Sanatta Monokrom
Hazırlayan:
Banu YÜCEL
Monokrom
sanatın felsefede karşılığı yücedir.
YÜCE
Monokrom
resim anlayışı, yüzyıllar boyunca sanatın içinde var olmuş bir anlayıştır.
Yaklaşık bin yıllık dönemi kapsayan bu anlayışı incelemeden önce, monokromu oluşturan
olguları incelemek gerekmektedir. Yüce kavramı, monokrom resim anlayışını
oluşturan esaslardan en önemlisidir.
Yücenin Tanımı ve Tarihçesi
Yüce
olgusu genel olarak büyük, sonsuz ve sınırsız olarak tanımlanır. Bu tanımın
yanı sıra yüce, güzel olanla eşdeğer tutulmuştur ancak güzel ile yüce arasında
büyük farklar mevcuttur. Yüce olan güzel olmak zorunda değildir. Korkunç,
dehşet içeren, tedirgin edici olabildiği gibi, insanın sadece zihninde de var
olabilir.
Yüce
olanı sadece büyük ya da ihtişamlı olanla açıklamak yetersiz bir tanım
olacaktır. Yüce olan küçük şeylerle de ortaya çıkabilir. Gökyüzü ve yıldızlar
bu kanıya verilebilecek en iyi örnektir. Gökyüzü; uçsuz bucaksız yani
sonsuzdur. Oysa yıldızlar, gökyüzüne göre oldukça küçük ve geçicidirler. Ama
esas ‘yüce’ olgusunu oluşturan yıldızların dağınıklığı arasındaki boşluklardır.
Yıldızlı bir gökyüzü, göğün ihtişamını, sonsuzluğunu ve yüceliğini gözler önüne
serer.
Tarihte, yüce
kavramından ilk söz eden kişi Longinus’tur.
Longinus’a
göre Yüce H. L. Havell’in çevirisi ile Longinus’un
“Yüce Olan Üstüne” adlı eserinde yüceliği oluşturan beş temel esastan
bahsedilir:
“Yüceyi
oluşturan ilk unsur düşüncedir. İkincisi ise tutkudur. Yüceliğin bu iki koşulu
temel olarak kendiliğinden var olurken, diğerleri sanattan yardım almayı
gerektiren koşullardır. Üçüncüsü, söylemlerin yapılmasındaki marifet, yani
düşünce şekilleri ve istiaredir. Dördüncüsü, asil söylemdir. Bu da kendi
içinde, kelimelerin uygun seçilmesi ve metafor ve diğer söylem sanatlarının
kullanılmasıdır. Yüceliğin beşinci sebebi, ki bütün bu dört maddeyi de kapsar;
yapının haşmeti ve yüksekliğidir” (Longinus, 2006).
Düşünce
Düşünce
insan zihninde algı aracılığı ile var olan bir kavramdır. Düşüncenin gelişmesi
zihin aracılığı ile mümkündür. Longinus’a göre düşünce, kişinin algısının geniş
tutulmasıyla gelişir.
Yüce
Olan Üstüne adlı eserde düşüncenin büyüklüğü şu şekilde örneklendirilmiştir: “ (...) ilk olarak bu fikir
ihtişamının nereden yükseldiği sorusunu sormak çok önemlidir. Bu sorunun cevabı
da gerçek güzel konuşmanın ruhu cömert ve gelecek vaad eden kişilerde
bulunabileceğidir. Tüm hayatı önemsiz ve bağnaz düşünce ve alışkanlıklarla
ziyan olmuş insanlar, uzun süren saygıya değer olacak hiçbir çalışma
üretemezler. Düşünceleri azametle dolu olan kişilerin sözlerinin yücelikle dolu
olması çok doğaldır. Bu yüzden yüce fikirler tam olarak en ihtişamlı zihinlere
aittir” (Longinus, 2006).
Bu
yargıdan şu sonuç çıkarılabilir; bir düşüncenin büyüklüğü, düşünülen cismin,
nesnenin, varlığın ya da herhangi bir şeyin büyüklüğünden çok var olduğu zihnin
yüceliği ile ilgilidir.
Tutku
Longinus’a
göre yüceyi oluşturan bir diğer unsur da tutkudur. Düşünceye göre tutku,
algıdan çok duyularla ortaya çıkar. Hüzün, sevinç gibi duyguların yanı sıra
dehşet ve korku hissini de içinde barındırır. Yücenin insan zihninde
oluşmasında korku ve dehşet önemli rol oynamaktadır.
Bu korku hissiyatını
Longinus şu şekilde örneklendirmiştir:
Tanrılar
Savaşı"ndaki imgelerdir - "Bir borazan sesi
Yankılandı havada ve
Tanrılar tepesini salladı;
Ve sonra ölüler kralını
bir korku sardı,
Tahtından sıçrayarak
çığlık attı,
Ürkütücü bir sesle,
dünyayı parçalara ayırdı,
Neptün'ün
kudretli koluyla, aniden O koridorlarda ölümlü ve ölümsüz gözlere göründü,
Ne kadar kasvetli ve
rutubetli, tanrılar bile tiksindi.
Dünya
yerinden ayrıldı! Bütün dünya paramparça olup tersine döndü!” (Longinus, 2006).
Bu
örnek incelendiğinde ‘Tanrılar Savaşı’ndaki imgelerde, ölüler kralının
çığlığıyla oluşacak dehşetin belirtileri hissedilerek yüce hissiyatı meydana
gelir.
Yüce
imgelerin betimlendiği bu eser okunurken görünür olarak zihinde bir resim
belirir. Zihinde oluşan bu resmin kaynağı tehlike ve dehşet anıdır. Yüce
olgusunun meydana gelmesi için bu dehşet anındaki tehlikenin sadece zihinde
oluşması gerekir. Başka bir deyişle hissedilen dehşet anının, gerçekte
tehlikesiz olması gerekir. Yüce hissiyatının korku aracılığı ile keyif vermesi
söz konusudur. Bu dehşet anı yakınsa, insana keyif vermek yerine sadece
korkutur. Oysa yüce kavramının amacı, korku düşüncesini yalnızca zihinde
uyandırmaktır.
Benzetme
Longinus’a göre yüceyi
oluşturan üçüncü unsur benzetme sanatıdır.
Yüceyi
oluşturan ilk iki esas olan düşünce ve tutkunun diğer unsurlardan farkı, kendiliğinden
ortaya çıkmasıdır. Oysa benzetme bir düşünce şeklidir ve oluşmasında bir
yetenek söz konusudur.
Bu
da kendi içinde; kelimelerin uygun seçilmesi ve metafor ve diğer söylem
sanatlarının kullanılmasıdır.
Yapının görkemi ve yüksekliği
Yüceliğin
beşinci sebebi, hem düşünce ve tutkuyu hem de istiare ve asil söylemi de
kapsar. Bu unsur; yapının haşmeti ve yüksekliğidir.
Yapının görkemi ve
yüksekliği denildiğinde dikey boyuttaki güzellikten bahsedilir.
Plotinos’a göre yüce
Yüce
kavramından söz ederken Longinus gibi Yeni Platoncu olan Potinos’un ‘Bir’inden
söz etmek gereklidir. Plotinos’un bahsettiği Bir, kainatı meydana getiren her
şeydir. Plotinos, ‘Bir’ den söz ederken esasen Tanrı’dan bahsetmektedir. Tanrı
her şeyin ötesinde Tek’tir. Evrenin tüm oluşumundan Bir meydana gelir.
“Her
varlık bir madde ve bir formdan oluşur: Tanrı (Bir, form) ve madde, evreni
oluşturan prensiplerdir ve onun iki kutbu gibidirler (...)
Bununla beraber, madde formu kabul etiğinden, ona karşı mutlak bir antitez
oluşturmaz ve son tahlilde ancak en yüksek bir tek prensip vardır: Form,
Birlik, Tanrı.” (...) Plotinos bu
açıklamasında Tanrısal Birlikten söz etmektedir. “Tanrısal birlikle, sayı diye
hiçbir şey yoktur; sayı birliği, ikiyi, üçü vb. gerektirdiği halde, tanrısal birlik
sonsuza eşittir ve her şeyi içerir (...)
O, ne iyiliğe, ne güzelliğe, ne zekaya sahiptir, fakat iyilik’tir,
güzellik’tir, bizzat düşünce’dir” (Weber, 1998, s.111).
Plotinos
Bir’den bahsederken, sayı diye bir şey yoktur diyerek O’nun sonsuzluğuna sayılamazlığına
vurgu yapar. Longinus gibi Plotinus da düşünceyi yüceleştirir.
Plotinos’un
bu tanımından; yüceyi, Tanrı’yı ve Bir’i oluşturan şeyin akıl ve düşünce olduğu
sonucu çıkarılabilir.
Longinus’un
yüceyi oluşturan ilk unsurun düşünce olduğunu savunması gibi Plotinus’da benzer
şekilde zekayı ilk sıraya koymaktadır. Düşünce sadece algı yoluyla ortaya
çıkar, tutku ise duyular aracılığıyla. Zeka ise hem duyuları hem de algıyı
içinde barındırır. İkinci var olma nedeni olarak Plotinos Ruh’u gösterir. Son
olarak Cisim de Plotinos’a göre var olma nedenidir.
Zekanın
ideleri, ruhun algıları, cismin de, onu varlığın yüksek tabakalarına bağlayan
formları vardır (Weber,1998, s.115).
Plotinos’a göre değişmez
olan gerçektir. Değişmez olan tek şey özdür Bir’dir.
“Plotinos,
var olan her şeyi Tanrı’dan başlayan bir sudur süreciyle açıklamış ve maddi
alemin sürekli değiştiği için gerçek olmadığını, ancak değişmeyen bizzat
kendinde ve kendinin aynı kalarak bütün varoluşun sebebini teşkil edenin tek ve
hakikat olduğunu ortaya koymuştur” (Plotinos, 2008, s.7).
Özetle
Plotinos çoğun ardındaki birlikten bahsederken, kainatın tamamının bir bütün
olduğunu savunur ve kainatı oluşturan her şey Bir olanın yansımasıdır.
Modern
düşünürler, Longinus ve Plotinos’tan farklı olarak yüce üzerinde sanat ve doğa
ile ilgili araştırma alanlarını daha geniş tutmuşlardır. Güzel kavramıyla yüce
kavramını paralel tutmalarının yanı sıra keskin bir ayırımdan da söz ederler.
Güzel ve yüce üzerine önemli araştırmalarda bulunan ilk düşünürlerden biri Edmund
Burke olmuştur.
Edmund Burke’e Göre Yüce
Edmund
Burke, yüceden bahsetmeden önce beğeni kavramı üzerinde durmuştur ve bununla
birlikte insanın doğuştan gelen ve herkeste aynı olan doğal güçlerinden
bahseder. Beğeni kavramının oluşmasında etkili olan bu doğal güçleri Duyular,
İmgelem ve Yargı olarak tanımlar.
Duyular
“Bütün
insanlarda duyu organlarının biçimi hemen hemen aynı olduğundan bütün
insanların dış dünyadaki nesneleri algılama biçimlerinin aynı olduğunu ya da
çok az farklılık gösterdiğini kabul ederiz ve de etmek durumundayız” (Burke,
2008, s.17). Duyulardan örnek verilecek olunursa, tat alma duyusundan
bahsederken ekşi, tatlı, acı gibi hissiyatların herkes için aynı algılandığını
söyler. Ancak farklı olan Burke için ‘beğeni’ durumudur.
Beğeni
tartışılmaz denildiğinde, bunun tek anlamı, herhangi bir şeyin tadından keyif
mi, acı mı duyduğunun kesin olarak söylenemeyeceğidir. Bu görüşe elbette itiraz
edilemez ama tat duyusuna özel doğal olarak hoş ve nahoş gelenin ne olduğunu,
hem de yeterli kesinlikte öne sürebiliriz. Lakin, birisine has ya da sonradan
edinilmiş bir damak tadından konuşuyorsak, o zaman söz konusu kişinin
alışkanlıklarını, önyargılarını ya da marazlarını bilmeli ve bunlardan bir
sonuca varmalıyız (Burke, 2008, s.19).
Duyusal
algılarla insanın haz duyusunu farklı kılan şey beğenidir. Duyu organlarıyla
algılanan değil, algılanan nesne karşısında beğeni farklılık gösterir. Burke,
tat alma duyusu gibi görme duyusunu açıklarken de benzer örnekler verir.
Aydınlığın karanlığa göre daha keyif verici olması gibi. Güzel bir şey
karşısında herkes aynı hissiyatı taşır. Farklı olan beğeninin yanı sıra
beklentileri karşılama durumudur.
Güzel
olanı algılayan kişi o şeyin güzel olmadığını söyleyemez. Sadece beklentileri
doğrultusunda yorumlar ya da başka bir şeye göre kıyaslar.
İmgelem
İmgelem
yalnızca hayal kurma yeteneği olarak tanımlanırsa, bu tanım Burke’ün insanın
içinde doğal bir güç olarak sınıflandırdığı yetiyi anlamlandırmada yeterli
olmayacaktır.
Burke imgelemi şu şekilde
tanımlamıştır:
Duyuların
sunduğu acı ve hazları beraberinde taşıyan kavramların yanı sıra insan
zihninin, şeylerin imgelerini ya canı istediği zaman duyuların algıladığı sıra
ve biçimde temsil eden ya da bu imgeleri farklı bir sıraya göre yeni bir
biçimde birleştiren kendine has bir tür yaratıcı bir güç vardır. Bu yetinin adı
İmgelemdir ve zeka, hayal, icat yeteneği ve benzeri biçimde adlandırılan her
şey bu yetiye aittir (Burke, 2008, s.21).
İmgelem,
olmayan bir şeyi var etmez, yeni bir şey yaratmaz. Bu yeti duyular aracılığı ile
ortaya çıkar. Burke imgelemi açıklarken korkuların ve umutların kapsadığı alan
olarak değerlendirir. Aynı zamanda haz ve acıyı da içerir. Bununla birlikte
imgelemin meydana gelebilmesi için etkisinin tüm insanlar üzerinde aynı olması
gerektiğini savunur.
Duyularla
algılanan şeyin, imgelem aracılığı ile algılanan şeylerden farkı şudur; Aşk,
nefret, hüzün, sevinç gibi hissiyatlar tüm insanlar için hemen hemen aynı
etkiye sahiptir. Oysa imgelemi oluşturan şeyler, insanların kişiliklerine,
yaşam şekillerine, alışkanlıklarına ve beklentilerine göre şekillenir ve
imgelem sonucunda ortaya çıkan şeyler yargı yetisinin sınırlarına girer.
Duyularla algılananlar imgelem aracılığıyla algılananlarla birleşince beğeni
nesneleri ortaya çıkar.
Beğeni ve yargı
“Genel
olarak Beğeni adını verdiğimiz şeyi oluşturan nitelikler olan hassasiyet ve
yargı, değişik kişilerde büyük ölçülerde farklılık gösterir. Bu niteliklerden
ilkinin kusurlu oluşu Beğeni eksikliğine yol açar; ikincisinin eksikliğinde ise
Beğeni ya yanlıştır ya da kötüdür” (Burke, 2008, s.28). Burke’ün beğeni
eksikliğinden kastettiği bazı kişilerin doğal güçleri aracılığı ile
algıladıkları şeylere karşı kendilerini kapatmalarıdır. En etkili nesneler bile
bu insanlar için değersizdir. Çünkü algılamaya ve anlamaya karşı bu insanlar
kendilerini sınırlandırmışlardır. Bazı kişilerin beğeni eksikliğinin nedeni
ise, fiziksel hazlarla fazla meşgul olmaları yüzündendir. Bu insanlar kendi
duygu durumlarıyla o kadar meşgullerdir ki zihinleri imgelemin yetilerini
harekete geçiremezler.
Yanlış
bir Beğeninin nedeni bir yargı kusurudur. Bu durum da anlığın doğuştan zayıf
oluşundan (artık bu yetkinin gücü her neden oluşuyorsa) ya da daha sık
görüldüğü üzere, anlayışı güçlü ve işlek kılmanın tek yolu olan uygun ve doğru
yönlendirilmiş alıştırma eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Buna ek olarak,
cehalet, dikkatsizlik, önyargı, acelecilik, ciddiyetsizlik, inatçılık gibi
kısacası yargı yetisini diğer konularda zayıflatan bütün şu ihtiraslar ve
kusurlar, yargının bu daha incelikli alanında da ona daha az zarar vermezler
(Burke, 2008, s.29).
Yanlış
beğeni Burke’e göre bir kusurdur. İmgelem yetisinin eksiliğinden kaynaklanır.
İmgelem yetisini geliştirmenin yolu da algıların doğru yönlendirilmesiyle olur.
Yanlış
beğeni olduğu gibi bir de doğru beğeni vardır. Burke bunu Beğeni sahibi olmak
ile açıklar. Beğeni sahibi olmayı sanatsal duyarlılık olarak tanımlar.
“Eğer
zihnin imgelemin sağladığı hazlara yatkınlığı yoksa, zihin hiçbir zaman onlarla
ilgili doyurucu bilgi edinmek için bu türden eserlere yeterince eğilmeyecektir.
Ama doğru bir yargı için bir miktar duyarlılık gerekli olsa da, doğru bir yargı
illaki hazza yönelik keskin bir duyarlılıktan doğmak zorunda da değildir”
(Burke, 2008, s.29).
Burke’ün
beğeni üzerine olan bu görüşleri Longinus ve Plotinus’un görüşlerine paralel
niteliktedir. Her iki filozof da zekanın ve düşüncenin önemini vurgulamış ve
doğuştan gelen duyusal algılarla birleşerek, sanatın, doğanın, tanrının, yüce
olanın kavranabileceğini savunmuştur.
Burke
de duyularla ve imgelem yetisinin gelişmesiyle yargı gücüne varılabileceğini
açıklamış ve “Doğru Beğeni”nin ancak bu şekilde mümkün olacağını savunmuştur.
Paul Cezanne’da beğeni
konusunda şu yargıda bulunmuştur:
Paul
Cezanne, Emile Bernard’a yazdığı mektuplardan birinde “En iyi yargıç,
beğenidir. Beğeniyse sık rastlanan bir şey değil. Sanatçı, ancak örnekleri çok
sınırlı olan bir kişiselliğe yönelebilir. Zeka ürünü bir gözleme dayanmayan
görüşleri önemsememelidir sanatçı. Boş kurgular içinde, kendisine zaman
kaybettirecek ve onu, çoğu zaman gerçek yolundan -doğanın somut görüntülerini
araştırıcı yol- saptıracak, edebiyatçıya özgü esprilere kapılmamalı” demiştir
(Bernard, 2001, s.57).
Cezanne
bu tanımlamasında, Beğeninin herkesin sahip olabileceği bir şey olamayacağından
bahseder ve sanatçının ilk başta zeka yoluyla algılayabileceği somut gözlemler
aracılığı ile yola çıkması gerektiğini savunur.
Edmund
Burke Yüce olgusunu algılayabilmek için en başta düşüncenin, zekanın ve
duyuların gelişmiş olması gerektiğini savunur. Yüce olan imgelem gücünün ve
tutkuların yön vermesiyle kişiyi ‘korkusuz tehlike’ altında toplamayı amaçlar.
Acı
ve tehlike düşüncesini uyandırmaya uygun her tür şey başka bir deyişle,
herhangi bir biçimde korkunç olan ya da korkunç nesnelerle bağlantılı olan ya
da dehşete benzer bir etki yaratan her şey yücenin kaynağıdır. Yani, zihnin
hissedebileceği en güçlü duyguyu ortaya çıkarandır (Burke, 2008, s.42).
Burke’ün
bahsettiği zihnin hissedebildiği en güçlü duygu korkudur. Tehlike anında
hissedilen korkunun yüceyi karşılaması için o anın gerçekte geçici ve
tehlikesiz bir an olması gerekir. Burke yüce olgusunu yorumlarken, birebir
korkudan, tehlikeden ya da dehşetten ziyade bu hisleri oluşturan ‘etkilerden’
bahsetmiştir. Daha açık bir ifadeyle bir şeyin yüce olabilmesi için kişinin
onun karşısında güven içerisinde olması gerekmektedir. Örneğin kişinin ölümü
yüce olarak adlandırabilmesi için, ölümü değil tehlikesini hissetmesi gerekir.
“Tehlike
ya da acı çok yakındaysa, hiç keyif vermezler ve yalnızca korkuturlar ama belli
mesafelerden ve çeşitli biçimlerde değişikliğe uğrayarak, her gün yaşadığımız
üzere, keyif verebilirler, nitekim verirler de” (Burke, 2008, s.43).
Richard
Sennet, Ten ve Taş adlı eserinde bu tanımlamaya uygun olarak, Vietnam Savaşı
sırasında sol elini kaybettiği için metal bir protezle yaşamını sürdüren bir
arkadaşıyla, New York’ta bir sinemada, son derece kanlı bir savaş filmi
izlemeye gittiklerinde, film sonrasında, iki saat boyunca paramparça bedenlerle
dolu sahneleri alkışlayan ve filmdeki kan banyosundan epeyce keyif alan
seyircilerin, metal pençesiyle sigara içen arkadaşından uzaklaşmalarını ve
aralarında bir ada gibi kaldıklarını anlatır (Sennet, 2008, s. 11-12).
İzleyiciler filmde savaş sahnelerinin sadece etkisini yaşayarak haz duymuş
ancak gerçek hayatta ‘korkunç’ bir görüntüyle karşılaştıklarında tedirgin olup
uzaklaşmışlardır.
Burke,
yücelik durumunu güzellik kavramından ayırarak incelemiştir. Güzel olanla yüce
olanı şu kıyaslayarak şu şekilde açıklamıştır:
(...)
yüce nesneler boyutları bakımından muazzamken, güzel olanlar nispeten ufaktır.
Güzel olan düzgün ve parlak olmalıdır; muazzam olan, kaba ve özensiz; güzel
olan düz bir hat çizmekten sakınmalı ama yine de bu hattan sapması belli
belirsiz olmalıdır. Muazzam olan çoğu kez dik çizgileri sever ve ne zaman bu
hattan sapacak olsa, genellikle çok belirgin bir şekilde sapar. Güzel muğlak
olmamalıdır; muazzam ise sağlam hatta ağır olmalıdır. Güzel hafif ve narin
olmalıdır; muazzam ise sağlam hatta ağır olmalıdır. Güzel ve muazzam gerçekten
farklı nitelikte kavramlardır, biri acıya diğeri hazza dayanır. Bu kavramlar
nedenlerinin doğrudan niteliği açısından ne kadar farklılık gösterirlerse
göstersinler, bu nedenler bu kavramları birbirlerinden sonsuza kadar ayırır ki,
bu ayırım işi tutkuları etkilemek olan hiç kimse tarafından unutulmamalıdır
(Burke, 2008, s. 127).
Burke,
yüce ve güzel kavramlarının birbirlerinden çoğu kez ayrıldığını keskin bir
ifadeyle dile getirir. Ancak bazı durumlarda birleşebileceğini de söylemekten
kaçınmaz. Güzel ve yücenin birleşebileceği durumlarda, iki kavramın
birbirlerini yok etmeden bir etkiye sebep olacağını savunur.
Kant’a göre Yüce
Immanuel
Kant yüce üzerine yargıda bulunmadan önce, estetik felsefesi üzerine kafa
yormuştur. Ona göre estetik, irade ve aklın birleşimidir. Başka bir deyişle
olması gereken ve gerçekte var olan arasında bir köprüdür. Estetik yargı Kant
tarafından güzel ve yüce olmak üzere iki ana başlıkta incelenmiştir. “Güzel
olan Yüce olanla her ikisinin de kendi içinde haz vermesi bakımından
anlaşırlar” (Kant, 2016, s.71). Güzel ve yüce estetik yargıyı oluştursa da
ikisi birbirlerinden farklı kavramlardır. Kant Beğeni kavramını dolayısıyla
Güzeli; nitelik, nicelik, bağıntı ve kiplik olmak üzere dört ana başlıkta
incelemiştir.
Beğeni
yargısını açıklarken Kant ilk olarak nesneye duyulan hazdan bahseder. Nesnenin
işleviyle ilgilenmez. Sadece kişiye hissettirdiği duygular önemlidir.
Yani
yarar veya çıkar, estetik hoşlanma veya estetik hazla değil, duyusal hoşlanma
ile ilgili oluyor. Öyleyse, estetik hazla duyusal hazzı ayırmamız gerek...
Çünkü bunlar Özce birbirlerinden farklı... Duyusal haz, estetik haz gibi salt
bir haz değil. Çünkü duyusal, hoşlanmanın belirleyicisi, objenin varlığına
duyulan istek... (Aktaran: Arat, 2011, s.73).
Bir
nesneyi sevip sevmeme gibi bir yargıda bulunmak duyusal hazzı, o nesnenin güzel
ya da çirkin olduğu sonucuna varmak da estetik hazzı karşılar. Duyusal hazzı,
kişinin alışkanlıkları, beklentileri ve ihtiyaçları belirler.
Güzelin
tanımını nitelik yönünden şu şekilde açıklıyor: “Beğeni, bir obje veya onu
temsil eden bir tasavvur hakkında ondan hiçbir karşılık beklemeden hoşlanma
veya hoşlanmama ile yargı verme yetisidir, işte böyle tümüyle ilgilerden (çıkar
veya yarar düşüncelerinden) uzak bir hoşlanmanın objesine de güzel denir”
(Aktaran: Arat, 2011, s.73).
Kant,
güzeli nicelik yönden açıklarken herkes tarafından genel geçer bir hoşlanmadan
bahseder. Kişinin beklentileri ve heyecanları ne olursa olsun nicelik bakımdan
beğeni herkes için aynı başka bir değişle evrensel olmalıdır. Nicelik olarak
beğeni estetik hazla mümkündür.
Bir
şeyi güzel veya çirkin bulan estetik hüküm öznel olmakla birlikte evrensel
geçerliliğe sahip olmalıdır. Kant’ın kuramı bu hususu, güzelliğin, yetilerimizi
serbest oyun içerisinde canlandırmak haz üreten ve herhangi bir kavramın
belirlenmesinden bağımsız bir temsilde tecrübe edilmesine bağlı olarak açıklar.
Yetilerimiz herhangi bir kavramdan bağımsız olarak oyuna dahil olduğundan,
estetik haz tamamen özneldir (Wood, 2009, s.197).
Güzel’in
üçüncü özelliği olan Bağıntıyı da ereksiz ereklilik olarak ifade edilir. Haz
duyulan nesnenin bir amacı olmaksızın haz duymak şeklinde açıklanabilir.
Kant’ın
güzel üzerine oluşturduğu son yargı Kiplik durumunu Schaper; “sadece haz
kaynağı olduğunu değil, bunu zorunlulukla ve kavramlar olmadan yaptığını öne
süreriz” (Schaper, 2012, s.160) şeklinde açıklamıştır.
Kant’a
göre yüce ve güzel arasındaki en önemli ayırım; güzelin sınırlı, yücenin ise
sonsuz olmasıdır: “Doğanın Güzeli nesnenin sınırlarından oluşan biçimini
ilgilendirir; buna karşın yüce ise biçimsiz bir nesnede bulunacaktır, ama ancak
sınırsızlığın onda ya da onun vesilesi ile tasarımlanması ölçüsünde, ve gene de
ek olarak bütünlüğünün de düşünülmesi ile” (Kant, 2016, s.71).
Kant’ın
“Ancak nesnenin, kendisini, zihinde bulunan bir yüceliğin tasarımına
bıraktığını söyleyebiliriz” (Aktaran: Schaper, 2012, s.169) ifadesiyle Longinus
ve Plotinus gibi yücenin akıl aracılığı ile algılanabileceği görüşüne yakın
durduğu görülür.
Ayrıca
güzel olan olumlu bir haz verirken yücenin verdiği haz olumsuzdur: “Yüceden
hoşlanma olumlu bir hazzı olmaktan çok hayranlığı ya da dikkati kapsar, olumsuz
haz adını almayı hak eder” (Kant, 2016, s.72). Başka bir deyişle güzel somut,
yüce ise soyut bir haz verir. Yüce hissiyatı en başta zihinde başladığı için insana
özgü olan hayal gücünü harekete geçirir.
Kant
Yüce olanı Matematiksel Yüce ve Dinamik Yüce olmak üzere iki başlıkta
incelemektedir. Kant’ın yüceyi açıklarken yaptığı bu iki ayırım, insanın doğa
karşısında tedirgin olması değil, insanın zihninde bu dehşet verici etkilerden
neden haz duyduğudur.
Yüce
duygusunun bizim üzerimizde tuhaf bir harekete geçirme kuvveti vardır. Kant
güzelden haz almayanlar için “beğenisi yok” dediğimize göre, yüceye rağmen
hareketsiz kalanlar için de “duygu sahibi değil” dememiz gerektiğini belirtir
(Aktaran: Wood, 2009, s.206).
Matematiksel Yüce
Sonsuz
gökyüzü, bir uçurum kenarı ya da piramitler matematiksel yüceyi karşılayan bir
örnektir. İnsan duyuları aracılığı ile bu sonsuz görüntünün ölçüsünü bir anda
kavrayamayacaktır. “Hiç kuşkusuz matematiksel büyüklük hesaplaması için hiçbir
en büyük yoktur (çünkü sayıların gücü sonsuza gider); ama estetik büyük
hesaplaması için her durumda vardır” (Kant, 2016, s.77). Matematiksel Yüce
kavramı, algılayan kişiye göre vardır. Yüceyi açıklayan diğer düşünürler gibi
Kant da yüceyi algılama da zihnin gücüne vurgu yapar. “Yücelik yalnızca
yargılayanın anlığında aranmalıdır, yargılanması, onun bu durumuna vesile olan
doğa nesnesinde değil. Örneğin yabanıl düzensizlikleri içinde buz piramitleri
ile birbirleri üzerine yığılmış şekilsiz dağ kütlelerine ya da fırtınalı
karanlık denize vb. kim yüce diyecektir” (Kant, 2016, s.80).
Dinamik Yüce
Matematiksel
Yüce ölçülerle açıklanırken Dinamik Yüce güç ile ifade edilir. Dinamik Yüceyi
korku hissiyatı var eder. Ancak bu korku hissiyatı güvenli bir ortamda var
olmalıdır. Tıpkı Edmund Burke’ün bahsettiği tehlikesiz korku gibi Dinamik
Yüce’de bu tanımlamayı karşılar. Kant; “Doğa estetik yargıda üzerimizde hiçbir
erki olmayan güç olarak görüldüğünde dinamik olarak yücedir” demiştir ((Kant,
2016, s.83). Fırtınalı bir okyanus, gökgürültülü gökyüzü vb bu duruma verilecek
en iyi örneklerdir.
Edebiyat
üzerinden Yüce kavramına açıklık getiren Longinus için düşünce yani akıl
olmadan Yüce hissiyatına ulaşılamayacağından bahseder. Longinus gibi
Plotinus’da benzer bir yorumda bulunarak zekadan söz etmiştir. Plotinus, inanç
doğrultusunda yüce olan Bir’den yani Tanrı’dan bahsetmiştir. Tanrı görülmeyen
ve sayılmayan olduğu için zihinde var olduğunu anlatmaya çalışmıştır.
Beğeni
üzerinden yargılarda bulunarak psikolojik açıdan Yüce kavramını tanımlayan
Edmund Burke, güvenli korkudan bahsetmiştir. Yüce olanı karşılayan duygu korku
anıdır, ancak bu korku kişiye haz vermelidir. Kant, Edmund Burke’den
etkilenerek açıkladığı Yüce ve Güzel olanı estetik yargıyı oluşturan kavramlar
olarak tanımlamış ve birbirlerinden ayrı tutarak açıklamıştır. İki kavramı da
Burke gibi haz üzerinden değerlendirmiş. Güzele pozitif, yüceye de negatif
hazzı yüklemiştir.
Genel
olarak Yüce olan evrenin bütünüdür. Monokrom geleneğinin özü de bütünlüktür. Bu
anlayış parçalara odaklanmaz, bütünü önemser. Yaşamla ölüm bütündür, sabah ve
akşam, siyahla beyaz, güzelle çirkin, başarı ve başarısızlık, zenginlik ile
fakirlik, gece ve gündüz, kadınla erkek, yaşlılık ve gençlik bütündür.
MONOKROMUN TANIMI VE TARİHÇESİ
Monokrom
anlayışın ortaya çıkmasından bugüne kadar, çeşitli tanımları yapılmıştır. Bu
tanımlar ancak tarihsel süreç incelendiğinde anlaşılabilir.
Monokromun Tanımı
Monokrom
kelimesi genel anlamda bir fotoğraf ya da resmin, siyah beyaz veya tek bir
rengin farklı tonlarıyla uygulanması olarak bilinir.
Barbara
Rose’un tanımına göre de; “aynı zamanda, monokrom maddi olmayan, ruhani,
metafiziksel bir olgu olarak düşünülür. Bu sebeple monokromun, mistik ve somut
olmak üzere iki kaynağı vardır. 20.yy’da, bir illüzyon olmayan, somut bir
gerçek olarak objenin maddi varlığını vurgulama isteği ve soyut bir deneyimi
araştıran maneviyat arasında ayırım resimlenir” (Rose, 2006, s.21). Barbara
Rose’un bu tanımından yola çıkılacak olunursa, monokrom hem soyut olanı hem de
somut olanı bir arada barındırma çabasındadır.
‘Tek
renkli’ ya da ‘az renkli’ anlamına gelen ‘monokrom’ için baskın olan renk
önemlidir. Monokrom için sadece ‘tek renk’ tanımını kullanmak yetersiz olacaktır.
Bu resimler tek bir renkle yaratıldığı gibi birçok rengin, kendi karakterinden
bir şey kaybetmeden üst üste uygulanarak da monokrom anlayışa ulaşılabilir.
Monokrom
anlayış da renklerin anlamlarından çok kullanış biçimleri bir ifade biçimidir.
Siyah bir yüzey, gece gökyüzü manzarası da olabilir, karamsarlığın ifadesi de
ya da nesnesizliğin soyut görüntüsü de.
“’Kırmızı’,
‘mavi’, ‘siyah’, ‘beyaz’ sözcükleri ne anlama gelirler? sorusuna, elbette hemen
o renkte olan şeyler gösterilebilir, fakat bu sözcüklerin anlamlarını açıklama
yeteneğimiz daha ileriye gitmez! Ayrıca onların kullanımları hakkında bir
düşünceye sahip değiliz, ya da büsbütün ham kısmen de yanlış düşünceye sahibiz”
(Wittgenstein, 2007, 68)
Tek
renkle ya da az renkle anlatım, sade görüntüsünün altında birçok anlam
barındırır. Bu anlatımı anlamlandırabilmek için belli bir akıma, belli bir
sanatçıya ya da belli bir döneme sığdırmaya çalışmak yersizdir. Monokrom sanat
çok geniş bir süreci kapsar.
Monokrom
sanat ne bir akım ne de bir harekettir. Akım özel bir kültürel içeriğe
bağlıdır. En uzun modernist anlayış olan Kübizm gibi bir akım bile en fazla 10
sene var olabilir. Diğer yandan Monokrom sanat, Asya’da bin yıldır varlığını
sürdürmektedir. Bütün alanlarda ilerleyen ve gelişen Batı’da bile, neredeyse
yüzyıldır mevcuttur. Bugün küreselleşme, kitle iletişim araçları, ve yenilik
isteği hemen hemen geleneksel tüm tarzları ortadan kaldırmaktadır. Sanatçılar,
bir konudan başka bir konuya sıçrarlar. Bu durum, kendini monokroma adayan
sanatçılar için geçerli değildir. Monokromun bölünmezliği ve bütüne bağlılığı,
onun karakteristik bir özelliği değildir ama kalabalığı ateşleyen gösteriler ve
erişilebilirlik genelde kişisel duruşuna, dünya görüşüne ve çalışmalarının
işlevine terstir (Rose, 2006, s.22).
Monokrom
anlayış, günümüz sanat anlayışının hem içindedir hem de ona ters düşebilir.
Farklı disiplinlerden beslenerek tek renk ya da az renk ile birçok şeyi ifade
etme çabası Postmodern sanat anlayışının paralelinde bir görüştür. Bunun yanı
sıra, bin yıllık bir gelenekten beslenerek günümüzde de hala geçerliliğini
koruyor olması geleneksel sanat anlayışı doğrultusunda kendini var etmesi,
günümüz sanat anlayışının, gelip geçici, rastlantısal ya da hemen tüketme
çabasına ters düşebilir.
“Monokrom,
ne renksiz ne de tek renk anlamındadır. Aksine birçok rengin baskın olanıdır.
Reinhardt’ın siyah karesi, boyanın 32 katmanından meydana gelir, baskıda tam
olarak kopyalanması mümkün değildir” (Rose, 2006, s.14). Monokrom resim
geleneğinin en göz alıcı özelliği, hiçbir teknoloji ile kopya edilememesidir.
Her monokrom resim kullanılan teknik, malzeme, renk özellikleri bakımından
birbirlerinden oldukça farklıdır.
Bu
çalışmada monokrom resim sanatı üç ana başlık altında incelenmiştir. İlk dönem
monokrom sanatı, Uzak Doğu sanatında yer almıştır. İkinci dönem 19.yüzyılda
Fransa’da ‘şaka’ olarak ortaya çıkmıştır. Üçüncü dönem ise 20.yüzyıl soyut
sanat içinde yer alan monokrom resimlerdir.
Uzak
Doğu Sanatında Monokrom Anlayış
Monokrom
anlayışın tarihsel süreci incelendiğinde, Uzakdoğu sanatına kadar ulaştığını
söylemek yanlış olmaz. Özellikle manzara resimlerinde hissedilen boşluk ve
doluluk uyumu, monokrom resim sanatına oldukça yakındır.
Barbara
Rose Monokrom anlayışta yapılan resimlerin bin yıllık bir gelenekten geldiğini
söyler:
“Uzak
Doğu, monokrom sanatın kilit noktasıdır: bu bölgenin birçok kültürü;
Rasyonalizm, Greko Romen ve Batının çok renkliliğine seçenek olmuştur. Önceleri
Çin’de kaligrafi ve resmin farkı, aynı zamanda ‘dekorasyon’ ve ‘çizim’ anlamına
da gelen ‘yazı’ olarak anlaşılırdı” (Rose, 2006, s. 12-13).
Kaligrafi
sanatı için tek malzeme olan mürekkep, haliyle tek renk sonuçlar veriyordu.
Bunun haricinde Çin resim sanatı, monokrom resim sanatına tek renk oluşunun
ötesinde felsefi açıdan oldukça yakındır
Özellikle
Han’lar döneminden (İÖ.ikinci yüzyıl-İS ikinci yüzyıl) başlayarak, gerçeklikten
yavaş yavaş tinselci bir anlayışa doğru gelişme gösteren aşamaları üzerine
bilgi edindiğimiz eski Çin resim sanatı köklü bir geleneğe dayanır. Burada
tinselcilikle kastettiğimiz dinsel konulu resimler- tarih boyunca Budist inanca
dayalı resimler hep var olmuş- değildir; Çin resmi, doğası gereği tarihselliğe
bağlı kalmıştır her zaman. Özü bakımından Taocu felsefeden etkilenmiştir
(Cheng, 2006, s.99).
Tao
yol anlamına gelir. Hedef önemsizdir. Amaç hedefe ulaşmaktan çok ona giden
yolda yaşanılan süreçtir. Tao ‘an’lara önem verir. Dünle ya da gelecekle değil
‘o an’ ile ilgilenir.
Tao’da
önemli olan hedefe ulaşmak değil, hedefe giden yolda yaşanılan tecrübelerdir.
An’lar önemlidir. Doğum bir andır, ölüm bir andır, mutlu olmak bir andır,
üzülmek bir andır. İnsan yaşadığı anlarla uyum içinde olmalıdır.
Tao
felsefesi evrende bulunan bütün nesneleri gerçekte var olmadığını savunan bir
görüştür. Taoculara göre nesneler, nefsi harekete geçirdiği için, insanları
doğal yaşamdan uzaklaştırır ve ihtirasları doğurur. Taoculara göre her insanın
içinde yaşama karşı bir uyum vardır ve nesneler insanları bu özelliklerinden
ayrı tutar.
Taoizm
inancına göre insanın geçmiş ya da geleceği düşünmeden sadece o an içinde
yaşaması, nesne ve kavramlara yüklenen anlamları yok ederek özünde bulunan
uyumu keşfetmesini sağlayacaktır. Yaşamanın özünün ne olduğu üzerinde durarak,
nesneyi ve ona yüklenen anlamları sıfıra indirmek gerektiğini savunur. Bu
sebeple monokrom resim geleneğinin başlangıcı kabul edilmesi tesadüfi değildir.
Yaşamın özünü ve insanın içindeki yaşama karşı uyumu keşfetmek için nesnenin
uzaklaştırılması gibi monokrom resim sanatı da biçimi uzaklaştırır ve en aza
indirir. Monokrom sanatın amacı, resim sanatının özünü izleyiciye de aktarma
çabasıdır.
Tao
felsefesi, her türlü kimliği, rütbeyi, sınıfı reddeder. Başarı ya da kazanma
isteği arzuları doğurur. Arzular da kişiyi hırslandırarak, kendi iç dengesinden
uzaklaştırır.
Osho Boş Kayık isimli eserinde,
arzudan şu şekilde bahseder:
Tek
bir an vardır -iki an bile değil, çünkü ikincisine ancak arzu tarafından
ihtiyaç duyulur, senin varoluşunun ihtiyacı yoktur. Varoluş tümüyle doyumludur,
tamamen bir anın içindedir (...) İnsan yeryüzünden
kaybolursa, zaman olacak mı? Ağaçlar büyüyecek, nehirler akacak, bulutlar yine
gökyüzünde dolaşacak ama soruyorum, zaman olacak mı? Hiç zaman olmayacak. Anlar
olacak, daha doğrusu bir an olacak -ve bir an yok olduğunda başka bir tanesi
ortaya çıkar. O yok olduğunda da başka bir tanesi gelir. Ancak aslında zaman
yoktur. Yalnız çok küçük an vardır (Osho, 2012).
İnsan
her türlü arzudan sıyrıldığı takdirde, zamana da ihtiyacı kalmaz. Arzu hırsı
doğurur ve bu hırsın boyutu belli değildir. İnsanoğlu nefsine hakim olamadığı takdirde,
hırs arzuyla beslenerek büyüdükçe büyür. Savaşlar, yıkımlar, soykırımlar ortaya
çıkar. Tao inancı arzuyu yok ederek eylemsizliğe ulaşmayı öngörür.
(.)Karşı
kıyısına geçiyorsa insan bir ırmağın Ve kendi sandalına boş bir kayık çarparsa,
Aksi bir insan
olmasına rağmen Çok öfkelenmeyecektir.
Ancak eğer kayıkta insan görürse,
Uzak durması için bağıracaktır ona.
Feryadı
duyulmazsa, tekrar bağıracaktır,
Ve bir daha lanet okumaya başlayacaktır.
Ve bunların hepsi kayıkta biri olduğu için.
Eğer kayık boş olsaydı,
Bağırmayacak ve öfkelenmeyecekti (...)
Chuang Tzu (Osho, 2012, s. 9).
Bin
yıllık bir geleneği olan monokrom sanatın özü, Chuang Tzu’nun bahsettiği bu
boşluktur. İnsanın kendi benliğine ulaşma çabasından bahseder Tzu. İnsan
kayığını boşalttığı andan itibaren varolmaya başlar. Bin yıl boyunca monokrom
sanatla uğraşan birçok sanatçının da ulaşmaya çalıştığı boş kayıktır. Kişinin
hiçbir kimlik çabasına girmeden başarıya ulaşması esas var olma nedenidir.
Rütbesi olan, bir kimlik altında varlığını sürdüren her kişi korkmaya, huzursuz
olmaya ve zarar görmeye mahkumdur.
“Boşaltabilirsen
kayığını Dünya ırmağından geçerken,
Kimse sana engel
olmayacak,
Kimse sana zarar vermeye
çalışmayacak”
Chuang Tzu (Osho, 2012, s. 9).
Tzu’nun
bahsettiği ‘dünya ırmağı’ aslında doğanın kendisidir. Kişinin başarıdan
anladığı bir kazanç, bir mevki ya da başka bir insana ulaşma çabası ise bu
doğaya tamamen aykırıdır. Tabiatın kişiden beklediği birlikte uyum içinde
yaşama çabasıdır. Gerçek başarı bu olmalıdır. Bu çabanın aksine yapılan her
hareket kişiyi bir kazanca, bir mevkiye ulaştırsa da mutsuz kılacaktır.
Taoizmin
ortaya çıkışından sonra, Uzak Doğu sanatı da kendine has bir üsluba
bürünmüştür. Tamamen basitleşmeyi öngören Tao felsefesi gibi resim sanatı da
tek renk ifadesiyle sadeleşmeyi amaç edinir.
M.Ö.
5.yy’da çok renkli resimlerden daha etkili olması için çalışılan bir teknik
geliştirildi. Bu teknik, tek renk mürekkebin kullanılmasıdır, genellikle
siyahtır ve bazen gümüş ve altın da olabilir, “bir ressam tek mürekkep kullanabilir
ve resimlerine 5 renk (kırmızı, yeşil, mavi, siyah ve beyaz) etkisi verir”
(Rose,12- 13). Çin resim sanatıyla ilgili bütün kuramsal yazılarda temel konu,
Fırça- Mürekkep üzerinedir. Bu kavram çok özgül biçimde Mürekkep kullanılarak
(shui- mo-hua) çizilen resim için geçerlidir. Sonsuz ton ayrımlarına olanak
veren ve doğayı yansıtmakta ressamın gözüne bütün değişimleri algılama olanağı
sağlayan şey bu, yani siyah mürekkeptir. Mürekkep orada fırçayla işbirliği
içindedir. Zira mürekkep tek başına yalıtılmış bir malzemedir, güçlüdür, ancak
fırça eşliğinde kullanıldığında canlılık kazanabilir mürekkep. (Cheng, 2006, s.
105).
Fırça
etkisiyle, mürekkebin boşluk doluluk oranını bir arada sunularak, insan
algısında büyük bir etki yaratır. Bu durum ‘yüce’ etkisi olarak tanımlanabilir.
“Boşluk
batılı zihinlerde büyük ölçüde bir yanlış anlamaya neden olan Budacılıkta
kullanılan bir terimdir. Bir Budacı boşluktan söz ettiği zaman, bunu doluluğun
anlamında değil, daha ziyade hiçbir şeyin verilmediği ve hiçbir şeyin alınmadığı
koşulsuz bir durum anlamında kullanır” (Senzaki ve McCandles, 2001, s. 36).
Bu
yargıdan da anlaşılacağı gibi Zen felsefesindeki boşluk kavramı ile Budist
inançtaki boşluk kavramları tamamen farklıdır. Doluluğun karşıtı olarak görülen
boşluk kavramının zen felsefesinde resim sanatıyla anlam bulması ve zirveye
ulaşması olağan bir durumdur.
“Şair
ve ressam Wang Wei (699-906) Monokrom manzaraların babası olarak bilinir. Ve
6.yüzyılda Hintli bir rahip Çin’in Budizm felsefesini tanıtır. Monokrom sanatta
plastik gelenek ve kozmik felsefe iç içedir -şiir ve ebediyet- iç gözlem
boyunca karşılıklı beslenir ve zenginleşirler” (Rose, 2006, s. 12-13). Monokrom
resmin daha sonraki yıllarda somut ve soyut olanın bir arada sunulma çabasının,
Uzak Doğu sanatından geldiği söylenebilir. Zen felsefesi esasen meditasyona
dayanır. Meditasyon ise kişinin ‘iç huzura’ ulaşma eylemi olarak düşünülebilir.
Taocu felsefenin açtığı yoldan giden Zen felsefesi de yaşamın özünü bulma
yoluna gider. Zen Felsefesi geçmiş ve geleceği anlamsız kılıp ‘o an’ içinde
olanı gerçek sayarak eylemsizliği savunan Taocular’ın öğretilerini meditasyon
aracılığı ile beslemektedir.
“Meditasyon
ve resim bu sebeple zen tapınaklarında yaşayan rahipler tarafından
geliştirilmiştir ve usta ressam Sesshu (1420-1506)’nun çalışmaları ve
disiplinleri 15. yüzyıldan 17.yüzyıla kadar evrensel düzeye ulaşmıştır” (Rose,
2006, s. 13).
Japon
sanatının Çin sanatından etkilendiği yaygın bir görüştür. Ancak Japon
sanatçılar, Çin geleneğini sürdürmeyip, genel geçer kuralları yıkarak farklı
bir yol izlemişlerdir. Gündelik yaşamdan konular seçip, farklı kompozisyon
biçimleri denemişlerdir.
“Ustaları
Hokusoi (1760-1849), Fujiyama dağını, çıkrık iskelesinin ardından rastgele
görüldüğü biçimde betimliyor; Utamaro (1753-1806), resmin kenarına geldiği ya
da bir perdenin arkasında kaldığı için tam olarak görünmeyen figürler yapmaktan
çekinmiyordu” (Gombrich, 1999, s.525-526).
Uzak
Doğu felsefesinin temelinde, nesnelerin insan üzerinde yol açtığı etkilerden
uzaklaşarak ‘iç huzur’ u yakalama çabası vardır. Dolayısıyla inançları, resim
sanatına da bu şekilde yansımış ve 20.yüzyıl’da ‘nesnesiz’ resimleri batı
sanatını etkilemiştir.
Hokusai’nin
ufuk çizgisini yok ederek oluşturduğu kompozisyonlar izlenimcileri oldukça
etkilenmiştir. Hokusai’den etkilendiği bilinen Monet’nin en önemli
çalışmalarından olan Nilüferler, bu etkinin en büyük örneğidir.
Romantizm ve Monokrom İlişkisi
Mourice
Denis, 1890’da ‘Simgeci Manifesto’da “Unutmayalım ki resim -bir savaş atı,
çıplak bir kadın ya da herhangi bir konunun ifadesi olmasından önce- belli bir
düzene göre yerleştirilmiş renklerden ibaret düz bir yüzeydir” (Aktaran:
Antmen, 2008, s.79) açıklmasında bulunmuştur. Bu ifade monokrom resimlerin
sanatın özüne ulaşma çabasını desteklemektedir.
Monokrom
sanatın ilk esaslarından olan yüce algısı, Romantik sanatçılar tarafından
genellikle devasa, uçsuz bucaksız, sonsuz, belli belirsiz gibi tanımlarla ifade
edilmiştir.
Bachelard’ın
yıllar sonra tanımladığı ‘uçsuz bucaksızlık’ ifadesi Romantiklerin resimlerinin
algılanmasını destekler niteliktedir.
Uçsuz
Bucaksızlığın, düşlemenin felsefi bir kategorisi olduğu ileri sürülebilir.
Düşlemenin çeşitli manzaralarla beslendiğine kuşku yok, fakat doğuştan gelen
bir tür eğilimle, büyüklüğü temaşa eder düşleme. Büyüklüğün temaşası da öyle
özel bir tavrı, öyle tikel bir ruh durumunu belirler ki düşleme düşçüyü
yakınındaki dünyanın dışına çeker, sonsuzluk işareti taşıyan bir dünyanın önüne
koyar (Bachelard, 2008, s. 223).
Daha
önce de bir çok düşünürün belirttiği üzere, yüce sadece yüce bir zihinle
algılanabilir. Bachelard’da bu düşünceyi düşleme yoluyla ortaya koyar. Sonuçta
uçsuz bucaksız bir zihin dünyanın sonsuzluk işaretini algılayabilir.
Denizin
ve ovanın uçsuz bucaksızlıklarından uzaktayken, tefekküre dalarak, büyüklüğün
temaşası sırasında oluşan titreşimleri kendi içimizde basit bir anı
aracılığıyla yeniden yaşayabiliriz. Peki ama söz konusu olan gerçekten bir anı
mıdır? Hayalgücü, uçsuz bucaksızlığa dair hayalleri sınır tanımaksızın
büyütemez mi tek başına? Hayalgücü, ilk temaşadan itibaren etkin değil midir
zaten? Gerçekten de düşleme, ilk andan itibaren bütünüyle oluşmuş bir durumdur.
Başlarken hiç görülmese de, aslında hep aynı biçimde başlar. Yakındaki nesneden
kaçar, derhal uzaklaşır, başka bir yerdedir, başka bir yerin mekanındadır
(Bachelard, 2008, s.223).
Hiç
kimse içinde bulunduğu ortamı hayal gücünde var etmez. Romantikler de tam da bu
sebep doğrultusunda yüzlerini doğaya çevirmişlerdir. O dönemde yaşanan birçok
yenilikler, keşifler ve yıkımlar, içinde bulunulan ortamı yoktan var etme
yoluna gitmiştir.
Sanayi
Devrimi ile yaşanan yenilikler beraberinde birçok sıkıntıyı da içinde
barındırmıştır.
Dönemin
ani değişimleri, insan gücünün makineler tarafından sömürülmesi, köyden kente
göçün artması, gelir dağılımındaki eşitsizlik, günlük yaşamın mekanikleşmesi
gibi
durumlar sebebiyle yaşamın özü gözden kaçırılmıştır. Romantiklerin doğaya
sımsıkı sarılma nedenleri belki de bu sebepledir.
İzlenimciler
ve Monokrom Anlayış
19.
yüzyıl sonlarında İzlenimciler ışığı renk ile yansıtma çabasıyla sanat
tarihinde bir dönüm noktası yakalamışlardır. Yakından bakıldığında fırça
vuruşlarıyla iç içe geçmiş renkler dışında bir şey algılanmayan bu resimler,
uzaklaştıkça optik görüntüde anlam kazanmaya başlamıştır. Ancak ilk
çıkışlarında oldukça şaşkınlıkla karşılanmışlar ve hatta alaya alınmışlardır.
“İzlenimcilerin
diğer bir ortak merakı, 19.yüzyılda Avrupa’nın Japonya’yla ticarete
başlamasının bir etkisi olarak Batı’da görülmeye başlanan, akademik kurallara
aykırı tekniğiyle yenilikçi ressamların ilgisini çeken Japon estamplarıdır.
“(Antmen, 2008, s.24).
Monokrom
anlayış, Uzak Doğu sanatının yöneldiği ‘iç huzur’ arayışı gibi, saf, yüce,
belli belirsizi içinde barındıran bir anlayıştır. Monokrom resim sanatının,
batı sanatı içinde ortaya çıkması 19.yüzyıl sonlarına denk gelir.
Soyut
sanatın ilk kıvılcımları 19.yüzyılda görülmeye başlanmıştır. Görünen
gerçekliği, farklı yollarla resmetme çabasına giren sanatçılar, sanat
çevrelerince yeni tartışmalara sebep olmuşlardır.
yüzyılda
soyuta yönelişin erken örnekleri arasında Fransız ressamlar Claude Monet ve
Paul Cezanne, İngiliz ressam J.M.W. Turner (1775-1851) ve Amerikalı ressam J.M.
Whistler’in (1834-1903) resimleri dikkat çeker. Bu ressamların hiç biri görünen
gerçeklikten tam anlamıyla ayrılamamış olmakla birlikte, biçimsel arayışların
ve boyasal etkilerin ön planda olduğu resimlerinde ‘modern’in ifadesinin
temsili gerçekliğin ötesine uzanan ‘saf sanat’ta aranacağının ipuçlarını
vermişlerdir (Antmen, 2008, s.79-80).
Günümüzde
soyutlama olarak sınıflandırılan bu resimler birçok sanatçıya sonraki yıllarda
yol göstermiş olsa da dönemin algısı düşünüldüğünde oldukça aykırı
görünmüşlerdir. Hatta sanatçılar ‘seyircinin yüzüne boya fırlatmak’ gibi
suçlamalarla karşı karşıya kalmıştır.
19.yy. Tutarsızlar Grubu ve Monokrom Anlayış
Sanat
tarihi içinde yer alan birçok hareket kendisinden önce var olan akıma tepki
niteliğinde ortaya çıkmıştır. Bu görüşün haricinde başlı başına protesto
niteliğinde ortaya çıkan hareketler, sanat tarihi içinde yer almadan yok olup
gitmiştir. Dada öncesi hareket olarak anılan bu hareketler içinde Tutarsızlar
Grubu (Les Incoherents) yer almaktadır. Birçok eylemleri, resimleri, afişleri
tamamen dalga geçme niyetiyle ve eğlence amaçlı ortaya çıkmıştır.
“1843’de Paris’te
Jean-Louis Petit bir dalga geçme niyeti ile ilk monokrom resmini yapmıştır.
Siyah bir yüzey, takım yıldızlarına benzeyen beyaz noktalarla kaplıdır” (Rose,
2006, s.23-25). Turner’ın 1840’da yaptığı resme bakıldığında, bir gece
manzarası görülmektedir. Resimde belli belirsiz leke olarak yansıyan figürler,
o dönem düşünüldüğünde oldukça cesur bir atılımdı. Birçok kişiye hiçbir anlam
ifade etmeyen bu ‘ilginç’ resimlerin tek renk görünümü bir alay konusu
olmuştur. Bu sebeple dalga geçme niyetiyle yapılan resimlerin büyük bir bölümü,
monokrom resimlerdir.
Monokrom resimler; ne
bilimsel ne de ruhani çalışmalar olarak değil Turner, Monet ve Whistler’in
resimlerine karşılık bir muziplik olarak doğdu. Bu ressamların eserleri; sadece
halka göre değil, aynı zamanda akademik sanata göre iki boyutlu yüzeylerin
derinlik algısına karşı, biçimlerin dış çizgileri ve açık koyu kontrastlarını
saf dışı bırakmanın çılgınlık olarak gördükleri saldırıydı (Rose, 2006, s. 23).
Rose’un
bahsettiği bu muziplikler sonucunda, Fransa’da özellikle sanata olan bakış
açısını eleştirmek üzere, çeşitli eylemler düzenleyerek dikkat çeken bir grup
ortaya çıkmıştır. Sonraki yıllarda Dada’nın bir çok eyleminde, bu muzip gruptan
ilham aldıkları apaçık ortadadır.
Tutarsızlar (Les Incoherents)
1800’lerin sonlarında,
Paris birçok önemli sanatçının başkenti olmuştur. Sanatçılar çeşitli gruplar
kurarak birçok akımın ve sanat hareketlerinin bu şehirde hayat bulmasına
öncülük etmişlerdir.
Bu
sanat hareketlerin ilki Hydropathe’lar grubu oldu. Daha sonra Les Incoherents
(Tutarsızlar) grubunu kuracak olan yazar Jules Levy bu grupta kısa süreli yer
aldı. 1880-1884 yılları arasında varlığını gösteren Hydropathe’lar, Monmarte’da
rahatsız eden bir sese yol açtı. Toplantılarının ana malzemeleri alkol ve
edebiyattı. Les Incoherents (Tutarsızlar), Montmarte sokaklarında özgür
ruhlarını ayartan genç sanatçılar grubuydu (...)
Montmarte, o dönemde burjuva sınıfının tercih etmeyeceği bir bölgeydi.
Bohemler, ölüm ve sefalet düşüncelerinden uzaklaşmayı ve bir kurtuluş hareketi
bekleyen insanlardan oluşuyordu. Ve Jules Levy bu bunalım dönemde onlara bir
kahkaha sunmak için oradaydı (Lutz,
2012).
Sanatın
ciddiyetinden arınmakla işe koyulan Tutarsızlar; Jules Levy öncülüğünde, birçok
sergi gerçekleştirdiler. Bu sergilerin yanı sıra çeşitli eylemleri de bulunan
grubun başlıca amacı eğlenmekti.
“Tutarsızlar,
sergilerin yanı sıra bir gazete yayınladırlar ve kabare şovları
gerçekleştirdiler. Açılışlarında doğaçlamalara yer verdiler. 1884’de ki
sergileri , ‘I paint’ yazılı levhalarla, galerinin merdivenlerinde yürüyen
sanatçılardan oluşmuştu” (Rose, 2006, s. 25). “1885’de Tutarsızlar, kostümlü ve
tuhaf olan balolar düzenlemeye başladılar ve yerde oturuyorlarken atmosferde ve
protokolde yemek yeme gibi tutarsız davranışlarda bulundular. Emile Cohl bu
balolardan birine bir enginar olarak katıldı” (Lutz,
2012).
Dadaistlerden
yaklaşık yirmi sene önce ortaya çıkan ‘Tutarsızlar’ o dönemde özellikle
İzlenimcileri alaya alarak ortaya çıkmışlardır. Üyelerinin neredeyse hepsi
resimle hiçbir suretle ilgilenmeyen, genellikle edebiyatla, mizahla,
oyunculukla uğraşan kişilerden oluşmaktadır. İlk başta tuhaf isimlerle
sundukları tek renk resimlerin yerini daha sonra performansları almış ve bu
sayede dikkat çekmeyi başarmışlardır. Bu insanların temel amaçları, mizah
yoluyla sanata bakış açısına karşı bir eleştiri sunmaktır.
“Bu
eğlenceli tuhaflıklar sanatsal bir araştırmayı hedeflememişti ama burjuva
sınıfını oldukça şaşırtmıştı. Bu yüzden onlar avangart tarihin parçasıydı.
Geçmişin gelenekselliğini alıkoyarak, estetik araştırmaların ötesinde olan bu
gibi espriler, Modernizm tarihinin parçası olmadı” (Rose, 2006, s.25).
Tutarsızlar grubunun üyeleri, ilk dada grubu olarak anılır ve hiçbir şekilde
sanat yaptıklarını iddia etmezler. Ancak onların karşı durdukları ve alaya
aldıkları şey, gelenekten kopmaya başlayan sanatı eleştirmenin yanı sıra, o
zamanlar burjuvanın sanata olan bakış açısını da eleştirmekti denilebilir. Bu
ilk alaya alma konusu, ‘monokrom’ resimlerle ortaya çıkmıştır.
‘Tünelde
zencilerin kavgası’ başlıklı resminden ilk kez Paul Bilhaud, “monochroide”
kelimesini türetmiştir (Rose, 2006, s.25).
“Alphonse
Allais ‘Karda solgun kızların ilk buluşması’ nı boş beyaz bir sayfayla ve
‘Kızıldeniz kenarında apoplectic kardinaller tarafından domates kırpma’ isimli
kırmızı bir monokromu meydana getirir. Bu resim bir kasnağa gerili boyalı bir
kumaştan oluşmuştur” (Rose, 2006, s.25).
Bu
monokrom resimlerin optik görüntülerinden çok, resimlere koyulan tuhaf isimler
oldukça dikkat çekicidir.
Bu
kelime oyunlarıyla oluşturulan monokrom resimlerden sonra, sanat eseri ile izleyici
arasındaki uçurumu ortadan kaldırmaya yönelik ‘muzip’ çalışmalar ortaya
çıkmıştır. 1887 yılında Eugene Bataille yapmış olduğu Mona Lisa’nın Piposu’nda
ikonlaşmış bir figürü alaya alarak sanatın biricikliği konusundaki
tartışmaların ilk fısıltısı olmuştur. Sonraki yıllarda Marcel Duchamp’ın
"kızın yakıcı kalçaları var" anlamına gelen L.H.O.O.Q isimli
çalışmasında bu fısıltının yerini büyük bir çığlık almıştır.
Aynı
zamanda Marcel Duchamp’ın, birçok çalışmasına anlamsız isimler koymasında
Tutarsızlar’dan etkilendiğini söylemek yanlış olmaz. (Bekarları tarafından
çırılçıplak soyulan gelin gibi).
Tutarsızlar
grubu, çok kısa bir dönem varlığını sürdürmüş ve 1887’de eylemleri resmen son
bulmuştur. Onların bayrağını sonraki yıllarda Dadaistler devralarak sanat
tarihine geçmeyi başarmışlardır.
Tutarsızların
alaya aldıkları İzlenimciler’in temeldeki amaçları ışığı, en çarpıcı yolla resmetmekti.
İlk başta oldukça eleştirilen ve anlaşılamayan İzlenimciler’in monokrom resim
geleneğiyle bağlantısı, Barbara Rose’un da belirttiği gibi nesnelerin yavaş
yavaş soyutlaştırılarak, ileriki dönemlerde tamamen ortadan kaldırılacağı
nesnesiz sanatın ilk kıvılcımlarıydı belki de.
Modernizm
bağlamında -avangart ironinin zıttı olarak- Claude Monet’nin son çalışmaları,
monokromun yakın değerdeki köklerine dayanır. Bu resimler ışığın ve rengin
optik etkisi olarak eleştirilmiştir. Monokromun gelecekteki değişimini işaret
eden nokta Monet’nin, Whistler’in ve Turner’ın resimlerinde atmosferde
nesnelerin soyutlaştırılması ve ışık olarak renk kullanımı, onların
çağdaşlarının çoğunda, gülünç gibi görünebilir (Rose, 2006, s.25-27).
“Yakalamak istediği şey, nesneler değil
onların üzerine düşen güneş ışığı, daha doğrusu, daha doğru bir anlık
izlenimdi. Bunun için de figürden ziyade açık havada titreşen ağaç ve sular iyi
araçlardı” (Yılmaz, 2006, s.20).
Monet’nin
bu resmine bakıldığında ilk bakışta doğada var olan bir yansımadan çok, renk
lekeleri algısına sahip olunabilir. Rose bu resim ile sanat tarihinde yer alan
birçok sanatçı için öncü olduğu görüşünü dile getirmiştir.
Monet’nin
Nilüferler’inde ufuk çizgisinin olmayışı, görüş alanının ötesinde yatay
genişliği kadar, görsel alanı dolduran gölette seyirciye gömülü etkisi yaratır.
Ufuk çizgisinin elimine edilmesi ve görüş alanı Rothko ve Newman’ın resimleri
gibi post-Kübist soyutun büyük ölçekli nitelendirilen subje ve objelerin
arasındaki farkın yenilikçi tutulmasının başlangıcıdır (Rose, 2006, s.27).
Soyut
Resim, Süpramatizm ve Monokrom Anlayış
Monokrom
resim sanatının nesneyi resimden dışlayarak oluşturulması açısından soyut sanat
ile birebir bağlantısı vardır. Monokrom resim sanatına zemin hazırlayan dönem
19.yüzyıl sonlarıdır. Bu dönemde nesneden tam olarak uzaklaşılmasa da nesneyi
soyutlaştırarak soyut sanatın ilk adımları atıldığı varsayılabilir.
“Temsili
gerçeklikten koparak özellikle renk öğesine ve şekillere odaklanan, böylece
özünde soyut bir resimsel ifadenin yolunu açan ilk sanatçının, Rus ressam
Wassily Kandinsky (1866-1944) olduğu kabul edilmektedir” (Antmen, 2008, s.81).
Monet’nin ‘Saman Yığını’ adlı tablosunda sadece renk ve ışığı görmesi kafasında
birçok soruya yol açmış ve resimsel anlamdaki çabasını şekillendirmiştir.
Kandinsky’nin
müziğin resmini yapma isteği doğrultusunda oluşturduğu eserler monokrom resim
geleneği içerisinde var olmasa da, nesneyi resimden tamamen çıkararak, monokrom
çalışan birçok sanatçıya yol göstermiştir. Esasen amaç aynıdır: resim dilini
kullanarak ‘saf’ olana ulaşmak.
Kandinsky
gibi ‘saf’ olanın peşinden koşan diğer bir sanatçı da Kazimir Maleviç’tir.
Kandinsky gibi Monet’nin büyük bir hayranı olduğu söylenen Maleviç, tamamen
soyut olanın peşinden giderek Monokrom resim sanatına büyük katkıda
bulunmuştur.
Bu
iki sanatçı soyut resmin en önemli sanatçıları olarak kabul edilir ancak
yapıtları gerek içerik gerekse biçimsel açıdan birbirlerine benzemezler.
Kandinsky’nin amacı, soyut olan başka bir sanat dalını yani müziği resmetme
çabası, sonuç olarak düşünsel ve işitsel anlamda da olsa dünyevi bir şeyi
aktarma çabasıdır. Oysaki Maleviç’in ulaşmaya çalıştığı, dünya üzerinde var
olmayan saf biçimdir.
Maleviç’in
monokrom çalışmalarına bir opera için yapmış olduğu tasarımlar ilham
verdi.1913’de, çeşitli Rus sanatçılarla birlikte Victory Over The Sun operası
için sahne ve kostüm tasarladı. Victory Over the Sun’ın beşinci sahnesi için,
geniş bir kare olan zemini, çapraz şekilde böldü, Maleviç’e göre, bu İlk
Süprematist çalışmaydı (Rose, 2006, s. 27).
Maleviç
resimden nesneyi çıkararak, sanatın yüzyıllardır gerçeğin ne olduğu sorusuna,
var olanla eş tutarak yanıt aramasını anlamsız bulmuş ve gerçeğe ancak ‘öz’ ile
ulaşılabileceğini savunmuştur.
Maleviç,
Süprematizm Manifestosu’nda çoğunluk olarak ifade ettiği halkın kendi
eserlerini anlamamasını doğal karşılar. Çünkü ona göre halk, resim sanatının
özünü henüz anlayamamıştır ve yaratıcılığı taklit etmekle karıştırmaktadır:
“Akla
yakın olmasına rağmen, yaratıcı sanatın yaratıcı olduğu ve taklit eden olmadığı
gerçeği, bu görüşün ışığında, anlaşılmaktan oldukça uzak görünür, öyle ki
sanatın özü halka ulaşmaz. Dahası, olağanlaştırıcı sanatsal unsur değişkendir
ve uzun vadede hiçbir ‘tekrarı’ ve ‘duraklamayı’ kabul etmez” (Maleviç, 2013,
s. 21).
Maleviç
nesneyi yüzeyden atarak sıfır biçimi yaratmayı amaçlamıştır. Onun dünyayı
algılama biçimi sonsuz kavramı ile açıklanabilir.
Maleviç,
felsefe ile yakından ilgilenen bir sanatçıydı. Nesne, nesnelerin anlamı, insan
ve doğa, mülkiyet gibi konular üzerinde kafa yoruyordu. Ona göre insan, nesne
dünyasını kendi çıkarı için -sanki bir yenilik
gibi- acımasızca kullanan, gerektiğinde kendi cinsini bile çekinmeden yok eden
bir varlıktı. Bu yüzden nesne tutkusu, hem toplumsal yaşamdan hem de sanattan
silinmeliydi (Yılmaz, 2006, s.71).
Sanatın
özü Maleviç için, doğada hiçbir surette var olmayan bir yerdeydi. Nesne insan
tarafından meydana getirilmişti ve Maleviç’e göre, insan kendi yarattığının
esiri olmuştu. Bu sebeple, resim sanatı hiçbir şekilde nesneyi içinde
barındırmamalıydı. Nesneyi tamamen çıkarmış olması, nesnenin esiri olmuş ve
sanatı sadece taklit olarak algılayan halk tarafından oldukça yadırganmıştı.
“Beyaz
zemin üzerine siyah kare, nesnesiz hissiyatın ifadeye gelişinin ilk biçimiydi.
Kare=hissiyat, beyaz zemin = bu hissiyatın ötesindeki boşluk” (Maleviç, 2013,
s.82).
Maleviç
bu eseri sergilediğinde elbette ki anlaşılmayacağını biliyordu. Nesnenin
tutsağı olmuş kişilerin, nesnesiz olanın yüceltilmesini hoş karşılamayacağına
hazırlıklıydı. İzleyenler bu resimde yalnızca ‘boş bir kare’ görerek onun,
nesneyi resimlerinden çıkararak duyguyu yansıtma çabasını anlayamamışlardır.
Maleviç:
“Sergilemiş olduğum ‘boş bir kare’ değil, nesnesizliğin hissiyatıydı.
‘Nesnelerin’ ve ‘kavramların’ hislerin yerine geçtiğini fark ettim ve istenç ve
idea dünyasının sahteliğini kavradım” (Maleviç, 2013, s.79) diyerek duyguları
ön plana çıkarmış ve gerçek olanın nesne değil hissiyat olduğunu vurgulamıştır.
Hatta nesnesiz bir resim karşısında şaşıran çoğunluğun o zamana kadar resimden
bir şey anlamadığını savunur.
Eğer
büyük ustaların eserlerinden, içerisinde ifade edilen hisleri -yani gerçek
sanatsal değerini- çekip çıkartmak ve bunu ört bas etmek mümkün olsaydı, halk,
eleştirmenler ve sanat uzmanlarıyla birlikte, bunu asla gözden kaçırmazdı.
Aslında, tam da bu sebepten, karemin halka anlamsız görünmüş olması tuhaf
değildi (Maleviç, 2013, s.80).
Maleviç
için monokrom, hem nesnenin yok edilişine doğru devrimci bir adım, hem de
ruhani bir kavramdır.
“Maleviç “süprematist” bir tabutta gömüldü ve
cenazesinin bir fotoğrafında Meryem’in bir ikonu gibi duran siyah kareyi görmek
mümkündür. Bu, süprematizm eleştirmenlerinin kullandığı imgelem ile resmin
ölümü gibiydi” (Danto, 2014, s.205).
“1921
‘de Moskova’da Tatlin ve beş arkadaşının beşer yapıtla katıldığı 5x5=25 adı
altında bir sergi düzenlendi. Sergideki en ilginç işler Kazimir Maleviç ve
Aleksander Rodçenko’nun (1891-1956) yaptıklarıydı”(Yılmaz, 2006, s.90). Kazimir
Maleviç’ten sonra Rodçenko, tuvali tek bir renkle boyararak bi kaç tane seri şeklinde
resimler yapmıştır. Maleviç’in tek renk anlayışı ile Rodçenko’un anlayışı
birbirlerinden farklıdır. Maleviç’in sanatı resmin özünü yansıtma derdindeyken.
Rodçenko Saf Kırmızı, Saf Sarı ve Saf Mavi ile resmin sonunun geldiğine vurgu
yapıyordu.
1939
yılında, “resmi mantıksal sonucuna indirdim ve üç tualde sergiledim: Kırmızı,
mavi ve sarı. Bu resmin sonudur. Bunlar ana renklerdir. Her bir düzlem
farklıdır ve artık temsil olmayacaktır” demiştir (Foster, 2009, s.43).
Soyut Dışavurumculuk ve Monokrom Anlayış
yüzyıl,
sanat alanında birçok başkaldırının ve yeniliğin yaşandığı dönem olmuştur.
Bunun en büyük nedenleri arasında yaşanan iki büyük savaş yer almaktadır.
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, sanatın ne olduğu sorusunun cevabı değişmiş
ve toplumun ihtiyaçları doğrultusunda yenilikler baş göstermiştir. Bu dönemde
sanat adına yaşanan en büyük değişim, sanat merkezinin Avrupa’dan Amerika’ya
taşınması olmuştur ve burada Soyut Dışavurumcu akım ortaya çıkmıştır.
Soyut
Dışavurumcu sanatçıların esin kaynağı kendi iç dünyalarıydı. Onların sanatı,
dönemin savaş sonrası çalkantılı olaylarından uzak duran sadece iç dünyalarını
yansıtma amacıyla yenilik barından bir sanattır. Bu sebeple Amerika’nın toplumu
kışkırtmadan, kendisine köklü bir başlangıç olması bakımından en uygun akım
olma özelliğine sahiptir.
Soyut
Dışavurumcular arasında önemli bir yeri Mark Tobey, Doğu sanatından oldukça
etkilenen bir sanatçıdır. Resimlerindeki kaligrafik öğeler bu etkilenmenin
yansımalarıdır. Tobey’in resimleri, tek renk hakimiyeti bakımından biçimsel
olarak monokrom resim geleneği içinde yer aldığı gibi uzak doğu felsefesi ile
felsefi olarak da bu anlayışın kapsamındadır.
Mark
Tobey Çin’de uzun süre kaldıktan sonra 1934’te, Kyoto’da bir Zen manastırının
ıssızlığına çekildiğinde, önce eline üzerine bir çember, yani sıfır çizili olan
bir kağıt verirler. Kendisini karşılayan keşişler, üzerine sıfır çizili olan
kağıdı odasına götürmesini, duvara asmasını ve karşısına geçip meditasyonlarını
yapmasını söylerler. “Zen”in ilk basamağı buymuş. Tobey, Zen keşişlerin
dediklerini yapar. Biz, Tobey’in Zen manastırında yaşadığı bu ilk sanatsal
deneyimi biliyoruz. Kendisi buna “kaligrafik dürtü” adını vermiştir ve bu da
onu “beyaz yazılar” dediği çalışmalara sevk etmiştir (Schmied, 2015, s. 23).
İnanç
bakımından evreni her şeyiyle bir bütün olarak gören Tobey, bunu resimlerine
başarılı bir şekilde yansıtmıştır. Birçok inancın temelinde var olan dünyevi
olanla kutsal olanın varlığı, Tobey’in resimlerinde bir bütündür. Genellikle
siyah zemin üzerine beyaz akıtmalarla yaptığı resimler Tobey’in sanat dilini
oluşturur.
Soyut
Dışavurumcu sanatçılar resimlerini genellikle kendi iç dünyalarıyla şekillendirerek
ortaya çıkarıyorlardı. Gündelik yaşam ya da toplumsal olaylar onların sanatı
için bir ilham kaynağı değildi.
Dönemin
sanatçıları, sanatın topluma yön verme gibi bir görevinin olamayacağı gerçeğine
inanmışlardır. Bu durumda sanat sadece sanat için yapılmalıdır.
Amerikan
sanatçısının bu içine kapanık, ama yine de “özgür” konumu, Soğuk Savaş
yıllarında Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku ile özdeşleştirilen baskıcı
rejimlerin karşısına Amerikan kanadıyla ilişkilendirilen ‘özgürlük’
çağrışımının çıkarılmasında da etkili olmuştur (Antmen, 2008, s.148). Dönemin
‘özgür’ sanatçılarının tuvallerinde konu, eserlerinden çıkarılarak sadece
duygularıyla şekil verdikleri renk biçimleri olmuştur. Bu sayede ‘saf sanat
anlayışı’ ortaya çıkmıştır.
Clement
Greenberg, 1950'lerde Mark Rothko, Barnett Newman ve Clyfford Still gibi soyut
dışavurumcu ressamların çalışmaları için Renk Alanı Resmi terimini
kullanmıştır.
Renk
alanı resimleri içinde önemli eserlere imza atan ressamlar arasında olan
Barnett Newman’ın sanatı, güzel olandan çok yüce olanla ilgiliydi. Lynton bu
durumu şu şekilde ifade etmiştir:
“Barnett
Newman 1948’de ‘güzelden çok esrarlı yüceliği akla getirecek bir sanat’ olarak
adlandırdığı olguya ulaşabilmek için çok çalışmıştı. Bu sözleri iki yüzyıl önce
Edmund Burke’ün klasik estetiğe meydan okumak için söylediklerinin bir yankısı
gibidir” (Lynton, 2004, s.238).
Newman’ın
resimlerinin büyük ölçülerde olması güzel olandan çok yüce olanla
ilgilenmesinin bir sonucudur. Lynton’un ‘yıldırım düşmesi’ ya da ‘Tanrı’nın suları
yarması’ (Lynton, 2004, s.238) gibi Newman’ı doğa olaylarıyla tanımlaması,
sanatçının yüce olgusunu yansıtma derdinde olmasındandır. Bu durumu en net
büyük ölçüdeki resimleriyle yansıtmaktadır. Yüce olan karşısında insan
tedirgindir çünkü
yüce,
belirsizliğinden dolayı, tehlikesini de gizler. İnsan bu sebeple korkar ve
dehşete kapılır. Newman eserlerinde özellikle büyük çalışarak, sonsuz bir
boşluğu yaratma çabasındandır.
Barnett
Newman, Edmund Burke gibi güzel olanla yüce olanı keskin bir şekilde
birbirinden ayırmaktadır. Ona göre sanatta güzel olan Yunanlılar tarafından
meydana getirilmiştir. İnsanın sanattan beklentisi çelişkiye düşmüştür. Çünkü
sanat her zaman güzeli yansıtmak zorunda değildir.
Modern
sanatın dürtüsü bu güzelliği yıkma arzusuydu. Fakat Rönesansın güzellik
fikirlerini bir kenara iten yüce mesaj için uygun bir vekil bulamayan
Empresyonistler, bu mücadele sırasında, plastik tarihlerinin kültür
değerleriyle uğraşmaya mecbur kaldılar, bu yüzden yaşamı deneyimlemenin yeni
bir yolunu bulmak yerine ancak değerlerin bir aktarımını yapabildiler. Kendi
yaşama tarzlarını överek, neyin gerçekten güzel olduğu sorununa takıldılar ve
sadece genel bir güzellik sorunundaki konumları yeniden ifade edebildiler;
tıpkı daha sonra Kübistlerin, Rönesans ve Empresyonistlerin ipek yüzeylerinin
yerine bir gazete kağıdı ve bir zımpara kağıdı geçirmek gibi Dada jestleriyle,
yeni bir vizyon yaratmak yerine buna benzer bir değer aktarımı yapmaları ve
sadece kağıt parçasını yüceltmeyi başarmaları gibi (Newman, 2011, s.621).
Newman’a
göre modern sanat, geleneği hiçe sayarak yüce kavramını oluşturan etmenleri
değiştirmiştir. Gelenekten uzaklaşma çabası modern sanatçıyı bambaşka bir
çelişkiye götürmüştür. Rönesans’ın ortaya koyduğu tüm yenilikleri yok sayarak
yüce olandan öte güzel olanı değiştirme yoluna girmiştir. Newman’ın Avrupa
sanatında eleştirdiği durum, geleneklerden uzaklaşma çabasında olmaları değil,
bu çaba doğrultusunda geometrik biçimi ön plana çıkararak güzel olanı bulmaya
çalışmalarıdır. Çünkü O’na göre gelenek yok sayılacaksa, sanatın sorun edindiği
şey ne güzel ne de gerçek olmalıdır. Newman’nın sanat adına savunduğu şey,
sadece geleneği yok saymanın yetmediği, tarihi, dini, doğada var olan her şeyi
reddetmek gerektiğidir.
Renk Alanı Resmi içinde
yer alan diğer bir sanatçı da Mark Rothko’dur:
1949’da
Mark Rothko, simetrik olarak biri diğerinin üstüne kümelenmiş dikdörtgen renk
bulutlarının soft olarak tanımlandığı bir resim formatı geliştirir. (...) Rothko, kendi
sözcükleriyle bu formatı, “Deneyimleyebildiğim kadarıyla insan dramı, insanın
duygu ve heyecanlarıyla başa çıkmak” için, bitmez, tükenmez bir yapı olarak
görür ve geç dönem üç mural dizisi dışında, 1970’deki ölümüne dek yalnızca bu
formatta çalışır (Fineberg, 2014, s.105).
Soyut
dışavurumcu sanatçıların ortak özellikleri kendi iç dünyalarını yansıtma
çabalarıdır. Her ne kadar amaçları bireysel olsa da ortaya koydukları evrensel
bir düşüncedir. Mark Rothko, dünyevi olanla kutsal olanı yansıtma çabasındadır.
Mark
Rothko, tıpkı Barnet Newman gibi resimlerinde ilahi bir gücü yansıtma derdindedir.
Esas sorunu, ortaya tek renk ya da soyut bir resim çıkarmak değil, ruhani bir
hissiyatı en güçlü şekilde yansıtabilmektir.
"Ben
kendimi değil kendim olmayanı ifade etmek için resim yapıyorum. Ben hem sonluyu
hem de sonsuzu ifade etmeye çalışıyorum" (Aktaran: İlkyaz, 2003, s.201).
Rothko’nun bu ifadesi, monokrom anlayışın kutsal olanla dünyevi olanın bir
arada sunulması görüşünü yansıtır.
Mark
Rothko’nun son eseri, kendisine bir sipariş üzerine verilen bir kilise için
yaptığı duvar resimleridir. Pek çok arkadaşına bizzat “burası benim en önemli
eserim olacak” (Çağlar, 2015) şeklinde bahsettiği çalışma, sanatçı olarak
ulaşmak istediği en son noktaya varmasını sağlamıştı belki de.
“Rothko
Şapelin yapıldığı 6 yıl boyunca sanatçı Mark Rothko ne tür şeytanlarla savaştı
bilinemez, fakat Şapel kapılarını tüm dünyaya açmadan bir yıl önce 25 Şubat
1970’te Mark Rothko’nun asistanı onu mutfakta lavabonun yanında yerde yüzükoyun
yatarken buldu” (Çağlar, 2015). Mark Rothko trajediden beslenen bir sanatçıydı.
Yaptığı resimlerle insanları huzursuz ve tedirgin etmek amacındaydı. Kendisiyle
nasıl bir hesaplaşma içinde olduğu hiçbir zaman bilinemeyecek olsa da yaşadığı
trajediyi yaptığı son eserinde iliklere kadar hissettirmiştir.
Renk
alanı ressamları arasında monokrom resim geleneği içinde önemli bir yere sahip
diğer bir sanatçı ise Clyfford Still’dir. Resimlerindeki parçalanmış etki,
keskin renk tonları, büyük boyutlarda tuval karşısındaki izleyiciyi tedirgin
edici niteliktedir.
Monokrom
resim anlayışı içinde bir başka ifade şekli bulan Soyut Dışavurumcu sanatçı da
Ad Reinhardt olmuştur.
1936’da
New York’ta, Amerika’ya özgü konuların öykücü resimlemesine karşı kurulan Soyut
Amerikan Sanatçıları grubunun genç bir üyesi olan Reinhardt, denetimli ve
belirgin bir kişilik taşımayan bir çeşit Soyut Ekspresyonizm yoluyla, geometrik
soyutlamadan, benzersiz ölçüde yoğunlaşmış ve son derece seçkin bir geometrik
soyutlamaya geçiş yapmıştır (Lynton, 2004, s.244).
Reinhardt,
doğu felsefeleriyle oldukça ilgili bir sanatçıdır. Onun git gide en az öğeye
yani tek renge indirgediği resimleri Doğu felsefesinin çoktan teke doğru
giderek, öz benliği bulma çabasını beslemektedir.
Ad
Renhardt’ın resmi kendi başına mutlak bir varlıktır, ne bir gerçeğe, ne
düşünsel bir amaca, ne de kompozisyon, renk karşıtlığı, denge gibi resim
kurallarına bağımlıdır. Döneminde resmin sıfır noktası olarak görülen
yapıtları, en azla yetinmeyi, bir düzeni, bir belirliliği sergilerler (Germaner,
1997, s.37).
Ad
Reinhardt Doğu felsefeleriyle ulaşmak istediği noktaya, siyah resimlerinde
varmıştır. Doğu felsefeleri genel olarak her şeyi bir bütün olarak kabul eder.
Doğunun yaşam felsefesi insanın iç benliğini bulma arayışıdır. Rainhardt’ın bir
bakıma kendini siyahla ifade etme eğilimi bu iç benliği arama çabasından
kaynaklı olabilir. Yalnızlık, sessizlik, yalınlık siyahın içindedir.
Ad Reinhardt neden siyahı ifade aracı
olarak kullandığını şu şekilde dile getirmiştir:
“İyilik
ve kötülük siyahla ilişkilidir. Bir sanatçı ve bir ressam olarak büyük ölçüde
sembolü azaltırım, siyah sadece bir renk olarak değil aynı zamanda renksiz
olması bakımından enteresandır. Sanatta siyahla ilgili konuşmayı severim
-monokrom, monoton ve rengin sanatı aleyhinde resmin sanatı” (Aktaran: Rose,
2006, s.202).
Reinhardt’ın
da birçok Soyut Dışavurumcu sanatçı gibi Doğu felsefelerinden yararlandığını
biliniyor . Bu inanışların birçoğu yaşamı bir bütün olarak ele alır. Tüm
zıtlıkların bir arada bulunduğu bir bütün.
Siyah
üzerine çok geniş bir araştırma yapan Reinhardt, birçok inanışta yer alan
siyahın çağrıştırdığı anlamları da incelemiştir. Birçok inanışa göre siyah
olumsuz etkileri yansıttığı gibi yüce varsayılanlarla da açıklanmıştır. İnanışlar
doğrultusunda siyahı şu şekilde örneklendirmiştir:
Aynı
zamanda siyahın bazı dinsel yönlerinden bahsedebilirim çünkü “siyah rahip” (the
Black Monk) gibi birçok isimle adlandırıldım. Genellikle siyahın dişil,
günahkar ve şeytan olmasını İncil’le başladığını sanıyorum. Hıristiyanlıkta
zaman, güven, hakikat, günahlardan arınma, suçluluk, gizem ya da şekilsizliğin
veya biçimsizliğin iç içe geçtiği karanlığın siyahlığı arasında bir ilişki söz
konusudur. Siyah hepsinin sembolü olabilir. Kara şovalye ve kara şato vardır ve
öyle ya da böyle bütün bunlar yüceliğin yansımasıdır, Lao Tse “tao karartı ve
karanlıktır” demiştir ve Kabe Mekke’de siyah küptür, Kudüs’te Kubbet-üs Sahra
(the dome of the rock)’da Muallak Taşı (The Black Rock) vardır, ve bir ortaçağ
sufisi olan Eckhardt Kutsal Karanlık (The Divine Dark) olarak adlandırır
(Aktaran: Rose, 2006, s.202).
Ancak
siyahın neredeyse tüm inanışlarda yerini araştırmış olan Reinhardt kendi
sanatını hiçbir dinsel olguyla yansıtmadığını şu şekilde belirtmiştir: “Bir
sanatçı olarak siyahtan tüm dini düşünceleri arındırmak istiyorum (...) Beni
ilgilendiren, resimde siyahın ya da özellikle karanlığın olumsuzluğudur”
(Aktaran: Rose, 2006, s. 202)
Siyah
birçok görünümde karanlığı çağrıştırır. Karanlık da birçok kişiye olumsuz bir
duyguyu hissettirir. Reinhardt için bu olumsuz duygu hissiyatı olumsuz bir şey
değildir. Onun ilgilendiği bu olumsuz duygunun ne kadar estetik
yansıtıldığıdır.
Savaş
sonrası dönemde Amerika’da Soyut Dışavurumculuk akımı hızla yükselirken, o
dönemde Avrupa’da kendi yaralarını sarmaya çalışan birçok sanatçı mevcuttur. Bu
sanatçılar bireysel ya da gruplar halinde içlerini sanat yoluyla dökerken,
Soyut Dışavurumculuk’tan pek de farklı olmayan bir düşünceyle varlıklarını
sürdürmeye devam etmişlerdir. Büyük trajedilerle atlatılan buhranlı dönemin
ardından kendi iç dünyalarına yönelen bu sanatçıların da ilham kaynağı doğu
felsefeleridir. Bu dönemin Avrupa’daki en önemli temsilcileri Grup Zero’dur.
Grup
Zero’nun esas amacı, bir enkazın içinden hayata tutunma çabasıdır. Uzun yıllar
süren savaş ortamının ardından, Grup Zero’nun yapmaya çalıştığı şey,
varoluşlarını yoktan meydana getirmek düşüncesi yerine, yaşamda var olan her
şey üzerine bilinmeyeni su yüzüne çıkarmaktır.
Zero
sanatçılarının en belirgin ortak noktaları, her birinin Uzak Doğu
felsefelerinden etkilenmeleridir. İsminin Zero olmasında, Uzak Doğu
felsefelerinin önemli bir payı vardır. Grup Zero, ortaya çıktığı dönem de
düşünüldüğünde, Dadacıların ortaya attığı gibi bir yok etme ya da yok olma gibi
bir anlayışın aksine, Tao, Zen, Tantra gibi anlayışların ön gördüğü sessizlik,
boşluk gibi kavramların karşılığıdır. Ancak grubun ismi tesadüfen ortaya çıkmış
ve grup üyelerince kabul görmüştür. Uzaya roketin fırlatılma anından oldukça
etkilenen sanatçılar, “0” ın bir başlangıç olduğu görüşündedirler.
Savaş
sonrası sanatın merkezinin Amerika’ya kaymasıyla birlikte ortaya çıkan birçok
akımın özünde Grup Zero’ya yakın durması düşündürücüdür. Şöyle ki Grup Zero’nun
sanat anlayışını Soyut Dışavurumculuğun hiçbir siyasi propagandayı içermeyen
saf sanat anlayışının esin kaynağı olduğunu söylemek biraz iddialı olsa da,
yakın izler taşıdığı aşikardır. Bu sebeple hem savaş sonrası yaşanan rehavet
ortamı, hem de sessizliğin ve bilinmezin cazibesi, o yıllardaki dinginlik
ihtiyacını karşılamıştır.
Grup
Zero’nun oluşturmaya çalıştığı sanat alanı ‘Zero Bölgesi’ydi. Bu bölge
gürültüden uzak, sessiz sakin kendi sınırları içinde sınırsızlığı yaratmaya
çalışan, eylemsizlik içinde titreşimiyle eylem yaratan, acıdan beslenen bir ortamın
dışına çıkarak gelecekten umutlu bir alandı.
ZERO
manifestosu: Zero sessizliktir. Zero başlangıçtır. Zero yuvarlaktır. Zero
döner. Zero Ay’dır. Güneş Zero’dur. Zero beyazdır. Çöl Zero. Zero’nun üzeri
gökyüzü. Gece- Zero akıp gider. Göz Zero. Göbek. Ağız. Öpücük. Süt yuvarlaktır.
Çiçek kuş Zero. Sessizce. Süzülürcesine. Zero yerim, Zero içerim, Zero uyurum,
Zero kalkarım, Zero severim, Zero güzeldir, dinamo dinamo dinamo. Baharda
ağaçlar, kar, ateş, su, deniz. Kırmızı turuncu sarı yeşil çivit mavisi mor
Zero. Zero gökkuşağı. 4 3 2 1 Zero. Altın ve gümüş. Ses duman gezgin sirk Zero.
Zero
sessizliktir.
Zero başlangıçtır. Zero yuvarlaktır. Zero Zero’dur (Aktaran: Visser ve Zell,
2015, s.196).
Christian
Maria Schneider, Otto Piene’in savaş sonrası sanatı için şu sözleri dile
getirmiştir:
Savaş
sonrası Almanya’sında geçmişle tüm bağları koparacak denli radikal ve yeni,
bambaşka bir başlangıç yapacak derecede devrimci. Geriye bakmayarak hep yeni
anlamlar ve daha iyi bir gelecek için çabalama... Konvansiyonel olandan uzakta,
mevcut teknolojiyi kullanarak, ışık, hava gibi doğal fenomenleri kullanarak
idealistik olmayan bir ütopyen düşünce biçimiydi onunki. Böylece kendinden
sonraki kuşakları çok temel bir biçimde sanatın maddi olmayan, edinebileceği
deneysel ve çeşitli anlamlara açıklığı konusunda çok etkiledi (Aktaran: Sönmez,
2015).
Grup
Zero’yu en çok heyecanlandıran durum, bilim olarak gerçekleştirilen birçok
yeniliktir. Uzaya ilk roketin fırlatılması kendileri için müthiş bir ilham
kaynağı olmuştur. Üreten kişi onlara göre doğadan ve teknolojiden uzak
durmamalıdır. Bu iki olgudan birine sırt çevirmek onlar için eksik bir yaratım süreci
demektir.
En
önemli hedeflerimizden biri, insan ile doğa arasındaki ilişkileri yeniden
uyumlu hale getirmekti; doğanın güçleri, müthiş uyarıcılardır, yani gök, deniz,
kutuplar, çöller, hava, ışık, su, ateş birer ifade ve form aracıdır; sanatçı
“modern dünya” kaçkını değildir, hayır, sanatçı yeni teknik araçların yanı sıra
doğanın güçlerini de kullanır (Piene, 2015, s.31).
Piene
bu ifadesinde insanoğlunun doğanın bir parçası olduğuna değinir. İnsanın
kendisini doğadan soyutlayarak varlığını sürdürme çabası onu olumsuz kılar.
Doğa bütün olandır dolayısıyla sıfırın (Zero) kendisidir. Sanat ise doğa ve
insan arasında bir araçtır. İnsan yüreğinde doğanın kıpırtılarını hissettikçe
umut dolar. Bu kıpırtıları da ancak sanat yansıtır.
İnsanı
tedirgin eden belirsizliktir. En güçlü insan bile karanlığın belirsizliğinden
dolayı tedirginlik duyar. Piene karanlığın dehşetini ışıkla almaya çalışarak
bir nevi yüceleştirmiştir. Onun ışık oyunlarına bakıldığında karanlık değil
ışığın pırıltıları görülür. Oysa ki o pırıltıların tek sebebi kişiyi tedirgin
eden karanlıktır. Grup Zero’nun ortaya çıkış nedenlerine bakıldığında, geçmişin
acı enkazlarına rağmen geleceğe kararlı ve umut dolu bakma isteğinden doğduğu
görülür. Piene’nin ışığı umudun kendisidir.
Piene’nin
ana malzemesi ışıktır. Gerek resimlerinde gerek projeksiyon kullanarak yaptığı
işlerinde ışığı sonuna kadar hissederiz. Projeksiyon aracılığı ile yaptığı
çalışmaları bir dans gösterisini anımsattığı gibi, tinsel bir duyguda uyandırır
izleyen kişide. Kendisi de yaptığı resimlerin ve projeksiyonla yansıttığı ışık
huzmelerinin özünde hiçbir farkı olmadığını şu şekilde belirtmiştir:
Işık
balesinde içimde uyanan duygular resim yaparken ya da bitmiş resimlere bakarken
duyduklarıma benzer. Projeksiyon ve benzer yöntemlere aşinalığımın resme
aşinalığımla aynı olduğunu söylemek istiyorum; demek istediğim, insanın resimle
mi yoksa projeksiyonla mı uğraştığı önemli değildir, özne bundan etkilenmez
(...) En büyük rüyam, ışığı geniş mi geniş gece göğüne yansıtmaktır, ışığı
karşılayan dokunulmamı, engel tanımayan evreni taramaktır: uzay, insana hemen
hemen sınırsız bir özgürlük sağlayan alemdir (Piene, 2015, s.65-66).
Piene’in;
ne kadar uç bir hayal gibi görünse de, bütün evreni, sanatını yansıtacak bir
alan olarak düşünmesi gayet doğaldır. Çünkü gelmiş geçmiş en karanlık alan
uzayın ta kendisidir. Ana malzemesi ışıksa, tuvali de karanlıktır.
Bunun
yanı sıra; “Şimdiye kadar, gece göklerinde naif bir ışık balesi düşlemeyi
savaşa bıraktık, gökyüzünü rengarenk işaretler ve yapay, zorlama yangınlarla
ışıldatmayı savaşa bıraktık” (Piene, 2015, s.66) ifadesiyle İkinci Dünya
Savaşı’nı gözlemlemiş bir sanatçı olarak evrenin o muazzam karanlığını, sanat
yerine yıkımların ve savaşların bozmasını hazmedemediğini dile getirmiştir.
Bir
diğer Zero üyesi olan Mack bütünlük üzerine kafa yormuştur. Monokrom anlayışın
esas kavramı olan bütün olanı yansıtma çabasını şu şekilde dile getirmiştir:
Ressam
bir çalışmasında diğer yolların yanı sıra her basit bileşenin kesin işlevini de
bilerek bütünlük yaratır, “ilginç” ayırımlar yerine ancak bütünle ilişkisine
göre anlam kazanan tamamen sıkıcı yapısal bir öğe koyarız. Böylece yapısal öğe
özgünlük ve eşsiz bir belirginlik kazanır. Bu öğenin sadece kendisinden söz
etmek anlamsızdır. (“Resmin içindeki imgeler”, “efektler”, tek tek formların
egemenliği artık mevcut değildir). Bir başka deyişle, “bütünsellik” anlamındaki
“yapı”, formun bütünü, ortadan kaldırılabilir, ama öğeleri, üzerinde hiç
oynanmamış bütün çeşitlilikleriyle oradadır (Mack, 2015, s.53).
Kısacası
resimde biçimi ortadan kaldırarak renk özgür kalır. Bu sayede bütünlüğe giden
yolun önü açılır. Esasen Mack’in söylemek istediği; kompozisyon, biçim, renk
gibi öğelerin bir resmi oluşturmak için zorunluluk taşımadığıdır. Oluşturulmak
istenilen alan bütünlükse eğer, resmi oluşturan bu öğeler birbirini
kısıtlayabilir. Sanatçı isterse bu olgulardan istediğini göz ardı ederek
bambaşka bir yoldan yürüyebilir.
Grup
Zero’ya göre sanat özgür olmalıdır. Onu hiç bir şey sınırlandırmamalıdır. Bu
bağlamda Klein için de tıpkı Mack gibi biçimler alanı sadece sınırlandırır.
Yüzeyden nesne, kompozisyon, form gibi öğeler atıldığında geriye sadece
sonsuzluk kalır.
Artık
“okunabilir” bir resmi onaylayamam; gözlerim bir resmi okumak üzere değil,
görmek üzere yaratıldı. Resim RENKTİR, Van Gogh, “ne olduğunu bilmediğim bir
zindandan kurtarılmak istiyorum” diye bağırmıştı. Sanırım bilinçaltında
çizgilerle kesilen rengi ve sonuçlarını görmekten mustaripti. Renkler uzamın
gerçek sahipleridir, oysa çizgiler sadece uzamda yol alır, iz bırakırlar.
Sonsuzlukta iz bırakır çizgiler, oysa renk sonsuzluktur. Renk aracılığıyla
uzamla tam anlamıyla bütünleşirim; gerçekten özgür olurum! (Klein, 2015, s.74).
Klein’in
tek bir renkle oluşturduğu bir dizi resimlerin yanı sıra, sergilediği boş
galeri, ve yayınladığı sahte gazete ve ikinci kattan boşluğa atlamasında en
belirgin amacının insanların bakış açılarını özgür bırakmak olduğu
söylenebilir.
Yves
Klein “Çizgi İle Renk Arasındaki Savaşta Konumum” başlıklı makalesinde sanatın
en pür halini sunduğunda, izleyicilerin ilk tepkisini şu şekilde anlatır:
1956’da,
Paris’te Colette Allendy galerisinde açtığım sergi süresince çeşitli renk ve
boyutlarda bir ÖNERİLER seçkisi sunmuştum. Ziyaretçilerden beklediğim Pierre
Restany’nin sergim için yazdığı metinde söz ettiği ‘karar anı’ydı. Saf olmayan
bu dış yükü silkip atma özgürlüğünü hissetmek ve sanatın tam ve duyarlık olduğu
o derin düşünce anına ulaşmak. Ne yazık ki bu sergiye gösterilen tepkilerin
gösterdiği gibi, alışıldık görme kapanına kısılmış olan birçok izleyici
ÖNERİLER’in birbirleriyle ilişkisine çok daha açıktı ve dekoratif, mimari ve
çok renkli tasarımın öğelerini yeniden yaratıyorlardı (Klein, 2015, s.74).
‘Alışıldık
görme kapanına kısılmış birçok izleyici’ tanımıyla esasen beklediği tepkiyi
aldığı görülmüştür. Çünkü insanların saf olanı görme, özgür sanatı hissetme
gibi bir ihtiyacı yoktu. Onların beklentisi bu öneriler değil kendi
ihtiyaçlarını karşılayacak bir sanattı.
Klein’ın
asıl amacı sanatın özüne ulaşmaktır. Sanatın özüne ulaşıldığı vakit, sonsuzluğa
ulaşılacaktır. Ona göre de resmin özü sadece renktir. Bu sebeple monokrom
resimde kendi özünü en saf haliyle yansıtma çabasına girmiştir. Seyirciye bu
çabasını gösterdiğinde, sadece açık ve derin düşünebilen insanların, tek renkle
amacının ne olduğunu fark ettiklerini anlamıştır.
“Kendi
kendini “Mavi Boşluğun Elçisi” olarak atayan Klein, renklerin dünyasına girmeyi,
bir renk olarak var olmayı arzular. Form ve çizginin, ayrılık ve sınırlamayı
işaret belirlediği yerde, renk, görünür olmak için yeterince katılaşmış ama
form haline gelmek için yetersiz ruhu cisimlendirmektir” (Fineberg, 2014,
s.209). Klein her durumda keşfettikleriyle yetinmemiştir. O kadar ki tamamen
saflaştırdığı resimlerine şüphe ile yaklaşmış ve rengin kendisine, ulaşmak
istediği en saf en yalın duruma engel olup olmadığını da düşünmüştür.
Doğu
felsefeleriyle de ilgilendiği bilinen Klein’ın boşluk, sonsuzluk gibi
kavramlara kafa yorması olası bir durumdur. Amacı sanatı özgürleştirmektir.
Kendi sanatını sınırlayan her şeyi yok saymıştır. Buna çağının insanlarının
sanata bakış açıları da dahildir. Galeri mekanı da kendisini sınırlayan bir
alandır ve bu alanla dalga geçmekten çekinmemiştir. Boşluk neredeyse bütün
işlerinde en önemli malzemesi olmuştur.
Çin
düşüncesinde ve insanla evren arasındaki birliğe öncelik veren Taocuların
görüşlerine bakılırsa, insan salt et ve kandan oluşmuş bir varlık değildir,
aynı zamanda tin ve esin kaynağıdır; onun da ötesinde, Boşluk kavramını içinde
saklar (Cheng, 2006, s.66). Klein’ın da boşluk ile ilgili vurgulamak istediği
düşünce tam da budur. Boşluk insanın kendi içindedir. Ölçüsü yoktur,
biçimsizdir, o sadece hissedilir.
Bilirsiniz
Klein (o ünlü fotoğrafında olduğu gibi) ikinci kat penceresinden atlayarak çıkmıştır
sahneye. Judocu olduğu için yara almadan düşmeyi öğrenmiştir. Fakat esas
üzerinde atladığı şey, belki de, Fransızlara özgü o kendini beğenmiş ressamca
tavrın kucağıdır. Zaman içinde Klein’in deliliğinin aslında bir yöntem olduğu,
bir yandan da modernizmin en etkili kilit noktalarını fotoğraflardan
okuyabildiğimiz ortaya çıkar (O’Doherty, 2010, s. 110).
Klein
ve Manzoni tinselliğe önem veren sanatçılardır. Biri renkle diğeri renksizlikle
ruhani olana yaklaşmaya çalışmışlardır. Klein ve Manzoni’nin çalışmaları figür
ve nesneden yoksun, çizgi veya renk engeline takılmayan, sözcüksüz olmasına
karşın birçok ifadeyi içeren çalışmalardır. “Bir tablo, - Manzoni’ ye göre -
“çok ya da az takdir edilebilen, çok ya da az tanınan bir estetik fikre göre”
renkler ve şekiller ile doldurulan bir yüzey olarak görülemez. İşaretler çizmek
yetersizdir, lekeler eklemek, köşeleri doldurmak gerekir” (Aktaran: Rose, 2006,
s.171)
Manzoni’ye
göre ressamların yüzeyi doldurma çabası zorlamadır. Yüzey denilen, sonsuz bir
alandır ve bu alanı çizgilerle, biçimlerle ya da renklerle doldurma bu sonsuz
alanı sadece kısıtlar.
Resim,
bütünsel bir şey olduğu sürece değerli. Hiçbir şey söylemeye gerek yok. Var
olmak gerekli sadece. Aynı rengin iki tonu ya da birbiriyle karışmış iki renk,
eşsiz, sınırsız, mutlak dinamik olan yüzeyin anlamı dışında bir ilişkiye sahip
zaten. Sonsuzlaşmak kesinlikle monokromdur, daha da iyisi renksizdir.
Kompozisyon ve form gibi kavramları kullanan sanat eleştirisinin herhangi bir
değeri yoktur (Manzoni, 2015, s.76).
Manzoni’ye
göre sanat belli kalıpların içerisine hapsolmuştur. Prangalarından
kurtulmasının tek yolu özgür alana sahip olmasıdır. Bu alan da sonradan
öğrenilmiş tüm genel geçer kalıplardan uzaklaşıp, saf sanata yani her şeyin
özüne inme yoluyla mümkündür. Bu özgür alan sonsuzluktur.
Sadece
kompozisyon ve biçim değil, renk de Manzoni’nin özgür alanını daraltmaktadır.
Onun için tek bir renk sonsuzluğu, uzamı yansıtır o renk de nötr olan beyazdır.
Manzoni için yüzey üzerine yapılan her bir müdahale, onu sınırlar ve bambaşka
sorunları yansıtır. Manzoni’ye göre tek bir amaç vardır o da yüzeyin
sonsuzluğudur.
Yüzeyin
sonsuzluğuyla ilgili uzamsal çalışmalar da bulunan diğer bir isim de Lucio
Fontana’dır. “Lucio Fontana 1946 yılında Beyaz Manifesto’sunda bildirdiği gibi,
“sanat düşüncesinin araya girmediği bir sanat” arıyordu” (Fineberg, 2014,
s.145). Tuvalin maddesel olanaklarından en çarpıcı şekilde yararlanan Fontana,
nesnenin de ötesine geçme derdindeydi. Tuvale attığı şerit halindeki
yırtıklarla metafiziksel bir kaygı taşıdığı hissedilmektedir.
Robert
Rauschenberg, Pop Art ile Soyut Dışavurumculuk arasında arayışlarını sürdürmüş
bir sanatçıdır. Yedi panelden oluşan ‘Beyaz Resim’’ ile monokrom anlayışı
benimsediğini göstermiştir.
McEvilley’e
göre “Beyaz Resim” metafiziğe dayanan kutsal doluluk-boşluk geleneği
doğrultusunda yapılmıştır. Rauschenberg de bu resimlerden söz ederken zamanla
ilgili bir yaşantıdan, bir bakirenin masumiyetinden, nerede başlayıp nerede
bittiği belli olmayan bir noktadan, yokluğun özgürlüğünden ve sınırlamasından,
hiçliğin doluluğundan söz etmektedir (Aktaran: Giderir, 2003, s.130).
Monokrom
sanat anlayışında olan bir diğer ressam da Robert Ryman’dır.1960’da sadece
beyaz renk kullanarak yaptığı resimler ilgi görür.
Ryman’ın
görünmeyeni resmetmek gibi bir amacı olduğunu söylemek eksik ya da hatalı bir
ifade olacaktır. Maleviç’ten farklı olarak ruhani olanla değil, tamamen var
olanla ilgilendiği söylenebilir. Bu sebeple turuncu, yeşil ya da beyaz renk
arasında bir ayırım gözetmemiştir.
“Tabloların
beyaz kare oluşu bize pek bir şey söylemez: Monokrom tablolar kendilerine dair
yorumları eksik tanımlı hale getirir” (Danto, 2014, s.194).
Monokrom
bir resimde ilk başta algılanan şey, tek renk oluşudur. Yüzeysel bakıldığına
tek özelliği tek renk olmasıymış gibi algılansa da; birçok anlamı içinde
barındırır. Monokrom ayrıntıyla değil, bütünle ilgilenir.
Danto,
özellikle monokrom resimleri algılama açısından izleyicinin yapıt hakkında
bilgi edinmesi gerektiğini savunur. Zira bütün monokrom resimler birbirlerinin
aynısıymış gibi görünecektir.
Danto:
“Yapıtların bu dünyaya nasıl geldiğini açıklamak, her birini verdiği beyanlar
çerçevesinde okumayı ve bu beyanlar çerçevesinde değerlendirmeyi öğrenmek
zorundayız. Şu tür şeylere karar vermeliyiz. Mimetikler mi yoksa metafizik mi,
biçimci mi yoksa ahlakçı mı?” (Danto, 2014, s.208) sorularıyla tek renk
resimlerin birbirinin aynı olmadığı görüşüne vurgu yapar.
Avrupa’da
ilk monokrom resimler şaka amacıyla ortaya çıkmıştı ancak sonrasında, gerek
Maleviç gerek Rothko duyarlılığında önemli eserler yaratılmıştır. İlk kez bakan
biri için sadece renk lekelerinden ibaret olan monokrom resimlerin her biri
ayrı anlam ifade eder. Bu sebeple hiçbir monokrom birbirinin aynı değildir.
“Her
monokrom tablo kendi çerçevesinde ele alınmalı ve kendi kastedilen anlamını
cisimleştirmedeki yeterliliği çerçevesinde bir başarı ya da başarısızlık olarak
görülmelidir” (Danto, 2014, s.209).
Monokrom
resimlerin beslendiği kaynak, yansıttığı duygu durumu, tarihsel süreci
birbirlerinden farklıdır. Bu sebeple monokrom resimler arasındaki farkları
algılayabilmek için tarihsel süreçler hakkında da bilgi edinmek gereklidir.
Monokrom
resim sanatı, özellikle 1945 sonrasında bir başkaldırı niteliği kazanmıştır.
Resmin sonunun geldiğine dair yorumlar bu başkaldırıyı alevlendirmiştir. Oysa
monokrom resim bir gelenekten gelir ve varlığını her dönem sürdürecektir.
Minimalizm ve Monokrom Anlayış
Soyut
Dışavurumcuların bir kısmı, kendilerini artık resim yoluyla ifade edememeye
başlamışlar ve yeni arayışlar içine girmişlerdir. Her ne kadar az ve saf olanla
ilgili çalışmalar içine girmiş olsalar da monokrom anlayışla örtüşmeyen bir
anlayışa yöneldiler. Bu yeni hareket “Minimalizm” olarak adlandırılmıştır.
Minimalistlerin
en büyük özelliği kendilerini hiçbir disipline ait hissetmemeleridir. Bu
sanatçıların en büyük hedefi, alışılagelmiş sanat anlayışlarının dışına
çıkararak bir ifade biçimi sunmaktır. Genellikle üç boyutlu ürettikleri
çalışmalarla geleneksel ifadeden uzaklaşma yoluna girmişlerdir.
Donald
Judd, 1965 yılında yayımladığı bir makalede resim ya da heykel olmayan bu
üç-boyutlu yapıtlara “spesifik nesne” diyerek bir tanım getirmiş, Minimalist
yapıtları resim ve heykelden ayırmıştır (Antmen, 2008, s.182).
Minimalizmin
ortaya çıktığında en büyük savunuları reddetmekti. En önce disiplinleri kendi
içlerinde eriterek yepyeni bir oluşum başlatmayı hedeflediler. Kendilerinden
önce meydana gelen bütün sanatsal oluşumları, alanları, fikirleri reddederek
ortaya yepyeni bir algı sunma derdindeydiler. Bunu da az olanla, saf olanla
gerçekleştirmek istiyorlardı.
“Giderek
içinde bulunulan alanın anlamını sorgulayacak, sınırlarını ve olanaklarını
sınayacaktır. Ardından da tartıştığı bütün kavramların, bütün olguların
yadsınması ve yerlerine ‘yenileri’ nin ikame edilememesi gelecektir” (Kahraman,
2005, s.160). Bu sebeple Kahraman’a göre Minimalizm reddettiği kavramların
yerine koyduklarını da yok sayma derdine düşerek çelişki içine girmiştir.
Minimalizm,
nesneyi en aza indirme kaygısı bakımından monokrom sanata yakın görülse de
sanatsal anlamdaki kaygısı oldukça farklıdır. Monokrom sanat, belli bir biçimle
ilgilenmez, daha tinsel sorunları vardır. Oysa Minimalistlerin ana malzemesi
zaten biçimin kendisidir ve kendilerinden önceki tüm disiplinleri reddederek
yepyeni bir oluşumla ortaya çıkarlar. Monokrom sanatın, bin yıllık bir geçmişi
vardır ancak bu durum monokromun geleneklere sıkı sıkıya bağlı olacağı anlamına
gelmez. Monokrom sanat bir yer de içgüdüsel ortaya çıkar. Biçimden öte
tinsellikle ilgilenen kişi zaten en yalın, en saf, en sessiz olanla
ilgilenecektir.
Anish Kapoor
Monokrom
sanat anlayışına yakın isimlerden olan Anish Kapoor, 21.yy’ın en önemli
sanatçılarındandır. Onun devasa eserleri karşısında büyülenmemek olanaksızdır.
Hint asıllı olan Anish Kapoor, kendi kültürünü birçok çalışmasında yoğun bir
şekilde hissettirmiştir.
Kapoor'un
çalışmaları ile 'Soyut Dışavurum'cuların çalışmaları arasında biçimsel ve
kavramsal anlamda benzerlikler kurulur (Rothko, Pollock, Newman, Reinhart).
Yine
biçimsel anlamda Kapoor'un yalın ve anlatımcı biçimlerinin Minimalizm ile de
bağlantısı kurulabilir. Constant Lewallen, Kapoor ile yaptığı bir söyleşide
yapıtlarının çok anlamlılığını şu sözlerle özetliyor: “Sizin yapıtlarınız Mark
Rothko’dan Hindu mitolojisine, Joseph Beuys’dan Japon Haiku şiirine uzanıyor.”
Kapoor’un yanıtı ise, “bu kesinlikle doğru bir saptama” diyor (Ötgün, 2009,
s.65).
Anish
Kapoor’un anıt niteliğinde bir çalışması Bulut Kapı’dır. Uzak Doğu inanışlarına
göre zıt olan her şeyin birbirini var etmesi, bütünü oluşturur. Gökyüzü olmadan
yeryüzü, gece olmadan gündüz, çirkin olmadan güzel olmaz. Bulut Kapı’da da
yeryüzü, gökyüzünü yansıtarak var eder.
“Kapoor’un
çalışmaları ya parlak yüzeylerden oluşur ya da tek renk eserlerdir. Tek renk
kullanımı devasa boyutlardaki yapıtlarında yüce algısı üzerinde etkili
olmasındandır. Herkes tarafından tedirginlik hissiyatının oluşması bu
yüzdendir. İnsan ister istemez kendinden büyük ve yüce olan karşısında
tedirginlik duyar” (Yücel, 2015, s.381).
Kapoor’un
yansıtma yoluyla algıyla oynadığı diğer bir işi de Gök Ayna’dır. “Anish
Kapoor’un Gök Aynası paslanmaz çelikten yapılmış nefes kesici çukur bir
aynadır. Rockeffler’da önemli kent yapısına eşlik eden ufuk çizgisinin etkili
bir yansımasını izleyicilere gösteren Gök Ayna, ışık ve mimarinin büyüleyici
bir deneyimini sunar” (Public Art Fund, 2006). Bu çalışmanın sergilendiği
ortam, bilinçli olarak seçilmiştir. New York’un dünyanın kalabalık
şehirlerinden biri olmasının yanı sıra, en yüksek binalarının da bulunduğu
yerdir. Binalar o kadar yüksektir ki adeta gökyüzünü kaplar. Gök Ayna tam da bu
nokta da o yüksek binaları ter yüz ederek insan algısıyla oynar. İnsan bir
aynaya baktığında istemsiz şekilde kendi yansımasını görmeye hazırdır. Ancak bu
ayna kişinin ardında akıp giden hayatı yansıtır. Kişi adeta kendi içinde
bulunduğu dünyaya dışarıdan bakar.
Anish
Kapoor’un monokrom sanata en yakın olduğu işlerinden biri Svayabh’dır. Bu
devasa iş, kırmızı bir boya kütlesidir. Raylı bir sistemle yavaş yavaş
ilerlediği koridorlarda bulunan kapılar, kütleden daha küçük olduğu için, her
geçişte boyayı sıyırır.
İşlerimin
çoğu ışıktan çok karanlıkla ilgilidir. Aydınlık kültürlü ve eğitimlidir,
karanlık ise kültürsüz ve eğitimsizdir ve bizim söylenmemiş hikâyemizin
derinlerindedir. Dante’den Freud’a bir içsel karanlık içinde yaşıyoruz. Yıllarca
içsel karanlıkla ilgili işler yaptım. Tüm Batı felsefesi, Plato’nun metaforik
olarak mağarada oturup, ışığa bakıp ‘ilerleyelim’ demesi fikri üzerine
kurulmuş. Freud, mağaranın arkasına bakmış ve belki hâlâ mağaranın arkasına
bakıyoruz. Siyah ve maviyle çok iş yaptım, özellikle maviyle, çünkü mavi
siyahtan daha derin olarak karanlığı ifade eder. Son yıllarda yaptığım işlerin
çoğu kırmızı. Kırmızı toprağın rengidir. Kanın ve bedenin rengidir. Kırmızının
anlattığı karanlığın, siyah ve mavininkinden daha derin ve koyu olduğunu
düşünüyorum (Aktaran: Bayraktar, 2009).
“Öyle bir zenginlik sunuyor ki Kapoor,
aynalar, pigmentler, formlar ve formsuzluklar, sert ve yumuşak, hızlı ve yavaş,
renk ve renksizlik, gerçek ve illüzyon, yaratım ve yıkım” (Bayraktar, 2009).
Uzak
Doğu inanışlarından oldukça etkilenen Kapoor, yüce kavramına da kafa yormuştur.
İşlerinin devasa olması ya da insan algısıyla oynamasının sebeplerinden biri de
budur. İnsan yüce olan karşısında tedirginlik duyar ancak bu olumsuz duygudan
haz alır. Kapoor’un birçok çalışması, boyutları sebebiyle tıpkı yüce bir dağ
karşısında duran kişinin tedirginliği gibi kişiyi tedirgin eder. Kimi
çalışmalarında da derinliğin nerde son bulduğu kavranamaz. Yüce olanla onu
izleyen kişiyi buluşturması Anish Kapoor’un en büyük amacının
gerçekleştirdiğinin kanıtıdır.
Bin
yıllık bir gelenekten gelen monokrom resim sanatı, bir akımdan çok bir
anlayıştır. Bu anlayışı oluşturan en önemli olgu yüce hissiyatıdır. Uzak Doğu
inanışları monokrom anlayışı en derin haliyle ifade eden inanışlardır. Sadece o
anın var olduğunu her şeyin gelip geçici olduğunu savunurlar. Hedeften çok,
hedefe giden yolda deneyimlenen sürece önem verirler. Bu süreçte nesneler
önemsizdir çünkü insanla doğa arasında engeldir. Taoizm inancına göre insanın
geçmiş ya da geleceği düşünmeden sadece o an içinde yaşaması, nesne ve
kavramlara yüklenen anlamları yok ederek özünde bulunan uyumu keşfetmesini
sağlayacaktır.
Yüce
hissiyatının temel alınarak açıklandığı bu çalışmada, monokrom resim
geleneğinin uçsuz bucaksızlık etkisinin, zemin figür ilişkisindeki kuralların
alt üst edilerek ortaya çıkarıldığı görülmüştür. Figürün aksine zemin ön
plandadır.
20.yüzyılda
tek renk ile resim yapan sanatçıların büyük bir bölümünün Uzak Doğu
inanışlarından etkilendiği sonucuna varılmıştır. İki büyük dünya savaşına maruz
kalan sanatçıların iç huzuru arama çabaları, yaşamın özüne ulaşmayı hedefleyen
bu inançlardan etkilenmeleri tesadüfi bir durum değildir.
Türkiye’de
monokrom resim geleneği araştırıldığında, çok az sayıda sanatçının var olduğu
görülmüştür. Bu sanatçıların bir bölümü birebir monokrom resim geleneği içinde
olmasa da bu anlayışa yakın durduğu için çalışmada yer verilmiş, bir bölümü de
sanat hayatlarının belli bir sürecinde bu anlayışa katkı sağlamıştır.
Oluşturulan
çalışmalar, monokrom anlayışı, resim sanatı üzerinden açıklama niyetindedir.
Monokrom anlayış, tüm karşıtlıkların bir arada varlığını sürdürdüğü evrenin
içinde her şeyin bir bütün olduğunu anlatmaya çalışan bir durumdur. Bu sebeple
ikiye bölünen kompozisyonlar tek renk üzerinden bütün oluşturacak biçimde
yansıtılmaya çalışılmıştır.
Bu
çalışma felsefede karşılığı yüce olan monokrom anlayışı resim sanatı üzerinden
değerlendirmiştir. Farklı disiplinlerle de incelenmesi bakımından yeni
araştırmalara kaynak niteliğindedir.
Antmen, A. (2008). 20.yy. Batı Sanatında Akımlar.
İstanbul: Sel Yayıncılık.
Arat N. (2011) Kant Estetik'inde Güzel
Değerleri ve Yüce. İstanbul Üniversitesi Felsefe Arşivi
Dergisi. 34. 69- 83.
Bachekard, G. (2008). Mekanın
Poetikası. (çev. A. Türkmenoğlu). İstanbul: İthaki Yayınları.
Bernard E. (2001) Cezanne
Üzerine Anılar (çev. K. Özsezgin). Ankara: İmge
Kitabevi.
Burke E. (2008). Yüce ve Güzel
Kavramlarımızın Kaynağı Hakkında Felsefi Bir Soruşturma. (çev. M. B. Gümüşbaş),
Ankara: Bilgesu Yayıncılık.
Cheng, F. (2006). Boşluk Doluluk
(çev. K. Özsezgin). Ankara: İmge Kitabevi.
Çiftçioğlu, İ. (1997). Bir
Yaprakta Bütün Dünya. İstanbul: Bilim Sanat Galerisi.
Damisch, H. (2012). Bulut
Kuramı. (çev. E.B. Şaman). İstanbul: Metis Yayıncılık.
Danto, A. C. (2014). Sanatın
Sonundan Sonra. Çağdaş Sanat ve Tarihin Sınır Çizgisi.
(çev. Z. Demirsü). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Fineberg, J. (2014). 1940’tan
Günümüze Sanat. (çev. S. Eskier ve G. E. Yılmaz).
İzmir: Karakalem Kitabevi Yayınları.
Foster, H. (2009). Gerçeğin
Geri Dönüşü. Yüzyılın Sonunda Avangard. (çev. E.
Hoşucu). İstanbul :Ayrıntı Yayınları.
Germaner, S. (1997). 1960
Sonrası Sanat. İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
Giderir, H. E. (2003). Resmin
Sonu. Ankara: Ütopya Yayınevi.
Gombrich, E. H. (1999). Sanatın
Öyküsü. (çev. E. Erduran ve Ö. Erduran). İstanbul: Remzi Kitabevi.
Kahraman, H. B. (2005). Sanatsal
Gerçeklikler Olgular ve Öteleri. İstanbul: Agora Kitaplığı.
Kant I.
(2010). Güzellik ve Yücelik Duyguları
Üzerine Gözlemler. İstanbul: Hil Yayın.
Kant, I. (2016). Yargı
Yetisinin Eleştirisi. (çev. A. Yardımlı). İstanbul: İdea
Yayınevi.
Klein,
Y. (2015). Çizgi ile Renk Arasındaki Savaşta Uçurum. M. Visser ve T. Zell
(Editörler). Zero. Geleceğe Geri Sayım.
(çev. A. Anadol, F. Artunkal, T. Belge, N. Berktay, T. Noyan, Z. Rona).
İstanbul: Kitap Yayınevi, s.74-76.
Koçak,
N. (1994). Adnan Çoker. Minimaller ve Varyasyonlar.
İstanbul: Galeri B Yayınları.
Lynton,
N. (2004). Modern Sanatın Öyküsü.
(çev. C. Çapan ve S. Öziş). İstanbul: Remzi Kitabevi.
Mack,
H. (2015). Yeni Dinamik Yapı. M. Visser ve T. Zell. (Editörler). Zero.
Geleceğe Geri Sayım. (çev. A. Anadol, F. Artunkal, T. Belge,
N. Berktay, T. Noyan, Z. Rona). İstanbul: Kitap Yayınevi, s.53-54.
Manzoni,
P. (2015). Özgür Boyut. M. Visser ve T. Zell (Editörler). Zero. Geleceğe Geri
Sayım. (çev. A. Anadol, F. Artunkal, T. Belge, N. Berktay, T. Noyan, Z. Rona).
İstanbul: Kitap Yayınevi, s.76-78.
Malevich,
K. (2013). Nesnesiz Dünya. “Süprematizm
Manifestosu”. (çev. C. Tapan). İstanbul:
Dedaluskitap.
Milli
Reasürans Sanat Galerisi (2001). Mübin Orhon Sergi Kataloğu.
İstanbul: Milli Reasürans Sanat Galerisi
Newman,
B. (2011). “Yücenin Vakti Geldi”. Harrison C. ve Wood (Editörler). Sanat
ve Kuram.1900-2000 Değişen Fikirler Antolojisi.
İstanbul: Küre Yayınları. s.619-622.
O’Doherty,
B. (2010). Beyaz Küpün İçinde.
(çev. A. Antmen). İstanbul: Sel Yayıncılık.
Osho
(2012). Boş Kayık. Hiçlikle Karşılaşmalar/Çarpışmalar.
(çev. I. Ölmez). İstanbul: Butik Yayıncılık
Osho.
(2013). Tantra: Kabullenme Yolu.
(çev. M. Duygun). İstanbul: Butik Yayıncılık
Pastoureau,
M. (2012) Siyah. Bir Rengin Tarihi.
(çev. M. Tufan). İstanbul: Sel Yayıncılık
Piene,
O. (2015). ZERO Grubu, Cennete Giden Yollar. M. Visser ve T. Zell (Editörler). Zero.
Geleceğe Geri Sayım. (çev. A. Anadol, F. Artunkal, T. Belge,
N. Berktay, T. Noyan, Z. Rona). İstanbul: Kitap Yayınevi, s.64-66.
Plotinos (2008). Enneadler.
(çev. H. Özden). İstanbul: Ruh ve Madde Yayınları.
Rose,
B. (2006). Monochromes From Malevich to Present.
California :University of California Press.
Sadak,
Y. (1994). Modern Türk Resminde Bir Doruk: Adnan Çoker. A. Çoker ve S. Demirtaş
(Editörler). Adnan Çoker. Minimaller ve Varyasyonlar.
İstanbul: Galeri B Yayınları. s.5-9.
Schaper,
E. (2005). Beğeni, Yücelik ve Deha: Doğa ve Sanat Estetiği. E. Efe Çakmak
(Editör). Sonsuzluğun Sınırında: Immanuel Kant.
(çev. A. Kaftan). Cogito: Üç Aylık Düşünce Dergisi Sayı:41-42. S. 158.
Sennett, R. (2008). Ten
ve Taş. (çev. T. Birkan). İstanbul: Metis Yayınları.
Senzaki,
N. ve McCandless, R. S. (2001). Budizm ve Zen.
(çev. Nur Yener). İstanbul: Okyanus Yayıncılık.
Schmied,
W. (2015). Zero Hakkında Notlar. M. Visser ve T. Zell. (Editörler). Zero.
Geleceğe Geri Sayım. (çev. A. Anadol, F. Artunkal, T. Belge,
N. Berktay, T. Noyan, Z. Rona). İstanbul: Kitap Yayınevi, s.23-30.
Sönmez,
N. (2011). İmgenin Gücü. A. Artun (Editör). Mübin
Orhon Robert ve Lisa Sainsbury Koleksiyonu.
Ankara: Galeri Nev. s.23-41.
Tansuğ, S. (1999). Çağdaş
Türk Sanatı. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Uğurlu
V. (Editör), (1998), Turan Erol. Işık, Alacakaranlık ve
Sessizlik İmgeleri. İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat
Yayıncılık.
Weber A.(1998). Felsefe
Tarihi. (çev. H. V. Eralp). İstanbul: Sosyal Yayınlar
Wittgenstein,
L. (2007). Renkler Üzerine Notlar
(çev. A. Sarı). Erzurum: Salkımsöğüt Yayınları.
Wood, A. W. (2009). Kant.
(çev. A. Kovanlıkaya). Ankara: Dost Kitabevi Yayınları
Worringer,
W. (2016). Soyutlama ve Duyumsama.
(çev. Ö. Eroğlu). İstanbul: Tekhne Yayınları.
Yavuz
N. (2012). Beyaz Kavramı Üzerine Görsel
Çözümlemele, Yayımlanmamış Sanatta Yüksek Lisans
Tezi, Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü, Resim Anasanat Dalı, Ankara.
Yılmaz,
M. (2006). Modernizmden Postmodernizme Sanat.
Ankara: Ütopya Yayınevi.
Yücel,
B. (2015). Yüce Algısı Bağlamında Anish Kapoor.
İlisulu İ.T., Türkkan H., Güray Ç., Türkdemir P., Toraman E. (Editörler).
Başkent Üniversitesi, Güzel Sanatlar Tasarım ve Mimarlık Fakültesi. 2. Sanat ve
Tasarım Eğitimi Sempozyum ve Çalıştayı. s.378-382.
İnternet:
Aksoy (2011). İz-düşüm. Atilla İlkyaz: Beyaz Serisi Web: http://www.atillailkyaz.com/tr/index.html adresinden 20.10.2016 tarihinde
alınmıştır.
İnternet:
Bayraktar Ö. (2009). Kıpkırmızı Bir Yıkım. Web: http://www.webcitation.org/6m0ms34WU adresinden 04.07.2015 tarihinde
alınmıştır.
İnternet:
Çağlar S. (12 Mayıs 2015). Sıradışı Bir kafa, sıradışı bir ressam: Mark Rothko
Web: http://www.webcitation.org/6lunJo99F adresinden 02. 07. 2015 tarihinde
alınmıştır.
İnternet:
Kıran H. (01.Ağustos. 2013). İlkyaz’ın Resimsel Simgeleri. Web: http://www.webcitation.org/6mh6tzVGz adresinden 02.11.2016 tarihinde
alınmıştır.
İnternet:
Lutz C. I. (14. Ağustos 2012). Manifesto of decadence. Web: http://www.webcitation.org/6ltARNX72 adresinden 22. 05. 2013 tarihinde
alınmıştır.
İnternet:
Longinus, (10 Mart 2006) On the Sublime. Web: http://www.webcitation.org/6lswk1Fro adresinden 18.09.2011 tarihinde
alınmıştır.
İnternet:
Ötgün, C. (2009). Eril ve Dişil Yapılanma: Bir Dağ Olarak Anne (Anısh Kapoor).
Web: http://www.webcitation.org/6oIIFffQs adresinden 17. 03. 2015 tarihinde
alınmıştır.
İnternet:
Public Art Fund (2006). Anish Kapoor. Sky Mirror. Web: http://www.webcitation.org/6mBsdrdF0 adresinden 01.03.2015 tarihinde
alınmıştır.
İnternet:
Sönmez A. (01 Eylül 2015). Zero Sanatçılarını Yakından Tanıyalım: Otto Piene.
Web: http://www.webcitation.org/6o4ZNXXuN adresinden 06. 11. 2016 tarihinde
alınmıştır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar