyücülükte Taşkömürü ve Yada Taşı.” Türk Folklor Araştırmaları,
169 (1963, İstanbul): 3136.
Gibb,
H. A. R. and Harold Bowen, Islamic Society and The West, Vol. I: Islamic
Society in the 18th Century, (London: Oxford University Press, 1950-1957).
Gibb,
H.A.R. and Harold Bowen. Islamic Society and The West: A Study of the Impact
ofWestern Civilization on Müslim Culture in the Near East, Vol. I: Islamic
Society in the Eighteenth Century, Part: 2, (London, New York and Toronto:
Oxford University Press, 1957).
Ginzburg,
Carlo. Ecstasies: Deciphering the Witches ’ Sabbath, (London: Hutchinson
Radius, 1990).
Göçgün,
Önder. Hüseyin Rahmi Gürpınar ’ın Romanları ve Romanlarında Şahıslar
Kadrosu, (İstanbul: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1987).
Gökman,
Muzaffer. İstanbul’u Yaşayan ve Yaşatan Adam: Ahmet Rasim II, (İstanbul:
Çelik Gülersoy Vakfı, 1989).
Gökyay,
Orhan Şaik. “Tılsımlı Gömlekler,” Gergedan, İstanbul, Nisan 1988, pp.
70- 79.
Gökyay,
Orhan Şaik. “Tılsımlı Gömlekler,” P Dergisi, No. 29, Bahar 2003,
İstanbul, pp. 62-77.
Gökyay,
Orhan Şaik. “Tılsımlı Gömlekler,” Türk Folklorü Araştırmaları Yıllığı, Ankara,
1977, pp. 93-113.
Gökyay,
Orhan Şaik. Kâtip Çelebi: Yaşamı, Kişiliği ve Yapıtlarından Seçmeler, (Ankara:
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlan, 1982).
Göleli,
Es-Seyyid Ali. Sihirbaz, Büyücü ve Ruh Çağran Ehl-i Bid’at’a Reddiye. (İstanbul: Şüheda Basın-Yayın-Pazarlama,
2000).
Gölpmarlı,
Abdülbaki. 100 Soruda Tasavvuf, (İstanbul: Gerçek Yaymevi, 1985).
Gölpmarh,
Abdülbaki. Divan Edebiyatı Beyanındadır, (İstanbul: Marmara Kitabevi,
1945).
Gölpmarh,
Abdülbaki. Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi, (İstanbul: inkılap Yaymevi, 1999).
Gölpmarh,
Abdülbaki. Vilayetname Manakıb-ı Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli, (İstanbul:
inkılap Yayınlan, 1995).
Gren,
Vivian. A New History of Christianity, (New York: Continuum Publishing,
1996).
Gülen,
M. Fethullah. Varhğın Metafizik Boyutu, (İstanbul: Feza Gazetecilik,
1998).
Gündüz,
Mustafa. “Mustafa Kemal ve Erken Cumhuriyet Dönemi Eğitim ve Kültür Hayatına
Abdullah Cevdet’in Etkileri,"Turkish Studieslnternational Periodical
For the Languages, Literatüre and History ofTurkish or Turkic, Vol. 5, No.
1, Winter 2010, pp. 1067-1088.
Gündüz,
Osman. “Gelenesel Anlatma Formlarından Çağdaş Romana,” Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literatüre and History ofTurkish or
Turkic, Vol. 4, No. 1, Winter 2009, p. 771.
Gündüz,
Osman. Meşrutiyet Romanında Yapı ve Tema, (İstanbul: Milli Eğitim
Bakanlığı Yayınlan, 1997).
Gürpınar,
Hüseyin Rahmi. Cadı, (İstanbul: Kitaphane-i Askeri, Matbaa-i Hayriye ve
Şürekâsı, 1330/1914), Garaib Faturası Külliyatı, 2. Hikâye.
Gürpınar,
Hüseyin Rahmi. Cadı, (İstanbul: Özgür Yayınları, 1996).
Gürpınar,
Hüseyin Rahmi. Deli Filozof, (İstanbul: Pınar Yayınlan, 1964).
Gürpınar,
Hüseyin Rahmi. Efsuncu Baba / Gönül Bir Yeldeğirmenidir, (İstanbul:
Özgür Yayınlan, 1995).
Gürpınar, Hüseyin Rahmi. Eti Senin Kemiği Benim,
(İstanbul: Özgür Yayınlan,
Gürpınar,
Hüseyin Rahmi. Gulyabani, (İstanbul: Matbaa-i Hayriyye ve Şürekâsı,
1912).
Gürpınar,
Hüseyin Rahmi. Kaynanam Nasıl Kudurdu? (İstanbul: Atlas Yayınevi, 1984).
Gürpınar,
Hüseyin Rahmi. Mezarından Kalkan Şehid, (İstanbul: Özgür Yayınlan,
1995).
Gürpınar,
Hüseyin Rahmi. Muhabbet Tılsımı, (İstanbul: Atlas Yaymevi, 1984).
Gürpınar,
Hüseyin Rahmi. Mutallâka, (İstanbul: İkdâm Matbaası, 1898).
Gürpınar,
Hüseyin Rahmi. Nimetşinas /Hakk’a Sığındık/Meyhanede Kadınlar, (İstanbul:
Özgür Yayınlan, 1995).
Gürpınar,
Hüseyin Rahmi. Şıpsevdi, (İstanbul: Atlas Kitabhanesi, 1971).
Gürpınar,
Hüseyin Rahmi. Şıpsevdi, (İstanbul: Kitabhane-i Askeri, 1911).
Gürpınar,
Hüseyin Rahmi. Şıpsevdi, (İstanbul: Özgür Kitabevi, 1999).
Gürpınar,
Hüseyin Rahmi. Tesadüf/Şeytan işi, (İstanbul: Özgür Yayınlan, 1997).
Gürpınar,
Hüseyin Rahmi. Toraman, (İstanbul: Özgür yaymevi, 1996).
Güzel,
Abdurrahman. Kaygusuz Abdal ’ın Mensur Eserleri, (Ankara: Kültür ve
Turizm bakanlığı Yayınlan, 1983).
Hançerlioğlu,
Orhan. Dünya İnançları Sözlüğü, (İstanbul: Remzi Kitabevi, [2. basım],
1993).
Hanımlara
Mahsus Gazete, No. 60-69, 18 Nisan 1312, pp. 3-4; 27 Haziran 1312,
pp. 4-5, (30 April 1896-9 July 1896).
Hasluck,
F. W.. Bektaşilik Tedkikleri, (Çev: Ragıp Hulusi), (İstanbul: Devlet
Matbaası, 1928).
Hasluck,
F. W. Christianity and İslam under the Sultans, Vol. I, (New York:
Octagon Books, 1973).
Hızır,
Celalüddin. Müntahabat-ı Şifa I: Giriş - Metin. Comp. Zafer Önler.
Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu, 1990.
Hinçer,
İhsan. “Ali Şir Nevai ve Folklor,” Türk Folklor Araştırmaları Dergisi,
Vol. IX, 1964.
Hoodbhoy,
Pervez. İslam ve Bilim, (İstanbul: Cep Kitapları, 1992).
Işık,
Kemal. Mutezile ’nin Doğuşu ve Kelami Görüşleri, (Ankara: Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Basımevi, 1967).
Işık,
Ramazan. “Türklerde Ağaçla İlgili İnanışlar ve Bunlara Bağlı Kültler,” Fırat
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Vol. 9 No. 2,2004, pp. 89-106.
Işm,
Ekrem. Elemler efiş: Magic and Superstition inAnatolia, (İstanbul: Yapı
Kredi Yayınlan, 2003).
Işm,
Ekrem. İstanbul’da Gündelik Hayat, (İstanbul: İletişim Yayınlan, 1995).
Işm,
Ekrem. İstanbul’da Gündelik Hayat, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınlan,
2001).
İbnBibi.
elAvamir’ul-Alaiyyefi’l-Umur’il-Alaiyye, (Naşiri: A. SadıkErzi),
(Ankara: Tıpkıbasım, 1956).
İbn
Esir. en-Nihayetüfi Garibi’l Hadis ve’l Eser, Dârü’l Fikr, (Beyrut:
1979), Vol. IV.
İbn
Hacer, Şihabuddin Ahmed b. Ali el Askalani. Fethu ’l Bari bi Şerhi Sahihi
Buhari, (Beyrut: 2000), Vol. X.
İbn
Kayyım el Cevziyye, Şemsüddin, Muhammed b. Ebi Berk, Zadü iMead fi Hedyi ’l
İbat, er- Risale, (Beyrut: 2000), Vol. IV.
îbn
Kayyım el Cevziyye. Zadü ’l Mead fi Hedyi ’l İbat, (Beyrut: 2000), Vol.
IV.
îbn
Kudâme, Ebû Muhammed Abdullah b. Ahmed. el Muğni, (Beyrut: Daru’l
Kütübi’l Arabiyye, 1392-93/ 1972-73), Vol. X.
îbn
Teymiyye, Takuyyiddin Ebi’l Abbas Ahmet. Mecmu ’lFetevâ, Dâru ’l Kütübi ’l
İlmiye, (Beyrut: 2000), Vol. I.
îbn-i
Fadlan. İbn-i Fadlan Seyahatnamesi, (translated by: Ramazan Şeşen),
(İstanbul: Bedir Yaymevi, 1975).
İbn-i
Haldun.M?Aa<7<7zwe, Vol. I, (Çeviren: Zakir Kadiri Ugan), (İstanbul:
Milli Eğitim Bakanlığı Yayınlan, 1997).
İbn-i
Haldun. Mukaddime, Vol. III, (Çeviren: Zakir Kadiri Ugan), (İstanbul:
Milli Eğitim Bakanlığı Yayınlan, 1996).
İbn-i
Kemal. Tevarih-i Al-i Osman, I. Defter, (Haz: Şerafettin Turan),
(Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınlan, 1970).
İbnu’l-Hac
el-Tilimsani el-Magribi. Nurların Esrarı (Şumusu’l-Envar ve Kunuzu’l-
Esrari’l-Kübra), (İstanbul: İdris Çelebi Yayınları, 2009).
İbrahim
Peçevi. Peçevi Tarihi, Vol. II, (Haz: Bekir Sıtkı Baykal), (Ankara:
Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınlan, 1992).
İhvan
al-Safa. Rasa’il, (Beyrut: Dar Sadir, 1957), Vol. 1.
İmam
Ahmed bin Hanbel. el-Müsned, Vol. IV, (İstanbul: Ensar Yayınlan, 2004).
İmam
Müslim. Sahih-i Müslim, (Transl. Abdülhamid Siddiqi), (India: Kitab
Bahawan, 2000).
İnalcık,
Halil. Osmanlı İmparatorluğu: Klasik Çağ (1300-1600), (İstanbul: Yapı
Kredi Yayınlan, 2008).
İnan,
Abdülkadir. “Müslüman Türkler’de Şamanizm Kalıntılan,” Ankara Üniversitesi,
İlahiyat Fakültesi Dergisi, Vol. 1, No. 4, 1952, pp. 19-30.
İnan,
Abdülkadir. “Müslüman Türklerde Şamanizm Kalıntıları,” Makaleler ve
İncelemeler, (Ankara: TDK Yayınlan, 1988).
İnan,
Abdülkadir. Eski Türk Dinî Tarihi, (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı
Yayınları, 1976).
İnan,
Abdülkadir. Hurafeler ve Menşeleri, (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları, 1962).
İnan,
Abdülkadir. Tarihte ve Bugün Şamanizm, (Ankara: TTK Basımevi, 1972).
İnan,
Abdülkadir. Tarihte ve Bugün Şamanizm: Materyaller ve Araştırmalar, (Ankara:
Türk Tarih Kurumu Basımevi, [II. Baskı,] 1972).
İnan,
Abdülkadir. Tarihte ve Bugün Şamanizm, (Ankara: Türk Tarih Kurumu
Yayınlan, [4. Ed.]> 1995).
Jalal
al-Din Rumi. Maulana, (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1959).
Jarry,
Jacques. Heresieet Factions dans l’Empire Byzantin du Vle au VIII e Siecles,
(Caire:Institut Français d'archeologie orientale, 1968).
Kafadar,
Cemal. Betvveen Two JVorlds: The Construction of the Ottoman State, (Berkeley,
Califomia: University of Califomia Press, 1995).
Kalafat,
Yaşar. Doğu Anadolu’da Eski Türk İnançlarının izleri, (Ankara: Atatürk
Kültür Dil ve Tarih Kurumu, 1987).
Kaplan,
Mehmet. “Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Romanlarında Aslî Tipler,” Türk Edebiyatı
Üzerine Araştırmalar 1, (İstanbul: Dergâh Yayınları, 1999), p. 470.
Kara,
Mustafa. “Osmanlılar’da Tasavvuf ve Tarikatlar,” Osmanlı Ansiklopedisi:
Tarih /Medeniyet /Kültür, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1996).
Kara,
Mustafa. Tekkeler ve Zaviyeler, (İstanbul: Dergah Yayınlan, 1999).
Karaçam,
İsmail. Sonsuz Mucize Kur'an, (İstanbul: Çağ Yayınlan, 1987).
Karadağ,
Metin. Türk Halk Edebiyatı Anlatı Türleri, (Ankara: Ürün Yayınlan,
2004).
Karadeniz,
Mustafa. “Gazelleri Işığında Baki’de Tefahür,” Turkish Studies,
International Periodical For The Languages, Literatüre and History of Turkish
or Turkic, Vol. 7, No. 3, Summer 2012, pp. 1649-1664.
Karagöz,No.
1622, 3 Teşrinievvel 1339 (1923).
Karakışla,
Yavuz Selim. “Arşivden Bir Belge: Yağdır Mevlarn Su: Yağmur Duası Üzerine
Belgeler,” Toplumsal Tarih, No: 81, Eylül 2000, p. 52.
Karal, Enver Ziya. Osmanlı Tarihi, (Ankara: Türk
Tarih Kurumu Basımevi, 1988-
Karatay,
Fehmi Ethem. Topkapı Müzesi Kütüphanesi Arapça Yazmalar Katalogu, (İstanbul:
MEB, 1962), Vol. 1.
Karay,
Refik Halit. Memleket Hikâyeleri, (İstanbul: inkılap Kitabevi, 1997 ve
1990).
Karay,
Refik Halit. Üç Nesil, Üç Hayat, (İstanbul: S. Lutfi Kitabevi, 1943).
Kardiner,
A. and E. Preble, Introduction âl’ethnologie, (Paris: Gallimard, 1966).
Karpat,
Kemal. Ottoman Population 1830-1914: demographic and social characteristics,
(Madison, Wis. : University of Wisconsin Press, 1985)
Kaşgarh
Mahmud. Divanı Lügat it Türk, (Besim Atalay tercümesi), (Ankara: Türk
Tarih Kurumu Basımevi, 1985).
Kâtip
Çelebi. Keşfu ’z-Zünûn an-Esâmi ’l-Kütüb ve ’l-Fünûn, (İstanbul: Milli
Eğitim Basımevi, 1972), Vol. 1; Vol. 2.
Kâtip
Çelebi. Mevzuat’ul-Ulum, (İstanbul: İkdam Matbaası, 1313), Vol. I.
Kaygısız,
Osman Cemal. Üfürükçü, (İstanbul: İstanbul Devlet Basımevi, 1935), pp.
4-5.
Kaymaz,
Kadriye. Gölgedeki Kalem Emine Semiye: Bir Osmanlı Kadın Yazarının Düşünce
Dünyası, (İstanbul: Küre Yayınlan, 2009).
Kazhdan,
Alexander. “Holy and Unholy Miracle Workers,” in: Henry Maguire (ed.), Byzantine
Magic, (Boston: Harvard University Press, 1995).
Kazhdan,
Alexander. The Byzantine Magic, (Washington, D.C.: Dumbarton Oaks
Research Library and Collection: Distributed by Harvard University Press,
Cİ995).
Kılıç,
Mahmut Erol. Sufi ve Şiir, (İstanbul: İnsan Yayınları, 2004).
Kılıçzade
Hakkı Bey. “Pek Uyanık Bir Uyku,” İçtihad, No: 56, Mart 1913, p. 1262.
Kıhçzade
Hakkı. “Pek Uyanık Bir Uyku,” Modern Türkiye ’de Siyasi Düşünce: Modernleşme
ve Batıcılık, Seçme Metinler, Vol. 3, (İstanbul: İletişim Yayınlan, 2002),
pp. 593-598.
Kıhçzade
Hakkı. “Batıl İtikatlara İlan-ı Harb,” îctihad, 66 (1913, İstanbul):
1434- 1439.
Kırlangıç,
Hicabi. “Câmî’nin Şiir Görüşü,” Nüsha, Vol. I, No. 2, 2001, pp. 19-32.
Kieckhefer,
Richard. Magic in the Middle Ages, (Cambridge: Cambridge University
Press, 2000).
Kieckhefer,
Richard. “TheHoly and theUnholy: Sainthood, Witchcraft, and Magic in Late
Medieval Europe.” Christendom and ItsDiscontents: Exclusion, Persecution,
andRebellion, 1000-1500. Ed. byScott L. Waughand Peter D. Diehl. Cambridge
[England]; New York, NY, USA: Cambridge UniversityPress, 1996.
Kitab-ı
Mukaddes
Knappert,
Jan. Islamic Legends, Histories of the Heroes, Saints and Prophets of İslam,
(Leiden: E. J. Brill Archives, 1995).
Koç,
Ahmet. Türk Romanında İttihat ve Terakki (1908-2004), (İstanbul: Temel
Yayınlan, 2005).
Koçu,
Reşat Ekrem/Tımava Cadıları.” Türk Folklor Araştırmaları, 154 (1962,
İstanbul): 2727-2728.
Koçyiğit,
Talat ve İsmail Cerrahoğlu. Kur’an-ı Kerîm Meal ve Tefsiri, Yol. I,
(Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlan, 1985).
Konya
Merkez’deki Halk İnançlarının Dinler Tarihi ve Din Fenomenolojisi Açısından
Değerlendirilmesi, (Konya: Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
DinlerTarihi Anabilim Dalı, 2006).
Koşar,
Emel. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Romanlarında Batıl İnançlar. İstanbul:
PiyaArt Yayıncılık, 2008.
Kowalewsky,
J. E. Dictionnaire Mongol- Russe- Français, (Kazan: Impr. de
l'Univeriste, 1844).
Koksal,
Asım. İslâm Tarihi, Yol. VII, (İstanbul: Şamil Yaymevi, 1981).
Köprülü,
Mehmet Fuat. “İslam Sufi Tarikatlerine Türk Moğol Şamanlığı’nın Tesiri,” Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Vol. No. 18, 1970, pp. 141- 152.
Köprülü,
Mehmet Fuat. Anadolu ’da İslâmiyet, (İstanbul: İnsan Yayınlan , 1996).
Köprülü,
Mehmet Fuat. Injluence duChamanisme Turco Mongol sur les Ordres Mystiques
Musulmans, (İstanbul: İstanbul Darülfünunu Türkiyat Enstitüsü Muhtıralan,
1929).
Köprülü,
Mehmet Fuat. Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, (Ankara: Akçağ Yayınları,
1988).
Köprülü,
Mehmet Fuat. Türk Edebiyatı ’nda İlk Mutasavvıflar, (Ankara: Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınlan, 1976).
Köprülü,
Mehmet Fuat. Türk Edebiyatı ’nda İlk Mutasavvıflar, (Ankara: Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınlan, 1983).
Köprülü,
Mehmet Fuat. Türk Edebiyatı’nda İlk Mutasavvıflar, (İstanbul: Kitapyurdu
Yayınlan, 2009).
Köprülü,
Mehmet Fuat. Türk Tarih-i Dinisi, (İstanbul: Darülfünün İlahiyat
Fakültesi Talebe Cemiyeti Yayım, 1341).
Krisss,
R. and H. Kriss Heinrich. Volksglaube im Bereich des İslam, (Wiesbaden:
Otto Hanassowitz, 1962).
Kronfeld,
Emst Moritz. Der Krieg im Aberglauben und Volksglauben 1915, (München:
Kessinger Publishing, 2010).
Kur
’an-ı Kerim
Kurdakul,
Şükran. Çağdaş Türk Edebiyatı: Meşrutiyet Dönemi Antolojisi, ( İstanbul:
Broy Yayınları, 1986).
Kurtubi,
Ebû Abdillah. el-Cami li Ahkâmil Kur ’an, Dâru ’l İhyai ’t Turasil Arabî, (Beyrut:
1985), Vol. II.
Kurtubî.
el-Camî’ li-Ahkâmi’l-Kur’an, (Beyrut: 1967), Vol. XIX.
Kuşoğlu,
Mehmet Zeki. Dünkü Sanatımız, Kültürümüz, (İstanbul: Ötüken Yayınları,
1994).
Küçük,
Sabahattin. Bakî Divanı (Tenkitli Basım), (Ankara: Türk Dil Kurumu
Yayınlan, 1994).
Küleynî.
el-Usûlmineî-Kâfl, Vol. I, (İstanbul: Kevser Yayınlan, 2002).
Kürkçüoğlu,
Kemal Edip. Seyyid Nesimi Divanı ’ndan Seçmeler, (Ankara: Kültür ve
Turizm Bakanlığı Yayınlan, 1985).
Levend,
Agâh Sırrı. Ahmed Rasim, (Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, 1965).
Levend,
Agâh Sim. Divan Edebiyatı, Kelimeler ve Remizler Mazmunlar ve Mefhumlar,
(İstanbul: Enderun Kitabevi, 1984).
Levend,
Agâh Sim. Türk Edebiyatı Tarihi, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi,
1988), Vol. I.
Lewis,
Bemard. Emergence of Modern Turkey, (New York: Oxford University Press,
2002).
Lewis,
Bemard. Modern Türkiye’nin Doğuşu, (Ankara: TTK, 1970).
Lewis,
Bemard. The Müslim Discovery ofEurope, (New York: W. W. Norton, 1982).
M.
Reşit Riza. Tefsîru’l-Kur’ani’l-Hakim, (Egypt: Dâru’l Menar, 1954), Vol.
I.
Macit,
Muhsin. Nedim Divanı, (Ankara: Akçağ Yayınlan, 1997).
Mardin,
Şerif. Din ve İdeoloji, Toplu Eserleri: 2, (İstanbul: İletişim
Yayınları, 1983).
Mardin,
Şerif. Din ve İdeoloji: Türkiye ’de Halk Katındaki Dinsel İnançların Siyasal
Eylemi Etkilendirmesine İlişkin Bir Kavramlaştırma Modeli, (İstanbul:
İletişim Y ay ınlan, 1983).
Mardin,
Şerif. Türkiye ’de Din ve Siyaset, Makaleler: 3, (İstanbul: İletişim
Yayınlan, 2007).
McDonald,
Duncan. The Religious Attitude and Life in İslam, (Chicago: The
University of Chicago Press, 1912).
Mehmed
Süreyya. Sidll-i Osmani, (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınlan, 1996).
Melikoff,
irene. Abu Muslimde "Porte-hadıe ” du Khorass: dans la tradition epique
turco- iranienne, (Paris: Librairie D’Amerique Et D’orient,1962).
Menakıb-ı
Gazavat-ı Seyyid Battal Gazi, (İstanbul: tarihsiz
taş basması), Yol. I.
Mensching,
Gustave. Sociologie Religieuse, (Paris: Payot, 1951).
Mermer,
Ahmet. Mezâkî: Hayatı, Edebî Kişiliği ve Dîvânı ’nın Tenkidli Metni, (Ankara:
Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, 1991).
Michelet,
Juliet. La Sor dere, (ed. R. Mandrou), (Paris: Librairie Academique
Perrin, 1964 [1862, l.ed]).
Minorsky,
V. Mamim-, Ibn Bahr’s Joumey to the Uygurs,” Bulletin the School of
Orientâl andAfrican Studies, Vol. XII, 1948.
Molla
Cami. Nefahatül-Uns Min Hadarati’l Kuds, (İstanbul: Bedir Yayınevi,
1971).
Moran,
Berna. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış: A. Mithat’tan A. H Tanpınar’a, (İstanbul:
İletişim Yayınlan, 1987).
Muhammed
Ahmed Hatib. el-Harekâtu ’l-Batınîyye fi ’l-Âlemi ’l-İslâmî, (Riyad:
Muhammed
b. Ali Şevkani. Neylü’l-Evtar, Dâru’l-Fikr, (Beyrut: Darü’l Marife,
1998), Vol. VIII.
Muhammed
Hamdi Yazır. Hak Dini Kur’an Dili, (İstanbul: Azim Yayınları, 2011),
Vol. I.
Muhammed
İbn Cerir et Taberi. Tefsir i Ibn Cerir I, (İstanbul: Hikmet Neşriyatı,
Muhammediye,
(Yazıcıoğlu Mehmed. Muhammediye, (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı
Yayınlan, 1996),
Musahipzade
Celal. Eski İstanbul Yaşayışı, (İstanbul: Türkiye Yayınevi, 1946).
Mushegh,
Asatrian. “Ibn Khaldun on Magic and the Occult,” Iran and The Caucasus,
Vol. VII, No. 1-2 (2003), pp. 73-123.
Musurillo, H. The Ads of the Christian Martyrs,
(Oxford: Oxford University Press,
Müneccimbaşı.
Camiü’d-Düvel, (Çev: A. Ağırakça), (İstanbul: İnsan Yayınları, 1995).
Müslim,
b. El Hacca, el Camin’s-Sahih. Selam, (İstanbul: Çağn Yayınlan, 1992).
Müslim,
Müslim b. El-Haccac. el-Câmiu’s-Sahih, (İstanbul: Çağn Yayınlan, 1992).
Ocak,
Ahmet Yaşar ve Suraiya Faroqhi. “Zaviye,” İslam Ansiklopedisi.
Ocak,
Ahmet Yaşar. “Zaviyeler,” Vakıflar Dergisi, Vol. XII, Ankara, 1978, pp.
35- 56.
Ocak, Ahmet Yaşar. Alevi Bektaşi İnançlarının İslam
Öncesi Temelleri, (Ankara,
Ocak,
Ahmet Yaşar. Alevi Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri,
(İstanbul: İletişim Yayınları, 2009).
Ocak,
Ahmet Yaşar. Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri,
(İstanbul: İletişim Yayınları, 1983).
Ocak,
Ahmet Yaşar. Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri,
(İstanbul: İletişim Yaymevi, 2000).
Ocak,
Ahmet Yaşar. Bektaşi Menakıpnamelerinde İslam Öncesi İnanç Motifleri, (İstanbul:
Enderun Kitabevi, 1983).
Ocak,
Ahmet Yaşar. Kalenderiler: Osmanlı İmparatorluğu ’nda Marjinal Sufilik, (İstanbul:
TTK Yayınlan, 1999).
Ocak,
Ahmet Yaşar. Kültür Tarihi Kaynağı Olarak Menakıbnameler (Metodolojik Bir
Yaklaşım), (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınlan, 1992).
Ocak,
Ahmet Yaşar. Osmanlı Beyliği Topraklarındaki Sufi Çevreler ve Abdalan-ı Rum
Sorunu (1300-1389), (İstanbul, 1997).
Ocak,
Ahmet Yaşar. Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler: 15-17. yy., (İstanbul:
Tarih Vakfı Yurt Yayınlan, 2013).
Ocak,
Ahmet Yaşar. SarıSaltık: Popüler İslamın Balkanlar ’daki Destani Öncüsü XII.
Yüzyıl, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları,2002).
Ocak,
Ahmet Yaşar. Türk Sufiliğine Bakışlar, (İstanbul: İletişim Yayınlan,
2009).
Ocak,
Ahmet Yaşar. Türkler, Türkiye ve İslam, (İstanbul: İletişim Yayınları,
2009).
Oğuz,
Burhan. Türkiye Halkının Kültür Kökenleri: Teknikleri, Müesseseleri, İnanç
ve Adetleri, Vol. II, (İstanbul: Doğu Batı Yayıncılık, 1980).
Oğuz,
Burhan. Türkiye Halkının Kültür Kökenleri: Teknikleri, Müesseseleri, İnanç
ve Adetleri, Vol. 2, Part 1: İnançlar, (İstanbul: Doğu Batı Yayıncılık
1980).
Oldridge,
Danen. İnsanlığın Garip Tarihi, (İstanbul: Yerdeniz Yayınları, 2006).
Onay,
Ahmet Talat. Eski TürkEdebiyatı ‘nda Mazmunlar ve İzahı, (haz. Cemal
Kurnaz) (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 1992).
Onay,
Ahmet Talat. Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı, (Hazırlayan:
Cemal Kurnaz), (Ankara: Akçağ Yayınlan, 2000).
Ortaylı,
İlber. Mekânlar ve Olaylarıyla Topkapı Sarayı, (İstanbul: Kaynak
Kitapçılık, 2008).
Ostrogorsky,
George. Histoire de lEtat Byzantin, (Paris: Payot, 1969).
Ögel,
Bahaddin. Türk Mitolojisi, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1929).
Ömer Seyfettin. “ Perili Köşk,” Bütün Hikâyeleri 1,
(İstanbul: Ötüken Yayınlan,
Ömer
Seyfettin. “Kurbağa Duası,” (İstanbul: inkılap Yaymevi, 1991).
Ömer
Seyfettin. “Nasıl Kurtarmış?” (İstanbul: Hikmet Neşriyat, 1998).
Ömer
Seyfettin. Kaşağı, Pembe İncili Kaftan, Başını Vermeyen Şehit, Keramet, (İstanbul:
Bilgi Yayınlan, 2004).
Ömer
Seyfettin. “Türbe,” (İstanbul: Bordo Siyah Yayınlan, 2006).
Ömer
Seyfettin. “Üç Öğüt,” (İstanbul: Nehir Yayınlan, 1993).
Öz,
Baki. Dünyada ve Türkiye ’de Alevi BektaşiDergahları, (İstanbul: Can
Yayınlan, 2001).
Öz,
Tahsin. “Osmanlı Padişahlarının Büyüleri.” Tarih Hâzinesi, 7 (1951,
İstanbul): 331-333.
Öz,
Tahsin. “Yerköy Mükâlemelerinde Murahhaslar İçin Gönderilen Büyüler.” Tarih
Vesikaları, 8 (1942, Ankara): 101-103.
Özkan,
Ömer. Divan Şiirinin Penceresinden Osmanlı Toplum Hayatı, (İstanbul:
Kitabevi, 2006).
Özönder,
Haşan. Konya Mevlana Dergâhı, (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları,
1984).
Pakalın,
Mehmet Zeki. Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Vol. I,
(İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınlan, 1983).
Pala,
İskender. Ansiklopedik Divân Şiiri Sözlüğü, (İstanbul: Ötüken Yayınlan,
1999).
Paulson,
Ivar. Zur Phanomenologie der Schamanismus:Zeitschrift für Religions - und
Geistesgeschichte, Vol. XVI, No. 2, (Köln, 1964).
Peuch,
Henri Charles. Le Manıheisme, (Paris: Civilisation du Sud, 1949).
Pierce,
Leslie P. The Imperial Harem, (Oxford: Oxford University Press, 1993).
Polat,
Nâzım H.“Hüseyin Rahmi’nin ‘Cadı’ Romanı Hakkında Münâkaşalar,” Türk Dünyası
Araştırmaları, No: 21, Aralık 1982, pp. 187-216.
Radcliffe,
Brown A. R. Structure and Function in Primitive Society: Essays and
Adresses, (Glencoe: The Free Press, 1952).
Radloff,
Wilhelm. Türklük ve Şamanlık, (İstanbul: Örgün Yaymevi, 2009).
Râzî,
el-îmam Fahrüddîn Muhammed b. Ömer bin Hüseyin bin Haşan ibni Ali et-
TemîmîT-Kübrâr-Râzî es-Sâfî (H. 544-604), el-Tefsîru ’l-Kebîr ev Mefâtîh ’ul
Gayb. (Beyrut: Daru’l-Kütübü’l ilmiye, 1990), Vol. 3-4.
Rees,
B. R. “Popular Religion in Graeco-Roman Egypt, I: The Pagan Period,” Journal
of Egyptian Archaeology, Vol. 34,1948, pp. 82-97.
Rees,
B. R. “Popular Religion in Graeco-Roman Egypt II: The Transition to
Christianity,”
Journal
of Egyptian Archaeology, Vol. 36, 1950, pp. 86-100.
Reiner,
E. “La Magie Babylonienne,” Le Monde du Sorcier, Paris, 1966, pp. 67-98.
Ribard.
Andre. LaProdigieuse Histoire de l’humanite, (Paris: Editions du Myrte
(Impr. duPamasse, 1947).
Rice,Tamara
Talbot. The Seldjucks in Asia Minör, (New York: Frederick A. Praeger,
1961).
Runciman,S.
Le Manicheisme Medieval, (Paris: Payot, 1949).
Russell,
Jeflrey Burton. Witchcraft in the Middle Ages, (New York: Comell
University Press, 1972).
Safer
Baba. Istılahat-ı Sofiyye fi Vatan-ı Asliye: Tasavvuf Terimleri,
(İstanbul: Heten Keten Yaymevi, 1998).
Sahih
Buhari.Mev^zza/M ’l-Hadîsü ’s-Serif el-Kütüsü ’s-Sitte, (Sâlih b.
Abdülaziz b. Muhammed b. İbrahim hazl.), (İstanbul: Dârü’s-Selâm Yayınlan,
2000).
Sahih
Müslim. (Transl. Abd Al Harnid Sıddıki), (Beyrut: Kazi Publications, 1976).
Sahih-i
Buhari ve Tercemesi, (mütercimi: Mehmet Sofuoğlu), (İstanbul: Ötüken
Yayınlan, 1989).
Say,
Yağmur. “Anadolu İnanç Yapılanmaları Temelinde Gazi Veli Kültü,” Anadolu
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Vol. II, No. 1-2, 2004, pp.
229-234.
Scognamillo,
Giovanni. îstanbul Gizemleri, Büyüler, Yatırlar, İnançlar, (İstanbul:
Altın Kitaplar, 1993).
Serdaroğlu,
Vildan. Sosyal Hayat Işığında Zatî Divanı, (îstanbul: ISAM Yayınlan,
2006).
Seyyid
Muhammed Hakkı. Hazinetü ’l-Esrar Celiletü ’l-Ezkar, (İstanbul: Demir
Kitabevi, 2005).
Seyyid
Süleyman Hüseyni. Kenz’ül-Havass, (îstanbul: Seda Yayınlan, 2003).
Sezen,
Yümni. Hümanizm ve Türkiye, (îstanbul: îz Yayınlan, 2005).
Sezer,
Sennur ve Adnan Özyalçmer. Bir Zamanların İstanbul ’u: Eski İstanbul
Yaşayışı ve Folkloru, (îstanbul: inkılap Yayınları, 2004).
Sezer,
Sennur. Osmanlı ’da Fal ve Falnameler, (İstanbul: Milliyet Yayınlan,
1998).
Shah,
Idries. Oriental Magic, (St Albans (Frogmore, St Albans, Herts.):
Paladin, 1973).
Shah,
Sirdar ikbal Ali. Occultism: Its Theory and Practice, (New York: Castle
Books, 2003).
Shaw,
Stanford ve Ezel Kural Shaw. Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye:
Reform, Devrim ve Cumhuriyet, Modern Türkiye ’nin Doğuşu, 1808- 1975,
Volüme II, (îstanbul: E Yayınları Tarih Dizisi, 1982).
Shimmel,
Annemarie. İslamın Mistik Boyutları, (îstanbul: Kabalcı Yaymevi, 1999).
Sınar,
Alev. “Hüseyin Rahmi Gürpmar’m Eserlerinde Adet ve Gelenekler,” Türkiye
Günlüğü, No: 63, Kasım-Aralık 2000, p. 93.
Sicill-i
Osmani, (îstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınlan, 1996), Vol. I.
Sofuoğlu, Mehmet. Sahih-i Müslim ve Tercemesi,
Vol. VII, (îstanbul: İrfan Yaymevi,
St.
Augustine, Bishop of Hippo. City of God, (London: J.M. Dent & sons
İtd.; New York : E.P. Dutton & co., ine., 1945).
Stadling,
J. Through Siberia, (London, 1901).
Subhi
es-Salih. Kur’an İlimleri, (Çev.: M. Sait Şimşek), (Konya: Kitap
Dünyası, 2008).
Süleyman
b. El Eş’as Sicistâni. Sünen, (İstanbul: Çağrı Yayınlan, 1992).
Şapolyo,
Enver Behnan. Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, (İstanbul: Elif Yayınevi,
1964).
Şehbenderzade
Ahmed Hilmi (Filibeli). A ’mak-ı Hayal: Raci ’nin Hatıraları, 1 ve 2.
Kitap, (İstanbul: Necm-i İstikbâl Matbaası, 1341/1925).
Şener,
T. Mete. Tılsım ve Büyü Nasıl Bozulur? (İstanbul: Der Yayınlan, 2001).
Şentürk,
Ahmet Atilla. Osmanlı Şiir Antolojisi, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınlan,
1999).
Şeyh
Bedrettin. Varidat, (Çeviren: C. Yener), (İstanbul: 1970).
Şinasi.
Müntehabât-ı Tasvîr-i Efkâr.
Takvim
i Vekâyi, No. 68, 21 Cemâziyyelevvel 1249.
Tanpınar,
Ahmet Hamdi. Saatleri Ayarlama Enstitüsü, (İstanbul: Dergâh Yayınlan,
2008).
Tanyu,
Hikmet. Ankara ve Çevresinde Adak ve Adak Yerleri, (Ankara: Ankara
Üniversitesi Basımevi, 1967).
Tanyu,
Hikmet. “Büyü,” İslam Ansiklopedisi, (İstanbul: Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınlan, 1992), Vol. 6, p. 501.
Tarlan,
Ali Nihad. Necati Beg Divanı, (Ankara: Akçağ Yayınları, 1992).
Tarlan,
Ali Nihad. Zatî Divanı, I Cilt, (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Fen
Edebiyat Fakültesi Yayınlan, 1967).
Tarlan,
Ali.Nihad. Zatî Divanı, II. Cilt, (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Fen
Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1970).
Tarlan,
Ali Nihat. Ahmet Paşa Divanı, (Ankara: Akçağ Yayınlan, 1992).
Tekin,
Şinasi. Uygurca Metinler II: Maytrısimit, (Ankara: Sevinç Matbaası,
1976).
Tevrat
Tezcan,
Hülya ve Turgay Tezcan Türk Sancak Alemleri, (Ankara: TTK Basımevi,
1991).
Tezcan,
Hülya. Topkapı Sarayı Müzesi Koleksiyonu’ndan Tılsımlı Gömlekler, (İstanbul:
Timaş Yayınlan, 2011).
Tezcan,
Hülya. Topkapı Sarayı ’ndaki Şifalı Gömlekler, (İstanbul: 2006).
Tezel,
Naki. “Türk Halk Edebiyatında Masal,” Türk Dili, Halk Edebiyatı Özel Sayısı,
(Ankara: Türk Dil Kurumu Yayını), No. 207, 1968.
Thompson,
Paul. Geçmişin Sesi, (Çev: Şehnaz Layıkel), (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, 1999).
Togan,
Zeki Velidi. “İbnü’l Fakih’in Türklere Ait Haberleri,” Belleten, No: 12.
Tuncel,
Mebruke. XVII. Yüzyıl Osmanlı Kur ’an-ı Kerim Tezhip Tasarımları, (İstanbul:
Mimar Sinan Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, 2003).
Turan
Osman. Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresi Tarihi, Vol. II, (Boğaziçi Yay.,
İstanbul 1993).
Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, (Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları, 2002), Vol. 26, p. 230.
Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Vol. 24, (İstanbul:
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınlan, 1994).
Tylor,
E. B. Primittve Culture, Vol. II, (London, 1871).
Uludağ,
Süleyman. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, (İstanbul: Kabalcı, 2001).
Ulusoy,
Müslüm. Anadolu ve Avrupa ’da Türk Damgası: Koçu Baba, (Ankara: Pozitif
Matbaacılık, 2002).
Uyar,
Mustafa. “San Saltık: Popüler İslamın Balkanlar’daki Destani Öncüsü,” Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları
Dergisi, Vol. 21, No. 33,2003.
Uysal,
Mustafa. İslama Sokulan Bid’at ve Hurafeler, (Konya: Uysal Yaymevi,
1971).
Üçok,
Bahriye. İslamdan Dönenler ve Yalancı Peygamberler, (İstanbul: Cem
Yaymevi, 2000).
Ülken,
Hilmi Ziya. Kâtip Çelebi ve Fikir Hayatımız, (Ankara: Türk Tarih Kurumu
Basımevi, 1957).
Ülken,
Hilmi Ziya. Türkiye ’de Çağdaş Düşünce Tarihi, (İstanbul: Ülken
Yayınları, 1992).
Ünal,
Ali. Şamil İslam Ansiklopedisi, (İstanbul, 2003), Vol. III.
Von
Hammer, Joseph. Büyük Osmanlı Tarihi, Vol. II, (İstanbul: Milliyet Yayınları,
2003).
Vryonis,
Speros. The Decline ofMedieval Hellenism in Asia Minör and the Process
oflslamizationfrom the EleventhCentury, (Berkeley: University of Califomia
Press, 1971).
Vyse,
O. Stuart. Believing in Magic: The Psychology of Süperstition, (Oxford
University Press, 2000).
Westcott,
Matthers. Kabalaya Giriş ve Sefer Yetzirah (Oluşum Kitabı), (İstanbul,
2006).
Widengren,
Geo. Die Religionen Irans, (Stuttgart, 1964).
Yalçın,
Hüseyin Cahit. Edebî Hatıralar, (İstanbul: Akşam Kitaphanesi Neşriyatı, 1935).
Yazıcıoğlu
Mehmed. Muhammediye, (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1996),
Yazıcızâde,
AhmedBîcan. Envârü’l-Âşılân, (İstanbul: 1306).
Yazıcızâde,
Muhammed Bîcan. Kitâb-ı Muhammediyye fi Kemâlât-ı Ahmediyye, (İstanbul:
1300).
Yazıcızâde,
Muhammed Bîcan. Muhammediyye, (İstanbul: MEB, 1996).
Yerasimos,
Stefanos. “Türklerin Kafkasları: Egzotizmle Jeopolitik Arasında II,” (Çev:
İrvem Keskinoğlu), Toplumsal Tarih, No. 37, 1997, pp. 7-13.
“Yerköy
Sulh Müzakerelerinde Rus Murahhasları İçin Gönderilen Büyüler.” Yarım Ay,
1 (1950, İstanbul): 32-33.
Yılmaz,
Fatma Büyükkarcı. “Firdevsî-i Tâvil’inDâvetnâme’sinde Ruhlar Âlemi Büyülü
Kitap.” P: [Portakal] Sanat Kültür Antika Dergisi, no. 29 (İstanbul,
2003).
Yılmaz,
Fatma Büyükkarcı. “Firdevsi-i Tavil ve Davetnamesi,” (İstanbul: Boğaziçi
Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı, Yüksek Lisans Tezi, 1993).
Yurtoğlu,
Bilal. Kâtip Çelebi, (Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınlan, 2009).
Yusuf
Has Hacib. Kutadgu Bilig Uyarlaması: Günümüz Türkçesi ile, (translated
by: Fikri Silahdaroğlu), (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 2000).
Yüksel,
Haşan. Osmanlı Sosyal ve Ekonomik Hayatında Vakıfların Rolü (1584- 1683),
(Sivas, 1998).
Zati
Divanı (Edisyon Kritik ve Transkripsiyon), Gazeller Kısmı,
Vol. I, II, III, (Haz: Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan), (İstanbul: İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Basımevi, 1968).
Zwemer,
Samuel M. “Harems et Musulmanes d’Egypte,” in: Across the World of İslam,
(New York, 1929).
Zwemer,
Samuel M. Across the World of İslam, (New York, 1929).
Zwemer,
Samuel M. The Influence of Animism on İslam, (New York, 1920).
A.
SECONDARY SOURCES
Ahmetov,
Adil. “Türk Halkının İnançlarının Temelinde Kalıplaşmış Tabu ve Batıl
İnançlar.” Çeviren: İsmail Görgün, Türk Lehçeleri ve Edebiyatı Dergisi,
12 (1997, Ankara): 7-16.
Akdeniz,
Ufuk. “Kadı lyaz ve Şifaü’ş-Şerif i Hakkında Bir Deneme.” Köprü (75)
(2001): 144-148.
Akın,
Haydar. “Gece Yolcuları ve Cadı Avı.” Virgül, 18 (1999, İstanbul):
30-32.
Akın,
Haydar. “MalleusMaleficarum: Cadıların Çekici.” Virgül, 10 (1998,
İstanbul): 38-40.
Ali
Haydar. “Batıl İtikatlar.” Halkbilgisi Haberleri Mecmuası, (Ankara,
1928): 69- 73.
Aliş,
Şehnaz. “Ahmet Mithat Efendi’de Akıl ve Batıl İnançlar.” Merhaba Ey
Muharriri: Ahmet Mithat Üzerine Eleştirel Yazılar. Eds. Nüket Esen and Erol
Köroğlu. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yaymevi, 2006.
Altınay,
AhmetRefik. “CinciHoca.” TürkDünyasıTarihDergisi (117) (1996): 28-30.
Altınay,
Ahmed Refik. “Sarayda Cinci Hoca.” Samur Devri 1049-1059. İstanbul:
Kitabhane-i Hilmi, 1927. (Yeni Basım = İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları,
2010.)
Arık,
M. Selim. “Hurafe ve Batıl İnançlar Üzerine Bazı Düşünceler.” DiyanetîlmiDergi
42(2) (2006): 125-143.
Arık,
Şahmurat. “Osmanlı Döneminde Bir Cadı Avı ve Türk Romanında Cadı Kavramı.” Akademik
Araştırmalar Dergisi 8(29) (2006): 139-154.
Arslan
Mustafa. “Kişilerin İnanç Düzeylerinin Batıl İtikatlar Açısından İncelenmesi.” Değerler
Eğitimi Dergisi 2(6) (2004): 7-34.
Atis,
Mediha. “BizanslIların ve Türklerin Aşk Tılsımları.” Tarih Hâzinesi, 7
(İstanbul, 1951): 322-323.
Aycibin,
Zeynep. “Osmanlı Devleti’nde Cadılar Üzerine Bir Değerlendirme.” OTAM (24)
(2008): 55-69.
Bâkiler,
Yavuz Bülent. “Sivas’ta Batıl İtikatlar.” Sivas Folkloru, 1~15
(1973-1974, Sivas).
Balcıoğlu,
N. R. “Anadolu’da Cinlere, Perilere ve Devlere Dair İnanışlar.” Türk Folklor
Araştırmaları, 35 (İstanbul, 1952): 555-556.
Bayazoğlu,
Ümit. “İstanbul’unTılsımlan.” Fotoğraflar: Murat Türemiş, National
Geographic Türkiye (94) (2009): 52-71.
Bayram,
Sadi. “İstanbul Vakıf Hat Sanatları Müzesi'nde Bulunan Tılsımlı İki Gömlek ve
Kültürümüzdeki Yeri.” Vakıflar Dergisi, Ankara, (22), 00.00.1991, 355-
364.
Bayrı,
Mehmet Halit. “Büyüler.” Halkbilgisi Haberleri Mecmuası, 64 (1937,
Ankara): 89-99.
Bayrı,
Mehmet Halit. “Büyüler Hakkında.” Halkbilgisi Haberleri Mecmuası, 63
(1937, Ankara): 49-55.
Bayrı,
Mehmet Halit. “Nazar ve Nazarlık.” Türk Folklor Araştırmaları, İstanbul,
(70), 00.05.1955, 1107-1108.
Berk,
Süleyman. “Osmanlı Tılsım Mühürleri.” P: [Portakal] Sanat Kültür Antika
Dergisi, no. 29 (İstanbul, 2003).
Berktay,
Fatmagül. “Salem Cadılarının Ekonomi-Politiği.” Tarih ve Toplum 33(195)
(2000): 139-146.
Bıçak,
Ayhan. “Toplumsal Sorumluluk ve Büyücüler.” Türk Yurdu Özel Sayı, 18
(134) (1998, Ankara): 71-79.
Blumenthal,
P.J. “Fal ve Kehanet Nedir?” Çeviren: Haldun Öngel, Bilim ve Teknik, Ankara,
(220), 00.03.1986, 30-32.
Bohak,
Gideon. “Eskiçağ Tılsım Taşlan ve Muskalarında Sanat ve Güç.”P: [Portakal]
Sanat Kültür Antika Dergisi, no. 29 (İstanbul, 2003).
Buharalı,
Eşref. “Türklerde Koyun Küreği Falına Bakma Adeti.” Türk Kültürü 33(385)
(1995): 19-22.
Büyüktanır,
Zeki. “Nazar.” ÇağdaşTürkDili 12 (112) (1997): 24-27.
C.
Cahit. “Rüyalar Âleminde.” Resimli Şark, İstanbul, (16), 00.04.1932,
28-32.
Caferoğlu,
Ahmed. “Batıl İtikadlar.” Türklük, 3 (1939, İstanbul): 194-206.
Caferoğlu,
Ahmet. “Türklerde Sihirli Taş Telakkisi.” Halkbilgisi Haberleri Mecmuası,
Ankara, (13), 00.00.1930, 1-3.
Cemrek,
Murat. “Tapmak Şövalyeleri ve Cadılar: Bazı Masum Sorular.” Birikim (141)
(2001): 24-27.
Çavdar,
Naci - Sanoğlu, Veli. “Batıl îtikatlar-înanmalar,” Folklor, 16-18 (1970,
İstanbul): 81-85.
Demiray,
Mehmet Güner. “Gemerek'te Batıl İtikatlar.” Sivas Folkloru, 11 (1973,
Sivas): 13-14.
Demirhan,
Ayşegül - Çakmaklı, Kemal. “Sosyal Hizmet Açısından Halkın İlâç Kullanımı ve
Yapımı ile İlgili Batıl İnançlara Genel Bir Bakış.” Sosyal Hizmet, 11
(1972, Ankara): 22-27.
Duzzati,
Dino. “Büyücü.” Çeviren: İhsan Akay, Varlık, 766 (1971, İstanbul): 10.
Edgü,
Ferid. “Büyü ve Sanat.” P: [Portakal] Sanat Kültür Antika Dergisi, no.
29 (İstanbul, 2003).
Edgü,
Ferid. “Selma Gürbüz’ün Büyüler, Tılsımlar Ülkesinde Bir Gezinti.” P:
[Portakal] Sanat Kültür Antika Dergisi, no. 29 (İstanbul, 2003).
Edhem,
İbrahim Kemal. “Cinler ve Ruh Çağırma.” Çeviren: Mustafa Tuncer, Ondokuz
Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Samsun, (9), 00.00.1997,
301-314.
Eryavuz,
Şebnem Akalın. “Osmanlı Dönemi Murassa Kemer ve Kemer Tokalan,” (Üzerinde
taşıdığı taşların tılsımına ve olağanüstü güçler yansıttığına inanılan, sultan,
hanım sultan ve şehzadelerin bellerini süsleyen murassa kemer ve kemer
takalarının Osmanlı Sarayı hayatındaki yeri) Antik Dekor: Geçmiş ile
Geleceği Birleştiren Değerler, no. 110 (2009).
Esenbel,
Aziz. “Çarlığın Cinci Hocası: RASPUTİN.” Tarih Dünyası, İstanbul,
(17),15.12.1950, 731-733.
Eyüboğlu,
İsmet Zeki. “Anadolu Büyüleri.” Türk Folklor Araştırmaları, 353 (1978,
İstanbul): 8518.
“Falcılara
Kimler ve Niçin Müracaat Ederler.” Resimli Ay, c. 1, sayı 5 (İstanbul,
1340): 13-14.
Gazimihal,
Mahmut R. “Büyücülükte Taşkömürü ve Yada Taşı.” Türk Folklor Araştırmaları,
169 (1963, İstanbul): 3136.
“Gemerek
ve Yöresinden Atasözleri-Deyimler-Yöresel Sözcükler ve Batıl İnançlar.”
Derleyen: Mehmet Güner Demiray, Türk Folkloru, 53(1983, İstanbul):
22-23.
Gökalp,
Murat. “Şifâ-i Şerif Literatürü.” İSTEMİ^A) (2009): 353-370.
Göknil,
Can. “Çağdaş Bir Yorumla: Muskalar...” Sanat Dünyamız, İstanbul, (71),
1999,75-81.
Gökyay,
Orhan Şaik. “Tılsımlı Gömlekler.” Türk Folkloru Araştırmaları Yıllığı, Ankara,
00. 01. 1976, 93-112.
Gökyay,
Orhan Şaik. “Tılsımlı Gömlekler.” P: [Portakal] Sanat Kültür Antika Dergisi,
no. 29 (İstanbul, 2003).
Güngören,
Ahmet. ‘"Beyaz’ BüyücününDönüşü.” PopülerTarih, 2(18) (2002): 52-
60.
Hür,
Ayşe. “Avrupa’nın Gotik Yüzü Cadı, Kurtadam ve Vampir Öyküleri.” ToplumsalTarih,
20(121) (2004): 34-39.
Ilgın,
Burcu. “Camın Esrarengiz Tılsımı Nazar Boncuğu.” PopülerTarih 5 (56)
(2005): 74-77.
Işık,
Hüseyin. “OsmanlIlarda Batıl İnançlar ve Taassup.” Silahlı Kuvvetler
Dergisi, 319 (1989, Ankara): 15-29.
içelli,
îlkin. “Sivas Yöresinde Çeşitli Hastalıklardan Korunmak Amacıyla Taşman
Muskaların İçerikleri.” İzmir Devlet Hastanesi Tıp, İzmir, (3),
12.01.1987, 256-258.
İnan,
Abdülkadir. “Nazarlıklar.” Türk Folklor Araştırmaları, İstanbul, (169),
1963, 3138.
“İnançlar
ve Batıl İnançlar.” Şeylerin Tarihi: Ayrıntılar Kılavuzu. Ed. Özcan
Sapan. Trans. Hale Alpmen and Münire Yılmazer. İstanbul: Chiviyazılan, 2004.
İşçiler,.Salim
Sami. “Tekirdağ’ında İnanışlar: Kurşun Dökme, Nazar Okuma, Yakı.” Türk
Folklor Araştırmaları, İstanbul, (154), 00.05.1962, 2718.
Jong,
Erica. “Cadılar.” Bilim Dergisi, 5 (1982, Ankara): 33, 68-72.
Karadeniz,
Fikret. “Giresun’da Büyüsel İnanç Sistemi İçinde Gül ve Yastık Büyüleri.” Türk
Folkloru, 75 (1985, İstanbul): 11-12.
Karadeniz,
Fikret. “Giresun Yöresinde Toplumun Cin, Peri, Büyü, Cadı İnancı ve Masallarına
Katılımı.” Türk Folkloru, 80-81 (1986, İstanbul): 5-8.
Karagöz,
İsmail. “Batıl İnanışlar, Bid’at ve Hurafeler.” Diyanet, no. 186 (2006):
43- 45.
Kılıçzade
Hakkı. “Batıl İtikatlara llan-ı Harb,” İctihad, 66 (1913, İstanbul):
1434- 1439.
Kieckhefer,
Richard. “TheHoly and the Unholy: Sainthood, Witchcraft, and Magic in
LateMedieval Europe.” Christendom and Its Discontents: Exclusion,
Persecution, andRebellion, 1000-1500. Ed. byScott L. Waughand Peter D.
Diehl. Cambridge [England]; New York, NY, USA: Cambridge UniversityPress, 1996.
Koçu,
Reşat Ekrem. “Tımava Cadıları.” Türk Folklor Araştırmaları, 154 (1962,
İstanbul): 2727-2728.
Koçu,
Reşad Ekrem. “Fal, Falcılar.” İstanbul Ansiklopedisi, c. 10 (İstanbul:
Koçu Yayınlan Mehmed Koçu, 1968): 5506-5508.
Koşay,
HâmitZübeyr. “Etnografya Müzesindeki Nazarlık, Muska ve Hamailler.” Türk
Etnografya Dergisi, Ankara, (1), 00.00.1956, 86-90, XXXVII-XLL
Köroğlu,
Gülgün. “Halûk Perk Koleksiyonu’ndan Örneklerle Bizans Uygarlığında Muskalar.” P:
[Portakal] Sanat Kültür Antika Dergisi, no. 29 (İstanbul, 2003).
“Kulak
Falı.” Resimli Şark, İstanbul, (2), 00.02.1931, 19.
“Kürekkemiği
ile Fal Bakmak.” Halk Bilgisi Haberleri Mecmuası, İstanbul, (3), 1930,
67.
M.
A. “İtikad Garibelerinden: Tılsımlar ve Nazarlıklar.” Yeni Kitap, İstanbul,
(3), 00.07.1927, 8-12.
Melahat
Sabri. “Cinler.” Halkbilgisi Haberleri Mecmuası, Ankara, (29),
00.00.1933, 134-151.
Muhâmmâd,
Nâsir. “Nevâyî Okuyuculuğu.” Çeviren: Ayhan Çelikbay, Türk Lehçeleri ve
Edebiyatı Dergisi, Ankara, (13), 00.06.1997, 89-91.
Naskali,
Emine Gürsoy. “Büyüler, Rüya Yorumlarında Saç, Sakal ve Bıyık.” Saç Kitabı.
İstanbul: Kitabevi, 2004.
Oktürk,
Şerif. Şeytanla İlgili Batıl İnançlar Deyimler-Atasözleri-Şiirler Yeni
Defne, 104-105 (1990, İstanbul): 12-15.
Osman
Cemal. “Bir Büyücü Büyü Nasıl Yaptıklarım Anlatıyor,” Resimli Ay, c. 2,
sayı 1 (İstanbul, 1925): 18-19.
Öz,
Tahsin. “Osmanlı Padişahlarının Büyüleri.” Tarih Hâzinesi, 7 (1951,
İstanbul): 331-333.
Öz,
Tahsin. “Yerköy Mükâlemelerinde Murahhaslar İçin Gönderilen Büyüler.” Tarih
Vesikaları, 8 (1942, Ankara): 101-103.
Özbek,
Durmuş. “MelekveCinRisalesi [MuhammedKanbur el Antâkî’ninAynıAdlıEseriÜzerine]”
SelçukÜniversitesinâhiyatFakültesiDergisi (8) (1998): 87-110.
Özder,
M. Adil. “Ardanuç Kalesi ve Nazarla İlgili Bir Efsane.” Türk Folklor
Araştırmaları, İstanbul, (235), 00.02.1969, 5200.
Özerdim,
SamiNabi. “Tılsım.” Yeni Öğretmen, Ankara, (28-29), 00.03.1956 -
00.04.1956, 27.
Özgür,
Bahadır. “GörünmezElinSihirliDeğneği.” EvrenselKültür (134) (2003): 69-
71.
Özseven,
Adil. “Büyü, Fal ve Rüya Tabirleri.” Halkbilgisi Haberleri Mecmuası, Ankara,
(93), 00.00.1939, 185-190.
Öztürk,
Ali Osman. “Eskişehir’deKullamlanBirNazarlık: Çıngıl.” KültürveSanat
(33) (1997): 31-34.
Öztürk,
İsmail. “Nazar Nazarlık ve İzmir'de Gözboncuğu Üretimi Nazar-Nazarlık.” Anadolu
Folkloru, Ankara, (17), 00.01.1993 - 00.03.1993, 644-651.
Rosenthal,
F. “HarranlıBâbâ’nınKehanetleri.” İngilizcedençeviren: Ali Akay, FolklorEdebiyatlA
(53/Özelsayı: DoğuEdebiyatları) (2008): 243-252.
Rothlein,
Brigitte. “Sihirbazlığın Püf Noktalan.” Çeviren: Haldun Öngel, Bilim ve
Teknik, Ankara, (212), 00.07.1985,42-45.
Sallman,
Jean-Michel. “Cadı.” Çeviren: Türker Armaner, Sanat Dünyamız, 63 (1996,
İstanbul): 61-69.
Sena,
Cemil. “Büyücülük, Cinler ve Kâhinler.” Türk Mason Dergisi, 80 (1970,
İstanbul): 9-21.
Sinninghe,
V. R. W. “Büyücü Reçeteleri.” Organorama, 1 (1977, İstanbul): 12-14.
Söğüt,
Bilal. “Lagina Antik Kentinde 6. Hekate Şenlikleri Muğla’da Büyücülerin Amsma..T
PopülerTarih (73) (2006): 92-93.
Sözen,
Gürol. “Tılsımlı Taşlar: Assos Gerçeği.” Sanat Olayı, İstanbul, (3),
00.03.1981, 74-76.
Şanlı,
İsmet. “16. Yüzyıl Divan Şâiri Fedâyî ve Fâl-Nâme-i Kur’ân-ı ’Azîm’i.”
UludağÜniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi 5 (5) (2003):
161-178.
Şentürk,
Lütfi. “Kehanet ve Falcılığın Dinde Yeri Yoktur.” Diyanet (122) (2001):
48-51.
Şerif
Necati. “Kürekkemiği ile Fal Bakmak.” Halkbilgisi Haberleri Mecmuası, Ankara,
(3), 00.00.1930, 28-39.
Tarbuck,
Derya Gürses. “Yeniçağ Avrupasında Cadılık Kavramı - Şeytanın İşbirlikçileri,” Toplumsal
Tarih, no. 144 (2005).
Tepeköy,
Feridun. “Berzah ve Cinler.” Yeni Ruhsal Evrim Araştırmaları, İstanbul,
(8), 00.01.1986 - 00.02.1986, 8-10.
Terguson,
Elizabeth A. “Sihirbaz Belki Doktordur.” Specialite, İstanbul, (12),
00.07.1952, 30-34.
“Tılsımlı
Kentin Gizemli Taşlan: İstanbul’u Koruyan Tılsımlı Taşların Enteresan
Öyküleri,” Şehr-i İstanbul, no. 5 (2004).
Tok,
Gökhan. “Ortaçağda Cadılar.” BilimveTeknik 35(414) (2002): 86-89.
Türek,
İbrahim. “Yeni Bir Görüşle Rüyalar.” Tıb Dünyası, İstanbul, (12),
00.12.1959, 892-896.
Türkeş,
Ömer - Aksu Bora. “Bir Büyücünün Anılan,” Virgül, 32 (2000, İstanbul):
74.
Uyguner,
Muzaffer. “Patlıcan Pidelerine Muska [İsmet Kemal Karadayf nın Aym Adlı Eseri
Üzerine]” Varlık, İstanbul, (1029), 00.06.1993, 15.
Üçer,
Müjgan. “Sivas’ın Düğün Geleneklerinden: Okuyucu Gezme,” Hayat Ağacı: Sivas
Şehir Kültürü Dergisi, no. 11 (2008).
Ülkütaşır,
Mehmet Şakir. “Cinler ve Periler.” Halkbilgisi Haberleri Mecmuası, Ankara,
(28), 00.00.1933, 83-86.
Varol,
Marie-Christine. “Recipes of Magic-ReligiousMedicine as
ExpressedLinguistically.”
Jews, Turks, Ottomans: A SharedHistory, FifteenththroughtheTvventieth
Century. Ed. AvigdorLevy. Syracuse, N.Y.:SyracuseUniversityPress, 2002
Yalgın,
Ali Rıza. “Anadolu'da Sihirli Taşlar.” Halkbilgisi Haberleri Mecmuası, Ankara,
(28), 1933, 97-98.
Yaman,
M. Suphi. “Tokat Folkloru: Nazar (Göz) Değmesi ve Kurşun Dökme.” Türk
Folkloru, İstanbul, (8), 00.03.1980,25.
Yaylagül,
Özen. “Klâsik Türk Şiirinde Nazar: Göz Değmesi,” Milli Folklor: Uluslararası
Halkbilimi Dergisi, no. 68 (2005): 166.
“Yerköy
Sulh Müzakerelerinde Rus Murahhasları îçin Gönderilen Büyüler.” Yarım Ay,
1 (1950, İstanbul): 32-33.
Yılmaz,
Fatma Büyükkarcı. “Firdevsî-i Tâvil’inDâvetnâme’sinde Ruhlar Âlemi Büyülü
Kitap.” P: [Portakal] Sanat Kültür Antika Dergisi, no. 29 (İstanbul,
2003).
A
Pictorial History ofMagic and the Supernatural.
London: Hamlyn Ltd., 1964.
Agrippa
vonNettesheim, Heinrich Comelius. Three Books of Occult Philosophy. Trans.
James Freake. Ed. Donald Tyson. St. Paul: Llewellyn, 1993.
Bailey,
Frederick George. The Witch-Hunt or the Triumph ofMorality. Ithaca:
Comell University Press, 1994.
Bailey,
Michael David. Historical Dictionary ofWitchcraft. Lambam, Md.:
Scarecrow Press, 2003.
Barstow,
Anne Llevrellyn. Wc/ıcraze: A New History of the European Witch Hunts. San
Francisco, CA: Pandora, 1994.
Bates,
Brian. The Real Middle-Earth: Exploring the Magic and Mystery of the Middle
Ages. New York: Palgrave Macmillan, 2003.
Behringer,
Wolfgang. Witchcraft Persecutions in Bavaria: Popular Magic, Religious
Zealotry and Reason of State in Early Modern Europe. Cambridge: Cambridge
University Press, 2002.
Broedel,
Hans Peter. The Malleus Maleficarum and the Construction offflitchcraft:
Theology and Popular Belief. Manchester; New York: Manchester University
Press; New York: Palgrave, 2003.
Budge,
E. A. Wallis (Emest Alfred Wallis), Sir, 1857-193 A.Herb-Doctors and
Physicians in the Ancient World: The Divine Origin of the Craft of the
Herbalist. Chicago: Ares, 1978.
Bumett,
Charles. Magic and Divination in the Middle Ages: Texts and Techniques in
the Islamic and Christian Worlds. Aldershot, Great Britain; Brookfield,
Vt., USA:
Variorum,
1996.
Bums,
William E. Witch Hunts in Europe and America: an Encyclopedia. Westport,
Conn.: Greenwood Press, 2003.
Cavendish,
Richard. A History ofMagic. London: Arkana, 1990.
Cavendish,
Richard. Encyclopedia of the Unexplained: Magic, Occultism and
Parapsychology. London: Routledge & K. Paul, 1974.
Chekhov,
Anton Pavlovich.77ze Witch and Other Stories. Champaign, 111. : Project
Gutenberg; Boulder, Colo. :NetLibrary, [199-?].
Clark,
Stuart. Thinking with Demons: The Idea ofWitchcraft in Early Modern Europe.
Oxford: Clarendon Press; New York: Oxford University Press, 1997.
Clifton,
Chas S. Shamanism and Witchcraft. St. Paul: Llewellyn Publications,
1994.
Davies,
Owen and Willem de Blecourt. Beyond the Wıtch Trials: Wıtchcraft and Magic
in Enlightenment Europe. Manchester; New York: Manchester University Press;
New York: Distributed in the USA by Palgrave, 2004.
Davies,
Owen. Witchcraft, Magic and Culture 1736-1951. Manchester: Manchester
University Press, 1999.
Dickie,
Matthew. Magic and Magicians in the Greko-Roman World. London, New York:
Routledge, 2003.
Durrant,
Jonathan B. Witchcraft, Gender and Society in Early Modern Germany. Leiden,
Boston: Brill, 2007.
Early
Modern European Witchcraft: Centres and Peripheries.
Eds. Bengt Ankarloo and Gustav Henningsen. Oxford [England] : Clarendon Press,
1990.
Eliade,
Mircea. Occultism, Witchcra.fi and Cultural Fashions: Essays in Comparative
Religions. Chicago: The University of Chicago, 1976.
Ellis,
PFA.Lucifer Ascending: the Occult in Folklore and Popular Culture. Lexington:
University Press of Kentucky, 2004.
Encyclopedia
ofWitchcraft & Demonology: An Illustrated Encyclopedia ofWitches, Demons,
Sorcerers and Their Present Day Counterparts. London: Octopus
Books, 1974.
Frazer,
James George. The Golden Bough: A Study in Magic and Religion.
Hertfordshire:
Wordsworth Editions, 1993.
Frazer,
James George. The Golden Bough: A Study in Comparative Religion. 2 Vols.
London: Macmillan, 1994.
Frazer,
James George. Magic and Religion. Foreward G. M. Trevelyan. London:
Watts & Co., 1945.
Frazer,
James George. The New Golden Bough: A New Abridgement of the Classic Work.
Ed. Theodor H. Gaster. New York: New American Library/Mentor Book, 1959.
Frazer,
James George. The Magic Art. London: Macmillan, 1955.
Garber,
Marjorie. Cannibals, Witches and Divorce: Estranging the Renaissance. Baltimore:
John Hopkins University Press, 1987.
Gardner,
Gerald B. Witchcraft Today. Introduction by Margareth Murray. London:
ArrowBooks, 1966.
Ginzburg,
Carlo. The Nıght Battles: Witchcraft & Agrarian Cults in the Sixteenth
& Seventeenth Centuries. Trans. John & Anne Tedeschi. Baltimore,
Md: John Hopkins University Press, 1992.
Ginzburg,
Carlo. The Night Battles: Witchcraft & Agrarian Cults in the Sixteenth
& Seventeenth Centuries. Baltimore: Johns Hopkins University Press,
1992.
Ginzburg,
Carlo. Ecstasies: Deciphering the Witches ’ Sabbath. Trans. Raymond
Rosenthal. Ed. Gregory Elliot. London: Hutchinson Radius, 1990.
Givry,
Grillot de. Ulustrated Anthology ofSorcery, Magic andAlchemy. London:
Zachary Kwintner Books, 1991.
Graf,
Fritz. Magic in the Ancient World. Trans. Franklin Philip. Cambridge,
Mass.: Harvard University Press, 1997.
Greer,
John Michael. Earth Divination Earth Magic: A Practical Guide to Geomancy.
Minnesota: Llewellyn Publications, 1999.
Greenwood,
Susan. Magic, Witchcraft and the Otherworld: An Anthropology. Oxford:
Berg, 2000.
Hoffer,
Peter Charles. The Salem Witchcraft Trials: A Legal History. Lawrence,
Kan: University Press ofKansas, 1997.
Hole,
Christina. Witchcraft in England. London: Fitzhouse, 1990.
Hughes,
Pennethorne. Witchcraft. Middlesex: Penguin Books, 1975.
Idries
Shah. Oriental Magic. Foreword By Louis Marnı St Albans (Frogmore, St
Albans, Herts.): Paladin, 1973.
Idries
Shah. The Secret Lore of Magic: Books of the Sorcerers. London: F.
Muller, 1965.
İn
Darkness and Secrecy: the Anthropology of Assault Sorcery and Witchcraft in
Amazonia. Edited by Neil L. Whitehead and Robin Wright. Durham,
NC: Duke University Press, 2004.
Institoris,
Heinrich. Malleus Maleficarum: The Hammer ofWitchcraft. By Jacobus
Sprenger and Heinrich Kramer. Trans Montague Summers. Ed. Pennethome Hughes.
London: Folio Society, 1969.
Israel,
Regardie. The Art & Meaning of Magic. Cheltenham [England]: Helios
Book Service, 1971.
Kee,
Howard Clark. Medicine, Miracle and Magic in Ne w Testament Times. Cambridge;
New York: Cambridge University Press, 2005.
Kieckhefer,
Richard. Magic in the Middle Ages. Cambridge, UK; New York: Cambridge
University Press, 2000.
King,
Francis.TAe Encyclopedia ofMind, Magic andMysteries. London: Dorling
Kindersley, 1991.
Klaniczay,
Gabor. The Uses of Supernatural Power: The Transformation of Popular
Religion in Medieval and Early-Modern Europe. Trans. Susan Singerman. Ed.
Karen Margolis. Prİnceton, N.J.: Prînceton University Press, 1990.
Kors,
Alan C. and Edward Peters. Witchcraft in Europe 1100-1700: A Documentary
History. Philadelphia: University of Pennsylvania Press, 1972.
Lea,
Henry Charles. Materials toward a History ofWitchcraft. Ed. Arthur C.
Howland. 3 Vols. New York: T. Yoseloff, 1957.
Lehmann,
Arthur C. ve James E. Myers. Magic, Witchcraft and Religion: an
Anthropological Study of the Supernatural. Mountain View: Mayfield
Publishing Company, 1993.
Lethbridge,
T. C. Witches. New Jersey: Citadel Press, 1974.
Lethbridge,
Thomas Charles, fflitches: Investigating an Ancient Religion. London:
Routledge and Paul, 1962.
Luck,
Georg. Arcana Mundi: Magic and the Occult in the Greek and Roman Worlds: A
Collection ofAncient Texts. Baltimore: Johns Hopkins University Press,
2006.
Magic,
Ritual and Witchcraft. Philadelphia, PA: University of Pennyslvania Press.
Magical
Arts. Amsterdam: Time-Life Books, 1989.
Maguire,
Gregory. Wicked: The Life and Times of the Wicked Witch of the West: A
Novel. New York: Regan Books, 2000.
Maguire,
Henry. Byzantine Magic. Washington, D.C.: Dumbarton Oaks Research
Library and Collection; Distributed by Harvard University Press, 1995.
Mair,
Lucy Philip. Witchcraft. London: Weinfeld & Nicolson, 1969.
Malinowski,
Bronislaw. Magic, Science and Religion and Other Essays. London:
Souvenir Press, 1974.
Marlowe,
Christopher. Dr. Faustus. New York: Dover, 1994.
Marwick,
Max. Witchcraft and Sorcery. Middlesex: Penguin Books, 1975.
Mauss,
Marcel. A General Theory of Magic. Trans. Robert Bain. Foreword by D. F.
Pocock. London: Routledge, 2007.
Meyer,
Birgit and Peter Pels. Magic and Modernity: Interfaces ofRevelation and
Concealment. Stanford, Calif.: Stanford University Press, 2003.
Mitchell,
Linda E. Women in Medieval Western European Culture. New York:
GarlandPub., 1999.
Mulholland,
John. The Art oflllusion: Magic for Men to Do. New York: C. Scribner’s
Sons, 1945.
Murray,
Margaret Alice. The Witch-Cult in Western Europe: A Study in Anthropology.
Oxford: Clarendon Press, 1921.
Nadis,
Fred. Wonder Shows: Performing Science, Magic and Religion in America. New
Brunswick, N.J.: Rutgers University Press, 2005.
Norton,
Mary Beth./« the Devil’s Snare: The Salem Witchcraft Crisis of1692. New
York: Vintage Books, 2003.
Ogden,
Daniel. Magic, Witchcraft and Ghosts in the Greek and Roman Worlds: A
Sourcebook. Oxford; New York: Oxford University Press, 2002.
O’Keefe,
Daniel Lawrence. Stolen Lightning: The Social Theory of Magic. New York:
Vintage Books, 1983.
Oldridge,
Darren. The Witchcraft Reader. London, New York: Routledge, 2002.
Parsons,
Coleman O. Witchcraft and Demonology in Scott’s Fiction: with Chapters on
the Supernatural in Scottish Literatüre. Edinburgh: Oliver & Boyd,
1964.
Peters,
Edward. The Magician, the Witch and the Law. Philadelphia: University of
Pennsylvania Press, 1978.
Pickering,
David. Dictionary ofWitchcraft. London: Cassell and Company, 1996.
Pinch,
Geraldine. Magic inAncientEgypt. Austin: University of Texas Press,
1995.
Purkiss,
Diane. The Witch in History: Early Modern and Twentieth-Century
Representations. London, New York: Routledge, 1996.
Redgrove,
H. Stanley. Magic and Mysticism: Studies in Bygone Beliefs. Champaign, 111.
: Project Gutenberg; Boulder, Colo.: NetLibrary.
Regardie,
Israel. The Tree of Life: A Study in Magic. York Beach, Me.: S. Weiser,
1972.
Rider,
Catherine. Magic and Impotence in the Middle Ages. New York: Oxford
University Press, 2006.
Rollo,
David. Glamorous Sorcery: Magic and Literacy in the High Middle Ages. Minneapolis:
University of Minnesota Press, 2000.
Rosen,
Barbara. Witchcraft. New York: Taplinger, 1972.
Rowlands,
Alison. Witchcraft Narratives in Germany: Rothenburg 1561-1652.
Manchester,
UK; New York: Manchester University Press; New York: Palgrave, 2003.
Rowlands,
Alison. Witchcraft and Masculinities in Early Modern Europe. New York:
Palgrave Macmillan, 2009.
Russell,
Jeffrey Burton. A History ofWitchcraft, Sorcerers, Heretics and Pagans. London:
Thames andHudson, 1982, 1980.
Sachs,
Maurice. Witches ’ Sabbath. Trans. Richard Howard. London: Jonathan
Cape, 1965.
Scarre,
Geoffrey and John Callow. Witchcraft and Magic in sixteenth- and
seventeenth-century Europe. Basingstoke: Palgrave, 2001.
Scot,
Reginald. The Discoverie ofWitchcraft. New York: Dover Publications,
1972.
Scott,
Walter. Letters on Demonology and Witchcraft. New York: J. & J.
Harper, 1831.
Seligmann,
Kurt. The History of Magic. New York: Pantheon Books, 1948.
Shaked,
Shaul. Officina Magica:Essays on the Practice of Magic in Antiquity. Leiden;
Boston: Brill, 2005.
Sharpe,
J. A. The Bewitching of Anne Gunter: A Horrible and True Story of Deception,
Witchcraft, Murder and the King ofEngland. New York: Routledge, 2001.
Sharpe,
J. A. Instruments ofDarkness: Witchcraft in England 1550-1750. London:
Hamish Hamilton; New York: Penguin, 1996.
Simenon,
Georges. The Magician. New York: Berkley Publishing, 1956.
Singer,
Charles Joseph. From Magic to Science: Essays on the Scientific Fvilight. New
York: Dover Publications, 1958.
Smith,
Emilie Savage. Magic and Divination in Early İslam. Aldershot: Ashgate
Variorum, 2004.
Smith,
Jennifer. Anne Rice: A Critical Companion. Westport, Conn.: Greemvood
Press, 1996.
Spee,
Friedrich von. Cautio Criminalis: A Book on Witch Trials. Trans. Marcus
Hellyer. Charlottesville: University of Virginia Press, 2003.
Stark,
Rodney. For the Glory of God: How Monotheism led to Reformations, Science,
Witch-hunts and the End of Slavery. Prînceton: Prînceton University Press,
2003.
Starkey,
Marion Lena. The Devil in Massachusetts: A Modern Inquiry into Salem Witch
Trials. New York: A. A. Knopf, 1949.
Styers,
Randall G. Making Magic: Religion, Magic and Science in the Modern World.
New York: Oxford University Press, 2004.
Summers,
Montague. The History ofWitchcraft and Demonology. New York: Dorset
Press, 1987.
Summers,
Montague. The Geography ofWitchcraft. Evanston, 111.: University Books,
1958.
Thomas,
Keith. Religion and the Decline of Magic: Studies in Popular Beliefs in Sixteenth
and Seventeenth Century England. London: Weidenfeld and Nicolson, 1971.
Thompson,
Roger. The Witch.es of Salem: A Documentary Narrative. London: Folio
Society, 1982.
Thomdike,
Lynn. A History of Magic and Experimental Science. 8 Vols. New York: Columbia
University Press, el923-1958.
Trachtenberg,
Joshua. Je-wish Magic and Superstition: A Study in Folk Religion. New
York: A Temple Book, 1979.
Trask,
Richard B. The Devil Hath Been Raised: A Documentary History of the Salem
Village Witchcraft Outbreak ofMarch 1692. West Kennebunk, Me.: Danvers
Historical Society, 1992.
Trevor-Roper,
Hugh Redwald. The European Witch-Craze of the 16th and 17th Centuries.
Harmondsworth: Penguin, 1990.
Updike,
John. The Witch.es ofEastwick. Harmondsworth: Penguin, 1985.
Valiente,
Doreen. Natural Magic. London: Guild Publishing, 1985.
Van
Gent, Jacqueline. Magic, Body and the Şelfin Eighteenth-Century Svveden. Leiden;
Boston: Brill, 2009.
Vyse,
Stuart A. Believing in Magic: The Psychology of Superstition. New York:
Oxford University Press, 1997.
Westermarck,
Edward. Pagan Survivals in Mohammedan Civilization. London: Macmillan
and Co., 1933.
Williams,
Nigel. Witchcraft. London: Faber and Faber, 1988.
Witchcraft
and Hysteria in Elizabethan London: Edward Jorden and the Mary Glovercase.
Ed. Michael MacDonald. London; New York: Tavistock/Routledge, 1991.
Willis,
Deborah. Malevolent Nurture: Witch-Hunting and Maternal Power in Early
Modern England. Ithaca: Comell University Press, 1995.
Worobec,
Christine. Possessed: Women, Witches and Demons in Imperial Russia.
DeKalb,
111.: Northern Illinois University Press, 2001.
Zambelli,
Paola. White Magic, Black Magic in the European Renaissance. Leiden,
Boston: Brill, 2007.
Zika,
Charles. The Appearance ofWitchcraft: Print and Visual Culture in Sixteent
Century Europe. London, New York: Routledge, 2007.
[5] Robert Damton. The
Great Cat Massacre and Other Episodes in French Cultural History, (New
York: Random House Vintage Books, 1985).
[6] Natalie Zemon
Davis. The Return of Martin Guerre, (Cambridge MA: Harvard University
Press, 1983).
[7] Carlo Ginzburg. The
Cheese and the Worms: the Cosmos of a 16th Century Miller, (Baltimore:
Routledge, 1980).
[8] “I, Claudius,” BBC
Historical Series, Six Episodes, 1976.
[9] Robert Graves. I,
Claudius, (London: Arthur Baker Publishers, 1934).
[10] Leslie Peirce. Ahlak
Oyunları: 1540-1541 Osmanlı ’daAyntab Mahkemesi ve Toplumsal Cinsiyet, (İstanbul:
Tarih Vakfi Yurt Yayınlan, 2005).
[11] Leslie Peirce. Moral
Tales (1540-1541): Law and Gender in the Ottoman Court ofAintab, (Califomia:
University of Califomia Press, 2003).
[12]zW., pp. 171-188.
[15] Jacques Pervititch. Sigorta
Haritalarında İstanbul /İstanbul in the Insurence Maps of Jacgues Pervititch,
(İstanbul: Tarih Vakfı Yayınlan ve Axa Oyak, t.y.), p. 198.
[16] Cem Behar. A
Neighborhood in Ottoman İstanbul: Fruit Vendors and Civil Servant in the Kasap
Ilyas Mahalle, (New York: State University of New York Press, 2003).
[17] Alan Duben and Cem
Behar. İstanbul Households: Marriage, Family and Fertility, 1880-1940, (Cambridge:
Cambridge University Press, 1991); Alan Duben ve Cem Behar. İstanbul
Haneleri: Evlilik, Aile ve Doğurganlık, (İstanbul: İletişim Yayınlan,
1996).
[18] BOA. Y.PRK.ZB. Dosya
No: 38, Gömlek No: 37, 5.R.1326.
Bekirağa
Bölüğü, askeri bir tutukevi olmasına rağmen, Sultan II. Abdülhamid döneminde
azılı katillerin, Jöntürkler gibi siyasi suçluların ve halkı sultana karşı
isyana kışkırttığı düşünülenlerin sorgudan ve işkenceden geçirildiği bir yer
olarak kullanılmaktaydı.
[19] Ahmed Naci. Fehim
Paşa ile Margirit, (İstanbul: Venüs Matbaası, 1330), 38 p.
[20] BOA. Y.PRK.ZB. Dosya
No: 6, Gömlek No: 97, 17.R.1308.
Sultan H.
Abdülhamid döneminde İstanbul’da büyücülük ve üfürükçülük suçlarından
yakalananların dosyalan Yddız Sarayı’na da bildirilmekteydi. Belgeden Sultan
II. Abdülhamid’in kendisine verilmiş büyü ile alakalı jurnaller ile şahsen
ilgilenmiş olduğu da anlaşılmaktadır.
[21] BOA, A.MKT.UM. Dosya
No: 533, Gömlek No: 89, 18.B.1278.
Mahkeme
huzurunda büyücülük ve üfürükçülük yapmaya tövbe ettirmek alışıldık bir
yaklaşımdır.
[22] BOA, A.MKT.MVL.
Dosya No: 73, Gömlek No: 92, 10.Za.1271.
Belgede Susan isimli saralı kızı “cin
çıkaracağım” diyerek öldüren Ali Tamsah adındaki cinci ve üfürükçü, “beş sene
müddetle pranga” cezasma çarptırılmıştır. Oysa normalde büyücülük suçuna
verilmiş olan hapis cezalan altı ayı pek geçmez. Sinop Cezaevi ise aslmda
cinayet gibi çok ağır suçlar işlemiş olan mahkûmların gönderildiği bir
cezaevidir.
[23] BOA, A. MKT.MVL.
Dosya No: 133, Gömlek No: 69, 7.R.1278.
Büyücülük
ve üfürükçülük suçuyla yargılananlara hapis cezasından daha çok, “ıslâh-ı nefs”
amacıyla sürgün cezası verilmiştir. Örneğin, belgede adı geçen Bulgar büyücü
Angel, Rodos Adası’na sürülmüştür. Müslüman büyücülerin ise Müslüman nüfusun
çok yoğun olarak yaşadığı Bursa’ya sürülmesi, bu suça ilişkin olarak çok yaygın
olarak verilmiş olduğu görülen bir cezadır.
[24] BOA, BEO. Dosya No:
2302, Gömlek No: 172593, 10.M.1322.
Belgede
büyücülük ve dolandırıcılıktan hüküm giymiş olan Zübeyde ve Huriye’nin Rodos ve
Midilli’de kalebent olarak üç yıl kaldıktan sonra, tahliye edilmiş oldukları
anlaşılmaktadır.
[25] Bu ev, günümüzde
Türkiye’nin ilk özel müzesi olan Özdoğanlar Müze Evi olarak kullanılmaktadır.
[26] Ahmed Naci. Fehim
Paşa ileMargirit, (İstanbul: Venüs Matbaası, 1330), 38 s.
[27] BOA. ZB. Dosya No:
353, Gömlek No: 66, 9.M.1325.
Bu
belgeden anlaşıldığına göre, Sultan II. Abdülhamid II. Meşrutiyet’in ilanından
sonra bile çeşitli hurafelerle ilgili jurnaller almakta olduğu gibi, bunları
tetkik de ettiriyordu.
[28] Mehmet Halit Bayrı. İstanbul
Folkloru, pp. 194-200.
Osmanlı
halkı nüzul, yani felç geçirmiş olan insanların, cin çarpmış olduğuna
inanırdı.
[29] Ahmet Mithat Efendi.
Çengi, (Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınlan, 2000), p. 66.
[30] Refik Hafit Karay. Memleket
Hikâyeleri, (İstanbul: 1999), p. 107.
Metinde
geçen “köyde” kelimesi “mahallede”, “kazada” kelimesi de “şehirde” olarak
değiştirilmiştir.
[31] Osman Cemal
Kaygısız. Üfürükçü, (İstanbul: Basm Yaym Direktörlüğü Yayınından, Devlet
Basımevi, 1935), p. 7.
[32] Mustafa Nuri. Büyücü
Karı, yahûd Teehhül-i Cebrî, (İstanbul: Mihrân Matbaası, 1301), pp. 19-22.
Cin çağırarak helva yapmak ve sevdiği kişiye yedirmek, geleneksel Anadolu
büyülerindendir.
[33] Hüseyin Rahmi
Gürpınar. Cadı, (İstanbul: Özgür Yayınlan, 1996), p. 42.
“Garâib
Faturası Külliyâtı II” olarak yayınlanmış olan bu romanda geçen “Hanım Yenge”
hitabı, “Füsun kızım” olarak değiştirilmiştir.
[34] Ömer Seyfettin.
“Türbe,” Bütün Hikayeleri I,(İstanbul: Ötüken Yayınlan, 1974), pp.
476-482. Metinde “Selanik” olarak geçen yer adı, “Selamsız” olarak değiştirilmiştir.
[35] Muzaffer Gökman. İstanbul’u
Yaşayan ve Yaşatan Adam: Ahmet Rasim II, (İstanbul: 1989), p. 564. Metinde
“Kabartay” olan kadının adı “Şefika Molla” olarak değiştirilmiştir.
[36] Muzaffer Gökman. İstanbul’u
Yaşayan ve Yaşatan Adam: Ahmet Rasim II, (İstanbul: 1989), p. 754.
[37] Halide Edip Adıvar. Mor
Sallamlı Ev, (İstanbul: 2003), p. 76.
[38] Halide Edip Adıvar. Sinekti
Bakkal, (İstanbul: Atlas Kitabevi, 1972), p. 156.
[39] Hüseyin Rahmi
Gürpınar. Şıpsevdi, (İstanbul: Atlas Kitabhanesi, 1971), p. 308.
[41] Hüseyin Rahmi
Gürpmar. Tesadüf/ Şeytan İşi, p. 45.
[42] Hüseyin Rahmi
Gürpınar. Tesadüf/ Şeytan İşi, p. 45.
[43] Hüseyin Rahmi
Gürpınar. Muhabbet Tılsımı, (İstanbul: Atlas Yayınevi, 1984), p. 364.
[44] Hüseyin Rahmi Gürpınar.
Chılyabani, pp. 216-217.
[45]Hüseyin Rahmi Gürpınar. Gulyabani, p. 53.
86zHüseyin Rahmi Gürpınar. Gulyabani, p. 115.
863
Hüseyin Rahmi. Gulyabani, (İstanbul: Matbaa-i Hayriye ve Şürekâsı, 1330
[1914]), 267 p. “Garâib Faturası Külliyâtı I” olarak yayınlanmış olan bu
romanın ilk baskı tarihi 1918 değil,
[48] Hüseyin Rahmi Gürpınar. Gulyabani, p. 36.
[50] Seyyid Süleyman
el-Hüseyni. Kenzü ’l-Havâss: Keyfiyet-i Celb ve Teshir, (Dersaadet:
Cemiyet Kütüphânesi, Kader Matbaası, 1332 [1916]), 4 Vols. 231,237,238,240 p.
[51] Agâh Sim Levend. Ahmed
Rasim, (Ankara: 1965), pp. 13-17.
[52] M. S. Büyücü
Karı, (İstanbul: İtimâd Kütüphanesi, t.y.), 32 p.
Kitap
tarihsiz olarak basılmış olduğu için, burada 1925 yılında yayınlanmış olduğu
kabul edilmiştir.
[53] Mehmet Halit Bayrı. İstanbul
Folkloru, p. 178.
Elimizdeki
nüsha, bu kitabın 1972 tarihli ikinci baskısıdır. Kitabın ilk baskısı 1947
yılında yine İstanbul’da basılmıştır. Mehmet Halit Bayrı, Füsun için “on beş
sene kadar önce tesadüfün yardımıyla tanıdığımız Füsun adında ihtiyar bir
kadın...” dediğine göre, bu ‘tanışma’ 1932 yılında gerçekleşmiş olmalıdır.
[54] Berna Moran. Türk
Romanına Eleştirel Bir Bakış, (İstanbul: İletişim Yayınlan, 1987), p. 108.
[55] Hüseyin Rahmi
Gürpınar. Efsuncu Baba / Gönül Bir Yeldeğirmenidir, (İstanbul: Özgür
Yayınlan, 1995), p. 102.
[56] Mustafa Nuri. Büyücü
Karı yahut Teehhül-i Cebrî, (Dersaadet: Maarif Nezaret-i celilesinin 782
numaralı ruhsatnamesiyle tab‘ olunmuştur. Mihran Matbaası, Bâb-ı ‘Âli
Caddesi’nde numara 7, 1301).
[57] M. S. Büyücü Karı, (Dersaadet: İtimat Kütübhanesi,
Hürriyet Matbaası, 1330).
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar