Print Friendly and PDF

Hayvânı sen geçmedin insânı arzularsın

Bunlarada Bakarsınız


151





7+7=14





Nâdanı terk etmedin yârânı arzularsın,
Hayvânı sen geçmedin insânı arzularsın.
  





“Men arefe nefsehû fakad arefe Rabbehû”
Nefsini sen bilmedin Subhânı arzularsın.  





Sen bu evin kapusın henüz bulup açmadın,
İçindeki kenz-i bî-pâyânı arzularsın.  





Taşra üfürmek ile yalunlanır mı ocak,
Yönün Hakk’a dönmedin ihsânı arzularsın.  





Dağlar gibi kuşatmış benlik günâhı seni,
Günâhın bilmeden gufrânı arzularsın.  





Cevizin yeşil kabını yemekle dad bulunmaz,
Zâhir ile ey fakîh Kur’ânı arzularsın.  





Şarâbı sen içmedin sarhoş u mest olmadın,
Nice Hakk emrine fermânı arzularsın.  





Gurbetliğe düşmedin mihnete sataşmadın,
Kebab olup pişmedin büryânı arzularsın.  





Yabandasın evin yok bir yanmış ocağın yok. 
Issız dağın başında mihmânı arzularsın.  





Ben bağı ile bostanı gezdim hıyâr bulmadım,
Sen söğüt ağacından rummânı arzularsın.  





Başsız kabak gibi bir tekerleme söz ile
(Yunus) leyin Niyâzi irfânı arzularsın.  





Nâdanı terk etmedin yârânı arzularsın,
Hayvânı sen geçmedin insânı arzularsın.  





Cahilliği terk etmedin yârânı arzularsın,
Hayvânı sen geçmedin insânı arzularsın.  





Senin canım dediğin nefsin lezzetleridir. Belki o sana ca­nından azizdir. Ama, senin düşmanındır. Ondan geçmeden Hakk'ı bulurum zannetme. “Zünnâr”dan maksat tabiattır. Yani, yaramaz huylardan, hevâ ve hevesten geçmeden imân isteme ki, senin imânın tabiatındır; Hak değildir, demektir.





Şimdi, böyle sözle bilmekle tabiatından kurtulmayıp hakika­te kavuştum diye vuslat davası eden yalancılar bile bir kâmilin terbiyesi altına girerek ahlâkını güzelleştirip bir Hak tarîka dâhil olsalar, evliyadan olurlardı; lâkin böyle yezitler bir yerde Hakk'ı arayan, mücâhede ve sulukta gayret eden bir âşık görseler, he­men şeytan gibi yanına varıp şöyle derler: “Behey dîvâne, ne zahmet çekersin? Safamıza bakalım. Kimi ararsın? Aradığın yine sensin. Yani Tanrı sensin. Kimden korkarsın? Orucu, namazı ne yapacaksın? Kendi kendine azap mı edersin? Eline ne girerse fırsatı kaçırma. Şeriat, nizam içindir. (Allah korusun!) Ne pey­gamberlerin, ne velîlerin aslı var. Şeriatı kuran senin gibi bir adam değil midir?” Böyle sözlerle onlar, dertli sâlikin yolunu kesip kendileri gibi yezit ederler.





Gerçi aradığın sendedir. Fakat insan kendisini, tabiat ben­dinden, nefsin lezzetlerinden ve yaramaz huylardan geçirip Hak sıfatı ile sıfatlandırmasına, benliğini mahvetmesine bir mürşîd-i kâmil lâzımdır. Onu bilmediklerinden, söz ile bilmekle ahlâk değiştirerek vuslat olur zannederler.[1]





“Men arefe nefsehû fakad arefe Rabbehû”
Nefsini sen bilmedin Subhânı arzularsın.  





“Men arefe nefsehû fakad arefe Rabbehû”
Nefsini sen bilmedin Subhânı arzularsın.  





Hikâye Hoca Nasreddini görmişler ki bir ağacun başında üstinde durduğı dalun aşagasını keser.





 Ey hoca sen üstinde durduğun, dalı kesersin o düşince sen de düşersin, dirler inanmaz kesince kendi de düşer söyleyen adamun ardından yeter





“adam sen benüm düşecegüm bildün benüm ölecegüm de bilürsin bana haber vir ne vaktin ölürüm” dimiş





“ey hoca ol ğâyıb bilmek degüldür ondan senün düşecegüni herkes bilürdi” dimiş





“yok elbette diyü” ibram idince dir ki





“eşegün ne zaman yellerse ol zaman ölürsin” dir hem öyle olur. [2]





Sen bu evin kapusın henüz bulup açmadın,
İçindeki kenz-i bî-pâyânı arzularsın.  





Sen bu evin kapısın henüz bulup açmadın,
İçindeki tükenmez hazineyi arzularsın.  





Duhâ sûresinin yedinci âyetinde, ووجدك ضالاًّ فهدى  “Biz seni yoldan sapmış bulduk doğru yola yönelttik,” buyurulmuştur. Bunun manası nedir? Bu şu demektir:





Ya Muhammed! Allah Teâlâ seni yolunu şaşırmış bir halde buldu, sana gerçek yolu gösterdi. Bunu herkes böyle yorumladı. Hakk, onu yolunu şaşırmış bir durumda buldu dediler. Nasıl ki, çoban bir buzağıyı kaybeder, o tarafa bu tarafa koşar ki onu bulsun. Belki Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem nefsini yitirmişti. Yani o kaybettiği nefsini yine kendi nefsiyle buldu. Burada nefis anlamına gelen söz müennes (dişil) yapılamaz. Çünkü bu, varlığın kendisi olan zattır. [3]





Taşra üfürmek ile yalunlanır mı ocak,
Yönün Hakk’a dönmeden ihsânı arzularsın.  





Dışarı üfürmek ile parlar mı ocak,
Yönünü Hakk’a dönmedin görmeği arzularsın.  





Zâhir ile batın anlaşılmaz demektir. Ateşin üzerine körük yönelmezse nasıl alevlenmezse bâtının sırrına vukufiyet bulmak isteyende bu bilgiye ve ulaşmadan seyrini ikmal edememiyecektir.





Dağlar gibi kuşatmış benlik günâhı seni,
Günâhın bilmeden gufrânı arzularsın.  





Dağlar gibi kuşatmış benlik günâhı seni,
Günâhın bilmeden affedilmeyi arzularsın.  





Seven delikanlı, âşk ateşi içinde şeyhin yanına geldi.





Ben mürid olacağım dedi. Şeyh de kabul etti. Onu kendi yakınları ve güvendiği insanlar arasında bıraktı. Gizlice diyordu ki:





Bu delikanlıda hem büyük bir cevher var, hem de büyük bir utangaçlık. Ben iki hâlini de bilmekteyim. Bunu size de göstereceğim. Çocuğu içeriye, halvete çağırmalarını emretti; delikanlıyı gizli bir yerden gözetlediler. Bir gece çocuğa saldırdı ve nihayet çocukcağızı öldürdü. Hemen dışarı çıkmak istedi, kaçacaktı. Şeyh dervişleri uyandırdı, onlara şöyle dedi: Falan mürit şöyle bir harekette bulunmuştur, kaçmak istiyor biz onun yolunu kesmişiz kapıyı bulamaz. O şimdi her tarafı duvar görüyor. Korkulur ki ödü patlasın. Gidiniz, ona deyiniz ki,





Şeyh seni istiyor, yaptıklarını da biliyor. Nasıl ki: “Bunu sana kim haber verdi?” demiş, o da: “Bana, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah haber verdi” demişti. [4] buyrulmuştur.





Dervişler geldiler, kapıyı açtılar, odayı kan içinde gördüler ama bir türlü feryat etmeye cesaret edemediler. Çünkü şeyhin işaretinden korkmuşlardı. Delikanlıyı şeyhin yanına getirdiler. Şeyh gülerek neşeli neşeli ileri doğru yürüdü, kolundan tuttu kendi hırkasını sır­tından çıkararak ona giydirdi, getirip kendi makamına oturttu. Ona, senin için zaten şu bir tek perde kalmıştı ki, bu makama erişesin, dedi.





Her insanoğlunda bir benlik vardır. İnsan sonunun neye varaca­ğını önceden görse idi, hiç benlik davası eder miydi? Muhakkak ki sakınırdı. Ama önceden sonunu göremedi. İşte nebilerin sul­tanı ve sonuncusu olan Hazreti Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin üstünlüğü bu­radadır.





Âşk, benliğini sevmek sevdasından kendini kurtarırsa sevi­len ve istenilen sevgili de benlik sevdasından vazgeçer.[5]





Cevizin yeşil kabını yemekle dad bulunmaz,
Zâhir ile ey fakîh Kur’ânı arzularsın.  





Cevizin yeşil kabını yemekle dat bulunmaz,
Zâhir ile ey fakîh Kur’ânı arzularsın.  





Ceviz, sırf hakikate misaldir ki içinde asla yabana atacak bir şey yoktur. Hem yenir ve hem nice marazlara ve illetlere şifa hâsıl olur.[6]





İmân üç kısımdır: Biri İmân-ı taklidî, diğeri İmân-ı istidlâlî, üçüncüsü de İmân-ı tahkikî dir. İmâm-ı Gazâlî “İhyâyi ulûm” adlı kitabının dördüncü cildinin sonlarındaki tevhîd kitabında imân hakkındaki yukarıdaki ayırımı cevizi misâl getirerek yapar.





Taklit edilen imân cevizin dışındaki yeşil kabuğu gibidir der. Ne yenir, ne yakılır, çünkü acıdır, ateşe koysan yanmaz ve hiçbir işe yaramaz. Bu nedenle İmânı taklidînin koruyuculuktan başka yararı yoktur.





İstidlâlî İmân cevizin ikinci, yani kuru olan kabuğudur, yenmez fakat ateşe koysan yanar.





Tahkikî îmân ise cevizin içi ki, her şeye yarar.





Ancak bu üçü kıymet yönünden dereceli olsa da birbirinden de ayrı değildir. Birini terk edersen diğerini çürütürsün. Cevizin yetişme hikâyesini hatırlayarak yorum yapılabilir.





Niyâzî-i Mısrî kuddise sırruhu’l-aziz burada imânın bir şubesi ile kurtuluşa kavuşulamayacağını beyan etmektedir.





Şarâbı sen içmedin sarhoş u mest olmadın,
Nice Hakk emrine fermânı arzularsın.  





Şarâbı sen içmedin sarhoş ve mest olmadın,
Nice Hakk emrine fermânı arzularsın.  





Şarap içmek demek menhiyat ile meşgul olmak demek değil, bilâkis aklı terk ederek kâmil pire itaat etmektir.





Gurbetliğe düşmedin mihnete sataşmadın,
Kebab olup pişmedin büryânı arzularsın.  





Gurbetliğe düşmedin belaya çatmadın,
Kebab (eti) olup pişmedin kebabı arzularsın.  





Mevlânâ kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz bu bağlamda babasının şu sözünü nakleder: “Yaratılandan daima şikâyet, bir anlamda yaratanı da şikâyet etmektir.”   [7]





Yabandasın evin yok bir yanmış ocağın yok. 
Issız dağın başında mihmânı arzularsın.  





Yabandasın evin yok bir yanmış ocağın yok. 
Issız dağın başında misafir arzularsın.  





Seyrin evveli niyet ortası teslimiyet sonu hizmettir. Bu şekilde vuslatın bereketi zuhur edecektir.





Ben bağı ile bostanı gezdim hıyâr bulmadım,
Sen söğüt ağacından rummânı arzularsın.  





Ben bağ ile bostanı gezdim hıyârını bulmadım,
Sen söğüt ağacından nar arzularsın.  





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Huyunu değiştiren kişi, yaratılışını değiştiren kişiye benzer. Çünkü onun yaratılışını değiştirmedikçe huyunu değiştiremezsin.” [8] 





 “Onun yaratılışını değiştirmedikçe huyunu değiştiremezsiniz.”[9]





Başsız kabak gibi bir tekerleme söz ile
(Yunus) leyin Niyâzi irfânı arzularsın.  





Başsız kabak gibi bir tekerleme söz ile
(Yunus) leyin Niyâzi irfânı arzularsın.  














[1] (Çeltik, 2004), s.139





[2] (Niyazî-i MISRÎ, 1223),  v. 53a





Hikâye: Hoca Nasreddini görmüşler ki bir ağacın başında üstinde durduğu dalın aşagısını keser.





 Ey hoca sen üstinde durduğun, dalı kesersin o düşince sen de düşersin, derler inanmaz kesince kendi de düşer söyleyen adamın ardından yeter





“adam sen benim düşecegimi bildin benim öleceğimi de bilirsin bana haber ver ne vaktin ölürüm” demiş





“ey hoca ol ğâyıb bilmek değildir ondan senin düşeceğini herkes bilirdi” dimiş





“yok, elbette deyü” ısrar edince der ki





“eşeğin ne zaman yellerse ol zaman ölürsün” dir hem de öyle olur.





[3]  (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.62), s. 134





[4] Tahrim, 3





[5] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.308), s. 398





[6] Nîyazî-i Mısrî, Şerh-i Ebyât-ı Yûnus Emre, Süleymaniye Kütüphanesi (H. Mahmud Efendi), no: 1099/2;  Hüseyin ARİF, Yunus Emre, İstanbul, 1977, s.49–62





[7] (KÜÇÜK, 2001), s. 149





[8] Buhârî, Ebû Abdillah İsmail b. Muhammed, el-Edebü'l-müfred, 3. bsk. thk. Muhammed Fuad Abdulbâkî, Dâru'l-beşâir el-İslâmiyye, Beyrut, 1989, s. 107 (283); Deylemî, el-Firdevs bi me'sûri'l-hıtâb, I, 232 (893). Elbânî hadisin bu lâfzının “zayıf” olduğunu söylemiştir. Bilgi için bkz. el-Câmiu's-sağîr ve ziyâdetüh, I, 480 (4791). (UYSAL, 23 Bahar 2007 )





[9] Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, IX, 178 (8884, 8885). Heysemî bu rivayetin râvîlerinin sika olduğunu söylemiştir. Bilgi için bkz. Mecmau'z-zevâid, VII, 402. Ancak tespitlerimize göre bu rivayet Hz. Peygamber'e isnat edilmeden verilmiştir. (UYSAL, 23 Bahar 2007 )


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar