Print Friendly and PDF

NAR AĞACI / Nazan Bekiroğlu 3

Bunlarada Bakarsınız

 


8.  Kitap KIRIK KAFİYE

Zehra elindeki kartpostalın üzerindeki Hilâl-i Ahmer hemşiresine en az yarım saattir bakıyordu. Alttaki yazıyı okudu bir kez daha: Hamidiye Etfal Hastanesi. Büyükhanım'ın dizlerinin dibine sokuldu. Başını kaldırdı, önce Mediha'nın sonra Büyükhanım'ın yüzüne baktı.


"Hastaneye gidelim" dedi. "İsmail'in hastanesine, İsmail'i soralım."


Samsun'dan kalkan Reşadiye vapuru, yolcularını, burnunu kanatmadan getirip İstanbul limanına bırakmış, Büyükhanım ve kafilesi Erenköyü'ne geleli on beş gün olmuştu. Vapurda geçen günler boyunca Büyükhanım her şeyi arkada bıraktıklarını zannetmişti ama İstanbul'un hali de muhacirlik yolundan farklı değildi. Yeğeni Saffet gelip almıştı onları; ilk kez görüyordu payitahtı Büyükhanım ama İstanbul bu muydu, böyle miydi? Rıhtıma ayak bastıkları daha ilk anda, savaşın bütün yollarının başladığı ve bittiği İstanbul'da mahşerî bir muhacir, asker, zabit, at, katır, sivil kalabalığı, bitmeyen bir uğultu, dayanılmaz bir koku karşılamıştı bu kafileyi. Bütün yolların kendisine açıldığı ve kendisinde son bulduğu İstanbul savaş yüzü görmemişti ama düşen her şehirle o da düşmüş, vurulan her neferle bir kez daha vurulmuştu. Bütün gözlerin kendisinde olduğu bu tayyib belde nazara uğramıştı.


Erenköyü'ne giden zar zor bulunmuş bir arabanın içinde Büyükhanım facialı bir tiyatro sahnesini seyreder gibi


dışarıda olup biteni seyretmişti. Etraftaki sefalet gözüne takılmasa, bir bir sıyrılan siluetlerinden Topkapı Sarayı'nı, Dolmabahçe'yi tanıyabilir, Sultanahmet ve Ayasofya camilerini yerli yerine koyabilirdi belki. Ama bu sefalet sahnelerinin arasında harikulade, göze çarpmayan bir şeydi. Cihan Harbi'nin tokat vurduğu her şehirden fırlattığı kalabalıklar İstanbul'a yığılmış, Aşâir ve Muhacirin Müdüriyeti muhacirliğin başladığı şehirlerde bile inzibatı bütünüyle sağlayamamışken İstanbul'da işler tümüyle çığırından çıkmıştı.


Her tarafta çığlık, inilti, sitem, küfür, cinnet, köpük, kan, cerahat birbirine karışırken Büyükhanım, "Rabbim" diyebildi; hiç sebebi yokken bu vebali bu insanların boyunlarına kim, niye sarmıştı? Bunca acıyı yaşayan bu insanların hepsi mi günahkârdı? Düşündüklerinden utandı. Zehra'ya göz attı yine de, Anuş'a, Hasan'a. Masumdular tümüyle. Düşünmeden edemedi: Masumlar niye acı çekerdi?


Büyükhanım kendisini bıraksa muhacirlik yolunda düştüğü kuyulardan daha beterine düşecekti bu defa. Ama hayatta kalmak arzusu hiçbir şey dinlemiyordu, hem de kendisi için değil kafilesi için hayatta kalmak. Şuurunda bile olmadan şuurunda olduğu tek şey, içinde işleyen tek saat vardı. Zehra'yı sağ salim Trabzon'a geri götürmek, Hacıbey'e öyle demişti. Sonra Anuş, sonra Haşan hepsi için bir makama verilmiş sözleri vardı. Hatta Yıldırım bile Büyükhanım'dan sorulacaktı sanki. Gözlerini kapamıştı Büyükhanım, başını arabanın yıpranmış arkalığına bırakıp uykuya dalmıştı. Uyandığında, iki adımlık yolu ancak alabildiklerini söylemişti Saffet. Neredeyse bütün günü yollarda geçirdikten sonra nihayet Erenköyü'ne varabilmişlerdi.


Saffet'in karısı, bu yorgun yolcuları kapıda karşıladı. Güler yüzlü, saygılı, gencecik kadının kucağında bir, yanında iki çocuk vardı. 93 Harbi göçmeni Arnavut bir ailenin kızı olan Mediha, Büyükhanım'a saygıda kusur etmediği gibi elinin değdiği her şeyi güzelleştiriyor, hele de bu kıtlıkta adeta mucize sofralar kuruyordu. Saffet, karısına muhabbetle bakarken "Mediha'nın yemeklerini kıtlıktan önce görecektiniz siz" diyordu.


Ev küçük, tek katlı, hepi topu iki oda bir sofadan ibaret bir şeydi. Yıldırım'ın eski mutfakta kalmasına karar verildi. Karı koca üç çocuklarıyla bir odaya çekildi. Büyükhanım, Anuş ve Hasan'la diğer odaya yerleşti. Zehra da sofada, döşeğini akşam serdi sabah kaldırdı, tıpkı Trabzon'daki gibi. Masal ise bahçedeydi ve her şeye rağmen keyfi yerindeydi.


Gelişlerinin ertesi sabahı Büyükhanım belindeki keseden çıkardığı elmas yüzüğü Saffet'e verdi, bozdurması için. Temiz yürekli genç adam itiraz ettiyse de Büyükhanım diretti. Burada kaldıkları süre içinde kendi masraflarını çıkaracakları gibi aileye de yük olmayacaklardı. Lâkin yüzük o kadar ucuza gitti ki Hacıbey'in köstekli saatinin de satılması gerekti.


Her gün İstanbul'a inen Saffet dönüşte haberler getiriyor, zaman zaman Hacıbey'e telgraf çekerek buradakilerin afiyetinden haber verdiği gibi onun da sağlık haberlerini alıyordu. Bu arada en önemlisi, Rusya'da bir ihtilâlin yaklaşmakta olduğu söylentileri İstanbul'a kadar yayılmıştı. Rusya'daki hükümet "Savaş" diyordu oysa Rus halkı gibi Bolşevikler de savaş istemiyordu. Bu demekti ki eğer Bolşevikler bir ihtilâl yaparlarsa ve iktidara gelirlerse, Cihan Savaşı'nın hiç olmazsa Trabzon kanadı bitecekti.


Büyükhanım adını bile duymadığı Bolşeviklerin bir an evvel iktidara gelmesi için dualar etti, adaklar adadı. He, acaba bir gün Trabzon'a dönmek, Hacıbey'i yeniden görmek, evinin kapısından içeri girmek, Siranuş Hanım'la sundurmada bir kahve içmek nasip olacak mıydı? Keyfiye'yi ve Seher'i bile o kadar göreceği gelmişti ki.


"Hastaneye gidelim nine. İsmail'i soralım."


Büyükhanım, Zehra'nın sesi üzerine düşüncelerinden sıyrıldı. Bu soru dokunulmaması gereken bir yerine dokunulmuş gibi bir mengene acısıyla burkmuştu ruhunu ve ümidin olmadığı yerde ümit kapılarının açık kalması ne kadar acıydı, İsmail'in hastanesine gitmek? Yıllardır kendisinden haber gelmeyen, hakkında "Hayatı da mematı da meçhul" kâğıdı verilen İsmail'in bir zamanlar yürüdüğü yolu, yattığı yatağı, baktığı duvarları, saydığı tavan tahtalarını, kör kandilin ziyasını görebilir, onu görmüş bir çift göze rastlayabilirler miydi? Belki! "Gitmek mi kalmak mı daha zor?" diye geçirdi içinden Büyükhanım. Gitse bir türlü gitmese bir türlü. İstanbul'a ayak bastığı günden beri içinde susturduğu istek şimdi Zehra'nın ağzından dökülüyorsa, belki! Bu belki'ye tutundu Büyükhanım. Gece Saffet'le konuşuldu, onayı alındı, ertesi gün üç kadın çarşaflandı, çocuklar Yıldırım'a bırakıldı, zar zor bir arabacı bulundu. Adres tutuşturuldu eline:


Hamidiye Etfal Hastanesi.


Mübarek cuma gününün hengâmesinde, güzel yollar ve köprüler gibi derin çukurlar, kocaman taşlar, çalılıklar ve dikenler ile kaplı arazilerden de geçe geçe, güç belâ hastanenin yakınına vardılar ama kapısına dayanamadılar.


Kapının önü o kadar kalabalıktı çünkü. Ve evden sabah çıkmışlardı fakat yollarda o kadar çok vakit harcamışlardı ki ikindi neredeyse okunmak üzereydi.


Arabacı "Burası" dedi iki kulesi ilk anda dikkat çeken büyük bir binayı işaret ederek. Kapının önüne gelebildiklerinde "Oku kızım şu yazıyı" dedi Büyükhanım Zehra'ya yüksek kitabeyi göstererek. Böyle çetretil yazıları Büyükhanım okuyamazdı. Zehra, Mediha'yla birlikte okumaya çalıştı:


"Firdevs-i âşiyân merhume Hatice Sultan Hazretleri nâmma."


Sultan Abdülhamid'in kızıydı "Merhume" Hatice Sultan ve bu hastane onun anısına inşa edilmişti. Doğru yere gelmişlerdi, burasıydı Hamidiye Etfal Hastanesi. Şurada kestane ağaçlarının gölgesindeki hafif kıvrımlı yol, şurada sağlı sollu bahçeler, şurada çimenlerin üzerine atılmış banklar. Göz görünce hepsinin içinde aynı zemberek işlemeye başladı: Demek İsmail bu yoldan geçmiş, bu kapıdan girmiş, bu banklarda oturmuş, dinlenmişti.


Bahçedeki hemşireler ciddi, neredeyse asık yüzlü, acele acele bir yerlere koşturup duran kadınlardı. Etrafta o kadar çok hasta ve yaralı asker vardı ki Büyükhanım hemşirelerin bu telâşesine hak verdi. Ne yapsın bîçareler? Yine de hepsinin yüzünde İsmail'den bir haber aradı. Çekinerek içlerinden birine yaklaştı, dedi ki:


"Kızım evlâdım, biz birini arıyoruz. Adı İsmail. Memleketi Trabzon. Yaşı on sekizdi o zamanlar şimdi tam yirmi ikisinde olacaktı. Balkan Harbi'nde Trabzon'dan gönüllü çıkan tabura kayıtlıydı. En son buradan, bu hastaneden yazdığı bir kartpostal geçmişti elimize. Sonra da hiçbir haber çıkmadıydı."


Hemşire dinliyordu ama gözlerindeki bakış ilgisizdi. Fark etmedi Büyükhanım, devam etti. Sanki ne kadar ayrıntılı anlatırsa İsmail o kadar sahici aranacaktı.


"Geri dönmedi ama şehit listesinde adı ilân edilmedi. Harbiye Dairesi'nden de hükümetten de defalarca sorduk soruşturduk. Telgraf ile arattırdıklarını söylediler. Hayatla olduğuna dair bir emare de yokmuş. Elimize bir kâğıt tutuşturdular hepi topu. Üzerinde 'Hayatı da mematı da meçhul' diye yazıyordu. Aman kızım evlâdım. Bir bakı versen. Bir kaydı kuydu var mıdır? Hiç olmazsa yattığı yatağı, girip çıktığı kapıları bir görsek."


"Ben bilemem" dedi hemşire, "Onu hastanenin idaresinden soracaksınız." Şu yataklarda kaç İsmail yattığını düşünerek, hızlı adımlarla uzaklaştı.


Bu kez başka bir hemşirenin yolunu kestiler. Büyükhanım aynı cümleleri sonuna kadar tekrar edecekti ki hemşire sözünü kesti:


"Ben burada bir buçuk yıldır çalışıyorum. O kadar eskiyi nereden bileyim? Hem öyle olsa bile hatırlayamam ki nine, her gün yüzlerce asker geliyor bu hastaneye."


Büyükhanım içerledi, bu kız suratsızın, nursuzun tekiydi.


Bir diğer hemşire üç yıllıkmış, tabiatıyla o da İsmail'i hatırlayamazmış! Fakat bu, işte şimdi konuştukları, güzelce yüzlü, tahammüllü biriydi. Bu hastanede diğerlerinden çok daha yeniydi fakat takati tükenmemiş olmalı ki, "Soralım" dedi güler yüzle. Önlerine geçip onları idare odasına, Hekim Binbaşı'nın yanına çıkardı.


Hekim Binbaşı, güngörmüş, acıyı tatmış, bıçak kemiğe dayanmış, batabileceği yere kadar batmış, gelip başladığı yere dayanmış, ama aslı gibi kalmış, zıddına inkılâb etmemiş bir adamdı. Beş yıldır da bu hastanedeydi. Şu yataklardan kaç sahipsiz askerin gelip geçtiğini, kaçının fidan gibi devrildiğini, kandil gibi sönüverdiğini görmüştü. Kaçının gözlerini kendi elleriyle kapatmış, battaniyelerini yüzlerine çekmiş; kaçının kangren olmuş kolunu, sarkmış ya da çürümüş bacağını bir yaşamak uğruna gövdesinden kesip atmıştı. Kaçının vücudunu, daha onlar ölmeden kemirmeye başlayan kurtlardan temizlemeye kalkışmış da kimini başarmış kimine ilâç, takat yetirememişti. Kalbinde kaç çehre, kaç hatıra, kaç mersiye gömülüydü ve bu askercikleri kurbanlık koyunlar gibi böyle cepheden cepheye sürükleyip de kendi kafasızlıklarına söz söyletmeyen, burnundan kıl bile aldırmayan İttihatçılara karşı tepeden tırnağa öfke, bir hayli de küfür doluydu.


Kapı hatifçe tıklayıp da şu çocuk hemşirenin başı içeri uzanarak ardından biri yaşlıca ikisi gencecik üç kadın ürkekçe odaya girdiğinde kimin geldiğini hemencecik anladı hekim efendi. Az değildi kapısına düşüp de oğlunu, kardeşini, babasını, kocasını arayan kadınların sayısı. Arayanlar, kadınlar olurdu genellikle çünkü yitenler hep erkeklerdi.


Ne istiyorlardı? Hemşire anlattı. Dört yıl önce bu hastanede yatmış, Trabzonlu, Balkan Harbi'ne gönüllü yazılmış, sonra akıbetinden haber çıkmamış İsmail'i arıyorlardı. Keder, acıma, öfke ve çaresizlik kalbinden aynı anda geçti Binbaşı'nın. Hepsi farklı makamlara farklı muhataplara yönelmişti bu duyguların. Keder ve acıma kadınlara, öfke malûm devlet erkânmaydı; çaresizlikse kendisi için. Kendisini bıraksa altından kalkamayacağı bunca acıya mukabil, kalanlara birazcık faydalı olmak adına bir mukavemet duygusu geliştirmeyi öğreneli çok olmuş, gözleri ele verse de merhametini kalbindeki kabukların altında saklamayı öğrenmişti Hekim Binbaşı. Lâkin nasır değildi kalbindeki, perde üstüne perdeydi sadece. O perdelerden birini kaldırdı. Gaz lâmbasının borusuna, neredeyse o boruya yakın kalınlıkta sarılmış


sigarasını yaklaştırdı, tütün ateş aldı. Derin bir nefes çekti. Göz göze gelmemek için kadınların başının üzerindeki boşluğa baktı. Nefesini de aynı boşluğa savurdu.


"Hekim Efendi" diye başladı Büyükhanım. Bu ses. Bir perde daha kalktı Hekim Binbaşı'nın kalbinden. Zehra hiçbir şey söylemedi sadece bakıyordu, ama öyle bakıyordu ki perdelerden biri daha uçuverdi. Düzgün bir Türkçeyi kırık bir Trabzon ağzıyla konuşan yaşlıca bir kadının dört yıllık hikâyeyi üç beş cümleye sığdırdığını görünce direnmeyi bıraktı Hekim Binbaşı, masanın üzerindeki nabızölçerin yanındaki çıngırağı salladı, "Hüseyin Efendi!" diye bağırdı. Ses çıkmayınca epeyce söylendi, şu yarım akıllı hademe neredeydi? Neden sonra, önünü ilikleyerek kapıdan içeri başını uzatan iki büklüm hademeyi azarlamakla vakit geçirmedi. Ama "Git bana" -Zehra'ya döndü, "Kartpostalın tarihi neydi kızım?"- "Hah işte o tarihli kütüğü getir" diye kükredi. O kadar kükredi ki hademenin böyle bir işi tamamlaması için sair zamanlarda geçmesi gereken sürenin henüz yarısı bile dolmamıştı ki kapı tekrar çalındı, çalınmaktan çok sanki omuzlandı, tartaklandı. Hekim Binbaşı, elleri dolu hademenin kapıyı tıklatacak eli kolu kalmadığını anlayarak "Gir oğlum, gir" diye bağırdı.


"Oğlum" dese de Hüseyin Efendi de en az Binbaşı'nın yaşındaydı.


Siyah bez ciltli, kocaman iki defter geldi; her ikisinin de cildi alttan ve üstten koptu kopacak, yaprakları çevirme uçlarından kabarmış, kalınlaşmıştı. Sırtta beyaz çini mürekkebiyle yazılmış tarihleri Zehra okuyabildi, evet,


İsmail'in tarihleri. Büyükhanım'ın kanı önce bütün yüzüne hücum etti sonra iki katı hacimde ve on kal hızlı geri çekildi. Kalbinin üzerine de bir kaya yuvarlandı. Bu defterde miydi? Şu kapak birazdan açılacak, her şey ortaya saçılacaktı. Bir gün geleceğini, gelmese bile bir yerlerde nefes aldığını, yaşadığını, hatta esir düştüğünü, niye olmasın evlenip barklandığını, çoluk çocuğa karıştığını, oralarda kaldığını -İsmail böyle yapmazdı ama ah keşke yapmış olsaydı- ümit etmek, daha iyi değil miydi? Bilmemek, bilmekten evlâ değil miydi? Buraya niye gelmişlerdi? Büyükhanım şu aksi Hekim Binbaşı'dan korkmasa Zehra'yı kolundan çekecek, "Kalk kızım, gidelim" diyecekti, arkasına bile bakmadan çıkacaktı şu kapıdan. "Medet, medet, medet" diye mırıldanabildi sadece. Mediha sandalyesine mıhlanmış, Zehra ise taş kesilmişti.


Hekim Binbaşı, fesini yan yatırırken defterlerin sırtına baktı, üsttekini kenara itti. Alttakinin kapağını açtı, sayfaların arasında biraz arandı, bir sayfada durdu. Elini satırların, sütunların üzerinde gezdirdi. İsmi. Lâkabı. Doğum yeri. Doğum tarihi. Alayı. Taburu. Vesairesi. Parmağını sürüklerken, siyah, kırık bir kalemle yazılmış isimleri gözden geçirdi. Ne kadar çok İsmail vardı bu defterde, bu devlet İbrahim miydi? işin içinden çıkamadı. Bu kez ismi hanesi ile memleketi hanesini birleştirerek aramaya başladı. İsmi İsmail, memleketi Trabzon, işte! Ama doğum tarihi uymadı; bu,


öldüğünde yirmi sekiz yaşındaydı, bizim İsmail'se o kartpostalı yazdığında yirmisini bulmamıştı daha. Böyle "Memleketi: Trabzon'da uyuşan üç İsmail daha geçti doktorun tırnağının ucundan. İkisinin doğum tarihi uymadı, birinin baba adı.


Büyükhanım rahat bir nefes aldı, kalbinin üzerindeki kaya handiyse kalktı. "Haydi kızım, yok işte, gidelim" diyecekti ki Zehra'ya, diyemedi. Hekim Binbaşı'ya göre bu işte bir iş olmalıydı, zili bir daha salladı, Hüseyin Efendi'ye "Kayıt Dışı" defterini getirmesini emretti. Büyükhanım'ın içi sıkıldı. Yoktu işte. Daha niye arıyordu? Aramasındı. Bulmasındı, öylece bıraksındı. Hekim işte! Buluncaya kadar aramak onların âdetindendi. Diğerlerinden az daha küçük, az daha ince bir defter masanın üzerine bırakıldığında ve Hüseyin Efendi bir köşede dikildiğinde, demin kalkan kaya Büyükhanım'ın böğrüne yeniden tıkandı. Ne varsa bu defterde var olduğunu anladı.


O defterdeydi İsmail'in kaydı. Yani "Kayıtsızlar"ın, bu hastaneye her gün yüzlercesi giren yaralılardan bir künyesi olmayan, ilk anda kaydı kuydu tutulmayanların arasında. Hekim Binbaşı, kâtiplere kükremiş, buncağızları sonradan kendilerine geldikleri, iki kelâm edebildikleri, kim olduklarını hatırlayabildikleri zamanlarda bu yanık deftere kaydettirmişti. Cepheye sürdüğü askerini o yaralandığında, kolu bacağı kopup gözü aktığında, beyni parçalandığında takip edemeyen, "Kayıt Dışı" hanesine kaydeden bu devlete de bu hükümete de aklına gelen bütün küfürleri bu kez de esirgemedi, üç hanımın huzurunda olduğuna aldırmadan arkası arkasına ekledi. Osmanlı çöküyordu. Orduyu da devleti de bu hale koyanlara, hızını alamadı, bir hayli daha sövdü saydı. Ne Büyükhanım'ın ne de Zehra'nın Osmanlı ordusunu bu hale kimin koyduğuna dair açık bir fikirleri vardı. Ağzı pis kalbi temiz bir adam olduğundan Hekim Binbaşı'nın küfürbazlığı da fazla dokunmayabilirdi lâkin ne Büyükhanım da Zehra da bir şey işitecek, işittiğini anlayabilecek halde değillerdi.


Hekim Binbaşı sayfaları birer birer çevirdi. Memleket ismiyle baba ismini birleştirdi, hepsine doğum tarihini ekledi. Karelere bölünmüş geniş satırlardan Trabzon gönüllüsü İsmail Efendi'nin 20 Kasım 1912 tarihi itibariyle hastaneye yatırıldığını eliyle koymuş gibi buldu, çıkardı. Akıbet hanesinde ise sağ elinin şehadet parmağı durdu. Onu buradan sağ çıkaramamışlardı.


Büyükhanım neden sonra, "Yarası neresindendi Hekim Efendi?" diye sorabildi.


"Yarası yoktu" dedi Hekim Efendi, "İsmail tifüsten öldü." Bir de tarih mırıldandı: "13 Ocak 1913."


Sonra başını hayretle salladı. "Uzun süre dayanmış. Bünyesi sağlam olmalı."


Kadınlar öylece yığılmış otururlarken, deminkinden daha kalın bir sigara sardı Doktor Binbaşı Reşad; hemşire gelip kapıyı vurmasa, ameliyathanenin hazır olduğunu haber vermese yerinden kalkmayacaktı.


O sırada bir köşede dikilip duran Hüseyin Efendi, Binbaşı'ya döndü. "Kumandanım" dedi, "Müsaade ederseniz bir diyeceğim var."


Acelesi olan Hekim Binbaşı "Söyle bakalım" dedi,


"Neymiş diyeceğin?"


Bu hastanenin çaycısı olan Hüseyin Efendi izdihamlı zamanlarda koğuşlara da bakar ne emredilirse onu yapardı. Yani uzun yıllardır daha az çaycı daha çok hastabakıcıydı.


"Ben de Trabzonluyum" diye Büyükhanım'ın yüzüne bakarak başladı. "On yıldır buradayım. İsmail'i hatırlarım, hemşehrim olduğu için kanım daha bir ısınmıştı ona. Ara sıra yanına giderdim, lâflardık hali olursa."


"Uzun etme Hüseyin Efendi" dedi Hekim Binbaşı, "Söyle ne söyleyeceksen."


Hüseyin Efendi devam etti: "İsmail kitap okur, şiirler söyler, mektuplar, defterler yazardı; kâğıtlara kalemlere aşina, kelimelerle hoş hal idi." Yutkundu, "Ölümünden sonra yatağını ben topladım. Yastığının altından bir defter çıktıydı. İsmail'in terekesi. Başka da bir şeyi yoktu fukaranın. Bir gün sahibi gelir arar diye sakladıydım. Emreder misiniz, gidip getireyim mi?"


Hekim Efendi "Getir oğlum, gelir" dedi, sonra Büyükhanım'a döndü.


"Hanımefendi şimdi, siz İsmail'in mezarını bulmak istersiniz. Aramayın çünkü yoktur. Askerinin hayatına sahip çıkamayan bu hükümet onun ölüsüne bir mezar yeri verebilir mi?"


Çıktı, gitti.


Hüseyin Efendi çok geçmeden geri döndü; meşin kapaklı, küçük boy bir defteri masanın üzerine bıraktı.


Zehra, o gece Gülcemal vapuru düdüklerini öttürürken İsmail'in eline tutuşturduğu defteri tanıdı. Kapağı kaldırdı. Sabit kalemle "Kırık Kafiye" diye bir başlık atılmıştı ilk sayfaya. Elleri yandı. Hemencecik kapadı.


Ama böyle bir defterin kapanması olmazdı. O gece herkes uyuduktan sonra bir fiske şamdanının ışığında açtı defteri Zehra. Sayfaların arasında, "Eşhedü" cümlesinin yansıyla açılmamış bir zarf vardı. Zarfın üzerinde Çelil Hikmet'in yazısını tanıdı. Yarısından fazlası boş kalan deftere başlamadan önce alev ateş yanan, sonra buz kuyularında titreyen bu harflere baktı. Çelil Hikmet'in mektubu yarım sayfaydı.


16 Kasım 1912, Gece


Hitap: Ruhumun Ruhu, Nurumun Nuru Zehra Hanım'a.


Hayallerimde bile sana söyleyemediğim şeyleri yazacağım şimdi, Siz yerine Sen demek gibi.


Oysa bu kadar dökülüp saçılmak, bu kadar açılmak için ancak ölüme yakıtı olmak lâzımdır.


Bu kadar cesur olmak için de kavuşma ümidinin kalmaması. Ben işte bu haldeyim. Çatalca'dayız ve yol yorgunu baskına uğrayan Alâiye Redif Taburu'nun yerine, İleri Tabya savunmasına girmek için emir aldık.


Ama ben sana sadece senden bahsedebilirim. Sen güzelliğinin her şeyi fethettiği zamanlardasın ve ben hangi yanıma değsen o yandan ağrıyorum. Güzellikten doğan aşka yaslanarak her şeyi unutmak, senden gayrini geride bırakmak isterdim. Fakat ne mümkün! Ne zaman unutur gibi olsam olmuyor. Unutmak istediğim şeyin tam ortasmdayım.


Bir acıya tahammül edebilmek ancak ondan daha büyük bir acıyla yüz yüze gelmekle mümkün olabilirmiş, anladım. Şimdi, bir dağın diline emanet ettiğimde bile ölü harfler; yanık kelimeler doğuran bu seyrüseferi, altında ezildiğim her şeyi, bu acıyı unutabilmek için bir diğer acımı diriltmeye uğraşıyorum. Seni unutmak için yaşadıklarımı, yaşadığım şeyi unutmak için de seni hatırlıyorum. Ama mümkün değil, hiçbirini unutamıyorum.


Ruhun kaldırabildiği acıyı bazen beden reddeder; çünkü kaldıramaz. O zaman bedeni daha derin bir acıyla susturmak gerekir. Aşkın acısından kaçarak sığınılacak en uygun yer ancak bir savaş olabilir. Ruhumun acısını ancak bedenimin acısı dindirebilir. Aşkımı acıya döndürebilirsem ancak dayanabilirim.


Yaşadığıyla yaşamadığını artık ayrıt edemeyen zihnim tümüyle gerçeğin ortasında. Oysa...


"OysaMmn üzeri çizilmişti, arkada hiç okunamayan üç kelime daha vardı. Zehra birbiriyle ilgisiz, sayıklamaya benzeyen bu kopuk kopuk cümlelerden başını kaldırdı,


İsmail'den boşalan yer o kadar derin olmasa Çelil Hikmet'in kopardığı feryat Zehra'da da bir figana dönüşecekti ama bir ölümün hükmü, diğer bir ölümü hükümsüzleştirmesi. Bu hükümsüzlükte Çelil Hikmet'in mektubunu bir kenara bıraktı usulca. Orada bir kâğıt burada bir defter vardı. Defteri eline aldı. İsmail'in, her zamanki güzelim hattına, canım istiflerine benzemeyen eğri büğrü, nizamı iyice bozulmuş, yer yer okunaksız bir yazıyla yazılmış "Kırık Kafiye"sini okumaya başladı.


10 Kasım 1912


Benim Zehra'm, sana yazdığım son mektubu Çatalca cümleleriyle bitirmiştim. Çatalca varsa İstanbul vardı ve İstanbul varsa Osmanlı vardı. Neyi korursak İstanbul'u koruyorduk aslında çünkü hangi yola girsek sonu İstanbul'a çıkıyordu. Biz de emaneti korumaya gelmiş, kıyamete gözümüz kapalı girmiştik. Fakat anladım ki benim kıyamet sandığım yalnızca bir kamet, bir küçük kıyametmiş. Asıl mahşer arkada kaynıyormuş. Bunu anlamam için iki gün yetti. Şimdi soğuk bir çadırda, Gülcemal'e binerken elime tutuşturduğun bu deftere başlıyorum. Çünkü yaşadıklarımı mektup kâğıtlarına aktarıp da sana, size yollayamam artık. Bir vadi ağzında ciğerlerimi sökerek haykırdığımda hissettiğim ne ise onu ancak bu deftere yazabilirim.


Dedemin kendisinden izin istediğim ilk anda "Oğul, seti savaşı ne zannediyorsun?" dediğini hatırlıyor musun? Haklıymış. Zannettiğim gibi değildi. Düğün şenlik olmayacağını, bizi türlü sıkıntının karşılayacağını biliyordum; neticede verecek bir canımız vardı ve zaten bunun için geliyordum. Ama öyle şeyler görüyoruz ki beni en çok da bu kahrediyor. Osmanlı ordusunu düşman kurşunu değil, soğuk, açlık ve hastalık kırıyor. Hepsinden önce de zabitlerin fırka çatışmaları; alaylısı mekteplisi, nizamîsi redifi, kurmayı zadeganı ile birbirine düşmeleri. Yine dedemin dediği gibi...


Bu deftere yazdığım satırları sana elbette gönderemem. Sair zaman olsa okumak dahi istemeyeceğim bu satırları nasıl yazdığıma ben bile hayret ediyorum. Ama yazmak iyi geliyor. Yazdıkça içimdeki zehri akıtacağını sanıyorum. Yazarsam, bütün bu dehşetin kelimeler dünyasında bir karşılığını bulursam bir parça hafifleyeceğim zannediyorum. Kelimeye dökülen acım bir taraftan hafifliyor. Yazdıkça kendime ve bütün bu olanlara uzaktan bakabiliyorum çünkü. Uzaktan baktığımda ise başka bir zamanın, başka bir hayatın varlığına olan inancım pekişiyor. Kendi bedenini gören bir ruhum ben şimdi.


Çatalca'ya gidecektik fakat sürekli değişen emirler aldık, hayalet bir gemi gibi limandan limana savrulduk. Oysa savaşın cephelerden evvel planlar ve talimatlar üzerinde kazanılacağı kesindi. Sonunda Çatalca açıklarına vardık. Fakat demir attıktan sonrası da tattı bir çetrefildi. Çatalca bir türlü ulaşılamayan bir belde olarak önümüzde uzaklaştıkça uzaklaştı.


Neden sonra şirket gemilerine alınarak karaya çıkarıldık. Yağmur yağıyordu. Fırtınadan bitap düşen biz, kıyıda geminin boşalmasını bekliyorduk. Oysa gemide, boşaltılması en az yirmi saat sürecek hayvan, erzak ve mühimmat vardı. Alay komutanı "Madem öyle, askerleri en son çıkaralım, kıyıda beklemek yerine yataklarında dinlensinler" dedi. Sevk Komisyonu Başkanı ise ellerini iki yana açarak üzerinde "Aceledir" ibaresi bulunan telgrafı gösterdi. Emir böyleymişî Bizler de nizamîsi, gönüllüsü bütün askerler geceyi boş yataklarımızın az uzağında, ağır bir yağmurun altında geçirdik. Yiyecek lokma, içecek su yoktu yanımızda. Soğuktu. Kapkaranlıktı gökler. Bir mum, bir kandil yoktu. Hepsi GülcemaVde, taşınmayı bekliyordu. Nihayet yola çıktık. Varacağımız çiftlik Aya Mama, üç çeyrek saatlik mesafedeydi söylenene bakılırsa. Fakat çamurlara bata çıka bir yol arayarak beş altı saatte ancak varabildik çiftliğe. Dağılan alayın kimi bölükleri ise çamur tarlalarında sabaha kadar dolaşmış.


Sabah olup da güneş açtığında bize ne olduğunu birbirimizin yüzünden okuduk. Bir fırtına, bir yağmur ve bir karanlık gece yetmişti. Her bölükten beşer onar kişi ateşler içinde yerlere serilmiş, Gönüllü Trabzon Taburu bile bir gecede erimişti. Çelil Hikmet'le karşılaştık bir ara. Onun da solgun yüzünde hayat emaresi şimdiden tükenmişe benziyordu. Böyle başladı ve bu başlangıç bütün bir Balkan sathı-ı harbinin temsiliydi.


12   Kasım 1912


Bu kez Aya Mama1 dan Hadımköy'e doğru yola çıktık. Biz ortada yürüyorduk. Hadımköy civarında koleranın var olduğu askerlerin arasında şimdiden meşum bir ölüm fısıltısı gibi dolaşsa da İstanbul'dan bu yana ilk kez kendimizde bir güç hissettik. Geçtiğimiz köylerde, cepheye sürülen bu taze kan, ümit ve hayat saçıyordu. Fakat öyle şeyler gördük ki bu güç fazla sürmedi.


Kavak istikametinde yürürken kenarda yaşlı bir ağacın gövdesine yaslanmış, ayaklarını yola doğru uzatmış bir askere rastladık. Herhalde geri dönen Osmanlı ordusunun yorgun neferlerinden biriydi. Beş on adım kala kayıtsızlığı bizi şaşırttı. Hatta subaylarımızın öfkelendiğini bile fark ettik çünkü yol verilmeye, selâmlanmaya alışkındılar. Öyleyse düzenli bir şekilde geçmek isteyenlerin ayaklarına, yıkılmış bir mezar taşı gibi dolanan bu askere ne oluyordu? Yanma yaklaşınca bunun bir ölü olduğunu anladık. Fakat ölüm ona hiç yakışmamıştı. Elbisesi çamurlu ama yeniydi. Yanında ve üzerinde ölümü hatırlatacak hiçbir şey yoktu. Sanki bir ağaca yaslanmış da yoldan geçenleri seyrediyordu. Dudakları yarı açık, hafif gülümser gibiydi. Fakat dikkatlice bakınca yüzündeki soğukluk ve ölüm beyazlığı ürpertici bir etki uyandırıyordu. Güzel, genç ve sarışın bir yüzü, ince bıyıkları vardı. Neden ölmüş olabileceğini düşündüm. Görünürde bir yarası yoktu. Kalp krizi, tifüs, kolera, aç/z/c. Bunların hepsi veya birkaçı veya biri. Bu askeri neden kimsenin gömmediğini düşünerek kederlendik. Birkaç mangaya emir verildi ve askercik oracığa elbiseleriyle gömüldü. Yolumuza ondan sonra devam ettik.


Üzerinde yürüdüğümüz hat boyunca savaşın bütün sahneleri ve insan tipleri ile karşılaştık. Binlerce kişi geçti yanımızdan. Bunların bir kısmı geri çekilme emri alan ya da çamura saplanmış toplarını terk ederek kaçarcasma geri dönen askerler. Bir kısmı da Rumeli'den göçen halk. Osmanh'nm nasıl çöktüğünü Çatalca'ya akın akın yığılan bu Rumeli göçmenlerinde ve bozguna uğrayan orduda gördük.


Biz o tarafa giderken Rumeli de bu tarafa göçüyordu. Öyle bir geliyorlar ki bizim gitmemiz mümkün değil. Öyle bir dönüyorlar ki bizim ilerlememiz imkânsız. Sonu gelmiyor bu kafilelerin. Bitti zannediyorsun daha kalabalık, daha acılı yeniden başlıyor. Şehirleri, köyleri, kasabaları yakılıp yıkılan bu insanların bırakıp kaçmaktan başka çaresi yok. Yüzen bir ıztırab adası gibi dağ, ova, ufuk demeden geliyorlar. Geldiklerini hemen anlıyorsun. Önce ufukta bir duman beliriyor; yangın arkadan görünüyor. Bir değil, üç değil, beş değil; binlerce, yüz binlerce geliyorlar. Yağmurun, çamurun içinde, ayazın, alev ateş sağanağının altında, kadın, çocuk, ihtiyar, hasta, sakat, deli, meczup, akıllı ama hepsi de aç biilâç bir insan kalabalığı. İnsanlıktan çıkmış, başı açık, ayağı çıplak, paçavralar içinde, bata çıka, düşe kalka inleye inleye, ağır ağır ilerliyorlar. Ağır ağır, ama hepsi de arkalarından gelen ve onları kovalayan bir şeyden kaçıyorlar. Güçleri olsa koşacaklar ama yok. Yürümek bile değil bu, bir çamur deryasında çarnaçar yüzüyor, sürünüyorlar.


Hele çocuklar. Esasen gürbüz olması gereken bu köylü çocukları bir deri bir kemik kalmışlar. Çoğunun annesi babası yollarda düşmüş, onlarsa bir sürü halinde ilerlemeye çalışıyorlar. Ama çok geçmeden içlerinden biri olduğu yere yığılıyor. Ayakta kalanlar onları bırakıp yola devam ediyor. Ve hastalar; sakatlar. Normal zamanlarda bile normalüstü bir ilgiye muhtaç olan hasar almışlar; bu yarım yamalaklar; bu normalüstü zamanda nasıl adım atıyorlar? Savaşın gailesi olağanüstülükleri olağanlaştırması galiba, herkesi kendinden ibaret bırakması.


Bu hayalet kafilesi Rumeli muhacirleri, nesini yanma alabildiyse onu bir deri bir kemik kalmış, hangi hayvan olduğunu anlamak neredeyse imkânsız zavallı bir iskelete yüklemiş, yürüyor. Bütün bu yükü, sahiplerinden daha yorgun, daha aç, daha sefil, hilâl biçimli boynuzlarıyla öküzlerin koşulduğu kırık dökük arabalar çekiyor. Yorgan döşek, çanak çömlek, su ekmek, şi/te, yastık; üzerlerine kaba bir örtü atılmış; onun da üzerine birkaç çocuk oturtulmuş. İhtiyarların oturma hakkı yok, onlar öküzleri çekelemekle meşgul. Kadınlar arkadan itiyor; öküzlerinse mecali yok, kimi olduğu yere devriliyor; /cimi acz/z gözlerle sahibine bakıyor. Dolap çevirmeye, çift sürmeye, vakti gelince dinlenmeye, okşanmaya, tatlı sözler işitmeye alışık bu zavallı hayvancıklar acıyan gözlerle sahibine bakıyor ve soruyor. "Ne işimiz var bizim bu yolda?" Sahibi de bilmiyor. Sadece yürümek ve uzaklaşmak istiyor. Ama attığı her adım bir sonraki adımı yavaşlatmaktan başka bir sonuç vermiyor. Hepsi bitkin, perişan. Düşmeleri yakın. Düşen düşüyor; kalan yürüyor. Hazin bir veda sızıyor içime. Rumeli-yi Şahane boşalıyor. Muazzam bir coğrafya yer değiştiriyor. Tıpkı 93 Harbi'ndeki gibi. Yanmayan yok bu alevde. Ve hiçbir şey bu yollar boyunca gıcırdayan kağnı tekerlekleri kadar hazin olamaz.


Şimdi söyle bana Zehra, bunları sana nasıl yazayım? Hacıbey'e, Büyükhanım'a nasıl anlatayım. İki zavallı öküzün önünde bir ailenin sorumluluğunu üzerine alarak bir arabayı çekeleyen sakal göğüste ihtiyaraklarnı omuzları çökük sürüklenmesine, o yürüyüşe dayanamıyorum. Çocukların,

kadınların, hastaların hele sakatların yürümesine, yürümek değil bu sürüklenmesine dayanamıyorum. Ama dayanıyorum işte.


Fakat askerlere ne demeli? En çok da asker olanların uzun konvoylar halinde dönüşüne içerliyoruz. Şark ordusu aç, dağınık, perişan bir cemaatten ibaret ve kaçarcasma geri dönüyor. Subay askerini, er komutanını tanımıyor. Bir bozgunun üzerine geldik biz, bir hezimetin, bir hacaletin; çözülen, geri çekilen, dağılan, bir kısmı düpedüz kaçan Osmanlı ordusunun. Onların hali muhacirlerden de acı. Çünkü muhacirlerin ümidi de bunlara bağlanmıştı.


Osmanlı ordusu çöküyor. Buna onu çökerten güç de inanamıyor ama Osmanlı ordusu bir buz dağı gibi çatırdayarak parçalanıyor. Üç hafta. Yetti. Bu koca çınar ilk fırtınada devriliyor. Bütün dünya hayretler içinde. Fırtınanın kendisi bile bunun böyle olacağını ummazdı.


13  Metin Kutusu: ıdımlık ierimleMetin Kutusu: Hadımköy'e kaçlar yürüyeceğimiz^ hepi topu ild a *oldu aslında. Fakat Kumeli'den donen asker kafilel

1 A 7 _J 1 _J • • i < • ^ ' • j ı • i j | • •Metin Kutusu: _ _ w f f m m M m m mm mm mm ^ a ı ı a a a a . / ■ m . I f

fu oldi adım atmak ~istevl

• • •• •• 7 « «w* • LjjnMetin Kutusu: teK aeaıı arupıar naımae. oıauKiarı yere yıaıııyorıar.

W ı •• •• •• •• J* "1 7 •• •• y/ | 7 k/ ^ r* »7 •

uğu yere gözümüzün onunde duşup kalıyor; bir ıkı aaım atmak isteyerek sürükleniyor ama üçüncü adımda gücünün bittiğini jsırk ederek vazgeçiyor. Bakışlarını göklere, altına serildiği agaçm yapraklarına çevirerek son nefesim yeriyor. Bu halde Dile birbirlerini sürüklemeye, omuzlamçıycı, kaldırmaya çalışıyorlar. Kahramanlık ve vefakarlık dağılmayla iç içe. Şark ordusunun tamamında da bu böyle. Kaçarcasma dönüyorlar geri. Açlar; hastalar; yorgunlar; uykusuz ve bozgundular. Fakat kimseye bir fenalıkları dokunmuyor yine de.Metin Kutusu: umuduy berileri lökülen hyorlar. f iyorlar.Kasım 1912


Burada koleralıların nasıl gömüldüğünü de gördük. Yol boyunca cenaze katarları ağır ağır gidiyor. Ölü dolu

arabalar toplu mezarlara bağlanan yollarda sıra sıra bekleşiyor. Mezar kazıcılar ilk zamanlar ölüleri bu derin çukurlara sıra ile diziyor; hiç olmazsa yüzlerinin kıble yönüne bakmasına dikkat ediyorlardı. Fakat artık arabaları olduğu gibi ters çevirip dönüyorlar. Üzerlerine örtülen topraktan kilitlenmiş bir kolun ya da bacağın fırladığı oluyor. Bazen bir yüz, açık gözleriyle gökyüzüne bakmak isteyen bir maske gibi toprağın üzerinde kalıyor.


Bizse durmadan yürüyoruz. Biz; cepheye yeni sürülenler; Rumeli'den dönen binlerce askere göre iyi sayılırız. Fakat onlar yürüyen daha doğrusu sürüklenen, kadidi çıkmış birer heyula ordusu gibi. Koleralı değillerse bile açlıktan, soğuktan, yorgunluktan, uykusuzluktan, sefalet ve bakımsızlıktan, ölüme bunca yakın durmaktan hepsi aynı yüze sahip olmuş sonunda. Gözleri çukura kaçmış, avurtları çökmüş, elmacık kemikleri fırlamış, irileşmiş bir yüz bu. Omuzları çökmüş, kamburu çıkmış, beli bükülmüş, bacakları kolları incecik kalmış ortak bir beden de bu ortak yüzü taşıyor; tabii taşıyabilirse. Çünkü bunların da hepsi birer birer düşüyor. Her biri dizlerinin bağı çözülerek olduğu yere çöküyor. Kimi yüz üstü, kimi diz üstü başını göğsüne eğerek, kimi kendi boynunu kendi ağırlığının altında ezerek düşüyor. Kimi sırt üstü, bir fidan gibi devriliyor. Ay gibi, güneş gibi batıp gidiyor. Eğer ölmemişse bile yorgunluktan yere yığılıyor; gözleri baka baka ölüyor. Kiminin dilinden kadere dair bir öfke sayhası, şedit bir küfür çıkıyor. Kimi cinnete düşmüş çoktan. Kimi de yüzünde garip bir tebessüm, bizim görmediğimiz bir yere bakıyor, eğer gücü varsa iki adımlık mesafeyi sürünüyor, sırtını bir ağaca yaslıyor. Bir tarafı çoktan sarkmış, diğer koluyla tüfeğine sarılıyor. Tevekkeltii teallallalı, daha fazla direnmiyor.


Açlıktan yere yığılmış askerlerin de bazen, koleradan ölmüş zannedilerek, üzerine kireç kaymağı atılıyor. Ölmemişse de orada kavrulup gidiyor. Göz çukurları yanıyor. Sonra beyaz önlüklü askerler bir daha derin toplu mezarlar kazıyor. Hiçbirinden geriye bir isim bile kalmıyor. Meçhul asker!


Dokuz yüz kişiyle başlayan taburlar yüz kişiye düşmüş, nasıl olup da erimiş bitmişler? Mevcudu üç yüz kişi olan bölükten geriye elli kişi kalmış. Onlar da en dayanıklı en kuvvetli olanlar. Savaş en başta en zavallıları en nazlıları götürüyor. Bunların her biri kendilerine nice ümit bağlanmış ana evlâdı. Bunları bu hale kim koydu? Kim bunun sorumlusu? Kimin üzerine kesilecek bu hesap?


Zehra unutsam. Gördüklerimi, bu dehşeti, bu mahşeri, cezalıları melekler olan bu cehennemi unutsam.


14  Kasım 1912


Çamur; her yer çamur. Çamur; onun vıcık vıcık ve sıvaşık denizi üzerine düşen insanların ve hayvanların varlığıyla fokur fokur kaynıyor. Uzaktan kaya zannettiğin bir şey yanma yaklaşınca ağır ağır kıpırdayan ya da öylece duran bir hayvan ya da insan bedenine dönüşüyor. Yollar geçit vermiyor. Yere sağlam basmalarıyla meşhur atların bile yer; ayaklarının altından çekiliyor. Her yerde yaralı atlar; yürek paralayan iniltilerle yatıyor. Kalkmaya çalışıyorlar; bunu başaran anında düşüyor sonra vazgeçiyor. Tıpkı erler gibi. Üzengiden sarkmış yaralı subaylar; dalların çatalı arasına sıkışmış, bir deri bir kemik kalmış ama hâlâ sahibine sadık atlar görüyorum ve gördüklerime artık takat yetiremiyorum.


Böyle mi olacaktı? Biz yeniyiz, tazeyiz, gücümüz henüz yerinde. İçimizdeki hayat ışığı sönmüş değil ama bu gördüklerim yok mu, bunun ağırlığı hiçbir şeye benzemiyor. Hatırlarsın Zehra, son gece akşam soframızda beni vazgeçilmeyeceğini anlamış olan Hacıbey, artık yüreklendirmeye dönmüştü ve "Korkma, gideni dönerken görmüşler" demişti. Korkmuyordum ki, gönüllüydüm ben. Oysa şimdi geri dönemeyeceğimden korkuyorum. Yo hayır, hâlâ gönüllüyüm. Ne için geldiğimi hâlâ biliyorum ve onun için hâlâ ölebilirim. Ama tek kurşun atamadan, düşmanla yüz yüze gelmeden, ölümüm bir işe yaramadan, bir ağaca yaslanarak ölmekten korkuyorum. Sekte-i kalpten, açlıktan, tifüsten, koleradan, bzt pire içinde ölmekten korkuyorum. Ben bunlar için gönüllü değildim. Ölümüm bir işe yarasın istiyorum. Ama etrafıma bakınca toptan, tüfekten, kasaturadan daha fazla sahra hastaneleri, seyyar etüvler ve tecridlıaneler görüyorum.


15  Kasım 1912


Bu gece size bir kartpostal yazdım. Yarın posta gelirse veririm. Gelmezse bir köşede kalır. İki satır yazabildim: ”iyiyim. Merak etmeyin." Yalandı. Ben iyi değilim. Sonra bu defteri elime aldım. Gerçeği ancak bu defter çeker. Ama çoğu kez bu dehşetin kelimesini bulup da bir yerden çıkaramıyorum. Yazıya düşen hiçbir şey ateşini olduğu gibi yansıtmıyor; her şey yazıya dönüşürken munisleşiyor. Hiçbir alfabede "Z"den sonra harf yok çünkü. Bu rezaletin kelimeler karargâhında bir karşılığı yok. Böyle bir şey sadece yaşanabilir. Yaşayanlar da tez elden unutma telâşında. Tarih kitaplarına girecek üç soğuk cümlenin ardında ne mahşer var oysa.


16  Kasım 1912


Çatalca'ya vardık sonunda. Savaş her an başlayabilirmiş. Osmanlı ordusu, bütün o çözülen, kaçarcasma geri dönen Doğu ordusu burada biraz daha toparlanmış durumda. Bu ordunun Bulgarları durduracağından umudum var. Durduramazsa zaten bundan sonra İstanbul da yok demektir. Bizim Gönüllü Taburu da her an ateşe atılmaya hazır; bekliyor. Fakat ben, kendimde bir başkalık hissediyorum. Dizlerimin bağı çözülüyor. Gözlerim kararıyor. İçimde bir yanardağ, derimin bütün gözeneklerini patlatarak lav püskürtüyor sanki. Kuru bir öksürük beni boğuyor. Böyle giderse ben de tek kurşun atamadan olduğu yere çöküp, bir daha kalkamayanlardan olacağım. Uykum var ama uyuyamıyorum. Oysa birazcık uyuyabilsem. Başka hiçbir isteğim yok. Sanıyorum ki yarım saatçik olsun bir yağmur uykusuna düşebilsem üzerime sihirli bir el değmiş gibi bütün yaralarım sağalmış olarak uyanacağım. Oysa bin yıldır uykusuz gibiyim ve böyle giderse bir bin yıl daha kirpik kirpik üstüne indiremeyeceğim.


17  Kasım 1912


Çatalca hattında ölüm kalım savaşı başlamış, top sesleri kulağıma kadar geliyor. Fakat ben orada yokum. Beni İstanbul'daki bir hastaneye sevk ettiler; trenle İstanbul'a gidiyoruz. Sıhhiye çadırındaki tabur hekimine beni Halis Efendi götürdü. Yere çökmüş sıramı beklerken muayene masasının üzerinde karşılaştığım manzara için "Hiç unutmayacağım” desem de o kadar çoklar ki hangi birini unutmayacağım? Bunca "unutmayış"a hafızanın bile sınırları kapalı. Rumeli'den ricat eden ordunun askerlerinden biriydi. Giysileri çıkarılmıştı. Kemik üzerine gerilmiş bir deri tabakası düşün Zehra. İşte öyle! Ayak ve el parmakları uzamış. Gözler mosmor bir çukura kaçmış. Burun ve çene sivrilmiş. Aralık gözlerinde ürpertici bir parıltı fark ediliyor ve çekilmiş dudaklarının arasından sapsarı dişleri görünüyor. Doktor ölüm raporunu yazıyordu. Halis ne yazdığını sordu. Böyle bir ölüme nasıl bir sebep gösterilebilir; adı ne koyulabilirdi bu illetin?


"Zafiyet-i umumî neticesi tevakkuf-ı kalpten vefat" dedi Hekim Efendi, umumî zayıflık neticesinden kalp durmasıymış ölümünün sebebi! Yani açlık! Böyle bir ölüm sebebini bu doktor günde kaç kez yazıyor?


O zavallı mevtayı kaldırdıkları kanlı, kirli sedyenin üzerine iki koluma girerek bu kez beni yatırdılar. Tabur doktoru benim için Halis Efendi'ye "Çok genç olmasaydı bu ateş ortasında sevk etmezdim" derken duydum. "Alnı götürün, yazık olmasın" diyordu. Halis Efendi yarı ölüme batmış yarı dışarıda kalmışların, ölümü tecrübe etmiş fakat yaşamda


kalmışların, bu iki taraflıların arasından geçirerek beni istasyona kadar getirip geri döndü.


Bu vagonda herkes benim gibi hasta ya da yaralı. Çatalca- İstanbul arasını trenle herhalde üç günde alacağız. Çünkü tren, gitmekten çok bekliyor. Hatlar; asker ve muhacir trenleriyle dolu.


18  Kasım 1912


Bu yolda istasyonlar boyunca gördüklerimi de keşke unutsam. Muhacirler İstanbul'a gitmek için yığılmış, günlerce tren bekliyor. Askerlerin durumu anlatılır gibi değil. En hafifi bir kolu dağlanmış yaralılar, Balkanlar'm meşhur soğuğunda buz gibi yağmurun altında aç, hiç pansumansız, sürünerek en yakın istasyona kadar geliyor. Orada kendilerini İstanbul'a götürecek treni günlerce bekliyor. Çoğu bu bekleyiş esnasında son nefesini veriyor. Trenden inen, cepheye yeni gelen askerler de trenden iner inmez bu sahneyle karşılaşıyor. Kendilerini bekleyen akıbeti görüyor. O da soğuk geceyi yağmur altında aç bıilâç geçirdikten sonra zihninde ölümünün resmi, gün ışırken cepheye sevk ediliyor. İnsan açlıktan nasıl ölür? Sessizce, t tikene tükene mi? Yoksa bağıra bağıra, sürüne sürüne, görüne görüne mi? Bilmezdim. Ama defalarca gördüm. O kadar gördüm ki artık görmez oldum. Zehra bir bilsem, unutmak bu lisanda kaç hecedir?


20 Kasım 1912


Nihayet tren durdu. Soğuk terler ve yakıcı bir ateş arasında "Sirkeci" yazısını okuyabildim. Sirkeci garı ana baba günüydü. Yok, mahşer kıyamet. Burada da inmek için sıra bekliyoruz, bitip tükenmeyen sırasız bir sıra. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum ki vagonun kapısında tekerlekli bir servis masasıyla çaycı neferler göründü. Hepimize çay dağıtıyorlardı. Koca bir kazan kaynar suya atılmış bir tutam çay. Şekeri de içinde üstelik. Bizim oradaki Çerkez Arslanbey'in Asmalıkahve'sindeki çaya hiç benzemiyordu


ama yeşil camı aşırtmış büyük bardaklarda ikram edilen bu çayı ömrümün en büyük nimeti saydım.


Başımı ayakta tutamıyordum, kompartımanın camına dayandım. Canını üzerinde yüzümdeki lekeleri fark ettim. Yüzümün aynasını delip geçen bakışlarla, karşı perondaki trenden hastane malzemeleri indiriliyordu, onlara bakmaya başladım. Sandıkların üzerinde içlerinde ne olduğu yazılıydı. Battaniye, çarşaf şilte, fanila, takye, hasta entarisi, muşamba, serum, sargı bezi, kinin, doktor gömleği, maşrapa, çinko kova, hasta nakline mahsus teskere, gaz sobası, Kızılay bayrağı. Akima gelebilecek her şey bu sandıkların içindeydi. Bir başka sandığın üzerinde Almanya damgasını tanıdım. "Sunî aza: Kol", "Sunî aza: Bacak”; bunlar kolunu bacağını Çatalca'da bırakacaklar için hazırdı. Çatalca'da ne olup bittiğini bilmiyorum oysa. Kimse cepheden bir haber getirmiyor. Bir ara gözlerim kapanmış, kendimden geçmişim. Uzun zamandır ilk kez daldım. Bir yağmur uykusuna düştüm sonunda. Kısa sürmüş olmalı. Gözlerim açıldığı ilk anda gördüklerime ise inanamadım. Dört hamalın, dört ucundan tutarak trenden indirdiği içi çinko kaplı boş bir tabutu tanı penceremin önüne bıraktıklarını gördüm. İki hamal da kapağını tabutun üzerine bıraktı. Birincisi kalkarken yerine İkincisi geldi. Böyle tam kırk boş tabut saydım. Kırktan sonra saymayı bıraktım.


Nihayet yalıların ve köşklerin arasından geçerek hastaneye naklediliyoruz. İstanbul'da bütün camiler, dergâhlar, hanlar, mescidler, medreseler göçmenlerle dolu. Yetmiyor. Binlerce insan günlerce bekleşip duruyor. Kimden ne bekliyorlar? Ailesinden sağlıkla dolu olarak teslim aldığı askerinin refakatine içi boş çinko tabut veren, ordusunu besleyemeyen, sevk edemeyen, bir cephe gösteremeyen hükümetin yardım elini mi?


4 Aralık 1912


Beni buraya nasıl getirdiklerini bilmiyorum. Hatırladığım son şey Sirkeci garından çıkıp Balkan muhacirlerinin arasından geçtiğimiz.


Hamidiye Etfal Hastanesi'nin koğuşlarından birindeymişim. Gaz kokan tahta döşeme. Her yatağın başucunda askılar. Yatağımın başında küçük bir komodin. Üzerinde ufak tefek, bardak sürahi. Ayak ucunda türlü levazımata göre hazırlanmış bir masa. Ortada bir soba. Yataklar. Her yatağın içinde aynı hasta. Hepsinin sırtında aynı fanilâ. Gözümü açar açmaz üzerime eğilmiş hemşireye Çatalca’yı sordum. Koluna kırmızı hilâl işlenmiş beyaz giysisi içinde gülümsedi. "Zafer kazandık" dedi. Ya Rabbi şükürler olsun. İstanbul kurtuldu. Ama mütareke olmuş. Hemşire hanım Bulgarlarla imzalanan bu mütarekeden pek iç açıcı cümlelerle söz etmedi. Biraz daha konuşturmak istedim. "Haydi, sen şimdi bunları düşünme, azıcık uyu” dedi. Beni neden tecrid etmediklerini sordum bu kez.


"Hepiniz aynı hastalıktan muzdaripsiniz, ondan" dedi.


Bir koğuş. Hep aynıyız.


7 Aralık 1912


Uyuyamadığım onca günün acısını çıkartırcasma yerli yersiz, zamanlı zamansız uykuya dalıyorum. Doktorlar muayene için beni yatağımın içinde oturttuklarında bile koğuşun tavanı, pencereler, duvarlar dönüyor gözümün önünde. Sonra derin bir kuyuya düşüyorum. Keşke hiç uyanmasam. Ama çok geçmeden keskin bir sancıyla ve ter içinde uyanıyorum. Soğuk terler bunlar, ecel teri böyle olmalı. Başım çok ağrıyor. Yatağıma dönüp ağrı bir parça dinince tekrar uyuyorum. Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum. Belki bir dakika, belki üç saat, belki bütün gün. Uyandığımda ilk anda hiçbir şey hatırlamıyorum. Ama çok geçmeden ruhum, terk ettiği bedenine büyük bir gürültüyle geri dönüyor. Bu gürültüyü gerçekten duyuyorum. Gerçeği hatırlıyorum. O aradaki zaman var yal İşte orası çok güzel.


Çünkü gaflet. Yeniden dört bir cihet gerçek oluyor. Sonra yeniden uyuyorum.


10  Aralık 1912


Bu sabah garip bir hal ile uyandım. Sırt üstü uzanmıştım. Sağ elim göğsümün üzerindeydi. Fakat elimin ağırlığını bir türlü hissetmiyordum. Sanki yoktu. O kadar mı zayıfladığımı, Fuzulî'nin gazelindeki gibi bir kuru âh'tan mı ibaret kaldığımı düşünmeden edemedim. Hafif yelin beni neredeyse uçurmasını beklerken iyi kalpli, melek yüzlü hemşire geldi. Koğuşa döndü, bakışlarını bütün yatakların, o paslı karyolalarda yatan bir yanı eksik, canı boğazına dayanmış zavallıların üzerinde gezdirdi. Hepimize hitaben:


”Size bir haberim var" dedi. "Güzel bir haber. Ziyaretçileriniz var bugün, hem de pek meşhur pek önemli ziyaretçiler."


Meraklanmıştım. Meşhur ve önemli ziyaretçilerin buraya neden geleceklerini kestirmeye çalıştım. Hemşire koğuşa döndü yine. "Hilâl-i Ahmer Cemiyeti'nden azalarla birlikte şair ve yazar hanımlar gelecek. Bu koğuşu da şair Nigâr Hanım ziyaret edecek."


Bütün yastıkların üzerine bir kitap bırakırken özellikle bana bakarak, "Bu da onun meşhur Efsûs'u. Okuyun, seversiniz" dedi.


Bu koğuşta kaç askerin okuma yazma bildiğini bilemem. Ama benim yüreğim ter içinde üşürken bile hopladı. Şair ve yazar takımından hanımefendilerin cephedeki askerler kadar oradaki ateşin geri püskürttükleri için de canla başla çalıştıklarını, yatak yorgan, sargı bezi dikmekle uğraştıklarını, kapı kapı dolaşarak yardım topladıklarını, yardım sandığına en evvel kendi mücevherlerini bıraktıklarını işitmiştim. Ama Şair Nigâr Hanımefendi. Halil Safa'dan o kadar dinlediğim, bazı gazellerini benim de okuduğum Efsus şairesinin bizleri ziyaret edebileceğini aklımdan bile geçirmezdim.


Öğleden sonra kapı açıldı. Hilâl-i Ahmer Başkanı ile birkaç kişi daha ve üç hanımefendi bizim koğuşa girdi. O olduğunu nasıl anladım bilmem ama onun o olduğunu anlamamak da mümkün değildi.


Siyah bir çarşaf giymişti. Elli yaşlarında olmalı ama çok daha genç görünüyordu ve hâlâ çok güzel, çok asildi. Diğer kadınlar gibi onun da peçesi açıktı. Bu halleriyle bize sadece anne ya da hemşire olduklarını ima ediyorlardı herhalde. Onun yüzünde tedirgin bir tebessüm vardı. Ne kadar üzgün olduğu, onun da ayaklarının suya erdiği yorgun bakışlarından okunuyordu. O vakte kadar kibar yaşamış bu kadının zerrelerine ayrılıp dağılacak kadar yara aldığını ama diğer yanıyla dağılan zerrelerinden yeniden doğacak kadar da güçlü olduğunu anladım. Dağılıp gitmeye hakkı olmayanlara özgü bir güçle güçlüydü. Ve bütün şiirini aşka, sevdaya, kendi gönlünün feryatlarına adayan bu kadının şimdi baştanbaşa vatan kestiğini, kendine bambaşka bir kimlik biçtiğini, onun da yolun sonuna geldiğini anladım. Çok etkileyici bir sesi, su akar gibi bir konuşması vardı ve bugün bizim koğuşta hastalığımızdan çekinmeden, yüzüne maske takması için uyaran hemşireyi bile dinlemeden, ömrü boyunca yapmadığını zannettiğim işleri yaptı. Neferlerin yataklarının yanma oturarak hallerini hatırlarını sordu önce, gönüllerini aldı. İlâçlarını verdi. Yemek vakti hemşirenin getirdiği tepsileri taşıdı, askerlere kendi elleriyle çorba içirdi. Bana yaklaştığında yatağımda doğrulmaya, gülümsemeye çalıştım. Başaramadım. Pamuklu mintanımdan, fanilâmdan biraz utandım. Çizgili battaniyemin ayak ucuna ilişti.


Hemşire beni göstererek "Bu, İsmail Efendi " diye bilgi verdi.


"Kaç yaşında?” diye sordu Nigâr Hanımefendi, yüzünden bir hayret tebessümü geçerken.


Hemşire, sınıfımı söylemekle yetindi. "Sultaniye’yi yeni bitirdi. Felsefe şubesinde okumak istiyor." Ve ekledi: "Bir şiir


kitabı yazacak, şimdilik kafiye biriktiriyor."


Bu kez Nigâr Hanım, nereli olduğumu sordu.


"Trabzonluyum" dedim gururla. Sesimin kuyulardan yankılandığını ben bile işittim.


Benim de başımda diğerlerinin başında kaldığı kadar kaldı. Ancak ayrılırken döndü, bana bir daha baktı.


12  Aralık 1912


Bugün sizlere bir kartpostal yazdım. Kartın üzerinde bu hastanenin ve bir Hilâl-i Ahter hemşiresinin resmi var. Resmin dünyasında ne cerahatin kokusu ne yaralının iniltisi ya da feryadı var oysa. İki satır karaladım. Cümlelerimi saydım. Yedi cümle yazabilmişim. Her zamanki gibi yalandı.


Kartpostalın üzerine tarih atmak için duvardaki takvime baktım. Ne kadar uzun zaman olmuş ben buraya geleli. Garipî Ben hâlâ hayattayım. Oysa kaç yataktan kaç cenazenin kaldırıldığını gördüm. Koğuşlarımızda takvim var ama ayna yok. Bize ne olduğunu görmeyelim diyedir herhalde. Fakat suyu çekilmiş dallar gibi kurumuş ve kararmış ellerimin üzerindeki lekelere ya da az ötedeki yatağın hastasına baktığım zaman bana ne olduğunu ima eden resmin bütününü görüyorum.


Hüseyin Efendi diye bir hadememiz var. Hastabakıcı, ölü kaldırıcı, çaycı, odacı; her şeyi yapıyor. O da Trabzonlu. Hemşehrisi olduğumu bildiğinden sık sık yanıma geliyor.


"Efendi, ne yazarsın sen böyle ha bire?" diye soruyor.


"Hiç!" diyorum.


15  Aralık 1912


Yan tarafındaki karyolada Mehmet Emin Efendi yatıyor. O da Trabzonlu. Besim Efendi diye birinin oğluymuş. Ara sıra lâflıyoruz. Misafir sayılır. Hastanede boş yatak bulunmadığından bizim koğuşa almışlar. Başının sol tarafında bir şarapnel parçası gömülü, beyne çok yakınmış. Doktorlar ameliyata almaya korkuyorlarmış ama böyle yaşaması da mümkün değilmiş. Öğleden sonra ameliyatı var.


Mehmet Emin Efendi İstanbul'da Polis Okulu öğrencisiymiş. Bizim Gönüllü Taburu'nun hazırlıklarını haber alınca o da kendi mektebinin idaresine başvurarak izin istemiş. Bana kendi yazdığı dilekçenin suretini ve mektebin verdiği izinnameyi gösterdi. Şöyle yazılıydı izinnamesinde:


"Savaştan sonra mektebe dönmek kayd ü şartıyla izin verilmesine.”


Mehmet Emin Efendi bugün ameliyata girdi. Mektebine, derslerine hiç dönemeyecek.


22 Aralık 1912


Bize burada her gün çay veriyorlar. Gerçi trendeki gibi, kocaman kazanlarda şekeriyle birlikte kaynatılmış bir tutam çaydan ibaret bu da. Ama yine de çok iyi geliyor. Aşçılardan biri kazana bir kepçe daldırıyor. Çinko maşrapalara dökülüyor çayımız. Arada birkaç cam su bardağına rastlamak da mümkün. Ama bana hiç denk düşmedi.


Yan tarafımda boşalan yatağa Mülâzım-ı Evvel Samet Beyi yatırdılar. Avrupa görmüş, oralarda okumuş birisi. İngilizlerin çay içişlerini, fincanlarını, demliklerini öyle bir özlemle anlatışı var ki ben de ona bizim Çerkez Arslanbeyln ve İranlı çaycıların çaylarını anlatıyorum. İnanası gelmiyor.


Ben Balkan kıyametinden daha büyüğü olmaz zannederken Mülâzım-ı Evvel Samet Bey bunun daha büyük bir kıyametin mukaddimesi olmasından, fazla değil birkaç yıl içinde çok daha büyük, bütün dünyayı kavuracak bir savaşın çıkmasından korkuyor. Onu dinledikçe merak ediyorum: Yirminci asrın bu ilk savaşı hangi hicretlerin habercisi? Neyin provası? Hangi hataların sonucu ve hangi oğulun hangi babadan aldığı intikam bu? Ve hangi kıyametin kameti?


Mülâzım-ı Evvelin dilinden düşmeyen cümle:


"Çöküyor; koca Osmanlı çöküyor


31 Aralık 1912


Bugün hiç ummadığım bir ziyaretçim oldu, hiç aklıma gelmezdi; Halis Efendi. Mütarekeden istifade ile İstanbul'a gelmiş, beni aramış. Çatalca savaşma katılmış. Halinde ağır bir keder vardı. Uzun uzun anlattırdım. Ateşler; bulantılar; sırtımdan boşalan terler; damarlarımda dolaşan buzullar arasında, öksürük nöbetlerinden fırsat buldukça defalarca tekrarlattım. Çatalca'da kader yeniden yazılmış. Geri dönüşün, dağılmanın telâfisi Çatalca'da çıkartılmış. İstanbul'a giden yollar burada bağlanmış. Hayata son bir hamleyle tutunanların yaktığı o acı fakat parlak ışık tutuşurken ben yoktum. Yme de tek kurşun atmasam da gelişimin bir işe yaradığı hissi uyandı içimde. Sedd-i İskender misali bedenini siper eden Osmanlı neferlerinin Bulgarlara orada dur dediğini dinlerken mutluluktan ağladım. Ama bedeli ağır olmuştu. Bizim Gönüllü Taburu'nun neredeyse tamamı Kanlı Tabya vuruşmasında neferinden komutanına kadar birer gül fidanı gibi toprağa düşmüş. Halis Efendi hayatta kalan bir iki kişiden biri. Taburumuzun reisi Arap Hafız, Binbaşı Mehmet Ali Bey hepsi şehit olmuş. Hatta koskoca Kolordu Komutanı Mahmut Muhtar Paşa bile Kanlı Tabya vuruşmasında yaralanmış. Eyüp adlı bir asker Muhtar Paşa'yı yaralı halde bulunca, kendisi de yaralı olduğu halde uzun süre sırtında taşımış, İstanbul'a, hastaneye kadar da trenle onunla gelmiş. Kendimi tutamadım bu kez hıçkıra hıçkıra ağladım. Bu ordu kahramandır; bu asker özverili. Ama sevk ve idare olunursa. İşte Çatalca bunun ispatı. Bu orduyu bu hale koyanlar var ya! Bazılarının hesabı mahşerde ne kadar ağır görülecek Zehra.


Halis Efendi'ye sormak istediğim asıl soruyu ise hep içime atıyordum. Epey bir süre


karşılıklı sustuktan sonra "Çelil Hikmet?" dedim korka korka. Halis Efendi bana bir zarf uzattı, geliş sebebi aslında buymuş. Topların sustuğu bir sırada nasılsa Çelil Hikmetle yan yana düşmüşler. Çelil Hikmet, kaderini okumuşlara özgü


bir metanetle Halis Efendi'ye bir zarf vermiş ve bana ulaştırmasını istemiş. Zarfı açtım, içinden bir zarf dala çıktı, üzerinde senin adın yazılıydı. De bana şimdi Zehra, ben bunu sana nasıl göndereyim?


7 Ocak 1913


Rüyalarım rüya değil, birer kâbus. Bu gece gördüm ki bizim evin mutfağmdayız. Her yer kara taş; rutubetli, isli bir kasvet her yere çökmüş. Yerde dört küçük kedi yavrusu var. Karınları aç, miyavlayıp duruyorlar. O sırada kurşun rengi kocaman bir erkek kedi geliyor; oysa ölüymüş meğer. Yavru kediler onu yemeye kalkışıyorlar. Çok geçmeden ölü erkek kedinin ensesinin arkasında bir kesik izi görüyorum fakat olduğu yerde bir iki parmak kadar süründüğünü, ölmediğini de fark ediyorum. Sonra kararmış taş teknenin üzerinde kokuşmuş bir et topağı oluyor. Küçük kediler o etten didiklerken ben bunun büyük erkek kedinin eti olduğunu anlıyorum. Oysa büyük kedi hâlâ yerde ve sürünmeye çalışıyor. Sıkıntıyla uyandım. Yataktan kalkmak istedim. Sancılardan iki büklüm, olduğum yere yığıldım.


13   Ocak 1913


Bugün defterimin ilk sayfasına bir isim yazdım Zehra, bütün bu yazdıklarımın bir ismi olmalı. "Kırık Kafiye." Ateşler içinde yanıyorum, bütün bedenim gibi yastığım da terden sırılsıklam. Üzerime eğilen hemşireleri de doktoru da hayal meyal görüyorum. Bunlar her zaman böyle sık gelmezlerdi, kendi aralarında fısıldaşıyorlar bana bakarak, ne oluyor? Benimse gözlerim kapanıyor; gözümün önüne bir resim geliyor:


Bir Kalandar gecesi bu. Gülcemal bizi götürmeden önceki son Kalandar'ımız. Sen, ben, Büyükhanım ve Keyfiye var bu resimde. Alt kattaki sofadayız. Karadeniz'in uğultusu bize kadar geliyor. Dedem camide. Birazdan gelecek ve birazdan biz çini sobanın başında toplanacağız. Meyveleri şerbetler; şerbetleri çay, onu da kestane kebap takip edecek. Allah ne verdiyse biri gelip biri gidecek tepsilerin. Kalandar her zaman soğuğuyla gelir ve yeni bir yıl başlarken Büyükhanım'ın hamsili pilavı da kabak tatlısı kadar âdettendir.


Sofranın başında hamsili pilavı açarken, "Kalandar" diye söyleniyor Büyükhanım.


Ben, uyak almış bir halk ozanı gibi, sana göz kırpıyorum. Soruyorsun:


"Sonra ne gelecek? "


"Çaylak fırtınası" diyorum ben.


Büyükhanım heyecanla düzeltiyor:


"Yok, oğlum, o Mart'ta. Sırada Ayandon fırtınası var.”


"Peki" diyorum ben, "Bahar ne zaman gelecek? Senin takviminde fırtınalar fırtınaları kovalıyor Büyükhanım."


Biraz düşünüyor; keyifleniyor. "Önce kışın orduları zayıflayacak."


Sen araya giriyorsun. "Yağız delikanlılardan, menekşe kalkanlardan, zambak mızraklardan, sümbül kılıçlardan ordusunu hazırlayacak."


Ben yerimden kalkıyorum. Hacıbey camide nasılsa, şımarıklık etmemize mani yok. Elimde muhayyel bir mızrakla sana doğru hamle ediyorum.


"Al sana hain kış!" Ekliyorum: "Sonra baharın ordularıyla kışın orduları kıyasıya çarpışacak."


Sen tamamlıyorsun: "Vee, kış yenilecek." Elin böğründe, yara almış gibi yere yığılıyorsun. Bir tiyatroyu tekmil ediyoruz sanki.


Büyükhanım mutlu. Bu öksüz yetimler ne zaman gülse Büyükhanım'ın da ömrüne ömür katılır çünkü.


"Ama durun" diye düzeltiyor; "O kadar çabuk değil. Arada kurt, bahar geldi zannedecek, postunu çıkarıp kuruması için güneşe serecek. Vay sen misin bahar geldi sanan! Bir fırtına, bir dolu, oracıkta taş kesip kalacak. Haa, sadece kurt değil, kocakarı da öyle. O da yaz geldi sanıp teknesini, koyunlarmı, köpeğini alıp yayla yoluna koyulacak. Ama tam yarı yolda..."


Sen sözü ağzından alıyorsun Büyükhanım'ın, "...Vay sen misin bahar geldi sanan? Bir fırtına, bir dolu, o da oracıkta taş kesip kalacak."


Kafiye tutmuş, kahkahalarla gülüyoruz. Keyfıye'yi bile hiç böylesi gülerken görmemişim.


Büyükhanım kabak tatlısını açarken "Ne gülüyorsunuz, inanmazsanız gidip bakın" diye azarlıyor bizi. "Karadağ'da, yayla yolunda kocakarı taş kesmiş, orada öylece duruyor. Koyunları, köpeği, teknesi de yanında. Ben kurdu görmedim ama onu gördüm."


Uzayıp gidecek bu mevzu, taşlıktan gelen ses duyulmasa. Büyükhanım kulak kabartıyor; Hacıbey'in yürümesini nerede duysa tanır. Yerinden fırlıyor. Hacıbey camı buğulanmış feneri Keyfiye'ye uzatıp paltosunun omuzlarındaki karı silkelerken,


"Hey mübarek hava! Kalandar soğuğu yapıyor" diyor neşeyle; hemen ardından neşesinden utanmışçasına ekliyor: "Allah açıkta kalanlara güç kuvvet versin."


Kapının açılmasıyla içeri dolan bumbuz rüzgâr Büyükhanım'ın gaz lâmbasının alevini, fanusun üzerindeki su içen geyikleri ürpertiyor. Başını kapıdan dışarı uzatan Büyükhanım gecenin içinde pembemsi kar aydınlığını seçebiliyor. Karadeniz'in dalgaları biraz daha yükselse evi alıp götürecek.


Büyükhanım karı da rüzgârı da dışarıda bırakarak kapıyı sımsıkı kapadığında Zehra'm benim, hatırlıyor musun, o anda bana dönmüş, bir şey hatırlamış gibi bakmıştın. Neşe içindeydin. Başına siyah bir örtü sardın. Görünen tek gözünü açabildiğin kadar açtın:


"İsmail" dedin, "Heybende ne var?"


Hiç ağabey dememiştin ki. Aramızdaki üç yaş farka rağmen ben hep İsmail'dim. Ben de istememiştim bunu, senin İsmail'in olarak kalmayı yeğlemiştim.


"İsmail" diye tekrarladın, "Heybende ne var?"


Nereden akima gelmişti bu şimdi? Gülümsedim. Karakıştı ya, "Karakoncolos" gelecekti demek bu gecelerden birinde, kapıları bir bir çalacak, çocuklara sorular soracaktı. Onun bütün sorularına "Ka" ile başlayan cevaplar vermek şarttı. Aksi takdirde Karakoncolosun onları alıp çok uzaklara götürmesi işten bile değildi. Gerçi bizim evde artık çocuk namına kimse kalmamıştı ama Zehra ile İsmail, Karakoncolos'un defterinde soru sorulacaklar hanesinden düşmemiş olabilirlerdi belki de.


O zaman çocukluğumuzu hatırladım. Senin korkudan burnunu camdan dışarı çıkaramadığın karakış gecelerinde, bir mumun alevinde büyüyen gölgelerimizden ürkerek, ben sana muhtemel sorularla birlikte cevapları da belletirdim:


"Nereden geliyorsun?” diye sorarsa eğer; "Karadağ'dan" dersin.


Fısıltıyla sorardın: "Peki, nereye gidiyorsun derse?"


"Karadeniz'e."


"Bineğin ne?"


"Katır."


"Havada ne var?"


"Kar."


"Başka?"


"Karga. Kasırga."


"Heybende ne var peki?"


"Heybende ne var "a sıra gelince, "Kartal" olabilirdi meselâ, aklıma bir şey gelmezdi de öyle öğretirdim. Sen gülerdin bu kez korkuyu unutarak.


"Heybede kartal? İsmail, heybede kartal olur mu hiç? Başka bir şey bulamadın mı?"


Son Kalandar gecemizde işte sen bana aynı soruyu soruyordun:


"İsmail, heybende ne var?"


Bu kez heybetlideki gerçek variyeti dökmüştüm ortaya. Şairdim ya!


"Heybemde kalem var, kâğıt var."


Şimdi ben söylüyorum sana. Bu gece Hamidiye Etfal Hastanesi'dde Kalandar.


"Ben; İstanbul'da felsefe okumaya niyet etmiş, Sultanî mezunu, Balkan Gönüllüsü İsmail Efendi; bir şiir kitabı yazmaya niyet etmiştim, eşikten öteye geçemedim. Heybemde sadece kırık kafiyeler var."


Kendime geldiğimde "Kırık Kafiye" saçlarımı tutuşturacak sandım. Ah İsmail, Nigâr Hanım'ın da beş yıl sonra ve seninle aynı hastalıktan gözlerini yumacağı bu hastanede, onun dizlerine kapanarak ağlamayı unutsam da, senin karyolanın kenarına ilişerek elimi alev ateş yanan alnına bıraktığımı hissetmedin mi?


Yezd'deki oteldeyim oysa ben. Kartpostalın üzerinde Hamidiye Etfal Hastanesi'nin hemşiresi hâlâ yaralı askerin üzerine eğilmiş. Ağzımda bir asit tadı, yastığa başımı bıraktım. Sağa döndüm, sola döndüm. Uyuyamadım. Doğruldum.


Artık bir hikâyeden diğerine geçmek beni yoruyor. Zehra'nın hikâyesine geçtiğimde aklım Settarhan'da kalıyor, Settarhan'ınkine geçtiğimde Zehra'da. "Artık bu ırmaklar birleşse Allah'ım" diyorum. Daha ne kadar yol ne kadar fotoğraf gerekecek bana ki bu iki ırmağı birleştirebileyim.


Yaslandığım yerde sızmışım.


Bugün Yasemen Bakü'ye, ben İstanbul'a dönüyoruz. Bir yıl sonra yine bu mevsimde bu kez Tiflis'te görüşmek üzere ayrılıyoruz. Programı Yasemen yapacak. Ben bağlantıları kuracağım. Bir yıl. Çabuk geçecek. Ve ki ben Settarhan'ı Sofya'nın kitapçı dükkânında bırakmıştım. Öyleyse aynı yol üzerindeyiz, güzergâhı daha en baştan doğru çizmişim.


Havalimanına doğru yola koyuluyoruz. Suskunuz. Araba sessizce yol alıyor. Gözüm de gönlüm de Yezd'de kalıyor benim. Sessizlik Kuleleri. Son kez geçiyoruz önlerinden. Rüzgâr uğulduyor. Kartal yuvası, sessizliği dinliyor. Sonra dağlar giriyor araya. Uzaklaşıyoruz. Bir ateşgâh bahçesinde havuza görüntümü bırakmışım. Bir ateş bahçesinde benden de bir avuç kül kalsın, ne olur. Bundan böyle nerede bir Sessizlik Kulesi görsem tanırım.


Yasemen'in uçağı benimkinden evvel. Son kez ona dönüyorum, "Yasemen" diyorum.


"Efendim hocam?"


İçimde akan ırmaklar kadar dışında aktığım ırmak da beni sarıp sarmalıyor. Anlatmak ihtiyacını hissediyorum. Fakat zamanı henüz gelmemiş olmalı ki dilim tutuluyor.


"Hiç" diyorum. "Hiç" olmadığını pekâlâ biliyor, Yasemen bu. Her şeyi seziyor.


Uçak havalanıyor. İranlı kadınların bir kısmı anında başını açıyor. Ben. Başörtüm hâlâ başımda. Garip bir hüzün kaplıyor içimi, İstanbul'da on gün kaldıktan sonra Trabzon'a dönüyorum.


Eve dönünce yirmi günde kırk yıl yaşamış gibi yorgun bakışlarla sırt çantamdan dökülen terekeye bakıyorum:


Şunlar İran'da giydiğim siyah tuniklerim, şunlar başörtülerim, şu Yasemen'in hediye ettiği neftî ipek örtü, hani Hafız'ın kabrinde başımda olan, Sessizlik Kulesi'nde kayıp giden, bir yanımı kırık bırakan. Şunlar aldığım bir yığın CD, DVD, kitap, harita. Trabzon'dan Ankara'ya otobüsle gitmeyi göze alamayan ben çizdiğim rotaya bakınca hayretler içinde kalıyorum. Trabzon'dan Yezd'e karayoluyla gitmişim.


Handiyse kervan bulsam onunla gidecekmişim.


Bir ay evvel çıktığım sınır kapısını hatırlıyorum sonra. Dağın bu tarafındayım yeniden ama Ağrı Dağı'nın Türkiye gölgesinde son çayımı içerken kendileriyle yüz yüze gelmesem de haberinden haberdar, hissesinden hissedar olduğum Ermeni çifti anımsıyorum. Ben bulacağımı buldum acaba onlar da bulmuşlar mıdır? Bulmuşlarsa benim bulduğuma yakın mıdır? İznim bitti. Yarın sabah Fakülte'ye geçeceğim. Bir yıl. Nasıl geçecek?


9.           Kitap SOFYA'NIN KİTAPÇI DÜKKÂNI


Bir yıl. Çok çabuk geçti. Yine temmuz sonu. Dünya hayatının görünürdeki bütün kalabalığına rağmen Yezd'deki son gece, daha dün gibi hatırımda. Yarın Batum'a doğru yola çıkıyorum. İlk gün otele yalnız geçeceğim, ertesi gün Fakülte'den yüksek lisans öğrencim olan Gürcü bir kız, Anna ile görüşeceğim. Yasemen ile daha sonraki gün Tiflis'te buluşacağız. Settarhan'ın gördüğü her yeri görmek, geçtiği her yerden geçmek istiyorum. Biliyorum ki bunu yapmazsam bu hikâye tamamlanmayacak, bu iki ırmak birleşip de tek ırmak olarak akamayacak. Ben yarım kalacağım.


Batum'dayım. Batum Karadeniz kıyısı, Trabzon'a komşu kadar yakın. Sarp Kapısı'nın bu tarafında her şey tanıdık, nazik ve kibar. Bir kapı atlıyoruz, her şey yabancı oluyor o zaman. Ne dilim geçer bundan böyle ne de cebimdeki akçeler. Üstelik Batum'a geçince dil, din, insan ve akçe gibi tarih de değişiyor ve Rusya İmparatorluğu'nun buradaki varlığı anında hissediliyor.


Otelim Batum'un biraz dışında. Şehrin içinden geçerken Sovyet dönemi binaları hemen fark ediliyor. Fakat o köprülerin altından çok sular akmış. Zamanındaki silik, kasvetli, kül rengi bu bloklar şimdi rengârenklik yarışında. Hepsi boyanmış çiçek açmış.


Otelin balkonundan Temmuz sonu olmasına rağmen korkunç uğultularla kumsalı döven Karadeniz'e, kurşun gibi çöken havaya, Batı tarafında Türkiye'nin gri bulutlarına ve dağlarına bakıyorum. Hangi fırtınaya rastlamışım? Bu deniz benim denizim; Trabzon'da kendisinden uzakta oturamadığım ve çalışamadığım, bütün evlerimin kıyısında kurulduğu deniz. Sabah akşam evden de Fakülte'den de seyrettiğim, her anını adım adım izlediğim deniz. Bu yüzden tatlı bir duyguyla kendimi güvende hissediyorum. Aslında durumum komik bile sayılabilir; her gün evimin balkonundan seyrettiğim manzarayı seyretmek için üzerine haylice para vererek yabancı bir ülkeye gelmişim. Derken çok iri damlalı bir yağmur, yaza ancak iğreti bir gramerle bağlanan Batum'u kendi asliyetine çekiyor. Halim bir daha komik. Yine Karadeniz kıyısında yine yağmurlardayım, Temmuz sonu hırka kazaklardayım.


Bir ara deniz üstü güneşin batmaya hazırlandığı tarafta kurşunî bulutlar bıçakla kesilmiş gibi incecik bir çizgiyle ikiye ayrılıyor. Bu, inanılmaz bir manzara. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağarken o kurşunî buzlu camın arasından bambaşka bir ışık sızıyor, denizin üzerinde çözülüyor.


Balkondaki masaya oturuyorum. Bir çay içerken bilgisayarı açıyorum. Batum'un eski fotoğraflarıyla yeni fotoğraflarını yan yana getiriyorum, ne kalmış ne gitmiş hesap çıkarıyorum. Kalanları yeni fotoğraflarda tanımak güzel bir duygu, zamana tanıklık etmek çünkü bu. Fakat bende daha fazlası var. Ben Batum'un eski halini de görmedim mi Settarhan'ın bir adım arkasında sürüklenirken? Şehrin her yanından görünen soğan kubbeli Rus Katedrali, Bulvar üzerindeki yerinde yok örneğin. Hani Sofya'nın Settarhan'a ihtilâlci fikirlerinden ilk kez bahsettiği, "Yıkılsın bu katedraller, içim sızlamaz" dediği yer. Stalin döneminde o da yıkılmış. Sofya! Bir Paskalya sabahında herkesi aynı


duyguda bir kılan ikon önünde yaşadığı anı unutmasa da katedrallerin yıkılmasını candan gönülden arzulayan Sofya! Acaba Stalin zamanını ve bu katedralin de pek çok benzeri gibi yerle bir olduğunu görmüş müdür? O kadar yaşamış mıdır? Neden olmasın?


Settarhan ve Sofya, deyince içimi yakıcı bir hasret kavurmaya başlıyor. Settarhan'ı en son Sofya'nın kitapçı dükkânında bırakmıştım, içeri geçip teneke hazine sandığımdan bu bir yıl boyunca kim bilir kaç kez baktığım fakat hiçbirinin bana yeniden açılmadığı fotoğrafları çıkarıyorum, balkona geçiyorum tekrar, içlerinden birini elime alıyorum. Hani, Nizam'ın albümünden kopyasını aldığım fotoğrafın baskısı, Settarhan ve Sofya.


Fakat Sofya'nın kıyafetindeki garipliği ilk gördüğüm an gibi hâlâ çözebilmiş değilim. Bu Sofya, meyhane gecesinde de sonradan Batum'da da gördüğüm gibi giyinmemiş. Koyu renk -siyah olmalı- kadifemsi bir balo elbisesi var sırtında, tüllü, dantelli, kabarık etekli bir elbise. Boynunda da bir sıra inci. Fakat böyle bir saray elbisesinin modası onun zamanında bile en az elli altmış yıl evvelinde kalmış olmalı. Sofya gibi ihtilâlci bir kız böyle bir kıyafeti neden giymiş olabilir? Üstelik eski moda stüdyo fotoğraflarının popüler pozlarından birini vererek bir elini oymalı sehpanın üzerine atmış, sehpanın üzerinde karpuzlu bir petrol lâmbası var; diğer elini, zarif ciltli bir kitabı yarı açık tutarak sağ dizinin üzerine bırakmış. Yüzünde, büründüğü kıyafetin dünyasıyla bağdaşmayacak kadar sokaklara ait bir muziplik ve asilikle Sofya, şeklinin şemailinin dışına taşıyor, o dahi kendi kıyafetinin içinde iğreti duruyor. Ama yine de işte o kıyafet sırtında. Anlayamıyorum ya neyse! Hemen arkasında sağlam bir fidan gibi ayakta duruyor Settarhan. Onunsa ne başındaki papağı, ne sırtındaki tuniği, ne de içteki boğaza kadar ilikli gömleğini garipsiyorum. Her zamanki kıyafeti bu. Alnını kaldırmış, elini, her an harekete hazır, beline, kabzası gümüş işlemeli hançerine atmış.


Fotoğrafı usulca masanın üzerine bırakıyorum, geriye yaslanıyorum. Yağmur hâlâ yağıyor. Batmakta olan güneşin bulut aralığından sızan bıçak ağzı ışık masanın üzerine bıraktığım fotoğrafın üzerine düşüyor ve birden her şey sisleniyor. Kendimi bir cadde üzerinde, bir vitrinin önünde buluyorum. Tanıyorum burayı ben, daha önce de gelmiştim, işte çınar fidanları, Sofya'nın kitapçı dükkânının önündeyim. Kapıya yaklaşıyorum. Usulca süzülüyorum içeri. Şu Settarhan, şu da Sofya. Derin bir özlemle bir yıl üzerine ancak içine girebildiğim hikâyeye katılıyorum yeniden. İçimi yakıcı bir hasretin giderildiği an duyulan o eşsiz doygunluk duygusu kaplıyor ve şimdiden onlardan bütünüyle ayrılacağım zamanın korkusunu duyuyorum.


Yanlarına giderek "Bakın, ben geldim" demek isliyorum. "Beni tanımadınız mı, hâlâ farkımda değil misiniz?"


Gözlerimi yumuyorum. Uyanmayayım. Ne balkon, ne çözülen ışık, ne Karadeniz'in uğultusu, ne de yağmurun iri damlaları kalıyor geriye. Sofya'nın sesini duyuyorum önce, derin kuyulardan gelir gibi yankılı, baygınlıklardan uyanma


anında duyulan sesler kadar puslu.


"Yarın" dedi Sofya, "Saban treniyle Petersburg'a gidiyorum."


Görünürdeki bahane masum bir aile ziyaretiydi ama Settarhan bu yolculuğun arkasında bambaşka sebeplerin varlığını elbette sezdi. Sofya'nın kitapçı dükkânının kapısına düştüğü günden bu yana beş aya yakın zaman geçmiş, Mayıs bütün yaşam ışığıyla geri gelmişti. Bu süre içinde Settarhan halılardan uzak durmuş, yanında çalıştığı Sofya'yı ve onun arkadaşlarını yakinen tanımıştı. Petersburg'daki Şubat devrimini, Çar'ın tahtından feragat ettiğini, Menşevik Kerenski hükümetinin işbaşına geçtiğini, ama o da Çar kadar "Savaş" dediği için Rusların Umumî Harp'ten çekilemediğini, Bolşeviklerle Menşevikler arasındaki uçurumun açıldıkça açıldığını hep bu kitapçı dükkânında günbegün öğrenmişti. Şimdi Sofya, Menşeviklerin çoğunlukta olduğu Batum'dan Bolşevizm'in merkezi Petersburg'a gidiyordu. Ne için? Settarhan üstelemedi, sebepten çok sonuca itibar etti. Çünkü Sofya "Sen de benimle gel" diyordu. Settarhan onun "Benimle gel" davetini, icabet edemese de öptü başına koydu.


Ertesi sabah Sofya'nın Batum'da olmayacağı duygusuyla uyandı ve çok geçmeden kendisini hareket etmek üzere olan Petersburg treninin ağzına kadar dolu üçüncü mevki vagonlarından birinde, paltosunu çıkarıp kucağında katlamış ve burnunu cama dayayarak dışarıyı seyretmeye koyulmuş Sofya'nın yanında buldu. Üç beş dakikası vardı Sofya'ya iyi yolculuklar dilemek için. Bir de. Bu güzel yüzü bir kez daha görmek için. Hıncahınç dolu vagondaki köylü, asker, kaçak, işçi kalabalığının şamatası, tavuk, keçi, kaz gürültüsü arasında Sofya'nın dizlerinin dibine çömeldi.


Geçen aylar, Sehend Dağı'nın zorlu zirvesinde ölümle burun buruna geldiğinde eğer yaşarsa kabuğunu kaldırmamaya karar verdiği yaraların üzerine bir tül çekmiş, Batum'da, hele de Sofya'nın yanında yeni bir hayatı yoklamıştı Settarhan. Başını kaldırdı, gözlerini kendisine dikmiş olan Sofya'ya baktı, içinden tatlı bir duygu geçti. Aşk değildi ona karşı hissettiği ama dostluk da değildi. Hayır, hem aşk hem dostluk sınıfına da dâhil değildi bu duygu.


Onun hissettiği, ikisinin arasında, ne aşk ne de dostluk olan bir şey, adı olmayan üçüncü bir duyguydu. Aşk kadar yıpratıcı, bencil, kaprisli ve kıskanç olmayan ama dostluk kadar da sakin akmayan, gerilimli bir ilgi. Herkes kendi hayatında ama yekdiğerinin hayatına da dâhil. Görünmez bir anlaşma imzalanmıştı aralarında. Kimse kimseyi mülk edinmeden, Sofya'nın sevdiği kelimeyle "özgür", ama birbirine de ait; en uzak oldukları zamanda ve mekânda bile böyle. Henüz hiçbir şey konuşulmamış, hiçbir adım atılmamış, hiçbir şeye hiçbir isim de konmamıştı ama böylesi bir mukavelenin özelliği de zaten böyle olmasıydı. Sadece bir bilgi, ikisinin de bildiği, üstelik her birinin yekdiğerinin bildiğini de bildiği ama birbirlerine söylemedikleri bir bilgi. Settarhan bu bilgiye tutunmasa herhalde Sofya'nın kitapçı dükkânında yıkılır giderdi.


Dışarıdan aralıklarla çalan üç kampananın sesi geldi. Settarhan, solmuş siyah paltoyu üzerine örterken Sofya'nın yüzüne baktı şefkatle. Birazdan çiçeklenmiş elma ağaçlarıyla dolu vadiler, Mayıs ağaçları, düğün çiçekleriyle bezeli yemyeşil çayırlar, çayırlara yayılmış mutlu inekler, rüzgârda eğilip kalkan buğday tarlaları, yalçın kayalar, çiçekli kırlar, uçsuz bucaksız bozkırlar, sayısız ırmaklar, uzaklarda fark edilen köyler, yeşil çimen sınırına dayanmış bembeyaz daçalar arasından ağır ağır geçecek olan bu trenden kendini son anda dışarı attığında, zamanın hiç umulmayanı getirdiğine dair inancı pekişti. Yaşamaktan memnun, Sofya'nın iki hafta sonra Petersburg'dan dönecek olmasından çok memnundu.


Yirmi gün sonra döndü Sofya. Bu süre zarfında kaderin garip cilvesi, Bolşevik gençlere raf altından kitap çıkarmak da, birinin bıraktığı mesajı az sonra gelene ulaştırmak da AzerbaycanlI bir Müslümanın bahtına düştü. O kadar ki kim hangi kitabı ister, hangi kitap hangi raftadır, hangileri gizli saklıdır, Settarhan hepsini ezber etti. Dahası bir sabah Sofya'nın masadaki fotoğrafını önce uzun uzun seyredip sonra da çerçevesinden çıkarıp heybesine attıktan sonra başını kaldırdığında karşıdaki opera binasının afişinde gelecek programın ismini seçti:


Evgeni Onegin. Pyotr İlyiç Çaykovski. Eser: Aleksandr Sergeyeviç PuşKİrt.


"§" harfiyle biralıp verennediği kalmamıştı artık Settarhan'ın, gülümsedi, dükkanın açık kapısı önüne Müslüman usulü, bir


sandalye attı, gidip opera için iki bilet aldı.


Petersburg yorgunu Sofya, kitapçı dükkânının kapısından girdiği ariaa "Operaya gidiyoruz ou akşam" dedi Settarhan, hazırlan."


Bir sandalyeye çöktü Sofya, sigarasını yakarken sorularını ardı ardına sıraladı: Settarhan Çaykovski'nin adını duymuş muydu? Operada sıkılmayacak mıydı? Nereden aklına gelmişti?


Settarhan evet, Çaykovski'nin adını duymuştu. Bakü'ye hah götürdüğü zamanlardan birinde Üzeyir Hacıbeyli'nin "Leylî ve Mecnun" operasını seyretmişti. O zaman hiç sıkılmamıştı da şimdi mi sıkılacaktı?


Sofya güldü. "Peki" dedi, "Şimdi ben gidiyorum. Ayakta duracak halim yok. Tren bir felâketli. Saat tam yediyi vurduğunda tiyatro binasının önünde olacağım. Güzel giyin, operaya gidiyoruz, malûm, soyluların pazarına."


Saat yediye doğru Settarhan, dükkânı kapatıp da Petersburg'un sayısız saraylarından herhangi birine benzeyen Batum opera binasının önüne çıktığında çok geçmeden Sofya göründü. Settarhan kendisini tutmasa kahkaha atacaktı. Settarhan'a güzel giyinmesini öğütleyen Sofya, saçları her zamanki kadar düz ve kısa, her zamanki soluk siyah mantosunun içinde, düz pabuçlarıyla geniş adımlar atarak gelmişti. Fakat evet, Batum'un Petersburg özlemi içindeki sosyetesi operanın kapısına parıltılı mücevherleri içinde birikmişti. Kalabalığın içeri girmesini beklerken kolunu Settarhan'ın koluna geçiren Sofya, "Ne dersin Settarhan?" dedi, "Bu panayırın yerle bir olması sence de yakın değil mi?"


"Yakın mı?" diye sordu Settarhan.


"Yakın" dedi Sofya. "Petersburg'dan geliyorum ben." Bir kez daha "Çok yakın" diye mırıldandı, Rusya'nın başka bir


yüzü daha vardı çünkü. Bu yüz ateşte o kadar yanıyordu ki nicedir, porselen çoktan çatlamıştı ve bin bir parçaya ayrılıp ortalığa saçılması çok yakındı.


Sofya "Çok yakın" derken "çok"u o kadar ısrarla vurgulamıştı ki, Settarhan, Bolşeviklerin hemen şimdi bütün kapıları kırarak, duvarları devirerek opera binasına doluşacaklarını; tülden, dantelden, kürkten, mücevherden, ışıktan ve güzellikten başka bir şey olmayan bu kadınların; hazdan, arsız gençlik ya da geçkince bir gururdan başka bir şey taşımayan erkeklerin arasına dalacaklarını sandı.


Salonda, her şeyden, cephelerde, fabrikalarda, meydanlarda olup bitenlerden habersiz gibi görünen kalabalığın arasında yerlerine oturduklarında savaş da, Bolşevikler de,


Menşevikler de dışarıda kalmıştı. Uğultu aniden kesildi, müzik bir tül esintisi gibi yayıldı. Perde ağır ağır kalkıp da sahnedeki buz rengi resimler üzerinde Tanya o meşhur mektubunu yazmaya başladığında Settarhan başını çevirdi, Sofya sıcacık kendisine bakıyordu. Sofya'nın aklı bal rengi bir bakışta kaldı, Settarhan'ınki ise lavanta tarlasına benzer bir yerdeydi.


Dışarı çıktıklarında yağmurunu henüz kurutmuş tatlı bir Haziran havası yüzlerine çarptı. Sofya "Settarhan gel" dedi. "Mademki operaya geldik, seninle bir fotoğraf da çektirelim. Hem benim fotoğrafımı da almışsın masamdan, gözümden kaçtığını sanma."


Güldü Settarhan. "Fotoğraf mı?" Niye olmasın ki!


Faytona bindiler. Sofya gidecekleri yeri söyledi; Nikolay Aleksandroviç Olenin'in fotoğrafhanesi. Tarif etmesine gerek yoktu, Batum'da arabacılık yapan herkes burayı ezbere bilirdi. Vakit hayli geçmişti ama operanın dağılma saatlerinde Ölenin daima açık olurdu. Çünkü tıpkı Petersburg gibi


Batum'un da mutluları arasında, yüzlerinden seyrettikleri hayalhanenin izleri henüz silinmemişken, böyle süslenip püslenmişken fotoğraf çektirmek âdettendi.


"Şöyle buyurun" diye genç çifti içeri buyur etti Nikolay Aleksandroviç Ölenin.


Gözlerinin önünden o kadar çok yüz geçmişti ki insanları bir bakışta tanıyabilir, kimliğini çıkarabilirdi Ölenin. Üstelik hüviyetleriyle kalmaz ruhlarına da sirayet ederdi, işte Müslüman bir AzerbaycanlI ve güzeller güzeli ama güzelliğini önemsemez küçük bir hanımefendi. Yine de Nikolay Aleksandroviç Ölenin keyiflendi. Petersburg'd a çalıştığı yıllar boyunca geçkin konteslerin, şişman düşeslerin, gudubet prenseslerin, kendilerini yirmi yaşında zanneden ahi gidip vahi kalmışların fotoğrafta güzel çıkma sevdalarından, sonuçtan hiç memnun kalmamalarından, yüce Isa, biteviye şu garip Ölenin'i suçlamalarından canı epeyce yanmış, bıkmış usanmıştı. Ama işte bu güzel çift; Olenin'e sadece sanatını konuşturmak kalmıştı.


Çırak, fotoğrafhanenin hazır olduğunu haber verdi o sırada. Ölenin, Sofya'yı bir koltuğa oturttu, Settarhan şurada ayakta duracaktı. Fotoğrafçıya, söyleyecek bir şey, düzeltecek duruş, ekleyecek bir baş eğişi, bir tebessüm önerisi kalmamıştı, o kadar güzellerdi. Ama meslek âdâbındandır diye yine de sağlarını sollarını düzeltti. Sofya'nın çenesini kaldırdı hafifçe, olmadı eski haline gelirdi. Kandillerini yaktı söndürdü, boy şamdanlarının yerlerini değiştirdi. Settarhan'ın kalpağını düzeltti, vazgeçti, yine hafifçe geri yatırdı. Kusursuzlardı. Dokunmamak lâzımdı. Yanlarındaki sehpanın üzerine çiçek dolu bir vazo koydu önce, olmadı, birkaç şamdan denedi, yine olmadı, yeniden çiçeklerde karar kıldı. Bu tamamdı. Makinenin başına geçti. Alt tablanın rayları üzerinde ileri geri yaptı. Görüntünün netliğini buzlu camın üzerinde izledi, sonunda sabitledi. Şu tepetaklak görüntüde bile emsalsizlerdi.


"Çekiyorum, şimdi hiç kıpırdamayın ve buraya bakın."


Üçayaklı sehpanın üzerindeki siyah körüğün içinde başı omuzlarına kadar kayboldu. Bir eliyle sehpayı idare ederken sağ eliyle tepedeki kapağı kaldırdı. Bir an. Tamamdı.


Şu fotoğraf makinesinin karanlık kutusuna bir görüntü bırakarak yok olup gidenleri, bir daha yüzünü bile görmediklerini düşündü Petersburg'un meşhur fotoğrafçısı. Geliyor, uzun süre hazırlanıyor, en güzel bakışlarını takınıyor, az bir süre poz veriyor, bir suret bırakarak bir daha görünmemek üzere gidiyorlardı. Onlar yok olmuşlardı gerçi ama hepsinden birer suret burada kalmıştı. Kutular, çekmeceler, sandıklar, dolaplar, raflar onların suretleriyle doluydu. Kendileri bile unutmuşlardı belki burada fotoğraf çektirdiklerini ama bu işe başlayalı elli yıl olmasına rağmen Ölenin hepsini tek tek hatırlıyordu. Petersburg'un bütün sosyetesi, bütün kibar muhitleri, opera dönüşlerinde, isim günlerinde, Noel'de, Paskalya tatillerinde, düğün, nişan, madalya törenlerinde; balo kıyafetleriyle, üniformalarıyla, en güzel elbiseleriyle geçmişlerdi şu objektifin, gördüğünü yalansız yansıtan, hiçbir şeyi unutmayan gözünün önünden. Hepsinin anısı Olenin'de saklıydı.


Petersburg'da, 1861'den sonra topraklarını kaybetmiş, unvanları yerinde, kanı damarında, soyağacı tamam ama sıfırı tüketmiş nice mülk sahibi düşmüştü objektifinin önüne; yorgun argın, ziyadesiyle şaşkınlardı. 1905 devrimine katılmış da sonrasını kazasız belâsız atlatmışları, burnu kanamadan, Sibirya'yı boylamadan kurtulanları da görmüştü bu makine. Kont Tolstoy'un fotoğraflarından birini de Nikolay Aleksandroviç Ölenin çekmişti. Dekabrist isyancılarından olduğu için tam otuz yıl Sibirya'da ömür geçiren Köylü Prens Völkonski de düşmüştü merceğinin önüne, güzeller güzeli şaire Anna Ahmetova da. Ama hepsinden önemlisi Çar II. Nikolay'ın da bir fotoğrafını çekmişti Aleksandroviç Ölenin. Daha düne kadar şu fotoğrafhanenin tam kapı karşı duvarında, üç karış eninde altın yaldız oymalı ağır bir çerçevenin içinde asılı dururdu o fotoğraf ama Şubat'tan bu yana yerinde yeller esiyordu. Bu gidişatı hiç de hayra yormuyordu Ölenin, Petersburg kaynıyordu. Başını esefle salladı, Batum'un da geri kalır yanı yoktu.


Olenin'e kalsa kaynayan meydanların şimdiden resmini çekmeye başlardı, ama ah, şu koca cüsseli makineyi sırtlanıp taşımak bu kadar zahmetli olmasaydı. O hiç gidememişti hep ona gelmişlerdi, sınırlı kalmıştı şu körükten açılan merceğin gördükleri. Yine de şimdilik yeterdi. Neticede bir poz resim için modelinden sekiz saatlik bir hareketsizlik talep eden makinelere kıyasla şu önünde duran, bir devrim demekti. Çünkü bir an. Tık! Yetiyordu. Ama gelişmenin sonu yoktu. Kendi makinesinin de eskiyeceğinden, çok daha kolay ve hafif olanlarının az bir zaman sonra imal edileceğinden adı gibi emindi Ölenin. Dagerotipler, Talbotipler daha dün gibi değiller miydi?


Nikolay Aleksandroviç Olenin'e göre dünyanın bundan sonraki bütün encamı şu merceğin önünden geçecek, şu kutunun karanlığı içinde tepetaklak görünüverecekti. Emindi, dünyanın tarihi fotoğraf kâğıtlarına bakılarak yazılacaktı bir zaman sonra, öyle bir zaman gelecekti. Ama adı "objektif" olsa da, bu tarih de neticede fotoğrafçının görmek istediği, onun seçtiği bir tarih olacaktı ve onun gördüklerinden daha önemlisi, görmedikleri ne olacaktı?


Fotoğraf çekimi bitmişti. Ölenin son bir kez Sofya'ya merceğin arkasından baktı, Settarhan'ı da görmezden gelmedi. Ne güzel kız, ne yaman delikanlı! Bu mercek, bunlar gibisini görmemişti.


O sırada askılardaki birçok kıyafet Settarhan'ın dikkatini çekmişti. Papaklar, çizmeler, geniş kemerler, hançerler ve göğsü fişeklikli tuniklerle hepsi birbirine benzeyen Kafkas kıyafetleri; general kılıçları, üniformalar, kabarık etekli, bol dantelli, kurdeleli balo tuvaletleri hatta kaba kalın dokumadan buğday rengi mahkûm ve sürgün giysileri ve duvara asılmış bir çift pranga.


"Bunlar da nedir Ölenin Usta?" dedi Settarhan.


Adam gülümsedi. "Ah" dedi, "Petersburg'dan getirdim onları. Petersburg'da meraklısı çoktu. Burada da var gerçi ama Petersburg kadar olamaz." Sonra ekledi:


"Bizim müşterilerimiz iki türlüdür. Ya oldukları gibi görünmek, tarihe öyle kalmak isteyenler ya da hiç olamayacakları kişiliklere bürünmeye heves edip bu gardıroptan kendilerine hüviyet seçenler."


"Peki, bunu giymek isteyen var mıydı?" diye sordu Settarhan, Sibirya elbiselerini göstererek.


"Tahmin edemeyeceğin kadar çok."


"Ya bunlar?" dedi Settarhan bu kez kabarık etekli balo elbiselerini göstererek.


"Ah" dedi Ölenin, gözleri, çocukluğunda bir iki kez götürüldüğü balo salonlarının hayaliyle hülyalanırken, "Bunlardan da giyen kalmadı. Kadınlar artık süsten, dantelden, kurdeleden hoşlanmıyorlar. Ağır eteklerle adım atamıyorlar. Ama meselâ şu matmazeli bu kıyafet içinde düşünsene. Ne kadar yakışırdı kim bilir."


Settarhan dikkatle Sofya'ya baktı.


"Olmaz!" dedi Sofya anında, onun içinden geçenleri gözlerinden okuyarak, "Dünyada olmaz."


"Neden olmasın? Madem buraya kadar geldik, madem operadan çıktık ve fotoğraf çektiriyoruz, haydi giy şunlardan birini."


Bu kez Sofya gülmeye başladı. Evet, neden olmasındı? Ama bir şartı vardı, elbisesini kendi seçecekti.


Birazdan göründü Sofya. Lâcivert, kadife bir balo elbisesi giymişti lâkin kabarık etekleri, tülleri, dantelleriyle on dokuzuncu yüzyıl romanlarının dünyasına ait gibi dursa da boyası aşınmış kaba botları adım attıkça etek ucundan görünüyordu. Ama ayaklarına bakan kim? Güzelliğin zamanı yoklu ve Sofya'nın boynundaki bir sıra inci kandillerin ışığı altında ağır ağır parlıyordu.


"Sen kıyafet değiştirmek istemez misin Settarhan?" dedi Sofya tülünü dantelini çekiştirirken.


"Gerek yok" dedi Settarhan. "Bizim kıyafetlerimiz sizinkiler kadar hızlı değişmiyor. Elli yıl önce de böyle giyiniyorduk. Bizde zaman yavaş geçer."


Ölenin bordo bir perdenin kıvrımlarını düzeltti özenle, Sofya'yı öndeki koltuğa oturttu. Bu kez sehpanın üzerine karpuzlu bir lâmba koydu; lâmbanın abajuru dantelliydi ve üzerindeki geyikler su içmek için ırmağa eğilmişlerdi. Sofya'nın kucağına ortasından açılmış küçük, zarif bir kitap bıraktı, elini de kitabın üzerine yerleştirdi dikkatle. Son olarak arkada duran Settarhan'ın sağ elini Sofya'nın sol omuzuna, lâcivert kadifenin üzerine hafifçe götürdü.


Settarhan'ın ise, eli Sofya'nın omuzuna bırakıldığında içinden geçenler fotoğraf kâğıdının üzerindeki suretinden okunacak diye ödü koptu. İçine çekidüzen vermek için başını gururla geri attı. Bir eli nazikçe Sofya'nın omuzunda, diğer eli Çerkez hançerinin kabzasındaydı.


Işıkla yazmak değil miydi fotoğrafın manası? Nikolay Aleksandroviç Ölenin, müşterilerinin üzerine elli yıl öncesine en uygun ışığı saldı. Yarı gölgeli yarı karanlık kalsınlardı. Yarı görünsün yarı saklansınlardı. Yarı konuşsun yarı


sussunlardı. Böylesiydi münasip olan. Çünkü evet, fotoğrafın aleti edevatı hatta fiziği kimyası vardı ama Olenin'i en çok ilgilendiren yanı onun estetiğiydi. Kendisini sanatkâr sayardı bu yüzden, çektiği fotoğraflar kimseninkine benzemezdi. Tarihçesi kapalı bir kutu olsa da fotoğraf nimeti, iyi ki vardı. Yoksa bu güzellik -Sofya'ya baktığı kadar Settarhan'a da baktı yine- yitip gidecektiyse, yüz yıl sonra onu kimseler göremeyecek idiyse, neye yarardı? Dahası niye vardı? Sanatının felsefesini kuranlara mahsus bir gururla bir kez daha kayboldu siyah körüğün içinde Ölenin, bir kez daha elini kaldırdı.


Üvez rengi tuniği içinde Settarhan'ın, lâcivert kadife tuvaleti içinde Sofya'nın zaman içindeki suretleri buzlu camın üzerinde bir ana dönüşerek dondu. Her şey bir resme döndü, ebedileşti ve uzaklaştı. Üvez rengi griye dönerken lâcivert, siyahta karar kıldı. Settarhan'ın içinden geçenler fotoğrafta çıkmamıştı.


Dışarı çıktıklarında yıldızlar Karadeniz üzerinde alçalmış, Haziran gecesi iyice tatlılaşmıştı. Araba çevirmeden yürümeye başladılar. Sokaklar sessizleşmiş, herkes evine çekilmişti. Devriyeler görünüyordu köşe başlarında tek tük. Bulvar'a kadar geldiler, parka girdiler. Petersburg'daki meşhur Bronz Atlı heykelinin bir kopyasının önüne gelmişlerdi ve heykel, kopya olsa da aslı kadar heybetliydi. Sofya başını heykele doğru kaldırdı. "Heyy!" diye bağırdı kendi sesinin yansımasına kulak kabartarak.


"Pyotr Alekseyeviç. Beni duyuyor musun?"


Settarhan, Petro'nun taşa sinmiş yüz çizgilerine baktı.


Hayır, Sofya'yı duymuyordu.


Heykelin kaidesine oturan Sofya sigarasını yakarken, "Bir bu yıkılacak" dedi, "Bütün kopyalarıyla birlikte. Bir de kapı."


"Hangi kapı?"


O zaman Sofya, Petersburg'daki Kışlık Saray'ın kapısına bakarcasına gözleri boşluğa takılı, anlatmaya başladı. Ona göre bütün gözelerinden su fışkıran Petro'nun şehrinde, yine en iyi su üzerinde seyredilebileceği için Neva'nın kıyısında kurulmuştu monarşinin kalbi. Kendi görüntüsünü su üzerinde seyrederek mest olan su yeşili bu saray, yansımasına bakarak kendisine duyduğu aşkı sürekli yenilese de gafilce bağlanmış bir göz bağıydı sadece ve bu bencil kalp bütün damarlardaki kanı emip sadece kendisi için attıkça Rusya nefes alamayacaktı.


"Ne dersin Settarhan?" diye sordu, duman kaçan tek gözünü kısarak ve yaldızlar içindeki ağır oymalı görüntüsüyle bile insanı ezen devasa kapıyı işaret edercesine. "Gün gelir bu kapı yıkılır mı? Saf kristal avizeler zincirlerinden koparak nadide halıların üzerine düşer mi?"


Aslında sormuyor, söylüyordu. Elini yumruk biçiminde alnının hizasına kaldırdı sonra ipi kopmuş bir avize gibi aniden boşluğa bıraktı. Kendi sorusunu kendisi cevapladı.


"Yıkılır. Yıkılmalı çünkü. Bu kapının iki kanadı ardına kadar açılmadıkça işçilerin, köylülerin, askerlerin ve denizcilerin savaşı kazanılmış olmayacak. Bu sel o kapıdan içeri akmadıkça, olmayacak. Ne olacaksa orada olacak. Kıyamet bu kapının önünde kopacak."


"Öyle kavî bir kapı nasıl açılır?" diye sordu Settarhan.


"Açılmayacak kapı yoktur Settarhan. Yeter ki ona yüklenecek kuvvet önünde biriksin."


Ayağını, dünyanın merkezini işaret eder gibi yere vurdu, bir ökçe darbesi sadece. Ama Settarhan'a öyle geldi ki Çar gibi Kerenski de bu darbenin altında göçüp gidecekti. Günler çok şeye gebeydi ve eğer Sofya'nın bahsettiği gibi bu kapının önünde bir ihtilâl patlayacaksa, bu infilâk sadece Rusya İmparatorluğu'nun değil bütün dünyanın da kaderini değiştirecekti. En önemlisi de şuydu ki İran'ın da OsmanlI'nın da kaderi Rusya'nın alnında yazıyordu ve onların ayağa kalkması da şu kapının devrilmesine bağlı, kristal bir avizenin ucunda sallanıp duruyordu.


Büyük katedralden Ortodoks çanlarına özgü titreşimler boşlukta birbiri ardınca yayılırken, gözleri, devrilen kapının hülyasıyla bulutlanan Sofya, "Settar" diye fısıldadı, "Settar, seninle Petersburg'a, Moskova'ya gidelim."


"Gidelim" dedi Settarhan onunla nereye isterse oraya gidebileceğini hissederek, "Nereye istersen gidelim."


Sonra içinden lâvlar taşacak gibi duran bu küçük kıza baktı. Kısa kesilmiş saçları, bir erkek gibi bakan gözleri doğasını inkâr etmeye kalkışsa da gözlerinin lavanta mavisine ve pembeleşmiş yanaklarına bakılırsa biraz evvel giydiği tuvaletin resmi hâlâ üzerindeydi. Ve içi lâvlarla dolu bu güzellik, kendisine "Settar" demiş, ismi üzerinde tasarruf etmişti. Kısaltmış, yenileştirmiş, benim'leştirmişti bu ismi. Ona yeni bir isim verirken kendine de o ismin sahibinin hayatında yer vermiş, bu yerin sahibini bu hakla efendileştirmişti. Babası, adını şîkeste nestalik bir Kur'ân'ın en arka sayfasına, kapak içine kaydederken Settar'la Han'ı bitişik yazmış, kaynaştırmıştı ama yine de ona "Settar" diye hitap eden sadece koca Mirza Han olmuştu. "Mirza Han" deyince kanamadığını fark etti Settarhan. İşte şimdi de Sofya, ismini aslî parçasından ayırmış, tek hece darbesiyle hanlığını elinden almış; saltanatını ilga, hükümranlığını yerle bir etmişti. Kalbi derin bir heyecanla doldu Settarhan'ın.


Olenin'in fotoğrafhanesinde hissettiği ürperti içinden yine geçti. Sofya'nın dilindeki Settar'lığından, bu eksilmeden memnuniyeti nihayetsizdi.


Tebessüm, Settarhan'ın dudağının kaytanında uzun süre gezindi. Hayatının yelkeni rüzgârla dopdoluydu ve hissettiği şey, harikuladeydi. Hayatına bundan sonra ne dolacaksa bunun hayatının evvelinde karşılığı olmayan bir şey olması gerektiğini hissetti, unutulmuş her şeyi bir daha unutmak için. "Sofya" derken kalbinde ne aşk ne dostluk olan o duygunun eşiğini geçtiğini ve daha önemlisi Sofya için korktuğunu hissetti. Birisi için korkmak, onu korkutacak her şeyin önüne set olup uzanmak, çoktandır unuttuğu bu duygu ne kadar da güzeldi.


"Sofya" dedi bir kez daha yüzünü ona doğru çevirerek. "Senin için korkuyorum. Eğer kanlı günler dediğin kadar yakınsa ne yapacaksın? Batum'da olamazsın. Petersburg'da da olamazsın."


Bir an durdu, düşündü: "Bırak her şeyi. Bütün bunları arkanda bırak. Birlikte İstanbul'a gidelim. Ben zaten her şeyi arkamda bıraktım." Niyetini açıkça söyledi: "Evlenelim. İstanbul'da evlenmemize ve orada yaşamamıza bir mani yok."


Sofya, Settarhan'ın yüzüne baktı hafifçe gülümseyerek; Bronz Atlı'nın önünde yüz yüze, göz gözeydiler. Sağ elini şefkatle kaldırdı, elinin sırtıyla Settarhan'ın yanağını okşadı.


"Çocuk", dedi, "Benim hiç evlenmeyeceğimi anlamıyor musun? Ben evliliğe inanmam sadece aşka inanırım. Benim inandığım aşk da senin anladığın aşk değildir. Seni seviyorum, bunu biliyor olmalısın ama senin anlayabileceğin bir aşk değil bu."


"Peki" dedi Settarhan, "Ne olacak böyle?"


"Bir şey olmayacak. Çünkü sen beni sevmiyorsun. Sevene kadar beklerim. Yeter ki beni boşluklarına doldurmaya kalkma ve bir başkasının yerine koyma."


İstimbot düdükleri duyuldu o sırada, perde perde. Settarhan o geceden sonra Sofya'yı ne zaman düşünse bu istimbot düdüklerini hatırlayacaktı.


Yürümeye başladılar yeniden. Biraz önceki konuşma aralarında sanki hiç geçmemişti. Her ikisi de kendilerine dair hesabı içine atmış, hayata kaldıkları yerden katılmışlardı.


Bronz Atlı'nın önündeki o gece üzerinden koca bir yaz geçmiş, sonbahar neredeyse yarılanmış, Kasım ayı keskin bir soğuk, şedit bir yağmur, kuvvetli bir fırtınayla başlamıştı. Settarhan akşam henüz inerken pansiyondaki odasında yatağına uzanmış, gözleri kirli tavanda, camları döven yağmuru dinliyordu ki kapı açıldı. Sofya'nın bir çocuk bedenine benzeyen incecik silueti süzüldü içeri, sırılsıklamdı. Çıplak tahta döşemenin üzerinde iki adım attı. Hiçbir şey söylemeden Settarhan'ın gözlerinin içine baktı.


"Settar" diye fısıldadı.


Bronz Atlı'nın önünde ilk kez "Settar" dediği geceden bu yana Sofya ona sık sık Settar demişti ve ilk fırtınada bütün âşıklarla benzer zafiyete düşeceğini aklına hiç getirmemişti. Ama o fırtına gelmişti işte, kasırganın kopması ise an meselesiydi.


Settarhan'sa "Buraya nasıl geldin sen?" diye bağırdı telâşla yerinden doğrulurken. "Seni kimse görmedi mi?" İranlı oda sahibinin Sofya'yı görmesinden, daha doğrusu Settarhan'ın odasına bir kadının girdiğini görmesinden çok korkmuştu. İçi çok sıkıldı. Eğer adam böyle bir şey görmüşse Settarhan hakkında ne der, neler düşünürdü kim bilir?


Sofya soruyu duymamıştı bile, Settarhan'a doğru iki adım daha attı. Çok üşümüştü, titriyordu. Yüzü bir ölünün yüzü kadar sarıydı ve dudakları morarmıştı.


"Settar" diye devam elti. "Petrograd kaynıyor. Artık için için bile değil göz göre göre kaynıyor. Telgraf geldi bugün. Aurora zırhlısı toplarını Kışlık Saray'a çevirmiş. Kapının yıkılması an meselesi."


Boşluğa bakarak devam etli, ezberden konuşuyor gibiydi: "Burada çok kötü şeyler olacak Settar. İhtilâl Petrograd'da başlayacak ama yangının alevi anında buraya sıçrayacak. Gürcistan, Menşevikleri destekliyor. Menşevikler, Bolşeviklerin Batum'da yönetimi ele geçirmesine izin vermeyeceklerdir. Çok geçmez burada da birbirlerini boğazlamaya başlarlar."


Settarhan Batum'da, Gürcülerin asalet tutkusuna cevap verdikleri için Menşeviklerin daha güçlü olduğunu hatırladı. Yani? Yani Batum kara katran kazanında kaynayacak, kan gövdeyi götürecekti, öyle mi? Sofya tehlikedeydi, hem de ne tehlike. Ama düşüncenin öncelik katmanları vardı ve Settarhan'ın aklı şu an için daha çok İranlı pansiyoncunun Sofya'nın bu odaya girdiğini görüp görmediğine bir kancanın ucunda takılıp kalmıştı.


"Her şey değişecek" diye devam etti Sofya. "Çok kötü şeyler olacak. Ben korkmuyorum. Ama sen yine de beni bu kan ve ateş deryasının ortasında yalnız bırakma. Bir başıma koma. Bu kadar korkak davranma."


"İşte buradayım" diye fısıldadı ellerini uzatarak. "Sana gelecek kadar hürriyetim var benim ama sadece bir gecem var."


Bir an durdu. "Artık beni kimin yerine koyduğun bile umurumda değil, beni sevmeni de beklemiyorum. Senden


hiçbir şey de istemiyorum. Çünkü geleceğim yok sadece şimdim var. Sadece bu gece. Geri gönderme, kabul et beni. Ama olduğum gibi kabul et. Benden bir şey istemeden kabul et. Kendine de hiçbir sorumluluk yüklemeden kabul et."


Settarhan'ın yüzü sarardı. "Git buradan" diyebildi sadece. "Allah aşkına git buradan."


"Settar" dedi Sofya, Settarhan'ın tam karşısında dikilmişti ama her an düşecek gibi yalpalıyordu.


"Bana her şeyi anlatmadın. Anlatmadığını da ben sormadım. Ben sadece anladığımı anladım. Ama Taht-ı Süleyman'ı da İran'ı da neden terk ettiğini tahmin etmek zor değil. Olsun! Hiçbir şey umurumda değil. Değil mi ki evren sensin. Sen kendini affedebiliyor musun, bana onu söyle. Başkaları seni affetmiş affetmemiş, ama şuranda", kalbini gösteriyordu, "Bir cehennem kaynıyorsa, çok anlamsız bir şey bu. Kaç cinayetin, onu işleyen elin sahibinden daha büyük katillerinin olduğunu görmezden gelme. Yürek sabit duruyorsa ahlâkın ilkeleri çarpıtılmalı. Yasak çizgisi; yüreği sabit duramayanlara göre bu. Bana göre değil. Sana göre de olmasın."


Settarhan sadece susuyordu, Sofya'nın söyledikleri değilse de şu her an düşecek gibi duruşu, şu yüzünün solgunluğu, şu ferini kaybetmiş gözler içini delmişti ama "Git buradan" diye yineleyebildi sadece, "Git buradan."


"Settar" dedi Sofya, "Settar, aşk dediysem hesabım yoktu benim. Ancak o kadar aşktım. Sense sürekli hesap yaptın. Bu kadar hesap yapma. Günah deyip duruyorsun. Etin kaç dirhem senin? Bedenin günahını ruhun günahından daha üste koyma."


Kendi eksiltilmiş ismini duymaktan yorulmuştu Settarhan. Şimdi onun yüzü de Sofya'nın yüzü kadar soluktu ve her an


kapı açılıp İranlı pansiyoncu içeri girecek diye korkuyordu.


Sofya bir kez daha "Settar" derken dizkapaklarından kırılmış oyuncak bir bebek gibi öne doğru düşüyordu ki Settarhan onu kolundan yakaladı. Yatağın kenarına doğru itti hafifçe, oturttu. Önünde diz çöküverdi sonra. Siyah eski mantosunun düğmelerini açtı bir bir. Hayret! Birini açarken diğeri kapanmamıştı, Settarhan sonunda bir âh ederek yanıp kül olmamıştı. Keşke yanıp kül olsaydı şuracıkta, bunu istemeye cesaret etti ama başını Sofya'nın kucağına bırakmak, kollarını dizlerinin arkasından geçirerek sarılmak, sonra yüzüne bakmak, işte buna cesaret edemedi. Önce sağ. Sonra sol. Siyah, iyice eskimiş botlarının bağcıklarını çözmeye başladı. Kaba battaniyesini açtı, incitmemeye çalışarak Sofya'nın başını yastığın üzerine yasladı, battaniyeyi üzerine çekti sonra usulca geri çekildi.


Sofya'nın zayıf, titrek sesi duyuldu.


"Settar gitme, gideceksin biliyorum ama sen yine de gitme. Gidersen boynuna bir vebal yüklemem. Ama gitme. Çünkü gidersen böyle bir yıkımı bana ancak daha büyük bir yıkım unuttur abilir."


"Git" demişti Settarhan, Sofya ise "Gitme."


Settarhan, bu tek kelimelik cümleyi içinden tekrarlayıp duruyordu. Sofya ona "Gitme" derken gitme ihtimalinin mümkün olduğunu öğretmişti. "Gitme" diyordu demek ki Settarhan gidebilirdi. Gitmesi ihtimal dâhilinde olmasa Sofya "Gitme" demez, böyle bir mümkünü onun ihtimalleri arasına yerleştirmezdi. Demek ki gidebilirdi. Demek ki gitmek, iradesi dâhilindeydi. Öyleyse gitmeliydi.


Kapıya yöneldi.


Sofya'nın sesi duyuldu bir kez daha. Eskisinden daha cılız, daha kırık bir sesti bu. "Settarhan."


Settarhan onun bu kez kendisine "Settarhan" diye hitap ettiğini fark etti. Bu aşkı kendisine bir isim vererek aşikâr etmişti Sofya. Bir heceyi isminden kesip atmış; erk alanını eksiltmiş, onu sınır kayıt altına almış, kendi hükümdarlığını ilân etmişti böylece. Şimdi o eksik heceyi geri vermiş, öyleyse saltanatından vazgeçmiş, kölelik hakkını Settarhan'dan geri almış, her şeyi başladığı yere geri çekmişti.


Fakat her sureti aslîsiretine döndüren, cürufu özden taktîr eden ayrılık anma zehirli bir kehanet akıtmaktan da geri kalmadı:


"Settarhan, sen ne kaybettin geçmişinde, bunu bilmiyorum. Ama unutma. Onu hiç bulamayacaksın."


Araya kırık Türkçesiyle kelimeler, cümleler sokuyordu. "Hiç bulamamaktan daha acısı var biliyor musun Settarhan? Her kapıyı çalacaksın. Her defasında buldum sanacaksın ama hiç bulamayacaksın."


Gözleri birer alev parçası, yanakları alev olmasa onun taş kestiğini düşünebilirdi Settarhan. Daha fazla odada duramadı. Kapıyı çekip dışarı çıktı ve pansiyoncuyla burun buruna geldi. Yaşlı iranlı suçlar gibi bakıyordu yüzüne. Acaba ne zamandır buradaydı?


Settarhan izahat vermek ihtiyacını hissetti.


"Hastaymış. Gidecek başka kimsesi de yokmuş. İlâç verdim. Sabaha gelir alırım. Kendi evine götürürüm."


Adamın ters bakışları arasında bozuk düzen taş merdivenleri ikişer ikişer atladı, Serbülend'i almadan kendisini yaya, dışarı attı.


Akşam inmiş, ortalık iyice kararmıştı. Yağmur da fırtına da aynı hızda devam ediyor, Karadeniz'in uğultulu dalgaları şehri basacakmış gibi yükselerek ardı ardınca geliyordu.


Nereye gideceğini bilmeden sokaklarda dolaşmaya başladı Settarhan. Bütün istediği şu odadan uzak durmaktı çünkü geri dönmekten korkuyordu. Adımlarını hızlandırdı. Ne kadar uzağa yürürse, ne kadar yorulursa geri dönmesi o kadar imkansızlaşacaktı sanki. Önce Bulvar'dan geçti, kimsecikler yoktu. İnsanlar fırtınadan çok Petersburg tarafından kopacak tufandan korktukları için evlerine kapanmışlardı çoktan.


Köşe başlarında asker takımının dışında tufanın haberini bekleyen aşırı heyecanlı Bolşeviklerle onlara pabuç bırakmayacak olan Menşevikler kalmıştı ve aralarına düşecek yıldırımın yalımı şimdiden fark ediliyordu. Sokak aralarında Ermeni çeteciler de görünmeye başlamıştı. Neden sonra kendisini Sofya'yla birlikte gül küpeleri satın aldıkları Kuyumcu Sarafim'in dükkânının önünde buldu Settarhan.


Buraya nasıl geldiğini de geçtiği yollar gibi hatırlamıyordu. Fakat camekânmm paramparça olduğunu fark etliğinde kendine geldi. Ne oluyordu? Bomboş yolda bir sokak kavgasına rastladığını zannetti önce, içi belâyı çağıracak kadar karışık, uzaklaşmak yerine yaklaştı.


Bu kavgaya rastlamasa gerisin geri o odaya Sofya'nın yanma döner miydi Settarhan? İranlı pansiyoncunun, üzerine dikilmiş bir çift gözünü görmezden gelir, Sofya'nın istediği uçuruma düşer miydi? Ya da onu İstanbul'a gelmeye, kendisiyle evlenmeye razı edebilir miydi? Bunların cevabını hiç veremedi.


Kader bütün kazalarını toplamıştı, geldi. Bu kez tesadüf suretindeydi.


Dört kişiydiler. Biri yerde, üçü atlarının üzerinde. İki kişiyi aynı anda tanıdı Settarhan. Yerdekinin tanınır hali kalmamıştı


gerçi ama Ermeni kuyumcuydu bu, Sarafim. Diğeri ise Topal Andon, kuyumcunun çırağı. Sarafim'in yüzü gözü kan içindeydi. İki dizi üzerinde çökertildiğine, ellerini kavuşturup gözyaşları içinde yalvardığına; at üzerindeki Topal Andon'unsa çapraz fişeklikleri göğsünde, havalı tüfeği sırtında, beylik tabancası elinde bir cephanelik gibi kuyumcunun etrafında dönüp durduğuna bakılırsa durum gayet açıktı. Andon'un ne zaman komitacılara katıldığını bilemedi Settarhan -belli ki hep öyleydi- ama Sarafim'in durumu vahimden de vahimdi.


Ermeni kuyumcu son bir gayretle ayağa kalkmaya çalıştığı anda bir dipçik darbesiyle yere serildi, Andon'sa idam hükmünü ezberden okumaya başladı:


"Ben" dedi, "Ermeni kurtuluş ordusunun bir generaliyim."


"Hayret!" diye geçirdi içinden Settarhan, Andon ne zaman general olmuştu?


General devam etti: "Sense kuyumcu Sarafim'sin. Şimdi sana hakkında verilen hükmü okuyorum." Hüküm ne zaman hangi mahkemede verilmişti? Deliller ne zaman toplanmış, sıralanmış, tartışılmıştı? Yine de okudu Andon, suç gayet açıktı:


"Sen milletimizin şanlı ihtilâline katılmadın. Katılmadığın gibi yüce ordumuzun seni yükümlü kıldığı aidatları ödemeyi de aksattın."


"Ama verdim" diye iki kelimeyi bir araya getirebildi kuyumcu Sarafim.


"Çoğu kez geciktirdin" diye yineledi Andon, "Dahası, yüreklilikle vermeyi reddettin." Kurtla kuzunun hikâyesini hatırladı Settarhan. Andon bahane aramıyor düpedüz bahane yaratıyordu; o bahanenin arkasına sığındı, namluyu Sarafim'e


doğrulttu, horozu kaldırdı. Eli tetiğin üzerindeydi ve yüzündeki malûm renge bakılırsa şakası yoktu.


Settarhan bambaşka birinin kaderine bağlandığını o anda anladı. O düşünmeden biri düşünmüş ve karar vermişti sanki kendi yerine çünkü insan sadece kendisinin değil başkalarının da kaderinden sorumluydu. Hatta bazen insanın kaderi başkalarının kaderi üzerinden yazılıyordu. Şu anda Settarhan'ın kaderi, sadece Sarafim'in kaderi için ve ancak o kadar vardı. Sanki bugüne kadar bütün yaşadıkları, bütün kazaları belâları, atlattığı bütün badireler, düştüğü bütün kuyular şu an içindi. İran'ı bu yüzden terk etmiş, Sofya biraz evvel odasına bu yüzden gelmiş, Settarhan onu bu yüzden reddetmiş, bu yüzden kaçarcasına çıkmıştı o odadan. Bütün yaşadıkları bir yıl evvel sadece iki kez görüştüğü, yüzü gözü kan içindeki şu adam içindi. Kulaklarında Çiçek Hala'nın cümlesi yankılandı:


"Birilerinin mucizesi olmak lâzım Settarhan."


Etrafına bakındı. Bir tetik inmesine yetecek an genişlemişti ve evet, biri hâlâ onun yerine karar veriyordu. Şurada, evlerin neredeyse birbirine dokunarak yükseldiği daracık bir arayı gözüne kestirdi Settarhan, sokak denemeyecek, atla geçilemeyecek kadar dar bir geçitti bu ve alt sokağa açılıyordu. Onlar atlarla dünyada geçemezlerdi bu aradan, inip peşlerine düşmeden kendilerini oraya bir atabilseler! Gerisini düşünmedi bile Settarhan, Andon'un eli tetikte, ha çekti ha çekecekti.


"Dur!" diye haykırırken bir göz kirpimi an içinde kendini tam ortalarında buldu. Korkudan ölmek üzere olan Sarafim'i giysisinin sırtından yakaladığı gibi çekti.


"Koş, haydi!"


Başarmışlardı.


Küf kokulu geçidin diğer ucuna koşarlarken Settarhan neredeyse uçtuklarını sandı. Lâkin kanatları kırılmış olmalıydı ki çok geçmeden geçidin öbür başını kesmiş diğer çetecilerin ortasına Sarafim'le birlikte yuvarlandı. O arbede arasında Sarafim kaçmayı başardı ama bunlar? Nereden çıkmışlardı?


Kendi aralarında Türkçe konuştuklarını az bir kulak kabartmayla anlayabildi Settarhan. Fakat bu Tebriz ya da Urumiye ağzı değil daha farklı bir Türkçeydi. Sehend Dağı'nın yedi zirvesinin en zorlusunda ölümden kurtulduğu o gece Fazıl Reis'in ağzından çıkan Türkçe gibi bir Türkçe. Şimdi canına kasteden bu adamların Anadolu seni yükümlü kıldığı aidatları ödemeyi de aksattın."


"Ama verdim" diye iki kelimeyi bir araya getirebildi kuyumcu Sarafim.


"Çoğu kez geciktirdin" diye yineledi Andon, "Dahası, yüreklilikle vermeyi reddettin." Kurtla kuzunun hikâyesini hatırladı Settarhan. Andon bahane aramıyor düpedüz bahane yaratıyordu; o bahanenin arkasına sığındı, namluyu Sarafim'e doğrulttu, horozu kaldırdı. Eli tetiğin üzerindeydi ve yüzündeki malûm renge bakılırsa şakası yoktu.


Settarhan bambaşka birinin kaderine bağlandığını o anda anladı. O düşünmeden biri düşünmüş ve karar vermişti sanki kendi yerine çünkü insan sadece kendisinin değil başkalarının da kaderinden sorumluydu. Hatta bazen insanın kaderi başkalarının kaderi üzerinden yazılıyordu. Şu anda Settarhan'ın kaderi, sadece Sarafim'in kaderi için ve ancak o kadar vardı. Sanki bugüne kadar bütün yaşadıkları, bütün kazaları belâları, atlattığı bütün badireler, düştüğü bütün kuyular şu an içindi. İran'ı bu yüzden terk etmiş, Sofya biraz evvel odasına bu yüzden gelmiş, Settarhan onu bu yüzden


reddetmiş, bu yüzden kaçarcasına çıkmıştı o odadan. Bütün yaşadıkları bir yıl evvel sadece iki kez görüştüğü, yüzü gözü kan içindeki şu adam içindi. Kulaklarında Çiçek Hala'nın cümlesi yankılandı:


"Birilerinin mucizesi olmak lâzım Settarhan."


Etrafına bakındı. Bir tetik inmesine yetecek an genişlemişti ve evet, biri hâlâ onun yerine karar veriyordu. Şurada, evlerin neredeyse birbirine dokunarak yükseldiği daracık bir arayı gözüne kestirdi Settarhan, sokak denemeyecek, atla geçilemeyecek kadar dar bir geçitti bu ve alt sokağa açılıyordu. Onlar atlarla dünyada geçemezlerdi bu aradan, inip peşlerine düşmeden kendilerini oraya bir atabilseler! Gerisini düşünmedi bile Settarhan, Andon'un eli tetikte, ha çekti ha çekecekti.


"Dur!" diye haykırırken bir göz kirpimi an içinde kendini tam ortalarında buldu. Korkudan ölmek üzere olan Sarafim'i giysisinin sırtından yakaladığı gibi çekti.


"Koş, haydi!"


Başarmışlardı.


Küf kokulu geçidin diğer ucuna koşarlarken Settarhan neredeyse uçtuklarını sandı. Lâkin kanatları kırılmış olmalıydı ki çok geçmeden geçidin öbür başını kesmiş diğer çetecilerin ortasına Sarafim'le birlikte yuvarlandı. O arbede arasında Sarafim kaçmayı başardı ama bunlar? Nereden çıkmışlardı?


Kendi aralarında Türkçe konuştuklarını az bir kulak kabartmayla anlayabildi Settarhan. Fakat bu Tebriz ya da Urumiye ağzı değil daha farklı bir Türkçeydi. Sehend Dağı'nın yedi zirvesinin en zorlusunda ölümden kurtulduğu o gece Fazıl Reis'in ağzından çıkan Türkçe gibi bir Türkçe. Şimdi canına kasteden bu adamların Anadolu Ermenileri


olduğunu, hayret, onların Türkçe konuşmalarından anlayabilmişti. Türkçe sövüp sayıyorlardı. Ama Settarhan'ın Ermenice küfürleri ezberlemesi de zaman almadı; bunlar Türkiyeli olmayanlardı. Aralarındaki Rus askerlerini ise ancak çehrelerinden tanıdı. Çünkü Ermenilerin ikisi de Rus üniforması giymişti.


İçlerinden iri yarı, kırçıl sakallı, çok esmer ve yaşlıca olanın tüfeğini kaldırıp süngüyü Settarhan'a saplamak üzere hamle yaptığı anda sarışın, çok genç bir Rus subayının "Dur" diyerek Ermeni'ye mani olduğu görüldü. Gerçekten öldürecek miydi bu yaşlı Ermeni kendisini, yoksa sadece korkutmak mı istemişti? Bunu düşünemedi Settarhan. Çünkü genç Rus subayının lâcivert gözlerine baktığı anda bir yıldan beri Sofya'nın dükkânında görünmeyen Vasili'yi tanıdı;


Tebriz'deki meyhane gecesinde "Ölürüm de Çar'ın ordusunda savaşmam" dese de bu ordunun Çar'a kalmayacağı günlerin yakın olduğu hesaplanarak orduda kalması gerekli görülen Vasili'yi. O anda Settarhan'ın içinden bir sigara yakmak ve duvara yaslanarak tüttürmek geçti. Bu hengâmeden burnu kanamadan kurtulacağına dair ilk ümit uyandı içinde. Vasili Ermeni'yi durdurmuş, Settarhan'ı ise hiç tanımamış gibi davranmıştı. Öyleyse evet, ümit vardı.


Onu götürüp bıraktıkları barakaya iki zembil, bir hasır atılmıştı ve boş bir gaz tenekesi üzerinde yanan mum yarılanmıştı. Tenekenin üzerindeki deve resmine baktı Settarhan, eliyle bu tanıdık şekli okşadı. Hasırın üzerine olurdu. Çok geçmeden içeri giren çetecilerin, çizmelerini çekip almalarına mani olmaya kalkışmadı; yerine eski, delik bir asker postalı bırakmışlardı. Hançeri de gitmişti ve en kötüsü, belini yoklamış, parmağındaki yüzüğü fark etmişlerdi. Yüzüğü sıyırdıkları anda taşın rengi o kadar solmuştu ki bu renge artık mavi bile denemezdi. Şimdiye kadar dışarıdan seyrettiği ya da sadece kıyısından geçtiği


şeyin tam içindeydi Settarhan. Heyulâ, işte karşısındaydı. Mum tükendi. Fırtına durmuş, Karadeniz'in sesi dinmişti ama Batum'un rutubetli soğuğunda böyle bir gece nasıl geçecekti?


Bumbuz hava gibi konuşmalar da tahtaların arasından içeri kadar sızıyordu, Settarhan gözünü aralıklardan birine uydurdu. Kocaman bir ateşin çevresinde toplanmışlardı. Ermeni çetecilerden biri onun buraya kadar nasıl olup da sağ salim getirildiğine öfkeleniyor, iki sözün arasına "İçeri girip öldürelim şunu" cümlesini sokuyor, diğeri ise onu durduruyordu.


Ertesi sabah daha güneş doğmadan barakaya dört kişi girdi. Biri dünkü öfkeli, yaşlı Ermeni'ydi. Yanında Topal Andon'la birlikte gençten yana biri vardı. Yaşlı olanın bile gösterdiği saygıya bakılırsa bu genç, reisleri olmalıydı, "Dikran" diye hitap ediyorlardı ona. Dördüncü kişi ise Settarhan'dan yana bakmayan Vasili'ydi.


Reis Dikran, bir kâğıttan Settarhan'ı idama mahkûm ettiklerine dair kararı okudu.


İki gün sonra güneş doğarken idam edilecekti.


"Kim?" dedi Settarhan, "Beni idama mahkûm etmiş bakalım?"


Sorusu gibi, ıslak toprağın üzerinde dirseklerini dizlerine dayayarak sigara sarışındaki kayıtsızlık da ancak arkasında yangın bırakmış birinin taşıyabileceği türdendi.


"Biz" dedi Dikran.


"Siz de kimsiniz?"


"Biz" dedi, "Ermeni devletinin ordusu. Aynı zamanda Rus ordusunun askerleri." Sesinde cevap vermekten çok bildirmek vardı.


"Haa!" dedi Settarhan. "Ermeni çeteleri ve Rus ordusunun şu meşhur gönüllü birlikleri. Şimdi Rus ordusundan artan


yerlere siz doluyorsunuz."


Oturduğu yerde bir dizini uzatıp diğerini kırması, sırtını duvara yaslaması, sigarasını umursamazlıkla tüttürmeye başlaması ve gözlerindeki bakış Dikran'ın dikkatini çekmişti.


"Bak Türk" dedi düzgün bir Türkçeyle. "Anadolu'nun ölüme yürüyen kafilelerinde bir anamı, bir babamı, yedi de kardaşımı bıraktım ben. En ufağı kundaktaydı. Bilmediğin bir adımız daha var bizim. İntikam Tugaylarıyız biz. Fedaileriz."


Bir sigara da kendisi sardı. "Türk" dedi tekrar, "Türk" derken tepeden tırnağa kadar öfke, kirpiklerinin ucuna kadar nefretti.


"Sen hiç Anadolu'yu gördün mü?"


"Görmedim."


"Sen henüz görmediğin Anadolu'nun safında kendince bir savaş tutturmuşsun. Senin henüz görmediğin toprakların adamlarıyız biz. Anadolu'yu da senden daha iyi tanırız. Van Gölü'nün kıyısında doğdum ben. Ya sen nerede doğdun?"


"Taht-ı Süleyman'da" dedi Settarhan. "Herhangi bir savaş tutturmuş da değilim" diyecekti, vazgeçti. "Keşke tuttursaydım hem" diye geçirdi içinden. Ne garip, kader şimdiye değin ondan esirgediği savaş kılıcını bir Ermeni'yi bir başka Ermeni'den kurtarması için tutuşturmuştu eline.


Sordu: "Peki, benim suçum neymiş?"


"Sen ölüme mahkûm ettiğimiz birini kaçırdın. Hükmün icrasına mani oldun. Onun kadar suçlusun."


"Kuyumcuya yaptığınıza razı gelsem bu gözler kör olurdu. Hepsi bu. Başımın üzerinde boş bir ip ayağımın altında tahta bir tabure var. Şimdi canınız ne isterse onu yapın. Kanım akmaz."


Henüz on altı yaşındayken, yüzünü bir kez gördüğü adaşının ağzından duyduğu ilk cümle, ezberi kuvvetli Settarhan'ın cümleleri arasına o hiç fark etmeden yerleşmişti. )ikran ses çıkarmadı ama Settarhan yaşlı Ermeni'nin ıdisine doğru yaklaştığını gördü. Daha fazlasını da


emedi zaten. Omuzuyla boynunun ortasına yediği bir çik darbesi yere yığılmasına yetti. İki gün sonra idam leceği, düşündüğünü hatırladığı son şeydi.


ki gün sonrasına kalmadı. Ertesi sabah güneş henüz 'madan "Kaç Gospodin, kaç" diyen bir sesle silkindi tarhan. Barakanın kapısı aniden açılmış, Vasili rüzgâr gibi nişti içeri. Türkçe, Rusça karışık kelimelerle, ellerini larını sallaya sallaya Settarhan'ı olduğu yerde sızdığı cüdan uyandırıyordu.


Kaç Gospodin, Petrograd'da ihtilâl oldu. Kapı yıkıldı." iettarhan yerinden fırladı. Bu çocuk gözlere, bu ateşli ince beklediği ümitle baktı. İçi ezildi bir yandan. Hâlâ yhane gecesindeki o çocuk, Sofya'nın ses çıkarmaz omuydu Vasili, o zaman ne kadar berrak ve temiz bakıyor ise şimdi de aynı mavi gözlere sahipti. Ama böyle bir :ışın sahibi, önünde kaybedecek koca bir yaşam varsa da ı çoktan gözden çıkarmış olmalıydı. Korkunun ve [işenin hüküm sürdüğü sınırların çok ötesine geçmişti ;ili. Bundan sonra su boğmaz ateş yakmazdı onu, kurşun cunmaz, dokunsa bile korkutmazdı ve demek o da tarhan'ın mucizesi olmaya kalkışmıştı.


Kaç Settarhan" diye seslendi Vasili bir kez daha. "Dönüp ana bile bakma. Bolşeviklerle Menşevikler birbirini ürmeye başladı bile. Batum yangın yerine döner birazdan, n gövdeyi götürecek."


iettarhan'ın çizmelerini ve hançerini geri getirmişti, firuze :ük ve içine rubleler dikili kemeri de eksiksiz önüne attı. O ian Settarhan bunun tek fırsat olduğunu, eğer bu fırsattan fade edebilirse kaçıp kurtulabileceğini anladı. Bu defa


ıazsa bir daha asla olmazdı. Elini Vasili'nin omuzuna rdu. Nefes nefese, "Nöbetçiler?" diye sordu.


Kaç" dedi Vasili bir kez daha. "Nöbetçilerden eser yok.


\a sola kaçışmışlardır onlar da. Çünkü Menşeviklerin, [şeviklere yardım eden Ermenileri boğazlamasından kuyorlar. Herkes kendi derdine düştü."


Peki Sofya?" diyebildi Settarhan.


/asili "Acele et" dedi. "Sofya'yı düşünme artık. Menşevik □İsa Bolşevik de olsa Ermeniler seni asla unutmaz, ticede Rus ordusunun neferleri onlar ve ortada hakkındaki ar var. Ya kalır, ortalık durulduğu anda yakalanır ve idam lirsin, Sofya'ya bir faydan olmaz."


Ya kaçar kurtulurum" diye zorlukla yutkundu Settarhan, ıfya'ya yine bir faydam olmaz." Sesi, kurumuş ırmakların aklarına dolmuştu.


Settarhan görmüyor musun?" diye bağırdı Vasili. "Senin ıdan böyle Sofya'ya hiçbir faydan dokunmaz. Bunun ianı çoktan geçti. Acele et. Sadece acele et." lettarhan'a öyle geldi ki yine başka biri onun yerine karar mişti ve kendi iradesinin hiçbir payı yokmuştu bu kararda, en ne zaman olmuştu ki?


Kapıda Rus bir er var" dedi Vasili. "Korkma güvenilirdir, ia bu savaştan bezmiştir anlayacağın. Bütün isteği köyüne lüp anacığını görebilmek. Sınırlar kapandı, Tebriz'e lemezsin. O yüzden seni birazdan Trabzon'a doğru yola acak bir motorun sahibine götürecek. Pasaportun yok, mli değil, kaptan seni gizlice götürecek ama kemerine ip çık çünkü epeyce pahalıya mal olacak bu kaçış." Tamam."


/asili "İyi" anlamında başını salladı. "Gerisi kendiliğinden ir. Rus ordusu savaşmayacaktır çünkü Rusya


)aratorluğu diye bir şey de yok artık. Geri çekilecekleri iana kadar Trabzon'da rahat edersin. Kimse sana aınmaz."


Sağ ol" diye fısıldadı Settarhan, "Hüdâhafız." Bir an geri ıdü. "Vasili" dedi, "Sofya. Onu yalnız bırakma."


Sofya'yı unut" diye fısıldadı Vasili, "Hepimizi unut. Ama bunları düşünme artık. Arkana bile bakmadan kaç. Yoksa kaçamayacaksın." lettarhan bir daha geri döndü.


Vasili" diye seslendi, "Serbülend. Kaldığım pansiyonun rında. Serbülend'i o kırmızı sakallı İranlı pansiyoncuya ıkma. Sen al. Unutma, mutlaka sen al." Pansiyonu tarif


Bir de" dedi, "Odamda heybem var. Pasaportum da idedir. Bir yolu düşen olursa onunla Taht-ı Süleyman'a ıderirsin. Kime sorsa gösterirler, Mirza Han'ın'ın evi diye." 'asaportu gibi opera çıkışı Sofya'yla çektirdikleri fotoğraf leybede kalmıştı. Bir de çerçevesinden söküp çıkardığı ya'nın tek fotoğrafı. Hakikat şu ki Settarhan'ın aklı aportta filan değil o fotoğraflardaydı.


/asili elini kaldırdı tamam anlamında. "Haydi" dedi, "Haydi ma."


lettarhan dışarı fırladı, kendisini bekleyen erin peşine Lİdı. Ruslar bütün kontrol noktalarını terk etmiş, Ermeniler Iıirkler sağa sola dağılmışlardı. Kimin kime açtığı belli ıayan bir yaylım ateşi altında, yer yer sokak çatışmaları ve / almış, yağmalanmaya başlanmış dükkânlar arasında um'un mahşerine karıştılar. Herkes koştuğu için koşmaları işenin dikkatini çekmedi. Denize açılan sokaklardan nin başına geldiklerinde er eliyle kumsaldaki kayık ılarını işaret etti.


"Buradan" dedi, "Dümdüz kıyıya in. Orada barakaları göreceksin. Trabzon'a kalkacak motoru sor. Gösterirler. Gerisini o biliyor."


Settarhan koşarak kumsala indi. Siyah, serin kumların üzerine oturdu önce, nefeslendi. Suları henüz aydınlanmamış Karadeniz'e baktı. Arkasında bir idam fermanı, önünde tek çıkış yolu olarak Karadeniz kalmıştı. Trabzon'a gidebilir, oradan İstanbul'a geçebilirdi. İstanbul. Bir ömür boyu hasretini çektiği şehir. Demek böyle gerçekleşecekti.


Aradığı adamı çok geçmeden buldu. Heyecanla, "Haydi" dedi, "Hemen gidelim buradan. Merak etme, sana hakkın olandan daha fazla para veririm."


Batum-Trabzon arasında işleyen ticaret motorlarından birinin kaptanı, dünya yanarken bile dönüp geriye bakmayanlara mahsus sarışın bir sükûnetle baktı Settarhan'a.


"Uşağum" dedi, "Göster bakayum, bağa hangi parayi verecesun?"


Settarhan belindeki kemerin ucunu söktü. Motorcunun, ne kadar çok parası olduğunu görmesi onu korkutmadı bile, isterse tamamını vermeye razıydı. Üzerinde Çar'ın resmi bulunan rublelerin bir destesini, saymadan kayıkçıya uzattı. Motorcu hayli keyifliydi, bu keyfi uzatmak istercesine işi ağırdan aldı.


"Cıkk!" dedi başını iki yana sallayarak.


Settarhan ikinci, üçüncü desteyi ekledikçe motorcunun gülmesi gevrek bir kahkahaya dönüştü. Çok eğlendiği belliydi. Eksik dişli ağzı, kemerli burnu, boncuk gibi masmavi gözleriyle neredeyse sevimliydi. Fazla uzatmadı.


"Uşağum" dedi, "Ha o paralarım artuk hükmi yoktur. Çünkü bu gün alduğuni yarın alacak gücü yoktur olarun. O paralar artuk kâğuttur. Tök olari yaliya."


Bu garip Türkçeyi sökmekte ilk anda zorlansa da Settarhan sonunda onun ne demek istediğini anladı. Allah şahit, idamını beklediği barakada telâşa kapılmamıştı ama şimdi bütün şu kara kumsalın ayağının altından çekildiğini zannetti. Gözleri karardı. "Niye?" diyebildi.


"İhtilâl oldi ya! Zaten pul idi çarluk parasu. Şimdi artık hepten kâğıda döndi. Puldur da, hükmi yoktur olarun."


Kaptan, kıyıda hazır bekleyen motora atladı. Eline tutuşturulmuş rubleleri arka arkaya Karadeniz'in karanlık dalgalarına bıraktı.


Üstün gelmiş, keyfini çıkarmıştı. Sigarasından bir nefes çekti. Şimdi ciddileşmişti. Kıyıda, donup kalmış olan Settarhan'a ters ters baktı.


"Haydisana!" diye bağırdı, "Ne pekleyisun? Paran pul oldi diye seni ha burda pirakacağumu mu sandın?"


Motoru çalıştırdı. "Atla."


Eğer "Trabzonlu" denecek bir tip varsa -ki vardı-, onun, burnu kopup yere düşse gururundan eğilip almayan ama kendisine emanet edilen bir avuç samanı korumak uğruna kendi samanlığının yanmasını da göze alan insanlarının en saf temsilcisini Settarhan ilk defa bu kaptanla tanıdı. İçten içe "Her şeyi en iyi ben bilirim" deseler de gerçek bilgiyle karşılaştığına kanaat getirdiğinde tereddütsüzce itaat eden bu insanların katıksız bir örneğini Settarhan'ın karşısına kader çıkarmıştı.


Motora atladı, kemeri hâlâ belindeydi.


"Tikkat et" dedi kayıkçı, "Patarsak ağurluk yapmayasun."


Settarhan kaptana baktı, kaptan da ona. Settarhan önce yavaştan aldı ama vazgeçti çok geçmeden, tutamadı kendini bıraktı, katıla katıla gülmeye başladı. Neden sonra başı önüne düştü. Gözlerinden yaşlar akmaya, hıçkıra hıçkıra ağlamaya


başladı. Döndü. Geriye baktı. Opera binasına, Sofya'nın kitapçı dükkânına, kıyıdaki otellere, köşklere, büyük katedrale, camiye, İranlı'nın pansiyonuna. Batum alevler içinde yanıyordu. "Sofya" diye geçirdi içinden. Acaba o yangının ortasında mıydı? Bunu hiç öğrenemeyeceğini hissetti. "Serbülend" dedi, ilk defa Serbülend'in tırnağını mıh ayırdıysa da Settarhan katran kaynatamadı. Aklı o mıhta, o toynakta kaldı. Başını Karadeniz'in kıyışız yanma, engin karanlığına çevirdi. Motor, peşinden ölüm koşan bir varlığın can havliyle, dönüp arkasına bakmadan, ölüm yakasından yaşam taratma geçti.


Kalbimde Sofya'nın, Vasili'nin, Serbülend'in sızısıyla başımı çevirip Batum'a bakmak istedim ben de, Karadeniz'in simsiyah sularında tan daha atmamışken. Ama sular aydınlandı birden ve kendimi Batum'daki otelde, aynı Karadeniz'in sularına bakan balkonda buldum. Nasıl çektirildiğini artık iyi bildiğim fotoğraf, çözülmüş muammasıyla masanın üzerindeydi ve kurşunî mavi bulutların bıçak sırtı aralığından üzerine düşen güneşin ışığı hâlâ aynı yerdeydi.


Denize baktım bir an, otelden çıkmayacaktım yarma kadar ama bu geceyi geçiremeyeceğimi anladım. İçeri geçtim, resepsiyonu aradım. "Bana bir taksi çağırır mısınız?" dedim, "Bir yere gideceğim." Aşağı indim.


Gürcü şoförle bir türlü anlaşamadık. İngilizce, Türkçe "Opera sokağı" dedim, anlamadı. "Batum'da opera binası var mı?" diye sordum, yine anlamadı. Gürcüce tek kelime bilmiyordum, bu kez Anna'yı aradım.


"Anna" dedim, "Şoföre tarif eder misin lütfen, Opera sokağına gitmek istiyorum."


Anna, sesimi kendi memleketinde duymaktan hayli memnun, "Hocam" dedi, "Opera sokağı diye bir sokak yoktur Batum'da."


"Nasıl yok? Biraz önce oradaydım" diye bağırmamak için kendimi güç tuttum. "Bir opera var ama değil mi Anna?"


"Var hocam" dedi. "Tamam" dedim, "Söyle de oraya götürsün beni şoför. Ve beklesin. Geri döneceğim birazdan çünkü."


Anna ile şoför telefonda biraz konuştular. Adamın başını sallamasından işlerin yoluna girdiğini anladım. Arabayı çalıştırırken şoför telefonu bana uzattı. Anna, "Hocam, geleyim ben de yanınıza" diyordu.


"Yarın buluşuruz Anna" dedim, "Kahvaltıyı birlikte yaparız. Tiflis'e gideceğim. Beni yolcu edersin, kararlaştırdığımız gibi."


Çok geçmedi ki şoför arabayı yol kenarına park elli. Eliyle "Ben buradayım, bekliyorum" anlamında bir işaret yaptı. Başımı salladım.


Geniş bir cadde. Akşam iniyor, Temmuz sonu. Etraf tenhaydı. Yağmur kesilmiş, gurup rengindeki hafif bir ışık vurduğu yaprakların üzerinde tatlı tatlı parlamaya başlamıştı. Caddenin üzerinde durdum. Opera binası kiremit rengi kesme taşlarıyla karşımda yükseliyordu. Karşısında olacaktı. Arkamı döndüm, Sofya'nın kitapçı dükkânını tanıdım.


Hayli değişmişti. Fakat parsel aynı parsel, cadde aynı caddeydi. Kapının önündeki küçük çınarlar, heybetli birer ağaç olmuş, gölgelerini caddeye yaymışlardı. Hafif bir rüzgâr esti aniden. Fısıltıyla konuşur gibi çınar yapraklarının arasından, bütün bedenimin üzerinden geçti. Birkaç yaprağın dalından koparak ağır ağır düşmeye başladığını fark ettim.


Gözlerim karardı. Varlığım çıktı aradan.


Bir ay geçmişti Settarhan'ın Trabzonlu kaptanın motoruyla Batum'dan ayrılışı üzerinden ama bütün bunları size anlatan gölge ben, hâlâ Sofya'nın kitapçı dükkânının önündeydim. Bilmem gereken bir şey varmış gibi çınar fidanlarının arasından geçerek kapıyı ittim. Menteşelerden biri yerinden çıkmıştı. Kapı sarsılarak yalpaladı, kilidi de camları da kırılmıştı, içeri süzüldüm. Kimse yoklu fakat hem bir öfke hem bir yağma geçmişti bu dükkânın üzerinden belli ki. Kitaplar dağılmış, raflar devrilmiş, her şey bir tarafa saçılmıştı. Çekmeceler açılmış, içleri dışarı dökülmüş, dişe değecek bir şey var mı, aranmıştı.


Yerlerde sürünen cilt cilt Herzen'lerin, Puşkin'lerin, Çernişevski'Ierin, Nekrasov'ların, bu arada mercan rengi kapağıyla bir Anna Karenina cildinin üzerinden atladım. Masaya yaklaştım. Sofya'nın opera çıkışı çektirdiği tek pozun -bunu oraya herhalde Settarhan takmış olmalıydı- çerçevesi parçalanmış, camı kırılmıştı ve masanın üzerinde, olduğu gibi bırakılmış bir defter vardı. Sayfalar rüzgârda ağır ağır açılıp kapanıyordu. Bu yolculuğun daha başında, geçen sene Doğubayazıt'tan Gürbulak sınır kapısına doğru giderken karşılaştığım şeyi hatırladım. Asfalta yapışmış ölü kuşun bedenine bir yerden bağlı kalan mavi kanat, rüzgârda işte şu defterin yaprakları gibi açılıp kapanıyordu. Sofya'nın devrilmiş sandalyesini kaldırdım, yayı fırlamış minderin uzak köşeciğine iliştim, sayfalara eğildim. İhtilâlci Sofya'nın günlüğünde aşk, açık kalan son sayfaydı ve diyordu ki:


Artık olamayacağını biliyorum. Aşk benim kalbimi yakıyor; şeninkini yalayıp geçiyor. Ben tam merkezine koyuyorum aşkı hayatımda, sen başka bir şeyin yerine koyuyorsun.


Bana evlenme teklif ettin, reddettim. O gece sana geldim, bu defa sen reddettin. Aşkı ve ahlâkı tartıp durdun aylar boyunca. Gerekçelerini, savunularını, ithamlarını, infazlarını sıraladın; sanığı da savcısı da yargıcı da sen olan bir mahkemede yargılayıp durdun kendini defalarca. Hangi yanın haklı çıksa, bu davanın öbür yanından yara aldın. Çünkü ne yeteri kadar âşık ne de yeteri kadar ahlâklıydın.


Oysa aşkın yeterince'si olmaz benim hiç olmamış sevgilim. O ya vardır ya yoktur. Hududu, temkini, itidali, tazmini olursa zaten aşk olmaz. Var olduğu müddetçe vardır o. Ve var olduğu müddetçe de tek biçimde tek hacimdedir. Seninle İstanbul'a gelebilir her şeyi terk edebilirdim, beni ben olarak sevdiğini bilseydim.


Ben babamın, annemin, Vasili'nin, cüm/e âlemin, bütün Batımı halkının, isterlerse bütün Rusya'nın, İran'ın, Azerbaycan'ın nezdinde suçlu olmaya razıydım. Öyle, her şeye razz gelmiştim. Ama sen, bir parça unutmak uğruna benim kapımı çaldın, korkarım bütün kapıları da çalacaksın. O kimse, ondan başkasıyla dolmayan ve ona dolamayan yanınla dikildin karşıma. Açılan yaralarının acısını yeni bir yara açarak kapamaya çalıştın. Ben senin için sadece "kadın dım. Biricik değildim bu yüzden. Sana benden önce yaşadığın her ne ise onu unutman için kendi hayalimi seve seve armağan ettim. Ama gelseydin. Bana aşkını verseydin. Onun da geleceği olmasmdı, bugünü bana yeterdi.


Bir yaranın acısını unutmak için gönlünde başka bir yaranın açılmasına razı geldin. Üstelik kendini bu yaraya da koşulsuz devredemedin, sürekli hesaplar yaptın. Aşk değildi bu. Aşk olsa hesap yapacak mecali kendinde bulamazdın.


Bu kadar hesap yapmaya ne gerek vardı ? Hepi topu aşk işte. Gelir; yaşanır ve günü gelince biterdi.


Başımı sayfadan, bu birbirinden kopuk, hezeyanlı cümlelerden, bu ateş sayıklamalarından kaldırdım. Belli ki ne


aklı ne kalbi Sofya'yı yarı yolda bırakmıştı şimdiye değin, hangi sefere çıksa fatihti o. Bu defa da öyle; onu yarı yolda bırakan kendisi değildi. Ama garip; ne Sofya Settarhan'ın kendisine neden evlenme teklif ettiğini ve o gece o odadan neden çıkıp gittiğini anlayabilmişti; ne de Settarhan Sofya'nın kendisini "ne tür" bir aşkla sevdiğini. Sofya'nın aklı,


Settarhan üzerine dikilmiş bir çift gözü almamıştı, Settarhan da Sofya'nın hesapsızlığını anlamamıştı.


Birini "hancının gözleri" öbürünü "vakti dolunca biter" duygusu sakat bırakmıştı. Azam içinden çıkılmaz bir kuyu gibi kesmişti yolunu Settarhan'ın, Sofya aşılmaz bir dağdı. Azam çok fazla kendisiydi, Sofya ise hiç kendinden değildi. Bu yüzden aşkın kendisini öldüreceğini sandığı anlarda bile Settarhan aşkın ustası değildi. Aşkı, yorumların, akletmenin öldürdüğünü kestiremeyecek kadar da cahildi üstelik. Bunu bu gölge ben gördü de kendileri görmemişti; her aşkın


ı •• i • • w • • •'i •


korluğu gibi.


Yerimden kalktım. Geri çekildim. Daha fazlasını ne okumak ne de bilmek istiyordum. Her şeyin üstesinden gelen Sofya'nın, bu çetrefilin üstesinden gelemediğini, Settarhan'ın gittiğini, bir daha geri dönmeyeceğini çok iyi biliyordum çünkü. Ben bensem eğer, varsam, doğmuşsam bu hikâye burada bitmişti. Sofya, dedemin Rus sevgilisi. Sevgili bile olamamışlardı aslında, içim ezildi. Fikirleri ve inancı gibi neşesinde de aşkında da terkinde de abartılı, her şeyinde saf ve duru, her şeyinde samimiydi Sofya. Eğildim, fotoğrafı yerden aldım. Kısa saçları, duru teni, çekincesiz bakışlarıyla gözlerimin içine bakıyordu. Onu bir daha göremeyeceğimi bilerek fotoğrafı günlüğün arasına koydum. Kırık kanadı üzerine kapadım. Dışarı çıktım.


Kendime geldiğimde rüzgâr, esmeye başladığı yerden devam ediyordu; ve az evvel dallarından kopan çınar yaprakları yere henüz düşmemişti bile. Şoför az ötede arabanın içinden, "Gidelim mi?" anlamında yüzüme baktı. "Gidelim."


Ertesi sabah Anna geliyor, Türkiye'de fark etmediğim sıcacık bir muhabbetle kucaklıyor beni, işin ilginci ben de mukabil bir muhabbet hissediyorum. Gurbette iki hemşehri gibiyiz. Uğuldayan Karadeniz'e karşı, kurşunî bulutların altında kahvaltı ediyoruz. Ben iyice dalgınım, Anna biraz endişeli. "Hocam" diyor, "Hani dinlenecektiniz? Dün akşamüzeri aniden nereye gittiniz öyle?"


Gülümsüyorum, "Sofya'nın kitapçı dükkânına" diyorum.


"Sofya'nın kitapçı dükkânı?" diye soru vurgusunda tekrarlıyor. Türkçeyi sonradan öğrenenlerin ihmal etmediği - dır -dir eklerini yerli yerine perçinleyerek "Öyle bir kitapçı yoktur Batum'da" diye ekliyor.


"Vardır vardır" diyorum. Üstelemiyor.


Bense yorgunu olduğum hikâyelerin artık son fasıla girdiğini içim kanayarak hissediyorum.


O gün öğleye doğru, rivayete bakılırsa Kafkasya'nın en hızlı ulaşım vasıtası olan kırık dökük minibüslerden biriyle Batum'dan Tiflis'e geçiyorum. Anna, beni orada karşılayacaklarını şoföre uzun uzun anlatıyor, vedalaşıyoruz, ve işte yoldayım. Deniz


geride kalmış. Bulutlar dağılıyor. Her cihet yemyeşil. Fakat bu nasıl bir yeşil? Kadife bir örtünün üzerinden güneşli bir zümrüt fışkırıyor. Gürcistan'ın Rusya İmparatorluğu döneminden kalma tek katlı, şirin sayfiye evleri olan daça'lar


dizi dizi yolun iki yanında. Oysa bizi Tiflis'in bunaltıcı sıcağı bekliyor. Unutmadım ki!


Neden sonra evler bitiyor, dağların hükümranlığı başlıyor. Kafkas Dağları. O sırada Yasemen arıyor. Tiflis'e yeni varmış, rehber ve şoförle buluşmuş.


"Hocam" diyor, "Sizi bekliyoruz. Telefonu şoföre verebilir misiniz lütfen, yerimizi tarif edelim? Sizi orada bıraksın."


Telefonu şoföre uzatıyorum. Bir süre gürültülü gürültülü konuşuyor, "Tamam" anlamında başını sallayarak telefonu bana uzatıyor.


• • •


işte oradalar. Uç kişi. Biri Yasemen. Yol arkadaşım, Doğu'nun kapısı.


"Hikâyen bitmedi mi daha?" der gibi bakıyor yüzüme.


"Az kaldı" diyorum içimden, "Hepsini sana anlatacağım ve ilk kez sana anlatacağım."


Dilsiz ağızsız anlaşıyoruz.


Arabaya binip yol alıyoruz bir süre. Sonra bir kenarda durup Kura ırmağının bu kıyısından karşı kıyısına, bugününden dününe bakıyoruz. Tiflis'in de bir Eskişehir'i var ve ben bu şehre daha evvel gelmiştim Settarhan'la. Hiçbir şehre "ilk kez" girmiyorum artık. Yine de kendi zamanımın gözüyle Eski Tiflis'i akşam inerken, güneşin altın yaldızıyla tüllenmiş bir buğu arkasından, simya tozuna bulanmış bir ırmak vadisinde esrarlı parıltılar içinde yüzerken görüyorum ilk kez. Bir rüya olmalı bu. Bu şehir bundan daha iyi bir zamanda ilk kez görülemezdi. Kura vadisinin yamacında basamak basamak yükselen Eskişehir, köprüleri, meydanları, daracık merdivenli sokakları, konik kubbeli Gürcü kiliseleri, dantel gibi oyulmuş ahşap balkonlarla süslü konakları, köşkleri ve hepsinin arasında yükselen Azerbaycan camiinin biricik minaresi ve daha her şeyiyle karşımda uzanıyor.


Hamamın görkemli mavi çini kapısını seçebiliyorum. Settarhan'ın hikâyesine dâhil olduğum zamanda gördüğüm her şey karşı kıyıda hiç bozulmamış, olduğu gibi duruyor. Köprünün meydana açıldığı yerde halı mağazasının yerini bile kestirebiliyorum. Tacir yükünü orada indirmiş, şu dükkâna girmiş, Rus müşterinin basiretsiz hah seçimine burada müdahale etmişti. Zaman diye bir şey yok artık. Bir kez daha Tebriz'den kalkan tacirin izinde, Taht-ı Süleyman'ın örtüsünde saçak uçundayım. Şu yollarda yürüdüğünü, şu köprünün korkuluklarına dayanarak suya baktığını, ırmağın sesini dinlediğini, sülfür kokulu cehennemi kaplıca hamamında 3 numaralı otağı merak ettiğini, hepsini biliyorum. Bir tek şeyi bilmiyorum ama. Bütün ömrümce bilinmesi en fazla gereken şeyleri bilmediğim gibi: Bunca bilgiyi, bunca duyguyu ne yapacağımı.


Ertesi sabah erkenden uyanıyoruz. Rehberimiz ve şoförümüz geliyor birazdan. Şoförümüz Nagzari, Gürcü. Rehberimiz de zarif, incecik, oya gibi Gürcü bir kız, adı Nora. Grupta ben hariç herkes Rusça biliyor; Yasemen hariç kimse Türkçe bilmiyor. Bu durumda Yasemen bana çeviri yapıyor. Fakat yeri gelince hiç konuşmadan anlaşabilmemiz kadar İngilizce, Türkçe, Rusça, Gürcüce kelimelerin havada uçuşmasına da şaşıyorum. Babil Kulesi yeni yıkılmış sanki ve bütün diller koptukları o ilk yere, Adem'in kelimelerine ha bağlandı ha bağlanacak.


Yorucu Tiflis gününün akşamüzeri Yasemen'le baş başa kalıyoruz. Otelimiz Hamamlar mevkiine çok yakın. Keskin bir sülfür kokusu genzime dolarken "Yasemen" diyorum, "Şu AzerbaycanlIların hamamını bir görsek."


Bir saray kapısına benzeyen mavi çinili, görkemli kapıya doğru yaklaşıyoruz. Gülümsüyorum. Hiç değişmemiş, Rusça


kitabe bile yerli yerinde. Yaklaşıp Puşkin'in satırlarını hatırlamaya çalışıyorum.


"Ömrüm oldukça..."


Mırıldanmış olmalıyım ki, Yasemen yanıma yaklaşıyor.


"Hocam" diyor, "Rusça biliyor muydunuz siz?"


"Yo!" diyorum. Üstelemiyor.


İçeri giriyoruz. Şişman, yorgun, boyalı saçlarının dibinden beyazları çıkmış bir kadın, ne istediğimizi soruyor.


"Settarhan'ın yıkandığı odayı görmek istiyorum" desem. Diyemem.


"Puşkin'in yıkandığı odayı görmek istiyoruz" diyorum.


Altın dişlerini göstererek gülüyor kadın. "3 numaralı otağ." "Gelin", dercesine işaret ediyor. Peşine takılıyoruz. Çinili koridorlardan geçiyor, aşınmış mermer basamaklardan iniyoruz. Keskin bir güneş ışığı buzlu camlarda hafifleyerek içeri süzülüyor. Rutubet kokan uzun bir koridorun sonunda bir kapıyı açıyor kadın.


Gülümsüyorum yine. "Hayır, böyle değildi. Yenilenmiş." Ama cehennemi sıcaklıkta, acı kokulu, kurşunî bir su o zaman olduğu gibi şimdi de yerin altından kaynayarak çıkıyor. Bir de yerdeki karolar olduğu gibi duruyor.


Kadın karoları işaret ederek, "Orijinal" diyor. "Biliyorum evet, orijinal." Sıcak ve koku başımı döndürüyor. Dışarı çıkıyoruz. Yokuş üzerindeki çayevine kendimizi atıyoruz.


Ahşap bir masa. Lâtif bir esinti. Porselen çaydanlık, hoş kokulu bir çay, incecik limon kabukları, kesme şeker, ince belli bardaklar, ayva murabbası. Karşımızda Nari Kala. Eski Tiflis'in rüya günlüğünde Settarhan'ın hayal hanesi.


Ertesi sabah Nora, otomobile bindiğimizde, Nagzari'nin bir sürprizi olduğunu söylüyor. Bizi bir yere götürecekmiş ama sonuca güvenenlere mahsus bir ketumlukla neresi olduğunu söylemiyor yaşlı adam. Şehrin meşum sıcağından yavaş yavaş uzaklaşıyor, dağları tırmanmaya başlıyoruz. Çok geçmeden trafiğin uğultusu diniyor, klimayı kapatıp camları açıyoruz. Dağ çiçeklerinin baharlı kokusu, yumuşacık, kuru bir rüzgâr içeri doluyor. Bulutlar top top, dağlar koyu mavi gölgeli. Hava rutubetsiz. Yaşamak tene değiyor, "iyi ki gidiyoruz" diye düşünüyorum, başım dağ havasından esrimiş.


Bir dönemeci dönünce çok eski bir kilisenin eteğine varıyoruz. Sürpriz bu mu? Değil. Hayli basamağı tırmanarak çıktığımız taraçadan karşıya bakınca donakalıyorum. Böyle bir şeye daha evvel tanık olmamıştım, bundan sonra da olamam herhalde. O an için hepimize tanrısal bir bakış bahşedilmiş olmalı.


İki muazzam ırmak; mağrur, asaletli, durgun, sessiz ve çok derin iki ayrı ırmak, şimdiye değin ne yaşamışlarsa nerelerden doğup nerelerden akmışlarsa hepsini arkalarında bırakarak tam karşımızda birleşiyor ve tek bir ırmak halinde akmaya devam ediyorlar. Aldıkları yeni isme bakılırsa en fazla da isimlerini arkada bırakmışlar. Biri Ardahan'dan çıkıp doğduğu toprakları hemencecik terk eden, pasaportsuz, sorgusuz sualsiz Gürcistan topraklarından geçen Kura, diğeri Aragvi. Kura yemyeşil, Aragvi boz bulanık bir mavi, ikisi bir ırmak olduktan sonra bu kez üçüncü bir ırmağa dönüşerek Hazar Denizi'ne dökülmek üzere Azerbaycan'a doğru yol alıyorlar. Bir ırmağın denize dökülme anından daha muhteşem bir şey varsa o da iki ırmağın birleşme anı ve iki büyük ırmak her coğrafyada aynı ihtişamla birleşiyor olmalı. Bu ana tanığım işte.


Kaldığımız otel Eskişehir'de tarihî bir Rus konağı. Ne kadar çok otel odasına girip çıktım bütün bu yolculuklar boyunca dünyanın bana lâzım olan kısmını arşınlarken. Ne kadar çok duvara başımın gölgesini ne kadar çok aynaya suretimi bıraktım. Balkona çıkıyorum. Dantel saçaklar


döşemenin tahtaları üzerine yumuşacık hülyalı gölgeler serpiyor. Serin bir rüzgâr içimi titretirken manasını anlamadığım bir şarkının melodisi kulağıma kadar geliyor. Eski Tiflis'in rüyası devam ediyor. Birazdan kapım vuruluyor. Çay söylemiştim. Pirinç bir semaver değil ama mavi çinko bir demlik bana gülümsüyor. Balkona taşıyorum tepsiyi.


Mavi gül desenli porselen fincana çay döküyorum, incecik kesilmiş bir limon dilimini de içine atıyorum. Renk, koku, tat. Defterimi, kalemimi, teneke hazine sandığımı masanın üzerine çıkarıyorum.


Balkonun hemen önünde dizi dizi kayın ağaçları var. Batmaya duran güneş binlerce yaprağın üzerinde sonsuz aynalar parlatıyor. Kura ırmağı yemyeşil. Bir Doğu ırmağının kıyısında tarifsiz bir sonsuzluk duygusuna kapılarak ben de sona doğru akıyorum. Settarhan'ın ve Zehra'nın ırmaklarının birleşmesinin de yakın olduğunu hissederken içim şimdiden acıyor ve bunu son günlerde daha sık hissediyorum. Bu birleşme, benim onlardan ayrılmam anlamına gelecek. Buna nasıl tahammül edeceğim? Nasıl ayrılacağım onlardan? Ben, bu hikâyeden sessiz sedasız nasıl çıkıp gideceğim?


Teneke hazine sandığıma uzanıp kapağı açarken kayın ağaçlarının parılcaklı yaprakları üzerinden geçen rüzgârın fısıltısını duyuyorum. Kayın. Ne söylediğini işitiyor ama anlayamıyorum; hatırlıyor ama tam olarak çıkaramıyorum. Bakmadığım bir fotoğraf, içine girmediğim bir zaman kaldı. Ağaçlardan biri bir an içinde rüzgârın önünde yarı beline kadar eğilirken Trabzon'daki Taşhan'ın fotoğrafını elime alıyorum. Demek ki Settarhan bu kapıdan içeri girecek. Oysa ben onu Trabzon'a doğru Karadeniz'e açılmış bir motorun içinde bırakmıştım.


10. Kitap KAHVE OCAĞI


Aradaki limanlara uğraya uğraya, fırtınalarla boğuşa yol alan motor Trabzon sularına ancak üç gün sonra öğleye doğru vardı, munis dalgalar üzerinden kaya kaya limanın yanındaki kumsala yanaşmaya başladı. Bir kenti en fazla ele veren şeyle, onun deniz tarafından görüntüsüyle karşılaşırken Settarhan’ın ilk fark ettiği, denizin içinden yükselen sarp kayalıklar üzerindeki kartal yuvasına benzeyen kaleydi. Hiç ara vermeden taraçalar halinde sahile kadar inip kıyıya dayanan, suyla arasına mesafe koymayan bu şehir ne Tebriz’e ne Tiflis’e ne de Bakü’ye benziyordu ama Batum’a benzediği gün gibi ortadaydı. Aynı denizin kıyısındaki bu iki şehirde de bulutlar tam bulut, yeşiller tam yeşil, maviler tam maviydi.


Gerçekten bu kadar güzel miydi? Yoksa ölümü ensesinde taşımış, yazgısız kalmış bir adam olduğu için mi Settarhan’a böyle güzel gelmişti? Fakat bu güzelliğe rağmen ilk anda bile Settarhan, Batum kadar bahtsız bir şehre ayak basacağını anladı. Batum’un alevleri üzerindeydi gerçi ama Trabzon da dumanlar içindeydi.


Kara kumsala ayak bastıklarında Kaptan, "E uşağum” dedi, "Ha şimdi sen Trabzon’da ne yapacasun? Kimin kimsen var midur?”


Settarhan "Yok kaptan” dedi. "Trabzon’a daha evvel hiç gelmedim ki kimim kimsem olsun. Ama fazla kalmayacağım


zaten İstanbul’a geçeceğim.” Aklına kemerindeki pul olmuş rubleler geldi, "Ama bir süre kalmam gerekecek herhalde.”


Kaptan güldü. "Öyle ya" dedi, "Senin paran puldur ha şimdi." Biraz düşündü. "Asmalıkahve’nin Çerkez Arslanbey’ine git. Ortahisar’dadıır. O fukara babasidur. Yardım eder sağa, iş bulur. Muhacirliğe de çikmamiştur."


Settarhan "Muhacirlik mi?" dedi. "O da ne?"


Kaptan gevrek gevrek güldü. "E uşağum senin dünyadan haberun yoktur, he mi?" Muhacirliğin ne olduğunu anlatırken bir yandan da cebinden buruş buruş olmuş bir deste Osmanlı parası çıkarmıştı. "Ha buni da al. Yatacak yer arayisun ya. Oteller de vardıır ama pahalidur olar. Taşhan’da kalursun."


Ayrılırlarken Settarhan "Kaptan" dedi "Senin ismin ne?"


Bu vakte kadar sormak aklına gelmemişti.


"Çemil’dur da benim adum."


Settarhan buruş buruş Osmanlı banknotlarını kemerine sokarken firuze taşlı yüzüğü parmağından çıkardı.


"Çemil Kaptan" dedi.


Kaptan onun sözünü kesti. "Çemil deyıl ula, Çemil. Çemil’dur benim adım."


Settarhan bu düzeltmeye akıl sır erdiremediyse de devam etti.


"Çemil Kaptan, sana iki türlü borçlu kaldım şimdi. Şu yüzüğü al, hiç olmazsa bana verdiğin paraya sayarsın."


Cemil Kaptan parlamıştı aniden. "Uşağum" diye sesini yükseltti, "Pizum kitabumuzda darda kalanın barmağundan yüzuğuni çikarup almak yoktur da! Tak oni barmağına. Pi daha da çıkarma. Ha, darda kalursan da bağa uğra. Ha bu ra 1 a rd ay um."


Firuzesinin rengi solmuş yüzüğü parmağına geçirirken "Çemil Kaptan. Ortahisar. Çerkez Arslanbey. Fukara babası"


diye mırıldandı Settarhan. Fukara, öyle mi?


Beyzade Settarhan şimdi fukara mı olmuştu? Feleğin çemberi yuvarlak, nereye döneceği belli değildi.


Cemil Kaptan’sa bu genç adamın arkasından baktı bir müddet. Başını iki yana salladı. "Heyy!" dedi "Hikmetindan sual olmayan Rabbim, ne hayatlar yaratiyisun." Kayık damına doğru yürümeye başladı.


Taşhan’ın demir kapısını itti Settarhan, avluyu geçti. Hancıya halini anlattıktan sonra, buruşuk Osmanlı paralarından birini uzattı.


"Kaç gece kalacaksın?" diye sordu hancı.


"Fazla kalmayacağım" dedi Settarhan, "İstanbul’a geçeceğim."


"Ben her günün parasını peşin alırım. Sonrasına bakarız."


Hancı şu tek banknottan bile o kadar çok para üstü verdi ki Settarhan, Cemil Kaptan’ın son Batum seferinde kazandığı bütün parayı Karadeniz’in kıyısında, sadece dalgaların ve Allah’ın şahitliğinde çıkarıp kendisine verdiğini hiç bilmese de onun kendisine haylice bir para verdiğini kestirebildi. Kalbi minnetle doldu. Hancı suratsız, açgözlü adamın biriydi ama bu şehir demek ki Cemil Kaptan gibilerin de şehriydi.


"Emanete bırakacak eşyan yok mu Acemoğlu?" dedi hancı.


"Yok" dedi Settarhan, "Hancı" diye de ekledi, "Ben Acem değilim."


Sol taraftaki merdivenden yukarı çıkarak Taşhan’ın otuz altı odasından nasibine düşenin kapısını açtı. Hiçbir şey yapmadan kendini olduğu gibi döşeğin üzerine attı. Ya Rabbi! Bütün bunları yaşamış mıydı? Hiçbir şey hissetmiyordu, sanki bütün bunları başkası yaşamıştı da Settarhan sadece seyretmişti. Sızdı kaldı çok geçmeden. Bütün öğleden sonra ve gece boyunca uyudu.


Ertesi sabah deniz tarafından gelen ışıkla açtı gözlerini. Denizi görmeden kokusunu duydu. Kulağına bir sıcaklık şöhreti çarpmamıştı bu şehrin ama sonbahar ortasında çekilmez, yapış yapış, rutubetli bir Pastırma Yazı karşılamıştı


Settarhan’ı. Pencereden bakınca hemen önde koyu, kara bir kumsalın uzandığını, denizin bir cıva havuzu kadar durgun parladığını gördü. Rengi, kokusu, kumu, çakılı; bu deniz Batum’daki denizdi ama Settarhan, bir daha açılmayacak kapıların gürültüyle kapanışına kulak kabartırken de hayatının arkasında kalan defterin bütünüyle kapandığını hissederken de gülümsedi. Önündeki yepyeni kitaba korkmadan "Merhaba" diyecek kadar gençti şunun şurasında ve zaten burada da kalmayacak, İstanbul’a gidecekti.


Çay ve ekmekten ibaret bir sabah yemeğinin ardından kendisini dışarı attı. Kumsaldan kademe kademe yükselen şehri, onun portakal ve zeytin ağaçlarıyla gölgelenmiş bahçelerini, evlerini, camilerini ve kiliselerini seyretti. Kale etrafından dolanıp limana indi. Uzaktan bir resim gibi görünen liman, yaklaştıkça hareketlenmeye başladı. Gemilere yolcu taşıyan peremeler, arkasında dumanını ve sesini bırakan tek direkli yük motorları, yelkenliler her yandaydı. Liman yatağı kum dolu olduğundan büyük gemiler açıkta demirlemişlerdi. Sandallarla tahliye edilen yolcular yarı bellerine kadar suya giren hamalların sırtında kıyıya çıkarılıyordu ancak. Ama her şeyin evvelinde; bilindik dünyanın en büyük ordusu, bağlı olduğu bir devleti kalmamış, sahipsiz, görevsiz; Trabzon’da en az Settarhan kadar ne yapacağını bilmeden dolaşıp duruyor, Rus askerleri gibi, Rus üniforması içinde tekinsiz işlere bulaşan Ermeni ve Rum çetecileri de gelip kendilerini Rusya’ya götürecek gemileri bekliyordu. Sivil Rumlar ve Ermeniler gibi Çerkezler, İranlılar, Ruslar, Gürcüler de limana yayılmışlardı; Türkler ise azınlıktaydı. Settarhan o zaman "Muhacirlik"in ne olduğunu daha iyi anladı. Kafkas Dağlarının Karadeniz kapısı, sakinlerini nicedir kaybetmişti.


Settarhan limanda epeyce oyalandı. Bir şehrin nabzı limanda atar, damarlarının tümü orada üst üste gelirdi. Orada vururdu hayat, limanın devinimi bir durursa şehir de sönüp gidecek zannedilirdi. Hastalık da sağlık da şehre limandan girer, şehrin nüfusu oradan artar, eksilirse oradan eksilirdi.


Settarhan bu şehrin kaderinde bir değişiklik yapacak değildi gerçi ama kendi kaderinin orada durduğu kesindi.


Kendisi için yeni olan bunca şey arasında tanıdık bir şeye rastlamakta gecikmedi. Sabahleyin günlük güneşlik olan bunaltıcı hava, durup dururken ve vallahi aniden karardı. Bulutlar perde perde, yere sarkacak kadar yaklaştı ve yağmur başladı. Tıpkı Batum’daki gibi.


Acıkmıştı Settarhan. Çamurlu yollar, kırık düzen taşlar, ikide bir insanı tuzağa düşüren çukurlar, moloz dağları, kokular, haşereler, kedi kadar büyük fareler, farelerden korkan cılız kediler arasında yürüye yürüye ne kadar dolaşsa da sadece iki bakkalı açık bulabildi. Rus rublelerini kime uzatsa aynı bıyık altı gülümsemeyle karşılaştı. Haklıydı demek Cemil Kaptan, kimse ona bu paranın karşılığında bir şey vermeye yanaşmıyordu. Bu kez Osmanlı parasıyla ekmek satın alıp Şark Meydanı denilen yerde bir köşeye oturduğunda, soğukkanlılığını korumaya gayret ettiyse de durumunun vahameti içini karattı. Yabancı ellerde bir başına kalmıştı ve hazıra dağ dayanmazdı. Şimdi ne olacaktı?


"Çerkez Arslanbey’in Asmalıkahvesi’ne git" demişti Cemil Kaptan, "Fukara babasıdır."


Taşhan’a döndü. "Hancı" dedi, "Asmalıkahve nerededir?"


"Hangi Asmalıkahve?" diye sordu adam. "Burada yığınla Asmalıkahve var."


"Çerkez Arslanbey’in kahvesi."


"Gel otur hele."


Ertesi sabah güneşle uyandı Settarhan. Dünkü yağmur sanki hiç yağmamış, Pastırma Yazı, bıraktığı yerden devama koyulmuştu. Sağı soluna uymaz, bir kararda durmaz bir şehir! Asmalıkahve’nin yolunu tuttu, sora sora Ortahisar mevkiindeki kahvehaneyi buldu. Ne garip! İran’da tartışmasız


çayhaneydi bu mekânların ismi. Oysa burada çay, nicedir saltanatını kahveye kaptırmış olmalı ki çayhaneler kahvehane diye anılıyordu.


Settarhan asma altındaki içi kuru yaprak dolu kuru havuzu geçerek içeri girdiğinde Çerkez Arslanbey Tebriz işi, çividî bir nargileyi fokurdatıyordu. İsmi ile müsemma, arslanlar gibi bir adamdı. Yetmiş yaşlarında ama sırtı hâlâ dik, göğsü hâlâ geniş, kalbi hâlâ yanardağ alevi gibiydi ve Allah bilir, öyle de ölüp gidecekti; hiç düşmeden, çözülmeden, ezilmeden, yitip gitmeden.


ikisi birbirini karşılıklı süzdüler kısa bir süre, selâmlaştılar sonra. Çerkez Arslanbey; giyimi kuşamı, Türkçesi, iklimi, coğrafyası, dünyası farklı bu genç adama ancak bir erkeğin başka bir erkeği anlayabileceği nazarla baktı, suretten öte manasını kestirebildi. Settarhan’ın sol elinin serçe parmağındaki yüzük, sırtındaki rengi griye dönmüş olsa bile kıymetini saklamayan Isfahan bezi gömlek, belindeki deri kemer ve gümüş işlemeli hançer, ayağındaki bir zamanlar ne olduğunu inkâr etmeyen çizmeler ve bütün bunların üstünde bu bakışlar ve bu duruş, Çerkez Arslanbey’in sıradan olmayan bir delikanlıyla karşı karşıya olduğunu anlamasına yetti. Acem taraflarından olduğu belliydi ama her taş da kendi yerinde ağırdı nihayetinde. Şimdiye değin Çerkez Arslanbey’in Trabzon’da karşılaştığı Acemler, ya tacir ve kervancılar ya da bayram yerinde semaver kaynatan çaycılar olmuştu. Tatlı dilli ama geveze ve mübalâğacıydılar ve bağıra çağıra pazarlık etmekten, sinirlenince papaklarını yere atıp başlarını dövmekten ve küfretmekten başka bir şey yapmazlardı.


Karşısındaki sıradan değildi ama Çerkez Arslanbey’de de sıradan olmayanı fark edecek göz vardı. Bu kahvede


büyümüş, gençliğini burada yaşamış, burada yaşlanmıştı. Kahvehane dünyanın mihveriydi ona göre. Gözünün önünden dünyanın neredeyse bütün insan numuneleri gelip geçmişti ve o artık bir bakışta tanımayı öğrenmişti. Yanılmazdı. İşte karşısında bir beyzade vardı ve feleğin hangi rüzgârının onu bu kapılara attığını sadece Allah bilirdi.


Settarhan’sa onun, yaşını başını almış, görünürde durmuş durulmuş olsa da kalbinde daima bir fırtına taşıyanlardan olduğunu anladı. Çerkez Arslanbey’in bakışlarından geçmişi okumak değilse de tortusunu çıkarmak mümkündü ve o tortu da duvardaki birkaç çerçevede ayan beyan asılıydı. Duvarda, Sohumkale fenerinin bir halk ressamı tarafından boyanmış resmi vardı, hemen yanında, camı hayli tozlu, yer yer güvelenmiş ahşap bir çerçevede Mustafa Reis’in yine bir halk ressamı tarafından acemice çizilmiş hayalî bir resmi. Altta da yine çerçevelenmiş bir destan parçası. Settarhan, göz gezdirdiği mısraları anında tanıdı.


Asmalıkahve’yi ve Çerkez Arslanbey’i sorduğunda geveze hancı akşam Settarhan’ı bir köşeye çekmiş, araya destan parçalarını soka soka bu hikâyeyi anlatmıştı:


Vakt ü zamanında Trabzon’da Mustafa Reis diye bir adam varmış, işte bu Mustafa Reis bir suç işleyerek hapse düşmüş, sonra kaçıp Batum taraflarında bir tür eşkıyalığa başlamış, Trabzon valisinin bütün gayretlerine rağmen bir türlü yakalanamamıştı. Rusya, valiyi telgraflarla tazyik etmiş, diplomatik dille azarlamıştı. Diğer yandan Mustafa Reis, valiye haber göndermişti, "Şayet Sohumkale fenerini çalıp Trabzon’a getirirsem beni affeder mi?" diye. Sohumkale, Karadeniz kıyısında, Batum’un kuzeyinde, fenerinin güzelliğiyle meşhur, Rus egemenliğinde bir şehirdi o zamanlar. "Evet" demişti vali. Sohumkale fenerinin efsanevi güzelliğine, dillere destan şöhretine tamahen mi yoksa bunun zaten imkânsız olduğunu düşündüğünden mi, bunu valinin kendisi de bilmemişti. Fakat Mustafa Reis denizden güpegündüz düzenlediği bir baskınla, Sohum fenerinin kristal, petekli gözünü çalmış, teknesinin sert, ağır brandası altına saklamıştı. Bir deniz fenerinin ışığından mahrum Trabzon’a doğru dalgalarla boğuşurken Rus sakatlarından korkmamış ama Karadeniz’in fırtınasına karşı yüreği ağzında, nihayet sağ salim karaya çıkmış, feneri getirip Güzelhisar’a dikmişti.


Mustafa Reis’i affetmek hiç de zor olmamıştı vali için. O ki, halkın kalbinde zaten çoktan ak paktı. Hani, çoğu İstanbullu, bol rütbeli şu askerî erkândan çekinmese vali, halkın nabzındaki şerbete güvenip Mustafa Reis’i iki gözünden de öpecekti. Çünkü Sohum feneri göz göre göre makamından çalınıp Güzelhisar’daki yerine dikileli beri valinin üzerindeki Rus baskısı bıçak gibi kesilmişti. Bunun üzerine işin keyfini çıkarmak valiye kalmış, "Yaz oğlum" demişti telgrafhanede, ağzı kulaklarına varan yılışık telgraf erini bile azarlamayarak, "Yaz!"


"Hakkından gelemediğimiz için bize sitem etliğiniz Mustafa Ağa işte güpegündüz Sohumkale fenerini çalan Mustafa Ağa’dır." Sonra, "Düzelt oğlum" demişti, "Araya bir kelime ekle. ’Sizin Sohum feneriniz’ diye yaz. ’Sizin’i büyük yaz, iyi okunsun."


Vali, nargilesine kahve, kahvesine bahane eklerken geçkince karısı gözüne huriler gibi görünmüş, kendisini de Taht-ı Süleyman’da saltanatta zannetmişti o gece. Aff-ı şahaneye mazhar olan Mustafa Reis’e haber, kırmızı balmumu ile mühürlü bir kâğıt üzerinde verilmiş, erdemli eşkıyalar zümresinin bu son temsilcisi geçmişinden gerçi


tövbekâr olmuş, rücu etmişti ama o geçmişi hiç inkâr etmemiş, hiç reddetmemişti.


Vali, çoğu zaman yazılı yasalarla vicdanın yasaları arasında geniş bir mesafe olduğunu bilirdi. Hele de o vicdan, halkın tek ve büyük bir yürekte atan vicdanına tercüman olduğunda işte o zaman yazılı yasaları kesip atmak gerekti. Ama iş bu raddeye varınca Mustafa Reis de sözünü tutmuş, en iyi bildiği iki şeyin birinden ebedîyen el çekmiş diğerine sarılmış, kendisine bir kahvehane açarak yaşayıp gitmişti; ta ki bir lokantada yemek yerken beylik bir tabancayla arkasından vurulduğu ana değin. Geçmiş insanın peşini bırakmaz doğru, ama o da arkasında bir efsane, minnetle yâd edilen bir isim, bir de destan bırakarak gitmişti.


İşte şu Çerkez Arslanbey, Mustafa Reis’in kahvehanesindeki "tövbekar" çıraklardan birinin oğluydu ve o da babası kadar düşkündü Mustafa Reis’e. Onun resmini de destanından bir parçayı da kahvenin idaresi kendisine kaldığında duvarından indirmemiş, tam tersine yerine iyice perçinlemişti.


Duvardaki destanın mısralarını mırıldanan Settarhan’a karşısında yer gösterdi Çerkez Arslanbey, alçak hasır iskemleyi ona doğru iterek. Çırağına döndü, yaldızlı Polonya fincanlarına koymasını bakışlarıyla ikaz ederek iki fincan kahve söyledi.


"Gel otur oğul" dedi. "Geleceğini biliyordum. Bir acı kahvemizi iç. Soluklan."


"Geleceğimi nasıl biliyordunuz?" anlamında baktı Settarhan.


"Cemil Reis söyledi. Nasıl düştü yolun buralara?"


Settarhan başından geçenlerin anlatılır türden olan kısmını kısaca anlattı, kalanını içine attı.


"Peki" dedi Arslanbey, "Anlaşılan o ki bir daha geri dönmeyeceksin. O zaman söyle bakalım, elinden ne gelir? Ne iş yapar neye yararsın sen?"


"Ben" dedi Settarhan, "Halıdan anlarım. Halı tüccarıyım."


"Halı mı?" diye dudak büktü Arslanbey. "Buralarda halı işinden anlayan da dokuyan da yoktur. Yani senin tüccarlığın burada geçmez. Başka ne bilirsin, elinden başka ne gelir?"


"Kitaplardan da anlarım az çok. Bir kitapçının yanında çalıştım bir süre."


"Yok" dedi Çerkez Arslanbey başını iki yana sallayarak. "Şehrin en iyi kitapçısı Kitabî Hamdi, o da muhacirlikte. Başka ne bilirsin?"


"Hiç."


Akçeleri burada geçmemiş Settarhan müsaade isteyecekti ki gözü sıra sıra, dizi dizi çay bardaklarına, kazanlara, birkaç semavere, nargilelere ilişince bildiği bir şeyi daha hatırladı. O gece Dağıstanlı Nakşî Şeyhi’nin tekkesinde çaya dair o kadar şey öğretilmişti kendisine. Olur muydu acaba? Geçmez akçelerini geçere döndürebilecek kadar altın bilezik edinebilmiş miydi? Fazla düşünmedi.


"Ben" dedi, "Ben, iyi çay demlemeyi de öğrendim. Bunu da bilirim."


Çerkez Arslanbey bir an düşündü. İranlıların millî bir karakter gibi çay işinden iyi anladıkları herkesçe malûmdu. Bu da onlardan biri, öyleyse neden olmasındı?


Olurdu ama bir sözü vardı; sözü evirip çevirmedi Çerkez Arslanbey.


"Yiğidim" dedi, "Belli ki ne senden bana çırak olur ne benden sana efendi. Her taş kendi yerinde ağır, hallerimiz buna mani. Ama istersen misafirim ol. Yatacak yerin yoktur, paran da pul olmuştur şimdi senin. Sanat kavra, iş öğren. İyi


iştir kahvecilik. Bütün dünya orada çevrilir. Sonra da kendine istediğin işi kurarsın."


Settarhan Batı tarafına, Yoroz dağının arkasından batan güneşe kararlılıkla baktı, değil mi ki kendisini Doğu’nun deniz kapısına muvakkaten bırakacaktı, içinden "istanbul" diye geçirdi. Gözü payitahttaydı, Trabzon yetmezdi, ona İstanbul lâzımdı.


Çerkez Arslanbey’e döndü, "Kalıcı değilim zaten usta" dedi. "İstanbul’a geçeceğim ben. Param da, doğru tahmin ettin, pul olmuştur. Fakat şu süre içinde elimden tutarsan, yol paramı denkleştirebilirsem sana minnettar kalırım, iyiliğinin de altında kalmam. Çalışırım."


Yaldızlı fincanı tabağa bırakırken etraftaki müşterilere göz gezdirdi Settarhan. Birkaç ihtiyar sadece, kiminin bacağı takma, kiminin öksürüğü tutmuş, kimi tümden yitip gitmiş. Gerisi muhacirlikte, Settarhan bunu artık iyi öğrenmişti.


Sonra duvarları, döşemeyi inceledi. Badanası yer yer kalkmış gayrimuntazam duvarda; Mustafa Reis’in, Sohumkale fenerinin ve destan parçasının yanı sıra Venedik işi puslanmış kocaman bir aynaya sıkıştırılmış atını denize süren Fatih, palabıyıklı Yavuz Sultan, Hayber Kalesi, Nuh’un gemisinden başlayarak nam salmış pek çok gemi ve Gülcemal’in resimleri vardı. Halk ressamlarının elinden çıkma imzasız, oransız resimlerdi bunlar. Hepsinin kenarları kıvrılmış, kâğıtları buhardan ve sigara dumanından sararmıştı. Çerkez Arslanbey itibarlı biriydi belli, ama bu kahvehane nereden tutsan elinde kalacak gibi duruyordu. Şu çırak hiç mi eline süpürge almıyordu?


Çerkez Arslanbey’in sesiyle kendine geldi Settarhan. "Haydi" diyordu, "Git eşyalarını getir. Burada kalırsın artık.


Arka tarafta benim çırak Süavi’nin yattığı bir göz oda var. Oraya bir döşek daha attık mı tamamdır."


Ertesi sabah Settarhan peşin ödediği ücreti geri almak için hayli uğraştıysa da sonunda başardı, hancıyla hesabı kapadı, yokuşu tırmanarak güneş daha doğmadan Asmalıkahve’ye damladı. Hiç kimse görünmüyordu ortalıkta. Arka taraftan dolandı, uyumakta olan Süavi’yi, çerçevesine teneke çatılmış kirli camı tıklatarak uyandırdı. Kenarda kıvrılmış duran ikinci döşeğin bundan sonra yatıp kalkacağı döşek olduğunu anladı. Çırak kapıyı açıp da yeniden uyumak için döşeğine yöneldiğinde Settarhan arkasında seğirtti, "Yok" dedi, "Uyku vakti bitti." Ön tarafa geçti.


"Bana bir önlük gelir" diye seslendi uykulu çırağa. Nereden başlayacağını kestirdi.


"Sen" dedi, "Kazanın altını yak, yerleri bir süpür hele. Toz sinsin, ben de ince temizliğe başlayayım."


Asmalıkahve, Asmalıkahve olalı böyle temizlik görmemişti.


Bütün dolapları indirdi, rafları tekmil boşalttı beyzade Settarhan. Açık kapalı, sürgülü sürgüsüz kahve askılarını; ayaklı, minik, pirinç şekerlikleri; semaverleri, bakır tepsileri, küllükleri tek tek ovdu, parlattı, tezgâhın bir yanına dizdi. Ardından porselenlere, camlara geçti. Bardakları, fincanları, sürahileri sabunlu sıcak sularda haşladı, nargilelerin camlarını sildi, marpuçları temizledi. Lâmbaların isli şişelerini parlattı. Şimdi yerleştirmeye sıra gelmişti.


Porselen şekerlikleri, üzerindeki türlü resimleri -gül buketi, papatya demeti, karanfil bahçesi- ön tarafa çevirerek bir araya yerleştirdi. Kırmızı beyaz şeritli çay tabaklarını -kırmızı demi


daha iyi gösterirdi-, kulplu kulpsuz, tabaklı tabaksız, metal zarfların içinde ya da zarfsız porselen fincanları; mavi beyaz, geniş ağızlı Mekke fincanlarını bir bir dizdi raflara. Ihlamur rengi limonata bardaklarını, gül rengi şerbetlikleri, uzun boyunlu geniş karınlı, yaldız işlemeli, resimli ya da kesme veya sade cam sürahileri daha yüksek raflara kaldırdı; onlar yaz gelince alt raflara alınacaktı. Çay ve kahve kavanozlarını, yeri geldiğinde semaverdeki suya ya da doğrudan çaydanlığa ilâve edilen karanfil, tarçın, gül, yasemen, vanilya, kuru portakal ve limon kabuğu kavanozlarını -çoğu boştu- ocağın arkasına sıraladı. Bakır cezveleri, pirinç kahve değirmenini, olur ya kıtlama içecek İranlılar, Azerbaycanlılar için kelle şekerden parça koparan kerpetenleri ahşap dolabın yan tarafına çaktığı çivilere astı. Maşaları da yanına sıraladı.


Başını kaldırdı, etrafına baktı. Uykusu hiç bitmeyen çırak ortalığı eh işte, süpürüp silmişti ama camlara, duvarlardaki çerçevelere, koca aynaya bile el değmemişti. Çerçeveleri yerinden indirdi bir bir Settarhan. Tam ortadaki Venedik işi billur aynaya sıra gelince, "Ya Allah!" Alt köşelerinden tuttu, yüklendi. I-ıhh! Yerinden oynayacak gibi değildi. Bir daha. Olmadı. Battal bir şeydi. Şimdilik vazgeçti. Önce şu indirdiği çerçeveleri temizleyip parlatsındı, Venedik işi aynanın zamanı da nasılsa gelirdi.


"Süavi" diye seslendi, "Eski gazeteler var mıdır?"


Çırak "Orada Settarhan Ağa" diye seslendi, "Tezgâhın altında."


Birbiri üzerine yığılmış, zamanı geçmiş gazetelere uzandı Settarhan. Biriyle duvardaki büyük aynayı parlattı, diğeriyle camları. Derken harfler değişti, Rus alfabesiyle yazılmış Voenniy Listok adını okuyabildi. Bakü’den dönerken ara istasyonlardan birinde karşılaştığı matbaa işçilerini hatırladı


Settarhan. Demek bizim matbaa işçilerinin eli bu nüshaya değmişti. Gazete tomarını karıştırdı, üç nüsha daha. Acaba tastamam kaç sayı çıkarmışlardı? Çok uzakta kalmıştı o günler, sanki hiç yaşanmamıştı. Ama Sofya’yı düşününce Settarhan’ın içinde bir acının ucu büküldü. Ah Sofya! Acaba ne haldeydi? Konuşmaya başlamışlardı ama alfabeyi bir türlü geçemem işlerd i.


Öğleye doğru iş bitmişti. Birkaç ihtiyar, kimi içeride, kimi çardağın altında, örselenmiş bir sorgun ağacının üzerine eğildiği kuru havuza karşı masalara kurulmuştu çoktan. Kasım ayının eğik güneşi temizlik kokan irili ufaklı, parıltılı eşyayı ışıltıya boğarken Settarhan ilk çayını demledi. Çayın kokusu kıvrımlı bir bulut halinde kahvehaneyi dolaştı, kapıdan çıktı, asmanın altına kadar yayıldı; omuzları, kulak kıvrımlarını okşadı, burunlardan içeri genizlere sızdı, damaklara sindi. O esnada Çerkez Arslanbey kapıdan girdi, bundan daha iyi bir vakitte gelemezdi. Şaşkınlıkla bakındı etrafına. Başarıdan pay kapmaya kalkışan çırağın ensesine hafiften bir şamar indirdi. Çardağın altında çividî nargilesinin başına oturdu.


Settarhan, askıya beş çay koyup da çardak altına doğru yürümeye başladığında derin bir Besmele çekti. Üç bardak çayı tabağından kavrayarak ilk masaya bıraktığında, "Afiyet olsun ağalar" diye mırıldandı. Ağalar, onun kırık şivesi gibi giyimini de yadırgamadılar, Trabzon bu ahaliye alışıktı ama bunun duruşunda, bakışında bir başkalık vardı. Manalı bir bakış gönderdiler birbirlerine. Kaderin fırlattığı taş havada bambaşka taşlarla çarpışırken kendi âlemlerine daldılar, Umumî Harb’in "gitti de dönmeyiverdi" yiğitlerine, Trabzon’un ahvaline dair kederli bir sohbete başladılar. Settarhan masanın başında bir an dikildi, kulak kabarttı.


"Ruslar gider yakında, adı batası Rum ve Ermeni çeteciler de. Muhacirlerin dönmesi yakındır. Ama acaba gidenlerin kaçı geri dönebilecek?" diyorlardı.


Tam o sırada Çerkez Arslanbey’in sesini işitildi.


"İki çay, Settarhan" diyordu, "Biri sana biri bana. Hele sen de gel şöyle yamacıma."


Çaylarını içmeye başladıklarında Çerkez Arslanbey "Settarhan" dedi, "Sana birkaç nasihatim var. Sakın üstüne alma, yanlış anlama, sözüm ortayadır. Ben bugün var yarın yokum. Öğütlerime kulak asarsan rahat edersin."


"O nasıl söz ustam?" dedi Settarhan, ağız dolusu "ustam" demişti. "Allah geçinden versin. Senden gelecek her nasihat bana hazine değerindedir. Söyle."


"Settarhan, kahvehane mahallenin kalbidir. Kahve çalıştırmak da o kalbe kan devretmektir. Herkes kahveci olamaz çünkü sadece çay demleyip askı çevirmekle kahveci olunmaz. Bu işin edebi âdabı, usulü erkânı vardır. Bu meslek yiğitlik, gözüpeklik, namuskârlık, himayekârlık ister. Yeri gelir fukara babası, yeri gelir mahallenin kabadayısı olmak ister."


"Başım gözüm üzere."


Çerkez Arslanbey devam etti:


"Bak Settarhan, çayı iyi bildiğin, kahvenin dilinden anladığın muhakkak. Masa kurmayı, sandalye dizmeyi, nargile dağıtmayı da biliyorsun besbelli. Tömbekilerin arasında dolaşıp kor beslerken gözünün biri demlediğin çayda öbürü nizamda intizamda olacak, bu da şimdiden belli. Ama unutma, arasında gezdiğin, üzerine eğildiğin masalarda dilsiz, ağızsız ve de kulaksız olacaksın. Kimsenin konuştuğunu ne duyacak ne de duyduğunu anlatacaksın, iyi çay demlemek,


kallâvi kahve köpürtmek kadar kahveciliğin bir şartı da budur."


Settarhan utandı. İşte bunları Nakşî dergâhında kendisine öğretmemişlerdi. O kadar düzgündü ki tekkenin odunları, eğri odunun uyarısı bile o kapının arkasında yapılmamıştı.


Birkaç gün sonra "Ağam" dedi Settarhan, "Kazanın musluğu kaynak yerinden aşınmış, tamir edilmeli. Semaverlerinse çoğu iş görmez halde." Daha fazlasını saymasına fırsat bırakmayan Çerkez Arslanbey cebinden birkaç para çıkardı.


"Acemoğlu" dedi, "Bizim dükkânlarımız nicedir kapalı, farkındasındır. Ama yarın sabah çarşıya in. Açık yer bulabilirsen ve tabii o dükkânlarda dişe değer bir mal kalmışsa bir şeyler al bakalım. Kazanı da götür, tamir ettir."


"Baş üstüne ustam" dedi Settarhan. Bir an durdu, ekledi, "Ama ustam, ben Acem değilim."


Değildi. İran Azerbaycam’ndaki bütün Türkler gibiydi. Oysa işte burada herkes onu coğrafyasıyla tanıyor, öyle çağırıyordu. Ne garip, İran’da Türk’tü burada Acem!


Çerkez Arslanbey güldü Settarhan’ın sırtını sıvazlarken.


"Burada" dedi, "Oğul" diye ekledi, gönlünü kırmaktan korkmuştu Settarhan’ın. "Oğul, biz burada İran toprağından gelen her şeye Acem deriz. Türk de olsa Fars da olsa Kürt de olsa." Güldü. "Orada pişirilen pilav da orada dokunan halı da Acem’dir bu vüzden. Sen bana aldırma."


Gönlünü almıştı ya iki dakika sonra binbir türlü meselenin döndüğü zihninden bu gönül almanın hatırası uçup gitti, Çerkez Arslanbey, Settarhan’a yine ağız dolusu "Acemoğlu" dedi.


"Açık yer bulabilirsen!" Çerkez Arslanbey’in ne demek istediğini biliyordu bilmesine de kazanı yüklenip çarşıya inince iyice anladı Settarhan. Mumhane kapısından başlayarak kademe kademe yükselen, eğimli, merdivenli bir çarşıydı Trabzon çarşısı. Yokuş aşağı yokuş yukarı indi çıktı. Fakat evet, dükkânların çoğu kapalıydı. Bir kısmının kilitleri kırılmış, içinde ne var ne yok yağmalanmıştı. İran’ın kıymetli halılarından, İsfahan’ın nadide kumaşlarından, Halep’in sabunlarından; Diyarbakır’ın, Bursa’nın paha biçilmez taşlarından; antika silâhlar, değerli paralar, değişik hayvanlar, papağanlar, tilkiler, maymunlar, kuşlardan eser yoktu; metalar gibi


bezirganlar ve müşteriler de yok olmuştu. Nalıncılar, nalbantlar, kuyumcular, terziler, şekerciler, lokmacılar, kavurmacılar, çizmeciler, bakırcılar sırra kadem basmıştı sanki. Aynı anda hem dayanıklı hem güzel oldukları için istanbul’da bile servet eden kama, saldırma, karakulak gibi Sürmene bıçakları bile nicedir görünmüyordu. Sadece kahvehaneler her yerdeydi ve kendilerine bir fenalık yapılmayan köpekler hiçbir şeye aldırmadan yarı aç yarı tok yolun ortasına boylu boyunca serilmişlerdi, her zamanki gibi.


Settarhan tek tük tokmak seslerinden bakırcılar çarşısına yaklaştığını anladı, o zaman adımlarını yavaşlattı. Kalayın acı kokusuna aldırmadan, açık bulduğu dükkândan içeri girdi, ağır kazanı tezgâhın üzerine bıraktı.


Tamiratın bitmesini beklerken hoşbeş ettiler biraz; kalaycı, iki dakikada ifadesini almıştı. Settarhan tepsi, maşa, askı sordu.


Kalaycı "Kahvehane malzemesi” diye dudak büktü, "Bu yoklukta nerdeee? Ama bak, iki sokak ötede Acem bir kahveci vardır, tezgâhını dağıtacaktı duyduğum kadarıyla. Memleketine dönecekmiş. Ona bir uğra bakalım. Belki aradığın eşyaları sana satmayı kabul eder."


Settarhan, bakır kazan sırtında, iki sokak ötede Acem’in Kahvesi’ne gitmek üzere dükkândan çıktığında bakırcı arkasından bağırıyordu:


"Haydi bakalım Acemoğlu, kısmetin bol, çayın demli, kahven okkalı olsun. Bahtın, yolun, kalbin açık olsun."


Bu güzel dua Settarhan’a bu gurbette, bu gariplikte öyle iyi geldi ki. Ölümü ensesinde taşımış bir adamı bağrına basan bu şehrin kalbi tertemizdi. Yine de "Bak kalaycı, ben Acemoğlu değilim" demek ihtiyacını hissetti.


Acem’in Kahvesi iki sokak ötedeydi ve daha içeri girmeden bile Settarhan buranın İran’daki çayhanelerle aynı kumaştan dokunduğunu fark etti. Kazanı sırtından indirdi, kapıdaki peykelerden birine oturdu. Sırtını tanıdık Tebriz halılarından birine yasladı, elini yer yer dökülmüş düğümlerin üzerinde gezdirdi. Gevrek, pürüzlü bir sesin, bir Hafız gazelinin Farsça sözlerini mırıldandığını işittiğinde ise gözlerini kapadı.


Neden sonra içeri girdiğinde posbıyıklı Nasreddin Şah’ın duvara yapıştırılmış malûm portresiyle karşılaştı. Koca Settarhan, İran’da iken hatırasını hiç de minnetle yâd etmediği Nasreddin Şah’ın resminin önünde utanmasa hüngür hüngür ağlayacaktı.


Sırtında vezneli çuhası ile Acem kahveciyi görünce, "Gerçekten İranlı mı acaba?" diye düşündü, "Yoksa İran toprağının hepsi de birbirine benzeyen yetmiş iki milletinin birinden mi?"


Ne fark ederdi? Bir zamanlar onunla aynı göklerin allında aynı toprağın üzerinde nefes almıştı bu adam, Zayende Irmağı’nı görmüş, Sehend Dağı’nı tırmanmış, İran’ın kavurucu yazlarını, dondurucu soğuklarını yaşamış, Hafız’ı ezberlemiş, Şehname’yi dinlemişti. Taziyede, mersiyede, Muharrem’de o da içini parçalamıştı.


Acem kahveci az evvel cam bir bardağın yarısını sıcak suyla doldurmuş, şekerini karıştırmış, dinlenmeye bırakmış, şimdi üzerine ağır ağır demi ilâve ediyordu; iki renkli bir bardak, yarısı su rengi yarısı çay rengi. Başını kaldırdı. Bütün yüzüne yayılan geniş bir gülümsemeyle ve gevrek bir sesle heceleri uzata uzata önce "Hoş amedîîî hoş amedîîî!" dedi, ardından Türkçe "Hoş gelmişsen. Buyur, gel içeri."


Sonra da Farsça bir mısra mırıldandı:


Hafız, kederlenme. Ulu Tanrı bir kapıyı açmadıkça bir kapıyı kapamaz.


Settarhan daha fazla dayanamadı. Acem kahvecinin ellerine, boynuna sarıldı.


Settarhan o gün oradan Acem kahvecinin neredeyse yarı eşyasını yüklenerek ayrıldı. Çerkez Arslanbey’in verdiği paranın üzerine kendi parasından da eklemişti ve Acem kahveci askıyı, şeker kerpetenini, bakır semaveri, Erzincan işi nakışlı tepsileri ve daha nice ufak tefeği ucuza vermişti. Ama en önemlisi Settarhan’a akıl vermiş, Iran konsolosuyla görüşmesini öğütlemişti. Eğer buraya yerleşecekse ona bir hüviyet, vatandaşlık gerekti. "Allah koysa ben haftaya Tahran’a dönüyorum" demişti ayrılırlarken, "Seninse gecen günün hayra kalsın."


Settarhan hiç vakit kaybetmedi, hemen o gün İran Konsolosluğu’nun yolunu tuttu. Lütfullah Bey’le karşılaştığında onun gözlerinin içine baktı kalbi titreyerek. Gören gözlerin hatırına sevdi o gözleri. Mademki bu gözlerde de tıpkı Acem kahvecinin gözleri gibi vatanının göklerine dair bir görmüş görülmüşlük vardı, mademki aynı göklere bakmış aynı topraklara basmışlardı. Sehend Dağı’nı,


Demavend Tepesi’ni, Tebriz’i görmüştü ya bu gözler, başka hiçbir şey görmeseler bile öpülmeye değerlerdi. Lütfullah Bey ise "Çözgel dağlar" diyen bu bakışları iyi tanırdı; konsolosluğun kapısını çalan hemşehrilerinin çoğu böyle bakardı. Hüviyet çıkarmak isteyen bu genç adama yol gösterdiyse de Trabzon işgal altındaydı hâlâ, üstelik Settarhan’ın pasaportu bile yoktu; yani uzundu iş, sonuç ancak aylar sonra alınabilirdi. Fakat Lütfullah Bey, haftada bir gün hiç aksatmadan kendisine uğrayan Settarhan’ı o kadar sevip sahiplendi ki bu ziyaretler kalemleri, büroları aşıp ev kısmına, yemek sofrasına kadar uzandı.


Şehre kervan konmuştu, birkaç gün kalıp yoluna devam edecekti şunun şurasında. O süre içinde Settarhan her gün Şark Meydanı’na gitmeyi alışkanlık edindi ama onun asıl görmek istediği sorguçlu rahvan develer değil mağrur kervancılardı. Bir köşeye çekiliyor, kervanı bir süre uzaktan seyrediyor, Acem ya da Azerbaycanlı kimi gözüne kestirirse yanına yaklaşıyordu. Kimi hoşsohbet çıkıyordu bunların, Tebriz’den ufak tefek haberler veriyordu; kimi de ağzını bıçak açmaz suratsız adamlar oluyordu. Yine de Settarhan, gözlerine hasretle bakıyordu kervancıların, her İranlıya baktığı gibi. Hayret! İran toprağını bu kadar özleyeceğini tahmin etmemişti hiç. Taşhan’a indiği gün, arkasındaki kapıların gürültüyle kapandığını işittiğinde önünde açılan yola güvenmiş, kendisinde o yolu yürüyecek gücü hissetmişti. Değişen bir şey yoktu haddizatında, Settarhan yine o Settarhan’dı ama şu hasret burnunun direğini böyle sızlatmasaydı. Dönmek? Hayır, mümkün değil. Sadece istanbul’a geçmek hayali. Bir tek ona tutunuyor, ona güveniyordu, istanbul’a gidebilse sanki Tebriz’i de özlemeyecekti Taht-ı Süleyman’ı da.


Böyle bir günde sadece konuşabilmek emeliyle kervancılardan birine yaklaştı. Lâf olsun diye, yükleri arasında çayhane malzemesi olup olmadığını sordu. Kervancı ilk anda tersledi Settarhan’ı.


"Biz toptancıyız. Siparişlerimizin adresi bellidir. Kervan yükü perakende açılır mı hiç? Bir de İranlı olacaksın, hiç mi dünya görmedin?"


Settarhan acı acı gülümsedi, kervan yükünün yol ortasında açılmayacağını bilmez miydi hiç? Ama şu kervancı, işte o Settarhan’ın derdini bilmiyordu. Adam devam etti:


"Çayhane malzemesi istiyorsan aha bak, şuna git." Eliyle iki deve ötedeki adamı gösteriyordu. "O, İstanbul’dan sana istediğin malzemeleri alır, dönüşte de teslim eder."


Settarhan biliyordu ki bir kervanın yolu eğer İstanbul’a uğramazsa o yolculuk tamamlanmış sayılmazdı ve bir çayhanenin ihtiyaç duyabileceği her şey de İstanbul’da Vefa Hanı’yla Vezir Hanı’ndaydı. Siparişlerini Acem devecinin kulağına sıraladı. "İstanbul’a gittiğin zaman" dedi "Vefa Hanı’na, Vezir Hanı’na uğra. Malzemenin bedelini döndüğünde öderim ama senin zahmetinin karşılığı peşin." Acem’in avucuna birkaç kuruş bıraktı.


"Dönüş ne zaman?" sorusuna verilen cevapsa ne kadar uzaktı.


Çesud! Ne çare! Beklenecekti.


O    gün Şark Meydanı’ndan Asmalıkahve’ye dönerken Settarhan yolunu uzattı, Zağanos köprüsüne çıktı. Daha evvel de geçmişti bu köprünün üzerinden fakat etrafını hiç mi görmemişti? Çünkü köprünün çıkışındaki büyükçe binanın kapısı üzerindeki tabelâyı işte ilk kez şu an fark etmişti. Okudu gördüğünü:


"Bakii Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi Trabzon Şubesi"


Hiç düşünmedi. Kapının önünde bile hummalı bir faaliyetin ortasında koşuşturup duran adamlara doğru ilerledi, içlerinden birinin yüzüne heyecanla baktı. Hafızası Settarhan kadar kuvvetli değildi Mehdi’nin ama Settarhan, yol arkadaşını anında hatırladı.


Haklıydı Hafız; Allah kapadığı kapılar sayısınca yenilerini açıyor olmalı ki Settarhan bir türlü içine giremediği Cemiyet­


i    Hayriye kapısına doğru ilk adımını attı. Mehdi’nin gözlerinde İran toprağına dair bir görmüş görülmüşlük olmasa da Hayır Cemiyeti’nin eline elini kattı. Settarhan’ın enderunu Asmalıkahve kadar Cemiyet-i Hayriye kapısına da açılacak kadar genişti en nihayetinde.


Settarhan’ın gelişiyle Asmalıkahve’nin çayının kalitesi değişmiş, kazan çayının yerini semaver çayı almıştı. Arka arkaya üç bardak içilip de rengi ve kokusu hâlâ değişmeyen, bulanmayan, bozulmayan bir çay! Semaverin kazanına birkaç karanfil tanesi ya da üç beş kekik yaprağı atarak kaynattığı su, demliğin bakır değil ille de porselen olması, bir büyücü gibi ciddiyetle çay harmanlaması, semaver kullanmıyorsa bile ille de demliği ateşten uzak tutması, çayı haşlamaması... Bunları yapan başka kahveciler de vardı ama Settarhan’ın çayında başka bir şey vardı ve Trabzon şehrinde bir eşi menendi daha yoktu bunun.


Asmalıkahve’nin döşemesi de Settarhan’ın Trabzon’a ayak uydurmasına denk olarak değişti. Onun parça parça bulup topladığı, ölesiye pazarlık ettiği çivit mavisi (Nişabur’un çividi), lâl kırmızısı (İsfahan’ın gülleri), çöl sarısı (Tebriz’in güneşi) nargileler dizi dizi kahvehanenin bir köşesine sıralandı. Sipahi pazarından güç belâ üç beş halı topladı.


Hasır iskemleler, alçak masalar artık yetmez olmuştu, Settarhan İran işi üç peyke çattı, çardağın altına attı. Çardak


altındaki kör havuzun içini döşeyip taşıma suyla doldurduğunda, nicedir "Haftalığını sakla Settarhan, harcama" diye söylenen Çerkez Arslanbey bile onu takdir etli. Yaz gelince şu havuz, şu berrak su cana can katacaktı besbelli. Doğrusu Acemoğlu kaşla göz arasında bir Acem bahçesi kuruvermişti. Settarhan’a gelince, gözlerini kapasa kendisini Tebriz’de sanacaktı.


Neticede Settarhan’ın şöhreti kısa sürede arttı, kırk yıllık Asmalıkahve’nin adı günden güne "Acemoğlu’nun Kahvesi"ne çıktı. Her defasında "O Acem değil" diye düzeltmek Çerkez Arslanbey’in üstüne vazife olduysa da baş başa kaldıklarında o da ağzından sık sık aynı lâfı kaçırdı: "Acemoğlu."


Settarhan da artık düzeltmekten, surat etmekten yoruldu.


Nice zaman sonra bir gün Settarhan akkor haline getirdiği kömürü semaverin haznesine koymaya hazırlanıyordu ki o kadar aşina olduğu çıngırak seslerini işitti önce; sokak taşları üzerinde develerin yeknesak ayak sesleri, öfkeli homurtuları, kervancıların bağırış çağırışları ardından geldi.


"Geldiler" diye geçirdi içinden. Suyun kaynamasını sabırsızlıkla bekledi, porselen demliğe çay koydu, semaverin musluğu allında gezdire gezdire üzerini doldurdu. İçindeki ses "Dur" dedi, durdu. Önlüğünü çıkardı, tezgâhın üzerine bıraktı. Ellerini bir peşkire sildi. "Çayı, çökmeden açma sakın." Süavi’yi tembihleyerek Şark Meydanı’na doğru yollandı.


Kolunda büyükçe bir bohça ile geri döndüğünde güneş yolu yarılamıştı çoktan. Yükünü tezgâhın altına, basma perdenin arkasına itti. Ocağın başına geçti, akşamı zor etti. El


ayak çekildikten sonra yerleri süpürmeye başlayan Süavi’yi "Süpürgeyi ıslat" diye azarlasa da üzerinde fazla durmadı, bohçasını çözmeye başladı.


Önce büyük resmi duvarın orta yerine kara zamkla yapıştırdı. Süpürgeyi bırakarak yanına yaklaşan çırak, ağzı bir karış açık, "Settarhan Ağa" dedi. "Bu kim? Bıyıkları ne kadar da büyük."


"O, Nasreddin Şah" derken acı acı güldü Settarhan. Sıla derdine düşmeden önce, Nasreddin Şah’ın resmini bir gün duvarına iliştireceğini tahmin bile edemezdi. Ama bu Nasreddin Şah da o Nasreddin Şah değil, şahlarla sultanların cirit oynadığı masallar âleminden kalma bir hatıraydı sadece. Çay geleneğinde kendisi olmaktan çıkmış, bütün şahları temsil eden bir surete dönüşmüştü.


"Sizin şah da İstanbul’daki bizim padişah gibi mi?" diye soran Süavi, cevabı beklemeden ikinci resme gözlerini dikmişti. Bir cengâver bir canavarla boğuşuyordu. O sormadan Settarhan cevapladı:


"Bu" dedi, "Sührap. Boğuştuğu da yedi başlı ejder."


"Behram’ın ejderhayı kovalaması", "İsfendiyar ile ejder", Kerem’in Aslı’yla, Şah İsmail’in Gülizar’la buluştuğu bahçe köşeleri bir bir yerlerine yapıştırıldı. "Rüstem’in atı" Venedik işi aynaya iliştirildi.


Süavi "Vay!" dedi "Ne güzel at bu. Adı nedir?"


"Serbülend" diye mırıldandı Settarhan.


"Serbülend mi? Hiç öyle at ismi olur mu?"


"Olur."


Süavi; Nasreddin Şahlı, ejderhalı bir rüya uykusuna geçtiğinde Acem baskısı diye şöhret bulmuş bu levhalara uzaktan bakan Settarhan’ın yüzünde geniş, aydınlık bir gülümseme belirmişti. "Acem işi işte", her şeyi birbirine karıştırmış, Settarhan’ı avutmuşlardı bir yandan ama diğer yandan kanatmışlardı. En son taşbaskısı bir İstanbul manzarasını en görünür yere astı Settarhan. Bir halk ressamının elinden çıkma acemi bir resimdi bu da. Ama olsun, camileri, sarayları, tepeler üzerindeki fıstık çamları ve Boğaz’ı ile İstanbul hatırasıydı.


Ertesi sabah Settarhan, semaveri, kazanı yaktıktan sonra Farsça bir beyti de eliyle


bir kâğıda yazıp Venedik aynasının kenarına iliştirdi:


S


ây-ı mâ hoşgüvâr-ı şîrînest ün ki leb-i lâl-i yâr rengînest


O sırada Çerkez Arslanbey geldi.


"Söyle bakalım Acemoğlu, ne diyor burada?"


"Çayımız lezzetli ve güzeldir çünkü yârin lâl renkli dudağıyla aynı renktendir."


Çerkez Arslanbey, Trabzon’un yakında Ruslardan temizleneceğinden umutlu, çayhanesinin Acem işi olsa da yeni çehresinden, şöhretinden mutlu, bağdaş kurup peykeye oturdu. Bir arslanın pençesine benzeyen elini kaldırdı.


"Süavi" diye seslendi. "Settarhan Ağa’na söyle, iki çay alıp gelsin." Ciddi şeyler düşündüğü yüzünden belliydi.


Settarhan gelince, "Olur" dedi. "Hele karşıma otur şöyle." Ağır, düşünceli bir sesle:


"Settarhan" dedi, "Seni göstermelik aldıydım bu işe, ne yalan söylemeli. Darda kalmışın elinden tutmak lâzım gelir diye. Zaman içinde eğitilirsin, elinin hamlığı kırılır zannettimdi. Öğretirim diye düşündümdü. Ama gördüm ki sen bu işi öğrenmeye değil bize öğretmeye gelmişsin. Sen bu


işin ehlisin. Sen geleli kahvehanemin çehresi de değişti, müşterisi de arttı. Temizlendi, paklandı."


Settarhan "Aman ustam" demek istediyse de Çerkez Arslanbey elinin işaretiyle susturdu onu.


"Şimdi diyeceğim o ki, gel, İstanbul’a gitme. Burada, benim yanımda kal. Temiz adamsın besbelli, kalbin gani, gönlün fazilet denizi. Düşenin halinden ancak düşenler anlar. Gerçi benim düşmüşlüğüm yok, evvelim de ahirim de bu kahvehanedir benim ama halden anlayan adamım. Çıraklıkta, yamaklıkta ziyan olma, İstanbullarda kaybolma."


İnsanların insanlara güvenmek için senet sepet istemedikleri zamanlardı, niyetini açıkladı:


"Gel, benim ortağım ol. Sermaye de istemem senden. Bildiğini koy ortaya, yeter. Benim artık her an bu tezgâhın başında duracak halim de vaktim de yok."


Çayından bir yudum daha aldı, "Beyzadem" dedi ağız dolusu. Karşısındakine, tanığı olmasa da varlığından emin olduğu değeri bir yerlerden bulup vermişti. Şu delikanlı belli ki kaderin rüzgârında savrulup buralara düşüvermiş biriydi. Her taş kendi yerinde ağır olsa da denklerdi bundan böyle.


"Beyzadem" diye bir kez daha üsteledi. "Bırak şu gitmek


• • • fi


işini."


Settarhan "Ustam bağışla" dedi onun ellerine sarılırken, "İstanbul’a gideceğim ben."


Çerkez Arslanbey, Settarhan’ın düzgün yüz çizgilerine, geniş alnına, gözlerindeki


kararlı bakışa, biçimli ellerine ve sol elindeki yüzüğe baktı. Firuzenin rengi soluklu ve Settarhan her an gidecek gibi duruyordu.


Tiflis’teki otelin balkonunda kendime geldiğimde rüzgârın önünde secdeye varmış kayın ağacı belini doğrultmamıştı daha ve güneş, yapraklar üzerindeki binlerce aynasını ışıldatmaya devam ediyordu.


Havalimanındayız. Bu gece ben İstanbul’a, Yasemen Bakü’ye dönüyoruz. Benim uçağım üçte, Yasemen’inki ise birde. Bu kez "Gelecek yaza" demeden ayrılıyoruz. İçim eziliyor. Bu şefkatli gözleri, bu Azerbaycan lâlesini bir daha görecek miyim?


Yasemen’i yolcu ettikten sonra bir kafeteryada uzak bir masaya çekiliyorum, kendime bir kahve söylüyorum. İki saat. Uzun zaman. Teneke hazine sandığımı çıkarıyorum. Bütün fotoğraflara bir bir bakıyorum yeniden. Şunlar "Eski Ev", "Balkan Seferberliği Günü Meydan", "Gülcemal Vapuru", "Hamidiye Etfal Hastanesi", "Taşhan". Şunlar Nizam’dan aldıklarım "Sofya", "Sofya ve Settarhan". Şu Yezd’deki otelin duvarında rastladığım; "Semaver Önündeki Settarhan".


Geriye, zamanına girmediğim bir fotoğraf kalmamış. Ama ırmaklar henüz birleşmedi, Settarhan Trabzon’a ayak bastıysa da Zehra muhacirlikten henüz dönmedi. Ve dahi isimlerini henüz aynı bölüm içinde zikretmedim ben onların. Bir fotoğraf eksiğim var demek ki. Ya da bir fotoğrafa bir daha bakmalıyım. "Eski Ev" fotoğrafını elime alıyorum, bu eve dönecekler öyleyse. Büyükhanım şu bahçe duvarının üzerine bir daha oturacak olmalı. Yoksa bu hikâye eksik kalır.


Garson kız kahvemi getirmiş. Gülümseyerek eğiliyor masamın üzerine fincanı bırakırken.


Bense kendimi eski zamanda buluyorum.


11. Kitap GÖLGE SABAHI


Şubat'ın yirmisinden sonra Erenköyü'ndeki evde üç gece üst üste hepsi de feraha dair rüyalar gördü Büyükhanım. İlkinde bembeyaz bir elbise giyiyordu, telli pullu; İkincide berrak mı berrak bir suda kulaç atıyordu. Suyun dibindeki kumlar altın tozu gibi parıldarken bütün kirlerini akıtıyordu üzerinden Büyükhanım ama su berraklığından bir şey kaybetmiyor, damla bulanmıyordu. Üçüncüsünde bir duvar aynasına bakıyordu. Kaşlarının arası tüylerle kaplanmış, kıllar gözlerinin üzerine kadar inmişti. Cımbızla hepsini tek tek alıyor ve hiç acı duymuyordu. "Tövbe estağfirullah!" diyerek uyanmıştı. Elhamdülillah, ömrühayatında, kocalığı gibi genç kızlığında da eline cımbız almamıştı. Ama aynada gördüğü aydınlık ve temiz yüz aklında kalmıştı. Rüya ile amel edilmeyeceği muhakkak lâkin bu rüyaları hayra yormaktan başkası da mümkün değildi. O kadar açıktı ki rüyaları, onları başka türlü tabir elinden gelmedi.


Sonbahardan beri ümit içinde değiller miydi zaten? Saffet, ismi gibi aydınlık haberlerle dönüyordu eve, ağzından cennet müjdeleri dökülüyordu biteviye. Rusya'nın tam ortasında kopan ihtilâl Bolşevikleri iktidara getirince, bütün birliklere geri dönmeleri emredilmişti. Bu, Rusya'nın savaştan çekileceği ve Trabzon'un kurtulacağı anlamına gelmiyor


muydu? Bu ümitlerle Şubat'ı bulmuşlardı. Allah şahit, dönüş çok yakındı.


İki gün sonra Saffet akşam eve geldiğinde daha bahçe kapısından sesi duyuldu:


"Büyükhanım, Zehra, Mediha, Yıldırım koşun! Trabzon kurtulmuş!"


Kadınlar neredeyse ayakları çıplak koştular bahçeye, Yıldırım eski mutfaktan fırladı. Çocuklar hatta Masal bile peşlerine takılmıştı. Saffet kapının önünde, elindeki gazeteyi sallayarak soluksuz anlatıyordu. Rus ordusu geri çekilirken, onlardan kalan boşluğa Rum ve Ermeni çeteleri dolmuş, Rusların yapmadığı zulmü onlar yapmıştı. Türk ordusu Rusların aldığı şehri Rum ve Ermeni çetelerinden geri almıştı bir bakıma. Osmanlı ordusu yorgundu, yetişemiyor ama canını dişine takıyordu. Ve sonunda olmuştu işte, Trabzon kurtulmuştu.


Kısa bir süre sonra muhacirlerin geri dönmesi için karar çıktı. Bir başka akşam Saffet elinde vapur biletleriyle döndü eve.


"Bir hafta sonraki vapura yer buldum. Hem de Reşadiye vapuru. Geldiğiniz vapur. Hacıbey'e telgraf çektim. Cevap da aldım, afiyetteymiş. Ama geleceğiniz günü bildirmedim. Eniştem rıhtımlarda, limanlarda beklemeye kalkışıp da perişan olmasın diye. Vapurların saati belli olmuyor ki. Bilmem doğru yaptım mı hala?"


"Doğru yapmışsın evlâdım. Çok doğru yapmışsın."


Bir hafta sonra Erenköyü'nden ayrılırlarken Büyükhanım iç geçirdi. İki yıl önce, hiç unutmamıştı, 15 Mart günü çıkmışlardı Trabzon'dan. Tastamam iki yıl olmasına bir hafta vardı. Başını arabanın pervazına dayadı, Masal'ı gemiye nasıl bindireceklerini düşünmeye başladı.


Çok zor olmadı. Büyükhanım malûm nutkunu tekrarlamaya niyet etmişti ki Reşadiye vapurunun biletçisi ile Masal birbirlerini tanıdılar. Bu kafileyi Samsun limanından hatırladı canından bezmiş delikanlı. Böylesi nasıl unutulabilirdi ki! Muhacirliğe çıkmış bir köpek, hükümet gibi bir kadın, avucuna sıkıştırılan yüklü bir bahşiş ve güzel kızın yaşlı gözleri. Bahşiş bu kez biraz azalmıştı ama kız daha da güzelleşmişti, mendebur köpek ise aynıydı. Yok yok, sanki biraz semirmişti. Büyükhanım ise bitmez nutkuna başlamak için ağzını açmıştı çoktan.


"Ne haliniz varsa görün" der gibi Masal'a yol verdi biletçi. Reşadiye vapuru güneşli bir günde Karaköy'den demir aldı. Hıncahınç güvertede, yine halat yığınları üzerinde, zincirlere yakın bir yerde oturdular. Büyükhanım kalabalığı yardı, kenara yaklaştı, kıyıya dönmekte olan Mediha ile Saffet'in sandalda gittikçe küçülen suretlerine baktı. Müvezzilerin "Yazıyor!" nidalarını, tramvayların çanlarını dinleye dinleye İstanbul'dan uzaklaştı.


Günler sonra Reşadiye vapuru, Trabzon limanının açığına demir attığında rıhtıma varmak için bir kayığa atladılar, kolay olmadı bu iş. Büyükhanım'ı iki koluna girip sandalcılar çekiverdi çünkü ayağını ne zaman uzatsa bir dalga gelip sandalı vapurdan uzaklaştırıyordu. Zehra, tek kolunu bir sandalcı tutmuş olduğu halde atlayabildi. Haşan ve Anuş'u iki sandalcı ve Yıldırım elden ele karpuz gibi aktardı. Masal, Zehra'nın arkasından kendisi atlamıştı. İki kulaçlık mesafe gibi görünse de sandalla rıhtım arası hiç bilmeyecek gibi geldi Büyükhanım'a. Rüzgârı içine çekerken Boztepe'yi, Güzelhisar'ı, maşatlığı ilk kez görüyormuş gibi uzun uzun seyretti. Ah gözünü sevdiğimin denizi! İstanbul'da deniz bile yoklu, Boğaz dedikleri incecik, ufuksuz bir su! Sonunda dönmüşlerdi işte. Fakat rıhtıma ayak bastıklarında Büyükhanım anladı ki bu şehir bıraktıkları o şehir değildir.


"Oy Rabbim!" diye dizlerini dövdü, "Burası Trabzon mu?"


Kocaman, hantal bir dev gibi Rusya, kalbinden itibaren kan değişimine başlamış fakat kırk cepheye dağılmış birliklerini geri çekmesi bile uzun zaman almıştı. İhtilâl bu koca orduyu tedavülden kalkmış bir para gibi bir anda geçersiz kılınca bir zamanlar onları buraya getiren gemilerin benzerleri bıraktıklarını gelip toplamıştı. Fakat rıhtım üzerinde bütün nizamı, intizamı, inzibatı, rütbeyi, sırayı, saygıyı kaybederek kayıklara doluşurken, götüremedikleri her şeyi geride bırakmışlardı. Dönenlerin rıhtıma ayak basmalarını güçleştiren eşya kalabalığı biraz da bu hummalı gidişin bakiyesiydi.


Sonra şu mahşer kalabalığı. Kir rengi paçavralara sarınmış binlerce kadın ve çocuk Hilâl-i Ahmer'in yardım çuvallarından dökülen bir avuç bulgur tanesi için birbirlerini eziyordu. Bu kılıksız, bu bîçare, kavruk insanlar, bu sefiller güruhu; sahi kimlerdi bunlar? Gelenler kadar gidenler, kayıklardan inenler kadar binenler de yabancıydı birbirine ve adım atmaya yer yoktu.


"Biraz bekleyelim" dedi Büyükhanım, "Bakalım bir araba bulabilir miyiz?"


Mümkün değil. Ne yapacaklarını düşünürken yanlarına genç bir adam yanaştı; harıl harıl çalışmaları, rıhtıma ayak bastıkları andan beri Büyükhanım'ın dikkatini çekmiş olan erkeklerden biri. Yağız delikanlılar, güçlü kuvvetli erkeklerdi bunlar, aralarında orta yaşlılar gibi bıyığı bitmemiş çocuklar da vardı ve etraflarına dağıttıkları yardım gibi içlerinden taşan iyilik de görülmeyecek gibi değildi. Muhacirleri karşılıyor, kayıklardan inenlere yardım ediyor, yaşlıların elinden tutuyor, yük taşıyorlardı. Kimi ceket pantolonluydu Avrupaî, kimi de yüksek bir papak takmış, uzun etekli bir


tunik giymişti. İşte bu da onların en güler yüzlü, en güneş yanığı olanıydı; sıcacık bir sesle ve değişik bir şiveyle konuşmaya başladı. Yüklerini taşımak, gidecekleri kadar götürmek, bir tas çorba ikram etmek istiyordu, hiç olmazsa sıcak bir çay.


"Oğlum" dedi Büyükhanım, "Sizler, kimlersiniz?"


"Biz" dedi genç adam, "Azerbaycan Türklerinden, Bakti Cemiyet-i Hayriyesi'ndeniz."


Böyle bir cemiyetin adını Büyükhanım hiç duymamıştı fakat o anlatınca anladı. Bu felâket zamanlarında her biri yerini yurdunu, ailesini ocağını terk ederek Müslüman kardeşlerinin yardımına koşmuş, "Kardaş Kömeği" kavliyle onlar yokken buraya gelmiş, insanüstü bir gayret sarf ederek muhacirliğe çıkamayan yaşlı, hasta ve sakatlara yardım etmiş, halkı Rum ve Ermeni çetelerinin saldırılarından korumuşlardı. Aras'ın kuzeyindeki Azerbaycan, Rusya sayıldığı için Rus tebaası sayılan bu aydınlık insanlar Rus makamları nezdindeki işleri de takip etmişlerdi. Biraz da onların desteğiyle ayakta kalabilmişti Trabzon. Neticede "kardaş", "kardeş" demekti.


Büyükhanım'ın içine insanın insanı yediği bir cehennemde insanlığa dair bir şefkat resmi çizildi, bir inşirah indi. Demek dünyada hâlâ rahmete, merhamete dair emek vardı. Bir göz aydınlığı gibi karşıladı onları Bakii Hayır Cemiyeti, bu anı, bu ismi hiç unutmayacaktı.


"Siz hep burada mıydınız oğlum?"


"Evet" dedi genç adam. "Hep buradaydık, iki yıldır. Arkadaşlarımdan gelenler dönenler oldu ama çoğumuz hep buradaydık, ben de öyle. Sadece bir ara Bakii'ye gidip hemen geri döndüm."


"Sadece Trabzon'a mı geldiniz?"


"Yok nine. Tiflis'te, Erivan'da, Erzurum'da, Kars'ta ve başka yerlerde de çalıştık. Esir Türk askerlerini taşıyan katarları karşıladık, ölüleri defnettik. Anlayacağın, siz nerede biz oradaydık."


O böyle uzun uzun anlatırken bir soru da Zehra'nın dilinin ucundan koptu:


"Pazarkapı Mahallesi'nde Trabzon Sultanîsi'nin emekli müderrislerinden Hacıbey'i gördünüz mü hiç? Benim dedemdir kendisi. Onu tanır mısınız?"


Genç adam yüzünden eksik olmayan o geniş, ferah gülümsemeyle, "Tanımam mı?" dedi. "Kendisi sizin geleceğinizi fakat tam vaktini bilmediği için karşılamaya gelemediğini bana söylemişti."


Yıldırım'a döndü, "Senin hanımın ve kızın da döndü."


Her şeyden haberleri vardı ve sanki muhacirlik yıllarında Trabzon'un hesabı onlardan sorulmuştu. Lâkin Keyfiye ve Seher'in sağ salim döndüğünü söylese de bu genç adam, o aileden, o kafileden kaç kişinin yollarda kaldığını söylememiş, içine atmıştı.


"Oğlum" dedi Büyükhanım, "Senin adın ne?"


"Benim adım Mehdi" dedi genç adam, arkadaşlarından birine seslenmeden önce.


"Settarhan, bak hele! Ben Hacıbey'in ailesini eve kadar götürüp geleyim."


Cevap geldi: "Erken dön ağam. Burada çok iş var. Ben kahvehaneye döneceğim."


Ne Settarhan Zehra'yı gördü o esnada ne de Zehra Settarhan'ı. Hatırlamak ve tanımak kadar görmek de zaman işiydi besbelli. Onun da düğümü kaderde kilitliydi.


Kalabalığın arasından sıyrılmaya çalışırlarken "Bir araba bulsaydık" diye mırıldandı Büyükhanım.


"Yoktur" dedi Mehdi. "Olanlar da ateş pahası. Yürüyeceğiz."


"Yürüyelim oğlum." O kadar yolu yürümüşlerdi de şimdi bunu mu yürüyemeyeceklerdi?


Zehra, Anuş, Haşan, Yıldırım ve Masal'dan ibaret kafilesini bir kez daha önüne kattı Büyükhanım. Mehdi'nin kılavuzluğunda evine doğru yürümeye başladı.


Birkaç adım atmışlardı ki koşturan Masal'a bakarak sordu Mehdi: "Bu da sizin mi?"


"Öyle oğul" dedi Büyükhanım gülerek, "Zahir o da muhacirliğe çıktı."


Mehdi konuşmayı seven bütün ırkdaşları gibi adım başı bilgiler veriyor, anlattıkça anlatıyordu. Büyükhanım daha Hacıbey'le karşılaşmadan Trabzon'un iki yıllık mazisini ondan öğrendi. Bu iki yıla ne kadar çok şey sığmış ama ne kadar çok şey de eksilmişti.


Hiç yüz yüze gelmediklerini düşündü Büyükhanım yol boyunca, şu gözler bir tek Rus askeri bile görmüş değildi. Onlar geldiklerinde bunlar gitmişti, bunlar döndüğünde de onlar. Fakat şehzadeler taşrası Trabzon, yirmi iki ay kadar ağırladığı bu zoraki misafirinin anılarını yıllarca içinde tutacaktı. Sanki biraz daha kalsalar Trabzon'un çehresi bütün bütün değişecekti.


Şark Meydam'nda yepyeni, yüksek taş binalar yapılmış, Boztepe'ye tırmanmak üzere raylar döşenmişti ve Meydan'dan şehrin içine doğru kocaman, geniş bir cadde açılmıştı. Büyük caddenin şehri boydan boya yarması için dükkânlar, evler, küçük sokaklar, sokak aralarındaki küçük cami, mescid ve mektepler yerle bir edilmiş, şehrin Müslüman yüzü tarumar edilmişti.


Sokaklar dingili kırık, ters dönmüş, yan yatmış arabalar; at ölüleri, tüfekler, kaması kırık toplar, konserve kutuları, zamanı geçmiş bozuk yiyeceklerle doluydu. Rus kalpakları, Rus tüfekleri, Rus çizmeleri, Rus vesaireleri tepecikler halinde her yerdeydi. Mahalle ve sokak isimleri bile değişmişti. İçi bulandı Büyükhanım'ın, elinden gelse Rus kelimesini lügatlerden silip atacaktı. Ama izleri kolay geçecek gibi değildi ve ki yangının külü hâlâ tütüyordu.


Arşivler de bu yangından nasibini almıştı. Kitaplar, el yazmaları, belgeler, gazete ve dergi külliyatları, tapu kayıtları, nüfus kayıt defterleri tümüyle elden geçirilmiş, işe yarayanlar sandık sandık Rusya'yı boylamıştı. Mahkeme kayıtları, valilik evrakı, polis tutanakları, mescid-vakıf, gümrükhane, liman, banka bilgileri belgeleri ise Temmuz 1917 yağmasında Rumlar tarafından tahrip edilmişti. Hafızası yaralıydı bundan böyle


bu şehrin. "Kehkeşanı haraç mezat" edilmişti çünkü. Unutkan değildi Trabzon ama gelecek kuşaklara hafıza-ı mazisinden fazla bir kayıt bırakamayacak olması, ol sebeptendi.


Üstelik kendisini ahşap üzerine kurmaya alışkın Türk mahallelerinin fethi gören, Fatih, Kanuni, Yavuz tarafından görünen nesi varsa yanmış, bitmiş, kül olmuştu. Bu işgalde ahşap, en fazla yok edilen meta olmuştu çünkü. Evler eğer yanmamışsa, kapıları kırılmış, içlerindeki eşya yağmalanmıştı. Çatıların tahtalarına, camilerin minberlerine, kapı kanatlarına, pencere pervazlarına, dış cephe kaplamalarına, şehnişinlere, cumbalara kadar bütün ahşap akşamı sökülen ve yakılan bir şehir, geleceğe bırakacağı çehreyi kaç zamanda toparlayabilecek, bu enkazı ne zaman bir şehre çevirebilecekti? Kaç yıl, kaç zihniyet, kaç uyanık kuşağın dikkati gerekecekti bunun için? Kolay olmayacaktı Trabzon'un ayağa kalkması ama hiç olmazsa gönüllerdeki dağ kalkmıştı. Yine de o dağ kalpleri yoklamakta gecikmedi. Büyük camiler yerindeyse de mihrapları yıkıktı, cami değildiler artık. Zeminleri birer karış mezbeleyle örtülmüştü ve duvarlarındaki resimler içler açışıydı.


Zağanos köprüsüne çıktılarında Mehdi bir binayı gösterdi. "Burası işte bizim yerimiz."


Binanın önünde yere oturmuş, yola taşmış muhacirlerin kimi bir tas sıcak çorba içiyor, kimi çayını yudumluyordu ve kapı üzerindeki tabelâ, bir iyilik feneri gibi ışığını saçıyordu:


"Bakü Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi."


Mehdi Büyükhanım'a döndü. "Annem" dedi, "Aş ve çay dağıtıyoruz muhacirlere." Yüzü gölgelendi, "Şimdi sizin evde bir şey yoktur. Hele bir uğrayalım, bir çorbamızı, bir çayımızı için. Eve öyle gideriz."


"Olur oğlum."


Onlar da diğerleri gibi yere oturdular. Birazdan sıcak çorbalar geldi, arkasından çay bardakları ellerine tutuşturuldu. Hepsinde dönüşün sevinci kadar unutulmayacak gidişin ağır hatırası da vardı ve hepsinin aklı evde, Hacıbey'deydi.


Tekrar yola koyulduklarında Zehra, "Nine, Gülbahar Sultan'a uğrayalım" dedi, "İki adımlık yol, önünden selâmsız geçmeyelim."


Kabristan tarafında kırılmış taşların, eşelenmiş mezarların arasından geçtiler. Az ötede alçak basamakların üzerine boylu boyunca uzanmış yaşlı bir adamın cesedi kim bilir ne kadar zamandır oradaydı? Türbenin açık kapısından içeri girdiler, puşidenin sağ ayakucundan öpeceklerdi her zamanki gibi ama o güzelim örtü yerinde yoktu. Sandukanın kapağı kaldırılmış, bir tarafa fırlatılmış, Gülbahar Hatun'un kabri bile alt üst edilmişti. Kandillerin, avizelerin yerinde bütünüyle yeller esiyordu.


Zehra ellerini açtı, gözlerini sandukanın boşluğuna dikti.


Üç İhlas bir Fatiha okumaya başladı. Tam "Malikiyevmiddin"e, "Din gününün sahibi"ne gelince durdu. O eller şu sandukanın örtüsüne daha dokundukları anda niye Ebu Leheb'in elleri gibi kurumamıştı? Şehrin sahibi, hanımefendisi ne diye hepsini kahretmemişti? Büyükhanım ise hikmetten sual etmedi ama her şeyi de hikmete


yüklemedi. Gün gelir hesaplar kesilirdi elbet, bu dünyada değilse de bunun öteki tarafı vardı. O, değil mi ki "MalikiyevmiddinMdi.


Yokuş aşağı indiler. Denizin tuzlu kokusu, sesi, uğultusu yaklaştı. Nihayet eğri büğrü taşlarından bile yabanî otlar fışkırmış loş sokağın ucunda, köşe başında ev göründü. Kapısına koştu Büyükhanım, kapı yerinde yoktu. Nar ağacı, dallarını bahçe duvarından sarkıtmamıştı. Etrafına bakındı. Bütün şehir gibi bu ev de bıraktığı ev değildi. Hepsine razı, hepsini sineye çekebilir, bütün gözyaşlarını tümüyle serbest bırakabilir ya da içine akıtabilir, bütün yaşananları unutmasa bile -hayır bu mümkün değil-, geri atabilir, üzerinden bir silgi geçirebilirdi. Bu yangını söndürmese de ömür boyu küllendirebilir, gelecek günlere direnebilirdi. Sadece taşlığın üzerinde Hacıbey'in aksak adımlarının sesini işitebilseydi. Ya Rabbi, sadece onun takma bacağının sesini.


İşitti.


Hacıbey yine sundurmanın üzerinde, kırık bir hasır iskemleye oturmuş, bekliyordu. Onları görünce yerinden kalktı, merdivenleri inmeye çalıştı. Bu ihtiyar, bu eksik beden iyice kurumuş, kavrulmuş, küçülmüş, kısalmış, bir daha eksik kalmıştı sanki. Olsun! Vardı ya. Şu hacim onun, şu şekil oydu ya. Bundan büyük Tanrı armağanı olamazdı. Büyükhanım elindeki kirli bohçayı bir tarafa fırlattı. Kırık basamakların üzerinde Hacıbey'in önce ellerine sarıldı sonra ayaklarının üzerine, takma bacağının dibine yığıldı.


Yığıldığı basamakta bir parça kendine gelip sakinleştiğinde yüksek duvar üzerinde açılmış tek göz pencereye, komşucuğunun evine ocağına baktı. Pencerede kirli çamaşırlar asılıydı.


"Dönmediler mi?"


"Dönmediler" dedi Hacıbey başını öteye çevirirken. "Rum bir aile yerleşti oraya. Şeytan görsün yüzlerini."


Büyükhanım "Komşum" diye mırıldanırken, yerinden sökülmüş kapıdan yana baktı.


Bahçenin en uzak köşesine vakt ü zamanında İsmail'in elceğiziyle diktiği nar ağacı yarı belinden baltalanmıştı.


Başını Hacıbey'in yüzüne çevirdi yeniden Büyükhanım. Halil Safa ile Halide'yi sordu, dönmüşlerdi; Keyfiye ve Seher ise köydelerdi. Ara sıra uğruyorlardı hatta.


Neredeliği, nasıllığı merak edilecek, öldü mü kaldı mı araştırılacak o kadar çok komşu ve akraba vardı ki. Ama şimdi, evinin direği, canının yongası Hacıbey. Var ya! Sağ ya! Nefes alıp veriyor ya! Allah'ım, bana bu günleri gösterdin ya!


Neden sonra odasına geçti Büyükhanım, döşeğin kenarına ilişti. Gelinlik aynası kırılmış, dağılmıştı. Bu iki yıl boyunca olup bitenlerin kaydedildiği beden defterini, kendilerine ne olduğunu birbirlerinin yüzünden izlemişlerdi gerçi. Elini kazara başına atsa bir avuç saç döküldüğünü, tırnaklarının yarıldığım, ön dişinin bir gecede çürüyüp ikinci gece düştüğünü de görmüştü Büyükhanım. Umurunda da olmamıştı, hayatta kalmanın tek gaye olduğu yerde dökülen saçın, düşen dişin hesabını sormak kimsenin aklından geçmezdi. Ama şimdi o ayna kırıklarından birini eline alsa, kendisine baksa, bu cinnet yoluna, seferberlik yürüyüşüne dair haritanın yüzüne nasıl işlendiğini, fark ettiklerinden çok daha fazlasının bir daha dönmemek üzere gittiğini ve gitmemek üzere neyin eklendiğini görecekti.


Ertesi sabah, evinde ilk kez uyumuş da uyanmış gibi, üzerine camdan bir yorgan atılmış da artık hiçbir gizli saklısı


kalmamış gibi seher vakti uyandı Büyükhanım. Namazın ardından kimsecikleri uyandırmadan bahçeye çıktı. Nar ağacı gibi turunç ağacının, mandalinanın yerinde de baltalanmış birer gövde buldu sadece; sahibinden izinsiz meyvesi alman limon ağacı küsmüş ve kurumuştu.


Bahçe taşının üzerine oturdu. Dirseğini dizine, çenesini avucuna dayadı. Bir o uyanıktı bir de Masal. Amma velâkin bütün yaralı ağaçlar gibi kesik gövdeler de esintinin fısıllısıyla konuşuyordu.


Dönüp geriye baktı. Kendisine emanet edilenleri, yolda bahtına takılıp kalanları, Zehra'yı, Anuş'u, Hasan'ı, Yıldırım'ı hatta Masal'ı, kazalı belâlı olsa da sağ salim geri getirmeyi başarmıştı. Buna kendisi de inanamadı.


Döndü, Masal'a baktı; başını, iki kulağının arasını okşadı. Nar ağacının kesik gövdesindeki acıya baktı. Derin bir balta izi kalmıştı geriye ve nar ağacı, kesilirken ağlamıştı. Lâkin ağacın kökünden fışkıran incecik dallar cüsselerine bakmadan yapraklanmış, çiçek açmıştı. Yabanî otlar bürümüş olsa da bahçeye papatyalar yayılmıştı. Bahardı.


Döndü şu yarı virane eve baktı Büyükhanım.


Uzaktan bir bakıştı bu. Sırtındaki mavi hırkanın yenini, yakasını çekiştirirken bir daha baktı. Evini, bahçesini, baltalanmış nar ağacını, onun kökünden fışkırmış incecik dalları, o dallarda açmış narçiçeklerini, hayata o tutunuşu, ağacın altında bir taşın üzerine oturmuş, elini şakağına, dirseğini dizine dayamış kadını gördü. Kendisini tanıdı ve hiç hayret etmedi.


Biraz daha uzaktan baktı. "Trabzon'dan çıktım başım selâmet", o zamanlardı. Muhacir kafilesinin, o çilenin içinde fark edememişti ama böyle uzaktan bakınca ayrıntılar kayboldu, bütün, bir fotoğraf kartonu gibi ortaya çıktı.


Daha uzaktan, iyice uzaktan baktı. Dünya küçülmüş, bir top haline gelmiş, mekânlar gibi zamanlar da bir araya toplanmıştı. Her şey aynı anda ve aynı yerde olup bitiyordu. Yalnız değillerdi bu aynı zaman oluşlarında, kendi kafileleri gibi pek çok kafileyi fark etti. Ayrıntılar yok olmuş, tek tek bireyler kaybolmuş, geriye sadece kafileler kalmıştı.


İşte şurada Trabzon'dan çıkan başı selâmetlikler, cinnet içinde Harşit çayına doğru koşuyor, çay; Rus ordusunu kıyılarında durduruyor, geçil vermiyor, kahraman oluyordu. Ama bu kahramanlığın bedelini pek ağır ödetiyordu.


Şurada 93 Harbi'nin Rumeli muhacirleri, yürüyen bir coğrafyadan taşan sel gibi İstanbul'a boşanıyordu. Hacıbey'in sağ bacağı kasığından kesiliyordu Erzurum'da. Hemen yanlarında 1912 Balkan muhacirleri oluyordu. Şurada 1915 Osmanlı Ermenileri. Trabzon'un başı selâmetlikleri yalnız değillerdi hâsılı. Büyükhanım'ın tanıyamadığı farklı milletlerden, coğrafyalardan, zamanlardan milyonlarca insan hepsi de acı içinde oradan oraya sürükleniyordu. Bir tek veya milyon, fark etmezdi. Çünkü birinin ölümü her birinin ölümü gibiydi. Çünkü her insan bir evrendi ve her ölüm evrenin sönüşü demekti. Bu yüzden bir tek masumun dahi öldüğü yerde hiçbir haklı gerekçeden söz edilemezdi. Savaş insanı canavarlaştırıyordu ve insanın insana ettiğini kimse kimseye etmiyordu.


Niye ki bunca acı? Dünya imtihan yeriydi belli, bu da bir sınav, amenna. Bu kadar sert sınanmak için ortada çok büyük bir aşkın olması gerekti; Allah'ın kuluna aşkı. Ne kadar çok sevildiğini mi bilmek istiyordu? Ve ki bunca sert bir sınavı da ancak kulun Allah'a duyduğu aşk katlanılır kılabilirdi. Dünya cennet değildi evet; olsaydı, cennetin ne anlamı kalırdı?


Niye'leri, çünkü'leri zikretmekten vazgeçti Büyükhanım. Her şeyi bu kadar uzaktan görünce canının eskisi kadar acımadığını fark etti. Ve artık hayret etmedi. Yo, hayır, yaşananlar yaşanmıştı ve yaşanmışı inkâr kimsenin harcı değildi. Her şeyi unutsa bile Harşit kıyısında ve cesetlerin


yatağında geçirdiği o iki geceyi, duyduğu o sesleri unutamazdı Büyükhanım. Onlar yerli yerindeydi.


Ama bakışı başkalaşmış, bu bakışa bir şey eklenmişti.


Şimdi buradan her şeyi önü ve arkasıyla bir arada görerek geriye doğru bakınca, zannetti ki bütün yaşadıkları, bütün hatırladıkları sadece onun belleğinde var olmuş gölgelerdi. Sadece ona gösterilen bir oyundu bütün bunlar; sadece onun atacağı adım,


onun ne düşüneceği, neye gayret neye niyet edeceği görülsün diye. Sadece o sınansın diye.


Gözlerini kapasa Büyükhanım, şu rüzgârın buğusunu içine çekse, denizin tuzunu koklasa; muhacirlik sabahı dolabının kapısındaki gül damarına sanki şu an, şu saniye bakmış da bütün bu yaşananlar hiç yaşanmamış zannedecekti. Sanki biri büyük bir oyun oynamıştı onlara. Sanki kilerin kapısını bir saniye evvel açmış, naneleri şimdi koparmış, limonları heybesine şu an doldurmuştu. Atlı araba kapıda sanki hâlâ bekliyordu. Ve fakat sonra kapıdan gerisin geri dönülmüş, "Oyundu bütün bunlar" denmişti ona, "Hepsi birer gölgeydi". Olanlar olmamıştı sanki.


İranlı Hafize Hanım'ı hatırladı:


"Bak" demişti İsmail gittikten sonraki ilk Mesnevi dersinde; "Farz edelim ki şu anda sen cehennem gibi bir hayatın içindesin. Ama cennetteki yanın, bir perde üzerinde seyreder gibi şu an seni seyrediyordun Bu da sen. O da sen. Sen ondan habersiz ama o senden haberdar. Bu kadar, hepsi budur."


O zaman Büyükhanım safça sormuştu:


"Acı çekmiyor mudur?"


"Çekmiyordun Bilen acı çekmez çünkü."


"Büyük bedel" demişti Büyükhanım. "Cennetteki yanım bütün bunların geçici birer gölge olduğunu biliyor ama bu dünyadaki yanım bilmiyor."


Cennette değildi Büyükhanım ama işte arkasında kalan kendisine bir fotoğrafın yüzüne bakar gibi bakıyordu. O ben'in bu ben'den haberi yoklu ama bu ben o ben'den haberdardı. Öyleyse bir yerlerde de bu ben'i seyreden başka bir ben vardı.


Gülümsedi. Şu dünya âlem dedikleri gölgelikte, gerçek gerçek içinde; gölge gölge üstüneydi. Her şeyin, gelip geçici bir gölge olduğuna iman etti. Haklıydı Hazret-i Mevlâna, dünya bir ırmaktı, biz bu ırmaktan dışarıdaydık aslında ve ırmağa düşen sadece gölgemizdi. Bir ırmağın üstüne düşmüş gölgeleri bir bir seçti.


Dönüp geriye baktığında, çıkıp indiği bu kadar acı dağından önce, "Ben böyle değildim", bunu görebildi. Gördüğü doğru ama görmediği bir şey var, böyle olacağı bidayetten belliydi.


Bunca acı. Ebu Cehil bir dağ olsa, Büyükhanım'ın tırmanıp indiği ancak öyle bir dağ olabilirdi. Dudaklarında buruk bir tebessüm belirdi. Haberi yoklu kendisine neler olduğundan, nereden yola çıkıp nerelere vardığından. Lâkin bu çile olmasa Büyükhanım, ismi çoktan unutulmuş ancak sıfatıyla hatırlanan Sabire Hanım, eksik kalırdı.


Bu acı olmasa perdeler bu kadar kalkmaz, gölgelerin yakîni bu kadar aşikâr olmazdı. Bir gün acıya şükredeceği; acının, hükümsüz kaldığı anda çiçek açacağı aklına gelmezdi. Dilinin ucunda durdu cümle. Bir an tereddüt etti sonra bırakıverdi. Acıyı yaratan Allah'a hamd etti.


Geniş, gepgeniş, geçmişteki ve gelecekteki bütün darlıkları ihlâl eden, hiç ummadığı kadar geniş bir nefes aldı.


"Allah'ım" dedi, "Hiçbir şeyim olmasa bile sana şu nefes için hamdolsun."


Yerinden kalktı. Mutfağa girdi. Ateş yaktı. İsten kararmış, muhacir çinko çaydanlığın içinde su kaynattı. Ekmek koyacaktı sofraya. Şeker yoktu, katık yoktu, çay yoktu. Ama ekmek kadar aziz, ayva çayı kadar bereketli bir Halil İbrahim sofrası kuracaktı.


Nisan ayının yarısı geçmiş, güneş ısıtmaya, çiçekler beyazdan mora, mordan kırmızıya dönmeye başlamıştı çoktan. Baharla gelen taze nefesin yanı sıra, hayalet şehre benzeyen Trabzon'da hayat da günden güne canlanmıştı.


O sabah Lütfullah Bey Asmalıkahve'ye uğramış,


Settarhan'ı aramış, bulamayınca Çerkez Arslanbey'e tembih etmişti.


"Validem Settarhan'ı bu akşam yemeğe bekliyor, söyleyin gelsin."


Çerkez Arslanbey, İran konsolosunu bir çay ikram etmeden dünyada bırakmamış, güzelim Nisan havasında çardağın altında karşısına almıştı keyifle. Mesele dönüp dolaşıp Settarhan'a gelmişti. Lütfullah Bey kökenine has geniş bir kelime kadrosuyla uzun uzun anlatmıştı: Settarhan, herhalde Çerkez Arslanbey'in de gözünden kaçmamış olmalı, fukaranın biri değil bir beyzadeydi. Kaderin insana neler ettiği herkesçe malûm, vatanından toprağından ayrı düşmüş, buralara kadar savrulmuştu. Her taş kendi yerinde ağırdı şunun şurasında ve her horoz kendi çöplüğünde öterdi. Bu cümleleri Hafız'dan beyitler, Hayyam'dan rubailer izledi. Bir çay içimi zaman bir saati aştı. Aslında Çerkez Arslanbey'e kalsa Lütfullah Bey'in dilinin altında bir bakla vardı ama işte ah şu Acem milleti! Her şeyi Şehname kadar uzatabilirlerdi.


"Tamam, konsolosum" demişti Çerkez Arslanbey, "Bu akşam hemen gönderirim."


İçi kıpır kıpır ayrılmıştı kahvehaneden Lütfullah Bey. Hatta arabacısını göndermiş, Ortahisar'dan ta iskele Caddesi'ne kadar yürümeye karar vermişti. Güzel haberleri vardı ve güzel haberler vermek, Settarhan'ın izin gününü beklemeye gelmezdi.


Lütfullah Bey evrakını toparlamış, günün resmî kısmını henüz kapatmıştı ki Settarhan geldi. Birlikte geçtiler eve. Sofra kurulmuştu.


Çok geçmeden Lütfullah Bey'in annesi göründü. Elini muhabbetle uzattı Settarhan'a. Oğlunun epey zamandır evine alıp sofrasını açmakta beis görmediği bu genç adamı o da sevmiş, sevmekten öte tanımıştı daha ilk günden. Oturup kalkmanın,


cl öpmenin, iki kelâm etmenin edebi erkânı vardı Cemile Hanımefendi'ye göre, insanın değeri bunlardan okunurdu. Karşısındaki kişinin kaç kırat ettiğini daha ilk bakışta ölçebilir, insaniyetine emniyet ettiklerinin üzerine elini bir yardım eli gibi bırakıverir, bir daha da geri çekmezdi.


Ümitsiz vakaları ise elinin tersiyle bir kenara itiverir, kaderine terk ederdi. Settarhan kırışıklar ve yüzükler içindeki bu eli saygıyla öptü.


Mükellef bir sofra kurulmuştu, hani neredeyse bir semeni eksikti. Yemek boyunca Lütfullah Bey, neşeyle uzun uzun konuştu. Settarhan'ın ise üzerine sessizlik çökmüştü, bir sonsöz mührü gibi ortaya gelen pilava bakarken iç geçirdi. Bir zamanlar başına oturduğu sıcak sofraların özlemi bir yana, ruhunda gurbet duygusunun alazladığı bambaşka bir alev içten içe tutuşuyordu galiba. Öyle olmasa, bir kahvehanenin arka odasında iğreti bir yük gibi serilip kaldırılan döşeği ilk kez iğne gibi kalbine batmazdı ve Settarhan sızılarına eklenmiş bu yeni sızıyı bir kez duyunca onun arkasının bir daha kesilmeyeceğini bilecek kadar da yaşamıştı.


Üstelik böyle bir sızının varlığını henüz o fark etmeden bile Cemile Hanımefendi fark etmişti.


"Gurbet ellerde garip düşmüş genç bir adam" demişti Lütfullah Bey'e daha geçen hafta ve devam etmişti: "Hiç olur mu öyle şey? Acilen evlenmesi gerek."


Lütfullah Bey, annesinin olur olmaza işgüzarlık eden, yitik gençliklerinin acısını genç çiftlerin harında tazelemeye kalkışan ihtiyar kadınlardan olmadığını bilirdi. Eğer onun böyle bir dikkati varsa ciddiye alınması gerekti. Ama yine de aklı bu işe pek ermemişti.


"Olur mu?" demişti o gece baş başa kaldıklarında Puran Hanım'a.


"Elbette olur" demişti Puran Hanım, gülümseyerek "Neden olmasın ki?" Neticede her işte bir hayır vardı ve hayrın yolunu tıkamamak gerekti.


Bu defa mesele Lütfullah Bey'e de mantıklı gelmişti. Bu genç adamın yaban ellerde çoluk çocuğa karışması hasretini, sızılarını, en önemlisi garipliğini azaltabilirdi. Neticede, hayatında "Vatanım" diyebileceği biri olursa vatan hasreti bile o kadar acıtmazdı insanı. Puran Hanım'ın hareli yeşil gözlerine, dudak üzerindeki mühür ben'ine, bu eksilmeyen güzelliğe bakmıştı sevgiyle Lütfullah Bey. Sevilen bir kadın, bir erkeğin bütün acılarını dindirebilirdi.


Ertesi sabah Lütfullah Bey, yine de annesini uyarmak ihtiyacını hissetmişti. "Settarhan Tebriz'in tanınmış ailelerinden birinin oğludur. Onun macerasını bilmiyorsun sen. Gurbet ellerde garip düştüğüne bakma, öyle olur olmaz bir kızla evlendirmeye kalkışma."


Yaşlı kadın, yüzünde görmüş geçirmiş bir tebessümle bakmıştı konsolos da olsa, İran şahı da olsa kendisi için hâlâ


minicik bir bebekten farkı olmayan oğluna. Pürüzlü, kalın sesiyle, "Hiç merak etme sen" demişti.


"Ben ona lâyık kızın nasıl biri olacağını biliyorum. Kızı buldum bile."


Cemile Hanımefendi bir hafta önce, İranlı Hafize Hanım’la birlikte, muhacirlikten dönen Büyükhanım'ın evine geçmiş olsun ziyaretine gitmişti.


Sonsöz mührü pilavdan sonra, çay faslında Tebriz'in kuruyemişlerinin biri gelip biri giderken, "Settarhan" dedi Lütfullah Bey, gözlerinin içinde büyük ve güzel bir şeyin gerçekleşmesine vesile olmanın her insanın gözlerine sindirdiği o parıltılı mutluluk ile.


"Senin de gönlün olursa benim validem seni evlendirmek istiyor. Sana göre bir kız bulmuş bile. Ne dersin?"


Hiçbir diyeceği yoktu Settarhan'ın. iki kere yaralı bir gönüle kim, nasıl dolabilirdi? Ama şu gurbet ellerdeki gariplik yok mu! işte o çekilir gibi değildi.


"Hem" dedi Lütfullah Bey, siyah deri kapaklı küçük bir cüzdanı Settarhan'a uzatırken.


"Bir kimliğin de var artık, yeni bir hayatın var. Öyleyse bir ailen de olmalı. Bu işler geciktirmeye gelmez."


Settarhan, Lütfullah Bey'in verdiği hüviyeti eline aldı. Siyah kapağa uzun uzun baktı. Açsa, yeni bir hayatın da kapısı açılmış olacaktı. Açtı.


Adı: Settarhan


Baba adı: Mirza Han


Doğum yeri: Taht-ı Süleyman


Uyruğu: Osmanlı


Kendisini hiç terk etmeyecek bilgiler kaydedilmişti bu hüviyete. Adı. Babası. Doğum tarihi. Doğum yeri. Ama gerisi bütünüyle yeniydi. Settarhan kendisini bir dağın tepesinde, ayaklarının altına serilmiş mavi ışıklı bir sis denizinin ortasında buldu. Her şey bir adım atmaya bakıyordu. Sakınmadı ayağını, adımını attı.


Ertesi gün Cemile Hanımefendi hizmetkârlarından biriyle Büyükhanım'a, "Perşembe günü ziyaretinize gelmek istiyoruz" diye haber göndermişti. Geçmiş olsun ziyaretine daha yeni gelmişlerdi ama Büyükhanım yine de bir şeyden şüphelenmedi, "Buyursunlar evlâdım" dedi.


Perşembe günü Cemile Hanımefendi, Puran HanımTa birlikte İranlı Hafize Hanım'ı da yanına alarak Büyükhanım'ın kapısını çaldı. Mesele önce Büyükhanım'a açıldı. Büyükhanım için Zehra'nın bir yuva kurmasından daha sevindirici bir şey olamazdı. Mademki bahsedilen aday iyi biriydi, mademki elinin hüneri de vardı, olabilirdi elbet. Gerçi hayli uzak yerliydi bu aday ama olmayacak iş değildi. Lâkin şimdiki gençler eskisi gibi değil, Zehra görmediği birine "Evet" der miydi ki?


"Elbette" dedi Cemile Hanımefendi, "Birbirlerini görmeleri, konuşmaları gerek. Biz de öyle düşünmüştük.


Hem sadece bir kez görmek yetmez, iki kez görüşmeleri lâzım, araya bir gecenin rüyası girmeli."


"iyi de! Nerede ve nasıl görüşecekler?" Gençler eskisi gibi olmasa da işte bu, hâlâ müşkil meseleydi.


"Orasını bana bırakın" dedi Cemile Hanımefendi.


"Orasını bana bırakın" dedi demesine ya, Büyükhanım onun teklif ettiği görüşme şekillerinden hiçbirine "Evet" demedi. Bir gören bir işiten olsa Zehra'nın dile düşmesinden korkardı. Böyle şeyler kız kısmının alnına damga olup yapışır


kalırdı alimallah. Ama çare tükenmez, aklına bir şey geldi sonunda. Belki Halide'nin evinde daha doğrusu bahçedeki kameriyede ikisini bir araya getirmek mümkün olabilirdi. Ama oraya da elin adamını nasıl alacak, konu komşuya kim diye takdim edeceklerdi?


"İşte şimdi orasını bana bırakın" diye yineledi Cemile Hanımefendi. "Haftaya cuma günü Halide Hanım'ın evine arabayla geliriz biz. Halide Hanım herhalde arabacımın bahçede beklemesine itiraz etmez, komşular da bu durumu garipsemez."


Büyükhanım al yürek ver yürek, "Garipsemez garipsemez" diye mırıldandı. Cemile Hanımefendi'yi uğurladıktan sonra önce Hacıbey'e açtı meseleyi. Gerçi Büyükhanım "Görsünler birbirlerini" demişti demesine ya, Hacıbey'in rızası olmazsa hemen geri alabilirdi cümlesini. Hacıbey, ismini duyduğu anda Settarhan'ı Cemiyet-i Hayriyeliler’in arasındaki koşuşturmalarından hatırladı. Geniş bir gülümseme yayıldı yüzüne, Zehra eğer "Evet" derse, onun da rızası vardı.


Büyükhanım bu kez üst sofaya çıktı. Dürülmüş döşeğinin üzerinde dalgın dalgın denize bakan Zehra'nın yanı başına oturdu, "Kızım" diye başladı.


Zehra onun nereli olduğunu sordu önce. "Tebrizli" olduğunu işittiği daha ilk anda o cehennem dönüşü rıhtımda karşılaştığı Bakii Cemiyet-i Hayriyesi'nin fedakâr şahısları, hele de Mehdi geldi aklına. Onca yangından sonra, insanlara duyduğu bütün inancı kaybedip de şehrine ayak bastığında, insaniyetin ilk örneğiyle karşılaştığı anda kalbinde uyanan minnet duygusunu hatırladı, insanlara duyduğu bütün ikrahın üzerine bir rahmet ve merhamet eli gibi inmişlerdi. Yerini yurdunu, çoluk çocuğunu bırakarak böyle bir fedakârlığı göze alan bireyleri yetiştiren bir millet büyük bir millet demekti ve onun bir ferdiyle evleni lebi lir, ona sonsuza değin güvenilebilirdi. Üzerine yıkılmazdı böyle bir dağ insanın hiçbir zaman çünkü onun mayası temizdi ve Zehra'nın bundan sonra beklediği tek şey de gölgesinde dinlenebileceği bir dağdan ibaretti.


Büyükhanım'ın yüzüne baktı, sağ elinin dört parmağını pervazın güvelenmiş tahtası üzerinde tıkırdatırken, "Gelsin" dedi. "Görüşelim."


Mesele Çerkez Arslanbey'e de açılmıştı. Lütfullah Bey uğramış, Arslanbey'i bir köşeye çekmiş, yine Hafız'dan beyitler, Mevlâna'dan rubailer ile süslediği uzun bir konuşmanın ardından konuya girebilmişti nihayet.


"Tamam" demişti Arslan Bey, "Beni Settarhan'ın babası sayın. Sahipsiz değildir."


Lütfullah Bey, bu babayiğit adamın Settarhan'a sahip çıkmasından memnun olsa da cevabının kısalığına hayret etmişti. Bu Türk milleti cümlelerini hiç mi süslemez, hiç mi tüllendirmezdi?


O sabah Çerkez Arslanbey, Settarhan'a bakarken bıyık altından gülümsüyordu. Nasıl gülmesin ki? Şu kahvehaneye adım attığı ilk günden bu yana Settarhan, demliğe aldığı suyun miktarında hiç yanılmamış, her zaman kıvamını tutturmuştu çayın. Kahve cezvesinde de hiç karar bozmamıştı. Fakat bu sabah elinin şirazesi kaymıştı. Çay h aş lak, rengi bulanıktı. Kahvelerse Hak getire! Erkenci müşterilerden biri çaydan, diğeri kahveden şikâyet etti.


"Bizim Acemoğlu görücüye çıkıyor" diye mırıldandı Çerkez Arslanbey keyifli keyifli.


"Hiç öyle şey olur mu?" dedi içlerinden biri. "Erkek adam görücüye çıkar mı?"


"Çıkar çıkar" dedi Çerkez Arslanbey. "El memleketinde garip düşerse er kişi de görücüye çıkar."


Settarhan'a baktı yan gözle. Yakasız gri gömleği, geniş kemeri, hafif yan yatırdığı kalpağıyla öyle yakışıklıydı ki içinden "Bu surete 'Hayır' diyecek kız da olmaz ya" diye geçirdi; ahlâkına ise zaten kefildi.


Bütün bunları size anlatan gölge ben Tiflis havalimanındaki bir kafeteryada İstanbul uçağını beklerken bir ara kendime gelir gibi oluyorum. Etrafımı bir sis perdesinin ardından görmeye başlamışken bütünüyle bugüne dönmekten korkuyorum. Henüz bitmedi. Biraz daha, ne olur biraz daha.


Ve evet, Halide'nin evine giden yola giriyoruz sonunda. Tatlı bir sıcağın beni bunaltmadan kuşattığına ve ağaçlarda çiçeklerin henüz solmadığına bakılırsa Mayıs başında


•                                                                                    • • olmalıyız, imaret Mezarlığının önünden geçiyoruz. Onde çarşaflarının içinde Büyükhanım ve Zehra, arkada ben, Tekfurçayır'ın rampasını tırmanıyoruz. Bahçeler güllerle dolu, duvarların arkasından mor salkımlar, eflatun beyaz leylâklar, hanımelleri taşmış. Aralık birkaç kapıdan duvar diplerindeki filbahri fidanlarını fark edebiliyorum.


Evin merdivenlerini tırmanıyoruz. Halide'nin yüzünde muzip bir tebessüm var. Bir çocuğu elinde, diğeri kucağında.


"Hala" diyor Büyükhanım'a, bahçeden birkaç basamak yukarıdaki kapıyı işaret ederek. "Sen yukarı buyur. Ben Zehra'yla kameriyede oturayım biraz, olur mu?"


Herkes her şeyi, bugün buraya neden gelindiğini biliyor, ama edep, bilmezmiş gibi davranmayı dayatıyor.


"Olur kızım, olur" diyor Büyükhanım heyecan içinde, telâşlı hatta korkulu. "Cemile Hanımla Puran Hanım henüz gelmediler mi?"


"Geldiler" diyor Halide, Zehra'ya göz kırparak, "Arabacıları da işte şurada."


Kameriyeyi gösteriyor. Settarhan. Kameriyede oturuyor.


Büyükhanım kameriyeye bir göz atıyor. Gördüğü şey hoşuna gidiyor. Yağız bir delikanlı, asil ve vakur. O sırada Cemile Hanımefendi, Büyükhanım'ı almak üzere evin merdivenlerinden iniyor.


"Çıkalım mı efendim biz?" diyor. Merdivene yöneliyorlar.


Kameriyeye ben de göz atıyorum. Ah Settarhan! Benim saf, dünyadan bîhaber, kanayaklı ama kendisini dünyanın bütün gailesinin ortasında buluveren dedem. Azam'ın kazazedesi, Sofya'nın kafası karışık âşıktı, Tebriz-Tiflis- Batum-Bakü hattında tacir; yanık, kavruk, yaralı ama bir o kadar da hayat dolu, alnını rüzgâra vermiş öylece oturuyor.


"Demek burada gördüler birbirlerini" diye geçiriyorum içimden gülümseyerek.


İçim içime sığmıyor. Kolay değil, dedemle anneannemin ilk görüşmelerine tanık oluyorum.


Merdivenleri tırmanan Büyükhanım'ın arkasından bakıyorum. Yo, ben elbette ki burada kalacağım. Saçakları oymalı kameriyeye doğru yanaşıyor, ahşap korkulukların üzerine ilişiyorum. Çocuk gibi, ayaklarımı içeri doğru sarkıtıp, iki elimle kameriyenin kolonlarından birine sarılıyorum, başımı da aynı yere yaslıyorum. O anda Halide ve Zehra kameriyeye giriyorlar. Settarhan yerinden kalkıyor, Zehra'nın yüzüne bakıyor.


Zehra ise onun giysisine bakıyor önce, yüzüne bakamadığından. Muhacirlikten döndükleri gün, rıhtımda


onları karşılayan Mehdi'yi hatırlıyor, içine, o gün duyduğu güven doluyor. Sonra o da Settarhan'ın yüzüne bakıyor kısacık bir an, kızarıyor, gözlerini hemen yere indiriyor.


Ben, "Kaderin akıl almaz haritasında her şey sanki bu an için tanzim edilmiş" diye düşünüyorum. Balkan Harbi sanki bu iki çift gözün karşılaşması için çıkmış, İsmail gibi Çelil Hikmet de "gitti de dönmedi" oluvermiş; Ruslar Trabzon'u sanki bu yüzden işgal etmiş, muhacirliğe bu yüzden çıkılmış, Settarhan Azam'ı ve Piruz'u gölün kıyısında bu yüzden yakalamış, Tebriz'den ardına bile bakmadan bu yüzden ayrılmış, kaybettiği yazgısını Sehend Dağı'nın en zorlu tepesinde bulmuş, Batum'da Sofya'nın kitapçı dükkânının kapısını bu yüzden çalmış bu yüzden kapatmış. Bolşevik İhtilâli


bile sanki bu yüzden patlak vermiş, Settarhan arkasında bir idam hükmü bırakarak bir motorla Trabzon'a kaçsın diye. Zehra bu yüzden Harşit kıyısında çakılıp kalmamış ya da o ceset yatağında yitip gitmemiş, geri dönmüş. Bütün mümkünler arka arkaya dizile dizile, iki çift gözün karşılaşmasına gelip dayanmış. Bir tek an. Milyonlarca ihtimal arasındaki tek mümkünün gerçekleşmesi için yaşanmış bütün bunlar. Tek mümkün, "O benim işte".


"Hoş gelmişsiniz" dedi Settarhan, Zehra'ya oturması için yer gösterirken. "Nasılsınız?"


Muhacirlik dönüşü rıhtım gününde birbirlerinin yanından geçip gitmiş olan bu iki kişiden ikisi de yekdiğerini tanımadı. Ama Settarhan'ın içinde bambaşka bir hatırlama uyandı:


Bu mu? Evet, bu. Ta kendisi.


"Hoş bulduk" dedi Zehra, "İyiyim." Ama onun da içinden bambaşka bir cümle geçti.


Çok yorgunum.


Kameriyenin hemen önünde erik fidanı incecik dallarından birini içeri doğru uzatmıştı.


"Ne güzel" dedi Settarhan beyaz çiçekli dalı göstererek, "Havalar da iyice güzelleşti."


Çok ince giymişsin. Üşümez misin?


"Yaa!" dedi Zehra "Öyle."


Nicedir üşüyorum.


"Bizim memlekette de vardır" dedi Settarhan can havliyle erik dalına tutunurken. Gözleri daldı, "vardı" diye düzeltti. Yerinden yurdundan ayrı düşmüş kartallar gibiydi.


Çok mu özledin oraları? O zaman niye buradasın?


Kim bilir Hûda'nın kimi hangi rüzgârın önüne niye düşüreceğini?


Erik dalı üzerlerine eğildi. Bir kuş geldi hatta, dalın ucuna kondu.


O vakit aralarında dilsiz ağızsız bir sohbet başladı. Settarhan sustu Zehra dinledi, Zehra sustu Settarhan söyledi. Söyledikleri ile sustukları birbirine uymaz bir sohbet aralarında uzadıkça uzarken içteki cümleler çoğaldı dıştaki cümleler tümüyle aradan kalktı. Sustukları zannedilebilirdi ilk bakışta ama bu suskunluk onları boğmak yerine ışıltılı ırmağında yıkadı. Suyu böylesine tanımak için demek böyle yanmak lâzımdı.


Pencerenin kuytusundan kameriyeye göz atan Halide, "Hiç konuşmuyorlar" dedi, tedirgindi. "Ben çay götüreyim bari."


Zehra işaret parmağını uzattı, şeker kâsesinin kenarındaki kırığı okşadı.


Settarhan'ın gözü bu kınalı parmağın ucuna takıldı. Zehra utanmıştı, görünen parmağının ucunu geri çekti aceleyle. Kucağına, diğer elinin üzerine bıraktı, yok, olmadı, altına sakladı. Omuzları bir araya toplanmıştı. Settarhan'ın gözü şekerliğin kırığında kaldı. O şaşkınlıkla hal hatırı baştan aldı: "Nasılsınız? İnşallah keyfiniz yerindedir."


Parmağın kesilir diye korktum. Senin için korktum.


"İyiyim hamdolsun. Ya siz nasılsınız?"


Dedim ya, yorgunum. Çok yorgunum. Çok uzak yollardan yürüyerek geldim ben. Peki ya sen? Sen de benim kadar yorgun musun?


"Hamdolsun. Ben de iyiyim."


Ben de yorgunum. Ben de çok uzak yollardan yürüyerek geldim. Ama benim bütün geçmişim sen bir nazar edersen aklanır; çünkü senin gözlerinde bir cennet bakışı var.


Bunca yolu yürürken yaşımın üstünde büyüdüm ben. Mahşerlerin içinden geçtim. Sandım ki öldüm de cehennemdeyim ama ne zaman öldüğümü bilemedim.


Böyle bir yorgunluğu ancak benzer yolları yürümüş olan anlar. Senin yorgunluğunu benim yorgunluğum, senin gördüklerini ancak benim gördüklerim siler. Gerisin geri birlikte yürürsek eğer o yollar haritadan silinip gider. Bütün


işaret taşlarını iptal edebilir; bütün güzergâhları ihlâl edebiliriz. Bütün o sesleri, tatları, kokuları yok edebiliriz. İnkâr etme kalbin mucizesini, yeter ki el ver.


Bir tarafımız hep kırık kalacak belki ama ihtimal bir kafiye tııtturabiliriz. Bütün yorgunluklarımızı yekdiğerinde dinlendirebilir; birbirimize sığınabilir; iki ayrı ırmağın delicesinde değil bir ırmağın derininde akabiliriz. Yeniden diyebiliriz.


Zehra'nın gözü Settarhan'ın sol elinin serçe parmağındaki yüzüğe takıldı. Firuzenin rengi capcanlıydı.


Bu sessiz sohbet iki onay cümlesiyle nihayetlendi:


Sen öyle çağırmasan ben böyle gelmezdim.


Ben böyle çağırmasam sen öyle gelmezdin.


"Zehra Hatun" dedi Settarhan bu kez dünya kelimeleriyle. Bir şey söyleyecekti. Eğer söyleyecekse şimdi söylemeliydi ve şimdi söylemeliydi.


"Zehra Hatun, İstanbul'a gidelim mi? Oraya yerleşip orada yaşayalım mı? Ben hah tüccarıyım, burada kahveci çırağı olduğuma bakma. İstanbul'da kendi tezgâhımı kurar, ticaret yollarımı bağlarım yeniden."


Sonra söylediğine kendi de hayret etti. "Ben İstanbul'a gideceğim, oraya yerleşeceğim, bu, ömrümün en büyük hayali" demiyor; "Ben gidiyorum sen de gelir misin?" diye sormuyordu. "Gidelim mi?" diyordu. "Biz" kılmıştı kendilerini çoktan. Demek bundan sonrasına dair bütün ihtimallerinde Zehra Hatun vardı.


"Hayır" dedi Zehra hafif ama kararlı bir sesle. "Gelemem. Büyükhanım'ı da Hacıbey'i de bırakamam, Anuş'u ve Hasan'ı da."


Soğuk bir rüzgâr ikisinin de yüzünden geçti. Şu cevap bu güzelim ümide nasıl da kıymıştı.


"Peki" dedi Settarhan, üstelemedi. Kırılmadı, kızmadı. Demek bundan sonrasına dair bütün ihtimallerinde Zehra vardı. Ama, "ama"sı vardı. Settarhan'ın bundan sonraki bütün ihtimallerinde bir de İstanbul vardı, İstanbul'a gitmeden de yaşanabilir, İstanbul'suz da ölünebilir miydi? Buna bir türlü "Evet" diyemedi.


O    sıkıntıyla döndü Asmalıkahve'ye Settarhan. Öyle hızlı yürüyordu ki ben, bu gölge beden, ona yetişmekte zorlandım. Yol boyunca düşündü; bir kez daha bir kadın onunla İstanbul'a gelmeyi reddetmişti. Az önceki cennet rüyasının, içinden havalanan kuşların, kendi dışındaki bir varlıkla bütün olmanın sonra onunla birlikte bütün evrene katılmanın rüzgârına kendisini keşke bıraksa. Bir yanında Zehra Hatun, diğer yanında İstanbul vardı oysa. Bunaldı. Fakat her hal ile de olsa bu duygu o kadar güzeldi ki kalbindeki mucizeye kendisini bırakıvermesi an meselesiydi. Bundan önce Zehra Hatun'u tanımadan, onun var olduğunu bilmeden meselâ, onun boşlukta kapladığı hacmi görmeden nasıl yaşadığını aklı almayabilirdi. Fakat bütün ömrünce İstanbul'u özlemiş durmuştu ve bu kez de gidemezse bir daha asla gidemeyeceğini adı gibi biliyordu. Yine mi ikiye bölünmüştü?


"Ya Rabbim, bana bir yol göster" dedi Asmalıkahve'ye girerken. "Bana bir işaret gönder. Ya Medet."


Yüzünden bir anlam çıkarmaya çalışan Çerkez Arslanbey'e hafif bir selâm vermekle yetindi, aynı merakla bakan diğer müdavimi görmedi bile, hemencecik içeri geçti. Ben de onunla birlikte içeri süzüldüm. Önlüğünü kuşandı. Sağına soluna bakındı, gün ortasında bile esneyen çırağı hışımla


çağırdı. İçindeki ateşi boşaltmasa Settarhan alev alıp yanacaktı.


"Su getir" dedi, "Sabun getir, sirke getir, kova getir, kül getir."


Bir köşeye sinmiş, olup biteni izliyordum. Hani neredeyse korkmuştum. Bu işin encamını biliyor da yolunu çizemiyordum.


Çerkez Arslanbey'in kahvehanesi Settarhan'ın ilk gününde bile böyle didik didik edilmemiş, böyle kazınırcasına temizlenmemişti. Settarhan bütün cam eşyayı, ufak tefeği teker teker kaynar sularda haşladı, masaların hepsini dışarı attı, peykelerdeki halıları yıkadı, hasırları silkeledi, Çırak Süavi, onun elinden her zaman "İllallah" derdi ya, o gün


başka türlü "İllallah" çekti.


Böylesi alev ateş bir çehreye sokulmamak gerektiğini kestiren,Çerkez Arslanbey. işe dışarıda, yeni açmış bir


l                                                                                                                                     Dİr yandan nargilesini


" or, bir yandan da


3ir yanaan tespınım çeviriye lapsıne aldığı Settarhan'a bakarak "Hayrola! " aıye auşunüyordu.


Hızını alamayan Settarhan bu kez duvarlardaki bütün çerçeveleri, resimleri, levhaları yerinden indirdi. Süavi'nin eline bir bez tutuşturdu, "Sil" dedi, "Pırıl pırıl parlasınlar. Tek leke kalmasın."


En son kendisi bir sandalye çekti. Duvardaki Venedik işi büyük aynayı alt köşelerinden kavradı, hani ilk günün temizliğinde yerinden bile oynatamamıştı. Çerçeve hâlâ o kadar ağırdı ve yine duvara adeta yapışmıştı. Fakat içindeki yangının olanca gücüyle öyle bir yüklendi ki Settarhan, çengeli paslı çivide oynattı önce, sonra duvardan ayırdı. O anda aynayla duvarın arasından tozlanmış karton bir levha "Pıt!" diye yere düşüverdi. Herhalde zamanında aynanın çerçevesiyle duvar arasına iliştirilmiş, zamanla kayarak araya sıkışmıştı.


Once aynayı duvara yasladı Settarhan dikkatle, sonra eğildi, levhayı yerden aldı, tozunu silkeledi. Gül rengi, ebrulu bir kâğıdın üzerine talik hatla yazılmış bir kıtaydı bu. Okumaya başladı; üçüncü mısrada "ezel" dördüncü mısrada "ülfet" kelimelerini tanıdı. Tebriz'in Nakşî dergâhında, kendisine çay terbiyesi, semaver bilgisi verilen o gecede dinlediği Çay İlâhisi'nin anında unuttuğu dörtlüğünü anında hatırladı:


Kimselerin aklı ermez Çay sohbeti hikmetine Çünkü ezelde uğramış Mürşidinin ülfetine.


Duvara yaslandı. Olmadı, dışarı çıktı. Masalardan birine olurdu, içeri girdi yeniden. Bir daha baktı, bir daha okudu, evet oydu.


Şimdi mi karşısına çıkmıştı bu levha, şimdi mi görünmüştü gözüne?


Taht-ı Süleyman gölünün başında da Sehend Dağı'nın yolunda da "işaret Ya Rab, bir işaret!" diye yalvarıp durmuştu günlerce.


İşaret!


Yâ İlâhi!


Bunca zaman, bunca olay sonra mı gelmişti?


Gülümsedi. Ve artık üstelemedi. Bıraktı direnmeyi. Önlüğünü çıkardı, bakır kazanı okşadı. Dışarı çıktı. Çerkez Arslanbey'in masasına oturdu.


"Arslanbey" dedi, "Hani sen bana ortaklık teklif etmiştin. Ben de sana 'Ustam, ben kalıcı değil geçiciyim, İstanbul'a gideceğim' demiştim ya."


Arslanbey yüzüne baktı Settarhan'ın, bu yüzde gidişten emare yoktu.


"Söylemiştin."


"Ortaklık teklifin hâlâ geçerli mi?"


"Geçerli, her zaman geçerli."


"Öyleyse kalıyorum."


"Âlâ" dedi Çerkez Arslanbey. İçinden, "Ah mine'l aşk" diye geçirdi.


Cemile Hanımefendi'nin dediği gibi araya bir gecenin rüyası girmiş, ikinci görüşme vakti gelmişti. Ertesi gün Zehra ve Settarhan aynı kameriyede, aynı erik dalının altındalardı. Ben bu kez kameriyenin dışında durdum, dirseklerimi korkuluklara dayadım, çenemi iki avucumun arasına alarak onlara bakmaya başladım. Böyle güzel esen bir rüzgârı ömrühayatımda hatırlamıyorum.


Settarhan, "Zehra Hatun" diye başladı, içten içe değil açıkça konuşacaklardı şimdi ve Settarhan'ın soracak bir şeyi, bir tek şeyi vardı, içinden bunca cümle geçerken, dilinden, ustasından öğrendiği tek soru cümlesi dökülecekti. O da kameriyenin kafesleri arasından uçup gidecek, Tebriz ağzı, ezberlenmiş bir cümleydi.


Çerkez Arslanbey bu sabah iyice belletmişti:


"Bak oğlum, 'Zehra Hanım' diye başlarsın. Kibar ol, tane tane konuş. 'Dest-i izdivacınıza talibim' de."


Tekrarlatmıştı bir de. "Söyle bakayım sen de: Dest-i izdivacınıza talibim."


"Dest-i izdivacınıza talibem."


"Talibem değil oğlum. Talibim, diyeceksin. Hay Acemoğlu, arılar soksun dilini."


"Zehra Hatun" diye başladı Settarhan.


"Ben. Dest-i izdivacınıza talibem."


Hem ben; Hemi aşkem hemi sûzem hemi derdem hemi dâğem.


Zehra kaldırdı başını. Onun yüzüne baktı.


Bu kırık şiveyi, hançereyi zorlayan bu ha'ları, kaf lan; yalçın dağlar, kızgın çöller, keskin akşamlar, sapsarı ve kavruk otlar kadar sıcak bu pürüzlü sesi. Bu, kendisine güven sunan koca dağın cazibesini. Onun kendisini sevmesini. Çok sevdi.


Başını önüne eğdi. Omuzları yine bir araya toplanmıştı ve dün şekerliğin kırığını okşayan parmakları bu kez lâcivert kareli çarşafın eteğini çekiştirmeye başlamıştı.


Bense orada, kameriyenin dışında, korkuluklara dirseklerimi dayamış, safiyetle bakıyordum onlara. Yerimden doğruldum bu kez. içeri girdim usulca. Zehra'ya baktım.


"Evet de, ne olur" diye fısıldadım. "Peki, de."


"Sen evet, de ki ben olayım, ben doğayım" demek aklımın ucundan bile geçmedi. "Evet de ki benim de mutlu bir roman


kahramanım, mutlu biten bir romanım olsun" diye fısıldadım.


Zehra "Peki" dedi, "Peki."


Bu yolculuğa başladığım, görünmeden gördüğüm, duyulmadan işittiğim, su ışığı zamanı yararak geri döndüğüm, mekânı aştığım ilk günden itibaren en çok da şu "görünmezlik" hali hoşuma gitmişti benim. Ne yanılgı oysa! İnsan bu kadar çok gördükten sonra görülmek, bilinmek de istiyor.


•                                                          • •


iyice yanaştım yanlarına. Once, çocukluğumda başımı kaç kez okşamış olan, parmağındaki firuze taşlı yüzüğü abdest alırken çevirmesini kaç kez merakla seyrettiğim o yaşlı, buruş buruş, çileli elleri hatırlayarak Settarhan'ın gencecik ellerine


uzandım. Sonra yüzünü hiç görmediğim anneannemin genç suretinin dizinin dibine çöktüm. Başımı yüzlerine doğru kaldırdım.


"Gör beni ne olur" diye yalvardım ikisine de ayrı ayrı. Sonra hitabı çoğullaştırdım. "Görün beni ne olur, bir kerecik olsun görün beni."


"Ne olur, bir kez olsun görün beni. Ne senin anneannem olacak olman umurumda artık ne de senin dedem. Ama bir kerecik görün beni. Dilimi tutabilirim. Elmas olup kesmesine aldırmam, sırrımı içimde saklayabilirim. Açıklamam kimliğimi. Anlatsam da inanmayacağınız hiçbir şeyi söylemem. Susarım, otururum dizinizin dibinde, kaldırır başımı sadece yüzünüze bakarım. Başımı dizlerinize bırakır ağlarım belki. Ama ne olur görün beni, bir kez olsun. Çünkü ben sizinle onca yolu yürüdüm. Sizin kadar yorgunum. Her anınıza, her yaşantınıza bu kadar ortak olup da bilinmemek ağrıma gidiyor. Görün beni."


Settarhan'a baktım ümitle. Sonra Zehra'ya çevirdim yüzümü. Nefesi nefesime çarpıyordu.


"Gör beni."


İkisi de beni görmedi.


Artık yerimde duramadım. Bedensiz varlığımın her zerresinden ateş fışkıracak sandım. Sessiz kelimesiz, eylemsiz hareketsiz olamazdım daha fazla. Merdivenleri nasıl indiğimi bilmiyorum. Yola fırladım. Kendimi, çocukluğumda annemle kaç kez inip çıktığımız Tekfurçayır'ın yokuşundan aşağı bıraktım, olanca gücümle koşmaya başladım.


Gittikçe hızlanarak, neredeyse ayağım yerden kesilerek, başım bulutlara değerek, bütün bunların yaşandığı yeri de


zamanı da kuşbakışı görerek, sonra yeniden yere inerek veya göklerdeyim de kendimi yerde zannederek. Önce ben koşuyordum kendi isteğimle. Fakat öyle bir an geldi ki artık istesem de duramayacağımı fark ettim.


Bacaklarıma söz geçiremiyordum, yavaşlamaya çalıştıkça hızlanıyordum sadece. O hızla kendimi imaret Mezarlığında buldum. Camiden çıkan erkeklerin, geveze kadınların, huysuzlanan çocukların, öfkelenen babaların, daha bir sürü suretten ibaret kalabalığın arasına yıldırım gibi daldım.


Ve o hızla bir şeye çarptım.


Daha doğrusu bir şey bana çarptı. Daha da doğrusu biz birbirimize çarptık. Nedenini, nasılını düşünmeye fırsat kalmadan kendimi yerde buldum. Sağ elimin işaret parmağı irice bir taşa denk gelmiş ve tırnağım yarılmıştı. Kanı gördüm, etimle tırnağım arasından sızan. Acıyı iliğimde kemiğimde hissettim. Galiba üzerimdeki bütün ağırlığı bir yaranın bahanesine havale ederek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. O sırada güneşle benim arama bir şey girdi, üzerime bir gölge düştü ve şefkat dolu bir ses duydum.


"Yo, yo! E kuzi ağlama! Sana bir şey olmadi" diyordu.


Doğruldum, dizlerimi diktim, kollarımı dizlerimin önünde kavuşturdum, başımı da dizlerimin üzerine bıraktım önce, sonra kaldırdım. Soluk teni üzerinde bütün ışığı kendi içine çekip sonra geri salan gözleri, kıralmış ve tel tel ayrılmış saçları, alnında siyah çatması, sırtında yamalı cübbesi ve elindeki kuru dal âsâsıyla onu gördüm. Elindeki âsâ kadar zayıftı. Rüzgâr vursa alıp götürecekti sanki.


Hırçın, korku ve hayret dolu bir sesle sordum:


"Ne yani, şimdi sen beni görüyor musun?"


"Hee!" dedi dişsiz ağzına yayılan çok sevimli bir gülümsemeyle. "Ne diye görmeyecekmişim ki?"


Öyle ya, ne diye görmeyecekti ki!


Gülümsedim. Gözyaşlarımı kuruladım. Akan burnumu sildim elimin tersiyle. Daha fazlasını sormaya ne ihtiyacım ne de cesaretim vardı. Gülümseyerek, nasırlarla dolu yanık elini uzattı, elimi uzattım ben de. Yerimden doğrulmama yardım etti. Kalktım. İmaret Mezarlığının gölgeleri ve servileri arasında yürümeye başladık. Bazen o önde ben arkada. Bazen yan yana. Bazen ben önde o arkada.


"Kimsin sen?" dedim ona, bir mezar taşına sırtımı dayayarak otururken.


"Yûsuf'um ben" dedi.


O zaman anneannemden anneme, annemden bana geçen Yûsuf'un hikâyesini hatırladım. Anlatılanlara göre, dağ köylerinin birinden şehre düşen bu adam böyle mi doğmuştu, yoksa sonradan mı bu hale gelmişti, kimse bilmezdi. Ama önüne dikildiği kimseyi incittiği görülmemişti. Yûsuf'tu sadece o. Sabah akşam dolaşır, nerede bir dam altı bulsa orada yatar, iki lokma verirlerse yer vermezlerse aramazdı. Yûsuf şehrin delisiydi, "Deli Yûsuf'tu sadece. "Delilerin hepsi birbirine benzer ve birini tanımış olmak dünyanın her tarafında hepsini tanımaya yeter" derdi annem, "Meczuplara gelince, hepsinin hikâyesi farklıdır."


Yani bu durumda Yûsuf'un bir hikâyesi yoktu. Bir gün hiç durmayacak gibi koşmamış, yüksekçe bir yere çıkmamış, orada durmamış ve önce böğrünü yumruklayarak ellerini göklere kaldırmamış, sonunda hiç susmayacakmış gibi hay kırmamıştı meselâ.


Etrafında meczup menkıbeleri birikmemişti Yûsuf'un. İndiği derin de çıktığı yüce de tehlikeli değildi ve Yûsuf'un cüssesi üzerine kaldıramayacağı bir yük yüklenmiş değildi. "Bu beden bu ağırlığı taşıyamamış, bu yüzücü bu derinden vurgun yemeden çıkamamış, bu ciğerler bu yüksekliğe patlamadan dayanamamış, bu beyin bu oksijen fazlasını kaldıramamış" dememişti kimse. Bir yanını o derinlerde bıraktığından, ciğerlerinin yarısını patlattığından, vurgun yediğinden, bedeni gibi ruhunun da hep eksik kaldığından bahsedilmemişti. "Almamış aklı bütün bu olup bitenleri, kalbine de sığdıramamış, aklı çatlamış, iki kişi bundan böyle Yûsuf, yarısı kendi sırrının ortağı yarısı o sırrın kurbanı" şeklinde upuzun cümleler de kurulmamıştı. Öyle mi?


Peki, kim söylememiş bütün bunları?


Güldüm de geçtim.


Duydum da inanmadım.


Başımı kaldırdım, Yûsuf'a bakacaktım. Hikâyesini soracaktım. Ona ne olmuştu? Dahası kendimi soracaktım. Ne zamandır benimleydi?


Yoktu Yûsuf, yok olmuştu.


O zaman bu hikâyenin başından sonuna kadar bazen bulutların arkasından, bazen kuru dalların arasından beni gözetleyen bir çift gözün varlığı hissini; bazen kuru dal bir âsânın kulağıma kadar gelen sesini anlamlandırdım. Ben Gülcemal'in fırtınalarıyla boğuşurken de, muhacirliğin dehşetli yollarında bata çıka yürürken de, Sehend Dağı'nın zorlu zirvesinde donarken de, Hamidiye Etfal Hastanesi'nin soğuk bir koğuşunda bir Kalandar gecesi ölürken de bir kılavuzum olduğunu anladım. O yüzden mi korkmamış, kaybolmamıştım?


Başımı gökyüzüne kaldırdım. Kalın bir fırçayla resmedilmiş ışık dolu, top top bulutlar vardı. İçlerindeki ışığı sızdırıyor, taşırıyorlardı ve sanki bir resim öğretmeni, fırçasının sivri sapını çevirerek üzerlerinden birer çizik geçirmiş, cennet bulutları kılmıştı onları. Öyle güzellerdi. Gözlerim kamaştı.


Yerimden kalktım. Yürümeye başladım.


Garson kızın kahvemi masaya bırakmasıyla kendime geliyorum. Tiflis'te, havalinıanındaymışım. Teşekkür ediyorum yarım yamalak.


Etrafıma bakıyorum, Yûsuf buralarda mı?


Yok!


Sağ yanımdaki geniş pencerelerden dışarı bakıyorum bu defa. Gökyüzü bir yanında yağmur dolu, bir yanında ışıklı. Kalın bir fırçayla, ışık dolu, top top bulutlar resmedilmiş sanki üzerine. Sonra fırçanın sapıyla üzerlerinden yatay doğrultuda birer çizik geçirilmiş. Acıyla tebessüm ederken daha farklı bir acıyı sağ elimin işaret parmağının üzerinde hissediyorum. Yarılan tırnağımdan hafifçe kan sızıyor.


Şimdi kalbim de kanıyor benim. Settarhan'la Zehra'nın hikâyesini artık bitirdiğimi biliyorum. Geride hâlâ öğrenmek istediğim tek bir şey kalmış olsa da bir daha havalimanlarında, otel odalarında, çalışma masamın başında fotoğraflardan içeri girmeyeceğim. Zaman yarılmayacak, ışık parçalanmayacak. Ömrümün en büyük hayali bir daha gerçekleşmeyecek. Kâhin Prenses Kassandra olmaya razı olarak kendimi görünmez bir bedenle geçmiş zamanın insanları ve olayları arasında bulmayacağım. Ve "Görün beni" diyerek oyunu bozmaya kalkışmayacağım bir daha.


Kapağıyla mürekkebinin rengi bir türlü uyuşmayan kalemimle defterimi çıkarıyorum çantamdan. Sonra bir kenara itiyorum ikisini de. Gözlerimi kapatıp arkama yaslanıyorum. Bana kalsa bu hikâyenin en güzel cümlesini tekrarlıyorum kendi kendime:


"Yo, yo! E kuzi ağlama! Sana bir şey olmadi."


Hayatla "Kim daha deli?" oynadığım, kendimi namluya tetiksiz sürdüğüm, içteki hikâyeleri size ne kadar anlatsam da içimdekileri sustuğum zamanlardı oysa. Gülümsüyorum. Çok şey oldu bana ey Meczup Yûsuf. Ama senin bildiğin benimkinden çok daha fazla. Sen öyle diyorsan öyledir.


Başım gözüm üstüne. Amenna ve saddakna.


Birazdan beni İstanbul'a götürecek uçağa binmek üzere sırt çantamı yüklenip kapıya doğru yürüyorum.



SON-RA


İstanbul’da on gün kaldıktan sonra döndüm Trabzon’a. Aradan bir ay geçti. Şimdi Ekim başı. Rüzgâr sertleşti. Yapraklar sararmaya başladı çoktan. Yağmurlar sökün etti. Yılın en güzel mevsimi.


Bu bir ayı binlerce fotoğrafa bakarak geçirdim. Bunların büyük bir kısmına bir hazineye rastlar gibi büyük müze ya da galerilerin "online" kataloglarında binlercesi bir arada ulaştım, kimine adı sanı duyulmamış "bloglarda" tek tük rastladım. Bu koleksiyonların hepsi, ırmaklarımın üzerinde aktığı onca şehrin dününü "gerçek" suretleriyle gösterdiler bana. Bu binlerce fotoğrafa alıcı gözüyle baktım ben, manzaradan çok hayata, harekete, insana dikkat kesilerek. Büyüteçlerle büyüttüğüm, her ayrıntısını defalarca gözden geçirdiğim, olmadı bilgisayara aktarıp "zoom" komutunu sonuna kadar zorladığım, dağılan pikselleri dön geri topladığım binlerce fotoğraf. Ekrana bakarken günlerce gözlerim yandı. Kör olacağım sandım.


İmparatorlardan şahlara, dilencilerden grandüklere, idealist politik mahkûmlardan adi dolandırıcılara, siyasî sürgünlerden zina suçlularına, şah katillerinden vatan hainlerine kadar binlerce yüz gördüm. Kimdir haftalardır fotoğraflarına baktığım bütün bu insanlar? Bu suretler nedir? Hepsi sonsuzlukta birer gölge. Ve ben, ne aradım yüzlerinde?


Hiçbiri yaşamıyor bugün bunların. Onca hareket, hayat, maceradan eser yok şimdi. Göz göze geldiğim bunca insandan hiçbiri sağ değil. Hepsi kendi hikâyelerini yaşadılar.


Dünya âlem perdesi üzerine az ya da çok gölge salarak kendilerine biçilen rol ve zaman içinde bir göründü bir yok oldular. Zaman perdesinin üzerine dünya şemaillerini düşürüp sonra da çekip gittiler günü gelince. Hepsi kendi ölümlerini yaşadı. Kiminin sureti perdeyi titretti, kiminin gelip geçtiği belli bile değildi.


Fakat fotoğraf kartonunun üzerindeki binlerce yüz objektife böyle baktıkça anladım ki bir kez olan her şey, donmuş bir anın içinde sanki şu an oluyormuş gibi, daha doğrusu "şu an da" oluyormuş gibi sonsuza değin oluyor. Öyleyse ben bu satırları yazarken de siz bu satırları okurken de bunlar hep oluyor, hâlâ oluyor. Bütün zamanlar, hayatlar, üst üste yığılı, biteviye yaşanıp duruyor.


Tıpkı bir panorama müzesinin 360 derecelik dairevî ve yekpare perdesinde kapıldığım "her şey her an oluyor" duygusu gibi. Tıpkı bir yeraltı mağarasının durgun gölündeki yansımayı gerçek zannettiğim anda kapıldığım duygu gibi.


Ya da ırmak üzerinde ağır ağır seyreden bir geminin güvertesinde geriye doğru koşarak az evvel önünden geçtiğim işaret ağacının önünden yeniden geçişim gibi. Ya da demir atmış gemiden, akan ırmağa bakarken iki kıyıdaki her şey sabit durduğu halde kapıldığım "gidiyormuşum" duygusu gibi.


Bu yüzden ırmaklarımı akıtırken her yere fotoğraflar üzerinden gittim ben. Zamanın üzerinde akmak için değil anın içinde durmak için.


Anlıyorum ki zamanı ve mekânı bir anın derinliğinde dondurup genişleten, dürüp çeviren Taht-ı Süleyman’ım, "kaybolmuş bir dünyanın canlı resimleri"ni gösteren fotoğrafmış benim. Fotoğrafa bakınca zaman aşırıyım ben. Be’nin noktasındayım. Taht-ı Süleyman’ın saçak ucunda bir


inci tanesiyim. Kalbin, aşkın ve şiirin zamanı olan cennet zamanındayım. Yani zamansızlıktayım.


Çok yorgunum. Seyahatname’li bir romana benzeyen bu sergüzeştin sonuna iyice yaklaştım artık. Şimdi sıra benim de bütün bu seyahatler boyunca çektiğim ve çektirdiğim fotoğraflara bakmaya geldi. Belki son kez.


Akşam iniyor. Irac için bir tuşa bastım. Vakit yeniden akşamüzeri, dağ, çöl ve rüzgâr. Yeniden durgun bulutlar ve ışıklar içindeyim.


Önce haritaları masamın üzerine yaydım. Elime bir kalem aldım, uğradığımız ya da kıyısından geçtiğimiz yerleri bir bir işaretledim. Trabzon, Bakü, Tebriz, Taht-ı Süleyman, Isfahan, Şiraz, Yezd, Batum, Tiflis, İstanbul. Hayret! Sanki hiç geri dönmeyecekmiştim.


Yüzlerce fotoğrafı klasörlere, dosyalara ayırdım, başlangıç noktasından itibaren geldili gittili güzergâha göre sıraladım. Onlara da tek tek baktım. Bir sürü tekrar resim, bulanık resim, gayri estetik resim; sanatkâr fotoğrafçının tabiriyle "çöp resim."


Hiçbirini silmeye kıyamadım. Çünkü hepsinin tanık olduğu ân’ın içindeyim. Hepsini yeniden dikkatle inceledim. Gördüklerimi, bildiklerimi hatırladım. Yeniden yaşadım.


Bu kez ne Zehra’nın, ne Settarhan’ın, ne de Sofya’nın izini sürdüm. Yol üzerinde yorgun argın uzanan gölgeme baktım sadece. Taht-ı Süleyman’ın gölünü arkama aldım, gri bulutlu şemsiyemi açtım başıma, yeşil sulara sırtımın gölgesini bıraktım. Bir inci kolye taktım boynuma. Siyah tül peçeyi yüzüme indirdim.


Yüz yıl sonra bu fotoğrafın gözlerine bakacak olan kim ise, onun gözlerine siyah tül peçenin ardından baktım. Bir kedi vardı kucağımda. Defterimdeki her sayfanın son üç satırını boş bırakarak "Be-nam-ı Hüdâ, Bismillah" kendimi fotoğraflardan bir fotoğraf olarak albüme kattım.


Ekim ortası. Yapraklar iyice kurudu, sarardı. İlk rüzgârda sarsılarak düşecekler. Telefon çalıyor. Yasemen. Sesinde yine Hazar’ın bütün rüzgârları esiyor.


"Hocam" diyor şenlikname düzeninde, "Hani buraya geldiğiniz sempozyum vardı ya, hatırladınız mı?"


"Hiç unutmadım ki."


"Onun ikincisi yapılıyor. Kasım ortalarında. Biraz aceleye geldi ama adınızı bilim heyetine yazdık. Gelir misiniz?"


Gülümsüyorum.


"Gelirim" diyorum, "Sen Hazar’a bakan bir otelde bir oda tut şimdiden. Sana upuzun bir hikâye okuyacağım. Ama önce bir yere uğramam gerek."


Uğrayacağım bir yer kaldı geriye.


Aslında Tebriz’in ırmağı Karadeniz’e kavuştu çoktan. Bu akışa kimsenin benim bildiklerimden daha fazlasını ekleyebileceğini de zannetmiyorum. Fakat hâlâ merak ettiğim bir şey, soracağım bir soru var. Karanlık bir nokta, bir ukde:


O zaman Settarhan, Azam ve Piruz’a yaklaştığında, Taht-ı Süleyman gölünün suları bulanıp benim de bakışım karardığında ne olmuştu? Bir de onun gençliğini gören gözleri gören biriyle karşılaşmak arzusu. Dedemi değil ama roman kahramanımı görmüştü Sehend; Behzat Amca’nın babası.


Kasım’ın ilk haftası Nizam’a bir mail yazıyorum. Tanıştığımız, görüştüğümüz günden bu yana maillerimin çoğuna cevap gelmiyor, bir kısmı ulaşmıyor bile belki. Bunu Nizam’dan nadiren aldığım cevaplardan anlıyorum. İran dünyanın en yavaş ve aksamalı internet hizmetine daha doğrusu hizmetsizliğine sahip ikinci ülke. Veya başka sebepler. Ailenin bu damarıyla bağlantıyı otuz yıl üzerine yine kuramıyorum. Ama Nizam’dan bir mail geliyor sonunda. Güç belâ haberleşiyoruz. "Behzat Amca" diyor, "Yezd’de ve seni bekliyor. Mektup yazdım."


Tarih belirliyorum. İran’dan bu yana kullanmadığım sırt çantamı çıkarıyorum kaldırdığım yerden. İran’ın yasemenleri burnumda tütüyor ama yo, bu defa ne Sessizlik Kulesi’ne ne Ateşgâh’a gideceğim ne de Eskişehir’in sokaklarına süzüleceğim. Sadece tek gece. Behzat Amca’yı ziyaret edip ertesi gün Bakü’ye geçeceğim. Ne rehbere ihtiyacım var ne de şoföre. Sadece ben’im.


Uçak Yezd havaalanına indiği anda taksicilere bakıyorum. Azerbaycanlı birini kolayca buluveriyorum. Adresi veriyorum eline. Neden sonra bir kapının önünde duruyoruz. Evi tanıyorum ilk gelişimizden. Tokmağa uzanıyorum. Ben taksiciye yarın sabah için saat verip beni havalimanına götürmesini tembihlerken kapı açılıyor.


Gelin hanım, Masume. "Gel" diyor kırk yıllık sevinçle boynuma sarılırken, "İçeride, seni bekliyor."


Beni bekliyor, içeri adımımı atıyorum. Orada. Yatıyor.


Bana kendi ailesinden birine bakar gibi baktı. Bordo zemini bin bir çiçek, bahar bahçe bir Tebriz halısıyla, sonra bir başka halıyla, sonra başka başka halılarla döşenmiş genişçe bir odada halı kaplı bir duvara dayanmış, bir kerevetin üzerindeki döşeğe uzanmış, sırtını halı bir yastığa dayamış, bir kolunu başının altına almıştı. Saltanatı, Şark halısı.


Yanına, yere diz çöktüm. Ellerine sarılmak için uzandığımda bana uzanan ellerinin titrediğini gördüm. Yüzü buğday rengi, gözleri elâ, hâlâ dökülmemiş saçları hafif kınalıydı. Yüzünün çizgilerinde bizi ortak bir çehreye bağlayan birkaç iz bulmaya gayret ettim. Galiba vardı. Yitiğimi bulduğumu anladım.


Doksanına merdiven dayamış bu ihtiyar, kalkıp torunuyla Meşhed yollarına düştüğü gibi hem geçmişi hem bugünü gayet iyi hatırlıyordu. Bu dünyaya sağlam gelip sağlam gideceklerden, düşmeyecek sürünmeyecek, günü gelince bir çınar gibi devrileceklerdendi o da. Gözümün önüne Taht-ı Süleyman’a ilk vardığımızda Settarhan’ı karşılayan Sehend’in yaralı gülüşü, kırık sureti geldi. "Baba oğul ne kadar az benziyorlar" diye geçirdim içimden. Behzat Amca babasını unutmuştur bile belki. Ama onlar için unutulacak kadar eski olan bu zamanlar benim için anın içinde, sadece bir bakış mesafesindeydi.


"Ey aziz can" diye başladı, "Nereden gelip nereye gidersen? Sağ mısan selâmet misen? Nasılsan iyi misen?"


Hal hatır, tanışlık görüşlükten sonra sadede geldim. "Behzat Amca" dedim, "Bana Settarhan’ı anlat."


Yanılmamışım, bildikleri benim bildiklerimden fazla değildi. Yine de ağır ağır


anlattıklarını ilk kez duyuyormuş gibi dinledim. Anlattıkları tarih kadar kesin, hatıralar kadar bulanık, bir roman kadar güzeldi. Hâlâ soracak binlerce sorum vardı fakat hiçbirini sormadım.


Sadece ve sadece "Behzat Amca" dedim, "Azam’a ne oldu?"


"Sen Azam’ı da biliyorsun?" dedi gülerek.


"Biliyorum" dedim kalbim göğsümün üzerinde çarparken.


Nereden bildiğimi sormak aklına gelmedi.


"Sene sağlık, vay odur ki öldü" dedi. Bir de tarih söyledi, İranî tarihlerden biri. Yaklaşık karşılığını çıkardım zihnimden. İnanamadım. Bir daha hesapladım. Yine inanamadım.


"Nasıl olur?" dedim. "O vakte kadar yaşadı mı yani?"


Yersiz ve anlamsız bir soruyla karşılaşanların hepsinde görülen o bakışla baktı yüzüme. "Yaşadı tabii" dedi. "Neden yaşamasın ki? Torununun çocuğunu bile gördü. Torununun torununu görse cennetlik olacaktı."


Bu kez dilimin ucuna gelen şeyi yutkunmadan açıkça söyledim.


"Dedem yani Settarhan onları Taht-ı Süleyman gölüne itmedi mi? Suda boğmadı mı o ikisini?"


"Kimi?"


"Azam’la Piruz’u. Ya da en azından sadece Azam’ı?"


"Size öyle mi söylemişti?" dedi.


Ne diyebilirdim? "Hayır, bize bir şey söylemedi, hepsini ben gördüm. Daha doğrusu tam görecekken sular bulandı" dese miydim?


Yaklaşık dört yıldır onunla birlikte yaşadığımı, gördüğü her şeyi onun omuzunun üzerinden seyrettiğimi, onu adım adım izlediğimi anlatsam da inanmazdı. Sustum sadece, yüzüne bakmaya devam ederek.


"Evet" dedim, soruyu tekrarladım. "Dedem Azam’ı ve Piruz’u ya da sadece Azam’ı ya da sadece Piruz’u Taht-ı Süleyman gölüne atmadı mı?"


Behzat Amca hayretle kaldırdı başını. Yüzünden çok ama çok sevimli bir gülümseme geçti. O an ellerine sarılmak istedim yeniden.


"Yok" dedi, "Onda bir kediyi bile boğacak yürek yoktur. Yumuşaktır kalbi. Tavuk bile kesebilemez." Settarhan’ı tanımış gibi konuşuyordu oysa o Taht-ı Süleyman’dan ayrıldıktan çok sonra doğmuş olmalıydı.


"Peki" dedim, "O zaman? Yani Azam nasıl oldu da?"


"Ne nasıl oldu da?"


"Hani" dedim, "Settarhan’la sözlü olduğu halde başkasına hem de bir Zerdüştî’ye âşık olduğu için. Ona kaçtığı için." Anlattıklarını ilk kez duyuyormuş gibi dinledim. Anlattıkları tarih kadar kesin, hatıralar kadar bulanık, bir roman kadar güzeldi. Hâlâ soracak binlerce sorum vardı fakat hiçbirini sormadım.


Sadece ve sadece "Behzat Amca" dedim, "Azam’a ne oldu?"


"Sen Azam’ı da biliyorsun?" dedi gülerek.


"Biliyorum" dedim kalbim göğsümün üzerinde çarparken.


Nereden bildiğimi sormak aklına gelmedi.


"Sene sağlık, vay odur ki öldü" dedi. Bir de tarih söyledi, İranî tarihlerden biri. Yaklaşık karşılığını çıkardım zihnimden. İnanamadım. Bir daha hesapladım. Yine inanamadım.


"Nasıl olur?" dedim. "O vakte kadar yaşadı mı yani?"


Yersiz ve anlamsız bir soruyla karşılaşanların hepsinde görülen o bakışla baktı yüzüme. "Yaşadı tabii" dedi. "Neden yaşamasın ki? Torununun çocuğunu bile gördü. Torununun torununu görse cennetlik olacaktı."


Bu kez dilimin ucuna gelen şeyi yutkunmadan açıkça söyledim.


"Dedem yani Settarhan onları Taht-ı Süleyman gölüne itmedi mi? Suda boğmadı mı o ikisini?"


"Kimi?"


"AzamTa Piruz’u. Ya da en azından sadece Azam’ı?"


"Size öyle mi söylemişti?" dedi.


Ne diyebilirdim? "Hayır, bize bir şey söylemedi, hepsini ben gördüm. Daha doğrusu tam görecekken sular bulandı" dese miydim?


Yaklaşık dört yıldır onunla birlikte yaşadığımı, gördüğü her şeyi onun omuzunun üzerinden seyrettiğimi, onu adım adım izlediğimi anlatsam da inanmazdı. Sustum sadece, yüzüne bakmaya devam ederek.


"Evet" dedim, soruyu tekrarladım. "Dedem Azam’ı ve Piruz’u ya da sadece Azam’ı ya da sadece Piruz’u Taht-ı Süleyman gölüne atmadı mı?"


Behzat Amca hayretle kaldırdı başını. Yüzünden çok ama çok sevimli bir gülümseme geçti. O an ellerine sarılmak istedim yeniden.


"Yok" dedi, "Onda bir kediyi bile boğacak yürek yoktur. Yumuşaktır kalbi. Tavuk bile kesebilemez." Settarhan’ı tanımış gibi konuşuyordu oysa o Taht-ı Süleyman’dan ayrıldıktan çok sonra doğmuş olmalıydı.


"Peki" dedim, "O zaman? Yani Azam nasıl oldu da?"


"Ne nasıl oldu da?"


"Hani" dedim, "Settarhan’la sözlü olduğu halde başkasına hem de bir Zerdüştî’ye âşık olduğu için. Ona kaçtığı için."


"Eee?" dedi Behzat Amca.


"Hani Mirza Han çok öfkelenmiş de Settarhan’dan onları öldürmesini istemişti."


"Haa, bak!" dedi, "Burası doğrudur." Babam Sehend anlatır idi, Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun. Aynen şöyle demişti bugün gibi aklımda, dinle sen de: ’Başını yere eğdi ailemizin. Ama hiçbir şey Azam’dan kıymetli değildi ve Azam bizim gururumuzdan daha kıymetliydi. Bir süre hor hakir bakışlar altında dolaşmak mecburiyetinde kaldık. Ama evlendirdik kendi elimizle. Herkesin de sesi kesildi. Ha bir de tabii Piruz Müslüman olmayı kabul etti.’ Babam burada hep gülerdi ve eklerdi: Davullu zurnalı gelin ettik Azam’ı."


"Peki" dedim, "Ben neden ben böyle bir tevatüre itibar ettim? Bu tevatür nereden doğdu?"


"Settarhan amcam" dedi, "Taht-ı Süleyman’ı da, Tebriz’i de, İran’ı da o can acısıyla terk etmiş. Yani boğmuş geçmişini. Üzerine bir göl suyu devirmiş. Ha! Bir de bak babam anlatırdı, Settarhan amcam Taht-ı Süleyman gölünün başında Azam’a her şeyi unutmasını ve kendisiyle İstanbul’a gelerek orada evlenmelerini teklif etmiş. Tabii kız ’Ölürüm de Piruz’dan başkasına varmam’ demiş."


"Peki" dedim, daha önce düşünmediğim, o an aklıma takılan bir soruyu saklamayarak. "Taht-ı Süleyman’da nasıl barındılar? Birlikte kaçmayı nasıl başardılar? Bu çok mantıksız geliyor bana? O kadar küçük bir yerde, mümkün değilmiş gibi."


Güldü Behzat Amca.


"Mümkün aziz can, mümkün. Sehend ile Çiçek Hala bir olunca Piruz’la Azam’ı Taht-ı Süleyman’da saklamak da, barışmaya kadar giden yolların taşlarını döşemek de mümkün."


Sabah şoför geldiğinde vakit çok erken olmasına rağmen herkes beni yolcu etmek için uyanmıştı. Behzat Amca’nın yatağına yaklaştım. Yere diz çöktüm yine. Ellerine uzandım. İki sene önce Taht-ı Süleyman’a giderken heybemi doldurup da "Nasibi olan yoluma çıksın" dediğimde sahibini bulamadığım sarı kehribar tespihi, seyahat çantamdan çıkardım, nihayet sahibinin avuçlarının arasına bıraktım. Boynuna sarıldım. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. O anda aklıma geldi, tercüme ettiremediğim Hafız beyti aynı çantanın iç gözünde unutulup kalmıştı. Küçük, zarif Divan’ı elime aldım. O gün Hafız’ın kabri başında açtığım sayfa, kenarındaki işaret kıvrığıyla duruyordu.


"Behzat Amca" dedim, "Şunu benim için tercüme eder


misiniz?" Beyti işaret ettim, Divan’ı eline tutuşturdum.


Gözlüklerini istedi Masume’den. Sırtını yastıklara iyice


dayadı. Sağ dizini dikti. Beyti bir kol mesafesi kadar uzakta


tutarak içinden okudu önce, dudakları kıpırdadı.


Sonra Farsça olarak yüksek sesle tekrarladı:


Be ser-i türbet-i mâ çyn güzer-i himmet-hâh Ki ziyâret-geh-i rindânı-ı cihan hâhed bûd


Yüzü aydınlandı. "Sen roman yazıyordun değil mi?" diye gülümsedi. Gülümsedim ben de yapabildiğim en iyi şeyi yaparak.


Divan ’ı yan tarafa bıraktı. Türkçesini ağır ağır mırıldandı:


Yolun bizim kabrimize uğrarsa himmet dile çünkü bizim kabrimiz cihanın rindlerınin ziyaretgâhı olacaktır.


Hafız’ın kabri üzerinden bir güvercin kalktı. Kanadının esintisi. Geldi. Yüzüme çarptı.


Şoför, "Hanım haydi" diyordu.


Bakü’ye indiğimde henüz öğle olmamıştı bile. Havalimanından çıkmadan Yasemen’e telefon açtım.


"Ben geldim Yasemen" dedim, "Otele doğru gidiyorum şimdi."


"Hocam" dedi, "Neden haber vermediniz geleceğinizi? Karşılardım sizi."


"Geldim işte" dedim, "Otelde görüşürüz."


Bir taksiye atladım, adresi verdim. Hazar kıyısında bir süre yol aldıktan sonra durduk. Sonbaharın tatlı ışığı altında döne döne ağacının dibine düşen altın rengi yapraklara basarak otelin girişine doğru yürümeye başladım. Ama birden, bahçenin derinliğine doğru değiştirdim yönümü. Şu koruda yürümeliyim biraz, sırtımı bir ağaca yaslayarak gözlerimi kapamalıyım, sonra, derin çok derin bir nefes almalıyım.


Biraz yürüdükten sonra bir ağaca yaslandım. Bir kayın ağacı. Gözlerimi kapadım. Rüzgârın sesini dinlemeye başladım. Birden kuru yaprakları ezerek hızla koşan bir şeyin sesini duydum, gözlerimi açtım. Karşıdan bir şeyin son hızla bana doğru geldiğini fark ettim. Yan tarafa çekilmeye çalıştım. Geç kalmıştım. O hızla bana çarptı. Ben ayakta kaldım ama o düşmüştü.


Derin bir acıyla, âh etti düştüğü yerden.


On yedi on sekiz yaşlarında bir delikanlıydı. Avuçlarının içi sıyrılmıştı.


Elimi uzattım. Kalkmasına yardım ederken, "Korkma" dedim, "Sana bir şey olmadı."


Başını kaldırdı.


"Ne yani, şimdi sen beni görüyor musun?" diye sordu hayretle.


Önce sersemledim. Sonra gülümsedim.


Bir şey demedim. Yüzüne baktım içime acı dolarken. Sonra yere çevirdim bakışlarımı.


Türkiye’yi de dünyayı da nelerin beklediğini, bir III. Cihan Harbi’nin çıkıp çıkmadığını, Amerika’nın, İran’ın ve daha nelerin akıbetini bilen bu Kâhin Kassandra’ya sorsam, neler "olacağını" bana söyleyebilirdi. Gelecek zamanlı bir cümle kuruyordum ben. Ama o -dili geçmiş zamanlı bir cümle kuruyordu şu anda, hepimiz için:


"Bunların hepsi öldü!"


Kaldırdım gözlerimi, gözlerine baktım. Bana bir cümle söyleyecekmiş de içine atmış gibiydi.


Otele girdim. Odaya çıktım.


"Sonra" diye bir bölüm yazdım, yayıncımın pek de hoşuna gitmeyecek türden, bitmiş romanın üzerine, olmasa da olur bir kısım. Eğer siz şu an şu satırları okuyorsanız, yayıncım beni değil ben onu ikna etmişim demektir. Ve bu ısrarım, bir romandan ayrılmanın acısına dayanamadığımdandır. Yasemen geldi.


"Oda servisine büyük bir demlik çay söyle Yasemen" dedim.


Balkona çıktık. Hazar’a döndük yüzümüzü. Kasım. Bakü’nün, ilk gelişimde rastlamadığım meşhur rüzgârı nihayet koptu. Cânım deniz, geliyor. Rüzgârlarını, yağmurlarını, fırtınalarını, renklerini, kokularını, dalgalarını, ufuklarını, sonbaharlarını toplamış geliyor.


Bir yorgunluk çayı ikram edilmişçesine ilk yudumları aldık. Yasemen yüzüme baktı, "Bekliyorum hocam" dedi. Çantamdan kalın tomarı çıkardım. Okumaya başladım:


Elimdeki zarfın arka yüzündeki adrese baktım. Otuz yıl önce postaya verildiği yerin harflerini okudum teker teker: Te-hı-te; Taht.


Sin-lâm-ye-mim-elif-nûn; Süleyman.


Bir tire koydum araya. Farsça tamlamayı kurdum. Taht-ı Süleyman.


Hangi hikâye başladığı yerde bitmemiş ki?



Arka Kapak


 


 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar