Samuel Clarke’ın Metafiziği
Hazırlayan: Yunus YURDAKUL
Samuel Clarke (1675-1729), 18.
yy. İngiliz aydınlanmasının önemli filozoflarından birisidir. Özellikle Newton
fiziğini savunması, prenses Caroline ile yakın arkadaş olması ve Leibniz’e
cevaben yazdığı mektuplar onu döneminin önemli bir siması haline getirmiştir.
Clarke, Newton fiziğini sadece bir fizik anlayışı olarak benimsemekle kalmamış,
bu fizik anlayışına dayanarak kendi teolojik görüşlerini temellendirmeye
çalışmıştır. Clarke, Tanrı’nın nasıl bir varlık olduğunu, O’nun varlığını
apaçık bir şekilde nasıl ispat edeceğimizi, özsel sıfatlara sahip olup
olmadığını, özsel sıfatları varsa bunların neler olduğunu, kötülük probleminin
Tanrı’nın varlığına yönelik bir sorun oluşturup oluşturmadığını, Tanrı’nın
zaman ve mekân ile ilişkisinin ne olduğunu, Tanrı’nın âlemle ilişkisinin olup
olmadığını vb. birçok sorunu gündemine alıp, sahip olduğu görüşleri rasyonel
temellerde savunmaya çalışan bir filozoftur. Bu rasyonel zemin onu Hristiyanlık
inancında genel kabul gören birçok şeyin aslında makul olmadığına götürmüş ve
bu durum onu bu yerleşik inançların yerine yeni tekliflerde bulunmaya itmiştir.
Clarke’ın söz konusu
hususlarla ilgili olarak ortaya koyduğu görüşleri kendi dönemindeki birçok
filozof ve teolog tarafından eleştirilmiştir. Clarke da yapılan bu eleştirilere
cevaplar vermiş ve kendi görüşlerini savunmak için birçok mektup kaleme
almıştır. Söz konusu hususlarla ilgili olarak yazıştığı kişilerin başında da
Leibniz gelmektedir.
Samuel Clarke, Newton ve
Leibniz gibi fizik ve felsefe alanında derin etkiler bırakan düşünürler ile
aynı dönemde yaşamış ve bunlarla iletişim halinde olmuştur. Malum olduğu üzere
bu düşünürlerin fikirleri hem yaşadıkları dönem hem de daha sonraki dönemlerde
fizik ve felsefe alanında etkili olmuştur. Bu dönemde yaşamış olan Clarke da
kendisini çeşitli teolojik ve bilimsel tartışmaların içerisinde bulmuştur.
Newtoncu fizik anlayışını benimseyen Clarke, sahip olduğu teolojik görüşleri bu
yeni fizik sistemiyle temellendirmeye çalışmıştır. Clarke’ın Newton fiziğini
kabullenmesinin ve sahiplenmesinin temel sebeplerinden birisi, onun Newton
fiziğinin Tanrı’nın evrene müdahalesini olanaklı kılacağını düşünmesidir.
Clarke görüşlerini
temellendirirken sadece kendinden önceki filozoflarla değil aynı zamanda
çağdaşı olan düşünür ve filozoflarla da hesaplaşmak zorunda kalmıştır. Newtoncu
fizik anlayışına dayanarak tesis etmiş olduğu kendi sistemini temele alarak
Hobbes ve Spinoza’ya karşı çıkmıştır. Bu kişilerin yanı sıra kendi sistemini
özellikle Leibniz’e ve akıl dini söylemiyle yola çıkan deistlere karşı
da savunmuştur. Bu filozoflara karşı Tanrı’nın evrene müdahalesini rasyonel
zeminde temellendirmeye çalışmıştır.
Felsefe tarihinin önemli
konularından olan Tanrı, ruh, evren, zaman ve mekân konuları Clarke
felsefesinde de önemli bir yere sahiptir. Clarke bu konuları sahip olduğu
Hristiyan görüşe uygun bir şekilde ele almak gayretindedir. Ancak onun sahip
olduğu rasyonalist tavır, onu kendi dini inançlarını sorgulamaya ve rasyonel
zeminde temellendirmeye götürmüştür. Onun bu tavrı, bizim onun kendi
görüşlerini savunmak için sunduğu gerekçeleri görmemizi ve değerlendirmemizi
olanaklı kılmaktadır. Bu yüzden tezimizde sadece Clarke’ın görüşlerini tarihsel
olarak vermeyi değil daha çok onun bu görüşlerini nasıl temellendirdiğini
ortaya koymaya ve bunu değerlendirmeye çalışacağız. Bu bağlamda tezimiz şu
sorular etrafında şekillenecektir:
Clarke’ın felsefi meseleleri ele alırken benimsediği genel
yaklaşım nasıldır?
Clarke’ın metafizik alanda ele aldığı temel meseleler
nelerdir?
Clarke Tanrı’nın varlığını hangi argümanlarla
temellendirmeye çalışmaktadır?
Clarke’ın Tanrı’nın sıfatları ile ilgili görüşleri
nelerdir?
Onun Tanrının sıfatları konusundaki fikirleri genel
metafiziği ile tutarlı bir bütünlük arz etmekte midir?
Teslis inancı Clarke’ın argümanını oluşturmada herhangi bir
engel teşkil etmekte midir? Bu inanç Tanrı’nın birliğiyle çelişmekte midir?
Çelişmekteyse eğer Clarke bu sorunu nasıl çözmüştür?
Clarke Tanrı-evren ilişkisini nasıl açıklamıştır? Bu ilişki
bağlamında Clarke’ın determinizm eleştirisi ne ifade etmektedir?
Clarke mucizeler hakkında ne düşünmektedir?
Clarke Newton fiziği bağlamında zaman ve mekân problemini
nasıl ele almıştır? Bu hususta Newton ve diğer çağdaşları ile aynı fikirde
olduğu veya ihtilafa düştüğü noktalar nelerdir?
Clarke’ın ruh hakkındaki temel düşünceleri nelerdir?
Clarke’ın ruhun gayri maddiliği ve ölümsüzlüğü konusundaki
argümanları nelerdir?
Clarke ruh-beden ilişkisini nasıl ele almaktadır?
Clarke’ın insan özgürlüğü ve Tanrı’nın iradesi bağlamındaki
görüşleri nelerdir?
Samuel Clarke’ın Hayatı ve Genel Felsefesi
Clarke 1675 yılında
İngiltere’nin Norwich şehrinde doğmuştur. Babası Edward Clarke Norwich belediye
meclisi üyelerindendir. İlk eğitimini yine Norwich ’de alan Clarke 16 yaşında
Cambridge Üniversitesinde ders almaya başlamıştır (Cunningham, 1834, s. 248). 7
yıl boyunca burada kalan Clarke, doğru bilgiye olan iştiyakıyla, bilimin
keşfine ve geliştirilmesine yönelik çabalarıyla tanındı. Clarke ile tanışan
birçok kişi onun bilimsel bilgiye karşı olan bu iştiyakını şaşkınlıkla
karşılamıştur. Clarke’ın papazlık yaptığı dönemlerde dahi yeni bilimsel
gelişmelerden ve araştırmalardan her zaman haberi olmuştur. Papazlık yaptığı
dönemlerde onunla sohbet etme imkânı bulan kişiler onun nasıl bir araştırmacı
ruhuna sahip olduğunu anlamış ve onu bu hususta takdire şayan görmüşlerdir
(Whiston, 1730, s. 5).
Clarke’ın düşüncelerinin
oluşumunda en büyük etki hiç kuşkusuz Descartes ve Newton’a aittir. Bu yıllarda
özellikle Kartezyen felsefeye ve daha yeni olan Newton’un keşiflerine merak
salmış ve onları öğrenmeye çalışmıştır. O dönem için yaygın olan Kartezyen
fiziğini Newtoncu yeni keşiflerle incelemeye çalışmıştır. 1695 yılında lisans
derecesini de o dönem pek yaygın olmayan Newton’un görüşlerini savunarak
almıştır. Hatta O’nun sözlü savunması bütün izleyicilerde bir şaşkınlığa sebep
olmuştur. Çünkü o dönem için kabul edilen fizik Rohault’un Kartezyen fiziği
olmasına rağmen, Clarke bu yerleşik olan fizik anlayışını eleştirmiş onun yerine
Newton fiziğini savunmuştur. 1697 yılında Rohault’un Treatise of Pysich
eserini açıklamalı bir şekilde Latinceye çeviren Clarke, eserde Newton’un
görüşlerine de yer vererek Rohault’u eleştirmiştir. Newton fiziği, Clarke’ın
söz konusu eseri basmasıyla birlikte hızlı bir şekilde kavranmaya başlanacak ve
İngiltere’de standart bir fizik anlayışı olarak yerleşecektir. Clarke’ın bu
çalışması Newton’un kendi yazıları basılıncaya kadar Cambridge’de ders kitabı
olarak okutulmuştur. Bu eser aynı zamanda Clarke’ın ilk çalışmasıdır (Le
Rossignol, 1892, s. 17-18; Yenter & Vailati, 2017).
Clarke’ın bilimsel çalışmalara
ve bilhassa Newton fiziğine olan ilgisi devam etse de bu yıllarda teolojiye
yönelmiş ve bu alanda kendini geliştirmeye çalışmıştır. Kendisini bu alanda
Kiliseye adamış olan Clarke’ın gelişiminde özellikle ilk dönem kilise
babalarının yazılarının büyük bir etkisi olmuştur. Bu dönemde Clarke vaftiz,
konfirmasyon ve tövbe ile ilgili üç pratik deneme kaleme alır. Aynı zamanda Some
Reflection on A Book Called Amyntor isimli çalışmasını yayınlar. Clarke’ın
diğer dinlere ve özellikle de deistlere yönelik eleştirileri de bu dönemde
başlar. Norwich piskoposu Dr. John Moore’un da etkisiyle papaz olur (Le
Rossignol, 1892, s. 18-19; Cunningham, 1834, s. 249).
Samuel Clarke’a asıl ününü
kazandıran ise Robert Boyle (1627-1691) onuruna verilen konferanslarda vermiş
olduğu derslerdir. Bu konferanslar yeni bilimsel keşifler yoluyla Hristiyan
inancının doğru olduğunu ispatlama ve dini düşünceyi yükseltme amacını
taşıyordu. Clarke 1704 ve 1705 yıllarında vermiş olduğu bu konferanslarla,
İngiltere’nin en meşhur filozoflarından birisi olmuştur. 1704 yılında vermiş
olduğu bu konferanslarda Clarke Tanrı’nın varlığının delillerini ve ilahi
sıfatları konu edinmiştir. Bunu da olabildiğince matematiksel bir tarzda
yapmaya çalışmıştır. Vermiş olduğu bu konferansları A Demonstration of the
Being and Attributes of God ismiyle 1705 yılında yayınlamıştır. 1705
yılında vermiş olduğu konferansları ise daha çok ahlakî konuları ve sahip
olduğu dini inançların bir doktrinini kapsar. Clarke bu konferanslarında da
ahlakî yasaların matematiğin önermeleri kadar kesin olduğunu ispat etmeye
çalışmıştır. Bu konferanslarını ise A Discourse Concerning the Unchangeable
Obligations of Natural Religion, and the Truth and Certainty of the Christian
Revelation ismiyle yayınlamıştır (Yenter & Vailati, 2017). Clarke’ın
filozof olarak tanınması da bu iki eserin yayınlanmasından sonra olmuştur.
Clarke hayatta iken bu iki eser birçok defa basılmış ve yine Clarke tarafından
gözden geçirilip birçok defa düzenlenmiştir (Le Rossignol, 1892, s. 19).
Orta yaşlarında vermiş olduğu
bu konferanslar aynı zamanda onun kariyerini de etkilemiş, onun Kilisede etkin
bir rol almasını sağlamıştır. 1706 yılında St. Bennet’s Paul’s Wharf kilisesine
papaz olarak atanan Clarke kısa bir süre sonra ise St. James’ Westminster
kilisesinin ve kraliçe Anne’nin papazı olmuştur (Le Rossignol, 1892, s. 19).
1706 yılında Newton’un Opticks isimli eserini Latinceye çeviren Clarke
Cambridge Üniversitesinde Doktora derecesini almıştır (Clarke, 1998, s. xxxii).
Clarke’ın 1712 yılında
yayınlamış olduğu Scriptual Doctrine of the Trinity isimli çalışmasından
sonra teslis ile ilgili tartışmalar artmıştır. Clarke ile aynı fikirde
olmayanlar onu Aryanizm[2] ile suçlamışlardır. Clarke
konuyla ilgili birçok açıklama yapmış olsa da genel olarak din adamları
tarafından yapılan eleştiriler devam etmiştir (Le Rossignol, 1892, s. 20).
Clarke’ın Aryanizm ile
suçlanmasına neden olan en büyük etmenlerden birisi kuşkusuz onun zorunlu
varlığın tekliğine yapmış olduğu vurgudur. Bundan dolayı birçok Hristiyan
öğretisi tarihçisi tarafından heretik biri olarak görülmüştür. Clarke’ın hayatı
boyunca belki de maruz kaldığı en önemli suçlama onun teslisi reddettiği
suçlamasıdır. Onun Aryanizmle suçlanması hayatını büyük şekilde etkilemiş,
kilise sistemi içindeki kariyeri de bu suçlamalardan dolayı epey zarar
görmüştür. Aryanizmle sadece Clarke değil aynı zamanda yakın arkadaşı ve
Clarke’ın felsefesinin oluşumunda büyük rol oynayan Isaac Newton da
suçlanmıştır. Newton bu tür konulara pek girmemeye çalışırken Clarke bu
suçlamalara cevap vermek ve bir bakıma kendisinin bir heretik olmadığını
savunmak için 1712’de The Scripture Doctrine of The Trinity isimli
eserini yazmıştır (Vailati, 1997, s. 39).
Clarke’ın yazmış olduğu The
Scripture Doctrine of The Trinity isimli eseri birçok tarihçi tarafından
zikredilmiş ama detaylı bir şekilde incelenmemiştir. Özellikle 19. Yüzyıl
doktrin tarihçileri Clarke’ı Aryanizmi yeniden dirilten biri olarak göstermişlerdir.
Sözgelimi Hagenbach, Textbook of The History of Doctrine isimli eserinde
Aryan sistemin Clarke’ın çalışmalarında temsil edilmiş olduğunu ifade eder.
Ayrıca bu eserde Clarke, yüksek Aryan görüşlere sahip biri olarak
nitelendirilir. Benzer bir şekilde Fisher de yazmış olduğu History of
Christian Doctrine isimli çalışmasında Clarke’ın eserini Aryanizm’in bir
savunusu olarak niteler. Sheldon ise History of Christian Doctrine
isimli eserinde Clarke’ın durumunu Origen ile Arius arasında ikircikli bir
durum olarak görür. 20. Yüzyıla gelindiğinde de durum pek değişmez ve Trinity
ile ilgili olarak yazılan eserlerde Clarke’ın değerlendirilmesi bir önceki
yüzyıl gibi olmuştur. Ancak E. Dorothy Asch, Samuel Clarke ’s
Scripture-Doctrine of the Trinity and the Controversy It Arouse isimli
doktora tezinde Clarke’ın tam manasıyla bir Aryan olamayacağını iddia etmiştir.
Çünkü ona göre Clarke ile Arius’ un Oğul ve Kutsal Ruh hakkındaki bazı
düşünceleri birbirinden farklıdır. Bu farklılığın esas noktası ise Clarke’a
göre Oğulun ve Kutsal Ruhun olmadığı bir zamanın yokluğudur. Ancak Arius’a göre
Oğulun ve Kutsal Ruhun olmadığı bir zaman vardır (Pfizenmaier, 1993, s. 3-4).
Clarke’ın esas itibariyle
yapmaya çalıştığı şey Hristiyan inancını makul hale getirmekti. Temel tezi de
Hristiyanlığın tamamen akla uygun olduğuydu. Clarke’ı böyle bir yönelime
sürükleyen temel etmenlerden biri de kuşkusuz entelektüel çevresiydi. Öte
taraftan modern bilimin ilerleyişi, Bacon tarafından başlatılan doğrulamacı
epistemolojik talepler ve Descartes’in metodik kuşkusuyla birlikte teolojiye
rasyonel yaklaşımların temeli oluşturuldu. Clarke da bu bağlamda teolojiye
yönelik bu rasyonel yaklaşımların bir bakıma devamını getirmiş ve daha da
ötelere taşımıştır (Pfizenmaier, 1993, s. 235).
Clarke’ın teolojiye yönelik
rasyonel yaklaşımını The Scripture-Doctrine of The Trinity isimli
eserine baktığımız zaman çok rahat bir şekilde görmekteyiz. Zira bu eseri
teslisle ilgili olduğundan onun en dogmatik olması beklenen yerlerden
birisidir. Ancak Clarke’ın bu konudaki görüşlerine baktığımız zaman onun genel
olarak problemleri rasyonel bir zeminde tartıştığını söyleyebiliriz. Clarke’ın
bu çalışması üç parçadan müteşekkildir. Ancak eserin özünü, ikinci parçada yer
alan elli beş önermesi oluşturmaktadır. Clarke’ın bu önermelerini göz önüne
aldığımızda yapmış olduğu Tanrı ispatlamasındaki bizâtihi, bağımsız ve zorunlu
varlığın Baba olduğunu görürüz. Sözgelimi beşinci önermede Clarke bağımsız,
bizâtihi var olan, yaratılmamış ve herhangi bir kaynağa dayanmayan tek
kişiliğin yalnızca Baba olduğunu ifade eder. O’nun dışındaki diğer her şeyin
O’nun tarafından yaratılmış veya oluşturulmuş olduğunu iddia eder. Clarke
ayrıca Oğul’un ve Kutsal Ruh’un da Baba’dan türediğini onların bizâtihi
olmadığını dile getirir. Benzer şekilde on yedinci önermede de Clarke Oğulun
doğasının zorunluluğu yoluyla var olmadığını aksine Baba’nın kavranılamaz
kudret ve iradesinin bir eylemi yoluyla yaratıldığını iddia eder. Clarke bu
durumu özellikle vurgular ve bazı kişilerin bu kişisel karakterleri ve
ayırımları muhafaza etmekte başarısız olduklarını, Oğul’un Kutsal Ruh’un adını
Aryanizm’in aksine yüceltmek için onların bizâtihi var olduklarını ileri
sürdüklerini ve hataya düştüklerini ifade eder. Çünkü onların amaçlarının güya
Oğul’u ve Kutsal Ruh’u övmek olduğunu fakat aslında Oğul’un ve Kutsal Ruh’un
gerçek kişiliklerini yok ettiklerini ileri sürer. Ve bunların farkında
olmaksızın Sabellianizm[3] [4]’e
düştüklerini ifade eder (Clarke, 1712).
Yukarıda ifade ettiğimiz üzere
Clarke’ın argümanına göre bizâtihi, bağımsız ve zorunlu varlığın sadece Baba
olduğu açıktır. Ancak ezeliyetle ilgili görüşlerine baktığımız zaman Clarke,
Oğul’un ve Kutsal Ruh’un da Babayla birlikte ezelden beri var olduğunu savunmuş
gibi görünmektedir. Sözgelimi on beşinci önermede Clarke, Kutsal Kitap’ın
Oğul’un Baba’dan türediğini ilan ettiğini fakat herhangi bir zaman
sınırlamasından bahsetmediğini ileri sürer. Özellikle Kutsal Kitap’ın Oğuldan
bahsederken Oğul’un bütün dünyalardan önce ve başlangıçtan beri Baba ile birlikte
var olduğunu varsaydığını dile getirir. Aynı şeyleri yirmi birinci önermede
Clarke, Kutsal Ruh için de ifade eder (Clarke, 1712).
Clarke’ın Oğul ve Kutsal Ruh
için söylediklerini ve genel Tanrı fikrini göz önüne aldığımızda Oğul ve Kutsal
Ruh için zamansal olarak bir sınırlama koymamakla birlikte ontolojik mana da
Baba’ya kesin bir üstünlük verdiği açıktır. Tanrı ispatlamasında kullanmış
olduğu zorunlu, bizâtihi, bağımsız ve ezeli olan varlığın da sadece Baba’ya
karşılık geldiği söylenebilir. Clarke’ın ifade ettiğimiz görüşlerinden
anlaşılacağı üzere her ne kadar yer yer Kutsal Kitap’a başvursa da genel olarak
düşüncelerini rasyonel bir zeminde dile getirdiğini görebilmekteyiz.
Clarke’ın hayatına ilişkin
önemli hususlardan birisi de onun birçok kişiyle tartışmış olmasıdır. Ruhun
ölümsüzlüğü hakkında İngiliz teolog Henry Dodwell3 ile tartışmış, ruhun bizâtihi ölümsüz olmadığını
vaftiz ile ölümsüz olduğunu iddia eden Dodwell’e karşı çıkmıştır. Dodwell bu
düşüncelerini İncil’den ve eski kilise babalarından aldığını iddia ediyordu.
Ancak Clarke onun bu iddialarını yalanlamış ve bu iddiaları din için de yıkıcı
olarak görmüştür (Clarke & Collins, 1707-1708, s. xx). Birçok kilise babası
Dodwell’a karşı Clarke’ın yanında yer alsa da Dodwell daha sonra Antony Collins’ten
destek bulacaktır (Le Rossignol, 1892, s. 19-20).
Clarke’ın özellikle Tanrı ve
sıfatlarıyla ilgili olarak tartıştığı kişilerden biri de Butler4’dir. Tewkesbury’deki
Dissenting Academy’de öğrenci olan Butler Clarke’ın Tanrı’nın varlığı ve
sıfatları ile ilgili yazmış olduğu eserini eleştirir ve bu görüşlerini mektupla
Clarke’a iletir. Clarke da Butler’in yazmış olduğu eleştirilere cevaplar verir.
Daha sonra Butler Clarke’ın zaman ve mekân anlayışını anlamadığını, diğer
fikirlerinden ise ikna olduğunu ifade eder (Le Rossignol, 1892, s. 21).
Clarke’ın tartıştığı bir diğer
önemli sima ise Anthony Collins5’tir.
Genel olarak madde- zihin, yaşamın kaynağı ve bilinçlilik, kişisel özdeşlik,
özgür irade ve determinizm ile ilgili konularda tartışmışlardır. Anthony
Collins ruhun ölümsüzlüğünün ve özgür iradenin felsefi olarak
ispatlanamayacağını iddia etmiştir. Esas itibariyle Collins’in yapmaya
çalıştığı şey Clarke’ın temel iddialarını çürütmektir, yoksa aksini ispat etmek
değildir. Bunun için de Clarke’ın Dodwell’a cevaben yazmış olduğu mektupları
önceden okuyup ona göre Clarke’a sorular yöneltmiş ve Clarke’ın bir çıkmaza
girmesine neden olmak istemiştir. Söz konusu hususlar ile ilgili olarak
Collins, Clarke’a dört mektup yazmış Clarke da bu mektuplara cevap vermiştir.
Clarke-Collins tartışması o
dönem İngiltere’sinde sadece iki kişinin tartışması değil aynı zamanda iki
cenahın tartışmasıdır. Clarke Newtoncu cenahı temsil ederken, Collins ise özgür
düşünürleri temsil ediyordu (Clarke & Collins, 1707-1708, s. xii).
Clarke hayatı boyunca birçok
kişiyle tartışmış olsa da hiç şüphesiz bunların en önemlisi Leibniz’dir.
Tartışmanın fitilini esasında Leibniz yakmıştır. Clarke’ın tartışmaya dâhil
olması ise Galler prensesi Caroline of Anspach’ın ricası ile olmuştur. Çünkü Leibniz’in
ilk mektubu aslında Caroline’ydi. Leibniz’in eleştirileri ise genelde İngiliz
felsefesine özelde ise Newton’un fizik anlayışına ve bu anlayışa bağlı olarak
gelişen metafizik [5] [6]
anlayışınadır. Felsefi açıdan konuların çok derin olması Prenses Caroline’in
Clarke’dan bir bakıma yardım istemesine sebep olmuştur. Çünkü o dönemde Clarke
hem felsefi hem teolojik hem de bilimsel konulara hâkim biriydi (Leibniz &
Clarke, 1956, s. xi). Leibniz ilk mektubunda İngiliz felsefesini, Locke ve
Newton’u ağır bir dille eleştirmiştir. Daha sonraki mektuplarda Tanrı’nın
evrendeki rolü, mucize kavramı, yer çekimi, zaman ve mekânla ilgili birçok
meseleyi ele alan Leibniz ve Clarke, tartışmayı Leibniz’in ölümü olan 1716
yılına kadar sürdürmüşlerdir (Meli, 1999, s. 469-470). Bu tartışmalar aynı
zamanda Clarke’ın da son felsefi yazıları olmuştur (Le Rossignol, 1892, s. 21).
Leibniz’in mektuplarını da Fransızcadan İngilizceye çeviren Clarke bu
karşılıklı mektuplaşmayı 1717 yılında A Collection of Papers Which Passed
Betweem the Late Mr. Leibniz and Dr. Clarke in the Years 1715 and 1716 Relating
to the Princibles of Natural Philosophy andReligion ismiyle yayınlamıştır
(Leibniz & Clarke, 2000, s. xiv). Bu tartışmayı aynı zamanda birçok çağdaş
filozof, Newton ve Clarke tarafından temsil edilen matematiksel felsefe ile
Leibniz tarafından temsil edilen metafiziksel felsefenin son karşılaşması
olarak görmüşlerdir. Tartışma doğa bilimlerinin felsefe ve teolojiden
ayrılacağının bir işareti olarak da görülmüştür (Leibniz & Clarke, 1956, s.
vii).
17 Mayıs 1729 tarihinde kısa
süreli bir hastalığın ardından vefat eden Clarke, dost ve düşman herkes
tarafından takdir edilen birisi olmuştur. Bunun temel sebebi ise sahip olduğu
felsefi görüşleri ile hayatının uyumlu olmasıdır.[7]
Bir diğer önemli husus ise onun hem felsefe hem teoloji hem de fizik alanında
göstermiş olduğu dehasıdır (Le Rossignol, 1892, s. 23; Clarke, 1998, s.
xxxiii).
Clarke’ın etkisi daha çok
İngiltere ve İskoçya’da olmuş, buralarda eserleri yaygın bir şekilde
okunmuştur. Clarke’ın sahip olduğu felsefi görüşler, birçok kişi tarafından
savunulmuş ve yine birçok kişi tarafından eleştirilmiştir. Clarke’a yönelik en
önemli eleştirilerden biri de David Hume tarafından yapılmıştır. Hume,
özellikle Clarke’ın a priori argümanına yönelik eleştirilerde bulunmuştur. Bunu
yaparken isim belirtmemekle birlikte Clarke’ın eserlerinden doğrudan alıntılar
yapmış ve Clarke’ı bu şekilde doğrudan hedef göstererek değil, dolaylı olarak
eleştirmiştir. Öte taraftan Kant’ın zaman ve mekânla ilgili görüşlerinin
oluşumunda Leibniz-Clarke tartışması önemli bir rol oynamıştır. Ayrıca Voltaire
en yüce varlık hakkında konuşan son İngiliz filozoflarından en açık olanının,
en iyi yönteme sahip olanının ve en yüce varlığın varlığını en güçlü şekilde
savunan kişinin Samuel Clarke olduğunu iddia etmiştir. Rousseau da Emile isimli
meşhur eserinde Clarke’ı dünyayı aydınlatan seçkin biri olarak betimlemiştir.
(Yenter & Vailati, 2017)
1778 yılında Richard Price
(1723-1791), ruhun gayri maddiliği hususunda, ruhun doğal olarak ölümsüz oluşu
meselesinde, özgürlük ve zorunluluk konusunda en iyi ve en muktedir yazıların
Clarke’a ait olduğunu iddia etmiştir. Clarke’ın görüşleri 18. Yüzyıl boyunca
etkili olsa da bu yüzyılın sonlarına doğru etkisi yavaş yavaş sönmeye başlamıştır.
Sonraki yüzyılda etkisi kaybolan Clarke, son yüzyılımızın ikinci yarısından
itibaren yine dikkat çekmeyi başarmıştır. Özellikle onun a priori argümanı,
yeniden ortaya çıkan Newton’un yayınlanmamış yazıları ile birlikte
Clarke-Newton ilişkisi, Clarke’ın etiği ve metafiziği tekrar araştırılmaya ve
okunmaya başlanmıştır. (Yenter & Vailati, 2017)
TANRI’NIN
VARLIĞI
Tanrı’nın varlığını
ispatlamaya çalışan birçok filozof ve teolog kuşkusuz öncelikle Tanrı kavramı
ile neyin kast edildiğini açıklamaya çalışmışlardır. Çünkü Tanrı’nın nasıl bir
varlık olduğu meselesi, mantıksal açıdan onun varlığından önce gelir. Bundan
dolayı bizim Tanrı’ya hangi özellikleri yükleyeceğimiz önemlidir. Özellikle
teistik dinlerde Tanrı’ya atfedilen özellikler birçok hususta benzerlik içermektedir.
Sözgelimi Tanrı’nın her şeyi bilmesi, her şeye gücünün yetmesi, kendinden başka
bütün her şeyin yaratıcısı olması ve bütün mükemmeliyet bildiren sıfatları
kendinde toplaması, çoğu filozofun ve teoloğun fikir birliği içinde olduğu
hususlardır. Ancak esas ihtilaf meselesi Tanrı’nın mükemmeliyet bildiren
sıfatlara sahip olup olmadığı değil, bu sıfatların ne şekilde olduğuyla
ilgilidir. Başka bir ifadeyle Tanrı hakkında konuşurken O’na atfedeceğimiz
mükemmeliyet bildiren sıfatların neyi gerektirdiğidir (Reçber, 2004, s. 43-45).
Tanrı’nın sıfatları konusu, Clarke’ın da üzerinde çok durduğu bir meseledir.
Sözgelimi Tanrı’nın evrene müdahalede bulunup bulunmadığı meselesi Leibniz ile
Clarke arasında büyük bir tartışma konusu olmuştur. Clarke Tanrı’nın evrene
müdahalede bulunduğunu iddia ederken, Leibniz ise tam tersini iddia etmiştir.
Ancak her ikisinin iddiasının arkasındaki ana gerekçe Tanrı’nın onların iddia
ettiği şekilde olması durumunda mükemmel olacağı düşüncesidir (Vailati, 1997,
s. 38-40). Bundan dolayı Clarke açısından da mükemmeliyetin neyi gerektirdiği
önemli bir konudur.
Tanrı’ya atfedilen
mükemmeliyet sıfatlarının epistemolojik kaynağı ise genel olarak a priori
sezgilere dayandırılmıştır (Reçber, 2004, s. 45). Clarke’ın Tanrı’nın varlığını
ve sıfatlarını temellendirirken dayandığı temel nokta da burasıdır. Onun
Tanrı’nın varlığını ispatlamak için kullanmış olduğu delilini a priori olarak
isimlendirmesi de bu nedenledir. Clarke, Boyle onuruna vermiş olduğu
konferanslarda temel amacının inananların imanlarını arttırmak olmadığını,
ateistlerin iddialarını çürütüp Tanrı’nın
varlığını ve sıfatlarını kesin
bir şekilde ispat etmek olduğunu dile getirmiştir. Clarke, ateistlerin
Tanrı’nın varlığı aleyhine getirmiş oldukları delillere aynı yöntemle cevap
verilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Clarke’ın eleştirdiği fikirler ise ona
göre salt akli çıkarımlara dayanarak oluşturulan fikirlerdir. Dolayısıyla
Clarke’a göre onlara verilecek cevabında salt akli çıkarımlara dayanması
gerekir. Bundan dolayı da Clarke’ın genel itibariyle temel kaynağı Reçber’in
ifadesiyle a priori sezgilerdir. Ancak çağdaşlarıyla girdiği birçok tartışmada
Clarke’ın temel dayanağı a priori sezgiler olmasına rağmen yer yer Kutsal
Kitap’a başvurmaktan da kaçınmaz. Clarke’ın Kutsal Kitap’a başvurmasının esas
nedeni ise onun fikirlerine karşı çıkan birçok kişinin Kutsal Kitap’tan delil
getirmeleridir.
Clarke Tanrı’nın özünü
kavrayamayacağımızı iddia etmiştir. Ona göre bu durum Tanrı’nın varlığı ve
sıfatları ile ilgili kesin delillerin oluşundan farklıdır. Çünkü her iki durum
birbirinden farklıdır. Bizim Tanrı’nın özünü bilmeyişimiz, O’nun varlığının
delillerini kesin bir şekilde ortaya koymamıza engel değildir. Bu durum diğer
varlıklar için de geçerlidir. Biz diğer varlıkların da özünü tam olarak
kavrayamayız. Bitki ve hayvanların en basit yaradılışlı olanının özünü dahi tam
olarak kavrayamazken, Tanrı’nın özünün bilinmeyişini O’nun yokluğuna dair bir
argüman olarak sunmak Clarke’a göre saçmadır. Bu durum kör bir adamın ışığın ve
renklerin mahiyetine ilişkin tam bir kavrayışa sahip olmayışından dolayı onları
inkâr etmesine benzer. Clarke için Tanrı’nın özünden bahsetmek de mümkün
değildir. Bundan dolayı böyle bir iddiada bulunanlar ya boş ve önemsiz
kelimeler kullanıyorlardır ya da Tanrı’nın zatıyla değil, sıfatlarıyla ilgili
konuşuyorlardır (Clarke, 1998, s. 29-30).
Clarke’a göre bizim Tanrı’nın
zatını bilemeyişimizin temel nedeni bu durumun bizim bilgimizi aşmasıdır. Bizim
zatı kavramamız hem akli olarak hem de duyusal olarak imkânsızdır. Aklın zat
ile ilgili kavrayacağı tek husus O’nun varlığının zorunlu olduğunu
kavramasıdır. Yoksa kişinin zat ile ilgili olarak kavradığını zannettiği diğer
bütün hususlar sıfatlar ile alakalıdır. Clarke’a göre akıl, zatın varlığını ve
O’nun mükemmel sıfatlarını kavrama yeteneğine sahiptir (Clarke, 1998, s.
29-31).
Burada Clarke’ın Tanrı’nın
bilinip bilinmemesi meselesinde, O’nun zatının bilinmesi ile sıfatlarının
bilinmesi arasında ayırım yaptığı görülmektedir. Bu durumda Tanrı’nın
bilinemeyecek yönü zatı ile ilgiliyken bilinmesi mümkün olan kısım ise sıfatlar
ile ilgilidir. Clarke’ın bu hususta Gazâlî ile benzer fikirler savunduğu
söylenebilir. Gazâlî de ilahi özün ancak Tanrı’nın bizâtihi kendisi tarafından
bilinebileceğini, bu durumun başka hiçbir kimseye açık olmadığını iddia
etmiştir.[8]
Tanrısal zatın bilinmeyişi ve
O’nun sadece sıfatları yoluyla bilinişi, O’nun tanımlanamaz oluşunu ve
dolayısıyla O’nu tanımanın mümkün olmayışını ima etse de, hem Gazâlî hem de
Clarke zat ve sıfat konusunda keskin bir ayırıma gitmemişlerdir. Bundan dolayı
Reçber’in söz konusu hususlarla ilgili olarak Gazâlî için serdettiği görüşleri
Clarke için de geçerli olduğu söylenebilir (Reçber, 2004, s. 59). Buna göre
Clarke’da da zatın bilinememesi demek Tanrı’nın zatı ve sıfatlarıyla birlikte
kendindenliğinin O’nun dışında hiçbir varlık tarafından bilinmemesi demektir.
Tanrı’nın zatının
bilinemeyeceği meselesi Clarke açısından açık bir konudur. Bu durumu diğer
varlıklarla kıyas eden Clarke esas itibariyle bizim hiçbir varlığın özünü tam
olarak kavrayamadığımızı iddia etmektedir. Ancak söz konusu bu durum tabii
olarak bizim Tanrı hakkında hiçbir şey konuşamayacağımız anlamına
gelmemektedir. Dolayısıyla Clarke’a göre biz hem Tanrı’nın sıfatları ve
fiilleri hakkında konuşabiliriz hem de O’nun varlığının zorunluluğunu ortaya
koyabiliriz. Aksi takdirde Kantçı bir anlayışla kavramlarımızı Tanrı’ya
uygulayamayacağımızı iddia etmiş oluruz ki böyle bir durumda da Tanrı’nın
bütünüyle bilinemez olduğunu iddia etmiş oluruz (Plantinga, 2014, s. 17-18). Bu
da sonuç olarak bizi agnostisizme götürecektir. Dolayısıyla bir teist Tanrı
hakkında konuşmanın pekâlâ mümkün olduğunu savunabilir. Clarke esas itibariyle
Tanrı hakkında konuşup konuşmama ile ilgili olarak herhangi bir tartışmaya
girmemiştir. Geleneksel Hristiyan inancından hareketle Tanrı hakkında
konuşabilmenin mümkün olduğunu varsayarak temel iddialarını öne sürmüştür.
Burada ele alınması gereken
bir diğer sorun ise Clarke’ın Tanrı hakkında konuşurken nasıl bir din dilini
varsaydığıdır. Öncelikle şunu söylemek gerekir ki tenzihi dil dediğimiz Tanrı
hakkında herhangi bir olumlu cümle kuramama iddiasını (Koç, 2017, s. 56) Clarke
hiçbir şekilde gündemine almamıştır. Daha sonra göreceğimiz üzere Clarke
Tanrı’nın sıfatlarını, kendi deyimiyle a priori bir şekilde ortaya koyarken
genel itibariyle olumlu bir dil kullanmıştır. Öte taraftan Clarke bu olumlu
dili kullanırken bizde eksik ve sınırlı bir şekilde var olan bazı
mükemmelliklerin Tanrı’da sonsuz ve sınırsız bir şekilde var olduğunu iddia
ederek (Vailati, 1997, s. 20) esasında temsili dili kullanmış olmaktadır.
Dolayısıyla Clarke’ın Tanrı ile ilgili görüşlerini dile getirirken genellikle
temsili dili kullanmış olduğunu söyleyebiliriz. Eğer temsili dili, varlığın
farklı mertebeleri arasındaki benzerlik ilişkisi şeklinde tanımlarsak kuşkusuz
bu dili kullanma amacımız görünen âlemden hareketle görünmeyen âlem hakkında
yargıda bulunmak olur (Kuvancı, 2016, s. 139). Dolayısıyla Clarke’ın amacının
da burada bizim sınırlı bir şekilde algıladığımız mükemmellikleri Tanrı’ya
sonsuz ve sınırsız bir şekilde yüklemlemek olduğundan bu dilin kullanılması
kaçınılmaz olur. Çünkü temsili dil, esas itibariyle nispeten iyi bilinen bir
şeyden hareketle oluşturduğumuz bir kavramı nispeten daha az bilinen bir şeye
uygulamaktır (Koç, 2017, s. 70). Dolayısıyla biz Tanrı’nın bilen olduğunu iddia
ettiğimizde, buradan hareketle böyle bir sıfatın mükemmeliyet bildirdiğini ve
biz de kısıtlı bir şekilde bulunan bu bilginin Tanrı’da sınırsız bir şekilde
bulunduğunu iddia etmiş oluruz.
Clarke her ne kadar kullanmış
olduğu dil ile ilgili herhangi bir fikir öne sürmese de onun genel
felsefesinden anladığımız temsili dili kullanmış olduğudur. Ancak burada dikkat
çeken bir diğer husus ise onun bu konuda ikili bir ayırıma gitmiş olmasıdır. Clarke
Tanrı’nın zatının mükemmeliyetini gerektiren sıfatlar ile ahlakî sıfatların
kaynak olarak birbirinden farklı olduğunu iddia etmiştir. Tanrı’nın
mükemmelliği için zorunlu olan, ilim ve kudret gibi sıfatlar Tanrı’nın zatının
zorunluluğu yoluyla var iken ahlakî sıfatlar iradesinin zorunlu sonucu olarak
vardırlar.
Clarke’ın ahlakî
mükemmellikler konusunda takındığı tavır genel itibariyle bizim günlük dilde
ifade ettiğimiz ahlakî sıfatlar ile Tanrı’da var olan veya olması gereken
sıfatların aynı olması gerektiği yönündedir. Sözgelimi Tanrı için kullandığımız
adalet ile insanlar için kullandığımız adalet aynı anlamdadır. İkisi arasında
herhangi bir farklılık söz konusu değildir. Aksi takdirde Tanrı’nın adaletini
anlayamaz ve bu adaleti kendi hayatımıza tatbik edemezdik. Çünkü böyle bir
durumda adalet mefhumu dediğimiz şey bizim zihinlerimiz için kapalı ve tamamen
anlaşılmaz olurdu (Clarke, 1998, s. 143-146). Dolayısıyla Clarke’ın ahlakî
sıfatlar ile ilgili olarak kullanmış olduğu dilin daha çok tek anlamlı dile
yakın olduğunu söyleyebiliriz. Clarke’ın özellikle Tanrı’nın değişmezliği
hususunda sıfatlar arasında yapmış olduğu ayırım, bize açıkça göstermektedir ki
Tanrısal doğanın zorunluluğundan kaynaklanan sıfatların, beşeri sıfatlarla bir
benzerliği olsa da, ahlakî sıfatlar benzerlikten öteye geçmiş, beşeri
sıfatlarla aynı manaya gelmişlerdir. Her ne kadar ahlakî sıfatlar, Tanrı’nın
ilmine ve kudretine bağlı olsa da, Clarke’ın bu hususta yapmış olduğu ayırım ve
ahlakî sıfatları açıklama biçimi, onun ahlakî sıfatlarla ilgili kullanmış
olduğu dilin tek anlamlı bir dil olduğunu göstermektedir.
Tanrı’nın Varlığına İlişkin Argümanlar
Tanrı’nın varlığı ile ilgili
argümanlar genel olarak a priori ve a posteriori olarak iki üst başlıkta
incelenir. A priori ve a posteriori delillerin ayırımı argümanı oluştururken
kullandığımız yönteme dayanmaktadır. Burada önemli olan husus argümanın
tecrübeye dayanıp dayanmadığıdır. Eğer argüman herhangi bir tecrübeye
dayanmaksızın sırf akli çıkarımlarla ortaya konuluyorsa bu durumda argümana a
priori argüman denilmektedir. Şayet argüman tecrübi bilgilerimize dayanıyorsa
bu durumda da argümanın a posteriori olduğunu söylemek mümkündür (Erdem, 2011,
s. 98).
A priori olarak elde edilen
deliller için en iyi örnekliği ontolojik delil temsil ederken, a posteriori
deliller için en iyi örnekliği kuşkusuz kozmolojik argümanlar temsil etmektedir
(Aydın, 2014, s. 24). Ontolojik argümanı kozmolojik argümandan ayıran en temel
özelliklerden birisi de kozmolojik argümanın en son vardığı mükemmel varlık fikrini,
ontolojik delilin kendisine bir çıkış noktası yapmasıdır (Aydın, 2014, s. 27).
Dolayısıyla argümanların yapısındaki temel farklılığa göre, kozmolojik delilde
eserden müessire doğru bir gidiş söz konusu iken, a priori delilde müessirin
özelliklerinden yine müessire bir geçiş söz konusudur.
Ontolojik delilin yaygın
kullanımına baktığımız zaman ise, delilin daha çok Tanrı kavramının
açımlamasıyla Tanrı’nın varlığını ispat etmeye çalışan bir delil türü olduğu
görülür (Reçber, 2018, s. 123).
Ontolojik delil denilince akla
ilk gelen hiç şüphesiz Anselm’in geliştirmiş olduğu argümandır. Ancak Anselm’in
söz konusu argümanı Tanrı’nın varlığını ispat etmek için değil, daha çok
inandığı Tanrı’nın nasıl bir varlık olduğunu anlamak için kullandığı iddia
edilmiştir. Başka bir ifadeyle Anselm aslında söz konusu argümanını Tanrı’nın
varlığını ispat eden bir argüman olarak geliştirmemiştir. Onun esasında
argümanı bir dua mülahazasıyla ele aldığı savunulmuştur. Ancak ondan sonra
gelen mütefekkirler Anselm’in bu görüşlerini bağımsız bir argüman olarak ele
almışlardır (Peterson, Hasker, Reichenbach, & Basınger, 2011, s. 131; Dağ,
1978, s. 288). Ontolojik argümanın tarihine baktığımız zaman onun köklerini
İslam felsefesinde bulmak pekâlâ mümkündür. Ancak Aydın’a göre ontolojik delili
argümantatif bir tarzda ele alıp geliştiren ve felsefeye mal eden kişi
Anselm’dir (Aydın, 2014, s. 27).
Clarke da Tanrı’nın varlığını
ispat etmek için a priori argümanı kullandığını ifade eder. Ancak onun
kullanmış olduğu bu argüman bir çok felsefeci tarafından kozmolojik argüman
olarak nitelendirilmiştir (Aydın, 2014, s. 43; Rowe, 1971; Reichenbach, 2018).
Clarke’ın argümanının kozmolojik argüman olduğunu öne sürenlerin temel
gerekçelerinin onun yeterli neden ilkesine başvurması ve geriye doğru bir
nedenler zincirinin imkansız oluşuna yaptığı atıf olduğunu söyleyebiliriz
(Reichenbach, 2018).
A Demonstration of the
Being and Attributes of God isimli eserinde delilini tümden gelimsel bir
şekilde ele alan Clarke deliller arasında bir ayırıma gitmiş ve kendisinin
neden kozmolojik argümanı değil de a priori argümanı tercih ettiğini
anlatmıştır. Ancak Clarke’ın delilinin a priori argüman mı yoksa kozmolojik
argüman mı olduğunu kestirmek zordur.
Benzer şekilde İbn Sina’nın
Tanrı ispatlamasında kullanmış olduğu delili de tartışma konusu olmuş ve birçok
kişi tarafından a priori delil mi yoksa a posteriori delil mi olduğu
tartışılmıştır (Mayer, 2003).
İbn Sina’nın kullanmış olduğu
argümanı H.A. Davidson görünüş itibariyle kozmolojik argüman olduğunu ileri sürerken,
P. Morewedge zorunlu varlıktan hareketle oluşturulan argümanın analitik bir
yapıya sahip olduğunu, dolayısıyla İbn Sina’ın delilinin a posteriori bir delil
değil a priori bir delil olduğunu ileri sürmüştür (Mayer, 2003, s. 255256).
Ayrıca İbn Sina zorunlu varlıktan hareket ederken bu kavramların dış dünyadan
bağımsız olduğunu, bunların zihinde a priori olarak bulunduğunu iddia etmiştir.
Dolayısıyla argümanın çıkış noktasının a posteriori değil a priori olduğunu
ifade etmiş olmaktadır (Kutluer, 2002, s. 89). Ayrıca Engin Erdem, İbn Sina’nın
delili ile ilgili yazdığı makalede delilin eserden müessire ve duyusal olandan
duyusal olmayana doğru bir yol takip etmediğinden kozmolojik argüman olarak
adlandırmanın mümkün olmadığını ifade etmiştir. Bununla birlikte Erdem, her ne
kadar söz konusu delilin ontolojik argüman olarak nitelendirilmesinin pek
yanlış olmayacağını ifade etse de, delil ile ilgili yeni bir teklifte
bulunmaktadır. Ona göre İbn Sina’nın metafizik ile ilgili görüşleri göz önünde
bulundurulduğunda delile metafizik delil demek daha uygun olacaktır (Erdem,
2011, s. 112-113). Daha sonra göreceğimiz üzere Clarke’ın Tanrı’nın sıfatları
hususunda takip ettiği yol İbn Sina’nın Tanrı’nın birliği, değişmezliği ve her
şeyin ilkesi olması gibi meseleleri duyusallara başvurmadan tamamen akli
kavrayışlarla ortaya koyduğu yönteme çok benzemektedir.
Clarke ile İbn Sina arasındaki
en büyük benzerliğin Tanrı’nın sıfatlarını ele alış biçiminde olduğunu söylemek
mümkündür. Öte taraftan ikisinin de temel amacı Tanrı’nın varlığını herhangi
bir tecrübeye dayanmaksızın salt akli çıkarımlarla ispat etmektir. Dolayısıyla
her iki filozof da Tanrı’nın varlığını ispat ederken duyusal tecrübelere
başvurmamışlardır. Bir diğer benzerlik noktası da ikisinin de argümanının temel
kavramının zorunluluk kavramı olmasıdır. Zorunlu varlık fikri, her iki
filozofun Tanrı ispatlamasında önemli bir yer tutmakla birlikte, aynı zamanda
Tanrı’nın diğer sıfatlarını da ispat etme hususunda önemli bir rol
oynamaktadır. Sözgelimi Clarke’ın argümanında Tanrı’nın bir oluşu, tamamen
zorunlu varlık fikri üzerinden temellendirilmiştir. Benzer şekilde İbn Sina da
Tanrı’nın birliği hususunda zorunlu varlık fikrinden hareket etmiştir.[9]
Her iki filozofun delilleri
birçok açıdan birbirine benzese de delillerin kullanma amaçlarının birbirinden
farklı olduğu söylenebilir. İbn Sina’nın delilini ele alış biçimi ve böyle bir
delili kullanma nedeni tamamen metafizik kaygılardır. Başka bir deyişle İbn
Sina’nın bu delili tercih etmesinin asıl nedeni kendi metafizik düşüncelerinin
bütünlüklü ve tutarlı olmasını sağlamaktır. Yoksa böyle bir yöntem kullanarak
insanların Tanrı’ya inanmalarını sağlamak değildir (Erdem, 2011, s. 113).
Clarke’ın amacı ise ateistlerin Tanrı’nın varlığına karşı getirmiş olduğu
argümanları çürütmek ve Tanrı’nın varlığını kesin bir şekilde ortaya koymaktır.
Bundan dolayı Clarke Tanrı’nın varlığını ve bazı özelliklerini dile getirirken
yer yer a posteriori argümana başvurmaktan da kaçınmaz. Clarke özellikle
Tanrı’nın kudreti, hikmeti ve yüce bir yaratıcı oluşu gibi bazı özellikleri a
posteriori argümanla temellendirme yoluna gider (Clarke, 1998, s. 118-123).
Erdem, makalesinde İbn
Sina’nın kullanmış olduğu delilin kesin bir şekilde kozmolojik argüman
olmadığını iddia etmiştir (Erdem, 2011, s. 112). Erdem’in böyle bir yargıya
ulaşmasında iki temel gerekçesinin olduğunu görmek mümkündür. Bunlardan
birincisi İbn Sina’nın delili ele alış biçimiyken diğeri delili kullanma
amacıdır. Delilin kullanış amacı ister metafizik kaygılar olsun isterse de başka
bir şey olsun söz konusu gerekçe delili kozmolojik veya ontolojik argüman
yapmaz. Ancak Erdem’in, İbn Sina’nın delilini ele alış biçiminden hareketle
ontolojik argümana daha yakın görmesi, argüman türlerinin tanımıyla uygunluk
arz etmektedir. Dolayısıyla a posteriori argümanı duyusallardan hareketle
oluşturulan bir argüman olarak tanımladığımızda ne İbn Sina’nın argümanı ne de
Clarke’ın argümanı a posteriori argüman olamaz. Çünkü daha önce de
belirttiğimiz üzere her iki filozof da salt akli çıkarımlardan hareketle Tanrı
ispatlamalarını yapmışlardır. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki Erdem’in İbn
Sina’nın deliline metafizik delil demesi nasıl uygunsa Clarke’ın da kendi
deliline a priori delil demesi aynı şekilde uygundur. Hem söz konusu ettiğimiz
uygunluktan dolayı hem de Clarke’ın kendisi eserlerinde argümanını a priori
argüman olarak belirtmesinden dolayı biz de tez boyunca Clarke’ın argümanını a
priori argüman olarak ele alacağız. Ancak Clarke argümanını oluştururken
ezelden bir şeylerin var olması gerektiğini, şimdi bir şeylerin var olmasına
bağlamaktadır. Ayrıca ezeli olan varlığın bağımsız olmasını da “olumsal olan
her şeyin dışsal bir nedeni vardır” şeklindeki ilkeye dayandırır. Dolayısıyla
Clarke’ın argümanını kurarken duyusallara başvurduğunu iddia edebiliriz. Ancak
Clarke’ın argümanın devamında bu ezeli ve bağımsız olan varlığın gel eneksel
Tanrı olduğu, yani belli sıfatlara haiz bir Tanrı olduğu yargısına ise
duyusallara başvurmadan salt akli çıkarımlarla ulaşmış olduğunu söyleyebiliriz.
Clarke Tanrının varlığı ve
sıfatlarını ele alırken tümdengelimsel bir metot kullanır. Meseleyi bu şekilde
ele alması çağdaşı birçok kişi tarafından eleştirilir. Özellikle İngiliz teolog
Daniel Waterland (1683-1740) söz konusu meseleyle ilgili Clarke’ı eleştiren bir
yazı kaleme almıştır. Clarke da Waterland’ın eleştirilerine cevap vermiş ve
neden a posteriori argümanı değil de a priori argümanı tercih ettiğini
açıklamak için Waterland’a bir mektup yazmıştır (Clarke, 1998, s. 118-123).
Clarke öncelikle a posteriori
argümanın kullanışlı bir argüman olduğunu dile getirir. Ona göre a posteriori
argümanın anlaşılması da a priori argümandan daha kolaydır. Normal bir zihnin
çok rahatça a posteriori argümanı anlamasından dolayı bu argüman üzerinde ısrar
etmek de gerekir. Clarke her ne kadar a posteriori argümanın bazı güçlü yönleri
olduğunu söylese de a priori argümanın daha güçlü olduğunu ve Tanrı’nın
sıfatlarını açıklama hususunda da daha başarılı olduğunu ileri sürmüştür.
Clarke’ın a priori argümanı kullanma gerekçelerinden birisi ateistlerin
Tanrı’nın varlığına ve sıfatlarına yönelik metafizik nedenlerle ileri sürmüş
oldukları itirazlara a priori olarak cevap vermenin daha doğru olacağı
fikridir. Clarke’ın bir diğer önemli gerekçesi ise a posteriori argümanın
Tanrı’nın sıfatları hakkında pek bir şey söyleyememesidir. Sözgelimi Clarke’a
göre a posteriori argüman her şeyin ilk nedeninin yarın var olacağını hiçbir
şekilde gösteremez. Tanrı’nın bu manada ebedi oluşunu biz ancak a priori
argümanlarla ispat edebiliriz. Ayrıca Tanrı’nın birliği, sınırsız oluşu, her an
her yerde oluşu veya kendisinden daha mükemmel olanının düşünülemeyeceği varlık
oluşu gibi özellikler, ancak kendinden varlığın veya zorunlu varlığın a priori
olarak düşünülmesi sonucunda elde edebileceğimiz özelliklerdir. A posteriori
argüman ise evrenin geçici fenomenlerinden hareketle bize bir şey söylediği
için argümanın bu hususta bize söyleyeceği şey bu geçici fenomenlerin var
olmaları ve varlıklarını idame ettirmeleri için kudret ve hikmet sahibi bir
varlığa muhtaç olmalarıdır. Ayrıca a priori argümanın bir diğer özelliği de
argümanın daha kesin oluşudur. Clarke özellikle a priori olarak inşa ettiği
argümanın ve buradan hareketle temellendirdiği Tanrı sıfatlarının, hiçbir
şekilde çürütülemez olduğunu iddia etmiştir (Clarke, 1998, s. 119-120).
Clarke argümanını anlatmaya
geçmeden önce ateistlerin bazı iddialarını ele alır ve onlara kısa cevaplar
verir. Bu iddialar esas itibariyle argümantatif bir tarzda olmayan ama genel
olarak ateistlerin ağızlarına pelesenk ettiği yargılardır. Clarke da bu
iddiaları argümantatif bir tarzda ele almayıp kısaca cevaplamaktadır.
Clarke ateistlerin tek tip
olmadığını ifade eder. Ona göre ateistleri genel olarak üç gruba ayırabiliriz.
Bunlardan birincisi cahil ve aptal olanlardır. Ona göre bu türdeki kişiler
hiçbir şey hakkında yeterince düşünmezler. Hayatlarını tıpkı bir hayvan gibi
geçirirler.
İkinci grup ise nefsinin
kölesi durumuna gelmiş kimselerdir. Bunlar da nefsin arzularını yerine
getirmekten ve ahlaksız yaşamlarından dolayı sahip oldukları zihinlerini de
ifsat etmiş kişilerdir. Üçüncü ve Clarke için esas önemli olan grup ise
Tanrı’nın varlığını ve sıfatlarını sağlam delillerle çürüttüklerini iddia eden
ve bunu spekülatif akıl yoluyla yapanlardır (Clarke, 1998, s. 3).
Ateistlerin söz konusu temel
iddialardan birisi bizim sahip olduğumuz Tanrı kavramının hiçbir doğadan ve
gerekçeden doğmayıp bilakis siyasetçilerin ve sanatkârların uydurması
olduğudur. Ancak Clarke’a göre bu durum onların iddialarını değil, bilakis
karşı argümanı güçlendirir. Çünkü bu durum, insan topluluklarının Tanrı
inancına sahip olmaya meyilli olduklarını açık bir şekilde göstermektedir.
Başka bir ifadeyle eğer Tanrı kavramını siyasetçiler ve sanatçılar uydurmuş,
diğer insanlar da buna inanmışsa bunun bir sebebi olmalıdır. Bütün insanların
sadece siyasetçilerin ve sanatçıların söylemi ile Tanrı’ya inandıklarını
söylemek makul değildir. İnsanlar eğer onların söylemi ile Tanrı’ya
inanmışlarsa bunun altında yatan başka bir neden olmalıdır. Bu durumda, en
makul sebep ise insanların Tanrı inancına sahip olmaya meyilli olduklarıdır.
Dolayısıyla Clarke burada kendisine bir avantaj sağlayıp, insanın bu meylinin
de kendi kendine oluşamayacağını, onun sahip olduğu bu meylin Tanrı tarafından
yerleştirildiğini ima etmiş olmaktadır.
Ateistlerin bir diğer
iddiası ise dünyanın şans eseri olduğu, yıkımların ve inşaların yine şans eseri
meydana geldiğidir. Ancak Clarke’a göre bu durum, arzu edilir bir şey değildir.
Çünkü böyle bir durum arzu edilir bir yaşam için uygun değildir. Bu minvalde
muhtemel olan şey herhangi bir tadilat umudu olmayan devamlı bir yıkımdır. Arzu
edilen ve uygun olan dünya tasarımı ise, ancak mutlak kudret ve hikmet sahibi
salt iyi bir Tanrı’nın yürütmesinde ve korumasında olur. Clarke’a göre dünyanın
hükümranının akıllı, hikmetli, adil ve iyi bir varlık oluşu akıllı bir adam
için arzu edilir bir şeydir (Clarke, 1998, s. 4). Dolayısıyla Clarke’ın ele
aldığı bu husus da bir Tanrı ispatlaması değil, Tanrı’nın yarattığı ve
hükmettiği bir dünyanın, tesadüf eseri oluşan ve şansla varlığını sürdüren bir
dünyadan daha iyi olduğudur. Clarke’ın burada yaptığı şey yine kendi iddiasının
ateistlerin iddiasından daha makul olduğunu göstermektir.
Clarke’a göre eğer ateistler
maddi dünyanın yapısındaki bazı kusurları ve noksanlıkları dile getirerek,
Tanrı’nın varlığına karşı bir argüman olarak ileri sürüyorlarsa da bu
durumda onlar, bütün kusur ve
noksanlıklardan münezzeh olan akıllı ve hikmet sahibi bir varlığın yapmış
olduğu dünyadan daha iyi bir dünyanın olmuş olabileceğini kabul etmek zorunda
kalırlar ki böyle bir şey de mümkün değildir (Clarke, 1998, s. 5). Clarke’ın
burada söz konusu ettiği hususun esasında tabii kötülük olduğunu
söyleyebiliriz.[10] Çünkü dünyanın yapısındaki
bozukluktan kastın depremler, seller vb. şeyler olduğu açıktır. Clarke’a göre
birincisi bu tabii kötülük diye tabir ettiğimiz şeyler, sınırsız hikmet ve akıl
sahibi bir varlığın yaratmış olduğu dünyanın kötü olduğunu göstermez. İkinci
husus olarak Clarke’a göre sınırsız hikmet ve akıl sahibinin yarattığı dünyadan
daha mükemmel bir dünya olamaz. Dolaysıyla ateistlerin mevcut olan dünyadan
daha iyi bir dünyanın olabileceği iddiası Clarke açısından çelişik bir
ifadedir. Durumu daha açık hale getirmek için Clarke’ın söylediklerini
önermelerle ifade edip haklı olup olmadığını ortaya koyabiliriz.
En mükemmel dünyayı sınırsız hikmet ve akıl sahibi bir
varlık yaratabilir.
Mevcut dünyayı da sınırsız hikmet ve akıl sahibi bir
varlık yaratmıştır.
O halde; mevcut dünya düzeni olabilecek en mükemmel
düzendir.
Yukarıdaki argümanın sonucunu
başka bir argüman için öncül yapıp, Clarke’ın diğer iddiasıyla
birleştirdiğimizde karşımıza çıkacak durum şöyledir:
Mevcut dünya düzeni olabilecek en mükemmel düzendir.
Dünyanın yapısında bazı bozuklukların olduğunu iddia
etmek, dünyanın mevcut halinden daha iyi olabileceği anlamına gelmektedir ki bu
önceki öncüllerle çelişir.
O halde; dünyanın yapısında bozukluklar yoktur.
Argümanın ilk kısmındaki sonuç
öncüllerden zorunlu bir şekilde çıkmamaktadır. Dolayısıyla argüman geçersizdir.
Zorunlu bir sonuç olabilmesi için sınırsız hikmet ve akıl sahibi olan varlığın
aynı zamanda bunu istemesi ve bunu yapmaya kudretinin de yetmesi gerekir. Ancak
her ne kadar biz zımnen yeterli kudretin olduğunu kabul ediyorsak da Tanrı’nın
mükemmel bir dünyayı yaratıp yaratmaması O’nun iradesine bağlıdır. Dolayısıyla
argümanın geçerli olabilmesi için bizim aynı zamanda Tanrı’nın bunu irade
ettiğini de bilmemiz gerekir. Öte taraftan ilk argümanın geçerli ve sağlam
olduğunu kabul etsek dahi beşinci öncülün kesin bir şekilde doğru olduğunu
söylemek pek mümkün görünmemektedir. Çünkü şayet yapısal bozukluktan kastımız
deprem, sel ve heyelan gibi afetler ise bunların kesin bir şekilde bozukluk
olduğunun ispat edilmesi gerekir. Yoksa bizim bunları bozukluk olarak görmemiz
onların kesin bir şekilde bozukluk oldukları anlamına gelmemektedir. Öte yandan
bunların mükemmel bir dünya için gerekli olmadığını iddia etmek de afaki bir
iddia olacaktır.
Clarke’ın ateistlere
yönelttiği eleştirilerini dile getirdikten sonra ateistlerin bu konudaki
argümanını ele alırsak karşımıza şöyle bir durum çıkacaktır:
Şayet mutlak kudret, mutlak hikmet ve salt iyi bir Tanrı
varsa dünyada yapısal bozuklukların olmaması gerekir.
Dünyada yapısal bozukluklar bulunmaktadır.
Modus Tollens[11] formunda olan bu argümanı
incelerken ele almamız gereken husus kuşkusuz öncüllerin doğruluğu meselesidir.
Çünkü argüman formunda herhangi bir hatanın olduğunu söylemek mümkün değildir.
Clarke’ın argümanı için söylediğimiz Tanrı’nın irade etme meselesi burada da
karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla birinci önermenin doğru olması için
Tanrı’nın yapısal bozukluktan azade bir dünyayı yaratmayı dilemesi gerekir.
Ancak Tanrı’nın böyle bir iradede bulunup bulunmadığını bilememekteyiz. Her ne
kadar ateistler Tanrı’nın salt iyi oluşu iddiasından hareketle bu şekilde irade
etmesi gerektiğini düşünüyorlarsa da, Tanrı’nın onların dediği şekilde irade
etmemek için başka gerekçeleri de bulunabilir. Öte taraftan birinci öncül doğru
olsa dahi ikinci önermenin doğruluğu da kuşkuludur. Clarke’ın argümanını
incelerken ifade ettiğimiz üzere deprem, sel ve heyelan gibi şeylerin olduğu
doğrudur. Fakat bize yapısal bozukluk gibi gelen bu şeylerin gerçekten öyle
olup olmadığını kestirmek zordur. Daha doğru bir ifadeyle söz konusu ettiğimiz
örnekler mükemmel dünya düzeni için bir bozukluk mu yoksa mükemmel dünya düzeni
için gerekli şeyler midir?
Dolayısıyla bunların mükemmel
bir dünya düzeni için gereksiz olduğunu iddia etmemiz doğru mudur? Öte taraftan
yapısal bozuklukların olmadığı bir dünyanın daha iyi olacağını iddia etmek ne
derece makuldür? Bu ve benzeri sorulara verilecek cevaplar kuşkusuz ikinci
öncülün doğruluk değerini belirleyecektir. Ancak bu sorulara olumlu cevap
vermek pek mümkün görünmemektedir. Bu hususları göz önünde bulundurduğumuzda
kanaatimizce ateistlerin iddialarının da güçlü olduğunu söylemek mümkün
değildir.
Clarke’ın ele aldığı diğer
husus ise ateistlerin dünyadaki eşitsizlikten ve adaletsizlikten hareketle
Tanrı’nın inayetinin olmadığını, dolayısıyla Tanrı’nın olmadığını ileri
sürmeleridir. Clarke söz konusu hususu şu şekilde dile getirmektedir: “Şayet
onların iddia ettikleri husus dünyanın yönetiminde eşitsizliklerin olduğu ve
böylelikle Tanrı’nın inayetinin olmadığı ise, bu dünyanın bizâtihi kendisinin
sadece şans eseri veya akılsız bir zorunluluktan doğmuş olması anlamına
gelecektir ki bu da daha iyi bir durum değildir. Dünyanın adalet ve hikmet
sahibi bir varlık tarafından yönetiliyor olması daha uygun ve daha arzu edilir
bir şeydir” (Clarke, 1998, s. 5).
Clarke’ın burada ele aldığı
meselenin kısmen ahlakî kötülük problemi ile ilgili olduğunu söyleyebiliriz.[12] Clarke’ın vermiş olduğu kısa
cevabına göre dünyanın şans eseri olmasındansa, dünyanın adalet ve hikmet
sahibi bir yaratıcı tarafından idare edilmesinin daha arzu edilir bir şey
olmasıdır. Clarke’ın bu cevabından dünyanın adalet ve hikmet sahibi bir
yaratıcı tarafından yönetildiği sonucu çıkmaz. Dolayısıyla buradan hareketle
herhangi bit Tanrı ispatlaması yapmak da mümkün değildir. Clarke’ın amacının
bir ispat öne sürmek olmadığından ve ateistlerin iddialarının makul olmadığını
ortaya koymak olduğundan Clarke’ın cevabının yerinde olduğunu söylemek
mümkündür. Nitekim Clarke’ın ifadelerinden çıkabilecek en iyi sonuç; insanlar
için adalet ve hikmet sahibi bir varlığın dünyayı yönetiyor olmasının, şans
veya tesadüf eseri var olan bir dünyadan daha iyi olacağıdır.
Clarke’ın ele aldığı bir diğer
mesele ise, dünyanın sonsuz ve zorunlu bir şekilde bizâtihi var olduğu
iddiasıdır. Clarke’a göre “eğer her şey sonsuz ve zorunlu bir şekilde bizâtihi
var oluyorsa ve sonuç olarak her şey kör ve sonsuz bir kaderle kuşatılmışsa bu
durumda rasyonel hiçbir varlık, özgürlüğün ve seçimin, her şeyin belirlenmiş
olduğundan daha uygun olduğunu iddia edemez. Tıpkı bir taşın mutlak ve
kaçınılmaz bir kaderle yere düşmesi gibi” (Clarke, 1998, s. 5).
Clarke’ın söz konusu
ifadelerinden asıl eleştirdiği kişinin Spinoza olduğunu söylemek mümkündür.
Ancak Clarke’ın kendisi, eleştirdiği kişinin Spinoza olduğunu belirtmediğinden
bizim bu eleştirileri Spinoza’ya yöneltmemiz ve ona göre değerlendirmelerde
bulunmamız pek uygun olmayacaktır. Dolayısıyla Clarke’ın eleştirdiği fikirlerin
alelade bir ateiste ait olduğu varsayımından hareketle bu fikirleri
değerlendirmek daha uygun olacaktır. Clarke’ın buradaki amacı da herhangi bir
Tanrı ispatlaması öne sürmek değildir. Onun kastının, dünyadaki her şeyin
zorunlu olduğunu iddia etmekle, insanın da yapmış olduğu her eylemi
zorunlulukla yapmış olduğunu iddia etmekle aynı şey olduğunu söyleyebiliriz.
Clarke’a göre insanoğlunun sahip olduğu en mükemmel şey özgür iradedir. Hâlbuki
söz konusu durumda kişinin iradesi diye bir şey kalmayacaktır. Dolayısıyla
Clarke’a göre makul her adamın dünyanın bizâtihi kendisinin ve onun içinde
meydana gelen her şeyin zorunlulukla olduğuna karşı çıkması gerekir. Clarke’ın
söylediklerinin bir zemine oturması için tartışmamız gereken husus özgür
iradenin gerçekten onun söylediği kadar önemli olup olmadığıdır. Herkes özgür
iradenin kişinin sahip olduğu en mükemmel özellik olduğunu kabul etmeyebilir,
ancak zannımızca Clarke’ın dediği gibi makul her insan özgür iradenin, kişinin
sahip olduğu en değerli özelliklerden biri olduğunu bilir.
Clarke’ın bazı ateistlerin
spekülatif akıl yoluyla Tanrı’nın varlığı aleyhine delil getirdikleri
söyleminde haklılık payı bulunmaktadır. Ancak söz konusu sorunları da iyi bir
şekilde ele alıp titizlikle değerlendirmek gerekmektedir. Çünkü her ne kadar
ileri sürülen bu iddialar, doğrudan Tanrı’nın yokluğunu ispat etme çabasında
değillerse de, O’nun varlığını zayıflatma amacı taşıdıkları açıktır. Buna
rağmen Clarke’ın daha sonra göreceğimiz üzere a priori argümanını ortaya koyma
hususunda göstermiş olduğu dikkati ve titizliği burada aynı şekilde
gösterdiğini söylemek mümkün değildir.
Clarke’a göre ateistler,
Tanrı’nın varlığı ve sıfatları ile ilgili argümanları ciddiyetle ve tarafsız
bir şekilde düşünürlerse argümanın Tanrı’nın varlığını ve sıfatlarını ispat
etmiş olduğunu görürler. Kişinin hatalarını keşfetmesi için ön yargısız ve
sabırlı bir şekilde karşısındakini dinlemesi bir zorunluluktur. Dolayısıyla
eğer ateistler de ön yargısız ve sabırlı bir şekilde Tanrı ispatlamasında
kullanılan delilleri tetkik ederlerse, delillerin Tanrı’nın varlığını ispat
ettiğini görmüş olurlar (Clarke, 1998, s. 6).
Clarke Tanrı’nın varlığı ve
sıfatlarıyla ilgili daha önce birçok argümanın dile getirildiğini ve
anlaşılması halinde bu argümanların birçok hususu izah ettiğini ifade eder.
Ancak Clarke’a göre bu argümanların gözden geçirilerek hatalardan arındırılması
gerekir. Örneğin, Clarke argümanlarda yer alan bazı kesin olmayan gerekçelerin
temizlenmesi suretiyle argümanların daha sağlam ve kesin hale
getirilebileceğini dile getirmiştir. Clarke mümkün olduğu kadar karmaşık ve
belirsiz şeylerden kaçınmak için sadece tek bir delil kullanacağını ve bu
delilin öncüllerini açık ve zorunlu bir şekilde birbiriyle ilişkilendirip,
önermelerin açık bir dizisini ortaya koymaya gayret edeceğini ifade eder.
Clarke amacının Tanrı’yı inananlara açıklamak ve anlatmak değil, sadece sağlam
ve inkâr edilemez gerekçelerle inanmayanları ikna etmek ve onlarda yerleşik
olan kuşkuları izale etmek olduğunu vurgular (Clarke, 1998, s. 7).
Clarke a posteriori argümanın
bazı açılardan sağlam olduğunu kabul etmiş ve Tanrı’nın bazı sıfatlarını
kendisi de bu yolla ispat etmeye çalışmıştır. Ancak ontolojik argüman hakkında
böyle düşünmez. Zira ona göre mükemmel varlık düşüncesi mükemmel varlığın
aktüel olarak var olduğunu göstermez. Clarke açısından sırf mükemmel varlık
düşüncesinden hareketle o varlığın bilfiil var olduğunu söylemek makul
değildir. Ona göre ontolojik delilin bize söylediği şey, zihnimizde mükemmel
varlık idesinin olmasından dolayı, mükemmel varlığın aktüel olarak var
olmasının mümkün oluşudur. Çünkü imkânsız olan hiçbir şeyin idesi olamaz.
Dolayısıyla mükemmel varlığın aktüel olarak var olduğunu kesin bir şekilde
ispat edebilmemiz için başka şeylere de ihtiyaç vardır. Sözgelimi, benim bu ide
ile ilgili başka düşüncelere de sahip olmam gerekir. Bu idenin benim varlığıma
bağlı olmaması gerekir. Yani biz olmadan da bazı şeylerin aktüel olarak var
olduğu düşüncesine sahip olmam gerekir. Ayrıca bu idenin olmadığını
varsaydığımızda mutlak imkânsızlığın nereden kaynaklandığını anlamam gerekir.
Clarke’a göre bu hususlar açıklanmadığı sürece mükemmel varlık idesinin aktüel
olarak var olduğunu iddia edemeyiz (Clarke, 1998, s. 16-17).
Clarke her ne kadar ontolojik
delilin sadece mükemmel varlık idesinin mümkün oluşunu gösterdiğini iddia etse
de Leibniz bu imkândan hareketle aktüel olarak da var olduğunu göstermeye
çalışmıştır. Leibniz’e göre sadece Tanrı mahiyeti gereği var olmalıdır.
Çünkü Tanrı’nın varlığı
mahiyetinin bir gereğidir. Tanrı kavramında herhangi bir tutarsızlık ve çelişki
bulunmaz. Başka bir ifadeyle Tanrı’yı mükemmel varlık olarak tanımladığımızda
ve O’nun bu tanımından dolayı zorunlu olarak var olması gerektiğini ifade
ettiğimizde herhangi bir çelişkiye düşmeyiz. Bu durum da Tanrı’nın zorunlu
olarak bilfiil var olduğunu göstermek için yeterlidir. Başka bir ifadeyle şayet
Tanrı’nın varlığı mümkünse, o zorunlu olarak vardır (Reçber, 2018, s. 123-124;
Beki, 2015, s. 141-142; Taylan, 2015, s. 25-27). Clarke’ın, Leibniz’in dile
getirmiş olduğu ontolojik argümanın bu versiyonu ile ilgili düşüncelerine hem
eserlerinde hem de mektuplaşmalarında rastlamadık. Ancak Clarke’ın genel olarak
ontolojik delili sağlam bulmadığını söyleyebiliriz.
A Posteriori Argüman
W. L. Rowe kozmolojik
argümanın Platon ve Aristoteles ile başladığını Aquinas, Duns Scotus, Leibniz
ve Clarke tarafından da geliştirildiğini ifade eder. Ancak yazara göre
kozmolojik argümanın tarihine baktığımız zaman argümanın iki yükseliş dönemi
vardır. Bu dönemlerin ilki, 13. yüzyılda Aquinas’ın Tanrı’nın varlığını ispat
etmek için kullanmış olduğu beş yol tarafından temsil edilir. Diğer yükseliş
dönemi ise, 18. yüzyılda Leibniz ve Clarke tarafından temsil edilir (Rowe,
1971, s. 49). Ancak yazarın burada ele aldığı argümanı kozmolojik argümandan
daha çok a priori argüman içinde değerlendireceğiz. Bunun nedeni ise daha önce
ifade ettiğimiz üzere argümanın a priori olarak nitelendirilmesinin daha doğru
olacağı şeklindeki yargımızdır.
Clarke Tanrı ispatlamasını ve
Tanrı’nın sıfatlarını a priori yöntemle ispat etmeye çalışır. Ancak bazı
durumlarda Clarke a posteriori argümana da başvurur. Özellikle Tanrı’nın akil
oluşunu ve yaptığı işlerin hikmetli oluşunu açıklarken daha çok a posteriori
argüman üzerinden hareket etmektedir. A posteriori argümanın da güçlü olduğunu
düşünen Clarke, argümanı yeniden ele alıp ispat etmeye girişmemiştir. Bunun
sebebi ise Clarke açısından argümanın genel olarak sağlam ve doğru bir şekilde
ortaya konulmuş olmasıdır (Clarke, 1998, s. 80).
Clarke evrendeki
mükemmelliklerin bizi ister istemez akıllı bir yaratıcıya götürdüğünü söyler.
Ona göre insan vücudunun özellikleri, gezegenlerin hareketleri ve devinimleri,
yeryüzündeki düzenlilik, gece ve gündüzün oluşumundaki mükemmellik kör bir
tesadüfün sonucu oluşamaz. Ona göre bütün bu şeyler akıllı bir yaratıcının
olduğunu gösterir (Clarke, 1998, s. 81-82). Clarke’ın bu şekilde tarif ettiği
kozmolojik delil esasında teleolojik delildir. Çünkü Reçber’in de ifade ettiği
üzere teleolojik delili kozmolojik delilden ayırt eden temel faktör; kozmolojik
delilin, âlemin salt varlığından hareketle, teleolojik delilin ise daha çok
alemin düzenliliğine ve gayeliğine yapılan vurgu ile oluşturulmuş olmasıdır
(Reçber, 2018, s. 135). Bundan dolayı Clarke her ne kadar eserinde kozmolojik
argüman kavramını kullansa da Clarke’ın kastının teleolojik 12
delil olduğu açıktır.
Teleolojik delilin zamanla daha
da sağlamlaştığını iddia eden Clarke, eşya üzerinde yapılan daha derin ve daha
doğru araştırmaların yeni keşiflerin ortaya çıkmasına zemin hazırladığını ve
böylelikle bizim de evrenin işleyişinin nasıl hikmetli olduğunu keşfetmemizi
sağladığını ifade eder.
Clarke, Epicurus ve onun
takipçilerinden olan Lucretius gibi filozofların dünyada birçok hatanın
olduğunu dillendirdiklerini ve böylelikle teleolojik delilin sağlam olmadığını
düşündüklerini ifade eder. Clarke, onların zamanında dünyanın veya insan tabiatının
sahip olduğu birçok özelliğin bilinmediğini oysa günümüz de hem insan anatomisi
ile ilgili hem de dünyanın bizzat kendisi ile ilgili birçok keşfin yapıldığını
ve onların günümüzde keşfedilen şeyleri görmüş olsalardı söylemiş oldukları
şeylerden dolayı utanacaklarını söyler (Clarke, 1998, s. 81-82).
A Priori Argüman
Clarke argümanını inşa ederken
öncelikle temel yargısını ortaya koyar. Başka bir ifadeyle Clarke ulaşmak
istediği sonucu öncelikle ifade eder ve daha sonra niye öyle olması gerektiğini
açıklamaya çalışır. Kendi iddiasını temellendirdikten sonra ise iddiasına karşı
yapılmış itirazları veya muhtemel itirazları ele alır ve karşı tarafın
iddialarının geçersizliğini ortaya koymaya çalışır.
Clarke’ın ilk yargısı “ezelden
beri var olan bir varlığın olması, mutlak ve inkâr edilemez şekilde kesindir.”
önermesidir. Clarke’a göre şimdi bir şeyler varsa, ezelden bazı varlıkların
olması gerektiği açıktır. Çünkü hiçbir varlığın ezeli olmadığını düşünmek,
şeylerin hiçbir neden olmadan hiçbir şeyden üretilmiş olduklarını iddia etmek
demektir. Bu durum da apaçık bir çelişkidir. Çünkü var olan her şeyin bir
varlık sebebi, varlığının dayandığı bir zemin vardır. Bir şeyin var olmasının
nedeni ya da varlığının dayandığı zemin bilinmeden o şeyin niçin yok değil de
var olduğu sorusu, cevaplanmamış bir soru olarak kalacaktır.
Var olan şeylerin var olma
nedenlerine bakacak olursak ya bunlar doğasının zorunluluğu nedeniyle ezelden
beri var olagelmişlerdir, ya da bazı diğer varlıkların iradesiyle var
olmuşlardır. Bu durumda da sebep olanın önce olması gerektiğinden, başka bir
irade tarafından var edilen varlıklar ezeli olamazlar. Dolayısıyla şunu
söyleyebiliriz ki var olan şeyler ister kendi doğalarının zorunluluğu ile var
olmuş olsunlar isterse de başka varlıkların iradesiyle var olmuş olsunlar her
iki durumda da en az bir ezeli varlığın varlığı kaçınılmazdır.
Ezeli bir varlığın olması
gerekliliği Clarke açısından dünyadaki en kesin ve en açık hakikatlerden
biridir. Clarke şimdiye değin yaşamış olan bütün ateistlerin de bu durumu kabul
ettiklerini iddia eder. Fakat bir varlığın ezelden beri var olagelmesinin nasıl
olduğu sorunu ise insan zihni açısından en zor problemlerden biridir. Bir şeyin
nasıl olur da ezelden var olmuş olduğunu kavramak bizim zihnimiz açısından neredeyse
imkânsız gibi bir durumdur.
Clarke’a göre bazı şeylerin
ezelden var olmaları gerektiği hususuyla ilgili bir ittifak vardır. Ancak
herhangi bir şeyin ezeliyetine karşı yapılan itirazlar sağlam bir gerekçeye
dayanmayan, bizim ezeliyetle ilgi yeterli bir düşünceye sahip olamayışımızdan
hareketle temellendirilmeye çalışılan itirazlardır. Yani esas itibariyle gerçek
bir itiraz yoktur. Yapılan itiraz ise sadece bizim ezeliyete dair tam bir
kavrayışımızın olmamasından dolayı böyle bir şeyin gerçekte olamayacağı
iddiasıdır. Ancak Clarke’a göre bizim ezeliyete dair tam bir kavrayışımızın
olmaması bir varlığın ezelden beri var olageldiği gerçeğini yadsımaz.
Dolayısıyla burada önemli olan husus ezeli bir varlığın olup olmadığı
meselesidir. Eğer ezeli bir varlığın var olması gerektiği ispatlanmışsa bunun
nasıllığı problemi başka bir sorundur. Bu sorun da Clarke’ın argümanını
oluşturmasında herhangi bir engel teşkil etmez. Bundan dolayı Clarke açısından
bu tür itirazlar, göz ardı edilmesi gereken itirazlardır ve bu itirazların
ezeliyete dair kıt bir anlayıştan kaynaklandığı çok sarihtir (Clarke, 1998, s.
8-9).
Clarke’ın ikinci öncülü ise
“ezelden var olmuş bir varlığın değişmeyen ve bağımsız varlık olması gerekir.”
yargısıdır. En az bir varlığın ezelden beri var olagelmesinin gereğini yukarıda
ifade etmiştik. Clarke’ın burada ele aldığı husus ise bu ezeli varlığın, diğer
bütün varlıkların varlık kaynağını almış olduğu, değişmeyen ve bağımsız bir
varlık olması gerektiği hususudur. Clarke’ın “değişmeyen” ve “bağımsızdan”
kastı bu ezeli varlığın dışsal bir nedeninin olmamasıdır.
Nitekim ezeli olan varlığın
bir nedeninin olması O’nu da nedenler zincirinin bir halkası haline getirir.
Dolayısıyla başka bir irade tarafından var olan varlıklar dizisi sadece bir
nedenler zinciri olarak kalacak ve bütün bu dizinin varlık kaynağını aldıkları
bir neden de olmayacaktır. Bu durumda da evrendeki her şey bir birinden
teselsül yoluyla var olmuş olacaktır. Ancak bu zincirin içinde yer alan hiçbir
varlık zorunlu olmadığı için bütün zincirin veya bütün bu varlık kümesinin
olumsal olduğu manası çıkacaktır. Olumsal olarak var olan her şeyin de dışsal
bir nedene ihtiyaç duyduğu açık olduğundan bu varlık kümesinin de bir nedeni
olması gerekir. Bu nedenin de yukarıda ifade ettiğimiz üzere bu kümenin bir
elemanı olmaması gerekir. Yani nedensiz olması gerekir. (Clarke, 1998, s. 10)
Ayrıca Clarke’a göre herhangi
bir asli kaynağa dayanmaksızın sınırsız bir süreçte birinin diğerinden çıktığı
bağımlı ve değişebilen varlıkların sınırsız bir dizinini varsaymak, şeylerin
varlığının gerekçesi veya zemini ile ilgili sorunu göz ardı etmektir. Çünkü
herhangi bir şey bizâtihi varlık veya zorunlu varlık değilse varlığını bizâtihi
varlıktan almış olması gerekir. Aksi takdirde sonsuz bir süreçte devam eden başlangıçsız
bir varlık tahayyül etmiş oluruz ki bu da tamamen saçmadır.
Clarke’ın, herhangi bir asli
kaynağa dayanmaksızın sınırsız bir süreçte biri diğeri tarafından üretilmiş
değişken ve bağımlı bir varlık dizini vardır, önermesine karşı getirmiş olduğu
bir diğer eleştiri noktası ise bu dizinin neden yok değil de var olduğu sorusu
ile ilgilidir. Zira bu varsayıma göre evrende zorunlu veya varlığı kendinden
olan hiçbir varlık yoktur. Bu durumda ise var olan şeylerin ezelden hiçbir
şekilde var olmamaları mümkündür. O halde bu bağımlı varlıklar dizininin yok
değil de var olmalarını sağlayacak şeyin ne olduğu sorunu önemli bir mesele
haline gelecektir. Bu durumda verilebilecek tek cevap eğer şans veya tesadüf
ise, bunun bir gerekçe olmadığı aşikârdır. Öte taraftan bu varlık dizininin
varlık kaynağını aldığı herhangi bir zeminin olmadığını ve sadece şans ile
ortaya çıktıklarını iddia etmemiz durumunda bu varlıkların hiçlik tarafından
belirlenmiş olduğunu iddia etmiş oluruz. Bu da Clarke’a göre tamamen çelişik
bir ifadedir. Çünkü bir şeyi belirleyen şeyin öncelikle var olması gerekir.
Oysaki hiçlik veya yokluk, varlığın zıddıdır. Var olmayan bir şeyin herhangi
bir şeyi belirlemesi söz konusu olamaz. Bundan dolayı bu mümkün varlıklar
serisinin dayandığı bağımsız bir varlık olması gerekir. Aynı zamanda bu
varlığın da olumsal varlık olmaması yani varlığı başkasına bağımlı varlık
olmaması gerekir. Başka bir ifadeyle varlığının dışsal bir nedeni olmaması
gerekir. Bu hususla ilgili söyleyeceğimiz son şey yine bu konuda Clarke’ın
başta ifade ettiği “ezelden var olan varlık değişmezdir ve bağımsızdır.”
önermesi olacaktır (Clarke, 1998, s. 11-12).
Clarke’ın diğer öncülü ise
“ezelden var olan, değişmeyen ve bağımsız olan varlığın, herhangi bir dış sebep
olmaksızın, kendinden var olmalıdır, yani zorunlu olarak var olmalıdır.”
şeklindedir (Clarke, 1998, s. 12). Clarke bu iddiasını temellendirmek amacıyla
öncelikle var olan şeylerin varlık sahnesine çıkabilmeleri için bütün
ihtimalleri ifade eder. Daha sonra ise ispat etmek istediği ihtimalin dışında
kalanları tek tek çürüterek, bütün ihtimalleri tek bir ihtimale indirger.
Böylelikle kendi savunduğu ihtimalin doğruluğunu ispat etmiş olur.
Clarke’a göre varlık
kategorisinde yer alan her şeyin nasıl var oldukları konusunda karşımıza üç seçenek
çıkmaktadır. İlk olarak var olan her şeyin hiçbir sebep olmaksızın hiçlikten
meydana gelmiş olduğunu iddia etmemiz gerekir ki bu iddia yukarıda tartışıldığı
üzere tamamen çelişiktir.
İkinci seçenek ise var olan
her şeyin bazı dış sebepler tarafından üretilmiş olduğudur. Ancak bu seçenek de
tamamen doğru olamaz. Bu seçeneğin doğru olması için dış sebepler diye
andığımız şeylerin bazılarının ezeli ve bağımsız olması gerekir. Aksi takdirde
her şeyin nedeni başka bir şey olacak ve bu sonsuza değin sürecektir. Yine
yukarıda belirtildiği üzere böyle bir şeyin olması mümkün değildir.
Üçüncü seçeneğimiz ise var
olan her şeyin varlığı kendinden olmalıdır. Burada söz konusu edilen kendinden
var olmak tabiri kendi tarafından üretilmiş olmak manasına gelmemektedir.
Kastedilen mana şeylerin bizâtihi kendi doğalarından kaynaklanan mutlak bir
zorunluluk ile meydana gelmesidir. Bu zorunluluk zamanın içinde olan bir
zorunluluk değil ezeli bir zorunluluk olmalıdır. Öyleki biz bu durumu ister
irade edelim ister etmeyelim bizim irademiz dışında gerçekleşen bir zorunluluk
olmalıdır. Yoksa bizim düşüncelerimizin doğal düzeni için öncelediğimiz bir
zorunluluk değildir. Bu zorunluluk aynı zamanda zamansal olarak olmasa bile
Varlık’tan öncedir, çünkü Varlık’ın nedenidir. Hatta biz istediğimiz kadar
zorunlu varlığın olmadığını varsayalım, O yine de var olmaya devam edecektir.
Dolayısıyla zorunlu varlık ya da bizâtihi varlık yokluğu düşünülemeyen
varlıktır. Başka bir deyişle zorunlu varlık, olmadığını düşündüğümüz zaman
çelişkiye düştüğümüz varlıktır. Tıpkı iki kere ikinin dört olmadığını
düşündüğümüz zaman çelişkiye düşeceğimiz gibi.
Clarke öncülün devamında
yokluğu düşünüldüğünde çelişkiye düştüğümüz varlıkla ilgili bir düşüncenin ne
tür bir düşünce olacağı ile ilgili olası bir soruya yanıt vermeye çalışır. Ona
göre zorunlu varlık düşüncesi bizim kurabildiğimiz ilk ve en basit düşüncedir.
Bu ide hem zorunluluğu itibariyle, hem de özsel olması hasebiyle diğer bütün
varlık düşüncelerinde olmazsa olmaz olarak içerilir veya bir ön kabul olarak
yer alır. Clarke açısından söz konusu bu düşüncenin yani sonsuz, sınırsız,
orijinal ve bağımsız varlık düşüncesinin zihinlerden çıkarılması veya yok
edilmesi mümkün değildir. Evrende ezeli ve sınırsız hiç bir varlığın olmadığını
varsaymak apaçık bir çelişkidir. Çünkü Clarke’a göre insan istediği kadar
sonsuz ve sınırsız bir varlığın olmadığını hayal etsin yine de sonsuzluğun ve
sınırsızlığın imajından kaçınamaz. Nitekim kişi istediği kadar sonsuzluğu ve
sınırsızlığı evrenden kaldırmaya çalışsın yine de sonsuz ve sınırsız olan
varlık evrende var olmaya devam edecektir (Clarke, 1998, s. 12-14).
Zorunluluğu bu şekilde
tanımlayan Clarke’a göre var olan her şeyin zorunlu olarak var olduğunu iddia
etmek tamamen saçmadır. Clarke’ın zorunluluk tanımına göre her şeyin zorunlu
olamayacağı çok açıktır. Çünkü tecrübe ettiğimiz her şeyin zorunlulukla var
olduğunu iddia etmek demek bunların yokluğunun veya bunlarda olası herhangi bir
değişimin düşünülememesi demektir. Oysaki biz herhangi bir çelişkiye düşmeden bunların
yokluğunu da farklı oluşunu da tahayyül edebilmekteyiz.
Clarke’ın zorunluluk kavramı
üzerine inşa ettiği zorunlu varlık fikri birçok açıdan İbn Sina’nın zorunlu
varlık fikrine benzemektedir. Bundan dolayı İbn Sina’nın da söz konusu hususlar
ile ilgili düşüncelerini aktarmanın hem zorunluluk hem de zorunlu varlık
fikrini daha açık hale getireceğini düşünüyoruz.
İlhan Kutluer, İbn Sina
Ontolojisinde Zorunlu Varlık, adlı eserinde İbn Sina’nın söz konusu
hususlar ile ilgili düşüncelerini ortaya koymaya çalışmıştır. Kutluer’e göre
İbn Sina’nın a priori olarak gördüğü üç temel şey vardır: Varlık[13], Şey ve Zorunlu kavramlarıdır.
Bu kavramları insan aklı doğrudan kavrar, bundan dolayı bunları kavramak için
başka bir şeye ihtiyaç yoktur. Bu kavramların herhangi bir açıklaması yoktur,
apaçıktırlar. Dolayısıyla bunlar hakkında herhangi bir tanım yapma girişimi
başarısız olacaktır. Yapılacak herhangi bir tanım da totolojiden başka bir şey
olmayacaktır. Bu kavramları insan aklının doğrudan kavraması aynı zamanda bu
kavramların deneyin ve tecrübenin dışında olduğunu gösterir. Başka bir ifadeyle
insan zihni bu kavramları dışarıdan edinmez ve dolayısıyla kazanılmış
değildirler. Bu kavramlar insan zihninde her ne kadar doğuştan bulunsalar da,
bunların tekrardan bilinç alanına çıkışı için, insanın zihnini geliştirici bazı
düşünsel faaliyetlerde de bulunması gerekir. Bu kavramlar, insan zihninin
kavradığı en basit ve temel şeyler olduğundan, açıktır ki bütün diğer
bilgilerimizin dayandığı temel de bu kavramlardır. İbn Sina’ya göre insan
zihninin söz konusu edilen üç kavramdan ilk kavradığı ise zorunluluktur. Çünkü
zorunluluk, esasında varlığın manasını pekiştirerek tekrar ifade etmek
demektir. Varlık kendisiyle bilindiğinden, yani bilinmek için başka hiç bir
şeye ihtiyacı olmadığından, “Aslolan varlıktır ve dolayısıyla zorunluluktur”
(Kutluer, 2002, s. 8992).
İbn Sina felsefesinde yukarıda
da belirttiğimiz üzere zorunluluk kavramı büyük bir önemi haizdir. İbn Sina’ya
göre zorunluluk kavramı sadece mantıksal bir modalite değil aynı zamanda
ontolojik manada da bir modalitedir. Bu kavramın onu mümkün oluştan ayırt eden
temel özelliği ontolojik manada da bir modalite olmasıdır. Yani mümkün olmak
sadece zihni bir şeydir. Dolayısıyla bir şeyin zihinlerde mümkün olarak var
oluşu onun dış dünyada bir gerçekliğinin olduğu anlamına gelmemektedir. Diğer
taraftan imkânsız olan şeyin de hem zihni hem de dış dünyada bir gerçekliği
yoktur. Oysaki varlıkla aynı manaya gelen zorunluluk, hem zihinde hem de dış
dünyada var olmayı ifade eder. Varlık ile zorunluluğu İbn Sina’nın birçok yerde
aynı anlamlarda kullanmasının nedeni de bu olsa gerektir. Dolayısıyla İbn Sina
felsefesinde bir şeyin var olması demek onun aynı zamanda zorunlu olduğu
anlamına da gelmektedir.
İbn Sina felsefesinde var olan
her şeyin zorunlu olduğunu belirttik. Ancak burada yine bir ayırıma gitmek
zorundayız. Çünkü varlığın zorunluluğu iki nedenledir. Ya bizâtihi kendi
doğasından kaynaklanan bir zorunluluk vardır ya da bu zorunluluk ona dışarıdan
ilişmiştir. Zorunluluğun dışarıdan ilişmesi, o varlığın var olması hasebiyle
zorunlu olduğu ancak kavramsal gerçeklik olarak mümkün oluşunu ifade eder. Bu
ayırımı da İbn Sina varlığın nedenli oluşuna bağlamaktadır. Dolayısıyla başka
bir nedenden dolayı var olan şey yine başka bir nedenden dolayı yok olabilir.
Bu da onun başkasıyla zorunlu özüyle mümkün olduğunu gösterir. Ancak kendisiyle
zorunlu olan varlık, kendisiyle mümkün olan varlıktan tamamen ayrılmakta,
varlığı için başka bir nedene ihtiyaç duymayan varlık olmaktadır. Bu durumda kendisiyle
zorunlu varlık, aklen yokluğu düşünülemeyen ve var olması için başka bir nedene
ihtiyaç duymayan varlıktır (Kutluer, 2002, s. 90-94; Türker, 2019, s. 59-60).
Görüldüğü üzere İbn Sina’nın
ve Clarke’ın zorunluluk kavramı ve zorunlu varlık ile ilgili söylemiş oldukları
şeylerin birçok açıdan benzediğini söylemek mümkündür. Özellikle ikisinin de
zorunlu varlık fikri, iki temel özellikte birleşmektedir. Bunlardan ilki,
yokluğunun aklen düşünülememesidir. Bunun temel sebebi ise zorunlu varlık
fikrinin zorunluluk kavramı üzerinde temellendirilmesidir. Zorunluluğun insan
zihninde a priori olarak biçimlemesinden dolayı zorunlu varlık fikri de aynı
şekilde insan zihninde a priori olarak bulunmaktadır. Hem Clarke açısından hem
de İbn Sina açısından bu zorunlu varlığın yokluğunu düşünmemizin imkânsız
oluşu, insan zihninde zorunlu varlık fikrinin doğuştan zorunlu olarak yer
alması olsa da, bu varlık, aynı zamanda zihnin dışında da zorunlu olarak var
olmaktadır. Yani insan zihninde doğuştan zorunluluğun yer alması, zorunlu
varlık fikrinin sadece zihni olmasını gerektirmez, aksine O’nun aktüel olarak
varlığını da gerektirir. Zorunlu varlıkla esas kastedilen mana da onun hem
zihinlerde hem de ontolojik olarak var olmasıdır.
Her iki filozofun
birleştikleri diğer temel husus ise zorunlu varlığın nedenli olmamasıdır.
Zorunlu varlığın varlığı, herhangi bir dış etkiden değil, kendi doğasından
kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla O’nun varlığının nedeninin de kendi doğası
olduğunu söylemek mümkündür. Öte taraftan zorunlu varlık fikrini mümkün varlık
fikri üzerinden anlamak mümkün olsa da, her iki filozof için de zorunlu varlık
fikri olumsal varlıklar üzerinden temellendirilmemektedir. Tam aksine olumsal
varlıklar, zorunlu varlık üzerinden temellendirilmektedir. Bu da aynı zamanda
her iki filozofun da kullanmış oldukları argümanın a posteriori bir argüman
olmadığını göstermektedir.
Clarke’ın zorunlu varlık ile
ilgili genel düşüncelerini dile getirdikten sonra, ele alacağımız temel
hususlardan birisi de zorunlu varlığın birliğiyle ilgilidir. Çünkü Clarke
zorunlu varlık meselesine gelene kadar, ezeli ve bağımsız olan varlığın bir
olması gerektiğine temas etmemiş, aynı zamanda ezeliliği ve bağımsızlığı bir
şeye atfederken de sayısal olarak bir oluşu işaret eden kelimeleri tercih etmemiştir.
Ancak zorunlu varlığın zorunluluğunu ispat ettikten sonra bu varlığın bir
olması gerektiğini temellendirme yoluna gitmiştir. Bundan dolayı biz de bu
konuyu burada kısaca ele almanın Clarke’ın argümanının anlaşılmasına katkı
sağlayacağını düşünmekteyiz.
Clarke birliği de zorunluluk
kavramı üzerinden temellendirmiştir. Clarke’a göre zorunlu varlığın birliği
O’nun varlığının zorunlu oluşundan açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Mutlak
zorunluluğun bir gereği olarak O; basittir, tek tiptir ve tamdır. Dolayısıyla
Clarke’ın birlikten kastının hem zorunlu varlığın tek oluşu(uniform) hem de
O’nun basit(simple) oluşudur. Clarke’ın zorunlu varlığın tek olması gerektiğini
ifade ettiği yazısında, bir veya tek oluşu iki farklı tarzda ispat etmeye
çalıştığını görmekteyiz.
Clarke’ın bu manada ele aldığı
noktalardan birisi şudur: Zorunluluk kavramının içinde birlik içerilir ve
birden fazla sayıda zorunlu varlığın olduğunu düşünmek çelişki doğurur. Daha
açık bir ifadeyle zorunlu varlık yokluğunu düşünemeyeceğimiz varlıktır.
Dolayısıyla birden fazla zorunlu varlığın olduğunu varsaydığımızda, bunlardan
herhangi birini diğerinin yokluğunu varsayarak düşünebiliriz. Yokluğu
düşünülebilen varlık da zorunlu varlık olamayacağına göre Clarke’ın ifadesiyle
“zorunlu varlık zorunlu olarak bir olmalıdır.”[14]
Clarke’ın birlik meselesini
ispatlamaya çalıştığı diğer yöntem ise zorunluluk kavramı üzerine
temellendirilmiştir. Buna göre mutlak zorunluluk basit olduğundan, onda hiçbir
şekilde farklılık ve çeşitlilik bulunamaz. Mutlak zorunluluğun basit oluşu aynı
zamanda onun sadece tek bir varlığa kaynaklık etmesini gerektirir. Birden fazla
sayıda zorunlu varlık olursa, bunlar tamamen aynı olsa dahi sayısal manada
çokluk meydana gelecektir. Oysaki ifade ettiğimiz üzere mutlak zorunluluk çokluğu
dışlar. Dolayısıyla zorunlu varlık tek olmalıdır (Clarke, 1998, s. 35-36).
Clarke’ın zorunlu varlığın tek
oluşunu ispat ettikten sonra, a priori argümanı ile ilgili düşüncelerini
özetleyecek olursak argümanın esasında üç temele dayandığını söylemek mümkündür.
Bunlardan ilki, ezeli bir varlığın olması gerektiğidir. İkinci temel husus ise
bu ezeli varlığın bağımsız olması gerektiğidir. Yani ezeli olan varlığın
herhangi bir dış nedeninin olmaması gerekir. Üçüncü önemli husus ise bu ezeli
ve bağımsız olan varlığın zorunlu varlık olması gerektiğidir. Yani varlığının
kendinden olması, bizâtihi var olmasıdır. Clarke’ın söz konusu ettiğimiz
delilini argümantatif tarzda ifade etmek delili daha açık bir şekilde görmemizi
sağlayacaktır. Ayrıca Clarke’ın argümanına yönelik eleştirilerin haklı olup
olmadığını da bu şekilde daha iyi değerlendirebiliriz. Ezeli bir varlığın var
olması gerektiği ile ilgili argümanını şu şekilde ortaya koyabiliriz:
Şimdi var olan şeyler ya herhangi bir nedene dayanmaksızın
yoktan ortaya çıkmışlardır ya da bunların var olmalarına neden olan,
dolayısıyla bunlardan önce var olan en az bir ezeli varlık vardır.
Birinci öncülün mukaddemi yanlıştır. Çünkü bir şeylerin
yokluktan ya da hiçlikten ortaya çıkmaları demek, var olan bu şeylerin
üretilmiş olduğunu ancak bu üretimin hiçbir nedeninin olmadığını söylemek
demektir. Bu, bir şeyin hem etkilendiğini hem de onu etkileyen hiçbir şeyin
olmadığını iddia etmektir. Bu durum da apaçık bir çelişkidir.
O halde; Birinci öncülün talisi doğrudur. Yani var olan
şeylerin nedeni olan ezeli bir varlık vardır.
Clarke’ın ezeli olan varlığın
bağımsız olması yani dışsal bir nedeni olmaması gerektiği ile ilgili delilini
de şu şekilde ifade etmek mümkündür:
Olumsal olarak var olan şeyler, ya değişmeyen ve bağımsız
bir varlık nedeni ile var olurlar ya da herhangi bir orijinal kaynak olmaksızın
biri diğerinden sonsuz bir süreçte teselsül yoluyla var olmuşlardır.
Birinci öncülün talisi yanlıştır. Çünkü olumsal olarak var
olan her varlığın dışsal bir nedeni olduğu açıktır. Eğer olumsal bir varlığın
varlık nedeni başka bir olumsal varlıksa ve bu böylece sonsuza değin sürüyorsa,
biz bütün bu olumsal varlıklar zincirini bir küme olarak düşünebiliriz. Bu
kümenin bütün elemanları olumsal varlık olacağından, kümenin kendisi de olumsal
olacaktır. Bu durumda bu kümenin var olması için yine bir nedene ihtiyacı
olacaktır. Bu neden kümenin içinden olamaz. Çünkü kümenin içinde olursa o da
olumsal olacağından yine bir nedene ihtiyaç duyacaktır.
O halde; birinci öncülün mukaddemi doğrudur. Dolayısıyla
bütün olumsalların varlığının kaynağı olan, olumsal olmayan yani dışsal bir
nedeni olmayan en az bir varlık vardır.
Clarke’ın argümanının temelini
oluşturan bir diğer önemli husus ise, ezeli ve bağımsız olan varlığın zorunlu
varlık olması gerektiğidir. Onun zorunlu varlık ile ilgili argümanını şu
şekilde sunmak mümkündür:
Ezeli ve bağımsız olan varlık; ya hiçbir sebep olmaksızın
hiçlikten gelmeli, ya O’nun da varlığının bir dış nedeni olmalı ya da varlığı
kendinden olmalı yani kendi doğasından kaynaklanan bir zorunlulukla var
olmalıdır.
Var olan her şeyin bir nedeni vardır. Dolayısıyla
hiçlikten hiçbir şey çıkmaz.
Bu varlığın dışsal bir nedenle var olamayacağını, bir
önceki argümanda ifade ettik.
O halde; ezeli ve bağımsız olan varlığın varlığı kendinden
olmalıdır, yani kendi doğasından kaynaklanan mutlak bir zorunlulukla var
olmalıdır.
Clarke’ın argümanının temelini
ve de omurgasını söz konusu ettiğimiz bu üç argüman oluşturmaktadır. Ancak
Clarke, sadece Tanrı’nın varlığını değil O’nun bazı özsel özelliklerini de a
priori olarak ortaya koyduğunu iddia etmiştir. Bu özsel özelliklerin birlik,
değişmezlik, ezeli ve ebedi olmak, her an her yerde olmak olduğunu
söyleyebiliriz. Clarke’ın, Tanrı’nın bu özelliklerini diğer genel sıfatlarından
ayırdığını söylemek mümkündür. Bu ayırımın dayandığı temel noktanın ise söz
konusu ettiğimiz bu sıfatların, ezeli ve bağımsız olan varlığın mutlak
zorunluluğundan istidlali bir şekilde, zorunlu olarak ortaya çıkması olduğunu
söyleyebiliriz. Bundan dolayı bu özsel özelliklerin de burada argümantatif bir
tarzda vermenin Clarke’ın Tanrı tasavvurunu anlamamızda yardımcı olacağını
düşünüyoruz. Söz konusu ettiğimiz bu özsel sıfatlardan ele alacağımız ilk husus
kuşkusuz birlik meselesidir. Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, Clarke bu
hususu iki farklı tarzda ele almaktadır. Biz de bundan dolayı her iki şekli de
vererek değerlendirmelerimizi ona göre yapacağız. Zorunlu varlığın tek oluşunu
şu şekilde argüman formunda sunabiliriz:
Zorunlu varlık yokluğunu düşündüğümüz zaman çelişkiye
düştüğümüz varlıktır.
Birden fazla zorunlu varlığın olduğunu varsaydığımızda
bunlardan herhangi birinin yokluğunu düşündüğümüz zaman herhangi bir çelişkiye
düşmeyiz.
O halde; zorunlu varlık birden fazla olamaz.
İkinci
argümanı ise şu şekilde ifade edebiliriz:
Mutlak zorunluluk, basittir. Yani kendi içinde herhangi
bir farklıllığı ve çeşitliliği barındırmaz.
Eğer zorunlu varlık birden fazla olursa, herhangi bir
çeşitliliği özünde barındırmayan mutlak zorunluluğun birden fazla varlığa
kaynaklık ettiğini varsaymış oluruz. Bu ise mutlak zorunluluğun basit oluşuyla
çelişiktir.
O halde; zorunlu varlık tek olmalıdır.
Clarke’ın birlik meselesiyle
ilgili olarak ele aldığı ilk argümana göre, birden fazla zorunlu varlık
olduğunu varsaydığımızda, onlardan herhangi birinin yokluğunu düşünebiliriz.
Clarke’ın bu önermesinde, zorunlu varlık fikrinin olumsal varlıklar üzerinden
temellendirildiği iması vardır. Çünkü burada sezinlenen şey, olumsal varlıklar
için bir tane zorunlu varlığın yeterli oluşu fikridir. Başka bir ifadeyle şu
durum kastedilmiş gibidir: Olumsal varlıkların var olması için bir tane olumsal
olmayan yani zorunlu bir varlığa ihtiyaç vardır. Bir tane zorunlu varlık
olduğunda bütün bu olumsal varlıklar kaynağını ondan alacaklardır. Dolayısıyla
ikinci bir zorunlu varlığa gerek yoktur. Oysaki bu durum Clarke’ın zorunlu
varlık fikriyle uyuşmamaktadır. Daha öncede ifade ettiğimiz üzere a priori
argümanın temel özelliklerden bir tanesi zorunlu varlığı, olumsal varlıklar
üzerinden temellendirmemiş olmasıdır. Aksine a priori argümandaki iddiaya göre
olumsal varlıklar, zorunlu varlık üzerinden temellendirilmiştir. Clarke’ın
buradaki kastı açık gözükmemektedir. Şayet olumsal varlıklar üzerinden bir
temellendirme varsa bu durumda Clarke’ın kendi bindiği dalı kestiğini
söyleyebiliriz. Öte taraftan zorunlu varlık fikrinin temel dayanağı yokluğunu
düşündüğümüz zaman çelişkiye düşeceğimiz fikriyse bu durumda da Clarke’ın ifade
ettiği şekliyle zorunlu varlığın yokluğunu nasıl varsayacağız. Zorunlu varlıksa
eğer, bu durumu varsaydığımız an çelişkiye düşmemiz gerekir. Çelişkiye düşmeme
gibi bir varsayımın mümkün olmaması gerekir.
Clarke’ın birlik meselesine
dair ele aldığı diğer argümanı da anlamak pek mümkün görünmemektedir. Çünkü
“mutlak zorunluluğun” bir varlığa kaynaklık edebileceği görüşü pek açık
değildir. Yani onda herhangi bir çeşitliliğin ve farklılığın olmaması, onu
birden fazla varlığa kaynaklık etmemesi için yeterli bir neden midir? Bunu
anlamak güçtür. Öte taraftan son ele aldığımız hususta Clarke zorunluluk ile
zorunlu varlık arasında tam bir ayırıma gitmiş gibidir. Bu durum ise zihinlerde
zorunluluk ile zorunlu varlığın iki farklı varlık olduğunu ima etmektedir.
Clarke’ın ele aldığı temel
hususlardan birisi de zorunlu varlığın değişmezliği ile ilgilidir. Onun bu
konudaki akıl yürütmesi argüman formunda şöyle özetlenebilir:
Herhangi bir varlıkta değişimin olması için, onu dışarıdan
etkileyen bir nedenin olması gerekir.
Zorunlu varlık, bağımsız olduğundan ve bağımsızlık fikri
de herhangi bir dış etkiyi dışladığından, zorunlu varlığı etkileyecek herhangi
bir dış neden yoktur.
O halde; zorunlu varlık değişmezdir.
Argümanda değişimin dışsal bir
nedenden kaynaklandığını açık bir şekilde görebilmekteyiz. Clarke’ın argümanına
göre zorunlu varlık fikrinin dışsal bir nedeni dışladığını da söyleyebiliriz.
Ancak bu mesele ile ilgili olarak karşımıza şu sorun çıkmaktadır: Değişimin tek
şartı dışsal bir neden midir? Başka bir ifadeyle, değişimin içsel bir nedeni
olamaz mı? Bu sorular kesin bir şekilde cevaplanmadıkça, Clarke’ın birinci
öncülünün kesin bir şekilde doğru olduğunu söylemek mümkün değildir.
Söz konusu ettiğimiz hususu
Platon da diyaloglarında tartışmıştır. Ona göre de Tanrı mükemmel olduğundan
değişmezdir. Nitekim değişim iki şekilde mümkündür. Değişim ya dışsal bir
nedenden kaynaklanmalıdır ya da içsel bir nedenden dolayı olmalıdır. Platon’a
göre Tanrı’yı değiştirecek herhangi bir dışsal neden olamaz. Çünkü bir şey ne
kadar yetkin değilse o oranda değişime açıktır. Şeyler mükemmelleştikçe
değişime kapanır. Tanrı da en yalın mükemmellik olduğu için dışarıdan herhangi
bir şey O’nu değiştiremez. Öte yandan Platon’a göre Tanrı kendi doğasından
kaynaklanan herhangi bir nedenden dolayı da değişmez. Zira içsel bir değişim de
iki türlü olmak durumundadır. Buna göre değişim ya mükemmelliğe doğru olur ya
da daha kötüye doğru olur. Tanrı tam olarak mükemmel olduğundan mükemmelliğe
doğru bir değişim olması mümkün değildir. Ayrıca Tanrı’nın kendisindeki
mükemmellikleri yıkacak şekilde daha kötü ve çirkin olmayı istemesi de imkânsızdır.
Dolayısıyla Tanrı’nın içsel bir nedenden dolayı değişmesi de mümkün değildir.
Bu hususlardan açıkça görüleceği üzere Platon’a göre Tanrı da herhangi bir
değişim söz konusu olamaz. (Platon, 2012, s. 86-88)
Clarke’ın zorunlu varlığın
doğasından zorunlu bir şekilde ortaya çıktığını iddia ettiği bir diğer mesele
ise zorunlu varlığın her an her yerde oluşuyla ilgilidir. Buna göre;
Zorunlu varlık, yokluğu düşünülemeyen varlıktır.
Herhangi bir zamanda veya herhangi bir yerde yokluğu
düşünülebilen varlığın, bütün zamanlarda ve bütün mekânlarda yokluğu
düşünülebilir. Bu durum ise zorunlu varlığın yokluğunun düşünülememesi ile
çelişiktir.
O halde; zorunlu varlık her an her
yerdedir.[15]
Ezeli bir varlığın olması
gerektiğini daha önce açıklamıştık. Ancak ele almamız gereken önemli konulardan
bir tanesi de zorunlu varlığın ezeli olduğu gibi ebedi de olması gerektiğidir.
Clarke zorunlu varlığın ebedi oluşunu da bir önceki argümanda ifade ettiğimiz
şekilde açıklamıştır. Argümanı benzer bir şekilde ifade edecek olursak:
Zorunlu varlık yokluğu düşünülemeyen varlıktır.
Herhangi bir zamanda yokluğu düşünülebilen varlığın bütün
zamanlarda da yokluğu düşünülebilir. Bu durumda birinci öncülle çelişmektedir.
O halde; zorunlu varlık bütün zamanlar boyunca vardır.
Yani o ezelden beri var olagelmektedir ve var olmaya da devam edecektir.[16]
Clarke ezeli, bağımsız,
zorunlu, bir, değişmeyen ve her an her yerde olan bir varlık olduğunu ispat
ettikten sonra bu fikirlere yöneltilen-yöneltilecek itirazları cevaplamaya
çalışır.
Clarke’ın ilk olarak ele
aldığı hususlardan bir tanesi, bazı yazarlar tarafından öne sürülen ilk
nedenin, Clarke’ın temellendirmeye çalıştığı şekliyle ele alınıp
araştırılmasının saçma olduğu iddiasıdır. Onların iddialarına göre ilk neden
dediğimiz şeyin, kendinden önce bir nedeninin olmadığı açıktır. Bundan dolayı
da ilk nedenin Clarke’ın ele aldığı şekliyle araştırılmasının bir anlamı
yoktur. Clarke, söz konusu eleştirilerin yersiz olduğunu ve bu eleştiriyi dile
getirenlerin asıl maksatlarının farklı olduğunu iddia etmiştir. Clarke ilk
nedenin bir nedeninin olmadığının açık olduğunu ancak buradaki nedensizlikle
onların, ilk nedenin varlık dayanağının olmadığını kastettiklerini öne
sürmüştür. Dolayısıyla ilk nedenin varlığı için bir neden yok ise yok olması
için de bir neden olmayacaktır. Dolayısıyla ilk neden fikrini araştırmanın
saçma olduğunu ileri sürenler, ilk neden fikrinin temellendiği zemini yok
etmeye çalışmaktadırlar. Ancak Clarke’ın zorunlu varlık fikrinden anlaşılacağı
üzere ilk neden nedensiz bir varlık değildir. İlk nedenin nedensiz oluşu diğer
varlıklar gibi var olmak için harici bir nedene ihtiyaç duymamasıdır.
Dolayısıyla esasında ilk nedenin de bir nedeni vardır. Ancak bu neden kendi
doğasının zorunluluğundan kaynaklanan bir nedendir. Clarke söz konusu edilen bu
iddiaların yersiz olduğunu iddia ederek kendisinin ilk nedenle ilgili olarak
yapmış olduğu temellendirmelerin haklılığını bir kez daha vurgulamıştır
(Clarke, 1998, s. 17).
Clarke ilk nedenin
araştırılmasının anlamsız olduğu iddiasını çürüttükten sonra, ezeliyete dair
bir sorunu gündemine alır. Bu sorun da dünyanın ezeliyetiyle ilgilidir.
Clarke’a göre maddi dünyanın ilk ve asli varlık olması, yaratılmamış, bağımsız
ve bizâtihi ezeli olması mümkün değildir. Çünkü bu sıfatları haiz herhangi bir şeyin
olduğunu söylemek zorunlu olarak var olduğunu söylemektir. Eğer bir şey zorunlu
olarak var ise bu da ancak bizâtihi var olduğu anlamına gelir. Yani onun
varlığı onun doğasından kaynaklanıyor demektir. Bu durumda da yokluğunu
düşünmek çelişki doğurur. Oysaki maddi dünyanın zorunlu olarak var olduğunu
söylemek mümkün değildir. Çünkü zorunlu olarak var olmak yokluğunun mümkün
oluşuyla çelişiktir. Şayet maddi dünya zorunlu olmuş olsaydı bizim onun
yokluğunu veya şimdi olduğundan farklı bir şekilde oluşunu tasavvur edemememiz
gerekirdi. Oysaki biz ister mahiyetiyle birlikte dünyanın formunu düşünelim,
isterse de onun parçalarının hareketini düşünelim onun şimdi sahip olduğu
formdan farklı bir şekilde tasavvur edebiliriz. Ayrıca hem bir bütün olarak
maddi dünyayı hem de onun her bir parçasındaki hareketi ve durumu zorunluluktan
uzak bir şekilde tahayyül edebiliriz. Bundan dolayı ne şekilde olursa olsun
maddi dünyanın zorunlu olarak var olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Ayrıca
Clarke’a göre dünyanın bir bütün olarak değil de onun sadece formu ya da en
azından maddesi veyahut da onun hareketi gibi herhangi bir şeyi zorunludur
demek de makul değildir. Başka bir ifadeyle Clarke açısından bütünün mümkün
olduğunu kabul edip, onun herhangi bir parçasının zorunlu olduğunu iddia etmek
saçmadır (Clarke, 1998, s. 17-18).
Clarke’ın maddenin zorunlu
olmadığını temellendirmek için vermiş olduğu bir diğer gerekçe ise
boşluk(vacuum) olgusundan hareket eder.[17]
Clarke’a göre şayet boşluk varsa, boş olan yerde madde zorunlu olarak var
olmayacaktır. Çünkü boşluğun olduğu yerde madde yok demektir. Herhangi bir
yerde yokluğu düşünülebilen bir şey de zorunlu olamayacağından madde zorunlu
olamaz. Clarke ateistlerin kendisine maddenin varlığının zorunlu olduğunu fakat
her yerde zorunlu olmadığı şeklinde bir itirazda bulunmaları durumunda onların
iddialarının çelişik olacağını ifade eder. Çünkü Clarke açısından mutlak
zorunluluk her yerde benzer şekilde mutlak bir zorunluluktur. Mutlak
zorunluluğun bir yerde olup başka bir yerde olmadığını iddia etmek
tutarsızlıktır. Mademki madde de zorunlu olarak her yerde bulunmuyor, o halde
madde zorunlu varlık olamaz.
Clarke maddi dünyanın ve
maddenin zorunlu olarak var olamayacağını ifade ettikten sonra Spinoza’nın
fikirlerini çürütmeye ve bu fikirlerin sağlam temellere dayanmadığını ispat
etmeye çalışmıştır. Çünkü Clarke’a göre esasında Spinoza’nın maddi evren ile
ilgili görüşleri maddenin bizâtihi var olduğunu gösteriyordu. Bundan dolayı
Clarke açısından kendi zamanının en büyük ateistlerden biri de hiç şüphesiz
Spinoza’dır (Clarke, 1998, s. 20). Bu durumda Clarke’ın Spinoza’nın iddialarına
kayıtsız kalması da düşünülemezdi. Clarke öncelikle Spinoza’nın bütün tözler
zorunlu bir şekilde var olurlar iddiasını ele alır. Bu iddiaya göre var olan
her şeyin şimdi olduğundan farklı bir şekilde olması mümkün değildir. Çünkü
bütün şeyler ilahi doğanın zorunluluğundan kaynaklanır.[18]
Clarke bu iddianın maddi dünyanın ve onun her bir parçasının bizâtihi ve
zorunlu olarak var olduğundan başka bir anlam taşımadığını ileri sürer.
Clarke’a göre Spinoza’nın ifade ettiği şey, Tanrı’nın eylemlerinin
zorunluluğunu veya âlemin şimdi olduğundan başka bir şekilde olmasının mümkün
olamayışını Tanrı’nın sonsuz hikmet sahibi ve salt iyi oluşuna bağlamak gibi
bir şey olmadığını ifade eder. Böyle bir durumu Spinoza’nın inkâr ettiğini
çünkü böyle bir iddia Tanrı ile maddi dünyanın ayrı tözler olduğunu kabul etmek
manasına geldiğini söyler.
Clarke’a göre Spinoza’nın
ileri sürmüş olduğu tek töz düşüncesini herhangi bir çelişkiye düşmeden ispat
etmesi gerekir. Çünkü Spinoza’nın anlayışına göre dünyanın parçalarının düzeni,
sırası veyahut da sayısının şimdi olduğundan farklı bir şekilde olması mümkün
değildir. Yani bizim evreni şimdi olduğundan daha farklı bir şekilde tasavvur
edemememiz gerekir. Zorunluluk bunu gerektirir. Ancak biz bu dünyayı şimdi
olduğundan daha farklı bir biçimde de tasavvur edebiliriz. Aynı husus hareket
için de söz konusudur. Spinoza hareketi de herhangi bir asli kaynak olmaksızın
bir cismin hareketini başka bir cisme bağlayarak ezeli bir zincir olarak
tahayyül etmiştir. Oysaki bu durumda aynen nedenler zincirinde olduğu gibi
hatalıdır. Çünkü daha önce de ispatlandığı üzere silsilenin kesin olarak asli
bir kaynağa dayanması gerekir, yani dışsal bir nedeni olması gerekir (Clarke,
1998, s. 21-22).
Clarke, maddi dünyanın ilk ve
asli varlık olamayacağını onun yaratılmamış, bağımsız ve bizâtihi varlık
olmasının mümkün olmadığını ortaya koyduktan sonra âlemin ezeliyeti bahsini ele
alır. Clarke’ın söz konusu meseleyi ele almasının temel nedeni bazı ateistlerin
âlemin ezeli oluşundan hareketle onun bizâtihi var olduğunu ispat etme
girişimleridir. Oysaki Clarke’a göre Tanrı’nın varlığını kabul edenlerle
ateistler arasındaki temel fark âlemin ezeli olup olmama meselesi değil maddi
dünyanın kendisinin orijinal, bağımsız ve bizâtihi var olması meselesidir.
Çünkü bu meseleyle ilgili olarak ateistlerin yapmaya çalıştığı temel şey birçok
filozun âlemin ezeli oluşunu kabul etmelerinden hareketle kendilerine bir
avantaj sağlamaktır. Başka bir ifadeyle ateistler bazı filozofların âlemin
ezeliyetini kabul etmelerinden dolayı onların kendileri gibi düşündüklerini
göstermeye çalışmışlardır. Oysa Clarke’a göre böyle bir durumda ateistler
kendileri lehine bir avantaj bulamayacaklardır. Çünkü âlemin ezeliyetini kabul
eden filozofların neredeyse tamamı onun bağımsız ve bizâtihi var olduğunu
reddetmişlerdir.
Clarke haklılığını ortaya
koymak için âlemin ezeli olduğunu iddia eden bazı filozoflardan örnekler verir.
Sözgelimi Ocellus Lucanus (M.Ö. 6. Yüzyıl) bazı şeylerin ezelden var olması
gerektiğini düşünmüştür. Çünkü evrenin mutlak olarak hiçbir şeyden çıkmasını ve
dünyanın nedensiz olarak var olmasının mümkün olamayacağını iddia etmiştir. Öte
taraftan Aristoteles’e göre dünya, ilahi doğanın özsel ve sabit enerjisinin
ezeli ve zorunlu bir etkisidir. Yine Platon’un çoğu takipçisine göre dünya en
yüce nedenden ve salt hikmetten doğan ezeli ve gönüllü/iradi bir sudurdur.
Clarke söz konusu edilen bu düşüncelerin, evrenden en yüce aklı dışlayan modern
ateistlerin hiç birine yardım edemeyeceğini ileri sürmüştür (Clarke, 1998, s.
23).
Clarke’a göre dünyanın ezeli
oluşunu savunan en büyük filozoflardan birisi hiç şüphesiz Aristoteles’tir.
Ancak Aristo’nun ezeliyet anlayışı mutlak kudret sahibi, salt hikmet ve iyi
olan bir Tanrı inancına karşıt değildir. Çünkü Aristo’nun kendisi Tanrı’yı salt
akıl, soyut ve hareket etmeyen hareket ettirici olarak tanımlamıştır. Ayrıca
Platon’un dünya ile ilgili görüşlerine değinen Clarke Platon’un da modern
ateistlerin düşündüğü şekilde ezeli bir madde fikrine sahip olmadığını, hikmet
ve akıl sahibi bir Tanrı tarafından oluşturulmuş olduğunu kabul ettiğini ileri
sürmüştür (Clarke, 1998, s. 25-26). Yine Platon’a göre evreni şans veya tesadüf
değil harikulade bir akıl düzenlemektedir (Tarnas, 2011, s. 84).
Clarke esas olarak sadece
maddenin ezeliyetini savunanlara değil bununla birlikte maddenin bizâtihi var
olduğunu, onun tamamen bağımsız olduğunu ve Tanrı’yla eş zamanlı ikinci bir
ilke olarak ezeli oluşunu savunan filozoflara karşı olduğunu söyler. Clarke bu
kişilerin temel iddialarının imkânsız oluşunu da kesin bir şekilde ispat
ettiğini düşünür. Çünkü Clarke’a göre bizâtihi varlığın zorunlu olarak tek
oluşunun ispat edilmesi durumunda söz konusu iddiaların temelsiz olduğu ortaya
çıkmış olur. Çünkü eğer zorunlu varlık zorunlu olarak tekse, Tanrı’yla birlikte
başka bir şeyin zorunlu olduğunu söylemek mümkün olmayacaktır (Clarke, 1998, s.
26).
Sonuç olarak Clarke’a göre
dünyanın ezeli olduğunu iddia eden filozofların çoğu maddi dünyanın bizâtihi
orijinal olduğunu, bağımsız ve kendinden olduğunu ne ispat etmişlerdir ne de
ispat etmeye çalışmışlardır. Sadece ezeli nedenin ezeli bir eseri olarak
görmüşlerdir. Clarke maddi dünyanın bizâtihi var olmadığını, onun yüce bir fail
tarafından üretildiğini dünyadaki en inatçı ateiste dahi ispat edebileceğini
iddia etmiştir. Ancak maddi dünyanın zaman içinde yaratılıp yaratılmama
meselesinin kesin delillerle ortaya koymanın zor olduğunu, bunun bilgisinin
sadece vahiyden alınabileceğini ifade etmiştir (Clarke, 1998, s. 28).
Clarke’a göre savunduğu
argüman, Tanrı’nın varlığını ve sıfatlarını en açık ve mükemmel şekilde bütün
zihinlere ispat etmiştir. Clarke her ne kadar argümanının çok açık ve sağlam
olduğunu iddia etse de argümana yönelik eleştiriler hem kendi zamanında hem de
kendisinin ölümünden sonra devam etmiştir. Clarke yukarıda da söz konusu
ettiğimiz üzere kendi zamanındaki eleştirilere yanıt vermiş, ayrıca kendinden
önceki filozofların iddialarıyla da yüzleşmiştir. Kendisinden sonra argümana
yönelik en ciddi eleştirilerden birisi çağdaşı sayılabilecek David Hume
(1711-1776) tarafından yapılmıştır.
Edward J. Khamara, Hume’un Dialogues
Concerning Natural Religion isimli eserinde Demea karakteriyle
özdeşleştirip daha sonra eleştirmiş olduğu kozmolojik argüman türünün Clarke’a
ait olduğunu ileri sürmüştür. Hume’un argümanı sunuş biçimi ve kullanmış olduğu
kavramlar bunu açık bir şekilde göstermektedir. Ayrıca Hume birçok yerde
Clarke’ın A Demonstratioriından doğrudan alıntılar yapmaktadır (Khamara,
1992, s. 34-37; Hume, 1995, s. 198-201). Hume’un argümana yönelik
eleştirilerini ifade ettiğimizde, Hume’un ele alıp eleştirdiği argümanın
Clarke’a ait olduğu çok açık bir şekilde görülecektir.
Hume’un Clarke’ın argümanına
yönelik eleştirilerine baktığımız zaman bu eleştiriler genel itibariyle
nedensellik problemi ve zorunluluk fikri etrafında şekillenmiştir. Ancak
Hume’un ele alacağımız ilk eleştirisi herhangi bir şeyin a priori olarak
kanıtlanmasına yöneliktir. Hume’a göre herhangi bir olguyu a priori deliller
getirerek kanıtlamaya çalışmak saçmalıktır. Zira a priori delile dayanarak bir
şeyi kanıtlamanın yolu, onun karşıtının çelişki içerdiğini göstermektir. Fakat
açık ve seçik bir şekilde algıladığımız olguların hiç birinin karşıtı herhangi
bir çelişki içermez. Yani var olduğunu düşündüğümüz her şeyin yokluğunu da
düşünebiliriz. Dolayısıyla böyle bir yöntem herhangi bir olguyu ispat etme
hususunda başarısız olacaktır (Hume, 1995, s. 199).
Hume, her ne kadar a priori
argümandan hareketle herhangi bir olguyu ispat etmenin mümkün olmadığını ifade
etse de, Clarke’ın argümanında kullandığı önermeleri de ele alır ve onları da
ayrıca eleştirir. İlk olarak ele aldığı hususlardan birisi de, Clarke’ın “eğer
şimdi bir şeyler varsa ezelden bazı şeyler vardır, çünkü eğer ezeli bir ilke
olmasa bu durumda şeylerin hiçlikten üretilmiş olduğunu söyleriz ki bu da
saçmadır”, önermesidir. Hume bu önermenin kesin bir şekilde doğru olmasının
mümkün olmayacağını ifade etmiştir. Zira Hume’a göre bir şeyin nedensiz olarak
ortaya çıktığını söylemek ile hiçlikten olduğunu söylemek aynı şey değildir.
Dolayısıyla Hume’un iddiasına göre esasında biz durumun tam olarak ne olduğunu
bilemeyiz. Başka bir ifade ile Hume’a göre bizim bir şeyin üretiminin nasıl
olduğunu bilemeyişimiz illa onun ya ezeli bir varlık tarafından üretilmesi ya
da hiçlikten çıkmış olması gerektiği anlamına gelmemektedir. Hume’a göre bu
durum bize açık değildir. Hume’un burada sergilemiş olduğu bilinemezci tavra
göre Clarke’ın hareket noktası Tanrı’nın varlığını ispatlamak için doğru bir
yer değildir (Çevik, 2006, s. 219-224).
Hume’un temel eleştirilerinden
birisi de nedenler zinciriyle ilgilidir. Daha önce Clarke’ın argümanında ifade
ettiğimiz üzere Clarke, bütün olumsal varlıkların varlık kaynaklarını aldıkları
ezeli ve bağımsız bir varlığın olması gerektiğini iddia etmişti. Bu durumu da
herhangi bir olumsal varlık kümesinin, nedensiz olamayacağı üzerine
temellendirmişti. Hume bu meseleyi ele alıp, Clarke’ın iddia ettiği şeyin akla
uygun olmadığını ileri sürmüştür. Hume, bu olumsal varlıkların tek tek bir
nedeni varsa, bunları bir küme altında birleştirip sonra bu kümenin nedeninin
ne olduğunun sormanın saçma olacağını ifade etmiştir. Hume’a göre yirmi
elemandan oluşan bir küme olduğunu varsaydığımızda, şayet bu kümenin bütün
elemanlarının ayrı ayrı nedenini söylüyorsam, bu durumda bu yirmi parçanın
hepsinin nedenini sormak akla aykırı bir şeydir. Hume açısından bu durum tek
tek illeri ele alıp bunları bir krallık altında birleştirmek gibidir. Yani
yapılan bu şey eşyanın tabiatından kaynaklanan doğal bir şey değildir. Bu
zihnin keyfi olarak yapmış olduğu bir eylemdir (Hume, 1995, s. 200-201).
Hume’un Clarke’ın deliline
yönelik bir diğer eleştirisi ise zorunlu varlık fikri üzerinden yapılmıştır.
Cleanthes karakteri üzerinden zorunlu varlık fikrine getirmiş olduğu temel
itiraz böyle bir şeyin mümkün olamayacağıdır. Çünkü ona göre varlığını
düşündüğümüz her şeyin yokluğunu da düşünebiliriz. Dolayısıyla zorunlu varlık
kavramının aslında hiçbir gerçekliği yoktur. Öte taraftan zorunlulukla ilgili
olarak Cleanthes’in delile yönelik bir diğer eleştirisi de mümkün varlık
fikriyle ilgilidir. Ona göre dünyanın mümkün bir varlık olarak düşünülmesi
saçmadır. Çünkü biz maddi evrenin bütün özelliklerini bilememekteyiz ve şayet
bilmiş olsaydık belki dünyanın da zorunlu varlık olduğunu, aksini düşünmenin
çelişkiye götüreceğini bilirdik. Bundan dolayı dünyanın kendisi de pekâlâ
zorunlu varlık olabilir. Hume evrenin de zorunlu bir şekilde var olabileceğini
sayıların zorunluluğu üzerinden hareket ederek açıklamaya çalışmıştır. Verdiği
örnek kısaca şöyledir: Dokuz rakamının katlarını veren sayılardan oluşan bir
küme varsayın. Bu sayıların toplanması, çıkarılması vb. düzenli olarak dokuz
rakamının katlarını verecektir. Dışarıdan birisi bu kümeye yüzeysel olarak
baktığında mükemmel bir düzen görecektir. Bu düzenin de bir usta tarafından
tasarımlandığını zannedecektir.
Ancak usta bir cebirci bu
durumun sayıların zorunluluğundan kaynaklandığını anlayacaktır. Aynı şeyin
evren için de geçerli olduğunu söyleyen Hume, evrenin de buna benzer bir
zorunlulukla olabileceğini, hiçbir ustanın bu durumu çözememesinin böyle bir
olasılığı kaldırmayacağını iddia etmiştir.
Hume’un bir diğer eleştirisi
ise esasında onun a priori delilin herhangi bir şeyi ispat edemeyeceği
şeklindeki önermesinde temellenmektedir. Bu eleştiri Clarke’ın maddi dünyanın
olumsal varlık olduğu iddiasına yöneliktir. Clarke’a göre maddi dünyayı şimdi
olduğundan farklı bir şekilde tasavvur edebilmemiz maddi dünyanın zorunlu bir
şekilde var olmadığını göstermektedir. Hume bu durumun aynı şekilde Tanrı için
de geçerli olduğunu ileri sürmüştür. Yani bu durumda Hume’a göre zihin pekâlâ
Tanrı’nın yokluğunu ve sıfatlarının değişimini tahayyül edebilir. Dolayısıyla
böyle düşündüğümüz zaman Tanrı da zorunlu varlık olmayacaktır. Hume açısından
Clarke’ın maddi dünya için söylediklerini Tanrı’ya atfetmemesinin temel nedeni
tarafgirlikten başka bir şey değildir (Hume, 1995, s. 200-201).
Hume’un Clarke’ın deliline
yönelik son eleştirisi ise, delilin inandırıcı olmadığına yöneliktir. Hume’a
göre böyle bir delil “metafizik kafalı insanlar dışında” hiç kimseye bir etki
etmez. Ayrıca Tanrı’ya inanan insanların hiçbiri böyle bir delilden hareket
ederek inançlı olmamıştır. Aksine Tanrı’ya inanan insanların çoğu, böyle bir
kanıtlamada bazı aksaklıkların olduğunu sezinlemişlerdir (Hume, 1995, s. 202).
Khamara, Hume’un Clarke’ın
deliline yönelik birçok itirazda bulunduğunu ancak ana itirazın bir tane
olduğunu belirtmiştir. Bununla birlikte önermelere yönelik eleştirilerinin de
dört tane olduğunu ve bunların bir bakıma ana itiraz için tamamlayıcı görevi
gördüklerini iddia etmiştir. Hume’un ana itirazı ise bizim de yukarıda ele
aldığımız, Clarke’ın kanıtlama şekline yöneliktir. Yani a priori bir şekilde
Tanrı ispatlamasının mümkün olamayacağı şeklindedir. Khamara söz konusu itirazı
değerlendirmeden önce demonstrable kelimesinin incelenmesinin faydalı
olacağını düşünür. Çünkü bu kelimeyi hem Hume eleştirisinde kullanmıştır hem de
Clarke ispatlamalarının bu şekildeki bir kanıta dayandığını iddia etmiştir.
Clarke’ın Tanrı’nın varlığının ve sıfatlarının ispatını yapmış olduğu kitabının
isminin de “A Demonstration” ile başlaması tesadüf değildir. Khamara’ya göre demonstrable
kelimesini hem Clarke hem de Hume, ispatlanması mümkün olan bir şeyin
ispatlanması manasında kullanmamışlardır. Yani herhangi bir şeyin doğruluğunun
sağlam delillerle ortaya konması demonstrable için yeterli değildir. Bir
delilin demonstrable olması için sonucun zorunlu olarak doğru olması
gerekir. Zira Hume’un iddiasına göre bir ispatın demonstrable olması
için, sonucun karşıtının çelişik olduğunun gösterilmesi gerekir. Clarke’ın a
priori argümanı da böyle bir ispat iddiasındadır. Ancak bu şekilde Tanrı’nın
varlığının ispat edilmesi Hume’a göre mümkün değildir. Çünkü varlığını
düşündüğümüz her şeyin yokluğunu da düşünebiliriz. Dolayısıyla Tanrı’nın
varlığının bu şekilde ispat edilmesi söz konusu olamaz (Khamara, 1992, s.
48-49).
Khamara’ya göre Hume’un söz
konusu edilen eleştirisi Clarke’ın argümanını yıkacak güçte değildir. Ona göre
Clarke’ın Hume’a şu şekilde cevap vermesi eleştiriyi bertaraf etmesi için
yeterlidir: “Var olan her şey var olmayabilir, doğru ama bunun tek istisnası
nihai neden olarak Tanrı’dır. Ben buna kendi argümanımda kanıt getirebilirim. Benim
argümanımda hatalı olan şey her ne ise, bana onu söylemeksizin benim sadece
sonucumu reddedemezsin. Çünkü eğer benim argümanım sağlamsa, hiçbir varlık
zorunlu bir şekilde var olamaz, şeklindeki iddian yanlış olur. Hiçlik, senin
seçiklik kavramına başvurmanla herhangi bir şeylik kazanmaktadır. Ben sadece
mantıksal olarak mümkün olan şeyin seçik bir şekilde kavranıldığını
varsayıyorum. Fakat benim zorunlu varlığın varlığını kanıtlayan iddiam, yokluğu
mantıksal olarak imkânsız olan şeydir. Bundan dolayı seçik bir şekilde
kavranılamaz.” (Khamara, 1992, s. 49) Khamara’nın bu eleştirisinde kuşkusuz ön
plana çıkan şey Hume’un kullanmış olduğu seçiklik kavramıdır. Çünkü burada
esasında bir netlik yoktur. Yani neyin tam manasıyla seçik olduğunu algılamak
zordur. Başka bir ifadeyle benim seçik kabul ettiğim şeyi, bir başkasının seçik
kabul etmemesi mümkün müdür? sorusu önemli bir mesele haline gelmektedir.
Khamara’nın bu eleştirisinde haklı olduğunu söyleyebiliriz. Zira Hume’un seçik
olan bir şeyin yokluğunun düşünülebilmesi iddiası birçok şey için geçerli olsa
da, zorunlu varlık için geçerli değildir.[19]
Khamara’nın Hume’un itirazında
dile getirmediği, ancak cevap verdiği şeylerden birisi de, bizim Hume’un
eleştirilerinde dile getirmiş olduğumuz, Clarke’ın bir şeylerin hiçlikten
çıkmasını mümkün görmediği önermesidir. Clarke, ezeli bazı şeylerin olması
gerektiğini iddia ederken, elemiş olduğu seçeneklerden birisi de, varlıkların
hiçbir neden yokken meydana gelmiş olmalarıdır. Clarke’a göre böyle bir şeyin
çelişik olduğunu ifade etmiştik. Çünkü herhangi bir şeyin hiçbir neden yokken
hiçlikten ortaya çıkması demek, Clarke’a göre bir şeyin hem etkilendiğini hem
de hiçbir şeyin onu etkilemediğini söylemektir, böyle bir şey ise çelişiktir.
Ancak Hume bu durumu eleştirmiş, bir şeyin hiçlikten çıkması illa da onun
nedensiz olduğu anlamına gelemeyeceğini, bizim sadece bu durumun nasıl olduğunu
bilemeyeceğimizi iddia etmişti. Ancak Khamara’nın da ifade ettiği üzere,
Hume’un bu eleştirisinde yapmış olduğu şey, esasında hiçliğe herhangi bir
şeylik mevkisi vermektir. Bu manada Hume’un bu eleştirisinin savunulur bir
tarafının olmadığı açıktır. Başka bir ifadeyle Clarke’ın iddia ettiği gibi,
hiçlikten hiçbir şeyin çıkmayacağı açıktır.
Hume’un ana itirazının söz
konusu ettiğimiz şekilde çürütüleceğim iddia eden Khamara, diğer dört
eleştiriyi ele alır. Değerlendirdiği ilk eleştirilerden birisi de nedensellik
ile ilgilidir. Hume’un dile getirdiği eleştiri şu şekildedir: “Nesnelerin
başsız ve sonsuz bir art arda gelişini izlerken, genel bir neden ya da ilk
yaratıcı aramak çok saçma görünür. Zamanın başından beri var olan bir şeyin
nasıl nedeni olabilir? Çünkü bu ilişki zamanca bir önceliği ve var oluşun bir
başlangıcı olmasını içerir” (Hume, 1995, s. 200).
Khamara’ya göre bu eleştiri
Clarke’ın argümanına ilişemez. Çünkü Hume’un burada ifade ettiği nedensellik
ile Clarke’ın argümanında ifade ettiği nedensellik birbirinden farklıdır. Zira
Hume’un iddiasına göre neden her zaman etkiden öncedir. Oysaki Clarke için
böyle bir şey zorunlu değildir. Yani Clarke açısından nedenin zamansal olarak
her zaman etkiden önce gelmesi bir gereklilik değildir. Clarke’ın iddia ettiği
nedensellik prensibine göre zamanda bir başlangıcı olmasa bile olumsal olarak
var olan her şeyin bir nedeni vardır. Dolayısıyla Hume’un bu hususta Clarke’ın
argümanına yönelttiği eleştirinin başarılı olduğu söylenemez (Khamara, 1992, s.
50).
Hume’un nedensellik konusunda
dile getirdiği bir diğer eleştiri ise, tek tek olguların nedeni açıklandığında,
bunların hepsinin birlikte bir nedeninin olduğunu iddia etmenin saçma oluşudur.
Hume, eleştirisini şu şekilde ifade etmektedir: “Ben size yirmi madde
parçacığından oluşmuş bir dizinin her bir parçasının özel nedenlerini
gösterseydim. Siz de sonradan kalkıp bana bu yirmi parçanın hepsinin birden
nedenini sorsaydınız, doğrusu, sorunuzu akla pek aykırı bir şey sayardım. Çünkü
parçaların nedenini açıklamakla, bütün yeterince açıklanmış olmaktadır” (Hume,
1995, s. 201).
Khamara’ya göre Hume’un bu
eleştirisi istenilen sonucu veremez. Çünkü daha önce ifade ettiğimiz üzere
Clarke’ın kullanmış olduğu nedensellik ilkesi ile Hume’un dile getirdiği
nedensellik ilkesi birbirinden farklıdır. Dolayısıyla Khamara açısından Hume’un
yapmaya çalıştığı şey, sonradan var olan her şeyin bir nedeni vardır, şeklindeki
nedensellik ilkesini, haksız bir şekilde Clarke’ın argümanına dayatmaktadır
(Khamara, 1992, s. 50-51). Khamara’nın nedensellik ile ilgili vermiş olduğu
cevap yerinde olmakla birlikte ikinci itiraz için daha detaylı bir inceleme,
değerlendirmenin sıhhati için yerinde olacaktır. Bu minvalde Hume’un ifade
ettiği yirmi parçacıktan oluşan kümesi ile Clarke’ın kastettiği olumsal
varlıklar kümesinin birebir aynı şey olduğunu söylemek mümkün değildir. Hume’un
ifade ettiği kümedeki parçacıklar birbirinden tamamen bağımsız şeyler gibi
görünmektedirler. Ve dolayısıyla hepsinin ayrı ayrı nedenleri olduğu
varsayılmıştır. Oysaki Clarke’ın olumsal varlıklar zincirinden kastının
hepsinin birbirinden bağımsız olduğu bir varlıklar kümesi olmadığı açıktır.
Başka bir ifadeyle Clarke’ın buradaki kastı, her biri diğerinde nedenlenmiş bir
bağımlı varlıklar serisidir. Bundan dolayı Clarke’ın olumsal varlıklar
zincirine en uygun örneklerden birisi dünya ve içindekiler olabilir. Dünyayı
bir olumsal varlıklar zinciri olarak varsaydığımızda, içindekileri de bu
kümenin elemanları olarak varsayabiliriz. Sonuç itibariyle dünyayı oluşturan bu
olumsal varlıkların nedeni ile birlikte zincirin varlığının nedenini yani
dünyanın varlığının nedenini sormamız da saçma olmayacaktır.
Khamara, Hume’un diğer iki
eleştirisinin ad hominem şeklinde ilerlediğini iddia eder. Çünkü ona
göre Hume, zorunlu varlık fikrini rahat bir şekilde eleştirirken, aynı argümanı
ateizmin lehine, dünyanın da zorunlu olabileceği şeklinde savunduğunu söyler
(Khamara, 1992, s. 51). Durum böyle olsa da Hume’un temel bir mantık hatası
olan ad hominemi işlediği söylenemez. Çünkü Hume’un yapmaya çalıştığı
şey, esasında Clarke’ın argümanında Tanrı için söylenenleri aynı şekilde maddi
dünya için de söylemektir. Yoksa Hume’un Clarke’ın argümanını bırakıp da
Clarke’ın şahsına yönelik herhangi bir suçlamada bulunduğu söylenemez. Hume her
ne kadar bazen alaycı bir tavırla Clarke’ı eleştirse de, genel olarak argüman
üzerinde yoğunlaşmakta ve ona göre eleştirilerini ifade etmektedir.
Khamara’nın dile getirdiği
diğer iki eleştiri esasında benzerdir. Bundan dolayı her iki itirazı tek bir
şekilde ele almak mümkündür. Hume’un son iki eleştirisi Tanrı için
söylenenlerin aynı şekilde maddi evren için de söylenebileceği şeklindedir.
Hume, durumu şu şekilde ifade etmektedir: “Maddi evrenin kendisi niçin o var
oluşu zorunlu olmasın? Maddenin bütün niteliklerini bildiğimizi söyleyemeyiz.
Belirleyebildiğimiz kadarıyla maddenin öyle bir takım nitelikleri olabilir ki
bunları bilebilseydik maddenin var olmayışını, bize iki kere ikinin beş
etmemesi kadar büyük bir çelişki olarak gösterirlerdi.” Benzer itirazı da şu
şekildedir: “Doğal varlıkların düzenine hayran olacak yerde, cisimlerin doğal
yapılarının en gizli köşelerine sızabilseydik, başka herhangi bir yatkınlıkta
bulunmamalarının kesin olmaksızlığını apaçık görmez miydik? Bu zorunluluk
fikrini önümüzdeki soruna sokmak işte öylesine tehlikelidir. Ve din varsayımına
doğrudan doğruya karşıt bir çıkarımı doğallıkla sağlamaktadır”[20] (Hume, 1995, s. 199-201).
Khamara, Hume’un söz konusu
iki eleştirisinin kabul edilebilir bir yanının olmadığını ifade eder. Çünkü ona
göre Hume’un eleştirdiği şey esasında zorunluluk kavramının aptalca bir
açıklamasına dayanmaktadır. Zira Clarke’ın argümanındaki zorunluluk kavramı,
eleştirilen bir yer değildir. Ayrıca, Clarke bir şeyin özünü tam olarak
kavrayamayacağımızı ifade etmesine rağmen, Hume’un eleştirisinde, Clarke’ın
sanki maddi dünyanın özünü bilebileceğimizi ancak Tanrı’nın özünü
bilemeyeceğimizi ifade etmiş gibi görünmektedir. Dolayısıyla zorunlu varlığın
özelliklerinin bilinişi hususu, yanlış bir şekilde Clarke’a atfedilmiştir.
Oysaki Clarke’ın ilgilendiği husus, O’nun yokluğunun mantıksal olarak imkânsız
oluşu gibi, zorunlu varlığın bilinebilir özellikleridir. Dolayısıyla Khamara’ya
göre Hume’un burada yaptığı şey Clarke’ın argümanını çarpıtmaktan başka bir şey
değildir. Sonuç olarak Khamara’ya göre Hume tarafından ortaya konan itirazların
hiçbiri Clarke’ın argümanını çürütmekte başarılı olamamıştır (Khamara, 1992, s.
52-53).
Hume’un zorunlu varlık fikrine
yönelik eleştirilerinin sağlam bir gerekçeye dayanmadığını Çevik de dile
getirmiştir. Ona göre Hume’un zorunlu varlık kavramı üzerinde durduğunu ancak
Clarke’ın neden böyle bir iddiada bulunduğu üzerinde durmadığını ve esas
meseleyi ya görmediğini ya da meselenin farkında olmadığını dile getirmiştir.
Çünkü Clarke’ın buradaki esas meselesi olumsal olan varlıkların neden yok değil
de var olduklarıdır. Dolayısıyla Clarke’ın amacı zorunlu varlık fikrinden
hareketle olumsal varlıklar için bir zemin veyahut dayanak oluşturmaktır. Oysa
Hume bu sorunu gündemine dahi almamıştır (Çevik, 2006, s. 226-227).
Zorunlu varlığa yönelik
eleştirileri Khamara ve Çevik söz konusu ettiğimiz şekilde ele almış ve bu
eleştirilerin yersiz olduğunu iddia etmişlerdir. Biz de onların eleştirilerine
katılarak, Hume’un zorunlu varlık fikrine dayalı diğer eleştirisi olan, maddi
dünyanın da zorunlu olabileceği fikrini incelemek istiyoruz. Hume bu durumu
şöyle ifade etmektedir: “Maddi dünyanın, var oluşu-zorunlu Varlık olmadığını
ortaya koymaya yönelmiş tek bir kanıtlama biliyorum; bu da dünyanın hem
maddesinin hem de biçiminin zorunsuzluğundan çıkarılmıştır. Şöyle denmektedir:
‘Herhangi bir madde parçacığının ortadan kalktığı düşünülebilir ve herhangi bir
biçimin değişikliği düşünülebilir. Onun için böyle bir ortadan kalkma ya da
değişme olanaksız değildir[21]’” (Hume, 1995, s. 200). Hume,
Clarke’ın bu ifadelerinin Tanrı için de geçerli olduğunu söylemiştir. Ancak
Hume’un bu eleştirilerinin çok makul olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü
Clarke eserinde hem maddi dünyanın hem de içindekilerin bir zorunluluk
barındırmadığını detaylı bir şekilde açıklamıştır. Ayrıca Hume, maddi dünyanın
zorunlu olmadığıyla ilgili bir tek delilin olduğunu öne sürse de Clarke’ın
getirmiş olduğu başka delilleri de vardır. Bunlardan birisi de boşluk
delilidir. Clarke’a göre eğer madde zorunlu olsaydı zorunlu olarak her yerde
bulunurdu. Oysaki evrende boşluğun olduğu açık bir şeydir. Bu da maddenin
zorunlu olmadığını göstermektedir. Ayrıca Clarke’a göre doğrudan olmasa da
dolaylı olarak zorunlu varlığın tek oluşu da maddenin veya maddi evrenin
zorunlu olamayacağını göstermektedir. Öte taraftan Clarke’a göre zorunlu
varlığın akıllı bir varlık olması gereğinden de maddenin zorunlu varlık
olmadığını çıkarabiliriz. Sonuç olarak Hume’un maddi dünyanın da zorunlu varlık
olabileceği yönündeki eleştirilerinin pek makul olmadığı söylenebilir.
Khamara makalesinde dile
getirmese de bizim Hume’un eleştirilerini dile getirdiğimiz pasajda ifade
ettiğimiz üzere, Hume’un Clarke’ın deliline yönelik son eleştirisi de delilin
inandırıcılıktan uzak olduğu ve metafizik kafalı kişilerin dışında bu delilin
kimseye hitap etmediğidir. Ancak Clarke’ın bu delili, Tanrı’nın varlığını kesin
bir
şekilde ortaya koymayı ve
ateistlerin iddialarını çürütmeyi amaçladığından, burada önemli olan delilin
sağlamlığıdır. Yani kişilerin bu delilden hareketle inanıp inanmamaları
kendilerine kalmış bir durumdur. Ayrıca insanların delille ilgili bazı
hataların olduğunu sezinlemesi de delilde bir hatanın olduğunu göstermez. Böyle
bir sezginin nedeni delilin tamamen soyut şeyler üzerine inşa edilmesinden
kaynaklanabilir. Ancak delilin halkın geneline hitap etmediği şeklindeki
eleştiri, makul görünmekle birlikte delilin sağlamlığına hiçbir şekilde etki
etmeyeceği aşikârdır.
Hume’un eleştirilerine yönelik
değerlendirmelerimizden sonra Khamara’nın eleştirilerinin neler olduğunu ve bu
eleştirilerin güçlü olup olmadığını değerlendirmek faydalı olacaktır.
Khamara’ya göre Clarke’ın argümanı birbiriyle bağlantılı olarak iki noktada
hatalıdır. Bunlardan birincisine göre Clarke’ın argümanı modal yanılgı
işlemiştir. Diğer husus ise bu yanılgının Clarke’ın bir öncül olarak kullanmış
olduğu nedensellik prensibi tarafından gizlendiğidir. Khamara’ya göre Clarke
argümanında zorunlu varlığa ulaşırken olumsal varlık üzerinden hareket etmiştir
(Khamara, 1992, s. 53). Dolayısıyla kıyas kurallarına göre sonuç daima
öncüllerin zayıf olanına bağlı olduğundan (Öner, 2017, s. 127) böyle bir sonuca
ulaşmak hatalıdır. Öte taraftan geleneksel kıyas teorisi kurallarına göre asıl
öncülleri tikel olan bir argümandan tümel bir sonuç üretilemez. Burada bizi
ilgilendiren esas mesele de olumsal önermelerden hareketle zorunluluğa ulaşma
meselesidir. Dolayısıyla Khamara’ ya göre nasıl ki ana öncülleri tikel olan bir
argümandan tümel bir sonuç elde edemiyorsak, benzer şekilde ana öncülleri
olumsal olan bir argümandan da zorunlu bir sonuç türetemeyiz. Zira olumsal bir
sonuç bu dünya için doğru bir şeyi ifade eden bir sonuç olsa da, bütün mümkün
dünyalarda doğru olduğu iddia edilemez. Oysaki zorunlu bir sonuç bütün mümkün
dünyalar için doğru oluşu ifade eder. Dolayısıyla Khamara’ya göre Clarke’ın
argümanı iki şekilde de modal hata işlemiştir: Birincisi; sonuç öncüllerin zayıf
olanına bağlı olduğundan, olumsal önermelerden zorunlu bir sonuca ulaşmak
mümkün değildir. İkincisi ise ana öncülleri tikel olan bir argümanda, tümel bir
sonuca ulaşmak mümkün değildir. Khamara, Clarke’ın zorunlu varlığa ulaşması
için kullandığı ana öncülün onun kullanmış olduğu nedensellik önermesi olduğunu
dile getirerek, Clarke’ın bu önerme sayesinde olumsallık ile zorunluluk
arasında geçiş yapabildiğini iddia etmiştir.
Khamara’nın dile getirdiği bir
diğer eleştiri ise Clarke’ın nedensellik prensibinin sahte bir kendinden
ispatlı ilke olduğu şeklindedir. Ona göre Clarke’ın nedensellik ilkesinin kesin
gibi görünmesinin temel sebebi kullanmış olduğu “olumsal olarak (contingently)”
kelimesinin ilişkisel ve ilişkisel olmayan iki anlamının da bitişik bir şekilde
kullanılmasıdır. Kelimeyi ilişkisel manada kullandığımız zaman bir şeyin
olumsal olarak var olması durumunda başka bir şeye nedensel olarak bağlı
olduğunu iddia etmiş oluruz. İlişkisel olmayan manada kullandığımız zaman ise
bir şeyin olumsal olması demek aktüel olarak var olan bir şeyin mantıksal imkân
olarak var olmayabileceğini de ifade etmek demektir. Dolayısıyla biz ilişkisel
manada ele alırsak, “olumsal olarak var olan her şeyin bir nedeni vardır”
yargısı, nedensel olarak başka bir şeye bağımlı olan her şeyin dışsal bir
nedene sahip olduğunu ifade eder. Aynı yargıyı ilişkisel olmayan manada ele
aldığımız zaman ise bu durumda tözsel bir olumsal önerme olacaktır. Yani var
olmayabilirken aktüel olarak var olan her şey dışsal bir nedene sahiptir (Khamara,
1992, s. 53-55).
Khamara’nın kendisinin,
Clarke’ın argümanına yönelik eleştirilerinde haklı olup olmadığını, detaylı bir
şekilde incelemeden söylemek pek mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla bu
eleştirileri detaylı bir şekilde inceledikten sonra bir karara varmak daha
makul olacaktır. Khamara’nın eleştirilerine bakacak olursak, esas itibariyle
ana itirazının bir tane olduğunu söylemek mümkündür. Bu itirazı ise Clarke’ın
argümanının modal yanılgı içerdiği şeklindedir. Khamara’ya göre bu yanılgının
nedeni, Clarke’ın “şimdi bazı şeylerin var olduğu” şeklindeki olumsal bir
önermeden hareketle, “zorunlu bir varlığın var olması gerektiği” şeklinde
zorunlu bir sonuca ulaşmasıdır. Dolayısıyla burada inceleyeceğimiz husus,
gerçekten Clarke’ın bu şekilde hareket edip etmediği ve Clarke’ın argümanı
gerçekten Khamara’nın dediği şekilde ilerlemişse, bunun modal bir yanılgı olup
olmadığıdır.
Khamara’nın iddia ettiğine
göre Clarke, “şimdi bazı şeyler vardır” şeklindeki olumsal bir önermeden
hareketle, “zorunlu bir varlık vardır” şeklindeki zorunlu bir sonuca
ulaşmaktadır. Ancak Clarke’ın argümanını yukarıda ortaya koyduğumuz şekline
göre böyle bir şeyi iddia etmek mümkün değildir. Çünkü Clarke’ın şimdi bazı
şeylerin varlığından hareketle çıkarmış olduğu temel sonuç, “ezeli bir varlığın
olması gerektiğidir.” Dolayısıyla Clarke söz konusu önermeden hareketle zorunlu
bir varlığın olması gerektiği şeklinde bir sonuca ulaşmış değildir. Clarke bu
ezeli varlığın bağımsız olması gerektiğine yani nedensiz olması gerektiğine de ulaştıktan
sonra bu varlığın zorunlu olması gerektiği sonucuna varmıştır. Ayrıca
Khamara’nın burada zorunluluğu kullanırken pek dikkatli olduğu söylenemez.
Çünkü Clarke’ın ilk önermesinden hareketle ulaşmış olduğu sonucun kendisi
bizâtihi zorunlu bir şey değildir. Zorunlu olan şey, söz konusu olumsal
önermeden zorunlu bir şekilde sonucun çıkmasıdır. Dolayısıyla Clarke’ın sonucu
bizâtihi zorunlu değildir, ilişkisel manada bir zorunluluktur. Başka bir
ifadeyle öncül ile sonuç arasındaki ilişkiden kaynaklanan bir zorunluluk
olmaktadır. Bu durumda da modal bir yanılgı olması söz konusu olamaz. Ayrıca
Clarke, zorunlu bir varlığın olmasını şimdi bazı şeylerin var olması üzerine
temellendirmemektedir. Yani zorunlu varlığın olmasının nedeni olumsal varlıklar
değildir. Clarke’a göre zorunlu varlığın zorunlu oluşu, kendi tabiatından
kaynaklanmaktadır. Bundan dolayı da Clarke’ın olumsal varlıklardan hareketle
zorunlu bir varlığın olması gerektiğine ulaştığını söylemek mümkün olsa da,
zorunlu varlığın zorunlu oluşuna buradan hareketle ulaştığını söylemek mümkün
değildir.
Kanaatimizce Khamara’nın
burada yapmış olduğu hata, zorunluluk kavramını detaylı bir şekilde
incelememesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü Robert Merrihew Adams’ın da
belirttiği üzere mantıksal, metafiziksel ve mutlak bir şekildeki zorunluluk ile
nedensel, fiziksel ve şartlı zorunluluk birbirinden farklıdır (Adams R. M.,
1987, s. 41). Clarke’ın argümanında yapmış olduğu çıkarımların şartlı bir
zorunluluk olduğunu, zorunlu varlığın zorunluluk kaynağının da mantıksal veya
metafiziksel bir zorunluluk olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla Khamara’nın
Clarke’ın argümanına yönelttiği temel itirazın haklı olduğu söylenemez.
Ayrıca Khamara, Clarke’ın,
“olumsal olan her şeyin bir nedeni vardır”, şeklindeki önermesinin sahte bir
kendinden açık önerme olduğunu iddia etmiştir. Bunu da Clarke’ın “olumsal
olarak (contingently)” kelimesinin ilişkisel ve ilişkisel olmayan manalarını
bitişik bir şekilde kullanmasına bağlamıştı. Clarke’ın eserinde her iki manayı
da kullandığı doğrudur, ancak bu, “olumsal olarak (contingently)” kelimesini
argümanında her iki manaya da gelecek şekilde kullandığını göstermez. Oysaki
Clarke’ın argümanını incelediğimiz zaman Clarke’ın “olumsal olarak
(contingently)” kelimesini argümanında var olmak için dış bir nedene ihtiyaç
duyan şey manasında kullandığı açık bir şekilde görülmektedir.
Khamara’nın Clarke’ın
önermesinin sahte bir kendinden açık önerme olduğu yönündeki eleştirisini,
başka bir şekilde Khamara’nın kendisine yöneltmek mümkündür. Çünkü Khamara,
Clarke’ın “şimdi bazı şeylerin varlığı açıktır”, şeklindeki önermesini hiçbir
şekilde tahlile tutmadan olumsal olduğuna hüküm vermiştir. Ancak durumun bu
kadar açık ve basit olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Yani bizim olumsal
olarak kabul ettiğimiz gerçek varlıkların, gerçekten olumsal olduğunun
yeterince ispatlı olup olmadığı kuşkuludur.[22]
Dolayısıyla bu yönüyle de Khamara’nın eleştirisinin yerinde olduğu söylenemez.
TANRI’NIN
SIFATLARI
Tanrı’nın zatının
bilinemez olduğu ancak O’nun sıfatlarının ve fiillerinin bilinebilir olduğu
birçok filozof ve teolog tarafından dile getirilmiştir. Clarke da bu ayırımı
kabul etmektedir. Clarke’a göre Tanrı’nın zatı her ne kadar bilinmese de
sıfatları pekâlâ bilinebilir ve bu sıfatları akıl doğal olarak ortaya çıkarabilir.
Bundan dolayı Clarke Tanrı ispatlamasından yola çıkarak Tanrı’nın hangi
sıfatlara haiz olması gerektiğini göstermeye çalışmıştır. Ona göre Tanrı’nın
varlığı nasıl kesin bir şekilde ispatlanmışsa, sahip olduğu sıfatlar da aynı
kesinlikte ispatlanabilir.
Clarke’a göre Tanrı, varlığı
kendinden olandır ve sonsuzdur. Bütün şeylerin hükümranı ve tek sahibidir.
Bütün şeylerin bütün güçleri O’na bağlıdır. Aynı zamanda onların bütün
güçlerinin bütün sonuçlarını da en mükemmel şekilde O bilir. O her an her yerdedir.
O sınırsız akıl sahibidir. Her nerde olursa olsun O’nun bilgisi tüm şeylerin
bütün olasılıklarını kapsar. Hiçbir şey O’ndan gizli kalmaz. O her şeyin özünü
ve bütün parçalarını sınırsız varlığı ve nüfuzuyla kuşatır. Aynı zamanda O
bütün şeylerin bütün mümkün bileşimlerini, varyasyonlarını, değişimlerini,
durumlarını ve bağımlılıklarını sınırsız görüşüyle görendir. O’nun bilgisinde
herhangi bir hata ve yanılma söz konusu olamaz. Yeryüzündeki her şey ve dünya,
O’nun sınırsız hikmetinin bir sonucudur (Clarke, 1998, s. 79-80). Ayrıca
Clarke’a göre Tanrı özgür irade sahibi olmalıdır. O’nun zorunlu bir fail olması
mümkün değildir. Maddi dünyaya ait hiçbir vasıf Tanrı’da bulunmaz. Tanrı
zorunlu olarak tek olmalıdır. Sınırsız iyilik, adalet ve doğrulukla birlikte
bütün ahlakî mükemmelliklere sahip olmalıdır (Clarke, 1727, s. 146-147).
Clarke’ın muhtelif yerlerde
dile getirmiş olduğu ve bizim de yukarıda sıraladığımız Tanrı’nın
özelliklerinin Clarke açısından aynı türde olduğunu söylemek mümkün değildir.
Clarke’a göre bizim O’na atfettiğimiz sıfatlar ile O’nun varlığının ve
sıfatlarının modları birbirinden farklıdır. Başka bir ifadeyle Tanrı için
kullandığımız enginlik, ezelilik vb. modlar aslında Tanrı’nın sıfatları değil,
var olma/varlık tarzıdır. Ayrıca Clarke’ın a priori olarak kanıtladığını iddia
ettiği sıfatların da aslında sıfatlar değil Tanrı’nın modları olduğunu
söyleyebiliriz. Sözgelimi Tanrı’nın zorunlu varlık oluşu, O’na ait bir sıfat
değildir. Zorunluluk, ilahi tözün ve sıfatlarının varlığının temeli veya
gerekçesidir. Dolayısıyla bizim zorunluluktan hareketle temellendirdiğimiz
zorunlu varlıkta bulunması gereken özellikler de aslında sıfatlar değil
modlardır. O’nun ezeli ve ebedi oluşu, varlığının sınırsız oluşu gibi şeylerin
Tanrı’nın mutlak kudret sahibi oluşu veya hikmet sahibi bir varlık oluşu gibi
sıfatlarla aynı olduğunu söylemek mümkün değildir (Clarke, 1998, s. 122-123).
Clarke’ın Tanrı ve sıfatları
ile ilgili kullanmış olduğu dilin mahiyetine değinirken orada sıfatlar arasında
bir ayırım yaptığını kısmen ifade etmiştik. Clarke’ın yapmış olduğu ayırıma
göre Tanrı’nın zatında bulunması gereken, mükemmeliyet bildiren sıfatlar daha
çok kudret, hikmet ve irade gibi özelliklerken, bir bakıma bu sıfatlardan
zorunlu bir şekilde çıkan diğer sıfatları ise ahlakî mükemmeliyetler bildiren
Tanrı’nın salt iyi oluşu, mutlak adil ve doğru oluşudur. Ancak yukarıda ifade
ettiğimiz üzere Tanrı’nın ezeli ve ebedi oluşu, tek oluşu, her an her yerde
oluşu, varlığının sınırsız oluşu ve değişmezliği gibi özelliklerin diğer
sıfatlar gibi olduğunu söylemek mümkün değildir. Clarke da bunların Tanrı’nın
sıfatları olmadığını, Tanrı’nın hem varlığının hem de sıfatlarının modları
olduğunu iddia etmiştir. Dolayısıyla Clarke açısından sıfatları; zati sıfatlar,
ahlakî sıfatlar ve modlar şeklinde ayırabiliriz.
Clarke’ın yapmış olduğu bu
ayırım aynı zamanda bu sıfatları ve modları temellendirirken farklı yöntemlere
başvurmasına da neden olmuştur. Tanrı’nın zatî ve ahlakî sıfatlarını daha çok a
posteriori bir yöntemle temellendirmeye çalışırken, Tanrı’nın modları diye
ayırmış olduğumuz özellikleri ise daha çok a priori olarak temellendirme yoluna
gitmiştir. Dolayısıyla Clarke’ın sıfatlar ve modlar arasında hem ontolojik hem
de epistemolojik bir ayırım yapmış olduğunu söyleyebiliriz.
Clarke görüldüğü üzere genel
olarak Tanrı’ya yüklediğimiz sıfatlar hususunda bir ayrıma gitmiştir. Ancak biz
bu sıfatları ele alırken daha çok Clarke’ın önem verdiği ve bu sıfatlarla
ilgili olarak yapmış olduğu tartışmalar açısından ele aldık. Dolayısıyla
Clarke’ın herhangi bir tahlile tabi tutmadan, sadece Tanrı’da var olduğunu
söylediği sıfatlar için ayrı bir başlık açmadık. Sözgelimi Clarke birçok yerde
Tanrı’nın mutlak ilim sahibi olduğunu ileri sürmüş, ancak Tanrı’nın ilmi ile
ilgili olarak eserlerinde detaylı bir inceleme yapmamıştır. Dolayısıyla biz de
ilim sıfatıyla ilgili olarak ayrıca bir başlık açmadık. Ancak Clarke’ın ayrı
bahislerde dile getirmiş olduğu özellikler varsa, biz de bunları ayrı başlıklar
altında incelemeye çalıştık. Tanrı’nın ilmi meselesini ayrı bir başlık altında
incelemesek de, Tanrı’nın evreni nasıl bildiği ile ilgili sorunu gündeme
getirirken, kısmen Tanrı’nın ilmini de incelemeye çalıştık. Ayrıca Clarke
birçok yerde Tanrı’nın sonsuz ve sınırsız olduğunu ifade etmiştir. Ancak
sonsuzluk ve sınırsızlık ile ilgili Clarke’ın temel düşüncelerini zaman ve
mekân konusunda inceledik. Çünkü Clarke esas itibariyle Tanrı’nın sonsuz ve
sınırsız oluşunu, zamana ve mekâna eşitleyerek dile getirmiştir. Zira daha
sonra göreceğimiz üzere Clarke zamanın ve mekânın da Tanrı’nın modları olduğunu
ileri sürmüştür. Söz konusu ettiğimiz gerekçelerden dolayı genel olarak ifade
edersek, bu bölümde Tanrı’nın birliğini, akıl sahibi olduğunu, irade sahibi bir
varlık olduğunu, mutlak kudret ve hikmet sahibi olduğunu, bütün ahlakî
mükemmelliklere sahip olduğunu, O’nun değişmez oluşunu, ezeli ve ebedi oluşunu
incelemeye çalıştık.
Birlik
Bizâtihi var olan varlığın
zorunlu olarak tek olması gerektiğini savunan Clarke, bu iddiasını ispatlamak
için hem zorunluluk kavramından hareket eder, hem de zorunlu varlık için
kullanmış olduğu, yokluğu mantıksal olarak imkânsız olan varlık, şeklindeki
tanımından hareket eder. Dolayısıyla Clarke’ın zorunlu varlığın tekliğini
savunurken daha önce değerlendirdiğimiz üzere iki farklı argüman sunduğunu
söyleyebiliriz. Bunlardan birincisine göre O’nun bizâtihi kendisindeki
zorunluluk, O’nun basit, tek form ve dolayısıyla tam olmasını gerektirir. Zira
zorunluluğun kendisi basit ve tek tip olduğundan sadece tek bir varlığa
kaynaklık edebilir. Aksi halde birden fazla varlığa kaynaklık ettiğini
düşündüğümüz zaman onda herhangi bir çeşitliliğin ve farklılığın olduğunu iddia
etmiş oluruz. Oysaki onda herhangi bir çeşitliliğin veya farklılığın olması
demek O’nun dışsal bir nedenden kaynaklandığını ve dolayısıyla ona bağlı
olduğunu gösterir. Oysaki zorunlu varlık herhangi bir dış nedeni olmayan
varlıktır. Dolayısıyla son tahlilde şunu söylemek mümkündür: Zorunlu varlık
kendi özündeki zorunluluktan dolayı tek olmalıdır (Clarke, 1998, s. 35).
Zorunluluk kavramından
hareketle zorunlu varlığın tek olması gerektiğini savunan Clarke’ın ifade
ettiği bir diğer gerekçe ise “birden fazla zorunlu varlığın olduğunu
varsaymamız durumunda bunlardan herhangi birinin yokluğunu varsayabiliriz”,
şeklindeki iddiasıdır. Böyle bir iddia da, zorunlu varlığın yokluğu
düşünülemeyen varlık olması iddiasıyla çelişmektedir. İki veya daha fazla
zorunlu ve bağımsız varlığın olduğunu varsaydığımızda bunlardan herhangi
birinin varlığını diğerinin yokluğunu varsayarak düşünebiliriz. Yokluğu
varsayılan varlık da zorunlu değil ancak mümkün varlık olabilir. Bundan dolayı
da zorunlu varlık tek olmalıdır (Clarke, 1998, s. 35-36).
Clarke zorunlu varlığın tek
oluşunu ispatlamaya çalıştıktan sonra özellikle tarih boyunca birçok filozofun
söz konusu ettiği önemli bir iddiayı gündemine taşır. Bu iddiaya göre Tanrı ile
birlikte madde de ezeli bir ilkedir. Clarke burada da tekliğin olması
gerektiğini düşünür. Çünkü madde de Tanrı ile birlikte ezeli bir ilke ise bu
durumda maddenin de bizâtihi var olduğunu iddia etmiş oluruz. Ancak ispat
edildiği üzere birden fazla zorunlu varlığın olduğunu varsaymak çelişiktir.
Dolayısıyla maddenin Tanrı ile birlikte ezeli bir ilke olması mümkün değildir
(Clarke, 1998, s. 36).
Maddenin ezeli bir ilke
olamayacağını savunan Clarke’ın, üzerinde önemle durduğu bir diğer mesele ise
tek bir zorunlu varlığın olduğunu kabul eden ancak evren ve içindekileri de bu
töze bağlayan Spinoza’nın töz anlayışıdır. Clarke Spinoza’nın töz anlayışına
şiddetle karşı çıkar ve onu sert bir şekilde eleştirir. Clarke’a göre
Spinoza’nın töz anlayışı, evreni ve içinde olan her şeyi zorunlu varlığa
bağlayarak hepsinin tek bir töz olduğunu, dolayısıyla diğer varlıkların da,
bizâtihi var olan varlık gibi sonsuz, yaratılmamış ve zorunlu olduğu iddiasını
taşımaktadır. Oysa Clarke için diğer varlıkların birbirinden farklı olduğu,
onların sabit değil, değişken olduğu ve var olmak için değişmeyen, bizâtihi var
olan ve bütün sebeplerin kendisine bağlandığı bir nedene ihtiyaç duydukları çok
açıktır. Bundan dolayı diğer şeylerin bizâtihi olması mümkün değildir (Clarke,
1998, s. 36).
Akıl
“Bizâtihi var olan ve her
şeyin asli nedeni olan varlık akıl sahibi bir varlık olmalıdır”, ilkesini
savunan Clarke, bu görüşünü daha çok a posteriori olarak savunma eğilimindedir.
Çünkü Clarke’a göre bizâtihi varlığın; kör, akılsız bir zorunluluk değil
gerçekten aktif ve akıl sahibi bir varlık oluşu bize a priori olarak açık
değildir. Bunun temel sebebi ise bilgimizin ve olanaklarımızın noksanlığıdır.
Oysa dış dünya bize şeylerin nedenini ve onların şuurlu bir faili olduğunu
açıkça göstermektedir (Clarke, 1998, s. 38). Clarke’ın bu konudaki
argümanlarına geçmeden önce şunu belirtmekte fayda var: Clarke bu hususla
ilgili olarak kullanmış olduğu temel kelime akıl (intelligence) olmakla
birlikte birçok durumda bu manaya gelecek diğer kelimeleri de kullanmaktadır.
Yani sadece akıl (intelligence') kelimesini değil benzer şekilde idrak (perception)
ve bilinç (consciousness) kelimelerini de aynı anlamda kullanmaktan
kaçınmamaktadır. Dolayısıyla Clarke açısından bu kelimelerin benzer olduğu,
daha doğru bir ifadeyle söz konusu kelimelerin birbirinin yerine
kullanılmasında herhangi bir sakınca olmadığı görülmektedir.
Clarke zorunlu varlığın akıl
sahibi bir varlık olması gereğini, O’nun her şeyin asli kaynağı/nedeni olmasına
bağlamaktadır. Clarke’ın bu bağlamda hareket noktasını “neden, her zaman neden
olunandan daha mükemmeldir,” ilkesi oluşturur. Tanrı varlık alanında her şeyin
asıl nedeni olduğundan, O’nun varlıklardaki kemal sıfatlarının da nedeni olması
gerekir. Bunun için de bu kemal vasıflarının onda mükemmel şekilde bulunması
gerekir. Yoksa varlıklardaki kemal vasfı nedensiz kalır. Bu ise makul değildir.
Öyleyse, akıllı varlıkların akli boyutunun kaynağı olarak Tanrı da mükemmel
şekilde akıllı olmalıdır.
Clarke’ın Tanrı’nın akıl
sahibi olması gerektiğini savunmak için kullandığı diğer argümanı da, Tanrı’nın
mükemmel varlık oluşu üzerinden hareket eder. Ona göre Tanrı mükemmel
varlıktır. Bundan dolayı da bütün mükemmeliyet bildiren vasıfların hepsinin
Tanrı da bulunması gerekir. Akıl da bu mükemmeliyetlerden biridir. O halde
Tanrı zorunlu olarak akıl sahibi olmalıdır (Clarke, 1998, s. 39).
Zorunlu varlığın akıl sahibi
olması gerektiğini temellendiren Clarke, bu argümanları çürütebilecek herhangi
bir argümanın nasıl olabileceğini dile getirerek, argümanını yıkacak herhangi
bir olası yolu kapatma eğilimindedir. Clarke’a göre bizâtihi var olan zorunlu
varlığın akıl sahibi bir varlık olduğunu reddetmek için ateistlerin takip
edebileceği iki yol vardır. İlki evrende herhangi bir aklın olduğunu
reddetmektir ki, bu görüşü insandaki bilinç ve şuur fazlasıyla çürütecektir.
Clarke’ın ilk argümanı evrende akıllı varlıkların olduğu varsayımı üzerine
temellendiği için, Clarke burada bu varsayımı yıkacak herhangi bir argümanın
önünü bu şekilde kapatmış olmaktadır.
İkinci yol ise aklın ayırt
edici bir nitelik olmayıp renkler ve sesler gibi hareketin ve figürlerin bir
birleşimi olduğunu ileri sürmektir. Clarke bu görüşü de kesin delillerle
çürüteceğini iddia etmektedir (Clarke, 1998, s. 39). Söz konusu edilebilecek bu
itirazın da Clarke’ın ikinci argümanına karşı olduğu söylenebilir. Çünkü eğer
akıl mükemmeliyet bildiren bir vasıf değil de, başka şeylerin birleşiminden
oluşmuş bir şeyse tam bir nitelik olmayacaktır. Tam bir nitelik olmayan şeyin
de bir kemal vasfı olması söz konusu olamaz. Dolayısıyla Clarke, aklın bir
kemal vasfı olduğunu ve ateistlerin bunu yıkacak güçte delillere sahip
olmadığını iddia edecektir. Clarke’ın aklın bir kemal vasfı olduğunu bildiren
delilleri şu şekildedir:
Zekâ ve anlayış nitelik olarak
mükemmel bir şekilde ayırt edici vasıflardır. Bunlar akılsız şekil ve
hareketlerin bir birleşimi olamaz; çünkü bir şey kendinde olmayan bir
mükemmelliği başkasına veremez. Mükemmelliğe sebep olan şeyin mükemmel olandan
daha üst bir seviyede mükemmel olması gerekir. Eğer bir şey kendinde olmayan
bir mükemmelliği başkasına veriyorsa, bu mükemmellikler hiçlikten oluyor
anlamına gelir, bu da apaçık bir çelişkidir. Burada renklerin, seslerin,
tatların vb. şeylerin kendilerinde bu tür özellikler olmayan figürler ve
hareketler tarafından ortaya çıkarılmış olduğu itirazına karşı, Clarke bu
yanıtın bu özelliklerin Tanrı tarafından verildiğinin itirafından başka bir şey
olmadığını söyler. Clarke’a göre renkler, sesler, tatlar vb. şeyler zihnin
bizâtihi düşünceleri veya modifikasyonlarıdır. Zihin madde dışında başka bir
şey değildir, gayri maddi bir töz olması da mümkün değildir. Zihin, figürlerin
ve hareketlerin etkileri tarafından doğrudan değil, sadece vesile olunarak
oluşturulmuş akıllı bir varlıktır (Clarke, 1998, s. 40-41).
Maddenin figürleri,
bölünebilirliği, hareketliliği ve diğer nitelikleri gerçek, düzgün, ayırt edici
ve pozitif nitelikler değil sadece negatif nitelikler, eksiklikler ve kusurlardır.
Şekillerin bütün mümkün değişiklikleri, birleşimleri ve bölünmeleri yeni bir
şey oluşturmaz bunların sonuçları yine şekildir. Benzer şekilde hareketin de
tüm değişiklikleri de hareket dışında hiçbir şeydir. Evrende şayet şekillerden
ve hareketten başka bir şey olmamış olsaydı hareket ve maddeden başka bir şey
olmazdı. Bileşenlerin bileşik olandan farklı olduğunu düşünmek büyük bir
hatadır. Hiçbir şey bileşerek, bölünerek veya hareketle başka bir şey olamaz.
Renkler ve sesler bedenin doğuştan özellikleridir, zihnin saf düşünceleridir.
Eğer olanlar, bileşenler ve etkileriyse, iki üçgenin bir kare oluşturması gibi,
onlar o zaman farklı değil tam olarak aynıdır. Kare halen hiçbir şeydir, sadece
iki üçgendir. Benzer şekilde mavi ve sarı renklerini karıştırdığımız zaman
yeşil ortaya çıkar ancak yeşil halen mavi ve sarının karışımından başka bir şey
değildir. Bundan dolayı dünyadaki bütün şeylerin harikulade düzeni ve mükemmel
çeşitliliği, bizâtihi varlığın ve her şeyin asli sebebinin akıllı bir varlık olduğunu
gösterir (Clarke, 1998, s. 42-43).
Varlığın çeşitliliğini akıl
sahibi bir varlığın varlığına bağlayan Clarke, daha sonra ise bu duruma başka
örnekler verir. Clarke’ın dünyadaki şeylerin mükemmel düzeni ve uyumu ile
ilgili verdiği örneklerden birisi de bitkiler ve hayvanlardır. Buna göre
bitkiler ve hayvanlar ya akıllı bir varlık tarafından belli bir zamanda
yaratılmıştır, ya şimdi devam ettiği gibi ezelden sonsuz bir aklın aynı düzen
ve metotla sınırsız güç ve hikmetiyle sonsuz etkisini devamlı olarak
uygulamasıyla var olmaya devam etmektedirler, ya da bizâtihi varlığın asli
kaynaklığı olmaksızın biri diğerinden sonsuz sebepler yoluyla türemiştir. Söz
konusu edilen bu üç yoldan birincisi zaten Clarke’ın ulaşmaya ve ispat etmeye
çalıştığı iddiadır. İkinci yol ise yine birinci yolda olduğu gibi akıllı bir
varlığın olması gerektiğini varsaymaktadır. Clarke bu ikinci yolla ilgili
olarak ateizme neden olduğu kadarıyla ilgileneceğini ifade etmektedir. Çünkü
ikinci yolla her ne kadar başlangıçta akıllı bir varlığın neden olduğu kabul
ediliyor olsa da devam eden düzende akıllı varlığın herhangi bir müdahalede
bulunmadığı iddia edilmiştir. Bu iddia deistlere ait gibi görünmektedir. Üçüncü
yol ise daha önce ispat edildiği üzere mutlak bir şekilde imkânsızdır (Clarke,
1998, s. 44).
Clarke’a göre dünyanın formu
ve onda temaşa edilebilen her şey bütün güzelliği, düzeni ve parçalarındaki
mükemmel uyumu ile birlikte bütün varlıklardaki akli işleyiş ve düzen sırf
akılsız maddenin, figürlerin ve hareketin bir etkisi olduğunu varsaysak bile
yine de bizâtihi varlığın akıllı bir varlık olması gerektiği inkâr edilemez bir
şekilde kalırdı. Çünkü söz konusu ettiğimiz bu ilkelerin kendileri yani akılsız
figür ve hareket, onlardan önce akil bir neden olmaksızın var olmaları mümkün
değildir. Bu hususu açıklamak için Clarke hareket örneğini verir. Dünyadaki
harekete baktığımız zaman hareketin ya belli bir zamanda başlaması gerekir ya
da ezeli olması gerekir. Şayet hareket belli bir zamanda başlamışsa buna sebep
olan ilk sebebin varlığı kaçınılmaz olur. Dolayısıyla Clarke’ın da iddia ettiği
ve savunduğu şey kabul edilmiş olur.
Söz konusu edilen ikinci durum
ise hareketin ezeli oluşudur. Eğer hareket ezeliyse o zaman da karşımıza şu
seçenekler çıkacaktır. Ya harekete ezelden bazı akıllı varlıklar sebep
olmuştur, ya doğasından kaynaklanan bir zorunluluk neden olmuştur ya da
hareketin bizâtihi kendisi başka bir zorunluluk olmaksızın sonsuz bağlantılar
yoluyla ezelden var olagelmiştir (Clarke, 1998, s. 45). Clarke’ın ispat etmeye
çalıştığı şeyin, harekete bazı akıllı varlıkların neden olduğu şeklindeki
yargısıdır. Ancak burada esas olan hareketin bir başlatıcısı olmasıdır. Sonraki
pasajlarda da Clarke, bunu yapmaya çalışmıştır. Yani hareketin bir başlatıcısı
olması gerektiğini iddia etmiş ama bu başlatıcının niçin akıllı olması
gerektiğine değinmemiştir. Ancak bu hareketin sonucunda akli bir düzenin ortaya
çıkmasından hareketle, Clarke böyle bir yargıya varmış olabilir.
Clarke hareket ile ilgili
meseleyi şu şekilde ele almıştır: Öncelikle eğer harekete ezelden bazı ezeli
akıllı varlıklar neden olmuşsa, bu durum Clarke’ın istediği bir sonuç
olacaktır. Yani hareketin bir başlatanın olması gerektiği iddiasının kabulü
demektir. Söz konusu edilen diğer önemli husus olan hareketin ezelden sonsuz bağlantılar
yoluyla var olageldiği iddiası ise daha önce Tanrı ispatlamasında kanıtlandığı
üzere mümkün değildir. Son seçenek ise hareketin bizâtihi var olduğu ve zorunlu
olduğudur. Clarke’ın bu hususla ilgili getirdiği temel itirazlardan birisi;
şayet hareket zorunlu olmuş olsaydı, hareketsiz maddenin olmaması gerektiğidir.
Daha doğru bir ifadeyle eğer hareket zorunlu olsaydı bizim hareketsiz bir şeyi
tahayyül edişimizin çelişki doğurması gerekirdi. Oysaki biz hareketsiz maddeyi
hiç çelişkiye düşmeden pekâlâ tahayyül edebiliyoruz. Bu da hareketin zorunlu
olmadığını açıkça göstermektedir. Diğer önemli bir husus ise şayet hareket
zorunlu olmuş olsaydı evrende bilfiil var olan hareketin daha az veya daha
fazla olması mümkün olamazdı. Yani şimdi var olan hareketin daha az veya daha
fazla oluşunu varsaymamız yine bir çelişki doğuracaktı. Oysaki böyle bir
durumda da herhangi bir çelişkiye düşmediğimizden hareketin zorunlu olduğu
iddiası makul değildir. Hareket ile ilgili ifade ettiğimiz gerekçelerden dolayı
hareketin akıllı bir varlık tarafından başlatılması gerekir. Clarke’a göre
bizâtihi var olan ve her şeyin asli kaynağı olan varlığın her ne farz edilirse
edilsin akıllı bir varlık olması kaçınılmazdır (Clarke, 1998, s. 45).
Clarke’ın bizâtihi var olan
varlığın akıllı bir varlık olması gereğinden çıkarmış olduğu bir diğer sonuç da
yine maddi dünyanın bizâtihi var olamayacağıdır. Çünkü bizâtihi var olan
varlığın zorunlu olarak akıllı bir varlık olması gerekir. Oysaki maddi dünyanın
böyle olmadığı açıktır (Clarke, 1998, s. 46).
İrade
Clarke’a göre bizâtihi var
olan ve her şeyin asli nedeni olan varlık mücbir bir fail değil aksine özgürlük
ve seçim sahibi bir varlık olmalıdır. Zira Tanrı evrende var olan işleyişi
herhangi bir zorunluluktan değil kendi iradesine göre yapmaktadır ve evrenin
başka bir şekilde değil de bu şekilde olmasını da Tanrı irade etmiştir.
Dolayısıyla Clarke’a göre Tanrı’nın bütün eylemleri herhangi bir zorunluluğa
değil, bir seçime dayanır (Clarke, 1998, s. 46).
Clarke irade konusuna birçok
yerde vurgu yapar. Bunun temel sebeplerinden birisi Clarke’ın Tanrı’dan iradeyi
almanın, Onda sadece iradeyi kaldırmayı ima etmeyip, diğer birçok sıfatı da
anlamsız kılmayı doğuracağını düşünmesidir. Sözgelimi Tanrı’nın hikmet sahibi
ve akıllı bir varlık oluşu irade olmadığı zaman pek bir mana ifade
etmeyecektir. Öte taraftan bilinç dediğimiz şey aktif bir eyleme gücünü kendi
içinde barındırır. Şayet irade yoksa bunun pek bir ehemmiyeti kalmayacaktır.
Dolayısıyla Tanrı’nın eylemlerinin bilinçli bir şekilde yapılmadığını iddia
etmiş oluruz.
Tanrı’nın iradesini reddetme
sadece bazı sıfatların veya özelliklerin atıl olmasına neden olmayacak, aynı
zamanda pasif bir Tanrı anlayışına da neden olacaktır. Eğer Tanrı gerçekten
aktif değilse o zaman Tanrı aktif bir fail ve sebep de olmayacaktır. Sözgelimi
bir taşın kendi doğasının zorunluluğundan düştüğünü dile getirmek, esas
itibariyle o taşın aktif bir fail ve neden olmadığını iddia etmektir.
Dolayısıyla en yüce nedenin aktif bir fail ve akıl sahibi olması gerekir. Bunun
için de özgür ve seçim gücüne dayalı bir eyleme kudretine sahip olmalıdır
(Clarke, 1998, s. 46-47).
İrade konusunda Clarke’ın
kendi görüşlerine muhalif gördüğü kişilerin başında Spinoza ve Hobbes
gelmektedir. Spinoza’yı sert bir dille eleştiren Clarke, Tanrı’nın hiçbir şeyi
zorunlulukla yapmadığını, aksine her şeyi ihtiyari olarak yaptığını ispat
etmeye çalışır. Bunu yaparken de Spinoza’nın Ethica’da yer alan önermelerini
ele alır ve onları eleştirir. Clarke için Spinoza ve takipçilerinin iddia
ettikleri Tanrı’nın doğasının zorunluluğu nedeniyle hareket ettiği iddiaları
hiçbir anlamı olmayan boş sözlerdir. Çünkü her şey zorunlu olarak ortaya
çıkıyorsa maddi dünyaya da Tanrı’ya verilen özellikler verilmiş olur. Bu
durumda maddi dünya da bir bakıma Tanrı olmuş olur. Clarke burada eski
hylozoistlere[23] atıf yaparak onların maddi
dünyaya vermiş oldukları özellikleri Spinoza’nın da vermiş olduğunu iddia eder
(Clarke, 1998, s. 47).
Clarke, Spinoza ve Hobbes’a
karşı çıkarken ve onların iddialarının temelsiz olduğunu ispat etmeye
çalışırken kullandığı temel argümanlardan birisi zorunlu fail kavramının
çelişik olduğudur. Çünkü Clarke için ister doğası gereği olsun, isterse başka
bir sebepten olsun eylemlerini zorunlu olarak yapan bir varlığa fail diyemeyiz.
Doğası gereği yere düşen bir taşın nasıl ki bir fail olduğunu iddia edemiyorsak
benzer şekilde Tanrı’nın da doğası gereği eylemde bulunması O’nun failliğine
engeldir. Bir varlığın fail olabilmesi için eylemlerini özgür bir biçimde
yapması gerekir. Clarke açısından özgür varlık ile fail varlık aynı şeydir.
Faillik dediğimiz şey devamlı seçme gücüne sahip olmaktır (Vailati, 1997, s.
81).
Clarke’ın ilahi eylemin
zorunluluğu fikrine getirmiş olduğu bir diğer eleştiri ise, zorunluluğun her
zaman ve her yerde aynı olduğu için, zorunlu bir tabiatın çeşitli bir dünya
yaratamayacağı gerekçesine dayanır. Tanrı zorunlu olarak eylemde bulunduğu
zaman şeyler de şimdi bulunduğu durumdan farklı bir şekilde olamazlar. Oysaki
Clarke’a göre gezegenler ve onların uydularının sayıları ve yer çekimi kanunu
gibi şeyler şimdi olduğundan farklı olabilirdi. Ayrıca Clarke’a göre dünyadaki
şeylerin oluşumunda zorunluluk değil, gayesellik önemli bir rol oynar.
Sözgelimi gözün görmek için, dişlerin çiğnemek için ve güneşin ışık vermesi
için tasarlanması gibi. Fakat Spinoza bu şekilde düşünenlerle alay eder ve
böyle bir şeyi reddeder. Buna karşı Clarke, Spinoza’nın sadece kötü bir filozof
olmadığını, aynı zamanda bir bilim cahili olduğunu ileri sürmüştür (Vailati,
1997, s. 82).
Clarke’a göre Spinoza ve taraftarlarının
iradeyi yok saymalarının altında yatan ana sebep, onların sahip oldukları Tanrı
tasavvurlarıdır. Clarke’a göre eğer Tanrı eylemlerinde özgür bir fail değil de
sırf zorunlu bir failse ve var olan her şey O’nun varlığının doğasından zorunlu
olarak çıkıyorsa o halde şimdi bilfiil var olan şeylerin modlarının ve
durumlarının hiç birinin aksinin veya şimdi olduğundan farklı bir durumun
mümkün olmaması gerekirdi. Spinoza’nın bu hususla ilgili olarak gerekçelerini
dile getiren Clarke, bu gerekçelerin güçlü olmadığını iddia etmiştir. Clarke’ın
ele aldığı ilk önerme de Spinoza’nın Ethica’da ifade ettiği “Tanrısal doğanın
zorunluluğundan sonsuz şekilde, sonsuz sayıda varlık çıkmalıdır” önermesidir
(Spinoza, 2013, s. 47). Bu önermeyi ele alan Clarke burada açıkça sonucun
önceden varsayıldığını ifade eder. Çünkü söz konusu önerme dile getirilirken
ilk olarak zorunlu bir failin varsayılması gerekir. Öte taraftan Clarke’a göre
sonsuz mükemmel doğanın sonsuz tarzda, sonsuz şeyleri yaratması doğrudur, ancak
şartların zamanını ya da tarzını seçme gücü olmaksızın doğasının mutlak
zorunluluğu olarak yapması, O’nun mükemmelliğinin bir anlamı olmadığı manasına
gelir (Clarke, 1998, s. 47-48).
Spinoza ve taraftarlarının
kendi iddialarının doğruluğu için iddia ettikleri bir diğer gerekçe ise, eğer
şeyler şimdi olduğundan farklı olabilirse, bu durumda da Tanrı’nın doğasının ve
iradesinin değişebilir olduğu varsayılmış olduğu fikrine dayanır.[24] Clarke’a göre bu
argüman mümkün olsa dahi yine de zayıftır. Çünkü eğer Tanrı sonsuz doğru amacı
ve sınırsız hikmetiyle farklı zamanlarda ve farklı tarzlarda farklı şeyleri
yaratıyorsa Tanrı’nın doğası ve iradesi değişiyor diyebilir miyiz? sorusunu
sorarak, esasında Tanrı’nın söz konusu edilen durumda iradesinin
değişmeyebileceğini ifade etmiştir. Spinoza’nın varsayımına göre Tanrı bütün
mümkün farklılıkları ve çeşitli şeyleri her zaman zorunlu bir şekilde
üretmektedir, Bu durumda da O’nun doğası ve iradesi her zaman zorunlu bir
şekilde sınırsız çeşitliliktedir, eşit değildir ve O’nun bizâtihi kendisinden
farklıdır. Clarke’a göre böyle bir şeyin saçma oluşu da açıktır (Clarke, 1998,
s. 48-49).
Spinoza’nın üçüncü gerekçesi
ise bütün mümkün şekillerdeki bütün mümkün şeyler her zaman zorunlu bir şekilde
var olmazlarsa onların asla var olmayabileceği fikrine dayanır. Var olmayan
bazı şeyler de her zaman sadece mümkün olarak kalacaklarından asla bilfiil var
olamazlar. Bu durumda da Tanrı’nın aktüel mutlak kudreti kaldırılmış olur.
Clarke’a göre Spinoza’nın bu argümanın metafizik açıdan bir önemi yoktur.
Clarke Spinoza’nın argümanını, eğer bütün mümkün sonsuz süreç her zaman aktüel
bir şekilde tüketilemezse o asla tüketilemeyecektir, böylelikle Tanrı’nın
sonsuzluğu kaldırılmış olur, şeklindeki argümana benzetir. Clarke’a göre bu
durum ise herkesin ilk bakışta fark edeceği üzere çok zayıf bir argümandır
(Clarke, 1998, s. 48-49).
Clarke’ın açıkça
görebildiğimiz bütün şeylerin zorunluluğun değil, aklın ve seçimin etkisi ile
olduğunu göstermek için kullandığı bir diğer örnek ise harekettir. Buna göre hareketin
bizâtihi kendisinin ve onun çokluğunun, yer çekiminin kanunlarıyla birlikte
doğrudan ihtiyari olduğunu, şimdi olduğundan tamamen farklı olabileceğini ileri
sürer. Göksel cisimlerin hareketi ve sayısı onların bizâtihi kendi doğalarının
zorunluluğundan dolayı değildir. Gezegenlerin sayısı daha az veya daha fazla
olabilir. Onların eksenlerindeki hareket şimdi olduğundan daha hızlı veya daha
yavaş olabilir. Bu durum da açıkça sadece bir aklın ve seçimin ürünü olduğunu
gösterir. Clarke hayvanların veya bitkilerin sayısındaki mutlak zorunluluk
nedir? sorusunu sorarak hayvanların ve bitkilerin sayısının da mutlak bir
zorunluluktan kaynaklanmadığını, bunun bilakis Tanrı’nın özgür bir seçimi
olduğunu ifade etmektedir (Clarke, 1998, s. 49-50).
Clarke’ın iddiasını
desteklemek için kullandığı bir diğer argüman ise evrende herhangi bir şeyin
gayesel bir nedeni varsa en üst nedenin zorunlu değil özgür bir fail olması
gerektiği düşüncesidir. Clarke, bu durumun çok açık olduğunu bundan dolayı
Spinoza’nın da bu durumu kaçınılmaz bir şekilde kabul ettiğini ifade eder
(Clarke, 1998, s. 51). Fakat Spinoza bu sonuca varmamak için bütün gayesel
nedenleri reddetmiş, hem Tanrı için hem de evrendeki diğer şeyler için herhangi
bir amaçlılığın olmadığını iddia etmiştir. Spinoza böyle bir amaçlılığın,
insanın hayal ürününden başka bir şey olmadığını iddia etmiştir. Özellikle
Tanrı için herhangi bir amaçlılığın olamayacağını dile getiren Spinoza’ya göre,
böyle bir şeyi düşündüğümüz zaman Tanrı’nın bir şeyleri istediğini farz etmiş
oluruz ki böyle bir durumda da Tanrı’nın istediği şeyden mahrum olduğunu
söylemiş oluruz. Öte taraftan Spinoza’ya göre sadece Tanrı için değil hem
evrenin bizzat kendisinde hem de insan vücudunda böyle bir amaçlılık yoktur.
Sözgelimi gözlerin görmek için, dişlerin çiğnemek için, güneşin ışık vermek
için vb. var olduğunu iddia etmek insanın hayal gücü ve ön yargılarından başka
bir şey değildir (Spinoza, 2013, s. 70-74). Clarke Spinoza’nın bu iddialarının
temelsiz olduğunu, astronomideki ve doğa felsefesindeki günlük gelişmelerin ve
yeni keşiflerin ne kadar fazla olursa, söz konusu cevabın o kadar açık
olacağını dile getirmiştir. Clarke ayrıca söz konusu hususla ilgili olarak
Galen’in De Usu Partium, Tully, De Natura Deorum; Mr. Boyle’nin Of
Final Causes ve Mr. Ray’in Of the Wisdom of God in the Cretion gibi
eserlere başvurulduğunda tatmin edici cevapların bulunacağını ve konunun
açıklığa kavuşmuş olacağını dile getirmiştir (Clarke, 1998, s. 51).
Clarke’ın Tanrı’nın zorunlu
fail oluşuna karşı getirmiş olduğu bir diğer argüman ise, “Tanrı salt zorunlu
bir fail olursa, sonsuz nedenin etkilerinin de sonsuz olması gerekirdi. Bu ise
saçmadır.” şeklindeki yargıya dayanır. Çünkü eylemler, O’nun doğrudan
hükmettiği eylemler olmadığından, O’nun doğasının zorunlu bir neticesi veya
etkisi olacaktır. Böyle bir durumda da açıktır ki sınırsız olan eylemlerin
etkisi ve sonucu da zorunlu olarak her yerde benzer şekilde sınırsız olacaktır.
Dolayısıyla evrendeki hiçbir mahlûkat sınırlı olamaz. Ancak Clarke’a göre bu
husus tamamen absürt ve tecrübelerimize aykırıdır. Clarke bu meselenin
saçmalığından dolayı Spinoza’nın bu durumu başından savmak istediğini ve bunun
için “Tanrısal doğanın zorunluluğundan sonsuz şekilde, sonsuz sayıda varlık
çıkmalıdır” (Spinoza, 2013, s. 47) önermesini dile getirdiğini ifade eder.
Ancak Clarke’a göre bu önermenin kanıtlamasını okuyan herkes önermenin ne kadar
başarısız olduğunu görecektir. Clarke açısından bu önermenin ispatladığı bir
şey varsa o da, ilahi doğanın zorunluluğundan, sadece sınırsız şeylerin ortaya
çıkmasının mümkün olduğudur (Clarke, 1998, s. 51-52).
Clarke’ın Spinoza’nın
görüşleri aleyhine getirmiş olduğu son argüman ise eğer en son sebep özgür ve
irade sahibi bir fail değilse, hareket gibi her etkinin, herhangi asli bir
kaynağa dayanmaksızın sonsuz sebeplerin bir süreci olacağı fikrine dayanır.
Çünkü eğer bir yerde özgürlük yoksa orada fail, sebep, hareket ettirici, ilke
veya herhangi bir yerdeki hareketin bir başlangıcı yoktur. Evrendeki her şey
aktif değil pasif olmalı, her şey hareket ettirici değil hareket eden olmalı,
hiçbiri sebep değil ama her şey etki olmalıdır. Eğer her şey ilahi doğanın
zorunluluğu aracılığıyla var oluyorsa, dünyadaki her şey bizâtihi var oluyor
demektir. Çünkü zorunluluk bunu gerektirir. Böyle bir durum da hiç kuşkusuz
çelişiktir. Sonuç olarak Clarke’a göre en yüce neden özgürlüğe ve seçim gücüne
sahip bir varlık olmalıdır (Clarke, 1998, s. 52).
İrade meselesiyle ilgili
olarak değinmemiz gereken bir diğer husus ise Clarke ile Leibniz arasında
yaşanan tartışmalardır. Tartışmanın odağında ise denklik durumlarındaki seçim
ve kayıtsızlık özgürlüğü (freedom of indifference)[25] bulunmaktadır.
Denklik durumlarındaki özgürlük için, kayıtsızlık özgürlüğünün varsayılması
gerektiğinden, öncelikle kayıtsızlık özgürlüğünü ele almamız gerekmektedir.
Leibniz kayıtsızlık özgürlüğüne şiddetle karşı çıkmış ve böyle bir şeyin mümkün
olmadığını ileri sürmüştür (Leibniz G. W., 2007, s. 313-315). Clarke ise
kayıtsızlık özgürlüğünü hararetle savunmuştur.
Leibniz kayıtsızlık
özgürlüğünün mümkün olmadığını göstermek için üç farklı yola başvurur. Ona göre
öncelikle kayıtsızlık özgürlüğü bizim tecrübelerimize aykırıdır. İkinci olarak
ise kayıtsızlık özgürlüğü ona sahip olan kimseye bir yücelik değil onda bir
eksiklik oluşturur. Leibniz’in son gerekçesi de kayıtsızlık özgürlüğünün
yeterli neden ilkesiyle çeliştiğidir (Vailati, 1997, s. 92-93).
Leibniz açısından bir şeyin
gerekçesiz yapılması sahibine kusurdan başka bir şey yüklemez. Bir şeyin
herhangi bir gerekçe olmadan yapılması da yeterli neden ilkesini iptal eder.
Oysaki söz konusu ilke Leibniz açısından hem Tanrı için hem de insan için en
önemli ilkelerden biridir. Dolayısıyla Clarke ile Leibniz arasındaki
tartışmanın temelinde de yine yeterli neden ilkesi yatmaktadır. Çünkü Leibniz’e
göre Tanrı yaratmış olduğu her şeyi yeterli neden ilkesine göre yaratmıştır.
Clarke açısından ise durum hiç de böyle değildir. Çünkü Tanrı bazı şeyleri bazı
nedenlerden dolayı yaratmış olabilir, ama bazı durumlarda bu neden yalnızca
Tanrı’nın iradesidir (Vailati, 1997, s. 92).
Esas itibariyle her iki
filozofun amacı da Tanrıyı yüceltmektir. Leibniz için Tanrı’nın herhangi bir
neden olmaksızın bir şeyi irade etmesi demek, O’nun ilmini ve hikmetini yok
saymak demektir. Çünkü Leibniz’e göre Tanrı, her zaman en iyi olanı yapar.
Clarke ise Tanrı’nın irade sahibi olmasını herhangi bir nedene bağlamak
istemez. Çünkü Clarke’a göre bir şeyin faili olmak demek her şeyden bağımsız
olarak irade etmek demektir. Aksi takdirde Tanrı gerçek fail olamaz. Ayrıca
iradenin bazı nedenler yoluyla belirlenimi determinizme ve kaderciliğe neden
olur. Böyle bir durumda da ahlakın kaynağı yok edilmiş olur.
Denklik durumundaki seçime de
karşı çıkan Leibniz, iddiasının doğruluğunu ispat etmek için yine üç gerekçe
sunar. Ona göre denklik durumundaki seçim kayıtsızlık özgürlüğünü
gerektirdiğinden reddedilmelidir. Leibniz’in ikinci gerekçesi de, denklik
durumunda sırf irade tarafından yapılan seçimin Tanrı’nın hikmetiyle
çelişeceğidir. Zira böyle bir durumdaki seçim nedensiz olarak yapılmış olacaktır.
Oysaki Clarke ilahi iradenin, ilahi değerlendirmeler tarafından
belirlenemeyeceğini iddia etmiştir. Çünkü böyle bir durumda Tanrı özgür bir
fail olamayacaktır. Leibniz’in üçüncü gerekçesi de ayırt edilemezlerin
özdeşliği ilkesinden hareketle oluşturulan bir argümandır. Buna göre tam
manasıyla bir denklik durumu Tanrı’nın bir mucizesi olmadan sağlanamaz.
Dolayısıyla Leibniz, yeterli neden ilkesi ile zihnin denklik durumunda eylemde
bulanabilmesini reddederken ayırt edilemezlerin özdeşliği ilkesiyle de herhangi
bir denklik durumunun meydana gelebilmesinin imkânını ortadan kaldırmış olur
(Vailati, 1997, s. 97-100).
Leibniz Clarke’ı daha çok
yeterli neden ilkesi üzerinden eleştirirken, Clarke ise Leibniz’i zorunluluk
üzerinden eleştirmiştir. Çünkü Clarke’a göre Tanrı için kayıtsızlık özgürlüğünü
reddetmek tamamen kaderciliğe sebebiyet verir. Clarke felsefi sorunlardaki
zorunluluğun her zaman mutlak zorunluluğa işaret ettiğini ifade ederek,
Leibniz’in sonuç olarak mutlak bir zorunluluğa düştüğünü iddia etmiştir.
Leibniz Clarke’ın bu suçlamalarını kabul etmez ve yazdığı son mektubunda
kendisinin özgürlük, olumsallık, mutlak zorunluluk, şans, etkileşim vs. gibi
birçok konuya Teodise’ de açıklık getirdiğini ancak, Clarke’ın onun fikirlerini
hakkıyla düşünmediğini iddia etmiştir (Vailati, 1997, s. 102-103).
Leibniz, mümkün dünyaların en
iyisini yaratmanın Tanrı için metafiziksel bir zorunluluk değil, ahlakî bir
zorunluluk olduğunu ifade etmiştir. Dolayısıyla hali hazırda var olan dünyanın
metafiziksel bir zorunlulukla var olduğunu iddia etmek doğru değildir.
Clarke’ın ahlakî ve metafiziksel zorunluluklar hususunda kafasının karışık
olduğunu iddia eden Leibniz, Tanrı’nın iradesinin, O’nun hikmeti, kudreti ve de
metafiziğin kanunlarıyla belirlenmiş olduğunu ileri sürmüştür. Clarke’ı ilahi
seçimden metafiziksel zorunluluğu kaldırmak için ahlakî zorunluluğu da
kaldırmakla suçlamıştır. Leibniz şartlı zorunlulukların özgürlüğe zarar
vermeyeceğini ileri sürmüş, Sosyanistlerin[26]
ilahi ön bilgiyi ve inayeti kabul etmemelerinin temelinde yatan gerekçenin de
özgür irade sorunu olduğunu Clarke’a iletmiştir. Ancak Leibniz’in bu iddiası
Clarke tarafından kabul görmemiştir (Vailati, 1997, s. 103).
Özgür irade hususunda Leibniz
ve Clarke bir uzlaşıya varamamışlardır. Her ikisinin özellikle metafizikle
ilgili konularda herhangi bir uzlaşıya varamamaları, özgür irade meselesinde de
gün yüzüne çıkmıştır. Sözgelimi Leibniz, Clarke’ın özgürlükçü görüşlerini
Tanrı’nın mükemmelliğinin bir azaltılışı olarak görmüştür. Denklik durumundaki
bir ilahi seçimin rasyonel olmadığını ve Tanrı’nın evreni noksan yarattığı
manasına geldiğini ileri süren Leibniz, böyle bir Tanrı’nın günden güne yaşayan
bir varlıktan farklı olmadığını iddia etmiştir. Öte taraftan Clarke, özgürlük
konusuna fazlaca vurgu yapmış ve özgür iradeye engel olabilecek herhangi bir
şeyi kabul etmemiştir. Clarke’ın özgür iradeye yapmış olduğu bu vurgunun asıl
nedeni ise Tanrı’nın failliği meselesidir (Vailati, 1997, s. 107-108).
Clarke hem Tanrı’nın hem de
daha sonra göreceğimiz üzere insanın iradesine çok büyük önem vermiştir. Clarke
açısından irade olmadığı zaman faillik söz konusu olamaz. Hem Tanrı için hem de
insan için aynı şey geçerlidir. Tanrı’nın iradesinin olmadığını varsaydığımızda
birçok sorunla karşılaşırız. Her ne kadar Clarke bu durumun bizi fikirsel
manada bazı açmazlara götürdüğünü iddia etmiş olsa da, insan için en büyük
sorun; kuşkusuz onunla, Tanrı arasındaki ilişkinin tamamen ortadan kaldırılması
olacaktır. Bu da tabii olarak birçok dinin temellerini yıkacaktır. Clarke’ın
belki de döneminin en büyük ateisti olarak Spinoza’yı görmesi de bu nedenledir.
Çünkü Spinoza’nın Tanrı’nın varlığını reddetmediği bütün eserlerinde açık bir
şekilde görülmektedir. Ancak buna rağmen Clarke’ın ona böyle bir yakıştırma
yapması söz konusu ettiğimiz nedenden olsa gerektir.
İrade konusunda Clarke kendi
fikirlerini delillendirmeye ve karşı delilleri de çürütmeye çalışmaktadır. Bu
meseleyi ele alırken karşı görüşler olarak Spinoza’nın görüşlerini vermesinin
kuşkusuz kendi zamanına en yakın kişinin Spinoza olması ve Spinoza’nın bu
iddialarını matematiğin doğruları gibi kesin olduğunu ileri sürmesinden
kaynaklandığını söyleyebiliriz. Başka bir açıdan baktığımız zaman Clarke nasıl
ki hem Tanrı’nın hem de insanın özgür iradeye sahip olduğunu iddia etmişse tam
aksine Spinoza da hem Tanrı’da hem de insanda özgür iradenin olmadığını iddia
etmiştir. Dolayısıyla Clarke’ın kendi sahip olduğu fikirlere karşı Spinoza’nın
görüşlerine yer vermesinin meseleyi açıklığa kavuşturma açısından uygun olduğu
söylenebilir.
Clarke kendi sahip olduğu
görüşleri, daha çok rakibinin delillerini çürüterek temellendirmeye
çalışmıştır. Genel olarak verdiği örneklerin çoğu da kendisinin yeni ortaya
koymuş olduğu örnekler değil, rakibinin kendi görüşlerini temellendirmek için kullandığı
örneklerdir. Sözgelimi Spinoza eserinde birçok yerde hareketten söz etmesinden
dolayı Clarke da karşıt örnek verirken genellikle hareketi örnek olarak
vermiştir.
Kudret
Clarke’a göre Tanrı’nın temel
sıfatlarından birisi de, O’nun mutlak kudret sahibi oluşudur. Clarke açısından
Tanrı’nın mutlak kudret sahibi oluşu açıktır ve inkâr edilemezdir. Çünkü
evrendeki her şey O’nun tarafından yaratılmıştır ve bu şeyler varlığını
sürdürmek için Tanrı’ya muhtaçtır. Eşyanın bütünündeki toplam kudret de O’ndan
kaynaklanır. Diğer varlıklarda görülen kudret tamamen Tanrı’nın iradesine
bağlıdır. Hiçbir şey O’nun iradesine karşı çıkamaz ve O’nun irade ettiği şeyin
meydana gelmesinde herhangi bir güçlük çıkaramaz. O’nun iradesi her neye
taalluk ederse tek seferde ve bir anda en mükemmel tarzda meydana gelir
(Clarke, 1998, s. 54).
Peki, Tanrı’nın bir özelliği
olan bu mutlak kudretin veya sınırsız güç diye tarif ettiğimiz bu gücün bir
sınırı var mıdır? Bu gücü sınırlayan alanlar varsa bunlar nelerdir? Örneğin
Tanrı’nın mutlak kudreti muhale taalluk eder mi? Yoksa sadece mümkünatla mı
sınırlıdır? Ya da Tanrı’nın mutlak kudreti diğer sıfatlarıyla uyuşmayan bir
alanda söz konusu olur mu? Örneğin Tanrı gayri ahlakî bir şey yapabilir mi?
Veyahut Tanrı kendi zatında kusur oluşturacak bir şey yapabilir mi? Eğer
Tanrı’nın mutlak kudreti bu tür alanlara uzanamıyorsa, bu O’nun kudretinde
herhangi bir eksiklik olduğu anlamına gelir mi?
Clarke’a göre Tanrı’nın mutlak
kudret sahibi oluşunun açık olduğunu ifade etmiştik, fakat mutlak kudretle
ilgili olarak esas sorun ise Tanrı’nın mutlak kudretinin neleri kapsayıp
kapsamayacağı meselesidir. Söz konusu meseleyle ilgili olarak Clarke’ın ele
aldığı ilk husus Tanrı’nın mutlak kudretinin mümkünata taalluk edeceği ve
herhangi bir çelişki ifade eden şeylere uzanmayacağıdır. Örneğin bir şeyi aynı
anda hem yapmak hem de yapmamak ya da iki kere ikinin dört değil de başka bir
sonuç vermesi mümkün değildir. Ya da zorunlu olarak yanlış olan bir şeyin doğru
yapılması mutlak kudretin sınırları içine girmez. Çünkü ona göre bu tür şeyler
aslında bir şeyi yapma değil, yapmama gücüdür ki bu da hiçbir zaman kudret
olmayacaktır. Dolayısıyla Tanrı’nın mutlak kudretinin bu tür şeylere uzanmaması
onun kudretinden herhangi bir şey eksiltmez (Clarke, 1998, s. 55).
Sınırsız kudret, zorunlu
olarak var olan bizâtihi varlığın varlığını yıkan veyahut da varlığını
zayıflatan şeylere uzanmaz. Ayrıca kendisinde bütün insanlar için açık olan
doğal kusurlara, yani Tanrı’nın bizâtihi kendisinde olması mümkün olmayan,
kusur ima eden şeylere uzanmaz. Sınırsız kudretin uzanmayacağı bir diğer husus
ise ahlakî kusurlardır. Çünkü Clarke’a göre her ne kadar ahlakî mükemmellikler
Tanrı’nın iradesine bağlı olsa da Tanrı mutlak ilmi ve mutlak kudretiyle her
şeyin en iyisini ve doğrusunu yapmaktadır. Tanrı’yı iyi ve güzel olanı
yapmaktan sakındıracak hiçbir güç olmadığından ve de her şeyin en iyisini
Tanrı’nın bizâtihi kendisi bildiğinden, O zorunlu olarak her zaman en iyi ve en
doğru olanı yapar (Clarke, 1998, s. 55-56). Clarke’ın burada dile getirmiş
olduğu zorunluluğun, metafiziksel bir zorunluluk değil, ahlakî bir zorunluluk
olduğunu söyleyebiliriz.
Clarke’a göre Tanrı’da zorunlu
olarak bulunması gereken ahlakî özellikler vardır. Bu ahlakî özelliklerin temel
dayanak noktalarından birisi de O’nun mutlak kudret sahibi olmasıdır. Clarke
ahlakî sıfatlar konusunda da buraya atıfta bulunarak mutlak kudretin ahlakî
çelişkilere uzanmayacağını ifade etmiştir.
Clarke Tanrı’nın mutlak
kudretinin uzanmayacağı alanları açıkladıktan sonra bu sefer de mutlak kudretin
kapsadığı ve mutlak kudret için mümkün olan şeyleri ifade etme yoluna
gitmiştir. Tabii olarak Clarke burada bütün mümkünatı sıralayacak değildir.
Onun için önemli olan husus ateistlerin kabul etmediği fakat sınırsız kudretin
dahlinde olan meselelerdir.
Clarke, sınırsız kudretin
öncelikle maddenin yaratımını içerdiğini ifade eder. Clarke’a göre eski ve
modern bütün ateistler bu durumu inkâr etmiştir. Oysa Tanrı’nın sıfatlarının
kavramına doğru bir şekilde sahip bütün inananların maddenin Tanrı tarafından
yaratıldığını kabul ettiğini söylemektedir. Clarke’a göre ateistlerin maddenin
yaratılmasının gerçekten imkânsız olduğunu göstermeleri için maddenin
yaratılmasının çelişik olduğunu göstermeleri gerekir. Çünkü gerçek imkânsızlık
ancak bu şekilde ortaya konabilir. Ateistler yaratmayı, şimdi var olan bir
şeyin ne doğrudan ne de herhangi bir şeyin sonucu olarak var olmaya
başlamadığından, vardır ama var olmayabilir şeklindeki bir yargının
çelişikliğine indirgemektedirler. Yani onların iddiası; olmayan bir şey, yok
iken, var olabilir şeklindeki çelişik bir önermeye dayanır. Clarke’a göre bu
doğrudur, ancak biz sadece oluşumları gördüğümüzden ve herhangi bir şeyin
yapımını ve yaratımını asla görmediğimizden sadece bozulmalar ve üretimler
üzerinden konuşmaktayız. Dolayısıyla zihnimiz yaratmayı, oluşumlara uygun bir
şekilde tasavvur etmeye eğilimlidir. Oluşumlarda da öncesinde herhangi bir
maddenin varlığı kaçınılmaz olduğundan, aynı şeyi zihnimiz yaratma için de
düşünmektedir. Bu durumda yaratmanın, sanki yokluk gibi bir şeyin üzerinden
oluştuğu varsayılmaktadır. Haliyle böyle bir şey de gerçek bir çelişki
olmaktadır. Ancak bu durum çocukların karanlığı gerçek bir şey zannederek
ışıkla birlikte karanlığın gittiğini düşünmeleri gibi kafa karışıklığından
başka bir şey değildir. Çünkü yaratma, oluşum gibi öncesinde herhangi bir şeyin
varlığına dayanmaz, öncesinde hiçbir şey olmaksızın Tanrı’nın doğrudan,
herhangi bir şeye dayanmadan yaratmasıdır. Bu durumun da çelişik olduğunu kimse
iddia edemez. Dolayısıyla maddenin yaratımı mutlak kudretin dahlindedir. Aksi
halde madde zorunlu olurdu. Ayrıca Clarke’a göre bu durum sadece mümkün değil
aynı zamanda doğrudur (Clarke, 1998, s. 56).
Sınırsız kudretin kapsadığı
bir diğer şey ise seçim ve özgür iradeye sahip gayri maddi bir töz yaratmadır.
Clarke’a göre ateistler bu durumu da haliyle inkâr etmişlerdir. Çünkü bu durum
dinin ve ahlakın dayandığı temel zemindir. Başka bir ifadeyle dinin ve ahlakın
meşruiyet zemini ancak seçim gücüne sahip gayri maddi bir tözün, Tanrı
tarafından yaratılmasıyla ortaya çıkacaktır (Clarke, 1998, s. 57).
Clarke gayri maddi töz
yaratımını ispatlarken “sınırsız kudret için gayri maddi bilişsel bir töz
yaratmak mümkündür” önermesinden hareket etmektedir. Ona göre gayri maddi bir
tözün varlığı imkânsız değildir; yani gayri maddi varlık herhangi bir çelişki
içermez. Ayrıca gayri maddi, bilişsel bir tözün var olduğu kesindir. Çünkü
bütün insanlar bunu bizzat kendilerinde tecrübe etmektedirler. Clarke’ın bu
şekilde gayri maddi tözün olmasının herhangi bir çelişki barındırmadığını ifade
etmesinin temel nedeni maddi olmayan hiçbir şey yoktur iddiasına karşı cevap
vermek ve gayri maddi töz yaratımının mutlak kudretin dahlinde olduğunu
göstermektir.
Maddi varlığın dışında başka
gayri maddi bir tözün olmadığını savunanların temel iddiası, bizim gayri maddi
tözün mahiyetine ilişkin tam bir kavrayışa sahip olmadığımızdan onun varlığının
imkânsız olduğu iddiasıdır. Bu iddiaya göre bizim duyusal tecrübemizin alanına
maddi şeyler girmektedir. Bundan dolayı biz sadece maddi şeylerin kavramına ve
mahiyetine ilişkin tam bir kavrayışa sahibiz. Clarke’a göre bu açık bir
hatadır. Çünkü biz somut varlıklar gibi bazı maddi şeylerin de mahiyetine
ilişkin tam bir kavrayışa sahip değiliz. Maddi tözün varlığına ilişkin kavrayışımızın,
gayri maddi töz kavrayışından daha açık olduğunu kabul etsek dahi bu yine de
gayri maddi tözün olmadığını göstermez. Başka bir deyişle gayri maddi tözün
mahiyetine ilişkin tam bir kavrayışımızın olmaması gayri maddi tözün olmadığını
ispatlamaz. Clarke söz konusu meseleyi daha iyi bir şekilde açıklamak için
doğuştan kör olan bir adam örneğini verir. Bu adamın ışığa ve renklere dair
hiçbir kavrayışı olamaz. Çünkü bunları başka bir şekilde yani koklayarak veya
işiterek algılayamaz. Şimdi bu adamın renklere ve ışığa dair bir kavrayışının
ya da idrakinin olmaması renklerin ve ışığın olmadığını gerektirir mi? Doğuştan
kör olan birisinin renklerin ve ışığın varlığını reddetmesi makul olur mu? Bu
soruların cevabı kuşkusuz olumsuz olacaktır. Fakat bu durumda makul olan şey,
kör bir adamın ışığın ve renklerin varlığına dair delil istemesidir (Clarke,
1998, s. 57-58).
Clarke ateistlerin gayri maddi
töz anlayışının imkânsız olduğuna ilişkin görüşünün makul olmadığını iddia
ederken, onların gayri maddi bir töz olduğuna dair delil istemelerinin makul
olduğunu ileri sürmüştür.[27]
Clarke gayri maddi bir töz
yaratımının mümkün oluşunu dolayısıyla da mutlak kudretin sınırları içerisinde
olduğunu temellendirdikten sonra, ele aldığı bir diğer mesele de hareketin başlangıcıdır.
Çünkü ona göre sınırsız kudretin gerekliliklerinden birisi de hareketi başlatma
gücüdür. Clarke bu durumun da ateistlerce kabul edilmediğini ifade eder. Çünkü
hareketi başlatmak özgür bir iradeyi gerektirir. Bundan dolayı Clarke hareketin
bir başlangıcının olduğunu, onun herhangi bir dış etki olmaksızın doğası gereği
ezeli olmadığını ispat etmeye çalışmıştır. Clarke’a göre öncelikle hareketin
bir başlangıcının düşünülmesi pekâlâ mümkündür ve bir çelişki içermez. Yani
Clarke’a göre hareketin bir başlangıcının olması bizâtihi kendinde mümkün bir
şeydir. Bundan dolayı da mutlak kudretin sınırları içerisindedir. Ancak Clarke,
hareketin bir başlangıcının olması gerektiğini kesin bir şekilde ispat
edeceğini iddia eder. Ona göre hareketin bir yerde başlaması zorunludur. Çünkü
öyle olmadığı takdirde hareketin varlığı, ya herhangi bir dış neden olmaksızın
kendinden olmalıdır ya da hiçlikten çıkmış olmalıdır. Hareketin kendisi doğası
gereği zorunlu bir şey değildir. Daha önce ispatlandığı üzere herhangi bir şeyin
hiçlikten çıkması da çelişkidir. Dolayısıyla hareketin bir yerde başlangıcının
olması ve onun bir kudret tarafından meydana getirilmesi kaçınılmaz bir sonuç
olacaktır (Clarke, 1998, s. 61).
Sınırsız güç için imkân
dâhilinde olan bir diğer şey de özgür irade sahibi varlıkları yaratmaktır.
Clarke’a göre özgür irade sahibi varlıkların oluşu ve onların en üstün bir
sebep tarafından yaratılmış olmaları çok açıktır. Ancak Clarke bu konuyu ele
almasının temel sebebi olarak Spinoza, Hobbes ve onların takipçilerinin
itirazlarını göstermektedir. Çünkü söz konusu kişiler özgür iradeyi reddetmekle
kalmayıp aynı zamanda özgür bir iradenin olamayacağını dillendirerek toplum
üzerinde büyük bir etki yaratmaktadırlar. Clarke da bu durumun önüne geçmek
için, onların iddialarının güçlü olmadığını, bilakis özgür irade sahibi bir
varlığı yaratmanın mutlak kudretin sınırları içinde olduğunu ispat etmeye
çalışmıştır (Clarke, 1998, s. 63-64). Clarke özgür irade sahibi bir varlığın
yaratımının hiçbir şekilde çelişik olmadığını iddia etmenin yanı sıra insanın
özgür irade sahibi olduğunu da kesin bir şekilde ispat edeceğini söyler. Clarke
bunu yapmak için de önce Hobbes ve Spinoza’nın delillerini dile getirir ve
bunların hiçbir şekilde sağlam olmadığını göstermeye çalışır. Daha sonra ise
kendi savunduğu şeyi, yani özgür irade sahibi bir varlığın olduğunu, ispat
etmeye çalışır.
Clarke’a göre Spinoza, Hobbes
ve taraftarlarının savunmuş olduğu bütün argümanlar temelde iki argümana
indirgenebilir. Bunlardan birincisine göre her etkinin dış bir sebep tarafından
üretilmiş olması gerektiğidir. Buna göre bedendeki bir hareketin sebebi,
bedenin başka bir etkisi, onun sebebi de başka bir etki olarak düşünülür. Bu
durum sonsuz şekilde devam edip gider. Bundan dolayı kişinin iradesi bazı dış sebepler
tarafından üretilmiş olur ki sonuç itibariyle özgür irade gibi bir şeyin olması
mümkün değildir (Spinoza, 2013, s. 62-63).
İkinci iddia ise düşünme ve
irade gibi şeylerin maddenin etkisi veya nitelikleri olduğudur. Böyle bir
durumda da yine özgür irade gibi bir şey mümkün olmayacaktır. (Clarke, 1998, s.
64)
Clarke’a göre her etkinin dış
bir sebep tarafından üretilmiş olması zorunlu olmayabilir, ancak hareketin ilk
başlangıcında bir etkinin olması zorunludur. (Clarke, 1998, s. 64) Clarke’ın
amacı nedenlerin varlığını ezeli bir ilkeye bağlamaktır. Bu ezeli ilke
kendisinin bir nedeni olmayan ancak bütün nedenlerin asli kaynağı olan bağımsız
bir nedendir. Çünkü Clarke’ın şiddetle karşı çıktığı Hobbes ve Spinoza, bir
nedeni başka bir nedene bağlayarak sonsuz bir nedenler zinciri
oluşturmuşlardır. Clarke’a göre bu şekilde bir varlığın herhangi bir asli
kaynağa dayanmaksızın nedenler zinciri yoluyla var olduğunu iddia etmek
absürttür ve çelişiktir. Çünkü bir şeyin sınırsız nedenler zinciri yoluyla var
olduğunu iddia etmek, bir şeyin hiçlikten meydana geldiğini iddia etmek
demektir[28] (Clarke, 1998, s. 65-66).
Dolayısıyla Clarke açısından iradeyi bedenin hareketlerinin bir etkisi olarak
görmek mümkün değildir.
Clarke açısından diğer önemli
bir husus ise düşünme ve irade gibi hususlar maddenin nitelikleri ve etkisi
olamayacağıdır (Clarke, 1998, s. 64). Çünkü düşünme ve irade, maddi olan
katılık, şekil veya hareketten tamamen farklıdır. Onlardan tamamen farklı
olması demek aynı zamanda onların bileşenlerinden oluşmadığını da ispat eder.
Bundan dolayı düşünme ve irade kesin ve zorunlu bir şekilde gayri maddi bir
tözün yetileri veya güçleridir. Clarke’a göre düşüncenin ve iradenin maddenin
nitelikleri veya etkilerinin kabul edilmesindeki saçmalık o kadar büyüktür ki herhangi
bir argümana dayanmaksızın, Hobbes’un getirmiş olduğu açıklamalar bunu fark
etmek için yeterlidir (Clarke, 1998, s. 67).
Clarke, maddenin sadece
hareket, şekil, bölünme vb. niteliklere sahip olduğunu ileri sürerek düşünmenin
ve iradenin mutlak bir şekilde maddeye bağımlı olmasını imkânsız olarak
görmüştür. Clarke düşünmenin ve iradenin maddeye ait olduğunu iddia etmek için madde
kelimesinin yerine başka bir kelime kullanılması gerektiğini söyler. Çünkü ona
göre bizim kullandığımız madde kelimesi bu durumu karşılayacak bir
özelliğe sahip değildir. Düşünme ve iradeyi maddenin niteliklerine vermemiz
için maddenin hareket ve şekillerden tamamen farklı olduğunu varsaymamız
gerekir. Böyle bir durumda ruha ait olan düşünme ve irade faaliyetlerini
maddeye vererek ruhun da maddi bir töz olduğunu ileri sürmüş oluruz. Ancak bu
durumda madde kelimesi farklı bir manada kullanılmış olur. Hobbes ve
taraftarlarının kullanmış oldukları madde kelimesiyle şekil ve hareketle
birlikte onların bileşimleri, çeşitleri ve etkileri kast ediliyorsa Hobbes’un
kendisinin de itiraf ettiği üzere şekil ve hareket yine şekil ve hareketten
başka bir şey oluşturamaz (Clarke, 1998, s. 70-71).
Clarke’a göre ruhun bedenden
ayrı bir töz olmadığını, düşünmenin ve iradenin de sadece maddenin etkileri
veya nitelikleri olduğunu varsaysak bile yine de özgür iradenin imkânsızlığı
tamamen kesin bir şekilde ispatlanmış olmaz. Çünkü söz konusu varsayıma rağmen
özgür iradenin imkânsız olduğu ispatlanmış değildir (Clarke, 1998, s. 64).
Sonuç olarak Clarke’a göre ne Hobbes ne de Spinoza özgür iradenin olamayacağını
kesin bir şekilde ispatlamış değildir. Dolayısıyla özgür irade sahibi bir
varlığın olması mümkün olduğundan mutlak kudretin sınırları içerisindedir.
Clarke’ın Tanrı’nın kudreti
ile ilgili görüşlerini toparlayacak olursak mutlak kudretin uzanacağı ve
uzanamayacağı alanlar vardır. Mutlak kudretin uzanamadığı alanlar genel
itibariyle matematiksel zorunluluklar, mantıksal zorunluluklar, Tanrı’nın
varlığında herhangi bir noksanlık ima eden şeyler ve Tanrı’ya atfedilmesi
mümkün olmayan gayri ahlakî özelliklerdir. Ancak daha önce de ifade ettiğimiz
üzere Clarke’a göre bu hususlar Tanrı’nın mutlak kudretinden herhangi bir
eksiltmeye neden olmaz. Çünkü Clarke’a göre kudretin esas anlamı bir şeyi yapma
gücüdür. Oysaki bu şeyler, daha çok bir şeyi aynı anda hem yapma hem de
yapamama üzerine kuruludur. Bundan dolayı da bu tür şeyler kudretin sınırları
içerisinde değildir.
Öte taraftan mutlak kudretin
imkânı dâhilinde olan fakat genel olarak ateistler tarafından reddedilen
hususlar vardır. Bunlar da genel olarak maddenin yaratımı, gayri maddi özgür
bir tözün yaratımı, hareketi başlatma gücü ve özgür irade sahibi varlıkların
yaratımıdır. Clarke’a göre bu tür hususların mutlak kudretin dahlinde
olmadığının ispat edilmesi için bu tür şeylerin varlığının gerçekten imkânsız
olduğunun gösterilmesi gerekir. Başka bir ifadeyle bu tür şeylerin varlığının
çelişik olduğunun gösterilmesi gerekir. Aksi takdirde bunların mutlak kudretin
sınırları içerisinde olmadığını iddia etmek saçmalık olur. Clarke da
rakiplerinin delillerinin hiçbir şekilde bunu gösterecek güçte olmadığını iddia
etmiş ve herhangi bir çelişkinin söz konusu olmadığını ifade ederek bu tür
şeylerin var olmasının mümkün olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla Clarke
açısından bunların kesin bir şekilde mutlak kudretin sınırları içerisinde
olduğu temellendirilmiştir. Ayrıca, bunların varlığının mümkünlüğünü ortaya
koyduktan sonra, aktüel olarak var olduklarına ilişkin deliller sunmuştur.
Mutlak kudretin mümkünata taalluk
etmesi gerektiğini savunan Clarke’ın, zorunlu doğruların mutlak kudret
açısından bir eksiklik ima etmediğini ifade etmiştik. Ancak Tanrı’nın
hükümranlığı hususunda özellikle de Leibniz ile hararetli tartışmalara giren
Clarke’ın burada zorunlu doğrulara kudretin taalluk etmemesi ile Tanrı’nın
mutlak hükümranlığı arasında bir çelişki görmemesi de önemli bir husustur.
Çünkü ilk bakışta akla gelen temel sorulardan birisi de bu olmaktadır. Yani bu
zorunlu doğrular, Tanrı’nın mutlak kudretinin dışındaysa, kuşkusuz O’ndan
bağımsız olmak durumundalar. O’ndan bağımsız olmaları demek aynı zamanda O’nun
tarafından konulmuş kurallar olmadığı anlamına gelir. Bu durumda da bu zorunlu
doğrular O’nun hükümranlığının dışında kalacaklardır. Oysaki Clarke’ın
özellikle Tanrı’nın evrene müdahalede bulunduğunu savunmasının temelinde yatan
ana saik Tanrı’nın mutlak bir şekilde hükümran oluşuyla ilgilidir. Leibniz’e
cevaben vermiş olduğu mektupta Tanrı’nın evrene müdahalede bulunmadığını iddia
etmek demenin, esasında Tanrı’nın hükümranlığının sözde bir hükümranlık
olacağını demek olduğunu savunmuştur. Ancak kudret meselesinde öyle görünüyor
ki Clarke bu durumun Tanrı’nın mutlak hükümranlığına halel getirmediğini
düşünmektedir. Oysaki biz Clarke’ın özellikle Kartezyen felsefeyi iyi bildiğini
ve Descartes’in genel felsefesine hâkim olduğunu biliyoruz. Descartes ezeli ve
zorunlu doğruları Tanrı’nın değiştiremeyeceği görüşünün, Tanrı’nın
hükümranlığına halel getireceğinin açık olduğunu belirtir. “Eğer insanlar
sözcüklerinin anlamını gerçekten anlasalardı herhangi bir şeyin doğruluğunun
Tanrı’nın ona dair sahip olduğu bilgiden önce olduğunu küfre düşmeksizin asla
söyleyemezlerdi. Tanrı’da irade etmek ve bilmek bir tek şeydir, öyle ki bizzat
bir şeyi irade etmesiyle onu bilir ve sadece bu nedenden dolayı böyle bir şey
doğrudur” (Descartes, 1991, s. 24). Descartes’in bu ifadeleri ezeli ve zorunlu
doğru diye tabir ettiğimiz matematiğin ve mantığın doğruluklarını Tanrı’nın
iradesine bağlamış görünmektedir. Dolayısıyla Descartes’in görüşüne göre ezeli
doğrular hem varlıkları açısından hem de doğru olmaları açısından Tanrı’ya
bağımlıdırlar (Plantinga, 2014, s. 71-73). Clarke’ın genel tutumunu göz önünde
bulundurduğumuzda, onun zorunlu doğruları, Tanrı’nın hükümranlığına halel
getirecek şeyler olarak görmediğini söyleyebiliriz. Kanaatimizce Clarke zorunlu
doğruları Tanrı’nın ezeli ilmine bağlı olarak görmüş ve bundan dolayı da söz
konusu problemi gündemine almamıştır.
Hikmet
“En yüce neden ve her şeyin
faili zorunlu olarak sonsuz hikmet sahibi olmalıdır” (Clarke, 1998, s. 79)
yargısından hareket eden Clarke, bu iddiasını ispatlamak için hem a priori hem
de a posteriori argümanı kullandığını ifade etmiştir. Böylelikle Tanrı’nın
hikmet sahibi olması gerektiğini ve hikmet sahibi olduğunu bütün zihinlere
ispat etmiş olacağını iddia etmiştir. Clarke, burada hikmeti daha çok Tanrı’nın
yaratma ve fiillerindeki hikmet manasında anlamıştır.
Clarke’a göre Tanrı’nın sonsuz
oluşu, O’nun her an her yerde oluşu ve akıl sahibi oluşu bize O’nun şeylerin
bilgisine mükemmel derecede sahip olduğunu göstermektedir. Yalnızca O’nun
varlığı kendindendir ve bütün şeylerin tek nedeni ve hükümranı O’dur. Bütün
şeylerin bütün güçleri O’ndan kaynaklanır ve devamlı olarak O’na bağlıdır.
Bundan dolayı bu güçlerin bütün mümkün sonuçlarını en mükemmel şekilde O bilir.
Bütün şeylerin bütün mümkün olasılıklarını en iyi şekilde O bildiği için yine
her şeyi en iyi ve hikmetli şekilde O yapar. O mutlak kudret sahibi olduğundan,
şeyleri en iyi şekilde yaratmasına hiçbir güç mani olamaz ve O’nu kontrol
edemez. Bütün bunların sonucu olarak da en yüce nedenin yapmış olduğu her şeyi
sınırsız hikmetiyle yapmış olacağı kaçınılmazdır (Clarke, 1998, s. 79-80).
sınırsız zihin ve akıl sahibi
olduğundan O her neredeyse O’nun bilgisi oradadır. O’nun varlığı da sınırsız
olduğundan benzer şekilde ilmi de sınırsız olacaktır. O’nun bilgisi her yerde
olduğundan bütün şeylerin en tam ve mükemmel bakışına sahiptir. Bundan dolayı
da hiçbir şey O’nun denetiminden gizli kalamaz. O sınırsız varlığıyla her şeyi
kuşatır ve her şeyi gören gözüyle her şeyin tözünün bütün parçalarına nüfuz
eder. Her şeyin en içsel doğası ve özü en mükemmel derecede O’na açıktır.
Akıllı varlıkların en derin düşünceleri de O’nun açısından gizli değildir.
Öte taraftan var olan her şey
O’ndan dolayı vardır ve varlıkları tamamen O’na bağlıdır. Dolayısıyla hem
varlıklarını hem de sahip oldukları gücü ve bu gücün bütün imkânlarını O’ndan
alırlar. Bundan dolayı O bütün şeyleri ve bütün şeylerin olabilecek bütün
olasılıklarını da bilir. Varlığı kendinden olan yalnızca O’dur. O sınırsız
görüşüyle şeylerin bütün mümkün bileşimlerini ve bölünmelerini, varyasyonlarını
ve değişimlerini, durumlarını ve bağımlılıklarını görür. Bundan dolayı herhangi
bir hata olmaksızın şeyler için en uygun durumun ne olduğunu tam olarak bilen
O’dur. O’nun bütün şeyleri en iyi ve en uygun şekilde bilip yapması bizim
sınırsız hikmet dediğimiz şey olacaktır. Dolayısıyla söz konusu ettiğimiz
hususlardan dolayı Tanrı yapılmış olanı, yapılmakta olanı ve yapılacak olanı
sınırsız hikmetiyle en uygun şekilde yapar. Clarke’ın bu şekilde ifade ettiği
sınırsız hikmet, Tanrı’nın sıfatları aracılığıyla salt akli çıkarımlara dayanan
yönüdür (Clarke, 1998, s. 79-80).
Clarke’ın Tanrı’nın bütün
işlerinin hikmetli olduğunu ispat etmek için kullandığı asıl argüman ise kendi
deyimiyle a posteriori argümandır. Clarke’ın burada esasen yaptığı şey evren ve
içindekilerin mükemmel uyum ve düzeninden hareketle bunların yaratıcısının ve
hükümranının sınırsız hikmet sahibi olduğunu göstermektir. Clarke Tanrı’nın
sınırsız hikmet sahibi olduğunu ispat etmeye girişmeden önce a posteriori
argümanı ispat etmeye girişmeyeceğini ifade etmiştir. Çünkü ona göre bu argüman
da en az a priori argüman kadar güçlüdür. Ona göre bu argüman bir çok kişi
tarafından güçlü ve ikna edici bir şekilde ortaya konmuştur. Bundan dolayı
Clarke bu argümanı tekrar ortaya koymanın gereksiz olacağını iddia etmiştir.
Öte taraftan Clarke’a göre bu argümanın en önemli özelliklerden birisi de
argümanın gün geçtikçe daha da güçlenmesidir. Çünkü bilimsel ilerlemeler ve
yeni keşifler her şeyin mükemmel bir şekilde tasarlandığını ve bunun akıl
sahibi bir varlık tarafından mükemmel bir şekilde yaratıldığını göstermektedir.
Clarke Tanrı’nın yaptığı
işlerin hikmetli oluşunu göstermek için birçok konuya başvurur. İnsan
anatomisinden başlayarak gezegenlere ve yıldızlara uzanan düşüncesi, Tanrı’nın
bütün işlerinin bir hikmete matuf olduğunu göstermeye çalışır. Ona göre söz
konusu şeylerde herhangi bir tesadüf ileri sürülemez. İnsan bedeninde, yeryüzünün
bizâtihi kendisinde ve işleyişinde herhangi bir rastgelelik görmek mümkün
değildir. Evrende var olan mükemmel işleyiş ve düzen bize bunların ancak
mükemmel bir akıl ve hikmet sahibi bir yaratıcı tarafından yapılmış olduğunu
ispat eder.
Clarke geçmişin büyük
araştırmacılarına ve kâşiflerine örnek vererek onların kendi zamanlarındaki
kısıtlı bilgi, keşif ve gözlemlere rağmen evrendeki mükemmel uyumu ve düzeni
yakaladıklarını ve evrenin bir yaratıcısının olması gerektiği kanaatine varmış
olduklarını ifade eder. Sözgelimi Clarke’a göre şayet Galen[29]’in
kendi çağında insan anatomisiyle ilgili olarak bilinenler bugünkü şekliyle
bilinseydi o zaman Galen onu yaratanının hikmet sahibi oluşunu hayranlıkla
itiraf etmek zorunda kalırdı. Öte taraftan kâinatın yaratıcısının ve
hükümranının tam hikmet sahibi oluşunu reddedenler ve evrenin yapısına kusur
atfeden Epiküros[30] ve onun takipçisi olan
Lucretius (M.Ö. 9551) gibi kişiler bugünlerde yaşamış olsalardı söylemiş
oldukları şeylerden dolayı büyük utanç duyarlardı. Çünkü onların dönemi doğal
felsefenin bebeklik çağıydı ve bugün bilinen pek çok şey o dönem
bilinmemekteydi. Oysaki bugünkü bilimsel keşiflerden anlaşıldı ki onların kendi
dönemleri için bulduklarını iddia ettikleri hata ve kusurlar bugün evrenin
mükemmel işleyişinde rol oynayan önemli faktörlerdir (Clarke, 1998, s. 81).
Clarke’ın
evrenin mükemmel işleyişine verdiği bir diğer örnek de astronomiyle ilgilidir.
Çünkü bu alanda da modern döneme gelene kadar birçok yeni şey keşfedilmiştir.
Sözgelimi herhangi bir dış çember, istasyon, ters devinim veya herhangi bir
karışıklık ve sapma olmaksızın bütün gezegenlerin mükemmel uyumu antik çağda
tahayyül bile edilemeyen şeylerdir. Oysaki bu hususlar günümüzde teleskop
yardımıyla açık ve seçik bir şekilde gözlemlenmektedir. Benzer şekilde
gezegenlerin yıllık hareketlerindeki düzen, yeryüzünün günlük hareketindeki
muhteşem oran ve gezegenimizin güneşe olan uzaklığının yaşam için en ideal
mesafe olması gibi birçok şeyi sayabiliriz. Clarke bu keşifleri evrende var
olan şeylerin büyük bir aklın, sınırsız bir hikmetin göstergesi olarak
almıştır. Aynı zamanda bu keşifler evrende hiçbir şeyin rastlantı veya tesadüf
ile açıklanamayacağını göstermiştir. Tully[31]’i
örnek olarak veren Clarke, onun kendi zamanındaki gözlemlerden hareketle evrenin
akıl ve hikmet sahibi bir varlık tarafından yaratılmış olması gerektiğini kabul
ettiğini ifade etmiştir. Clarke Tully’nin şayet günümüzdeki yeni keşiflerle
birlikte bugünkü astronomi bilgisine sahip olsaydı O’nun evrenin hikmet sahibi
bir varlık tarafından yaratmış olması gerektiği iddiasını daha güçlü bir
şekilde ve hayranlıkla dile getireceğini iddia etmiştir. Clarke’a göre söz
konusu edilen hususlar Tanrı’nın eylemlerinin çok az bir kısmını oluşturur.
Çünkü bizim evrene dair bilgilerimizin sürekli geliştiğini ve her şeyin
hayranlık uyandıran bir düzeyde olduğunu iddia etmiştir. Başka bir ifadeyle biz
bu kısıtlı bilgilerimizle O’nun eylemlerinin mükemmeliyetini görüp hayran
oluyorsak acaba O’nun bütün eylemlerinin hikmetini kavramış olsaydık ne olurdu?
(Clarke, 1998, s. 81-82)
Clarke’ın Tanrı’nın hikmeti
ile ilgili olarak, evrende tasarıma yapmış olduğu bu vurgunun temelinde
kuşkusuz kendi çağının getirmiş olduğu bilimsel buluşlar vardır. Modern dönemle
birlikte yapılan yeni keşifler özellikle bu keşifleri yapan kişiler tarafından
Tanrı’nın her şeyi en mükemmel şekilde yaptığının delili olarak sunuluyordu.
Sözgelimi Kopernik De Revolutionibus isimli eserinde astronomiyi ilahi
bir bilim olarak nitelemiştir. Aynı zamanda güneş merkezli teorisinin Tanrı’nın
azametini ve yapmış olduğu işlerin mükemmeliyetini bütün zihinlere açık
ettiğini ileri sürüyordu. Benzer şekilde Kepler de astronomları Tanrı’nın en
yüksek papazları olarak nitelendirmiştir. Dolayısıyla bu bilimsel keşifleri
yapan kişiler esas itibariyle bilim yoluyla göklerin ve yerin mükemmel
tasarımını sağlayan matematiğin güzelliğini ve bu harikulade düzeni gözler
önüne sererek Tanrı’ya hizmet ettiklerine inanıyorlardı (Tarnas, 2012, s. 115117).
Clarke’ın kendi zamanındaki bilimsel keşiflerin Tanrı’nın hikmetini en iyi
şekilde gösterdiğini iddia etmesi de söz konusu nedenlerden dolayıdır. Öte
taraftan bu bilim insanlarının aynı zamanda dindar olmaları da böyle bir
görüşün yaygınlaşmasına neden olmuştur diyebiliriz. Çünkü onların entelektüel
olarak nüfuz edici özelliğe sahip olmaları bilimsel ve felsefi teorilerin
oluşumunda da büyük bir etkiye neden olmuştur. Ayrıca bu bilim insanlarının
sadece bilimle değil aynı zamanda dini meselelerle meşgul olmaları bilimsel
keşiflere dini anlamlar yüklemelerine de sebep olmuştur. Mesela Newton sadece
fizikle değil aynı zamanda Hristiyan teolojisiyle ve Kutsal Kitap araştırmaları
ile de meşgul olmuştur. Diğer taraftan Galileo engizisyonda yargılanmasına
rağmen Katolik bir Hıristiyan olarak kalmaya devam etmiştir (Tarnas, 2012, s.
117). Bu hususlar sadece Clarke’ın evrenin hikmetli bir şekilde yaratılmış
olduğu inancını güçlendirmekle kalmamış aynı zamanda onun teleolojik delile
olan güvenini de arttırmıştır.
Ahlakî Mükemmellikler: Adalet-İyilik-Doğruluk
Clarke’a göre en yüce neden ve
dolayısıyla her şeyin hükümranı, aklının mükemmelliği ve bilgisinin
sınırsızlığının zorunluluğundan, bizâtihi var olduğundan, mutlak olarak
bağımsız, tam kudret sahibi olduğundan ve yapılmış olanı her zaman en iyi
şekilde bildiğinden O, her zaman sınırsız iyiliğin, adaletin, doğruluğun ve
diğer ahlakî mükemmelliklerin sıkı kurallarına göre eylemde bulunmalıdır. Ancak
bu zorunluluk kaderi bir zorunluluk[32]
değil ahlakî bir zorunluluktur. Clarke için ahlakî eylemlerin zorunlu oluşu
özgürlüğün kısıtlaması değil, tam tersine özgürlüğün en mükemmel şeklidir
(Clarke, 1998, s. 84).
Tanrı’nın mutlak adil, iyi ve
doğru oluşu aynı zamanda diğer sıfatlarının da mükemmelliğini gerektirir.
Bundan dolayıdır ki Clarke’a göre Tanrı’nın mutlak ilim sahibi oluşu ve akli
mükemmelliğe sahip olması demek, O’nun mutlak olarak hatadan uzak olması,
herhangi bir doğruluktan veya eşyanın uygunluğu ve uygunsuzluğu hususunda cahil
kalmamakla birlikte aynı zamanda herhangi bir aldanmanın da söz konusu olmaması
demektir. Tanrı’nın sınırsız kudret sahibi olması ise O’nun gücünün herhangi
bir süper kuvvetle sınırlandırılmaması demektir (Clarke, 1998, s. 84).
Tanrı’nın bütün eylemlerinin
ahlakiliğini aslında O’nun diğer sıfatlarına bağlayan Clarke, böylelikle
aslında Tanrı’da herhangi bir ahlakî zaafın olamayacağını dile getirmiş
olmaktadır. Dolayısıyla Tanrı’nın zati sıfatlarının ahlakî sıfatlara zemin
oluşturduğunu söylemek mümkündür. Sözgelimi Tanrı’nın adil olabilmesi, O’nun
mutlak kudret ve ilim sahibi olmasını gerektirir. Çünkü Tanrı’nın adil olması
için öncelikle adaletin ne olduğunu ve hangi şekilde eylemde bulunursa adaletli
olacağını bilmesi gerekir. Ayrıca mutlak ilim, O’nun herhangi bir hile veya
başka bir şey tarafından aldanmamasını sağlayacaktır. Dolayısıyla Tanrı’nın
mutlak ilim sahibi olması, adaletli olması için bir ön şarttır. Aksi takdirde
Tanrı’nın mutlak adil olması mümkün olamaz. Ancak adaleti bilmek ve adaletli
olmayı irade etmek adil olmak için yeterli değildir. Bunun için ayrıca mutlak
kudret sahibi de olması gerekir. Yani hükmünü verirken bu hükmü engelleyecek
başka bir gücün olmaması gerekir.
Tanrı’nın adil olması için
Tanrı’da bulunması gereken zati sıfatların, aynı zamanda diğer ahlakî sıfatlar
için de bir zorunluluk olduğu açıktır. Bu açıdan Tanrı’nın doğru ve güvenilir
olması da ilim ve kudrete bağlıdır. Çünkü doğru ve güvenilir olmamanın
sebepleri; acelecilik, unutkanlık, bağımlılık, güçsüzlük, kötülük korkusu ve
kazanma umudu gibi şeylerdir. Bu tür şeyler de bizâtihi kaim ve sınırsız hikmet
sahibi bir varlıkta olamayacak özelliklerdir. Dolayısıyla Tanrı’nın doğru ve
güvenilir olmasını engelleyecek ne herhangi bir güç ne de herhangi bir zaafı
vardır. Bu durum da Tanrı’nın zorunlu olarak doğru ve güvenilir olduğunu
söyleyebiliriz (Clarke, 1998, s. 84).
Doğruluk ve güvenilirlik ile
ilgili olarak dile getirmiş olduğumuz, doğru ve güvenilir olmayı engelleyen
faktörler, aslında sadece doğru ve güvenilirlikle ilgili değillerdir. Söz
konusu zaaflar ve benzeri şeyler aslında diğer ahlakî zaafların da kaynağıdır.
Dolayısıyla bütün kötülüklerin veya başka bir ifadeyle ahlakî kusurların sebebi
ya anlayış kıtlığından ya gücün noksanlığından ya da irade zayıflığından ortaya
çıkar. Bütün bunlar ise en yüce neden için söz konusu olmaz. Bundan dolayı O,
zorunlu olarak sınırsız iyilik, adalet, doğruluk ve diğer ahlakî
mükemmelliklere sahiptir. (Clarke, 1998, s. 85)
Clarke’a göre söz konusu
hususlardan dolayı, Tanrı zorunlu olarak bütün ahlakî mükemmelliklerle
donanmıştır. Ancak Clarke’a göre bazı insanlar dünyadaki inayetin dağıtımını
delil göstererek, herhangi bir eşitsizliğin olduğunu öne sürmeyi ve böylelikle
Tanrı’nın ahlakî sıfatlarını a priori olarak ortaya koyan argümanı iptal etmek
istemişlerdir. Ancak bu mümkün değildir. Çünkü Tanrı’nın adaletini ve iyiliğini
kısmi şeylerle yargılamak doğru olmayacaktır. Onun geçmiş, gelecek ve şimdiki
bütün sonuçlarına bakarsak şayet, her şey açık bir şekilde doğru ve adil
görünecektir (Clarke, 1998, s. 85-86).
Clarke’a göre bizim dışarıda
gördüklerimiz, sadece resmin bir parçası olduğundan, onun tamamını görmeden,
gördüğümüz şeyin gayri ahlakî olduğunu söylememiz mümkün değildir. Zira
Tanrı’nın ahlakî sıfatları, O’nun zatından zorunlu olarak çıkmaktadırlar. Ancak
O’nun ahlakî özelliklerinin zorunluluğu, O’nun varlığının ve sonsuzluğunun
zorunluluğu gibi değildir. Çünkü bu zorunluluklardan birisi metafiziksel veya
mutlak bir zorunluluk iken diğeri nedensel bir zorunluluktur. Yani Tanrı
eylemlerini mutlak bir zorunlulukla yapmış değildir. Öte taraftan Tanrı,
eylemlerini zorunlu olarak değil, belli bir tasarıma ve niyete dayalı olarak
gerçekleştirir. Sözgelimi; Tanrı’nın zorunlu olarak iyi oluşu, kudret ve ilim
gibi O’nun doğasının mutlak zorunluluğundan doğrudan çıkmaz. Ancak O’nun
iradesinin değişmeyen doğruluğundan zorunlu olarak çıkar (Clarke, 1998, s.
143).
Tanrı’nın eylemlerinin
ahlakîliği her ne kadar zorunlu olsa da bu durum O’nun özgür iradesi ile
eylemde bulunmadığını göstermez. Clarke’a göre Tanrı’nın eylemlerindeki
zorunluluk, O’nun cahillik, zayıflık ve kandırılma gibi şeylerden beri olması
demektir. Bu durum da Clarke açısından Tanrı’nın özgürlüğüne karşıt bir şey
değil, tam tersine en mükemmel özgürlük biçimidir. Dolayısıyla Clarke’a göre
kötü bir eylemde bulunmanın özgürlükle alakası yoktur. Çünkü esasında kötülüğü
yapmak başka bir şeyden kaynaklanmaktadır. Yani kötülüğün saf iradeden değil,
iradenin bağımlı olduğu şeylerden kaynaklandığını söyleyebiliriz (Clarke, 1998,
s. 86). Öte taraftan Tanrı’nın gayri ahlakî eylemlerde bulunması, Tanrı’nın
sahip olduğu mükemmelliklerin aksine hareket etmesi anlamına geleceğinden,
O’nun sahip olduğu mükemmellikleri yıkar (Clarke, 1998, s. 88).
Clarke’a göre Tanrı’nın gayri
ahlakî eylemlerde bulunmaması zatı açısından bir zorunluluk olsa da, aynı
zamanda O’na inanan kulları için de büyük bir önem taşımaktadır. Çünkü inanç
sahibi bir insan için Tanrı’nın en mükemmel sıfatlara sahip olması gerekir.
Kişi Tanrı’nın bu vasıflara sahip olduğunu düşünerek hareket eder. Sözgelimi
dua eden biri Tanrı’nın mutlak ilim ve mutlak kudret sahibi oluşunun yanında
vaadini yerine getiren bir yaratıcı olduğunu da aynı şekilde yaratıcının ona
adil bir şekilde davranacağını da bilir. Zira inanan insan açısından sınırsız
bilgi sahibinin cahilce eylemler yapması mümkün değildir. Öte taraftan sınırsız
iyilik ve hikmet sahibinin böyle olmayan davranışlarda bulunması bir
çelişkidir. O her zaman bir bütün olarak en iyi ve hikmetli olanı yapar. Ayrıca
mükemmel iyilik ve hikmet değişmez. Çünkü O’nun bizâtihi kendisi, zorunlu
olarak eylemin kesin ilkesidir. Sınırsız hikmet ve iyilikle kuşatılmış olan
varlık en mükemmel özgürlükle kuşatılmış olduğundan, O’nun eylemlerinin
sınırsız hikmeti ve iyiliğiyle çelişik fiillere uzanması mümkün değildir.
Sınırsız hikmet sahibinin hikmetsiz eylemlerde bulunması veyahut salt iyi olan
varlığın iyi olmayan eylemleri tercih etmesi hem saçmadır hem de imkânsızdır.
Birinin Tanrı’yı bizâtihi eylemlerinden vazgeçirerek adaleti, iyiliği ve
doğruluğu ile tutarsız bir şey yaptırması imkânsızdır (Clarke, 1998, s. 87).
Clarke’a göre Tanrı hem
mükemmel derecede özgürdür hem de mutlak kudret sahibidir. Bununla birlikte
O’nun herhangi bir kötülük yapması mümkün değildir. Çünkü daha önce de ifade
edildiği üzere sınırsız kudret varlıkların doğasına aykırı şeylere ve temel
ahlakî doğrulara aykırı işlere uzanmaz. Böyle olmadığını farz etmek, Tanrı’da
zorunlu olarak bulunan diğer sıfatların iptalini gerektirir. Zira böyle bir
durumda Tanrı’nın adaletin, iyiliğin ve doğruluğun aksine seçimde bulunmuş
olması gerekecektir ki böyle bir şey de mümkün değildir (Clarke, 1998, s. 88).
Clarke Tanrı’nın ahlakî
mükemmellikleri hakkında verdiği konferanslarda ve vaazlarda Tanrı’nın
adaletine özellikle vurgu yapmıştır. Bundan dolayı da Tanrı’nın adil oluşunu
ayrıca ele almak Clarke’ın ahlakî mükemmellikleri ele alış biçimini ve onlar
hakkındaki temel görüşleri tam manasıyla ortaya çıkaracaktır.
Clarke’a göre şeylerin
doğasından kaynaklanan farklılıklardan dolayı bizim doğal iyilik ve kötülük
değimiz şey, bireysel niteliklerin farklılığından da ahlakî iyi ve kötü ortaya
çıkar. Bu hususların düzenlenmesi sonucu da doğru ve yanlış kavramları
kaçınılmaz bir şekilde ortaya çıkar. Bireyin bu yanlış veya doğru diye tabir
ettiğimiz davranışları sergilemesinde bazı etkiler söz konusudur. Bu etkilerin
kimisi dışarıdan kimisi ise bireyin kendi iç dünyasından kaynaklanır. Sözgelimi
bir kişinin herhangi bir şey hakkında hüküm verirken onu etkileyen değişkenler
çok fazla sayıda olabilir. Mesela doğru olan şey hakkındaki cahilliği, doğru
olan şeyi devamlı yapma hususundaki istikrarsızlığı, kendisine dokunacak bir
iyilik umudu veya ona zarar vereceğini düşündüğü herhangi bir kötülüğün
korkusu, kişinin vereceği kararları doğrudan etkileyecektir. Bireyin yanlış
kararlar vermesine neden olan bu ve benzeri hususların hiç biri Tanrı için söz
konusu olamayacaktır. Dolayısıyla adil olmayı engelleyecek hiçbir durum Tanrı
için söz konusu olamayacağından O’nun eylemleri her daim zorunlu olarak doğru,
makul ve adaletli olur (Clarke, 1998, s. 143-144).
Tanrı’nın mutlak adil olmasını
engelleyecek herhangi bir durum söz konusu değilken O’nun mutlak adil olmasını
sağlayacak bütün hususları da özünde barındırır. Sözgelimi Tanrı’nın ilmi her
şeyi kuşatmıştır bundan dolayı hükmünde aldatılması/ayartılması veyahut da
herhangi bir ön yargı ile hüküm vermesi mümkün değildir, O’nun iradesinin
herhangi yanlış bir şeyden etkilenmesi mümkün değildir çünkü iradesi hiçbir
şeye bağımlı değildir. O, mutlak kudret sahibidir ve bu kudreti hiçbir güç
tarafından sınırlandırılamaz. Bundan dolayı da adaleti gereği hükmünü en
mükemmel şekilde uygular ve buna da hiçbir güç mani olamaz. Söz konusu
sıfatlara sahip bir varlık hiç kuşkusuz haksızlık, taraf tutma, önyargı ve
kişileri kayırma gibi bir yanılgıya düşmeksizin her zaman en doğru olan kararı
verir (Clarke, 1998, s. 143-144).
Clarke yukarıda ifade
edilenlerden hareketle, Tanrı’nın mutlak bir şekilde adil olması gerektiğini
savunduktan sonra, Tanrı’nın adil olması gerektiği hususuyla ilgili bir başka
konuyu ele alıp değerlendirir. Bu da daha önce çokça dile getirilen “ Tanrı her
ne yapıyorsa adalettir, çünkü O yapıyor” düşüncesidir. Clarke’a göre bu veciz
söz, Tanrı’nın adil oluşunu en kısa şekilde özetler. Clarke’a göre bu ifade her
ne kadar Tanrı’nın mutlak adil oluşunu ispat etmese de O’nun mutlak bir şekilde
adil olması gerektiğini varsayar. Çünkü Tanrı’nın bir şeyi adil bir şekilde
yapması gereği bizim O’nun mükemmel bir şekilde adil olduğunu bildiğimiz
temeline dayanır. Çünkü biz biliyoruz ki adaletli olmayan adil davranmaz.
Clarke bu manada argümanın çok iyi ve güçlü olduğunu ifade eder. Ancak Clarke’a
göre bu argümanı kullananlar argümanı çok farklı ve yanlış manalara
çekmişlerdir. Çünkü bu kişiler, Tanrı her ne yaparsa adalettir, yargısından
hareketle doğru ve adil olmayan şeyleri Tanrı’ya atfederek kendi ilahi sistemlerinde,
adil olmayan ve gayri makul olan her şeyi adil ve makul yapmaya çalışmışlardır.
Clarke’a göre bu kişiler söz konusu hususları temellendirmek için de Tanrı’nın
özünün kavranamayacağını, O’nun sınırsız mükemmelliklerinin sınırlı varlıkların
mükemmelliklerini aştığını ve bundan dolayı da Tanrı’nın adaleti ile insanlar
arasındaki adaletin aynı şey olmadığını iddia etmişlerdir. Söz konusu hususlara
ilaveten yapmış oldukları bir diğer hata ise, Tanrı’nın mutlak kudret sahibi
oluşuna ve O’nu denetleyecek hiçbir üstün gücün olmadığına vurgu yaparak ve de
insanlar arasında adaletsiz gibi görünen şeyleri O’na atfederek, Tanrı’nın
mutlak kudretiyle bunları adil ve doğru yapacağını iddia etmeleridir. Clarke’a
göre mutlak lanetleme doktrini ve benzer fikirler de bu temel üzerine inşa
edilmiştir (Clarke, 1998, s. 143-144).
Clarke’a göre Tanrı’nın mutlak
kudret sahibi oluşundan hareketle yapılan bu tür yorumlar tamamen yanlıştır. Bu
tür düşünceler esas itibariyle Tanrı’nın sıfatlarını savunma görünümü altında
onlar hakkında aldatıcı bir şekilde konuşarak onları yıkmaktan başka bir şey
değildir (Clarke, 1998, s. 144). Benzer şekilde Leibniz de bu hususu dile
getirir ve ona göre de herhangi bir ahlakî kurala dayanmaksızın Tanrı’nın bir
şeyi yapmasıyla onun iyi olduğunu savunmanın Tanrı’nın bütün değerinin yok
edilmesi anlamına geldiğini ifade etmiştir (Leibniz G. W., 2014, s. 32). Ayrıca
Clarke’a göre adaletin mutlak kudrete bağlanması demek, dünyadaki en kötü ve
zalim varlığı şayet yeterli kudrete sahipse, en yüce iyiliğin kendisi
yapmaktır. Benzer bir şekilde adaleti mutlak kudrete bağlamak şeylerin asli
doğasını bozmak ve bir öz değişiminin olduğunu iddia etmektir. Bu durumlar ise
doğruluk ve yanlışlığın bütün doğasıyla tamamen çelişiktir. Sonuç olarak her
şeyi anlaşılmaz ve anlamsız yapar. Şayet kudret, adaletin bir temeli olarak
varsayılacaksa tek bir manada mümkündür. O da mutlak kudretin sahibini
adaletsizliğe sürükleyecek bütün kandırılmaların, aldatılmaların, hilelerin ve
zorlamaların üstüne çıkarması ve böylece onu adaletsizliğe sevk edecek bir
hususun kalmamasıdır. Yoksa mutlak kudretin adaletin ölçüsü olduğunu, Tanrıdaki
adaletin bizim bilgimizi aştığını ve dolayısıyla insanlar arasındaki adalet
gibi olmadığını ileri sürmek gerçekte şeylerin doğasını bozmak, iyi ve kötü
arasındaki içsel farklılığı yok etmek ve bütün dinlerin zeminini yıkmaktır
(Clarke, 1998, s. 145).
Clarke’a göre her ne kadar
Tanrı’nın özünü anlamak bizim işimiz olmasa da ve gerçekten tıpkı diğer
şeylerin özünü kavrayamadığımız gibi O’nun özünü kavrayamazsak da O’nun ahlakî
sıfatlar anlaşılması kolay ve bize aşina olmalıdır. Aksi takdirde kutsal
kitabın hepsi bizim için önemsiz bir hal alır. Oysaki Tanrı bütün bir vahyinde
bizim iyiliği, adaleti vb. birçok şeyi bildiğimizi varsayar. Ayrıca biz şayet
Tanrı’nın adaletinin ne olduğunu anlamayacaksak O’nun adaletini örnek almamız
nasıl mümkün olacaktır. Öte taraftan din dediğimiz şey O’nun örnekliğini
oluşturuyorsa ve eğer biz de adalet kavramını ve Tanrı’nın diğer ahlakî
sıfatlarını bilmiyorsak bu durumda din zihnimiz için anlaşılmaz ve pratiği de
imkânsız olan bir şey olurdu (Clarke, 1998, s. 145-146).
Sonuç olarak Clarke’a göre
Tanrı’nın ahlakî vasıfları O’nun iradesine bağlıdır. Ancak bu vasıfların O’nun
iradesine bağlı olması demek, onların değişebileceği anlamına gelmemektedir.
Çünkü bu sıfatlar esasında Tanrı’nın diğer zati sıfatları üzerinde
temellenmektedir. Bunların başında ise mutlak kudret ve ilim gelir. Dolayısıyla
Tanrı’nın ahlakî vasıfları, O’nda zorunlu olarak bulunur. Ancak bu zorunluluk
daha önce de ifade ettiğimiz üzere bizâtihi olan bir zorunluluk değil, iradeye
bağlı bir zorunluluktur. Dolayısıyla Clarke açısından ahlakî vasıfların zorunlu
olması, Tanrı’nın özgürlüğüne de herhangi bir engel teşkil etmez. Ayrıca bu
özgürlük şekli Clarke’a göre özgürlüğün en mükemmel şeklidir. Çünkü Tanrı’nın
iradesi mutlak kudrete ve ilme dayandığından, O’nun herhangi bir şekilde
aldatılması ve yanılması söz konusu olamaz.
Öte taraftan Tanrı’nın adalet
vasfı her ne kadar mutlak kudrete dayansa da, onunla eşdeğer değildir. Yani
kudret eşittir adalet demek, esasında gayri makul bir şeyi ileri sürmek olur.
Ayrıca bir diğer önemli husus ise Clarke’a göre hem insanlara hem de Tanrı’ya
atfettiğimiz ahlakî özellikler tek anlamlıdır. Başka bir ifadeyle insanlar için
kullandığımız ahlakî vasıflar ile Tanrı için kullandığımız ahlakî vasıflar aynı
anlamdadır. Tanrı için kullandığımız adalet ile insanlar için kullandığımız
adalet birbirinden farklı olursa Clarke’a göre bu durum birçok sıkıntıya neden
olacaktır. Bu sıkıntıların başında ise dinin ve ahlakın zemininin yok edilmesi
gelir.
Değişmezlik
Clarke Tanrı’nın değişmez
oluşunu esas itibariyle Tanrı ispatlamasında da a priori olarak ispat ettiğini
düşünür. Zorunlu varlığın tek oluşunu ispatladıktan sonra bir ve zorunlu olan
varlığın değişmez olduğu önermesini ortaya koymuştur. Clarke burada Tanrı’nın
değişmezliğini dış bir nedenden etkilenmemesine bağlamıştır. Çünkü ona göre
eğer herhangi bir şey değişiyor ise dış bir neden tarafından etkileniyor
demektir. Tanrı da herhangi bir dış neden tarafından etkilenmeyeceğine göre
O’nun değişmesi mümkün değildir[33] (Khamara, 1992, s. 42).
Clarke, Tanrı’nın değişmezliği
hususunu birçok vaazında dile getirmiş ve bu meseleyi detaylı bir şekilde
incelemiştir. Clarke’ın bu vaazları vefatından sonra kardeşi John tarafından
1738 yılında yayınlanmıştır. Clarke bu vaazlarında değişmezlik meselesini ele
alırken, değişmezliği üç farklı açıdan incelemiştir (Clarke, 1998, s. 138).
Clarke’a göre hem akıl hem de
kutsal kitap açısından Tanrı değişmezdir. Bu değişmezlik hem Tanrı’nın zatı
açısından hem özsel ve ahlakî sıfatları açısından, hem de kuralları, emirleri
ve vaatleri açısından geçerlidir. Tanrı’nın zatı açısından bakacak olursak
Tanrı’nın varlığı zorunludur özü ise bizâtihi var olmaktır. Eğer bir şey
zorunlu olarak o şey ise başka türlüsü mümkün olamayacağından o şey
değişmeksizin devam edip gider. Öte yandan hiçbir şeye bağımlı olmayan hiçbir
şeyden etkilenmez, hiçbir şey tarafından eyleme geçirilmez, hiçbir zaman
bozulmaz ve hiçbir araz tarafından değiştirilemez. Dolayısıyla Tanrı’nın
zatında herhangi bir değişimin olması mümkün değildir.
Clarke’ın Tanrı’nın
değişmezliği ile ilgili olarak ele aldığı ikinci husus ise Tanrı’nın mükemmel
oluşu ile ilgili sıfatlarıdır. Clarke’a göre bu özellikler Tanrı’nın özünden
zorunlu olarak ortaya çıkar. Tanrı’nın özünden zorunlu olarak çıkması aynı
zamanda bu özelliklerin Tanrı’nın iradesine de bağlı olmadığını göstermektedir.
Clarke bu sıfatların değişmezliğini de yine Tanrı’nın zatına bağlayarak açıklar.
Çünkü herhangi bir ilkeye veya nedene dayanarak ortaya çıkan şey, o ilke veya
neden değişmediği sürece değişmez. Daha önce ifade ettiğimiz üzere ilkenin
kendisi zorunlu olduğundan ve değişmesi mümkün olmadığından, bu ilkeden zorunlu
olarak çıkan özelliklerin de değişmesi mümkün değildir. Clarke’a göre Tanrı’nın
bu sıfatları kudret, ilim, hikmet ve diğer doğal sıfatlarıdır. Bu sıfatlar
iradeye bağlı değilken Tanrı’nın salt iyi oluşu, adil oluşu, merhametli oluşu
ve diğer ahlakî mükemmellikleri ise O’nun iradesine bağlıdır (Clarke, 1998, s.
139).
Clarke Tanrı’nın ahlakî
sıfatlarındaki değişimin mümkün olmayışının O’nun zatının ve diğer mükemmellik
sıfatlarının değişmemesi kadar çok açık olmadığını ifade eder. Çünkü bu
sıfatlar sadece öze değil aynı zamanda Tanrı’nın iradesine de bağlıdır. Ancak
Clarke bu sıfatların detaylı bir şekilde incelendiğinde onların da değişmesinin
mümkün olamayacağını iddia etmektedir. Çünkü Tanrı her zaman en doğru olanı,
salt iyi olanı yapar ve her zaman en adil olanına karar verir. Bunların
değişmesi için Tanrı’nın bu en mükemmel şeyleri yapmaması veya yapamaması
gerekir. Tanrı’nın söz konusu edilen ahlakî mükemmellikleri yapamaması için ya
ilminde bir noksanlık olması gerekir ya da dış etkilere açık olması gerekir.
Yani Tanrı’nın aldanmaya, etkilenmeye ve herhangi bir şeye maruz kalmaya açık
olması gerekir. Oysaki Tanrı için böyle bir şey söz konusu olamaz. Başka bir
ifadeyle Tanrı zatı gereği her zaman en doğru ve en mükemmel olanı yapar.
Tanrı’nın bunları yapmasına engel olabilecek hiçbir güç de yoktur. Bundan
dolayı Tanrı’nın bu ahlakî sıfatları her ne kadar doğası gereği zorunlu olmasa
da, aynen zatı gibi değişmezdir.
Ele alacağımız son husus ise
Tanrı’nın özü ve doğasının mükemmellikleri dışında kalan, daha çok iradeye bağlı
olan; Tanrı’nın kanunları, vaatleri, emirleri, tehditleri vb. dir. Clarke’a
göre bunlar da değişmezdir. Çünkü Tanrı tam bilgi ve mutlak kudret sahibidir.
Bu vasıflara sahip olduğu için de mümkün olmayan ve makul olmayan şeyleri
yapmaya azmetmez. Oysaki Clarke’a göre sınırlı varlıklar kendi planladıkları
şeyleri bitirme hususunda, kendilerini zorunlu olarak değiştirmeleri
gerektiğini düşünürler. Çünkü ya planladıkları şeyleri bitirmenin artık
imkânsız olduğunu düşünürler veyahut da ilk başladıkları zamanki niyetlerini
takip etmenin pek de makul olmadığını görürler. Hâlbuki Tanrı için böyle bir
şey mümkün değildir (Clarke, 1998, s. 139).
Tanrı’nın bütün kararlarında
ve amaçlarında değişmez oluşu da O’nun diğer sıfatlarıyla ilgilidir. Çünkü O
mutlak kudret sahibidir ve bundan dolayı da herhangi bir kararında engellenmesi
söz konusu değildir. Her şeyin ilmine ve ön bilgisine sahiptir, bundan dolayı
da O’nun kuralları beklenmedik bir rastlantı veya arıza tarafından
değiştirilemez. O’nun bizâtihi kendisinin değiştirebileceği şeylerin
gerekçelerinde öngörülmemiş bir değişim olamayacağından yine amaçları ve
kanunları değişmez.
Tanrı’nın kanunlarının
değişmemesinin temel gerekçelerinden birisi de onların her zaman aynı sabit
gerekçeler üzerine inşa edilmiş olmasıdır. İyiliğin ve kötülüğün ezeli
farklılığı, şeylerin asli doğası, evrensel eşitlik, her şeyin düzeni ve
uygunluğu gibi temeller üzerine bina edilen gerekçelerin değişimi de söz konusu
olmayacaktır. O’nun vaatlerinin ve sözlerinin değişmiyor oluşu da bunların
tamamen tam hikmetli bir kader, sabit ve kalıcı tasarımlar üzerine
temellendirilmiş olmasındandır. Şayet koşullara ve belirli niteliklere ilişik
olarak temellendirilmiş olsaydı ancak o zaman onların da değişimi mümkün
olurdu. Ancak böyle bir durum da söz konusu değildir (Clarke, 1998, s. 139).
Ezelilik-Ebedilik
Tanrı’nın ezeli ve ebedi oluşu
Clarke’ın önemli gördüğü temel meselelerden birisidir. Clarke’a göre doğası
gereği zorunlu olan varlığın, sonsuz ve sınırsız olması gerekir. Çünkü varlığı
kendinden olanın sınırlı olduğunu düşünmek bir çelişkidir. Ona göre bu
sınırsızlık beraberinde birçok özelliği de ihtiva eder. Daha açık söylemek
gerekirse sınırlı olmayı ima eden bölünebilirlik, hareket, çeşitlilik, kusur,
bozulma gibi özellikler ezeli ve ebedi olan bir varlıkta bulunmaması gereken
özelliklerdir. Çünkü bu sıfatlar daha çok maddi varlıklara ait vasıflardır ve
bu özellikler dış bir etkiyi gerektirir (Clarke, 1998, s. 33-34). Tanrı’nın
sonsuzluğu, sınırsızlığı, ezeli ve ebedi oluşuna Clarke’ın yapmış olduğu bu
vurgunun birkaç nedeni olduğu söylenebilir. Clarke’ın söz konusu ettiği bu
husus belli bir mantıki çerçevede ele alınmakta ve onun metafiziğinin bütünlüğü
açısından belli bir yer işgal etmektedir. Dolayısıyla bütünlüğün sağlanması
açısından bu husus çok önemlidir. Diğer yandan Clarke, bu görüşlerini dile
getirirken hem geleneksel Hristiyan teolojisiyle hem de kendi çağdaşlarının
fikirleriyle yüzleşmek zorunda kalmıştır. Çünkü Clarke’ın dile getirmiş olduğu
düşüncelerinin Hristiyan teolojisinde bir karşılığının olduğunu söylemek pek
mümkün değildir. Ayrıca Clarke’ın hem söz konusu hususla ilgili görüşleri hem
de bu görüşlerini temellendirme biçimi çağdaşları tarafından tartışma konusu
edilmiştir.
Clarke’a göre geleneksel
Hristiyan teolojisinde Tanrı’nın ezeli ve ebedi olduğu, O’nun her zaman her
yerde olduğu kabul edilir. Ancak Tanrı’nın ezeli ve ebedi oluşunun nasıl bir
şey olduğu net bir şekilde ele alınmamış, bir bakıma zihin açısından örtük bir
durum olduğu genel kabul görmüştür. Söz konusu yargıya baktığımız zaman
ezelilik ve ebedilik zamanla alakalı olan kavramlardır. Tanrı’nın ezeli ve
ebedi oluşu ile kastedilen durumlardan birincisi, Tanrı’nın zamansız oluşu
başka bir deyişle zaman üstü bir varlık oluşu, öncesi ve sonrası olmayan, O’nun
bütün zaman kiplerinin üzerinde bir varlık olduğu anlaşılabilir. İkinci durum
ise O ölümsüzdür, öncesi ve sonrası olmadan bütün zamanlar boyunca vardır
(Vailati, 1997, s. 18).
Clarke geleneksel inançta dile
getirilen Tanrı’nın ezeli ve ebedi oluşunun anlaşılmaz ve muğlak olduğunu
düşünür. Çünkü O’na göre sonsuzluk düşüncesi bütün sonlu varlıkları aşan bir
durumdur. Bundan dolayı biz Tanrı’nın varlığını ve sıfatlarını da sonsuzluğu
içermelerinden dolayı yeterince kavrayamayız. Ancak yine de sonsuzluk kavramı,
zorunluluğu ve daimi oluşu içinde ihtiva eder. Bundan dolayı Clarke yukarıda
söz konusu ettiğimiz Tanrı’nın ezeli ve ebedi oluşunu ikinci manada
anlamaktadır. Vailati’ye göre Clarke, ilk görüşü muğlak ve anlaşılmaz bulmakla
birlikte aynı zamanda, her ne kadar neden çelişik olduğunu açıklamasa da
çelişik de bulmaktadır (Vailati, 1997, s. 20).
Clarke’ın Tanrı’nın zamanın
içinde eylemde bulunduğu iddiası çağdaş filozoflardan Alvin Plantinga
tarafından da desteklenmektedir. Ona göre de Aquinas ile birlikte teistik geleneğin
büyük bir kısmının Tanrı’nın zamansız oluşunu iddia etmesi birçok gereksiz
karışıklığa neden olmaktadır. Oysaki ona göre ilk bakışta esas olan şeyin
Tanrı’nın zaman içinde eylemde bulunduğudur. Buna dayanak olarak Plantinga’nın
getirdiği delil ise Kutsal Kitap’ta yer alan ifadelerdir. Çünkü Tanrı’nın
yapmış olduğu bazı eylemler kuşkusuz diğerlerinden öncedir. Tabii olarak aynı
husus diğer kutsal kitaplar içinde geçerlidir. Sözgelimi Tanrı’nın İbrahim’le
konuştuğu Tevrat, İncil ve Kur’an’da söz konusu edilen bir husustur. Tanrı’nın
İbrahim’in yaşamı boyunca onunla konuştuğu da muhakkaktır. Öte taraftan yaratma
meselesinde bizim her zaman tecrübe ettiğimiz bir şey var ki o da bazı şeylerin
diğerlerinden daha önce yaratılmış olduğudur. Bu durum da bize ilk bakışta
Tanrı’nın zamanın içinde eylemde bulunduğunu göstermektedir (Plantinga, 2014,
s. 39). Yukarıda söz konusu ettiğimiz Clarke’ın Tanrı’nın zamansız oluşunu
çelişik bulması meselesi, Vailati’ye göre Clarke tarafından açıklanmamış bir
husus olarak görülmektedir. Ancak Clarke’ın bu görüşleri Kutsal Kitap ile
çelişik bulduğu açık bir durum gibi görünmektedir. Ayrıca Tanrı’nın bazı
fiillerinin zaman içinde olması, Tanrı’nın kendisinin zamansal bir varlık
olduğu anlamına gelmeyebilir. Fakat kesin olan husus şudur ki: Tanrı zamanın
içinde eylemlerde bulunmuştur. Ancak zamanın içinde yapmış olduğu eylemleri,
zamanın içinde bulunarak mı yapmış olduğu yoksa zamanın dışında mı yapmış
olduğu meselesi hakkında kesin bir hüküm vermek kolay değildir.
Clarke’ın söz konusu meseleye
dair tavrı nettir. O’na göre Tanrı’nın zamanın içinde eylemde bulunması için,
zamanın içinde bulunması gerekir. Bundan dolayı Skolastiğin sonsuzluk ve
sınırsızlık anlayışına karşı çıkan Clarke, geleneksel inançta bu durumun zekâ
ötesi olarak anlaşıldığını ancak bu durumun da insanları materyalizme ve
libertinizme[34] götüreceğini iddia eder. Ona
göre bu durumu engellemek için ise sonsuzluk ve sınırsızlık kavramlarını zaman
ve mekâna eşitleyerek birlikte ele almak gerekir. Clarke sonsuzluğu ve sınırsızlığı
zaman ve mekâna eşitlemiş, zaman ve mekânın zorunlu olan varlıklar olduğunu,
ancak onların bir şekilde Tanrısal töze bağlı olduğunu iddia etmiştir. Clarke’a
göre hiçbir varlık mekân bulunmaksızın eylemde bulunamaz. Benzer şekilde ilahi
süreklilik için de aynı şey geçerlidir. Belli bir zamanda bir şeyi yaratmak
için ilahi eylemin zamanın içinde meydana gelmesi lazımdır. Bundan dolayı
zamansız bir varlığın zaman içinde eylemde bulunması düşünülemez (Vailati,
1997, s. 22). Clarke’ın Tanrı’nın zorunlu olarak her zaman her yerde olması
yargısı Aquinas ve Leibniz gibi birçok filozof tarafından reddedilen bir
durumdur. Çünkü onlara göre Tanrı zamanın ve mekânın ötesindedir. Clarke’ın
sahip olduğu bu görüşler Tanrı’nın ontolojik varlığı ile zaman-mekân ilişkisinin
nasıl olacağı sorusunu da beraberinde getirir. Bu hususlar Leibniz ile Clarke
arasında yaşanan tartışmalarda da önemli bir rol oynar[35]
(Vailati, 1997, s. 25).
Clarke ifade ettiğimiz üzere
bir taraftan Tanrı’nın zamanın içinde eylemde bulunduğunu iddia ederken diğer
yandan da Tanrı’nın kesin bir şekilde değişmeyeceğini iddia etmiştir (Clarke,
1998, s. 138-140). Tanrı’nın mükemmelliğine yapılan vurgularda Tanrı’yı zamanın
dışında görenler, genel itibariyle O’nun aynı zamanda değişmezliğine de vurgu
yapmışlardır. Çünkü bu şekilde mükemmelliğin sağlanacağını düşünmüşlerdir. Öte
yandan Tanrı’nın zaman içinde eylemde bulunduğunu iddia edenler ise söz konusu
düşüncenin mükemmelliği sağlamadığını bilakis bu görüşün anlaşılmaz ve tutarsız
olduğunu iddia etmişlerdir (Reçber, 2004, s. 45).
Clarke’ın Tanrı’nın ezeli ve
ebedi oluşunu açıklarken vurguladığı bir diğer husus ise Tanrı’nın mutlak bir
zorunlulukla var olmasıdır. Başka bir ifadeyle varlığının zorunlu olması aynı
zamanda O’nun her zaman her yerde olmasını da zorunlu kılar. Ayrıca Tanrı’nın
zorunlu olarak var oluşu ile O’nun zorunlu olarak her zaman her yerde oluşu
mutlak bir zorunlulukladır. Ancak aralarındaki tek fark Tanrı’nın var oluşu
herhangi bir dışsal zorunluluktan dolayı değildir. Tanrının zorunlu olarak var
oluşu kendinden olduğundan, zaman ve mekânla da bir ilişkisi yoktur. Ancak
tersinden düşündüğümüz zaman, zamanın ve mekânın zorunluluğu bizâtihi değil
zorunlu varlığın zorunluluğuna dayanır (Vailati, 1997, s. 23).
Clarke Tanrı’nın zorunlu olmasından
hareketle, O’nun her zaman her yerde olması gerektiğini temellendirdiğini
düşünür. Dolayısıyla Tanrı’nın dışında hiçbir varlığın her zaman her yerde
olamamasının nedeni de bu varlıkların zorunlu olmamalarından ileri gelir.
Clarke’a göre herhangi bir sınırlı varlık herhangi bir çelişki olmaksızın
herhangi bir mekânda yokluğu düşünülebiliyorsa başka bir yerde de yokluğu
düşünülebilir ve sonuç olarak onun bütün mekânlarda yokluğu düşünülebilir. Bu
durum da göstermektedir ki bir mekânda yokluğu düşünülebilen varlık olumsal
varlıktır ve onun varlığı bizâtihi kendinden değildir (Vailati, 1997, s. 23).
Clarke’ın Tanrı’nın zorunlu
olarak her zaman her yerde olduğu iddiası Butler tarafından ikna edici
görülmez. Çünkü ona göre bir şeyin belli bir zamanda bir yerde yok olması onun
bütün zamanlarda bütün yerlerde yok olabileceğini göstermez. Butler söz konusu
durumu bir örnekle açıklar. Sözgelimi bir kişinin bin yıl yaşayacağı kesin
olarak ispatlandı. Böyle bir durumda bu kişinin farklı zamanlarda bütün yerlerde
yokluğu düşünülebilir, ancak aynı anda bütün yerlerde yokluğu düşünülemez.
Varsayımdaki bin yıl, sonsuz olarak da düşünülebilirdi bu durumda kanıt ister
kendinden varlık için olsun isterse de bağımlı varlık için olsun her iki
durumda da aynı görünür. Dolayısıyla Butler’in iddiasına göre adamın bin yıl
yaşayacağı kesin olduğundan, Clarke’ın iddiası gereği onun bütün zamanlarda ve
bütün yerlerde olmamasının mümkün olduğunu savunabilmesi gerekir. Ancak her iki
durum birbiriyle çelişik görünmektedir (Vailati, 1997, s. 23-24). Butler’in
iddiası Clarke’ın argümanını yıkmış gibi görünse de, Clarke daha önce ifade
ettiğimiz üzere mutlak zorunluluğa vurgu yaparak Butler’in iddiasını çürütmeye
çalışır. Clarke’a göre herhangi bir çelişki olmaksızın belli bir zamanda ve
mekânın herhangi bir parçasında yokluğu düşünülebilen varlık, aynı zamanda
herhangi bir çelişki olmaksızın bütün zamanlarda ve bütün mekânlarda yokluğu
düşünülebilir. Çünkü mutlak zorunlu olarak var olan şey, mekânın her bir
parçasında ve sürecin her bir noktasında mutlak olarak vardır. Başka bir
ifadeyle Clarke açısından herhangi bir zamanda ve herhangi bir mekânda yokluğu
tasavvur edilebilen şey, ister varlığının durdurulması yoluyla olsun isterse de
varlığının hiç başlangıcı olmaksızın olsun, aynı gerekçe ile bütün zamanlarda
ve bütün mekânlarda yokluğu tasavvur edilebilir.
Clarke’a göre Butler’in örneği
kendi argümanını yıkacak güçte değildir. Çünkü söz konusu edilen örnekteki
zorunluluk ile Clarke’ın kast ettiği zorunluluk aynı değildir. Butler’in örneğini
tekrar Clarke açısından ele alacak olursak örnek, bir adamın bin yıl yaşayacağı
varsayımı üzerine dayanır. İster bir varsayım olarak ele alalım isterse de
Tanrı’nın bin yıl yaşayacağına dair vaatte bulunmuş olduğu şeklinde ele alalım
bu durumda o kişinin zamanın belli bir parçasında bütün mekânlarda yokluğu
imkânsızdır. Fakat buradaki sorun bu imkânsız oluşun nedeninin ne olduğudur.
Buradaki imkânsızlığın kaynağı kuşkusuz varsayımsal bir çelişki veya Tanrı’nın
vaadine karşı bir çelişkidir. Yoksa burada söz konusu edilen çelişki bizzat
eşyanın doğasına karşı bir çelişki değildir. Bundan dolayı Clarke iddiasını
tekrar dile getirir ve ona göre şayet o adam zorunlu olarak var olmuş olsaydı,
mekânın her bir parçasında olurdu. Oysaki verilen örneğe göre adamın bin yıl
yaşaması bizim bildiğimiz olgusal bir gerçeklikten ibarettir. Yoksa bizâtihi
zorunlu bir şey değildir (Clarke, 1998, s. 98-99).
EVREN
VE TANRI-EVREN İLİŞKİSİ
Tanrı-Evren ilişkisi
bağlamında Leibniz ve Clarke birçok meseleyi tartışmışlardır. Bunlar da genel
olarak Tanrı’nın evrene müdahalede bulunup bulunmadığı meselesi, zaman ve mekân
meselesi, Tanrı’nın evrene dair bilgisinin nasıllığı problemi, kötülük problemi
ve mucize konularıdır. Bu meseleler Leibniz-Clarke yazışmalarının ana
meseleleridir. Bu yazışmalar sadece Clarke’ın bu meseleler hakkındaki
görüşlerini ortaya çıkarmamaktadır. Aynı zamanda Leibniz’in de hayatının
sonlarına doğru bu yazışmaları yapmasından dolayı, bu yazışmalar Leibniz’in
nihai görüşlerini açığa çıkarma hususunda da önemli bir rol oynamaktadırlar.
Her ne kadar tezimizin ana konusu Clarke’ın görüşleri olsa da, Leibniz’in
görüşlerini de ortaya koymaya çalıştık. Çünkü Clarke’ın bu meselelerle ilgili
görüşleri söz konusu yazışmalara dayanmaktadır. Dolayısıyla Clarke’ın görüşlerini
ortaya koymak için, Leibniz’in bu meselelerdeki görüşlerini de ortaya koymak
gerekli olmuştur. Ayrıca ifade ettiğimiz üzere Clarke’ın bu meselelerdeki
görüşleri daha çok söz konusu yazışmalara dayandığından, biz de bu konuları
Leibniz-Clarke tartışması üzerinden inceledik.
Her iki filozofun da ana
iddialarını ele alırken dayandıkları bazı temel ilkeler bulunmaktadır. Bu
ilkeler de her iki filozof arasında tartışma konusu olmuştur. Ancak bize göre
bu ilkeler ana meselelerin anlaşılması için aracılık görevi üstlenmişlerdir.
Dolayısıyla bu ilkeler ana mesele olmaktan daha çok ana meselelerin
anlaşılmasını sağlayan konulardır. Bunlar da; yeterli neden ilkesi, ayırt
edilemezlerin özdeşliği ve boşluk/vacuumdur. Boşluk mevzusu her ne kadar bir
ilke olmasa da, ilkelerin ana meseleye yapmış olduğu katkıyı sağlayan bir
meseledir. Özellikle Clarke felsefesinde önemli bir yere sahip olan boşluk,
Clarke’ın bazı ana meseleleri temellendirmek için kullandığı önemli bir
bahistir. Ayrıca her iki filozof hem bu ilkelerin bizzat kendilerini hem de bu
ilkelerin kaynaklık ettiği ana meseleleri tartışmışlardır. Bu konular daha çok
aracı konular olduğundan ve birçok meselenin anlaşılmasında temel teşkil
ettiklerinden, ana konulara geçmeden önce bu meselelerin kısa açıklamalarını
yapmanın faydalı olacağını düşünüyoruz. Bu açıdan öncelikle yeterli neden
ilkesi ve ayırt edilemezlerin özdeşliği ilkeleri ele alındıktan sonra,
Leibniz’in ve Clarke’ın boşluk ile ilgili tartışmalarına yer vereceğiz. Bu üç
konuyu kısaca özetledikten sonra ana meselelere dair Leibniz-Clarke
tartışmalarını inceleyeceğiz.
Yeterli Neden İlkesi
Leibniz ile Clarke arasında
yaşanan tartışmada uzun uzadıya ele alınan konulardan birisi yeterli neden
ilkesidir. Leibniz’e göre biz doğal teolojiyi ve bütün metafiziği yeterli neden
ilkesi ile ayırt edilemezlerin özdeşliği ışığında anlayabiliriz. Ancak Clarke
Leibniz’in bu temel savına karşı çıkar ve asıl önemli olanın Tanrı’nın iradesi
olduğuna vurgu yapar. Clarke yeterli neden ilkesinin çok önemli olduğunu ancak
bazı durumlarda bir şeyin değil de başka bir şeyin vücuda gelmesinin nedeninin
sadece Tanrı’nın iradesi olduğunu savunur (Leibniz & Clarke, 1956, s.
xxii).
Leibniz’in yeterli neden
ilkesine baktığımız zaman ilkenin kendisinin içinde üç tezi barındırdığını söyleyebiliriz.
Bunların birincisi hiçbir şey nedensiz olarak ortaya çıkmaz. Var olan her şeyin
bir nedeni vardır. Clarke’ın bu duruma getirdiği yorum ise bazen bazı
durumlarda bir şeyin olmasının tek nedeni Tanrı’nın iradesi olabileceğidir.
İkinci bir husus ise insani eylemlerin her zaman bir gayeye matuf olmamasına
rağmen Tanrı’nın eylemlerinin her zaman bir gayeyi içinde barındırmasıdır.
Üçüncü kural ise bir bakıma ikinci kuralın bir açımlanmasıdır. Buna göre de
Tanrı her zaman en iyi şekilde eylemde bulunur (Leibniz & Clarke, 1956, s.
xxii-xxiii).
Clarke, Leibniz’in yeterli
neden ilkesini çok katı bulur. Çünkü her durumda bu ilkeyi kabul etmek demek
Tanrı’nın iradesini sınırlamak anlamına gelir. Böyle bir durumda da Tanrı’nın
özgürlüğünden bahsetmek mümkün olmayacaktır. Tıpkı evreni bu şekilde yapmış
olması gerektiği gibi, Tanrı yapmış olduğu her şeyi zorunlulukla yapmış
olacaktır (Vailati, 1997, s. 41).
Ayırt Edilemezlerin Özdeşliği
Leibniz metafizik konular
hususunda daha çok yeterli neden ilkesi ve çelişmezlik ilkesi ile ilgilenmiş
görünse de aynı değerde önem verdiği bir diğer ilke de hiç şüphesiz ayırt
edilemezlerin özdeşliğidir. Leibniz’in söz konusu edilen ilkeyle ilgili en son
ve en açık görüşleri de Clarke ile yazıştıkları mektuplarda yer almaktadır (Chernoff,
1981, s. 126). Söz konusu ilkenin temel iki formu vardır. İlkenin ilk formu
iddia edilen iki durumu birbirinden ayırt etmenin hiçbir yolu yoksa her iki
durum da aynıdır. Leibniz bu ilkeyi Clarke’a karşı özellikle zaman ve mekân
hususunda kullanır. Sözgelimi ‘Clarke’ın tüm evren mekânın içinde hareket eder’
yargısını Leibniz söz konusu ilkeden dolayı anlamsız bulur.
İlkenin yaygın olarak
kullanılan şekli ise hiçbir şekilde ayırt edilemeyen iki şey var olamaz.
Leibniz bu ilkeyi, Tanrı’nın aynı mekânda tıpa tıp aynı iki parçayı
yaratmasının gereksiz olmasından ve Tanrı için böyle yapmanın hiçbir
gerekçesinin olmadığından hareketle savunmuştur (Leibniz & Clarke, 1956, s.
xxiii).
Leibniz’e göre söz konusu ilke
felsefe tarihinde tartışma konusu edilen birçok hususu netliğe kavuşturacak,
özellikle düşüncesiz ruh, zaman, mekân, atomlar, boşluk vb. konularda yapılan
tartışmalara bir son verecektir (Leibniz & Clarke, 2000, s. xiii).
Boşluk (Vacuum)
Leibniz evrende boşluğun
olmadığını iddia etmiştir. Çünkü ona göre boşluk özünde eksikliği barındırır.
Aslolan varlıktır, var olandır. Evrende ne kadar fazla madde varsa o kadar iyi
olacaktır. Bundan dolayı da Tanrı’nın evreni madde ile doldurmuş olması daha
makuldür. Ayrıca Leibniz’e göre şayet evrende boşluk olmuş olsaydı, boş mekânda
maddenin mutlak orantısını belirlemek için yeterli bir neden olmazdı (Leibniz
& Clarke, 1956, s. xx).
Gençliğinde Kartezyen teoriyi
kabul eden Leibniz daha sonra bu görüşünü eylemsizlik dinamiğinin keşfiyle terk
etmiştir. Çünkü Kartezyen teoriye göre uzam ve madde eşit terimlerdir. Bundan
dolayı da boşluk bizâtihi çelişik bir ifadedir. Ancak uzam ve madde aynı şeyler
olmuş olsaydı küçük ve büyük cisimlerin taşınmasının aynı oranda kolay olması
gerekirdi. Kartezyen teoriden vazgeçen Leibniz boşluğun olmadığını ise iddia
etmeye devam etmiştir. Ancak ona göre boşluğun reddi zorunlu bir doğru değil,
olumsal bir doğrudur. Olumsal doğru olmasının nedeni ise yeterli neden
ilkesidir (Leibniz & Clarke, 1956, s. xx-xxi). Çünkü zorunlu doğrular çelişmezlik
ilkesine dayanırken, olumsal doğrular yeterli neden ilkesine dayanır (Leibniz
& Clarke, 2000, s. xii).
Clarke ise Leibniz’in tersine
evrende boşluğun olması gerektiğini düşünmektedir. Clarke’a göre madde için iki
özsel özellik vardır. Bunlar da duyumlanabilirlik ve dirençtir. Bu iki özellik
bütün maddelere ait olduğu için tüm mekân madde ile dolu olmuş olsaydı bütün
sıvıların dirençlerinin zorunlu olarak aynı olması gerekirdi. Çünkü böyle bir
durumda daha az veya daha fazla inceliğe sahip sıvılar arasında bir fark
kalmazdı. Yani sıvıların daha küçük veya daha ince parçaları herhangi bir
belirli mekân ile dolu olduğundan, orantıdaki büyüklük parçalarının sayısına
bağlı olacak ve dolayısıyla direnç her zaman aynı olacaktır. Başka bir ifadeyle
sıvının içindeki parçacık sayısı değişse de bütün mekân dolu olduğundan, artan
veya azalan tek şey parçacık sayısı olacaktır. Sayının değişmesine paralel
olarak da direncin değişimi söz konusu olamayacağından her durumda direnç aynı
kalacaktır. Ancak söz konusu bu durum bizim tecrübelerimize aykırıdır. Çünkü
bizim tecrübelerimize göre bütün sıvıların dirençleri farklıdır. Bundan dolayı
bütün mekân madde ile dolu olamaz ve sonuç olarak zorunlu bir şekilde boşluğun
olması gerekir (Clarke, 1998, s. 19-20).
Clarke’ın boşluğun zorunlu bir
şekilde var olması gerektiğine dair getirmiş olduğu bir diğer örnek ise düşen
cisimler ve sarkaçlarla ilgilidir. Ona göre tecrübemizle sabittir ki düşen
cisimlerde ve eşit uzunlukta, fakat eşit olmayan yerçekimi durumunda eşit
sayıda titreşen sarkaçlarda boşluğun olması gerektiği çok açıktır.
Hissedilebilir bir dirençle karşılaşmaksızın aynı yükseklikten bırakılan bütün
cisimler aynı hızda düşerler. Bu durum da çekim kuvvetinin her bir cisimde
içerilen maddenin miktarıyla orantılı olduğunu göstermektedir. Çünkü eğer
herhangi bir sarkaçta onda içerilen maddenin miktarıyla orantılı olmamış
olsaydı hareketsiz olan madde geri kalan hareketi geciktirirdi. Bu da çekimin
madde ile orantılı olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla bütün cisimler eşit
ağırlıkta olmadığından zorunlu olarak boşluğun var olması gerekir (Clarke,
1998, s. 20).
Tanrı’nın Evrene Müdahalesi ve Evreni
Muhafazası
17. yüzyılda yaşanan birçok
gelişme, özellikle bilimdeki ve matematikteki gelişmeler birçok insanın dine
bakışlarını da değiştirmiştir. Bu bağlamda özellikle ortaçağda evrenle ilgili
birçok husus dini bir bağlamda açıklanırken modern dünyada artık bu açıklamalar
yerini mekânik açıklamalara bırakmıştır. Avrupa’da ve İngiltere’de görülmeye
başlayan bu yeni doğa felsefesi, birçok kişi tarafından dine karşı bir tehdit
olarak görülmüştür. Bundan dolayı özellikle evreni mekânik bir şekilde
açıklayanlar ile evrenin tamamen Tanrı’nın muhafazasında ve evrenin Tanrı’nın
müdahalesine daima açık olduğunu savunanlar arasında sert tartışmalar
yaşanmıştır. Bu tartışmaların en önemlilerinden biri de hiç kuşkusuz Clarke ile
Collins arasında olmuştur (Clarke & Collins, 1707-1708, s. xv-xvi).
Clarke kendi konumunu
belirlerken özellikle Cambridge Platoncularından olan Henry More(1614-87)’dan
etkilenmiştir. Henry More’un, Descartes’ın bazı fikirlerine karşı çıkmasının
temelinde de Descartes’ın evrende Tanrı’ya çok küçük bir rol vermesi yatıyordu.
Ayrıca More, Descartes’in ruhun gayri maddi oluşu tezini kabul ederken ruhun
uzamsız oluşu fikrini ise reddetmiştir. Bu durum More’un öğrencisi olan
Newton’u etkilemiş ve onun mekân anlayışının oluşmasında önemli bir etken
olmuştur. Clarke da Collins karşısında Henry More ve Newton’dan tevarüs ettiği
bu anlayışı savunmuştur (Clarke & Collins, 1707-1708, s. xvi-xvii).
Clarke’ın Tanrı ile evren
arasında nasıl bir ilişki olduğuna dair görüşlerinin oluşmasında katkı sağlayan
bir diğer önemli filozof da yine Cambridge Platoncularından olan Ralph
Cudworth’tur (1617-89). Cudworth 1678 yılında yazmış olduğu The True
Intellectual System of the Universe isimli eserinde materyalist düşüncede
olan filozoflara karşı çıkmış ve onların görüşlerini eleştirmiştir. Bu bağlamda
eleştirdiği filozofların başında da Thomas Hobbes ve Spinoza gelmektedir.
Özellikle Hobbes’un bilinci, maddi bir şey olarak görmesine karşı çıkmış,
bilincin gayri maddi olduğunu ispat etmeye çalışmıştır. Cudworth’un bu
düşünceleri Clarke’ın argümanlarının birçoğunun ana eksenini oluşturur (Clarke
& Collins, 1707-1708, s. xvi-xvii).
Clarke ve üyesi olduğu İngiliz
Kraliyet topluluğu, bilim ile din arasında bir bütünleşmenin olması için
çabalamışlardır. Topluluğun önde gelen temsilcileri ise Robert Boyle(1627-91),
Isaac Newton(1643-1727) ve Samuel Clarke’dır. Özellikle Robert Boyle onuruna
verilen konferanslarda Newtoncu doğa felsefesi ışığında Anglikan ortodoksisine
destek bulmaya çalışmışlardır. Bu konferanslarda özellikle Hobbes’un,
Spinoza’nın, Deistler’in ve özgür düşünenlerin fikirleri de bu bağlamda
eleştirilmiştir (Clarke & Collins, 1707-1708, s. xvi-xvii).
Clarke söz konusu mirası
tevarüs ederek, kendi zamanındaki birçok filozofla bu konuyu tartışmıştır. Bu
filozofların başında ise daha önce ifade ettiğimiz üzere Collins ve Leibniz
gelmektedir. Ancak Collins ile Clarke arasında yaşanan tartışmaların geneli
insanın özgürlüğü ile alakalı olduğundan, Clarke’ın Collins’in iddialarına
vermiş olduğu cevapları da insanın özgürlüğü başlığı altında ele almayı uygun
bulduk. Clarke ile Leibniz arasında yaşanan tartışmalar ise konumuzla doğrudan
alakalı olduğundan bu başlıkta ele aldık. Bu tartışmaların başında zaman ve
mekân konusu gelse de bunların dışında Tanrı ve evren arasındaki ilişki Clarke
ve Leibniz tarafından birçok açıdan ele alınır. Tanrı evrene müdahalede bulunur
mu? Dünyayı muhafaza etme hususunda ilahi bir rol var mıdır? Tanrı evrene aşkın
mıdır yoksa evrenin ruhu mudur? Tanrı dünyayı nasıl bilir? Bu ve benzeri
sorular Clarke-Leibniz tartışmasının ana eksenini oluşturur. Clarke ve Leibniz
tarafından verilmiş olan cevaplar da onların Tanrı ile evren arasında nasıl bir
ilişkiyi kabul ettiğine dair görüşlerini net bir şekilde ortaya koyacaktır
(Vailati, 1997, s. 37).
Yukarıda ifade ettiğimiz
problemler Leibniz ile Clarke arasındaki ilk yazışmalarda bahis konusu
edilmiştir. Kısaca değinmek gerekirse Leibniz, Tanrı’nın evrene sürekli
müdahalede bulunmasını, Tanrı’da bir eksikliği ima ettiğini düşünüyordu.
Hâlbuki Tanrı mutlak kudret sahibi ve mutlak olarak kâmildir. Mükemmel
vasıflara sahip bir Tanrı’dan noksan bir âlem yaratıp sonra onu düzeltmek için
devamlı yama yapması beklenmez. Leibniz bu durumu beceriksiz bir işçinin yapmış
olduğu bir makineyi düzeltmek için sık sık ona müdahale etmesine benzetir. Oysa
Leibniz için evren bir saat gibi işlemektedir ve ona herhangi bir müdahalenin
olmasına gerek yoktur (Vailati, 1997, s. 37). Leibniz açısından bir eylemi en
yetkin şekilde yapmamak, kusurlu bir iş yapmak anlamına geliyordu. Ona göre
sözgelimi bir mimarın yapıtıyla ilgili olarak daha iyisini yapabilirdi demek,
onun yapmış olduğu yapıtı en iyi şekilde yapmadığını ve yapıtında
noksanlıkların bulunduğunu söylemek demektir (Leibniz G. W., 2014, s. 33).
Clarke’ın bu konudaki konumu
Leibniz’in aksineydi. Bundan dolayı da bu konu, birçok mektupta tartışılmıştır.
Clarke, Leibniz’in aksine Tanrı’nın evrene sürekli müdahalede bulunduğunu ve
evreni kontrolü altında tuttuğunu iddia ediyordu. Leibniz’in eleştirilerine de
fiziksel açıdan değil teolojik olarak cevap vermeyi daha uygun görmüştür. Ancak
Clarke’ın Leibniz’in iddialarına teolojik olarak cevap vermesi onun fizikten
bihaber olduğu anlamına gelmemektedir. Aksine onun evrenle ilgili sahip olduğu
teolojik görüşünün temelinde de yine Newtoncu fizik anlayışı vardır. Clarke,
Leibniz’in vermiş olduğu beceriksiz işçi örneğinin doğru olmadığını, işçinin
durumu ile Tanrı’nın durumunun tamamen birbirinden farklı olduğunu iddia
etmiştir. İşçi yapmış olduğu makine için herhangi bir kuvvet ve güç yaratmaz.
İşçinin yapması gereken tek şey makinenin bünyesinde barındırmış olduğu kuvveti
ayarlamaktır. Hâlbuki bu durum Tanrı ile evren arasındaki ilişkiye benzemez.
Çünkü işçi makinede var olan kuvveti ayarlarken, Tanrı evrenin devamı için bu
kuvveti her daim yaratmaktadır. Clarke için bu durum Tanrı’nın büyüklüğünde
herhangi bir eksilmeye neden olmaz, bilakis bu durum Tanrı’nın hakiki manada
büyüklüğünü de gösterir. Bu sebeple Clarke, Leibniz’in saat analojisinin
Tanrı’nın evrene müdahalesini ve Tanrı’nın inayetini dışladığını düşünüyordu.
Bundan dolayı Clarke Leibniz’in evren anlayışının gizli bir materyalizm ve tam
bir kadercilik olduğunu iddia etmiştir (Vailati, 1997, s. 38).
Clarke bu konuda kendi
düşüncelerinin doğruluğunu ispatlamak için bir kralın krallığıyla olan
ilişkisini temsil olarak getirmiştir. Clarke’a göre krallığına herhangi bir
müdahalede bulunmayan, hükmü altında bulunan mülküyle aktif bir şekilde
ilgilenmeyen bir kral, sadece ismen kraldır ve onun hükümranlığı sadece sözde
bir hükümranlıktır. Clarke Tanrı ile evren arasındaki ilişkiyi de söz konusu
duruma benzeterek buradan bir sonuç çıkarmaya çalışır. Ona göre nasıl ki bir
kral krallığında bulunan mülküne aktif bir şekilde müdahalede bulunmadığında
sözde bir kral oluyorsa aynı şey Tanrı için de söz konusu olur. Leibniz ise
Clarke’ın bu iddialarına karşı çıkmış ve Clarke’ın görüşlerinin Tanrı’nın bir
takım sıfatlarını kabul ederken, başka bazı sıfatlarını reddettiğini
savunmuştur. Leibniz’e göre Clarke böyle bir durumda hem Tanrı’nın ön bilgisini
hem de Tanrı’nın her şeyi önceden düzene koymasını reddetmiştir. Bu durumda da
sadece günden güne yaşayan bir Tanrı anlayışı olur ki böyle bir şey de mükemmel
bir varlık için söz konusu olamaz. Clarke, Leibniz’e vermiş olduğu yanıtta
Tanrı’nın günden güne yaşayan bir varlık olmaktan uzak olduğunu, aksine evrene
dair detaylı bir plana sahip olmasının, O’nun evreni yenilemesi ve koruması
için gerekli olduğunu ileri sürer. Clarke’a göre şayet Tanrı her şeyi muhafaza
ediyorsa bunun anlamı Tanrı’nın her zaman bilfiil onları işlediği ve onları
yönettiği anlamına gelir. Başka bir deyişle Tanrı bütün şeylerin hareketlerini,
düzenlerini, tabiatlarını ve kuvvetlerini muhafaza eder ve onların varlıklarını
idame etmelerini sağlar (Vailati, 1997, s. 38-40).
Clarke evrenin büyük bir
mekânizma olmadığını, sürekli olarak Tanrı’nın müdahalesinin gerekli olduğunu
düşünmüştür. Çünkü ona göre cezbedici güçler (attractive forces) mekânik olarak
açıklanamaz. Dolayısıyla Clarke’a göre evreni bir makine olarak tahayyül
ettiğimizde, Tanrı’nın her daim muhafazası ve müdahalesi olmazsa, makine diye
bir şey ortada kalmayacaktır. Yani Clarke’ın anlayışına göre, Tanrı’nın bir an
dahi evreni muhafaza etmemesi, evrenin yok olması için yeterlidir (Vailati,
1997, s. 42). Clarke’da bu anlayışın oluşumunda temel saiklerden birisi de yine
Newton’cu fizik anlayışıdır. Çünkü Newton’un evren anlayışında üst bir aklın varlığı
zorunluydu. Ayrıca onun yapmış olduğu bazı hesaplamalara göre evrenin mükemmel
bir şekilde işleyişi için Tanrı’nın periyodik olarak evrene müdahale etmesi
gerekiyordu. Aksi takdirde bu harikulade düzenlilik olamazdı[36] (Tarnas, 2012, s. 117-118).
Clarke ile Leibniz söz konusu
hususları tartışırlarken aynı zamanda bir birlerine karşı bazı suçlamalarda da
bulunmuşlardır. Sözgelimi, Clarke Leibniz’i Tanrı’dan bağımsız bir dünya
tasavvuru kurmakla suçlarken, Leibniz hem bu suçlamayı reddeder hem de Clarke’ın
evren tasavvurunun yanlış olduğunu ima ederek, Tanrı’nın doğaüstü bir zekâ mı
yoksa doğaya içkin bir zekâ mı olduğunu sorar. Leibniz bu soruyu esasında
Clarke’ın nasıl cevap verirse versin hatalı olacağını düşünerek sormuştur.
Clarke ise Leibniz’e yanıt olarak Tanrı’nın ne doğaüstü ne de doğaya içkin
olduğunu, O’nun ister dünyada olsun isterse dünyanın dışında olsun her zaman
her yerde olduğunu ifade etmiştir.
Clarke’ın Leibniz’e verdiği
cevap, esasında onun mekân anlayışında temellenmektedir. Zira ona göre mekân
hem bütün şeylere nüfuz eder, hem de onların hepsinin üstündedir. Clarke için
dünya sınırlı bir şey iken mekân sınırsızdır. Sınırsız mekân sınırlı dünyayı
kuşatmıştır. Tanrı’nın da sadece doğaüstü olduğu söylenemez, çünkü O, bütün her
şeyi kaplar, benzer şekilde Tanrı’nın sadece doğaya içkin olduğu da söylenemez
çünkü O bütün şeylerin ötesine uzanır. Oysaki Leibniz Tanrı’nın doğaüstü
olduğunu savunuyordu ve Tanrı’nın doğaüstü olmasının O’nu dünyadan
dışlamadığını düşünüyordu (Vailati, 1997, s. 43).
Leibniz’e göre Clarke’ın Tanrı
ile evren arasındaki ilişki bağlamında sahip olduğu görüşleri, Tanrı’yı evrenin
ruhu olarak görmekten başka bir şey değildir. Ona göre bu hatayı birçok filozof
da yapmıştır. Bunların başında ise Aristoteles, İbn Rüşd, Spinoza ve
Malebranche gelmektedir. Leibniz’e göre bu görüş Tanrı’nın evreni yarattığı
görüşüyle de uygun değildir. Çünkü Tanrı’nın evreni yaratması demek evrenin
dışında olduğu anlamına gelir. Ayrıca Tanrı’nın evrenin ruhu olduğunu savunmak
hem bireysel ruhun ölümsüzlüğü fikrini yıkar, hem de insan ırkının derecesini
aşağılara indirir (Vailati, 1997, s. 44).
Leibniz’e göre Clarke,
Tanrı’nın doğaüstü mü yoksa doğaya içkin mi olduğu ile ilgili bir ikilem
içerisindedir. Çünkü Tanrı eğer evrene müdahalede bulunuyorsa bu ya doğaüstü
bir şekilde olacaktır ya da doğaya içkin bir şekilde olacaktır. Şayet Tanrı
doğaüstü bir şekilde evrene müdahalede bulunuyorsa, mucize doğal fenomenleri
açıklamak için başvurulan bir enstrüman olacaktır. Bu durum da Leibniz için
kabul edilebilir değildir. Şayet Tanrı evrene içkin bir şekilde müdahalede
bulunuyorsa, bu durumda da Tanrı şeylerin doğasının bir parçası olacak bu da
Tanrı’nın evrenin ruhu olduğu görüşüne götürecektir. Leibniz’e göre Clarke’ın
savunduğu görüş de Tanrı’nın doğaya içkin oluşudur.
Clarke, Leibniz’in bu
suçlamalarını reddeder. Clarke, ruh ve bedenin birleşiminde bir birlik olduğunu
onların birbiriyle etkileşim halinde olduğunu söyler. Ancak bu durumun Tanrı
ile evren arasında geçerli olmadığını, çünkü ruh ile beden arasında karşılıklı
bir etkileşim varken Tanrı ile evren arasında böyle bir etkileşimin olmadığını,
Tanrı’nın evren üzerinde eylemde bulunması mümkün iken tersinin mümkün
olmadığını iddia etmiştir (Vailati, 1997, s. 45). Clarke’a göre Tanrı’nın
evrene müdahalede bulunmadığı iddiası en nihayetinde Tanrı’nın evrenden elimine
edilmesinden başka bir şey değildir (Vailati, 1997, s. 145).
Sonuç olarak Clarke’ın
Leibniz’in evren tasavvuruna şu gerekçelerle karşı çıktığını söyleyebiliriz: 1.
Şayet evren bir makine olarak tahayyül ediliyor ve Tanrı’nın da bu makineyi en
başta herhangi bir müdahaleyi gerektirmeyecek şekilde, mükemmel bir tarzda
yarattığı ileri sürülüyorsa; makine dediğimiz şey, zaten var olan bir
enerjiyi/kuvveti kullanmaktadır, oysaki evrenin varlığı ve işleyişi için
gerekli olan eneıjiyi/kuvveti Tanrı devamlı olarak yaratmaktadır. 2. Cezbedici
güçler (Attractive Forces) mekanik olarak açıklanamaz. Dolayısıyla Tanrı’nın
evrene müdahalesi olmazsa makine diye bir şey olmayacaktır. 3. Eğer Tanrı
evreni yarattıktan sonra ona herhangi bir şekilde müdahalede bulunmuyorsa bu
durumda Tanrı evrenin gerçek hükümranı olmayacaktır. Sadece sözde bir hükümran
olarak kalacaktır, bu da O’nun mükemmelliği ile bağdaşmaz.
Leibniz’in evren anlayışına
söz konusu gerekçelerle karşı çıkan Clarke, fikirlerini deist gruplara karşı da
savunmuş ve deist söylemlere şiddetle karşı çıkmıştır. Clarke bütün deistlerin
aynı düşüncelere sahip olmadıklarını, onların fikri açıdan dört faklı gruba
ayrıldıklarını ileri sürmüştür. Ancak Clarke, kişiyi mutlak ateizme götürme
hususunda bu grupların aynı olduklarını iddia etmiştir. Başka bir ifadeyle
Clarke’a göre her ne kadar deist gruplar fikri açıdan birbirlerinden farklı
olsalar da, kişiyi ateizme götürme hususunda hepsi aynıdırlar. Bu yüzden
Clarke, bütün deist gruplara karşı mücadele edilmesi gerektiğini savunmuştur
(Clarke, 1978, s. 600-606).
Clarke’ın eleştirdiği ilk
grup; ezeli, sınırsız, bağımsız ve akıl sahibi bir varlığın dünyayı yarattığını
kabul eden fakat dünyanın yönetiminde onunla hiç ilgilenmeyen bir Tanrı fikrine
sahip olanlardır. Bunlara göre Tanrı başlangıçta madde ve hareketin belirli bir
miktarını yaratmış, sonra bunları dünyayı oluşturmak üzere serbest bırakmıştır.
Clarke’a göre bu kişiler iddialarını, bazı filozofların bütün şeylerin
hareketin belli bir miktarı tarafından üretildiği ve devam ettirildiği
şeklindeki fikirlerine dayanarak savunmaktalar. Oysaki Clarke’a göre
matematikteki son gelişmeler ve doğa felsefesindeki keşifler, bize önceden
tasarlanmış şeylerin, şimdi olduğu gibi olmasının mümkün olmadığını
göstermiştir. Başka bir ifadeyle Clarke’a göre şimdi olgusal olarak var olan ve
varlığını devam ettiren şeyler, önceden yapılmış bir tasarım veya planla var
olmaya devam edemezler. Nitekim Clarke, hareketin asli kanunlarının da maddeyi
aşan bazı üst güçler tarafından gerçekleştirilmedikleri sürece var olmaya devam
edemeyeceklerini iddia etmiştir. Ayrıca Clarke’a göre madde, genel hareket
yasalarına uyacak kabiliyete sahip değildir. Bu yasaları sürekli ona dayatan
madde üstü bir gücün olması gerekir. Clarke aynı zamanda dünyanın önemli bir
parçası olan bitkilerin ve hayvanların bedenlerinin hareketin genel kanunlarına
göre, sırf madde tarafından üretilmiş olmalarının imkânsız olduğunu ileri
sürmüştür.
Clarke’ın söz konusu deist
söyleme karşı getirdiği bir başka gerekçe ise Tanrı’nın onların iddia ettikleri
gibi olması durumunda, Tanrı’nın birçok sıfatını yitireceği düşüncesine
dayanır. Clarke’a göre Tanrı dünyayla ve içindekilerle ilgilenmiyorsa, O her an
her yerde değildir, mutlak kudret sahibi değildir, akıl ve hikmet sahibi bir
varlık değildir. Bu sıfatları yok ise O hiç yoktur demektir. Bu yüzden söz
konusu fikirlere sahip deistlerin bir Tanrı’nın varlığını kabul etmeleri bir
anlam ifade etmeyecektir. Dolayısıyla bu şekildeki bir yaklaşım açık bir
ateizme götürecektir. Bu kişiler sözde Tanrı’yı kabul etmiş olmaktalar ancak
gerçekte ve hakikatte O’nun varlığını reddetmiş olmaktadırlar (Clarke, 1978, s.
600-602).
Clarke’ın eleştirdiği ikinci
grup deistler ise Tanrı’nın mutlak kudreti ve hikmetiyle her şeyi yarattığını
ve aynı zamanda her şeyin O’nun hükümranlığı altında olduğunu kabul eden;
ahlakî iyi ve kötü arasında fark olmadığını, Tanrı’nın insanların iyi ve kötü
eylemlerini dikkate almadığını savunanlardır. Bunlara göre ahlaki değerler,
insanların belirli yasaları keyfi olarak oluşturduğu yapay bir duruma dayanır.
Clarke bu kişilerin fikirlerinin hiçbir sağlam gerekçeye dayanmadığını ileri
sürmüştür. Clarke’a göre bunlar her ne kadar Tanrı’nın bazı zati sıfatlarını kabul
etse de O’nun ahlaki sıfatlarını reddetmişlerdir. Oysaki ahlaki sıfatların
reddi aynı zamanda Tanrı’nın zati sıfatlarının da atıl olmasına neden
olacaktır. Çünkü ahlaki vasıfları reddetmek şeylerin farklı tabiatlarını
reddetmektir. Yani her şeyin Tanrı açısından aynı olduğunu ileri sürmektir.
Dolayısıyla Tanrı’nın sınırsız hikmetiyle seçimde bulunması veya sınırsız
ilmiyle bir şeyi bilmesi anlamsız olacaktır. Bu durumda ilim ile cehalet,
hikmet ile aptallık, kudret ile zayıflık aynı olacaktır. Sonuç olarak Clarke
açısından ahlakî sıfatları reddetmek aynı zamanda Tanrı’nın hikmetini ve
kudretini de reddetmektir. Böyle bir durumda ise kişinin ateizme doğru
sürüklenmesi kaçınılmaz olacaktır. Ayrıca Clarke bunların iyi, güzel, doğru,
erdemli, faydalı, saf, temiz ve övgüye değer olan her ne var ise onlarla dalga
geçtiklerini; insan onuruna yakışmayan, insanın doğal olarak utandığı pis
şeyleri ve nefret uyandıran din dışı şeyleri ise tavsiye ettiklerini ileri
sürmüştür. (Clarke, 1978, s. 603-604)
Clarke’ın diğer eleştirisi ise
hem Tanrı’nın evrenin hükümranı olduğunu hem de O’nun zati ve ahlakî
sıfatlarını kabul etmesine rağmen, insan ruhunun ölümsüzlüğü fikrini reddeden
deist gruba yöneliktir. Clarke bu grubun insanın ölümünden sonra tamamen yok
olduğunu ve ondan geriye herhangi bir şeyin kalmadığını iddia ettiklerini ifade
etmiştir. Bunu da insanların sahip oldukları iyilik ve doğrulukla, Tanrı’nın
iyiliği ve doğruluğu arasında fark olduğunu ileri sürerek gerekçelendirmeye
çalışmışlardır. Dolayısıyla Clarke’a göre bu grup deistler de aslında Tanrı’nın
ahlaki mükemmellik bildiren sıfatlarını ve dolayısıyla diğer sıfatlarını da
ortadan kaldırmış olmaktadırlar. Clarke’a göre bu grubun fikirleri, diğer iki
grupta olduğu gibi kişiyi mutlak ateizme götürecektir. (Clarke, 1978, s. 604)
Tanrı
Evreni Nasıl Bilir?
Clarke ile Leibniz arasındaki
yazışmalarda tartışılan konulardan birisi de Tanrı’nın evreni nasıl bildiği
meselesidir. Leibniz için bu sorunun cevabı basittir. Tanrı her şeyi sürekli
yaratarak bilir. Ancak Clarke, Leibniz’in bu iddiasını kabul etmez. Ona göre
Tanrı sürekli yaratarak bilmez, başlangıçta yaratılmış bütün şeylerde her an
bulunuşu ile bilir. Clarke Tanrı ile evren arasındaki ilişkiyi ruh ile beden
arasındaki ilişkiye benzetir. Ruh nasıl ki bedenin bütün noktalarında
bulunuyorsa aynı şekilde Tanrı da evrenin her noktasında bulunur. Tanrı’nın
evrenin her noktasında bulunuşu ise Clarke’ın mekân anlayışı ile ilgilidir.
Çünkü daha önce ifade edildiği üzere mekân Tanrı’nın bir özelliğidir. Bu yolla
da Tanrı her yerde bulunacağından Tanrı’nın her şeyi bilmesi de bu yolla mümkün
olacaktır.
Tanrı’nın evreni nasıl bildiği
hususundaki farklılığın temel sebeplerinden birisi hiç kuşkusuz her iki
filozofun Tanrı’nın farklı sıfatlarına yapmış oldukları vurgulardır. Leibniz
daha çok mutlak kudrete ve Tanrı’nın aşkınlığına vurgu yaparken Clarke
Tanrı’nın her yerde her zaman hazır oluşuna vurgu yapar. Dolayısıyla Clarke’a
göre Tanrı’nın evreni bilmesi için, her an her yerde olması bir zorunluluktur.
Leibniz ise böyle bir düşünceyi kabul etmemiş ve bu tür bir düşüncenin,
Tanrı’da bazı noksanlıkları ima ettiğini, dolayısıyla böyle bir düşüncenin
reddedilmesi gerektiğini ileri sürmüştür (Vailati, 1997, s. 47-48).
Esas itibariyle bu konuyla
ilgili olarak Leibniz-Clarke yazışmalarında, Leibniz’in eleştirileri
Newton’adır. Clarke ise Newton’u savunan taraftır. Newton Tanrı’nın mekânın her
bir noktasında bulunmasından hareketle, mekânı Tanrı’nın algılama merkezi (the
sensorium of God) olarak tanımlamıştır. Leibniz ise böyle bir iddianın Tanrı’da
bazı kusurlara neden olacağını iddia etmiştir. Çünkü Newton’un ifade ettiği
gibi olursa, Tanrı’da duyu organları varmış da Tanrı bu yolla eşyayı biliyor
gibi bir mana çıkmaktadır. Ayrıca böyle bir durumda Tanrının mekânı yaratmamış
olması ve mekânın Tanrı’dan bağımsız olması gerekirdi.
Leibniz’in Newton’a
eleştirilerine, Clarke cevap vermiştir. Clarke öncelikle Newton’un mekân için
ifade ettiği “Tanrı’nın algılama merkezi” şeklindeki tanımı tashih eder.
Clarke’a göre Newton’un kastı Tanrı’nın algılama merkezi değil de, sanki
Tanrı’nın algılama merkezi gibi bir şeydir. Clarke buradaki kastın hiçbir
şekilde Tanrı’nın herhangi bir duyu organına sahip olduğunu ima etmek
olmadığını belirtir. Ona göre böyle bir şeyi Newton’un kullanmasının amacı
insanın bilme eylemine bir benzetme yapmaktır. Başka bir ifadeyle Tanrı’nın
eşyayı aracısız bilme tarzıyla insanın bilme tarzının benzer olduğunu ifade
etmektir.
Clarke’ın bu açıklamaları
Leibniz’i tatmin etmemiştir. Çünkü Clarke’ın yapmış olduğu açıklamalara rağmen
durum halen pek açık görünmemektedir. Öte yandan Leibniz Clarke’ın
açıklamalarının üzerine yeni eleştirilerini dile getirmiştir. Bu eleştirilerden
birisi de Tanrı’nın Newton’un ve Clarke’ın ifade ettiği tarzda evreni bildiğini
varsayarsak, bu durumda Tanrı’nın evrene dair bilgisinin bir izleyici
bilgisinden öteye geçemeyeceğidir. Khamara, Leibniz’in bu eleştirisini
Tanrı’nın mekânda olması ve mekânın içindeki her şeye uzanımından dolayı
reddedebileceğimizi ama asıl eleştiri noktasının başka bir yer olduğunu ifade
eder. Bu eleştirinin Tanrı’nın bilme tarzıyla insanın bilme tarzı arasındaki
analojide saklı olduğunu iddia etmiştir. Zira Newton ve Clarke Tanrı’nın bilme
tarzını, insanın bilme tarzına benzetmişlerdir. Leibniz’e göre Newton’un veya
Clarke’ın Tanrı’nın bilme tarzına ilişkin olarak söyledikleri şeyler sadece
görmeyle ilgilidir. Yani Tanrı her an her yerde olmasından dolayı her şeyi
görerek bilir. Oysaki insani bilme tarzında birçok değişik etken bulunmaktadır.
Buna göre normal bir insanın herhangi bir eşyaya dair bilgisi; kişinin eşyaya
uzaklığı, ışığın varlığı, perspektifin yasaları ve gözlemcinin bakış noktasına
bağlıdır.
Khamara da Leibniz’in
eleştirilerine ek olarak Clarke’ın bu konudaki görüşlerinin genel olarak onun
zaman ve mekân konusuyla ilgili görüşlerinden ayrıldığını iddia etmiştir. Çünkü
Clarke’a göre mekân Tanrı’nın bir özelliğidir (Khamara, 2007, s. 127-133).
Dolayısıyla Clarke’ın Newton’u savunmak için ileri sürdüğü görüşleri, onun
zaman ve mekân ile ilgili görüşleriyle pek uyumlu olmadığını söyleyebiliriz.
Clarke’ın zaman ve mekânla ilgili görüşlerini ortaya koyduğumuzda durum daha
anlaşılır olacaktır.
Zaman-Mekân
Clarke ile Leibniz arasında
yaşanan tartışmada en önemli hususlardan birisi hiç kuşkusuz zaman ve mekân
problemidir. Clarke zamanı ve mekânı mutlak bağımsız varlıklar olarak görürken
Leibniz ise sadece cisimler ve olaylar arasındaki ilişkilerden ibaret
görmüştür. Leibniz mekânı birlikte var olanların düzeni olarak tanımlarken
zamanı da ardılların bir düzeni olarak tanımlamıştır. Leibniz açısından zaman
ve mekân ne bireysel tözlerdir ne de bireysel tözlerin bütünüdür. Bu durumda
Leibniz zamanın ve mekânın gerçek varlıklar olmadığını onların sadece zihni
varlıklar olduklarını ima etmiştir. Oysaki Newtoncu teoriye göre zaman ve mekân
mutlaktır ve zihinden bağımsız gerçeklikleri vardır (Leibniz & Clarke,
1956, s. xxv).
Clarke ise zaman ve mekânla
ilgili görüşlerinin zor oluşuna rağmen bu anlayışını sadece bir savunma
tarzında dile getirmemiş aynı zamanda fikirlerinin doğruluğunu da ispat etmeye
çabalamıştır. Bunu yaparken de genel olarak diğer görüşlerini ispatlamak için
kullanmış olduğu yöntemi kullanır. Öncelikle mekânla ilgili olan veya olma
ihtimali olan görüşleri dile getirir. Daha sonra bunları tek tek ele alır ve
niçin doğru olamayacaklarını açıklar. Son olarak kendi görüşünü ortaya koyar ve
onun niçin doğru olması gerektiğini ispat etmeye çalışır.
Mekânla ilgili olarak Clarke
altı görüşün olduğunu ifade eder. Bunlardan birincisine göre mekân, mutlak
olarak hiçbir şeydir. İkinci görüşe göre mekân, sırf düşüncedir. Üçüncü görüşe
göre mekân, bir şeyle başka bir şey arasındaki ilişkidir. Dördüncü görüşe göre
mekân, cisimdir. Beşinci görüşe göre mekân, bir cisimden daha çok tözdür.
Altıncı görüşe göre ise mekân, tözün bir özelliğidir. Mekânla ilgili görüşleri
bu şekilde belirten Clarke daha sonra kendisinin sahip olduğu altıncı görüşün
dışındakileri çürütmeye başlar. Bunu yaparken Clarke bu görüşlerin hangi
filozoflara ait olduğunu söylemez. Ancak genel olarak baktığımız zaman bu
görüşlerin birincisinin Toland’a, ikincisinin Hobbes’a, üçüncüsünün Leibniz’e,
dördüncüsünün Descartes’e, beşincisinin de More’a ait olduğu açıktır. Clarke
için birinci görüşün yanlışlığı apaçıktır. Çünkü mekânın nicelik ve boyut gibi
nitelikleri vardır. Bir şeyin nitelikleri varsa kendisinin de olması
kaçınılmazdır. Bundan dolayı mekânın olmadığını savunmak kabul edilir bir şey
değildir. Mekânın sadece idea olduğunu savunan görüşü de reddeden Clarke
mekânın aktüel olarak sınırsız olduğunu hâlbuki hiçbir mekân düşüncesinin, mahdut
olandan daha geniş olmasının düşünülemeyeceğini iddia etmiştir. Mekân
Leibniz’in iddia ettiği gibi bir ilişki/bağıntı da olamaz; çünkü bir bağıntının
da niceliği olamaz. Kartezyen düşüncenin iddia ettiği gibi mekân cisim de
olamaz. Çünkü öyle olmuş olsaydı cisim de sınırsız olurdu. Böyle bir durumda da
mekân harekete karşı bir direnç oluşturmazdı. Beşinci görüş olan mekânın töz
olması iddiası da Clarke açısından kabul edilemezdir. Çünkü mekân sınırsızdır,
sınırsızlık değil. Bu durumun inkârı ise soyut ile somutu birbirine
karıştırmaktan başka bir şey değildir. Sonuç olarak Clarke’a göre mekân da
tıpkı zaman gibi ancak bir özellik olabilir (Vailati, 1997, s. 35).
Mekânla ilgili düşüncelerini
bu şekilde temellendirmeye çalışan Clarke, Leibniz’in birçok eleştirisiyle
karşılaşmıştır. Ancak Leibniz’in başlangıçta esas eleştirdiği kişi Newton’dur.
Çünkü Newton mekânı Tanrı’nın duyum merkezi (sensorium of God) olarak kabul
etmiştir. Böyle bir durumda ise mekânın Tanrı’nın bir organı olarak görülmesi
mümkün hale gelmiştir. Esasında Tanrı’nın yarattığı şeyleri algılamak için
adeta mekâna bir bağımlılığı söz konusu olmuştur. Bu durumdan dolayı da Leibniz
haklı bir şekilde Newton’un fikirlerini eleştirmiştir (Leibniz & Clarke,
1956, s. xv).
Clarke, Leibniz’in Newtoncu zaman
ve mekân anlayışına yönelik eleştirilerine sadece Newtoncu bir çizgide cevap
vermemiş aynı zamanda kendisi de yeni bir zaman ve mekân anlayışı ortaya
koymuştur. Ona göre zaman ve mekân daha önce ifade ettiğimiz üzere ne
ilişkilerdir ne de tözlerdir, sadece sıfatlardır. Leibniz ise bu görüşü, ister
bütün evreni kaplayan Tanrı’nın özellikleri olarak alalım, istersek varlıkların
değişik tarzlarda kullanmış olduğu daha sonra başkasına geçen özellikler olarak
ele alalım, bu görüşün hiçbir tarzda savunulamayacağını iddia etmiştir (Leibniz
& Clarke, 1956, s. xxviii).
Clarke’ın mekân anlayışında
önemli olan hususlardan birisi de şeylerin hepsi mekânın içindeyken Tanrı’nın
öyle olmamasıdır. Ancak ona göre mekânın içinde, mekân hakkında kesin bir
şekilde düzgün konuşmak pek mümkün değildir. Clarke’ın büyük derecede
etkilenmiş olduğu ve evren anlayışını şekillendiren bir bakıma Newton iken bu
konuda birbirlerinden ayrıldıklarını söylemek mümkündür. Newtona’a göre zaman
muntazam bir şekilde akar. Ancak zamanın içinde olmayan yine zamandır. Bu
bağlamda Tanrı’da zamanın içindedir. Clarke ise Tanrı’nın zamanın ve mekânın
içinde eylemde bulunduğunu ancak zaman ve mekânın içinde olmadığını düşünüyordu
(Vailati, 1997, s. 28-29).
Leibniz’e vermiş olduğu
cevaplarda Clarke sınırsız mekânı soyut sınırsızlık olarak, sınırsız süreci de
soyut sonsuzluk olarak nitelemiştir. Ona göre sonsuzluk en yüce nedenin özüdür.
Clarke için sonsuzluk ve sınırsızlık ilahi tözün veya özün bir modudur, ancak
bu durum bizim kavrayışımıza kapalıdır. Vailati’ye göre Clarke A
Demonstration’da mekânı Tanrısal bir öz olarak kabul etme eğilimindedir
ancak bunu Leibniz’e söyleme hususunda tereddüttedir. Clarke Leibniz’e
gönderdiği üçüncü mektupta mekânın özsel olarak bölünebildiğini, bundan dolayı
da ilahi bir öz olarak takdim edilemeyeceğini söylemiştir. (Vailati, 1997, s.
25-26).
Leibniz’in eleştirdiği
hususların başında Clarke’ın Tanrı’nın her an her yerde olduğu ve Tanrı’nın
zaman ve mekânın içinde eylemde bulunduğu iddiası gelir. Leibniz Clarke’ın bu düşüncesini
aslında zamanın ve mekânın da Tanrısal bir öz olarak kabul edilişi olarak
anlamış ve Clarke’ın düşüncesini küçümsemiştir. Leibniz’e göre, eğer Tanrı’nın
özünde mekân olsaydı bu durumda Tanrı parçalardan oluşan mürekkep bir varlık
olacaktır. Çünkü mekân eğer Tanrı’nın bir özelliği olacak olursa, bu durumda
mekânın parçalara sahip oluşu gibi Tanrı da parçalardan oluşmuş olacaktı. Böyle
bir durumda mekânın dolu oluşu veyahut boş oluşu Tanrı üzerinde bir değişime
neden olacaktır. Aynı zamanda mekândaki hareketler de bir bakıma Tanrı’nın
özünde hareket etmiş olacaktır. Böyle şeyler de Tanrı için muhaldir. Clarke söz
konusu tüm eleştirileri reddeder. Çünkü ona göre ne mekân ne de Tanrı
parçalardan oluşmamıştır. Ayrıca mekânda hareket de söz konusu değildir.
Mekânın şimdi dolu veya boş olması da Tanrı’da herhangi bir değişikliğe neden
olmaz. Mekânın parçasız ve sınırsız olduğunu iddia eden Clarke, aynı zamanda
değişmez ve homojen olduğunu da savunmuştur. Ona göre bizim bu durumun aksini
düşünmemizin sebebi zihnimizin nesneler aracılığıyla mekânı parçalı ve sınırlı
olarak resmetmesidir (Vailati, 1997, s. 29-30).
Leibniz’in Clarke’a yönelttiği
bir diğer eleştiri ise mutlak mekân diye bir şeyin varlığını kabul ettiğimiz
zaman, bu durumun Tanrı’nın bile değiştiremeyeceği bir şey olacağıdır. Çünkü
ona göre söz konusu durumda mekân değişmez ve sonsuz bir şey olarak kabul
edilmiş olacaktır. Clarke ise zaman ve mekânın mutlak olarak sonsuzluğunu,
Tanrı’nın varlığına bağlayarak açıklar. Ona göre her ne kadar zaman ve mekân
sonsuz ve sınırsız ise de zamanın ve mekânın varlığı zorunlu olarak Tanrı’ya
bağlıdır. Başka bir ifadeyle zamanın ve mekânın sebebi Tanrı’dır. Zaman ve
mekân Tanrı’nın varlığının, sonsuzluğunun, her zaman her yerde oluşunun zorunlu
sonucudur (Vailati, 1997, s. 28).
Clarke Leibniz’e cevaben
yazmış olduğu beşinci mektubunda görüşlerini daha açık olarak dile getirmeye
çalışır ve bizim yukarıda ifade ettiğimiz görüşlerine benzer bir şekilde
açıklama yapar. Clarke vermiş olduğu cevapta şunları dile getirir: “Tanrı
zamanda veya mekânda var olmuş değildir, fakat zamanın ve mekânın varlık
sebebidir. Biz Tanrı için kabaca O bütün zamanlarda ve mekânlarda vardır deriz.
Ancak bizim kastımız Tanrı’nın her an her yerde oluşu ve O’nun sonsuzluğudur.
Sınırsız zaman ve mekân O’nun varlığının zorunlu sonucudur; yoksa O’ndan
bağımsız varlıklar değillerdir” (Vailati, 1997, s. 28).
Leibniz’e göre zamanın ve
mekânın Tanrı’nın sonsuzluğu ve sınırsızlığı için zorunlu olduğunu varsayarsak
Tanrı’nın iradesini kısıtlamış oluruz. Çünkü bu durumda Tanrı’nın iradesini
bazı durumlarda zamana ve mekâna bağımlı hale getirmiş oluruz. Leibniz mekânı
Tanrı’nın bir özelliği olarak görmenin mümkün olmadığını düşünüyordu. Clarke’ın
zaman ve mekânı Tanrısal bir öz ya da Tanrı’nın sıfatları olarak görüp
görmediğini de Butler’in bir sorusu üzerine vermiş olduğu cevaplarda net olarak
görebiliyoruz. Clarke vermiş olduğu cevapta zamanın ve mekânın zorunlu olarak
var olduğunu ancak bunların açıkça töz olmadıklarını fakat özellikler veya
modlar olabileceğini dile getirir. Butler, Clarke’ın iddialarından zamanın ve
mekânın Tanrı’da tabii olarak var olduğunu anlamış, ancak bu durumu
kavranılamaz olarak görmüş ve Clarke’ın iddialarını kabul etmemiştir (Clarke,
1998, s. 95-111; Vailati, 1997, s. 26).
Leibniz’in eleştirilerine
yanıt veren Clarke, daha sonra ise Leibniz’in benimsediği zaman ve mekân
anlayışını eleştirmiştir. Clarke’ın Leibniz’in ilişkisel teorisine yönelik
eleştirilerine baktığımız zaman öncelikle bu teorinin kendisiyle çelişik olduğu
iddiası yer alır. Çünkü O’na göre söz konusu teori bakımından bütün âlem yer
değiştirse bile aynı durumda kalacaktır, böyle bir şey de mümkün değildir.
Clarke’ın bu eleştirisine Leibniz herhangi bir yanıt vermemiştir. Clarke’ın
ikinci eleştirisine göre göreceli hareketi mutlak olandan ayırt etmek
zorunludur. Böyle bir durumda da mutlak hareket, mutlak mekânı ve mutlak zamanı
ima eder. Clarke’ın üçüncü eleştirisi ise zamanın ve mekânın sadece ilişkisel
olamayacağı zira zaman ve mekânın niceliksel olduğu fikrine dayanır. Leibniz bu
eleştiriye sayıların orantısal oluşunu örnek vererek cevap verir. Çünkü
sayıların oranları hem ilişkiseldir hem de nicelikseldir (Leibniz & Clarke,
1956, s. xxvii).
Mucize
Mucize, birçok kişinin modern
bilimin ortadan kaldırdığı eski bir anlayış olarak gördüğü bir kavram olsa da
gerçekte öyle olmayan, birçok filozof tarafından tartışılan önemli bir konudur.
Mesele öz olarak sadece Tanrı anlayışı ile ilgili değil aynı zamanda önemli
metafizik kanunlarla ve tabiat yasalarının doğasıyla da ilgilidir. Clarke ile
Leibniz arasında tartışma konusu olan mucize konusu, 17. Yüzyılda da Spinoza
tarafından ele alınmış ve o, böyle bir şeyin olmasını imkânsız olarak
görmüştür. Ancak
Clarke mucizenin varlığına
özellikle vurgu yapmış ve mucizeyi, Hristiyanlığın doğruluğunu destekleyen bir
argüman olarak görmüştür (Vailati, 1997, s. 139-140).
Clarke, mucize konusundaki
görüşlerini temellendirmek için, öncelikle mucizeyi reddeden modern deistlerin
görüşlerini çürütmekle işe başlar. Deistlere göre doğanın belli ve sabit
yasaları vardır. Doğada meydana gelen her şey de bu belli yasalara göre meydana
gelmektedir. Bu yasaları değiştirmek imkân dâhilinde olmadığı için bu yasaların
etkisi olmadan bir şeyin vuku bulması imkânsızdır. Bu yüzden doğada mucize diye
bir şey olamaz (Vailati, 1997, s. 141).
Clarke mucizenin mümkün
olduğunu ve deistlerin görüşlerinde hatalı olduğunu göstermek için Tanrı’nın
iradesine vurgu yapar. Ona göre dünyada meydana gelmiş olan her şey ya doğrudan
Tanrı’nın bizâtihi kendisi tarafından yaratılmıştır ya da bazı diğer akıllı
varlıklar tarafından yaratılmıştır. Maddenin bizâtihi kendisinin bütün güç ve
kanunları kapsaması mümkün değildir. Clarke böylelikle doğanın yasaları ile
maddenin yasaları arasında bir ayrıma gitmiştir. Ve maddenin eylemsizlik gibi
negatif bir güç dışında başka bir güce sahip olmadığını iddia etmiştir. Clarke
açısından tabiatta meydana gelen olayların etkilerinin devamlı, düzenli, sabit
ve tek bir tarzda olmasını sağlayan şey doğanın seyri değil, Tanrı’nın
iradesidir (Vailati, 1997, s. 142-143).
Mucize konusu Leibniz ile
Clarke arasındaki yazışmalarda da gündeme gelmiş, söz konusu husus Tanrı’nın
evrene müdahalede bulunup bulunmayacağı şeklinde tartışılmıştır. Leibniz evren
anlayışında mucizeye yer vermemiştir. Çünkü ona göre mucize Tanrı’nın yaratmış
olduğu şeye bir kusur atfetmektir. Sözgelimi evreni bir makine olarak
düşündüğümüz zaman Tanrı sürekli ona yama yapmak zorunda kalıyorsa, Tanrı’nın
yaratmış olduğu bu evrenin kusurlu olduğunu gösterir. Hâlbuki mutlak kudret ve
mutlak hikmet sahibi bir Tanrı’nın kusurlu bir şey yaratması imkânsızdır
(Vailati, 1997, s. 154).
Clarke Tanrı’nın evrene
müdahalesini ve Leibniz’in tarif ettiği bir şekilde yama yapmanın Tanrı’nın
evreni mükemmel bir şekilde yaratmadığı anlamına gelmediğini ileri sürer. Ona
göre bizim yama veya bozukluk dediğimiz şey aslında Tanrı’ya nispetle olan bir
şey değil, bizim kavrayışımızla ilgili olan bir anlayıştır. Çünkü Tanrı
açısından evrenin mevcut yapısı, evrenin yapısında oluşan bozukluklar ve bu
bozulmaları takip eden yenilenme esas itibariyle Tanrı’nın düşüncesinde yer
alan mükemmel tasarımın eşit parçalarıdır (Harrison, 1995, s. 548-549).
Leibniz’in mucizenin imkânına
karşı getirdiği bir diğer argüman ise onun nasıl olacağı ile ilgilidir.
Argümanı özetlemek gerekirse, şayet Tanrı zaman zaman evrene yama yapmak
zorunda kalıyorsa bunu ya doğal bir şekilde ya da doğaüstü bir şekilde
yapacaktır. Şayet doğaüstü bir şekilde yaptığını iddia edersek o zaman doğal
şeyleri açıklamak için mucizeye başvururuz ki böyle bir şey de absürttür. Böyle
bir durumda biz her şeyi kolay bir şekilde mucize ile açıklardık. Yok, eğer
doğal bir şekilde müdahalede bulunuyorsa o zaman Tanrı doğaüstü bir akıl
olmayacak, şeylerin doğasının altında kavranılacaktır. Bu da Tanrı’nın evrenin ruhu
olduğu manasına gelecektir (Vailati, 1997, s. 154).
Leibniz’in söz konusu
iddialarını kabul etmeyen Clarke, mucizenin temel özelliklerini anlatırken
onları alışık olmadığımız şeyler olarak ifade eder. Bunun temel sebebi ise
doğal ve doğaüstü kavramlarını tercih etmemesidir. Çünkü Clarke’a göre doğal
veya doğaüstü diye yaptığımız ayırım gerçek bir ayırım değildir. Onlar sadece
bizim zihnimizin şeyler üzerinde bir ayırıma giderek oluşturduğu kavramlardır.
Bizim doğaüstü bir şey şeklinde yaptığımız tanımlama, aslında Tanrı’nın bir
şeyi bizim alışkın olmadığımız bir tarzda yapmasıdır. Yoksa bizim hem doğal
dediğimiz hem de doğaüstü diye tarif ettiğimiz şeylerin hepsi Tanrı’nın
iradesiyle meydana gelmektedir (Harrison, 1995, s. 538).
Clarke, Leibniz ile olan yazışmalarında
mucizeye dair iki hususa vurgu yapar. Clarke’a göre mucize ile doğal olaylar
arasında asli olarak bir fark yoktur, ikisi arasındaki fark bize nispetledir.
Diğer önemli husus ise mucizenin alışılmadık olmasıdır. Leibniz ise her iki
hususun da itiraz edilebilir olduğunu ifade etmiştir. Leibniz’e göre mucize ile
doğal olaylar arasında asli olarak bir fark olmadığını söylemek, Tanrı’nın
evrenin ruhu olduğunu söylemektir. Öyle ki böyle bir durumda her şey eşit
olarak doğal veya eşit olarak mucize olacaktır. En nihayetinde Tanrı da doğanın
bir parçası olacaktır. Bu da tabii olarak daha önce ifade ettiğimiz gibi
Tanrı’nın evrenin ruhu olduğu manasına gelecektir (Vailati, 1997, s. 155).
Leibniz’in söz konusu edilen
suçlamalarını Clarke açık bir şekilde reddeder. Özellikle Tanrı’nın evrenin
ruhu olma meselesinde Clarke evren ile Tanrı arasındaki etkileşimden hareketle
böyle bir şeyin mümkün olmadığını haklı olarak ifade eder. Çünkü daha önce
ifade ettiğimiz üzere Clarke’a göre Tanrı ile evren arasındaki etkileşim ruh
ile beden arasındaki etkileşim gibi değildir. Ruh ile beden arasındaki
etkileşim çift taraflıdır. Hem ruh beden üzerinde etki de bulunur hem de beden
ruh üzerinde bir etkiye sahiptir. Ancak evren ile Tanrı arasındaki etkileşime
baktığımız zaman böyle bir durum söz konusu değildir. Tanrı evren üzerinde bir
etkiye sahipken evren Tanrı üzerinde herhangi bir etkiye sahip değildir. Böyle
bir durumda ise Tanrı’nın evrenin ruhu olduğunu söylemek imkânsızdır. Çünkü
şayet böyle bir durum olmuş olsaydı evren de Tanrı üzerinde bir etkiye sahip
olmuş olurdu (Vailati, 1997, s. 154-155).
Clarke’ın mucizeye iki temel
özellik atfettiğini ve bunlardan birincisinin mucizenin çok nadir olarak
görülmesi veya alışkın olmadığımız bir şey olduğunu daha önce ifade ettik.
Mucizenin diğer temel özelliği ise her ne kadar mucize ile doğal olaylar
arasında özsel olarak bir farklılık bulunmasa da onun doğa kanunları gibi bir
nedene sahip olmamasıdır. Başka bir ifadeyle Clarke’a göre mucizenin zorunlu
iki şartı vardır ki bunların ikisinin de ortak yönü alışılmadık olmalarıdır.
Alışkın olmadığımız neden Tanrı’nın iradesidir. Malebranche’de de benzer
şekilde iradeye vurgu vardır ancak Clarke’ın farklı olduğu taraf mucizenin
ayrıca alışılmadık bir şey olmasıdır (Vailati, 1997, s. 156).
Clarke, Leibniz ile
tartışmalarında her ne kadar mucizenin söz konusu edilen iki temel özelliğinden
bahsetse de diğer konuşmalarında Clarke’ın mucize kavramına başka bir özellik
daha eklediği görülür. Clarke açısından mucizenin sahip olması gereken diğer
özelliği ise, onun bazı dini şahsiyetlere şahitlik etmesidir. Clarke’ın
mucizenin söz konusu edilen özelliğini Leibniz ile olan yazışmalarında dile
getirmemesinin sebebi tartışılan konu itibariyle pek alakalı olmamasıdır
(Vailati, 1997, s. 157). Harrison’a göre Clarke her ne kadar Hristiyan vahyini
desteklemek için mucizeyi kullansa da mucizeye atfettiği özelliklerden dolayı
mucizenin Clarke’ın anladığı manada Hristiyan vahyine destek olması pek mümkün
değildir. Çünkü Clarke’ın mucizeye atfettiği özelliklere göre mucize felsefi
manada sıradan bir olay olacak ve doğal olan şey ile doğaüstü diye tabir edilen
şey aynı olacaktır. Bundan dolayı da Clarke’ın mucizeyi Hristiyan vahyini
desteklemek için kullanması eleştirilmiştir (Harrison, 1995, s. 541).
Kötülük
Problemi
Tanrı-Evren ilişkisi
bağlamında ele almamız gereken önemli meselelerden birisi de kötülük
problemidir. Kötülüğü üç kısma ayıran Clarke, bunlardan birincisinin metafizik
kötülük olarak da adlandırılan, varlıkların kusurlu doğası olduğunu belirtir.
Clarke’a göre Tanrı sınırsız hikmeti gereği bütünün güzelliği ve düzenini
göstermek için çeşitli derecelerde varlıklar yaratmak zorundaydı. Çeşitli
derecelerde varlıkların yaratımı da doğal olarak bazı varlıkların mükemmellik
açısından daha aşağıda bir doğaya sahip olmalarını gerektirir. Bu da
varlıkların mükemmellik derecelerinin farklı olmasına neden olmuştur. Bu durum
da zorunlu olarak kötülüğün ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır (Clarke, 1998,
s. 78) .
Ona göre kötülük olarak
adlandırılan bu durum bir kötülük değil, tam tersine Tanrı’nın bir hediyesidir.
Çünkü varlıkların sahip olduğu olanaklar ve mükemmellikler bizâtihi
kendilerinin sahip oldukları bir şey değildir. Ayrıca bu varlıklar sahip
oldukları niteliklere sahip olmak için de herhangi bir çaba göstermiş değillerdir.
Sahip oldukları nitelikleri doğrudan onlara Tanrı vermiştir. Tanrı’nın az ya da
çok vermiş olması, O’nun takdirindedir. Az verdiği varlığa kötülük etmiş
değildir. Çünkü hiçbir varlık, sahip olduğu niteliklerin mukabilinde, Tanrı’ya
herhangi bir şey vermeye muktedir değildir.
Kötülüğün bir diğer çeşidi ise
acı ve ölüm gibi hususlarda dile getirilen doğal kötülüktür. Clarke’a göre söz
konusu edilen bu kötülüğün sebebi ya metafizik kötülüğün bir sonucudur ya da
kötülük daha büyük bir iyilik içindir veyahut da Tanrı’nın bir cezasıdır.
Dolayısıyla buradan hareketle Tanrı’nın varlığının aleyhine bir delil getirmek
ya da Tanrı’nın bazı sıfatlarına kusur atfetmek mümkün değildir.
Üçüncü ve son olarak dile
getirilen kötülük çeşidi ise ahlakî kötülüktür. Clarke Tanrı’nın insanı diğer
tüm varlıklardan daha mükemmel yapan bir özellik vermiş olduğunu ifade eder ki
bu nitelik de özgür iradedir. Ona göre ahlakî kötülüğün kaynağı da Tanrı’nın
bir hediye olarak vermiş olduğu bu özgür iradenin insanlar tarafından istismar
edilmesidir. Çünkü Tanrı insana özgür irade vererek, onu diğer varlıklardan
üstün bir hale getirmiş ve onları akıl sahibi varlıklar yapmıştır. Ancak
insanoğlu Tanrı’nın bu iyi niyetine ve emirlerine rağmen kendisine bahşedilen
bu hediyeyi yanlış yollarda ve yanlış şekillerde kullanarak, ahlakî kötülük
diye adlandırdığımız kötülükleri ve günahları işlemiştir (Clarke, 1998, s.
78-79).
Sonuç olarak Clarke kötülük
probleminin, Tanrı’nın varlığına ve O’nun mükemmel sıfatlarına herhangi bir
engel teşkil etmeyeceğini düşünmüştür. Çünkü Clarke’ın ifade ettiği metafizik
kötülük, daha çok zorunlu olarak eşyanın tabiatından kaynaklanan bir olgudur.
Bu durumun esas itibariyle kötülük olup olmadığı da tartışılması gereken bir
husustur. Clarke’ın ifade ettiği üzere, söz konusu husus varlığın çeşitliliği
için zorunlu olan bir durumdur. Dolayısıyla metafizik kötülüğün daha çok
mükemmel bir dünya düzeni için olduğunu söyleyebiliriz. Özetle bu kötülük
çeşidinin Clarke için bir kötülük olmadığını söyleyebiliriz. Clarke tabii
kötülüğü de esas itibariyle üç şeye dayandırmaktadır. Bunlardan ilki biraz önce
dile getirdiğimiz metafizik kötülüktür. Yani Clarke açısından meydana gelen
tabii felaketlerin çoğunun kaynağı, aslında metafizik kötülüktür. Bunun da esas
itibariyle kötülük olmadığını daha önce dile getirdik. İkinci dayanak noktası
ise bu kötülüğün daha büyük bir iyilik için olmasıdır. Yani Tanrı daha büyük
bir iyilik için bazı kötülüklere müsaade etmiştir. Bu da Clarke’a göre bir
kötülük değildir. Clarke tabii kötülüğün bir diğer nedeninin ise Tanrı’nın bir
cezası olduğunu iddia etmiştir. Bu cezanın nedeni ise insanların işlemiş olduğu
günahlardır. Dolayısıyla bu şekildeki bir kötülük de ahlakî kötülük üzerinden
temellenmektedir. Bunun temel nedeni ise Tanrı’nın insanoğluna en büyük
hediyesi olan özgür iradedir. Özgür irade ifade ettiğimiz üzere Clarke’a göre
Tanrı’nın insanoğluna en büyük hediyesidir, ancak insan bu iradeyi yanlış
yerlerde kullanarak ahlakî kötülüğe neden olmuştur. Dolayısıyla bu kötülüğün
nedeni de Tanrı değil, insanın bizâtihi kendisidir. Ayrıca buna müsaade ettiği
için de Tanrı suçlanamaz.
Clarke’ın bahis konusu
ettiğimiz üzere kötülüğü üç alt problemde incelemesi Clarke’a özgü bir durum
değildir. Birçok filozof kötülüğü bu şekilde ele alıp incelemiştir. Bunların
başında ise Clarke’ın da çağdaşı olan Leibniz gelir.
Clarke ve Leibniz her ne kadar
bahsettiğimiz şekilde kötülüğü üç ana başlıkta incelemişlerse de, genel olarak
batı din felsefesi literatürüne baktığımız zaman kötülük probleminin temel
olarak iki ana başlıkta incelenmiş olduğunu görürüz. Bunlar da, ahlakî kötülük
ve tabii/doğal/fiziki kötülüktür. Yaran, metafizik kötülüğün birçok filozof
tarafından bahis konusu edilmediğini, bunun nedeninin ise bu kötülük türünün
diğer ikisinden tamamen farklı olmasından kaynaklandığını iddia etmiştir.
Yaran’a göre metafizik kötülük sadece derece olarak diğer iki kötülük türünden
ayrılmaz, aynı zamanda ilke ve cins olarak da tamamen onlardan ayrılır. Ayrıca
diğer iki kötülük türü daha çok karşılaşılan durumlarken başka bir ifadeyle
bizim sıklıkla tecrübe ettiğimiz şeyler iken, metafizik kötülüğe somut bir
örnek vermek zordur (Yaran, 1997, s. 25). Oysaki Leibniz ve Clarke’ın metafizik
kötülüğe başvurmalarının temel nedenlerden birinin, aslında diğer iki kötülüğe,
metafizik kötülüğün bir bakıma kaynaklık etmesi olduğunu söyleyebiliriz.
Her iki filozof arasındaki
benzerlik, sadece kötülüğü ele alma biçimleri değildir. Clarke’ın kötülüğü ele
alış biçimi ve bu minvalde vermiş olduğu cevaplar, Leibniz’in teodisesinde dile
getirmiş olduğu şekle ve cevaplara çok benzemektedir. Sözgelimi Leibniz de
fiziki kötülüğün nedenlerini söylerken, Clarke’a benzer bir tarzda bu durumun
Tanrı’nın bir cezası olduğunu ya da daha büyük bir iyilik için olduğunu iddia
etmiştir (Leibniz G. W., 2009, s. 129). Genel olarak metafizik kötülüğün bir
kavram olarak ilk defa Leibniz tarafından kullanıldığı iddia edilmiştir (Yaran,
1997, s. 27). Şayet metafizik kötülüğü ilk ele alan Leibniz ise ve Clarke’da
ondan faydalanarak bu terimi kullanmışsa, her iki filozofun diğer kötülük
türleri ile ilgili düşüncelerini de göz önünde bulundurursak, Clarke’ın genel
olarak Leibniz’in teodisesini benimsemiş olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca
Leibniz meseleyi uzun uzadıya ele alırken Clarke bu konuya çok fazla yer vermemiş,
sadece insan özgürlüğü bağlamında konuyu değerlendirmiştir. Dolayısıyla şunu
söyleyebiliriz ki; Clarke her ne kadar birçok mesele de Leibniz ile tartışsa
da, kötülük problemini ele alma hususunda ve bu probleme verilecek cevaplar
hususunda, Leibniz’in yaklaşımını benimsemiştir. Ancak şunu da belirtmekte
fayda var: Leibniz teodisesinde bu dünyanın mümkün dünyalar içinde en mükemmel
dünya olduğunu iddia ederken (Yaran, 1997, s. 27), Clarke’ın açık olarak böyle
bir iddiada bulunduğunu söylemek mümkün değildir.
RUH
ANLAYIŞI
Felsefe tarihi boyunca
üzerinde en çok tartışılan konulardan birisi hiç şüphesiz ruh meselesidir.
Ruhun mahiyeti, bireysel ruh ve evrensel ruh meselesi, ruh-beden ilişkisi,
ruhun ölümsüzlüğü, ruhun maddi veya gayri maddi oluşu gibi birçok husus
filozoflar tarafından ele alınmış ve tartışılmıştır. Samuel Clarke da çağdaşı
birçok filozofla bu konuları tartışmıştır. Tartıştığı kişilerin başında ise
Leibniz, Antony Collins ve Henry Dodwell gelmektedir.
Leibniz ile daha çok ruhun
mahiyeti, evrensel ruh meselesi ve ruhun bedenle ilişkisi konularını tartışan
Clarke, Collins ile de daha çok ruhun maddi veya gayri maddi oluşunu
tartışmıştır. Ruhun doğal olarak ölümsüz oluşu meselesini de Henry Dodwell ile
tartışmıştır. Hem Leibniz hem de Clarke ruhun gayri maddi olduğunu ve doğal
olarak ölümsüz olduğunu savunmuştur. Ancak ruhun bedenle ilişkisi konusunda her
iki filozof ihtilafa düşmüştür. Antony Collins ruhun maddi oluşunu iddia etmiş
ve Clarke ile tartışması da daha çok bu konu üzerinden devam etmiştir. Dodwell
ise ruhun doğal olarak ölümsüz olmadığını, ruhun ölümsüz olabilmesinin doğrudan
ilahi müdahale ile olabileceğini iddia etmiştir. Bu iddiasının kutsal kitapla
da uygun olduğunu ileri sürmüştür. Clarke da Dodwell’ın bu iddialarını ele almış
ve bu iddiaların gerçeği yansıtmadığını ispat etmeye çalışmıştır (Vailati,
1997, s. 53-54).
Clarke ve Leibniz’in üzerinde
anlaştığı hususlar, ruhun gayri maddi oluşu ve doğal olarak ölümsüz olması
iken, ihtilaf ettikleri ve birbirlerini eleştirdikleri temel husus ise daha çok
ruh-beden ilişkisidir. Clarke ruh-beden ilişkisini ruhun uzamlı olmasına
dayandırarak açıklarken, Leibniz önceden kurulmuş ahenk teorisini ileri
sürmüştür (Vailati, 1997, s. 53).
Ruhun Gayri Maddiliği
Clarke ruhun temel
fonksiyonunun bilinç olduğunu ileri sürmüş ve bunun da maddi şeyler tarafından
üretilmesinin mümkün olmadığını iddia etmiştir. Clarke’a göre eğer ruh sadece
maddi bir töz olarak anlaşılacaksa o halde maddeye hareket ve figürler dışında
bilinmeyen güçler, aktif ve pasif özellikler verilmiş olur. Bu da dolayısıyla
maddenin tanımıyla çelişik bir durum olacaktır. Başka bir ifadeyle eğer söz
konusu özellikler maddeye verilecekse, daha önce ifade ettiğimiz üzere madde
kelimesinin yerine başka bir kelimenin kullanılması gerekir. Çünkü madde tanım
olarak ruha verilen özellikleri dışlar (Clarke, 1998, s. 72).
Öte yandan maddenin içeriğinde
yer alan hareket ve figürlerin dışında düşünme eylemini içermesi, metafiziksel
olarak da imkânsızdır. Başka bir ifadeyle maddenin tabiatında olmayan düşünce
eylemini Tanrı’nın onda yapması da mümkün değildir. Çünkü Tanrı da mantığın ve
metafiziğin kanunlarına bağlıdır (Vailati, 1997, s. 55).
Ruhun gayri maddi olduğunu
ileri süren Clarke, bu hususta Collins ile tartışmış ve Collins ile olan yazışmalarında
Clarke ruhun gayri maddi oluşunu temellendirmeye çalışmıştır. Clarke’ın
savunduğu temel tez bilinçliliğin ruhun temel bir özelliği olduğudur. Genel
olarak ifade edersek, bilinçlilik bireysel bir güçtür. Bireysel bir güç ise
bölünebilen bir tözden çıkarılamaz. Dolayısıyla bilinçliliğin maddeden
türetilmesi mümkün değildir. Collins’in Clarke’la ihtilaf ettiği husus ise
sadece gayri maddi ruh gibi bireysel bir tözün, bilinçliliğin öznesi olmasıdır
(Vailati, 1997, s. 56).
Clarke’ın bu hususla ilgili düşüncelerini
detaylandıracak olursak, Clarke bilincin maddenin bir özelliği olmadığını, aynı
şekilde maddi hiçbir unsur tarafından üretilemeyeceğini, on beş önermede
açıklamaya çalışmıştır. Öncelikle ifade etmek gerekirse bilinç kelimesini hangi
anlamda alırsak alalım, Clarke’a göre ifade ettiği önermeler, her şekilde
bilincin maddi herhangi bir şeye verilemeyeceğini ispat etmektedir. Başka bir
ifadeyle Clarke bilinç kelimesini ister herhangi bir refleks eylemi olarak ele
alalım, ister kişinin bildiği ve sahip olduğu düşünceler olarak ele alalım veya
düşünme eyleminin bizâtihi kendisi olarak ele alalım bilincin hiçbir manada
maddeye ait bir özellik olamayacağını ileri sürmüştür.
Clarke’ın bilincin maddi bir
töze ait olamayacağını temellendirdiği önermeler şu şekildedir:
Maddenin her sistemi birçok ayrı parçadan oluşur.
Clarke’a göre bu durum çok
açıktır ve ayrıca bir ispata gerek yoktur.
Her gerçek nitelik bazı cevherlerin tabiatında var
olur.
Clarke bu durumun da çok açık
olduğunu ifade etmiştir. Çünkü nitelik dediğimiz şey, eğer herhangi bir
cevherde bulunmuyorsa, bu durumda ya niteliğin kendisinin bir cevher olması
gerekir ki bu durumda da nitelik olmaz, cevher olur. Ya da hiçbir şeydir, sırf
isimdir.
Maddenin bir parçasına ait bireysel bir özellik, başka
bir parçanın bireysel özelliği olamaz.
Sözgelimi herhangi bir parçaya
ait bireysel sıcaklık, başka bir parçanın bireysel sıcaklığı olamaz. Aynı şey
renk, ağırlık ve şekil için de geçerlidir. Dolayısıyla bir parçaya ait
bilinçlilik veya algılama da sadece o parçaya hastır, başka bir parçanın
özelliği olamaz.
Herhangi bir maddi sistemin bütününde bulunan her
gerçek basit nitelik, sistemin bütün parçalarında bulunur.
Clarke bu durumun da birçok
örneği olduğunu ifade etmiştir. Örneğin; her cismin büyüklüğü, onu oluşturan
bütün parçaların büyüklüğünün toplamıdır. Hareketi, ağırlığı ve ısıyı da aynı
şekilde düşünebiliriz.
Herhangi bir maddi sistemin bütününde bulunan her
gerçek bileşik nitelik, sistemin bütün parçalarındaki basit niteliklerin
bazısının toplamıdır; bir parçada bazısı, diğer parçalarda başka bir kısmı
bulunur.
Clarke bu duruma örnek olarak
da herhangi bir karışımla oluşturulmuş renkleri verir. Sözgelimi mavi
parçaların bir kısmı ile sarı parçaların bir kısmı belli bir oranda
karıştırıldığında ortaya çıkan bütün yeşil görünür.
Herhangi bir maddi sistemin bütününden doğan her gerçek
basit veya bileşik nitelik, o cevherin kendisinde bulunmaz; yani önceki iki
önermede belirtildiği gibi değildir, dolayısıyla ne onun bütün ayrı
parçalarında ne de parçaların belli bir oranda karıştırılarak oluşan bütünde
bulunmaz. Bunlar bazı diğer cevherlerin nitelikleri ve modlarıdırlar.
Clarke ikincil niteliklerin
böyle olduğunu iddia eder. Buna göre ısı, renk, koku, tat ve ses gibi şeyler bu
duruma örnektir. Clarke’a göre bunlar bir cevhere ait gerçek nitelikler değil,
onları algılayan zihnin modlarıdır.
Herhangi bir maddi sistemin bütününden doğan her basit
veya bileşik güç, o cevherin kendisinde bulunmaz, ayrıca onun cevheri olacak
başka bir tözde de bulunmaz. Dolayısıyla gerçek bir nitelik değildir. Bu
durumda ya bizâtihi kendisi gerçek bir töz olmalıdır ki böyle bir durum da
anlaşılamazdır, ya da bütün tümeller gibi sadece soyut isimler veya
kavramlardır.
Clarke bir gülün bizde
uyandırdığı zevkin böyle bir durumdan kaynaklanan bir güç olduğunu iddia eder.
Clarke’ın vermiş olduğu bir diğer örnek ise saatlerle ilgilidir. Ona göre bir
günün saatlerini göstermek için tasarlanan bir saatin gücü hiçbir şeydir,
sadece parçaların bir hareketidir. Bundan dolayı da yeni, gerçek bir nitelik
olamaz.
Bilinçlilik; yedinci önermede belirtilen sırf soyut bir
isimden ibaret olamaz, altıncı önermede olduğu gibi başka bir tözün farklı
modlarındaki uyarıcı bir güç de olamaz. Aksine bilinçlilik, bir cevherin
bizâtihi kendi tabiatında bulunan gerçek bir niteliktir.
Clarke’a göre eğer bilinçlilik
sırf soyut bir isim olsaydı, bütün insanlarda bulunan düşünme aslında hiçbir
şey olurdu. Ya da sadece diğer bazı varlıklar tarafından oluşturulmuş bir
kavram olurdu. Öte yandan eğer bilinçlilik başka bir tözdeki farklı modların
uyarıcı bir gücü olsaydı bu durumda da düşünme gücünün, o tözden önce olması
gerekirdi. Bu durumda da diğer töz dediğimiz şey gerçekte bilinç olurdu. Sonuç
olarak bilinçlilik ne yedinci önermedeki gibi soyut bir isim olabilir ne de
altıncı önermedeki gibi başka bir tözün farklı modlardaki uyarıcı bir gücü
olabilir. Geriye sadece bilinçliliğin bir cevhere ait gerçek bir nitelik olması
kalır.
Hiçbir gerçek nitelik aynı cevherde bulunan farklı
niteliklerin birleşiminden oluşmaz. Gerçek bir nitelik, birleşik niteliklerin
her birinden ve tamamından
farklı olmak zorundadır.
Clarke’a göre söz konusu
önermenin yanlış olması için hiçbir şeyden bazı şeylerin çıktığını kabul etmek
gerekir. Oysaki böyle bir şey mümkün değildir. Clarke’a göre hareketlerin
birleşiminden hareket dışında bir şey çıkmaz. Aynı durum büyüklük, şekil,
mekanik güçler, renklerin karışımları ve kimyasal sıvılar gibi birçok şey için
geçerlidir.
Bilinçlilik gerçek bir niteliktir (8. Önermeye göre),
ve diğer bütün niteliklerden farklı özel bir türdür. Başka diğer bazı
niteliklerin karışımından kaynaklanması
mümkün değildir.
Clarke’a göre önceki
önermelerden anlaşılacağı üzere bu durum da kendiliğinden açıktır. Sözgelimi
sesin, renklerin ve kokuların birleşiminden kaynaklandığını söylemek mümkün
değildir. Benzer şekilde hiçbir uzam, uzamsız parçaların bir birleşimi olamaz.
Örnekleri bu şekilde çoğaltmak mümkündür.
Hiçbir bireysel nitelik, bir cevherden başka bir
cevhere transfer edilemez.
Clarke’a göre böyle bir durum
çok açık olduğundan ayrıca bir açıklama yapmaya gerek yoktur.
Beynin parçacıkları ve hücreleri, devamlı değiştiğinden
ve kaybolduğundan; beyin, bilinçliliğin yeri olamaz. Çünkü eğer bilinçlilik
beynin bir niteliği olsaydı, beyin hücreleri devamlı değiştiğinden bir kişinin
yıllardır yapmış olduğu şeyleri hatırlamaması gerekirdi. Aynı zamanda
hatıralarını oluşturan bireysel bilincini ve kendine ait bu özel bilinci de
hatırlamaması gerekirdi.
Clarke bu öncülün önceki
önermelerden açık bir şekilde çıktığını ifade ederek ayrıca bir açıklama gereği
duymaz.
Bir kişideki bilinçlilik aynı zamanda tek bir
bilinçtir. Maddenin herhangi bir parçasının katılığının, hareketinin veya
renginin vb. gibi birçok ayrı parçanın katılığından, hareketinden veya
renklerinden oluşması gibi değildir.
Clarke bu durumun da inkâr
edilemez olduğunu iddia etmiştir.
Söz konusu öncüllerden hareketle bilinçlilik; beyinde
ve beynin parçalarında ikamet etmez, aynı zamanda onun cevheri olabilecek
herhangi bir maddi sistemde de bulunmaz. Dolayısıyla bilinç gayri maddi bir
töze ait bir nitelik olmak zorundadır.
Clarke bu sonucun önceki
öncüllerden zorunlu bir şekilde çıktığını, bunun aksinin mümkün olmadığını
iddia etmiştir.
Uzamlı olup olmama gibi gayri maddi töze ait diğer
niteliklerden doğan güçlükler, şuan ki argümanı hiçbir şekilde etkilemez.
Clarke benzer şekilde
matematiksel kanıtlamaların ve Tanrı’nın da bazı özelliklerinin baş
edilemeyecek derecede güçlükler barındırdığını ancak bu güçlüklerin
matematiksel kanıtlamalara veya Tanrı ile ilgili kesin kanıtlamalara zarar
veremeyeceğini iddia etmiştir (Clarke, 1998, s. 153-158).
Clarke’ın bu önermelerini ele
alacak olursak onun amacı, bilincin gayri maddi bir töze ait olması gerektiğini
temellendirmektir. Bunu yapmak için de öncelikle maddenin ve maddeye ait
niteliklerin özelliklerinden bahsetmiştir. Clarke özellikle birinci ve
sekizinci önermeler arasında maddenin mümkün bütün niteliklerini ortaya koymaya
çalışmıştır. Daha sonra bilincin de özel, biricik bir nitelik olduğunu
temellendirir. Clarke bunu da bilincin altıncı ve yedinci önermelerde
belirtilen şeyler gibi olamayacağından hareketle gerçek bir nitelik olması
gerektiğini temellendirmiştir. Dolayısıyla Clarke’ın sekizinci önermede
bilincin gerçek bir nitelik olduğunu ispat etmiş olduğunu söyleyebiliriz.
Gerçek bir niteliği de maddi şeyler veremez. Dokuz ve on birinci önermeler
arasında ise gerçek niteliklerin özelliklerinden bahseden Clarke, bu
önermelerden hareketle de bir kişide bulunan bilincin tek bir bilinç olması
gerektiğini savunmuştur. Clarke’ın on ikinci önermede ispat etmeye çalıştığı
şey ise bilincin beyne ait bir nitelik olmasının imkânsızlığıdır. Zira bilinç
zaman olarak değişmez ve bölünmezken beyin sürekli değişmektedir. Esas
itibariyle bilincin maddi herhangi bir töze ait olmasının imkânsızlığı
gösterildiğinde, beyne ait bir nitelik olamayacağı da gösterilmiş olur. Ancak
zannımızca Clarke’ın beyin üzerinde durmasının temel nedeni; eskiden beri
insanların düşünme etkinliğini, beyne ait bir fonksiyon olarak görmeleridir.
Clarke böylelikle bilincin hem herhangi bir maddi sisteme ait bir nitelik
olmadığını hem de beynin ve parçacıklarının bir niteliği olamayacağını iddia
etmiştir. Clarke buradan hareketle de bilincin gayri maddi bir töze ait olması
gerektiğini savunmuştur.
Clarke’ın düşüncelerini
özetleyecek olursak; bilinç niteliğini ona sahip olmayan maddi şeyler veremez;
bilinç yekparedir, maddi şeyler ise parçalardan oluşur; bilinç zamansal olarak
da değişmez ve bölünmez, hâlbuki beyin sürekli yenilenir ve değişir.
Vailati’ye göre Clarke’ın Collins’e
karşı yürüttüğü akıl yürütmesini şu şekilde özetleyebiliriz: Şayet bilinçlilik
birleşik bir varlık olan C de ikamet ederse, ya birçok bilinçlilik tarafından
oluşturulmuştur ya da oluşturulmamıştır. Eğer birinci durum geçerli olacak
olursa böyle bir durumda bilinçliliğin birlik yapısı bozulmuş olur. İkinci
durumda da yine iki durum mümkündür. Birincisi C nin bilinçliliği onun bir
parçası olan P nin bilinçliliğidir. Böyle bir durum da Clarke açısından mümkün
değildir. Çünkü bütünün temel bir özelliği olan bilinçlilik şayet bütünün
parçaları tarafından oluşturulmuş olsaydı, nedende olmayan bir özellik etkiye
verilmiş olur ki böyle bir durumda ise bilinçlilik hiçten üretilmiş manasına
gelirdi. İkinci durumda ise C nin bilinçliliği sonradan olan bir durum
olmalıdır. Böyle bir durumda da bilinçlilik gerçek manada bir özellik olamaz.
Yani bilinçlilik C yi oluşturan temel özelliklerden biri olamaz (Vailati, 1997,
s. 56-57). Ayrıca Clarke bütün güç ve niteliklerin birbirini dışlayan üç kısma
ayrıldığını iddia etmiştir. Buna göre bir şey ya kendisinin tabiatında bulunan
bir özelliğe göre tanımlanır. Büyüklük bu duruma bir örnektir. Ya da kendi
tabiatında olan bir şeyden değil de başka bir şeyin tabiatına atfen
tanımlanırlar. Bu duruma da renkleri örnek olarak gösterebiliriz. Veyahut ne
niteliktir ne de bir güçtür, manyetizm veya elektriksel çekim gibi sadece
maddenin sistemlerinin bir etkisidir. Bunlar sadece maddenin akışkanlığının
hareketlerini belirlemek için kullanılan soyut isimlerdir. Buradan hareketle Clarke
bilinçliliğin, madde ile ilgili söz konusu edilen üç sınıfa da giremeyeceğini,
özellikle beynin bir modu veyahut da onun bir etkisi olamayacağını ifade eder.
Kısacası Clarke söz konusu ettiği maddi güç ve niteliklerden yola çıkarak
bilinçliliğin hiçbir şekilde madde ile ilişkilendirilemeyeceğini ispat etmeye
çalışmıştır (Vailati, 1993, s. 395).
Clarke’a göre hiç kimse ruhun
bedene ait bir şey olduğunu ispat edemez. Çünkü ikisinin tabiatlarının
birbirinden farklı olduğu çok açıktır. Beden bölünebilir iken, ruh bölünemez
bir tözdür. Bu iki özellik birbiriyle çelişiktir ve aynı tözde bulunamaz.
Bundan dolayı ruh ve bedenin aynı şeyler olduğunu ispat etmek mümkün değildir.
(Vailati, 1997, s. 64-65)
Clarke’a göre ruh gayri maddi
bir tözdür ve bedenden farklıdır. Clarke’a göre ruhun gayri maddiliğini
gösteren en büyük deliller de düşünme ve bilinçtir. Clarke burada söz konusu
edilen bir itirazı dile getirir ki bu itiraz da bizim bütün algılarımızın beş
duyuya bağlı olduğu, dolayısıyla algılarımızın tamamen bedene ve onun
organlarına ait olması olgusundan hareket eder. Böyle bir durumda ruh, beden
olmaksızın herhangi bir algıya sahip olmayacaktır. Bunun doğal sonucu ise ruhun
hiçbir şey olmadığıdır. Clarke ruha yönelik bu eleştiriye cevap vermek için
bazı sorular sorar. Bunları kısaca belirtmek gerekirse: Algılamanın tek yolu
sadece beş duyu mudur? Aynı zamanda bizim şimdi sahip olduğumuz bileşenlerden
farklı algılamaya sahip varlıkların bulunması çelişik veyahut imkânsız mıdır?
Görme yeteneği olmayan birini varsaydığımızda onun algılamanın tek yolunun
sadece dört duyu olduğunu iddia etmesi makul müdür? Gayri maddi bir töz için de
aynı durum geçerli değil midir? Bizim ruhun başka algılama biçimini
bilmeyişimiz ruhun başka algılama biçiminin olmadığını gösterir mi? Clarke bu
ve benzeri soruları sorduktan sonra ruhun, beden dışında herhangi bir
gerçekliği olmadığını iddia etmenin temelsiz varsayımlara dayandığını, onların
iddia ettikleri şey için herhangi bir argümanlarının olmadığını ileri sürmüştür
(Clarke, 1998, s. 59-61).
Ruhun Ölümsüz Oluşu
Clarke ruhun doğal olarak
ölümsüz olduğunu iddia etmiştir. Ancak o dönemin önde gelen simalarından olan
Henry Dodwell (1641-1711) ruhun doğal olarak değil, şartlı bir şekilde ölümsüz
olduğunu ileri sürmüştür. Bu şart ise Tanrı’nın müdahalesidir. Başka bir
deyişle Dodwell’a göre ruh doğal olarak ölümlüdür, ancak ona ölümsüzlüğü sadece
Tanrı verebilir. Dodwell kitabını yayınladıktan sonra hem İngiltere’de hem de
Avrupa’da birçok filozof onun bu iddialarına karşı çıkmıştır. Özellikle
İngiltere’de Dodwell’ın iddialarına karşı çıkan Samuel Clarke, onun bu
iddialarının asılsız olduğunu ispatlamak için ona bir mektup yazmıştır. Dodwell
bu iddiasını Kutsal Kitap üzerinden ispat etmeye çalışmıştır. Öte yandan ruhun
ölümsüz olmadığını iddia eden Collins ise iddialarını temellendirmek için akli
çıkarımlara başvurmuştur. Bundan dolayı Clarke’ın söz konusu mesele ile ilgili
olarak felsefi manada tartıştığı asıl isim de Antony Collins’tir (Vailati,
1997, s. 54).
Clarke ruhun temel özelliğinin
düşünme olduğunu ve dolayısıyla bunun madde ya da maddi herhangi bir sistem
tarafından oluşturulamayacağını ileri sürüyordu. Ayrıca yine bilinçlilik
dediğimiz şeyin ruhun bireysel bir gücü olduğunu ve bilinçliliğin bölünme
vasfına sahip olan maddeden türetilmesinin mümkün olmayacağını ileri sürmüştü.
Collins ise Clarke’a Tanrı’nın maddi bir şeye düşünme gücünü yükleyip
yükleyemeyeceğini ve bireysel bir gücün neden parçalardan oluşan maddi bir
sistem tarafından üretilemeyeceğini sormuştur. Ayrıca Collins’e göre
bilinçlilik sadece bireysel gayri maddi bir varlıkta olduğu ispat edilse bile
bu durum ruhun doğal olarak ölümsüz olduğunu göstermez (Wigelsworth, 2001-2003,
s. 15).
Clarke ise Collins’in iddia
ettiği şeyin yani bilinçliliğin maddi bir sistem tarafından üretilmesinin daha
büyük bir sorun olacağını iddia etmiştir. Collins’e şu soruyu sormuştur:
Düşünme sisteminin parçaları birbirinden ayrılabilen parçalar tarafından
oluşturulsa ne olur? Böyle bir durumda maddenin tasarlanabilen en küçük
parçasının bilinçlilik veya düşünme ile doldurulduğunu farz edelim. Daha sonra
ise bu parçaları Tanrı’nın mutlak kudretiyle ikiye ayırdığını düşünelim. Böyle
bir durumda bu parçaların doğal olarak düşünme gücü olur mu? Şayet bu güç
değiştirilmeden devam ederse ya iki ayrı parçada iki ayrı bilinçlilik olmalıdır
ya da parçaların bizâtihi kendilerinde orta bir alanda devam etmelidir
(Wigelsworth, 2001-2003, s. 15). Böyle bir durum da daha fazla soruna yol
açacaktır. Oysaki Clarke’a göre madde sahip olduğu bölünebilir parçalar yoluyla
düşünemez. Bilinçlilik bölünemeyeceği için bilinçliliğin bölünemeyen bir tözde
var olması gerekir. Clarke için bu bölünemeyen töz de ölümsüz ruhtur. Aynı
zamanda bu argüman Clarke’ın bedenin ölümünden sonra ruhun hayatta kalacağı
inancına da destek olur (Wigelsworth, 2001-2003, s. 16).
Clarke’ın açıklamalarını
tatmin edici bulmayan Collins parça bütün ilişkisinden hareketle maddi bir
ruhun da mümkün olduğunu ifade etmiştir. Başka bir ifadeyle maddi parçalardan
meydana gelen herhangi bir sistemin de düşünce üretmesinin pekâlâ mümkün
olduğunu iddia etmiştir. Collins bu düşüncesini temellendirmek için de düşünce
ile saat arasında bir benzerlik kurar. Buna göre nasıl ki bir saatin doğru bir
şekilde çalışması için bütün parçalarının uyumlu bir şekilde çalışması
gerekiyorsa aynı şey ruh için de geçerli olabilir. Bütün, her ne kadar
parçalarından farklı olsa da bu parçaların her biri bütünün oluşmasında farklı
katkılar sağlayacaktır. Örneğin bir gülün kokusunun oluşmasında farklı
parçaların uyumu söz konusudur. Şayet bu parçaların uyumu olmazsa gülün o güzel
kokusu da olmayacaktır. Benzer şekilde ruhu oluşturan parçaların uyumu
bilinçliliği verecekken bu uyumun olmaması halinde de bilinçlilik veya düşünme
dediğimiz şey gerçekleşmeyecektir. Dolayısıyla ruh da parçaları tam bir birlik
içinde olduğu zaman düşünme yetisine sahip olacaktır. Söz konusu edilen
durumdan dolayı Collins’e göre ruhun illa da gayri maddi bir töz olması
gerekmemektedir (Wigelsworth, 2001-2003, s. 16). Clarke-Collins yazışmalarının
temelini ruhun gayri maddiliği konusu oluşturur. Clarke ruhun gayri maddi
oluşunun ispat edilişinden hareketle onun doğal olarak ölümsüz olduğunun da
ortaya çıkacağını düşünmektedir. Bundan dolayı da Clarke, Collins’in söz konusu
ettiğimiz iddialarına ruhun gayri maddiliği meselesinde dile getirmiş olduğumuz
önermeleriyle cevap vermiştir.
Ruh-Beden İlişkisi
Ruh beden ilişkisi bağlamında
Clarke’ın temellendirmeye çalıştığı temel husus nasıl olur da gayri maddi bir
töz olan ruhun maddi bir töz olan beden üzerinde eylemde bulunabildiği
meselesidir. Clarke bu durumu ispat etmek için de niteliklerin mükemmellik
seviyelerinden hareket eder. Clarke’a göre bilinçlilik ve zekâ gibi özellikler
ruhun nitelikleri iken figürler, bölünebilirlik ve hareketlilik gibi özellikler
ise maddenin nitelikleridir. Benzer şekilde ruhun nitelikleri ayırt edici
pozitif nitelikler iken maddenin nitelikleri negatif niteliklerdir. Bu maddi
nitelikler daha üst nitelikleri var etmeye neden olamazlar, ancak pozitif bir
nitelik olan bilinçlilik sahibi bir varlık maddede değişimler meydana
getirebilir. Dolayısıyla herhangi bir niteliğin başka bir niteliğin varlığına
etki etmesi ya da onun üzerinde bir değişime neden olması için neden olan
niteliğin etkilenen nitelikten daha üst bir seviyede bulunması gerekir. Benzer
bir durum Tanrı ile evren arasındaki ilişki için de geçerlidir. Çünkü Tanrı
gayri maddi bir töz iken evren maddidir. Bu durumda nasıl olur da gayri maddi
bir töz maddi şeyleri yaratabilir sorusunun cevabı da niteliklerin mükemmellik
seviyelerinden hareket eden argümanla cevaplanmış olur (Vailati, 1997, s. 58).
Ruh, beden üzerinde eylemde
bulunabilme yeteneğine sahipken bedenin ruh üzerinde nasıl eylemde bulunduğu
ise Clarke açısından pek açık değildir. Oysaki Clarke’a göre evren ile Tanrı
arasındaki etkileşim çok açıktır. Çünkü hiçbir şey Tanrı üzerinde etkide
bulunamaz. Ancak aynı durum ruh ile beden arasında mümkün müdür? Clarke bu
durumun esas itibariyle bize kapalı olduğunu, yani onun nasıllığını
bilemeyeceğimizi iddia etmiştir. Ancak yine de bu durumu açıklamak için genel
olarak ruh ile bedenin etkileşimi ve onların birliği üzerinden hareket etmeye
çalışır (Vailati, 1997, s. 58).
Clarke, Collins’e yazmış
olduğu bir mektupta ruhun bölünemez bir varlık olduğunu ve aynı zamanda onun
doğal hiçbir güç tarafından değiştirilemeyeceğini iddia etmiştir. Clarke’ın bu
iddiasına karşı çıkan Collins ise böyle bir durumda ruhun algılamasının
olmayacağını söylemiştir. Clarke ise ruhun hiçbir şekilde hiçbir şeyden
etkilenmemezliğini kastetmediğini, ancak ruhta oluşan bazı durumların değişim
olarak nitelendirilemeyeceğini ifade etmiştir. Clarke söz konusu durumu
açıklamak için de ruh ile atom arasında bir benzerlik kurar. Ona göre atomların
şeklinde, büyüklüğünde ve katılığında herhangi bir değişim olmamasına rağmen
onlar yukarı veya aşağı doğru hareket edebilirler. Benzer şekilde ruhun temel
bir fonksiyonu olan düşüncenin de birçok şey tarafından harekete geçirilmesi
veya farklı duyu organları tarafından farklı türlere iletilmesi veya
engellenmesi ruhta herhangi bir değişim yaratmaz. Dolayısıyla Clarke, ruhun
ayrı iki tür özelliğinden bahseder görünmektedir. Bunlardan birincisi ruhun
asli veya hakiki özellikleridir. Bu niteliklerin değişimi de Clarke’a göre
mümkün değildir. Ruhun diğer özellikleri ise ona dışardan ilişmiş olan fakat
aslında ruhun tabiatında olmayan özelliklerdir. Clarke’a göre bu özellikler
değişebilir. Ancak bunlar ruhun asli özellikleri olmadığı için, bunlarda
herhangi bir değişimin olması, ruhta da bir değişim olduğunu göstermez
(Vailati, 1997, s. 70).
Clarke’ın hem Collins ile hem
de Leibniz ile tartıştığı bir diğer önemli husus ise ruhun uzamlı oluşu
meselesidir. Clarke’a göre ruh uzamlı olmakla birlikte özsel olarak bölünemez,
bireyseldir ve gayri maddi bir varlıktır. Clarke’ın ispat etmeye çalıştığı şey
de esasında ruhun uzamlı oluşu ile bölünemez oluşunun birbiriyle çelişik
olmadığıdır (Vailati, 1997, s. 59).
Clarke için ruhun uzamlı
oluşu, hem ruh beden ilişkisini temellendirir hem de bizim tecrübemiz ve
dindarlığımız için en uygun yoldur. Ancak Leibniz’e göre bir şeyin hem uzamlı
olması hem de bölünemez olması mümkün değildir. Leibniz bu konuyla ilgili
olarak Clarke’ı eleştirirken muhtemelen daha önceden aşina olduğu Henry More’un
görüşleri üzerinden eleştirmiştir. Çünkü More da ruhun hem uzamlı olduğunu, hem
de bölünemez olduğunu savunmuştur. Ancak More’a göre ruhun merkezi sınırsız
küçüklükte olduğu için bölünemezdir. Clarke ise Leibniz’in eleştirisine cevap
verirken mekân analojisine başvurur. Clarke’a göre bölünemezlik ve uzam birbirini
dışlamaz. Çünkü mekân da bölünemez ama uzamlıdır (Vailati, 1997, s. 66-67).
Ruh ve mekân benzetmesiyle
Clarke, ruhun sadece bölünemezliğini değil aynı zamanda bir bütün olarak ruhun
niteliklerinden önce geldiğini de ispat etmeye çalışır. Böylelikle onların
sahip olduğu güçlerin de birbirine bağımlı olmadığı ispatlanmış olur.
Dolayısıyla ruhun sahip olduğu güçlerden biri olan bilinçlilik ve ruhun uzamlı
oluşu aynı zamanda ruhun ölümsüzlüğü ile de uyumlu olmuş olur (Vailati, 1997,
s. 68).
Leibniz ruhun bedene işlemesi
ve bedenin bütün parçalarına uzanmasının ruhun da tıpkı beden gibi parçalara
sahip olduğu anlamına geldiğini iddia etmiştir. Dolayısıyla ruhun temel bir
özelliği olan bilinçlilik de ruhun parçalarının bilinçliliklerinin toplamı
olmuş olur. Bu durum da haliyle Clarke’ın iddia etmiş olduğu bilinçliliğin
birliğini bozar. Böylelikle Leibniz, Clarke’ın sadece ruh anlayışının değil
aynı zamanda onun Tanrı anlayışının da birliğinin bozulmuş olacağını ileri
sürer (Vailati, 1997, s. 67).
Clarke, ruhun uzamlı olmasının
mutlak bir uzam olmadığını, aksine sadece beynin algılama merkezine bir uzanım
olduğunu söyleyerek söz konusu eleştiriye cevap verir. Clarke’a göre ruh, Tanrı
tarafından önceden kurulmuş yasalar aracılığıyla doğrudan beyin üzerinde eylemde
bulunarak bedeni etkiler. Clarke açısından bedenimizi hareket ettiren şey
ruhumuz olmak zorundadır. Aksi takdirde bedeni hareket ettiren farklı kuvvetler
olacaktır. Ya da önceden kurulmuş ahenk teorisindeki gibi bedenin hareketinin
bir bakıma saat gibi bir makine olması gerekir. Böyle bir durumda da insan
özgürlüğü ortadan kalkmış olacaktır. Oysaki Clarke için ahlakın ve dinin olması
tamamen insan özgürlüğüne bağlıdır. Bu durumda Clarke’ın felsefesinde ruhun
bedeni hareket ettirmesi bir zorunluluk halini alır. Buradan hareketle de
Clarke ruhun bedeni hareket ettirmesi için de ruhun beden üzerinde uzamlı
olmasını bir zorunluluk olarak görür (Vailati, 1993, s. 390). Ayrıca ruhun ve
mekânın uzamlı oluşu cisimsel varlıklarınki gibi değildir. Başka bir ifadeyle cisimsel
varlıklarda olan uzam birinden diğerine uzanırken bu husus ruh ve mekân için
geçerli değildir. Bedenin herhangi bir şeyi algılaması farklı uzuvlar üzerinden
mümkün olurken bu durum ruh için geçerli değildir. Ruh bir bütün olarak görür,
işitir ve düşünür. Clarke açısından ruh hem uzamsaldır hem de özsel bir
birliktir. Parçalardan müteşekkil bir yapı değildir (Vailati, 1997, s. 67-68;
Vailati, 1993, s. 402).
Ruh beden ilişkisinde hiç
şüphesiz en önemli sorunlardan birisi de ruhun algılamasının nasıllığı ile
ilgilidir. Clarke’a göre ruhun beyinde mevcut bulunan şeyleri hazır bir şekilde
algılamasını sağlayan temel özelliklerden birisi de onun canlı bir töz
olmasıdır. Ancak Clarke ruhun bu algılamayı nasıl yaptığını açıklamaz.
Clarke’ın ruhun canlı bir töz olması hasebiyle yapmış olacağı algılamaya
Leibniz itiraz eder. Çünkü canlı bir töz olmak algılama için yeterli bir neden
değildir. Örnek olarak da kör bir adamı verir. Kör bir adamda da canlı bir töz
olarak ruh vardır. Ancak onun ruhu eşyanın görsel imajlarını veya
fotoğraflarını algılayamaz. Clarke ise yanıt olarak kör bir adamın sadece görme
duyusunu kaybetmediğini esasında onun sinirlerinin eşyanın imajlarını beyne
iletmediğinden böyle bir sorunun ortaya çıktığını söyler. Çünkü Clarke’a göre
ruhun algılamasının esasında eşyanın imajlarının ona iletilmesi yoluyla mümkün
olduğunu söyler. Ancak Clarke, bu iletimin nasıl olduğunu bizim
bilemeyeceğimizi iddia eder. Söz konusu temel sorun esasında eşyanın
imajlarının algılama merkezine nasıl iletildiği değil, asıl mesele ruhun
algılama merkezindeki imajların nasıl farkında olduğudur (Vailati, 1997, s.
69-70). Clarke bu hususun nasıl olduğunu bilemeyeceğimizi, ancak emin olduğumuz
bir şey varsa o da ruhun bu algılamayı yapabilmesi için orada bulunmasının gerekliliği
olduğunu ifade etmiştir (Vailati, 1993, s. 389).
Ruh ile beden arasında bir
etkileşimin olduğunu öne süren Clarke, Leibniz’in sert eleştirilerine maruz
kalmıştır. Leibniz’e göre etkileşimcilik en masum ifade ile anlaşılamaz bir
tezdir. Ancak esas itibariyle ruh ile beden arasında bir etkileşimin söz konusu
olması imkânsızdır ve ona göre reddedilmesi gereken bir husustur. Clarke’a göre
ise ruhun beden üzerindeki etkisini biz kendi iç gözlemlerimizle anlayabiliriz.
Ancak bizim yeteneklerimiz ruhun madde üzerinde hangi şekilde etkide
bulunduğunu açıklamak için yetersizdirler. Aynı şeyi Tanrı ve maddi âlem için
de söyleyebiliriz. Fakat bizim söz konusu durumların nasıllığını
açıklayamayışımız, onların öyle olmadığı anlamına gelmez. Bu durumu reddetmek için
de yeterli bir neden değildir (Vailati, 1997, s. 73).
Clarke önceden kurulmuş ahenk
teorisini ruh ile beden arasındaki ilişkinin nedenini açıklamada başarısız
olduğunu ileri sürerek eleştirmiştir. Ancak Clarke’ın üzerinde fazlaca durduğu
ve en çok eleştirdiği yön ise önceden kurulmuş ahenk teorisinin özgürlüğü
dışlayan bir kaderciliğe neden olmasıdır. Çünkü bu durumda ruh da tıpkı saat
örneğinde olduğu gibi bir makine halini almaktadır. Dolayısıyla Clarke
açısından önceden kurulmuş ahenk teorisi, sırf önceden yapılmış masum bir
ayarlama değildir. Bu teorinin yapmış olduğu asıl şey özgürlüğü ortadan
kaldırmış olmasıdır. Clarke söz konusu hususun kaderciliğin de ötesine geçerek
ruhla ilgili materyalist bir anlayışın oluşmasına sebebiyet vereceğini iddia eder.
Bu da ona göre insan özgürlüğünü tamamen ortadan kaldırmaktadır (Vailati, 1997,
s. 76-77).
İrade Özgürlüğü
Clarke’ın felsefesinde
özgürlük hiç şüphesiz büyük bir öneme sahiptir. Clarke özgürlük meselesini hem
“Boyle konferanslarında” hem de Leibniz ve Collins ile yazışmalarında ele alır.
Çünkü Clarke’ın hem metafiziğinin hem de ahlak felsefesinin temelinde onun
sahip olduğu özgürlük anlayışı yatar. Hatta Clarke’ın kendisine bir bakıma
düşman olarak gördüğü ve onlara karşı reddiye tarzında konferanslar verdiği
kişilerin başında Spinoza ve Hobbes gelir. Zira Clarke için Spinoza ve Hobbes
özgürlüğün asıl düşmanlarıdır. Bundan dolayı da Clarke birçok yazısında bu
konuyu ele alır ve onların iddialarının temelsiz olduğunu ispat etmeye çalışır.
(Vailati, 1997, s. 80)
Clarke her ne kadar genel
metafizik düşüncelerden hareketle determinizme karşı bir argüman oluşturma
çabasında değilse de determinizm lehine olan ve zorunluluğu doğuran bazı
iddialara eleştiriler getirmiştir. Bu eleştiriler daha çok iradenin bazı şeyler
tarafından belirlenmesi meselesine yoğunlaşmıştır. Örneğin Spinoza’nın “irade
ve akıl bir ve aynı şeydir, iradenin her seçimi onaylanmıştır veya tam tersi”,
şeklinde olan görüşü bunlardan biridir. Başka bir deyişle Spinoza’ya göre
iradenin her eylemi başka bir fikir tarafından belirlenmiştir. İrade olduğunu
iddia ettiğimiz şey fikirden başka bir şey değildir. Dolayısıyla zihinde seçim
diye bir şey söz konusu olamaz[37] (Spinoza, 2013, s. 139).
Benzer şekilde iradenin aklın son hükmü tarafından belirlenmesi meselesi de
Clarke tarafından ele alınan bir sorundur. Bulkeley, Clarke’a yazdığı bir
mektupta bu sorunu Clarke’a iletmiş, Clarke da Bulkeley’e cevap mahiyetinde
birçok yazı kaleme almıştır (Clarke, 1998, s. 124-131).
İradenin aklın son hükmü
tarafından belirlenmiş olduğu iddiasına göre kişi her ne kadar iradesini
kullanmış olduğunu düşünse de aslında yapacağı seçim, aklın son hükmü
tarafından belirlenmiştir. Clarke bu iddianın sadece bir varsayımdan ibaret
olduğunu ileri sürer. Ona göre verilen herhangi bir kararın aklın son hükmü
tarafından belirlenmiş olması iddiası bizim son tahlilde bir seçim hakkımızın
olmadığını göstermez. Clarke, her ne kadar böyle bir durum söz konusu olsa da
kişinin halen yapıp yapmayacağı ile ilgili bir seçiminin olduğunu, başka bir
ifadeyle yapıp yapmama konusunda, özgür bir iradeye sahip olduğunu iddia
etmiştir. Dolayısıyla Clarke’a göre iradenin son tahlilde herhangi bir şey
tarafından belirlenmiş olması mümkün değildir (Clarke, 1998, s. 73).
Clarke iradenin aklın son
hükmü tarafından belirlenmiş olmasının kabul edilir bir şey olmadığını
temellendirmek için, aktiflik ve pasiflik kavramları üzerinden hareket eder.
Ona göre bir şey pasif olduğu kadar belirlenmiş, aktif olduğu kadar da özgür
olur. Clarke açısından aktiflik ile özgürlük mükemmel bir tarzda benzer
idelerdir. Sözgelimi gözlerimizi açtığımız zaman açık objeleri görmek zorunda
kalırız. Gözlerin bu görme mecburiyeti onların pasifliğinden kaynaklanır.
Benzer bir durum anlayış için de söz konusudur. Anlayış açık olduğu zaman
teorik bir önermenin doğruluğunu veya pratik bir önermenin makul olup
olmadığını zorunlu olarak idrak eder. Zorunlu olarak idrak edişinin altında
yatan sebep de yine onun pasif oluşudur (Clarke, 1998, s. 125).
Clarke’a göre yargı başka bir
şeydir, eylem ise farklı bir şeydir. İkisi arasında aktiflik ve pasiflik
dışında hiçbir ilişki yoktur. Yargının doğru ve makul olması, hem insan hem de
Tanrı tarafından bilinmesi, onun eylem olduğu anlamına gelmez. Eylemde
bulunabilmek için gerekli olan güç özgürlüğün esasını oluşturur. Ancak bu
fiziksel güç hem Tanrı için hem de insan için aklın son hükmünden önce de sonra
da sabit olarak mevcuttur. Yani eylemin sebebi anlayış değildir. Eylemin oluş
sebebi aslında özgürlük diye adlandırdığımız eylemin bizâtihi motive gücüdür.
Clarke iradenin aklın son hükmü tarafından belirlenmiş olması iddiasının
altında yatan temel hatanın irade kelimesinin yanlış kullanılmasından
kaynaklandığını ifade eder. Ona göre bu hatanın temel nedeni de kısmen aktif
olan şey ile kısmen pasif olan şey arasında bir ayırım yapılmadan, irade
kelimesinin müphem bir şekilde kullanılmasıdır (Clarke, 1998, s. 125-126).
Clarke’ın eleştirdiği diğer
bir husus ise irademizin tutkularımız tarafından belirlenmiş olmasıdır.
Clarke’a göre sahip olduğumuz tutkular, irademizin sebebi olamaz. Ona göre
değerlendirmelerimiz, tutkularımız ve karakter özelliklerimiz ne irademizin alt
etkileridir ne de irademizin nedenidirler. İrademizin tek nedeni eylemin
bizâtihi prensibi olan ruhsal tözdür yani failin bizâtihi kendisidir (Vailati,
1997, s. 84).
Özgürlük aleyhine getirilen
bir diğer itiraz ise özgür bir failin bir iradeye sahip olup olamayacağını
seçememesidir. Bu iddiaya göre bir fail özgür bir iradeye sahipse buna zorunlu
olarak sahiptir. Böyle bir durumda da hiç kuşkusuz failin eylemi önceden
belirlenmiş olacaktır. Clarke ise özgürlüğün esasının bir iradeye sahip olup
olmamayı seçmek olmadığını ifade eder. Ona göre özgürlüğün esası, devamlı seçme
gücüne sahip olmaktır. Herhangi bir konuda eylemde bulunmayı ya da bulunmamayı
seçmektir. Özgür bir failin aynı anda iki çelişik şeyi yapma imkânsızlığından
hareketle, onun irade sahibi olmadığını ileri sürmek veya yaptığı şeyi
zorunlulukla yaptığını iddia etmek de doğru değildir. Şayet bir zorunluluk
varsa o da özgür bir fail olup olmama değil, zorunlu bir şekilde özgür irade
sahibi olmaktır. Başka bir ifadeyle şayet bir şeyi yapmayı düşünüyorsam onu
zorunlu olarak ya yapmam gerekir ya da yapmaktan sakınmam gerekir. Bir şeyi
yapmayı düşünüyorsam o halde zorunlu olarak onu yapmam gerekir veya bir şeyi
yapmamayı düşünüyorsam zorunlu olarak onu yapmamam gerekir gibi bir sonuç
çıkmaz (Vailati, 1997, s. 86-87). Clarke’a göre özgür irade sahibi olmak, irade
sahibi olup olmamayı seçmek veya fail olup olmamak demek değildir. Ona göre iradeyi
oluşturan esas şey eylemde bulunup bulunmamayı ya da eylemden kaçınıp
kaçınmamayı içeren daimi bir seçim gücüdür. İradenin özünü bu güç oluşturur.
Örneğin; bir kişi aynı zamanda hem oturmayı hem de ayağa kalkmayı seçemez veya
aynı anda hem eylemde bulunmayı hem de eylemde bulunmamayı seçemez. Bundan
dolayı eğer onun kudreti yoksa onun özgürlüğü de yoktur (Clarke, 1998, s.
74-75).
Clarke’a göre insan,
doğasındaki herhangi bir şeyden dolayı değil, Tanrı’nın ataması sonucu zorunlu
olarak özgür bir faildir. Buradaki zorunluluk kişinin devamlı olarak iki şeyden
birini seçme durumudur. Başka bir deyişle kişi her zaman ya eyl emde bulunmayı
ya da eylemden kaçınmayı tercih etmek durumundadır (Clarke, 1998, s. 75).
Clarke’ın eylemlerimizde özgür
olduğumuzu göstermek için kullandığı delillerden birisi tecrübelerimizdir. Ona
göre tecrübelerimiz bize eylemlerimizde özgür olduğumuzu gösterir.
Tecrübelerimizden hareketle eylemlerimizde özgür olduğumuzu iddia etmenin zayıf
bir sav olduğunu öne sürenlere karşı Clarke duyu tecrübesine başvurur. O’na
göre tecrübelerimizden hareketle özgür oluşumuzu fark etmenin zayıf bir argüman
olması ile algılarımızın bize dış dünyaya dair verdiği bilgilerin zayıflığı
aynıdır. Bazıları bizim kendi varlığımıza ve dış dünyanın varlığına dair
bilgilerimizin sadece bir yanılsama olduğunu iddia edebilir. Bu durum ispatsız
bir imkândan başka bir şey değildir. Makul hiç kimse algılarının dış dünyaya ve
kendine dair verdiği kanıtları inkâr edemeyeceği gibi, özgürlüğümüze dair
tecrübemizin bize verdiği kanıtları da inkâr edemez (Vailati, 1997, s. 85).
İnsanın özgür irade sahibi
olması gerektiğini savunan Clarke’ın bu meseleyle ilgili olarak tartıştığı
önemli filozoflardan birisi de Leibniz’dir. İki filozof arasındaki tartışmayı,
Tanrı’nın iradesi meselesinde ele aldık. Ancak Leibniz ve Clarke sadece
Tanrı’nın iradesi meselesinde tartışmamışlar, aynı zaman da irade ile ilgili
tartışırlarken, bu meseleyi insanın irade özgürlüğüne de taşımışlardır.
Leibniz’e göre bizim irademiz
idraklerimiz tarafından nedensel olarak belirlenmiştir. İrademiz esas
itibariyle değerlendirmelerimize bağlıdır. Dolayısıyla Leibniz’e göre bizim
irademizin hiçbir şeyden etkilenmediğini ileri sürmek pek makul değildir. Ona
göre irademizin hem içsel hem de dışsal nedenleri vardır. Bu durumda da
Leibniz’in hem determinizmi hem de internalizmi[38]
kabul ettiğini söyleyebiliriz. Ancak Clarke hem determinizmi hem de
internalizmi reddeder. İrademizle değerlendirmelerimiz arasında böyle bir
nedensellik bağının oluşunu kabul etmez. Clarke aynı zamanda iradenin nedeni
olabilecek herhangi bir dışsal nedenin olabileceğini de reddeder (Vailati,
1997, s. 97).
Clarke’ın insanın iradesini
ortadan kaldıracak her şeyi reddettiğini söyleyebiliriz. Bu şeyler ister
insanın içsel düşünceleri veya değerlendirmeleri olsun, isterse de dışarıdan
insanı etkileyen herhangi bir neden olsun, Clarke’a göre bunlar insanın
iradesini belirleyen nihai şeyler olamaz. Oysaki Leibniz, Clarke’ın tam aksini
düşünmekte ve irademizin birçok şey tarafından belirlenmiş olduğunu ileri
sürmektedir.
Clarke’ın yukarıda ifade
ettiğimiz üzere insan iradesini temellendirmek için getirmiş olduğu
argümanlardan birisi tecrübelerimizdir. Yani Clarke’a göre biz esasında içsel
tecrübelerimize dayanarak özgür irade sahibi olduğumuzu fark edebiliriz. Ancak
Clarke’ın bu argümanını farklı bir şekilde kendisinin aleyhine getirmek de
pekâlâ mümkündür. Leibniz’e cevaben irademizin hiçbir şeyden etkilenmediğini
ileri süren Clarke’a karşı, kişinin kendi tecrübelerini delil olarak getirmek
de mümkündür. Dolayısıyla Clarke’a karşı, biz bir eylemde bulunurken, yapmış
olduğum bu eylemin birçok nedeni olduğunu tecrübe ettiğimizi söyleyebiliriz.
Her ne kadar Clarke’a karşı irademizin bazı şeyler tarafından belirlendiğini
söyleyebilsek de durumun her zaman bu şekilde olduğunu söylemek mümkün
değildir. Clarke’ın temel amacının insanın iradesini etkileyen hiçbir şeyin
olmadığını ileri sürmek değildir. Onun temel amacı, insanda saf bir iradenin
olduğunu ortaya koymaktır. Clarke’ın irade özgürlüğünü engelleyecek her şeye
karşı çıkmasının nedeni de bu olsa gerektir. Yoksa irademizin bazı durumlarda
bazı şeyler tarafından etkilendiği çok açıktır. Ayrıca Clarke’ın insan
iradesini yok sayan tezlere karşı çıkmasının nedeni, irademizin bazı durumlarda
bazı şeylerden etkilendiği değil, irademizin her zaman bazı şeyler tarafından
belirlendiği iddiasıdır. Dolayısıyla Clarke’a karşı irademizin bazı durumlarda
bazı şeyler tarafından etkilendiğini ileri sürmek pek makul değildir.
Clarke’ın insan özgürlüğüne
engel olabilecek bir şeyi kabul etmediğini ifade etmiştik. Söz konusu şeyler
genel olarak içsel veya dışsal etkilerdir. Bu dış etkilerin içinde ele almamız
gereken önemli bir mesele ise, Tanrı’nın irademizi belirlemiş olup olmadığı
meselesidir. Çünkü insanın özgürlüğüne karşı getirilen temel delillerden birisi
de Tanrı’nın ilmi meselesidir. Söz konusu edilen temel sorun, eğer Tanrı mutlak
ilim sahibi ise ve benim davranışlarımı da önceden biliyorsa, ben nasıl olur da
özgür bir şekilde eylemde bulunabilirim sorunudur. Söz konusu sorunda temel
mesele, Tanrı’nın ön bilgisinin benim davranışlarım üzerinde herhangi bir
etkisinin olup olmadığı meselesidir.
Clarke’a göre Tanrı’nın ön
bilgisi kesinlikle insan özgürlüğüne engel değildir ve bu durum kişiyi herhangi
bir eylemi yapmaya veya eylemden sakınmaya zorlamaz. Her ne kadar ön bilgi
kesinliği, kesinlik de zorunluluğu ima ediyor gibi görünse de Clarke’a göre bu
doğru değildir. Ona göre şeylerin zorunluluğunun sebebi Tanrı’nın ön bilgisi
değildir. Aksine Tanrı’nın ön bilgisi şeylerin zorunluluğu üzerine kurulmuştur.
Ona göre bugün meydana gelen bir olayın kesinliği dün de kesindi, ezelde de
kesindi. Ancak bu husus Tanrı’nın ön bilgisine bağlı değildir, Tanrı’nın ön
bilgisi olmasaydı da aynı kesinlik yine olacaktı. Başka bir ifadeyle Tanrı’nın
ön bilgisi herhangi bir şeyi daha kesin veya daha zorunlu bir hale getirmez
(Clarke, 1998, s. 76). Clarke’a göre Tanrı’nın bilmesi bütün şeylerin;
geçmişin, geleceğin ve şimdinin bir anda tek bir görüşle görülmesi gibidir
(Vailati, 1997, s. 20).
Clarke söz konusu hususun daha
açık olması için bu durumu kendi bilgimize de benzetebileceğimizi dile getirir.
Ona göre biz de bazen bazı şeyleri önceden bilebiliriz. Başka birisinin eylemi
üzerinde herhangi bir etkide bulunmaksızın o eylemi gerçekleşmeden önce
bilebiliriz. Daha akıllı ve tecrübeli birinin normal bir kişiden daha çok bilme
olanağı vardır. Bir meleğin bunu bilme olasılığı ise daha yüksektir. Kişinin
akıl seviyesi ve tecrübesi arttıkça hem bilmenin niceliği hem de kesinliği
artar. Fakat bizim bu bilgimiz, bildiğimiz şeyi daha kesin veya daha zorunlu
hale getirmez. Benzer şekilde Tanrı’nın bilgisi bizim bilgimize oranla daha
kesin ve daha mutlak olmasına rağmen kişinin iradesi üzerinde herhangi bir
etkide bulunmaz. Clarke’a göre bu durum her ne kadar Tanrı’nın ön bilgisinin
kişinin davranışları üzerinde bir etkisinin olmayacağı olasılığını gösterse de,
biz Tanrı’nın olacak şeyleri önceden herhangi bir sebepler zinciri olmaksızın
nasıl bildiğini ayırt edici bir tarzda açıklayamayız. Clarke’a göre bu argüman
özgürlüğe karşı olanlardan daha çok, Tanrı’nın mutlak ilmine karşı bir argüman
olmaya daha meyyaldir. Clarke, mutlak evrenselci bir kader anlayışının
Tanrı’nın mutlak ilim sahibi olmamasından daha kötü bir durum olduğunu düşünür.
Çünkü mutlak bir kader anlayışı dini ve ahlakı tamamen ortadan kaldırır.
Clarke’a göre akıl, her ne kadar kişinin özgür eylemlerinin Tanrı tarafından
nasıl bilindiğini kesin bir şekilde açıklayamasa da bunun mümkün olduğunu
kavrar (Clarke, 1998, s. 76-78). Clarke’ın söz konusu ettiği bu hususların yeni
bir şey olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Benzer tartışmaların çok eskiye
dayandığı açıktır. Clarke’ın söylemiş olduğu bu hususların birçoğu Boethius
tarafından da dile getirilmiştir. Tanrı’nın mutlak ilminin insan özgürlüğüne
engel olup olmadığı meselesini meşhur eseri Felsefenin Tesellisinde tartışmış
ve mutlak bilginin insan özgürlüğüne engel olmadığını savunmuştur. Çünkü ona
göre de esas mesele “Gelecekteki olayların zorunlu olmasının nedeni Tanrısal
öngörü müdür? meselesidir. Bu durumda Boethius da Tanrısal öngörünün nedeninin
gelecekteki olayların zorunluluğu olduğunu iddia etmiş ve dolayısıyla Tanrısal
öngörünün hiçbir şekilde insanın özgürlüğüne engel olmadığını savunmuştur
(Boethius, 2006, s. 319-321). Bu konuya farklı bir açılım getiren Descartes ise
söz konusu hususla ilgili olarak Tanrı’nın mutlak ilmi ile her şeyi bilme
kudretine sahip olduğunu ve zekâmızın bunu çok açık bir şekilde bileceğini,
ancak bu Tanrısal güce rağmen Tanrı’nın insanın iradesini nasıl özgür ve
belirsiz bıraktığını ise zekâmızın kavrayamayacağını iddia etmiştir (Descartes,
2015, s. 92).
Tanrı’nın ilminin de insanın
özgür irade sahibi olmasına engel olmadığını savunan Clarke, dolayısıyla irade
özgürlüğüne engel olabilecek bütün tezleri kendi zaviyesinden çürütmüş
görünmektedir. Clarke’ın irade özgürlüğüne bu kadar vurgu yapmasının temel
nedeni; ona göre ahlakın ve dinin temel dayanağını korumak olsa da, Clarke
açısından bir diğer önemli husus, iradenin Tanrı’nın insanoğluna bahşettiği en
önemli hediye olmasıdır. Dolayısıyla Clarke’a göre özgür iradenin herhangi bir
kusur olması da söz konusu değildir. (Clarke, 1998, s. 88-89)
Clarke’a göre eğer özgür irade
bir kusur olsaydı, Tanrı’nın bir vasfı olmazdı. Hâlbuki özgürlüğün en tam ve
mükemmel şekli Tanrı’da bulunur. Bir varlığı diğer varlıklardan üstün kılan bir
özellik varsa o da sahip olduğu özgürlüğüdür. Özgürlüğü ne kadar tam ve
mükemmelse kendisi de o kadar tam ve mükemmeldir. En mükemmel özgürlük sahibi
varlığın, seçimlerine asla cehalet, aldanma, ön yargı ve yönlendirme gibi
şeyler etki etmez. Özgür irade, insanoğlunun sahip olduğu en mükemmel
vasıflardan biri olsa da bazen de insanın sahip olduğu en büyük kusur olabilir.
Çünkü özgür irade kötülüklerin, günahların ve ıstırapların vesilesidir.
Özgürlüğün kişiyi sefalete sürüklemiş olduğu doğru görünse de bu hususta asıl
mesele özgürlük vasfına sahip olup olmamak değildir. Çünkü esasında kişiyi
kötülüğe götüren özgürlüğün insanoğlu tarafından istismar edilmesidir. Esas
önemli olan hususun kişinin sahip olduğu bu özgürlüğü kullanma biçimi olduğunu
söylemek pekâlâ mümkündür. Bu durumda da kişi doğal olarak yapmış olduğu
eylemlerinden dolayı sorumlu olacaktır. (Clarke, 1998, s. 88-89)
SONUÇ
Clarke’a göre Tanrı’nın
varlığını ve sıfatlarını çok açık ve kesin bir şekilde ispat etmek mümkündür.
Bunu yapmanın en iyi yolu ise a priori bir kanıtlama türüdür. Çünkü bu şekilde
oluşturulmuş bir argümanda sonuç sadece sağlam olmayacak aynı zamanda zorunlu
olarak da doğru olacaktır. Ayrıca bu kanıtlama türü, Tanrı’nın varlığını kesin
bir şekilde ortaya koymanın yanı sıra, Tanrı’nın varlık tarzını ve diğer birçok
sıfatını da kesin bir şekilde ortaya koyma açısından diğer kanıtlama
türlerinden daha ileride olacaktır. Öte yandan böyle bir kanıtlama, diğer
kanıtlama türlerinin içerdiği hatalardan da uzak olacaktır. Sözgelimi mükemmel
varlık fikrinden hareketle oluşturulan ontolojik argüman, Tanrı’nın varlığını
insanın varlığına bağlanmış görünmektedir. Çünkü argümanın çıkış noktası
bireyin zihnidir. Dolayısıyla insanın yokluğunu varsaydığımızda mükemmel varlığın
yokluğunu da varsayabiliriz. Anlaşılması a priori argümana nispetle daha kolay
olan a posteriori argüman ise, Tanrı’nın varlık tarzına ilişkin pek bir şey
söylememektedir. Sözgelimi evrenin düzeninden ve mükemmel uyumundan bunun bir
yaratıcısı olduğunu ileri sürebiliriz ancak bu yaratıcının yarın da var
olacağını a posteriori argümanın ispat etmesi mümkün değildir. Clarke söz
konusu ettiğimiz gerekçeleri ileri sürerek, ateistlere karşı ileri
sürülebilecek en iyi kanıtlama türünün a priori delili olduğunu iddia etmiştir.
Clarke her ne kadar
argümanının a priori bir delil olduğunu öne sürse de ondan sonra gelen birçok
filozof ve teolog Clarke’ın argümanının kozmolojik bir argüman olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Kozmolojik argümanı duyusallardan hareketle oluşturulan argüman
türü, a priori delili ise salt akli çıkarımlara dayanan argüman türü olarak
tanımlarsak, Clarke’ın delilinin a priori olmaya daha yakın olduğunu
söyleyebiliriz. Clarke’ın argümanının kozmolojik argüman olduğunu iddia edenler
ise genel olarak onun “şimdi bir şeylerin var olduğu” önermesinden hareketle
argümanını kurmuş olduğunu ileri sürmektedirler. Şimdi bir şeylerin var olduğu
önermesi de akli bir çıkarıma değil, duyusal tecrübelere dayanmaktadır. Bundan
dolayı da Clarke’ın argümanının kozmolojik argüman olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Ancak Clarke her ne kadar böyle bir önerme kurmuş olsa da bu önermeden
hareketle zorunlu varlığa ulaştığını söylememiz mümkün değildir. Clarke’ın söz
konusu önermeden hareketle çıkardığı sonuç ezelden bazı varlıkların var olması
gerektiğidir. Ayrıca zorunlu varlık fikrinin esas kaynağı duyusal dünyaya ait
şeyler değil, tamamen akli bir çıkarım olan veya a priori bir sezgi olan
zorunluluk kavramıdır. Dolayısıyla Clarke’ın argümanının tamamen a posteriori
olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü Clarke argümanının başlangıcında
tecrübeyle sabit olan bir şeye temas ettikten sonra, Tanrı’nın zorunluluğunu ve
O’na ait varlık tarzlarını sırf akli çıkarımlara dayandırmaktadır. Bundan
dolayı da Clarke’ın argümanının başlangıç olarak a posteriori olduğunu kabul
etsek de, argümanın geleneksel Tanrı inancını temellendirme hususunda a priori
olduğunu söyleyebiliriz.
Clarke’ın a priori delili,
ifade ettiğimiz üzere zorunluluk kavramından hareketle oluşturulan zorunlu
varlık fikrine dayanmaktadır. Buna göre zorunlu varlık; yokluğu düşünülemeyen,
mantıksal açıdan yokluğunun tasavvur edilmesi çelişkiye yol açan varlıktır.
Clarke’ın kurduğu argümanın ilk adımını; “şimdi bazı şeyler varsa ezelden bazı
varlıklar var olmalıdır”, önermesi oluşturur. Devamında olumsal varlıkların
varlık kaynağını aldıkları ezeli varlığın bağımsız olması gerektiğini savunan
Clarke, ezeli ve bağımsız olan varlığın varlığı herhangi bir dış nedene
dayanmayacağından, O’nun varlığının kendinden olması gerektiğini ileri
sürmüştür. Varlığının kendinden olması ise O’nun zorunlu varlık olduğu anlamına
gelmektedir. Yani varlığının nedeni yine kendi doğasıdır.
Clarke’ın söz konusu argümanı,
hem kendi zamanında hem de kendisinden sonra birçok filozof tarafından eleştirilmiştir.
Clarke kendi zamanında yapılmış eleştirilere ve yapılması muhtemel bazı
eleştirilere de cevap vermiştir. Ancak Clarke’ın argümanına yönelik en ciddi
eleştirilerden birisi kendisinden sonra gelen David Hume tarafından
yapılmıştır. Dialogues Concerning Natural Religion isimli eserinin 9.
kısmında Clarke’ın argümanını Demea karakteriyle ifade edip, Cleanthes
karakteriyle de eleştirmiştir. Ancak Hume’un Clarke’ın argümanına yönelik
eleştirilerinin başarılı olduğunu söylemek mümkün değildir. Ayrıca çağdaş
felsefecilerden E. J. Khamara, Hume’un Clarke’ın argümanına yönelik
eleştirileri değerlendirdiği makalesinde, Hume’un eleştirilerinden hiç
birisinin Clarke’ın argümanına ilişemeyeceğini iddia etmiştir. Ancak kendisi
Clarke’ın argümanında modal yanılgı olduğunu ileri sürmüştür. Bu yanılgının da,
“bütün olumsal varlıkların dışsal bir nedeni vardır”, şeklindeki nedensellik
ilkesi tarafından örtüldüğünü ifade etmiştir. Ancak Khamara’nın Clarke’ın
argümanına yönelik eleştirilerinin de çok sağlam olduğunu söylemek mümkün
değildir. Çünkü Clarke, zorunlu varlığı olumsal varlıklar üzerinden değil,
zorunluluk kavramı üzerinden temellendirmiştir.
Clarke’ın argümanının
mantıksal açıdan sağlam olduğunu söylemek mümkündür. Dolayısıyla Clarke’ın
amacını gerçekleştirdiğini de söyleyebiliriz. Ancak zorunlu varlık fikrinden
hareketle oluşturmuş olduğu a priori argümanının, halkın geneline hitap eden,
çok açık bir argüman olduğunu söylemek mümkün değildir.
Clarke, daha önce ifade
ettiğimiz üzere argümanıyla sadece Tanrı’nın varlığını değil aynı zamanda O’nun
varlık tarzını ve diğer bazı sıfatlarını da kesin bir şekilde ispat ettiğini
söyler. Clarke’ın kesin bir şekilde ispat ettiğini düşündüğü temel meselelerden
birisi de Tanrı’nın birliği/tekliği mevzusudur. Clarke Tanrı’nın birliğini de
yine zorunluluk üzerinden temellendirmiştir. Onun A Demonstratiorida
birlik meselesiyle ilgili olarak iki argüman sunmuş olduğunu görmekteyiz.
Bunlardan birincisi zorunluluğun basitliğine dayanır. Buna göre zorunluluk
basit olduğundan sadece tek bir varlığa kaynaklık edebilir. İkinci argüman ise
zorunlu varlık, yokluğunu varsaydığımızda çelişkiye düştüğümüz varlıktır,
şeklindeki tanımdan hareket eder. Buna göre birden fazla zorunlu varlığın
olduğunu varsaydığımızda, bunlardan herhangi birini, diğerinin yokluğunu
varsayarak düşünebiliriz. Oysaki zorunlu varlık, yokluğunu düşünemeyeceğimiz
varlıktır. Dolayısıyla birden fazla zorunlu varlığın olduğunu varsaydığımızda
çelişkiye düşeriz. Ancak Clarke’ın bu ikinci argümandaki temellendirmesi olumsallık
üzerine inşa edilmiş gibidir. Bundan dolayı bu temellendirmenin çok sağlam
olduğunu söylemek mümkün değildir. Clarke’ın zorunluluk kavramının basitliği
üzerine inşa ettiği argümanın sağlam olduğunu varsaysak dahi, argümanın çok
açık olduğunu söylemek pek mümkün görünmemektedir.
Clarke’ın Tanrı’nın varlık
tarzına ilişkin ispatlamaları, genel olarak Tanrı’nın birliğini ispat etme
tarzına benzediğini söyleyebiliriz. Başka bir ifadeyle Clarke’ın Tanrı’nın
sıfatlarıyla ilgili olarak yapmış olduğu temellendirmeler, genel olarak akli
çıkarımlara dayanmaktadır. Dolayısıyla Clarke’ın Tanrı’nın sıfatlarını
ispatlarken Kutsal Kitap’a başvurmadığını da söyleyebiliriz. Öte yandan Clarke
Tanrı’nın sıfatlarını temellendirirken bütün sıfatları aynı şekilde ele almamıştır.
Onun sıfatları üç ayrı başlıkta incelediğini söyleyebiliriz. Clarke’ın makul
bir şekilde yapmış olduğu bu ayırıma göre; Tanrı’nın ezeli oluşu, değişmez
oluşu ve sınırsız oluşu gibi özellikleri daha çok Tanrı’nın varlık tarzı iken,
başka bir ifadeyle Tanrı’nın modları iken, Tanrı’nın mutlak kudret sahibi
oluşu, sınırsız hikmet ve akıl sahibi oluşu gibi özellikleri ise Tanrı’nın
zatında var olan özsel sıfatlardır. Özsel sıfatlar ve Tanrı’nın iradesine bağlı
diğer sıfatlar ise ahlakî mükemmellikler diye tabir ettiğimiz; O’nun salt iyi,
doğru ve mutlak adalet sahibi olduğunu bildiren sıfatlardır.
Clarke’ın Tanrı’ya atfetmiş
olduğu sıfatlar aynı zamanda O’nun evren anlayışının şekillenmesinde de önemli
bir rol oynamıştır. Sözgelimi Tanrı’nın evrene müdahalede bulunup bulunmadığı
meselesini Leibniz ile tartışırken, Tanrı’nın mükemmelliği için evrene
müdahalede bulunması gerektiğini ileri sürmüştür. Oysaki Leibniz ise tam
tersini ileri sürmüştür. Leibniz’e göre Tanrı’nın evrene müdahalede bulunması
demek, Tanrı’nın yapmış olduğu şeyi en iyi şekilde yapmadığını söylemektir. Bu
ise Tanrı’nın mutlak hikmet sahibi ve mutlak ilim sahibi olmasıyla çelişiktir.
Ancak Leibniz’in burada kesin bir şekilde haklı olduğunu söylemek mümkün
değildir. Çünkü kesin bir şekilde haklı olduğunu söylemek için her müdahalenin
herhangi bir kusurdan dolayı olması gerekir. Oysaki böyle bir şeyin olduğunu
söylemek mümkün değildir. Clarke ise Leibniz’in iddia ettiği şeyin Tanrı’nın
hükümranlığını yok ettiğini düşünmektedir. Clarke haklı olarak Leibniz’in
savunduğu evren anlayışının kişiyi tamamen determinizme götüreceğini de iddia
etmiştir. Clarke ayrıca bu konudaki düşüncelerini Newtoncu fizik anlayışıyla da
desteklemiştir. Çünkü Newton, evrenin devamlı mükemmel işleyişi için, Tanrı’nın
müdahalelerinin olması gerektiğini düşünmüştür.
Clarke ile Leibniz sadece
Tanrı’nın evrene müdahalede bulunup bulunmadığı meselesini değil, bu konuya
paralel olarak birçok meseleyi tartışmışlardır. Bu konuların en önemlilerinden
birisi de zaman ve mekân meselesidir. Clarke, zamanı ve mekânı Tanrı’nın
modları olarak görmüştür. Tanrı’nın sonsuzluğunu, sınırsızlığını, her an her
yerde oluşunu da zaman ve mekânla açıklamıştır. Clarke’a göre zaman ve mekân
Tanrı’nın varlığının zorunlu sonucudur. Zira ilahi doğanın eylemde bulunması
için zamanın ve mekânın olması gerekir. Dolayısıyla bunların ezeli olduğunu
söylemek mümkündür. Aynı zamanda bu durum Tanrı’nın zamanın ve mekânın içinde
eylemde bulunduğunu da göstermektedir. Fakat Clarke’a göre Tanrı her ne kadar
zamanın içinde eylemde bulunsa da bizâtihi kendisi zamanın içinde değildir.
Zaman Tanrı’nın ezeli ve
ebediliğini sağlarken, mekân da Tanrı’nın sınırsız oluşunu sağlamaktadır.
Clarke’a göre Tanrı’nın ezeli ve ebedi olduğunu söylemek O’nun bütün zamanlar
boyunca var olduğunu söylemek demektir. Yoksa Tanrı’nın zamanın üstünde
olduğunu veya zamana aşkın olduğunu söylemek değildir. Tanrı’nın evrene
müdahalede bulunduğunu iddia eden biri için, Tanrı’nın bütün zamanlar boyunca
var olduğunu söylemek, O’nun zamanın üstünde olduğunu söylemekten daha
makuldür. Dolayısıyla Clarke’ın fikri planda tutarlı olduğunu söyleyebiliriz.
Ancak Clarke’ın zaman ve mekân konusuyla ilgili fikirlerini açık bir şekilde
temellendirdiğini söyleyemeyiz. Öte yandan Tanrı’nın sınırsızlığı için mekâna
başvuran Clarke’ın bu konudaki görüşlerinde de çok açık olduğunu söylemek
mümkün değildir. Clarke’ın Tanrı’nın sınırsız oluşuyla birlikte O’nun her an
her yerde oluşunu mekâna bağlamasının sonuçlarından birinin ise Tanrı’nın ilmi
meselesi olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla mutlak ilmin dayanağının da mekân
olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir ifadeyle Tanrı’nın ilminin temel dayanağı
O’nun her an her yerde olmasıdır. Leibniz bu hususta da Clarke’a karşı çıkmış,
Tanrı’nın evreni sürekli yaratarak bildiğini ifade etmiştir. Tanrı’nın
aşkınlığı açısından Leibniz’in iddiasının Clarke’ın iddiasından daha güçlü
olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca eşyanın hakikatini ve doğasını bilme açısından
da Leibniz’in iddiasının daha makul olduğunu söyleyebiliriz. Clarke’ın ifade
ettiği Tanrı’nın her an her yerde olmasıyla evreni bilmesi, beşeri bir bilme
tarzına benzemektedir. Dolayısıyla Clarke’ın Tanrı’nın her an her yerde
olmasıyla evreni bildiği iddiası pek çok açıdan eleştirilebilir. Ayrıca
Tanrı’nın evreni bilme tarzıyla ilgili olarak Leibniz’in daha çok aşkınlığa
vurgu yaptığını, Clarke’ın ise içkinliğe vurgu yaptığını söyleyebiliriz. Bundan
dolayı her ne kadar Clarke Leibniz’in eleştirilerini reddetse de, Leibniz,
Clarke’ı Tanrı’yı evrenin ruhu yapmakla suçlamıştır. Tanrı-evren ilişkisiyle
ilgili olarak Clarke’ın Leibniz’e yönelttiği determinizm eleştirisi güçlü
görünürken; Leibniz’in de Clarke’a yönelttiği Tanrı’yı evrenin ruhu kıldığı
eleştirisi güçlü görünmektedir.
Zaman ve mekân üzerinden
süregelen Leibniz-Clarke tartışması, sadece zaman ve mekânla sınırlı kalmamış
aynı zamanda diğer birçok konuda da bu tartışmalar sürmüştür. Tartıştıkları
temel meselelerden birisi de ruh meselesidir. Clarke’ın ruh ile ilgili genel
düşüncelerine bakacak olursak, ona göre ruh; gayri maddi, bilinç sahibi bir
tözdür. Aynı zamanda Clarke’a göre ruh, doğal olarak ölümsüzdür. Clarke ruhun
gayri maddiliğini bilinç üzerinden temellendirmektedir. Clarke’ın burada ifade
ettiğimiz bilinçten kastı düşünmenin içine dâhil edebileceğimiz her şeydir. Clarke’a
göre bilinç; gerçek, bireysel ve basit bir niteliktir. Bundan dolayı da bilinç,
ne maddi bir töze ait bir nitelik olabilir ne de maddi herhangi bir sistem
tarafından üretilebilir. Dolayısıyla bilincin gayri maddi bir töze ait olması
gerekir. Clarke’a göre bu gayri maddi töz de ruhtur. Clarke ruhun gayri
maddiliğini O’nun doğal olarak ölümsüz olmasının bir nedeni olarak kabul
etmiştir. Bundan dolayı Clarke’ın ruhun ölümsüzlüğü ile ilgili yazmış olduğu
mektuplarda genel olarak ruhun ölümsüzlüğünü, ruhun gayri maddi oluş tarzına
bağlamıştır. Bunun temel nedeni ise esasında bu konuları Collins ile tartışmış
olmasıdır. Çünkü Collins bilincin gayri maddi bir töze ait olma zorunluluğunun
olmadığını ileri sürmüştür. Ona göre ruhun da gayri maddi bir töz olmasına
gerek yoktur. Zira ruh da pekâlâ maddi şeyler tarafından oluşturulmuş bir ahenk
olabilir.
Clarke’ın ve Leibniz’in
özellikle ruhun gayri maddiliği ve ölümsüz olmaları hususunda hemfikir
olduklarını söyleyebiliriz. Nitekim her iki filozof da ruhun gayri maddi
olduğunu ve doğal olarak ölümsüz olduğunu savunmuşlardır. Ancak ruh meselesiyle
ilgili olarak her iki filozofun tartıştıkları ve bir uzlaşıya varamadıkları
temel mesele ise ruh-beden ilişkisinin nasıllığıdır. Çünkü Clarke ruh ile beden
arasındaki ilişkiyi, ruhun uzamsal olması gerektiğinden hareketle açıklarken,
Leibniz ise bu durumu önceden kurulmuş ahenk teorisiyle açıklamaya çalışmıştır.
Leibniz’in Clarke’ı eleştirdiği temel husus, ruhun uzamsal olmasından dolayı
bölünebilir olması gerektiğine dairdir. Clarke Leibniz’in bu iddiasını kabul
etmez. Çünkü ruhun uzamsal olması, bedenin her yerine bir uzamı gerektirmez,
sadece beynin algılama merkezine uzamı gerekli kılar. Ayrıca Clarke mekânın da
uzamsal olduğunu ama parçalardan müteşekkil olmadığını ileri sürerek Leibniz’in
iddialarının sağlam olmadığını ileri sürmüştür. Öte yandan Clarke, önceden
kurulmuş ahenk teorisinin kişiyi katı bir kaderciliğe sevk edeceğini ve
dolayısıyla insanın özgürlüğünü ortadan kaldıracağını iddia etmiştir. Clarke’ın
böyle bir iddiada bulunmasının temel nedeni ise onun özgür iradeye verdiği
önemdir.
Clarke özgür irade meselesinde
de kişinin sahip olduğu saf bir iradenin olduğunu savunmuştur. Bundan dolayı da
özgür iradeyi ortadan kaldıracak her türlü fikre karşı çıkmıştır. Clarke bu
konuyu özellikle Spinoza’nın fikirleri çerçevesinde tartışmış ve Spinoza’nın
iddialarını reddetmiştir. Özgür irade meselesinde Clarke’ın tartıştığı bir
diğer kişi de Bulkeley’dir. Çünkü Bulkeley de iradenin aklın son hükmü
tarafından belirlenmiş olabileceğini ileri sürmüş ve dolayısıyla aslında
iradenin başka şeyler tarafından belirlendiğini iddia etmiştir. Clarke ise hem
Spinoza’nın “irade yoktur; fikirler vardır”, iddiasına karşı çıkmış hem de
Bulkeley ve Leibniz tarafından ileri sürülen özgür iradenin başka şeyler
tarından belirlendiğine karşı çıkmıştır. Clarke’a göre özgür irade, bir şeyi
yapıp yapmama hususunda eylemde bulunma gücüdür. Dolayısıyla bunun başka şeyler
tarafından belirlenmiş olması mümkün değildir. Zira özgür irade Tanrı’nın insana
vermiş olduğu en büyük hediyedir.
Clarke özgür iradeyi hem dinin
hem de ahlakın kaynağı ve temeli olarak görmüştür. Zira ona göre özgür irade
yoksa ne dinin ne de ahlakın bir anlamı olacaktır. Çünkü her şey zorunlulukla
olacaktır. Böyle bir durumda da kişinin herhangi bir şeyle sorumlu tutulması da
mümkün olmayacaktır. Clarke’a göre özgür iradenin varlığının ortaya konulması
kötülük probleminin de bir bakıma ortadan kaldırılmasını sağlayacaktır. Çünkü
Clarke esas olan kötülüklerin ahlakî kötülükler olduğunu ileri sürmüş, bunların
kaynağının da bireyin sahip olduğu özgür irade olduğunu iddia etmiştir.
Dolayısıyla Clarke açısından bu tür kötülüklerden hareketle Tanrı’nın
olmadığını veya Tanrı’nın bazı sıfatlarında noksanlık olduğunu ileri sürmek
makul değildir.
Son tahlilde şunu söylebiliriz
ki; tezimiz boyunca açıklamaya ve değerlendirmeye çalıştığımız, Clarke’ın
metafiziğinin sonraki dönemlere etkisinin az olması, onun görüşlerinin önemsiz
olduğu anlamına gelmemektedir. Clarke’ın etkisinin genel olarak 18. yüzyıldan
sonra bitmiş olması esasında Clarke’a bağlı bir şey değil, genel olarak
felsefenin temel konularında bir eksen değişikliğinin olmasından kaynaklanır.
Bu durum sadece Batı için de geçerli değildir. Benzer şekilde İslam
coğrafyasında da 18. yüzyıldan sonra felsefenin genel olarak tartıştığı konular
değişmiştir. Bu minvalde belki de söz konusu bu tartışmaları ele alan son isim
Gelenbevi’dir. O da 18. yüzyılda yaşamıştır. Dolayısıyla genel olarak
felsefenin ana konularında yaşanan değişikliğin Clarke’ın sonraki yüzyıllara
etkisini azalttığını söyleyebiliriz. Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren özellikle Batı’da Clarke ile ilgili birçok makale ve tez kaleme
alınmıştır. Ülkemizde ise Clarke özelinde yapılmış müstakil herhangi bir
çalışma bulunmamaktadır. Tezimizin bu konuda yapılmış ilk çalışma olması
hasebiyle, çeşitli eksiklikleri olduğunu kabul ederek, bundan sonra Clarke
hakkında yapılması muhtemel çalışmalara bir perspektif sağlamasını umuyoruz.
KAYNAKÇA
Adams, R. M. (1971). Has It
Been Proved That All Real Existence Is Contingent?
American Philosophical
Quarterly, 8(3), 284-291.
Adams, R. M. (1987). Divine
Necessity. T. V. Morris, & T. V. Morris (Dü.) içinde, The Concept Of God
(s. 41). New York: Oxford Unıversity Yayınları.
Akdağ, Ö. (2016). Tanrı ve
Özgürlük Gazâlî ve Thomas Aquinas Ekseninde Bir inceleme. Ankara: Elis
Yayınları.
Aydın, M. S. (2014). Din
Felsefesi (13. b.). İzmir: İzmir İlahiyat Vakfı Yayınları.
Beki,
M. (2015). Mükemmellik ve Ontolojik Kanıt. Dini Araştırmalar Dergisi, 18(47),
119-145.
Boethius, A. M. (2006). Felsefenin
Tesellisi. (Ç. Dürüşken, Çev.) İstanbul: Kabalcı ^(Yayınevi.
Boylan, M. (2019, Mart 23). Galen
(130-200 C.E). Internet Encyclopedia of Philosophy: https://www.iep.utm.edu/galen/
adresinden alındı
Cevizci, A. (2010). Felsefe
Sözlüğü. İstanbul: Paradigma Yayınları.
Cevizci, A. (2015). Felsefe
Tarihi Thales'ten Baudrillard'a (6. b.). İstanbul: Say Yayınları.
Chernoff, F. (1981). Lebniz's
Principle of the Identity of İndiscernibles. The Philosophical Quarterly, 31(123),
126-138.
Clarke, S. (1712). The
Scripture Doctrine of The Trinity. Londra.
Clarke, S. (1727). A
Discourse Concerning the Unchangeable Obligations of Natural
Religion, and The Truth and
Certainty of The Christian Revelation (7. b.). London.
Clarke,
S. (1978). The Works (Cilt II). (R. Wellek, Dü.) New York & Londra:
Garland Yayınları.
Clarke,
S. (1998). A Demonstration of the Being andAttributes of God and Other
Writings. (E. Vailati, Dü.) Cambridge: Cambridge Üniversitesi Yayınları.
Clarke,
S., & Collins, A. (1707-1708). The Correspondence of Samuel Clarke and
Antony Collins. (W. L. Uzgalis, Dü.) broadview editions.
Clayton, E. (2019, Mart 27). Marcus
Tullius Cicero (M.Ö 106-43). İnternet
Encyclopedia of Philosophy: https://www.iep.utm.edu/cicero/
adresinden alındı Crews-Anderson, T. A. (2007). Critical Thinking
andInformal Logic. Humanities-
Ebooks. co.uk.
Cunningham,
G. G. (1834). Lives of Eminent andIllustrious English Men (Cilt III).
Edinburgh.
Çevik,
M. (2006). DavidHume ve Din Felsefesi. İstanbul: Dergâh Yayınları.
Dağ,
M. (1978). Ontolojik Delil ve Çıkmazları. Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi(23), 287-218.
Descartes,
R. (1991). The Philosophical Writings of Descartes. (J. Cottıngham, R.
Stoothoff,
D. Murdoch, A. Kenny, Dü, & A. Kenny, Çev.) New York: Cambridge University
Yayınları.
Descartes,
R. (2015). Felsefenin İlkeleri. (M. Akın, Çev.) İstanbul: Say Yayınları.
Erdem,
E. (2011). İbn Sînâ’nın Metafizik Delili. Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi(52), 97-119.
Foakes-Jackson,
F. J. (1908). Arianism. J. Hasting, H. A., & D. D. (Dü) içinde, Encyclopedia
of Religion andEthics (Cilt 1, s. 775-786). Edinburgh.
Gazâlî,
E. H. (Tarihsiz). elMaksadu'l-Esna Şerhu Esmâ'u'llâh el-Husnâ. Mısır:
Matba'atu't-Tekaddum.
Gazâlî,
E. H. (Tarihsiz). İhyau Ulumi'd-din (Cilt IV). Beyrut: Daru'l-marife.
Gündüz,
Ş. (1998). Din ve İnanç Sözlüğü. Ankara: Vadi Yayınları.
Harrison,
P. (1995). Science, Miracles, and the Laws of Nature. Journal of the History
of Ideas, 56(4), 531-553.
Hume,
D. (1995). Din Üstüne (3. b.). (M. Tunçay, Çev.) Ankara: İmge Kitapevi
Yayınları.
Izutsu,
T. (2003). İslam'da Varlık Düşüncesi (2. b.). (İ. Kalın, Çev.) İstanbul:
İnsan Yayınları.
Kannengiesser,
C. (1987). Arianism. L. Jones (Dü.) içinde, Encyclopedia of Religion (Cilt
1, s. 478-479).
Khamara,
E. J. (1992, Ocak). Hume Versus Clarke on the Cosmological Argument. The
Philosophical Quarterly, 42(166), 34-55.
Khamara,
E. J. (2007). Space, Time, and Theology in the Leibniz-Newton Controversy. Frankfurt:
Ontos Verlag Yayınları.
Koç,
T. (2017). Din Dili (5. b.). İstanbul: İz Yayıncılık.
Kutluer,
İ. (2002). İbn Sina Ontolojisinde Zorunlu Varlık. İstanbul: İz
Yayıncılık.
Kuvancı,
C. (2016). Gazzâlî'ye Göre Din Dili. Ankara: İlâhiyât Yayınları.
Le
Rossignol, J. E. (1892). The Ethical Philosophy of Samuel Clarke.
Leibzig.
Leibniz,
G. W. (2007). Theodicy; Essay on the Goodness of God, the Freedom of Man and
the Origin of evil. (A. Farrer, Dü., & E. M. Huggard, Çev.) Oxford:
BiblioBazaar.
Leibniz,
G. W. (2009). Theodicee Ya da Tanrı'nın Haklı Kılınması. (L. Özşar,
Çev.) İstanbul: Biblos Yayınları.
Leibniz,
G. W. (2014). Metafizik Söylemler. (H. Erdem, Çev.) İstanbul: Arya
Yayınları.
Leibniz,
G. W., & Clarke, S. (1956). The Leibniz-Clarke Correspondence. (A.
H. G., Dü.) Manchester: Machester Üniversitesi Yayınları.
Leibniz,
G., & Clarke, S. (2000). Correspondence. (R. Ariew, Dü.)
Indianapolis: Hackett Publishing Company.
Mayer,
T. (2003). İbn-i Sînâ’nın ‘Burhânu’s-Sıddıkîn’i. (T. Yeşilyurt, Dü.) Fırat
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi(88), 225-276.
Meli,
D. B. (1999). Caroline, Leibniz, and Clarke. Journal of the History of
Ideas, 469486.
Öner,
N. (2017). Klasik Mantık (15. b.). Ankara: Divan Kitap Yayınları.
Peterson,
M., Hasker, W., Reichenbach, B., & Basınger, D. (2011). Akıl ve İnanç
Din Felsefesine Giriş (5. b.). (R. Acar, Çev.) İstanbul: Küre Yayınları.
Pfizenmaier,
T. C. (1993, Ocak). The Trinitarian Theology of Dr. Samuel Clarke (16751729):
Context, sources, and controversy. Kaliforniya.
Plantinga,
A. (2014). Tanrı'nın Bir Tabiatı Var Mı? (M. S. Reçber, Çev.) Ankara:
Elis Yayınları.
Platon.
(2012). Devlet. İstanbul: Anonim Yayıncılık.
Reçber,
M. S. (2004). Tanrı'yı Bilmenin İmkânı ve Mahiyeti. Ankara: Kitâbiyât
Yayınları.
Reçber,
M. S. (2012). Gazzali ve Zorunlu Varlık Kavramı. 900. Vefat Yılında İmam
Gazzali: Milletlerarası Tartışmalı İlmi Toplantı , 547-560.
Reçber,
M. S. (2018). Tanrı'nın Varlığının Delilleri. R. Kılıç, M. S. Reçber, R. Acar,
M.
Akbaş,
M. K. Arıcan, E. Erdem, . . . Z. Yavuz, R. Kılıç, & M. S. Reçber (Dü)
içinde, Din Felsefesi El Kitabı (s. 123-154). Ankara: Grafiker
Yayınları.
Reichenbach,
B. (2018, Ocak 03). StanfordEncyclopedia of Philosophy. Stanford
Encyclopedia
of Philosophy: https://plato.stanford.edu/cgi-
bin/encyclopedia/archinfo.cgi?entry=cosmological-argument adresinden
alındı
Rowe,
W. L. (1971). The Cosmological Argument. Noûs, 5(1), 49-61.
Spinoza,
B. D. (2013). ETHICA Geometrik Yöntemle Kanıtlanmış ve Beş Bölüme
Ayrılmış
Ahlak. (Ç. Dürüşken, Çev.) İstanbul: Kabalcı Yayıncılık.
Tarnas,
R. (2011). Batı Düşüncesi Tarihi Antik Yunan'dan Modern Döneme (3. b., Cilt
I). (Y. Kaplan, Çev.) İstanbul: Külliyat Yayınları.
Tarnas,
R. (2012). Batı Düşüncesi Tarihi Moderniteden Günümüze Kadar (2. b.,
Cilt II).
(Y.
Kaplan, Çev.) İstanbul: Külliyat Yayınları.
Taylan,
N. (2015). Düşünce Tarihinde Tanrı Sorunu (3. b.). İstanbul: Mahya
Yayınları.
Türker,
Ö. (2019). Varlık Nedir? Islâm Filozoflarının Varlık Tasavvuru.
İstanbul: Ketebe Yayınları.
Uzgalis,
W. (2019, Nisan 17). Anthony Collins. Stanford Encyclopedia of
Philosophy: <https://plato.stanford.edu/archives/win2014/entries/collins/>
adresinden alındı
Vailati,
E. (1993). Clarke's Extended Soul. Journal of the History of Phlisophy,
31(3), 387-403.
Vailati,
E. (1997). Leibniz and Clarke: AStudy of their Correspondence. Newyork:
Oxford Üniversitesi Yayınları.
Whiston,
W. (1730). HistoricalMemoirs of the Life of Dr. Samuel Clarke. Londra.
Wigelsworth,
J. R. (2001-2003). The Sleeping Habits of Matter and Spirit: Samuel
Clarke
and Anthony Collins on the Immortality of the Soul. Past Imperfect(9\ 1-24.
Yaran,
C. S. (1997). Kötülük ve Theodise. Ankara: Vadi Yayınları.
Yenter,
T., & Vailati, E. (2017, Mart 14). Samuel Clarke. Stanford
Encyclopedia of
Philosophy:
https://plato.stanford.edu/archives/win2017/entries/clarke/
adresinden alındı
[2] Arius (256-336) tarafından ortaya konan, Hristiyanların teslisle
ilgili olan genel inanışların aksine Oğul’un ezeli olmadığını, Baba tarafından
belli bir zamanda yaratılmış olduğunu iddia eden öğretidir. Kısaca bu öğretiye
göre Oğul; başlangıcı olmayan, sonsuz ve her şeye gücü yeten gerçek bir Tanrı
değildir. (Gündüz, 1998, s. 40-41) Ayrıntılı bilgi için Bkz. (Kannengiesser,
1987) (Foakes-Jackson, 1908)
[3] Teslisin bir töz üç kişilik mottosunun yerine
Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un Tann’nın üç farklı yönü veya özelliği olduğunu
iddia eden öğretidir. Tann’nın birliğini bu şekilde savunan bir akımdır.
“Hıristiyanlıkta Monarkianizm akımını Modalist şekli için kullanılan isimdir”
(Gündüz, 1998, s. 326).
[4] Henry
Dodwell (1641-1711), İngiliz-İrlandalı teolog ve yazar. Clarke ile genel olarak
ruh hakkında tartışmışlardır. Clarke ruhun gayri maddi oluşunu ve doğal olarak
ölümsüz olduğunu Dodwell’a ispat etmeye çalışmıştır. Söz konusu mektuplar için
Bkz. (Clarke, 1998, s. 151-160).
4
Joseph Butler (1692-1752), 18. Yüzyıl İngiliz ahlak filozofu ve
teoloğu. Clarke ile birçok
mektuplaşmaları
olmuştur. Genel itibariyle ele alınan konular Tanrı’nın her an her yerde oluşu
ve ilahi zorunluluktur. Söz konusu yazışmalar için Bkz. (Clarke, 1998, s.
95-111).
5
Anthony Collins (1676-1729),
İngiltere’de 18. Yüzyılın ilk otuzlu yıllarında ortaya çıkan deist ve
materyalist olarak bilinen özgür düşünürler grubunun üyelerindendir. Locke’un son
zamanlarında arkadaşlığını yapmış ve onun fikirlerinden etkilenmiştir. Genel
itibariyle dine karşı bir tavır sergilemiştir (Uzgalis, 2019).
[7] Clarke’ın hayatına dair arkadaşlarının hatıraları için, William
Whiston’un Clarke’ın ölümünden bir yıl sonra yayınladığı eserine bkz..
(Whiston, 1730)
[8] Gazâlî Tanrı’nın zatını idrak edemeyeceğimizi iddia etmiştir.
İnsanın Tanrı’nın zatını bilemeyişini yarasının güneşe bakamaması durumuna
benzetmiştir. Dolayısıyla nasıl ki yarasada güneşi algılama ve anlama yeteneği
yoksa benzer şekilde insanın sahip olduğu yetiler bakımından Tanrı’nın zatını
bilme imkânı yoktur. Gazâlî’nin söz konusu mesele ile ilgili görüşlerinin
detayı için Bkz. (Gazâlî, İhyau Ulumi'd-din, Tarihsiz, s. 320-322) (Gazâlî, el
Maksadu'l-Esna Şerhu Esmâ'u'llâh el-Husnâ, Tarihsiz)
[9] Burada her iki filozof için kullanmış olduğumuz Bir kavramı
esasında iki filozof için aynı manada değildir. Birliği Clarke daha çok
Tanrı’nın tek oluşuyla ilgili olarak ele alırken (Clarke, 1998, s. 35-36) İbn
Sina daha çok Tanrı’nın basit oluşu yönüyle ele almıştır. İbn Sina’da Bir’lik
daha çok bölünememezlik ile ilgilidir. Bizim kastettiğimiz tek olma meselesi
ise İbn Sina metafiziğinde daha çok benzememezlik olarak ele alınmaktadır. İbn
Sina’nın bu mesele ile ilgili görüşleri için Bkz. (Kutluer, 2002, s. 98-130)
[10] Kötülük problemini başka bir başlıkta incelediğimizden burada
detaylarına girmeyecek, sadece Clarke’ın vermiş olduğu kısa cevapları dile
getirip değerlendireceğiz.
[11] P ise Q, P, O halde Q şeklinde ifade edilen bir
kıyas formudur. (Crews-Anderson, 2007, s. 29)
[12] Ahlakî kötülük problemini kötülük problemi
başlığı altında incelediğimizden dolayı burada ayrıntılarına girmeyecek sadece
Clarke’ın vermiş olduğu kısa cevabı değerlendireceğiz.
[13] Toshihiko Izutsu, İbn Sina’nın
eserinde vücud yerine mevcud kelimesini kullandığını bunu da bilinçli bir
şekilde yaptığını iddia etmiştir. Çünkü ona göre İbn Sina’nın amacı var olma
fiilinden bahsetmek değildir. İbn Sina’nın gündemine aldığı şey esas itibariyle
“var olan şey”dir. (Izutsu, 2003, s. 93); İslam felsefe ve kelam geleneğinde
Varlık ile ilgili yapılan tartışmaların detayı için Bkz. (Türker, 2019)
[14] Clarke’ın dile getirdiği husus
benzer bir şekilde İbn Sina’da da yer almaktadır. Tanrı’nın eşsiz oluşu veya
benzersiz oluşu İbn Sina’ya göre de zorunlu varlık fikrinden çıkmaktadır. Ona
göre birden fazla zorunlu varlık olduğunu varsaydığımızda zihin ister istemez
hangisinin diğerine kaynaklık ettiğini soracaktır. Hâlbuki zihnin zorunlu
varlık ile ilgili olarak böyle bir soruyu sorduğu an, o varlıklardan birinin
tam bir zorunlulukla var olmadığını varsaymış olur. Bu durum da zorunlu
varlığın zorunlu bir şekilde var olduğuyla çelişmektedir. Dolayısıyla zorunlu
varlık tek olmalıdır (Kutluer, 2002, s. 98).
[15] Clarke’ın bu düşüncelerini ezelilik-ebedilik
konusunda tartışacağımızdan dolayı tekrara düşmemek adına burada bir
değerlendirme yapmadık.
[16] Argümanın benzer bir taslağı için Bkz.
(Khamara, 1992, s. 40-42); Khamara söz konusu makalesinde Clarke’ın argümanını
ortaya koyup incelemiştir. Clarke’ın argümanını oluşturduktan sonra Hume’un
eleştirilerinin Clarke’ın argümanına ilişemeyeceğini ifade etmiştir. Ancak
kendisi Clarke’ın argümanının şekilsel olarak kıyasa uygun olmadığını iddia
etmiştir. Biz de Clarke’ın kendisinin kendi zamanındaki eleştirilere verdiği
cevapları ve kendinden önceki bazı filozofların görüşlerine yönelik
eleştirilerini yazdıktan sonra Hume’un Clarke’ın argümanına yönelik
eleştirilerini ve Khamara’nın söz konusu makalesinde Clarke’ın deliline yönelik
eleştirilerini değerlendireceğiz.
[17] Boşluk/Vacuum meselesini ayrı bir başlıkta
incelediğimizden burada detaylarına girmeden, Clarke’ın boşluktan hareketle
maddenin ezeli olamayışını nasıl temellendirdiğini ifade edeceğiz.
[18] Clarke’ın Spinoza’nın görüşlerini aktarmak
için kullandığı temel kaynak Ethica’da yer alan önermelerdir. Ve konumuzla
ilgili olarak kullanmış olduğu temel önermeler ise şunlardır:
“Bir
töz başka bir töz tarafından üretilemez.”( Bölüm 1, Önerme 6.),
“Her
töz zorunlu bir şekilde sınırsızdır.”( Bölüm 1, Önerme 8),
“Var
olmak tözün doğasıyla ilgilidir.” (Bölüm 1, Önerme 7),
“
Tanrı’dan başka bir töz ne var olabilir ne de kavranabilir.” (Bölüm 1, Önerme
14),
“Varlıklar
ancak Tanrı tarafından meydana getirildikleri şekilde ve düzende var
olabilirler.” (Bölüm 1, Önerme 33),
“Tanrı
özgür iradeyle etki etmez” (Bölüm 1, Önerme 32, 1. Önerme sonucu), (Spinoza,
2013, s. 30-40).
“Hareket
halinde olan ya da hareketsiz halde olan bir cismin hareketi ya da
hareketsizliği bir başka cisim tarafından belirlenmelidir; bu başka cismin
hareketi ve hareketsizliği de zaten üçüncü bir cisim tarafından belirlenmiştir,
bu üçüncü cisminkilerse bir dördüncüsü tarafından belirlenmiştir ve bu böyle
sonsuza dek sürer” (Bölüm 2, Önerme 13, Yardımcı Önerme 3) (Spinoza, 2013, s.
99).
[19] Söz konusu hususla ilgili daha detaylı bilgi
için Bkz. (Adams R. M., 1971, s. 284-287)
[20] Hume’un burada dile getirdiği maddi evrenin de
zorunlu olabileceği şeklindeki iddia, esasında Tanrı için söylenenler üzerine
inşa edilmiştir. Bu hususla ilgili olarak da Hume şöyle demektedir: “Güya
Tanrısal varlığın var oluşu zorunlu bir varlık olduğu ileri sürülüyor ve var
oluşunun bir zorunluluğu şöyle açıklanmaya kalkışılıyor: Biz eğer O’nun bütün
özünü ya da doğal yapısını bilseymişiz, var olmamanın, onun için (iki kere
ikinin dört etmemesi kadar) olanaksızlığını anlarmışız. Fakat yetilerimiz
şimdiki gibi kaldıkça bunun asla olamayacağı besbellidir. Yine de, bizim için
daha önce var olduğunu düşündüğümüz bir şeyin var olmadığını düşünmek her zaman
mümkün olacaktır” (Hume, 1995, s. 199).
[21] Hume’un bu eleştirisini yukarıda ifade
etmiştik. Burada doğrudan alıntılama yapmamızın nedeni Hume’un Clarke’ın
görüşünü doğrudan alıntı yaptığını göstermek içindir.
[22] Reel varlıkların olumsal olup olmadığıyla
ilgili tartışmaların detayı için Bkz. (Adams R. M., 1971)
[23] Canlı maddecilik/özdekçilik olarak bilinen
hylozoism, maddenin canlı bir töz olduğunu ileri süren bir öğretidir. İlk
olarak Milet Okulu filozofları tarafından arkhe problemi çerçevesinde ortaya
konmuştur. Bu görüşü savunanlara göre madde kendi yaşam kaynağını, değişimini
ve hareketini kendi içinde saklar (Cevizci, 2010).
[24] Söz konusu edilen gerekçe şu önermeye ve onun
kanıtlamasına dayanır: “Varlıklar ancak Tanrı tarafından meydana getirildikleri
şekilde ve düzende meydana gelebilirlerdi” (Spinoza, 2013, s. 64-65).
[25] Kayıtsızlık özgürlüğü, hem dışsal hem de içsel
bir etkiye maruz kalmadan bir eylemi yapıp yapmama seçeneklerine sahip
olmaktır. (Akdağ, 2016, s. 19)
[26] “Socianism, zamanın Tanrı açısından geçersiz
olduğu iddiasını reddetmiş ve Tanrı’nın zaman içinde ortaya çıkan olayları
bildiğini, geleceğin bir imkândan ibaret olduğunu, ezeli bilgi diye bir şeyin
olamayacağını öne sürmüştür” (Cevizci, 2010, s. 1417).
[27] Clarke’ın bu husustaki görüşlerini, ruhun gayri
maddiliği bölümünde ele aldık.
[28] Clarke’ın sonsuz nedenler zincirine dair
görüşlerini Tanrı ispatlamasında detaylı bir şekilde incelediğimizden burada
detaylı bir şekilde ele almayacağız.
[29] Bergamalı Galen (130-200), Antik Roma’nın en
önemli hekimlerindendir. Özellikle insan anatomisiyle ilgilenmiştir. Kendi
döneminde sporcularla (gladyatörler) ilgilenmiştir. Bundan dolayı da insan
vücuduyla spor arasındaki ilişkinin önemine değinen ilk hekim olduğu iddia
edilmektedir. Öte taraftan felsefi çalışmaları olmakla birlikte bu çalışmalar
günümüze ulaşamamıştır (Boylan, 2019).
[30] Epiküros (M.Ö 341-271), Var olan her şeyi atomların birleşmelerine
ve çarpışmalarına bağlamıştır. Epiküros’un maddi evren anlayışı sadece dünya ve
içindekilerle sınırlı değildir. Bu maddi anlayış aynı zamanda Tanrıları ve ruhu
da kapsamaktadır. Dolayısıyla her şey maddidir ve her şey atomlardan ve
boşluktan oluşmaktadır. Fakat Epiküros iradeye yer açmak için atomların
hareketlerinde farklılığın olduğunu işaret etmiş ve katı bir determinizmden
kaçınmıştır. Bundan dolayı da Epiküros’un dünyası rastlantılara tamamen açıktır
(Cevizci, 2015, s. 144-145).
[31] Marcus Tullius Cicero (M.Ö 106-43), Roma döneminde yaşamış ünlü
hatip, hukukçu, siyasetçi ve filozof. Daha çok siyasi olarak ön plana çıkmış ve
siyasi tavırlarından dolayı da idam edilmiştir. Felsefi olarak özgün
düşüncelere sahip olmasa da kendinden önceki felsefi birikimin geleceğe
taşınmasında önemli bir rol oynamıştır (Clayton, 2019).
[32] Clarke’ın kaderi zorunlulukla kastının
metafiziksel bir zorunluluk olduğu anlaşılmaktadır. Yani Clarke bu ifadesiyle,
söz konusu ettiğimiz sıfatların Tanrı’nın varlığından zorunlu olarak
çıkmadıklarını, bilakis bu sıfatların Tanrı’nın iradesine bağlı olduklarını
iddia etmiş olmaktadır. Onun zorunluluk meselesiyle ilgili olarak, özellikle
Spinoza ve taraftarlarına karşı çıkmasının nedeninin de bu hususla ilgili
olduğunu söylemek mümkündür.
[33] Bu önermeyle ilgili değerlendirmelerimizi Tanrı
ispatlamasında dile getirdiğimiz için, burada tekrara düşmemek adına tekrar bir
değerlendirme yapmadık.
[34] Libertenizm, felsefi olarak 17,18 ve 19.
Yüzyıllarda özellikle Fransa ve İngiltere’de yeniden temellendirilmiş olan,
hedonizmin aşırı bir vurgusu olarak ortaya çıkmıştır. Bu akım daha çok ahlakî
normlara karşı çıkmakla birlikte, kişinin kendi içsel baskı ve
kısıtlamalarından da kurtulmanın gerektiğine vurgu yapar. Bu akım bireyin dünya
ile ilgili zihinleri daraltan din ve aile gibi kurumlarla savaşmak gerektiğini
iddia eden bir öğretidir (Cevizci, Felsefe Sözlüğü, 2010, s. 1020).
[35] Clarke’ın zaman ve mekânla ilgili görüşlerini
başka bir başlıkta incelediğimizden, burada detaylarına girmedik.
[36] Newton, gezegenlerin
hareketlerindeki belli bazı düzensizliklerden dolayı, Güneş sisteminin
işleyişinin istikrarlı bir şekilde düzenli olması için ilahi müdahalelerin
zorunlu olduğunu düşünüyordu (Tarnas, 2012, s. 127).
[37] “Zihinde seçim diye bir şey
yoktur, yani bir fikrin fikir olarak içerdiğinden başka bir olumlama ya da
olumsuzlama yoktur” (Spinoza, 2013, s. 139).
[38] İçselcilik olarak bilinen bu
görüşün, felsefenin birçok dalında ayrı iddiaları bulunmaktadır. Ancak konumuz
itibariyle, zihin felsefesi açısından ne anlama geldiğini ifade etmek, daha
uygun olacaktır. Zihin felsefesi açısından internalizm, “bir zihin hâlinin
mahiyetine salt bireyin kendisiyle veya zihniyle ilgili, eşdeyişiyle içsel
mülahazalardan hareketle karar verebileceğini söyleyen görüş”tür. (Cevizci,
2010, s. 823)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar